07.02.2015 Views

Yunus Emre Özel Dosya

Yunus Emre Özel Dosya

Yunus Emre Özel Dosya

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Muhterem Okurlar,<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> dosyasını hazırlamaya<br />

niyetlendiğimizde tekrara düşme endişesiyle<br />

tedirgindik. Fuat Köprülü’den bu yana defaten “<strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>” özel sayıları, dosyaları, antolojileri hazırlanmış,<br />

söylenmesi gerekenler söylenmişti; söylenilenlere,<br />

yazılanlara ne ekleyebilirdik ki... Hem yıl içinde üç<br />

devasa dergi daha böyle bir dosyayla okur karşısına<br />

bizden evvel çıkacaktı. Şüphesiz kalem erbabından<br />

bazıları bizden önce yayınlanacak dergilere yönelebilir<br />

ve bize yazı kuraklığı da yaşatabilirlerdi.<br />

Oysa hiç de öyle olmadı. Meğer endişe ve<br />

tedirginliğimiz, tıkanıklığımız <strong>Yunus</strong>’umuzu yeterince<br />

tanımayışımızdan, bilmeyişimizden imiş.<br />

Eşiğine çömeldiğimiz <strong>Yunus</strong>, Bizim Külliye’ye<br />

de hemencecik kapısını açtı. Yıllardır beklediği<br />

muhiplerini görmüş gibi gülümsedi. “İşidün iy yârenler<br />

/ Eve dervişler geldi / Cân şükrâne verelim / Eve<br />

dervişler geldi” deyişiyle sırtımızdaki yoksulluk,<br />

içimizdeki ürküntü daha ilk adımda yerini, yeri yurdu<br />

belli muhabbet zenginliğine bıraktı. Bizde bir sevinç bir<br />

ferahlık!<br />

Konukları çoğaldıkça genişleyen ışıklı bir<br />

odadaydık.<br />

Tabii ki bu hanede muhabbet bitmez. Kırk bin kez<br />

“özel”imiz, yüz bin “dosya”mız, bir o kadar antolojimiz<br />

olsa yine eksiğimizi tamamlayacak, gediğimizi<br />

sıvayacak yeni şeyler söyleyeceğimize inandık.<br />

Bu sayı <strong>Yunus</strong>la yeniden tanışma zevkinin eseri.<br />

Gelecek sayımızda buluşmak ümit ve dileğiyle<br />

Allah’a emanet olunuz.<br />

Bizim Külliye


Toprak şairler<br />

NAZIM PAYAM<br />

Toprak şairler, hangi<br />

dille konuşmuş<br />

iseler o dil şahsiyet<br />

kazanmıştır,<br />

hangi milletin<br />

mensubu iseler o<br />

milletin evlatları<br />

insanın insanla<br />

münasebetinden paye<br />

almış, hangi konuya<br />

eğilmiş iseler o<br />

konu ezel ve ebetten<br />

sayılmıştır.<br />

Kimi şairler yaşınızın,<br />

yaşıtınızın heyecanını<br />

yansıtmakla yetinirler. O ruh<br />

hâlinin rüzgârı dindi mi, usulca<br />

çekilirler aranızdan. Kimi<br />

kendilerini dışlanmış ve anlaşılmamış<br />

sananların şairidir,<br />

kimi herhangi bir sosyal dilimin veya seçkinci<br />

grubun. Bila adreste bulunanların hislerini,<br />

serüvenlerini dillendirirler yalnızca. Bütünü<br />

saramazlar, eksik kalırlar. Yine bazı şairler,<br />

yaşadığı yüzyılın; bazıları konusunun temsilcisidir.<br />

Çağınız Antik ise Homeros, 16. yüzyıl<br />

ise Bakî, konunuz aşk ise Karacaoğlan kapınızı<br />

çalabilir. Ama ilhamını dile döktükten<br />

sonra zaman ve mekân perdesini kaldıran ve<br />

herkese, her kesime açık olan toprak şairler de<br />

vardır.<br />

3<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Toprak şairler; hayata, insana, inanca arzulanan bakış tarzını sergileyen şairlerdir.<br />

Onlar, donandıkları yetiyle içinde bulunduğumuz durumun “en gizli<br />

dua”larını söylerler. Söyledikleri Tanrı’dandır. Tanrı hazinesinden aldıklarıyla<br />

havasın, dağıttıklarıyla avamın yanındadırlar. Şairlik makamı büyük vicdanın<br />

terazisinde tartılmış ve asırların gönül tecrübesi onların şahsında ete kemiğe<br />

bürünerek cem edilmiştir.<br />

Toprak şairler, zengin ve derin bir kültüre; kabul ve retleri, sebepleriyle<br />

kavrayacak bir bilince sahiptirler. Onların zenginliği aşktandır. Aşksızlığı hiçlikle<br />

denkleştirirler. Derinlikleri ise kendilerine verilen tenden sıyrılıp “vücut<br />

şehri”ne girebilmelerinden gelir. Fakat asıl amaç mutlak vücuda ulaşmaktır.<br />

Bu yolda dil ve biçim farklı da olsa her toprak şairde sözün elifi; “İlim, kendün<br />

bilmektür.”<br />

Toprak şairlerin şiirlerinde baş ağrıtacak hece, bulanık suya atılacak kelime,<br />

güzelleri ağına takacak kafiye, kuru dala asılacak tek bir mısra bulamazsınız.<br />

Söylenilen herkesin, her kesimin mıknatısı olacak kadar doğal ve kolay söylenmiştir.<br />

Oysa ifade edilen sezgi, ses, renk ve nakışlarıyla muhatabında kat kat<br />

dirileşen, gürleşen bir bütünlük içerisindedir.<br />

Toprak şairler, yönsüzlükten, iğretilikten, gövermeyecek gereksiz sözden<br />

salgın hastalıkmış gibi sakınır ve insanlığın ortak senedini işleyedururlar. Onlarda<br />

makbul olan, hiç solmayacak muhabbet güllerini ilhamın diriliğiyle dört<br />

bir yana savurmaktır. Her dem yeniden doğar, ha demeden hayran olur, cümle<br />

yaratılmışa aynı göz ile bakarlar.<br />

Toprak şairler, hangi dille konuşmuş iseler o dil şahsiyet kazanmıştır, hangi<br />

milletin mensubu iseler o milletin evlatları insanın insanla münasebetinden<br />

paye almış, hangi konuya eğilmiş iseler o konu ezel ve ebetten sayılmıştır.<br />

Sosyal ilişkilerimiz biraz da -belki daha fazla- içte barındırdığımız şeytanla,<br />

samimi ve sevimli bulup içselleştirdiğimiz toprak şairin mücadelesinden ibarettir.<br />

Biri al, vur, kır, kız, öcünü unutma der; sürekli dışımızla kıyaslar bizi,<br />

öteki sükûneti, uzlaşmayı ve cömertliğimizi yoklayıp durur. Mukabele ettirdiği<br />

ise; “Ben ay’ımı yerde gördüm/ Ne isterim gökyüzünden/ Benim yüzüm yerde<br />

gerek/ Bana rahmet yerden yağar.”<br />

“Ben” hücresinin sultanları, fikir sorunlarıyla yozlaşanlar, kendisine ait olmayanın<br />

pençesinde çırpındıkça tutsaklığı daha bir pekişenler, ezilenler, yoksullar,<br />

eli yâre eremeyenler yahut sırat üstünde ev yapmak isteyenler çok zaman<br />

gönül iniltilerini toprak şairlerle dillendirmiş, teselli ve yol tercihlerini onların<br />

tarifi üzere belirlemişlerdir. Toprak şairlerin “sevelim-sevilelim” anlayışıyla<br />

inşa edilen hayatları, hakikatini arayan nicelerinin hikmeti olmuş, insan olmanın<br />

huzurunu, onurunu paylaşmışlardır.<br />

“Miskin <strong>Yunus</strong> erenlere tekebbür etme toprak ol<br />

Topraktan biter küllisi, gülistandır toprak bana” ■<br />

4<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


YUNUS EMRE<br />

Söz pîri kutlu hazla,<br />

Ak etti yüzümüzü.<br />

Hakk yolunda niyazla,<br />

Parlattı közümüzü.<br />

Kor düştü can içine;<br />

İrfan, ihsan içine.<br />

Aşk ile sevincine,<br />

Açtırdı gözümüzü.<br />

İndi, derine indi;<br />

Sevgisinden emîndi.<br />

Sancı, doğmadan dindi;<br />

Berkitti özümüzü.<br />

Vurdu, kelepçe kine;<br />

İlkin, kendininkine.<br />

Kör nefsin kemendine,<br />

Sur etti tözümüzü.<br />

Kök varlığım-sevgilim:<br />

Diliydi, görklü dilim.<br />

Gür gönül sesim, benim;<br />

Türkçeyle dedi sözü.<br />

Gezdi, yayla ovayı;<br />

Şenlendirdi yuvayı.<br />

Dostun gönül sarayı,<br />

Işıttı göğümüzü.<br />

Çıktık sağ salim düze;<br />

Şükür, vardık gündüze.<br />

Aşk sundu ömrümüze;<br />

Donattı gönlümüzü.<br />

Ne göz, dünya malına;<br />

Mavi, yeşil, al'ına.<br />

" Çıkıp erik dalına,<br />

Yedik üzümümüzü."<br />

Karayı seher etti;<br />

Saf taşı cevher etti.<br />

Sevgiye rehber etti,<br />

Dağ ile düzümüzü.<br />

Sözü, öz mânâsında;<br />

Hakikat aynasında;<br />

Güzellik meyvasında,<br />

Tanıttı bize, bizi!<br />

M. HÂLİSTİN KUKUL<br />

5<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


DERVİŞ YUNUS MESELİ<br />

Diline bal arıları<br />

Gönlüne muhabbet kuşları<br />

Konmuş idi diyarı Rum da<br />

Derviş <strong>Yunus</strong>un.<br />

İki menzil arasında<br />

Bir tecelli seansında<br />

Hacı Bektaş kapısında<br />

Mirim, efendim, sultanım<br />

Derd-i acizim el hak yola revanım<br />

Buğdayım, başağım, pişmanım<br />

Diyen <strong>Yunus</strong>.<br />

Ey zahmet yolunun yolcusu<br />

Arayanlar mı bulur yoksa<br />

Bulanlar arayanlar mıdır<br />

Derviş <strong>Yunus</strong> ermiş <strong>Yunus</strong><br />

Tapduk <strong>Emre</strong> dergâhında<br />

İşin neydi bre <strong>Yunus</strong><br />

Hikmetin ateşi mi yoksa<br />

Gönlüne değmiş <strong>Yunus</strong><br />

Bize kadar bizden sonra<br />

Dünya âlem görmüş <strong>Yunus</strong>.<br />

Sarı başak dedikleri<br />

Güneşte ışıldar imiş<br />

Zaman ile öyle hemhal<br />

Türkçe şiirler söylemiş<br />

Derviş <strong>Yunus</strong> ermiş <strong>Yunus</strong>.<br />

Bizim <strong>Yunus</strong> bizim <strong>Yunus</strong>…<br />

NURETTİN DURMAN<br />

6<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


GÜNEŞLİ BİR ZAMANDI YUNUS<br />

Buğulu ve ahşap bir sabahtı <strong>Yunus</strong><br />

Toprak ve güneşten önce<br />

Sesten doğdu<br />

Kendiliğinden yalnız<br />

Kendiliğinden çoğul<br />

Döndü şiirden aşka<br />

Rüzgârlı bir gündü <strong>Yunus</strong><br />

Aceleci, diri ve Anadolu<br />

Hüzne savrulan bir dilden doğdu<br />

Bizimle görünen<br />

Bizimle durgun<br />

Günü akşama devredip geçti şafağa<br />

Mert bir kuşluktu <strong>Yunus</strong><br />

Acemi ve toy sözlerden önce<br />

Aşkı acıyla bilen bir ilden doğdu<br />

Öznesinde gönül<br />

Öznesinde yar<br />

Geçti acının ayvanından gül arasına<br />

Düş imgeli bir zamandı <strong>Yunus</strong><br />

Alev ve çığlıktan önce<br />

Aşkta ve güneşte yanan<br />

Rüzgâra vurgun bir külden doğdu<br />

Gözlerinde ben<br />

Gözlerinde biz<br />

Sürdü yüzünü gecenin gün karasına<br />

Bin damlada bir yağmurdu yunus<br />

Bahardan ve güzden önce<br />

ÖMER KAZAZOĞLU<br />

7<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


EMİNE IŞINSU<br />

ile <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ve romanları üzerine<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’m, yani içime doğan tip, yazdığım<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir. Onun hakkında hemen<br />

hiçbir bilgi bulamadım ve işte mecburen içime<br />

doğanları yazdım; çünkü bu içime doğanlar,<br />

bana baskı yaptılar.<br />

SEVAL KOÇOĞLU<br />

Emine Işınsu<br />

17 Mayıs 1938’de doğdu.<br />

Cumhuriyet döneminin tanınmış<br />

şair ve yazarı Halide Nusret<br />

Zorlutuna’nın kızıdır.<br />

Ankara Üniversitesi Dil-<br />

Tarih ve Coğrafya Fakültesi<br />

İngiliz Dili ve Edebiyatı, aynı<br />

fakültenin Felsefe bölümlerinde<br />

ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi<br />

İşletme Bölümü’nde<br />

bir süre okudu.<br />

İlk eseri 17 yaşındayken<br />

basılan şiir kitabı İki Nokta’dır.<br />

1963’te ödül kazanan Küçük<br />

Dünya’dan sonra yoğun şekilde<br />

romana yöneldi, 18 roman<br />

yazdı. Roman ve oyunlarının<br />

dışında 1970’lerin önemli fi kir<br />

ve sanat süreli yayınlarından<br />

Töre dergisini, 1971- 1981<br />

yılları arasında çıkardı. Birçok<br />

dergi ve gazetede yazıları<br />

yayınlandı; Yeni İstanbul ve<br />

Sabah gazetelerinde köşe yazarlığı<br />

yaptı.<br />

Evli ve üç çocuk annesidir.<br />

Köşe yazarlığı, dergi editörlüğü ve yayıncılığı yaptınız, ödüllü oyunlarınız<br />

var, fakat en çok romanlarınızla sevildiniz, tanındınız. Cumhuriyet<br />

sonrası Türk edebiyatının oluşumuna “Kadın yazarların annesi” olarak<br />

anılan anneniz Halide Nusret Hanımefendi sebebiyle de tanıksınız. Türk<br />

edebiyatının gelişimini genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

Türk edebiyatını çok iyi takip ettiğimi söyleyemem; fakat meselâ Halide<br />

Edip’in bütün kitaplarını, hayranlık duyarak okudum; onu İstanbul’daki<br />

evinde; yalnız bir kere ziyaret etmem mümkün oldu... O gün rahatsızdı; her<br />

şeyden bıkmış usanmış gibi bir hâli vardı... Daha fazla rahatsız etmemek<br />

için; erken kalktım. Bir de ona, kendi romanlarımdan birini, hangisini hatırlamıyorum;<br />

götürmüştüm... Sanırım ne kitabımı ne de beni ciddiye aldı.<br />

Bir derdi bir sıkıntısı vardı ama bana açılmadı, ben de sormaya utandım,<br />

bir daha saygılarımı sunup ayrıldım; kısa bir süre sonra vefatını; Ankara’da<br />

gazetede okudum; rahmet diledim. Halide Edip rahmetli anneme; “adaşım”<br />

diye hitap eder, çok da ilgi gösterirmiş...<br />

Günümüzde çalışmalarını takip ettiğiniz kadın romancılar var mı Hangilerini<br />

kalıcı olarak görüyorsunuz<br />

Tabi Samiha Ayverdi Hanımefendiye büyük saygım vardır, onun bütün<br />

kitaplarını okudum; şimdi maalesef aklıma gelmedi isimleri ama bir kitabını<br />

bana, özellikle imzalayıp annemle göndermişti; ben de pek sevinmiş, gurur<br />

duymuştum... Memleketimizde daha ziyade hanım yazarların daha çok ilgi<br />

ve saygı gördüğünü; rahatlıkla söyleyebilirim. Son dönemde Elif Şafak ve<br />

bilhassa Ayşe Kulin hayranıyım. Her ikisini pek zevkle okudum...<br />

Sizin romanlarınızda sosyoloji, tarih, coğrafya bilgilerinin ciddi şekil-<br />

8<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


de kullanımı mevcut, ayrıca kendini tanımaya çalışan,<br />

tahlil eden bir topluma tanık oluyoruz. “Bir<br />

Ben Vardır Bende Benden İçeri” eserinizi anahtar<br />

olarak ele alıp sormak istiyorum: Romanlarınıza<br />

hazırlanırken nasıl bir yol izliyorsunuz<br />

<strong>Yunus</strong>’un divanını, şiirlerinin tamamını okudum.<br />

Hakkında yazılan bazı akademik eserleri de. Fakat<br />

hemen hiç tarihî bilgi yok. Bu durumda içimden geleni<br />

yazıyorum desem çok mu ayıp etmiş olurum<br />

Yazmaya başlamadan önce; hikâyedeki kahramanları<br />

düşünür ve onlarla haşir neşir olurum; roman kahramanlarım<br />

âdeta öz çocuklarım gibidirler. Kızdıklarım<br />

da olur ama; ana yüreği tabi bağışlarım! Şaka<br />

bir tarafa, kitaplarımdaki kişilerle gerçekten, ahbap,<br />

arkadaş olurum; onların hepsi, benim yürek kardeşlerim,<br />

arkadaşlarımdır. Bazı konularda; “bir bilene”<br />

mutlaka erişir, fikir alırım. Meselâ Gazi Üniversitesinden<br />

Mustafa Tatçı kardeşim; “<strong>Yunus</strong>”ta bana çok<br />

yardım etmiştir. Sonra başka din büyükleri ile ilgili<br />

birçok yardımı oldu; “Bir Ben Vardır Bende Benden<br />

İçeri” romanı öncesi, beraberce uzun uzun konuşmuşuzdur...<br />

Eserlerinizde tarihî kişiliklerin roman karakterine<br />

dönüşme aşaması nasıl gerçekleşiyor<br />

Yazacağım konuları; insan tiplerini falan, konuya<br />

göre ayarlarım yahut nasıl olduğunu tam bilemem<br />

ama yüreğimin içinde, onlar doğar ve yaşamaya<br />

başlar, mutlaka bir şahsiyet kazanırlar, o zaman kahramanlarıma<br />

daha da çok bağlanırım, sanki bana<br />

akraba yahut yakın arkadaştırlar; çünkü onları gerçek<br />

insanlarmış gibi benimsemiş, kabul etmişimdir.<br />

Sonrası kendiliğinden gelir, ancak itiraf edeyim, bir<br />

roman yazarken yaşadığım hayattan kopmuş gibiyimdir,<br />

çok dalgınımdır... Çünkü yaşadığım dünyada<br />

değil, romanımın içindeyimdir.<br />

Dini ve millî sembollerin romana dönüştürmenin<br />

okuyucu / toplum üzerindeki etkileri nelerdir<br />

Sakıncalı yanları var mıdır<br />

Hiç sakıncalı bir yönünü hissetmedim; hep sadece<br />

içimden geleni yazdım... Bu, “içimden gelenler”<br />

şüphesiz konuyla ilgili olarak okuduğum türlü<br />

yazıların, aldığım bilgilerin, yüreğimde bir şekle bürünmeleridir;<br />

sonra bu şekil, roman olur. Çok şükür<br />

şimdiye kadar bana romanlarımdan şikâyet eden, yazılanlara<br />

uymuyor diyen olmadı...<br />

“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” adlı romanınızdaki<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile herkesin kafasındaki<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin farkları nelerdir<br />

İnanır mısınız, onu birazcık da Nasrettin Hoca’ya<br />

benzetenler oldu; oysa benim <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’m, yani<br />

içime doğan tip, yazdığım<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir. Onun<br />

hakkında hemen hiçbir<br />

bilgi bulamadım ve işte<br />

mecburen içime doğanları<br />

yazdım; çünkü bu içime<br />

doğanlar, bana baskı yaptılar.<br />

Söyledim ya yavrucuğum,<br />

bir roman yazarken<br />

manen kaybolurum, yazdığım<br />

kişi ve kişiler yaşamaya<br />

başlar… Bunu doğuran galiba hakkında yeterli<br />

bilgi olmaması, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi aslında hiç tanımıyoruz.<br />

Sadece rivayetlerden hareket edebiliyoruz; bu<br />

da onu tanımaya yetmez elbet, onun olduğu söylenen<br />

şiirleri bilmek, onu sevmek yeterli olur sanıyorum...<br />

Rahmetli annem de <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi çok severdi;<br />

herhâlde benim <strong>Yunus</strong>’a sevgim ve âdeta koruma isteğim<br />

üzerimde annemin etkisi olmuştur.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin kalıcılığını sağlayan nedir<br />

Romanınızın bir yerinde annesinin küçük <strong>Yunus</strong>’ a<br />

“Benim oğlum hiç ölmeyecek” demesi ilginçti.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> var mı yok mu, kimdi Sadece yüreğimden<br />

geleni yazdım.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ve diğer mutasavvıfların yaşadığı<br />

dönem Anadolu için oldukça karmaşık bir dönem.<br />

Böyle bir ortam felsefelerini nasıl etkilemiştir sizce<br />

Şüphesiz zorlu dönemler insanı daha duygulu ve<br />

daha bilgili, hatta daha becerikli yapıyor; <strong>Yunus</strong>’un<br />

maceraları sanırım bu yüzden etkili olmuştur.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> bazı şiirlerinde ümmi olduğunu<br />

söyler. Sizce romanınızdaki gibi eğitimden geçmiş<br />

midir<br />

Ben roman yazarken kahramanlarımı çok severim.<br />

<strong>Yunus</strong>’u da yazarken çok sevdim. Ama ümmi<br />

olması bana hiç mi hiç mantıklı gelmiyor...<br />

Yeni bir roman üzerinde çalışıyorsunuz galiba.<br />

Biraz bahseder misiniz<br />

İsmi, “Bir Aile” olacak inşallah; kadın, koca ve<br />

sevgilileri, çocukları ve sonra kadının hepsini terk<br />

edip, âşık olduğu bir başka adama gidişi, özet bu…<br />

Emine Işınsu’nun diğer romanlarından çok farklı<br />

olacak. Çok kötü bir koca ve çok iyi bir kadın etrafında<br />

gelişen bir öyküsü var. Ailedeki kadının başına<br />

sürekli dert açan ama çocukları dâhil, ilgisiz bir baba,<br />

çocuklarını çok seven bir anne; bu romanda hiç yapmadığım,<br />

yazmadığım şeyler de var; küfürler gibi!<br />

Bu sefer öyle geldi içimden. Adı “Bir Aile” olacak. ■<br />

9<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


KADİR KOÇDEMİR<br />

ile <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerine<br />

"...okyanus orada duruyor, önemli olan bizim<br />

kabımızın ölçeği ve su tutma kabiliyetinin<br />

ne olduğu… Yeni nesli <strong>Yunus</strong> ve millî<br />

kültürümüz bakımından kabil-i hitap<br />

hâle getirmek zorundayız."<br />

TANER NAMLI<br />

Dr. Kadir Koçdemir; Bursa-Orhaneli, 1964 doğumludur.<br />

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini<br />

(1985) bitirdi. Lisan öğrenmek ve kamu yönetimi<br />

stajı için Almanya’da (1987/88) bulundu. Jean-Monnet<br />

bursu ile Hamburg Üniversitesi Hukuk Fakültesinde<br />

(1991/92) Avrupa Birliği ve idare hukuku konularında<br />

lisansüstü; İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde<br />

(1994/96) yüksek lisans öğrenimi gördü. Kamu<br />

Diplomasisi Kursu (1998) ve Millî Güvenlik Akademisini<br />

(1999) bitirdi. Azerbaycan Vektör Uluslararası<br />

İlim Merkezi tarafından Azerbaycan-Türkiye arasındaki<br />

kardeşlik ilişkilerinin geliştirilmesindeki faaliyeti ve<br />

Türk medeniyetinin inkişafındaki hizmetleri sebebiyle<br />

kendisine fahri doktora unvanı (2004) verildi. Hacettepe<br />

Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsünde<br />

Modern Millî Devlet ve Küreselleşme konulu teziyle<br />

doktora programını (2004) tamamladı. Çeşitli üniversitelerde<br />

ders ve konferanslar verdi, tebliğler sundu.<br />

Mülkî idare âmirliği mesleğine Ağrı Kaymakam<br />

Adayı olarak (1986) başladı. Mahallî İdareler Genel<br />

Müdürlüğü Daire Başkanlığı (1996/98), Genel Müdür<br />

Yardımcılığı (1998/2000), Burdur Valiliği (2000/2003),<br />

Eskişehir Vali Vekilliği, Merkez Valiliği ve Elazığ Valiliği<br />

görevlerinde bulundu. Hâlen Eskişehir Valisi olarak<br />

görev yapmaktadır.<br />

Sayın Valim, Genel Yayın Yönetmenimiz<br />

sizinle söyleşi yapacağımızı söyleyince ilkin<br />

“Küreselleşmenin Koordinatları” ve “Millî<br />

Devlet ve Küreselleşme” adlı eserlerinizi<br />

edindim. Ayrıca fikir ve sanat dergilerindeki<br />

makalelerinizi zevkle okudum. Ülkemizin<br />

ve dünyanın seyrini sizin gibi entelektüel<br />

boyutta değerlendiren bir bürokrata sahip<br />

olmamıza ne kadar sevindim, bilemezsiniz.<br />

Konumuz “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>”, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerine<br />

konuşacağız. Ama yeni kitap çalışmalarınızın<br />

olup olmadığını da merak ediyorum.<br />

Yeni ve özel bir çalışmanız var mı<br />

Estağfurullah. Doktora tezimin (Millî<br />

Devlet ve Küreselleşme) yeni baskısı yapılacak.<br />

Vakit bulabilirsem mevcudu gözden geçirip<br />

bazı düzeltmeler yapmak istiyorum.<br />

Pek çok alanda biriktirdiğim notlar var.<br />

Bir bakıma demir, çimento, tuğla bol… Fakat<br />

10<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


unlardan bina yapmayı henüz beceremiyorum.<br />

Biraz vakit darlığı, biraz da tembellik söz konusu.<br />

Yazmak; yürümek, koşmak gibi bir şey. Her<br />

gün yaparsanız tabii bir şey oluyor. Hatta onsuz<br />

olamıyorsunuz. Bir müddet ara verince, bu sefer<br />

ataletten adalelerin kireçlenmesi gibi eliniz tutulup<br />

kalıyor, zorlanıyorsunuz.<br />

Bu zamana kadarki çalışmalarımda klişelerin<br />

yeni gerçekliği izahta aciz kaldığını iddia etmiş<br />

ve bunu kendimce pek çok veriyle ispatlamıştım.<br />

“Tamam da…” diye başlayan itirazlara kısa<br />

bir cevap verememenin sıkıntısını yaşıyordum.<br />

Gâvurların bir sözü var: “Tek bir cümleyle ifade<br />

edilemeyen şey, henüz hakikat mertebesine yükselmemiş<br />

demektir.” Kendimce bazı izahlarım<br />

vardı. Bunları bir cümlede ifade etmek, başka bir<br />

ifadeyle kavramsallaştırmak lazımdı. Bunu “fiilî<br />

âlemin ölçeği” kavramıyla yaptığıma inanıyorum.<br />

Bir kitapla bu kavramı, kavramın diğer izah<br />

teşebbüsleri karşısındaki üstünlüğünü ve kendi<br />

tarihimiz üzerinde tatbikini gerçekleştirmek istiyorum.<br />

Alman diline de oldukça hâkimsiniz. Tercüme<br />

yapmayı hiç düşündünüz mü<br />

Tercüme edilmesinde fayda gördüğüm eserler<br />

var. Bazılarını kabaca tercüme de ettim. Yayımlanması<br />

için, malum, telif haklarının gereği<br />

yerine getirilmeli. Bunlarla uğraşamadığım veya<br />

bunu yapacak bir yayınevi bulamadığım için o<br />

tercümeler bilgisayarda kalıyor. Bazılarının zaman<br />

içinde başkaları tarafından yayımlandığı<br />

oluyor. O zaman bilgisayardaki metin tercümeyi<br />

kontrole yarıyor.<br />

Güçlü bir dil ve imla hassasiyetiniz; sözü<br />

doğru ifade etme titizliğiniz, daha önceleri görev<br />

yapmış olduğunuz yerlerde anlatılır. Ve<br />

tevafuk mudur, şimdi “söz ol kese savaşı” diyen<br />

<strong>Yunus</strong>’un şehrindesiniz… Yedi yüz yıldır<br />

<strong>Yunus</strong>’u yaşatan değerler var. Bu değerleri bir<br />

de sizden duymak isteriz. Sayın Valim, <strong>Yunus</strong><br />

size neler hissettiriyor<br />

Bütün hücrelerimle “bizim <strong>Yunus</strong>” diyebiliyorum.<br />

Bu faaliyetler çerçevesinde birlikte çalışmak<br />

için gittiğim herkesin, ben “bizim <strong>Yunus</strong>”<br />

dediğimde bunu benimsediğini gördüm. “Bizim<br />

<strong>Yunus</strong>” bütün kapıları, hem maddi hem de manevi<br />

kapıları, bilhassa gönül kapılarını açıveriyor.<br />

Bizi biz yapan, bize “müşterek bir biz duygusu”<br />

yaşatan en kıymetli hazinelerimizden birisi <strong>Yunus</strong>.<br />

Siyasi hudutlarımızın dışında kalsalar da<br />

kültür coğrafyamızın bir parçası olan yerlerde<br />

de durum aynı. Mesela Balkanlarda hiç Türkçe<br />

bilmeyen insanlar <strong>Yunus</strong> ilahileri söylüyor. Bu<br />

sene onlardan bir grup Eskişehir’e gelecek. Bizim,<br />

Türkçe olmayan duaları ezberlediğimiz gibi,<br />

<strong>Yunus</strong> ilahilerini nesilden nesile ve Türkçe olarak<br />

aktarmışlar. Kısaca <strong>Yunus</strong> bana ait olduğum bütünü,<br />

durduğum yeri, ezelden ebede yolculuğumdaki<br />

seyir defterimi, sözün mahiyetini ve gücünü<br />

hatırlatıyor.<br />

Bu sene etkinliklerin ana teması olarak sözü<br />

seçtik: Dünyanın her yerini “sözün bittiği yer”<br />

hâline geldiği getirdiğimiz, sanal âlemlerde kendimizi<br />

birbirimizin gönül aynasında göremediğimiz<br />

bir zamanda sözü hatırlamak lazım. Günümüzde<br />

tüketilen, içi boşaltılan, lakırtı hâline<br />

getirilen sözü hatırlamak lazım. Beraberce verdiğimiz<br />

hâlde unuttuğumuz, uzağında kaldığımız<br />

sözü hatırlamak lazım. “Ağulu aşı, bal ile yağ”,<br />

“şu cihan cehennemini, sekiz uçmağ” eyleyen, tanış<br />

olmamız gereken her ne varsa hepsiyle “tanış<br />

olduran” ve “işi kolay kıldıran” sözü hatırlamak<br />

lazım. Kur’an’da cennet ağacına benzetilen, vahyin<br />

kabı ve taşıyıcısı olan sözü hatırlamak lazım.<br />

İnsanın sahip olduğu en büyük emanet olan sözü<br />

hatırlamak lazım. İşte <strong>Yunus</strong>, bana ilkinden iti-<br />

11<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


<strong>Yunus</strong> bana ait olduğum bütünü,<br />

durduğum yeri, ezelden ebede<br />

yolculuğumdaki seyir defterimi,<br />

sözün mahiyetini ve gücünü<br />

hatırlatıyor.<br />

baren sözü, güzel ve doğru sözü hissettiriyor. Sözün<br />

ehemmiyeti, kıymeti korunup ezelden ebede<br />

yolculuğumuzda en emin refakatçimiz olduğunu<br />

hissettiriyor.<br />

Elbette şehrinizde, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile ilgili dünden<br />

bugüne çeşitli faaliyetler yapılmıştır. Bunlar<br />

nelerdir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için yapılanları yeterli<br />

buluyor musunuz Siz, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yle ilgili<br />

neler yapmayı düşünüyorsunuz<br />

Eskişehir, <strong>Yunus</strong>’a borcunu ödemede yıllardır<br />

önemli ve güzel faaliyetler yaptı. Hıdırellez’de<br />

Eskişehir merkezine 140 km. uzaktaki küçük<br />

bir beldedeki <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> türbesine, bazı yıllar<br />

sayısı on beş bini bulan insan, taşınmadan, çağrılmadan<br />

geliyor. Mayıs ayının ilk haftası bütün<br />

Türkiye’yle birlikte Uluslararası <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Etkinlikleri<br />

Haftası olarak kutlanıyor. Ülke çapında<br />

şiir, resim, kompozisyon, hikâye, hat, kaligrafi…<br />

yarışmaları yapılıyor. Üniversitelerimiz akademik<br />

çalışmalarla katkıda bulunuyor.<br />

Bazı değişikliklerle bu geleneği zenginleştirmek<br />

istedik. Etkinlik ve yarışmalar için her sene<br />

değişecek bir tema uygulaması başlattık. Bu zamana<br />

kadar, <strong>Yunus</strong> külliyatının özü sayılabilecek<br />

“Gelin tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim<br />

sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz” mısraları ve<br />

sevgi kavramı tema olarak seçilmiş ve hiç değiştirilmemişti.<br />

Bu sene, “Söz ola kese savaşı/ Söz<br />

ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Bal ile yağ ede<br />

bir söz” mısraları ve sözün fonksiyonunu tema<br />

olarak belirledik. En çok bu mısralar zikredildiği<br />

için onları yazdık. Fakat bir sonraki kısmı benim<br />

daha çok hoşuma gidiyor: “Kişi bile söz demini/<br />

Demeye sözün kemini/ Şu cihan cehennemini/<br />

Sekiz uçmağ ede bir söz”. İnsanın “bunlar yazıldıysa<br />

yeni şiire ne hacet...” diyesi geliyor.<br />

Başta Eskişehir şehir merkezi olmak üzere,<br />

insanların sadece aktarılana pasif olarak muhatap<br />

olmaları yerine, kendilerinin bir şeyler yapmasını<br />

sağlamak istiyoruz. Bunun için, bize mahsus ve<br />

önemli fonksiyonları yerine getirmiş bir sosyal<br />

müessese olan mahalleleri temel aldık. Mahalleler<br />

arası ilahi ve tiyatro yarışmalarıyla, belirlediğimiz<br />

tema çerçevesinde <strong>Yunus</strong>’un anlaşılmasını<br />

ve aktarılmasını hedefledik. İnşallah önümüzdeki<br />

yıllarda Eskişehir’de bin, bin beş yüz kişi ilahi<br />

ve musiki çalışacak, belki beş bin kişi tiyatro<br />

yapacak. Okullarımızda bütün öğrencilerimiz<br />

<strong>Yunus</strong>’u ve onun aktarmak istediğini yaparak,<br />

deneyerek öğrenecek. Bu sene sözün fonksiyonunu<br />

görmeleri için aynı maddenin, mesela bir avuç<br />

bulgurun, ikiye bölünüp aynı fiziki şartlar altında<br />

bir kısmına kötü söz ve nazarla, bir kısmına da iyi<br />

güzel söz ve nazarla bakmanın ne sonuç verdiğini<br />

görüp bunu kompozisyonda değerlendiriyorlar.<br />

Birkaçını ben de gördüm; iyi nazar ve söze maruz<br />

kalan daha geç ve tabiri caizse hoş bir biçimde<br />

bozulurken, kötü nazar ve hitaba maruz kalan erken<br />

ve tahammül edilmesi zor bir biçimde bozu-<br />

12<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


luyor. Cansız, hissiz bildiğimiz maddenin bile kayıtsız<br />

kalamadığı nazar ve sözü birbirimize karşı<br />

kullanırken neden bu kadar düşüncesiz ve hoyrat<br />

davranıyoruz ki<br />

Başka bir hedefimiz, her yıl Hıdırellez gününde<br />

sokağa çıkan ve hayatla irtibatı olan herkesin,<br />

bir biçimde <strong>Yunus</strong>’la ve onun mesajıyla da temasının<br />

sağlanması. Bunun için gazetelerin ekleri,<br />

kültür-sanat dergilerinin özel sayıları, radyo televizyon<br />

programları, hutbeler, mahallî etkinlikler…<br />

gibi pek çok fırsatı değerlendirmeye çalışıyoruz.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> beldesindeki etkinlikleri de,<br />

bütün kültür coğrafyamızın bir araya geldiği bir<br />

Hıdırellez kutlaması hâline getirmek istiyoruz.<br />

Dünyanın her yanına yayılmış yirmiyi aşkın <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> Kültür Merkezi, bu haftada köşeler, sergiler,<br />

söyleşilerle, mahallî televizyon kanallarında<br />

programlarla bulundukları ülkelerde <strong>Yunus</strong>’u<br />

anlatacak. Bu merkezlere devam edenler, o hafta<br />

dilimizi <strong>Yunus</strong>’un şiirleriyle öğrenecek.<br />

Enstitü, bu yönde atılmış önemli bir adım<br />

olacaktır. Ayrıca ödüllü yarışmalar düzenledik.<br />

Roman, sinema senaryosu ve tiyatro oyunu yarışmalarımızda<br />

eserler, 2013 Şubat ayı başına kadar<br />

teslim edilecek. Bilhassa sinema konusunda geç<br />

kalındığını düşünüyoruz. Malûmunuz 2013 yılında<br />

biz Türk Dünyası Kültür Başkenti’yiz. Bu yılı<br />

da kalıcı etkiler bırakacak faaliyetlerle süslemek<br />

istiyoruz.<br />

Elli dört yıl sonra ilk defa <strong>Yunus</strong>’u yeni kıtaya,<br />

Amerika’ya götürüyoruz. Nisan ayının ikinci<br />

yarısında New York ve Washington şehirlerinde<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> oratoryosunu sahneliyoruz. Oralardaki<br />

Türk kültür coğrafyası mensupları kadar yabancılara<br />

da ulaşmayı, onları <strong>Yunus</strong>’tan haberdar<br />

etmeyi amaçlıyoruz.<br />

İsmiyle müsemma okullar çerçevesinde,<br />

Türkiye’nin her yanındaki <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> isimle<br />

okulları hem faaliyetlere katmaya hem de onların<br />

<strong>Yunus</strong>’la irtibatını kolaylaştırmaya matuf faaliyetler<br />

gerçekleştiriyoruz.<br />

Başka bir ifadeyle, okyanus orada duruyor,<br />

önemli olan bizim kabımızın ölçeği ve su tutma<br />

kabiliyetinin ne olduğu… Yeni nesli <strong>Yunus</strong> ve<br />

millî kültürümüz bakımından kabil-i hitap hâle<br />

getirmek zorundayız.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Türk hissiyatının zirvesi... Fakat<br />

ülkemizde hâlâ onun anısına uluslararası<br />

çapta bir organizasyonumuz yok. Acaba Kültür<br />

Bakanlığı, Eskişehir Valiliği, şehrinizde bulunan<br />

üniversiteler, sanat kurumları… bir birliktelik<br />

sağlayarak uluslararası, kalıcı ve etkin bir<br />

“<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Bilim Sanat Ödülü” tertipleyemez<br />

mi<br />

Daha önce de belirtmiştim: Eskişehir 2013<br />

yılında bir yandan Somut Olmayan Miras Dünya<br />

Başkenti, diğer yandan da Türk Dünyası Kültür<br />

Başkenti. Bu yılın ileride de devam ettirilecek,<br />

kalıcı kültür unsurlarından birisi olarak böyle bir<br />

ödülü hayata geçirmek istiyoruz. Ödülün itibarını<br />

yüksek tutacak ve sürekliliğini garanti altına alacak<br />

sağlam temellerin arayışı içindeyiz.<br />

Bu faaliyetler içinde Elazığ da var mı<br />

Türk kültür hayatının kayda değer pek çok<br />

faaliyetinin gerçekleştirildiği Elazığ, uzun soluğu<br />

ile gıpta ettiğimiz Hazar Şiir Akşamları’nın<br />

bu seneki temasını <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> olarak belirledi.<br />

Türkçenin ve şiirin okyanusu <strong>Yunus</strong>’un Hazar<br />

Gölü kenarlarında terennüm edilmesi çok önemli<br />

bir katkı olacaktır. En kıymetli armağanlardan<br />

birisi de Bizim Külliye’nin özel sayısıdır. İnanıyorum<br />

ki, önümüzdeki yıl başkentlik faaliyetlerinde<br />

de Elazığ yükü birlikte omuzlayacağımız<br />

bir kardeşimiz olacaktır.<br />

Sohbetiniz için teşekkür ederiz Sayın Valim.■<br />

13<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


MUSTAFA TATÇI<br />

ile <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerine<br />

"... gayet sıradan ve daha dün kullandığın bir kelime,<br />

<strong>Yunus</strong>’tan sonra farklı ve derin bir anlamda karşına<br />

çıkmış. Türkçe bir gönül dili hâline gelmiş.<br />

Gönlünü dil etmiş; dili gönül hâline gelmiş bir<br />

kişidir <strong>Yunus</strong>. İşte bu, Türkçe kelimeleri<br />

ve kavramları yeni boyuta taşımış ve<br />

derinleştirmiştir.."<br />

HAKAN BAYKUT<br />

MUSTAFA TATÇI<br />

12.02.1961’de Denizli’de<br />

dünyaya geldi. Uludağ Üniversitesi<br />

Necati Bey Eğitim Fakültesi<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden<br />

1984 yılında mezun<br />

oldu. Aynı yıl Gazi Üniversitesi<br />

S.B.E.’de yüksek lisansa başladı.<br />

“Hayretî Divanı’nda Din ve Tasavvuf”<br />

konusunda yapmış olduğu<br />

tezle Yüksek lisansını ve aynı<br />

enstitüde “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı-<br />

İnceleme, Tenkitli Metin” C. I-II,<br />

(Ank. 1990), 1260 s.., adlı teziyle<br />

Doktorasını tamamladı.<br />

1986 yılında Gazi Eğitim<br />

Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />

Eğitimi Bölümüne Öğretim Görevlisi<br />

olarak atandı. 1993 senesinde<br />

Yrd. Doç. Dr. olarak aynı<br />

bölümde Öğretim Üyesi oldu.<br />

Yayımlanmış kırktan fazla<br />

eseri, iki yüz civarında makalesi,<br />

millî ve milletlerarası bildirileri<br />

mevcuttur. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerine<br />

çalışmalarıyla tanınmaktadır.<br />

Sayın Hocam, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin kişiliği hakkında yaygın kanaatlerden<br />

biri de birden fazla <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> oluşuyla ilgili. Dolayısıyla<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye atfedilen şiirlerin de, ait olduğu <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>ler de çoğalıyor. <strong>Yunus</strong>’un bu çoğul kişiliği ve şiirlerinin<br />

aidiyet meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

Edebiyat tarihi kaynaklarında birden çok <strong>Yunus</strong>’un olduğu<br />

kesindir. Ancak kaç tane olduğu hakkında sayı vermek<br />

mümkün değil. Bir tanesi belgelere göre kesinlikle yaşamıştır.<br />

Diğer bir <strong>Yunus</strong> ise Bursa’da Âşık <strong>Yunus</strong> mahlasını kullanan,<br />

Emir Sultan (Emir Buharî Hazretleri) tarafından yetiştirilen,<br />

1438-39 senelerinde vefat eden <strong>Yunus</strong>’tur. Bu tarihî kayıtlarda<br />

kesindir. Bu bilgi, 2008 yılında yayımladığımız 6 ciltlik <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> Külliyatı’nın Âşık <strong>Yunus</strong> cildinde (4. cilt) vardır. Edebiyat<br />

tarihi kaynaklarından çıkardığım belgeleri oraya koydum.<br />

Yani en az iki tane <strong>Yunus</strong> var, belki bundan da fazla <strong>Yunus</strong><br />

tapşırmasını kullanan kişiler olabilir. Bu kesindir. Fakat bütün<br />

bu <strong>Yunus</strong>ların içinde bir tek <strong>Yunus</strong> vardır. Onu ise şahıs olarak<br />

değerlendirmemek gerekir.<br />

Arşetip olarak mı değerlendirelim hocam<br />

Evet, arşetip olarak değerlendirebiliriz ama bu kelimenin<br />

içindeki manaya göre de değerlendirmememiz gerekir. Ezeli<br />

hakikat, kadim hakikat, bir tek hakikattir. O hakikati kim yaşarsa,<br />

hangi dili konuşursa, o dilden anlatır ve o dile kendi elbi-<br />

14<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


sesini giydirir. İşte arşetipi, ezeli hakikati anlayan,<br />

anlatan ve kendi diliyle nakleden kişi olarak aldığımız<br />

zaman doğru bir tanımlama olur. Yani kim<br />

olduğundan ziyade ne söylediği önemlidir. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> kimdir Buna birçok cevap verilebilir. <strong>Yunus</strong><br />

emre, bizim kadim hakikati anlatan dilimizdir.<br />

İlk olması hasebiyle:<br />

<strong>Yunus</strong> durur bunu diyen<br />

Kendiligüdir söyleyen<br />

diyor bir yerde. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> takipçilerinden olan<br />

Hz. Mısrî: (Niyazi-i Mısrî-17.yy.)<br />

Niyazi’nin dilinden<br />

<strong>Yunus</strong> durur söyleyen<br />

Herkese bir can gerek<br />

<strong>Yunus</strong> durur can bana<br />

diyor. Burada: “Benim dilimden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />

konuşuyor.” derken, <strong>Yunus</strong>’un kadim hakikati<br />

Türkçe ifşa eden kişi olduğunu belirtmek istiyor.<br />

Bu manada <strong>Yunus</strong>, vahyin kaynağından beslenmiştir.<br />

Bununla beraber biraz daha ileri seviye bir<br />

şey söyleyeyim: <strong>Yunus</strong>, Türkçemizin Cebrail’idir,<br />

vahiy dilimizdir. Türkçemizi vahiy dili hâline getiren<br />

kişidir. Arşetip kelimesini de bu manada kullanırsak<br />

daha doğru olur. <strong>Yunus</strong>’tan sonra gelen<br />

kişiler, mesela demin Niyazi-i Mısri’den bahsetmiştik,<br />

diyor ki:<br />

Bu Mısrî denen balçığı<br />

Her bir ayak basma gerek<br />

Yani ey kişi, eğer Mısrî olabilmek istiyorsan<br />

benim gibi bu Hak garibinin ayak bastığı her<br />

yere ayak basman icap etmektedir. “Ben”leşmek;<br />

“ben”deki “ben”e, ilahi “ben”e yani benliğe ulaşmak<br />

istiyorsan, benim geçtiğim merhalelerden<br />

geçmen gerek. Bu manada hakikat dilimiz olan,<br />

mana dilimiz olan, aşk dilimiz olan <strong>Yunus</strong>’un dilini<br />

devam ettiren, onun izine basmış olan her kişi,<br />

<strong>Yunus</strong>’un ağzından konuşmuştur. Yani Hazret-i<br />

<strong>Yunus</strong>, tabiri caizse “yamyamistan”da dünyaya<br />

gelmiş olsaydı, yamyam dilini hakikat dili hâline<br />

getirirdi. Örneğin, <strong>Yunus</strong>, Fransa’da, Paris’in göbeğinde<br />

doğmuş olsaydı, Fransızcayı da hakikat<br />

dili hâline getirirdi. Bu manada yüce Peygamberimiz<br />

ne yaptı Sokak Arapçasını, bedevi Arapçayı,<br />

medeni Arapçaya getirdi. Hatta Arapçayı da<br />

“Rab”ca hâline getirmiştir. İşte <strong>Yunus</strong>’u da bu manada<br />

değerlendirmemiz gerekmektedir.<br />

<strong>Yunus</strong> kimdir Sokak Türkçesini, kır Türkçesini,<br />

anamızın babamızın basitçe konuştuğu<br />

bir lisanı aldı ve “Râb”ca hâline getirdi. Ondan<br />

sonra gelenler ise -dikkat ediniz- “üstat malı” sattılar.<br />

Yani <strong>Yunus</strong>, tabiri caizse; sokaktan, evden,<br />

çarşıdan aldığı dili, kelimeleri, kavramları, öyle<br />

manalar yükleyerek devam ettirdi ki âdeta şaşırıyorsunuz.<br />

Yani her kelimeye yeni bir ruh, yeni bir<br />

mana verdi. Bu manada <strong>Yunus</strong>’un izinden giden<br />

ve sayısını bilemediğimiz <strong>Yunus</strong> gibi konuşan onlarca<br />

şair vardır. Mesela ben, bir antoloji çalışması<br />

yapmıştım, az önce arz ettiğim manada <strong>Yunus</strong>’un<br />

izinden giden 1241 şaire ulaştım ve orada bıraktım.<br />

Biraz daha yüklensek ve kütüphanelerimizi,<br />

arşivlerimizi daha bir detaylı tarasak bu sayının 3<br />

bine rahat ulaşacağını tahmin ediyorum. Yani 700<br />

senede <strong>Yunus</strong> gibi konuşan 3 bin civarında şair<br />

tespit edebileceğimizi tahmin ediyorum.<br />

Kim söylerse söylesin<br />

<strong>Yunus</strong> değil bunu diyen<br />

<strong>Yunus</strong>’tan kendisidir söyleyen<br />

diyor.<br />

Aziz Mahmut Hüdaî Hazretlerinin lisanıyla<br />

söyleyelim:<br />

Sen çıkarsan aradan<br />

Kalır seni Yaradan<br />

Sende Yaradan kaldıktan sonra, sen fena makamlarını<br />

veya başka ifadeyle tevhit makamlarını<br />

yaşarsan, sen Hakk’ın gören gözü, konuşan dili,<br />

yürüyen ayağı, duyan kulağı, azaları, uzvu olursun.<br />

Yani o senden tecelli ederse, sen ne söylersen<br />

söyle bu Cenab-ı Hakk’ın lisanıdır. Şimdi soru şu:<br />

Bu sözleri <strong>Yunus</strong> mu dedi yoksa bir başkası mı<br />

Kim derse desin bu, <strong>Yunus</strong>’un lisanıdır. Şimdi bir<br />

tek <strong>Yunus</strong> vardır ve bunun içinden binlerce <strong>Yunus</strong><br />

çıkarabilirsiniz. Peki, bunu nasıl ayıklayacağız<br />

Bunu ayıklayabilir miyiz Cevabını hemen<br />

vereyim: Ben Türkologum, ömrümün 27 senesi<br />

akademik çalışmalarla ve bu konularla geçti; ben<br />

ayıklayamadım. Usta malı satan âşıklar gibi daha<br />

15<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Hz Muhammet’in sırrına vakıf olmuş, Muhammedî irfanla<br />

donanmış, İnsan-ı kâmil olmuş bir kişi, tabiri caizse “Mona<br />

Lisa” tablosu gibidir. Ona nereden bakarsanız bakın o size<br />

göz kırpar. Bunların hem hepsidir, <strong>Yunus</strong>’tur hem de hiç biri<br />

değildir.<br />

sonradan gelenler <strong>Yunus</strong> ne dediyse onu kalıp olarak<br />

alıyor, yaşadığı zamana göre, “an”a göre yükleyerek<br />

onu tekrar söylüyor ve bir nevi geleneği<br />

devam ettiriyor. Bunu tamamen tasavvufi seyir<br />

içinde, yani seyr-i süluk çerçevesi içinde düşünmekte<br />

fayda var. Şiirle ilgili dünyevi olarak 5 veya<br />

10 maddelik bir kriter listesi yapabilirsiniz ama<br />

ayırt etme adına hiçbir şey tutturamazsınız. !Hangisi<br />

<strong>Yunus</strong>’tu hangisi değildi’ sorusu yanıtsız kalır.<br />

Mesela, tasavvufi eğitimden geçmemiş; ancak<br />

akademik kültürden beslenmiş biri, bir şiire bakarak:<br />

“Ben burada <strong>Yunus</strong>’u göremiyorum, sezemiyorum.”<br />

diyor. Buna cevap olarak şöyle söyleyebiliriz:<br />

“E, sen her dönem aynı seviyede misin”<br />

Resullullah: “Ayşe beni dünyaya döndür diyor.”<br />

Buradan, Peygamberin bir mana âleminde olduğu;<br />

bir de dünya âleminde olduğunu anlıyoruz. İşte<br />

<strong>Yunus</strong> da böyle, bir bakıyorsunuz ölümden korkuyor,<br />

bir bakıyorsunuz ölümden korkmadığını<br />

anlatan:<br />

Ölümden ne korkarsın<br />

Korkma ebedi varsın<br />

dizelerini görüyorsunuz. Bundan dolayı da<br />

<strong>Yunus</strong>’u anlamaya çalışırken tasavvufun belli başlı<br />

makamlarını göz önüne almak zorundayız.<br />

Yine Mevlana’nın Divanı Kebir’ine baktığınızda<br />

aşk ve feryat; Mesnevi-yi Şerif’inde ise irfan<br />

bulursunuz. Divan-ı Kebir’de hakikat yoktur ama<br />

Mesnevi-i Şerif baştan sona hakikattir; ancak tamamen<br />

remzî hüviyete bürünmüştür. Çünkü hakikat<br />

çıplak olarak anlatılmaz. Dolayısıyla Hazret-i<br />

<strong>Yunus</strong>’un her şiirini aynı kategoride değerlendirmemek<br />

lazımdır. Ama farklı kategorilerde veya<br />

farklı tasavvufi mertebelerde olsa bile <strong>Yunus</strong> bunları<br />

yine aşkla söylemiştir. Bazen korkarak, bazen<br />

sevinerek, bazen heyecanlanarak bazen ise vecd<br />

hâlinde söylemiştir; ama her zaman aynı seviyede<br />

söylememiştir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin, örneğin Mevlana’nın da asıl<br />

kimliklerinin dışında birer hümanist olarak değerlendirilmelerini<br />

nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

Her kesimin anlayışının <strong>Yunus</strong>’u benimsemesi<br />

belki olumlu karşılanabilecek bir durumdur;<br />

ama onların dokularını, kişilik ve eserlerinin anlamı<br />

bakımından zedelemez mi<br />

Çok net söyleyeyim, hümanizm, bir safsatadan<br />

ibarettir. Bu kavramı ise <strong>Yunus</strong> veya Mevlana için<br />

kullanmak bence doğru değildir. 1930’lu, 40’lı<br />

yıllarda, Batıdan çıkan ve kendine hümanist diyen<br />

birtakım insanların millete empoze etmeye çalıştığı<br />

çok basit bir kavramdır ve bu gibi kavramlar da<br />

maalesef 30-40 yıl boyunca insanları oyalamıştır.<br />

Bizim Kur’an’a inanan, tevhide inanan insanlar<br />

olarak böyle kavramlara ihtiyacımız yok. Fakat<br />

bir kısım insanlar da hümanistmiş. Onlar, <strong>Yunus</strong>’a<br />

ve Mevlana’ya o gözle bakarlarmış. İşte buna bir<br />

cevabımız vardır: Sen hümanist gözüyle bakarsan<br />

<strong>Yunus</strong> ve Mevlana sana o zaviyeden bir pencere<br />

açarlar mı Açarlar. Materyalist açıdan bakarsan<br />

bir pencere açarlar mı Açarlar. Müslüman veya<br />

Hristiyan gözüyle bakarsan da bir pencere açarlar<br />

mı, tabii ki açarlar. Demek istediğim şudur: Hz<br />

Muhammet’in sırrına vakıf olmuş, Muhammedî<br />

irfanla donanmış, İnsan-ı kâmil olmuş bir kişi, tabiri<br />

caizse “Mona Lisa” tablosu gibidir. Ona nereden<br />

bakarsanız bakın o size göz kırpar. Bunların<br />

hem hepsidir, <strong>Yunus</strong>’tur hem de hiç biri değildir.<br />

Ama reel bir gözle ve kafayla değerlendirecek<br />

olursak <strong>Yunus</strong> bir hümanist değildir. Bir vahdet<br />

ehlidir, bir muvahhittir, bir tevhit ehlidir. Seyr-i<br />

sülukla bütün makamları nefsinde ve gönlünde<br />

cem etmiş, yaşamış, bütün varlığı kendinde toplamış<br />

–cem dediğimiz makamdır- Hakk’la hak<br />

16<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


olmuş Hakk’a aşina olmuş bir kişidir, dolayısıyla<br />

bizim gibi nakıs insanlar hangi pencereden bakarsa<br />

kendisini o aynadan seyreder.<br />

Hocam, hümanizm gibi bu tabirler <strong>Yunus</strong> ve<br />

Mevlana penceresini biraz daraltmıyor mu Kısırlaştırmıyor<br />

mu<br />

Tabii ki kısırlaştırıyor, bu tabirlerin teknik olarak<br />

kullanılmasına hem gerek yok hem de kullanılması<br />

doğru değil. Sebebi de hümanizm, insan<br />

zekâsının ürünüdür ama Rönesans’tan önce yaşayan<br />

ve Hristiyan dünyasında tutulan birkaç kişinin<br />

kiliseye karşı çıkmasıyla başlamıştır. Ve bu<br />

insanlar: “Biz sizin kilisenizi, dolayısıyla da Tanrı’nızı<br />

kabul etmiyoruz.” diyerek yola çıkmışlardır.<br />

Tabii ki ateist olarak yola çıkmışlardır. Ama<br />

ortada reddedemedikleri bir insan gerçeği vardır.<br />

Buna göre her şey insandan ibarettir, varlığın hedefi<br />

insandır, bu insanı sevmek lazımdır, bu insanı<br />

işlemek lazımdır vs. gibi sözlerle ortaya çıkıyorlar.<br />

İşte bunlar Allah’ı aradan çıkarıp görünen insanı<br />

Allah’lık mertebesine oturtmuş, uluhiyet vermiş<br />

ve Allah’sız bir tapınma uydurmuşlardır. Tapınmanın<br />

da merkezinde, kaynağında insanı görmüşlerdir.<br />

Dolayısıyla Batının hümanist düşüncesiyle<br />

<strong>Yunus</strong>’un veya Mevlana’nın düşüncesi asla örtüşmez.<br />

Hz. <strong>Yunus</strong> da Mevlana da varlığı kademe<br />

kademe görüp işleyen, anlayan onun Hakk’taki<br />

konumunu, hikmetini sual eden makamlardan<br />

geçmiş, varlığı bir bütün olarak, külli olarak idrak<br />

etmişlerdir. Mesela: “Benim bir karıncaya ulu nazarım<br />

vardır.” veya “Dağlar ile taşlar ile seherdeki<br />

kuşlar ile...” sözlerinden bu ulu insanların varlığı<br />

Allah’tan ayırmadığını, yani bir bütün olarak Rab<br />

kaynaklı olarak ele aldığını görüyoruz. Aynı zamanda<br />

<strong>Yunus</strong> ve Mevlana’nın insanı bildiğimiz<br />

insandan ziyade Şeytan’ın secdeye emredildiği<br />

Âdem’dir. Yani ad olan insandır. Bu Âdem de<br />

Âdem olana ve oraya gelene kadar, bütün varlığı<br />

birleyerek gelmiştir. Bu yönden de Allah’ı reddeden<br />

hümanizmden tamamen ayrılır diyebiliriz.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerini Türkçeyle söylemesi,<br />

döneminin Arapça ve Farsça etkisinden uzak<br />

durması, sizce bilinçli bir tercih miydi<br />

Hayır, bilinçli bir tercih değildir. Bir kere<br />

<strong>Yunus</strong>’un bir evliya olduğunu kabul etmeliyiz.<br />

Az önce de söylediğim gibi, bu gibi zatların dili<br />

Hakk’ın dili, eli Hakk’ın eli, olmuştur. Yani bu gibi<br />

insanlar, bir mertebeden sonra kendi tasarruflarıyla<br />

hareket etmezler. Tamamen Cenab-ı Hakk’dan<br />

ilhamlıdırlar. Peki, o zaman Cenab-ı Hakk neden<br />

<strong>Yunus</strong>’a Türkçe söyletmiştir. Anadolu insanı bir<br />

manevi olgunluğa gelmiştir. Bu olgunluğa gelen<br />

bir topluma kadim hakikati anlatacak bir ehlullahın<br />

gelmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir.<br />

Cenab-ı Hakk her devirde kadim hakikati anlatan<br />

veya irşat eden kişiler göndermiş, daha doğru<br />

bir tabirle insanlara nasip etmiştir. İşte <strong>Yunus</strong> ve<br />

temiz lisanı da Anadolu insanına Allah’ın nasip<br />

ettiği, kadim hakikati insanların gönlüne yerleştirmesi<br />

için gönderdiği bir hediyedir. İnsanlar Hak<br />

dostlarını hep sakalın, sarığın altında; şalvarın ve<br />

cüppenin içinde ararlar. Ama Cenab-ı Hakk, her<br />

dönemde o dönemin şartlarına, kılık kıyafet, gelenek<br />

görenek özelliklerine uygun Hak dostları<br />

göndermiştir. Mesela, günümüzde yaşayan ama<br />

takım elbise giyen, kravat takan bir evliya, hak<br />

dostu olmaz gibi bir ön yargı var; ama her dönemde<br />

içimizden ilk bakışta kavrayamayacağımız,<br />

anlayamayacağımız evliyalar çıkabilir. <strong>Yunus</strong> da<br />

onlardan biridir. Demek ki Anadolu insanı kadim<br />

hakikati anlayabilecek kıvama gelmiş ki Cenab-ı<br />

Hakk <strong>Yunus</strong>’u ve temiz, Türkçe söyleyişini bizlere<br />

nasip etmiş, Tapduk Sultan da <strong>Yunus</strong>’un dilinin<br />

kilidini açmıştır. Bu, Divan-ı Hikmet için de böyledir,<br />

falanca Farisî şair için de böyledir, Arap şairi<br />

veya irfan ehli için de böyledir. Yarın Japonya’dan,<br />

İngiltere’den veya Fransa’dan bir Allah adamı, ehlullah<br />

çıksa, onun konuştuğu dil ile hakikat ifşa<br />

edilse, bu kişiyi de aynen <strong>Yunus</strong> gibi değerlendirmemiz<br />

gerekir.<br />

Türkçenin bir edebiyat ve kültür dili olmasında;<br />

ebedileşip, canlanıp yaygınlaşmasında<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin hizmetini nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

Bunu başta da söylemiştik zaten. <strong>Yunus</strong>, önce<br />

ilahi hakikati anlamıştır. Yani o mertebeye erişmiştir.<br />

Daha sonra ise ana diliyle bu hakikati ifşa<br />

etmiştir. Tabiri caizse ilahi hakikati kendi diline<br />

uyarlamıştır. Bu da yeni bir dilin, yani yeni bir<br />

Türkçenin kurulmasını sağlamıştır. Bir bakmışsın<br />

ki gayet sıradan ve daha dün kullandığın bir kelime,<br />

<strong>Yunus</strong>’tan sonra farklı ve derin bir anlamda<br />

karşına çıkmış. Türkçe bir gönül dili hâline gel-<br />

17<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


miş. Gönlünü dil etmiş; dili gönül hâline gelmiş<br />

bir kişidir <strong>Yunus</strong>. İşte bu, Türkçe kelimeleri ve<br />

kavramları yeni boyuta taşımış ve derinleştirmiştir.<br />

Başka bir açıdan <strong>Yunus</strong>’a bir bakalım: <strong>Yunus</strong><br />

kimdir <strong>Yunus</strong>: “İslamın derinliği; Türkçenin<br />

inceliğidir. İslamda derinleşme yani ihsana ulaşma<br />

olayı gerçekleştikten veya gerçekleştirildikten<br />

sonra sen hangi dille konuşursan konuş, ona<br />

yeni bir mana, yeni bir elbise giydirecek duruma<br />

gelmiş durumdasındır zaten. İşte <strong>Yunus</strong>, sıradan<br />

konuştuğumuz bir dili bugün Ala-i illiyuna çıkarmıştır.<br />

Başta dediğim gibi Resulullah Efendimiz,<br />

sokak Arapçasını “Rabca”ya çıkarmıştır. Miraca<br />

çıkmış, miracı görmüş ve miraca bulanmış bir gönül<br />

olarak geri geldiğinde, artık Resulullah’ın konuştuğu<br />

dil, bir gün önce konuştuğu dil değildi.<br />

Çünkü nefsini Hakk ile boyayan (Sıbgatullah) kişi,<br />

dilini de Allah’ın rengine boyamış olacaktır. İşe<br />

bu <strong>Yunus</strong> için de geçerlidir. <strong>Yunus</strong>’un izinden gidenler<br />

için de -hangi dili konuşuyor olursa olsungeçerlidir<br />

Hani, konuşmamın başında söylediğim<br />

birden fazla <strong>Yunus</strong> vardır sözünü de aydınlığa çıkarmış<br />

olduk sanırım.<br />

Türk romanında da <strong>Yunus</strong>’un ve <strong>Yunus</strong> gibi<br />

Türk kültür ve irfan dünyasının önemli eserlerinin<br />

konu edildiğini, işlendiğini görüyoruz. Farklı<br />

<strong>Yunus</strong> yüzleriyle karşılaşıyoruz. Kimi zaman<br />

bu kurgu kahramanlar ile gerçek kişilikleri örtüşmüyor.<br />

Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

Her romancının romanını kaleme alırken yeni<br />

bir kurguyla ortaya çıktığını çok iyi biliyoruz.<br />

Bunlar, gerçek <strong>Yunus</strong> mudur yoksa yorumlanmış<br />

<strong>Yunus</strong> mudur Tabii ki yorumlanmış, kurgulanmış<br />

<strong>Yunus</strong>lardır. Demin, hümanizm için söylediklerim,<br />

bu roman kahramanları için de geçerlidir.<br />

Örneğin Kemal Tahir’in Devlet Ana’sında <strong>Yunus</strong>’u<br />

görmekteyiz. Bu <strong>Yunus</strong>, Kemal Tahir’in <strong>Yunus</strong>’udur<br />

veya Emine Işınsu’nun <strong>Yunus</strong>’udur. İskender<br />

Pala Bey’in <strong>Yunus</strong>’udur. Aslında burada bence çok<br />

önemli bir sakınca var: <strong>Yunus</strong>’u veya Mevlana’yı<br />

yeni tanımaya başlayan birinin onlar hakkında bilimsel<br />

birtakım eserler okumadan önce bu kurgu<br />

romanlardan başlarlarsa <strong>Yunus</strong> ve Mevlana’yı hakkıyla<br />

tanıyamayacakları veya yanlış tanıyacakları<br />

gibi bir endişeye sahibim. Çünkü gerçek <strong>Yunus</strong> ile<br />

kurgu <strong>Yunus</strong> aynı kişiler değildir. Ancak bunun<br />

da kaçınılmaz olduğunu itiraf etmek zorundayım.<br />

O zaman romancıların, <strong>Yunus</strong>’u veya Mevlana’yı<br />

işlerken, bu kişilere metafizik derinlik vermeleri<br />

yerinde olacaktır. Çünkü oluşturdukları bu tipler,<br />

<strong>Yunus</strong> ve Mevlana’nın, onları yeni tanıyan okuyucuların<br />

kafasında bir imaj oluşturacaktır. Bunu ise<br />

çizgi ve onların hayatlarının menkıbelerin dışına<br />

çıkmadan yapmaları gerekmektedir. Ama yine de<br />

romancının da ‘benim işime karışma! diyeceğinden<br />

kuşkum yok. Benim tavsiyem ise her yaştan<br />

ve kültürden insanların anlayabileceği tarzda ilmî<br />

eserler ortaya konmalı ve <strong>Yunus</strong> ile Mevlana seviyelere<br />

göre düzenlenmelidir.<br />

Hocam, örneğin son zamanlarda <strong>Yunus</strong>’un,<br />

Mevlana’nın hatta Şems-i Tebrizî’nin romanlarının<br />

yazıldığını görüyoruz. Mesela Elif Şafak’ın<br />

Aşk adlı romanında Şems-i Tebrizî’ye şarap içirildiğini,<br />

hatta Şems’in namaz kılmadığını; onun<br />

namazdan dahi azat edildiğine dair cümleler görüyoruz.<br />

Bu durum, o değerli şahıslar hakkında<br />

olumsuz bir önyargı oluşturmaz mı veya yanlış<br />

tanınmalarına neden olmaz mı<br />

Evet, tehlikelidir. Bu gibi olaylara iki taraftan<br />

bakılmadır. Biri hakikat; diğeri ise şeriat dairesidir.<br />

Bu gibi şeyler ehlullahın hayatında olabilmektedir.<br />

Ama bunlar kesinlikle görüldüğü gibi değildir.<br />

Çok derin ve bilinmesi gereken bir arka planı<br />

vardır. Mesela <strong>Yunus</strong> diyor ki bir yerde:<br />

Beş vakt tertibimiz bir vakte geldi<br />

Beş bölük oluban kim kıla taât<br />

Şimdi bu beyite hem şeriat hem de hakikat<br />

noktasından bakabiliriz. Eğer şeriat noktasından<br />

bakarsak şöyle bir yorum ortaya çıkar: “<strong>Yunus</strong>,<br />

beş vakit namazı bırakmış, bir vakte indirmiş. Hiç<br />

öyle şey olur mu” Hakikaten <strong>Yunus</strong>’un şirine bakacak<br />

olursanız dediği aynen öyledir. Ama hakikat<br />

noktasından bakarsanız işler değişir. Hakikat<br />

noktasından bakarsak da şöyle bir yorum ortaya<br />

çıkar: <strong>Yunus</strong>’un dediği o bir vakit “an”dır. Namazın<br />

sırrı, insanın namaz esnasında “zaman” boyutundan<br />

“an” boyutuna geçmesidir. Yani kıldığımız<br />

bütün namazlar, bizim o “an” noktasını yakalayıp,<br />

işte o “an” boyutuna geçebilmektir. Peki, o an nedir<br />

“Allah, “zamanda” çokluktadır; ama “an”da<br />

tekliktedir. İnsan da hayatı boyunca o “an”ı yakalamak<br />

için gayret eder. Tek vakitten <strong>Yunus</strong>’un kas-<br />

18<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


tettiği budur. Tabii, kişi hakikati anlayamayınca,<br />

namazın sırrından haberdar olmayınca Kur’an’da<br />

geçen “Salat-ı daimun” ayetinden bir şey anlamayınca<br />

“<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> namaz kılmadı” veya “Şems<br />

namaz kılmadı” diyebilir. Dikkat edin <strong>Yunus</strong> başka<br />

bir yerde aynen şöyle diyor:<br />

Bana namaz kılmaz diyen,<br />

Ben kılarım namazımı<br />

Hem kılır isem kılmaz isem<br />

O hak bilir niyazımı<br />

İşte burada da yanlış değerlendirilmesin diye<br />

ikaz vardır. Velev ki bu şiiri yazmasaydı, işte biz<br />

birinci şiiri istediğimiz gibi yorumlayacaktık. İşte<br />

bu Şems-i Tebrizî için de Mevlana için de <strong>Yunus</strong><br />

için de bütün İslam mutasavvıfları için de geçerli<br />

olan bir hâdisedir. Bundan dolayı bütün bunlar<br />

doğru değerlendirilmeli, okuyucunun karşısına çıkarıldığı<br />

zaman da az evvel anlattığım arka plandan<br />

bağımsız anlatılmamalıdır.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile ilgili oldukça geniş ve külliyatlı<br />

çalışmalarınız var. Bu çalışmalar tamamlandı<br />

mı, yoksa devam edecek mi Başka ne tür<br />

çalışmalar planlanıyorsunuz, bunlardan bahseder<br />

misiniz<br />

Ben <strong>Yunus</strong> çalışmalarına 1986 senesinde başladım.<br />

1990’da 4 ciltlik külliyat basıldı. Sonra bu<br />

külliyat 4 baskı daha yaptı ve 6 cilde çıktı. Her ciltte<br />

bazı kelimeleri değiştirdiğim oldu. Bazen de manalar<br />

üzerinde değişiklikler yaptım. Yanlış değerlendirdiğim<br />

veya önceki baskıda algılayamadığım<br />

yerler oldu. Son baskı ise Kapı Yayınları’ndan çıktı<br />

veya çıkmamışsa da eli kulağındadır. O baskıda<br />

da 26–27 civarında kelime değiştirdim. Yani Allah<br />

ömür verdikçe, kelime ve kavramlar üzerinde kafa<br />

yormaya devam edeceğim. Aynı zamanda <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> Divanı’nı da tamamlamaya çalışmaktayım.<br />

Diğer taraftan İstanbul Belediyesi, Altunizade Kültür<br />

Merkezinde ve Atatürk Kitaplığında 2004 senesinde<br />

adımıza bir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> okulu açtı ve çalışmalar<br />

orada da devam ediyor. Orada <strong>Yunus</strong> şerhleri<br />

yapıyorum. Buradaki şerhleri biriktirip düzenledim<br />

ve bir kitap hâline getirdim. Bu beş ciltlik bir dizi<br />

oldu. Adı ise İşitin Ey Yarenler. Şimdi Kapı Yayınları<br />

bu şerhleri, “İşitin Ey Yarenler” adıyla tekrar<br />

basıyor. Bu, dört ciltti ve bir cilt daha eklenerek beş<br />

cilt, tek kitapta basılacak. Bu da bugünlerde yine<br />

çıkmak üzeredir. Eser, tarihten günümüze kadar<br />

gelen şerh usulünü devam ettiren bir şekilde hazırlanmış,<br />

şerhler yapılırken de bu hususlara dikkat<br />

edilmiştir.<br />

<strong>Yunus</strong>, bilindiği gibi halkın çok sevdiği ve benimsediği<br />

bir kişidir. Bir bakıyorsunuz ki okuma<br />

yazma bilmeyen birinin dahi ağzında bir <strong>Yunus</strong><br />

ilahisi var. Bundan dolayı okuyuculara tavsiyeleriniz<br />

nedir <strong>Yunus</strong> nasıl okunmalı, nereden başlanmalıdır<br />

Bir kere şu söyleyeceğim düstur edilerek okunmalıdır:<br />

“<strong>Yunus</strong> sadedir; ama basit değildir.” Dolayısıyla<br />

da sıradan bir okuyucunun herhangi bir<br />

romanı okur gibi <strong>Yunus</strong> okuyabileceğini düşünmek<br />

hatadır. Çünkü <strong>Yunus</strong> az önce de dediğim gibi “sadedir;<br />

ama basit değildir.” Örneğin,<br />

Olmaz sözü demezem ben marifet ehline<br />

Zira gözümle gördüm ağaçta bitti karpuz<br />

Şimdi yukarıdaki kelimelere teker teker baktığımızda<br />

anlamadığımız kelime var mı Hayır. Peki,<br />

bu kelimelere mana ver desek verebilir misiniz<br />

Hayır.<br />

Çıktım erik dalına<br />

Anda yedim üzümü<br />

Bu örnekteki gibi <strong>Yunus</strong> çok bilinen kelimeleri<br />

kullanarak anlamadığınız, daha doğrusu yorumlayamadığınız<br />

bir dil inşa ediyor. İşte bunlar sadedir<br />

ama manası çok derindir. Mesela, karpuz ve ağaç<br />

kelimeleri dışarıda gördüğünüz sıradan karpuz ve<br />

ağaç kelimeleri değildir. Varlık ağacı içinde, bir çekirdekten<br />

karpuz olabileceği, yine o karpuzdan yüzlerce<br />

çekirdek ve her çekirdekten de yine yüzlerce<br />

çekirdeği içinde barındıran bir karpuz olabileceği;<br />

dolayısıyla, vahdet-kesret; kesret-vahdet ilişkisinin<br />

olabileceğini, bize tefekkür edersek anlayabileceğimizi<br />

sezdiriyor. İşte <strong>Yunus</strong>’u anlayabilmeniz için de<br />

bu işin dolayısıyla da <strong>Yunus</strong>’un talibi, isteklisi ve<br />

âşığı olmanız gerekmektedir. Bunun için de illa edebiyat<br />

bölümü bitirmeye de gerek yok. Veya YÖK’e<br />

bağlı bir üniversitede akademisyen olmaya bile<br />

gerek yok, hatta ilkokul mezunu dahi olabilirsiniz.<br />

Bunun için, yani <strong>Yunus</strong>’a yakın olmak için, onunla<br />

hemhâl olmak için, arif olmak ve irfan taliplisi olmak<br />

gerekmektedir. ■<br />

19<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ZİYA AVŞAR<br />

Ulu nazar, âşığın sancılı<br />

bir sürecin bedeli olarak<br />

aldığı bir ödüldür. Bu<br />

nazar âşığın can kuşuna<br />

aşk pençesi vurduğu<br />

zaman onun ten yuvasını<br />

dağıtır. Bu safhada âşık<br />

nizam sandığı âlem<br />

kaosundan, kaos sandığı<br />

gayb nizamına geçerken<br />

tahammül edilmez şeyler<br />

yaşar. Âşığın bu safhada<br />

fırtınalı denizi esenlikle<br />

geçmesi için Hak nazarı<br />

bir lütuf kılavuzu olarak<br />

hep yanındadır.<br />

Tasavvufi metinler için en büyük yanılgı,<br />

kelimeleri sadece sözlük anlamlarıyla sınırlı<br />

sanarak, yorumu bu zan üzerine oturtmaktır.<br />

Oysa bu metinlerde kelimeler, “zaruret icabı”<br />

başvurulan birer araçtır. Mutasavvıflar kelimeyi,<br />

mana abıhayatının içine aktığı iğreti bir kap olarak<br />

görürler. Dolayısıyla bu metinlerdeki kelime<br />

kabını, mana abı ile aynileşmiş görmek, mananın<br />

gerçek mahiyetini görmemektir. Bir yüce mana<br />

yahut sırrın, veliyle temasa geçme biçiminin<br />

muhtelif yolları vardır. Hak dostları, gönüllerine<br />

doğan bir manayı tutmak, hatırlarına hücum eden<br />

bir sırrı dizginlemek, ruh kulaklarına seslenen bir<br />

hakikat sesini çözmek, perdeden sıyrılmış bakışları<br />

önünde zuhur eden bir tecelliyi surete büründürmek<br />

için kelimeleri bir araç olarak kullanırlar.<br />

Bu itibarla bu dil, tasavvufi metinleri bir dil olayı<br />

olarak görme, ucuzluk ve acizliğine düşenlere<br />

karşı manen dil çıkararak tepki verir.<br />

Zahirî dil donanımına güvenerek, genelde tasavvufi<br />

metinleri, özelde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirlerini yorumlamaya<br />

kalkışan araştırıcılar, bu şiirlerin iletisi<br />

diye, mana yerine manaya yataklık eden kapları<br />

takdim ederler. Bu yaklaşım tarzı, <strong>Yunus</strong>’un<br />

tabiriyle “mananın yüzünü dürmesinden” ve kırk<br />

20<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


duvak altına girmesinden başka bir şey değildir.<br />

Bu şu demektir; mana, lâyık olmayana hiçbir zaman<br />

duvak açmaz. Mevlana, anlam gelini ile gerdeğe,<br />

ancak şahların gireceğini söyler. Bu şahlar<br />

kimdir Kim olacak, kaba değil içindeki anlam<br />

suyuna vurgun olanlardır. Mevlana’nın ölçüsü ile<br />

bakınca <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> yorumcularının umumiyetle<br />

mana gelininin kapısında bekledikleri görülür.<br />

Zira içerdeki o nazenin sultan, kapıyı her çalana<br />

açmaz.<br />

Tasavvufi metinler okuyucuya, dışıyla masal<br />

dili, içiyle istiare ve metafor lisanıyla konuştuğu<br />

için, onların işaret ettiği dünyanın boyutunu kavramak,<br />

yorumcular için bir muammadan farksız<br />

hâle gelir. Yorumcuların bu metinleri yorumlaması<br />

beklenirken, metinlerin yorumcuları yormasının<br />

nedeni bu çifte dildir. İşaret ettiğimiz<br />

olgunun adına çifte dil deyişimiz şimdiliktir. Zira<br />

mananın iki değil, yedi dili vardır; lakin biz iki<br />

dilden ötesinin adlarını bilmiyoruz. Mevlana’nın<br />

Mesnevi beyitlerini yedi anlam üzere söylediğini<br />

belirtmesi, hakiki manaya ancak yedi aşamalı<br />

bir kavrama sürecini aştıktan sonra ulaşacağımızı<br />

gösterir. Zira Mevlana bu yedi dil meselesini<br />

Kur’an’a atfen söyler. Demek ki anlam gelininin<br />

naz duvağını açması için, idrak damadının yüz<br />

görümlüğü olarak yedisi bir yerde bir dil gerdanlığı<br />

sunması lazımdır.<br />

Bu idrak ışığında, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin nazar kavramını<br />

ele alışına bakarak, onun bu kelimeye<br />

yüklediği irfan denklerini çözmeye ve bu denklerin<br />

içine ne yerleştirdiğini görmeye çalışacağız.<br />

Hak Nazarı<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı’na sırf nazar kelimesinin<br />

yüklendiği anlamlar açısından bakıldığında bile<br />

lügatlerimizin ne kadar sığ izahlar ile yetindiği<br />

görülür. <strong>Yunus</strong>’ta nazarın kökeni Hakk’a çıktığı<br />

için, bir nesne olmaktan çok özne ve eylemdir.<br />

Hakk’ın bir yaratma ve dönüştürme fiili olan nazar,<br />

onun insana verdiği lütuflardan biridir. Hak,<br />

insana nazar kudretinden bağışlarken bunu doyumluk<br />

olarak değil, tadımlık olarak verir, maksat<br />

nazarın feyzini kavratmaktır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de<br />

nazar, suret âleminin yaratılışını izleyen bir seyir<br />

içinde aşktan sonra gelen ikinci süreçtir. İlkin<br />

yerle gök yaratılmış, yaratılış binası da aşkla tamamlanmıştır.<br />

Âlem binası tamamlanınca bu binadaki<br />

yaşayışı tanzim edecek asli varlık olarak<br />

insan tasarlanmış ve insan Hakk’ın toprağa nazar<br />

eylemesiyle hâsıl olmuştur. <strong>Yunus</strong>’un söylediği<br />

iyi anlaşılırsa insanın, göğe ait olana değil de yere<br />

ait olana nazar kılınarak yaratılması, bir eksiklik<br />

değil, bilakis bir erdemdir, zira yer gökten önce<br />

yaratılmıştır. Bu durumda insanın surete bürünmesi,<br />

yaratılışın en kadim unsuruna Hakk’ın nazar<br />

etmesiyle mümkün olmuştur. O hâlde nazar,<br />

aşk ve yaratılış arasındaki zorunlu ilişkinin bir<br />

sonucu olarak bizzat insanı işaret eder. Bu da demek<br />

olur ki, suret ve maddenin gerisinde daima, o<br />

suret ve maddeye bürünen asıl unsuru aramalıdır.<br />

Zira manaların suretlere bürünmesi, görüntüleri<br />

çoğaltacağı için, bu çokluğa bakarak asıl unsuru<br />

gözden kaçırabiliriz. Gerçi temelde aşk olduğu<br />

için, cümle varlığı aşk, varlıktaki çokluğu da aşk<br />

suretleri olarak tanımlamak yanıltıcı olmaz. Bu<br />

aşk suretleri içerisinde aşkın Hakk’taki anlamını<br />

en yetkin şekilde yansıtan suret insandır. Zira o<br />

Hakk’ın çok hususi bir iltifatı olan aşk nazarıyla<br />

vücut bulmuştur:<br />

Yir ü gök yaradıldı ‘ışkıla bünyâd oldı<br />

Topraga nazar kıldı aksurı durup geldüm [1] 191/4<br />

Yaratma fiili kudrete ilişkin olduğundan kudret<br />

yaratmayı önceler. Bu durumda nazarın -ki<br />

maksat aşk nazarıdır- temelinde kudret vardır.<br />

Kudret, kendini kavratmak için yaratışa ihtiyaç<br />

duyar. Yaratış içinse varlığın kendinden doğduğu<br />

ilk cevhere gerek vardır. İlk cevherin varlık suretlerine<br />

evrilmesi için itici güç de nazardan başkası<br />

değildir. Bu yaratış silsilesi sonuçta insana dayandığı<br />

için, nazarın asıl muhatabı insandır. Bütün<br />

varlık, Hak kudretinden yaratılan ilk cevhere,<br />

Hakk’ın nazar kılmasıyla oluşurken, Hak insan<br />

için iki kez nazar kılmıştır. İlk nazarla topraktan<br />

koparak bedenleşen insan, ikinci nazarla cana<br />

kavuşmuştur. İnsanın cana kavuşması, Hakk’ın<br />

kendini görmek ve duymak istemesine bağlıdır:<br />

1. Bu makaledeki <strong>Yunus</strong> beyitleri, Mustafa Tatçı’nın<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı E-kitap Projesi kapsamında<br />

yayımlanan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı’ndan alınmıştır. İlk<br />

rakam gazel numarasını, ikinci rakam beyit numarasını<br />

göstermektedir. Geniş bilgi için bkz; http://ekitap.<br />

kulturturizm.gov.tr/dosya/1-128453/h/giris.pdf, http://<br />

ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-128452/h/metin.pdf,<br />

(24.03.2012, 23.41)<br />

21<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Bu durumda oluşun, iki nazar arasında ten ve<br />

cana bürünen insan için tasarlandığını söylemek<br />

gerekir. Zira Hak, insanı kendi cemalini göreceği<br />

bir ayna ve kendi sesini duyacağı bir ney olarak<br />

yaratmıştır:<br />

Diledi göre yüzin işide kendü sözin<br />

Nazar kıldı bir kezin anda cân virdi bana 12/6<br />

<strong>Yunus</strong> nazarı, Hak kudretinin nuru olarak ele<br />

alır. Zira Hak, varlık ve manayı o nur ile halk etmiştir.<br />

Ancak bu nurun özünde aşk olduğu için<br />

yaratılan şeylere düşen nazarın aşk ve muhabbet<br />

olduğuna kuşku yoktur. <strong>Yunus</strong>’un nazarın nasıl<br />

algılanacağına dair fikirlerinden sonra, nazar<br />

ve insan münasebetini ele alış biçimini bilmekte<br />

yarar vardır. <strong>Yunus</strong> nazarı gözle ilişkilendirirken<br />

göze değil, nazara vurgu yapar, ona göre göz nazar<br />

içindir. Çünkü nazar, Hak lütfü olan ölümsüz<br />

bir cevher, gözse bedenle kaim olan fani bir<br />

nazargâhtır. <strong>Yunus</strong> bu bağlamda duyuları değerlendirirken<br />

insanda iki duyunun ölümsüz olduğunu<br />

söyler; görme ve işitme. Bu durumda söylemediği<br />

diğer duyuların da fâni olduğunu söylemiş<br />

olur. Fâni duyular, tat, koku ve dokunmadır. Peki,<br />

<strong>Yunus</strong> işitme ve görmeye neden ölümsüzlük izafe<br />

eder Çünkü duyuş ve görüş insana Hakk’ın<br />

Sem’î ve Basîr sıfatlarından bir lütuf olarak verilmiştir.<br />

<strong>Yunus</strong> zımnen Hakk’ın lütuf olarak verdiği<br />

bir şeyin de ölümsüz bir cevher olduğunu söylemiş<br />

olur. Bu durumda insanın nail olduğu her<br />

lütfün onu, ölümsüz olanla temasa geçirdiği ve<br />

ölümsüzlüğe hazırladığı ileri sürülebilir:<br />

Bâkî tertîblerümi şerh ideyüm<br />

‘İnâyet mevcûdı sem’ ü basâret 19/6<br />

İnsana ölümsüzlük nimeti olarak verilen her<br />

lütfün aslında onu, lütfü verenle temas sağlayacak<br />

farklı bir akıl biçimi ile donattığını gözden<br />

kaçırmamalıdır. Biz aklı sadece kıyas yapan zihin<br />

olarak görür ve zihnî olana odaklanırız. Oysa<br />

bu insana verilen akıl nimetlerinin en alt düzeyi<br />

olan maişet aklıdır. Maişet aklı, zahirî hayatı tanzim<br />

eden kaba akıldır. İçtimai hayatı tanzim eden<br />

bu akıl, insanın diğer hayatlarını da tanzim etmeye<br />

kalkışırsa Mevlana’nın tabiriyle “akıl akılları<br />

bağlarsa ona akıl dememelidir.” Bu odaklanış<br />

biçimi, aklın herkes tarafından işletilebilir olmasından<br />

dolayıdır. Oysa aklın üstündeki akıllar,<br />

akılların üstündeki akıllıların işidir.<br />

<strong>Yunus</strong> aklı, dünya işlerini tanzim eden (akıldur<br />

işler yapucı) bir meleke olarak nitelerken, nazarı<br />

gönül evinin baş köşesine geçirip gönlü de onun<br />

emrinde bir kapıcı sayar. Bu yaklaşım, <strong>Yunus</strong>’ta<br />

zahir gibi algılanan nazarın, aslında batın bir akıl<br />

olduğunu kavratmak içindir. Bu akıl gönülde oldukça<br />

insan, hırs ve nefsani isteklere galebe çalar.<br />

Bu durumda <strong>Yunus</strong>, nazarı hırsın zıddı ve onun<br />

çaresi olarak gösterir. Gönlün nazara kapıcılık etmesinden<br />

murat nedir Kalbi nazarın daim olmasını<br />

sağlayacak erdemlerle diri tutmaya işarettir.<br />

Bu gayret gösterilmezse nazarın yerini hırs alır,<br />

bu da fitneye, yani hem ruhi hem de içtimai kaosa<br />

yol açar. Zira fitnede hem psikolojik hem de sosyolojik<br />

olmak üzere iki kaos belirir:<br />

Nazar gitdi tama‘ kopdı nazar yirin tama‘ tutdı<br />

Basduk yirde fitne bitdi işletdi yine nefsânî<br />

412/9<br />

Yukarıda Hakk’ın insana iki kez nazar ettiğini<br />

söylemiştik. Bu nazarlardan ilki Celal tecellisi<br />

olup genelde varlığı özeldeyse insan tenini yaratmıştır.<br />

Tecellinin Celal’den gelmesi, varlığın<br />

fâni olduğuna delalet eder. Ancak bu fânilik onun<br />

aşktan mahrum olduğu anlamına gelmez. Çünkü<br />

nazar cevherinde harekete geçen şeyin aşk nuru<br />

olması, fâni olanın temelinin de aşk olduğunu<br />

gösterir. Demek oluyor ki, aşk tecelli ettiği isim<br />

ve sıfata göre değişik görüntülerle ortaya çıkan ve<br />

farklı tezahürleri olan bir cevherdir. Aşk her mevcudun<br />

mayası olmakla birlikte onun hakiki yönüyle<br />

belirmesi Hakk’ın üçüncü nazarıyla mümkündür.<br />

<strong>Yunus</strong>’tan anladığımıza göre, Hakk’ın<br />

üçüncü nazarı, insanı ten ve can safhasından alıp<br />

insanlara ve bedensiz varlıklara sultan yapar. Bedensiz<br />

varlıklar ibaresiyle sadece cin ve melekleri<br />

değil, mana ve sırrı da murat etmekteyim. İşte<br />

insanı cümle varlıklardan üstün ve erdemli kılan<br />

şey, Hak’tan gelen bu üçüncü nazardır. Ancak bu<br />

nazar Hakk’ın layık olanlara özel bir lütfüdür.<br />

<strong>Yunus</strong> bu nazara mazhar olmuş özel kişileri er<br />

yahut eren olarak adlandırır.<br />

Nazarın <strong>Yunus</strong>’a göre temel işlevi yaratma ve<br />

22<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


yaratılanda saklı cevherleri diriltmedir. İnsan için<br />

Hakk’ın ilk nazarı ten, ikinci nazarı can, üçüncü<br />

nazarı canın canıdır. Canın kendi canıyla temasa<br />

geçmemesi ondan gafil olmasıyla alakalıdır.<br />

Canın kendi canıyla temasa geçmesiyse canın<br />

uyanmasıdır. Ancak bu uyanıklık bu âleme uyuyup<br />

öbürüne uyanmanın adıdır. Hakk’ın insana<br />

üçüncü nazarının yani son bakışının cana can vererek<br />

o can sahibini sultan eylediğini söylemiştik.<br />

Hakk’ın her bakışı, insanı ayrı bir kemale yükseltir.<br />

Dolayısıyla onun insana son bakışı, yaratma,<br />

diriltme ve dönüştürmenin en güçlü halidir.<br />

Lakin bu güç, insana nispetledir, değilse Hakk’ın<br />

nazar kudretinin hududu yoktur. <strong>Yunus</strong>’un ifadelerinden<br />

anlaşıldığına göre nazar, her durumda<br />

bir cevher ve varlığa çarparak onda mevcut olan<br />

varlık potansiyelini harekete geçirir. Yaratışın<br />

maksadının insan olduğu, Hakk’ın onu bir genel<br />

iki özel bakışla taltif etmesinde saklıdır. Önemine<br />

işaret ettiğimiz son bakış Hakk’ın sadece peygamber<br />

varisi olan erlere özgü nazarıdır. Bu nazarın<br />

erenlere özgü olması, manevî bir diriltme ve<br />

dönüştürme hassası taşımasındandır. Bu itibarla<br />

bu nazar yüce bir emanet olup sadece ehil olana<br />

verilir.<br />

Erenler Nazarı<br />

Hak dostu olan bu kişiler, ölü canları diriltmek<br />

için Hakk’ın kudret nazarı hibe ettiği özel kişilerdir.<br />

Velilerin Hakk’ın diriltici nazarından bir<br />

cüzü, lütuf olarak almaları süreci ayrı bir bahis<br />

olmakla birlikte bu lütfe kavuştuktan sonra irşat<br />

nazarı olarak adlandırılan ayrıcalıklı ve ölümsüz<br />

bir nazara sahip olurlar. Bunların görevi, canları<br />

gaflet uykusundan uyandıran irşat nazarıyla Hak<br />

yolcularının önünü aydınlatmaktır. Veliler, dünya<br />

ile temasa geçtiklerinde toprak derekesine inerek<br />

gaflet uykusuna dalan canları, Hakk’tan ödünç<br />

aldıkları kudret nazarıyla tekrar diriltirler. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>, Divan’da erenler nazarı dediği bu nazarın<br />

niteliği hakkında tecrübi tespitlerinden bazılarına<br />

yer verir. Bunlardan ikisini ismen, diğerlerini ise<br />

örtülü olarak bildirir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Hak dostlarından Mevlana’nın<br />

nazarıyla karşılaşmasını derin bir farkındalık durumuyla<br />

verir. Mevlana’nın nazarını görklü yani<br />

muhteşem olarak niteleyen <strong>Yunus</strong>, bu bakışın<br />

onda gönül aynası hâlinde tecelli ettiğini belirtir.<br />

Burada şu hususu vurgulamakta yarar vardır:<br />

Erenlerin cana bakışı öncesiz ve sonrasız bir bakış<br />

kaynağından geldiği için süresiz himmet bakışıdır.<br />

Bundan anlaşılıyor ki Mevlana’nın nazarı,<br />

<strong>Yunus</strong> ‘ un gönül aynasına daimi bir irşat nazarı<br />

hâlinde düşmüştür.<br />

Mevlânâ Hudâvendgâr bize nazar kılalı<br />

Anun görklü nazarı gönlümüz aynâsıdur<br />

64/4<br />

Bazı kaynaklarda Mevlana’nın nazarının keskinlik<br />

ve etkisine dair kayıtlar vardır. Rivayete<br />

göre Mevlana’nın nazarıyla karşılaşan bir baş,<br />

hükümdar başı bile olsa nazarın nafiz oluşundan<br />

dolayı derhal yere inermiş. <strong>Yunus</strong>’un demesine<br />

bakılırsa erenler nazarı, kendisini her muhatapta<br />

ayrı bir tecelliyle gösterir. Hatta biraz daha ileri<br />

giderek söyleyelim, aynı velinin salike, farklı<br />

zamanlardaki nazarında bile tecelliler değişmektedir.<br />

<strong>Yunus</strong>’un nazarına muhatap olduğu ikinci<br />

veli Geyikli Baba’dır. Onun Geyikli Baba’nın nazarına<br />

muhatap olduğunda aldığı himmet, tarikat<br />

yolundaki her isteğinin gerçekleşmesidir. Öyle<br />

anlaşılıyor ki <strong>Yunus</strong>, dervişlik yolundaki vartaları<br />

Geyikli Baba’nın himmet nazarıyla atlatarak<br />

yola devam etmiştir.<br />

Geyiklü Baba bize bir kez nazar kılaldan<br />

Hâsıl oldı <strong>Yunus</strong>’a her ne ki vâyesidür<br />

29/10<br />

<strong>Yunus</strong>, erenlerin nazarını tasavvuf ıstılahlarından<br />

hareketle safâ nazar olarak niteler. Safâ<br />

nazar, velinin gözünden harekete geçen Hak<br />

nurundan başka bir şey değildir. Mevlana “yoktur<br />

lakin göz ve kulakta o nur” derken bu nurun<br />

velilere özgü olduğunu ve velilik sırrının ancak<br />

böyle bir göze gösterilip böyle bir kulağa duyurulacağını<br />

söyler. Safâ nazar, salikin erenler nazarıyla<br />

arınarak eriştiği velayet bakışıdır. Demek<br />

ki salik, erenin irşat nazarıyla karşılaştığında<br />

manevi tecellilere ulaşmanın yanında nazarını<br />

da arındırmaktadır. Safâ nazar bunun zıddı olan<br />

kem nazarla kendi arasındaki diğer nazarların<br />

tepe noktasıdır. Bu ikisi arasında kem nazardan<br />

yüksek, safâ nazardan düşük muhtelif nazar mer-<br />

23<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


halelerinin olduğu aşikârdır. <strong>Yunus</strong>’un “Dost yüzine<br />

bakmaga key safa nazar gerek 135/1” dizesi,<br />

bu hükmün tanığıdır. Çünkü dost yüzüne bakmak<br />

için safâ nazara ihtiyaç duyulması, dost yüzüne<br />

bakmanın belli nazar merhalelerinden geçtikten<br />

sonra mümkün olacağını bildirmektedir. <strong>Yunus</strong>,<br />

safâ nazarla ilgili olarak ince bir ayrımın altını çizer,<br />

safâ nazar kimi saliklerde fıtrî bir istidat olarak<br />

mevcuttur. Bu istidada malik olan Hak erleri,<br />

diğer salikler arasından pervaz ederek doğanlık<br />

makamına konar ve Hakk’a layık dirlik bulurlar:<br />

Yokdur toganla birligi ya Hakk’a lâyık dirligi<br />

Bir kişiden um erligi anun safa nazarı v a r<br />

27/4<br />

Er yahut eren nazarı, Hak dostlarına verilmiş<br />

bir lütuftur. Nasıl ki başlangıçta Hak, toprağa nazar<br />

ederek insana ten ve can verdiyse veli de özü<br />

toprak olan insana nazar edip onun Hak’tan gafil<br />

olan canını tekrar diriltir.<br />

Erenlerün nazarı topragı gevher eyler<br />

Erenler kademinde toprak olasum gelür<br />

46/8<br />

Yukarıdaki beyitte toprak insana, gevher can<br />

içindeki cana, erenler nazarı da Hakk’ın nuruna<br />

işaret eder. Veliler Hakk’ın nuruyla bakan kişilerdir.<br />

Hak nuruyla bakmak, Hak ile batılın ayrılması<br />

demektir. Hak nuruyla bakmanın temelinde;<br />

“Müminin ferasetinden çekinin, o Hakk’ın nuruyla<br />

bakar.” hadisine telmih vardır. Er nazarına<br />

zaman tahdidi koymak doğru değildir, zira Hak<br />

nazarının evvel ve ahiri olmadığı gibi veli nazarının<br />

da ödünçlükten dolayı evvel ve ahiri yoktur.<br />

Veliler bu boyuttan baktıkları için, âlemde gayb<br />

suretleri görürler. Bu yüzden velilerin gördükleri<br />

sırrı aktarmaları için muhatapta da aynı cihazların<br />

bulunması gerekir, fakat bu çok nadirdir.<br />

Nazar veli için sır aktarma gerecidir. Dolayısıyla<br />

nazarla aktarılan sır, sesle yani kelamla aktarılan<br />

sırdan eftaldir. Nazarın ihtiva ettiği bu sırrın<br />

mahiyetine bakılırsa görüntü ile alakalı olduğu<br />

görülür. Erenler nazarı, gördüğünü gösteren bir<br />

nitelik arz eder. Veli, sır ve mana avcılığında ne<br />

gördüyse ve ne yakaladıysa bunu nazar kudreti ile<br />

cisimlendirerek aktarır. Ancak bu görüntü sabit<br />

ve değişmez bir hakikat algısı gibi değerlendirilmemelidir.<br />

Eren nazarıyla aktarılan bir sır, aynı meclisi<br />

paylaşan canlara muhtelif suretlerde görünebilir.<br />

Bir pirin müritlere, kelamdan daha üstün bir dil<br />

olan nazarla ölümsüzlük sırrını kavratmaya çalıştığını<br />

varsayalım. Şeyhin nazarıyla ifşa edilen sır,<br />

bir dervişe doğan suretinde görünürken, diğerine<br />

ağaç, bir başkasına bulut suretinde görünecektir.<br />

Bunun nedeni her dervişin hâl ve makamının<br />

farklı olmasındandır. Fakat bu algı asla bir kaosa<br />

yol açmaz. Zira her görüntü tıpkı rüyadaki gibi<br />

kendi manasını çok açık bir şekilde telkin eder.<br />

Diyelim ki rüyada bir yıldız görsek ve o anda<br />

bize, o yıldızın ölmüş bir yakınımız olduğu telkini<br />

gelse, rüyadaki bu telkine şaşmayız. Bunun<br />

gibi, velinin nazarıyla oluşan, uyanıkken rüya<br />

görme daha doğrusu tecelliye erme ortamında<br />

da dervişler, suretlerin getirdiği telkine şaşmazlar.<br />

Eren meclisinden çıktıktan sonra dervişlere,<br />

“Hangi sırrı nasiplendiniz” diye sorulsa, doğan<br />

gören de ağaç gören de bulut gören de “ölümsüzlük»<br />

diyecektir. Dolayısıyla er nazarının değdiği<br />

şeyde, fâniyi baki kılan bir özelliği vardır. O nazarın<br />

dokunduğu bir canın gönlü, nazarı ve can<br />

özü arınır ve aslı toprak iken nazar iksiri sayesinde<br />

altın ve mücevhere dönüşür. Eskilerin şark<br />

kimyası, ilm-i simya ve kibrit-i ahmer adlarıyla<br />

niteledikleri olgu, Hakk’ın veliye bahşettiği nazardan<br />

başka bir şey değildir.<br />

Bir velinin müride bakışında kelamsız sırlar<br />

gizlidir. Ancak bu sırların dervişin kalbine akışı,<br />

kelamla aktarılan manadan daha hızlı ve daha<br />

niteliklidir. Bundan dolayı veli ile mürit arasında,<br />

kelamdan kopulup nazara geçildiğinde, şeyhin<br />

bakışıyla müridin bakışı arasında tecelli denilen<br />

görüntüler oluşur. Bu görüntüler sır ve mananın<br />

surete bürünmesinden başka bir şey değildir. Bu<br />

görüntülerin anbean değişmesine mukabil, hakikat<br />

asla değişmez ve bu özel iletişimde bedensiz<br />

varlıklar devre dışı bırakılır. Bir derviş müjdeli<br />

bir rüya görse ve bu rüya sadık olsa yine de<br />

bunlardaki bazı manalara, bedensiz varlıklar<br />

rahatlıkla sirayet ederek bu manaları saptırırlar.<br />

Çünkü rüyada bizi tasarruf gücüyle müdahaleden<br />

koruyacak bir pir yoktur. Bu müdahaleyi ancak<br />

erbap bir yorumcu olan pir fark eder. Böyle bir<br />

pirin nazarına muhatap olduysak sorun yok, an-<br />

24<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


cak olamadıysak çoktur. O hâlde Hakk’ın nuruyla<br />

bakan veliler muhataba kem nazarla değil safa<br />

nazarıyla bakarlar. Safa nazar, Hak nurunu onun<br />

lütfüyle ödünç kullanmaktır.<br />

<strong>Yunus</strong> er nazarında tâze güller açılmış<br />

Sen gerçek bülbülisen nazarda ötmek gerek<br />

145/6<br />

Anlaşılıyor ki <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Hak nuruyla bakan<br />

bir velinin nazarına muhatap olmuş ve şeyhin<br />

sırrını bir gül bahçesinde o anda açan güller<br />

biçiminde görmüştür. Gül maşuku yani sevgiliyi,<br />

bülbül de âşıkı işaret ettiği için, <strong>Yunus</strong>’un payına<br />

düşen şey âşıklıktır. Gülü gören bülbülün<br />

ötmemesi düşünülemeyeceğine göre, nazarıyla<br />

<strong>Yunus</strong>’u gaflet uykusundan uyandıran velinin<br />

muradı, <strong>Yunus</strong>’un kendisinden öğrendiği sırları<br />

dile getirmesidir. Tıpkı bülbülün güle karşı aşk<br />

nağmeleri söylemesi gibi. Bu durumda <strong>Yunus</strong>,<br />

nazarda açan gülün şeyhi işaret ettiğini, kendisinin<br />

de şeyhin nazarından hareketle kemalini<br />

arayan bir Hak yolcusu olduğunu kavrar. Bu kavrayış<br />

anlıktır, fakat bu kavrayışa aracı olan şeyin<br />

ne başı vardır ne de sonu. <strong>Yunus</strong>’un nazarla gelen<br />

şeyde kavradığı hakikat şudur: Bir erenin nazarı<br />

can içinde can olduğunu kavrayan herkese suret<br />

gösterir. Ne var ki burada bir dram başlar. Suret<br />

gören dervişlerden bir kısmı dilsiz dudaksız hâle<br />

gelip konuşamaz olur. Bir kısmı ise bülbül gibi<br />

şakımaya başlar. <strong>Yunus</strong>, Hak yolcularını tam bu<br />

noktada ikiye ayırır. Konuşamayanlar sahte, konuşanlar<br />

gerçek âşıktır. Buradaki konuşamamayı,<br />

sufiliğin makbul saydığı istiğrak âlemine dalmak<br />

anlamındaki “hamuşluk” ile karıştırmamak lazımdır.<br />

Bu nazar, şeyhin “mutlak mürit”ler ile<br />

mürai müritleri birbirinden ayırmak için kullandığı<br />

bir yöntemdir. Bu yöntemde mutlak müritler,<br />

şeyhin nazarında açan taze güllerin bülbülü olup<br />

şakırken, mürailer ne bir şey görürler ne de bu duruma<br />

bir anlam verirler. Zira himmet nazarı, nitelikli<br />

ile niteliksizi birbirinden ayıran bir nazardır.<br />

Kalp altınla gerçek altın vitrinde aynı görünür.<br />

Lakin mihenge vurulduklarında birinin yüzü kararır,<br />

diğerinin gözü parlar.<br />

Er nazarının en bariz özelliği, her bakışın<br />

ayrı bir mana ve sır ifşa etmesidir. <strong>Yunus</strong> ölüm<br />

düğümünü, böyle bir nazara muhatap olduğunda<br />

çözmüştür. Ona göre ara yerde ne ölüm vardır ne<br />

de öldüren. Mesele, canı verenin verdiğini almasından<br />

ibarettir. Dram, canın sahibine iade edilmesinden<br />

değil, kılıfın kılıca yani tenin cana tutkusundan<br />

yükselir. Can, er nazarıyla beslenmeye<br />

devam ederse bir müddet sonra kılıfın kesmeye<br />

mani olduğunu görecektir.<br />

<strong>Yunus</strong>, erenler nazarının canı, asıl yatağına<br />

taşıdığını söyler. İnsan canı aslında bir mana ummanıdır.<br />

Lakin can ummanı, ten yatağına dolduğunda<br />

mana ırmaklarından mahrum kalırsa bir<br />

zaman sonra kuruyup suyunu çekmeye başlar.<br />

O derin ve kıyısız denizden geriye, suyu kokuşmuş<br />

sığ bir göl kalır. Bu gölü kurumaktan kurtaran<br />

erenlerin feyizli nazarıdır. Erenler nazarıyla<br />

b u göl , d ö r t bi r y a n d a n t a z e ı r m a k l a r ı n b e sle d iğ i<br />

azim bir denize dönüşür.<br />

Bir göl idüm kıldı erenler nazar<br />

Deniz oldum dört yana ırmagıla 296/7<br />

Ulu nazara doğru<br />

Hak yolcusu olan derviş, erenlerin irşat nazarı<br />

sayesinde artık, mana kapısını çalacak bir düzeye<br />

gelir. Tam bu noktada Mevlana, “mana kapısını<br />

çalarsan, açarlar” der. Mana kapısının açılması<br />

demek, dervişin er nazarından Hak nazarına geçerek<br />

erenlerden biri olmasıdır. Bu dem geldiğinde<br />

derviş, nazarını fâni haz ve lezzetlerin dünyasından,<br />

baki haz ve lezzetlerin dünyası olan istiğrak<br />

âlemine çevirir. Bu iki âlem arasında, âlemler<br />

çapında haz ve zevk farkı vardır. Birinde tadılan<br />

şey, fâni oluşundan dolayı ruhu, acı bir haz ve pişmanlığa<br />

sürükler, bu pişmanlık da günah hissine<br />

dönüşür. Diğerinde tadılan şey, baki oluşundan<br />

dolayı ruhu, gittikçe artan bir haz ve derin bir huzura<br />

erdirir. Bu huzur ve ferah da ilahi bir tasvip<br />

olan sevap hissine dönüşür. İlahi tasvip olmadan<br />

hiçbir zevk, temas edene kendi cevherini göstermez,<br />

bilakis tam zıddıyla tesir eder. Özneden<br />

kopanın zevk diye tattığı şey acılık, haz sandığı<br />

şey nedamet, hak bildiği şey zulmet, zirve diye<br />

çıktığı yer, derin bir kuyuya düşüştür. Bu hazların<br />

birbirine oranı zerre ile küre gibidir. Yazık ki<br />

bu âlemde istisnalar dışında cümle başlar, zerrelik<br />

tat için feda edilir. Müstesna başlar ise kürelik<br />

tat için feda edilir. Görünüşte her iki durumda da<br />

kelleler kopar, fakat birinde yuvarlanıp mezbele-<br />

25<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ye düşerken, diğerinde yuvarlanıp padişah çevgenine<br />

top olur.<br />

Mutasavvıflar istiğrak âlemini varlık âlemi<br />

diye nitelerler. Nazarın istiğrak âlemine çevrilmesi,<br />

Hak kapısının açılması demektir. Derviş,<br />

erenler nazarıyla canını heyecandan buhrana,<br />

buhrandan vecde, vecdden istiğraka doğru kademe<br />

kademe arıtarak mana kapısına dayanır. Tam<br />

bu noktada kapıyı çalanın liyakatini onayan Hak<br />

nazarı devreye girer; kapı açılır ve yolcu Hakk’ın<br />

manalar hazinesine girer:<br />

Hak’dan nazar oldı bana Hak kapusın açar<br />

oldum<br />

Girdüm Hakk’un haznesine dürr ü gevher saçar<br />

oldum 208/1<br />

Hakikat kapısı açıldıktan sonra canın can gözüne<br />

düşen nur, erenler nazarından değil, Hak<br />

nazarından gelir. Bu aşamada yolcu artık Hak erlerinden<br />

biri hâline gelerek velayete erer. Velilik,<br />

Hak yolcusunun manevi rüştünün onanması demektir.<br />

Hak yolcularının iki doğumu vardır. İlki<br />

beşerî doğum, ikincisi de Mevlana’nın tabiriyle<br />

aşk annesinden doğumdur. Mevlana, “Biz aşk<br />

çocuğuyuz, aşk annemizdir bizim” derken Hak<br />

yolcularının asıl annelerinin aşk olduğuna vurgu<br />

yapar. Manevi rüşt diye adlandırdığımız velayet,<br />

işte bu aşk çocuklarının rüştüdür. Bu aşamada<br />

veli, iki haneye sahip olur. İlk hane hisler âlemi<br />

olan dünya hanesi, ikincisi hislerin uykuya yatıp<br />

canın uyandığı gayb hanesidir. Bu noktada iki<br />

hane birbirine bağlı olmakla birlikte aralarında<br />

ebat farkları olduğundan nispetleri yine zerre ve<br />

küre gibidir. His evini aşk suretleri, can evini aşk<br />

siretleri doldurur. Daha doğrusu veli, bu âlemdeki<br />

suretlerin aşk suretleri olduğunu, can evindeki<br />

aşk siretleriyle karşılaşınca fark eder. Zaten velinin<br />

bu farktan sonraki macerası, âlem suretlerine<br />

aşk nazarıyla bakarak onların hangi aşk siretlerinin<br />

görüntüleri olduğunu kavratmaktır. <strong>Yunus</strong>’un<br />

“gideridim yol sıra yavlak uzamış bir ağaç” dizesiyle<br />

başlayan şiiri, bu bilinçle okunduğunda bize,<br />

üçüncü lisan olan hâl dilinin sırlarını açar.<br />

Hak yolcusu hakikat evine girdiğinde, aşk siretlerini<br />

aşk suretlerine dönüştürmek için kudret<br />

nazarının sayesi altında özü aşk ve şevk olan yeni<br />

bir lisan talimi yapar. Kudret nazarı, vücut şehri<br />

üstündeki zulmet perdesini yırtarak varlığı asıl<br />

çehresiyle gösteren Hak nurudur.<br />

Ol dost benden yana hîç bilmezin niçe bakdı<br />

İş bu vücûd şehrine bir hoş nazar bırakdı 363/1<br />

Vücut şehrinin merkezi kalp olduğu için, bu<br />

hoş nazar kalbi hedef alır. <strong>Yunus</strong> bu nazarı, her<br />

an binlerce can alan ve cümle âşıklara kıyan bir<br />

nazar olarak niteler. Lakin buradaki can alma,<br />

can verme, âşıklara kıymak da âşıkları kayırmak<br />

anlamındadır. Bu bağlamda söylenen şeyleri daima<br />

çifte dil ile okumak lazımdır. Lakin çifte dilin<br />

birbiriyle tenasüp hâlinde değil tezat hâlinde yürüdüğünü<br />

de bilmek lazımdır. Çünkü çifte dilin<br />

temelinde algı zıtlığı yatar. Bu inceliğe dikkat<br />

edilmezse âşığın Hak kapısını açtığı demden sonra<br />

kullandığı “ben” zamirinin tuzağına düşülür.<br />

Âşığın Hak nazarına erdikten sonra ben demesiyle<br />

o kapıdan gafil olanın ben demesi aynı şey<br />

değildir. Biri masal dili dediğimiz gündelik dille,<br />

diğeri metaforik dediğimiz irfani dille konuşmaktadır.<br />

Gündelik dilin beni, söyleyeni işaret<br />

ederken, irfani dilin beni söylettireni işaret eder.<br />

Dolayısıyla irfani dilde ben zamiri hüve yani o<br />

makamındadır. Bu durumda ben’i o, benem’i<br />

odur diye okumak lazımdır. Böyle okunmazsa algısı<br />

gündelik dil düzeyinde gezinen bir yorumcu,<br />

aşağıdaki beyitteki söz dizimini, kendi akıl ipine<br />

dizerek <strong>Yunus</strong>’u “Tanrı” yahut “kendini Tanrıyla<br />

bir tutan” bir sufi olarak takdim edebilir. Ne idrak,<br />

ne irfan!... Daha arifin kullandığı ben zamirini<br />

çözemeyenlerin, ariflerin zamirinden haber<br />

vermeleri mümkün müdür Evet, <strong>Yunus</strong>’un sözleri<br />

bir dil olayıdır, ancak lisan anlamında değil<br />

gönül anlamındaki dil olayı.<br />

Kün deminde nazar iden bir nazarda dünyâ<br />

düzen<br />

Kudretinden han döşeyüp ‘ışka bünyâd uran<br />

benem 193/3<br />

Ve ulu nazar<br />

Sufilerin irfan makamına erdiklerinde kullandıkları<br />

ben zamiri, parça olan ben’in bütün<br />

olan o’da fani olmasından sonra kullandıkları<br />

ben’dir. Tıpkı okyanusa düşen bir damlanın okyanusa<br />

düştükten sonra damla değil, okyanustan<br />

bir damla olması gibi. Artık o damla okyanustur.<br />

26<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


İşte âşığın Hakk’ın hakikat okyanusuna dâhil<br />

olduktan sonra ben demesi, benliği değil oluk’u<br />

ifade eder. Hak kapısının kendine açıldığı âşık,<br />

izafi zaman ve mekân perdeleriyle kapalı gölge<br />

ben düzeyinden, zaman ve mekân perdelerinin<br />

yırtıldığı mutlak ben düzeyine geçer. Bu geçiş,<br />

Hak âşığının mevcut beş duyusunun, bu duyuların<br />

aslı olan mutlak beş duyuyla yer değiştirmesi<br />

anlamına gelir. Artık bu duyular benlik duyuları<br />

değil, oluk duyularıdır. Bu durumda âşık, olmuşun<br />

zaman ve mekân algısından, oluşun zaman<br />

ve mekân algısına geçer. İlkinde takvime dayalı<br />

bir algı varken ikincisinde tekvine dayalı bir algı<br />

vardır. Tekvin “kün=ol” emrinin surete bürünmesi<br />

ve varlık olarak görünmesidir. İşte âşık, <strong>Yunus</strong>’un<br />

tabiriyle Hak kapısını açar olunca, tekvini takvime<br />

dayalı algılamaktan kurtulur ve tekvini oluş hâlinde<br />

görür. Başka bir ifadeyle aklın küçük âleminden nazarın<br />

ulu âlemine geçerek ulu nazar sahibi olur.<br />

Âşık ulu nazara erince bizim geçmişte olup bitmiş<br />

sandığımız her şeyi, oluş hâlindeyken görür.<br />

Bu görüş Hak’ta seyir makamına tekabül eden bir<br />

görüştür. Ulu nazarın önce ve sonrayla bir işi olmadığı<br />

için öncesiz ve sonrasız bir bakıştır. Âşık<br />

bu nazarla bakınca bidayeti de görür, kıyameti de<br />

görür. Âdem’in topraktan Ya Hay diye canlanmasını<br />

da görür, İbrahim’in Nemrut mancınığıyla oda<br />

atılışını da görür. Bu nazar altında varlık kisvesi<br />

giyen her olay ve olgu, âşığın ulu bir an içinde<br />

seyranı olur.<br />

Ulu nazar, âşığın sancılı bir sürecin bedeli<br />

olarak aldığı bir ödüldür. Bu nazar âşığın can kuşuna<br />

aşk pençesi vurduğu zaman onun ten yuvasını<br />

dağıtır. Bu safhada âşık nizam sandığı âlem<br />

kaosundan, kaos sandığı gayb nizamına geçerken<br />

tahammül edilmez şeyler yaşar. Âşığın bu safhada<br />

fırtınalı denizi esenlikle geçmesi için Hak nazarı<br />

bir lütuf kılavuzu olarak hep yanındadır. Ulu<br />

nazar olan dost nazarı, âşıkların canıyla temasa<br />

geçerek ümitsizlik ve yılgınlık gecelerini, güneşten<br />

yeğ bir güneşin ışığıyla aydınlatır. Dünya zindanında<br />

çürüyen teni ve ten hapsinde uyuyan canı diriltir.<br />

<strong>Yunus</strong>, ulu nazarın Hakk›ın ledün ilminden verdiği<br />

bir nasip olduğunu şu beyitler aracılığıyla sezdirir:<br />

Gel beri kulum diyüp kalbüne nazar salup<br />

Câm-ı ebedî sunup hayrân olasın birgün<br />

229/2<br />

Bu söz <strong>Yunus</strong>’a kandan kim vire haber cândan<br />

Meger kim ol lutf ıssı ana nazar eyledi<br />

354/10<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> bîkarâr şol hûb yüze intizâr<br />

Senden ayrılmaz nazar vardı yakıldı yandı<br />

400/5<br />

Ulu nazar aşk nazarıdır<br />

Ulu nazarın kaynağı, Hakk’ın kudret nurudur.<br />

Bu durumda ulu nazar, Hakk’ın kudret nuruyla<br />

bakmaktır. Kudret nuruyla bakmak da aşk siretlerini<br />

aşk suretlerine büründürmektir. Kudret<br />

nuru, ezelde aşk cevherine düşmüş ve bu iltifat,<br />

âlemleri aşk varlıklarıyla doldurmuştur. Bu varlıkların<br />

bir kısmı surete, bir kısmı da sirete bürünerek<br />

aşk manasını muhafaza etmişlerdir. Bu<br />

demektir ki aşkın hakiki manası, suret ve siretin<br />

bir araya gelmesiyle kavranır. Bu kavrayışın adı<br />

da ulu nazardır. Ulu nazara eren bir âşığın canı,<br />

Hak cemaline menzil ve Hak nuruna mazhar olur.<br />

‘Işk bir ulu nazar durur ‘âşık cânı dîdâr durur<br />

‘Işkı olmayan gönüller vîrânedür şâr olmadı<br />

386/5<br />

Ulu nazarın temelinde muhabbet ve merhamet<br />

vardır. Can bu nazarın sırrına erdiğinde<br />

Hakk’ın Celal ve Cemal sıfatlarıyla tecelli eden<br />

her mahlûkuna bir göz ile bakar. Bu gözde âlâ<br />

ve edna birleşir. Bu birleşmenin ortaya çıkardığı<br />

idrak, yukarıdan gelen “Bizim bir karıncaya<br />

ulu nazarımız vardır” sedasını, aşağıdakilere<br />

duyuran bir münadi kesilir. Bu nazara sahip<br />

olanlar Hak nazarına ermiş hiçbir varlığı yermezler.<br />

Aşkın nazara dönüşmüş hâli olan ulu<br />

nazarda öyle güçlü bir sevgi kudreti vardır ki,<br />

zulmün lisanı olan ateşle temas etse ateşi gülistana<br />

dönüştürür. Nemrut ateşinin İbrahim için<br />

gülistan olmasının temelinde bu hikmet yatar.<br />

Nemrut’un öfkesi ateştir, İbrahim’in merhamet<br />

ve muhabbeti de gül. Ateşi söndüren gül, bir ulu<br />

nazardır, alevler saçan ateş de yavuz nazar. Hâsılı<br />

Hak, ulu nazar kılınca öfke muhabbette yok olur,<br />

Nemrut İbrahim’de. Ateş gülde yok olur, kem nazarlar<br />

da ulu nazarda. ■<br />

27<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


MİLAY KÖKTÜRK<br />

Aşkın bilgesi<br />

sadece kendisini<br />

sevgiliye adama ve<br />

devretme imkânının<br />

yok edilmesinden<br />

endişe duyar. Ama<br />

aynı zamanda<br />

o, ümit yüklü bir<br />

bilinçtir. Ümit<br />

bitince aşk ya<br />

kâbusa ya da derin<br />

bir karamsarlığa<br />

dönüşür.<br />

Aşk üzerine sayısız şeyler yazılmış söylenmiş,<br />

ama bunların hiçbiri aşkı <strong>Yunus</strong><br />

gibi dile getirememiştir. Sayısız aşk yaşanmıştır,<br />

ama hiçbiri <strong>Yunus</strong>’un aşkına benzememiştir. <strong>Yunus</strong><br />

adı hep aşk ile anılır olmuştur. Lakin bu aşkı<br />

anlatmaya sıradan kavramlar yetmemiştir.<br />

<strong>Yunus</strong> “aşkın bilgesi”, <strong>Yunus</strong>’un aşkı “bilgenin<br />

aşkı”dır.<br />

Aşkın bilgesi, sayısız aşk kiplerini bilen, onlar<br />

arasından bilgece aşkı seçen, onu yaşayan,<br />

yaşatan ve bildiren kişidir. O her daim sevgiliye<br />

hasreti dile getirir ve onu anar. Sevgilinin adı,<br />

âşıkın dilinden düşmemelidir. O onu her vasıtayla,<br />

dağlarla, taşlarla, kuşlarla çağırmalıdır. Çünkü<br />

sevgili her şeyi kuşatmıştır ve her yerdedir.<br />

Çünkü her şey sevgidir ve sevgidendir. Dolayısıyla<br />

vasıta ayrımı önemini kaybeder. Sevginin<br />

ve sevgiliye seslenişin dili kelime dili değil evrensel<br />

bir dildir. Kelime dili o kelimeleri bilen-<br />

28<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ler için geçerlidir. Oysa her şey sevgiliyi çağırma<br />

vasıtası ise, o zaman bu vasıta herkes için ve<br />

her yerde geçerli bir vasıtadır. Orada birey kendi<br />

benliğinin tüm istemelerini aşk yolunda geride<br />

bırakmıştır.<br />

“Bana seni gerek” diyen bilge âşık, diğer<br />

tüm istek ve yönelimleri bir kenara iter. <strong>Yunus</strong>,<br />

örneğin “üç beş köşkle üç beş huriden ibaret”<br />

diye betimlediği cenneti istemez. Tanrı, cenneti<br />

isteyene verebilir. Ama <strong>Yunus</strong> sadece “O’nu” istemektedir.<br />

Diğer istemeler bu isteme karşısında<br />

ve yanında âdeta buharlaşır. Onun istemesi, başkası<br />

ve başka bir şey için değil, doğrudan aşk uğrunadır.<br />

Bu istemenin herhangi pratik karakterli<br />

bir sonucu da yoktur. O, saf bir istek; başka bir<br />

koşul tarafından belirlenmeyen ve etkilenmeyen,<br />

sadece aşk için ve aşk uğruna bir istektir. Hikmet<br />

ve hakikate vâkıf olanın gönlünde beslediği<br />

aşkın, yani bilgenin aşkının başka türlü olması<br />

da beklenemez.<br />

Sıradan aşkın doğasında tutku dolu bir yönelim<br />

vardır. Tutkunun tek hedefi sevgiliyi ele<br />

geçirmek, âdeta “zaptetmek”tir. Tüm duyguları<br />

ortadan kaldıran kör tutkuyla yüklü bilinç her<br />

şeyi sırf sahiplik için ister. Bu bakımdan, sıradan<br />

aşkın öznesi, sevgiliye zulmetmeyen ama doğası<br />

zalim olan bir bilinçtir. O, sevgiliyi ele geçiremediğinde<br />

büyük acılar çeker. Aslında bu acı ağır<br />

bir hayal kırıklığı ve derin bir boşluk demektir.<br />

Oysa bilgece aşk, yönelim nesnesiyle, sevgiliyle<br />

dopdolu ve onunla hemhâl olup kendisi olmaktan<br />

çıkmak ve değişip dönüşmektir. Sevgili ele geçirilmez,<br />

ona doğru bitimsiz bir yolculuğa çıkılır.<br />

Bilgece aşkta sevgili bizatihi varoluşunun izleriyle<br />

birlikte teneffüs edilir. Ona duyulan sevgi<br />

onun soyut varlığı yanında, varoluşunun tüm<br />

izlerini de kuşatır. “Yaratılan Yaratan’dan ötürü<br />

sevilir.” Bilgece aşkta ben ve öteki olmadığı, bu<br />

ayrım artık anlamını kaybettiği, ben, asıl varoluşunu<br />

ötekinde bulduğu ve öteki ile özdeşleşme<br />

üzerine kurduğu için, ele geçirilecek bir şey yoktur.<br />

Sadece, hemhâl olunamadıysa eğer, duyulan<br />

derin bir ıstırap vardır.<br />

Bilgece aşk ile varlığı ve varoluşu algılayan<br />

bilinç sevgili ile arasındaki tüm nedensel bağlantıları<br />

iptal etmiştir. O, Yaratan’a doğrudan ve<br />

nedensizce teslim olur. Bu doğrudanlık dua ve<br />

yakarışta kendini gösterir. Dua etmekle insan<br />

Tanrı’ya özgür iradesiyle teslim olmayı seçer.<br />

Aynı zamanda o, sınırının ve sınırlılığının da<br />

bilincindedir. Bu ise özgürlük yüklü aşk, aşkın<br />

özgürce açığa çıkışıdır. Bilge âşık sevgiliye kölece<br />

bir teslimiyetle teslim olmuş değildir. Çünkü<br />

kölece varoluş ikilikten kurtulamayıştır. Hep bir<br />

köle olan ve olunan var olacaktır. Bilgece aşkta,<br />

teslim olan kendi varoluşunu aradan çıkarır, sevgiliye<br />

“kurban eder” ve tüm varolanları sevgilinin<br />

varlığında eriterek varlığı başka türlü algılar.<br />

Aşkın bilgesi kendi eyleminin faili olmak bakımından<br />

yetkin bir öznedir. Onda akıl ve akılcı<br />

yetkinlik, yerini, kendini sevgiliye vakfetme<br />

duygusuna bırakır. Âşık sevgilinin yolunda “yanıp<br />

da tütmeme”ye hazırdır. Akılcı anlamda yetkin<br />

özne, eyleminin sonucunu da hesaplar. Bilge<br />

âşık ise olası sonucun neler olacağı konusuna<br />

yabancıdır. Bu bilinç kendi eyleminin mantıksal<br />

muhakemesini yapmaz. Çünkü o, kendi varoluşunu,<br />

sadece sevgili uğruna ve ona yönelme yükümlülüğü<br />

üzerine kurar. Diğer tüm yükümlülükler<br />

burada önemini kaybeder. İstemelerimizden<br />

dolayı kendimizi yükümlülük altında hissederiz;<br />

hatta hissetmekle kalmaz, yükümlülük<br />

altına sokarız. Ayrıca bunun mantıksal temelini<br />

de hesaba katarız. Bu, varlığımızın bir kısmıyla<br />

yönelmeyi anlatır. Oysa bilge âşık tüm varlığıyla<br />

“vuslat”ı hedefler. Onun için, başka bir varoluş<br />

biçimi hiç yoktur. Bu nedenle, başka varoluş<br />

kipleri anlamında yükümlülükler de söz konusu<br />

değildir.<br />

Bilge âşık kaygı doludur; ama onun endişesi,<br />

kendi varoluşunun anlamının ortadan kalkması,<br />

sevgiliden ebediyen ayrı düşmek, hatta ayrılığının<br />

bile bilincinde olamamaktır. Ona verilecek<br />

en büyük ceza, bedensel eziyet değil sevgili uğruna<br />

yanamamak, ham iken pişememektir. Aşkın<br />

bilgesi sadece kendisini sevgiliye adama ve devretme<br />

imkânının yok edilmesinden endişe duyar.<br />

Ama aynı zamanda o, ümit yüklü bir bilinçtir.<br />

Ümit bitince aşk ya kâbusa ya da derin bir karamsarlığa<br />

dönüşür. Aşkı besleyen ümittir. Çünkü<br />

sevgili fâni değildir. Elbet bir gün onun sesine<br />

kulak verecektir; zira öyle buyurmaktadır.<br />

29<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Mekânlar görünüştür. Onlar bizim yüklediğimiz anlam ve<br />

önemliliklerden daha fazlasına sahip değildir. Bilge âşığı<br />

kendinden geçiren, donmuş nesneler dünyasında bulduğu<br />

gerçeklik değildir. Orada zaten nesnelerden başka bir<br />

gerçeklik yoktur ve onlar en temel gerçeklik olarak kabul<br />

edilmez.<br />

Bu bakımdan aşkın bilgesi bitmez tükenmez bir<br />

ümit kaynağıdır ve yaşama iradesiyle yüklüdür.<br />

Onun söylemlerinde asla trajedi yoktur.<br />

Yaşama dünyası bilgesi olarak bilge âşık, teorik<br />

doğruları vazeden bir hakikat arayıcısı değildir.<br />

O, yaşama dünyasında olup bitenler karşısında<br />

doğru görüş, kavrayış ve doğru karar sahibi<br />

bir bilinçtir. Bilgelik, Kant’a göre teorik olarak<br />

ele alındığında en yüksek iyinin bilgisi, pratik<br />

olarak ele alındığında ise istemenin en yüksek<br />

iyiye uygunluğu anlamına gelir. İsteyen ben bir<br />

şeye göre ve bir şey için ister; adına istemde bulunduğu<br />

unsur şayet kendinde yatan bir istek veya<br />

sahiplik arzusu ise, bunun sadece kendisi için iyi<br />

olduğunu söylemek icap eder. Sırf öznel istekler<br />

yaşama dünyasını bencillik mekânı hâline getirir.<br />

Hâlbuki bu dünyadaki yaşama sürecinde<br />

müşterek iyi, özneler üstü ilkeler, yegâne kıstas<br />

olduğu takdirde bireysel benlik yerini diğergâm<br />

duruşa bırakır. Ötekilerle beraber ortak dünyanın<br />

huzur ve sükûnet limanına dönüştürülmesi,<br />

yaşama bilgesinin varlık nedenidir. Yani yaşama<br />

bilgesi özneler arası iyiyi gerçekleştirme peşindedir.<br />

Bilge âşık “arayan” bir bilinçtir; ama filozof<br />

gibi bitimsiz bir çabayla dıştakini değil, kendini<br />

ve dünyada olmaklığın hakikatini yine kendinde<br />

arayan bir bilinç! Varolandan daha deruni ve<br />

içsel olanı… Mekânlar görünüştür. Onlar bizim<br />

yüklediğimiz anlam ve önemliliklerden daha<br />

fazlasına sahip değildir. Bilge âşığı kendinden<br />

geçiren, donmuş nesneler dünyasında bulduğu<br />

gerçeklik değildir. Orada zaten nesnelerden<br />

başka bir gerçeklik yoktur ve onlar en temel<br />

gerçeklik olarak kabul edilmez. Onu kendinden<br />

geçiren, mekânları dolduran canların, bir ve aynı<br />

ilke etrafında halkalanarak tarihte tescil edilmiş<br />

ruhsal hakikati içten temaşa etmeleridir.<br />

Bilge âşık yaşama dünyasının hakikatini şekilde<br />

değil deruni özde görür. Yaşama dünyası<br />

sadece bir oyalanmadır. Orada şan ve şöhret arzusuyla<br />

dolu olmanın da anlamı yoktur. Hemen<br />

duyulan ölümle üç gün sonra duyulan ölüm arasında;<br />

“şan şöhret sahibi” olmakla “bir garip” olmak<br />

arasında herhangi bir fark bulunmaz. Ancak<br />

tüm dünya algısını bu minvalde oluşturabilmek<br />

için gönle hitap etmek gerekir. Çünkü içteki ben<br />

gönülden başka bir şey değildir. Dünyanın oyalayıcı<br />

olayları ise akla hitap eder. Dolayısıyla aşkın<br />

bilgesinin dünyayla bağlantısı gönül yoluyladır.<br />

Aşkın bilgesi iç deneyimi zenginleştirmeyi,<br />

varolanları ve varoluşu gönül gözüyle görebilmeyi,<br />

rehberliğini bu pencereden bakarak duygu<br />

zeminine taşımayı amaçlar. Görünüşte varolan<br />

sadece bir tezyinat yahut el değiştiren dekordur.<br />

Asıl varolan gönül ve gönül ehlidir. Görünenin<br />

arkasındaki görünmeyen, iç derinliğe, gönül<br />

zenginliğine hizmet ettiği ölçüde ilgi ve bilgi<br />

alanına girer. Kalıcı olan budur. Bilge kişiliğin<br />

en üst mertebesindeki veliler leyle-i kadir sonrasında<br />

unutulup gitmezler. Onların bilgece izleri<br />

hep devam eder. Aşkın bilgesinin dünyası başka<br />

bir dünyadır. O, fânilerin baktığı dünyayı gönlün<br />

açılıp kuşatma, büyüyüp serpilme mekânı kılmak<br />

ister. Aşkın bilgesi dünya içinde varolmakla<br />

birlikte bu dünyanın tutkunu değildir. O, bu<br />

oyalanma mekânında sevginin egemen olduğu<br />

bir insani dünya oluşturmaya çabalar ve böylece<br />

özsel varoluşunun doğasına uygun davranmış<br />

olur.■<br />

30<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


İnsan varlığı dünyaya ölüm ile kayıtlıdır. Gittiği yer ve yön bellidir; bunu<br />

değiştirmesi ya da bu gerçekten kaçınması söz konusu değildir. <strong>Yunus</strong><br />

bunu, “Dünyaya gelen gider bâki kalası değül” diye belirtir.<br />

VEFA TAŞDELEN<br />

Giriş<br />

Davranışlarımızı motive eden etkenler vardır. Bu<br />

etkenler ortadan kalktığında davranışlar da ortadan<br />

kalkar. Bu durumu ruhsal yaşantılarımıza, duygu,<br />

sevinç ve acılarımıza da uyarlayabiliriz. Sözgelimi<br />

rahatsızlıklarımızı motive eden nedenler ne kadar<br />

güçlü olursa ortaya çıkma aralığı da o derece sık<br />

olur; neden ortadan kalktığında davranış da söner.<br />

Bu tür rahatsızlıklarda davranışı motive eden en<br />

önemli etken, tehdit algısıdır. Tehdit algısı, korku ve<br />

kaygıyı tetikler. Tehdit algısı ortadan kalktığında kişi<br />

rahatlar. Bu tehdit, hastalık olabilir, ölüm olabilir,<br />

yakınlarımızı kaybetme korkusu olabilir, yoksulluk<br />

olabilir; kişinin ontolojik varlığını ve onurunu<br />

tehdit eden bir yaşantı olabilir. Davranışları motive<br />

eden nedenler ortadan kalktığında, tekrarlanma<br />

sıklıklarının azalmasını ve giderek ortadan<br />

kalkmasını da bekleyebiliriz. Bu olgular bir çözüme<br />

kavuştuğunda kişi kaygı ve korku durumundan<br />

uzaklaşır, rahatlar. Tehdit algısının derecesi önemlidir.<br />

Sağlık ve hastalık bu çizgide ortaya çıkar. Güven<br />

altında olduğumuz düşüncesi, gerçek sağlıktır. Bunu<br />

anne ve babamızın koruyuculuğu altında olduğumuz<br />

çocukluk yıllarında zaman zaman hissetmişizdir.<br />

Pazar yerinde annesini kaybeden bir çocuğun<br />

feryadı, kaybetme korkusuna iyi bir örnektir. Anne<br />

ve babanın koruyuculuğu, çocuktaki tehdit algısını<br />

en aza indirger, onu rahatlatır, sakinleştirir. Derin<br />

uyku bu rahatlığın eseridir.<br />

Ruhsal ve mental rahatsızlıkların en önemli<br />

nedenlerinden biri, dış dünyanın ihtişamı karşında<br />

oluşan yetersizlik duygusudur. Bu da tehdit algısına<br />

paralel bir şekilde ortaya çıkar. Kişiyi bu duyguya<br />

sevk eden şey, rekabet duygusu ve olduğundan<br />

daha iyi olma ihtiyacıdır. Bu da içsel gerilimlere,<br />

zorlanmalara, kırılmalara neden olur. Bu özelliğe<br />

en ileri derecede sahip olan günümüz insanı, her<br />

zamankinden daha gergin ve endişeli görünmektedir.<br />

Üstelik onun endişesi, iç dünyadaki bir ilke ve<br />

prensibe yönelik değil, tümüyle fethedemeyeceği,<br />

karşısında yenilgiye uğrayacağı değişkenler<br />

karısında, pratik dünyaya ilişkindir. İnsan, bu<br />

dünyada kendi gölgesiyle savaşıyor gibidir. Kendini<br />

ifade edebileceği, kendini gerçekleştirebileceği<br />

biricik alan olarak bu dünyayı görmektedir. Varoluş,<br />

hayata doğru akacak şekilde kurulmuştur. Meyil,<br />

31<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


hayata doğrudur. Bu meyil giderek bir dünyaperestlik<br />

haline dönüşme riski de taşır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin,<br />

korku ve kaygı durumları karşısında öne çıkardığı ve<br />

“transsendental terapi” olarak adlandırabileceğimiz,<br />

temelini aşkın olanda bulan sevgi ve umut hali, içkin<br />

evrenden gelen korku ve kaygıların giderilmesinde<br />

temel bir iyileşme durumunu ifade eder. Onun<br />

verdiği, her şeyin Tanrı’nın güvencesi altında olduğu<br />

duygusu, varoluşun en büyük sigortasıdır. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> bize, bu dünyanın gerçeklikleri dışında başka<br />

dünyaların kapılarını açar. Bu da, makale içinde<br />

“varoluşsal daralma” olarak adlandırdığımız ruh<br />

halini genişletir, verdiği güven ve iyimserlik hissi ile<br />

sevgiyi, sevinci ve umudu temel bir varoluş biçimi<br />

haline getirir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de, metaforik bir ifade ile<br />

söyleyecek olursak, anne ve babanın çocuğa verdiği<br />

güvenin yerini Tanrı’nın güvencesi alır. Eğer Tanrı<br />

ile ilişkimiz sevgi temeline dayalı ise artık hiçbir<br />

tehdidin önemi kalmaz bizim için. Bunu çağrıştıracak<br />

şekilde, “Nitekim ben beni bildüm yakın bil kim<br />

Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncaydı şimdi<br />

korkudan kurtuldum / Ben imdi kimden korkayın<br />

korkduğum ıla yar oldum” der. [1] Bu mutlak güveni<br />

yakalayınca hiçbir tehdidin önemi kalmaz. “Ebedi<br />

var olma” güvencesi, zamanın dar duvarlarını yıkar,<br />

varoluşun sınırlı dünyasını sonsuzlaştırır. Bu ruh hali<br />

içinde dünya hayatına ilişkin endişeler aşılır. Güven<br />

altında olmak, kişiyi kaygı ve korkudan arındırır,<br />

sevince ve umuda sevk eder.<br />

Aşağıdaki makalede, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerinde<br />

ortaya çıkan transsendental terapinin bazı temel<br />

ilkeleri belirginleştirilmeye çalışılacaktır. [2]<br />

Transsendental terapiyi, manevi esenlik, aşkın<br />

sağaltım, manevi şifa, sonsuz iyileşme hali olarak<br />

karşılayabiliriz. Metin okunup bitirildiğinde,<br />

ona isteyen istediği gibi bir isim verebilir,<br />

“transsendental terapi” ifadesine istediği şekilde<br />

bir karşılık bulabilir. Bu makalede transsendental<br />

terapinin ne olduğunu sorgulanmayacak, ne anlama<br />

geldiği konusu üzerinde durulmayacak, daha çok<br />

bu olumlu varoluş duygusunun, bu varoluşsal<br />

1. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, haz. Faruk K.<br />

Timurtaş, Tercüman Yayınları, İstanbul, Tarihsiz, s. 103.<br />

2. Bu makalede, “Augustinus ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de İç-<br />

Ben Alanı” başlıklı yazımızın kavramsal çerçevesinden<br />

yararlanılmıştır. (Bkz. Başka Psikiyatri ve Düşünce<br />

Dergisi, yıl: 2011, sayı: 7, s. 197-229).<br />

bağlanmanın, ruhsal ve zihinsel süreçlerin, içsel<br />

enerjinin yeniden yapılandırılması üzerindeki etkisi<br />

üzerinde durulacaktır. Bu ifade en açık anlamıyla,<br />

“manevi” olanın zihinsel ve ruhsal süreçlerin yeniden<br />

şekillenmesindeki dönüştürücü, iyileştirici ve<br />

sağaltıcı etkisine işaret etmek üzere kullanılacaktır.<br />

Bu anlamıyla bir bakıma, manevi desteğe, manevi<br />

şifaya, manevi güce işaret eder. Ama yalnız bu dünya<br />

ile sınırlı bir dönüşüm değildir, eğer öyle olsaydı<br />

“aşkın” (transsendental) olmazdı. O, egzistansın<br />

ruhuna dolan, kaynağını aşkın evrenden alan ve kişiyi<br />

“içkin” (immanent) olan karşısında dirençli kılan bir<br />

sevinç ve esenlik soluğudur. Ama burada şöyle bir<br />

soru da sorulabilir, sorulmalıdır da: Kierkegaard’un<br />

deyişi ile, iki varoluş arasındaki ilişki olan birey ve<br />

Tanrı arasındaki sevgi temeline dayalı ilişki, bir zaman<br />

ve mekân içinde, sonlu ve sınırlı bir hayatı yaşamaya<br />

yazgılı olan ekzistansın tehlikelerden, belalardan,<br />

varoluşsal acılardan kurtulduğu anlamına mı gelir;<br />

bunu söyleyebilir miyiz Gerçek şudur: Dünya<br />

insanın çeşitli acılar yaşayacağı, çeşitli sıkıntılara<br />

gireceği bir yerdir. Bundan kaçınamaz. Ama yine<br />

de onun, hastalık, ayrılık, ölüm gibi varoluşun sınır<br />

durumları ile karşılaşması, umutsuzluğa düştüğü<br />

anlamına gelmez. Tanrı ile olan ekzistansiyel bağ,<br />

ona metafizik bir sıçrama yaptırır ve ölüme giderken<br />

bile ölümsüz olduğu inancıyla kendisini besler,<br />

sonsuzluk verir. <strong>Yunus</strong>, bu söylenenleri pekiştirecek<br />

şekilde şunları söyler: “İy pâdişah iy pâdişah her<br />

dem işin düze-durur / Dünya anun bustânıdur<br />

sevdüğini üze-durur… Canlar bâki değül tende di<br />

birkaç gün geze-durur.” [3]<br />

1. Varoluşsal Daralma: Kaygı<br />

“Çalab viribidi bizi var dünyayı gör görün diyü”<br />

mısraında [4] <strong>Yunus</strong>, insanın dünyada olma durumunu,<br />

zaman içinde bir “görünme” olarak niteler. Ona göre,<br />

insan, ömrü, ruhu ve bedeni ile dünyada bir görünüşe<br />

çıkmadır. Ten, can, bu dünyadaki görünme biçimidir.<br />

<strong>Yunus</strong>, şiirinde bu görünmenin anlamını anlamaya<br />

çalışır. Ama bu hal yalnız dünyada görünmek değil,<br />

dünyayı görmektir de. Dünyada nasıl göründüğümüz<br />

ve dünyayı nasıl gördüğümüz önemlidir. Yukarıdaki<br />

mısraın devamında, <strong>Yunus</strong>, dünyada olmaktan<br />

edindiği izlenimi şu şekilde dile getirir: “Sorun<br />

taptuklu <strong>Yunus</strong>’a bu dünyadan ne anladı / Bu<br />

3. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 76.<br />

4. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 84.<br />

32<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


dünyamın kararı yok sen neyimiş ben neyimiş.” [5]<br />

Kişi bu “kararsızlık” yurdunda varoluşun doğasına<br />

ilişkin bir anlayış elde edemez, varolmanın anlamına<br />

ilişkin temel bir kavrayışa ulaşamaz.<br />

İnsan varoluşu, gerçeklik ve metafizik alan içinde<br />

ortaya çıkar. Gerçeklik ve metafizik alan ayrımına<br />

paralel olarak çeşitli söyleyişler vardır. Bunlardan<br />

biri “suret nakışı” ve “mana”, bir başkası da “zahir”<br />

ve “batın” ifadeleridir. Aşk manadır, içtir, hakikattir.<br />

Suret nakşı ise gerçeklik alanıdır. Gerçeklik alanı<br />

oluş ve bozuluş alanıdır. Buraya gelen gider, konan<br />

göçer; istikrar bulunmaz. Dünya, bir kararsızlıklar<br />

yurdudur. Gerçeklik alanı, ruhen ve bedenen,<br />

insanın içinde yaşadığı, doğumla birlikte kendisine<br />

bağlandığı ve ölümle birlikte kendisinden ayrılacak<br />

olduğu alandır. Bu alan bize doğrudan kendini sunar,<br />

gösterir. Fiziksel olarak, duyusal olarak, algısal<br />

olarak kendisiyle ilgi ve iletişim kurabileceğimiz<br />

şekilde mevcuttur. Bu dünya insana o kadar gerçek<br />

ve biricik görünür ki, kimi zaman bu niteliklerin<br />

dışında kalan duyularımızla algılayamadığımız,<br />

kendisiyle fiziksel temas içine giremediğimiz<br />

metafizik bir alanın olabileceği aklımıza bile<br />

gelmez. Sözgelimi, Camus onu “biricik gerçeği”, [6]<br />

Nietzsche ise insanın kesinlikle kendisine “bağlı<br />

kalması gereken” [7] bir alan olarak niteler; daha ötesi<br />

yoktur. Ama insan hastalık, ayrılık, savaş, ölüm ve<br />

haksızlıkla karşılaştıkça, farklı düşünme tutumları<br />

da geliştirir. Buna göre gerçeklik alanı, bir noktadan<br />

sonra, dünyasal varoluş için yeterli gelmemeye,<br />

farklı evrenlerden esecek serinletici bir rüzgâra, bir<br />

nefese, bir esenliğe ihtiyaç duymaya başlar. Böylece<br />

önünde metafizik evrenin kapıları açılmaya başlar.<br />

Metafizik evren, insanın duyu ve algı sınırının<br />

dışında kalan, ama insanın duyusal yolla değil de<br />

düşünce ve inanç bağıyla kendisiyle iletişime geçtiği<br />

bir alandır. İnanç konuları, genel anlamda metafizik<br />

alana ilişkindir. <strong>Yunus</strong> ruh, gönül ve iç-ben olarak,<br />

metafizik alanla ilişkisi temelinde varoluşu yorumlar.<br />

“Aşk” dediği duygusal ve varoluşsal yaşantı,<br />

metafizik alana olan bağlılığı ifade eder öncelikle.<br />

<strong>Yunus</strong>, hayatın anlamını, güzelliğini, sevginin,<br />

5. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 85.<br />

6. Albert Camus, Denemeler, çev. Vedat Günyol,<br />

Sebahattin Eyüboğlu, Çan Yayınları, İstanbul, 1960, s. 66.<br />

7. Friedrich Nietzsche, Zerdüşt Böyle Buyurdu, çev. Turan<br />

Oflazoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul,<br />

1989, s. 7.<br />

aşkın, hoşgörünün ve diğer insani değerlerin<br />

kaynağını bu metafizik bağlanmadan türetir. Bu<br />

bağlanmanın temelini Tanrı inancı oluşturur. Bunun<br />

yanında sonsuzluk, ruhun ölümsüzlüğü, ebedi yaşam<br />

gibi kavramlar da metafizik bağlanmanın diğer<br />

boyutlarıdır. <strong>Yunus</strong>, içkin hayatı, duyularımızla<br />

kavradığımız dünyayı, gönlümüzle, ruhumuzla<br />

kendisiyle vaoluşsal bir bağ içinde olduğumuz<br />

metafizik alanla anlar, varoluşun anlamını oradan<br />

türetir.<br />

Bu iki alana ilişkin “gerçeklik kaygısı” ve<br />

“metafizik kaygı” diyebileceğimiz iki tür kaygı<br />

vardır. Gerçeklik kaygısı, gerçeklik alanından gelir,<br />

gerçeklik alanına ilişkindir; geçim derdi, gelecek<br />

tasası, kaybetme duygusu, hastalık korkusu, vb.<br />

Bu endişe biçimi, belili yaş eşiğinin altındaki<br />

kişilerde daha çok görülür. Bu kişiler genellikle<br />

beden merkezli bir hayat yaşarlar, acıyı ve ıstırabı<br />

yeterince tanımazlar. Bu nedenle hastalık ve ölüm<br />

korkusu kendilerinde çok güçlüdür. En çok sağlıklı<br />

oldukları anda bile “keşke hatalık olmasaydı”, en<br />

çok mutlu oldukları anda bile “keşke sevdiklerimizi<br />

yitirmeseydik” diye düşünürler. Bir yanlarıyla<br />

boşlukta gibidirler, bunun rahatsızlığını yaşarlar.<br />

Kazanma, ele geçirme ve sahip olma tutkuları<br />

oldukça güçlüdür. Daha çoğuna sahip olma isteği<br />

kendilerini yorar, kazandıkça dünyaya olan açlıkları<br />

çoğalır. Dünyaya olan düşkünlükleri, kendilerinde<br />

kaybetmeye karşı bir korku oluşturur. İster zengin,<br />

ister yoksul olsun, geçim endişesi bir şekilde kendini<br />

hissettirir. “Daha çoğuna nasıl sahip olabilirim”,<br />

“Servetimi nasıl çoğaltabilirim”, “Sahip olduklarımı<br />

nasıl koruyabilirim” gibi sorular kendilerini meşgul<br />

eder. Sahip olamadığı nimetlerden dolayı hırslanırlar,<br />

sahip olanlara özenirler.<br />

Metafizik kaygıda ise gerçeklik alanını aşan,<br />

metafizik alana ilişkin sorulardan kaynaklanan<br />

endişeler söz konusu olur. Bu alana ilişkin korku<br />

ve kaygıda daha çok insan varlığının aşkın alana<br />

ilişkin dini ve felsefi nitelikli bağlantıları öne çıkar.<br />

Sorgu, hesap, cennet, cehennem gibi karşıt durumlar,<br />

kişiyi endişelendirir. Özellikle belirli bir yaş eşiğini<br />

aşmış olan kişilerde bu endişelere daha çok rastlanır.<br />

“Sonumuz ne olacak bizim”, “Tanrı’nın huzuruna<br />

nasıl çıkacağız”, “Hesabımız nasıl kesilecek”<br />

gibi. Kişi, bu noktada sürekli kendi yetersizliğini<br />

duyumsar. Pişmanlık duyar. Olduğundan daha iyi<br />

olamadığı için kendisini suçlar.<br />

33<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Bütün bu endişelerin temelinde insanın özgürlüğü<br />

ve bundan kaynaklanan geleceğin belirsizliği<br />

durumu vardır. Kaygılı olma hali, özgürlük ve<br />

beraberinde gelen belirsizlikten beslenir. Eğer<br />

gelecek açık ve belirgin olsaydı, kişi ne olacağını,<br />

ne yapıp nereye gideceğini bilseydi, bu tür soruları<br />

sorması için de bir neden kalmazdı. Endişe, hep<br />

bir özgürlük ve belirsizlik durumundan beslenir.<br />

Gerçeklik alanına ilişkin korku ve kaygı durumunda,<br />

kişi eninde sonunda korktuğu ve kaygılandığı<br />

durumlarla karşılaşır. Jaspers’in “varoluşun sınır<br />

durumları” (Grenzsituationen) dediği [8] her bir<br />

bireyin ister istemez yüzleşeceği acı yaşantıları<br />

ve tabii ki “varoluşun son imkânı” [9] olan ölüm,<br />

eninde sonunda gerçekleşecektir. Gerçeklik alanı,<br />

kaygının yurdudur. Geleceğin belirsizliği karşısında<br />

endişelenme, bir noktada gerekçesini bulur. O<br />

da insanın seçen, tercih eden, özgür bir varlık<br />

oluşudur. İnsan farklı davranış biçimleri arasında<br />

tercih yapma hakkına ve gücüne sahip bir varlık<br />

olmasaydı, o zaman bir bitkiden farkı kalmazdı; bu<br />

durumda kaygı duyması için de bir neden kalmazdı.<br />

Kaygı duyulacak her bir konunun temelinde insanın<br />

farklı bir varoluş biçimini tercih edebilme gücü<br />

vardır. <strong>Yunus</strong> da, aslında kimi zaman bir nasihat<br />

niteliği taşıyan mısralarında, insanın olgunlaşma ve<br />

olduğundan daha iyi olabilme ödevi üzerinde durur;<br />

iç-benlik’ten söz ederken bu olasılıktan hareket<br />

eder. Dünya hayatı, bir ihtimaller alanıdır. Kişi, bu<br />

ihtimaller arasından kendini seçecek, kendi varoluşu<br />

konusunda karar verecektir. Belirsizliğe şekil<br />

vermek, onu kendi kararıyla şekillendirmek insana<br />

kalmıştır. Bu belirsizlik durumu da gerçeklik korku<br />

ve kaygısını besler. Metafizik korku ve kaygıda da<br />

aynı durum söz konusudur. Onda da sonsuz hayata<br />

ve hesap gününe ilişkin kaygı duyulur. Bu alanda<br />

da hiçbir şey kesin değildir. Ne olursa olsun, kendi<br />

çabaları sonucu kendi kurtuluşunu kesinlemiş bir<br />

kişiye rastlanmaz. Sonsuz yaşama ilişkin belirsizlik<br />

de korku ve kaygı durumunu tetikler. Böylece<br />

insan, eğer farklı bir tutum geliştiremezse, yaşadığı<br />

olasılıklar evreninde, korku ve kaygının yuvası<br />

haline gelir.<br />

8. Karl Jaspers, Einfürhrung in die Philosophie,<br />

Piper, München, Zürich, 1953, s. 18.<br />

9. Martin Heidegger, Sein und Zeit, Max Niemeyer Verlag,<br />

Tübingen, 1967, s. 260, vd.<br />

2. Varoluşsal Genişleme: Umut<br />

Metafizik alana geçişte fanilik bilincinin önemli<br />

bir yeri vardır. Kişi fanilik bilincine ulaşırken<br />

metafizik alana giden yola da girmiş olur. Fanilik<br />

bilincine ulaşmak önemli bir eğitim, önemli bir<br />

bilgelik, önemli bir “erme”dir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre<br />

kendi faniliğini bilmeyen kişi, kendini de bilmez,<br />

kendilik bilincinden de yoksundur. [10] Bu, katı bir<br />

“cahillik” türüdür.<br />

Kişi gerçeklik kaygısını ancak metafizik sıçrama<br />

ile aşabilir. Metafizik sıçrama, en anlaşılabilir<br />

şekliyle, yeryüzündeki, gerçeklik alanındaki varoluşu<br />

metafizik bir ilkeye bağlamaktır. Bu metafizik ilgi<br />

ilerlemiş aşamalarda sevgiye dönüşür. Zira gerçeklik<br />

alanından başlayarak bir üst benliğe doğru ilerleyen<br />

kişi, metafizik ilke ile olan varoluşsal bağlarını<br />

keşfeder. İşte bu sevgi aşaması, ona bağışlayan, hoş<br />

gören, fedakârlık yapan, dünya düşkünlüğünden<br />

uzak duran erdemli bir kişi olma özelliği kazandırır.<br />

Bu özelliklerle birlikte gerçeklik alanına ilişkin kaygı<br />

da azalır. Şöyle der <strong>Yunus</strong>: “Dünyalığum yokdır<br />

dime bu gussayı öküş yime / Ma’şukı ger sevdün-ise<br />

gider gönlündeki gamı.” [11] Dünya rızkı nedeniyle<br />

kaygı duymak yersizdir. Cümle rızıklar Tanrı’nın<br />

nimetleridir. O, rızkı verendir. “Dün ü gün kaygular<br />

yirsin n’idiyeyin yoksulın dirsin / Ol cömerddür<br />

rızkun virür kaygu yimek nendür senün” [12] Bu<br />

yaklaşımın en güzel ifadesi, “yağma olsun” redifli<br />

şiiridir. Fedakârlık, feragat, iç dinginlik, kaygıdan<br />

kurtulmuşluk ve metafizik bağlanmışlık bu şiirde en<br />

üst düzeyde ifadesini bulur.<br />

İnsan varlığı dünyaya ölüm ile kayıtlıdır. Gittiği<br />

yer ve yön bellidir; bunu değiştirmesi ya da bu<br />

gerçekten kaçınması söz konusu değildir. <strong>Yunus</strong><br />

bunu, “Dünyaya gelen gider bâki kalası değül”<br />

diye belirtir. Korku ve kaygının en büyük nedeni,<br />

ölüm gerçeğidir. Ölüm bir yanıyla gerçeklik, bir<br />

yanıyla metafizik alana aittir. Ama tümüyle bireyin<br />

varlığı, varoluşu ile ilgilidir. Ölüm bir son mudur,<br />

yoksa başlangıç mı Gerçeklik alanı sonluluk ve<br />

yok olma halleriyle kişiye umutsuzluk verir. <strong>Yunus</strong>,<br />

ölümün ne olduğunu, insanlara ne yaptığını, ölüm<br />

haliyle insanın uğradığı temel dönüşümü gerçekçi<br />

bir bakış açısıyla betimler. [13] Ölümün halleri, bu<br />

10. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 79.<br />

11. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 160.<br />

12. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 92.<br />

13. Bkz. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 74, 75.<br />

34<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


akış açısından büyük bir çöküntü ve karamsarlık<br />

yaratır, insanı umutsuzluğa sevk eder. Zira insan<br />

varlığının ortadan kalkması, sona ermesi söz<br />

konusudur. Ölüm karşısında, korku bir refleks olarak<br />

kendini hissettirir. Kişi ölümden korkar, irkilir. Bu<br />

onun doğasında olan bir duygudur. Korku, varlığın<br />

ve soyun devamı açısından gereklidir, önemlidir.<br />

Kişi, korkuyla varlığını korumayı öğrenir. Ama<br />

ölüm, korumanın kalktığı, korumanın yetmediği bir<br />

durumdur. Kişi bu noktada yapacak bir şey bulamaz.<br />

Bu gerçek karşısında varoluşun ne olacağına ilişkin<br />

soru, kaygı ve korku nedeni olara ortaya çıkar.<br />

Bu kaygı, <strong>Yunus</strong>’un şiirinde şu şekilde dile gelir:<br />

“Korkadurun ölümden cümle toğan ölmişdür.”<br />

Bir başka şiirinde de şöyle seslenir: “İy yaranlar<br />

iy kardaşlar korkaram ben ölem diyü / Öldümi<br />

kayırmazam itdüğüğmü bulam diyü.” [14] Gerçeklik<br />

alanı içinde, salt bu alandan türeyen bir umuda yer<br />

yoktur. Zira her umut, bir yıkımla son bulur. Sonlu<br />

ve sınırlı bir varlık içinde bir tükeniş, adım adım<br />

gerileyiş söz konusudur. Gerçeklik alanının beden<br />

öncelikli yaşamı, her zaman yaşlanmayı, hastalığı<br />

ve ölümü daha yakından hisseder. Zira beden ölümlü<br />

bir unsurdur. Ölüm ona yöneliktir. Varoluş, bedensel<br />

gerçeklikle tanımlandığında, ölüm aşılmaz bir engel<br />

olarak ortaya çıkar.<br />

Dünyaya gerçekçi bir şekilde bağlananlar, en<br />

sonunda hayatın bu katı gerçeği ile yüzleşirler.<br />

Burada umuda yer yoktur. Metafizik bakış, sonsuzluk<br />

anlayışı ile kişiyi umutsuzluktan ve karamsarlıktan<br />

kurtarır, umut ışığı olur. Metafizik tutum, insanı<br />

bu katı gerçeğin ötesine taşır. Bu alan, sonsuzluk<br />

alanıdır. Kişi bu gerçeküstü durumda umuda<br />

ulaşabilmektedir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, şiirlerinde, korku,<br />

kaygı ve umutsuzluk biçimlerine karşı, gerçeklik<br />

alanının dışından, metafizik alandan, bir bakış açısı<br />

getirmeye, farklı bir tutum geliştirmeye çalışır. İşte<br />

umutsuzluğa karşı umudu, kaygıya karşı sevinci<br />

öne çıkaran, metafizik bakış açısıdır. Kaygının<br />

ve korkunun yenilmesi ölümsüzlük öğesiyle<br />

mümkündür. <strong>Yunus</strong>, “Ko ölüm endişesin âşık ölmez<br />

bâkıdür / Ölüm âşıkun nesi çün nûr-ı ilâhidür…<br />

Ölmekten ne korkarsın çünki Hakk’a yararsın /<br />

Bil ki ebedi varsın bu söz fâsid da’vidür” derken<br />

korku ve kaygıyı gidermeye çalışır. Aynı duygu şu<br />

mısralarda da dile gelir: “Ma’ni eri bu yolda melul<br />

olası değül / Ma’niyi tanıyan gönüller hergiz ölesi<br />

14. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 73, 128.<br />

değül / Ten fânidür can ölmez gidenler girü gelmez<br />

/ Ölür ise ten ölür canlar ölesi değül.” [15] Sonsuzluk<br />

sıçraması, ölüm karşısında duyulan kaygıyı yok<br />

eder, varoluşsal daralmayı genişletir. Bu önemli bir<br />

tutumdur. Bu bilişsel dönüşümü gerçekleştiren kişi<br />

varlık ve zaman içinde, kendi varoluşunu farklı bir<br />

tarzda algılamaya başlar.<br />

Metafizik boyutta ölümsüzlük tanınır tanınmasına,<br />

ancak burada da farklı bir endişe kendini hissettirir:<br />

“Sonsuz hayatta ne olacak” sorusu kişiyi meşgul<br />

eder. <strong>Yunus</strong>, “Aşık ölmez bâkidür”, “Uçmağında<br />

gözüm yok” derken, metafizik korku karşısında<br />

umuda, iyimserliğe dayalı bir tutum geliştirir. Bu<br />

durumda kişisel benliğin mutlak benliğe kavuşması<br />

söz konusudur. Bu, korku ve kaygıyı gideren bir<br />

kavuşmadır. “Nitekim ben beni bildüm bu oldı kim<br />

Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncadı korkudan<br />

kurtuldum ahi” der. [16] Bu, sevgi ile aşkın benlikte<br />

kendini ifade etme halidir. Kişi, sevgi ile metafizik<br />

alana sıçrar ve burada aşkın benliğe doğru ilerler.<br />

İşte bu yükseliş, hem gerçeklik korkusunu, hem<br />

de metafizik korkuyu yok eder. <strong>Yunus</strong>, “Kime kim<br />

ışk urdı ok gussay-ı-ıla kaygu yok” der. [17] O, aşkı,<br />

kaygıyı gideren bir unsur olarak görür. Buna göre<br />

kaygının türediği kaynaklardan biri sevgisizliktir,<br />

aşksızlıktır. Aşk ve sevgi hayatın anlamını da<br />

türetir. Ne var ki, burada <strong>Yunus</strong>’un aşk derken ne<br />

anladığını ortaya koymak gerekir. Aşk, “sonsuzluk<br />

sıçraması”dır. Sıçramayı yapan kişi, aşka tutulmuştur.<br />

Hatta şu söylenebilir: Sonsuzluk sıçraması, bir aşk<br />

sıçramasıdır, aşkla olan bir sıçramadır. Aşk olmadan<br />

sonsuzluk sıçraması olmaz. Sıçramanın enerjisini,<br />

gücünü aşk oluşturur. İlk önce aşk olacak, sonra<br />

sonsuzluk sıçraması. Aşk, sıçramanın güçlü yakıtıdır.<br />

Gerçekçi bakışın, kendi başına umuda ulaşması<br />

nerdeyse imkânsızdır. Umutsuzluğun kaynağı,<br />

gerçekçi bakış açısıdır. Onda varoluşun sınır<br />

durumları ortaya çıkar, insanın sonlu ve sınırlı varlığı,<br />

çıplak bir gerçeklik olarak görünür. Umut, hastalığa,<br />

ayrılığa, ölüme, yıkıma takılır. Gerçekçi bakış, hayatı<br />

sonlu ve sınırlı yönüyle tanır. Sonlu ve sınırlı hayat,<br />

metafizik bakışta, metafizik evrene taşınan ve orada<br />

sonsuzluk anlayışı içinde yeniden konumlanan bir<br />

varoluş durumu söz konusudur. <strong>Yunus</strong>, bu metafizik<br />

varoluşu “aşk” hali ile açıklar. Aşk demek, umut<br />

15. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 96.<br />

16. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 151.<br />

17. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 89.<br />

35<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


demektir, ölümsüzlük ve sonsuzluk demektir. Aşk<br />

demek sonsuzluğu solumak ve aşkın bilinçle iletişime<br />

geçmek demektir. Ölüm gerçeği karşısında yanlış<br />

olan, insanın bu dünyaya bağlanış biçimidir. Bu<br />

bağlanış biçimi bir ölümsüzlük duygusunda kökenini<br />

bulur. İnsanı yanıltan bu histir. İnsan, dünyaya bir<br />

fanilik bilinci içinde konumlandığından, dünya ile,<br />

kendisi ile ve diğer insanlarla olan diyaloğunu bir<br />

fanilik bilinci dâhilinde geliştirdiğinde doğru bir<br />

varoluş tutumuna erişmiş olur. Varoluş yanılgısının<br />

en büyüğü hayata sonsuzmuş gibi bağlanmaktan<br />

kaynaklanır. Acı ve hayal kırıklıklarının temelinde<br />

bu gerçeği tanımamak vardır. <strong>Yunus</strong>, ölüm ve<br />

ölümsüzlükten söz ederken bu temel yanılgıyı<br />

netleştirmeye, belirgin hale getirmeye çalışır.<br />

Metafizik sıçrama nasıl gerçekleşir Bir aşk<br />

eylemi olan sıçrama nasıl gerçekleşir <strong>Yunus</strong>,<br />

“dünyada iken ölmek”ten söz eder. Bu eylem,<br />

aşkınlaşmanın, sonsuzluk sıçramasının bir parçasını<br />

oluşturur. Dünyada iken ölen, korku ve kaygıyı<br />

yenmiş biridir. <strong>Yunus</strong>, “Hakkı bilmek gerek Hak<br />

haberin almak gerek / Bundayiken ölmek gerek varup<br />

anda ölmez ala.” derken [18] gerçeklik korkusunun<br />

nasıl aşılabileceğinin yöntemini gösterir. Bu da<br />

öncelikle kendi faniliğinin tanınması ve metafizik<br />

bağlanmanın gerçekleşmesi ile mümkündür. Ancak,<br />

bu hal o kadar basit değildir. Zira sıçrama durumu<br />

olan aşk, gördüğü değil, görmediği bir varlığa sevgi<br />

duyar. “İç-göz”ün, “gönül gözü”nün açılması, bu<br />

sevgiyi geliştirir. Kişi, baş gözü ile değil, gönül gözü<br />

ile görmeye başlar. Duygusal, ruhsal ve zihinsel<br />

olarak gelişir, duyusal olanı aşar. Bu üst yaşantı<br />

durumunda, insanlara ve tüm yaratıklara sevgi ve<br />

şefkat duymak söz konudur. Bu aşamaya gelebilmiş<br />

kişi ölüm kaygısı ve geçim tasası duymaz. Gerçeklik<br />

alanından kaynaklanan korku ve kaygıları aşar.<br />

Metafizik alan, kişinin korkulardan, kaygılardan<br />

sıyrıldığı, hayatı ve ölümü, sonluluğu ve sonsuzluğu,<br />

yaratanı ve yaratılanı birlik içinde gördüğü bir<br />

hikmet, dinginlik ve aşkınlık boyutudur.<br />

<strong>Yunus</strong>’un şiiri giderek ölümsüzlük inancıyla<br />

birlikte gelen sevince ve umuda açılır. Bu, yalnız<br />

sonsuz benliğe değil, dünyasal benliğe de güçlü bir<br />

katkıdır. Bu havayı soluyan benlik artık korkuyu ve<br />

umutsuzluğu tanımayacak, sonsuzluk duygusunun<br />

esenliğini her an kendinde hissedecek, sonlu ve<br />

dünyasal benliğini, sonsuz benle ifade etmeyi ve bu<br />

18. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 138.<br />

şekilde algılamayı başaracaktır. Bu husus, dünyanın<br />

tutsaklığından kurtulmadır, gerçek özgürlüktür. Ama<br />

yine de Tanrı ile olan bireysel ilişkisi kişiyi gerçeklik<br />

alanına ilişkin varoluş durumlarından (ölümden,<br />

acıdan ve hastalıktan) emin kılmaz. Birey ve Tanrı<br />

arasındaki ilişki, dünyasal çıkarlar üzerine kurulmaz.<br />

Bu bağlanma, bir sonsuzluk anlayışı çerçevesinde<br />

ortaya çıkar. “İy Tanrı’yı bilenler can Hakk’a kurban<br />

kılanlar / Ölü değildür bu canlar ışk gölinde gezedurur”<br />

[19] Metafizik gerçeğe erişmekle birlikte korku<br />

durumu azalır. “Nitekim ben beni bildüm yakın bil<br />

kim Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncaydı şimdi<br />

korkudan kurtuldum… Hiç ayruk ben korkımazam<br />

ya bir zerre kayurmazam / Ben imdi kimden korkayın<br />

korkduğum ıla yar oldum.” [20] Aşk, bu arınma<br />

halinin koşuludur. Ölüm, seven kişiyi, sevgilisine<br />

kavuştururken bir köprü gibidir. Bu algılayış<br />

biçiminde ölüm farklı bir anlamla ortaya çıkar. O,<br />

ölüm değil ölümsüzlük, fanilik değil ebedi yaşamdır.<br />

Aşk varsa umutsuzluk yoktur, aşk varsa sonluluk<br />

yoktur, aşk varsa ölüm yoktur. Sonluluk da, fanilik<br />

de, umutsuzluk da aşksızlıktan gelir. Aşkla birlikte<br />

umutsuzluk umuda, sonluluk sonsuzluğa dönüşür.<br />

Aşk bir simya eylemi gibidir; eti kemiği insana<br />

dönüştürür, ölümlü bedeni ölümsüz kılar. Bu güçlü<br />

simya eyleminde her şey yeni bir anlamla ortaya<br />

çıkar.<br />

Sonuç<br />

Ölüm, hastalık, geçim derdi gibi kişiyi korku<br />

ve kaygıya sevk eden çeşitli nedenler vardır. O,<br />

varlığını tehdit eden bu durumlar karşısında kaygı<br />

duyar, korkuya kapılır. Transsendental terapi, söz<br />

konusu durumlar karşısında, bilincin yeniden<br />

yapılanması, sonluluk ve sınırlılık içinde değil,<br />

sonsuzluk ve ölümsüzlük duygusu içinde zihnin<br />

yeniden yönelim kazanmasıdır. Bilincin dönüşümü<br />

sonucunda, korku ve kaygı nedeni olan ne varsa,<br />

sorun olmaktan çıkar. Ancak “ballar balı”nı bulan<br />

kişi “kovanım yağma olsun” diyebilir, ancak “canlar<br />

cânı”nı bulan “bu cânım yağma olsun”, “demânum<br />

yağma olsun” diyebilir. [21] Pek çok ruhsal, zihinsel<br />

ve duygusal sorunun temelinde bulunan hırs,<br />

dünyaya düşkünlük, sonsuzluk sıçraması ile ölçülü<br />

bir isteğe yerini bırakır. Kişi, kendisini her an baskı<br />

19. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 77.<br />

20. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 103.<br />

21. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 119.<br />

36<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


altında tutan tutkuların, hırsların, arzuların, bencil<br />

ve bedensel bir yaşantının etkisinden kurtularak,<br />

bir rüyadan uyanır gibi uyanır, hafifler. Bu kapı,<br />

“Ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin, varlığım<br />

Tanrı’nın güvencesi altında!” diyebilen kişilere<br />

açılır. Bunu söylemek, sorunu sorun, kaygıyı kaygı,<br />

korkuyu korku olmaktan çıkarır. Hastalık hastalık,<br />

ölüm ölüm, ihtiyarlık ihtiyarlık olmaktan çıkar. Bu<br />

simya eylemiyle dert dermana, korku sevince, sonlu<br />

sonsuza dönüşmeye başlar. Varoluşun yelkeni umut<br />

rüzgârı ile dolar.<br />

Beden, ruhun yeryüzündeki yolculuğunda koşul<br />

durumundadır. İnsan olmak, bir bedenle birlikte<br />

olmaktır. Kişi, orada konumlanmadan, bir bedende<br />

cisimleşmeden ve tekrar ondan sıyrılmadan kişi<br />

olamaz, Tanrı’ya ulaşamaz. Beden, insan olmanın<br />

koşuludur; ancak insanlık tözü, ruhta ortaya çıkar.<br />

“Biz uçar kuş idük vücud can budağıdur” der <strong>Yunus</strong>.<br />

Beden, kuşun bir müddet konduğu ağaç gibidir.<br />

Beden önemlidir, ancak beden öncelikli bir yaşam<br />

sürmek kişiye umutsuzluk verir. Bu, sonlu bir hayattır,<br />

sonlu bir yaşama biçimidir. İnsan bu dünyada sonsuz<br />

bir varlıkmış gibi değil, sonlu bir varlıkmış gibi<br />

yaşamalıdır; ancak o zaman kendi doğasıyla uyumlu<br />

bir yaşam sürmüş olur. “Son menzilün ölmek-durur<br />

tuymadunsa ışkdan eser” [22] diyen <strong>Yunus</strong>, ölüm ve<br />

umutsuzluk hallerinin, canında aşk eseri taşımayanlar<br />

için olduğunu belirtir. Aşk, ruha her an yeniden hayat<br />

veren, ölürken bile kişiyi ölümlü bir can olmaktan<br />

koruyan, hayatı tazeleyen, onu bir sevinç ve umut<br />

anı yapan, nihayetinde insandaki ilahi tözü kendi<br />

kaynağına bağlayan bir köprüdür.<br />

Umutsuzluk daha çok içinde yaşanılan bu<br />

evrene, bu gerçeklik alanına ilişkindir, buraya bağlı<br />

kalmaktan ve farklı bir tutum geliştirmemekten<br />

kaynaklanır. <strong>Yunus</strong> korku, kaygı ve umutsuzluk<br />

halini sevgi ve umuda aykırı görür. Bunlar<br />

birbirlerini yok eden durumlardır; sevgi ve umut<br />

varsa korku ve kaygı, korku ve kaygı varsa sevgi<br />

ve umut yoktur. Korku ve kaygı, sevgi ve umuttaki<br />

eksikliktir. <strong>Yunus</strong>’u okurken, ister istemez şöyle bir<br />

duygu ediniriz: Tanrı, insanı yaratmakla, insanı insan<br />

olarak yaratmakla, yokluktan varlığa çıkarmış ve ona<br />

ayrıcalık tanımıştır. Varolmak, bir taş bile olsa, kendi<br />

başına bir değerdir. Zira varolmak, tanrısal tasavvurda<br />

varolmaktır. Bu da kendi başına ifadesi mümkün<br />

olamayan bir değerdir. O’nun, insanı, sonsuz hayata<br />

22. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 54.<br />

katması, kendi sonsuzluğunda yeniden var kılması,<br />

ihsanın kendisidir; bu asıl sürpriz olacaktır.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin ortaya koyduğu bu duyarlık, bir<br />

zihin eğitimidir. Bu eğitimle kişi olgunlaşır, şahsiyet<br />

ve güzel ahlak sahibi olur. Transsendental terapi,<br />

sıradan anlamıyla bir iyileştirme faaliyeti değil,<br />

zihnin, duyguların, kişiliğin, benliğin arınması,<br />

olgunlaşması ve sonsuzlaşması olayıdır. Ona sadece<br />

içinde bir varoluş sızısı duyanlar değil, olgunlaşma<br />

ve iyi insan olma yolunda çabalayan herkes ihtiyaç<br />

duyar. Bu dönüşüm sadece duygularda, sadece<br />

zihinde, sadece düşünme ve algılama biçiminde,<br />

sadece isteme tarzında ortaya çıkmaz; bunların<br />

hepsinde birden ortaya çıkar; bir bütün olarak insanda,<br />

insan olmada, insan olmanın anlamında ortaya çıkar.<br />

Bu köklü dönüşüm benliğin dağılması anlamına<br />

gelmez, aksine bir üst benlikte yeniden dirilmesi<br />

anlamına gelir. Burada savuna mekanizmalarının<br />

yerini sevme, acıma, merhamet, feragat, hoş görme,<br />

bağışlama ve empati tutumları alır. Kişi bu evrende<br />

kendini tehdit altında hissetmez, güven içinde<br />

hisseder. Rilke, kendini yumuşak ve güvenli bir<br />

uykunun kucağına bırakan çocuk için anneyi “güven<br />

ışığı”, “dostça parlayan gece lambası” olarak tasvir<br />

eder. [23] Bu güven ışığı ile çocuk kendini rahat ve<br />

dingin hisseder. İşte, Tanrı da bu dünyada korku ve<br />

kaygı ile gerilen kişi için güven ışığıdır, umuttur.<br />

Zenginlikte ve fakirlikte, gençlikte ve ihtiyarlıkta,<br />

sağlıkta ve hastalıkta, hayatta ve ölümde; fark<br />

etmez, hep böyledir bu. Güven ışığı dostça parlayan,<br />

koruyucu, var edici bir kaynaktır. Varlığı besleyen<br />

ana damardır. Kişinin, dünyadaki varlığının ancak<br />

kendisi ile açıklanabildiği ana ilkedir.<br />

Görüleceği üzere, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de, gerçeklik<br />

korku ve kaygısıyla ile daralmaya uğrayan varoluş,<br />

sonsuzluk sıçraması ile genişlemeye kavuşur.<br />

Sonsuzluk sıçraması ile sonlu ve sınırlı varoluş<br />

yeniden nefes almaya, yeniden ufuk kazanmaya<br />

başlar. Kişi sıçrama ile dünyayı, insanı, varoluşu,<br />

yeniden anlamaya, yeniden hissetmeye, yeni baştan<br />

yaşamaya ihtiyaç duyar. Bu da artık farklı bir varoluş<br />

evresine girmiş olmak, farklı bir varoluş ekseninde<br />

yer almak demektir. Böylece benlik, yeni bir açılıma<br />

kavuşur. Artık bu sonlu ve sınırlı bir benlik değil,<br />

aşkın ve sonsuz bir benlik olacaktır.■<br />

23. Rainer Maria Rilke, Duineser Elegien (Elegies From<br />

The Castle Of Duino), Hogarth Press, London, 1931, s. 33.<br />

37<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


NÂMIK AÇIKGÖZ*<br />

<strong>Yunus</strong> yorumlarındaki<br />

dil, şiirlerdekinden<br />

daha soyut ve<br />

yaşanmışlık izlerinden<br />

uzaklaşmış, heyecansız,<br />

sıradan ve donuk<br />

bir dildir. Şiirlerinin<br />

yorumlarını <strong>Yunus</strong><br />

görse, tanıyamaz.<br />

Bu yüzden, <strong>Yunus</strong><br />

şiirlerini okurken<br />

beşerî gerçeklikten<br />

uzaklaşmayan ve<br />

şiirlerdeki vecd ve<br />

heyecanı yansıtan bir<br />

dil kullanmak şarttır.<br />

Türk şiiri Anadolu coğrafyasında oluşurken,<br />

teknik olarak gelenekten faydalanmış<br />

fakat muhteva olarak değişip dönüşmüştür.<br />

Bu dönüşüm, Ahmed-i Yesevî (1093-1166) ile<br />

başlamış ve Ahmed-i Yesevî, şiir tekniğinde, her<br />

ne kadar geleneği kullansa da, muhtevada İslam<br />

tasavvufu işlenmesinin ilk örneğini vermiştir.<br />

Yesevî’de didaktisizm ön plana çıkarken, tasavvufi<br />

şiirin ses ve muhteva itibariyle mükemmele<br />

ulaşması için aradan yaklaşık 200 yıl geçmesi ve<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> (1240-1321)’nin ortaya çıkması gerekiyordu.<br />

İslam medeniyeti dairesinde geçen bu<br />

200 yıl, Türkçeye yeni kavramlar kazandırmıştır.<br />

Ses ve anlam dünyası zenginleşen Türkçe, 13.<br />

yüzyılın ortasına doğru, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirini<br />

doğurmuştur.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, şiirinde, 400 yıllık bir İslami<br />

birikimle ve doğrudan beslendiği tasavvufla samimiyeti<br />

ve beşerî his ve hasletleri birleştirme<br />

başarısı göstermiştir. Şairanelikten ziyade, sözün<br />

büyüsünü fark eden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, beşerî his ve<br />

haslet zenginliği ve dilindeki samimiyetle, etkisi<br />

* Prof. Dr. Muğla Ü. Ed.Fak. Öğrt. Ü.<br />

38<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


yüzyıllarca sürecek bir şair olarak Türk edebiyatında<br />

yer almıştır. Şüphesiz, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi edebiyat<br />

tarihine mâl eden tek özellik, tasavvufi şiir<br />

söylemesi değil, muhteva ve ses olarak güçlü şiirler<br />

söylemesidir. <strong>Yunus</strong>’un her şiirinin tasavvufi<br />

muhtevalı olduğunu söylemek mümkün değildir.<br />

Tasavvufi de olsa, tasavvuf dışında da olsa, <strong>Yunus</strong><br />

şiirleri, her şeyden önce “insani” şiirlerdir; hatta<br />

tasavvufi şiirlerinde bile, “insani” olmak, tasavvufi<br />

olmanın önüne geçer.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, bütün insanlık için, en geçerli acı<br />

kaynağı olan “genç ölümleri” için şöyle diyordu:<br />

Bu dünyada bir nesneye yanar için göynür<br />

özüm<br />

Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi<br />

<strong>Yunus</strong> bu beytinde, genç ölümlerinin acısını,<br />

yüreğinin derinliklerinde hisseden herkesin hislerine<br />

tercüman olmuştur. Beyitte dile getirilen acı,<br />

din, milliyet, renk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin,<br />

tüm insanlığın ortak acısıdır.<br />

Aynı şiirin bir başka beytinde ise <strong>Yunus</strong>, görünüşte<br />

çok basit ama insanlık için çok önemli olan<br />

“hasta ziyareti”ni işler:<br />

Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise<br />

Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi<br />

Bu beyit de, herhangi bir dinî öğretiyi değil,<br />

bütün farklılıkları ortadan kaldıran bir psikolojiyi<br />

yansıtır.<br />

<strong>Yunus</strong>’un,<br />

Bir garip ölmüş diyeler<br />

Üç günden sonra duyalar<br />

Soğuk su ile yuyalar<br />

Şöyle garip bencileyin<br />

mısralarındaki “garip ölümü”, yer kürenin her<br />

tarafında rastlanabilecek ve herkesi üzecek bir<br />

ölüm şeklidir.<br />

Pek çok şiirinde, doğrudan “insani olan”ı anlatan<br />

<strong>Yunus</strong>, tasavvufi şiirlerinde de, insandan ve<br />

insan duygularından hiç uzaklaşmamıştır.<br />

<strong>Yunus</strong>, muhteva ve fonksiyon itibariyle tasavvufi<br />

olan; ancak içinde hiç dinî-tasavvufi bir kelime<br />

zikredilmeyen şu şiirini, baştan sona “insanilik<br />

merkezli” bir anlayışla söylemiştir:<br />

Taştın yine deli gönül<br />

Sular gibi çağlar mısın<br />

Aktın yine kanlı yaşım<br />

Yollarımı bağlar mısın<br />

Nidem elim ermez yâre<br />

Bulunmaz derdime çare<br />

Oldum ilimden avare<br />

Beni bunda eğler misin<br />

Yavu kıldım ben yoldaşı<br />

Onulmaz bağrımın başı<br />

Gözlerimin kanlı yaşı<br />

Irmağ olup çağlar mısın<br />

Ben toprak oldum yolunda<br />

Sen aşırı gözetirsin<br />

Şu karşıma göğüs geren<br />

Taş bağırlı dağlar mısın<br />

Harami gibi yoluma<br />

Aykırı inen karlı dağ<br />

Ben yârimden ayrı düştüm<br />

Sen yolumu bağlar mısın<br />

Karlı dağların başında<br />

Salkım salkım olan bulut<br />

Saçın çözüp benim içün<br />

Yaşın yaşın ağlar mısın<br />

Esridi <strong>Yunus</strong>’un canı<br />

Yoldayım illerim kanı<br />

<strong>Yunus</strong> düşte gördü seni<br />

Sayru musun sağlar mısın<br />

Bu şiirde, anlam örgüsü, zaman zaman tasavvufa<br />

açıktır. <strong>Yunus</strong>, şiirde zikredilen “yâr, yoldaş,<br />

il” kelimelerini, “sevgili, yola beraber çıkılan kişi,<br />

memleket” anlamlarında; yani normal bir insanın<br />

günlük dilde kullandığı kelimeler gibi kullanıyor-<br />

39<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


sa da, bu kelimelere yüklediği anlam tasavvufidir.<br />

O, “yâr” ve “yoldaş” kelimeleri ile Allah’ı,<br />

“il” kelimesi ile de Allah katı’nı ve elest bezmini<br />

sembolize etmektedir. Şiirde, bu kelimeler yerine,<br />

doğrudan dinî kelimeler kullanılsaydı; yani<br />

“Allah” lafzı ve “bezm-i elest” tamlaması kullanılsaydı,<br />

şiir lirizmini kaybeder, didaktik bir şiir<br />

hâline gelirdi. <strong>Yunus</strong>, Türkçenin 400 yıldan beri<br />

yoğurduğu İslamiyet hamurundaki kavramlar ile,<br />

günlük dilde, yoğun olarak kullanılan kelimeleri<br />

özdeşleştirerek, kelimelerin anlam ve çağrışımlarındaki<br />

güce tasavvufi bir anlam da katmıştır<br />

ve âdeta sade bir insanın kendi kendine konuşmasına<br />

benzeyen bir şiir metni oluşturmuştur.<br />

Şiirde işlenen özlem de samimi bir şekilde itiraf<br />

edilince, tasavvufi kurgu, beşerileştirilerek anlatılmıştır.<br />

Şiirdeki lirizm ve insanilik, İlahî olanla<br />

beşerî olanın özdeşleştirilmesiyle oluşmuştur.<br />

Artık şiirde anlatılan kavramlar, uzak ve yabancı<br />

birer kavram olmaktan çıkmış, sevgilisine karşı<br />

derin özlemler çeken bir insanın duygularıyla<br />

aynîleşmiştir. Yani, <strong>Yunus</strong>, beşerî planda da herkesin<br />

yaşayabileceği bir duygu aracılığıyla, İlahî<br />

özlemi anlatmıştır.<br />

Şiirin diğer kelimeleri, zaten, derin ve acı özlem<br />

duygusu yaşayan bir insanın hikâyesini anlatır<br />

gibidir. İlk mısrada taşan deli gönül, son dörtlüğün<br />

ilk mısraında bu taşkınlıkla esrimiş, sarhoş<br />

olmuş, aradaki kelimeler de taşkınlık ve esrime<br />

arasındaki beşerî maceranın ifade edildiği yerler<br />

olmuştur. Suların çağlaması, kanlı yaşların akıtılması,<br />

yâre kavuşulamaması, kavuşmadaki çaresizlik<br />

ve bunun yol açtığı avarelik, bu avarelikle<br />

yol arkadaşını bile kaybetmiş olmak ve bundan<br />

dolayı onulmaz dertlere düşerek kanlı gözyaşlarının<br />

dökülmesi, âşığın, sevgilinin yolunda toprak<br />

olması ama sevgilinin ona yüz vermemesi, bu<br />

arada, taş bağırlı dağların yolları kesip sevgiliye<br />

kavuşmaya engel olması; bu dağın, yol kesen bir<br />

harami gibi olması; karlı dağ başlarındaki bulutların<br />

yas tutarcasına gizli gizli ağlayarak âşığın<br />

sevgiliye kavuşamamasına ağlaması ve sonunda,<br />

bu aşk ile sarhoş olan âşığın bir yandan sevgilisine<br />

kavuşamaması, öbür yandan da kendi memleketini<br />

de terk etmiş olması ve sevgiliyi ancak<br />

düşünde görüp hâl hatır sorması gibi olaylar ve<br />

bu olayların anlatılması için kullanılan kelimeler,<br />

ilk bakışta, herkesin yaşama ihtimali bulunan,<br />

sade bir kavuşamama olgusunu anlatmaktadır.<br />

Allah’ın hastalıktan münezzeh olduğunu bilen<br />

bir kulun Allah’a hasta olup olmadığını sorması<br />

mümkün olamayacağına göre, <strong>Yunus</strong> şiirinin<br />

sonundaki “Sayru musun sağlar mısın” mısraı<br />

ile, okuyucuyu, beşerî alanda kilitleme intibaı<br />

vermiştir. Yani <strong>Yunus</strong>, son derece beşerî bir olayı<br />

anlatır gibidir. Özlem, kavuşmak için çekilen sıkıntılar,<br />

dağlar, kanlı yaşlar, gizli gizli ağlamalar,<br />

aşkla yanıp kavrulan ve kavuşma arzusunun coşkunluğu,<br />

şiirin ana çatısını meydana getirirken,<br />

<strong>Yunus</strong>, bu duygu ve olayları, ırmak, dağ, bulut,<br />

yağmur gibi, gündelik hayatın en yakın unsurlarıyla<br />

ilişkili bir şekilde anlatmaktadır. <strong>Yunus</strong>’un<br />

kelime hazinesinde, “yâr” ve “yoldaş” kelimelerinin,<br />

tasavvufi anlamını bilmeyen birisi için bu<br />

şiir, lirik ve pastoral bir özlem şiiri olmaktan öte<br />

geçemez. Fakat “yâr” ve “yoldaş” kelimelerine,<br />

Allah sevgisinin yüklendiğinin bilinmesi, bu şiire,<br />

hem beşerî hem de İlahî olarak; yani iki boyutlu<br />

bir zenginli katar.<br />

Şiirdeki,<br />

Karlı dağların başında<br />

Salkım salkım olan bulut<br />

Saçın çözüp benim içün<br />

Yaşın yaşın ağlar mısın<br />

mısraları, pastorallik ve anlam kurgulaması açısından,<br />

metnin en yoğun kısmıdır. <strong>Yunus</strong> burada,<br />

karlı dağlar ve bu dağların başına kümelenmiş<br />

kara bulutlardan söz ederken, bir siyah-beyaz<br />

gerilimi de yapmaktadır. Bulutlardan yağan yağmurun<br />

saçlara benzetilmesi ve arkasından da gizli<br />

gizli ağlamanın zikredilmesi, bir kadının, saçlarını<br />

dağıtarak yas tutmasını çağrıştırır ki bu tablo,<br />

şiirdeki özlemin yol açtığı hüznün ifadesi açısından,<br />

son derece etkilidir.<br />

Dikkat edilirse, <strong>Yunus</strong> bu şiirinde, İlahî olanı,<br />

beşerî olanla ifade etmiştir. Başarısı, basit ve<br />

gündelik olan bir duygu silsilesini, tekellüfsüz bir<br />

şekilde İlahî olana dönüştürmesinde yatmaktadır.<br />

40<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Okuyucuyu etkileyen de lirik-pastoral atmosfer<br />

içine gizlenmiş ve sanki sıradan bir olay anlatılıyormuş<br />

intibaı veren kurgunun, aslında kolayca<br />

tasavvufi boyuta dönüşebilmesidir.<br />

<strong>Yunus</strong>, günlük ve sade bir olgudan tasavvufi<br />

alana geçmeyi, en yaygın şiirlerinden birinde,<br />

Cennet cennet dedikleri<br />

Birkaç köşkle birkaç huri<br />

İsteyene ver sen anı<br />

Bana seni gerek seni<br />

mısralarında da başarmıştır. <strong>Yunus</strong>, bu mısralarında,<br />

vaat edilenden daha büyük bir ödülün peşinde<br />

olan bir insan portresi çizmiştir. Bütün insanların<br />

peşinde olduğu şeyle tatmin olmayan, daha<br />

büyük bir ödül isteyen <strong>Yunus</strong>, böyle bir dilekte<br />

bulunarak, içinde yaşadığı toplumun sıradanlaştırıcı<br />

etkisinden kurtulan bir portre çizmiştir.<br />

Fakat bunu yaparken bile mısralardaki gerilim,<br />

<strong>Yunus</strong>’un, amacını, sıradanlaştırıcı ve yaygın bir<br />

kavram alanına ait olan “birkaç köşk, birkaç huri”<br />

gibi kelimeler aracılığıyla ifade etmesinde yatar.<br />

Tasavvufun fenâfillah-bekâbillah makamlarına<br />

ulaşmayı telkin etme özelliğinin dile getirildiği<br />

bu mısralar, o kadar etkili olmuştur ki, <strong>Yunus</strong>’tan<br />

yaklaşık 200 sene sonra yaşayan Fuzuli (1483-<br />

1556),<br />

Belâ-yı aşk u derd-i dost terkin kılmazam zâhid<br />

Ne müştâk-ı behiştem sen kimi ne tâlib-i hûrem<br />

beytini söyleyerek, bu anlayışın devamlılığını<br />

sağlamıştır. Hem de, Ebussud Efendi (1490-<br />

1574)’nin, <strong>Yunus</strong>’un bu mısralarını ilahi olarak<br />

okutan şeyhin, okuyan dervişlerin ve hatta bunu<br />

duyup da engel olmayan komşuların katledilmesi<br />

için fetva verdiği bir çağda söylemiştir.<br />

Sonuç yerine<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirleri, şüphesiz bir vecd<br />

hâlinin ifadesidir. <strong>Yunus</strong>, bu vecd anlarında, sanki<br />

insanın özü ile yüz yüze gelmiş ve bu yüzleşmenin<br />

doğurduğu hisleri şiire yansıtmış gibidir.<br />

Tabii, <strong>Yunus</strong>’un yüzleşmesi, bir yandan insani<br />

olduğu gibi öbür yandan da İlahî’dir ve “mutlak<br />

gerçek”in sırrına ermektir. Her iki yönün de mecz<br />

edildiği şiirlerde sonradan öğrenilen tasavvuf,<br />

doğal olan beşerî his ve hasletler çerçevesinde<br />

işlenmiştir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirleri yorumlanırken,<br />

yerleşik “mutasavvıf şair” tanımının getirdiği sınırlayıcı<br />

dil, ondaki insan gerçeğinin görülmesini<br />

engellemektedir. Bu tespiti, basit bir hümanizm<br />

ile ifade etmek de, en az “mutasavvıf şair” sınırlaması<br />

kadar körelticidir.<br />

<strong>Yunus</strong>’u, “mutasavvıf” veya “hümanist” kategorisi<br />

ile sınırlamadan okumak ve yorumlamak<br />

gerekir. “Hümanist” sınırlaması, onu İslami duyarlılıktan<br />

uzaklaştırırken, “mutasavvıf” sınırlaması,<br />

propagandist bir şair olduğu sonucuna götürür<br />

ki, <strong>Yunus</strong>’un vecd hâlinde hissettiklerinin,<br />

propagandayla uzaktan yakından alakası olmaz.<br />

Kalıplaşmış ve genelleşerek özünden uzaklaşmış<br />

veya derinliğinin bilincinde olmayan kişilerce<br />

kullanılan tasavvufi terimlerle şiir söyleyen propagandist<br />

şairlerin imge dünyası ile <strong>Yunus</strong>’un<br />

imge dünyası aynı değildir. Tasavvuf terimlerini,<br />

insanileştirerek şiirleştiren <strong>Yunus</strong>’un şiirlerini,<br />

kaba ve üstünkörü tasavvuf terimleriyle yorumlamak,<br />

onu beşer olmaktan uzaklaştırır ve şiirini<br />

basitleştirir. Bu yüzden, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’deki tasavvufi<br />

duyarlılıkları bile, sıradan bir insanda da<br />

bulunan sevinç, hasret, acı, merhamet, kaygı gibi<br />

beşerî his ve hasletler çerçevesinde okumak gerekir.<br />

Bizi böyle yapmaya sevk eden, <strong>Yunus</strong>’un kendisidir.<br />

Çünkü o, şiirlerinde, sentetize edilmiş bir<br />

gerçeklik ve sembolize edilmiş bir duygu dünyası<br />

ile seslenmiyor; bitkisiyle, hastalığıyla, mezarlarıyla,<br />

dolabıyla, ekiniyle, yağmuruyla, bulutuyla,<br />

dağıyla, ırmağıyla yaşanan bir dünyanın kelimeleriyle<br />

sesleniyor. <strong>Yunus</strong>’un tasavvufi anlam yüklediği<br />

kelimelerdir bunlar. Bunlar beşerî olarak<br />

hissedilmeden, tasavvufi aşamaya geçilemez.<br />

<strong>Yunus</strong> yorumlarındaki dil, şiirlerdekinden<br />

daha soyut ve yaşanmışlık izlerinden uzaklaşmış,<br />

heyecansız, sıradan ve donuk bir dildir. Şiirlerinin<br />

yorumlarını <strong>Yunus</strong> görse, tanıyamaz. Bu yüzden,<br />

<strong>Yunus</strong> şiirlerini okurken beşerî gerçeklikten<br />

uzaklaşmayan ve şiirlerdeki vecd ve heyecanı<br />

yansıtan bir dil kullanmak şarttır. ■<br />

41<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


SENAİL ÖZKAN<br />

"...büyük ruhların<br />

zihin dünyasında ilahi<br />

aşktan, Tanrı aşkından<br />

başka bir şey aramak<br />

onları hiç anlamamak<br />

anlamına gelir.<br />

Onların tefekkürü<br />

metafizikten,<br />

ruhları aşktan<br />

beslenmektedir. Hatta<br />

din ve imanları dahi<br />

aşka dönüşüvermiş;<br />

aşk her şeyin miyarı<br />

hâline gelmiştir."<br />

Nite ki bu gönlüm evi aşk elinden taşagelir<br />

Nice yüksek yürür isem aşk başımdan aşagelir<br />

20. Yüzyılın önemli filozoflarından Martin Heidegger,<br />

1934/35 yıllarında verdiği derslerde Alman felsefesinin<br />

Meister Eckhart ile başladığına işaret ederek, onun<br />

felsefesini Heraklit düşüncesi ile Şark fatalizminin belirlediğini<br />

vurgular. Gerçi Heidegger, daha sonraları bu görüşünü,<br />

“Die Frage nach dem Ding” başlığı altında verdiği derslerde,<br />

“Yeni Çağ felsefesinin başlangıcını her ne kadar Meister<br />

Eckhart’da aramışsak da aslında modern felsefe Descartes<br />

ile başlar.” diye inkâr yahut tashih etmiştir; ancak bu, söylenmiş<br />

sözün etkisini ve önemini ortadan kaldırmamıştır. Binaenaleyh<br />

Heidegger’in mülahazaları her bakımdan önemlidir;<br />

çünkü, bu spekülasyonların doğruluğu yahut yanlışlığı<br />

tartışılsa da, Meister Eckhart’ın Alman felsefesinde, hatta<br />

daha geniş anlamda Avrupa düşüncesinde nasıl bir yer işgal<br />

ettiğini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bazı felsefe<br />

müelliflerinin Eckhart’ı bir filozof değil, daha çok teolog ve<br />

mistik bir düşünür olarak değerlendirmeleri de, onun Alman<br />

felsefe geleneğindeki önemini azaltmaz. Şu da var ki Meister<br />

Eckhart’ın bir teolog ve mistik bir düşünür olması onun<br />

filozof olmasına mani değildir. O, her halükârda Alman felsefesinin<br />

tabiri caizse terminolojisini ve temel kavramlarını<br />

42<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


oluşturmuştur; hatta asırlar sonra doğacak Kant gibi<br />

gerçek bir deha ve idealist Alman filozofları onun<br />

tefekkür ikliminde yetişmişlerdir desek abartmış olmayız.<br />

Heidegger, Eckhart’ın baş döndürücü mistik<br />

derinliğinin farkındadır ki, “Der Satz vom Grund”<br />

başlıklı eserinde Eckhart’ı şahit göstererek, “gerçek<br />

ve vüsatlı mistisizm” “en keskin ve derin tefekkür”ü<br />

gerektirir, der. Demek oluyor ki Heidegger, Yeni<br />

Çağ felsefesinin “gerçek ve vüsatlı mistisizm”den,<br />

bilhassa Meister Eckhart’ın mistik teolojisinden<br />

doğduğunu kabul etmektedir.<br />

Bizim için meselenin önemli olan yanı şudur<br />

ki mistik tefekkür felsefi tefekkürün “kuluçka<br />

dönemi”ni oluşturur. Spekülatif felsefe mitolojiyi<br />

ve mistik tecrübeyi kāle almak mecburiyetindedir.<br />

En rasyonel düşünce bile zaman zaman mistik bir<br />

vecd ile kanatlanır. Ateist Schopenhauer’un mistik<br />

düşünürlere ve teologlara modern rasyonalist filozoflardan<br />

daha çok itibar etmesinin bir sebebi olsa<br />

gerektir. Şüphe ile hasretin izdivacından mistisizm<br />

doğar; felsefe ise merak ile şüpheden.<br />

Eğer Yeni Çağ Alman felsefesi Meister Eckhart<br />

ile başlıyorsa, yeni Türk tefekkürü ve felsefesi de<br />

muhakkak surette kaynağını <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’den alır.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Anadolu’yu mayalayan tasavvuf düşüncesini<br />

misli görülmemiş bir şiir diline, bir estetiğe ve<br />

Türkçe terennüme dönüştürüvermiştir. Bu manada<br />

o, sadece Türk dilinin mimarı olmakla kalmaz, bilakis<br />

insanın iç dünyasının da mimarı oluverir. Binaenaleyh<br />

<strong>Yunus</strong>, insanın varoluş macerasını, yaşadığı<br />

acıları, korkuları, kaygıları, tereddütleri, gerilimleri<br />

ve kendi ifadesiyle “gönül darlığı”nı bir ermiş, bir<br />

derviş sabrıyla ve bir “usanmaz ozan” olarak anlatır,<br />

hatırlatır, hiç durmadan hikâye eder ve böylece insanı<br />

âdeta gözyaşlarıyla yıkar, arındırır ve sonunda iç<br />

huzuru ulaştırıverir. Onun şiiriyle Türkçe bir sevgi<br />

diline dönüşür. Şu var ki onun söyleyişindeki sadeliğe<br />

ve basitliğe aldanmamak lazımdır; zira şiirindeki<br />

sadeliğin, sarahatin ve vüsatın ardında inanılmaz bir<br />

felsefi derinlik gizlidir. Onun fikirler kâinatı yaldızlı<br />

bir gök kubbe gibi üzerimizde yükselir, bizi sarar,<br />

kuşatır ve büyüler.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> (1240–1320/21) ve Meister Eckhart<br />

(1260–1328) aynı dönemde yaşamış iki büyük mistik<br />

düşünürdür. Bilhassa mistik düşünce tarihi açısından<br />

fevkalâde önemli olan bu iki büyük şahsiyet,<br />

her ne kadar farklı coğrafyalarda yaşasalar ve farklı<br />

dinlere mensup olsalar da bazı bakımlardan birbirine<br />

benzerler. Hristiyan teolojisinin belirleyici yorumcularından<br />

biri olan Eckhart, aynı zamanda Alman<br />

felsefesinin temellerini atmıştır. Hristiyan teolojiden<br />

mülhem bu mistik düşünce, çağlar boyunca Alman<br />

felsefesini beslemiş; teistinden ateistine, idealistinden<br />

materyalistine kadar tüm Alman filozoflarının<br />

tefekkürüne istikamet vermiştir. Eckhart bu bakımdan<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye pek benzer.<br />

Mutasavvıf bir şair ve düşünür olan <strong>Yunus</strong> da<br />

sadece zengin tasavvuf geleneğini Türkçeye kazandırmakla<br />

kalmamış, aynı zamanda Türkçeyi bir<br />

tefekkür dili hâline getirmiştir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz<br />

ki <strong>Yunus</strong>, İslam tefekkürünü taşıyan iki<br />

güçlü dile Türkçeyi de ilave etmiştir. Tıpkı Meister<br />

Eckhart’ın Alman düşüncesini bütünüyle etkisi altına<br />

alması gibi, <strong>Yunus</strong> da daha güçlü bir şekilde hem<br />

çağını ve hem de kendinden sonraki Türk tefekkürünü<br />

belirleyivermiştir. Ondan feyz almayan, onun<br />

berrak pınarlarından içmeyen Türk düşünürü, şairi<br />

yahut sanatkârı yok gibidir. Bu bağlamda <strong>Yunus</strong>,<br />

Türkçenin mukadderatı olmuştur desek abartmış olmayız.<br />

Burada <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile Meister Eckhart’ı bilhassa<br />

aşk perspektifinden değerlendirmek isteyişimizin<br />

ardında yatan sebep budur. Hristiyan Alman mistisizminin<br />

ve felsefesinin büyük ve müessir mimarı<br />

Eckhart, Türk dilinin ve düşüncesinin mimarı mutasavvıf<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile zamanın gürültülü tezgâhında<br />

hangi aşk libasını dokumuşlardır Bu iki mistik düşünürün<br />

aşk konusundaki görüşleri nelerdir<br />

Bu sorunun cevabını vermeden önce özellikle<br />

şunu belirtmekte fayda var: <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, bütün<br />

düşüncelerini manzum olarak ifade etmiştir. Aşk<br />

konusundaki fikirleri de birtakım teorik spekülasyonlardan<br />

ibaret değil, bilakis bizzat yaşadığı çileli<br />

iç tecrübelerinin hülâsasıdır. Buna karşılık Meister<br />

Eckhart, nesrin geniş imkânlarını kullanarak tefekkür<br />

binasını taş taş örmüştür. O, en deruni mistik<br />

tecrübelerini dahi aklın refakatinde serdetmiştir;<br />

vecdin, duygunun ve coşkunun taşkınlıklarına teslim<br />

olmamıştır. Onun mistik-teolojisi sağlam inşa<br />

edilmiş Gotik bir katedrali andırır.<br />

Oysa <strong>Yunus</strong>, belki işi kolay kılmak maksadıyla<br />

düşüncesindeki zahirî tezatlara aldırış etmeksizin<br />

gönül dilini konuşturmuştur. <strong>Yunus</strong>, bir taraftan<br />

âşıkane söyleyiş tarzıyla, şiir diliyle hem çağını hem<br />

kendisinden sonraki düşünürleri büyülerken, diğer<br />

taraftan da daha çok nesirle, kavramlarla inşa edilen<br />

43<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


tefekkür binasının banilerinin işini zorlaştırmıştır.<br />

Tabiri caizse <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiiri Türk mütefekkirinin<br />

önünde göz kamaştıran bir uçurum misali uzanmıştır.<br />

Bu uçurum bir taraftan büyülerken öbür taraftan<br />

da derinliğiyle korkutmuş ve atılım cesaretini<br />

kırmıştır. Nihayet <strong>Yunus</strong>’un şiiri nice şairler yetiştirmiş,<br />

buna mukabil cesaretli filozof ve düşünürlerin<br />

çıkmasına engel teşkil etmiştir.<br />

Felsefi düşünce ile mistik tecrübe arasındaki ince<br />

farkı pek iyi bilen Heidegger, gerçekten haklıdır:<br />

“Gerçek ve vüsatlı mistisizm” “en keskin ve derin<br />

tefekkür” gerektirir. Bu tespit fevkalâde önemlidir;<br />

zira Heidegger burada şair ile filozofun meseleye<br />

yaklaşma, meseleyi ele alış, düşünüş ve ifade ediş<br />

tarzına işaret etmektedir. Şöyle ki; Heidegger, mistik<br />

şair Angelus Silesius’un bir mısraını örnek verir:<br />

“Die Ros ist ohne Warum; sie blüht, weil sie blüht.”<br />

(Gül açar niçinsiz/nedensiz; gül açar, çünkü açar.”<br />

Bu mısrada “weil“ yani “çünkü” görünüşte gülün<br />

niçin açtığını, açma sebebini vermektedir; ancak<br />

tam da bu noktada söz konusu sebebi söylememekte<br />

daha doğrusu gülün sebepsiz (ohne Warum) açtığını<br />

vurgulamaktadır. İnsan onu görsün diye gül açmaz,<br />

bilakis mukadderatı icabı gül varlığın ebedî temelinden<br />

fışkırır. Gülün açma sebebi varlığıdır, esasen<br />

açması için herhangi bir sebebe ihtiyacı yoktur. Bu<br />

temel gülün zenginliğini, mutlaklığını hatta bizatihi<br />

kendisini ele verir. Gül mutlak varlıktır. Mevlana,<br />

“gül, küll’ün ebedî kokusunu verir” derken bunu<br />

kasteder. Mutlak varlık, varoluş sebebini başka<br />

bir varlığa borçlu değildir. Aynı zamanda Mutlak<br />

Varlık’ın bir sembolü olan gülün açmasının sebebihikmeti<br />

küll’de mevcuttur. Heidegger, “weil” (çünkü)<br />

kavramını aynı zamanda “Dieweilen” (muayyen<br />

bir yerde eğlenmek, olduğundan fazla kalmak) olarak<br />

yorumlamaktadır. Buna göre gül muayyen bir<br />

zaman içinde ve yerde açar. Gülün açmasıyla ilgili<br />

olarak bir dizi sebep sıralanabilir: Gül açar, çünkü<br />

yeryüzü o mevsimde daha güzel görünür; çünkü<br />

güzel bir bahçe beşerî ihtiyaçtır; çünkü güzel bahçe<br />

yapmak için bahçıvanın güllere ihtiyacı vardır...<br />

Filozof bu sebepleri sonsuza kadar çoğaltabilir; ancak<br />

mistik düşünür yahut şair buna ihtiyaç duymaz.<br />

O, hem kendi mukadderatının hem de gülün kaderinin<br />

“ohne Warum” yani sebepsiz olduğunu bilir.<br />

Mistik düşünür için mesele bundan ibarettir. Mistik<br />

şair vecd ile kanatlanarak sonsuz mekânlara ulaşır;<br />

sebep ve neticelerle ilgilenmez, kozalite onun için<br />

yok hükmündedir. O yüzden Augustinus, “Tanrı’da<br />

sükûn buluncaya kadar kalbimiz huzursuzdur.” der.<br />

Ontolojik yalnızlık<br />

İslam tasavvufunun Hristiyan mistisizmi yahut<br />

Hint mistisizminden mahiyet bakımından ayrıldığı<br />

noktalar vardır. Hristiyan mistisizmi evvela teslis<br />

inancı dolayısıyla büsbütün farklı bir mistik tecrübeye<br />

dayanır. Her ne kadar bu teslis inancı neticede<br />

unio mystica potasında eriyip vahdet hâline dönüşse<br />

de, baba-oğul ve ruh-ül kudüs inancı tamamen farklı<br />

bir dinî tecrübenin eseridir. Oysa İslam bir tevhit dinidir;<br />

vahdet inancını icbar eder.<br />

Bu anlamda Meister Eckhart ile <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> iki<br />

farklı mistik geleneği ve tecrübeyi temsil ederler.<br />

O itibarla onların mistik anlayışı ve iç tecrübeleri<br />

fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Onların Allah,<br />

din, akıl, aşk, bilgi, ruh, dua, hayat ve ölüm gibi konulardaki<br />

düşünceleri ve tecrübeleri değerlendirilirken<br />

Hristiyan mistisizmi ile İslam tasavvufu arasındaki<br />

bariz farklar göz önünde bulundurulmak lazım<br />

gelir. Biz burada her iki mistik düşünürün aşk konusundaki<br />

görüşlerini ve iç tecrübelerini mevzubahis<br />

etmeğe çalışacağız.<br />

Evvela şunu belirtelim ki bizim burada mevzubahis<br />

ettiğimiz aşk, dünyevi aşk değildir. Zaten belirli<br />

bir zihnî irtifadan sonra ister istemez dünyevi<br />

yahut fani olan her şey mana dünyamızda silikleşir<br />

ve ehemmiyetini kaybeder. O itibarla bu büyük ruhların<br />

zihin dünyasında ilahi aşktan, Tanrı aşkından<br />

başka bir şey aramak onları hiç anlamamak anlamına<br />

gelir. Onların tefekkürü metafizikten, ruhları aşktan<br />

beslenmektedir. Hatta din ve imanları dahi aşka<br />

dönüşüvermiş; aşk her şeyin miyarı hâline gelmiştir.<br />

Görünüşteki bu paradoks durumu <strong>Yunus</strong>, bütün hissiyatı<br />

ve samimiyetiyle şöyle dile getirir:<br />

Din ü millet sorar isen âşıklara din ne hâcet<br />

Âşık kişi harâb olur harâb bilmez din diyânet<br />

O zaman asıl mevzua geliyoruz: Aşk nedir Âşık<br />

kimdir Âşık ile ma’şuk arasında nasıl bir ilişki vardır<br />

Aşkın bir mektebi var mıdır Aşkın bir mantığı,<br />

delili ve izahı var mıdır Aşk sadece insana mahsus<br />

bir haslet midir Yoksa var olan her şey aşktan nasibini<br />

almış mıdır<br />

İnsan var olduğu müddetçe bu sorulara cevap<br />

aramaya devam edecektir. Bu konuda kâh destanlar<br />

44<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


yazacak kâh efsane söyleyip uykuya dalacaktır beşeriyet.<br />

Yine de aşkın fennine akıl sır ermeyecektir.<br />

Elbette aşkı anlatmaya güç yetmeyecektir; ancak hiç<br />

olmasa insan kendi hâlini takrir ile teselli bulmaya<br />

çalışacaktır. Bütün âşıkların yaptığı bundan ibarettir.<br />

<strong>Yunus</strong>’un yaptığı da budur:<br />

Aşka doyamadı özüm, gensizin söylerim sözüm<br />

<strong>Yunus</strong> senün işbu sözün âlemlere destan ola<br />

<strong>Yunus</strong> bu konudaki çaresizliğini şöyle dile getirir:<br />

Söyler isem sözüm savaş.<br />

Söylemezsem ciğerim baş.<br />

. . .<br />

Sevdiğim söylemezsem.<br />

Sevmek derdi beni boğar.<br />

<strong>Yunus</strong>, aşkı anlatmak için her çareye başvurur,<br />

dilin bütün imkânlarını kullanır; ancak sözün kâfi<br />

gelmediğini görür ve bu sefer hâlini tasvire başlar.<br />

Aşkın kendini ne hâle soktuğunu, başına neler getirdiğini<br />

dehşet verici tasvirlerle anlatmaya çalışır:<br />

Ben yürürüm yâne yâne aşk boyadı beni kâne<br />

Ne âkilem ne divâne gel gör beni aşk neyledi<br />

Geh eserim yeller gibi geh tozarım yollar gibi<br />

Geh akarım seller gibi gel gör beni aşk neyledi<br />

…..<br />

Miskin <strong>Yunus</strong> biçâreyim baştan ayağa yâreyim<br />

Dost ilinden âvâreyim gel gör beni aşk neyledi<br />

İnsana cidden acı veren ve bütün merhamet<br />

duygularına seslenen bu mısralarla <strong>Yunus</strong>, aşkı anlatmaya<br />

çalışır; daha doğrusu bir âşık-ı biçâre olan<br />

kendini, hâlini tasvir eder, yine teskin olmaz, naçar<br />

kalır ve sonunda delil olarak kendini sunar: “… gel<br />

gör beni aşk neyledi” der. <strong>Yunus</strong> akla, mantığa değil,<br />

daha çok göze ve yüreğe hitap etmek suretiyle aşkı<br />

anlatmak ister. “Aşktan gelir her söz dile” diyerek,<br />

aslında sözün kendi inisiyatifi dışında oluştuğuna,<br />

iç âleminde ve gönül dünyasında oluşan dalgalara<br />

dikkat çeker; hissetmeden, yaşamadan aşkın anlatılamayacağını<br />

vurgular:<br />

Diliyle ışk diyenler.<br />

Bilmezler ışk neydüğini<br />

Bu kadar içten, bu kadar samimi yaşadığı, Zal<br />

oğlu Rüstem’in gürz kudretiyle söze hâkim olduğu<br />

hâlde ve kendi ifadesiyle “<strong>Yunus</strong> bu sözleri çatar /<br />

Sanki balı yağa katar”casına sade, rahat ve kolay<br />

söylemesine; hayır, söylemeyip âdeta terennüm etmesine,<br />

şakımasına rağmen tatmin olmaz. Bu nasıl<br />

bir kalp hararetidir ki <strong>Yunus</strong>, onu lisan ile anlatmaya<br />

muktedir değildir Heyhat ki <strong>Yunus</strong> gibi muktedir<br />

bir şair baş vermeden aşkı anlatamayacağını söylüyor:<br />

Ahi erdiği değil, bu göz gördüğü değil<br />

Dil söz verdiği değil, bî-lisan bî-ser gerek<br />

İnsan aklını çalıştıran, zihni hareket ettiren güç<br />

ne mantıktır, ne sağduyu; bilakis en hantal tabiatları<br />

bile ataletin karanlığından çekip alan ve dünyaya<br />

bağlayan aşktır. Bu kadim gerçek mucitler ve filozoflar<br />

için de, sanatkârlar ve kahramanlar için de<br />

evliyalar için de geçerlidir. Aşk varlığın tekerleğini<br />

döndüren güçtür; güneşi de yıldızları da hareket<br />

ettiren odur. Bu konuda Mevlana, Hafız, Goethe,<br />

Dostoyevski ve Galip gibi dehalar hemfikirdir. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> ise can sırrına aşk ile varanlardandır ve bu<br />

konuda şöyle söyler:<br />

Bu yer ü gök ü arş u ferş aşk dâdı ile kaaimdir<br />

Bünyâdı aşktır âşıka her bir arada eli var<br />

…<br />

Niceler aydır <strong>Yunus</strong>’a çün kocaldın aşkı kogıl<br />

Rûzigâr uğramaz aşka aşkın ne ay u yılı var<br />

“Bu yer ü gök ü arş u ferş”i ayakta tutan aşk nedir<br />

öyleyse Nice tarif edilse de aşk tarife sığmayan bir<br />

hakikattir; “Hakika-i Mutlak”tır aşk. Aşk mutlaktır<br />

ve kendinden başka her şeyi yakıp kül eder. Bir katresi<br />

denizleri kaynatır:<br />

Denizleri kaynatır mevce gelir oynatır<br />

Kayaları söyletir kuvvetli nesnedir aşk<br />

Demek oluyor ki aşk, ontolojik bir yalnızlıktır,<br />

mutlak sübjektiflik hâlidir. Bütün varlık iddialarının<br />

bittiği, ben sen kavgalarının sona erdiği mutlak vahdet<br />

makamıdır aşk. O yüzden <strong>Yunus</strong>, “varlık evini<br />

bir yık” diyor:<br />

Sen Hakk›a âşık isen, Hak sana kapı açar,<br />

Ko seni beğenmeyi, varlık evini bir yık.<br />

45<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Evet, varlık evi yıkılınca gerçek varlığa ulaşılmış<br />

olur. Aslolan gerçek varlıktır; Mutlak Varlık’ın<br />

ateşinde eriyince aşk makamı elde edilmiş olur. Bu<br />

makamda <strong>Yunus</strong>’un tabiriyle:<br />

Âşık ma’şuk birdir bile<br />

Peki, bu makama nasıl ulaşılır Bunun bir mektebi,<br />

bir kitabı var mıdır Cevabı <strong>Yunus</strong>’tan dinleyelim:<br />

İlim hod göz hicabıdır dünya ahret hesabıdır<br />

Kitap hod aşk kitabıdır bu okunan varak nedir<br />

….<br />

Aşk ile çalındı kalem aşka esirdurur âlem<br />

Âşıklar arasında Cebrail dahi hicabdurur<br />

<strong>Yunus</strong>, ilim değil amel diyor; dünya ahret hesabı<br />

yapmak yerine varlık evini yıkmaktan bahsediyor.<br />

Vakıa filozof Hegel de farklı söylemiyor: “Meramın<br />

hakikati ameldir, iştir.”<br />

Nihayet şunu da görmek lazım ki <strong>Yunus</strong>,<br />

ma’şukuna kavuşmak için sadece varlık evini yıkmak,<br />

canını feda etmekle kalmıyor, bilakis bu uğurda<br />

her cefayı çekmeye ve bedeli ödemeye hazır olduğunu<br />

vurguluyor:<br />

Gözüm seni görmek için elim sana ermek için<br />

Bu gün canım yolda kodum yarın seni bulmak için<br />

Bu gün canım yolda koyam yarın ivazın veresin<br />

Arz eyleme uçmağını hiç arzum yok uçmak için<br />

Bana uçmak ne gerekmez hergiz gönlüm ona<br />

bakmaz<br />

İşbu benim zârılığım değildurur bir bağ için<br />

Uçmak uçmağım dediğin mü’minleri yeltediğin<br />

Vardır ola bir kaç hûri hevesim yok uçmak için<br />

Bunda dahi verdin bize ol hûriyi çift ü helâl<br />

Ondan dahi geçti arzum azmim sana kaçmak için<br />

Sufîlere ver sen onu bana seni gerek seni<br />

Hâşâ ben terk edem seni şol bir ala çardak için<br />

<strong>Yunus</strong> hasretdurur sana hasretini göster ona<br />

İşin zulüm değil ise dâd eylegil varmak için<br />

Deus caritas est –Tanrı aşktır<br />

Meister Eckhart başka bir zaviyeden bakar aşk<br />

bahsine. Şöyle ki o, evvela Allah’ın âşıkların gönül<br />

kapılarında beklediğini vurgular ve şöyle der: “Sırlar<br />

kitabında Tanrı’nın halka dediği yazılıdır: Kapıda<br />

duruyor ve kapıyı çalıp bekliyorum…(Vahiy. Juh. 3,<br />

20). Onu burada yahut şurada aramana gerek yok;<br />

O, kalbin kapısından uzakta değildir. Burada durur,<br />

sabır ve hasretle içeri alınmayı bekler. Uzaklardan<br />

O’nu çağırmana gerek yok; O, kapıyı açmanı senden<br />

daha sabırsız bekliyor; O, seni senin O’nu istediğinden<br />

daha acele istiyor. Senin kapıyı açman ve O’nun<br />

içeri girmesi sadece bir andan ibarettir.”<br />

Eckhart, Tanrı ile insan arasında bir aşk ilişkisi olduğunu<br />

vurguluyor. Ruh, ebedî Tanrı’nın hasretiyle<br />

yanıp tutuşmaktadır; O’na kavuşmak için şiddetli bir<br />

arzu duymaktadır. Öte yandan Tanrı da, yukarıdaki<br />

ifade edildiği üzere, ısrarla kalbin kapısında beklemekte<br />

ve kulunun gönül kapısını O’na açmasını istemektedir.<br />

Hatta Eckhart, Tanrı’nın bizim ona ihtiyaç<br />

duyduğumuzdan daha çok bize ihtiyaç duyduğunu<br />

söylemektedir. Bizim Mutlak Varlık’a ulaşmamız,<br />

tek taraflı bir gayretin neticesinde gerçekleşmez,<br />

bilakis karşılıklı bir mecburiyetin, daha makbul bir<br />

ifadeyle her iki tarafın birbirine duyduğu hasret ve<br />

şiddetli arzu neticesinde gerçekleşir. Hz. Mevlana,<br />

Mesnevi’de insanın Allah’a olan sonsuz hasretini ve<br />

Allah’ın kuluna duyduğu hüsn ü temayülü anlatmak<br />

üzere, “Sadece susayanlar suyu aramaz - Su da susuzları<br />

arar durur!” der.<br />

Meister Eckhart, kâinatı bir arada tutan sırrın aşk<br />

olduğuna inanır. İnsan ruhuna ilâhi hasretten öyle<br />

bir kıvılcım düşmüş ve onu tutuşturmuştur ki ruh<br />

Kaadir-i Mutlak’a ulaşıncaya kadar huzursuzdur,<br />

hasret ile yanıp kavrulmaktadır.<br />

Annesinin göğsünü arayan bir bebeğin huzursuzluğuyla<br />

dönüp dolanmaktadır dünyada. Eckhart’a<br />

göre ruhun kendi hakikatinden kaçması mümkün<br />

değildir; onun acılarını dindirecek yegâne şey, aslî<br />

vatanına, ilâhi kaynağına dönmesidir. Unio Mystica<br />

gerçekleşinceye kadar ruh, pervaneler misali maddenin<br />

karanlık dünyasında, koku ve renk dünyasında,<br />

yani ki zaman ve mekânda huzursuz bir arayış<br />

içerisindedir.<br />

Meister Eckhart, ruhun mukadderatının aşk olduğunu<br />

ve bundan kurtuluşun imkânsızlığını bir<br />

metafor yardımıyla vurgulamaya çalışır: “Yeryüzü<br />

gökten kaçamaz. İster yukarı ister aşağı gitsin, her<br />

halükârda gök yağmurlarını boşaltır ve onu mümbit<br />

hâle getirir; bu ona acı verse de onun için hoş olsa<br />

46<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


da değişmez. Tanrı da insanlarla böyle yapar: ondan<br />

kaçıp kurtulacağını zannedenler, aksine yine O’nun<br />

kucağına düşer; zira tüm köşe bucak O’na malumdur.”<br />

Esasen bütün mistikler, insanın bu konuda ihtiyarı<br />

olmadığına inanırlar. İnsanın muamma bir zihin<br />

dünyası vardır ki hiç bilinmeyen bir güç sürekli şekilde<br />

iradesine galip gelir ve insan hep transandantal<br />

yahut metafizik bir dünyaya yönelir. İnsan daima bir<br />

varoluş paradoksu yaşar. Pascal’ın tabiriyle sonsuz<br />

mesafelerin ebedî sükûtu ona ürperti verir. Bazen<br />

zaman ve mekân tahditleri ruh için tehdide dönüşür;<br />

bazen derin ruh krizlerinden huzura yol açılır. Bu neviden<br />

durumları Bizim <strong>Yunus</strong>, pek âşıkane terennüm<br />

eder:<br />

Senin aşkın beni benden alıptur<br />

Ne şirin dert bu, dermandan içeru<br />

Bilgi ve aşk<br />

Meister Eckhart, mistik yolculukta akıl ve iradeye,<br />

bilgi ve idrake önem vermektedir. Ona göre ruhu<br />

Mutlak Varlık’a yükselten güçler arasında bilhassa<br />

akıl ve irade ve bunların faaliyetlerinin ifadesi olan<br />

bilgi yahut idrak ve aşk ehemmiyet kesbetmektedir.<br />

Eckhart, nasıl ki bedeni ayaklar taşırsa ruhu da aşk<br />

taşır der. Aşk ve idrak sayesinde ruh faniliğin üzerinden<br />

aşarak ebediyete yönelir. Eckhart, akıl yahut<br />

irade önceliği konusunda vaktiyle Paris’te kendisinin<br />

de katıldığı şiddetli münakaşaları hatırlar. “Mutluluğumuz”,<br />

diyor Meister, “Tanrı’nın içimizde olmasından<br />

kaynaklanmaz -zira Tanrı tüm mahlûkatın<br />

içindedir; fakat onlar bunu bilmezler, o yüzden<br />

mutlu değildirler- bilakis Tanrı’nın ne kadar yakınımızda<br />

olduğunu bilmemizden ve idrak etmemizden<br />

kaynaklanır. Mutluluğum şuradadır ki Tanrı akıllıdır<br />

ve ben bunu idrak ederim.” “Esasen Tanrı her yerden<br />

öte ruhun içinde Tanrı’dır. Bütün mahlûkatın içinde<br />

Tanrı’dan bir şeyler vardır; lakin ruhta Tanrı’nın<br />

azameti muhteşemdir.” Eckhart, Tanrı bize bizden<br />

yakındır derken bunun sadece günahsız insanlar için<br />

geçerli olduğunu kastetmez. Ona göre insan günah<br />

işlese de Tanrı ondan uzaklaşmaz. O, günahın hayatın<br />

bir cüzü olduğuna inanır. Nasıl ki zifiri karanlıkta<br />

ışık daha çok aydınlatırsa, günah da beşerî tarafımızı<br />

daha çok ortaya çıkarır.<br />

Eckhart, iradenin öneminin farkında olmakla<br />

birlikte aklın şayan-ı tercih olduğunu vurgular. Yine<br />

sözü Paris’te yapılan münakaşalara getirerek şöyle<br />

der:<br />

Okulda aklın iradeden daha kıymetli olduğunu<br />

öğretiyordum. Başka bir okulda başka bir üstat da<br />

şöyle öğretiyordu: İrade akıldan kıymetlidir; zira<br />

irade şeyleri oldukları gibi alır, akılsa kendisine<br />

göründükleri şekliyle kabul eder. Bu doğrudur çünkü<br />

bir göz duvara çizilen gözden daha kıymetlidir.<br />

Fakat buna rağmen ben aklın iradeden daha kıymetli<br />

olduğunu söylüyorum. İrade Tanrı’yı iyilik ve<br />

lütufkârlık örtüsü altında kavrar; akılsa O’nu örtüsüz<br />

olarak, iyilik ve lütufkârlıktan ve yaratıklardan<br />

sıyrılmış olarak idrak eder. Bilgi iradeyi yönetir<br />

ve ışıklandırır, böylece onun tezahüründen, aşktan<br />

önce gelir; insan daha önce Tanrı’yı idrak etmeden,<br />

bilmeden sevemez.<br />

Eckhart’ın burada söyledikleri fevkalade önemlidir;<br />

bilhassa son cümle onun aşk konusunda bilgi<br />

ve idrake biçtiği değer bakımından bir kriter teşkil<br />

etmektedir. Evet, “insan daha önce Tanrı’yı idrak etmeden,<br />

bilmeden sevemez.” Nasıl sevsin ki İnsan<br />

bilmediği bir şeyi sevemez. Bilgi ve idrakin aşktan<br />

önce geldiği görüşünü daha önce Augustinus dile<br />

getirmişti. Aziz Augustinus şöyle diyordu: “İdrak<br />

edilmeyen hiçbir şey sevilmez. Eğer insan herhangi<br />

bir bölümünü idrak ettiği bir şeyi severse, o zaman<br />

aşk bizzat müessir olur, o zaman o şey daha iyi ve<br />

kâmilen idrak edilmiş olur.”<br />

Meister Eckhart’a göre bilginin en yüksek mehabetine<br />

ulaşması için Allah’a yönelmesi, Allah’ı bilmesi<br />

gerekir; ancak bilgi ve idrak varlıkta kalır. Eğer<br />

ruh Allah’ı bilmek istiyorsa o zaman O’na yönelmesi<br />

yetmez, kendini O’nda yok etmesi, Hallac’ın<br />

tabiriyle “Ene’l Hakk” diyebilmesi gerekir. Ruh<br />

öylesine etik bir makama yükselmeli ki orada gerçekleştireceği<br />

faaliyetleri bir beklentiye müsteniden<br />

vuku bulmamalı; günah, sevap, dünya, ahret, cennet<br />

ve cehennem gibi beklentilerden tümüyle arınmalıdır.<br />

Orada ruhun tamamen soyunması lazım, fenomenal<br />

âlemden kaynaklanan tüm bilgilerden sıyrılıp<br />

çıkması gerekir; hatta bu da yetmez bizzat kendini<br />

terk etmesi şarttır.<br />

Eckhart, Tanrı’nın bilgiyle kirlenmemiş saf ruha<br />

doğduğunu, o yüzden bilginin değil ümmiliğin makbul<br />

olduğunu vurgular. Anlaşılacağı üzere Eckhart,<br />

burada kaba ve kör bir cehaletten bahsetmiyor, bilakis<br />

âlim bir bilgisizlikten söz ediyor.<br />

Vaktiyle Augustinus; “Allah, bilmemek suretiyle<br />

daha iyi bilinir” demişti. Bu neviden bir bilgisizliği<br />

Nicolaus Cusanus, pek isabetli olarak Docta ignorantia,<br />

yani “âlim bilgisizlik” olarak tarif etmişti.<br />

47<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


İşte bu bilgisizlik makamında, diyor Eckhart, “mutlu<br />

temaşa” hâli başlar. Bu durum akıl ve idrak ötesi bir<br />

kavrayıştır; burada insan tümüyle dünya ile alakasını<br />

kesmiş, mutlu ve huzurlu olarak Tanrı’da hayat<br />

bulmuş, bâki olmuştur. Nicolaus Cusanus, bu durumu;<br />

“aşk” (amore) marifetiyle idrak edilen ve yüksek<br />

bilgi ve idrak ile ulaşılan “ebedî aşk” (charitas)<br />

olarak özetlemektedir.<br />

Demek ki bütün bilgileri yakan, bir cüruf misali<br />

bir kenara bırakan aşk, evvelemirde bilgiyi şart koşmaktadır.<br />

Hz. Mevlana, Mesnevi’sinde “bulmasaydın<br />

aramazdın” der; Mesnevi’de Allah’tan ümidini<br />

kesmek üzere olan bir adamın hikâyesini anlatır.<br />

Hikâye şöyledir:<br />

Birisi her gece Allah der durur, bu zikirden ağzı<br />

tatlılaşır, zevk alırdı.<br />

Şeytan, “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene<br />

karşılık onun Lebbeyk demesi nerde<br />

Tanrı tahtından bir cevap bile gelmiyor. Böyle<br />

utanmadan, sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın”<br />

dedi.<br />

Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı.<br />

Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü.<br />

Hızır, “Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çıkardığın<br />

addan nasıl usandın, zikirden nasıl pişman oldun”<br />

dedi.<br />

Adam, “Cevap olarak Lebbeyk sesi gelmiyor.<br />

Kapıdan sürüleceğimden korkuyorum.” deyince,<br />

Cenabı Hak, “Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk<br />

dememizdir. Senin o niyazın, derde düşmen,<br />

yanıp yakılman, bizim haberci çavuşumuzdur.<br />

Senin hilelere düşmen, çareler araman, seni kendimize<br />

çekmemizden, ayağını çözmemizdendir.<br />

Her Yarabbi demende bizim, efendim, buyur dememiz<br />

gizli.” dedi.<br />

Farklı noktalardan yola çıksalar da, kanaatimizce,<br />

Meister Eckhart, Mevlana ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Allah’ı<br />

bilmek, idrak etmek ve sevmek konusunda farklı<br />

düşünmezler. Üç mistik düşünür de aşkın öncesinde<br />

bilgi ve idrakin öneminin farkındadırlar. Bilgi teşekkül<br />

etmeden aşkın yöneleceği bir estetik obje yahut<br />

mevzu yoktur. Bilgiden maksat ise evvela kişinin<br />

kendini, nefsini bilmesidir. Eckhart, “İnsanın nefsini,<br />

Ego’sunu bilmesi ancak ve evvela dünya ile alakasını<br />

kesmekle mümkündür.” der. Ona göre Tanrıya<br />

ulaşmak ancak ruhun derinliklerine hatta en dip noktasına<br />

intikal etmekle gerçekleşebilir; çünkü ruhun<br />

en dip noktasında bir Seelenfünklein (ruh kıvılcımı)<br />

vardır ki Tanrı buradadır. Ruhunun temelinde Tanrı<br />

visali gerçekleşir. Eckhart burada “ruhun temeli” yahut<br />

Seelenfünklein (bir ruh kıvılcımı) tabiriyle ruhun<br />

saf hâlini, evvelemirdeki halini kastediyor olsa gerektir.<br />

Bu, nefsin tümden arınmış hâlidir. Ruhun bu<br />

saf hâline, her türlü tecrübeden ve bilgiden arınmış<br />

hâline Husserl, “transandantal Ego”, Nietzsche ise<br />

“dinstinktesten Bewusstsein” yani “apaçık bir şuur”<br />

diyor. Adına ne dersek diyelim, bütün bu düşünürler<br />

Tanrı’ya ancak bu saf Ego’da yahut ruhun en saf derinliklerinde<br />

intikal edileceğine kanidirler. O yüzden<br />

Bizim <strong>Yunus</strong> der ki:<br />

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir<br />

Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır.<br />

Meister Eckhart’ın mevzubahis ettiği Seelenfünklein<br />

(ruh kıvılcımı) yahut Seelengrund (ruhun temeli)<br />

kavramıyla neyi kastettiğini çok iyi anlamak lazım;<br />

çünkü onun felsefesinin ve psikolojisinin esasını bu<br />

kavram teşkil eder. Eckhart ruhun bilinen alanın ötesinde<br />

bir de hiç girilmemiş vahşi bir ormanı andıran<br />

derin ve karanlık bir alanı daha olduğunu söyler. Ruhun<br />

bu aslî temeli zaman ve mekânın tesir alanın dışında<br />

kalır; burası doğrudan doğruya Tanrı visalinin<br />

gerçekleştiği alandır; ruhun temeli ayırt edilemez biçimde<br />

Tanrı ile vahdet hâlindedir. Dolayısıyla ruhun<br />

temeline vasıl olan Tanrı’ya ulaşmış olur. Ruhun temeline<br />

inildiğinde tüm algılar ortadan kalkar; orada<br />

ne akıl ne idrak ve irade ve hatta ne de aşk fark edilir.<br />

Burası tamamen Tanrı’nın tecelligâhıdır; burada insan<br />

bütün varlığıyla, beşerî hasseleriyle eriyip yok<br />

olur. Burada ilahi olanla beşerî olanı tefrik etmek<br />

mümkün değildir. Ruhun temeli bütün ruhi güçlerin<br />

buluşma noktasıdır; unio mystica burada gerçekleşir.<br />

Ruhun temeline varmadan önce her varlık bir varlığa<br />

sahiptir; ancak ruhun temeline intikal eden varlık,<br />

münferit varlığını Mutlak Varlık’ta eritir ve bundan<br />

böyle sadece varlık olur, bir varlığa sahip olmaz. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>, Eckhart’tan farklı olarak varlık’a Hakk<br />

demez “varlık Hakk’ındır” der:<br />

Derviş “Enel Hak” derse n’ola, acep mi,<br />

Hep varlık Hakk’ındır alâ küll hâl.<br />

İradenin şiddetle arzuladığı, can attığı, iştiyak<br />

duyduğu ve aklın idrak edebildiği hiçbir şey Tanrı<br />

değildir. Aklın anlayamadığı, zihnin kavrayamadığı<br />

48<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ve şiddetli arzu ve iradenin ulaşamadığı karanlık bir<br />

alan vardır. İşte bu zifiri karanlık alana Eckhart, yukarıda<br />

da belirtildiği üzere “Seelenfünklein” adını<br />

veriyor ve Tanrı’nın bu zifiri karanlık alanda bütün<br />

nuru ve ihtişamıyla ortaya çıktığını vurguluyor. Bu<br />

fikir İslam mutasavvıflarının öteden beri üzerinde<br />

durdukları fevkalâde önemli bir fikirdir. Orhan Pamuk,<br />

Benim Adım Kırmızı başlıklı romanını bu fikrin<br />

miğferinde oluşturur. Hatırlanacak olursa orada bir<br />

noktadan başlamak suretiyle hiç kalemini kaldırmadan<br />

bir atı çizebilen dâhi nakkaşlar mutlak karanlığa<br />

ulaşmak için istidatlarının zirvesinde bir iğneyi<br />

göz bebeklerine batırarak gözlerini kör ederler. İşte<br />

Meister Eckhart’ın anlatmak istediği fikir budur ve<br />

felsefesinin temel esprisi burada saklıdır.<br />

Bilgi belirli bir irtifadan sonra bir yıldız misali<br />

metafiziğin derinliklerinde kayboluverir. İnsan ister<br />

kendi Ego’sundan ister tabiattan yola çıksın elde<br />

edeceği bilgi onu transandantal alana taşır; çünkü<br />

insan ruhunda transandantal bir öz mevcuttur. Bu<br />

öz evvelemirde yaşadığı vatanın hasreti içerisindedir<br />

ve ebedî olarak bu iştiyak ile yaşar. Onun varlığının<br />

aslı ve aslî sebebi Mutlak Varlık’tır. Mutlak<br />

Varlık, Ben’den içeri olan varlıktır. O ancak ruhun<br />

temelinde müşahede edilir. Orada zaman ve mekân<br />

yoktur. Orada ebedî ve yekpare bir an vardır. Zaman<br />

ve mekân Allah’ı müşahedenin önünde en büyük engeldir.<br />

Oysa bütün tefekkür zaman ve mekân rayları<br />

üzerinde yol alır.<br />

Eckhart’a göre ruhun temelinde Mutlak Varlık’ı<br />

keşfetmek isteyen, evvela zaman ve mekân engelini<br />

aşmak mecburiyetindedir; çünkü Mutlak Varlık tüm<br />

tasavvurlarımızın ötesindedir; ancak buna rağmen<br />

her yerde, bilhassa ruh ve gönül dünyamızda mutlak<br />

surette müessirdir. Nasıl ki güneş sonsuz mesafelerin<br />

ötesinden bir ağacın köklerindeki öz suyu dallara<br />

çekip onun çiçek ve meyve vermesine sebep oluyorsa,<br />

aynı şekilde ilahi nur da Ben’inimizi, ruhumuzu<br />

tümüyle kavrar ve kendine çeker. Muhammed<br />

İkbal, “Dikeni, yaprağı görüyorsun, ama dalın içerisinde<br />

bir şey görünmüyor.” der. Mesele dalın içine,<br />

ruhun temellerine inmektir; zamanın tuzaklarından<br />

kurtulmak, ebediyete kement atmaktır. Çünkü zaman<br />

tefrik eder, ayırır; ebediyetse muttasıl birleştirir.<br />

Mutlak Varlık, bir an-ı daimdir ki bir kıvılcım misali<br />

ruhumuzu daima tutuşturur ve bize ebediyet bahşeder.<br />

Demek oluyor ki Ben ile Ben’den içeri olan Ben<br />

arasında çok deruni, sırlı bir ilişki mevcuttur. Bu ilişki<br />

küçük Ben’in Mutlak Varlık’a duyduğu hasret ve<br />

iştiyakla açığa çıkar ki buna “aşk” diyoruz.<br />

Meister Eckhart, her Ego’nun aşkını kendi içinde<br />

taşıdığını ve esasen “Dünyanın bütün aşklarının<br />

bizzat kendini sevmeye istinat ettiğini” vurguluyor.<br />

İnsan fâni güzellikleri tabiatta müşahede eder; ancak<br />

mutlak güzelliğin tecelligâhı kalptir. Eckhart,<br />

bir vaazında İncil’den bir ayet iktibas ederek şöyle<br />

diyor: “Aziz Juhanna buyuruyor ki: Deus caritas est<br />

– Allah aşktır. Ve aşk Allah’tır. Aşkta mukim olan<br />

Allah’tadır ve Allah onda mukimdir.” Allah’ın lütuf<br />

ve kereminin bir neticesi olan ruh, kalpte tecelli eden<br />

hüsn ü mutlak’a âşıktır.<br />

Eckhart, 65’inci Vaaz’ında Kitab-ı Mukaddes’ten<br />

iktibas ettiği yukarıdaki ayeti şöyle yorumluyor:<br />

İmdi ilk sözü ele alalım: “Tanrı aşktır.” Burada<br />

şöyle deniyor: Aşk istidadı olan ve aşk ortaya koyabilen<br />

her şeyi takip ettiği için Tanrı, aşkı marifetiyle<br />

bunu (her şeyi) kendisini sevmesi için tahrik eder.<br />

İkinci olarak “Tanrı aşktır” ile şu kastedilir: Allah’ın<br />

yarattığı, aşk kabiliyeti olan her şey kendisini sevmesi<br />

için sevgiyle O’nu (Allah’ı) tahrik eder; onun<br />

için hoş ve lütufkâr olsa da acı verse de. Üçüncüsü<br />

de “Tanrı aşktır” ile şu murat edilir: Allah sevgisiyle,<br />

sevebilen her şeyi tüm çeşitliliklerden (kesretten<br />

vahdete) çıkması için teşvik eder. Allah’ın tüm muhtelif<br />

varlıklar için cemilekâr olduğundan dolayıdır ki<br />

(Allah sevgisini tüm mahlûkata yaydığı ve dağıttığı<br />

için) aşk, O’nun sevgisini tüm varlıklardan (kesretten)<br />

kendi birliğine dönmesi için tahrik eder. Nihayet<br />

dördüncü olarak “Tanrı aşktır” ile şu kastedilmektedir:<br />

Allah kendi sevgisiyle tüm varlıklara varlıklarını,<br />

hayatlarını bahşettiği ve onları aşkıyla hayatta<br />

tuttuğu için, “Tanrı aşktır”.<br />

Birisi bana ‘Tanrı nedir’ diye sorsaydı, ona Tanrı<br />

aşktır derdim; hatta büsbütün sevgiye şayandır; öyle<br />

ki tüm yaratıklar bilerek yahut bilmeyerek, onlara<br />

ıstırap vermesine yahut lütufkâr olmasına bakmaksızın,<br />

O’nun sevgisine mazhar olmaya gayret ederler.<br />

Tanrı aşktır ve öylesine sevimlidir ki sevgi istidadı<br />

olan her şey O’nu sevmek mecburiyetindedir; onlara<br />

acı verse de lütufkâr olsa da.<br />

Meister Eckhart’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> gibi yahut onun<br />

kadar deruni bir iç tecrübesi yoktur. En azından onun<br />

yazılarından böyle bir intiba edinmek mümkün değildir.<br />

Eckhart, olağanüstü bir rasyonellikle ve aşkın<br />

sarhoşluğuna, vecdin ve hissin sürükleyiciliğine<br />

kapılmaksızın mistik tecrübelerini kaleme almıştır.<br />

49<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Eckhart’ın üslubu fevkalade berraktır, vazıhtır; ancak<br />

<strong>Yunus</strong>’un sadeliği, samimiyeti, lirizmi ve coşkunluğu<br />

onda yoktur. <strong>Yunus</strong>, yaşadığı iç tecrübeyi<br />

öylesine terennüm eder, öylesine hissettirir ki bu<br />

yürekler acısı duruma bazen dayanmak mümkün<br />

değildir. Bazen aşkı zalim, kanlı bir katil gibi tasvir<br />

eder; içimizdeki tüm adalet ve merhamet duyguları<br />

ayaklandırır:<br />

Ben yürürüm yâne yâne aşk boyadı beni kâne<br />

Ne âkilem ne divâne gel gör beni aşk neyledi<br />

Yahut:<br />

Ödağacı gibi yanar vücudum<br />

Tütünüm göklere seher yelidir<br />

Bu nasıl bir tasvirdir, bu nasıl bir dildir Nasıl<br />

bir ruhi tecrübe yaşamış, aşkı hangi derinliklerde<br />

tecrübe etmiştir ki <strong>Yunus</strong>, bu kadar gerçekçi, akla ve<br />

kalbe ürperti veren bir hissedişle terennüm ediyor.<br />

Zannımca <strong>Yunus</strong>’un sırrı dilinde ve terennümünde<br />

gizlidir. Bu yönüyle <strong>Yunus</strong>, Eckhart’tan da diğer<br />

Hristiyan mistiklerinden de farklıdır; onların ulaşamadıkları<br />

bir terennüm diline sahiptir. Şunu da ilave<br />

edelim ki <strong>Yunus</strong> bu söyleyiş diline, âşıkane söylemeye<br />

mahkûmdur; başka türlü söylemeye muktedir<br />

muhakkak; ancak o başka türlü söyleyemez, çünkü:<br />

Âşık canı hemişe sermest ü humar gerek<br />

Aslında Eckhart da hedefe götüren en kısa ve<br />

emin yolun aşk olduğuna inanır. Çünkü Allah, kendisini<br />

seveni bilir, bildiği için onu sever; zira bilinmeyen<br />

bir şey sevilmez. Allah’ın bilmemesi ulûhiyete<br />

aykırıdır. Eckhart Allah’ın bilgisinin her şeyi kuşattığını<br />

pekâlâ bilir; onun burada vurgulamak istediği<br />

Allah’ın ilminin aşkından önce geldiğidir. Hatta<br />

Eckhart aslında Tanrı’nın bilgisinin kendisini bilmek<br />

olduğunu vurgulayarak şöyle der: “Varlık kendisini<br />

bilir, yaşar, hatta sadece kendisini yaşar, çünkü bizzat<br />

kendisini idrak eder. Bu bir Ego’dur ve bu Ego<br />

her şeydir, her şeyi a priori olarak içine alır ve her<br />

şeyin kararını kendi içinde alır.”<br />

Allah’ı seven ruh, O’na vasıl olur; ancak evvelemirde<br />

Allah’ın kuşatmadığı hiçbir ruh yoktur. O<br />

itibarla hasret ve iştiyak olmadan bilgi ve idrak olmaz,<br />

bilgi olmadan da hasret olmaz. Aşkın harareti<br />

yükselince bilme iştiyakı da artar; âşık maşuku tanımak<br />

için can atar, onunla ilgili her bilgiye ve hatta<br />

gayrisahih bilgiye dahi büyük önem verir. Mevlana,<br />

Şems’in geldiğini söyleyen birisine cübbesini verir.<br />

Birisi bu haberin yalan olduğunu söyleyince de<br />

“Ben yalanına hırkamı verdim, gerçek olsaydı canımı<br />

verirdim.” der. Allah aşkın kaynağıdır, O’na ne<br />

kadar şiddetli iştiyak duyarsak, O da bize o derece<br />

saadet bahşeder.<br />

Müşterek bir metafor: Aşk oltası<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, aşkın kanlı bir yol olduğunu ve<br />

sürekli canlar aldığını bıkmadan usanmadan tekrar<br />

eder durur:<br />

Beğim âşık isen var sen yoluna<br />

Bunda başlar yiter kanlar sorulmaz<br />

Meister Eckhart, Tanrı’nın âşıkları avlamak için<br />

aşkı bir olta olarak kullandığını ve O’nun oltasına takılan<br />

âşıkın kurtulmasının mümkün olmadığını söyler.<br />

Balıkçı oltasını denize salar ve bekler; onun nasibi<br />

balıktır. Balık oltaya gelmediği müddetçe balıkçı,<br />

beklemeye devam eder. Bu zaman zarfında balık<br />

olabildiğince hürdür, istediği istikamette yüzebilir.<br />

Ne var ki oltadaki yem balığın hürriyet alanını daraltır,<br />

iradesini elinden alır. Eğer balık yemden dolayı<br />

oltaya gelir ve çengeli yutarsa balıkçı, nasibinden<br />

emin olur. Balık istediği kadar çırpınsın artık elde<br />

edeceği bir netice yoktur. Tam aksine yuttuğu çengel<br />

çırpındıkça daha derine batar ve kan kaybetmesine<br />

sebep olur ki balıkçının istediği de budur. Eckhart,<br />

balığın bu feci mukadderatının aslında onun yegâne<br />

şansı ve kurtuluşu olduğunu söylüyor. Bu pek paradoks<br />

bir düşüncedir; lakin aşk bahsinde asıl paradoks<br />

varlık iddiasında bulunmaktır. Onun için <strong>Yunus</strong>,<br />

“Sen Hakk’a âşık isen, Hak sana kapı açar,/ Ko<br />

seni beğenmeyi, varlık evini bir yık” der. Aşkın esir<br />

aldığı kimse en kuvvetli zincirlerle bağlanır ama bu<br />

zincir onun için aynı zamanda hoş bir yük, kıymetli<br />

bir mücevherdir. Aşka duçar olan birinin kurtuluşu<br />

tümüyle teslim olmaktan geçer. Tanrı’nın oltasına<br />

düşen âşık, elini ayağını, ağzını, gözünü, kalbini,<br />

dili ve hülasa bütün varlığını kaybetmedikçe kurtulamaz;<br />

Tanrı onu çekip almaz sudan.<br />

Âşık bütün varlığıyla Allah’ın takdirine teslim<br />

olmazsa, olta onun için cehennemdir. O yüzden diyor<br />

ki Meister Eckhart, “Kutsal Kitap’ta şöyle yazılıdır:<br />

Aşk ölüm kadar güçlüdür, cehennem kadar<br />

sağlamdır. Ölüm, ruhu bedenden ayırır; fakat aşk,<br />

ruhu her şeyden koparır. Aşkın ilahî olandan başka<br />

hiçbir şeye tahammülü yoktur. Bu ağa düşen ve bu<br />

50<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


yolda yürüyen kişi, her ne yapsa onu aşk yapar;<br />

onun bir şeyler yapmasının yahut hiçbir şey yapmamasının<br />

bir önemi yoktur. Onun dinlenmesi,<br />

çalışmaması diğerlerinin faaliyetinden faydalıdır.<br />

O yüzden bu oltaya dikkat ediver, böyle bir esaret<br />

seni mutlu edecektir. Ne kadar çok oltaya düşersen<br />

o derece özgür olacaksın, kurtulacaksın.”<br />

Aşk oltası tehlikelidir, sürekli canlar alır; ama<br />

ne çare ki âşık can vermekten usanmaz. <strong>Yunus</strong>, aşk<br />

oltasına düşenin geri dönüşü yoktur diyor:<br />

Benim garip gönlüm aşktan usanmaz<br />

Varır aşka düşer hiç bana dönmez<br />

Ne gariptir, Meister Eckhart’ın kullandığı<br />

bu olta metaforunu ondan daha önce Mevlana<br />

Celâleddin Rûmi kullanmıştır. Mevlana, Fihî Mâ<br />

Fih başlıklı eserinde aşktan bahsederken balıkçıların<br />

balık tutma usulünden bahseder ve şöyle der:<br />

Balıkçılar, balığı bir defada sudan çekip çıkarmazlar.<br />

Oltanın çengeli balığın boğazına girince<br />

onu birazcık çekerler ve sonra bırakırlar, tekrar<br />

çekerler. Bunu, balığın kanının akıp bitkin bir hâle<br />

gelmesi, kuvvetini kaybetmesi ve zayıflaması için<br />

yaparlar. Aşk oltası da insanın damağına takılınca,<br />

pis kanların azar azar akması ve kudretini kaybetmesi<br />

için Tanrı onu yavaş yavaş çeker. Çünkü Allah<br />

kiminin kalbini darlaştırır, kiminin açar. Lâ ilâhe<br />

İllallah (Sure 2/247).<br />

Varlığı bir küll olarak Tanrı’da idrak etmeği<br />

Eckhart’tan öğreniyoruz. Bu konuda o, şöyle diyor:<br />

“Varlığı gerçekten idrak etmek istiyorsam, o zaman<br />

varlığın bizatihi kendisinin olduğu yere bakmam<br />

lazım, yoksa bölündüğü, parçalandığı yere değil:<br />

Varlığı küll olarak ancak Tanrı’da bulurum. Ruh,<br />

Tanrı’da tüm Varlık’ı idrak eder.” Ekhart’a göre,<br />

“Tanrı saf varlıktır.” ve bu “saf varlık aşktır.”<br />

Netice olarak sunu söyleyebiliriz: Orta Çağın<br />

büyük ilâhiyatçısı ve mistik düşünürü Meister<br />

Eckhart’ın mistik tecrübeyi felsefi temeller üzerine<br />

oturtması Alman idealist felsefesinin işini kolaylaştırdığı,<br />

ufkunu açtığı muhakkaktır. Farklı bir<br />

mistik geleneğe ve tecrübeye sahip olan Eckhart,<br />

mistik felsefesindeki vuzuh ve vüsata rağmen <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’nin sade, berrak ve âşıkane söyleyişine<br />

ulaşamamıştır. <strong>Yunus</strong>, lisanındaki sadelik, sarahat,<br />

seyyaliyet ve lirizm ile namütenahi mistik âlemin<br />

merkezinde yakuttan bir mücevher gibi parıldamaktadır.■<br />

ALÂ KÜLLİ HÂL<br />

Ol tuhfeyi aldım bad-ı saba ile<br />

Kıraat eyledim kiramen katibin ile<br />

Lokmamız gussa idi evvelde<br />

Tatlı şerbet içtik dün olmuş gece ile<br />

Çalab söyletir dilim oynatır elim<br />

Miskin defterime sevap isterim<br />

Sabah ezanı benden erte<br />

Kırağıdan evvel ibadeti eda ettim<br />

Eckhart zünnârını kuşanmış<br />

Dervişin talyasını omzu aşağı akmış<br />

Biri belinde beriki başında<br />

Işk odu tütmüş özler göynümüş<br />

Akl ıssı arda göçtürür<br />

Özün özü öne geçtirir<br />

Kim ki dili şekere buladır<br />

Alâ külli hâl anın sözü muteberdir<br />

MURAT KAYMAZ<br />

Senail Özkan'a<br />

51<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


NURULLAH ÇETİN*<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />

İslam kaynaklı<br />

evrensel bilgi<br />

kuramında bilgi,<br />

özünde kendisi<br />

için anlamlıdır ve<br />

insanın kendisini<br />

tanıması sürecine<br />

yani insan-ı kâmil<br />

olması sürecine<br />

hizmet eden bir<br />

değerdir.<br />

Kendini Bilme Felsefesi<br />

Bilge Türk <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> (1240-1322)’nin en önemli boyutlarından<br />

biri muhataplarını dıştan içe çekmeye çalışması,<br />

başkasından çok kendini bilmeye çağırmasıdır. İnsan kendini<br />

bilirse başkasını daha iyi bilebilir. Başkasına sempati duyabilmesi<br />

için empati yapması lazımdır. İlkel kabileler daha çok<br />

dışa dönüktür. Bilim, sanat, nefis muhasebesi, iç dünya zenginliğini<br />

ifade etme gibi hususlarla fazla ilgili değillerdir.<br />

Dışarıda dolaşırlar, avcılık yaparlar, kavga ederler, hayvanlarla,<br />

tabiatla boğuşurlar. Yani hayatlarını dışa dönük eylemlerle<br />

geçirirler. Medeni milletler ise iç dünyalarına yönelirler,<br />

iç dünyalarının zenginliği olan sanat ve bilim üretme<br />

ile meşgul olurlar. Nefislerini eğitmek, davranışlarını nizama<br />

sokmak, kurallara ve kurumlara bağlı hareket etmek, hareket<br />

özgürlüğünü başka insanlara göre sınırlamak, başkalarının<br />

hakkı olduğunu düşünmek ve onlara saygı duymak, adaletli<br />

ilişkiler kurmak medeni insanın temel vasfıdır.<br />

* Prof. Dr., Ankara Ü., Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi,<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi<br />

52<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Eğer bir ülke Afganistan’ın, Irak’ın, şuranın<br />

buranın hakkını gözetmeyip ilkel kabileler gibi<br />

tamtamlarla saldırıyorsa, manevi, ruhani değerlere<br />

önem vermeyip vahşice yakıp yıkıp öldürüyor,<br />

ateşe verip yağmalıyorsa, devlet terörü estiriyorsa<br />

onlar medeni adını taşıyan, ama gerçekte medenileşmemiş<br />

çetelerdir. Büyük Âkif’in söylediği “medeniyet<br />

dediğin tek dişi kalmış canavarlar”dır.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, insanın, toplumların ilkellikten<br />

kurtulup medenileşebilmelerinin anahtarını son derece<br />

sade, açık ve veciz bir şekilde ortaya koymuştur:<br />

“Bir ben vardır bende benden içeru”<br />

İnsanlık tarihinin serencamını bu kısa vecize<br />

ile özetlemek mümkündür. Bütün insanlık tarihini<br />

bundan daha güzel anlatabilen çarpıcı ifade yoktur.<br />

İnsanlık, tarih boyunca hep iki beni etrafında<br />

kümelenmişler, bazısı birinci benine önem vermiş,<br />

bazısı ikinci benine. Burada şunu da hatırlatmak<br />

lazım: Peyami Safa Yalnızız romanında insanın<br />

içinde birbiriyle çarpışma hâlinde olan bu iki zıt<br />

ben meselesini ayrıntılı olarak irdeler. Buna dip<br />

zıtlık kuramı diye de bir ad verir. Esasen Peyami<br />

Safa’nın beslenme kaynağı da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir.<br />

<strong>Yunus</strong>’a göre insanın bir maddi tarafı, biyolojik<br />

boyutu, dünyaya dönük tarafı var, bir de manevi<br />

boyutu, iç dünyası, soyut, ruhani yapısı var. Vücudunun,<br />

cesedinin iç derinliklerinde saklı olan manevi<br />

zenginliğini keşfetmek, kişinin kendini bilme<br />

sürecidir. Hayatı boyunca bütün öğrenim süreci,<br />

elde ettiği bilgiler, ilimler, kazandığı bütün gözlem<br />

ve izlenimlerine dayalı tecrübeler, insanın kendini<br />

yani iç zenginliğini keşfetme sürecinden ibarettir.<br />

Varlığın bir görünen maddi yüzü vardır. O boyut<br />

katıdır, serttir, karanlıktır, geçicidir. Bir de manevi,<br />

latif, şeffaf tarafı vardır. O soyuttur, saftır,<br />

kalıcıdır. İnsan bu iki boyut arasında gider gelir.<br />

<strong>Yunus</strong> kendini ve bütün muhataplarını insanı maddi<br />

boyutundan manevi boyutuna doğru, maddeden<br />

manaya, katı maddesinden şeffaf manasına doğru<br />

yükselmesini ister. İnsan dışından içine doğru olan<br />

yolculuğunda ne kadar mertebe katedebilirse o<br />

oranda insan-ı kâmil olacaktır. O oranda tam insan<br />

değil, ama nispi olarak mükemmel insan olacaktır.<br />

Zira tam insan olmak mümkün değildir.<br />

<strong>Yunus</strong>’un bütün hayat macerası, duyguları, düşünceleri,<br />

şiirleri, telkinleri hepsi de kendisinden<br />

içerilerde, derinlerde bir yerlerde olan asıl benini<br />

keşfetme, bulma cehdidir. Bir yolculuktur, seyrüseferdir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> yol ve yolculuk motifine önem<br />

veriyor. Hayatı bir yol olarak algılamak, insanı da<br />

bir yolcu olarak görmek ne kadar derin manalı bir<br />

bakıştır. <strong>Yunus</strong>’un inşa etmek istediği insan, sürekli<br />

arayan, sürekli keşif yolculuğunda olan, kendi var<br />

oluşunu gerçekleştirmek için bir şeylerin peşinde<br />

olan insandır. Tam da burada <strong>Yunus</strong>, kendisinden<br />

içerü olan benini bulabilmek için, lazım olan bilgi<br />

üzerinde yoğunlaşır. Bu durum, onun bilgi felsefesini,<br />

bilgiye yaklaşımını irdelememizi gerekli<br />

kılıyor.<br />

Kendisinden İçerü Olan Benini Keşif<br />

Yolculuğunda <strong>Yunus</strong>’un El Feneri: Sahih<br />

Bilgi Felsefesi<br />

Yüzyıllar boyunca insanlık bilginin anlamı,<br />

değeri, işlevi, önemi, mahiyeti konusunda tartışıp<br />

durmaktadır. Felsefenin temel konularından biri<br />

de epistemolojidir. Bugün modern dünyanın bilgi<br />

algısı, çoğunlukla ve yaygın olarak Rönesans ve<br />

Reform dönemleri sonrası ortaya çıkan pozitivizm<br />

kaynaklıdır. Orta Çağ Hristiyanlığına kızarak dini<br />

reddeden modern Batı, Aydınlanma dönemiyle birlikte<br />

bilgide pozitivist bir tavır geliştirdi. Buna göre<br />

müspet bilimler kutsallaştırıldı.<br />

Bilgi, büyük ölçüde insanın kendini ve hakikati,<br />

soyut derinliği ve enginlikleri araştıran bir çalışma<br />

alanı olmaktan çıktı. Dış dünyayı, tabiatı, maddeyi,<br />

somut dünyayı araştırmaya ve yağmalamaya çalıştı.<br />

Biyolojik konformizme önem verdi. Bedensel<br />

anlamda dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı<br />

esas aldı. Tabiat bilimleri, insanın bedeniyle,<br />

somut varlığıyla ilgili bilgiler önem kazanmaya<br />

başladı. Bu da insanları soyut ve manevi değerlerden<br />

uzaklaştırdı, materyalist bir dünya üretti.<br />

Modern Batının pek çok ferdî ve toplumsal bunalımlarının<br />

kaynağı, işte bu pozitivizmin beş duyuyla<br />

algılanabilen somut dünyaya önem vermesi,<br />

maddenin bilgisine ağırlık vermesi, insanın içini,<br />

kendisini, ruhunu, kalbini, duygularını, beklentilerini<br />

geri plana itmesidir.<br />

Bu anlamda da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin son derece sahih<br />

bir bilgi kuramına sahip olduğunu, hele bugünkü<br />

dünya toplumları için son derece sağlıklı düşünceler<br />

taşıdığını görüyoruz. Onun için <strong>Yunus</strong> çağdaştır,<br />

eskimemiştir. Çağlar, zamanlar, mekânlar<br />

üstü evrensel bir kişiliğe sahiptir. Evrensel olduğu<br />

için klasiktir. Bakın, <strong>Yunus</strong>’un epistemolojisi, bilgi<br />

kuramı nasıl:<br />

53<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir<br />

Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır<br />

Okumaktan ma’na ne kişi Hakk’ı bilmektir<br />

Çün okudun bilmezsin ha bir kuru ekmektir”<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin İslam kaynaklı evrensel bilgi<br />

kuramında bilgi, özünde kendisi için anlamlıdır<br />

ve insanın kendisini tanıması sürecine yani insan-ı<br />

kâmil olması sürecine hizmet eden bir değerdir.<br />

Modern Batı pozitivizminde bilgi, insanın dışındaki<br />

nesneleri, tabiatı, hayvanları, yıldızları, uzayı<br />

tanımaktır; <strong>Yunus</strong>’ta ise önce insanın kendini, içini<br />

bilmesidir. İnsanın kendi var oluşunu bilmesidir.<br />

Var oluşuna anlam kazandıran bir şeydir bilgi. İnsanın<br />

dünyaya niçin geldiğinin, bu dünyada ne anlam<br />

ifade ettiğinin, nereden gelip nereye gittiğinin<br />

anlaşılmasının yoludur.<br />

İnsanın insan olmasının, insan-ı kâmil olmasının,<br />

mükemmel insan olmasının, insanın terbiye<br />

edilmesinin, eğitilmesinin yoludur. İnsan taallümle<br />

tekemmül eden (ilim öğrenerek mükemmelleşen)<br />

bir varlıktır. Doğuştan mükemmel olarak doğmaz,<br />

öğrenerek mükemmelleşir. İnsana kendini tanıtmayan<br />

bilgi, işe yaramayan bilmektir. <strong>Yunus</strong> terminolojisi<br />

ile insanın kendisini bilmesine yaramayan<br />

bilgi ve okumak yani bilgi öğrenme süreci ne işe<br />

yarar, bu nasıl okumaktır<br />

Modern Batının pozitivist bilgi algılamasının<br />

en iyi ifadesi, âdeta veciz ifadesi Londra Üniversitesinin<br />

duvarında taşa hakkedilen Sir Francis<br />

Bacon (1561 - 1626)’ın şu cümlesinde görülebilir:<br />

“Knowledge is power.” (Bilgi güçtür, egemen<br />

olmaktır.) [1]<br />

Bu söz, Londra Üniversitesi’nin SOAS adlı bir<br />

fakültesinin motto’su, yani ilkesi, düstur olarak<br />

alınan bir vecizesidir. Batı, üniversitesinin alnına<br />

bu cümleyi nakşetmiştir. Batının bilim felsefesinin<br />

anahtarı budur. Bacon, bilimsel deneycilik<br />

düşüncesinin öncüsüdür. O, insanlığa gerekli olanın<br />

bilimsel bir pratiğe dayanan yeni bir tutum ve<br />

yöntemin olduğuna inanır. O, tabiatı deneyler aracılığıyla<br />

bilerek bilgi üretmeyi esas alır. Bilgiyle tabiatı<br />

egemenliğimiz altına alıp ona hükmetmemiz<br />

gerektiğine inanır.<br />

Bilgiye bu mantıkla yaklaşan Batı, teknolojiyi<br />

üretmiş, bu teknolojiyi insanlığın faydasına kullanması<br />

gerekirken insanları kitleler hâlinde yok edecek<br />

silahlar yapmada kullanmış, tabiatı yağmalayarak<br />

kısa sürede bol miktarda ürün üretmede kullanmış,<br />

bütün bunların sonucu olarak silah, teknoloji,<br />

sanayi, ticaretle zengin ve güçlü olmuş. Bu gücü<br />

zayıf milletleri, Doğu toplumlarını, İslam dünyasını<br />

ezmede, sömürmede, köleleştirmede baskı aracı<br />

olarak kullanmıştır. Yani emperyalist Batı, bilgiyi<br />

mazlum milletleri ezmek için güç olarak kullanmaktadır.<br />

Hz. Ömer’in ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin ruh ikliminde<br />

yetişen, onların asaletli bir evladı olan büyük Türk<br />

hakanı ve bilge emir Atatürk, kurduğu irfan yuvası<br />

Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin alnına ise “Hayatta<br />

en hakiki mürşit ilimdir” hikmetli cümlesini<br />

nakşettirerek bilgiye yaklaşım tarzını çok net bir<br />

biçimde ortaya koymuştur. Bizde bilim, önce ilimdir<br />

ve bu ilim insanı hakikate götürecek, onu irşat<br />

edecek, onu insan edecek, onu mükemmel insan<br />

yapacak, onu insan-ı kâmil makamına ulaştıracak,<br />

insana kendini tanıtacak bir değerdir. Atatürk’ün<br />

ilim anlayışı tamı tamına <strong>Yunus</strong>’un: “İlim ilim bilmektir,<br />

ilim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin<br />

ya nice okumaktır” mısralarında ifadesini bulan<br />

bilgi anlayışının devamıdır.<br />

Türkmen kocası bilge <strong>Yunus</strong>’un bilgisi emperyalist<br />

Batının ezen, yok eden, sömüren, tabiatı doymayan<br />

hırslarının tatmini için yağmalayan bilgisi<br />

değildir. Tam tersine insana insanlığı, hakikati öğreten<br />

bir aydınlıktır. Batının Aydınlanma dönemi,<br />

aslında bu bakımdan karanlık bir dönemdir. Asıl<br />

aydınlanma <strong>Yunus</strong>’un açtığı yoldadır. ■<br />

1. Religious Meditations Of Heresies, 1597<br />

54<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


İRFAN GÖRKAŞ*<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Mevlevi yazar Mehmet<br />

Ziya’nın sözünü ettiği (1329, 10-15),<br />

eserlerini “zemin-i hikmet”te yazmış “yetmiş<br />

tabaka”dan oluşan filozof, şair ve ediplerden birisidir.<br />

Risaletü’n-nushiye’nin girişinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>,<br />

tam da bu anlamda, filozof-şairlerin en güzeli<br />

(emlâhi’ş-şuara), aşk filozoflarının reisi (reisü’laşıkin)<br />

olarak nitelenir. Mehmet Ziya’nın ‘yetmiş<br />

tabaka’ dediği filozof, şair ve edipler, aslen Acem<br />

olmayıp birçoğu Buhara, Türkistan, Azerbaycan ve<br />

Hindistan taraflarından gelmişler, geldikleri yerlerde<br />

fikren pek büyük inkılap meydana getirmişlerdir.<br />

Mehmet Ziya’nın “filozof-şair”inden birisi hiç<br />

şüphesiz <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, felsefe için veya felsefi bilgi için<br />

hikmet, sırr-ı hikmet ve ilm-i hikmet terimlerini kullanır<br />

(YE, 268, 308, 315). [1] <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Calinus<br />

* Yrd.Doç.Dr. AÇÜ Eğitim Fakültesi Öğr. Üyesi<br />

1. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin fikirleri için kaynak alınan eser, <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> Divanı, Yay. Mustafa Tatçı, Akçağ, Ankara 1998<br />

adlı eserdir. Eser YE şeklinde kısaltılarak gösterilecek,<br />

çok tekrarı önlemek için beyit/dize alıntıları dışında<br />

gösterilmeyecektir.<br />

ve Lokman’dan hareketle Hikmet’e dalmaktan söz<br />

eder (YE, 97/49). Yani onun hikmetinin temelinde,<br />

Cercis, Calinus, Bukrat ve Lokman vardır. (YE,<br />

206/201). Sahip olduğu felsefi düşünce sahiplerini<br />

“cevheriler” olarak ifade eder (YE, 242/254) ki bu<br />

kavram, bizim ‘aşk filozofları’ olarak yorumladığımız<br />

“aşıkin” kavramı ile “nefis basit manevi bir<br />

cevherdir” diyen ‘felasife’yi imler.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin felsefi düşünce zeminini iki<br />

temel kavram oluşturmaktadır: Birincisi ‘akıl’,<br />

ikincisi ‘aşk’tır. Düşünce tarihimizde aklı ve aşkı<br />

felsefesinin zemini yapan filozoflar Muallim-i sani<br />

Farabi ile Doğu hikmeti filozofu İbn Sina’dır (Bayraktar,<br />

37/299). Felsefede kullanılması bakımından<br />

aklın (logos, nus) menşei, İlk Çağ filozoflarından<br />

Aristoteles’ten Herakleitos ve Parmenides’e; aşk’ın<br />

menşei, Eflatun’dan, Parmenides ve Empedokles’e<br />

kadar geriye götürülebilir. Herakleistos’un aklı,<br />

âlemi düzenleyen ve idare eden logos’tur. Parmenides<br />

Herakleitos’un iki âlemini, yani görünüşler<br />

âlemi ile değişmeyen gerçek âlemini kabul ederek<br />

ikincisini “Bir” ve Tanrı’yla aynı kabul eder. Felsefe<br />

tarihinde Tanrı tarafından göğe kaldırıldığı iddia<br />

edilen ilk kişi Empedokles’tir ve Empedokles, dört<br />

unsurla ilgili oluşu ‘aşk’ ve ‘kin’ adıyla iki prensibin<br />

idare ettiğini belirtir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Tanrı düşüncesinin felsefi zemini<br />

olan akıl ve aşk kavramlarına, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />

Tanrı düşüncesinde temele aldığı diğer bir kavramı<br />

ilave etmek gerekmektedir. Bu kavram, Hak-<br />

Hakikat kavramıdır ki bu kavramı <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> zaman<br />

zaman Çalab, Tanrı, Allah, … kavramlarıyla<br />

da yer değiştirerek kullanmaktadır. Şimdi konumuz<br />

açısından <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> felsefesinin, üç temel kavramına<br />

yakından bakabiliriz.<br />

1.Akıl Kavramı<br />

İslam felsefesinde Kindi ve Farabi (Kaya, 2005,<br />

33-36, 127-138) aklın birçok anlamından söz etmekle<br />

birlikte, İslam filozoflarınca kullanılması bakımından<br />

aklın iki temel anlamından söz edilebilir:<br />

Varlık ve bilgi. Bu bağlamda ifade etmek gerekirse<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> de bir filozof-şair olarak akıl tanımı<br />

yapan düşünürlerimizdendir. Söz gelimi <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> Risaletü’n-nushiye’nin başında, “fi tarifi’lakıl”<br />

başlığında aklı üçe ayırır (YE, 364): Akl-ı<br />

küllî, akl-ı meaş ve akl-ı mead. Akl-ı meaş dünya<br />

işlerinin (tertiplerini), akl-ı mead ahiret ahvalinin,<br />

akl-ı küllî Allah’ın bilgisini (marifetini) bildiren<br />

55<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


akıldır. Yani birincisi dünyada yaşayan, ikincisi<br />

ahirette yaşayan, üçüncüsü ‘gizli hazine’ye ait olan<br />

akıldır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin üçlü akıl tasnifi, aklın var<br />

oluşu yahut onun mekânı bakımından yapılmış bir<br />

tasniftir. Bu bakımdan, yani mekânı bakımından<br />

akıl ya aslidir - bu anlamda <strong>Yunus</strong> onu “sultan-ı cihan”,<br />

“Padişah” olarak adlandırır- yahut bedenlidir<br />

- bu anlamda akıl <strong>Yunus</strong>’tur. Her ikisinin temel niteliği<br />

ise nur/ışık ve kadim nitelikleridir. Ona göre<br />

akıl, bir nur/ışık’tır, düşünürümüzün kavramıyla<br />

“pertev”dir ve akıl “kadim”dir. Kadim olması yönünden<br />

akıl, Padişaha aittir. Yani akıl, Padişahın<br />

varlığına aittir. O hâlde Padişah kimdir<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Padişah kavramına Divan’ında<br />

yer verir. Söz gelimi “İy Padişah iy Padişah uş ben<br />

beni virdüm sana/Genc ü hazinem kamusı sensün<br />

benüm önden sona” beytiyle başlayan şiiri böyledir<br />

(YE, 1998, 70/8). Şiire göre Padişah, genc<br />

ü hazine’dir, başka bir ifadeyle Kudsî Hadis’in<br />

“gizli hazine”sidir. Bu hazine dördüncü beyitte<br />

“genc-i nihan” şeklinde ifade edilir. <strong>Yunus</strong>’a göre<br />

bu hazine, dünyadaki insanın akıl ve can’ının asıl<br />

mekânıdır, ahirette yine mekânı olacaktır. Burada<br />

hemen belirtmeliyiz ki <strong>Yunus</strong>, İslam filozofları Farabi<br />

ve İbn Sina’nın “nefs”inin yerine “can” kavramını<br />

kullanmaktadır. Filozofların düşüncesinde<br />

nefsin iki görevi vardır: Birincisi bedeni yönetmek,<br />

ikincisi akletmektir.<br />

Bir diğer şiirinde Padişah “hiç yok olmayan<br />

(lem-yezel)”tır (YE, 1998, 74/14), yani o hep<br />

varolan’dır ve <strong>Yunus</strong> ona yüzünü dönmüş durumdadır.<br />

O, <strong>Yunus</strong>’un gözünde gören, dilinde söyleyendir.<br />

O, <strong>Yunus</strong>’u var eylemiş, <strong>Yunus</strong>’a “ben yakınam<br />

senden sana” demiştir. O, <strong>Yunus</strong>’a çok yakındır,<br />

ama <strong>Yunus</strong> onun görklü yüzünü arzu etmesine<br />

rağmen bir türlü görememektedir. O nedenle<br />

<strong>Yunus</strong>, iştiyak içindedir ve hasretlik çekmektedir.<br />

Oysa <strong>Yunus</strong> bilmektedir ki her gelen odur, giden<br />

odur, gören odur, görünen odur. Hatta en yüce<br />

(ulvi) ve en aşağı (süfli) odur. Bu, Hakk/Hakikat<br />

bilgisidir (sırr). Bu bilgi/sır, dile getiril/e/mez, akıl<br />

ve fehim bu sırra er/e/mez ama bu sırrı bilmek bir<br />

mutluluktur (zevk).<br />

Padişah’ın bir diğer niteliği, “kudret”’tir (YE,<br />

1998, 96/48). Bilindiği gibi kudret, güç demektir.<br />

Şiire göre Padişah sahip olduğu gücüyle, yeri<br />

göğü yaratır. O nedenle heybetlidir. Kudret, yaratma<br />

ve heybet kavramlarından <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, varlık-sıfat<br />

ilişkisine geçer. Sıfat yerine “nişan” kavramını<br />

kullanır. Ona göre varlığın bilgisi, varlığın<br />

“nişan”ından elde edilir. Ona göre “nişansuzın<br />

nişanun kimse bilmez.” <strong>Yunus</strong>, nişan kavramıyla<br />

aynı anlama gelen, bilgide kendisinden hareket edilen<br />

bir diğer kavram “ayet”i de kullanır. Yani Padişahın,<br />

“nihayetsiz ayeti vardır.” Yine onun bin bir<br />

adı vardır. Buna mukabil, Padişah için oran, kıyas,<br />

nakş, kenar ve nihayet söz konusu değildir. Onun<br />

rengi, şekli, cismi, hod resmi, kadd ü kameti, sureti<br />

de yoktur. Bu demektir ki gizli hazine, nişan ve<br />

ayetlerinden bilinebilecek olan bir gizli Padişahtır.<br />

<strong>Yunus</strong>’a göre gizli Padişahın bilinmesini sağlayan<br />

bir diğer nitelik “inayet”tir. <strong>Yunus</strong> inayeti aynı<br />

zamanda “himmet” kavramıyla ifade eder. İnayet,<br />

insanı ve cinni ona bağlayan bir bağdır. Yani bu<br />

bağ, onun bilinmesini sağlayabilecek bir başka niteliktir.<br />

Bunlara ilaveten Padişahın dünyası, ahreti,<br />

deryası, katresi ve melekutu vardır. Bu anlamda<br />

<strong>Yunus</strong>, Kur’an ve Hadis’in “arş, kürsi, levh, kalem”<br />

kavramlarına yer verir. Bunlara ilaveten ona<br />

ait dönen bir çark, işleyen bir sistem vardır. Bu sistemle<br />

dünya yerli yerinde durmaktadır.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> dikkat edilirse Padişahın niteliklerinden,<br />

ona ait varlıklara, yani onun yarattıklarına<br />

geçer. Onlar, yani ona ait varlıklar, kendileri<br />

bakımından bir varlıktırlar, ama onları var eden<br />

bakımından birer niteliktirler. Yüz yirmi dört bin<br />

nebi, miraç ve Tur’daki münacat hepsi kendileri<br />

bakımından birer varlık ve var edeni bakımından<br />

birer niteliktirler. Çünkü onların hepsi, her iki yönüyle<br />

ona bağlıdırlar, onun emrine boyun eğmişlerdir<br />

(musahhar). Dört yüz kırk dört tabaka evliya,<br />

onlara verilen kerametler, halkın okuduğu altı bin<br />

altı yüz altmış altı ayeti, yine bu bağlamda onun<br />

var ettikleri ve onun sıfatları olan varlıklardır. Onların<br />

hepsi onun kudret sıfatının bir sonucu olarak<br />

vardırlar.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> düşüncesindeki Padişahın bir diğer<br />

niteliği, onun “her dem işi düze durur” olmasıdır<br />

(YE, 1998, 113/72). Şiire göre dünya onun bostanıdır.<br />

Bostan kavramı İslam felsefesinde devletin<br />

karşılığı kullanılan bir metafordur. O bostan, güllerin<br />

yetişmesi ve çoğalması için vardır. Gül bahçesi<br />

olan bostanın yöneticisi bir bilgedir (hakîm). Yöneticinin<br />

görevi, bostanı ayrık otlarının işgalinden<br />

korumaktır. Bu anlamda <strong>Yunus</strong>, bostandaki kimilerinin<br />

aslını, kökünü bozmaya çalıştığından söz ede-<br />

56<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ek yavuzluk eylememek konusunda kendisini uyarır.<br />

Çünkü ecel vardır, onu takip etmektedir. Hatta<br />

o, kendisine kendisinden daha yakındır. O nedenle<br />

bostanda yararlı şeyler yapmalıdır. Çünkü canlar<br />

tende baki değildir, onlar geçici mekândadırlar.<br />

Bir gün sorucu gelecek, yeri yırtıp “Tanrı’n kimdir<br />

diyü” soracaktır. İşte devletin Padişahı, bu Padişahtır,<br />

yani Tanrı’dır. Şiirinin devamında <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>, “İy Tanrı’yı bir bilenler” diyerek inananlara<br />

seslenir.<br />

Gizli, ezeli, kudretli, inayet sahibi Padişah olan<br />

bir Tanrı’dan insana geçen <strong>Yunus</strong>, bir başka şiirinde<br />

Padişah-kul metaforuyla Tanrı düşüncesini<br />

yöneten-yönetilen ilişkisi çerçevesinde verir (YE,<br />

1998, 167/151). Metafor, <strong>Yunus</strong>’un bir ilkesidir,<br />

yani kul Padişahsız Padişah kulsuz olmaz ilkesidir.<br />

Metafora göre kulun varlığı, Padişahı bilmek<br />

içindir. Ancak <strong>Yunus</strong>, bu şiirinde Padişah kavramı<br />

yanında “sultan” kavramına da yer verir. Aynı<br />

bağlamda sultan daima sultan, kul her zaman kuldur.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirde akıl tanımında kullandığı<br />

“kadim” kavramına müracaat eder. Bu sefer kulu,<br />

Tanrı ve kadim kavramıyla birlikte kullanır. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> Tanrı ve kulu, kadim bağıyla birbirine bağlar,<br />

onları birlik olarak ilan eder. “Tanrı kadim kul kadim<br />

ayrılmadım bir adım/Gör kul kim Tanrı kimdir<br />

anla iy sahib-kabul.”<br />

Bir başka şiirinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Tanrı’yı bilinmesi<br />

bakımından söz konusu eder (YE, 1998,<br />

321/367). Padişah birdir, onun birliğini bilen ilk<br />

kişi “kadim er”dir. <strong>Yunus</strong>’un kadim er dediği, İslam<br />

felsefesinin faal aklı, İslam dininin Cebrail’idir.<br />

<strong>Yunus</strong> Padişah yerine Çalab’ı kullanarak<br />

Tanrı’nın kendi yaratmasından (sun’) “kadim er”e<br />

Tanrılık verdiğini, o zamanlar onun bir kuş olduğunu,<br />

aldığı Tanrılıkla hikmetinin çok ziyadeleştiğini,<br />

uçarak rahmet gölüne daldığını, gölden dönüp<br />

bir budak üzerine konduğunu, silkindiğini, her bir<br />

yöne bir damla döküldüğünü, her bir damlanın bir<br />

peygamber olarak var olduğunu belirterek sözü<br />

Âdem’in var oluşuna getirerek devam eder. Azazil<br />

dediği İblis’e dikkat çeker. Padişah kavramını<br />

kullandığı bir diğer şiirinde <strong>Yunus</strong>, insan varlığına<br />

yer verir (YE, 1998, 331/379). Şiire göre insan can<br />

ve tenden oluşan bir bileşiktir. Can ise nurdandır.<br />

Örneği, Muhammed’in canı’dır (YE, 162/145).<br />

Ten ise felsefenin dört unsuru olan ateş (od), su,<br />

toprak ve havadan (yil) yapılmıştır. Böylece <strong>Yunus</strong>,<br />

Empedokles’in varlığı oluşturan unsurlarına ulaşır.<br />

O, bu unsurları, yukarıda belirtildiği şekilde “ulvi<br />

ve süfli” olarak niteler. Süfli olanı dört unsur, ulvi<br />

olanı bir adıyla akıl, diğer adıyla nur/pertev olan<br />

bir cevherdir. Bu cevher, tasnifi bakımından akl-ı<br />

meaş’tır ve dört unsurdan oluşan tenin yöneticisi<br />

ve akletme eylemini gerçekleştiren cevherdir. O<br />

bu cevhere, bir diğer kavramıyla ‘can’ diyecektir.<br />

<strong>Yunus</strong>’un düşüncesinde Tanrı ise akl-ı kül’dür.<br />

2.Aşk Kavramı<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de Tanrı düşüncesinin felsefi zeminini<br />

oluşturan ikinci kavram, Farabi-İbn Sina<br />

geleneğinin “aşk” kavramıdır, demiştik. <strong>Yunus</strong> bu<br />

geleneği şiirlerinde, iki şekilde ifade eder: Birincisi<br />

“Asılda âşık u maşuk u aşk bir/Bu birden gerçi kim<br />

yüz bin göründü” beytinde (YE, 353/411) yer aldığı<br />

gibi ontolojik olarak aşktır. İkincisi “iy aşıkan<br />

iy aşıkan aşk mezhebi dindür bana” dizesinde (YE,<br />

69/7) olduğu gibi “aşk mezhebi” adıyla sözünü ettiği<br />

bir düşünce yolu/geleneği olarak aşktır. Bu aşk<br />

öyle bir düşünce yoludur (mezhep) ki, bu yol şairimizin<br />

dini, hatta imanıdır. Bir başka şiirinde dinî<br />

kavramlarla ifade ettiği aşk imamdır, gönül cemaatidir.<br />

Her ikisinin kıblesi, dost yüzüdür (YE, 78/20).<br />

Bir özne olarak aşk, hem kendisini hem toplumu<br />

dosta götürmektedir. Aşk, kadim ve ezeli olandır<br />

(YE, 81/25). Bu anlamda aşk, Tanrı’nın verdiği bir<br />

derstir (sebak), Tanrı aşk müderrisidir (YE, 84/29).<br />

Aşk Tanrı’dır, ders olarak aşk Tanrı’dan ortaya çıkmaktadır.<br />

Diğer bir deyişle “âşık canına aşk koyan<br />

Sübhan’dır.”(YE, 144/121). Bu aşkın birinci niteliğidir.<br />

Aşkın ikinci niteliği, Empedoklesçi anlamda bir<br />

unsurdur, ama o “yeri göğü, arşı ve ferşi var kılan,<br />

ayakta tutan tat”tır aynı zamanda. Başka bir deyişle<br />

o varlığa ait bir yapıdır (bünyad) (YE, 86/32). Yer<br />

gök yaratılır, aşk ile bir yapı (bünyad) kazanır. Bu<br />

yapı, aşk yapısıdır, yer ve göğün yaratılmasından<br />

önce bu aşk yapısı vardır (YE, 197/191, 241/254).<br />

<strong>Yunus</strong> bir başka bir şiirinde aşkı, varlığın özü yapar.<br />

“Hakikat, her vücudun canı aşkdur/Ne can<br />

kim can içinde canı aşkdur” der. Can cismi kaim<br />

tutar, ama candaki aşk hem zahirdir hem gizlidir<br />

(pinhan). Bu bakımdan bütün nesneler aşkın elinde<br />

acizdir ve herkes aşktan sersemdir. Aşk, kâh<br />

Mecnun gözünde Leyladır, kâh Yakup’un gözünden<br />

akan Yusuf-ı Kenan yaşıdır. İsa’ya ölü dirilten,<br />

57<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Mansur’a Enelhak çağırtandır. Cüneyt’te cübbedir<br />

ve bilgidir (irfan). Aşkın çok çeşitli renkleri vardır.<br />

<strong>Yunus</strong>’un aşkı ise onun dini ve imanıdır (YE, 124-<br />

125/90).<br />

Aşk yapısının içersinde insan olarak <strong>Yunus</strong> da<br />

yer almaktadır. <strong>Yunus</strong>’un aşkı ezelidir, onu ezelden<br />

alıp mülke getirmiştir. Bu yönüyle <strong>Yunus</strong>’un aşkı<br />

bir’den bir’e gelmiştir.(YE, 186/178). Geldiği bir,<br />

onun vatanıdır, ilidir. Aşkın anlamıyla <strong>Yunus</strong>, maşuk<br />

ile yârdır. Âdem donun donanıp âleme gelmiştir.<br />

Ona “enelhak” dedirtmektedir. (YE, 186/178). Bir<br />

beytinde ise “canum, ben andan bunda “ezeli âşık”<br />

geldim” demekte (YE, 188/181), “elest belirmeden<br />

aşıkıdum” demektedir (YE, 197/190). Elest öncesi<br />

bu dem Hak’la dirlik ve birlik demidir. Bu demde<br />

aşk’ın kaynağı Rahman’dır, o nedenle aşk rahmanidir<br />

ve canların canıdır (YE, 209/204). Âlem ise<br />

hakikat ve cem âlemidir. Bu âlem canın uçtuğu, cevelan<br />

ettiği, Hakk’ın toy’unda nurdan şarap içtiği,<br />

canların biliştiği âlemdir. Orada ne oğul vardır ne<br />

kız. Ne gök vardır ne yer. Tek var olan “vahid”dir<br />

(YE, 235/243). Bir başka beytinde toy âlemi için<br />

“Bir sakiden içdük şarab arşdan yüce meyhanesi/Ol<br />

sakinün mestleriyüz canlar anun peymanesi” (YE,<br />

349) demektedir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin elest öncesiyle<br />

ilgili diğer kavramı, “aşk-ı ilahî”dir. (264/289). Bu<br />

âlem, âlem-i vahdettir. Bu âlemde ne Yusuf ne Kenan<br />

vardır. (YE, 246/260). Aşk <strong>Yunus</strong>’un şahsında<br />

varlığa verilen bir emanettir, Hak’tan gelen bir şerbettir.<br />

Bu anlamda <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> emanet olan aşkın,<br />

“değme yerde” söylenilmesini istemez. Çünkü bu,<br />

bir yasadır (kaide). Bu yasa, “cevheriler”in yasasıdır<br />

(YE, 242/254).<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin cevheri, tanrısal (ilahî) bir<br />

varlık olan can’dır, yani gizli bir nur’dur. Gizli bir<br />

nur olarak can, “kalu bela” denilmeden önce vardır<br />

(YE, 86/33). İnsandaki aşk, can’a aittir. Aşk, canı<br />

sarhoş eder (YE,104) ve ona beka/kalıcılık niteliği<br />

kazandırır. Bu anlamıyla aşk, medreselerde okutulmaz<br />

(YE, 95). Aşk canlıya (hayvan) ölümsüzlük<br />

verir, nefsin varlığını akl-ı kül’e ulaştırır (YE, 143,<br />

171). Aşk, nefs iline akan, ne bulduysa yakan, kibir<br />

kalesini yıkan, o anda çok savaş olan, Rahman yolunu<br />

gösteren <strong>Yunus</strong>’un yoldaş’ıdır. Aşk, dünyada<br />

peygamberin başına gelen şeydir, tercümanı Cebrail,<br />

maşukası Hâlık’tır (YE, 121/86). Aşk, marifettir.<br />

Gül ve reyhan kokusu âşık ile maşukadır (YE,<br />

67). <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> maşuk kavramı yerine zaman zaman<br />

dost kavramını kullanır. Maşuka giden yedi<br />

kapı vardır. Her kapıda yüz bin çerisi olan bir kişi<br />

vardır. Yine maşukun türlü türlü renklerde tecellisi<br />

olur. (YE, 114/73). Bayram, âşığın maşuka erişmesidir<br />

(YE, 115). Maşuk teveccüh edilendir. Hasretinden<br />

gözyaşı pınar olur (YE, 126).<br />

3.Hak-Hakikat Kavramı<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de Tanrı düşüncesinin felsefi zeminini<br />

oluşturan üçüncü kavram hak/hakikat kavramıdır.<br />

<strong>Yunus</strong>, kavramı Hak Çalab şeklinde de<br />

kullanır. İslam felsefesinde ise hak/hakikat kavramı,<br />

ontolojik ve epistemolojik anlamda kullanılır.<br />

Ontolojik anlamda kullanırken <strong>Yunus</strong>, Hak kavramını,<br />

epistemolojik anlamda kullanırken hakikat<br />

kavramını tercih eder. Bir varlık olarak Hakk’ın<br />

varlığı, aşktır (YE, 228). Yine Hak, bir yaratıcıdır.<br />

<strong>Yunus</strong> felsefesinde o, kendi kudretinden bir cevher<br />

(gevher) yaratır, cevhere nazar kılar, cevher erir,<br />

yani oluşa geçer. O cevherin nurundan yedi kat yer,<br />

buğundan yedi kat gök, damlasından yedi deniz yaratır.<br />

Denizin köpüğünden dağları muhkemleştirir.<br />

Mahlukata şefkatinden Muhammed’i, müminlere<br />

fazlından Ali’yi yaratır. (YE, 239/249). “Hak ile<br />

Hak olmuşam” dediği şiirde <strong>Yunus</strong>, adını Bukrat<br />

şeklinde verdiği Sokrates’le aynı geleneği paylaşır<br />

görünmekte, bu anlamda “kendini bilen Rabbini bilir<br />

(men arefe nefsehu fe-kad arefe rabbehu)” önermesini<br />

temel yapmaktadır (YE, 263). İkinci öncülü<br />

“Gizli bir hazine idim (küntü kenzen mahfiyyen)”<br />

önermesidir. Aynı anlamda “bütün Allah katındandır<br />

(küllün min ındillah)” önermesini ilave eder.<br />

İki öncül temelinde oluşturduğu düşüncesine göre<br />

“Hak, ol âlem fahri Muhammed’i öğüp yaratan, sevip<br />

habibim diyendir (YE, 118/81). Hakk’ın kudreti,<br />

hod candır, canın mekânı tendir. Hak, yoğ iken<br />

insanı var eyleyendir. Asıl ve kök olarak insan yoğ<br />

iken, o var eylemiştir” (YE, 143/120). Hak, âşık canına<br />

aşk koyan Sübhan’dır. Mustafa onun yâridir.<br />

(YE, 144/121). <strong>Yunus</strong>, Hak kapısının kapıcısıdır<br />

(YE, 150/128). Hakikat aşktır, aşk hakikat içindedir<br />

(YE, 269). <strong>Yunus</strong> âşıktır, maşukunu istemektedir<br />

(YE, 150/129). Âşık, maşukun olduğu iştedir.<br />

İkisinin işi bir sırdır. Yerdeki ve gökteki her söz aşk<br />

ile dile gelmektedir.<br />

Hak Çalab olarak o, eşi olmayan, günahı bağışlayan,<br />

rahmeti çok olandır. Zengindir, her derdin<br />

dermanıdır, aşk ateşine yakandır; ne yoksuldur ne<br />

58<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


aydır ne köşktedir ne saraydadır. Miskin gönlündedir<br />

(YE, 193/186). Nutfeden Âdem yaratan, yumurtadan<br />

kuş türeten, sürekli rızık veren, kimini<br />

zahid, kimini fasık eyleyendir. Kadir ve Hay’dır.<br />

Hem ilktir (evvel) hem son (ahir), hem ebed hem<br />

beka, hem batın hem zahir, yeri göğü yaratan, arşı<br />

kürsi durduran ve sahib-i Kuran’dır (YE, 213).<br />

Sonuç<br />

Sonuç olarak <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Tanrı düşüncesi,<br />

akıl, aşk ve hakikat olmak üzere üç kavramı ile<br />

insanın Tanrı’yı bilmesi temelinde şekillenmekte,<br />

İslam filozoflarının insan için kullandıkları ‘nefs”<br />

kavramı yerine <strong>Yunus</strong> ‘can’ kavramını tercih etmekte,<br />

nefs’i hayvani nefs için, <strong>Yunus</strong>’un terimiyle<br />

‘ten’ için kullanmaktadır.<br />

<strong>Yunus</strong>’un düşüncesinde Tanrı’nın bilinmesi,<br />

Elest merkezli iki evreden oluşmaktadır. Bu iki<br />

evre Elest öncesi ve Elest sonrası evredir. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’ye göre Tanrı’nın bilinmesi, yani insana ait<br />

Tanrı düşüncesi Elest’le başlamaktadır. Çünkü<br />

insanın varlığı ve bilgisi Elest’le birlikte ortaya<br />

çıkmaktadır. Özetlemek gerekirse Elest öncesinde<br />

Tanrı, “akl-ı kül’dür. Akl-ı kül olarak Tanrı, akıl,<br />

âkil ve ma’kul’dür. Yine Elest öncesinde Tanrı,<br />

aşk’tır. Aşk olarak Tanrı, aşk, âşık ve maşuk’tur.<br />

Bu hâliyle Tanrı, “Vahid”tir ve Kudsi Hadiste geçen<br />

kavramla “gizli hazine”dir. Tanrı Rahman’dır.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Elest öncesi evreyi, ontolojik olarak<br />

birlik ve dirlik âlemi olarak da isimlendirir. Bu<br />

âlem hakikat ve cem âlemidir. Bu birlik âleminde<br />

can Rahman’la birliktedir. Bu âlem, canın uçtuğu,<br />

cevelan ettiği, Hakk’ın toy’unda nurdan şarap<br />

içtiği ve biliştiği âlemdir. Orada can için ne oğul<br />

vardır ne kız. Ne gök vardır ne yer. Tek var olan<br />

“Vahid”dir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Elest öncesi evreyle<br />

ilgili diğer kavramı, “aşk-ı ilahî”dir. Başka bir ifade<br />

ile bu âlem, Tanrısal aşk âlemidir ki Tanrı Hak<br />

ve Hakikat’tir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre Tanrı tanrılık yapar, varlıkları<br />

kudretiyle yoğ iken yaratır ve yönetir. Varlıklar,<br />

Tanrı’nın inayeti olan aşk’ı ve akl’ı alırlar.<br />

Bu bakımdan onlar Tanrı’nın birer kadim niteliğidirler.<br />

Tanrı’dan ayrı ve ona kavuşma iştiyakına<br />

sahip olmaları bakımından onlar, birer varlıktırlar.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Tanrı’nın nitelikleri ve isimleri için<br />

Arapça’da çokluğu ifade eden sayı geleneğine bağlı<br />

kalır, onun niteliklerini ifade eden çoklu muhtelif<br />

rakamlar verir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin zikrettiği Tanrısal<br />

nitelikler arasında, yöneticilik (padişah, sultan),<br />

yapma (sun’), tanrılık (yaratma), varlık ve varlık<br />

verme (vücud, icad) kudret, aşk, akıl, inayet, vb.<br />

nitelikler yer alır. Ayrıca <strong>Yunus</strong> onu, Tanrı, Çalab,<br />

Şah gibi kavramlarla anar ve isimlendirir. Ancak<br />

hemen belirtmek gerekir ki <strong>Yunus</strong>’un belirtilen<br />

ve bilinen Tanrı düşüncesi, Elest sonrası evresine<br />

aittir. Dolayısıyla <strong>Yunus</strong>’un Tanrı düşüncesi,<br />

“çokluk”tan, özellikle insandan ve insanın ‘kendilik’inden<br />

hareketle elde edilen bir Tanrı bilgisidir.<br />

Tanrı’nın bilinmesinde <strong>Yunus</strong>’un iki temel<br />

önermesi vardır. Bunlar “kendini bilen rabbini<br />

bilir” ile “gizli bir hazine idim” önermeleridir. O<br />

nedenle <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirlerinde Tanrı’dan çok insanı<br />

öne alır. Tanrı’ya insandan hareketle ulaşmaya,<br />

insanın ‘kendilik’ düşüncesinden hareketle Tanrı<br />

bilgisini ortaya koymaya çalışır. Bu açıdan o, adını<br />

Bukrat şeklinde verdiği Sokrates’ten, dört unsur<br />

ve onları bir varlık yapısı hâline getiren “aşk” düşüncesiyle<br />

Empedokles’ten, Tanrı’yla beraberken<br />

inişe geçen insanın içindeki aşkla dönüş/yükseliş<br />

fikrine sahip özne düşüncesiyle Pythagorasçılardan<br />

ve Eflatun’dan, akıl ve aşk kavramları temelli<br />

düşüncesi bakımından Farabi ve İbn Sina’dan,<br />

bedenli varlıktaki dengeyi can’ın canı olan aşkla<br />

sürdürmesi bakımından Calinus şeklinde adını<br />

verdiği Galenos’tan izler taşımaktadır denilebilir,<br />

ama Tanrı düşüncesini iki evrede ortaya koyması<br />

ile Galenos’un var oluştaki süreklilik dengesini,<br />

<strong>Yunus</strong>’un ifadesiyle yapıyı (bünyad), “aşk”la sağlamayı<br />

düşünmesi onun iki orijinal yönünü oluşturmaktadır.<br />

O can’ı (nefs) nurani/rahmani bir cevher<br />

kabul etmesi bakımından bir cevherî düşünür ise<br />

de can’ın özündeki aşkla birlikte, bedenden önce<br />

de var ve kadim olduğu düşüncesiyle Farabi ve İbn<br />

Sina’dan ayrılan bir düşünürdür. ■<br />

KAYNAKÇA<br />

BAYRAKTAR, Mehmet, “İbn Sina’da Varlık, Varoluşun<br />

Sebebi ve Varlığın Delili Olarak Aşk”, A.Ü.İlahiyat<br />

Fakültesi Dergisi, No 37/772, s.299-306.<br />

FARABİ, “Aklın Anlamları”, İslam Filozoflarından<br />

Felsefe Metinleri, Mahmut Kaya, Klasik, İstanbul 2005.<br />

KİNDİ, “Akıl Üzerine”, İslam Filozoflarından Felsefe<br />

Metinleri, Mahmut Kaya, Klasik, İstanbul 2005.<br />

TATÇI, Mustafa, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı, Akçağ, Ankara<br />

1998.<br />

ZİYA, Mehmet, Merakiz-i Mühimme-i Mevleviyeden<br />

Yenikapı Mevlevihanesi, Darulhilafetilaliyye, İstanbul 1329.<br />

59<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


YUNUS EMRE'NİN SEYAHATLERİ<br />

MUSTAFA ÖZÇELİK<br />

Ben yürürüm ilden ile<br />

Dost sorarım dilden dile<br />

Gurbetde hâlim kim bile<br />

Gel gör beni aşk neyledi<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />

"...inziva, tefekkür<br />

ve murakabe için<br />

tabiata açılmak<br />

gerekir. Yine<br />

tabiatta bulunan<br />

her şey, Allah’ın<br />

ayetleridir. Bir<br />

irfan ehli onları<br />

da okumak<br />

durumundadır.<br />

Bu anlamda<br />

tabiat, metafizik<br />

bir ders kitabı<br />

sayılmalıdır."<br />

Anadolu’nun ruhu: <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />

Necip Fazıl, bir yazısında <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için “<strong>Yunus</strong>,<br />

Anadolu’nun ruhudur.”der. Onu böyle düşündüren sebep<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerini hem Anadolu’nun saf<br />

lisanı Türkçe ile yazması hem de şiirlerinde dağları,<br />

ovaları, nehirleri ile bize yine saf bir Anadolu resmi<br />

çizmesidir. Üstelik bu resim, sadece fiziki de değildir.<br />

Anadolu’nun ruh coğrafyasını da çizer <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>…<br />

Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla öylesine bütünleşir<br />

ki “<strong>Yunus</strong>, Anadolu olur; Anadolu da <strong>Yunus</strong>… Bu yüzden<br />

Anadolu’yu ve insanını anlamak, kavramak isteyenler,<br />

ona <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’den gitmek; bu coğrafyayı onun<br />

gözüyle görmek durumundadırlar.<br />

Anadolu insanı, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye olan sevgisini pek<br />

çok şekilde göstermek istemiştir. Mesela çocuklarına<br />

onun adını vermiştir. Hakkında menkıbeler oluşturmuştur.<br />

Dahası ona bulundukları yerlerde mezarlar/makamlar<br />

yapmıştır. Böylece <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi tarihin soğuk<br />

mahzeninden çıkarıp onu menkıbelerin sıcak kucağında<br />

60<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ugünlere taşımış, inşa ettiği mezar ve makamlarla<br />

da kendi toprağında her an görmek, onunla<br />

kendi arasında bir aidiyet kurmak istemiştir. Bu<br />

yüzden bugün Anadolu’nun doğusundan batısına,<br />

bilhassa orta bölgelerine seyahat edenler, gezdikleri<br />

bu yerlerde bir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> kabriyle mutlaka<br />

karşılaşırlar. Bu o kadar yoğun bir ilgidir ki, bugün<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Anadolu sahasında 16 ayrı<br />

yerde mezarı bulunmaktadır.<br />

Bu mezarlara nerelerde rastlanmaz ki<br />

Erzurum’dan Tire(İzmir)’ye; Karaman’dan<br />

Bolu’ya; Sivas’tan Kula(Manisa)ya, Bursa’ya<br />

kadar bütün bir Anadolu’da bu makamlar yer<br />

alır. Orta Anadolu bölgesinde ise bu durum,<br />

daha bir ilginçlik taşır. Zira <strong>Yunus</strong>’un bu bölgede<br />

Çayköy(Afyon-Sandıklı), yine Döğer(Afyon),<br />

Aksaray, Kırşehir, Keçiborlu(Isparta) da kabri<br />

bulunmaktadır. Hele Eskişehir-Ankara arasında<br />

tren yolculuğu yapanlar ise Sarıköy istasyonuna<br />

geldiklerinde bu durumun daha yakından tanığı<br />

olacaklardır. Zira <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin buradaki kabri<br />

tam da tren yolunun kıyısındadır.<br />

Bir insanın ancak bir yerde kabri bulunabileceğine<br />

göre bütün bunlar neyi gösterir Her şeyden<br />

önce aklımıza gelen sebep, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin bütün<br />

bir Anadolu’da çok sevilen bir isim oluşudur. Bir<br />

başka önemli sebep de onun “gezgin bir şair” oluşuyla<br />

ilgilidir. <strong>Yunus</strong>, bu özelliğiyle Anadolu’nun<br />

pek çok yerini gezmiş, dolayısıyla uğradığı her<br />

yer, onu orada böyle bir mezar/makamla kalıcı<br />

kılmıştır. Burada akla hemen şu soru gelebilir.<br />

Şairlikle gezginlik arasında gerçekten de bir ilişki<br />

mevcut mudur ki <strong>Yunus</strong>, onca yeri gezmiş olsun<br />

Bizim bu soruya cevabımız elbette olumlu olacaktır.<br />

Zira bizde böyle bir gelenek vardır, hatta bu<br />

gelenek bizde İslamiyet öncesine kadar uzanır.<br />

Şairlik ve gezginli<br />

O zamanlarda atlı-göçebe medeniyetin bir sonucu<br />

olarak şairler de göçebe idi. Yerleşik medeniyete<br />

geçtikten sonra bu göçebe ozanların yerini<br />

bir bakıma âşıklar aldı. Zira gezgincilik, onların<br />

şairlik tabiatlarının ve hayat tarzlarının bir gereğiydi.<br />

Çünkü adı üstünde âşıklık, sevilen bir<br />

varlığı ve ona ulaşma arzusunu ifade etmektedir.<br />

Geleneğe göre bunlar pîr elinden bâde içerek,<br />

rüyâlarında gördükleri güzele âşık olurlar. Sabah<br />

uyandıklarında bu aşkın ateşiyle şiirler söylemeye<br />

başlarlar ve sevgililerini aramak için diyar diyar<br />

gezerlerdi. “Ala gözlü”sünü aramak için yedi iklim<br />

dört bucak gezip dolaşan Karacaoğlan bu şair<br />

tipinin en ilginç örneğidir.<br />

Geleneğin yorumu da dikkate alındığında bu<br />

tür şairler için gezmek, bir tür hayat tarzıdır. Bunların<br />

sürekli olarak ikamet ettikleri bir yerleri yoktur.<br />

Devamlı gezerler. Gittikleri yerlerde de fazla<br />

kalmazlar. Tabii ihtiyaçları uğradıkları yerlerdeki<br />

halk tarafından karşılanır. Bir bakıma bunlar, halkın<br />

aşklarının, acılarının sözcüsüdürler. Halk da<br />

bu yüzden onlara saygı gösterir ve ihtiyaçlarını<br />

karşılar. Bunlar arasında Anadolu’nun Türk-İslâm<br />

diyarı haline geliş yıllarında “cavlak” tabir edilen<br />

bir grup daha vardır ki onlar da bu tür bir hayat<br />

tarzı içerisindedirler. Ama bunlar, âşıklığın kötü<br />

örnekleridir. Yeri gelince evliya, yeri gelince eşkıya<br />

görünümünde asalak tiplerdir. Onlar da diyar<br />

diyar gezerler. Ama amaçları bir tür dilenciliktir.<br />

İşte bu iki şair tipinin bu durumları benzer bir<br />

gezginci şairlik yorumunun tekke şairleri için de<br />

yapılmasına neden olmuştur. Ayrıca halk, çoğu zaman<br />

bu iki şair tipini birbirinden ayrı görmemiştir.<br />

Şüphesiz, gurbet ve ona bağlı olarak yol ve yolculuk<br />

gibi kavramlar tekke şairleri için de söylenebilir.<br />

Onlar da halkın yorumuyla aynı şekilde rüyâda<br />

veya uyanıkken mürşid, pir veya Hızır peygamber<br />

elinden bâde içerek bu aşkın hasretiyle bulundukları<br />

yerlerde duramaz hale gelirler. Dolayısıyla<br />

gezginlik onlar için de söz konusu olur.<br />

Fakat diğer şair tipleriyle Tekke şairlerinin seyahatleri<br />

arasında önemli bir mahiyet farkı vardır.<br />

Öncelikle şu söylenmelidir ki, tekke şairlerinin<br />

yaşama tarzları öyle uzun boylu gezginliğe elverişli<br />

değildir. Zira onların hepsi bir tarikata dolayısıyla<br />

bir dergâha bağlıdırlar. Yani yerleşik bir ha-<br />

61<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


yatın içerisindedirler. Kimseye yük olmaz, geçimlerini<br />

çiftçilikle sağlarlar. Zaman zaman gezilere<br />

çıktıkları da bir gerçektir. Fakat buradaki amaç,<br />

niyet ve gezinin yapılış tarzı son derece farklıdır.<br />

Mesela; Bir tarikat mensubu, yolunun erkânı<br />

için önce bulunduğu yerdeki şeyhten ders almaya<br />

başlar. Sonra bu dersleri tamamlamak için başka<br />

yerlere yolculuğa çıkabilir. Bazen de bu geziler<br />

şeyhin emriyle gerçekleşir. Mesela mürit o çevrede<br />

bir günaha düşme tehlikesi içerisindedir. Yani<br />

nefsin ve kalbin bazı halleri için yolculuk zaruri<br />

hale gelebilir. Yine bu gezi, ilim ve irfan adamlarını<br />

ziyaret yahut ilim tahsili olabilir. İrşat da bir<br />

gezi amacıdır. Düşünmek ve ibret almak amaçlı<br />

geziler de vardır. Kâbe’yi ve Peygamberin kabrini<br />

ziyaret bir tekke mensubu için en önemli gezi sebebidir.<br />

Ayrıca bu gezilerin adapları da mevcuttur.<br />

Gidilen yer genellikle bir dergâh veya ilim meclisi<br />

olacağı için halka yük olma gibi bir durum da söz<br />

konusu olamaz.<br />

Yine tekke şairleri için yolculuğun bir başka<br />

şekli de manevi olanıdır ki onlar için söz konusu<br />

edilebilecek asıl yolculuk bu tür yolculuktur. Nasıl<br />

bedenle yapılan yolculuk bir yerden bir başka<br />

yere gitmek ise manevi yani kâlple olanı da bir<br />

âlemden başka bir âleme geçmek, bir sıfattan diğerine<br />

yükselmek şeklinde gerçekleşir. Bu, dünya<br />

sevgisinden ahiret sevgisine, ölüm korkusundan<br />

ölümsüzlük coşkusuna, geçici aşktan gerçek aşka,<br />

ikilikten birliğe, ilimden irfana, şeriattan tarikata,<br />

hakikatten marifete şeklinde kendisini gösterir.<br />

Öte yandan dünya onlar için gurbet, ahiret<br />

ise asıl vatandır. Dolayısıyla nefes alıp verdikleri<br />

sürece asıl vatanlarına kavuşmanın hasreti içinde<br />

yanıp tutuşurlar. Bu hal, onları kimi zaman ilden<br />

ile, kimi zaman dağdan dağa düşürür. Dolayısıyla<br />

şiirlerinde yol, yolculuk, hasret, gurbet... vazgeçilmez<br />

temalara dönüşür.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin gezileri<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> de bir tekke şairi olarak bu genel<br />

çerçevenin içinde düşünülmelidir. Menkıbevi<br />

hayatı ve şiirleri incelendiğinde <strong>Yunus</strong>’un bir mutasavvıf<br />

olarak gerçekleşen hem maddi, hem de<br />

kalbi yolculuklarının olduğunu görmekteyiz.<br />

Menkıbe, <strong>Yunus</strong>’u ilk yolculuğu olarak önce<br />

Horasan’dan Anadolu ve Sakarya kıyılarına getirir.<br />

Bu sadece Moğol zulmünün baskısıyla gerçekleşen<br />

bir hicret olmayıp aynı zamanda Anadolu’yu<br />

manevi anlamda imar hareketiyle ilgilidir. Bu<br />

bakımdan <strong>Yunus</strong>, bir Horasan Eri’dir. Burada<br />

“Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın”<br />

mısralarından da anlaşılacağı üzere ırmak motifi<br />

üzerinde çokça tefekkür ettiği anlaşılan <strong>Yunus</strong>’un<br />

akan sular misali daha büyük yolculuklara aday<br />

birisi olduğunu ortaya çıkar. Yani <strong>Yunus</strong>, bir misyon<br />

eridir.<br />

Onun ilk yolculuğu, Tabduk’un yanında noktalanmadan<br />

önce dağ taş aşılarak Hacı Bektaş diyarına<br />

yapılır. Menkıbeye göre <strong>Yunus</strong> bir kıtlık<br />

yılında çoluk çocuğuna erzak almak üzere Hacı<br />

Bektaş dergâhına gider. Malum sebeple bu defa<br />

yolculuğun yönü Tabduk <strong>Emre</strong>’nin bulunduğu<br />

yere çevrilir. Sonra burada şeyhiyle aralarında geçen<br />

bir dargınlık yüzünden gurbete çıkar. Şeyhinin<br />

buyruğuyla bir rivayete göre kırk yıl seyahat<br />

eder. Tekrar şeyhinin yanına döner ve ardından bu<br />

defa da tebliğ ve irşat gezilerine başlar.<br />

Menkıbenin gerçeği ne ölçüde yansıttığı ayrı<br />

bir konudur. Fakat tarikat geleneği içinde ve şeyhmürid<br />

ilişkileri bağlamında müridin seyahatlere<br />

çıkması yukarıda da belirtildiği gibi tabii bir durumdur<br />

ve bu geziler muhtelif sebeplerle yapılmış<br />

olabilir. Muhtemeldir ki <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> de bu<br />

anlamda çeşitli gezilere çıkmış, muhtelif yerlere<br />

gitmiştir. Hele onun Anadolu’nun aynı zamanda<br />

buhranlı bir çağında yaşaması, bilhassa irşat<br />

amaçlı geziler yapmış olmasını gerekli kılar.<br />

Menkıbelerin dışında, <strong>Yunus</strong>’un yaptığı bu tür<br />

gezilerin ipuçlarına şiirlerinde de çokça rastlanmaktadır.<br />

Mesela, onun. “Mevlânâ Hüdavendigâr<br />

bize nazar kıldı/Onun görklü nazarı, gönlümüz<br />

aynasıdır./Mevlânâ meclisinde saz ile işret oldu/<br />

Ârif manaya daldı çün biledir feriştah” mısra-<br />

62<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ları Konya’ya gidip Mevlânâ ile görüştüğünün<br />

dolayısıyla tasavvuf edebinde anlatılan ilim ve<br />

irfan ehlini ziyaret maksatlı geziler yaptığının<br />

işareti sayılabilir. Tabduk <strong>Emre</strong> dergâhında dili<br />

çözülüp şiirler söylemeye başladıktan sonra ise:<br />

“Gezdim Urum ile Şam’ı/Yukarı illeri kamu/<br />

Vardığımız illere şol safa gönüllere/Halka Tabduk<br />

manâsın saçtık elhamdülillah” gibi mısraları<br />

onun Anadolu, Suriye ve Azerbaycan muhitlerine<br />

tasavvuf amaçlı geziler yaptığını göstermektedir.<br />

“Allah evi ziyarettir ben anda varmak isterim/Muhammed’in<br />

güzel nurun gözümle görmek<br />

isterim.”Ya da:”Hak müyesser etse varsam güzel<br />

Kâ’betullah sana/Bakuben hayranın olsam güzel<br />

Kâ’betullah sana” mısraları <strong>Yunus</strong>’un gerçekleştirip<br />

gerçekleştiremediğini tam olarak bilmediğimiz<br />

bir Hac yolculuğunun özlemini dile getirmektedir.<br />

Öte yandan <strong>Yunus</strong>’un tabiata yönelik gezileri<br />

de vardır. Çünkü inziva, tefekkür ve murakabe<br />

için tabiata açılmak gerekir. Yine tabiatta bulunan<br />

her şey, Allah’ın ayetleridir. Bir irfan ehli<br />

onları da okumak durumundadır. Bu anlamda tabiat,<br />

metafizik bir ders kitabı sayılmalıdır. Ayrıca<br />

tabiata yönelik bu tür yolculukları aynı zamanda<br />

manevi yolculuklar olarak da düşünmek gerekir<br />

ki böylece maddi yolculuklarla beraber kalbi yolculuklar<br />

iç içe geçmiş vaziyette <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde<br />

yer alırlar. Zira dış âleme ait görünen bu<br />

geziler çoğu kez iç âlemdeki yolculuğun maddi<br />

benzetmeleri olarak da ortaya çıkabilmektedir.<br />

Manevi yolculukları<br />

Dünyayı her mutasavvıf gibi fâni bir âlem olarak<br />

telakki eden <strong>Yunus</strong>’un şüphesiz ki asıl yolculuğu<br />

bu anlamdaki yani manevi boyutta olanıdır.<br />

Bu manevi yolun şartları gereği önce gerçek sanılan<br />

âlemde faniliği ve yokluğu hissetmek, ardından<br />

baki olanın yoluna düşmek şeklinde özetleyebileceğimiz<br />

yolculuk yahut arayış macerasıdır.<br />

Bu yolculuğun ilk durağı, kişinin kendini bu dünyada<br />

garip hissetmesidir. Bu duygu onu sürekli<br />

hareket halinde tutar. Dünya ve beden kafesi içinde<br />

bunalan ruh, kimi zaman dağlara atar kendini<br />

kimi zaman yad ellere. Karşısına çıkan dağlar<br />

maddi bir engel olabileceği gibi nefs olarak da görülebilir.<br />

Yorum ne olursa olsun, bir mutasavvıf,<br />

aradığını bulana kadar hep bir seyahat (arayış)<br />

içerisindedir. “Harami gibi yoluma arkuri inen<br />

karlı dağ/ Ben yârimden ayrı düştüm sen yolumu<br />

bağlar mısın/Oldum ilimden avare beni bunda eğler<br />

misin” şeklindeki mısralar, bu arayışın macerasını<br />

dillendirir. Faniliğin idrakinden sonra ise<br />

seferin yönü ötelere çevrilir: “Benim burda kararım<br />

yok ben gine gitmeğe geldim./ Bilin ki dünya<br />

fanidir dünyayı terk etsen gönül”, “Bir nazarda<br />

kalmayalım gel dosta gidelim gönül”<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin belli bir merhaleden sonra<br />

hem maddi hem kalbi dünyasındaki yolculukta<br />

aradığı Allah’tır. Ağaçta, kuşta, çiçekte onun<br />

varlığı hissedilse bile bu, yeterli olmaz. Çünkü<br />

Allah mekândan münezzehtir. Varlığı ancak kalpte<br />

hissedilir. Bu yüzden <strong>Yunus</strong>’un manevi yolculuğunun<br />

yöneldiği yer kalbidir. Yani içine döner,<br />

kendi varlığının sırlarını kurcalar. Şu mısralar,<br />

bu yolculuğun ifadesidir: “İşbu vücud şehrine her<br />

dem giresim gelir/ İçindeki sultanın yüzin göresim<br />

gelir.”<strong>Yunus</strong>’un bu noktada manevi yolculuk<br />

çilesi çektiği aşikârdır. Fakat sonunda: “Ne yüriyem<br />

ne hod aram ne uzak sefere varam” ,“Çünkü<br />

dostu bunda buldum ayruk neye seferüm var.”,<br />

“Ballar balını buldum bu cânım yağma olsun/<br />

Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun”<br />

ifadeleri vuslatın gerçekleştiğini, seferin maksadına<br />

ulaştığını gösterir.<br />

Bu anlamda onun: “Adım adım ileri beş<br />

âlemden içerü/ On sekiz bin hicabı geçtim bir<br />

dağ içinde/ Yetmiş bin hicab geçtim gizli perdeler<br />

açtım/ Ol dost ile buluştum gördüm bir dağ içinde”<br />

beyitleriyle başlayan uzun şiiri asıl seyahatin,<br />

Allah’a ulaşma makamları arasındaki yolculuğun<br />

rumuzlu bir destanı sayılmalıdır.■<br />

63<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Yoldayım<br />

NECATİ KANTER<br />

Perdeyi araladım, ince ince çiseleyen bir bahar<br />

yağmurunun büyüsüne kapılıp uzun bir yolculuğa<br />

çıktım düşler ülkesine. “Kâh çıktım gökyüzüne seyreyle-<br />

dim âlemi / kâh indim<br />

yeryüzüne seyreyledi âlem beni.” Ne-<br />

den sonra masamın başına döndüm, kalemi elime aldım, dakikalarca<br />

önümdeki kâğıda baktım. Tek kelime bile yazamıyorum.<br />

Oysa kâğıt üzerine döküp gün yüzüne çıkarmayı düşündüğüm bu<br />

öyküyü düşlerimde yazmıştım. Hem de kaç kere<br />

Belleğimi toparlayıp her şeyi yerli yerine koymalıyım. Öncelikle<br />

çağrışımları. Kurgu üzerinde çalışmalıyım. Sözcüklerin<br />

oluşturacağı çağrışımlarla; eksiksiz ve özgürce... Ama olmuyor! O<br />

kadar uğraşmama karşın, belleğim bir türlü kaleme uyum sağlayamıyor.<br />

Hani derler ya; akıl tutulması! Kalem işlemiyor. Taşlaşmış.<br />

Dakikalar, saatler, günler geçiyor. Yok! Basiretim bağlanmış. Yazamıyorum!<br />

Bir gece yine uyumadan karmaşık duygular arasında sabahı beklerken<br />

kaynağı belirsiz bir yerden akan dupduru bir ney sesi odama kadar<br />

ulaşmış, kör bir dilenci gibi elimden tutup uzaklara taşımıştı beni.<br />

Sarı Köy’e… Öykümün yeşerip dal budak salacağı topraklara. <strong>Emre</strong>’m<br />

<strong>Yunus</strong>’a. Bektaş ocağına, Tapduk kapısına...<br />

Masa üzerindeki kaleme uzandım, ak kâğıdı çektim önüme, “Bismillah”<br />

dedim, yazmaya başladım.<br />

64<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Yoldayım!<br />

Sırtımda Türkmen işlemeli bir heybe, heybemin<br />

içinde bir dilim mayalı ekmek, bir baş kuru<br />

soğan, bir avuç dağ yemişi, bir kırba su, ayağımda<br />

sığır derisinden yapılmış bir çift çarık, elimde<br />

uzun bir asa, dilimde dua…<br />

Yürü ey seyyah-ı avare!<br />

Yolun muhabbet dergâhına.<br />

Ya Allah!<br />

Hu!<br />

Düş deneyimim büyüleyici ney sesiyle doruğa<br />

ulaşırken zaman kapısı aralandı, usulca içeri girdim.<br />

Gözlerimin önündeki perdeler kalktı, Ezel<br />

Bezmi’nde sevgiliyle göz göze geldim. Kırklar<br />

meclisinde halkalanıp hu, çektim. Yesevi ocağına<br />

düştü yolum, Hikmet okudum. Ahi Evren’in<br />

gönül konuğu oldum, Mevlana dergâhında semazen.<br />

Ardından, şiir vadisi, yâren sohbetleri,<br />

Horasan erleri, Sarı Köy, açlık, kıtlık, Moğol talanı,<br />

çekik göz, çapul, kan, gözyaşı!<br />

Ve dahi Bektaş dergâhı!<br />

Alıç sayısının katbekat değerince katırımın<br />

sırtına yüklenen buğday… Sonra nedamet!<br />

Yolun bir yarısında geri dönüş ve Hünkâr<br />

Bektaş’tan dilenilen nefes!... “Biz kilidin anahtarını<br />

Tapduk’a verdik,” sözü! Tapduk dergâhına<br />

varış... Sırtımda odun, elimde balta, dost kapısına<br />

kırk yıllık hizmet, kırk yılın sonunda Dedem<br />

Sultan Tapduk’un “Hâlâ <strong>Yunus</strong> kokuyorsun”<br />

sitemkâr nidası, elini uzatıp öteleri işaret edişi!<br />

Geride kalan kırık bir gönül, harabe olan bir yürek<br />

ve gecenin bir yarısında “Aslanlı yadigârı”<br />

<strong>Yunus</strong>’u biçarenin Tapduk dergâhını terk edişi.<br />

Yoldayım!<br />

“Andan ayru dirliğim dirlik değüldür...”<br />

deyü, koyulduğum bu çileli yolculuğumda<br />

düş ve gerçek anlamdaş oldu, bütün anlar birbirinin<br />

içine girdi. Bıraktım kendimi rüzgâra!<br />

Hızır’la yoldaş oldum, İlyas’la karındaş! Bektaş<br />

Hünkâr’ın şekline girdiği güvercin oldum, sırtına<br />

bindiği aslan...<br />

Dağlar tırmandım. Yüce, başı dumanlı, sarp<br />

dağlar. Bozkırlar gezdim, ovalar dolaştım. Nice<br />

beldeler gördüm, nice gönüllere girdim, nice<br />

diller duydum. Ağaçlarla selamlaştım, dal dal<br />

gökyüzüne, damar damar yerin altına uzanan…<br />

Çiçek çiçek koklaştım, kurtla kuşla söyleştim.<br />

Marallarla, ceylanlarla dertleştim.<br />

Zaman aktı, gün günü kovaladı, havaya cemre<br />

düştü, sonra suya, sonra toprağa. Od düştü<br />

yüreğime!<br />

Leyla-i Mecnun menem / Şeyda-yı Rahman<br />

menem<br />

Leyla yüzün görmeğe / Mecnun olasım gelür<br />

Kınalı keklikler ötüştü boz dağların göğsünde,<br />

bir ördek sürüsü indi göllere, turnalar katarı<br />

geçti içimden. Sonra kanatlandılar, “Gel” diye<br />

seslendiler <strong>Emre</strong>’m Tapduk’un dilinden. Çığlıklar<br />

düştü çığ gibi dağ doruklarından. Çığlık çığlığa<br />

kuşlar geçti gökyüzünden. Ak gerdanlı sunalar,<br />

telli turnalar, kınalı keklikler, bıldırcınlar,<br />

üveyikler, kırlangıçlar, kartallar, şahinler, kanat<br />

çırpıp, pervaz urup, “Gel!” dediler dembedem!<br />

Yoldayım!<br />

Ağzımda dua, yüreğimde od!<br />

Kül olmadan vuslatın kapısına dayanmak,<br />

alev alev menzile koşmaktır muradım. Ama hâlâ<br />

ötelerde işaret parmağın!<br />

Gel, diyorsun!<br />

Mecnun oluben yürürüm / Ol yarı düşte görürüm<br />

Uyanıp melul olurum / Gel gör beni aşk neyledi<br />

Kamçı gibi bir yağmur camları dövüyor. Perdeler<br />

sırılsıklam. Elektrikler gitti, odam kapkaranlık.<br />

El yordamıyla sehpanın üzerindeki kibrit<br />

kutusunu buldum, masa üzerindeki mumu ateşledim.<br />

Yüzüm avuçlarımda, gözlerim mum alevinde.<br />

Az önce bir düşün çevresinde yaptığım<br />

kısa yolculuk, duyulmayan bir rüzgârın ritmiyle<br />

mumun titreyen alevleri arasında ney sesiyle birlikte<br />

yeniden başladı. Bir pervane peydahlandı<br />

odamda. Mumun etrafında deli gibi ateşe kanat<br />

çırpıp raks ederken bir yandan da sabahlara kadar<br />

yana yakıla gözyaşı dökmesinin nedenini<br />

sordu mum’a. O da, gönülde ayrılık derdi olduğunu,<br />

çerağını, yârine ulaşmayı umduğu için<br />

yaktığını söyledi. Heyecanı daha da artan alev<br />

kanatlı pervane, sevgilinin etrafında döndü,<br />

65<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


döndü, döndü, ateşe verdi sonra kızıl kanatlarını.<br />

Bir mısra döküldü dudaklarımdan.<br />

Pervane gibi od’a yanmayan âşık mıdır<br />

Kutsal kanatlarının gölgesi hem güneşin hem<br />

de sevgilinin üzerine düşünce ikisine de aynı<br />

anda “kut” veren, ışıklı gök ile kara yer arasını<br />

mekân tutan Huma, güçlü pençesine alıp bir<br />

göz açıp kapayıncaya kadar dost’a götürdü beni.<br />

Dost kapısına.<br />

Anam Sultan’ın sunduğu burcu burcu Anadolu<br />

kokan mis gibi yayık ayranını yudumlarken,<br />

pervaz urup hu çektiler başucumda süzülen<br />

tarlakuşları. Hu dediler dağlar taşlar. Hu dediler<br />

yıldızlar, esen yeller, titreşip ses veren ağaçlar.<br />

Hu dediler çevremde halkalanan dervişler,<br />

yârenler. Hu dediler üçler, yediler, kırklar. Hu<br />

dediler görünenler görünmeyenler!<br />

Yoldayım!<br />

Söz yoktur âşık’a aşk’tan başka.<br />

Bir bakışın çözer düğümü.<br />

Nazar eyle!<br />

Arıt!<br />

Ellerim kucağımda, başım göğsümde. Eşiğini<br />

öptüm, yüz urdum dergâhına!<br />

Ayağımın tozunu bile silkmeden girdiğim bu<br />

küçük loş hücrede ne varlık ne yokluk; ne zaman<br />

ne mekân!<br />

Ol dost yüzün görmez isem bu gözlerim nemdir<br />

benim!<br />

Şafak, güneşin doğmak üzere olduğunu muştularken<br />

tefekkür âleminden sıyrılarak başını<br />

kaldırdı, gözlerini gözlerime ışınladı, duru bir<br />

tebessüm yeli esti Şeyh’imin dudakları arasından.<br />

Bir mutluluk pırıltısı yayıldı yüzüne. Bir sır<br />

açılacak gibi. Sırrın sırla konuşması gibi. Ellerimi<br />

avuçlarının arasına aldı, soluğum soluğuna<br />

karıştı. Dudaklarında belli belirsiz bir kıpırtı!<br />

Gizil bir fısıltı döküldü… Ak pınarın ak suyu<br />

gibi. “Sefa geldin” dedi, sonra “Bizim <strong>Yunus</strong>”<br />

dedi, sustu. Hüzün inceliğinde bir coşku sardı<br />

yüreciğimi. Anbean eridim. Yoğunlaşan bir iç<br />

huzuru, tatlı bir rehavet. Sanki ırmaklar coşmuş,<br />

pınarlarda sular şırıl şırıl akmış, goncalar açmış,<br />

bütün bahçelere bahar gelmiş, bülbüller ötüşür<br />

olmuştu.<br />

Bu küçük loş odanın pencereye yakın bir yerinde<br />

Türkmen işlemeli bir kilim üzerine itina<br />

ile yerleştirilmiş olan beyaz bir koyun postunu<br />

işaret edip şefkatli bir buyur edişin ardından sözün<br />

büyüsü dolandı damarlarımda.<br />

Açıldı kilidim!<br />

Taptuk’un tapusunda / kul olduk kapusunda<br />

<strong>Yunus</strong> miskin çiğ idük / piştik el-hamdüli’llah<br />

Latif bir buharın etkin olduğu yeni bir ruh<br />

iklimindeyim. Takılı kaldı gözlerim gözlerine!<br />

Müşfik bir bakış, büyülü bir dokunuş, sakin ve<br />

huzurlu bir duruş… Gizemli ve güven verici bir<br />

eda! Aklım başımdan gitti. Suret, sirete döndü,<br />

kesret Vahdet’e… Artık ne sitem ne naz ne de<br />

niyaz!<br />

Sanki hiç gezmedim. Dağlar aşıp dereler geçmedim.<br />

Yukarı illeri görmedim. Dergâhtan hiç<br />

çıkmadım sanki. Şeyhim. efendim, sultanım.<br />

Saygıda kusurum varsa affoluna. Bağışla beni.<br />

Kapına geldim; eşiğindedir başım, basıp geç;<br />

ben <strong>Yunus</strong>-ı biçare… Himmet eyle bile diyemedim!<br />

Eteğini öpmek istedim ya, kuş olup uçmuştu<br />

sanki!<br />

Gözlerim ağır ağır aralanırken uyku ile uyanıklık<br />

arasındayım. Sabah mahmurluğuyla uzun<br />

bir süre tuhaf tuhaf etrafıma bakındım. Kımıltısız,<br />

umarsız bir bakış. Kalktım, perdeyi araladım,<br />

camı açtım; sabahın serinliği yüzümü okşadı.<br />

Duyulmuyordu artık hüzzam makamındaki<br />

o hazin ney sesi! Yağmur hâlâ çiseliyor. Ahşap<br />

masamın üzerindeki dağınık kâğıtlar arasında el<br />

yazısıyla yazılmış olan yaprakları elime aldım,<br />

“Bismillah” dedim, okumaya başladım.<br />

Yoldayım!■<br />

66<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


YAHYA AKENGİN<br />

<strong>Yunus</strong>’un şüphesiz<br />

evrensel bir kimliği<br />

de vardır. Fakat<br />

bu evrensellik<br />

de kendi<br />

sınırlarını kendi<br />

belirleyendir. O’na<br />

yakışmayanları<br />

O’na yamayarak<br />

yapılan saptırmalar<br />

az çok bilinen bir<br />

husustur.<br />

Nerede yaşadığı, nasıl yaşadığı,<br />

aynı ismi taşıyanların şiirleri ile<br />

O’nunkilerin nasıl ayırt edilebileceği gibi<br />

sorularla uğraşmanın gerekliğine inanmakla<br />

birlikte bu sorulara şahsen vereceğim cevap<br />

tek olmuştur: <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Müslüman<br />

Türk halkının ta kendisidir. Halk O’nun adına<br />

menkıbeler icat etmişse, başka şairlerin<br />

söyleyişlerini O’na maletmişse, <strong>Yunus</strong>lar<br />

birbirine karıştırılmışsa, bütün bunlar aynı<br />

müellifin işleridir. O müellif halktır. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’nin dilindeki güzellikler, inancındaki<br />

duruluklar Türk halk kültürünün aynasından<br />

başka bir şey olamaz.<br />

Kuraklık Anadolu’yu kavuruyor, fakat<br />

halkın “Yörük değirmenleri” ağır aksak da<br />

67<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


olsa, yorgunluk bezginlik gıcırtıları çıkarsa da<br />

dönmeyi sürdürüyor. Moğol işgalci atlılarının<br />

estirdiği dehşet dört biryanı sarmış olsa da<br />

“Yörük değirmenleri” hayatın çarkını döndürmeye<br />

devam ediyor. Beylerin post kavgalarının<br />

estirdiği teröre körüklediği anarşiye rağmen “<br />

Yörük değirmenleri” döner dururlar.<br />

<strong>Yunus</strong>’un “ Yörük değirmenler gibi dönerler/<br />

El ele vermiş Hakk’a giderler” mısraları<br />

bana oldum olası Türk Milleti’nin yeryüzündeki<br />

sürekli yürüyüş halini çağrıştırır. 13.<br />

yy. gibi Anadolu’da çok yönlü bir kaosun egemen<br />

olduğu bir devirde tökezlemelere rağmen<br />

yolunu kaybetmeyen bir milletin ruh yapısını<br />

simgeler “ Yörük değirmenleri”<br />

“Yedikleri insan eti” olan zorbaların payidar<br />

olamayacağı inancını <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şahsında<br />

dile getiren halktır. Bunun temeli ise o<br />

halkın özünde yaşayan imandır elbette. Gelgör<br />

ki bu imanın kaynaklarını anlatmak için halkın<br />

diline hor gözle bakan cereyanlar da mevcuttur.<br />

Türkçenin İslam’ı anlatmada yetersiz olduğu<br />

düşüncesinden hareketle Arapça ve Farsçayı<br />

vasıta yapanlara halkın vermiş olduğu bir cevaptır<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>.<br />

Bununla birlikte <strong>Yunus</strong>’taki halk Türkçesinin<br />

içerisinde de Arap ve Fars kökenli olup,<br />

Türkçenin bünyesinde eritilmiş sözler de mevcuttur.<br />

Ancak burada dikkat edilmesi gereken<br />

husus, Türkçenin eriyen değil eriten bir unsur<br />

oluşudur.<br />

“Halk”ı kayıtsız şartsız kutsayanlarla aynı<br />

çizgide bulunmadığımı da söylemeliyim. Doğru<br />

temsilci şahsiyetleri öne çıkarmasını bilen<br />

halk, yanlışı temsil edenleri de alkışlayabilmiştir.<br />

Aynı devirlerdeki halkın inanç duygularını<br />

çarpıtarak kendine “tanrısal” bir statü<br />

kazandıran Hasan Sabbah olayı da madalyonun<br />

diğer yüzünü anlatan bir örnek olarak karşımıza<br />

çıkar. Halk saflığı temsil eder. Bu saflığın<br />

duruluğunu bulandırarak, günümüzün ifadesiyle<br />

provoke ederek güç oluşturma cereyanları<br />

da her devirde görülen bir durumdur. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’nin büyüklüğü işte böyle bir mukayese<br />

yoluyla anlaşılabilir.<br />

Kur’an mesajının özünü çiftçiye, çobana,<br />

konargöçere kendi diliyle ulaştırabilme mucizesidir,<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şahsında dile getirilenler…<br />

Birilerinin halkla İslam’ın arasına gerdiği<br />

perdeyi ortadan kaldırma hareketidir <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>. <strong>Yunus</strong>’un deyişiyle “halkın başına zorba<br />

olan” mollaların tekellerinde tutmak istedikleri<br />

Kur’an mesajlarının aslını halkla paylaşmanın<br />

da bir yansımasıdır O’nun şiirleri.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin temsil ettiği hoşgörü iklimini<br />

yozlaştırarak onu kendi inanç ekseninden<br />

farklı yönlere çekme cereyanları da eksik olmamıştır.<br />

Sözgelimi materyalist dünya görüşünün<br />

savunucusu olanların <strong>Yunus</strong>’u bir basamak<br />

olarak kullanıp çarpıtmaları gibi bir sorundan<br />

söz etmek de mümkündür. <strong>Yunus</strong>’un şüphesiz<br />

evrensel bir kimliği de vardır. Fakat bu evrensellik<br />

de kendi sınırlarını kendi belirleyendir.<br />

O’na yakışmayanları O’na yamayarak yapılan<br />

saptırmalar az çok bilinen bir husustur.<br />

“Halk kültürü” dediğimiz kavramı besleyen<br />

inanç kaynaklarını bilip anlayamadan halkı<br />

da <strong>Yunus</strong>’u da yerine oturtmak zordur. Yüzyılların<br />

birikimine yaslanarak, imbiklerden<br />

geçerek vücut bulmuş bir milletin halk tabakasında<br />

oluşan bilgi ve bilincin sözcülüğünü<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye bahşeden de halkın kendisidir.<br />

Diğer bir deyişle halk milletin ortak bilincini<br />

yaşatandır. Öyle olmasaydı <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> yüzyılları<br />

aşıp günümüze gelemezdi. İşte bu halk<br />

Türkmen’dir, Yörük’tür, Oğuz’dur, Tatar’dır,<br />

Kıpçak’tır ve bunların çoğalan dallarıdır. “Yörük<br />

değirmenler gibi” zaman yolculuğunda döner<br />

durur.<br />

Halk bağrından <strong>Yunus</strong>lar çıkarır, onlar da<br />

döne döne onun yoluna ışık saçarlar.■<br />

68<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


İSMAİL ÇETİŞLİ*<br />

Gönül Çalab’ın tahtı Çalap gönüle baktı<br />

Kim gönül yıkar ise iki cihan bedbahtı<br />

Kültür ve edebiyatımızın anahtar kelime/<br />

kavramlarından biri “gönül”dür. Onunla<br />

eşanlamlı olarak değerlendirilebilecek olan Türkçe<br />

kökenli “yürek” ile Arapçadan aldığımız “kalp” ve<br />

Farsçadan dilimize giren “dil”, hiçbir zaman “gönül”<br />

kadar yaygınlık ve anlam zenginliği kazanmamıştır.<br />

Nitekim Nihat Sami Banarlı, “Gönül Sözüne<br />

Dâir” başlıklı yazısında en eski metinlerden beri<br />

kullanılagelen, ama <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de gerçek sesine<br />

kavuşan “gönül”ü “Türk dili var olalıdan beri yaşayan<br />

ve yaşatılan” en güzel kelimelerinden biri<br />

olarak görür. 2<br />

Her türlü duyu ve duygu dünyamızın merkezinde<br />

yer alan gönül, doğal olarak günlük hayatımız<br />

kadar edebiyatımızın da anahtar kelime/kavramlarından<br />

biri olmuştur. Çünkü “duyguların dili” biçiminde<br />

tanımlanan şiir bir yana, edebiyat sanatının<br />

bütün alanlarında sanatkârın hareket noktası kadar<br />

hedefi de büyük ölçüde gönüldür. Duyguların<br />

beşerî veya metafizik nitelikli olması sonucu değiştirmez.<br />

Edebî eser, temel özelliklerinden olan<br />

lirizmi hep bu kaynaktan alır. Özellikle Türk şiirini<br />

*<br />

Prof. Dr., Pamukkale Ü., Öğretim Üyesi<br />

düşündüğümüz veya ana hatlarıyla hatırladığımızda<br />

bu gerçeği daha derinlemesine idrak ederiz.<br />

“Edebiyatımızın bütün türlerinin, gerek halk<br />

edebiyatı, gerek divan edebiyatı olsun, dinî ve tasavvufi<br />

edebiyatımızın müşterek konularından birisi,<br />

belki de en mühimi ve en çok işleneni gönül<br />

mefhumudur.” 3 Gönül, hem başlı başına bir konu<br />

objesi/kaynağı, hem de teşhis ve mecaz sanatları<br />

çerçevesinde somut bir varlık olarak algılanır. Mesela<br />

divan şiirinde gönül; “aşk kavgasının yapıldığı<br />

yerdir. Gıdası gam ve kederdir. Daima harap olmaya<br />

yatkındır. Fitnenin doğuş yeridir. Bütün zevki<br />

sevgilinin hayali ile avunmaktır. Naz onun en çok<br />

kapıldığı şeydir. Hiç istemediği unsur ağyârdır. Son<br />

derece kıskançtır. Sevgiliden ilgi görmez ama ümidini<br />

kaybetmez. Daima aşk ve güzellik unsurları<br />

(gamze, çeşk, zülf vb.) tarafından yağma edilir, yakılıp<br />

yıkılır.” 4 Onun içindir ki gönül şairinin dili ve<br />

idrakinde kimi zaman âşık, mecnun, divane, şeyda,<br />

kimi zaman kul, garip, miskin, avare, kimi zaman<br />

esir, mahpus, berdar, kimi zaman ev, virane, saray,<br />

divan, taht, kimi zaman mum, çerağ, pervane, kimi<br />

zaman şehir, ülke ve memleket, kimi zaman ayna,<br />

kimi zaman çocuk, çoğu zaman da hasta, bimar,<br />

69<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


sad-pare ve yaralı metaforuyla karşımıza çıkar. Bu<br />

bağlamda gönül redifli pek çok şiirle karşılaşmak<br />

mümkündür. 5<br />

Erdi bahâr sen dahi şâd olmadın gönül<br />

Güllerle lâlelerle küşâd olmadın gönül<br />

(Şeyhülislâm Yahya)<br />

Jâle-veş bir gonce-i ra’nâya düşdi gönlümüz<br />

Sâye-âsâ bir sehî bâlâya düşdi gönlümüz<br />

(Cevrî)<br />

Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül<br />

Ehl-i aşkın hâsılı sâhip mezâkîdir gönül (Nedim)<br />

Geleli dünyaya râh-ı mâderden<br />

Gönül şâd olmadı gamdan kederden (Dertli)<br />

Gönül kelime/kavramının en çok kullanıldığı<br />

alanlardan biri de dinî-tasavvufi edebiyatımızdır.<br />

Daha çok bireyin inanç dünyası ve metafizik coşkularından<br />

kaynaklanan dinî-tasavvufi edebiyatta<br />

“İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Eğer kalp iman<br />

ile dolu ise gönüldür, inkâr ve küfür ile dolu ise<br />

nefistir. Gönül ulviyete, nefis süfliyete meyyaldir.<br />

(…) Gönül ukbâ, beden ise dünyadır. Gönül aşkın<br />

dostu, nefis bedenin yoldaşıdır. Nefis düşman, gönül<br />

bir kaledir. (…) Aklın sınırlarını aşacak bilgiler<br />

ancak gönül ile elde edilebilir. Akıl ilmin, gönül irfanın<br />

kaynağıdır.” 6 İlahi aşk ve tevhit sırrı gönülde<br />

tecelli eder.<br />

Asıl konumuz olan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>(1240-<br />

1320)’nin şiirlerinde gönül konusuna gelince. Türk<br />

dili, edebiyatı ve şiirinin olduğu kadar kültürünün<br />

de asli kurucularından olan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirleri,<br />

iki ana eksen etrafında hayat bulur. Bu eksenlerden<br />

birincisini büyük ölçüde metafizik nitelikli<br />

aşk teması oluştururken; ikincisini dinî, ahlaki ve<br />

insani endişenin hayat verdiği didaktizm teşkil<br />

eder. Dolayısıyla <strong>Yunus</strong>, bir yönüyle -genel manada-<br />

insanın veya kendisinin iç dünyasına/gönlüne<br />

eğilirken; diğer yönüyle iç dünyanın tezahür evreni<br />

durumundaki kendi ve diğer insanların dışına<br />

bakar. Dışa bakışın en geniş dairesi toplum ve bütün<br />

bir insanlıktır. Dolayısıyla <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de içe<br />

bakış, şiire gönül merkezli aşk temasını getirirken<br />

dışa bakış nasihat nitelikli didaktizmi davet eder.<br />

Aslında <strong>Yunus</strong>’un şiirlerindeki aşk ve didaktizm<br />

eksenleri temelde birleşir ve aynı kaynaktan doğar.<br />

Bu temel ve kaynak, İslâm dini ve onun “insan-ı<br />

kâmil” idealidir. Daha açık bir ifadeyle İslam dininin<br />

esaslarını belirlediği insan, evren, Allah ile alakalı<br />

her türlü algı, bilgi, keşif, iman ve bu çerçevede<br />

hayat bulması arzulanan insan-insan, insan-evren,<br />

insan-Allah ilişkisinde en üst merhaleye kanat<br />

açması beklenen bir insan-ı kâmil ideali. Bu açıdan<br />

baktığımızda <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin vahdet-i vücut felsefesine<br />

bağlı bir mutasavvıf olduğu aşikârdır.<br />

Yazımızda esas aldığımız <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerinde<br />

“gönül” konusu, bizi öncelikle insanın iç<br />

dünyasına ve aşk temasına götürür. Çok açıktır ki<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> bir gönül ve aşk; iç yolculuk ve metafizik<br />

arayış; sonunda da aşk badesini içmiş olmanın<br />

getirdiği vecdin şairidir. O, İslam tasavvufuna dayanan<br />

metafizik aşk vadisinde Ahmet Yesevî, Hacı<br />

Bektaş-ı Veli, Taptuk <strong>Emre</strong> ve Mevlana gibi gönül<br />

ehli şahsiyetlere bağlı ve onların devamı durumundadır.<br />

Yûnus Hakk’a bilişeli cân u gönül virişeli<br />

Şol Tapdug’a irişeli gizlü râzum açar oldum<br />

(s.225) 7<br />

Mevlânâ Hudâ-vengâr bize nazar kıldı<br />

Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur (s.82)<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre insan, beden (vücut, ten,<br />

cisim, suret) ve can (ruh)’dan oluşmuş bir bütündür.<br />

Toprak, su, ateş ve hava (anasır-ı erbaa) gibi<br />

dört unsurdan müteşekkil vücut ölümlüdür ve bir<br />

gün aslına dönecektir. Dolayısıyla beden canın<br />

gömleği; ballar balının kovanı; ilahi cevherin kendini<br />

sakladığı damladaki deryadır. Bunun dışında<br />

bir gerçeğe inanmak apaçık gafletten başka bir şey<br />

değildir.<br />

Bu vücûdun sermâyesi od u su taprag u yildür<br />

Her biri aslına gider gâfil olmak nendür senün<br />

(s.158)<br />

Bir başka söylemle ifade etmek gerekirse bir<br />

bina durumunda olan vücudun hikmet sırrı, içindeki<br />

gönülde saklıdır. Zira asıl hazine olan can, gönül<br />

binasında gizlidir. Dil/lisan ise canın tercümanıdır.<br />

Vücûd bir binâ durur sırr-ı hikmet içinde<br />

70<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Gönül bir bünyâd durur nakd ol bünyâd içinde<br />

Gönül sultân hâkim cân cümle iş ana kurbân<br />

Dil dahı bir tercemân yürür kudret içinde<br />

Gönül oturur tahta hükmider Kâf’tan Kâf’a<br />

Nefis durmuş ırakda meyli işret içinde (s.299)<br />

İnsan bedeninde en kıymetli varlık olan can/ruh<br />

ölümsüz ve ebedîdir. Zira can/ruh ilahi bir cevherdir.<br />

Allah ilk yaratılan olan Hz. Muhammed’i kendi<br />

nurundan yaratmış; Hz. Âdem’e ise kendi ruhundan<br />

bir nefes üflemiştir. Can, öz itibarıyla nur ve<br />

aşk cevherinden yaratılmıştır. Bu sebeple bedeni<br />

ilgilendiren ölümden korkmanın manası yoktur.<br />

Çalap nûrdan yaratmış cânını Muhammed’ün<br />

Âleme rahmet saçmış adını Muhammed’ün<br />

(s.155)<br />

Ten fânîdür cân ölmez çün gitdi girü gelmez<br />

Ölür ise ten ölür cânlar ölesi degül (s.167)<br />

Ko ölmek endişesin âşık ölmez bâkîdür<br />

Ölmek senün nen ola çün cânun İlahîdür<br />

Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın<br />

(s.49)<br />

Ölümsüz olan can/ruhun mekânı genelde beden<br />

ise de asıl gönüldür. Bir başka ifadeyle gönül; canın<br />

evi, sarayı veya hazine dairesidir. Dolayısıyla gönül<br />

de ölümsüzdür. Bütün tasavvuf ehli gibi <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> de Allah’ın gönülde tecelli ettiğine inanır. Bu<br />

sebeple gönül, öncelikle Allah’ın evi (Kâbetullah)<br />

veya Çalap’ın tahtıdır. Gönül sultanı da onun içinde.<br />

Sonuç itibarıyla gönül, marifetullah ve hikmetullahın<br />

kaynağıdır.<br />

Kur’ân kelâmum didi gönlüne evüm didi<br />

Gönülde ev ıssın bilmez âdemden tutmayalar<br />

(s.75)<br />

Hak nazar kıldı câna bir göz ile bakmak gerek<br />

Ana ki Hak nazar kıldı ben anı niçe yireyin<br />

(s.275)<br />

Nazar kıl bu gevhere ya bu gizli nûra<br />

Nûr kaçan yavı vara çün Hak nazar-gâhıdur<br />

(s.49)<br />

<strong>Yunus</strong>’un dilindeki bir başka benzetmeyle<br />

gönül, Allah’ın Hz. Musa’ya tecelli ettiği Tûr-ı<br />

Sina’dır. Onun için insanın Allah’ı uzaklarda değil,<br />

gönlünde araması gerekir.<br />

İstemegil Hakk’ı ırak gönüldedür Hakk’a turak<br />

Sen senligün elden bırak tenden içerü cândadır<br />

Gir gönüle bulasın Tûr sen-ben dimek defterin dür<br />

Key güher gönlindedür sanma ki ol ummandadur<br />

(s.72)<br />

Kişinin kendisinde ve evrende Allah’ı bulması<br />

ve görmesi, ancak Allah’ın gönle nazar etmesiyle<br />

mümkündür. Bu noktada asıl olan gönül gözüdür;<br />

zira gönül gözü görmezse, baş gözü hiçbir şey göremez.<br />

<strong>Yunus</strong> imdi sen Hakk’a ir dün ü gün gönlün<br />

Hakk’a vir<br />

Gönül gözü görmeyince baş gözi görmeyiser<br />

(s.41)<br />

Bu gerçeğin idrakinde olan <strong>Yunus</strong>, vücut şehrine<br />

girip gönül tahtında oturan sultanın yüzünü<br />

görmek ister.<br />

Bu vücûdum şehrine giresüm gelür<br />

İçindeki sultânun yüzin göresüm gelür (s.63)<br />

Genelde İslam dini, özelde vahdet-i vücut felsefesi<br />

ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre insanı yaratılmışların<br />

en şereflisi mertebesine yükselten asli sebep de bu<br />

noktada aşikâr olur. Zira kesret olarak gördüğümüz<br />

veya algıladığımız evren, gerçekte “tevhit” veya<br />

“vahdet”e bağlıdır. Buradan hareketle <strong>Yunus</strong>’a<br />

göre insanı insan kılan varlığındaki ilahi cevherdir.<br />

İnsan sıfatı kendü Hak insanda(dur) Hak togrı<br />

bak<br />

Bu insanun sıfatına cümle âlem hayrânımış<br />

Her kim ol insanı bile hayrânısa insan ola<br />

Cümle yaradılmış kula insan tolu sultânımış<br />

Tevhîdimiş cümle âlem tevhîdi bilendür Âdem<br />

Bu tevhîdi inkâr iden öz cânına düşmanımış<br />

71<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


(s.133)<br />

Böylesine kutsal olan gönlü kırmak, elbette büyük<br />

bir günahtır. Nitekim Âşık <strong>Yunus</strong>’un amacı şu<br />

veya bu dava değil, dostun evi olan gönüller yapmaktır.<br />

Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namâz degül<br />

Yetmişiki millet dahı elin yüzin yumaz degül<br />

(s.173)<br />

Ben gelmedüm da’vîyiçün benüm işüm seviyiçün<br />

Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm<br />

(s.187)<br />

Yukarıdaki gerçeğe rağmen gönül, yöneleceği<br />

istikâmette karasızlıklar yaşayabilen ve değişebilen<br />

bir niteliğe sahiptir. Bu gerçek iki tür gönlü gündeme<br />

getirir; ilahi aşktan mahrum olması sebebiyle<br />

paslı gönül ve ilahi aşkın coşkusuyla sarhoş gönül.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> inanır ki, kimi gönüller paslıdır. Ayna<br />

metaforu çerçevesinde gönle izafe edilen paslılık<br />

hâli, insanın beşerî zaafları veya nefsin dünyevi<br />

istek, arzu ve ihtiraslarının eseridir. “Masiva” kelimesinde<br />

toplanabilecek kibir, kin, haset, benlik,<br />

ikilik, gönül kırma, uzun ömür isteği, dünya nimetlerine<br />

(taç-taht, mal-mülk) düşkünlük veya dünya<br />

severlik gibi hususlar, gönlü paslandıran beşerî zaafların<br />

başında gelir.<br />

Bir tona kan bulaşıcak yunmayınca mismil olmaz<br />

Gönül pâsı yunmayınca namâz edâ olmayısar<br />

Gönül pasın yudınısa kibr ü kini kodınısa<br />

İkrâr bütün olmayınca erden nazar olmayısar<br />

(s.41)<br />

Dost sevgüsin gönülde cânıla berkitmeyen<br />

Tûl-ı emel defterin dürmeyen âşık mıdur<br />

………..<br />

İy <strong>Yunus</strong> sen dostunun cefâsına katlangıl<br />

Yüregüne ışk okın urmayan âşık mıdur (s.52)<br />

Bu dünyâya gönül viren sonucı pişmân olısar<br />

Dünyâ benüm didükleri hep ana düşman olısar<br />

(s.81)<br />

İnsanın bu eğilimi sonunda gönlünü paslı kılan,<br />

şeytanın istek ve emirlerine uyan “nefis”ten kaynaklanır.<br />

Bir nicenün gönline şeytanlar tolup durur<br />

Erenler sem’ına bunlar gülüşken olur (s.76)<br />

Bu bağlamda gönle izafe edilen bir başka benzetme<br />

ise “taş” ve “taşlaşma”dır. Gönlün taşlaşması,<br />

beşerî zaaflar ve aşksızlığın tabii sonuçlarından<br />

biridir. Bu tür bir gönül ancak “Rahman” askerlerinin<br />

“nefis” askerlerini mağlup edip can şehrini zapt<br />

etmeleri; tecelli aynasını parlatmaları ve aşk kandilini<br />

yakmaları ile pastan kurtulabilir.<br />

İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer<br />

Işkı olmayan gönül meseli taşa benzer<br />

Taş gönülde ne biter dilinde agu düter<br />

Niçe yumşak söylese sözi savaşa benzer<br />

Işkı var gönül yanar yumşanur muma döner<br />

Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer<br />

(s.83-84)<br />

Her türlü kir ve pastan arınmış gönle gelince.<br />

Gönülleri Allah (sultan, padişah, yâr, nigâr, maşuk)<br />

aşkıyla dolu gerçek âşıklar; dünya sevgisinden<br />

uzak kendisini Allah’a teslim etmiş; karanlıklardan<br />

kurtulup aydınlığa ermişlerdir. Onların gözleri ve<br />

gönülleri hep maşuku ister. Maşukun yüzü onlara<br />

kıbledir. Sen merhalede âşıklar, cümle varlıktan soyunup<br />

sırf can olurlar.<br />

İlahi aşkla dolu gönüllerin en somut örneklerinden<br />

biri, hiç şüphesiz <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye aittir. Şair<br />

şiirlerinde didaktik amaçlı izahlardan ziyade çoğu<br />

zaman böyle bir gönlün duygu ve hâllerini dile getirir.<br />

Zira kuşdilini bilen <strong>Yunus</strong>, sevdiğini veya sevgisini<br />

haykırmayacak olsa, bu aşk onu boğacaktır.<br />

Sözüm ay gün içün degül sevenlere bir söz yiter<br />

Sevdügüm söylemezisem sevmek derdi beni bogar<br />

( s.94)<br />

Âşık dilin bilmeyen yâ delüdür yâ dehrî<br />

Ben kuş dilin bilürem söyler Süleyman bana<br />

(s.30)<br />

Paşa bu kuş dilidür bunı Süleyman bilür<br />

Sana direm iy hace bu dil tehî dil degül (s.171)<br />

Evvel gönül levhinde Hak yazmışdı çün bir va-<br />

72<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ak<br />

Bu şimdi okınan sebâk ezel-i âzâldan gelür<br />

……….<br />

Aklumuz ol levhe bakar gizli marazlarum açar<br />

Söz gelür gönlüme akar söz dile ansuzın gelür<br />

(s.58)<br />

İşte <strong>Yunus</strong>’un kuşdiliyle ilahi aşkını açığa vurup<br />

ifadeye döktüğü beyitlerinden bazı örnekler:<br />

Benem ol ışk bahrisi denizler hayrân bana<br />

Deryâ benem katremdür zerreler ummân bana<br />

(s.29)<br />

Işk îmâmdur bize gönül cemâat<br />

Kıblemüz dost yüzi dâimdür salât (s.36)<br />

Hak bir gönül virdi bana ha dimedin hayrân<br />

olur<br />

Bir dem gelür şadı olur bir dem gelür giryân<br />

olur (s.67 )<br />

Haber eylen âşıklara ışka gönül viren benem<br />

Işka baha kim yitüre ışk madeni bulan benem<br />

(s.184)<br />

Taşdun yine deli gönül sular gibi çağlar mısın<br />

Akdun yine kanlu yaşum yollarumı baglar mısın<br />

(s.278)<br />

Ben yürürem yana yana ışk boyadı beni kana<br />

Ne âkilem ne dîvâne gel gör beni ışk neyledi<br />

(s.402)<br />

Kısacası şiirlerinde “dil” ve “kalp” kelimelerine<br />

iltifat etmeyen <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, -sınırlı sayıdaki<br />

“yürek”i (yüreği yanmak, yüreğine aşk oku vurmak,<br />

yüreğine dokunmak…) unutmamak kaydıyla- çok<br />

büyük ölçüde “gönül”de karar kılar. Zira o bir gönül<br />

ve aşk; iç yolculuk ve metafizik arayış; sonunda<br />

da aşk badesini içmiş olmanın getirdiği vecdin şairidir.<br />

İşte divanından seçilen gönülle yapılmış deyim,<br />

tamlama ve ibarelerden bazıları: “gönül vermek,<br />

gönül bağlamak, gönle girmek, gönlü akmak,<br />

gönlü yanmak, gönlünde olmak, gönül yıkmak,<br />

gönlüne sığmamak, gönlünü yağmalamak, gönlü<br />

kararmak, gönlü taşmak, gönülsüz olmak, gönlüne<br />

şeytan dolmak, gönlüne endişe gelmek, gönlünde<br />

ikilik tutmak, gönlünü derviş eylemek, gönlünü aşk<br />

oduna atmak, gönülden can vermek, gönlü karar<br />

kılmamak, gönül gözü doymamak, gönlünü kul eylemek,<br />

gönlü sevdaya düşmek, gönül pasını yumak,<br />

gönül gözüyle görmek; gönül gözü, gönül pası, gönül<br />

levhası, gönül evi, gönül kafesi, gönül tahtı, gönül<br />

bağı/bahçesi, gönül aynası, taş gönül…<br />

Sonuç olarak denilebilir ki; <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirlerinde,<br />

birbiri ardı sıra bir kâbus gibi İslam dünyasının<br />

üstüne çöken Haçlı Seferleri ve Moğol istilası<br />

yüzünden ciddi bir buhran ve bunalım eşiğindeki<br />

Anadolu insanına sevgi ve aşk temeli üzerine inşa<br />

ettiği bir hayat ve medeniyet teklif eder. Asırlarca<br />

geçerliliğini koruyan bu teklif, maalesef son iki<br />

asırdır gündemden önemli ölçüde kalkmış; gönül<br />

de günlük hayatımız kadar edebiyatımızdan da<br />

büyük ölçüde çekilmiştir. Acaba bu hâl, “maddi<br />

kaygılarımızın, dünyevi hırslarımızın ön planda<br />

koşmasından, nefsani arzularımızın pervasızca<br />

coşmasından ve mana âlemine, daha doğrusu gönül<br />

âlemine -hor görürcesine- sırt çevirmemizden,<br />

gönül ve aşk tahtını devirmemizden, asırlardan beri<br />

gönüllerimizde yanan sevda ve muhabbet kandillerini<br />

-atom ve feza çağıdır- diyerek söndürmemizden”<br />

midir 8 Hâlbuki <strong>Yunus</strong>’un gönül merkezli<br />

hayat ve medeniyet teklifi materyalist, rasyonalist,<br />

pozitivist, kapitalist, Marksist felsefelerinin hükümran<br />

olduğu çağımız insanının da buhran ve bunalımlarının<br />

devası durumundadır.■<br />

____________________________<br />

2. Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı<br />

Neşriyatı, İstanbul, 1976, s.78.<br />

3. Âmil Çelebioğlu, “Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanında<br />

Gönül”, Millî Kültür, S.12, Aralık 1979, s.31.<br />

4. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.III, Dergâh<br />

Yay. İst., 1979.<br />

5. Daha geniş bilgi için bk. Cemal Kurnaz, “Gönül”,<br />

İslam Ansiklopedisi, C.14, TDV Yay., İst., 1996; Reyhan<br />

Keleş, Şeyhülislam Yahya, Cevrî, Nedim Divanlarında<br />

Gönül, Erzurum, 2008, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.<br />

6. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.III, Dergâh<br />

Yay. İst., 1979.<br />

7. İncelemedeki şiir alıntıları şu eserden yapılmıştır:<br />

Mustafa Tatçı, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı Tenkitli Metin, KB Yayınları,<br />

Ankara, 1990.<br />

8. Âmil Çelebioğlu, agm., s.31.<br />

73<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


CAFER GARİPER<br />

Türk edebiyatının ve düşünce hayatının öne çıkan<br />

isimlerinden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, yüzyılların içerisinden<br />

uzun bir yolculuk yaparak modern dönemin<br />

karmaşasına düşmüş gibidir. Halk katmanının kimi<br />

şiirlerinden bildiği, adı etrafında buluşan takipçilerinin<br />

düşüncesine ve estetiğine süreklilik kazandırdığı<br />

şair, seçkin kesimin önemli ölçüde ilgi alanının dışında<br />

kalır. 19. yüzyılın sonlarında başlayan ilgi, onu, 20.<br />

yüzyılın başlarında aydınların gündemine taşır. Çok<br />

sayıda sanatkâr, bilim ve düşünce adamının karşısında<br />

o, berrak bir kaynak olarak belirir. Psikolojik, felsefi,<br />

teolojik ve sosyolojik düzlemde derinleşen, gücünü tasavvuf<br />

düşüncesinden ve yalın ifadeden alan sanatına<br />

farklı bakış açılarıyla yaklaşılır. Tozlu zaman perdesinin<br />

kapattığı efsaneleşen hayatı ve şiirleri, geleneğin<br />

içerisinde takipçilerince eklemlenen kalem ürünleriyle<br />

birleşince sonunda onu zengin ve verimli bir kaynağa<br />

çevirir.<br />

M. Fuat Köprülü’nün 1918’de yayımlanan Türk<br />

Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabı, dikkatlerin<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerinde toplanmasında rol oynar. Araştırmacı<br />

ve sanatkârlar onun eserleri üzerine eğilmeye<br />

başlarlar. Bu ilgiyi İmparatorluktan millî devlete geçiş<br />

süreci ve millî edebiyat kurma arayışı hızlandırır.<br />

İnsanımız, tıpkı <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin yaşadığı çağda<br />

devletin dağılış ve yeniden toplanış sürecinde olduğu<br />

gibi, diriltici enerjinin kaynaklarından birini <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’de bulmuş gibidir. Adı etrafında oluşan ilgi,<br />

Cumhuriyet yıllarında da genişleyerek sürer. Onun<br />

kişiliği ve eserleri üzerinde duran ve yorumlar getiren<br />

sanatkârlardan/yazarlardan biri de Ahmet Hamdi<br />

Tanpınar(1901-1962)’dır.<br />

A. H. Tanpınar, Mahur Beste’de, Huzur’da, Sahnenin<br />

Dışındakiler’de, Beş Şehir’de, 19’uncu Asır Türk<br />

Edebiyatı Tarihi’nde, Edebiyat Üzerine Makaleler<br />

başlığı altında toplanan yazı koleksiyonunda, Yaşadığım<br />

Gibi adıyla kitaplaşan denemelerinde, Edebiyat<br />

Dersleri’nde ve günlüklerinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye çeşitli<br />

göndermeler yapar, onun hakkında bazı yargılarda bulunur.<br />

Ayrıca bir de “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>” başlıklı konuşma<br />

metni/yazısı kaleme alır.<br />

Tanpınar’ın kalem ürünlerinden daha çocukluk<br />

yıllarında <strong>Yunus</strong>’un şiiriyle karşılaştığını çıkarabiliriz.<br />

Beş Şehir’de Balkan Savaşı sonrasında ailesiyle birlikte<br />

Erzurum’a yaptığı ilk yolculuğu anlatırken “[b]<br />

üyük annemin masallarıyla Kerem’den, <strong>Yunus</strong>’tan<br />

okuduğu beyitlerle, bana öğretmeye çalıştığı yıldız<br />

adlarıyla muhayyilemde büyülü hâtırası hâlâ pırıl pırıl<br />

tutuşur.” [1] demesi bunu gösterir. Çok sayıda Türk<br />

insanı gibi o da çocuk yaşta <strong>Yunus</strong>’un şiiriyle karşılaşmıştır.<br />

Onun, <strong>Yunus</strong> adına rastlanan eserlerinden biri Mahur<br />

Beste’dir. Bu romanda zeminini Yahya Kemal’in<br />

Türk Müslümanlığı algısının kurduğu çerçevede<br />

medeniyet hayatımıza görüş getirir. Roman kahramanlarından<br />

biri, “[d]in, akide hepsi bu hayatta şekil<br />

alıyor, değişiyor. Arabistan’da ramazan geceleri minarelerde<br />

söylenen naatları dinlerken Peygamberin bile<br />

bizimkinden ayrı olduğunu sandım. Düşün bir kere,<br />

<strong>Yunus</strong>’ta yahut Şeyh Galip’teki Muhammed’i… Bi-<br />

1. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 27. baskı, Dergâh<br />

Yayınları, İstanbul 2010, s. 27.<br />

74<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


zim ruhaniyetimiz, nuraniyetimiz bize aittir.” [2] der. Bu<br />

cümlelerden de anlaşılacağı üzere romanın kurmaca<br />

dünyasında <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Türk halkına has inanç algısını<br />

kuran ve şekillendiren sanatkârlardan biri olarak<br />

değer kazanır.<br />

Huzur romanında da <strong>Yunus</strong> adına rastlanır. Roman<br />

kahramanının “yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem<br />

burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma<br />

herkesi toplarım. <strong>Yunus</strong> gibi bağırırım, size hakikatinizi<br />

getirdim, derim.” [3] sözü, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> imgesiyle<br />

Nietzsche’nin Zerdüşt tiplemesinin panayırdaki<br />

konuşmasının üst üste çakıştığı izlenimini verir. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>, daha geniş planda roman karakteri Mümtaz tarafından<br />

medeniyet krizi çevresinde karşılaştırma ögesi<br />

olarak kurmacanın dünyasına taşınır:<br />

“Biz şimdi bir aksülâmel devrinde yaşıyoruz.<br />

Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle<br />

dolu; Dede’yi Wagner olmadığı için; <strong>Yunus</strong>’u<br />

Verlaine, Baki’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için<br />

beğenmiyoruz.” [4]<br />

Anlaşılacağı üzere Dede Efendi ve Baki’yle birlikte<br />

<strong>Yunus</strong>’a da Türk medeniyetini ve sanatını temsil<br />

etme değeri yüklenir. Tanpınar’ın kalem ürünlerinde<br />

buna sıkça rastlanır. Onun Türk kültürünü ve sanatını<br />

temsil etme değeri yüklediği başlıca sanatkârlar arasında<br />

<strong>Yunus</strong> genellikle vardır.<br />

Tanpınar’da <strong>Yunus</strong>, kimi kez Türk insanının temel<br />

özelliklerini bünyesinde toplayan kişilik olarak belirir.<br />

Bu çerçevede Türk insanının gurbet ve yolculuk olgusu<br />

yorumlanırken Âşık <strong>Yunus</strong>’tan,<br />

Bir mübârek sefer olsa da gitsem,<br />

Kâbe yollarında kumlara batsam… [5]<br />

mısralarına yer verilir.<br />

Sahnenin Dışındakiler romanında yaşlı kör adamın<br />

roman karakteri Sabiha’ya,<br />

“Benim adım dertli dolap,<br />

Suyum akar yalap yalap.” [6]<br />

ilahisini okuması yer alır. Yaşlı adamın etkileyici sesiyle<br />

bu ilahi, “[b]ütün mahalle halkını” pencerelere<br />

toplar. İlahi, yoksul insanın manevi zenginliğini ve de-<br />

2. ___________________, Mahur Beste, 6. baskı, YKY,<br />

İstanbul 2001, s. 91.<br />

3. ___________________, Huzur, Remzi Kitabevi, İstanbul<br />

1949, s. 242.<br />

4. ___________________, Huzur, age., s. 243.<br />

5. ___________________, Huzur, age., s. 247.<br />

6. ___________________, Sahnenin Dışındakiler, Dergâh<br />

Yayınları, İstanbul 1990, s. 70.<br />

rinliğini göstermede rol oynar.<br />

Onun deneme ve makalelerinde <strong>Yunus</strong>, romanlarına<br />

göre daha geniş şekilde ele alınır. “Bursa’nın<br />

Daveti”nde medeniyetimizdeki ve insanımızdaki<br />

bütünlük ve devamlılık fikri işlenir. Bütünlük ve devamlılık<br />

fikrini örneklediği isimlerden biri de <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’dir. [7]<br />

Bu yazıdan üç yıl sonra 2 Mart 1951 tarihli Cumhuriyet<br />

gazetesinde yayımlanan “Medeniyet Değiştirmesi<br />

ve İç İnsan”da medeniyetimizin ve insanımızın<br />

bütünlüğünü benzer şekilde yorumlarken <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’nin de adına yer verir. Ona göre insanlarımız<br />

birbirlerinden farklı olmakla, kişisel özellikleriyle<br />

diğerlerinden ayrılmakla birlikte aynı zamanda birbirinin<br />

devamıdır: “Vâni Efendi’de Zembilli Ali Efendi,<br />

Zembilli Ali Efendi’de ilk İstanbul kadısı Hızır<br />

Bey, Bursalı İsmail Hakkı’da Aziz Mahmud Hüdaî,<br />

Hüdaî’de Üftâde, Üftâde’de Hacı Bayram, onda <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>, <strong>Yunus</strong>’ta Mevlânâ aynı ocağın ateşiyle devam<br />

ediyordu.” [8]<br />

Tanpınar, kimi zaman <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Türk edebiyatındaki<br />

yerini belirlemek düşüncesiyle hareket eder.<br />

Onun “çok büyük bir şair” olduğu görüşündedir. [9]<br />

Onun bir sanatkâr olarak büyüklüğünü daha çok Türkçeyi<br />

kullanma gücünde arar. Ders notlarında şöyle bir<br />

cümle geçer: “Türkçenin en büyük şairi bir bakıma<br />

<strong>Yunus</strong>; daha doğrusu <strong>Yunus</strong> Divanı’dır.” [10]<br />

Mevlana’yı seçkinci kültür ve edebiyatın, <strong>Yunus</strong>’u<br />

halk kültürü ve edebiyatının çerçevesinde değerlendiren<br />

yazar, [11] onun dili bulmak için halka gittiğini belirtir.<br />

Bu konuda <strong>Yunus</strong>’la Dante arasında benzerlik bulur.<br />

[12] Ona göre halk edebiyatı bir adamda toplanabilir,<br />

o da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir. [13]<br />

Beş Şehir’de Konya’dan ve Mevlana’dan söz<br />

ederken <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerinde de durur:<br />

“Moğol tahsildarlarının korkusu ile kovuklarda,<br />

mağaralarda yaşayan, o müthiş 699 yılı kıtlığında<br />

kemirecek ot bulamayan, zulmün, vebanın, her türlü<br />

felâketin harap ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar<br />

rüzgârı gibi dalgalanır. Dışarıdan o kadar çok şe-<br />

7. ___________________, Yaşadığım Gibi, (hzl.. Birol Emil),<br />

Dergâh Yayınları, [yer ve tarih kaydı yok], s. 205.<br />

8. Age, s. 26.<br />

9. __________________, Edebiyat Dersleri, (hzl. Abdullah<br />

Uçman), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002, s. 261.<br />

10. Güler Güven, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, (Haz.<br />

Hayri Ataş), 2. baskı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,<br />

İstanbul 2008, s. 21.<br />

11. _________________, Yaşadığım Gibi, age., s. 354.<br />

12. _________________, Edebiyat Dersleri, age., s. 114-115.<br />

13. _________________, Edebiat Dersleri, age., s.261.<br />

75<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


yin yıktığı insan onu dinledikçe kendi içinden yeniden<br />

doğar.<br />

İlk cevap, Sakarya’nın sarı çamurlu kıyılarından<br />

geldi. <strong>Yunus</strong>’un sesi büyük orkestra eserlerinde birdenbire<br />

uyanan kuru, fakat tek başına yüklendiği bahar<br />

ve puslu manzara ile zengin bir fülüt sesine benzer.<br />

Şüphesiz o da Mevlânâ’nın söylediği şeyleri söylüyordu.<br />

O da aşk adamı idi. Hattâ sözü daha ziyade ondan<br />

almıştı. Fakat aletle sanki motif değişmişti, Türkçenin<br />

solosu devam ettikçe Fars şiirinin muhteşem ve renkli<br />

orkestrası, sanki bir çeşit zemin teşkil etmek için<br />

yavaş yavaş gerilere çekilir ve sonunda yerini alana<br />

kendi renklerinden ve seslerinden birkaç not bırakarak<br />

kaybolur.<br />

Taptuk <strong>Emre</strong>’nin müridinde Mevlânâ’nın zenginliği<br />

yoktur. Onun şiiri bir çekirdek gibi kurudur. Sanki<br />

bu köylü derviş yazmaz, içinde kaynayan şeyleri sert<br />

bir ağaca oyar. Böyle olduğu için de alabildiğine kendisi,<br />

uyandığı toprak ve etrafındaki cemaattir. Fakat<br />

Oğuz Türkçesi’nin tecrübesizliğine rağmen o ne sağlam<br />

yürüyüştür ve ne keskin hayallerle konuşur İnsanın,<br />

<strong>Yunus</strong>’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak<br />

gelirler, diyeceği geliyor.<br />

Aralarındaki büyük farklardan biri de ölümün<br />

bu ikincisinde fazla yer tutmasıdır. O, Celâleddin-i<br />

Rûmî’nin ‘Bizden sonra gelecek’ diye kederini anlattığı<br />

nesildendir. Filhakika <strong>Yunus</strong>, Moğol istilâsının azdığı<br />

devirde büyüdü. Onda ve hiç olmazsa bir tek şiiriyle<br />

büyük şair olan Şeyyad Hamza’daki ölüm vizyonunun<br />

eşini bulmak için XVI. asır şimal resmini siyah<br />

bir dalga gibi saran mistisizme kadar çıkmak gerekir.<br />

Bununla beraber:<br />

Ölümden ne korkarsın<br />

Korkma ebedî varsın<br />

…<br />

Her dem yeni doğarız<br />

Bizden kim usanası.<br />

diyen <strong>Yunus</strong>, ölüme yenilmiş değildir. Belki realitesini<br />

sonunda inkâr etmek için onu teker teker sayar. Hakikatte<br />

ölüm ağacı <strong>Yunus</strong>’ta sonsuz oluşun çıkrığıdır. O<br />

da Mevlana gibi insanı içinden görür.<br />

Sevdiğimi demez isem<br />

Sevmek derdi beni boğar.<br />

…<br />

Seni deli eden şey<br />

Yine sendedir sende.<br />

Divanına bakılırsa <strong>Yunus</strong>, Mevlana ile buluşmuş,<br />

meclisine ve semaına girmiş. Hattâ bir rivayete göre<br />

Mevlana, Sakaryalı dervişe Mesnevî’sini okumuş, o<br />

da hürmetle dinlemiş, fakat kitap bitince, ‘Hazret, güzel,<br />

çok güzel söylemişsin ama, sözü biraz uzatmışsın!<br />

Ben olsam:<br />

Ete kemiğe büründüm<br />

<strong>Yunus</strong> diye göründüm.<br />

der, keserdim’, demiş.<br />

Beyit belki <strong>Yunus</strong>’undur, belki değildir ve gerçekten<br />

güzeldir. Fakat hikâye basitleştirmekten hoşlanan<br />

Bektaşi zihniyetinindir.” [14]<br />

Görüldüğü gibi Tanpınar, Mevlana’ya ve <strong>Yunus</strong>’a<br />

bakarken bir yandan onları yaşadıkları dönem içerisinde,<br />

biraz da sanatkâr/romancı muhayyilesiyle, değerlendirme<br />

yoluna gider. Karşılaştırmada Mevlana’yı<br />

sanatıyla öne çıkarmakla birlikte edebiyat/şiir dili olarak<br />

gerekli olgunluğa ulaşmamış olan Oğuz Türkçesiyle<br />

<strong>Yunus</strong>’un ortaya koyduğu şiir sanatının değerini<br />

vurgulama ihtiyacı duyar. Beş Şehir’de Tanpınar, <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’yle yakın zaman arasında da irtibat kurar.<br />

“Sinan”, “Nedim”, “<strong>Yunus</strong>” ve “Itrî” İstiklâl Savaşı’nı<br />

yapan kadroyla birleşerek geleceğe dönük anlam kazanır.<br />

[15]<br />

Onun <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerinde daha geniş çerçevede<br />

durduğu bir de konuşma metni bulunmaktadır. “<strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>” başlıklı bu yazıya “Aziz dinleyicilerim,” hitap<br />

cümlesiyle başlar. Daha sonra özgün benzetmelerle ve<br />

sanatlı bir dille empresyonist bir ressam gibi <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’nin portresini çizmeye koyulur. Yüzyılların sis<br />

perdesi arkasında kalmış <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> portresi de buna<br />

müsait zemini hazırlar:<br />

“[p]ek az şair <strong>Yunus</strong> kadar isimsizin biraz ötesinde<br />

yaşamıştır. O, hüviyeti kolayca nüfus kâğıdına<br />

sığmayanlardandır. Dün, hakkında adından, şeyhinin<br />

adından, doğduğu söylenilen yerlerden, birkaç muasırından<br />

başka bir şey bilmiyorduk. Bugün ise elimizde<br />

Fuad Köprülü’nün çalışmalarından başlayarak bize<br />

bir yığın sarih bilgi veren çeşitli metodlarla yazılmış<br />

bir kütüphane dolusu araştırma ve tahlil var.” [16]<br />

Kimliğinin bilinmezliklerle kaplanmasını onun arzusu<br />

şeklinde yorumlar. Hakkında yapılan çalışmalar<br />

olmasına rağmen “<strong>Yunus</strong> bu bilgilerin hemen hepsini<br />

âdetâ inkâr etmekten hoşlanır. Aşk meydanına soyunurken<br />

fâni varlığını sanki bırakmış gibidir. O Türk-<br />

14. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 27. Baskı, Dergâh<br />

Yayınları, İstanbul 2010, s. 85-86.<br />

15. ___________________, age., s. 26.<br />

16. ___________________, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />

age., , s. 133.<br />

76<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


çenin içinde uçan bir yıldız olmağı, öyle görünmeği<br />

tercih etmiştir.” [17] cümleleri bunu gösterir. Sözü daha<br />

sonra <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin mezarı konusuna getirerek geleneğin<br />

“onu yedi, sekiz mezarda yatar” gösterdiğini<br />

söyler. “Sakarya kıyılarında doğdu. Fakat her yerde<br />

doğmuşa benzer.” cümleleri <strong>Yunus</strong>’un hayat çizgisinin<br />

karanlıkta kalmasını gösterdiği kadar halk tarafından<br />

benimsendiğini de ifadeye yöneliktir. [18]<br />

<strong>Yunus</strong>’un adına iki bine yakın şiir bağlandığını<br />

söyleyen Tanpınar, “[e]n sıkı dil ve muhteva tenkidi<br />

bile bunları ancak altıda, yedide birine indirir. Hâlbuki<br />

o, kırk, elli mısra ile bize gelmeği tercih etmiştir. Ve bu<br />

kırk, elli mısra, tarih ve zaman fikrine meydan okuyan<br />

mısralardır. Bu mısralarla şair, devrinin ötesinde her<br />

zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve her<br />

hayat görüşü için konuşur.” değerlendirmesinde bulunur.<br />

Yazısına devamla <strong>Yunus</strong>’tan bilindik mısraları<br />

aktarır. Bu mısraların herhangi bir dönemle sınırlandırılamayacağını,<br />

onun bu mısralarla “devrinin ötesinde<br />

her zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve<br />

her hayat görüşü için konuş”tuğunu ifade eder. Çünkü<br />

bunlar “kendi üstüne toparlanmış Türkçenin her zaman<br />

için taze çiçeğidirler.” [19]<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi “yalnız” biri olarak değerlendiren<br />

Tanpınar, onun tasavvuf geleneği içinde de yalnız<br />

olduğu görüşünü ısrarla vurgular. Ona göre “muasırı<br />

olan adlı şanlı Mevlâna ile his ve düşünce yakınlığı<br />

dahi bu belirlilikler ötesi yaşamağı, bu yalnız başınalığı<br />

bozamaz.” [20] Dönemin öne çıkan mistiklerini<br />

sıraladıktan sonra “daima tek başına” olan <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’nin mutlaka bir kalabalığa katılacaksa öncekilere<br />

değil, sonrakilere katılması gerektiğini söyler. Bunlar<br />

“Bâkî, Nef’î, Nedim, Fuzulî, Şeyh Galip, Haşim,<br />

Yahya Kemal’dir.” [21] Bu tavrıyla “devrinin ötesinde<br />

her zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve<br />

her hayat görüşü için konuşur” dediği <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi<br />

modern döneme yaklaştırma eğiliminde olduğu, çağdaş<br />

bir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> algısı geliştirmeye çalıştığı görülür.<br />

Tanpınar, <strong>Yunus</strong>’la Mevlâna ve Ahmed Yesevî arasında<br />

karşılaştırmaya da gider. Onun bakışıyla,<br />

“Mevlâna şüphesiz bütün bir saltanattır. Fakat arkasında<br />

son dalı olduğu bütün bir hanedan şeceresi<br />

vardır. <strong>Yunus</strong>’un hanedanı kendisi ile başlar. Meğerki,<br />

lehçe itibariyle uzak ve arkaik akrabası Ahmed<br />

17. ___________________, age, s. 133.<br />

18. ___________________, age., a.y.<br />

19. ___________________, age, s. 134.<br />

20. ___________________, age, , a.y.<br />

21. ___________________, age, a.y.<br />

Yesevî’yi hatırlayalım. Fakat Yesevî’nin eseriyle<br />

<strong>Yunus</strong>’un şiiri arasında bu sanatta esas olan dil zevkinin<br />

aydınlığı vardır. <strong>Yunus</strong> yaptığını bilen ve bunu<br />

bildiği, böyle istediği için yapan şâirdir. Tek kelimesiyle<br />

şâirdir.” [22]<br />

Bu satırlarda <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Mevlana ve Ahmed<br />

Yesevî ile birleşen yanları yerine ayrılan yönlerini öne<br />

çıkarmaya çalışması şairi daha belirgin kılma düşüncesinden<br />

kaynaklanır.<br />

Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de önemsediği yanlardan<br />

biri onun şairliğidir. Onu “öz şiir” yazan gerçek bir şair<br />

olarak görür. Bir mülâkata verdiği cevapta “[b]izde öz<br />

şiir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile başlar.” [23] sözüyle yukarıda kaydettiğimiz<br />

“<strong>Yunus</strong> yaptığını bilen ve bunu bildiği, böyle<br />

istediği için yapan şâirdir. Tek kelimesiyle şâirdir.”<br />

yargısı bunu gösterir. Bu yargı, <strong>Yunus</strong>’un şair/sanatkâr<br />

kimliğine dikkat çekmenin yanında, şair kimliğini öne<br />

çıkarmak, onun mutasavvıf olmasının önüne şairliğini<br />

almak çabası olarak da anlam kazanır. Bunda haklılık<br />

payı vardır. Eğer bugün <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’den söz ediyorsak<br />

şair kimliği sebebiyledir. Onu yeni zamanlara taşıyan<br />

sanatıdır.<br />

Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> hakkında asıl dikkate<br />

değer yaklaşımı yazının devam eden satırlarındadır.<br />

Ona göre <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin hayatı gün geçtikçe araştırmalarla<br />

açıklık kazanmasına rağmen öbür taraftan<br />

kimliğini kuran birçok öge onu her türlü bilinirliğin<br />

“ötesine çıkarırlar ve gün ışığında bir masal yaparlar.<br />

Onun içindir ki evliyâ tezkirelerinde rastladığımız ve<br />

biraz da tasavvur edenlerin safdilliğine şaşırdığımız<br />

menkıbeler, onda büsbütün başka ve hattâ çok belirli<br />

bir mânâ kazanırlar.” [24] Tanpınar’a göre bu masal<br />

onun adıyla başlar:<br />

“<strong>Yunus</strong> Peygamber’in hikâyesini hepimiz biliriz.<br />

O, bir balığın karnında günlerce kalan ve orada pişmanlık<br />

yaşları döktükten sonra ışığa dönen insandır.<br />

Bu macerayı karanlığın yuttuğu ve karanlıktan dönen<br />

insan diye hülâsa ederiz. <strong>Yunus</strong> bu adı benimsemekle<br />

şüphesiz bu peygamberin çilesini ve talihini benimsemiş<br />

oluyordu. Filhakika Tapduk <strong>Emre</strong>’ye intisabı,<br />

dergâhında kalışı, oradan ayrılışı, tekrar gelişi ve nihayet<br />

izin alıp insanlar arasına bu sefer onları irşât için<br />

yeniden girmesi, bütün bu kaybolma, kapanma, yeniden<br />

ve başka bir hüviyetle doğma hikâyesi, hep bu<br />

adın etrafında toplanabilecek vâkıalardır. Şurasını da<br />

22. ___________________, age, , a.y.<br />

23. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ.<br />

Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002,<br />

s. 169.<br />

24. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />

age., s. 134.<br />

77<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


hatırlatayım ki, o devirde Anadolu’da yaşayan sofi ve<br />

dervişlerin hemen hepsi Türkçe ad veya lâkap taşırlardı.<br />

Çok muhtemeldir ki, <strong>Yunus</strong> bu adı kendisi seçmiş<br />

olsun, yahut da bu tesadüf bütün hayatına istikâmet<br />

versin. Ben yine Peygamber <strong>Yunus</strong>’un balığın karnına<br />

coşkun bir fırtına yüzünden düştüğünü göz önünde tutarak<br />

birinci şıkka ihtimal veriyorum. Fırtınanın yerini<br />

burada Moğol istilâsının hakikî bir cehennem yaptığı,<br />

doğduğu bu XIII’ üncü asır ortası tutar.” [25]<br />

Arka planını psikanalizin kurduğu, sanatkâr<br />

mizacının beslediği düzlemde ilmî olmaktan çok<br />

sanatkârane, fantastik ve muhayyel bir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />

portresine varlık kazandırmaya çalışan bu satırlar,<br />

benzetmeleri, uzak bağdaştırımları ve estetik değeriyle<br />

göz kamaştırıcı parlaklığa sahiptir. Fakat bu sözlerin<br />

çoğu varsayımdan öteye geçemez. Tanpınar’ın yaptığı<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin gerçekliğini yakalama çabasından<br />

çok, izlenimci eleştirinin kanatlarına kendini bırakarak<br />

iyi yontulmuş küçük bir mücevher gibi sanatkârâne<br />

bir yazı ortaya koymaktır. İşin tuhafı olabilirliğini, hatta<br />

doğruluk duygusunu aşılayan bu sanatkârâne kurgu,<br />

bizi fazla yadırgatmaz. İnsanı içten kavrayan üslubuyla<br />

sonunda okuyucusunu kendine bağlamayı ve büyük<br />

ölçüde ikna etmeyi başarır. Fakat <strong>Yunus</strong> adının kendisi<br />

tarafından mahlas olarak seçildiği, bu yolla <strong>Yunus</strong><br />

Peygamberle bağ kurmak istendiği görüşü bir tahminden,<br />

romancıya has hoş bir kurgudan öteye geçemez.<br />

Nitekim Hikmet İlaydın da konu hakkında değerlendirme<br />

yaparken, Tanpınar’ı anmadan, “[k]endisiyle<br />

<strong>Yunus</strong> peygamber arasında bir kader birliği bulduğu,<br />

adını veya mahlasını ona göre seçtiği yolunda kurulan<br />

faraziyeler de zayıf kalmaktadır.” [26] demektedir.<br />

Tanpınar, <strong>Yunus</strong>’un “erenlik yolunda kaydettiği<br />

merhaleyi” yine onun mısralarıyla örneklendirerek<br />

onun kendisine yönelttiği eleştirel bakışa dikkat çeker.<br />

<strong>Yunus</strong>’un sembolik dilini Orta Çağın ortak anlayışı ve<br />

özelliği olarak değerlendirir.<br />

Tanpınar, <strong>Yunus</strong>’ta “zekâ”, “zihnî meleke” ve<br />

“kalp tarafı” üzerinde de durur. Yazar, “tasavvuf sistemini<br />

bütün incelikleriyle anlatan o şiirler, devrinin<br />

mühim eserlerinden olan Risalet-ün nushiyye’nin kendisi<br />

bize zamanının bütün ilmiyle beslenmiş gerçekten<br />

müstesna bir zekâyı, üstün bir entellektüaliteyi açıkça<br />

gösterirler. Fakat zekâ ve zihnî meleke, <strong>Yunus</strong>’un<br />

hâkim hasleti değildir, O, her şeyden evvel bir kalp<br />

25. ___________________, age, s. 134-135.<br />

26. Hikmet İlaydın, <strong>Yunus</strong> Şiirinden Günümüze<br />

Yaklaştırmalar Korkma Ebedî Varsın, 2. Baskı, Akçağ<br />

yayınları, Ankara 1998, s. 97.<br />

adamıdır.” [27] der. Onun “entellektüalite” kelimesini<br />

tesadüfe bağlı kullanmadığı söylenebilir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />

üzerinde yapılacak ciddi bir çalışma onun İslam medeniyetinin<br />

kültürel birikimine, inanç sistemine, İran<br />

mitolojisine ne kadar derin nüfuz edebildiğini; [28] insanın<br />

iç dünyasına ve özüne ne kadar keskin bakış yöneltebildiğini<br />

gösterir.<br />

Tanpınar’a göre “[d]ilimize ve ruhumuza gurbet<br />

kelimesini ―tasavvuf yoluyle olsa da― aşılayan<br />

odur.” Daha sonra “[h]angimiz, gurbet deyince o güzel<br />

kıt’ayı hatırlamayız” [29] diyerek aşağıdaki mısralara<br />

yer verir:<br />

Bir garip öldü diyeler<br />

Üç günden sonra duyalar<br />

Soğuk su ile yuyalar<br />

Şöyle garip bencileyin<br />

Tanpınar, yazısında <strong>Yunus</strong>’taki yalnızlık fikri üzerinde<br />

ısrarla durur. Ona göre <strong>Yunus</strong>’un “[d]evriyle olan<br />

diyalogu bu kalp kuvvetiyle, onun verdiği yalnızlık<br />

duygusuyledir.” [30] <strong>Yunus</strong>’taki yalnızlıkla gurbet duygusu<br />

arasında da ilgi kurar. Onun değerlendirmesiyle<br />

“<strong>Yunus</strong>’ta gurbet, sevginin yalnızlık aynasıdır.” Devam<br />

eden cümlelerde Tanpınar, alışılmadık bağdaştırmalarda<br />

bulunur. Bu çerçevede “[b]iz sevdiğimiz nispette<br />

yalnızızdır. Yalnızlığımız nispetinde kâinatla birleşir,<br />

kucaklaşırız” düşüncesini dile getirir. “<strong>Yunus</strong>’un<br />

şiirinde ölümün aldığı o geniş ve az rastlanır yer de<br />

buradan gelir” diyen yazar, sonunda <strong>Yunus</strong>’taki ölüm<br />

düşüncesini yalnızlık temiyle birleştirir.<br />

Yazıda dikkat çekici cümlelerden biri “[b]u şâir,<br />

insan hayatını metafizik bir endişede hülâsa etmesini<br />

biliyor ve onu ancak içimizden yenebileceğimizi bize<br />

öğretiyordu” [31] hükmüdür. O, bu cümleyle <strong>Yunus</strong>’u<br />

önemli tarafıyla ifade alanına taşır. Dönemi içerisinde<br />

<strong>Yunus</strong>’un yerini şu cümleyle gösterir: “Moğol<br />

istilâsının kan ve ateş çağında, o bitmez tükenmez ıztırap,<br />

ölüm, hastalık, açlık ve ümitsizlik cehenneminde<br />

yaşayan insanlar bu sevgiye, tahammülü imkânsız realitenin<br />

ötesinde açılan bu geniş ve rahmanî ümit kapısına<br />

ekmek ve su kadar, rahat yastık ve uyku kadar<br />

27. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />

age., s. 135.<br />

28. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7.<br />

Baskı, Ankara 1991, s. 273-274.<br />

29. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />

age., s. 135.<br />

30. ___________________, age.., aynı yazı.<br />

31. ___________________, age., s. 135.<br />

78<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


muhtaçtılar.” [32] <strong>Yunus</strong>’u “seyyal ruh” ve “iç âlem fatihi”<br />

şeklinde niteleyen Tanpınar’ın yazısı şu satırlarla<br />

son bulur:<br />

“Bir ben vardır bende benden içeri, diyerek bizim<br />

maddemizin ötesinde ve onun dayanağı bütün bir<br />

âlemi açan bu şâiri, iki insanın arasında mütalaa etmek<br />

daima faydalıdır. İkincisi ile olan münasebeti ise<br />

asıl aksiyonudur. Ben Orhan Gazi’yi ve onunla beraber<br />

ikinci imparatorluğu kurmağa çalışanların hiç birini<br />

<strong>Yunus</strong>’tan ayıramadım. Ne zaman Orhan Gazi’nin<br />

çehresine biraz eğilsem, orada <strong>Yunus</strong> divanı’ndan aksetmiş<br />

çizgiler görürüm ve bütün o fütuhatların arkasında<br />

bu ruh kasırgası ile Türkçede doğan yapıcı değerler<br />

dünyasını selâmlarım.” [33]<br />

<strong>Yunus</strong>’u dönemi içerisinde değerlendiren bu son,<br />

yazının tamamlanmadığı izlenimini uyandırır. Buraya<br />

kadar aktardığımız bilgi, tespit ve yargılardan da hareketle<br />

Tanpınar’ın diğer <strong>Yunus</strong>larla ayrımına gitmeden<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye yaklaşımını şu maddeler etrafında<br />

toplamak mümkündür:<br />

1. Medeniyetimizin ve kültürümüzün bütünlüğünde<br />

ve sürekliliğinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ve onun gibi<br />

sanatkârların önemli katkısı vardır. Türk kültürü ve<br />

moral değerleri Mevlâna, Hacı Bektaş, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>,<br />

Süleyman Çelebi, Itrî ve Dede Efendi gibi manevi<br />

dünyamızı ve değerlerimizi bize özgü duyuş ve düşünüşle<br />

şekillendiren sanatkârlar aracılığıyla kesintiye<br />

uğramadan gelmektedir.<br />

2. Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirinde önem verdiği<br />

ögelerden öne çıkanı onun Türkçe söyleyişidir.<br />

Türkçe <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile şiir dili olmaya başlar. “<strong>Yunus</strong><br />

Türkçenin kapısıdır ve bugün şiirimize ve edebiyatımıza<br />

bakarsanız aruz tecrübesini inkâr eder etmez<br />

hemen hemen seçilen ve beğenilen taraflarıyla dilde<br />

<strong>Yunus</strong>’a döndük demektir.” [34] Yahya Kemal’in Kendi<br />

Gök Kubbemiz adlı şiir kitabının yayımlanması üzerine<br />

yazdığı aynı başlıklı yazısında da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye<br />

yine dil perspektifinden yaklaşır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />

Türkçesiyle Yahya Kemal’in dilini buluşturmaya çalışır.<br />

Yahya Kemal’in şiir dilini değerlendirirken “Türkçenin<br />

bütün macerası <strong>Yunus</strong> ilâhilerinin yanık ritmiyle<br />

Açık Deniz’in büyük orkestrası arasında geçer.” [35] yargısında<br />

bulunur.<br />

3. Tanpınar şiir sanatı bakımından da <strong>Yunus</strong><br />

32. ___________________, age.., aynı yazı.<br />

33. ___________________, age., s. 135-136.<br />

34. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ.<br />

Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002,<br />

s. 237.<br />

35. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />

age., s. 353-354.<br />

<strong>Emre</strong>’yi değerli bir sanatkâr olarak görür. O, Türk<br />

edebiyatında öz şiirin <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile başladığı düşüncesini<br />

taşır. Bir mülakatta verdiği cevapta şunu söyler:<br />

“Bizde öz şiir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile başlar.” [36]<br />

4. Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de önemsediği yanlardan<br />

biri de insanın iç dünyasını ifadedeki başarısıdır.<br />

Ona göre <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, görünenin ötesinde insan gerçekliği<br />

üzerinde derinleşmesini bilen, insanı iç âleme<br />

götüren, mistik [37] ve metafizik derinliği olan, onun<br />

gerçekliğini içten kavrayan bir şairdir.<br />

5. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, halk edebiyatı dairesi içinde yer<br />

alır.<br />

6. Döneminin ileri bilgileriyle donanımlı<br />

“entellektüalite”si olan bir sanatkârdır.<br />

Şüphesiz bu maddelere başkaları da eklenebilir.<br />

Fakat A. Hamdi Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi değerlendirişi<br />

daha geniş ve eleştirel bir bakışla tarafımızdan<br />

makale konusu yapıldığı için burada onun <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> hakkındaki tespit ve görüşlerine görünürlük<br />

kazandırmaya çalışmakla yetineceğiz. Sonuç olarak<br />

Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye bilim adamı kimliğinden<br />

çok sanat adamı kimliğiyle yaklaştığını, onu objektif<br />

ölçütler yerine izlenimci eleştiriye bağlı olarak sübjektif<br />

bakış açısıyla değerlendirdiğini, Türk-İslam sentezi<br />

çevresinde millî romantik duyuş tarzına dayanan yargılarda<br />

bulunduğunu söylemekle yetineceğiz.■<br />

Kaynakça<br />

Güven, Güler, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, (hzl. Hayri Ataş),<br />

2. Baskı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2008.<br />

İlaydın, Hikmet, <strong>Yunus</strong> Şiirinden Günümüze Yaklaştırmalar Korkma<br />

Ebedî Varsın, 2. Baskı, Akçağ yayınları, Ankara 1998.<br />

Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7. Baskı,<br />

Ankara 1991.<br />

Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, 27. Baskı, Dergâh Yayınları,<br />

İstanbul 2010.<br />

___ ___ __, Sahnenin Dışındakiler, 2. Baskı, Dergâh Yayınları,<br />

İstanbul 1990.<br />

___ ___ __, Mahur Beste, 6. baskı, YKY, İstanbul 2001.<br />

___ ___ __, Huzur, Remzi Kitabevi, İstanbul 1949.<br />

___ ___ __, Edebiyat Üzerine Makaleler, (hzl. Zeynep Kerman),<br />

3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1992.<br />

___ ___ __, 19’ uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları,<br />

İstanbul 1988.<br />

___ ___ __, Yaşadığım Gibi, (hzl. Birol Emil), Dergâh Yayınları,<br />

[yer ve tarih kaydı yok].<br />

___ ___ __, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ. Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir),<br />

3. Baskı, YKY, İstanbul 2002.<br />

___ ___ __, Edebiyat Dersleri, (Abdullah Uçman), 3. Baskı,<br />

YKY, İstanbul 2002.<br />

36. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, age. ,s. 169.<br />

37. ___________________, age., s. 154.<br />

79<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


M. NACİ ONUR<br />

Anadolu Selçuklu Devleti’nin parçalamaya<br />

yüz tuttuğu sırada Anadolu’da küçük ve<br />

büyük Türk Beyliklerinin türemeye başladığı 13.<br />

yüzyıl ortalarından, Osmanlı Beyliğinin yeni yeni<br />

kurulmaya başladığı 14. yüzyılın ilk döneminde,<br />

Orta Anadolu bölgesinde doğan ve hayatını bu havalide<br />

geçiren Yûnus <strong>Emre</strong>; Türkmenlerin aksakallısı,<br />

şair, İslam dinini yaymaya çalışan alperen bir<br />

kişidir. Kendi eseri olan Risaletü’n-Nüshiyye isimli<br />

mesnevisinde<br />

“ Söze tarih yediyüz yediydi<br />

Yûnus canı bu yolda fidiyidi”<br />

şeklinde H.707-M.1307-8 yılında vefat ettiğine<br />

dair bilgi bulunmaktadır. Çok çeşitli araştırmacıların<br />

üzerinde ittifak edemedikleri doğum<br />

ve ölüm tarihlerine rastlıyoruz. Ancak Yûnus<br />

<strong>Emre</strong>’nin H.648-M.1240 tarihinde doğduğunu,<br />

H.720-M.1320 yılında 82 yaşındayken vefat ettiğini<br />

ihtiyati kaydıyla belirtmek yerinde olur.<br />

Yûnus <strong>Emre</strong>’nin nerede doğup nerede öldüğü,<br />

hangi havalide yaşadığı, bir Yûnus mu, birden fazla<br />

Yûnus mu vardı diye soru sorup cevap bulmaya<br />

çalışmanın, burada fazla lüzumlu olmadığı kanaatindeyim.<br />

Zira edebiyat tarihçileri, Türk edebiyatı<br />

ile meşgul araştırmacılar veya Türkologlar bu konu<br />

üzerinde oldukça fazla bilgi sahibi olmuş ve kitaplar<br />

ile makaleler yazmışlardır.<br />

Âşık Çelebi’nin Meşairi’ş- Şu’âra ve<br />

Lamiî’nin Nefahat Tercümesinden başlayarak<br />

Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk<br />

Mutasavvıflar’ı ve Abdulbaki Gölpınarlı’nın<br />

Yûnus <strong>Emre</strong>- Risaletü’n –Nüshiyye’si ile Dr. Mustafa<br />

Tatçı’nın Yûnus <strong>Emre</strong>- Divân ve Risaletü’n –<br />

Nüshiyye isimli araştırma ve incelemeye dayanan<br />

eserlerinde gördüğümüz kadarıyla Yûnus’u Anadolu<br />

bağrına basmış, her il onu sahiplenmiştir. Nereli<br />

olduğu, nerede yaşadığı, ümmi mi, yoksa medrese<br />

tahsili yaptı mı gibi sorular yerine, onun şiirlerine<br />

bakarak fikir sahibi olup bir hüküm vermenin daha<br />

doğru olacağı düşüncesindeyim.<br />

Yûnus <strong>Emre</strong>, şiirlerinde mahlas olarak Yûnus<br />

<strong>Emre</strong> dışında; Yûnus, Âşık Yûnus, Bîçâre Yûnus,<br />

Koca Yûnus, Yûnus Dedem, Miskîn Yûnus, Derviş<br />

Yûnus gibi isimleri seçmiştir.<br />

Yûnus’un yaşadığı devrin önemli şahsiyetlerden<br />

başlıcalar Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî,<br />

80<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Tabduk <strong>Emre</strong>, Ahmed-i Dâî, Mevlânâ Celâleddin-i<br />

Rûmî’dir. Bunların bir kısmı hece vezniyle, bir<br />

kısmı da arûz vezni ile, bir kısmı da her iki vezinde<br />

Türkçe veya Farsça, tasavvufa dair sofiyane,<br />

bir miktar da felsefi, dinî veçheli, didaktik şiirler<br />

vücuda getirmişlerdir. Mevlana’nın kendi yaşadığı<br />

Anadolu’da Acem şairlere meydan okurcasına<br />

Farsça mesnevisini ve bir kısım şiirlerini Farsça<br />

olarak ortaya koymasına mukabil, Yûnus’un Türkçeye<br />

önem vererek halkın anlayabileceği düşünceleri,<br />

duyguları, tespitleri Türkçe olarak şiirleştirmesi,<br />

hem halkımızın dinî yönden bilinçlenmesine<br />

hem de Türkçemizin gelişmesine ve yol almasına<br />

önemli ölçüde fayda temin etmiştir.<br />

İslami Türk edebiyatı içinde yer alan şahsiyetlerin<br />

edebî kişiliklerini ele alırken, önce İslamiyete<br />

eğiliş durumlarına bakmak gerekir. İslamiyette<br />

ayet ve hadislerle belirlenmiş olan esaslar sözlü ve<br />

yazılı edebî ürünlerle, geniş topluluklar arasında<br />

yaygınlaşmıştır. Ayet ve hadisleri işaret eden telmihleri,<br />

bütün İslami Türk edebiyatına ait eserlerde<br />

buluruz. Bazı İslami yazar ve şairleri bir vaiz gibi<br />

görmemiz de mümkündür. Eserlerinde dinî bilgileri<br />

yaymayı ön planda tutmuş, edebî sanatlara yer<br />

vermemişlerdir. Urfalı Nabi gibi dinî hükümlerle<br />

edebî sanatları bir seviyede götürenler, Nef’i gibi<br />

sadece sanata öncelik verenler, Mevlana gibi dinî<br />

öğütler yanında edebî sanatlara da değer veren<br />

şahsiyetlere rastlamaktayız. Mevlana ile aynı dönemde,<br />

büyük bir ihtimalle bir araya gelen Yûnus<br />

<strong>Emre</strong> de böyle bir özelliğe sahiptir. Onun dili halka<br />

daha yakın, fikrileri duyguları ve hissiyatı da sadece<br />

Anadolu’nun değil, bütün dünyanın anlayacağı<br />

tarzdadır. Yûnus <strong>Emre</strong>, şiirlerini ortaya koyarken<br />

azami gayreti gösterir, ancak Allah’tan da yardım<br />

istemeyi ihmal etmez.<br />

“Çeşmelerde bardağın toldurmadan kor isen<br />

Bin yıl anda tursa da kendü tolası değül”<br />

Bu beyit, bu isteğin en güzel örneğini teşkil<br />

eder. İbadetin gerekli olduğunu, ama ihlâs ile gönlü<br />

Allah’a teslim ederek bu işi yapmak gerektiğini şu<br />

mısralarla izah eder:<br />

“ Müslümanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek<br />

Tanrı buyruğunu tutup beş vakt namaz kılsa gerek<br />

Tanla tur başını kaldur elüni var suya taldur<br />

Nefsün düşman durur öldür nefs hemişe ölse gerek “<br />

Bu mısraları görünce Yûnus <strong>Emre</strong> için ozan demek<br />

yanlış olur. Zira o, saz şairi değildir. Halk şairi<br />

deyimi de pek uygun düşmüyor, Tekke şairi demenin<br />

daha uygun olacağı kanaatindeyim. Anadolu’da<br />

Türklerin yerleşmesinden 16. yüzyılın sonuna kadar<br />

tasavvuf cereyanı çeşitli şekil ve durumlarda,<br />

gittikçe artan kuvvetle devam etmiş zamanımıza<br />

kadar gelmiş, hiç eksilmemiştir.<br />

Yûnus’un tasavvufa dair şiirleri, Anadolu’da<br />

pek çabuk yayılmış ve önemli ölçüde takipçileri<br />

olmuştur. 15. asra kadar İran tasavvuf edebiyatı<br />

tesiri altında kalan Osmanlı edebiyatı bir taraftan<br />

Mevlana, Sultan Veled, Attar, bir taraftan da Senâî,<br />

Sâdî, Câmî tesirine kapılarak Acem, tarz ve nazım<br />

şekillerini kabul ederken, Yûnus ise sanatı ve şahsiyeti<br />

ile canlandırdığı yeni ve millî tarzı bırakmayarak<br />

bu yolda yürümekteydi. Mutasavvıfça bir huşu<br />

içinde bazen aşkın ulvi ve büyü dolu mahiyetinden<br />

bazen kıyamet gününden bazen de cennetin sütlü<br />

ırmaklarından ve ilahi bülbüllerin vuslat ve birlik<br />

nağmelerinden bahseden Yûnus <strong>Emre</strong>, bütün Türk<br />

mutasavvıfları gibi tabiata arkasını dönmemiştir.<br />

Divanü Lugati’t Türk’teki eski şiirlerde ve<br />

Kutadgu Bilig’de tabiata karşı nasıl bir heyecan<br />

ve bağlanma varsa, Sakarya’da, Eskişehir’de,<br />

Bolu’da, orman ve ovalarda cazibeye kapılmış<br />

Yûnus’un eserlerinde de buna benzer veya daha<br />

fazla tabiat zevki bulabiliriz.<br />

“ Gitti bu kış zulmeti geldi bâhâr nâz ile<br />

Yeni nebatlar bitti cümbüş oldu yaz ile<br />

Hoş haber geldi dosttan bezendi bâğ ü bostan<br />

Ötüşür hezâr destân bülbülleri zâr ile<br />

El kuşu elden ele gül kuşu gülden güle<br />

Baykuş virâne sever şahinler pervâz ile”<br />

Yûnus, edebî mahfilde hep şiirlerini hece vezniyle<br />

yazan bir tekke şairi gibi tanınmış, öyle bilinmiştir.<br />

Hâlbuki eserleri görüldüğünde hece vezninin<br />

yanında aruz veznine de önem vermiş, birçok<br />

şiirini kusurları da olsa aruz vezniyle yazmıştır.<br />

Bunu çeşitli sebeplere bağlamak mümkündür. Yaşadığı<br />

devirde Farsçanın şiir diline etkisi yanında,<br />

havas dediğimiz yüksek zümrenin de ilgisini çekmek<br />

veya klasik tarzda şiir yazan şairlere aruz vezniyle<br />

şiirler yazabileceğini kanıtlamak gibi sebeplerden<br />

kaynaklanabilir.<br />

Aruz vezni, edebiyatımıza ve şiirimize bir-<br />

81<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


denbire mükemmel bir şekilde girmemiştir. Girişi<br />

yavaş olmuştur. Hiç de ümmi bir derviş olmayan<br />

Yûnus’un aruz veznini kullanması zamanına göre<br />

tabii görülmelidir.<br />

“ Ben dostıla dost olmuşam<br />

Kimseler dost olmaz bana<br />

Münkirler bakup gülüşür<br />

Selâm dahi virmez bana”<br />

Bu ve buna benzer hece vezni ile meydana getirilen<br />

şiirler yanında, Divanında hem hece hem de<br />

aruz vezniyle yazılmış şiirlere tesadüf ediyoruz.<br />

Esasen Yûnus, aruz vezninin hece veznine en çok<br />

uyan basit cüzlerini kullanmıştır. Aruz veznini kullanmakla<br />

beraber, ilahilerinin önemli kısmını, hatta<br />

en güzellerini hece vezniyle yazmıştır. Yûnus Divanında,<br />

hece vezninin her şekline; 6, 7, 8, 5+5=10,<br />

6+5=11, 6+6=12, 7+7 =14, 8+8=16 heceli olanlarına<br />

rastlamaktayız, bunlardan 10 ve 12 heceliler<br />

edebiyatımızda pek azdır. Divanda bulunan şu şiir<br />

7+7=14 heceli şekilde yazılmıştır.<br />

“ Dost senin ışkun oku key katı taştan geçer<br />

Işkuna düşen âşık cânıla baştan geçer<br />

Işkuna düşenlerin yüregi yanar olur<br />

Kendüyi sana veren dükeli işten geçer<br />

……<br />

Gerçek âşık ol ola cân vermeye ol eve<br />

Dostıla bâzâr içün niçe bin baştan geçer<br />

Yûnus’un gönli gözi toludur Hakk sevgüsi<br />

Sohbet ihtiyâr eden yâd ü bilişten geçer”<br />

Aynı Divanda aruzun dört tane “müstef’ilün”<br />

cüzüyle yazılmış şiiri de oldukça güzeldir.<br />

Müstef’ilün / Müstef’ilün / Müstef’ilün /<br />

Müstef’ilün<br />

“Ey kamu dert ehli gelün dert benem ü dermân<br />

benem<br />

Kâfirdeki küfr-i nihân mümindeki imân benem<br />

Âlemde fitneyi kodum Mansur’u kül etti odum<br />

Dilinde Enel Hakk dedüm boynundağı urgan benem<br />

Yûsuf’daki hüsn ü cemâl Yakub’daki hüzn ü<br />

melâl<br />

Gâh bedr olam gâhi hilâl gökte mâh- ı tâbân<br />

benem<br />

Nemrut’daki sûret kılan İbrahim’i oda atan<br />

Bir kılını yandurmayan od u kül ü reyhân benem<br />

Yûnus bu cismüm adıdır cisim anun bünyâdıdır.<br />

Adım eger sorarısan bilgil cânâ cânân benem”<br />

Yine Divanında bulunan şu şiir de kayda değer<br />

bir örnek teşkil ediyor.<br />

Mefâ’ilün / Mefâ’ilün / Fâ’ülün<br />

İlâhî derdümün dermânı sensin<br />

Günâhkâr kullarun gufrânı sensin<br />

Senün emrün ile döner felekler<br />

Hem ayun güneşün devrânı sensin<br />

Halîl’ün hullesi Ya’kûb’un âhı<br />

Yûsuf’un bend ile zindânı sensin<br />

Musâ’nun münâcâtı Tûr Tağı’nda<br />

Îsa’nun göklerde seyrânı sensin<br />

Gözümün nûrı vü gevdem hayâtı<br />

Gönüller tahtınun sultânı sensin<br />

Yûnus <strong>Emre</strong>m sebakı senden okur<br />

Elinde defteri divânı sensin<br />

Buna benzer örnekler çoktur, yine Yûnus’un<br />

Risaletü’n Nüshiyye isimli mesnevisinde de çoğunlukla<br />

aruz ile meydana getirilen şiirler vardır.<br />

Bu eserin başında klasik şiirimizin münacat nazım<br />

şekline uygun tarzda meydana getirilen manzumenin<br />

ilk ve üçüncü beyitleri şöyledir:<br />

Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilât<br />

“ Pâdişâhun hikmeti gör neyledi<br />

Od u su toprağ u yele söyledi<br />

Toprağıla suyu bünyâd eyledi<br />

Ana Âdem dimegi ad eyledi”<br />

Şeklindeki manzume 13 beyitten müteşekkildir.<br />

Daha sonra 14. beyitten başlayarak 600. beyite varan<br />

mesnevi, çeşitli bölümlere ayrılmış ve “Dastan”<br />

82<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


isimi verilen manzume de yine aruzun “mefâilün<br />

mefâilün feilün” kalıbıyla meydana getirilmiştir.<br />

Bu bölümlerden de bazı beyitleri alalım.<br />

DÂSTÂN-I RÛH Ü AKL<br />

Mefâilün / Mefâilün / Feilün<br />

“ Gel imdi dinle sözü şerh ideyin<br />

Birin birin anı diyeyin” (14. beyit)<br />

Yönelip sana geldüm hâlimi bil<br />

Mededün varsa gözün yaşın sil<br />

Yûnus cümle sözün sana feride<br />

Çün iş sana düşüpdür kim iş ede<br />

DÂSTÂN -I KİBR<br />

Segirtme dünyâya sen yetemezsin<br />

Ecel yol bağlamıştır dutamazsın<br />

Yûnus alçaklığı yavlak begendün<br />

Anın çün bu ışk yerine kondun<br />

DÂSTÂN -I BUŞU YANİ GAZAB<br />

Sakın bana uyup sen gâfil olma<br />

Benim sözüm tutup imânsuz ölme (198.b)<br />

Çün urdum anı ol yakamı tutdı<br />

Bana karşı gelüp Hakk’ı unutdı (215.b)<br />

Yûnus sabrla olur işün müyesser<br />

Bulursun sabrıla bir mülk-i diger (283.b)<br />

DÂSTÂN -I SABR<br />

Sabr ahvâlini dinle diyeyin<br />

Sabr çün cümle âlem verdi malın (284.b)<br />

Sabırsız kişilerin dirliği ham<br />

Kim sabrıla eyü olur ser-encâm (309.b)<br />

DÂSTÂN -I BUHL U HASED<br />

Hasedden kişi ne fâyide görür<br />

Neye kim layıksan Tanrı virür (337.b)<br />

Degüldür degme yerde ola birlik<br />

Saadettir bir iyü dirlik (469.b)<br />

(44.b)<br />

(82.b)<br />

(127.b)<br />

(182.b)<br />

DÂSTÂN -I GAYBET Ü BÜHTÂN<br />

Gel imdi aydayın birkaç nasihat<br />

Bu akl-ı cüziden sana iyü baht (471.b)<br />

Ko bu fikri seni bil sende her dem<br />

Hatem olsun bu söz Vallâhu âlem (600.b)”<br />

Böylesine birçok manzumede aruz vezni ile<br />

şiirler yazılabileceğini ispat eden ve muasırı divan<br />

şairlerine bu fikri empoze eden, fakat bu arada<br />

aruzun inceliklerine pek hâkim olamayan, aruz<br />

kusurlarının fazla olduğu şiirler meydana getiren<br />

Yûnus’u, her yönüyle mükemmel klasik divan şairi<br />

hanesine kaydedemeyiz. Yûnus da mutasavvıf<br />

tekke şairi olarak sadece bu özelliği ile anılmak istememiş<br />

olacak ki, klasik divan tarzına da meyletmiştir.<br />

Bu meyli sınırlı şekilde görmemiz gerekir.<br />

Zira o, aruzun muayyen cüzlerini, bazı klasik nazım<br />

şekillerini kullanmış, tasavvufi konuları işlemiş,<br />

telmihlerde bulunmuş, sadece bu çerçevede klasik<br />

şiirin özelliklerini üzerinde toplamıştır. Yûnus’u bu<br />

özelliği ile klasik tarza yöneldiğini söyleyebiliriz.<br />

Bunun dışında klasik edebiyatın izlerini aramak<br />

beyhude olur diye düşünüyorum.<br />

“ Cânlar cânını buldum<br />

Bu cânın yağma olsun<br />

Assı ziyândan geçtim<br />

Dükkânım yağma olsun<br />

Yûnus ne hoş demişsin<br />

Bal ü şeker yemişsin<br />

Ballar balını buldum<br />

Kovanım yağma olsun”<br />

diyen Yûnus’un ruhundaki ilahî şahlanışı, benliğindeki<br />

tasavvufi duygularını dışa vuruşu, Orta<br />

Asya’daki şeyhi Ahmed Yesevi’den aldığı şevk<br />

ve arzu ile İslamiyeti halka anlatmayı şiar edinmiş<br />

Yûnus’un, hece ve özellikle Risâletü’n<br />

Nüshiyye’de aruz veznini kullanarak gazel veya<br />

musammat gazel, koşma nazım şekillerine uygun,<br />

Türk dilini aruza mükemmel tarzda aşılayarak didaktik<br />

şiirler meydana getirmesini, yüce dinimizi<br />

yayma ve hazmettirme gibi bir misyonu yerine getirme<br />

çabası olarak değerlendirmemiz gerekir. ■<br />

83<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ŞEMSETTİN ÜNLÜ<br />

“Taptuk’un tapusunda<br />

Kul olduk kapusunda<br />

<strong>Yunus</strong> miskin çiğ idik<br />

Piştik elhamdülillah”<br />

Sabah alacasıdır. Kapıya vardıklarında, gözleri iyi görmeyen yaşlı Taptuk, eşikteki gölgenin<br />

kim olduğunu sorar karısına;<br />

“<strong>Yunus</strong>...” der karısı.<br />

“Bizim <strong>Yunus</strong> mu...”<br />

“Evet,” der karısı; “Bizim <strong>Yunus</strong>!”<br />

Kırk yıl yolunda yoldaş olduğu Taptuk Baba’nın “Bizim...” sözü ile unutulmadığını, uzun süren<br />

ayrılığının küskünlük getirmediğini anlar, Şeyh’inin eline uzanır <strong>Yunus</strong>.<br />

Aradan yedi yüz şu kadar yıl geçmiş... İnsanlar, sıcacık, okumuş, dinlemiş, birbirlerine belletmişler<br />

<strong>Yunus</strong>’un deyişlerini... <strong>Yunus</strong>, hep bizim <strong>Yunus</strong> olmuş bilenlerin dilinde.<br />

Adını bilirdim ama <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin yaşamı, şiirleri, düşünceleri, düşlemleri ile Türkçemizi temellendirenlerden<br />

bir güçlü, soluklu, büyük ozan olduğunu, lise sıralarına geldiğimde, kendi adı<br />

da <strong>Yunus</strong> olan edebiyat öğretmenimizin derslerinde öğrendim. Öğretmenimiz, Baki, Fuzuli, Nefi<br />

gibi divan edebiyatı şairlerinin yaşamları, şiirleri yanında; dili, içerikleri, yapıları ile açık mı açık,<br />

anlaşılır mı anlaşılır olan Halk Edebiyatı ozanlarını, onların deyişlerini, destanlarını, koşmalarını da<br />

coşkulu bir bilgelikle dile getirir, işlerdi.<br />

Sonraları, kendi şiirimi oluşturmaya çalıştığım yıllarda; şiirin özü, inceliği, esintisi neresindedir<br />

diye arandığımda, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerine eğildim sık sık. Aralıklarla iki yıldan daha uzun<br />

bir süre <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiiri üstünde karşılaştırmalı sayısal çalışmalar yaptım. Bilgisayarlar, kişisel<br />

kullanımlarda değildi henüz. Kendim için bir “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Şiir Sözlüğü” oluşturmaya çalışırken<br />

elimdeki şiirleri birçok kez okumam, ayırıp dökümlerini yapmam gerekti. Yararının ne olduğunu<br />

pek anlamadım o sıra bu uzun süreli çalışmanın. Sonunda <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin 154 şiirinin abece sıralı<br />

sözcük dökümlerini elde ettim.<br />

Sabahattin Eyüboğlu’nun “YUNUS EMRE” [1] adlı derlemesinde, ozanın 154 şiiri var. Bu 154<br />

1. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Sabahattin Eyüpoğlu 1971, Cem Yayınevi.<br />

84<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


şiir yaklaşık 1800 (gövde) sözcükle söylenmiş. Şiirlerin ortalama dize sayısı 26. Dizelerdeki sözcük<br />

sayısı ise ortalama 3, 4. Bu sayılım, <strong>Yunus</strong>’un şiirlerini ortalama 75 – 80 sözcükle söylediğini<br />

gösteriyor.<br />

(Hemen belirtmeliyim: <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirinin başlıca yapısal özelliklerinden biri sözcük yinelemeleridir.<br />

Şöyle:<br />

Sözcük<br />

iki kez üç kez dört kez<br />

Şiirin adı<br />

Serimdeki ilk şiirde görüldüğü gibi; şiirin<br />

toplam sözcük sayısı 88’dir. Bu sözcüklerden<br />

4’ü 2 kez, 3’ü 3 kez, 1’i daha çok<br />

kullanılmıştır. Şiirde sözcük yinelemenin,<br />

şiire bir ölçü getirdiği, hem de ses uyumunu<br />

etkinleştirdiği görülmektedir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>,<br />

ondan öte, yinelediği sözcüklere, şiirdeki<br />

bildirisinin düşün özünü, duygu özünü de<br />

yüklemekte, en az sözcükle hiç unutulmayacak<br />

deyişlerini diyebilmektedir.<br />

Araştırmanın aşamasında, günümüz şairlerinin<br />

de çoğunlukla şiirlerini 70 dolaylarında<br />

sözcükle yazdıkları sonucuna ulaştım.<br />

Şiirde uzunluk kısalık, üstünde durulmaya değer bir konu. Bellekte tutulan şiirleri anımsayalım.<br />

Bunların çoğunun kısa şiirler olduğunu göreceğiz. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin dizelerindeki sözcük sayısının<br />

ortalama 3 – 3,5 olduğunu biliyoruz. Bu, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirinin en önemli özelliklerinden biridir. İki,<br />

üç sözcükle, kendine özgü, unutulmaz, çarpıcı, evrensel dizeler kurar <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>:<br />

“Sözü pişirip diyenin”<br />

-----<br />

“<strong>Yunus</strong> canın yenile”<br />

-----<br />

“Olmadı derman ecele” gibi daha niceleri.”<br />

(154 şiiri yapılandıran sözcüklerden: 147’si “a” harfi ile, 121’i “b”, 28’i “c”, 35’i “ç”, 159’u<br />

“d”, 71’i “e”, 22’si “f”, 82’si ”g”, 76’sı “h”, 11’i “ı”, 71’i ”i”, 188’i “k”, 9’u “l”, 92’si “m”, 29’u<br />

“n”, 38’i “o”, 20’si “ö”, 21’i “p”, 15’i “r”, 128’i “s”. 40’ı “ş”, 80’i “t”, 43’ü “u”, 16’sı “ü”, 35’i “v”,<br />

120’si “y”. 29’u “z” harfleri ile başlamaktadır.)<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirlerindeki bu sözcüklerin yüzde dağılımlarının, TDK. 1985 basımı Türkçe Sözlük’teki<br />

harf bölümü yüzde dağılımları ile büyük benzerlik göstermesi önemli bir bulgu idi.<br />

Örnekse:<br />

“ı” sesliler % 8 - %10<br />

“i” sesliler %11- %17<br />

Toplam<br />

sözcükler<br />

Gönül kanda dolana 88 8 4 3<br />

Yarab nic’ola hâlim 78 7 1 1<br />

Teferrüç eyleyi vardım 121 6 - 2<br />

Ben dervişim diyene 87 5 1 1<br />

İster idim Allah’ı 52 4 3 -<br />

Harf <strong>Yunus</strong> % TDK %<br />

------ ----------- --------<br />

a % 8,6 % 8,5<br />

c % 1,6 % 1,9<br />

k %11,0 %12,6<br />

-- ---- -----<br />

y % 7,0 % 5,2 dir.<br />

Yinelen<br />

(Bu sayımsal –istatistikî– karşılaştırma TDK harf sayısı<br />

yüzdeleri ile divan şiirleri yüzdeleri olarak karşılaştırıldığında<br />

çok çarpıcı sonuçlarla karşılaşılabilir.)<br />

Sayımsal araştırmayı biraz daha ilerlettiğimizde, <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> şiirindeki ses özelliklerinin ne olduğunu bulabiliyoruz.<br />

Genel olarak a,e,ı,i,o,ö,u,ü ünlülerinin Türkçe metinlerdeki<br />

heceleri seslendirme yüzdeleri şöyle:<br />

“a” sesliler % 27- %34 aralığında<br />

“e” sesliler %17 - %25<br />

85<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


“ı” sesliler % 6 - % 7<br />

“ö” sesliler % 2 - % 4<br />

“u” sesliler % 7 - % 8<br />

“ü” sesliler % 2 - % 4 olmaktadır.<br />

Ayrıntıya girmeden hemen belirtelim. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerindeki ses dağılımı da bu genel<br />

dağılımın içinde kalmaktadır. Oysa Osmanlıca diyebileceğimiz Arapça, Farsça boğuntulu, öyle de<br />

ağdalı dilde “e” ile “i” sesli hecelerin metin içinde başa güreştikleri, yer yer “a” sesli hecelerden bile<br />

baskın çıktıkları görülmektedir. Bu durum, divan edebiyatı dilinin Türkçenin ses uyumu ile olan<br />

sorununu gündemde tutmaktadır.<br />

Yabancı dillerden gelen sözcükler, Türkçe içinde Türkçenin ses uyumunu bozan sözcüklerdir.<br />

Bunların çoğalması, Türkçe düşünebilme yetilerini olumsuz etkiler. Yazının, sözün, şiirin de iletisi<br />

aksar; anlamı, duyarlığı, canlılığı silikleşir...<br />

Otuz beş yıl önce, ilgi ile sürdürmekte olduğum araştırmamı, elde ettiğim Şiir Sözlüğü’ndeki her<br />

sözcüğün, şiirlerde nasıl kullandığını gösteren örnekler vererek, bitirecektim:<br />

a<br />

ab<br />

ağan<br />

badya<br />

bağlamak<br />

can<br />

çatmak<br />

ünl. A dostlar işidin /dün etmişim bu gündüzüm<br />

a.ar. Meğer Hızır İlyas ola/Ab-ı hayat içmiş gibi<br />

s. Bulut olup göğe ağan/Yağmur olup yağan benim<br />

a.Yun. Ağzı geniş, yayvan, büyükçe su kabı<br />

Badyalar dolu oldu içelim biz/<br />

Biz esrik olmayız humar gerekmez<br />

(ie) bağ ya da bir başka araçla tutturmak<br />

El bağlamıştır kamusu/Hak çalaptandır umusu<br />

a Far. İnsan ve hayvanlarda yaşamayı sağladığına<br />

ve ölümle vücuttan ayrıldığına inanılan madde<br />

dışı varlık.<br />

Kişi, Yaşam, Güç, Dirilik, Gönül<br />

Bahası canın anın/mal ile davar değil<br />

Sensin bana can-ü cihan/<br />

Sensin bana genc-i nihan<br />

Yere göğe sığmayan/ girmiş bu can içinde<br />

Aşk bezirgânı/sarmaya canı<br />

Bahadır gördüm/cana kıyanı<br />

Dilsiz kulaksız sözü/can gerek anlayası<br />

Bu can gövdeye konuktur/<br />

Bir gün ola çıka gide<br />

e. Birbirine tutturmak, bir araya getirmek1<br />

<strong>Yunus</strong> bu sözleri çatar/sanki balı yağa katar<br />

“a”,”b”,”c”,“ç” harfleri tamamlanmış “d”<br />

harfi yarılanmış gibiydi, başkaca uğraşlarım<br />

girdi araya. Sonraki yıllarda, başladığım yeğinlikle<br />

sürdüremedim araştırmamı.<br />

Zaman bulup Bizim <strong>Yunus</strong>’a sığındığım<br />

aralarda ise, hiç eli boş dönmedim. Yine yeni,<br />

yepyeni şeyler öğrendim.<br />

Samimi dileğim, üniversitelerimizin edebiyat<br />

fakültelerinin hepsinde birer <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> Kürsüsü’nün oluşturulmasıdır. O kürsülerde<br />

bulunanlar hiçbir çalışmalarından eli<br />

boş çıkmayacaklardır.<br />

Çünkü;<br />

“Sözünü bilen kişinin/ yüzünü ağ ede bir<br />

söz<br />

Sözü pişirip diyenin/işini sağ ede bir söz.<br />

Söz ola kese savaşı/söz ola kestire başı<br />

Söz ola ağulu aşı/ balıla yağ ede bir söz.<br />

Kişi bile söz demini/demeye sözün kemini<br />

Bu cihan cehennemini/sekiz uçmağ ede bir söz“<br />

böyle diyor Koca <strong>Yunus</strong>..<br />

86<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


A. VAHAP AKBAŞ<br />

<strong>Yunus</strong>, bir hayal ve<br />

aldatmaca olarak<br />

gördüğü dünyayı<br />

şehir sembolüyle<br />

anlatıyor. Dünya<br />

bir büyük şehir,<br />

insan ömrü ise tez<br />

kurulup kaldırılan bir<br />

pazardır. Başlangıçta<br />

şekerden tatlı tatlar<br />

veren bu şehir,<br />

sonunda yılan<br />

zehrinden beter<br />

acılarla karşılaştırır.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin köy çevresinde yaşadığı genel<br />

bir kanaattir. Mehmet Kaplan, geleneğe<br />

ve bazı belgelere dayanarak, onun şehirde okumuş<br />

olmakla beraber menşe itibarıyla köylü olduğuna<br />

inanır. <strong>Yunus</strong>’un nereli olduğundan çok, çıktığı<br />

sosyal çevre ve tabakayı önemser. Anadolu’da<br />

<strong>Yunus</strong>’a izafe edilen mezarların çoğunun köyde<br />

olmasını da onun ekincilikle uğraşılan bir çevrede<br />

doğup yaşadığına kanıt olarak gösterir. <strong>Yunus</strong>’un<br />

şiirlerinde ortaya koyduğu hayat görüşü ve insan telakkisinin,<br />

köylünün sosyal durumuyla örtüştüğünü<br />

göstermek için onları göçebe edebiyatıyla karşılaştırır<br />

ve nebati unsurlar bakımından etraflıca inceler.<br />

Kaplan Hoca bu karşılaştırmadan şu hükmü çıkarır:<br />

“Atlı göçebe medeniyetine ait eserlerde hayvanlar<br />

nasıl beşerî davranışları anlatan sembol vazifesi<br />

görmüşlerse, <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde de nebatlar aynı<br />

vazifeyi görürler. İki medeniyet sistemindeki sembol<br />

değişmesi, hayat karşısında alınan tavır ve insan<br />

telakkisindeki farklılığa tekabül eder.” [1]<br />

1. Mehmet Kaplan, <strong>Yunus</strong>’un Gül Bahçesinde, Edebiyat<br />

87<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


<strong>Yunus</strong>’la ilgili menkıbeler de onun köylülüğüne<br />

işaret eder. Böyle olmakla beraber <strong>Yunus</strong>’un<br />

şehirden büsbütün kopuk olduğunu da düşünmemek<br />

gerekir. Abdulbaki Gölpınarlı, onun tahsilini<br />

Konya’da yapmış olma ihtimalinden bahseder. [2]<br />

Şiirlerinde Mevlana’dan bahsetmesi ve onunla karşılaştığını<br />

gösteren ifadeler kullanması, bu ihtimali<br />

destekler.<br />

Köyde doğup yetişmesine, hayatının büyük bir<br />

kısmını şehirlerin dışında geçirmesine rağmen, bir<br />

derviş olarak değişik şehirlere gittiğini düşündüren<br />

mısraları da var. Gurbet duygusunu çok etkili bir<br />

şekilde ifade ettiği “şöyle garib bencileyin” nakaratlı<br />

şiirinde, “Gezdim Urum’ıla Şam’ı yukarı illeri<br />

kamu” demektedir ki, bu, çok araştırmacı tarafından<br />

onun gezip görmüşlüğüne bir delil olarak gösterilir.<br />

Çeşitli hâller içindeki gönlü arayış ve manevi<br />

bir yolculuk şiirinin içindeki şu beyit de gezgin<br />

bir şairin mısraları gibi duruyor:<br />

Kayseri Tebriz ü Sivas Nahcuvan u Maraş Şiraz<br />

Gönül sana Bağdad yakın âlemlerde dîvandasın<br />

Bunların dışında <strong>Yunus</strong>’un şiirleri arasında şehre<br />

dair somut şeyler ifade eden mısralara pek rastlanmaz.<br />

Kaldı ki bu mısralardaki şehir adlarının,<br />

aynı zamanda manevi bazı duyguların daha etkili<br />

bir şekilde ifade edilmiş olması için kullanıldığını<br />

da göz ardı etmemeli.<br />

<strong>Yunus</strong>, çiftçilik ve tabiata dair unsurları nasıl<br />

birer metafor olarak kullanıyorsa, şehir de onun<br />

şiirlerinde hemen daima bir teşbih unsurudur. Böyle<br />

olmakla beraber bunların <strong>Yunus</strong>’un şehir algısı<br />

hakkında bize ipuçları verdiğini düşünüyorum.<br />

Kasdum budur şehre girem feryad ü figân koparam<br />

Yine dönüben korkaram işide düşman ünümi<br />

Beyitten öyle anlaşılıyor ki köy kasaba çevresinde<br />

yaşayan <strong>Yunus</strong>, şehre gitmeyi, oradakilere feryat<br />

figan içinde seslenmeyi amaçlamaktadır. Mehmet<br />

Kaplan, buradaki “feryad ü figan koparam” sözünü,<br />

“belki gafilleri uyandırmak” olarak yorumlar.<br />

Bu mısralardan, <strong>Yunus</strong>’un şehre bakışının olumsuz<br />

olduğunu çıkarmak mümkün. Uyarılmaya muhtaç<br />

Üzerine Araştırmalar 1, İstanbul1976.<br />

2. Gölpınarlı, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ve Tasavvuf, İstanbul 1961.<br />

gafillerin yaşadığı bir yerdir zira orası. Düşman barındırmakta<br />

ve korku uyandırmaktadır.<br />

Bu dünyanun meseli bir ulu şara benzer<br />

Velî bizim ömrümüz bir tîz bazara benzer<br />

Bu mısralarla başlayan şiirde de benzer bir bakış<br />

var. <strong>Yunus</strong>, bir hayal ve aldatmaca olarak gördüğü<br />

dünyayı şehir sembolüyle anlatıyor. Dünya bir büyük<br />

şehir, insan ömrü ise tez kurulup kaldırılan bir<br />

pazardır. Başlangıçta şekerden tatlı tatlar veren bu<br />

şehir, sonunda yılan zehrinden beter acılarla karşılaştırır.<br />

Dünyanın olumsuz hâllerinin tasviri de<br />

<strong>Yunus</strong>’un şehir algısına işarettir kanaatimce:<br />

Bu şarun hayalleri dürlü dürlü hâlleri<br />

Aldamış gafilleri caz u ayyara benzer<br />

Bu şarda hayallerün haddi vü şumarı yok<br />

Bu hayale aldanan otlar davara benzer<br />

<strong>Yunus</strong>’un şehri genellikle bir sembol, alegori<br />

olarak kullandığını söyledik. Nitekim Divan’ında<br />

aşk, can, hak, vücut gibi kavramların şehre benzetildiğini<br />

görüyoruz.<br />

“Işk ilünün haberin disem işide misin” diye<br />

başlayan şiirde, aşk, ulaşılması yaşanmazı zor bir<br />

şehirdir. Bağlarından elde edilen şerbetler zehirdir.<br />

Kadeh tutmayan bu zehri içmek gerekir. Başka bir<br />

şiirde “Bundan ışkun şehrine üç yüz deniz geçerler<br />

/ Üç yüz deniz geçüben yidi Tamu bulasın” der.<br />

“Can”ın şehir, “gönül”ün de kale olarak tasavvur<br />

edildiği şu beyit de ilginçtir. Burada dostun<br />

gönül kazanması, kalenin şehir yağmalanarak<br />

alınması gibi gerçekte müspet olmayan bir vakayla<br />

anlatılır:<br />

Dostdan yana giden kişi kendözünden geçmek<br />

gerek<br />

Dost yağmalar can şehrini alur gönül kal’asını<br />

Şehrin kalabalık ve hengâmesinin, halkın bu<br />

hengâme içinde gaflete düşmesinin, bir derviş ve<br />

ekinci olan <strong>Yunus</strong>’u ürkütmüş olması ve şehirle<br />

arasına bir mesafe koydurması tabiidir. Onun için<br />

gelip geçicilik, aldatmaca, gaflet, zorluk, meşakkat<br />

gibi durumları şehir dairesi içinde ele alır <strong>Yunus</strong>.■<br />

88<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


MEHMET KURTOĞLU<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />

şiirlerinde şehir<br />

olgusu hep soyut<br />

olduğundan<br />

aşkın/metafizik<br />

şehirlerdir. Kendini<br />

belli bir mekâna<br />

hapsetmeyen<br />

<strong>Yunus</strong>’un duygu ve<br />

düşüncesinde şehir<br />

hiçbir zaman somuta<br />

indirgenemez. Bütün<br />

varlığıyla yaratıcıya<br />

ait olduğundan<br />

herhangi bir şehre<br />

aidiyeti yoktur.<br />

Tanrı-insan ilişkisi bağlamında, aşkı ve varoluşu<br />

merkeze alan tasavvufi kültürde yürek/gönül<br />

önemli bir semboldür. Zira mekândan münezzeh olan<br />

Tanrı, insana şah damarından daha yakın olduğunu<br />

söyleyerek, ancak yüreğe sığabileceğini bildirmiştir.<br />

Bu yüzden İslam tasavvufunda yüreğin/gönlün ilahi bir<br />

yanı vardır. Bundan dolayı yürek; somut bir et parçası<br />

olmanın ötesinde, Tanrı dâhil kâinatı dahi içine alabilecek<br />

ölçüde büyük ve sonsuz bir mekân olarak karşımıza<br />

çıkar.<br />

Bu, insanın varoluşunun tamamlandığı (Tanrı’yla<br />

bütünleştiği) idrak merkezidir ve zengin çağrışımları<br />

içinde barındıran soyut bir mekândır. İslam tasavvufçuları<br />

kalbi/gönlü yer, gök, sırça, kadeh, meyhane, deniz,<br />

saray, taht, sultan, mülk, kale, seyrengâh, Kâbe veya şehir<br />

imgesiyle tasvir etmişlerdir. Özellikle tasavvufi şiirde<br />

somut olan yürekte soyut mekânlar/şehirler anlatılır.<br />

Örneğin, Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin “Çalabım bir<br />

şar yaratmış” şiirinde insan şehir ilişkisini dile getirmiştir:<br />

“Çalabım bir şar yaratmış iki cihan arasında<br />

Bakıcak didar görünür ol şarın kenaresında<br />

Nagehan o şara vardım ol şarı yapılır gördüm<br />

Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak arasında”<br />

89<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Şiirinde; “Tanrım iki dünya arasında bir şehir<br />

yaratmıştır. Bu şehrin kenarında bakanların görebileceği<br />

bir çehre/yüz vardır. Aniden bu şehre vardım<br />

ve bu şehri yapılır gördüm. Taş ve toprak arasında<br />

ben dahi yapıldım/inşa edildim” derken, aslında somut<br />

olan bir şehirden bahsetmiyor, soyut olan yani<br />

insan gönlünde inşa edilen bir şehirden bahsediyor.<br />

Hacı Bayram Veli’nin açık şekilde ortaya koyduğu<br />

insan-şehir ilişkisini, aynı şekilde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> başta<br />

olmak üzere diğer tasavvuf şairlerinde de görmekteyiz.<br />

Sevgi ve gönül insanı olan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerinde<br />

şehir taş, topraktan müteşekkil bir varlık<br />

değildir. İnsan bedeni ve yüreğinde teşekkül eden<br />

soyut bir mekândır. Zira <strong>Yunus</strong>, gönül insanı olarak<br />

sevgiyi/insan yüreğini merkeze aldığından, onun<br />

belli bir mekâna sıkışıp kalması, belli bir mekândan<br />

bahsetmesi düşünülemez. Zira Müslümanlar en kutsal<br />

yeri olan Kâbe’yi gönül ile örtüştürerek sunan bu<br />

büyük şairin, şehir algısı hep soyut üzerinden okunmalıdır.<br />

O bunu bir şiirinde;<br />

“Âşıklar la mekân olur<br />

Cihanın terkini urur<br />

Can u cihan ne nesnedir<br />

Çün dost bazar olur” [1]<br />

diye dile getirmiştir. Âşıkların mekânsız olmasını<br />

İslam tasavvufundaki ‘fenafillâh’ ile birlikte düşünmek<br />

gerekir. Mekândan münezzeh olan Tanrıya<br />

ulaşan âşık, Tanrı’yla bütünleştiğinde mekânsızlaşır<br />

çünkü. Aşk, insanı bir yanıyla mekânsızlaştırırken,<br />

diğer yandan onu hep devingen/oluş hâlinde tutar.<br />

Gaflet, âşığın kârı değildir. Kendine mürşit arayan<br />

âşık <strong>Yunus</strong>, kendini “gâh esen yeller” gâh “tozan<br />

yollar”, gâh “akan seller” gibi görürken “ilden ile<br />

yürür.” Gittiği aşk sarhoşluğundan dolayı bilmez,<br />

ancak “gurbette olduğunun” ve “aşkın kendisini ne<br />

hâle soktuğunun” [2] farkındadır. <strong>Yunus</strong>’un yaşadığı<br />

gurbet duygusu gerçekte bu dünyanın geçiciliğine,<br />

öbür dünyanın ebediliğine bir göndermedir. Dünya<br />

hayatının ölümlü ve geçici olduğu fikrinin anlatıldığı<br />

“gurbette hâlim kim bile” [3] onun hem öbür dünya<br />

fikrini hem de yukarıda belirttiğimiz üzere dünyada<br />

1. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, hzl. Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, s.56,<br />

Akçağ Yay. 2005.<br />

2. ___________, age.s. 65, “gel gör beni aşk neyledi”<br />

3. ___________, age.s. 65<br />

belli mekâna sığmayışı anlatmaktadır. Bu aynı zamanda<br />

“dünyayı boşamak” deyimiyle ifade edilir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerinde şehir olgusu hep soyut<br />

olduğundan aşkın/metafizik şehirlerdir. Kendini<br />

belli bir mekâna hapsetmeyen <strong>Yunus</strong>’un duygu ve<br />

düşüncesinde şehir hiçbir zaman somuta indirgenemez.<br />

Bütün varlığıyla yaratıcıya ait olduğundan<br />

herhangi bir şehre aidiyeti yoktur. Onun nerede doğduğu<br />

veya nereli olduğu tartışması, aslında birçok<br />

şehirde görünmesiyle ilişkili bir konudur.<br />

Örneğin “Ben bir acep ile geldim” şiirinde;<br />

“Benim dilim kuş gibidir<br />

Benim ilim dost ilidir<br />

Ben bülbülüm dost gülümdür<br />

Bilin gülüm solmaz benim<br />

Ne durum var ne durağım<br />

Hiç yerde yoktur kararım<br />

Hakka münacat etmeğe<br />

Belli yerim olmaz benim<br />

Sor durduğum yeri bana<br />

Gelirsen gösterem sana<br />

Bir zerrece haktan ayrı<br />

Gözüm nesne görmez benim” [4]<br />

diye söyler. Ayrıca “benim ilim dost ilidir” diyerek,<br />

ait olduğu yeri işaret eder. Hiç kuşkusuz “dost” dediği<br />

Allah’tır. Dostun ili/şehri ise O’nun/ Tanrı’nın<br />

bulunduğu yer (mekândan münezzeh) her yerdir.<br />

Hiçbir yerde kararı olmayan, belli bir yerim olmaz<br />

diyen ve durduğu yeri göstermek isteyen <strong>Yunus</strong>, bir<br />

zerresinin dahi haktan ayrı olmadığını belirterek,<br />

gözünün “nesne görmediğini” belirtir. Onun bu<br />

aşkın/metafizik/soyut mekân/şehir algısı, aynı zamanda<br />

İslam medeniyetinin şehirlere biçtiği rol ile<br />

ilişkilidir.<br />

<strong>Yunus</strong>’un bu soyut şehir algısını, medeniyet<br />

perspektifinden ele aldığımızda daha iyi tanımlayabiliriz.<br />

Bilindiği gibi şehir algısı Doğu ve Batı medeniyetlerinde<br />

iki farklı algıyla inşa edilirler. Kadim<br />

Yunan’a dayanan Batı medeniyetinde, tıpkı Doğu/<br />

İslam medeniyetinde olduğu gibi şehirler bir insan<br />

gibi tasavvur edilmiştir. Şehrin planı insan bedeni<br />

şeklinde tasavvur edilerek şekillenir. İnsanın kafası,<br />

şehri idare yeri, yüreği şehrin mabedi, bedeni ve<br />

4. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, age.s. 67<br />

90<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ayakları ise şehrin evleri ve mazgallarıdır. [5] Tamamen<br />

somut düşünceye dayalı bu fiziki insan ilişkili<br />

Batı şehirlerine karşılık, Doğu/İslam şehirlerinde,<br />

şehir soyut olarak tasavvur edilmiştir. Somut olarak<br />

Kâbe/Camiyi merkeze alan ve onun etrafında bir<br />

hilal şeklinde genişleyen İslam şehirleri, insan bedenini<br />

değil, insan kalbini olmazsa olmaz yapmıştır.<br />

Farabi’nin “Erdemli Şehir” felsefesinde, somut<br />

olana değil, insanı insan eden soyut/metafizik/aşkın<br />

kavramlara yer verilmiştir. Şehre şekil yönünden değil,<br />

ruh/idare yönünden bakılmıştır. Zira Farabi’ye<br />

göre ‘şehir’ ideal bir Müslümanda bulunması gereken<br />

bütün erdemleri taşımak zorundadır. Tanrı ile<br />

insan arasında şehir yalnızca bir araçtır. Batı uygarlığında<br />

ise şehir bir amaçtır, hem de insana hizmet<br />

eden bir araç…<br />

“İş bu vücut şehrine” adlı şiirinde <strong>Yunus</strong>, insan<br />

bedenini şehre benzetir ve bu şehre her girmek istediğini<br />

ve bu şehrin sultanını görmek arzusu taşıdığını<br />

belirtir.<br />

“İş bu vücut şehrine<br />

Her dem giresim gelir<br />

İçindeki sultanın<br />

Yüzün göresim gelir<br />

İşidirem sözünü<br />

Göremesem yüzünü<br />

Yüzünü görmekliğe<br />

Canım veresim gelir<br />

Ol sultan halvetinin<br />

Yedi hücresi vardır<br />

Yedisinden içeri<br />

Cevlan (v)urasım gelir<br />

Her kapıda bir kişi<br />

Yüzbin çerisi vardır<br />

Aşk kılıcın kuşanıp<br />

Cümle kırasım gelir” [6]<br />

Bu şiirde insan bedeni şehir, şehir içindeki Sultan<br />

ise Tanrı’dır. Sultanın bulunduğu yer bilindiği<br />

gibi kalp yani yürektir, gönüldür. <strong>Yunus</strong> gönüldeki<br />

bu sultana ulaşmak için kılıç kuşanıp, yüz bin çeri-<br />

5. Bk. Richard Sennett, Ten ve Taş, çev. Tuncay Birkan,<br />

Metis Yay.2011, İst.<br />

6. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, age.s. 77<br />

si/askerini öldürmek ister. Çünkü gönül şehrindeki<br />

sultana ulaşmak kolay değildir. Ayrıca vücudu/insanı<br />

şehre benzettiği bir başka şiirinde;<br />

“Bu vücudun şehrinde buçuk yolluk assım yok<br />

Amelim mahallesi serbeser kalmış ıssız” [7]<br />

diye yazar ve şiirin son kıtasında;<br />

<strong>Yunus</strong>’un bu sözünden sen mana anlar isen<br />

Konya minaresin göresin bir çuvaldız” [8]<br />

derken Konya’yı zikreder. Burada belirgin olarak<br />

bir şehri/Konya’yı anlatmaktan ziyade, irfani bir<br />

söyleyiş kendini hissettirir. Ve sözünü ancak bilgi/irfan<br />

sahibi kimselerin anlayacağını belirtir. <strong>Yunus</strong>’un<br />

şiirlerinde birtakım şehir isimleri geçse de bunlar<br />

sadece Rum ili ve Şam gibi görüp geçtiği şehirlerdir.<br />

<strong>Yunus</strong>, soyut olan gönül şehrine ulaşmak için somut<br />

şehirlerden geçer. <strong>Yunus</strong> aynı zamanda arayan<br />

bir adamdır. Varoluşunu tamamlamak daha doğrusu<br />

tasavvuftaki ‘seyr-ü süluk’ü tamamlamak için yolculuğa<br />

çıkmış bir şairdir. Bu yolculuk bir başka şiirinde<br />

dile getirdiği; “Şeriat, tarikat yoldur varana /<br />

Hakikat, marifet andan içeri” [9] dört aşamadan oluşur.<br />

Şeriat, tarikat, hakikat, marifet yolunu tamamladıktan<br />

sonra ancak gönül şehrinin sultanına ulaşabilir.<br />

Bu bağlamda <strong>Yunus</strong> şiiri yolculuk şiiridir. Hep<br />

hareket, hep oluş, hep hâlden hâle giriştir. Örneğin;<br />

“Karlı dağlar mı aştın<br />

Derin ırmaklar mı geçtin<br />

Yarından ayrı mı düştün<br />

Niçin ağlarsın ey bülbül hey”<br />

İlin mi şarın mı kaldı<br />

Namus u arın mı kaldı<br />

Gurbette yarın mı kaldı<br />

Niçin ağlarsın ey bülbül hey<br />

Gülistan oldu güllerin<br />

Açıldı güllerin bağın<br />

Yaktı elleri firakın<br />

Niçin ağlarsın ey bülbül hey” [10]<br />

7. __________, age..s. 126<br />

8. __________, age..s. 126<br />

9. __________, age..s. 40<br />

10. _________ , age..s. 85<br />

91<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Şiirinde kendini gülü (Tanrı) arayan ağlayan bülbül<br />

yerine koyarak sorular sorar. Aslında <strong>Yunus</strong>’un<br />

bülbüle sorduğu sorular, bir dervişin yaşaması gereken<br />

merhalelerin neler olduğunu anlatır. Ve bu<br />

sorular insanın olgunlaşması için yaşaması gereken<br />

süreci anlatır. Bülbüle ağlaması için birtakım nedenlerinin<br />

olması gerektiğini sorarken, karlı dağları<br />

aşıp aşmadığını, derin ırmakları geçip geçmediğini,<br />

yârinden ayrılıp ayrılmadığını, şehrinin kalıp kalmadığını<br />

buna benzer birçok soru sorar. Bu sorulara<br />

olumlu cevap verebiliyorsa eğer ağlayabileceğini<br />

belirtir. Şiirin sonunda toprakta özünü gördüğünü<br />

belirterek ağlamanın anlamsız olduğunu söylemek<br />

ister.<br />

“Puthane vü şarabhane<br />

Mescid oldu gerçek cana” [11]<br />

<strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde insan bedeni/gönlü meyhane,<br />

cami ve Kâbe’ye dönüşür. Cami, meyhane,<br />

puthane, kale, vs. şeyler aslında şehri meydana getiren<br />

unsurlardır. Hatta filozoflar, bir şehrin gelişmişliğini<br />

işlenen suç (günah) çokluğuyla ölçerler.<br />

Bir şehrin gelişmişliği onlara göre işlenen suçların<br />

çokluğu/büyüklüğüyle orantılıdır. Genelde tasavvuf<br />

edebiyatında, özelde ise <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde şehri<br />

meydana getiren unsurlardan meyhane, puthane gibi<br />

kötü mekânlar tam tersi bir işlev görür; iyi ve güzeli<br />

temsil eder. Tasavvuf edebiyatındaki bu anlayışın en<br />

güzel örneği ise Saffet Efendi’nin bir gazelinde dile<br />

gelmiştir:<br />

“Biz sofiyi meyhanede irşad edecektik<br />

Sittin sene camide gebersin de otursun<br />

Dermen ederiz badeyi bimar-ı humare<br />

Şer’an içeriz şüphe eden müftüye sorsun”<br />

Şehri oluşturan cami, mektep, meyhane vs. somut<br />

unsurlar vücut şehrinde soyut olarak yer alır.<br />

Yukarıdaki şiirde görüldüğü gibi zahiri görünüşüyle<br />

günah/haram olan meyhane soyut âlemde irşat edilen<br />

bir mekâna dönüştürülür. <strong>Yunus</strong> gibi tasavvufi<br />

kültürle beslenmiş bir şairin kullandığı bu imgeler,<br />

gönül şehrinin aşkın mekânlarıdır.<br />

<strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde geçen bir diğer kavram ise<br />

‘ezeli vatan’dır. ‘Ezeli Vatan’ onun şiirinde somut<br />

bir dünya değildir. Ruhlar âlemi/soyut bir dünyadır.<br />

“Ey yaranlar ey kardaşlar sorun bana kanda idim<br />

Dinlerseniz eydirivrem ezeli vatanda idim” [12]<br />

Bu şiirinde bütün peygamberlerin isimlerini<br />

zikrederek, onların öne çıkan hasletlerini anlatır ve<br />

yalnızca İbrahim Peygamberi tasvir ederken Mekke<br />

şehrine gönderme yapar. Yine “Dört Kapı / Kırk<br />

makam” (şeriat, tarikat, marifet, hakikat) şiirinde<br />

geçilmesi gereken aşamaları/yolculuğu hâl tasvir<br />

ederken ulaşılması gereken menzil soyut bir menzildir.<br />

Marifeti ‘gönül şehri’ olarak tanımlayan <strong>Yunus</strong>;<br />

“Marifet gönül şehri<br />

Makamun bulur fakrı<br />

Bahri gerekdir bahri<br />

Bu marifet içinde” [13]<br />

diye yazar. <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde vücut, fiziki bir<br />

varlık olmanın ötesinde bütün sırları saklayan bir<br />

yerdir. Yedi gök, yedi yer, cennet cehennem, gece<br />

gündüz, levh-i mahfuz’da söylenen söz, Musa’nın<br />

Tur’u Sina’sı, İsrafil’in suru, Tevrat, İncil, Zebur<br />

ve Kur’an, bütün her şey vücutta saklıdır. Bunun<br />

sırrını çözen ise ancak ‘mürşid-i kâmil’dir. Bu<br />

bağlamda vücut somutta soyutun saklandığı bir<br />

merkezdir.“Taştun yine deli gönül” şiirinde, gönlünü<br />

doğadaki birtakım unsurlara benzetir. Taş olur,<br />

toprak olur, sel olur, yel olur. <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde<br />

taş, toprak, ağaç, çiçek, dağ, deniz bütün varlıklar<br />

insan gibi dile gelir, konuşur. Onun şiirlerinde bütün<br />

varlıklar canlanır. Dolayısıyla <strong>Yunus</strong>, bütün varlıkları<br />

bir organizma olarak görür. Bu anlamda şehirler<br />

onun şiirinde insanileşir, insan da şehirleşir. Örneğin,<br />

gönül, saray olur; göz, çeşme; insan bedeni, şehir;<br />

Tanrı da bu şehrin sultanı olur. Onun şiirlerinde<br />

Mekke, Medine, Rum beldesi ve Konya gibi birkaç<br />

istisna şehir ancak ismen yer almıştır. Gönül insanı<br />

olan <strong>Yunus</strong>, şiirlerinde gönül şehirlerinden bahsetmiş,<br />

Tanrı sevgisini bu gönül şehrinin sultanı yapmıştır.<br />

Aşkın hâliyle somut şehirlerde soyut şehirler<br />

inşa etmiştir…■<br />

12. _________ , age..s. 142<br />

13. _________ , age.s. 148<br />

11. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, s. 73<br />

92<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


MEVLÜT ÇAM<br />

Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle, başkalarına<br />

karşılıksız yardım etmek gibi bir prensipten<br />

doğan vakıflar, toplumun hayır ve iyiliğine olan her<br />

yerde sağlam birer sigorta işlevi görür. Bu bakımdan,<br />

çoğunluğu Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında olmak<br />

üzere İslam âleminin hemen her yerinde vakıfların izini<br />

görmek mümkündür. Özellikle kültür ve medeniyetimiz<br />

somut göstergesi olan vakıflar insanlığa hizmet<br />

amacıyla yol, köprü, çeşme, su bentleri, okul, cami,<br />

hamam, hastane, tekke, zaviye, mezarlık, piknik yerleri,<br />

kaldırım döşeme, yol inşa ederek halkın sevgini,<br />

hakkın rızasını kazanmıştır. “Menâfii ibâdullaha ait<br />

olmak üzere” kurulan vakıflarımız içerisinde, doğrudan<br />

olduğu kadar dolaylı olarak da sosyal hayatı, yetimleri,<br />

hastaları, güçsüzleri, kadınları hedef alan çok<br />

sayıda örnek bulunmaktadır. Ömer Hilmi’nin “Vakfın<br />

efdali, nassın kenduye eşedd ihtiyaç ile muhtaç olduğu<br />

bir şeyi vakf etmektir” [1] gereğince her nerede ne türlü<br />

sıkıntı varsa o sıkıntıyı ortadan kaldırmak için bir vakıf<br />

kurulmuştur.<br />

Elimizde mevcut olan vakfiyelerin genelinde yer<br />

alan vakıf kuruluş anlayışı oldukça ilginç ve düşündürücüdür:<br />

“Doğru yolu bulup hidayete ulaşmaya muvaffak<br />

olan bahtiyar kimse odur ki, bu dünyanın ziynet<br />

ve süsünden vazgeçer, azimet bağlarını dünyanın<br />

lezzetinden keser. Dünya malından Allah’ın kendisine<br />

in‘am (iyilik) etmiş olduklarının şükrünü öder. Türlü<br />

nimetlerin hakkını ifa eder. Mühimmatından artanları<br />

1. Ömer Hilmi, Ithafu`l-ahlaf fi Ahkami`l-evkaf, Istanbul<br />

1307, s.15.<br />

hasenat (hayırlı işler) uğrunda sarf eyler, zaririyatından<br />

(geçim masrafı) fazla kalanları hayrat yollarına<br />

harcar. Zira onun için hayırlı olan budur. Allah indinde<br />

kurubata (Allah’a yakın olma) yakınlaştıran da<br />

budur. Bunlardan başka kalan işler boştur, hebadır.<br />

“Kim bir iyilikle gelirse, ona getirdiğinin on misli vardır...<br />

Kim de bir kötülükle gelirse, ancak onun misliyle<br />

karşılığını yaşar! Onlar zulme uğratılmazlar”<br />

(Enam 160). ayet-i kerimesi Resulullah Efendimizin<br />

‘Dünyada senin olan ancak yiyip eksilttiklerin giyip<br />

eskittiklerin ve sadaka verip ipka (ibka’; sürekli kılma)<br />

ettiklerindir’ ve “Kişi öldüğünde üç şey dışında<br />

amelleri kesilir: Devam eden sadaka (sadaka-i cariye),<br />

kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua<br />

eden salih evlat” hadisleri çerçevesinde Osmanlılarda<br />

vakıf kurucularının en kalbî duygularıyla Allah’a yaklaşma<br />

ve onun rızasını kazanma arzusunda oldukları<br />

anlaşılmaktadır.<br />

Vakıfların “insana hizmet” bağlamında Allah’ın<br />

rızasını kazanma gayesi ile tasavvuftaki insan sevgisi<br />

ve aşkınlıkla Hakk'a ulaşma felsefesi örtüşmektedir.<br />

Özellikle insan sevgisi ve yaratının rızası doğrultusunda<br />

ona yaklaşma bağlamında kurulan vakıflar,<br />

Müslümanın engin şefkat, merhamet duygusu ile<br />

İslam dininin mutlak kardeşlik prensibiyle kaynaşmaktadır.<br />

Bu noktainazardan bakıldığında, vakıflar;<br />

toplumun manevi dönüşümün somut göstergesi iken,<br />

İslam tasavvufundaki insan sevgisi ve kişisel aşkınlık<br />

soyut olarak kendini gösterir. Bu bağlamda her iki düşünce<br />

(vakıf/tasavvuf) sonuç itibariyle insanı Allah’a<br />

yaklaştırmaktadır. İslam tasavvufunun önemli şairle-<br />

93<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


inden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin adıyla anılan vakıflara bakmadan<br />

önce, tekke vakıfları üzerinde durmak gerekir.<br />

Vakıfların kuruluş mantaliteleri ışığında tekke<br />

vakıflarına baktığımızda, bunların genelde bir tarikat<br />

koluna bağlı olarak hizmet verdiğini, Osmanlı coğrafyasının<br />

hemen her yerinde postnişin veya şeyh efendiler<br />

tarafından yönetim ve denetimlerinin yapıldığını<br />

görürüz. Ayrıca bünyesinde bağlı bulunan silsileye ait<br />

evrad, ibadet, zikir ve eğitimlerin, hatta sağlık hizmetlerinin<br />

dahi verildiği [2] mekânlardır.<br />

Bağlı bulunduğu kola veya silsileye göre yapılarının,<br />

oda sayıları, biçimleri, şekilleri, ibadet ve ayinleri,<br />

çilehaneleri, musiki anlayışları farklılık göstermekle<br />

birlikte; eizza denen bu zatlara veya bağlılarına<br />

ait divanlar, dörtlükler, beyitler, sohbetler iyice tetkik<br />

edildiğinde hedeflerinin aynı olduğu anlaşılacaktır.<br />

Kurulan tekke vakıflarının genelinin şöhretli şeyh<br />

efendiler veya kolların adına kurulduklarını rahatlıkla<br />

söyleyebiliriz. Bayezid-i Bestami, Hasan el-Hakani<br />

Zaviyesi, Mevlana Celaleddin Rumi Hangahı, Hacı<br />

Bayram Veli Tekkesi, Aziz Mahmud Hüdai veya Kadiriye<br />

Tekkesi, Nakşibendî Tekkesi/Zaviyesi, Bayramiyye<br />

Tekkesi, Celvetiyye Tekkesi, Gülşeniyye, Sinaniyye<br />

vesaire...<br />

Bu tekke-zaviye vakıflarından biri de Osmanlı<br />

coğrafyasının muhtelif yerlerinde kurulan “<strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> (<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>m/Âşık <strong>Yunus</strong>) Zaviyesi/Dergâhı<br />

adlarıyla kurulan vakıflardır. Bu tekkelerden birincisi<br />

Bursa’da Âşık <strong>Yunus</strong> ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Dergâhı adıyla<br />

anılan tekke olup, Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki<br />

belge, atik ve köhne (eski, harap) binanın yıkılarak<br />

tekkenin yeniden inşa edilmesi hakkındaki bir keşif<br />

belgesidir. 1327 R. (1912 M.) tarihli belgede tekkenin<br />

inşa edilecek mahalleri ve sarf edilecek harcamalar<br />

ayrıntılarıyla belirtilmekte olup, yeni inşa edilecek<br />

tekkenin 47979 kuruş 75 paraya mal olacağı belirtilmiştir.<br />

[3] Ayrıca belgede geçen “Âşık <strong>Yunus</strong>” ifadesinden<br />

bu kişinin <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> değil, Âşık <strong>Yunus</strong> adıyla<br />

bilinen başka bir şahsa ait olduğu düşünülmektedir.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Zaviyesinin bulunduğu en önemli<br />

yerlerden birisi de kendisinde orada medfun olduğu<br />

belgelerde yazılı olan Sivrihisar’a bağlı Sarıköy’de<br />

bulunan “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Zaviyesi Vakfı” dır. Vakıflar<br />

Genel Müdürlüğü ve Osmanlı Arşivlerinde tespit<br />

edilen belgelerde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Sarıköy’de med-<br />

2. Seyyid İsmail Çelebi bin Mehmed Çelebi Vakfiyesi<br />

VGMA 741 s.54 ,sr: 40<br />

3. BOA EV.MKT. 03103/119<br />

fun olduğu, zaviyenin vefat eden şeyhinin Meşayih-i<br />

Kadiriyyeden Sivrihisârî Şeyh Mustafa Efendi olduğu<br />

yazılmaktadır. [4] Dolayısıyla Sarıköy'de bulunan zaviyenin<br />

bir Kadiriyye Tekkesi olduğu söylenebilir. Ayrıca<br />

belgeden zaviyede ayende ve revendeye (gelip,<br />

geçen) kişilere yemek verildiği, ayende ve revendenin<br />

ihtiyacının karşılanması için altı adet odanın daha yapılmasına<br />

ihtiyaç duyulduğu hususları belirtilmiştir.<br />

1265 H. (1849 M.) tarihli bir başka belgede Kadiriyye<br />

Şeyhi Sivrihisari Mustafa Efendinin vefat etmeden<br />

vakfın öşür gelirleri vesair gelirlerden zaviyeyi<br />

imar ettirdiği, yeni odaların inşa edildiği, Sarıköy’de<br />

vakfa ait bir çiftlik ve iki dükkânın bulunduğu belirtilmektedir.<br />

Belgelerde eski adı Larende olan<br />

Karaman’da da “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Zaviyesi Vakfı”na rastlanmaktadır.<br />

Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bulunan<br />

bir belgede mütevellilik hususunda ortaya çıkan<br />

bir uyuşmazlık hakkında vakfiyeye müracaat edilmek<br />

istenildiği, ancak gerek mütevellinin elinde gerekse<br />

sicil kayıtlarında vakfiyenin kayıtlı olmadığı anlaşılmaktadır.<br />

[5] Yine diğer bir belgede Afyonkarahisar ili<br />

Sandıklı ilçesinde “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>m Zaviyesi” adıyla bir<br />

vakıf kaydı mevcuttur. [6]<br />

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, şiirleriyle<br />

çağları aşarak günümüze kadar gelen, ismi birçok<br />

mekânla birlikte anılan ve halk tarafından oldukça<br />

çok sevilen <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>-yukarıda da görüleceği üzere-adıyla<br />

anılan vakıflara rastlanmaktadır. Anadolu<br />

coğrafyası başta olmak üzere Osmanlı coğrafyasının<br />

tamamında var olan gönül erlerinin hayatları, eserleri,<br />

amaçları, yolları, düsturlarının yeterince araştırılmadığı,<br />

araştırıldığında yeni birçok bilgiye ulaşılacağı<br />

kanaatindeyim. Zira Bayezid-i Bestami, Hasan<br />

el-Harkani, Mevlana, Hacı Bayram, Hasan Sezai,<br />

Cüneydi Bağdadi, Muhyiddin Arabî, Aziz Mahmud<br />

Hüdai, Şeyhi, Nedim, Fuzuli, Nesimi, <strong>Yunus</strong> ve adının<br />

sayamadığımız ancak silsile hâlinde günümüzde<br />

de devam eden gönül insanlarının kelamları, beyitleri,<br />

hayatlarının bu toprakların bağrında saklı olduğunu<br />

düşünüyorum. Anadolu’yu silah ile değil gönül ile<br />

fetheden <strong>Yunus</strong> gibi dervişler bizim ruh mimarlarımız<br />

ve bu topraklardaki varoluş nedenimizdir. ■<br />

4. BOA. EV.THR. 00248<br />

5. BOA. MKT. 03020/82<br />

6. BOA EV.d. 13890 sh. 3<br />

94<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


<strong>Yunus</strong> bize "sevmeyi<br />

ve sevilmeyi" öğretir<br />

ALTINBEK İSMAİLOV<br />

İnsanoğlu ne zaman azaptan kurtularak mutlu<br />

olur Nasıl bir adam kirli dünyadan arınarak<br />

hayatını düzene sokar İnsan hakikatin anlamını<br />

nasıl kavrar İnsan ölümden nasıl kurtulur, dünyaya<br />

huzur nasıl yerleşir Bu gibi belli başlı sorular<br />

zor şartlarda Türk dünyasına gelen <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi<br />

her zaman düşündürmüştür. Buna benzer soruların<br />

çözümlenmesi için şair birçok sınavı başından geçirerek,<br />

bütün hayatını araştırmaya yöneltmiştir. O her<br />

şeyden evvel hakikatin acı sesini işitip onun yüzünü<br />

görmek istemiştir. Ama nasıl<br />

Geç <strong>Yunus</strong> endişeden gerekse bu pişeden,<br />

Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer,<br />

denilen prensiplerin temelinde.<br />

İnsan vücudundaki kaygıdan nasıl temizlenir,<br />

onu nasıl sürüp çıkarır <strong>Yunus</strong>’a göre, bunun iki yolu<br />

vardır: Birincisi, Allah’a boyun eğip ona yalvarmak.<br />

İkincisi, duyguyu tutsak edip özgürlüğü sınırlayan<br />

yalan dünyadan ve dünya mülkünden ayrılmak:<br />

Dersin şeyhin aşkına yalınacak baş açık,<br />

Er var dirlik dirilmiş yalınacak aç değil.<br />

Maalesef bütün hayatını dünya mülkü çoğaltmakla,<br />

yalan dünyanın eteğine yapışmakla geçiren<br />

insanoğlu o şeylerden nasıl ayrılsın Çünkü,<br />

Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış,<br />

Kişi yeni geline bakubanı doyamaz.<br />

Neden insanoğlu bu dünyaya gözü doymadan<br />

bakar Gelin gibi aldatıcı güzelliği için mi<br />

Bu şarın evvel tadı şehd ü şekerden şirin,<br />

Âhır acısını gör şol zehr-i mâra benzer.<br />

Öyleyse, niye insan “yılanın zehrinden acı” olduğunu<br />

bilerek yalan dünyaya bağlanır, ondan kopmak<br />

istemeyerek onun etrafında pervane gibi döner<br />

Çünkü,<br />

Evvel gönül almağı hublara nispet eder,<br />

Âhır yüz döndürmeği acuzmekkâra benzer.<br />

Neticede onların çoğu,<br />

Nice bir besleyesin bu kad ile kameti,<br />

Düştün dünya zevkine unuttun kıyâmeti,<br />

denildiği hâle gelirse, bazıları ise<br />

Hırkanın ne suçu var sen yoluna varmazsan,<br />

Vargıl yolunca yürü er yolu kalmaç değil,<br />

denildiği hâle düşerler.<br />

Bu sonsuz âlemde insanı hakikatten uzaklaştıran<br />

şeyler çoktur. Tamamen maddeye bağlanan ve<br />

aldanan insan rüzgâr ne tarafa eserse, o tarafa doğru<br />

giden uçurtma gibidir:<br />

Bu şarda hayallerin haddi vüşümarı yok,<br />

Bu hayale aldanan otlar davara benzer.<br />

95<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Düşünce nedir Göze görünen şeylerle gözükmeyenlerin<br />

hepsi düşüncedir. Onları göz önüne<br />

getirmek ise hayal etmektir. İnsanoğlunun kendi<br />

düşünceleriyle her zaman hayattaki iyi, kötü, güzel,<br />

çirkin, aydın, karanlık ve tatlı, acı şeylere bağlandığı<br />

gerçektir. Oysa insan yalan hayal, aldatıcı düşüncelerden<br />

nasıl kurtulur ve hayatın gerçek yüzünü nasıl<br />

görür<br />

Âriflere bu dünya hayal ü düş gibidir,<br />

Kendiyi sana veren hayal ü düşten geçer<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre, rüyadan, yalan duygulardan<br />

kurtulmak – Allah’ı can u gönülden sevmek, ona<br />

doğru içten yönelmekle gerçekleşir. Oysa aşk nedir<br />

Onun iki türü vardır: Biri, maddi zenginlikle irtibatlı<br />

olup iç dünyamızı hapse koyan zehirli yemek gibi<br />

sonunda ölümle birleştiren yalan dünyaya olan geçici<br />

sevgi,<br />

Dünyanın muhabbeti ağulu aşa benzer,<br />

Âhırın sanan kişi ağulu açtan geçer.<br />

İkincisi ise, hakikatle ilişkili olup ruhumuza huzur<br />

getiren, tüm kaygı, keder ve azaplardan kurtarıp<br />

temiz hayata kavuşturan Hakk’ın hem kutsal hem<br />

yüce ve hem ebedi aşkı. Çünkü onun gerçek,<br />

Aşkına düşenlerin yüreği yanar olur,<br />

Kendini ona veren düğeli işten geçer.<br />

Ne yazık ki, insanların çoğu yukarıda söz edilen<br />

aşkın birincisini seçerler. Başka bir ifade ile hayatın<br />

anlamını, hayatın önemini, kaderin cilvesini, sevginin<br />

zevkini her zaman yalan dünyanın yalan görüntülerinde<br />

ararlar. O yalan görünüş, hayallere düşünce<br />

ve kedere çok sarıldıkça, sevginin gücü onlar için<br />

o kadar kuvvetlenip o kadar güçlenmiş gibi gelir.<br />

Netice olarak onlar kendisinin şahsi beklentilerini<br />

gerçekleştiren birileri olarak yavaş yavaş Allah’tan<br />

uzaklaşırlar,<br />

İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer,<br />

Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.<br />

Bundan hâriç o gerçek aşkın tadını tadamadan ölür,<br />

Ne bilsin bu aşkı usanlar uyalar,<br />

Ne varsın bu yola azıksız yayalar.<br />

Onlar günlük hayatın varsa, yarı gün boyu yağız<br />

ata bin denilen vasıfsız ifadeye dayanarak, geçici<br />

zevk veren dünya mülkü, zenginlik lezzetinden çıkamaz<br />

ve bu yolun sonunda ölümün var olduğunu<br />

unuturlar,<br />

Âhır bir gün ölürsün ölüm vardır bilirsin,<br />

Kamulardan ayrılıp varıp sinde yattın tut.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ölümün huzurunda tüm insanların<br />

aynı olduğunu belirtir, onları ölümden ne zenginlik<br />

ne de makam ve rütbenin kurtaramadığını özellikle<br />

söyler. Hayattayken maddi zenginlik, yaş farkı, makam<br />

ve rütbe ile birbirinden ayrılan, hatta o özelliklerine<br />

tapınan insanlar öldükten sonra aradaki ayrım<br />

ortadan kalkar,<br />

Sana ibret gerek ise<br />

Gel göresin bu sinleri<br />

Ger taş isen eriyesin<br />

Bakıp görücek bunları<br />

Şunlar ki çoktur malları<br />

Gör nice oldu hâlleri<br />

Sonucu bir gömlek giymiş<br />

Anın da yoktur yenleri<br />

O hiç kimseye, hiçbir şeye acımaz. Kahrıyla dünyayı<br />

titreten padişahlar da, güzelliğiyle delikanlıları<br />

kendine çeken ay yüzlüleri de, dünyayı idare eden<br />

akıllıları da diz çöktüren ölümdür,<br />

Ey nice arslanları alır aktarır ölüm,<br />

Azrail nicesine bir yoksulca doyamaz.<br />

Oysa, günah, ya da ayıp dediğimiz nedir İnsanoğlu<br />

niçin günah işler Niçin işlediği günahları için<br />

azap çeker Bunlara da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> kendisi cevap<br />

verir,<br />

Hemen geldim bu dünyaya nefsime kulluk eyleyi,<br />

İyi amel işlemedim azaptan kurtulam deyi.<br />

Gerçekten insanoğlu Allah’ı tanımadan ona kulluk<br />

edip, baş eğmeden, kendisi oluşturduğu nizamların<br />

çizgisinden çıkamadığı için ömür boyu acı çekerek<br />

gün geçirir,<br />

Bu dünyanın meseli benzer murdar gövdeye<br />

İtler murdara düştü Hak dostu kodu kaştı<br />

O zavallılar Hakk’ın gösterdiği yol ile gitmeden,<br />

kendi seçtiği, kendi beğendiği, şeytanın aldatıcı yoluna<br />

kaçtıkları için gerçeğin didarını nasıl görürler<br />

Elbette, yalan dünyadaki düzensiz ve kirli şeyleri<br />

toplamayla meşgul olan insan nasıl günah işleme-<br />

96<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


sin Yaratanı unutarak, türlü amel, kurnazlığıyla çoğalttığı<br />

kıymetli zenginliğinden kopardığı ölümden<br />

nasıl korkmasın<br />

Bize didar gerek dünya gerekmez,<br />

Bize ma’ni gerek da’vi gerekmez.<br />

Fakat onları yalan mutluluğa, geçici baht ve salihe<br />

kavuşturan bu dünyanın sahte sevgisi, Allah’ın<br />

sonsuz âleminin yanında, taşı eriten ebedi şefkatinin<br />

karşısında bir parça ekmek kadar değere sahiptir,<br />

Bu dünya bir lokmadır ağzında çiğnenmiş bil,<br />

Çiğnemişe ne durmak ha sen anı yuttun tut.<br />

İşte bu bir parça ekmeğe sahip olmak için insanoğlu<br />

her şeyi yapabilir. Yani, o kadar çirkin, o kadar<br />

edepsiz, o kadar uygunsuz davranışları sergiler,<br />

Danışman okur tutmaz derviş yolun gözetmez,<br />

Bu halk öğüt işitmez ne sarp zaman olısar.<br />

Her şeyin, her görünüş ve nesnenin çekirdeği<br />

olur. Onun dışında o çekirdeği gizleyip örttüğü kabuğu<br />

vardır. Çekirdek gerçeğin, kabuk ise yalanın<br />

sembolüdür. O yüzden yalan kabuğun içinde yatan<br />

gerçeği bulmak çok zordur. Yani, çekirdek – hakikat<br />

Allah’a, kabuk – yalan ise Şeytana doğru çekip<br />

durur.<br />

Netice olarak, hakikati göremeyen, Hakk’ın yüceliğini<br />

hissedemeyen, insanlar her zaman azap ve<br />

ıstıraptan kurtulamayıp ömür boyunca değirmen taşı<br />

gibi dönen yalan dünyanın çemberinde un gibi dağılmaktadır,<br />

Bu dünyanın misali benzer bir değirmene,<br />

Gaflet anın sepeti bu halk anda üğüne.<br />

Dünya bir değirmendir ol Çalab’a fermandır,<br />

Azrail’dir demişler ol unu üğüdene.<br />

Öyleyse, insanoğlu kader çemberinde un gibi<br />

parçalanıp, azap ve ıstıraba çökmemek için, hayatın<br />

anlamını öğrenip, doğru ve günahsız yaşamak için<br />

ne yapmalı<br />

Şaire göre, her şeyden evvel Yaratanı, ondan sonra<br />

başkalarını sevmek lazım:<br />

Severim ben seni candan içeri,<br />

Yolun ütmez bu erkândan içeri.<br />

Ama nasıl İlkin insan her zaman kendi düşüncelerinin,<br />

isteklerinin, hislerinin ve nefsinin nelere<br />

bağlandığını görmesi gerekiyor,<br />

Kerametim var diyen halka casusluk satan,<br />

Nefsin Müslüman etsin var ise kerameti.<br />

Maalesef, kendi istek, hislerini fark edemeyen,<br />

onları elinde tutma mekanizmasını öğrenemeyen,<br />

kendi iç dünyasına sımsıkı yerleşen BENİ’ni göremeyen,<br />

yani kendisinin kim olduğunu bilemeyen<br />

insanoğlu Allah’ı nasıl sever Onun yüceliğini kalbiyle<br />

hissedip işlediği günahlarından nasıl arınsın<br />

Niceler bu dünyada günahını yuyamaz,<br />

Ömrü geçer yok yere ey diriğa duyamaz.<br />

Çünkü,<br />

Bir nece kişilerin gaflet gözün bağlamış,<br />

Hak yoluna der isen bir yufkaya kıyamaz.<br />

O yüzden insanoğlu kendi isteği ile ya da iğneye<br />

oturtulan hayatın ağır tokadından korktuğu için<br />

Allah’a boyun eğip onun yüceliğine kulluk eder. Ya<br />

da ondan uzaklaşarak, şeytanın yedeklemesine uyarak<br />

hayat geçirir.<br />

İnsanlar Allah’a nasıl yakarıp onun kural ve nizamlarını<br />

nasıl gerçekleştirirler Dinin kanunlarını<br />

bilen, onun hakkında anlayışı olan, onun kudretine<br />

inanan insanlar genel olarak tutundukları din neyi<br />

talep ederse, onun esasında taparlar, onun istediğini<br />

yerine getirirler,<br />

Tecelliden nasip erdi kimine<br />

Kiminin maksudu bundan içeri<br />

Ama <strong>Yunus</strong> gibi dervişler sadece dinin talep ettiği<br />

kurallarla sınırlı kalmayıp<br />

Unuttum din diyanet kaldı benden,<br />

Bu ne mezhepdürür dinden içeri,<br />

diye seslenirler.<br />

Tek bir ifade ile bu dünyanın azabından kurtularak,<br />

eğlenceli hayatta yaşayıp ölümünden sonra<br />

cennete gitmeyi istedikleri için değil, ondan daha<br />

da önemli olan hakiki sevginin özünü anlamak için<br />

Allah’a yalvarırlar. Dervişler gerçeği dışarıdan değil,<br />

Hakk’ı sadece mescitte medresede ve hacda değil,<br />

kendi kalplerinde ararlar:<br />

Dervişlik baştadır taçda değildir,<br />

Hararet nârdadır saçta değildir.<br />

Ararsan Mevlâyı kalbinde ara,<br />

Küdüs’te, Mekke’de, hacda değildir.<br />

97<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Böylece, Hakk’ı kendi kalbinde bulan insanların<br />

iç dünyası huzurla dolar ve buz gibi<br />

donmuş yüreği erimeye başlar. Gönlü güneş<br />

gibi parlar,<br />

İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer.<br />

Yavaş yavaş hakiki sevgiye ulaştığını<br />

fark eder,<br />

Senin kokun duydu canım,<br />

Terkini urdu cihanın.<br />

Ve aynı zamanda göğsünü kara taş gibi<br />

sertleştiren kötü duygu, düşüncelerden arındığını,<br />

hayat yolunun tastamam değişip yeni<br />

yola koyulduğunu hisseder,<br />

Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner.<br />

İşte bu dereceye ulaşanlar ancak <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> gibi öbür dünyaya “ölmeden” diri gider,<br />

Ma’ni eri bu yolda melul olası değil,<br />

Ma’ni duyan gönüller hergiz ölesi değil.<br />

Gerçekten kendini bulan ve Allah’ın<br />

ebedî aşkına kavuşan can ölür mü<br />

Âşık öldü deyi salâ verirler,<br />

Ölen hayvan olur âşıklar ölmez.<br />

Onun için <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> sevgi dolu göğsüyle<br />

bizi kucaklayarak şöyle demişti:<br />

Gelin tanış olalım,<br />

İşi kolay kılalım.<br />

Sevelim, sevilelim<br />

Dünya kimseye kalmaz!■<br />

KAYNAKLAR<br />

1. Memet Fuat, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, İstanbul 1998.<br />

2. Köprülü Fuat, Türk Edebiyatında İlk<br />

Mutasavıflar, Ankara 1991.<br />

3. Özbay Hüseyin, Tatçı Mustafa, <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> ile İlgili Makalelerden Seçmeler, Ankara<br />

1993.<br />

4. Tatçı Mustafa, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Dîvânı – I (İnceleme),<br />

İstanbul – 1997.<br />

5. www. Guzelislam.com<br />

haykırış<br />

Dantelini örerim sert adımlarla sokakların,<br />

ahşap pencereler habercisi kırık bakışların<br />

Bakışlarda görürüm,<br />

farklı farklı da olsa aynı mana<br />

bak bacaların üstündeki nefes hırsızlarına<br />

kedileri korkutuyorlar<br />

yerin dibinden gelip yerin üstüne çıkıyorlar,<br />

Soruları aynı<br />

Cevapları aynı<br />

kıyamet dolu dizgin<br />

Dinle<br />

Sana sınırsızlığın cevabını veriyorum<br />

bir yaz bir gece<br />

öteki güneşlerle<br />

sonbahar çiçeğini<br />

başka yağmurlara benzetmeden<br />

perdelerin içinde<br />

perdelerin dışında üşüyorum,<br />

Ve gözlerin üzerimde<br />

Ve eğer kışın ortasındaysam<br />

Ve her telini zamana değişmiyorsam<br />

Yine her gece dinliyorsam seni<br />

zamana inat<br />

daha az gerçek olan ölüme inat,<br />

Eylemler haykırıyorum alabildiğine sonsuz<br />

İşte yaşıyorum,<br />

yaşamaksa zamanın penceresinde<br />

TAMER KAVURAN<br />

98<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


acemi<br />

içimde ağıt ırmağı tepemde bir şiir<br />

yazmadım diye bilmem kaç gündür<br />

suça çağırmakta beni yeniden<br />

hipotenüs değil hipotalamus<br />

ikiz kenar hiç değil tek yumurta ikizi<br />

matematikten sorulur madam<br />

gayriresmî çocuklar iskân mübadele<br />

banka hesapları bittabi mezar taşları<br />

kırbaç düşer at şahlanır<br />

savaş başlar koya çekilir kalyon<br />

mevsimlik işçiler tarla kuşları<br />

çukur ve tümsek aynalar<br />

güze sararan ayva cümle kurt kuş<br />

bildiğini sandığın şeyin<br />

acemisi olmaktır hayat<br />

leyli mekteplerde katran şairler<br />

küçük aşka derin acı çekerken<br />

değişti suların yatağı çoktan<br />

bitti şiirle devrim yapma hülyası<br />

şimdi şiirde devrim peşindeler<br />

KALENDER YILDIZ<br />

99<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


YUNUSÇASINA<br />

Bir mum gibi karanlığa<br />

Eriyip hem akmak gerek<br />

Âdem isen her mahlûka<br />

<strong>Yunus</strong> gibi bakmak gerek<br />

Bülbül gibi akça söz ile<br />

Çiçek gibi gökçe yüz ile<br />

Fırat’ı Dicle’yi aynı göz ile<br />

Aşk aynasında görmek gerek<br />

Birdir ana birdir baba<br />

Bu ayrılık nasıl ola<br />

Her çekende sağa sola<br />

Beş parmağa bilek gerek<br />

Kimi zengin yoksul kimi<br />

Kimi esmer beyaz kimi<br />

Hak Teâlâ’nın kıldığı gibi<br />

Sevmeye bir yürek gerek<br />

Omzumuzda nekir münker<br />

Gönle üçünç melek gerek<br />

İçimizdeki çer çöpü<br />

Kenara süpürmek gerek<br />

Urana karşı bir el gerek<br />

Durana karşı bir yel gerek<br />

Halktan Hakk’ı bilecek<br />

Zanaat ü meslek gerek<br />

Ol dervişi düşte gördüm<br />

İki elin bir işte gördüm<br />

Nefsim zor güreşte gördüm<br />

Cehl-i düşmen yenmek gerek<br />

MAHMUT BAHAR<br />

100<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Huuu<br />

OSMAN KOCA<br />

Cemreler tükeneli, insan öyküneli hayli zaman oldu.<br />

Eşikten girerken tıknefesti. Dile kolay, kılı kırk yararcasına geçen kırk yılın tortusu çökmüştü<br />

içine. Yutkundu. Gıdığını tıkayan, kalbine dokunan, dahası nefesini zora sokan tecimsiz dürtüler<br />

taşıyordu bağrında. Atmak istiyor ve fakat her isteyişi bahtsız yazgının restiyle ters yüz edilirken<br />

yüreğinde onatsız darbeler, feci izler bırakıyordu.<br />

Toprağa kürek, aşka yürek yaraşır evlat.<br />

Taptuk Baba her vakitki gibi secdegâhında. Alnını kaldırmadan, kalbinde misafir ettiği utkuları<br />

bir bir düğümleyip hakiki makamına ısmarlarken, çok zaman sonra ilk defa bu kerte ferahladığını<br />

duyumsayarak nemli yaşlar bıraktı kıblesine.<br />

Giren, hayır daha doğrusu girdiren mühimdi tabii. Gelen o idi. Altmış altı müridi arasında sevgisini<br />

en çok belli ettiği, dualarını alenen ünlediği, ferman buyurduğunda ilk onu bilip bellediği<br />

çember sakallı, gözleri kömür <strong>Yunus</strong>…<br />

Ridasını çıkarırken yüzü nar gibi kızardı. Haniyse kambura dönen sırtı yara bere içindeydi.<br />

Hocası, mürşidi, atası, müderrisi, kısası hayatı addettiği Taptuk Baba; ne nefes etti ne nazar.<br />

Ses etmedi <strong>Yunus</strong>. Yüksünmedi. Omzunu kanatan, morartıp çökerten odunların talaş, kırıntı ve<br />

dikenlerini içine gömerek çıkmak için izin istedi. Avluya vardığında koyu, kapalı bulutları öteleyen<br />

bir tek kervankıran idi.<br />

Kibir bet-huyu, fitne hay-huyu, safiyet bengi-suyu mesken tuttu.<br />

Kavil bu ya; diğer müritler onu çok kıskandı. Heyhat, gel gör ki karda iz süren sinsi çakallar<br />

gibi hiç ama hiç belli etmediler! Çıkanda <strong>Yunus</strong>’a güldüler, gidende ardınca söylendiler.<br />

Kazan kaynadı, gelin oynadı, hasetçiler kılükal ile boyandı.<br />

Bildi <strong>Yunus</strong>...<br />

İfk’i anımsadı…<br />

Ve utancın bin bir tonuyla yalpalandı…<br />

Dikildi yere yaşarı, yakarı yüklü gözleri son raddede.<br />

Sıracalı Mülevves ile Mendebur Münkir boş durmadılar. Çirkin, çatallı dillerini dışarı salarak<br />

ağılar kustular. Ağır, galiz gıybetler ettiler. Göz göre göre özbeöz kardeşlerinin ölü etlerini çiğnemekten<br />

sakınmadılar.<br />

101<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Gökte hilâl, yerde lâle, gönülde hâle…<br />

Akıl sır erdiremedi bu işe.<br />

Tez ve tiz elden çekildiler yatıya. Ne ki dinmedi<br />

iftiralar. Aslını astarını sormadan kananlar oldu.<br />

Pek azı el çekti fasıklardan.<br />

Ateş bacayı saranda çıktı halvetinden Taptuk<br />

Baba.<br />

Bildi idi, cahal’den…<br />

Gördü idi, hayal’den…<br />

İşitti idi, kal’den geldi.<br />

Fitneyi çıkartan iki kişi idi. Mülevves ile Münkir<br />

renkten renge girdi.<br />

Yumdu gözlerini Mürşit. Dudakları ketum, dilleri<br />

lal vaziyette iken sözleri hâlleşiverdi apansız.<br />

Sözüm ona kızına <strong>Yunus</strong>, göz dikmiş idi. Altmış<br />

altı şakirt sus pus iken:<br />

“İkiniz öne çıkın.” diye ünledi Haceleri.<br />

Yer yarılaydı da içinde kalaydım diyen yadsıyıcılar<br />

kadar kınandı iki bozguncu. Kuzgunlar tepeleniverdi<br />

başlarına. Kilitlendi diller. Titredi tenler.<br />

Utanarak bir adım öne çıktı <strong>Yunus</strong>. Konuşurken<br />

âdeta kırılarak dökülüyordu sözcükler mübarek ağzından:<br />

“Hocam, atam Taptuk Baba! Veballeri, günahları<br />

boyunlarına! Bırak gitsinler! Kıyma, kastetme<br />

canlarına!”<br />

Bir, müridi <strong>Yunus</strong>’a; bir, yerde debelenen iki<br />

müfside baktı Mürşit. Çekti içini. Kısıldı gözleri.<br />

Hazır kıta sözleri varmadı kıyıya. Döndü. Hiçbir<br />

şey demeden yeniden giriverdi uzletgâhına.<br />

Yangılar içinde devşirilen hayallerini akıl<br />

heybesinden çıkartıp ruhunun karanlık dehlizlerine<br />

salıverdiğinde bir nebze olsun rahatlamış hissetti<br />

kendini. Kesik kesik öksürdükten sonra çıktı<br />

dışarı. İçindeki ben’ini buyur edip onunla dertleşti<br />

uzun uzadıya. Zaman geçti. Geçerken de rüzgâr gibiydi.<br />

Henüz aykıldı güneş. Kalktı <strong>Yunus</strong>. Adam gibi<br />

adam, insan mı insan, sözünün eri, demem o ki bizim<br />

<strong>Yunus</strong>... Gözleri kan çanağına dönmüştü. Belki<br />

ağlamaktan, kim bilir belki de dünden arda kalanlardan.<br />

Öyle ya da böyle perçemini atsa da altın<br />

tepsi, daha mahcubiyetinden sıyrılabilmiş değildi<br />

<strong>Emre</strong>…<br />

Hayrı, Rabb ikram; şerri, insan davet etti…<br />

Ve urefa, eren, ulema tayfası bunu hep böyle<br />

bildi…<br />

Avluda telaş üstüne telaş… Koşan, koşuşturan<br />

müritlere bakılırsa mesele gayet büyük, epeyi ciddi<br />

olmalı diye düşündü Eren <strong>Yunus</strong>. Ağır ve lakin<br />

kendinden emin adımlarla vakıa mahalline gitti.<br />

İki adam yılan gibi sürünüp kavisler çiziyor<br />

kızgın kum üzerinde. Çıyan kadar siyah, simsiyah<br />

dilleri. Ve çatallaşmış sanki. Konuşmaya mecalleri<br />

yok. Dahası etli dudakları uçuk, patlak…<br />

Bildi görenler... Tepelerinde üç adam beliri beliriverdi<br />

ansız.<br />

Biri: “Akşamki lahanadan zehirlenmişler.” dedi.<br />

İkincisi itiraz etti: “Görmüyor musun akrep<br />

sokmuş dillerini.”<br />

Üçüncüsü hayli mütevekkil: “Gıybet zehriyle<br />

iftira dikeni sarıp sarmalamış kirli, kemiksiz dillerini.”<br />

Az geçti. Bir ağaç devrildi. Tamı düştü ocağın.<br />

Çökeldi zırvalar…<br />

Elif’in maksuresi düştü <strong>Yunus</strong> suretine bürünerek…<br />

Dal’landı, budak saldı, dikeldi ilkin<br />

ve akabinde serpildi… Mim’lendiğinde... Evet<br />

mim’lendiğinde… İşte ol vakit fehmedebildi:<br />

Mülevves ile Münkir inkâr etmişlerdi<br />

âdemliklerini… Yani adamlıklarını hiçe saymışlardı<br />

enikonu… İş bu sebepten kararmıştı dilleri,<br />

kalpleri ve her bir yerleri…<br />

Sesten öte böğürtü, tenden bet karartı -Çalap<br />

korusun- nâr’a mahsustur.<br />

Deyip şükür olsun için secdeye vardı hemen<br />

oracıkta Derviş <strong>Yunus</strong>…<br />

Hacesi Taptuk Baba’nın başı tavanda, gözleri<br />

tabanda idi o an…<br />

Müritler korkulu, kaygılı gözlerle bir ima, işmar,<br />

işaret beklediler…<br />

Her şeye rıza ve helallik vereceklerdi.<br />

Yeter ki bir kerecik de olsa çıksındı uzletinden<br />

Ataları Taptuk…<br />

Yahut gelsindi ve seslensindi yarenleri <strong>Yunus</strong>…<br />

Tek bir ima… Bir tek işmar… Bir tek işaret…<br />

Tekbir versinlerdi…<br />

Söz uçtu ve yazı kaldı bitimsiz küresinde yazgının…<br />

Mürşid ile müridi ‘dil-dil’e verip dilleştiler:<br />

“Huuu!”■<br />

102<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


KEMAL BATMAZ<br />

Kardeş Kalemler’in Ocak 2012 sayısı Türk<br />

dünyasında yılın edebiyat adamı seçilmesi<br />

sebebiyle Anar’a ayrılmış. Anar, kalemi ve kaleminin<br />

gücünü aldığı kültür birikimi açısından önemli.<br />

Anar Hoca, yılın edebiyat adamı seçilmesinin ardından<br />

Şubat 2012’de Elazığ-Azerbaycan Kültür ve<br />

Sanat Buluşması programı için Manas’ın davetlisi<br />

olarak Elazığ’a geldi.<br />

Birçok değerli yazar, şair ve düşünürü konuk<br />

eden Elazığ, bulunduğu coğrafyanın en önemli kültür<br />

şehirlerinden biri. Türk dünyasında kültür, sanat<br />

ve edebiyatla uğraşanların yolu bir gün Elazığ’dan<br />

geçecekti.<br />

Anar’ın Elazığ’a gelmesini fırsat bilip biz de<br />

<strong>Yunus</strong>’u konuşalım, <strong>Yunus</strong>’u soralım diyor, şair Ömer<br />

Kazazoğlu ile bir plan yapıyoruz. Anar Hoca’ya,<br />

Azerbaycan’ın Dede Korkutu’na “Ya nasip!” deyip<br />

yöneldik. Heybemizde kalem, kâğıt ve dergimiz; zihnimizde<br />

sorular… Gayemiz Anar Hoca’yı bulup sözden<br />

nasibimizi almak. Çünkü bizce <strong>Yunus</strong> sözün ustasıydı.<br />

Mevlana gibi yazılı olana sahip çıkacak kadar<br />

durağan değildi. Sözle öğretmişti her şeyi o kendine.<br />

Ve işe “Bilmem!” zikri ile başlamıştı. Biz de “bilmek”<br />

için yollardaydık.<br />

Ancak soralım demekle iş bitmiyor. Sormak için<br />

de bir hayli çaba sarf etmek gerekiyordu.<br />

Sabahın erken saatlerinde vardık Hocamızın kaldığı<br />

otele. Vardık varmasına da bize “Ne istersiniz”<br />

diye soran olmadı. Ama biz bu arada kendimize sorular<br />

sormaktan alıkoyamadık kendimizi:<br />

Acep <strong>Yunus</strong>’un sesi neden bu kadar güçlü duyulur<br />

idi Zamanı ve mekânı daha yaşadığı çağda aşan bir<br />

gönül, neyin nesi ola ki O nasıl bir dil gücüdür ki<br />

dervişin sinesinden kâh bal kâh yağ olup dökülür.<br />

Sözün sihrini anlamak için söze “sus” vermek lazım<br />

diye geçiyor içimden. “<strong>Yunus</strong>’un dili, aşkın dili;<br />

gönlü de aynası!” desek yanlış mı olur Sorularla<br />

avunuyor, sorularla oyalanıyoruz. Sonra bu işin kilidini<br />

açmak için İmdat Avşar’ı aramak lazım diyoruz.<br />

Ömer Hoca da arıyor İmdat Avşar’ı. Onu bulunca da<br />

tamama bir şey kalmıyor.<br />

Hemen telefonuna sarılıyor: “Anar müellim, aşağı<br />

düşesin hele!” diyor. Anar Hoca biraz yorgun olduğu<br />

için ancak Şeker Fabrikasında verilen yemekten önce<br />

bir araya gelebiliyoruz. Yani zihnimizdeki sorular bizi<br />

biraz daha meşgul ediyor. Bu kez Anar Hoca’ya soracağımız<br />

soruları tekrar ediyoruz. Bu sorular sadece<br />

bizim zihnimizi meşgul eden sorular olmamalı…<br />

Derken İmdat Bey sayesinde cevap verecek üç değerli<br />

sanatçı ile baş başa buluyoruz kendimizi.<br />

Konuklarımız Azeri Yazar Ejder Ol, Reşad Macid<br />

ve Anar Rızayev. İmdat Bey sayesinde hazırlanan ortamda<br />

bize de sorularımızı sormak kalıyor.<br />

Derviş <strong>Yunus</strong>’tan soracağız…<br />

-<strong>Yunus</strong>’u Azerbaycan’da Türkiye’deki kadar tanırlar<br />

mı diyoruz İlk cevap Anar Hoca’dan:<br />

Biz Fuzuli’yi, Nesimi’yi, Hatayi’i Azerbaycan ve<br />

Türk şairi saydığımız gibi <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi de Türkiye<br />

şairi ve Azerbaycan şairi sayıyoruz. Bizim kardeş dillerin<br />

zaman itibarıyla ilk en büyük şairidir. Ben <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> adını ilk Nazım Hikmet’ten işittim. O, babamın<br />

arkadaşıydı. Bizim evde kalırken <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />

mısralarını okudu.<br />

“Ben <strong>Yunus</strong> u biçareyim<br />

Aşk elinden avareyim<br />

Baştan ayağa yâreyim<br />

Gel gör beni aşk neyledi.”<br />

Sonradan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin kitaplarıyla tanıştım.<br />

103<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Onları dilimizin büyük şairlerinden biri olarak değerlendiriyorum.<br />

Daha biz bir şey söylemeden Ejder Ol söze başlıyor:<br />

- <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Azerbaycan’daki Türklerin ve Türkiye<br />

Türklerinin, Oğuzların ortak bir sanatkârıdır.<br />

13. asırda dillerimizin sınırları ayrı değildi. <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’yi biz öz şairimiz sayıyoruz, siz de öz şairiniz<br />

sayıyorsunuz. Siz de bizimkisiniz biz de sizinkiyiz.<br />

Aynı köktür. Fuzuli gibi, Nesimi gibi bir Türk şairidir,<br />

diyor. Etkileniyoruz, Ömer Hoca alıp başını gidiyor<br />

İmdat Hoca ile. Duman vakti gelmiştir.<br />

Bu arada Reşad Macid <strong>Yunus</strong>’tan mısralarla giriyor<br />

söze:<br />

-Beni bende deme bende değilem<br />

Bir ben var bende benden içerü”<br />

Çocukluğumuzdan biz bu mısraları öğrenmişiz.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi bir Azeri şairi olarak kabul etmişiz.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> öyle bir değerdir ki bütün Türk dünyasının<br />

ortak bir şairidir. Orta Asya’da da Türkiye’de de<br />

biraz bilgisi olanlar onun dilini anlayabilirler. Ayrıca<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Azerbaycan’da mezarı da vardır.<br />

<strong>Yunus</strong>’un bir irfan ve tasavvuf şairi olduğundan<br />

bahsediyor konuklarımız. Reşad Macid devam ediyor:<br />

-Azerbaycan şiirinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirinin büyük<br />

tesiri vardır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> fikrimce Türk dünyasında<br />

genişçe tanıtılmalıdır. Biz hepimiz onu aynı derecede<br />

seviyoruz, muhabbet besliyoruz. O Türk kültür<br />

dünyasının öyle bir yüce zirvesi yüce dağdır ki bütün<br />

Türk dünyasından o yüce dağı görmek mümkündür,<br />

diyor.<br />

Anar Hoca:<br />

-Ben isterim ki bir gün Bakü’de de <strong>Yunus</strong>’un abidesi<br />

yücelsin. Çünkü o bizim ortak şairimizdir.<br />

Konuklarımız ağız birliği etmişçesine ayrı sözcüklerle<br />

aynı şeyleri söylüyorlar.<br />

Ömer Hoca tek başına dönüyor.<br />

-<strong>Yunus</strong>’u büyük bir coğrafyada tanıtan ve evrensel<br />

yapan değerler nelerdir, diyorum.<br />

Ejder Ol cevap veriyor:<br />

-<strong>Yunus</strong> bildiğiniz gibi öz halkını güzel bir şekilde<br />

ifade eden, yazan, gösteren bir sanatkâr hem de evrensel<br />

bir sanatkârdır. Öz halkının sevdiği sanatkârı<br />

dünya da seviyor. Sohbet insandan gelir ve insan her<br />

yerde insandır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin dili çok sade, güzel ve<br />

şirindi ki her sade insan onun dilini anlayabiliyordu.<br />

<strong>Yunus</strong>’un fikri de aydındı sözü de. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> su gibi,<br />

hava gibi, toprak gibi doğaldı.<br />

Rejad Macid de görüşlerini ortaya koyuyor:<br />

-Türk dünyası için değeri dilinin kolaylıkla anlaşılmasıdır.<br />

Onun şiirinin felsefi, derin özellikleri var.<br />

Mevlana seviyesinde bir hayata bakış ve sistem söz<br />

konusu <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de. Her mısrası insanı felsefi derinliklere<br />

çekmektedir. Bu sebeple büyük düşünceler<br />

sistemini taşıyor mısraları. Dünya da insanın içine<br />

seslenen bu tür söyleyişlere daha çok ilgi gösteriyor.<br />

Ve giderek de artıyor.<br />

Anar Hoca son noktayı koyuyor:<br />

-Celaleddin-i Rumî’den de gelen değerlerdir bunlar.<br />

İnsanlığı barışa çağıran fikirlerdir. Dünyanın<br />

faniliği hakkında “Biz gider olduk kalanlara selam<br />

olsun.” düşüncesi ile yaşamak düşüncesi <strong>Yunus</strong> için<br />

de karakteristik bir seciyedir.<br />

“Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı<br />

Söz ola ağulu aşı /Yağ ile bal ede bir söz”<br />

dörtlüğü ile söze girip bu dizeler hakkında ne düşündüklerini<br />

soruyoruz konuklarımıza:<br />

-İnsanın düşüncesi sözünde ortaya çıkar. Ne düşünürse<br />

onu sözle söyler. Bütün savaşları da söz başlatır,<br />

silahlar değil. Bir ateş emri verilir, sonra vuruş<br />

başlar. Nitekim dünya da sözle başlar “ ol” der Rabbimiz<br />

ve dünya yaratılır. Sulhlar da sözle başlar. Neredeki<br />

aşk var, sulh var, Allah aşkı var, orada <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> var. Savaşın, kinin olduğu yerde de <strong>Yunus</strong> emre<br />

yoktur, diyor Ejder Ol.<br />

Anar Hoca, Şairlerimiz, Nesimi, Fuzuli, <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> söz hakkında çok şiirler söylemişler. Ben de<br />

bunları paylaşıyorum, diyor ve <strong>Yunus</strong>’tan etkilenerek<br />

yazdığı şiiri okuyor bize:<br />

Geçip gitti ömrüm benim<br />

Yeller esip geçmiş gibi,<br />

Ömrün sonu kaçınılmaz<br />

Felek kefen biçmiş gibi.<br />

İstedim deryada yüzem<br />

Kartal gibi gökte süzem<br />

Öyle bildim ölümsüzem<br />

Ab-ı hayat içmiş gibi.<br />

Yıllar geçti bir an gibi<br />

Cellât yoktur zaman gibi<br />

Hayat bir uykuymuş meğer<br />

Bize gelir olmuş gibi<br />

Anar Hoca: <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinin dili Dede Korkut<br />

diline yakındır. “Hanım hey” ifadesi hem <strong>Yunus</strong>’ta<br />

hem de Dede Korkut’ta vardır. Her ikisinin dilinde de<br />

Arapça sözleri çok azdır. Dilin temizliği bakımından<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Dede Korkut’a çok yakındır, diyor.<br />

Dil ile başlıyoruz söze ve dil ile bitiriyoruz sözü.<br />

Anar Hoca’ya, Ejder Ol ve Reşad Macid’e teşekkür<br />

ediyoruz. ■<br />

104<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


VAQIF MEMMEDOV<br />

Aşk yalnız insanın<br />

kalbinde değil,<br />

bütün vücudunda,<br />

varlığındadır. Hiç<br />

kimsenin küçük bir<br />

şüphesi olamaz ki,<br />

hayatta bulunan her<br />

şey aşka bağlıdır,<br />

eğer ararsak her<br />

şeyde, her tarafta<br />

aşk vardır. Kısacası<br />

dünya, hayat aşkın<br />

varlığı üzerine<br />

kurulmuştur.<br />

Klasik Türk şiirinin en önemli yüzlerinden olan<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> eserlerinde aşk-sevgi motifleri,<br />

daha kabarık şekilde kendini gösteren, daha çok dikkat<br />

çeken mevzulardandır. Mecnun’u divane yapıp çöllere<br />

düşüren aşk <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi de yaka yaka bir ömür yaşatıp<br />

ününü namını birkaç yüzyıldan geçirerek ona öyle<br />

bir ölümsüzlük verdi ki, o aşk yüzünden kana boyanan<br />

hayatında hem aşk hem divane olduğunu ömrünü yana<br />

yana geçirdiğini itiraf ederek bunun asıl nedenini de aşkta<br />

görüyordu.<br />

Yürürеm yana yana<br />

Аşk boyadı beni kana.<br />

Ne aşıkem ne divana<br />

Gel gör bana aşk neyledi!<br />

Aşk yolunun bütün azaplarını acı ve sızılarını göre<br />

göre “Aşk <strong>Yunus</strong>u eyledi lâl, benim kanım aşka helâl”<br />

deyip kanını aşk uğrunda helâl sayıp şairin aşka bakışı<br />

bir sıra özellikleriyle kendinden önceki ve sonraki<br />

âşıklardan farklandı.<strong>Yunus</strong>’a göre hayatta aşktan öte<br />

aşksız hiçbir şey yoktur. Aşk bir güneş gibi ışık saçarak<br />

dünyanı ışıklandırıyor, aynı zamanda şairin düşüncesi<br />

105<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


öyleydi ki, aşksız bir kalple sıradan siyah bir taş<br />

parçası arasında hiçbir fark yoktur.<br />

Eşidin ey yarenler<br />

Aşk bir güneşe benzer.<br />

Aşkı olmayan gönül<br />

Misali taşa benzer.<br />

Aşk öyle bir ilahi mucize, öyle bir efsanedir ki,<br />

hiçbir kuvvetin sahip olmadığı güç onda var.Yani<br />

gözle görülmeyen, yalnız insanın içini yakan, onu<br />

divane eden aşkın, dağları yakıp kül etmek, kalplere<br />

yön bulmak, sultanları köle yapmak, denizleri<br />

kaynatmak, dilsiz taş ve kayaları konuşturmak gücü<br />

bile vardır. Aşkın bu özelliklerini ise <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />

gibi aşk fedaileri görür ve gördüklerini de edebî bir<br />

biçimde anlam kazandırır.<br />

Dağa düşer kül eyler,<br />

Gönüllere yol eyler.<br />

Sultanları kul eyler,<br />

Cüretlü nesnedür aşk.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için var olanların her zerresindedir<br />

aşk. Yer yüzünde bulunanların hepsini arayıp aşkın<br />

varlığını görebiliriz. Aşk yalnız insanın kalbinde değil,<br />

bütün vücudunda, varlığındadır. Hiç kimsenin<br />

küçük bir şüphesi olamaz ki, hayatta bulunan her şey<br />

aşka bağlıdır, eğer ararsak her şeyde her tarafta aşk<br />

vardır. Kısacası dünya, hayat aşkın varlığı üzerine<br />

kurulmuştur.<br />

Sorar isen aşk kandadur,<br />

Kanda istersen andadur.<br />

Hem gönülde hem candadur ,<br />

Hiç kalmadı gümanumuz.<br />

Şairin düşüncesi budur ki, aşka tutulanların<br />

mekânı ,yeri de belli değil. O öyle bir ateşte yanıyor<br />

ki , dere ,tepe, yer, gök, derya, okyanus ona yurt,<br />

mekân gibidir. Bunun için de <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> aşka<br />

tutulanın mekânını böyle anlatıyor:<br />

Ey yarenler, ey kardeşler<br />

Sorun bana kanda idim.<br />

Aşk denizine daluban<br />

Deryayı ummanda idim.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> aşkın kutsallığını bir de onda görüyordu<br />

ki aşkı ebedi ,ölmez gibi düşünüyor , onun<br />

kanaatince aşka tutulanlar, âşıklar için “öldü’ kelimesini<br />

kullanmak yanlıştır. Çünkü âşıklar ölmez,<br />

ebedi yaşarlar. Böyle bir kanaate sahip olan şair,<br />

insanları da âşıkların ölümsüz olduğuna inanmaya<br />

davet ediyor ve bu davete ebedi gülüş duygusu ilave<br />

ediyordu.<br />

Âşık öldü deyü sela verirler ,<br />

Ölen hayvan olur âşıklar ölmez.<br />

Şairin fikrince eğer insan sevebiliyorsa onun<br />

kalbinde herhangi birine veya insanlara karşı sevgi<br />

varsa, o ölümsüzdür. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için aşk ateşi<br />

hiçbir ateşe benzemez ve o ateşin yerini hiçbir ateş<br />

dolduramaz, onun yerine geçemez.. Aynı zamanda<br />

aşk ateşinin özelliği de şurasındadır ki bu ateşe<br />

düşenlerin yankısı, göklere kalksa bile “yanıyorum”<br />

demez ve kaderiyle, bu ateşin verdiği işkence ve<br />

ıstıraplarla barışırlar. İşte aşk ateşinin muhteşemliği<br />

de bu ateşte kavrulanların şikayet etmemesi,<br />

“yandım” dememesidir.<br />

Aşk oduna var mı evez<br />

Ona yanan yandım demez.<br />

O od bu oda benzemez.<br />

Hiç bilinmez zebanesi.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin canlandırdığı bu aşk ateşinin<br />

içinde yananlar hem bununla gurur duyar hem de<br />

kendilerini aşkın kölesi gibi görür, hatta bu ateş<br />

içinde yanıp küle dönse bile buna üzülmez, kendi<br />

kanını aşka helâl etmekten bile çekinmezler.<br />

Biz hepimiz aşk kuluyuz,<br />

Aşktır bizim sultanımız.<br />

Ger aşk ile ölür isek<br />

Aşka helâldir kanımız.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> aşk anlamına göre aşkın kulu olup<br />

aşkı uğrunda kendini feda edenlerin kanını aşka<br />

helâl etmesinin bir nedeni de şudur ki aşk insanı<br />

kutsallaştırır, bir tür basitlikten, normallikten<br />

çıkarıp bambaşka gizemli, sırlı bir dünyaya götürür.<br />

Aşka tutulan kimse o andaki yerin, göğün, tabiatın,<br />

denizlerin izlemine kapılıp onları hiç kimsenin<br />

görebilmediği farklı bir tarzda görüyordu. Kendi<br />

gizemli bakışlarıyla aşkın ona verdiği ilahi güçle<br />

hatta denizlerden su alıp da onu göklere ulaştırıyor,<br />

bulutları seyrederken yağmura dönüşüp tekrar<br />

dönüyor, kâh yıldırım olup düşüyor kâh da gökte meleklerle<br />

buluşuyor ki bütün bunlar da aşkın gücüyle<br />

mümkün oluyor.<br />

106<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


Haber eylen âşıklara<br />

Aşka gönül veren benim.<br />

Aşk bahrisi olubanı<br />

Denizlere dalan benim.<br />

Deniz yüzünden su alıp<br />

Suyu veririm göklere<br />

Bulutları seyran edip<br />

Arşa elbet varan benim.<br />

Yıldırım olup şakıyan,<br />

Gökte melayik dokuyan,<br />

Bulutlara hükm okuyan<br />

Yağmur olup yağan benim.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre insanın gelişmesi, onun<br />

hayatı anlaması da aşkla bağlıdır. En saf insan bile<br />

aşka tutuluyor. Aşk kazanında kavrulduktan sonra<br />

her şeyi anlıyor. Onun aklı, düşüncesi, dünyayı anlama<br />

tarzı değişiyor .O iyiyi kötüden ayırt edebiliyor,<br />

böylelikle aşka tutulmakla insan her ne kadar ıstırap<br />

ve heyecan dolu günler, anlar geçirse de o insan gibi<br />

gelişiyor ve hayatı anlıyor.<br />

Esritti aşka düşürdü,<br />

Ben ham idim aşk pişirdi,<br />

Aklımı başa devşirdi,<br />

Hayrı şerden seçer oldum.<br />

İşte bu yüzden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, aşkı hiçbir şeyle eşit<br />

tutmaz, hiçbir şeyle kıyaslamaz, yalnız bu dünyada<br />

değil hatta öbür dünya da bile aşkın yerini hiçbir<br />

şeyin alamayacağını iddia eder.<br />

Aşk hiçbir nesneye<br />

Mesel bağlasam olmaz.<br />

Dünyada, ahirette<br />

Ne dutisar aşk yerin!<br />

Şairin bir samimi itirafı da böyledir ki o aşkı<br />

tarikattan ve dinden yüce tutuyor . Aşkı kendi<br />

tarikatı, dini gibi görüyordu. Aynı zamanda <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>, anlamına göre aşkı kendi dostunu (sevdiğini)<br />

gördüğü gün ona ölüm günü olsa bile ona düğün<br />

dernek gibi gözüküyor, böylelikle şair için en azaplı,<br />

işkenceli günleri bile güzelleştirebiliyor, hatta aşk<br />

ölümü düğün biçiminde göstermek gücüne sahiptir.<br />

Ey âşıklar, ey âşıklar<br />

Aşk mezheb ü dindir bana<br />

Gördü gözüm dost yüzünü<br />

Yas kamu dügündür bana.<br />

Diğer bir siirinde de <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> aşka tutulanlardan<br />

hiç din konusunda sormak haceti olmadığını<br />

itiraf etmekle beraber aşkın en yüce, en yüksek<br />

din olduğunu söylüyor. Çünkü sevenin gözü, gönlü<br />

hep kendi sevdiceğini arıyor ve aşktan başka onun<br />

gözüne hiçbir şey gözükmüyor. Bu yüzden seven için<br />

din, diyanet, tarikat yalnız aşktır.<br />

Din u millet sorar isen,<br />

Âşıklara din ne hacet!<br />

Âşık kişi harab olur,<br />

Âşık bilmez din diyanet.<br />

Âşıkların gönlü, gözü<br />

Maşuk deyi gitmis olur,<br />

Ayruk suretde ne kalur<br />

Kim kılısar zühd ü taat.<br />

<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için aşk kutsal temiz ve erişilmez<br />

olduğu gibi aynı zamanda uzun ömürlü ve ebedi<br />

var olandır.Yani insan, beşer evladı zaman zaman<br />

dünyadan göçüp gitse bile aşk ebedi olarak kalıcıdır.<br />

Yaşar ve ölümsüzleşir.<br />

Çünkü aşk hiçbir var devletle, dünya nimetiyle<br />

eşit konulmaz. Her bir maddi cisimden arınmış bir<br />

varlıktır. Hem de öyle bir varlıktır ki herkesin kalbine<br />

sahip olabiliyor. Aynı zamanda tüm yönler içinde<br />

aşkın kendine has bir yönü vardır ki bu da yalnız<br />

aşka özgüdür. Aşkın yönünü rüzgârlar da zaman da<br />

etkiliyemiyor, aylar, yıllar bile aşkı eskitebilmiyor.<br />

Âşıkların ne kim varı,<br />

Tecrid gerekdür arada<br />

Her nesneye ol hükmeder,<br />

Her yol içinde yolı var<br />

Niceler aydur <strong>Yunus</strong>’a<br />

Çün kocaldın, aşkı kogıl<br />

Ruzigâr uğramaz aşka,<br />

Aşkın ne ay u yılı var….<br />

XIII- XIV yüzyıllar Türk şiirinin en yüksek<br />

zirvelerinden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> insana ve aşka böyle yüksek<br />

bir değer vermesinin sonucudur ki onun kendisi<br />

de 700 yıldan fazla bir zamandır ki insanların büyük<br />

sevgisini kazanarak günümüze kadar gelmiştir ve<br />

tam gönül rahatlığıyla söylemek mümkündür ki ne<br />

zamana kadar insanoğlu mevcut, aşk var, <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong> her zaman var olacaktır.■<br />

107<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


NACİ GÜMÜŞ<br />

İnsanın yaradılışından beri onu içten içe saran,<br />

bütün canlıları besleyen manevi gıda<br />

“sevgi” günümüze dek ilahi tesiriyle dertlere<br />

şifa, hastalara deva, âşıklara vefa kaynağı oldu.<br />

Kıyamete kadar da hayatın dinamizmi sevgi<br />

olacaktır. ”Diriliş”e sebep, murad’a götürecek<br />

hedef, yine hep sevgi olacaktır. İnsanın Allah’a<br />

yönelişi, yalnız onun hasretiyle yelkenler açması,<br />

duygularının kanatlanması sevgidendir. Çünkü<br />

Allah insanı yeryüzünün en şerefli mahlûku<br />

olarak severek yaratmıştır. Mecnun’un destanlaşması,<br />

Emrah’ın kalıcılığı, Kerem’in takati,<br />

Ferhat’ın dağlar delmesi ve daha nice aşk kahramanlarının,<br />

yüzyıllarca unutulmaması ruhlarının<br />

sevgiyle mayalanmasındandır.<br />

Çöller ve bozkırlar, toprağın bağrındaki tohumlar<br />

yağmura ne kadar muhtaçsa, çağın bunalttığı<br />

insanoğlu da sevgiye o denli muhtaçtır.<br />

Sevgi yoksunu ruhların yükselmesi imkânsızdır.<br />

Çiçekler ve kelebekler, güller ve bülbüller sevgiyle<br />

gerilir, kuşlar sevgiyle uçuşur. Bebekler<br />

annenin şefkat dolu kucağında sevgiyle büyür.<br />

Gönüller kapısının anahtarı sevgidir. Mutlulu-<br />

ğun, huzurun ve güvenin şifresidir sevgi.<br />

İnsan ile sevgi arasındaki münasebet neyse,<br />

<strong>Yunus</strong> ile sevgi arasındaki münasebet de<br />

odur. Sevgi denince hemen ilk akla gelen <strong>Yunus</strong><br />

<strong>Emre</strong>’dir. Yaradılışın manasını nasıl sevgide<br />

buluyorsak, insanlık sevgisini de <strong>Yunus</strong>’ta buluyoruz.<br />

Horasan’dan kopup gelen sevgi yumağı,<br />

Anadolu peteğine dolan bal gibidir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>...<br />

İnsanları ilk önce gönüle çağırarak;<br />

“Gönül Çalab’ın tahtı<br />

Çalab gönüle baktı”<br />

diyen <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>,<br />

“Ben gelmedim davi için<br />

Benim işim sevi için<br />

Dostun evi gönüllerdir,<br />

Gönüller yapmaya geldim”<br />

diyerek insanları gönülden ağırlamakta, dili ile<br />

üslubu ile iletişim kurarak gönüllere sevgi nakşetmektedir.<br />

108<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


“Elif okuduk ötürü,<br />

Pazar eyledik götürü<br />

Yaratılanı hoş gördük,<br />

Yaratandan ötürü...”<br />

dörtlüğü bile yalnız başına onun dünya görüşünü,<br />

insanlık sevgisini anlatmaya yeterdir. İnsanlar<br />

arasında fark gözetmediğini;<br />

“Yetmiş iki millete bir göz ile bakamayan,<br />

Şer’in evliyasıyla hakikatte asidir”<br />

beytiyle anlatırken ayrımcılık yapanların, renk<br />

dil, ırk ayrımı yapanların Müslüman gözükseler<br />

de Allah’a karşı gelmiş sayılacaklarını ima eder.<br />

Asırlardır Türk milletinin gönlünde yaşayan,<br />

adı, şiirleri dilden dile dolaşan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> sadece<br />

bir şair değildir. Ermişliğinin yanında derin<br />

bir tefekküre sahip, hakka çağıran bir gönül<br />

eridir. <strong>Yunus</strong>’ta engin ve zengin bir sevgi vardır.<br />

O, “sevelim sevilelim” derken bunu fizikötesine<br />

taşırır ve “Yaratılanı sev yaratandan ötürü “<br />

mısrasıyla, fani varlıkla mutlak varlık arasında<br />

sağlam bir köprü kurar.<br />

“Gözsüze fısıldadım, sağır sözüm anladı<br />

Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü”<br />

demekle bu sevginin dışında kimseyi bırakmıyor.<br />

Ve <strong>Yunus</strong> âşıktır. Öyle ki aşk ile her şeyin<br />

son bulacağına inanır:<br />

“Aşk gelecek cümle eksikler biter”<br />

<strong>Yunus</strong>’un sevgisi toplum varlığından uzak<br />

pasif anlamda bir duygu değildir. Ne dediğini,<br />

nereye varmak istediğini gayet iyi bilir:<br />

“Fukara kalbine her kim dokuna<br />

Dokuna sinesi Allah okuna...”<br />

<strong>Yunus</strong>’a göre aşk yalnız Allah’a yönelmektir.<br />

“Cennet cennet dedikleri,<br />

Birkaç köşkle birkaç huri<br />

İsteyene ver onları<br />

Bana seni gerek seni”<br />

mısralarında sevgi adına Allah’ı arzuladığını<br />

ve kendini aştığını anlıyoruz. ”Allah sevgisi”ni<br />

ibadet olarak gören <strong>Yunus</strong>’a göre; insanlar sevilmelidir,<br />

çünkü ruh yönüyle Allah’tan gelme<br />

varlıklardır. Ruh kendisi kadar devamlı olan bir<br />

mutluluk için yaratılmıştır.<br />

“<br />

İşitin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer<br />

Aşkı olmayan gönül bir kara taşa benzer”<br />

<strong>Yunus</strong>'un dünyası sevgidir, ona göre hayatın<br />

gayesi, hikmeti de sevgidir. Allah sevgisi. İnsan<br />

bu sevgiyi kâinatta her varlıkta müşahede edebilir.<br />

Onun için <strong>Yunus</strong>’un dünyasında varlıklar<br />

önemli bir yer tutar. Bilhassa bitkiler içinde çiçek,<br />

mevsimler içinde bahar apayrı bir yer tutar.<br />

Gül bu baharda gülüverir:<br />

“Varam ol dosta kul olam hem açıluban gül olam<br />

Hem ötüp bülbül olam, turağım gülistan ola...”<br />

Bu gönül dünyasında:<br />

“Hep baharlar açılır,<br />

Tespih okur çiçekler<br />

Biribirinden seçilir<br />

Tespih okur çiçekler”<br />

ve bu güzellik içerisinde;<br />

“Zerrin çiçek zikreder<br />

Mor menekşe şükreder<br />

Cümle bağlar, bahçeler<br />

Tesbih okur çiçekler”<br />

Bu güzel adamın, bu güzel sesi Hadid suresindeki<br />

“Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi<br />

Allah’ı tespih eder. Aziz ve halim olan odur.<br />

Gökleri ve yerlerin hâkimiyeti onundur. Diriltip<br />

yaşatan odur. O her şeye kadirdir.” ayetinin tebliğidir.<br />

<strong>Yunus</strong> bu mısraları insanlara ebedi hayatı kazandırmak<br />

için, iki dünya mutluluğuna götürecek<br />

bir yol açmak için okumaktadır.<br />

“Vatan bize cennet dürür, yoldaşımız ol Hak dürür<br />

Haktan yana yönelerek diğer yollar dardır<br />

bize”■<br />

109<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


ERSOY KUTLUK<br />

Güneşin ışıklarıyla yaşlı küremizi her gün<br />

yorulmadan aydınlatma çabasına benzer<br />

bir gayretle, bilim adamları da tarih boyunca dünyamızı<br />

anlamaya ve anlatmaya çabalamışlardır.<br />

Modern dünyanın hızlanan ritmi, bu çabaları bazen<br />

boşa çıkardıysa da, bazen de düşünsel zaferlere şahit<br />

olmamıza engel olamamıştır. “Devrimlerin ve<br />

evrimlerin anaforunda” dönüşünü sürdüren gezegenimizin<br />

seyir defterini yazabilme isteği, bu zaferlere<br />

giden yolda düşünürler için çekici bir unsur<br />

olma özelliğini daima korumuştur. Bütün bu süreçte<br />

tükenen kâğıtlar ve kalemler hiç durmadan yenilenmiş,<br />

seyir defterinin kâtipleri ise sürekli değişmiştir.<br />

Belki de ‘kaderin garip bir cilvesi’ denebilecek<br />

rastlantılar, hep insanların ihtiyaç duydukları anlarda<br />

“görünenin arkasında ve ötesindeki gerçekleri”<br />

onlara cömertçe sunan önemli eserleri ve mütefekkirleri<br />

ortaya çıkarmıştır. Şüphesiz ki bu nitelikteki<br />

eserler ve yazarları hiç de kolay zuhur etmemiş, “özgün<br />

bir macera” sonucu insanlığın karşısına çıkmışlardır.<br />

Bu maceraların ise, türlü çile ve zorluklarla<br />

dolu olmakla birlikte, sevinç ve güzel sonuçlarla da<br />

tamamlanabildiği kulaktan kulağa söylenegelmiştir.<br />

İşte böyle nev’i şahsına münhasır bir insan ve onun<br />

çok özel olduğunu aklen ve ruhen tasdik ettiğim<br />

eseri beni bu satırları yazmaya mecbur etti. Bu çok<br />

özel eserin hazırlanma safhasının bir kısmında ve<br />

sonuca ulaşıldığı anlarda bulunmaz zamanların ve<br />

tarihin içinde olduğum hissi yine bu mütevazı yazının<br />

kaleme alınma sebeplerinden biri oldu. Ayrıca<br />

bahsedilenin hususiyetinin bahsedenin sözlerine ve<br />

satırlarına yansıyacağı umudu da bu kararıma tesir<br />

etti.<br />

Üniversite yıllarımda kurak zihnimde bilim ve<br />

gelişim fikrinin yeşermesinde son derece önemli<br />

bir rol sahibi olan, söylem-iş birlikteliği şahsında<br />

somutlaşan, insanlık ideallerinin hâlâ yaşadığını<br />

sevinerek kendisiyle ve kendisinde anladığım<br />

müstesna bir insanı sizlere bir nebze tanıtmak<br />

isterim. İnsan yetiştirmenin yaşadığı topluma ve<br />

tüm insanlığa pozitif bir değer katacağı bilinciyle<br />

üniversitedeki derslerimize giren; bu yönde maddi<br />

ve manevi hiçbir fedâkârlıktan kaçınmayarak farklı<br />

iklim koşullarında herhangi bir ücret beklemeden<br />

gelişimimize katkıda bulunan; Mülkiyelilik<br />

kimliğiyle yönetim bilimleri ve uluslararası ilişkiler<br />

alanlarında ufkumuzu açan, tıp bilgisiyle de insanı<br />

psiko-sosyal boyutlarıyla tanımamızı sağlayan<br />

hocam Dr.Mehmet Hişyar Korkusuz’u tam da yukarıda<br />

işaret ettiğim özgünlükteki bir maceranın<br />

110<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


içinde yol aldığı esnada tanıma şansını yakaladım.<br />

Yolculuğuna katılma cesaretini nasıl bulduğumu bilemediğim<br />

süreçte umudun, özgüvenin, ideallerin,<br />

fayda vermenin, sevinmenin ve hüzünlenmenin,<br />

yetişmenin ve gelişmenin ve de tabii ki sürekli yükselen<br />

bilimsel çıtaların şahidi oldum. Onunla kitabı<br />

aracılığıyla tanışanların da zaten bu özgün seyri hissedeceklerine<br />

inanıyorum. Yeni doğan eserin rahmi<br />

hükmündeki yazarın, okunan her kelimede daha iyi<br />

tanınacağı düşüncesiyle bu kısa ama özel bilgileri<br />

noktalayarak onun eserinden de sadece ana çizgileriyle<br />

bahsetmek istiyor, okuyucunun heyecanını<br />

kitapla buluştuğu ana saklamasını istiyorum.<br />

“Mukaddime’den Muahhire’ye: Modern<br />

Dünya’nın, Ulus-Devlet’in, Din’in ve Milliyetçiliklerin<br />

Ekonomi, Kültür ve Siyaset Atlası” adlı eser<br />

Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü<br />

Siyaset ve Sosyal Bilimler Bölümü doktora programında<br />

24 Ocak 2011’de tez jürisi tarafından büyük<br />

bir takdirle kabul edilen ve kitaplaştırılarak basımı<br />

genç bir yayınevi olan Bilge Kültür Sanat tarafından<br />

tam bir yıl sonra 24 Ocak 2012’de gerçekleşen<br />

yepyeni bir çalışma. Eser ilk bakışta görünen özellikleriyle<br />

dahi son derece etkileyici. Kitap okuru<br />

zâhir ve bâtının doku uyumunu yansıtan kapağı ve<br />

kişiyi eseri okumaya yönelten çarpıcı arka kapak<br />

yazısı ile karşılamakta. 816 sayfalık kitapta 850’yi<br />

aşan kaynaktan yararlanılmış ki, bu özelliğiyle<br />

kaynakça araştırmacılara son derece yararlı<br />

olabilecek bir zenginlik sunmakta. Kitap, okurların<br />

ve bilimsel çalışma yapanların işini olağanüstü<br />

düzeyde kolaylaştıracak olan yaklaşık 5600 ana ve<br />

tali maddeden oluşan detaylı bir indeksi de ihtiva<br />

etmekte.<br />

Eser, yazarının ifadesiyle “İbn-i Haldun’un<br />

‘Mukaddime’sine modern ve post-modern çağın<br />

realitesini de içerecek bir kapsam ve zenginlikte<br />

‘Muahhire’ (sonuç, sonra gelen, başarıyla tamamlanıp<br />

nihayetlenen anlamında)” olması umuduyla<br />

kaleme alınmış. Otuz yıllık entelektüel birikimin<br />

cömertçe sunulduğu çalışma, içeriği açısından değerlendirildiğinde<br />

“düşünsel bir zafer”le karşılaşılmakta;<br />

zengin dil ve anlatımıyla Türkçenin kullanımında<br />

zirvelere çıkıldığı müşahede edilmektedir.<br />

Modern dünyanın gen haritasını bilimsel bir<br />

operasyonla ortaya çıkaran yazar, eseri beş ana bölüm<br />

üzerine inşa etmiştir. Birinci bölüm çağa nüfuz<br />

eden milliyetçilik ideolojisinin gelişimini, teorik ve<br />

pratik tüm boyutlarını, farklı tezâhürlerini, bilhassa<br />

modernite ile ilişkisini çok yönlü ele almak suretiyle<br />

kurgulanmıştır. Bu bölümün ilk kısmında okuyucu<br />

sabırla üzerinde durulması gereken bir teorik arka<br />

plan bilgisiyle teçhiz olmakta, kavramsal derinliğe<br />

ulaşmakta ve flu ideolojik ekran ince bir ayarla<br />

netleşmektedir. Bu kısım, ilgili alanlarda araştırma<br />

yapanlar açısından düşünüldüğünde ise Gellner’den<br />

Anderson’a, Carr’dan Hobsbawm’a, Kedourie’den<br />

Calhoune’a, Erikson’dan Hayes’e, Herder’den<br />

Fichte’ye, Popper’dan Kuhn’abilimsel bir geçit töreni<br />

ve akademik bir şöleni andırmaktadır. Birinci<br />

bölümün ikinci kısmı ise günümüzün sosyolojik,<br />

ekonomik ve politik sistemini anlamlandırma yolunda<br />

büyükçe bir adım atmamızı sağlıyor. Modernlik-milliyetçilik<br />

ilişkisi; tarihsel gelişimi içinde ekonominin<br />

dönüşümü, endüstri devrimi, kapitalizmin<br />

karakteristikleri; bu mühim tarihsel süreçte yaşanan<br />

devrimler ve savaşlar; bir politik illüzyon olarak<br />

propagandanın ideoloji ve çıkarların meşruiyet ve<br />

kazanımları istikametinde fütursuzca kullanımı bu<br />

kısımda konu edilmekte, zihinsel efor yüklü her bir<br />

satır bilgi ufuklarımızı açtıkça açmaktadır.<br />

İkinci bölümde yazar bir hazine ararmışçasına<br />

girdiği ‘İslâm Medeniyet Denizi’nden çağa ve<br />

ötesine ışık tutan eşsiz inci İbn-i Haldun’u bularak<br />

su yüzüne çıkmakta, onu eseri boyunca hünerle işleyerek<br />

geleceğe sunulan nadide bir armağana dönüştürmektedir.<br />

İkinci bölümün ilk kısmında İbn-i<br />

Haldun’un yetiştiği ortam, hayatı ve ‘Mukaddime’si<br />

ele alınmakta, bilhassa geliştirdiği ‘asabiye’ kavramı<br />

üzerinde durulmaktadır. Yazarın ifadesiyle asabiye<br />

kavramı “Türkiye başta olmak üzere İslam dünyası<br />

ve dünyanın birçok bölgesindeki sosyal hareketlerin<br />

anatomisini anlamamızda ve dinamiklerini çözümlememizde<br />

anahtar bir rol oynayabilecek esnekliğe<br />

sahip görünmektedir”.İlk kısım sosyal bilimler<br />

dünyasına kazandırılan ‘asabiye döngüsü’ şekli ile<br />

son bulmaktadır. Bu bölümün ikinci kısmında ise,<br />

‘asabiye’den ‘umran’a geçiş; İbn-i Haldun’a göre<br />

devletin aşamaları; nesep asabiyesi ile etnik milliyetçilik<br />

ve sebep asabiyesi ile ulus-devlet milliyetçiliği<br />

arasındaki ilişki incelenmektedir.<br />

Üçüncü bölüm ile birlikte yazar Osmanlı<br />

Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne yolculukta<br />

karşılaşılan politik hareketleri ve ideolojileri,<br />

mühim siyasetçileri ve fikir önderlerini, iç ve dış<br />

gelişmeleri panoramik bir bakışla ele almakta;<br />

111<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012


okurların zihinlerindeki birçok soru işareti<br />

silinmekte, üst üste kilitlenmiş bilgi sandıklarının<br />

anahtarları artık ortaya dökülmektedir. Üçüncü<br />

bölümün birinci kısmında Osmanlıdaki yenileşme<br />

hareketleri ve akımlar; Abdülhamid ve pan-<br />

İslamizm; Bediüzzaman Said-i Nursi; İttihat ve<br />

Terakki ile Türk Milliyetçiliği; XX.Yüzyılda Orta<br />

Doğu konuları ele alınmaktadır. İkinci kısımda<br />

ise devletin ideolojik dönüşümü analiz edilmekte,<br />

milliyetçiliğin Türkiye’nin fırtınalı yüzyılındaki<br />

savruluşları adım adım izlenmeye çalışılmaktadır.<br />

Bu kısımda Ziya Gökalp’ten Mehmet Âkif Ersoy’a<br />

birçok önemli şahsiyet; Atatürk Milliyetçiliği’nden<br />

Millî Görüş’e farklı siyasi akımlar; 1980 sonrası<br />

Türkiye’nin çıkışı bir türlü bulunamayan labirenti<br />

hâline gelen etnik milliyetçilik sorunu ele alınmakta,<br />

yakın tarihin dehlizlerinde saklı hakikatlerin yüzeyi<br />

berraklaşmaktadır.<br />

Dördüncü bölümün birinci kısmında günümüz<br />

dünyasının en önemli gerçekliklerinden olan küreselleşme<br />

olgusu politik, ekonomik, toplumsal ve<br />

kültürel yönleriyle ve çeşitli etkileriyle açıklanmakta;<br />

farklı disiplinleri temsil eden düşünürlerin yorumları<br />

bağlamında ciddi bir eleştiri ve aklî elekten<br />

geçirilmek suretiyle boyalı kabullerden arındırılmakta<br />

ve reel konumunda resmedilmektedir. Yine<br />

bu kısımda küreselleşme-yerelleşme ilişkisi ve küresel<br />

aktörler ortaya konmakta; uluslararası ilişkiler<br />

disiplininin özü okuyucuya ustaca sunulmakta; son<br />

dönemde medyanın ve kitle iletişim araçlarının giderek<br />

artan etkinliği değerlendirilmektedir. Birinci<br />

kısım ilgi çekici bilgi, olay ve yorumlarla bezenen<br />

“farklı kültür ve medeniyetlerin etkileşimleri”;“1980<br />

sonrası global faktörlerin Türkiye’de<br />

medyayı ve toplumu dönüştürmesi”; “küreselleşme<br />

ve demokrasilerin geleceği” alt başlıklarıyla<br />

tamamlanmaktadır. Bu bölümün ikinci kısmında<br />

ise dünyada ideolojik yoldan çıkışın müşahhaslaştığı<br />

yer olan, âdeta aslanların içgüdüsel vahşetine<br />

tanıklık eden bir arena hükmündeki, yerin<br />

ve göğün başucunda kan ağladığı modern çağın<br />

mezarı Kosova ve orada tarihin yakın bir kesitinde<br />

yaşananlar konu alınmaktadır. Yazar bu kısımda<br />

objektifini Avrupa’ya ve Balkanlara çevirmekte,<br />

Kosova Krizi’ne odaklanmakta, gerçekleşen uluslararası<br />

müdahaleyi tahlil etmekte ve bugün gelinen<br />

durumu ortaya koymaktadır. Mağrur ideolojilerin<br />

gayr-i insani fiillerine karşı sivil toplumun alternatifsiz<br />

konumunun da vurgulandığı “Avrupa’da Sivil<br />

Toplum Bağlamında Milliyetçiliğe Yeniden Bakış”<br />

ile bu kısım noktalanmaktadır.<br />

“Kürevî Asabiye: Yeni Bir Model Denemesi”<br />

adlı beşinci, son ve en önemli bölümle eser nihayetlenmektedir.<br />

Kürevî asabiye “insanlığın sahipsiz<br />

sorunları”na, ideolojilerin ve ekonomilerin aşırılıklarına<br />

bir çözüm; küresel sistemin bir “check and<br />

balance (fren ve denge)” sistemi; aşağılamalara<br />

ve ötekileştirmelere karşı bir “küresel biz bilinci”<br />

olarak ifade edilmekte ve işleyiş dinamiği ortaya<br />

konmaktadır. Ayrıca bu bölümde yer alan “Global<br />

Etik-Politik İletişim Alanı”, “Kürevî Asabiyenin<br />

Gelişimi”, “İnsan, Kaynaklar ve Yönetim Tablosu”<br />

ve “Kürevî Asabiye Modeli” isimlerini taşıyan şekiller<br />

Dr. Mehmet Hişyar Korkusuz’un bilim dünyasına<br />

hediyeleri olarak değerlendirilebilir. Yine<br />

bu bölümde “kürevî asabiye’yi sahiplenip gündeme<br />

taşıyacak insanlar”ın mevcut olması gerektiği<br />

vurgulanmakta, insanoğlu daha fazla sorumluluk<br />

almaya davet edilmektedir. ‘Kürevî asabiye modeli’<br />

ile yazar ‘düşünsel zafer’ini ilan etmekte, ‘bilgelik<br />

tacı’nı giymekte ve ‘Muahhire’ literatürdeki tahtına<br />

‘cülûs’ etmektedir.<br />

İnsanlık acıları karşısında dünya kamuoyunun<br />

yaşadığı sekerat hâlinin sonlanması ve acil tıbbi<br />

müdahaleyle sahip olduğu eşsiz özellikleri hatırlaması<br />

ve yeniden edinmesi gayesi doğrultusunda<br />

bir kilometre taşı mesabesindeki eser, müellifinin<br />

ifadesiyle her bir insanın “kendi biricik pozisyonu<br />

içerisinde herkesle beraber ‘birliği’ yaşaması”<br />

hayalini insana ve insanlığa teklif etmektedir. Bu<br />

eserle tüllenen Mağribî akşamlar ve latif Endülüs<br />

rüzgârları, doktorunun elinde memleketimizin ve<br />

insanlığın yaralarını saracak bir ilaca dönüşmektedir.<br />

Eserin bütününe zarif zihinsel kurgularla serpiştirilen<br />

son derece özgün tespit ve yorumlar<br />

ise yakın gelecekte birçok yazıya tırnak içindeki<br />

alıntılar şeklinde konu olacak gibi gözükmektedir.<br />

Kitabı, akademik kapris ve kompleksleri bir<br />

tsunami dalgasını andırırcasına süpüren; birey,<br />

toplum ve insanlık odaklı misyonu ve vizyonu ile<br />

“batı cephesinde yeni bir şey var” dedirten; seyir<br />

defterine ‘küre’nin yeni rotasını not düşen bir<br />

gelecek ve umut okuması olarak değerlendiriyor,<br />

entelektüel gelişimin sessiz ve vefalı destekçileri<br />

olan değerli okurlara öneriyorum.■<br />

112<br />

haziran-temmuz-ağustos<br />

2012

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!