Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Muhterem Okurlar,<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> dosyasını hazırlamaya<br />
niyetlendiğimizde tekrara düşme endişesiyle<br />
tedirgindik. Fuat Köprülü’den bu yana defaten “<strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>” özel sayıları, dosyaları, antolojileri hazırlanmış,<br />
söylenmesi gerekenler söylenmişti; söylenilenlere,<br />
yazılanlara ne ekleyebilirdik ki... Hem yıl içinde üç<br />
devasa dergi daha böyle bir dosyayla okur karşısına<br />
bizden evvel çıkacaktı. Şüphesiz kalem erbabından<br />
bazıları bizden önce yayınlanacak dergilere yönelebilir<br />
ve bize yazı kuraklığı da yaşatabilirlerdi.<br />
Oysa hiç de öyle olmadı. Meğer endişe ve<br />
tedirginliğimiz, tıkanıklığımız <strong>Yunus</strong>’umuzu yeterince<br />
tanımayışımızdan, bilmeyişimizden imiş.<br />
Eşiğine çömeldiğimiz <strong>Yunus</strong>, Bizim Külliye’ye<br />
de hemencecik kapısını açtı. Yıllardır beklediği<br />
muhiplerini görmüş gibi gülümsedi. “İşidün iy yârenler<br />
/ Eve dervişler geldi / Cân şükrâne verelim / Eve<br />
dervişler geldi” deyişiyle sırtımızdaki yoksulluk,<br />
içimizdeki ürküntü daha ilk adımda yerini, yeri yurdu<br />
belli muhabbet zenginliğine bıraktı. Bizde bir sevinç bir<br />
ferahlık!<br />
Konukları çoğaldıkça genişleyen ışıklı bir<br />
odadaydık.<br />
Tabii ki bu hanede muhabbet bitmez. Kırk bin kez<br />
“özel”imiz, yüz bin “dosya”mız, bir o kadar antolojimiz<br />
olsa yine eksiğimizi tamamlayacak, gediğimizi<br />
sıvayacak yeni şeyler söyleyeceğimize inandık.<br />
Bu sayı <strong>Yunus</strong>la yeniden tanışma zevkinin eseri.<br />
Gelecek sayımızda buluşmak ümit ve dileğiyle<br />
Allah’a emanet olunuz.<br />
Bizim Külliye
Toprak şairler<br />
NAZIM PAYAM<br />
Toprak şairler, hangi<br />
dille konuşmuş<br />
iseler o dil şahsiyet<br />
kazanmıştır,<br />
hangi milletin<br />
mensubu iseler o<br />
milletin evlatları<br />
insanın insanla<br />
münasebetinden paye<br />
almış, hangi konuya<br />
eğilmiş iseler o<br />
konu ezel ve ebetten<br />
sayılmıştır.<br />
Kimi şairler yaşınızın,<br />
yaşıtınızın heyecanını<br />
yansıtmakla yetinirler. O ruh<br />
hâlinin rüzgârı dindi mi, usulca<br />
çekilirler aranızdan. Kimi<br />
kendilerini dışlanmış ve anlaşılmamış<br />
sananların şairidir,<br />
kimi herhangi bir sosyal dilimin veya seçkinci<br />
grubun. Bila adreste bulunanların hislerini,<br />
serüvenlerini dillendirirler yalnızca. Bütünü<br />
saramazlar, eksik kalırlar. Yine bazı şairler,<br />
yaşadığı yüzyılın; bazıları konusunun temsilcisidir.<br />
Çağınız Antik ise Homeros, 16. yüzyıl<br />
ise Bakî, konunuz aşk ise Karacaoğlan kapınızı<br />
çalabilir. Ama ilhamını dile döktükten<br />
sonra zaman ve mekân perdesini kaldıran ve<br />
herkese, her kesime açık olan toprak şairler de<br />
vardır.<br />
3<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Toprak şairler; hayata, insana, inanca arzulanan bakış tarzını sergileyen şairlerdir.<br />
Onlar, donandıkları yetiyle içinde bulunduğumuz durumun “en gizli<br />
dua”larını söylerler. Söyledikleri Tanrı’dandır. Tanrı hazinesinden aldıklarıyla<br />
havasın, dağıttıklarıyla avamın yanındadırlar. Şairlik makamı büyük vicdanın<br />
terazisinde tartılmış ve asırların gönül tecrübesi onların şahsında ete kemiğe<br />
bürünerek cem edilmiştir.<br />
Toprak şairler, zengin ve derin bir kültüre; kabul ve retleri, sebepleriyle<br />
kavrayacak bir bilince sahiptirler. Onların zenginliği aşktandır. Aşksızlığı hiçlikle<br />
denkleştirirler. Derinlikleri ise kendilerine verilen tenden sıyrılıp “vücut<br />
şehri”ne girebilmelerinden gelir. Fakat asıl amaç mutlak vücuda ulaşmaktır.<br />
Bu yolda dil ve biçim farklı da olsa her toprak şairde sözün elifi; “İlim, kendün<br />
bilmektür.”<br />
Toprak şairlerin şiirlerinde baş ağrıtacak hece, bulanık suya atılacak kelime,<br />
güzelleri ağına takacak kafiye, kuru dala asılacak tek bir mısra bulamazsınız.<br />
Söylenilen herkesin, her kesimin mıknatısı olacak kadar doğal ve kolay söylenmiştir.<br />
Oysa ifade edilen sezgi, ses, renk ve nakışlarıyla muhatabında kat kat<br />
dirileşen, gürleşen bir bütünlük içerisindedir.<br />
Toprak şairler, yönsüzlükten, iğretilikten, gövermeyecek gereksiz sözden<br />
salgın hastalıkmış gibi sakınır ve insanlığın ortak senedini işleyedururlar. Onlarda<br />
makbul olan, hiç solmayacak muhabbet güllerini ilhamın diriliğiyle dört<br />
bir yana savurmaktır. Her dem yeniden doğar, ha demeden hayran olur, cümle<br />
yaratılmışa aynı göz ile bakarlar.<br />
Toprak şairler, hangi dille konuşmuş iseler o dil şahsiyet kazanmıştır, hangi<br />
milletin mensubu iseler o milletin evlatları insanın insanla münasebetinden<br />
paye almış, hangi konuya eğilmiş iseler o konu ezel ve ebetten sayılmıştır.<br />
Sosyal ilişkilerimiz biraz da -belki daha fazla- içte barındırdığımız şeytanla,<br />
samimi ve sevimli bulup içselleştirdiğimiz toprak şairin mücadelesinden ibarettir.<br />
Biri al, vur, kır, kız, öcünü unutma der; sürekli dışımızla kıyaslar bizi,<br />
öteki sükûneti, uzlaşmayı ve cömertliğimizi yoklayıp durur. Mukabele ettirdiği<br />
ise; “Ben ay’ımı yerde gördüm/ Ne isterim gökyüzünden/ Benim yüzüm yerde<br />
gerek/ Bana rahmet yerden yağar.”<br />
“Ben” hücresinin sultanları, fikir sorunlarıyla yozlaşanlar, kendisine ait olmayanın<br />
pençesinde çırpındıkça tutsaklığı daha bir pekişenler, ezilenler, yoksullar,<br />
eli yâre eremeyenler yahut sırat üstünde ev yapmak isteyenler çok zaman<br />
gönül iniltilerini toprak şairlerle dillendirmiş, teselli ve yol tercihlerini onların<br />
tarifi üzere belirlemişlerdir. Toprak şairlerin “sevelim-sevilelim” anlayışıyla<br />
inşa edilen hayatları, hakikatini arayan nicelerinin hikmeti olmuş, insan olmanın<br />
huzurunu, onurunu paylaşmışlardır.<br />
“Miskin <strong>Yunus</strong> erenlere tekebbür etme toprak ol<br />
Topraktan biter küllisi, gülistandır toprak bana” ■<br />
4<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
YUNUS EMRE<br />
Söz pîri kutlu hazla,<br />
Ak etti yüzümüzü.<br />
Hakk yolunda niyazla,<br />
Parlattı közümüzü.<br />
Kor düştü can içine;<br />
İrfan, ihsan içine.<br />
Aşk ile sevincine,<br />
Açtırdı gözümüzü.<br />
İndi, derine indi;<br />
Sevgisinden emîndi.<br />
Sancı, doğmadan dindi;<br />
Berkitti özümüzü.<br />
Vurdu, kelepçe kine;<br />
İlkin, kendininkine.<br />
Kör nefsin kemendine,<br />
Sur etti tözümüzü.<br />
Kök varlığım-sevgilim:<br />
Diliydi, görklü dilim.<br />
Gür gönül sesim, benim;<br />
Türkçeyle dedi sözü.<br />
Gezdi, yayla ovayı;<br />
Şenlendirdi yuvayı.<br />
Dostun gönül sarayı,<br />
Işıttı göğümüzü.<br />
Çıktık sağ salim düze;<br />
Şükür, vardık gündüze.<br />
Aşk sundu ömrümüze;<br />
Donattı gönlümüzü.<br />
Ne göz, dünya malına;<br />
Mavi, yeşil, al'ına.<br />
" Çıkıp erik dalına,<br />
Yedik üzümümüzü."<br />
Karayı seher etti;<br />
Saf taşı cevher etti.<br />
Sevgiye rehber etti,<br />
Dağ ile düzümüzü.<br />
Sözü, öz mânâsında;<br />
Hakikat aynasında;<br />
Güzellik meyvasında,<br />
Tanıttı bize, bizi!<br />
M. HÂLİSTİN KUKUL<br />
5<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
DERVİŞ YUNUS MESELİ<br />
Diline bal arıları<br />
Gönlüne muhabbet kuşları<br />
Konmuş idi diyarı Rum da<br />
Derviş <strong>Yunus</strong>un.<br />
İki menzil arasında<br />
Bir tecelli seansında<br />
Hacı Bektaş kapısında<br />
Mirim, efendim, sultanım<br />
Derd-i acizim el hak yola revanım<br />
Buğdayım, başağım, pişmanım<br />
Diyen <strong>Yunus</strong>.<br />
Ey zahmet yolunun yolcusu<br />
Arayanlar mı bulur yoksa<br />
Bulanlar arayanlar mıdır<br />
Derviş <strong>Yunus</strong> ermiş <strong>Yunus</strong><br />
Tapduk <strong>Emre</strong> dergâhında<br />
İşin neydi bre <strong>Yunus</strong><br />
Hikmetin ateşi mi yoksa<br />
Gönlüne değmiş <strong>Yunus</strong><br />
Bize kadar bizden sonra<br />
Dünya âlem görmüş <strong>Yunus</strong>.<br />
Sarı başak dedikleri<br />
Güneşte ışıldar imiş<br />
Zaman ile öyle hemhal<br />
Türkçe şiirler söylemiş<br />
Derviş <strong>Yunus</strong> ermiş <strong>Yunus</strong>.<br />
Bizim <strong>Yunus</strong> bizim <strong>Yunus</strong>…<br />
NURETTİN DURMAN<br />
6<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
GÜNEŞLİ BİR ZAMANDI YUNUS<br />
Buğulu ve ahşap bir sabahtı <strong>Yunus</strong><br />
Toprak ve güneşten önce<br />
Sesten doğdu<br />
Kendiliğinden yalnız<br />
Kendiliğinden çoğul<br />
Döndü şiirden aşka<br />
Rüzgârlı bir gündü <strong>Yunus</strong><br />
Aceleci, diri ve Anadolu<br />
Hüzne savrulan bir dilden doğdu<br />
Bizimle görünen<br />
Bizimle durgun<br />
Günü akşama devredip geçti şafağa<br />
Mert bir kuşluktu <strong>Yunus</strong><br />
Acemi ve toy sözlerden önce<br />
Aşkı acıyla bilen bir ilden doğdu<br />
Öznesinde gönül<br />
Öznesinde yar<br />
Geçti acının ayvanından gül arasına<br />
Düş imgeli bir zamandı <strong>Yunus</strong><br />
Alev ve çığlıktan önce<br />
Aşkta ve güneşte yanan<br />
Rüzgâra vurgun bir külden doğdu<br />
Gözlerinde ben<br />
Gözlerinde biz<br />
Sürdü yüzünü gecenin gün karasına<br />
Bin damlada bir yağmurdu yunus<br />
Bahardan ve güzden önce<br />
ÖMER KAZAZOĞLU<br />
7<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
EMİNE IŞINSU<br />
ile <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ve romanları üzerine<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’m, yani içime doğan tip, yazdığım<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir. Onun hakkında hemen<br />
hiçbir bilgi bulamadım ve işte mecburen içime<br />
doğanları yazdım; çünkü bu içime doğanlar,<br />
bana baskı yaptılar.<br />
SEVAL KOÇOĞLU<br />
Emine Işınsu<br />
17 Mayıs 1938’de doğdu.<br />
Cumhuriyet döneminin tanınmış<br />
şair ve yazarı Halide Nusret<br />
Zorlutuna’nın kızıdır.<br />
Ankara Üniversitesi Dil-<br />
Tarih ve Coğrafya Fakültesi<br />
İngiliz Dili ve Edebiyatı, aynı<br />
fakültenin Felsefe bölümlerinde<br />
ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi<br />
İşletme Bölümü’nde<br />
bir süre okudu.<br />
İlk eseri 17 yaşındayken<br />
basılan şiir kitabı İki Nokta’dır.<br />
1963’te ödül kazanan Küçük<br />
Dünya’dan sonra yoğun şekilde<br />
romana yöneldi, 18 roman<br />
yazdı. Roman ve oyunlarının<br />
dışında 1970’lerin önemli fi kir<br />
ve sanat süreli yayınlarından<br />
Töre dergisini, 1971- 1981<br />
yılları arasında çıkardı. Birçok<br />
dergi ve gazetede yazıları<br />
yayınlandı; Yeni İstanbul ve<br />
Sabah gazetelerinde köşe yazarlığı<br />
yaptı.<br />
Evli ve üç çocuk annesidir.<br />
Köşe yazarlığı, dergi editörlüğü ve yayıncılığı yaptınız, ödüllü oyunlarınız<br />
var, fakat en çok romanlarınızla sevildiniz, tanındınız. Cumhuriyet<br />
sonrası Türk edebiyatının oluşumuna “Kadın yazarların annesi” olarak<br />
anılan anneniz Halide Nusret Hanımefendi sebebiyle de tanıksınız. Türk<br />
edebiyatının gelişimini genel olarak nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
Türk edebiyatını çok iyi takip ettiğimi söyleyemem; fakat meselâ Halide<br />
Edip’in bütün kitaplarını, hayranlık duyarak okudum; onu İstanbul’daki<br />
evinde; yalnız bir kere ziyaret etmem mümkün oldu... O gün rahatsızdı; her<br />
şeyden bıkmış usanmış gibi bir hâli vardı... Daha fazla rahatsız etmemek<br />
için; erken kalktım. Bir de ona, kendi romanlarımdan birini, hangisini hatırlamıyorum;<br />
götürmüştüm... Sanırım ne kitabımı ne de beni ciddiye aldı.<br />
Bir derdi bir sıkıntısı vardı ama bana açılmadı, ben de sormaya utandım,<br />
bir daha saygılarımı sunup ayrıldım; kısa bir süre sonra vefatını; Ankara’da<br />
gazetede okudum; rahmet diledim. Halide Edip rahmetli anneme; “adaşım”<br />
diye hitap eder, çok da ilgi gösterirmiş...<br />
Günümüzde çalışmalarını takip ettiğiniz kadın romancılar var mı Hangilerini<br />
kalıcı olarak görüyorsunuz<br />
Tabi Samiha Ayverdi Hanımefendiye büyük saygım vardır, onun bütün<br />
kitaplarını okudum; şimdi maalesef aklıma gelmedi isimleri ama bir kitabını<br />
bana, özellikle imzalayıp annemle göndermişti; ben de pek sevinmiş, gurur<br />
duymuştum... Memleketimizde daha ziyade hanım yazarların daha çok ilgi<br />
ve saygı gördüğünü; rahatlıkla söyleyebilirim. Son dönemde Elif Şafak ve<br />
bilhassa Ayşe Kulin hayranıyım. Her ikisini pek zevkle okudum...<br />
Sizin romanlarınızda sosyoloji, tarih, coğrafya bilgilerinin ciddi şekil-<br />
8<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
de kullanımı mevcut, ayrıca kendini tanımaya çalışan,<br />
tahlil eden bir topluma tanık oluyoruz. “Bir<br />
Ben Vardır Bende Benden İçeri” eserinizi anahtar<br />
olarak ele alıp sormak istiyorum: Romanlarınıza<br />
hazırlanırken nasıl bir yol izliyorsunuz<br />
<strong>Yunus</strong>’un divanını, şiirlerinin tamamını okudum.<br />
Hakkında yazılan bazı akademik eserleri de. Fakat<br />
hemen hiç tarihî bilgi yok. Bu durumda içimden geleni<br />
yazıyorum desem çok mu ayıp etmiş olurum<br />
Yazmaya başlamadan önce; hikâyedeki kahramanları<br />
düşünür ve onlarla haşir neşir olurum; roman kahramanlarım<br />
âdeta öz çocuklarım gibidirler. Kızdıklarım<br />
da olur ama; ana yüreği tabi bağışlarım! Şaka<br />
bir tarafa, kitaplarımdaki kişilerle gerçekten, ahbap,<br />
arkadaş olurum; onların hepsi, benim yürek kardeşlerim,<br />
arkadaşlarımdır. Bazı konularda; “bir bilene”<br />
mutlaka erişir, fikir alırım. Meselâ Gazi Üniversitesinden<br />
Mustafa Tatçı kardeşim; “<strong>Yunus</strong>”ta bana çok<br />
yardım etmiştir. Sonra başka din büyükleri ile ilgili<br />
birçok yardımı oldu; “Bir Ben Vardır Bende Benden<br />
İçeri” romanı öncesi, beraberce uzun uzun konuşmuşuzdur...<br />
Eserlerinizde tarihî kişiliklerin roman karakterine<br />
dönüşme aşaması nasıl gerçekleşiyor<br />
Yazacağım konuları; insan tiplerini falan, konuya<br />
göre ayarlarım yahut nasıl olduğunu tam bilemem<br />
ama yüreğimin içinde, onlar doğar ve yaşamaya<br />
başlar, mutlaka bir şahsiyet kazanırlar, o zaman kahramanlarıma<br />
daha da çok bağlanırım, sanki bana<br />
akraba yahut yakın arkadaştırlar; çünkü onları gerçek<br />
insanlarmış gibi benimsemiş, kabul etmişimdir.<br />
Sonrası kendiliğinden gelir, ancak itiraf edeyim, bir<br />
roman yazarken yaşadığım hayattan kopmuş gibiyimdir,<br />
çok dalgınımdır... Çünkü yaşadığım dünyada<br />
değil, romanımın içindeyimdir.<br />
Dini ve millî sembollerin romana dönüştürmenin<br />
okuyucu / toplum üzerindeki etkileri nelerdir<br />
Sakıncalı yanları var mıdır<br />
Hiç sakıncalı bir yönünü hissetmedim; hep sadece<br />
içimden geleni yazdım... Bu, “içimden gelenler”<br />
şüphesiz konuyla ilgili olarak okuduğum türlü<br />
yazıların, aldığım bilgilerin, yüreğimde bir şekle bürünmeleridir;<br />
sonra bu şekil, roman olur. Çok şükür<br />
şimdiye kadar bana romanlarımdan şikâyet eden, yazılanlara<br />
uymuyor diyen olmadı...<br />
“Bir Ben Vardır Bende Benden İçeri” adlı romanınızdaki<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile herkesin kafasındaki<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin farkları nelerdir<br />
İnanır mısınız, onu birazcık da Nasrettin Hoca’ya<br />
benzetenler oldu; oysa benim <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’m, yani<br />
içime doğan tip, yazdığım<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir. Onun<br />
hakkında hemen hiçbir<br />
bilgi bulamadım ve işte<br />
mecburen içime doğanları<br />
yazdım; çünkü bu içime<br />
doğanlar, bana baskı yaptılar.<br />
Söyledim ya yavrucuğum,<br />
bir roman yazarken<br />
manen kaybolurum, yazdığım<br />
kişi ve kişiler yaşamaya<br />
başlar… Bunu doğuran galiba hakkında yeterli<br />
bilgi olmaması, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi aslında hiç tanımıyoruz.<br />
Sadece rivayetlerden hareket edebiliyoruz; bu<br />
da onu tanımaya yetmez elbet, onun olduğu söylenen<br />
şiirleri bilmek, onu sevmek yeterli olur sanıyorum...<br />
Rahmetli annem de <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi çok severdi;<br />
herhâlde benim <strong>Yunus</strong>’a sevgim ve âdeta koruma isteğim<br />
üzerimde annemin etkisi olmuştur.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin kalıcılığını sağlayan nedir<br />
Romanınızın bir yerinde annesinin küçük <strong>Yunus</strong>’ a<br />
“Benim oğlum hiç ölmeyecek” demesi ilginçti.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> var mı yok mu, kimdi Sadece yüreğimden<br />
geleni yazdım.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ve diğer mutasavvıfların yaşadığı<br />
dönem Anadolu için oldukça karmaşık bir dönem.<br />
Böyle bir ortam felsefelerini nasıl etkilemiştir sizce<br />
Şüphesiz zorlu dönemler insanı daha duygulu ve<br />
daha bilgili, hatta daha becerikli yapıyor; <strong>Yunus</strong>’un<br />
maceraları sanırım bu yüzden etkili olmuştur.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> bazı şiirlerinde ümmi olduğunu<br />
söyler. Sizce romanınızdaki gibi eğitimden geçmiş<br />
midir<br />
Ben roman yazarken kahramanlarımı çok severim.<br />
<strong>Yunus</strong>’u da yazarken çok sevdim. Ama ümmi<br />
olması bana hiç mi hiç mantıklı gelmiyor...<br />
Yeni bir roman üzerinde çalışıyorsunuz galiba.<br />
Biraz bahseder misiniz<br />
İsmi, “Bir Aile” olacak inşallah; kadın, koca ve<br />
sevgilileri, çocukları ve sonra kadının hepsini terk<br />
edip, âşık olduğu bir başka adama gidişi, özet bu…<br />
Emine Işınsu’nun diğer romanlarından çok farklı<br />
olacak. Çok kötü bir koca ve çok iyi bir kadın etrafında<br />
gelişen bir öyküsü var. Ailedeki kadının başına<br />
sürekli dert açan ama çocukları dâhil, ilgisiz bir baba,<br />
çocuklarını çok seven bir anne; bu romanda hiç yapmadığım,<br />
yazmadığım şeyler de var; küfürler gibi!<br />
Bu sefer öyle geldi içimden. Adı “Bir Aile” olacak. ■<br />
9<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
KADİR KOÇDEMİR<br />
ile <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerine<br />
"...okyanus orada duruyor, önemli olan bizim<br />
kabımızın ölçeği ve su tutma kabiliyetinin<br />
ne olduğu… Yeni nesli <strong>Yunus</strong> ve millî<br />
kültürümüz bakımından kabil-i hitap<br />
hâle getirmek zorundayız."<br />
TANER NAMLI<br />
Dr. Kadir Koçdemir; Bursa-Orhaneli, 1964 doğumludur.<br />
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesini<br />
(1985) bitirdi. Lisan öğrenmek ve kamu yönetimi<br />
stajı için Almanya’da (1987/88) bulundu. Jean-Monnet<br />
bursu ile Hamburg Üniversitesi Hukuk Fakültesinde<br />
(1991/92) Avrupa Birliği ve idare hukuku konularında<br />
lisansüstü; İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde<br />
(1994/96) yüksek lisans öğrenimi gördü. Kamu<br />
Diplomasisi Kursu (1998) ve Millî Güvenlik Akademisini<br />
(1999) bitirdi. Azerbaycan Vektör Uluslararası<br />
İlim Merkezi tarafından Azerbaycan-Türkiye arasındaki<br />
kardeşlik ilişkilerinin geliştirilmesindeki faaliyeti ve<br />
Türk medeniyetinin inkişafındaki hizmetleri sebebiyle<br />
kendisine fahri doktora unvanı (2004) verildi. Hacettepe<br />
Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Enstitüsünde<br />
Modern Millî Devlet ve Küreselleşme konulu teziyle<br />
doktora programını (2004) tamamladı. Çeşitli üniversitelerde<br />
ders ve konferanslar verdi, tebliğler sundu.<br />
Mülkî idare âmirliği mesleğine Ağrı Kaymakam<br />
Adayı olarak (1986) başladı. Mahallî İdareler Genel<br />
Müdürlüğü Daire Başkanlığı (1996/98), Genel Müdür<br />
Yardımcılığı (1998/2000), Burdur Valiliği (2000/2003),<br />
Eskişehir Vali Vekilliği, Merkez Valiliği ve Elazığ Valiliği<br />
görevlerinde bulundu. Hâlen Eskişehir Valisi olarak<br />
görev yapmaktadır.<br />
Sayın Valim, Genel Yayın Yönetmenimiz<br />
sizinle söyleşi yapacağımızı söyleyince ilkin<br />
“Küreselleşmenin Koordinatları” ve “Millî<br />
Devlet ve Küreselleşme” adlı eserlerinizi<br />
edindim. Ayrıca fikir ve sanat dergilerindeki<br />
makalelerinizi zevkle okudum. Ülkemizin<br />
ve dünyanın seyrini sizin gibi entelektüel<br />
boyutta değerlendiren bir bürokrata sahip<br />
olmamıza ne kadar sevindim, bilemezsiniz.<br />
Konumuz “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>”, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerine<br />
konuşacağız. Ama yeni kitap çalışmalarınızın<br />
olup olmadığını da merak ediyorum.<br />
Yeni ve özel bir çalışmanız var mı<br />
Estağfurullah. Doktora tezimin (Millî<br />
Devlet ve Küreselleşme) yeni baskısı yapılacak.<br />
Vakit bulabilirsem mevcudu gözden geçirip<br />
bazı düzeltmeler yapmak istiyorum.<br />
Pek çok alanda biriktirdiğim notlar var.<br />
Bir bakıma demir, çimento, tuğla bol… Fakat<br />
10<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
unlardan bina yapmayı henüz beceremiyorum.<br />
Biraz vakit darlığı, biraz da tembellik söz konusu.<br />
Yazmak; yürümek, koşmak gibi bir şey. Her<br />
gün yaparsanız tabii bir şey oluyor. Hatta onsuz<br />
olamıyorsunuz. Bir müddet ara verince, bu sefer<br />
ataletten adalelerin kireçlenmesi gibi eliniz tutulup<br />
kalıyor, zorlanıyorsunuz.<br />
Bu zamana kadarki çalışmalarımda klişelerin<br />
yeni gerçekliği izahta aciz kaldığını iddia etmiş<br />
ve bunu kendimce pek çok veriyle ispatlamıştım.<br />
“Tamam da…” diye başlayan itirazlara kısa<br />
bir cevap verememenin sıkıntısını yaşıyordum.<br />
Gâvurların bir sözü var: “Tek bir cümleyle ifade<br />
edilemeyen şey, henüz hakikat mertebesine yükselmemiş<br />
demektir.” Kendimce bazı izahlarım<br />
vardı. Bunları bir cümlede ifade etmek, başka bir<br />
ifadeyle kavramsallaştırmak lazımdı. Bunu “fiilî<br />
âlemin ölçeği” kavramıyla yaptığıma inanıyorum.<br />
Bir kitapla bu kavramı, kavramın diğer izah<br />
teşebbüsleri karşısındaki üstünlüğünü ve kendi<br />
tarihimiz üzerinde tatbikini gerçekleştirmek istiyorum.<br />
Alman diline de oldukça hâkimsiniz. Tercüme<br />
yapmayı hiç düşündünüz mü<br />
Tercüme edilmesinde fayda gördüğüm eserler<br />
var. Bazılarını kabaca tercüme de ettim. Yayımlanması<br />
için, malum, telif haklarının gereği<br />
yerine getirilmeli. Bunlarla uğraşamadığım veya<br />
bunu yapacak bir yayınevi bulamadığım için o<br />
tercümeler bilgisayarda kalıyor. Bazılarının zaman<br />
içinde başkaları tarafından yayımlandığı<br />
oluyor. O zaman bilgisayardaki metin tercümeyi<br />
kontrole yarıyor.<br />
Güçlü bir dil ve imla hassasiyetiniz; sözü<br />
doğru ifade etme titizliğiniz, daha önceleri görev<br />
yapmış olduğunuz yerlerde anlatılır. Ve<br />
tevafuk mudur, şimdi “söz ol kese savaşı” diyen<br />
<strong>Yunus</strong>’un şehrindesiniz… Yedi yüz yıldır<br />
<strong>Yunus</strong>’u yaşatan değerler var. Bu değerleri bir<br />
de sizden duymak isteriz. Sayın Valim, <strong>Yunus</strong><br />
size neler hissettiriyor<br />
Bütün hücrelerimle “bizim <strong>Yunus</strong>” diyebiliyorum.<br />
Bu faaliyetler çerçevesinde birlikte çalışmak<br />
için gittiğim herkesin, ben “bizim <strong>Yunus</strong>”<br />
dediğimde bunu benimsediğini gördüm. “Bizim<br />
<strong>Yunus</strong>” bütün kapıları, hem maddi hem de manevi<br />
kapıları, bilhassa gönül kapılarını açıveriyor.<br />
Bizi biz yapan, bize “müşterek bir biz duygusu”<br />
yaşatan en kıymetli hazinelerimizden birisi <strong>Yunus</strong>.<br />
Siyasi hudutlarımızın dışında kalsalar da<br />
kültür coğrafyamızın bir parçası olan yerlerde<br />
de durum aynı. Mesela Balkanlarda hiç Türkçe<br />
bilmeyen insanlar <strong>Yunus</strong> ilahileri söylüyor. Bu<br />
sene onlardan bir grup Eskişehir’e gelecek. Bizim,<br />
Türkçe olmayan duaları ezberlediğimiz gibi,<br />
<strong>Yunus</strong> ilahilerini nesilden nesile ve Türkçe olarak<br />
aktarmışlar. Kısaca <strong>Yunus</strong> bana ait olduğum bütünü,<br />
durduğum yeri, ezelden ebede yolculuğumdaki<br />
seyir defterimi, sözün mahiyetini ve gücünü<br />
hatırlatıyor.<br />
Bu sene etkinliklerin ana teması olarak sözü<br />
seçtik: Dünyanın her yerini “sözün bittiği yer”<br />
hâline geldiği getirdiğimiz, sanal âlemlerde kendimizi<br />
birbirimizin gönül aynasında göremediğimiz<br />
bir zamanda sözü hatırlamak lazım. Günümüzde<br />
tüketilen, içi boşaltılan, lakırtı hâline<br />
getirilen sözü hatırlamak lazım. Beraberce verdiğimiz<br />
hâlde unuttuğumuz, uzağında kaldığımız<br />
sözü hatırlamak lazım. “Ağulu aşı, bal ile yağ”,<br />
“şu cihan cehennemini, sekiz uçmağ” eyleyen, tanış<br />
olmamız gereken her ne varsa hepsiyle “tanış<br />
olduran” ve “işi kolay kıldıran” sözü hatırlamak<br />
lazım. Kur’an’da cennet ağacına benzetilen, vahyin<br />
kabı ve taşıyıcısı olan sözü hatırlamak lazım.<br />
İnsanın sahip olduğu en büyük emanet olan sözü<br />
hatırlamak lazım. İşte <strong>Yunus</strong>, bana ilkinden iti-<br />
11<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
<strong>Yunus</strong> bana ait olduğum bütünü,<br />
durduğum yeri, ezelden ebede<br />
yolculuğumdaki seyir defterimi,<br />
sözün mahiyetini ve gücünü<br />
hatırlatıyor.<br />
baren sözü, güzel ve doğru sözü hissettiriyor. Sözün<br />
ehemmiyeti, kıymeti korunup ezelden ebede<br />
yolculuğumuzda en emin refakatçimiz olduğunu<br />
hissettiriyor.<br />
Elbette şehrinizde, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile ilgili dünden<br />
bugüne çeşitli faaliyetler yapılmıştır. Bunlar<br />
nelerdir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için yapılanları yeterli<br />
buluyor musunuz Siz, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yle ilgili<br />
neler yapmayı düşünüyorsunuz<br />
Eskişehir, <strong>Yunus</strong>’a borcunu ödemede yıllardır<br />
önemli ve güzel faaliyetler yaptı. Hıdırellez’de<br />
Eskişehir merkezine 140 km. uzaktaki küçük<br />
bir beldedeki <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> türbesine, bazı yıllar<br />
sayısı on beş bini bulan insan, taşınmadan, çağrılmadan<br />
geliyor. Mayıs ayının ilk haftası bütün<br />
Türkiye’yle birlikte Uluslararası <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Etkinlikleri<br />
Haftası olarak kutlanıyor. Ülke çapında<br />
şiir, resim, kompozisyon, hikâye, hat, kaligrafi…<br />
yarışmaları yapılıyor. Üniversitelerimiz akademik<br />
çalışmalarla katkıda bulunuyor.<br />
Bazı değişikliklerle bu geleneği zenginleştirmek<br />
istedik. Etkinlik ve yarışmalar için her sene<br />
değişecek bir tema uygulaması başlattık. Bu zamana<br />
kadar, <strong>Yunus</strong> külliyatının özü sayılabilecek<br />
“Gelin tanış olalım/ İşi kolay kılalım/ Sevelim<br />
sevilelim/ Dünya kimseye kalmaz” mısraları ve<br />
sevgi kavramı tema olarak seçilmiş ve hiç değiştirilmemişti.<br />
Bu sene, “Söz ola kese savaşı/ Söz<br />
ola kestire başı/ Söz ola ağulu aşı/ Bal ile yağ ede<br />
bir söz” mısraları ve sözün fonksiyonunu tema<br />
olarak belirledik. En çok bu mısralar zikredildiği<br />
için onları yazdık. Fakat bir sonraki kısmı benim<br />
daha çok hoşuma gidiyor: “Kişi bile söz demini/<br />
Demeye sözün kemini/ Şu cihan cehennemini/<br />
Sekiz uçmağ ede bir söz”. İnsanın “bunlar yazıldıysa<br />
yeni şiire ne hacet...” diyesi geliyor.<br />
Başta Eskişehir şehir merkezi olmak üzere,<br />
insanların sadece aktarılana pasif olarak muhatap<br />
olmaları yerine, kendilerinin bir şeyler yapmasını<br />
sağlamak istiyoruz. Bunun için, bize mahsus ve<br />
önemli fonksiyonları yerine getirmiş bir sosyal<br />
müessese olan mahalleleri temel aldık. Mahalleler<br />
arası ilahi ve tiyatro yarışmalarıyla, belirlediğimiz<br />
tema çerçevesinde <strong>Yunus</strong>’un anlaşılmasını<br />
ve aktarılmasını hedefledik. İnşallah önümüzdeki<br />
yıllarda Eskişehir’de bin, bin beş yüz kişi ilahi<br />
ve musiki çalışacak, belki beş bin kişi tiyatro<br />
yapacak. Okullarımızda bütün öğrencilerimiz<br />
<strong>Yunus</strong>’u ve onun aktarmak istediğini yaparak,<br />
deneyerek öğrenecek. Bu sene sözün fonksiyonunu<br />
görmeleri için aynı maddenin, mesela bir avuç<br />
bulgurun, ikiye bölünüp aynı fiziki şartlar altında<br />
bir kısmına kötü söz ve nazarla, bir kısmına da iyi<br />
güzel söz ve nazarla bakmanın ne sonuç verdiğini<br />
görüp bunu kompozisyonda değerlendiriyorlar.<br />
Birkaçını ben de gördüm; iyi nazar ve söze maruz<br />
kalan daha geç ve tabiri caizse hoş bir biçimde<br />
bozulurken, kötü nazar ve hitaba maruz kalan erken<br />
ve tahammül edilmesi zor bir biçimde bozu-<br />
12<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
luyor. Cansız, hissiz bildiğimiz maddenin bile kayıtsız<br />
kalamadığı nazar ve sözü birbirimize karşı<br />
kullanırken neden bu kadar düşüncesiz ve hoyrat<br />
davranıyoruz ki<br />
Başka bir hedefimiz, her yıl Hıdırellez gününde<br />
sokağa çıkan ve hayatla irtibatı olan herkesin,<br />
bir biçimde <strong>Yunus</strong>’la ve onun mesajıyla da temasının<br />
sağlanması. Bunun için gazetelerin ekleri,<br />
kültür-sanat dergilerinin özel sayıları, radyo televizyon<br />
programları, hutbeler, mahallî etkinlikler…<br />
gibi pek çok fırsatı değerlendirmeye çalışıyoruz.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> beldesindeki etkinlikleri de,<br />
bütün kültür coğrafyamızın bir araya geldiği bir<br />
Hıdırellez kutlaması hâline getirmek istiyoruz.<br />
Dünyanın her yanına yayılmış yirmiyi aşkın <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> Kültür Merkezi, bu haftada köşeler, sergiler,<br />
söyleşilerle, mahallî televizyon kanallarında<br />
programlarla bulundukları ülkelerde <strong>Yunus</strong>’u<br />
anlatacak. Bu merkezlere devam edenler, o hafta<br />
dilimizi <strong>Yunus</strong>’un şiirleriyle öğrenecek.<br />
Enstitü, bu yönde atılmış önemli bir adım<br />
olacaktır. Ayrıca ödüllü yarışmalar düzenledik.<br />
Roman, sinema senaryosu ve tiyatro oyunu yarışmalarımızda<br />
eserler, 2013 Şubat ayı başına kadar<br />
teslim edilecek. Bilhassa sinema konusunda geç<br />
kalındığını düşünüyoruz. Malûmunuz 2013 yılında<br />
biz Türk Dünyası Kültür Başkenti’yiz. Bu yılı<br />
da kalıcı etkiler bırakacak faaliyetlerle süslemek<br />
istiyoruz.<br />
Elli dört yıl sonra ilk defa <strong>Yunus</strong>’u yeni kıtaya,<br />
Amerika’ya götürüyoruz. Nisan ayının ikinci<br />
yarısında New York ve Washington şehirlerinde<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> oratoryosunu sahneliyoruz. Oralardaki<br />
Türk kültür coğrafyası mensupları kadar yabancılara<br />
da ulaşmayı, onları <strong>Yunus</strong>’tan haberdar<br />
etmeyi amaçlıyoruz.<br />
İsmiyle müsemma okullar çerçevesinde,<br />
Türkiye’nin her yanındaki <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> isimle<br />
okulları hem faaliyetlere katmaya hem de onların<br />
<strong>Yunus</strong>’la irtibatını kolaylaştırmaya matuf faaliyetler<br />
gerçekleştiriyoruz.<br />
Başka bir ifadeyle, okyanus orada duruyor,<br />
önemli olan bizim kabımızın ölçeği ve su tutma<br />
kabiliyetinin ne olduğu… Yeni nesli <strong>Yunus</strong> ve<br />
millî kültürümüz bakımından kabil-i hitap hâle<br />
getirmek zorundayız.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Türk hissiyatının zirvesi... Fakat<br />
ülkemizde hâlâ onun anısına uluslararası<br />
çapta bir organizasyonumuz yok. Acaba Kültür<br />
Bakanlığı, Eskişehir Valiliği, şehrinizde bulunan<br />
üniversiteler, sanat kurumları… bir birliktelik<br />
sağlayarak uluslararası, kalıcı ve etkin bir<br />
“<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Bilim Sanat Ödülü” tertipleyemez<br />
mi<br />
Daha önce de belirtmiştim: Eskişehir 2013<br />
yılında bir yandan Somut Olmayan Miras Dünya<br />
Başkenti, diğer yandan da Türk Dünyası Kültür<br />
Başkenti. Bu yılın ileride de devam ettirilecek,<br />
kalıcı kültür unsurlarından birisi olarak böyle bir<br />
ödülü hayata geçirmek istiyoruz. Ödülün itibarını<br />
yüksek tutacak ve sürekliliğini garanti altına alacak<br />
sağlam temellerin arayışı içindeyiz.<br />
Bu faaliyetler içinde Elazığ da var mı<br />
Türk kültür hayatının kayda değer pek çok<br />
faaliyetinin gerçekleştirildiği Elazığ, uzun soluğu<br />
ile gıpta ettiğimiz Hazar Şiir Akşamları’nın<br />
bu seneki temasını <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> olarak belirledi.<br />
Türkçenin ve şiirin okyanusu <strong>Yunus</strong>’un Hazar<br />
Gölü kenarlarında terennüm edilmesi çok önemli<br />
bir katkı olacaktır. En kıymetli armağanlardan<br />
birisi de Bizim Külliye’nin özel sayısıdır. İnanıyorum<br />
ki, önümüzdeki yıl başkentlik faaliyetlerinde<br />
de Elazığ yükü birlikte omuzlayacağımız<br />
bir kardeşimiz olacaktır.<br />
Sohbetiniz için teşekkür ederiz Sayın Valim.■<br />
13<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
MUSTAFA TATÇI<br />
ile <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerine<br />
"... gayet sıradan ve daha dün kullandığın bir kelime,<br />
<strong>Yunus</strong>’tan sonra farklı ve derin bir anlamda karşına<br />
çıkmış. Türkçe bir gönül dili hâline gelmiş.<br />
Gönlünü dil etmiş; dili gönül hâline gelmiş bir<br />
kişidir <strong>Yunus</strong>. İşte bu, Türkçe kelimeleri<br />
ve kavramları yeni boyuta taşımış ve<br />
derinleştirmiştir.."<br />
HAKAN BAYKUT<br />
MUSTAFA TATÇI<br />
12.02.1961’de Denizli’de<br />
dünyaya geldi. Uludağ Üniversitesi<br />
Necati Bey Eğitim Fakültesi<br />
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden<br />
1984 yılında mezun<br />
oldu. Aynı yıl Gazi Üniversitesi<br />
S.B.E.’de yüksek lisansa başladı.<br />
“Hayretî Divanı’nda Din ve Tasavvuf”<br />
konusunda yapmış olduğu<br />
tezle Yüksek lisansını ve aynı<br />
enstitüde “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı-<br />
İnceleme, Tenkitli Metin” C. I-II,<br />
(Ank. 1990), 1260 s.., adlı teziyle<br />
Doktorasını tamamladı.<br />
1986 yılında Gazi Eğitim<br />
Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />
Eğitimi Bölümüne Öğretim Görevlisi<br />
olarak atandı. 1993 senesinde<br />
Yrd. Doç. Dr. olarak aynı<br />
bölümde Öğretim Üyesi oldu.<br />
Yayımlanmış kırktan fazla<br />
eseri, iki yüz civarında makalesi,<br />
millî ve milletlerarası bildirileri<br />
mevcuttur. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerine<br />
çalışmalarıyla tanınmaktadır.<br />
Sayın Hocam, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin kişiliği hakkında yaygın kanaatlerden<br />
biri de birden fazla <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> oluşuyla ilgili. Dolayısıyla<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye atfedilen şiirlerin de, ait olduğu <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>ler de çoğalıyor. <strong>Yunus</strong>’un bu çoğul kişiliği ve şiirlerinin<br />
aidiyet meselesini nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
Edebiyat tarihi kaynaklarında birden çok <strong>Yunus</strong>’un olduğu<br />
kesindir. Ancak kaç tane olduğu hakkında sayı vermek<br />
mümkün değil. Bir tanesi belgelere göre kesinlikle yaşamıştır.<br />
Diğer bir <strong>Yunus</strong> ise Bursa’da Âşık <strong>Yunus</strong> mahlasını kullanan,<br />
Emir Sultan (Emir Buharî Hazretleri) tarafından yetiştirilen,<br />
1438-39 senelerinde vefat eden <strong>Yunus</strong>’tur. Bu tarihî kayıtlarda<br />
kesindir. Bu bilgi, 2008 yılında yayımladığımız 6 ciltlik <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> Külliyatı’nın Âşık <strong>Yunus</strong> cildinde (4. cilt) vardır. Edebiyat<br />
tarihi kaynaklarından çıkardığım belgeleri oraya koydum.<br />
Yani en az iki tane <strong>Yunus</strong> var, belki bundan da fazla <strong>Yunus</strong><br />
tapşırmasını kullanan kişiler olabilir. Bu kesindir. Fakat bütün<br />
bu <strong>Yunus</strong>ların içinde bir tek <strong>Yunus</strong> vardır. Onu ise şahıs olarak<br />
değerlendirmemek gerekir.<br />
Arşetip olarak mı değerlendirelim hocam<br />
Evet, arşetip olarak değerlendirebiliriz ama bu kelimenin<br />
içindeki manaya göre de değerlendirmememiz gerekir. Ezeli<br />
hakikat, kadim hakikat, bir tek hakikattir. O hakikati kim yaşarsa,<br />
hangi dili konuşursa, o dilden anlatır ve o dile kendi elbi-<br />
14<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
sesini giydirir. İşte arşetipi, ezeli hakikati anlayan,<br />
anlatan ve kendi diliyle nakleden kişi olarak aldığımız<br />
zaman doğru bir tanımlama olur. Yani kim<br />
olduğundan ziyade ne söylediği önemlidir. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> kimdir Buna birçok cevap verilebilir. <strong>Yunus</strong><br />
emre, bizim kadim hakikati anlatan dilimizdir.<br />
İlk olması hasebiyle:<br />
<strong>Yunus</strong> durur bunu diyen<br />
Kendiligüdir söyleyen<br />
diyor bir yerde. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> takipçilerinden olan<br />
Hz. Mısrî: (Niyazi-i Mısrî-17.yy.)<br />
Niyazi’nin dilinden<br />
<strong>Yunus</strong> durur söyleyen<br />
Herkese bir can gerek<br />
<strong>Yunus</strong> durur can bana<br />
diyor. Burada: “Benim dilimden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />
konuşuyor.” derken, <strong>Yunus</strong>’un kadim hakikati<br />
Türkçe ifşa eden kişi olduğunu belirtmek istiyor.<br />
Bu manada <strong>Yunus</strong>, vahyin kaynağından beslenmiştir.<br />
Bununla beraber biraz daha ileri seviye bir<br />
şey söyleyeyim: <strong>Yunus</strong>, Türkçemizin Cebrail’idir,<br />
vahiy dilimizdir. Türkçemizi vahiy dili hâline getiren<br />
kişidir. Arşetip kelimesini de bu manada kullanırsak<br />
daha doğru olur. <strong>Yunus</strong>’tan sonra gelen<br />
kişiler, mesela demin Niyazi-i Mısri’den bahsetmiştik,<br />
diyor ki:<br />
Bu Mısrî denen balçığı<br />
Her bir ayak basma gerek<br />
Yani ey kişi, eğer Mısrî olabilmek istiyorsan<br />
benim gibi bu Hak garibinin ayak bastığı her<br />
yere ayak basman icap etmektedir. “Ben”leşmek;<br />
“ben”deki “ben”e, ilahi “ben”e yani benliğe ulaşmak<br />
istiyorsan, benim geçtiğim merhalelerden<br />
geçmen gerek. Bu manada hakikat dilimiz olan,<br />
mana dilimiz olan, aşk dilimiz olan <strong>Yunus</strong>’un dilini<br />
devam ettiren, onun izine basmış olan her kişi,<br />
<strong>Yunus</strong>’un ağzından konuşmuştur. Yani Hazret-i<br />
<strong>Yunus</strong>, tabiri caizse “yamyamistan”da dünyaya<br />
gelmiş olsaydı, yamyam dilini hakikat dili hâline<br />
getirirdi. Örneğin, <strong>Yunus</strong>, Fransa’da, Paris’in göbeğinde<br />
doğmuş olsaydı, Fransızcayı da hakikat<br />
dili hâline getirirdi. Bu manada yüce Peygamberimiz<br />
ne yaptı Sokak Arapçasını, bedevi Arapçayı,<br />
medeni Arapçaya getirdi. Hatta Arapçayı da<br />
“Rab”ca hâline getirmiştir. İşte <strong>Yunus</strong>’u da bu manada<br />
değerlendirmemiz gerekmektedir.<br />
<strong>Yunus</strong> kimdir Sokak Türkçesini, kır Türkçesini,<br />
anamızın babamızın basitçe konuştuğu<br />
bir lisanı aldı ve “Râb”ca hâline getirdi. Ondan<br />
sonra gelenler ise -dikkat ediniz- “üstat malı” sattılar.<br />
Yani <strong>Yunus</strong>, tabiri caizse; sokaktan, evden,<br />
çarşıdan aldığı dili, kelimeleri, kavramları, öyle<br />
manalar yükleyerek devam ettirdi ki âdeta şaşırıyorsunuz.<br />
Yani her kelimeye yeni bir ruh, yeni bir<br />
mana verdi. Bu manada <strong>Yunus</strong>’un izinden giden<br />
ve sayısını bilemediğimiz <strong>Yunus</strong> gibi konuşan onlarca<br />
şair vardır. Mesela ben, bir antoloji çalışması<br />
yapmıştım, az önce arz ettiğim manada <strong>Yunus</strong>’un<br />
izinden giden 1241 şaire ulaştım ve orada bıraktım.<br />
Biraz daha yüklensek ve kütüphanelerimizi,<br />
arşivlerimizi daha bir detaylı tarasak bu sayının 3<br />
bine rahat ulaşacağını tahmin ediyorum. Yani 700<br />
senede <strong>Yunus</strong> gibi konuşan 3 bin civarında şair<br />
tespit edebileceğimizi tahmin ediyorum.<br />
Kim söylerse söylesin<br />
<strong>Yunus</strong> değil bunu diyen<br />
<strong>Yunus</strong>’tan kendisidir söyleyen<br />
diyor.<br />
Aziz Mahmut Hüdaî Hazretlerinin lisanıyla<br />
söyleyelim:<br />
Sen çıkarsan aradan<br />
Kalır seni Yaradan<br />
Sende Yaradan kaldıktan sonra, sen fena makamlarını<br />
veya başka ifadeyle tevhit makamlarını<br />
yaşarsan, sen Hakk’ın gören gözü, konuşan dili,<br />
yürüyen ayağı, duyan kulağı, azaları, uzvu olursun.<br />
Yani o senden tecelli ederse, sen ne söylersen<br />
söyle bu Cenab-ı Hakk’ın lisanıdır. Şimdi soru şu:<br />
Bu sözleri <strong>Yunus</strong> mu dedi yoksa bir başkası mı<br />
Kim derse desin bu, <strong>Yunus</strong>’un lisanıdır. Şimdi bir<br />
tek <strong>Yunus</strong> vardır ve bunun içinden binlerce <strong>Yunus</strong><br />
çıkarabilirsiniz. Peki, bunu nasıl ayıklayacağız<br />
Bunu ayıklayabilir miyiz Cevabını hemen<br />
vereyim: Ben Türkologum, ömrümün 27 senesi<br />
akademik çalışmalarla ve bu konularla geçti; ben<br />
ayıklayamadım. Usta malı satan âşıklar gibi daha<br />
15<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Hz Muhammet’in sırrına vakıf olmuş, Muhammedî irfanla<br />
donanmış, İnsan-ı kâmil olmuş bir kişi, tabiri caizse “Mona<br />
Lisa” tablosu gibidir. Ona nereden bakarsanız bakın o size<br />
göz kırpar. Bunların hem hepsidir, <strong>Yunus</strong>’tur hem de hiç biri<br />
değildir.<br />
sonradan gelenler <strong>Yunus</strong> ne dediyse onu kalıp olarak<br />
alıyor, yaşadığı zamana göre, “an”a göre yükleyerek<br />
onu tekrar söylüyor ve bir nevi geleneği<br />
devam ettiriyor. Bunu tamamen tasavvufi seyir<br />
içinde, yani seyr-i süluk çerçevesi içinde düşünmekte<br />
fayda var. Şiirle ilgili dünyevi olarak 5 veya<br />
10 maddelik bir kriter listesi yapabilirsiniz ama<br />
ayırt etme adına hiçbir şey tutturamazsınız. !Hangisi<br />
<strong>Yunus</strong>’tu hangisi değildi’ sorusu yanıtsız kalır.<br />
Mesela, tasavvufi eğitimden geçmemiş; ancak<br />
akademik kültürden beslenmiş biri, bir şiire bakarak:<br />
“Ben burada <strong>Yunus</strong>’u göremiyorum, sezemiyorum.”<br />
diyor. Buna cevap olarak şöyle söyleyebiliriz:<br />
“E, sen her dönem aynı seviyede misin”<br />
Resullullah: “Ayşe beni dünyaya döndür diyor.”<br />
Buradan, Peygamberin bir mana âleminde olduğu;<br />
bir de dünya âleminde olduğunu anlıyoruz. İşte<br />
<strong>Yunus</strong> da böyle, bir bakıyorsunuz ölümden korkuyor,<br />
bir bakıyorsunuz ölümden korkmadığını<br />
anlatan:<br />
Ölümden ne korkarsın<br />
Korkma ebedi varsın<br />
dizelerini görüyorsunuz. Bundan dolayı da<br />
<strong>Yunus</strong>’u anlamaya çalışırken tasavvufun belli başlı<br />
makamlarını göz önüne almak zorundayız.<br />
Yine Mevlana’nın Divanı Kebir’ine baktığınızda<br />
aşk ve feryat; Mesnevi-yi Şerif’inde ise irfan<br />
bulursunuz. Divan-ı Kebir’de hakikat yoktur ama<br />
Mesnevi-i Şerif baştan sona hakikattir; ancak tamamen<br />
remzî hüviyete bürünmüştür. Çünkü hakikat<br />
çıplak olarak anlatılmaz. Dolayısıyla Hazret-i<br />
<strong>Yunus</strong>’un her şiirini aynı kategoride değerlendirmemek<br />
lazımdır. Ama farklı kategorilerde veya<br />
farklı tasavvufi mertebelerde olsa bile <strong>Yunus</strong> bunları<br />
yine aşkla söylemiştir. Bazen korkarak, bazen<br />
sevinerek, bazen heyecanlanarak bazen ise vecd<br />
hâlinde söylemiştir; ama her zaman aynı seviyede<br />
söylememiştir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin, örneğin Mevlana’nın da asıl<br />
kimliklerinin dışında birer hümanist olarak değerlendirilmelerini<br />
nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
Her kesimin anlayışının <strong>Yunus</strong>’u benimsemesi<br />
belki olumlu karşılanabilecek bir durumdur;<br />
ama onların dokularını, kişilik ve eserlerinin anlamı<br />
bakımından zedelemez mi<br />
Çok net söyleyeyim, hümanizm, bir safsatadan<br />
ibarettir. Bu kavramı ise <strong>Yunus</strong> veya Mevlana için<br />
kullanmak bence doğru değildir. 1930’lu, 40’lı<br />
yıllarda, Batıdan çıkan ve kendine hümanist diyen<br />
birtakım insanların millete empoze etmeye çalıştığı<br />
çok basit bir kavramdır ve bu gibi kavramlar da<br />
maalesef 30-40 yıl boyunca insanları oyalamıştır.<br />
Bizim Kur’an’a inanan, tevhide inanan insanlar<br />
olarak böyle kavramlara ihtiyacımız yok. Fakat<br />
bir kısım insanlar da hümanistmiş. Onlar, <strong>Yunus</strong>’a<br />
ve Mevlana’ya o gözle bakarlarmış. İşte buna bir<br />
cevabımız vardır: Sen hümanist gözüyle bakarsan<br />
<strong>Yunus</strong> ve Mevlana sana o zaviyeden bir pencere<br />
açarlar mı Açarlar. Materyalist açıdan bakarsan<br />
bir pencere açarlar mı Açarlar. Müslüman veya<br />
Hristiyan gözüyle bakarsan da bir pencere açarlar<br />
mı, tabii ki açarlar. Demek istediğim şudur: Hz<br />
Muhammet’in sırrına vakıf olmuş, Muhammedî<br />
irfanla donanmış, İnsan-ı kâmil olmuş bir kişi, tabiri<br />
caizse “Mona Lisa” tablosu gibidir. Ona nereden<br />
bakarsanız bakın o size göz kırpar. Bunların<br />
hem hepsidir, <strong>Yunus</strong>’tur hem de hiç biri değildir.<br />
Ama reel bir gözle ve kafayla değerlendirecek<br />
olursak <strong>Yunus</strong> bir hümanist değildir. Bir vahdet<br />
ehlidir, bir muvahhittir, bir tevhit ehlidir. Seyr-i<br />
sülukla bütün makamları nefsinde ve gönlünde<br />
cem etmiş, yaşamış, bütün varlığı kendinde toplamış<br />
–cem dediğimiz makamdır- Hakk’la hak<br />
16<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
olmuş Hakk’a aşina olmuş bir kişidir, dolayısıyla<br />
bizim gibi nakıs insanlar hangi pencereden bakarsa<br />
kendisini o aynadan seyreder.<br />
Hocam, hümanizm gibi bu tabirler <strong>Yunus</strong> ve<br />
Mevlana penceresini biraz daraltmıyor mu Kısırlaştırmıyor<br />
mu<br />
Tabii ki kısırlaştırıyor, bu tabirlerin teknik olarak<br />
kullanılmasına hem gerek yok hem de kullanılması<br />
doğru değil. Sebebi de hümanizm, insan<br />
zekâsının ürünüdür ama Rönesans’tan önce yaşayan<br />
ve Hristiyan dünyasında tutulan birkaç kişinin<br />
kiliseye karşı çıkmasıyla başlamıştır. Ve bu<br />
insanlar: “Biz sizin kilisenizi, dolayısıyla da Tanrı’nızı<br />
kabul etmiyoruz.” diyerek yola çıkmışlardır.<br />
Tabii ki ateist olarak yola çıkmışlardır. Ama<br />
ortada reddedemedikleri bir insan gerçeği vardır.<br />
Buna göre her şey insandan ibarettir, varlığın hedefi<br />
insandır, bu insanı sevmek lazımdır, bu insanı<br />
işlemek lazımdır vs. gibi sözlerle ortaya çıkıyorlar.<br />
İşte bunlar Allah’ı aradan çıkarıp görünen insanı<br />
Allah’lık mertebesine oturtmuş, uluhiyet vermiş<br />
ve Allah’sız bir tapınma uydurmuşlardır. Tapınmanın<br />
da merkezinde, kaynağında insanı görmüşlerdir.<br />
Dolayısıyla Batının hümanist düşüncesiyle<br />
<strong>Yunus</strong>’un veya Mevlana’nın düşüncesi asla örtüşmez.<br />
Hz. <strong>Yunus</strong> da Mevlana da varlığı kademe<br />
kademe görüp işleyen, anlayan onun Hakk’taki<br />
konumunu, hikmetini sual eden makamlardan<br />
geçmiş, varlığı bir bütün olarak, külli olarak idrak<br />
etmişlerdir. Mesela: “Benim bir karıncaya ulu nazarım<br />
vardır.” veya “Dağlar ile taşlar ile seherdeki<br />
kuşlar ile...” sözlerinden bu ulu insanların varlığı<br />
Allah’tan ayırmadığını, yani bir bütün olarak Rab<br />
kaynaklı olarak ele aldığını görüyoruz. Aynı zamanda<br />
<strong>Yunus</strong> ve Mevlana’nın insanı bildiğimiz<br />
insandan ziyade Şeytan’ın secdeye emredildiği<br />
Âdem’dir. Yani ad olan insandır. Bu Âdem de<br />
Âdem olana ve oraya gelene kadar, bütün varlığı<br />
birleyerek gelmiştir. Bu yönden de Allah’ı reddeden<br />
hümanizmden tamamen ayrılır diyebiliriz.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerini Türkçeyle söylemesi,<br />
döneminin Arapça ve Farsça etkisinden uzak<br />
durması, sizce bilinçli bir tercih miydi<br />
Hayır, bilinçli bir tercih değildir. Bir kere<br />
<strong>Yunus</strong>’un bir evliya olduğunu kabul etmeliyiz.<br />
Az önce de söylediğim gibi, bu gibi zatların dili<br />
Hakk’ın dili, eli Hakk’ın eli, olmuştur. Yani bu gibi<br />
insanlar, bir mertebeden sonra kendi tasarruflarıyla<br />
hareket etmezler. Tamamen Cenab-ı Hakk’dan<br />
ilhamlıdırlar. Peki, o zaman Cenab-ı Hakk neden<br />
<strong>Yunus</strong>’a Türkçe söyletmiştir. Anadolu insanı bir<br />
manevi olgunluğa gelmiştir. Bu olgunluğa gelen<br />
bir topluma kadim hakikati anlatacak bir ehlullahın<br />
gelmesi hiç de şaşılacak bir durum değildir.<br />
Cenab-ı Hakk her devirde kadim hakikati anlatan<br />
veya irşat eden kişiler göndermiş, daha doğru<br />
bir tabirle insanlara nasip etmiştir. İşte <strong>Yunus</strong> ve<br />
temiz lisanı da Anadolu insanına Allah’ın nasip<br />
ettiği, kadim hakikati insanların gönlüne yerleştirmesi<br />
için gönderdiği bir hediyedir. İnsanlar Hak<br />
dostlarını hep sakalın, sarığın altında; şalvarın ve<br />
cüppenin içinde ararlar. Ama Cenab-ı Hakk, her<br />
dönemde o dönemin şartlarına, kılık kıyafet, gelenek<br />
görenek özelliklerine uygun Hak dostları<br />
göndermiştir. Mesela, günümüzde yaşayan ama<br />
takım elbise giyen, kravat takan bir evliya, hak<br />
dostu olmaz gibi bir ön yargı var; ama her dönemde<br />
içimizden ilk bakışta kavrayamayacağımız,<br />
anlayamayacağımız evliyalar çıkabilir. <strong>Yunus</strong> da<br />
onlardan biridir. Demek ki Anadolu insanı kadim<br />
hakikati anlayabilecek kıvama gelmiş ki Cenab-ı<br />
Hakk <strong>Yunus</strong>’u ve temiz, Türkçe söyleyişini bizlere<br />
nasip etmiş, Tapduk Sultan da <strong>Yunus</strong>’un dilinin<br />
kilidini açmıştır. Bu, Divan-ı Hikmet için de böyledir,<br />
falanca Farisî şair için de böyledir, Arap şairi<br />
veya irfan ehli için de böyledir. Yarın Japonya’dan,<br />
İngiltere’den veya Fransa’dan bir Allah adamı, ehlullah<br />
çıksa, onun konuştuğu dil ile hakikat ifşa<br />
edilse, bu kişiyi de aynen <strong>Yunus</strong> gibi değerlendirmemiz<br />
gerekir.<br />
Türkçenin bir edebiyat ve kültür dili olmasında;<br />
ebedileşip, canlanıp yaygınlaşmasında<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin hizmetini nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
Bunu başta da söylemiştik zaten. <strong>Yunus</strong>, önce<br />
ilahi hakikati anlamıştır. Yani o mertebeye erişmiştir.<br />
Daha sonra ise ana diliyle bu hakikati ifşa<br />
etmiştir. Tabiri caizse ilahi hakikati kendi diline<br />
uyarlamıştır. Bu da yeni bir dilin, yani yeni bir<br />
Türkçenin kurulmasını sağlamıştır. Bir bakmışsın<br />
ki gayet sıradan ve daha dün kullandığın bir kelime,<br />
<strong>Yunus</strong>’tan sonra farklı ve derin bir anlamda<br />
karşına çıkmış. Türkçe bir gönül dili hâline gel-<br />
17<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
miş. Gönlünü dil etmiş; dili gönül hâline gelmiş<br />
bir kişidir <strong>Yunus</strong>. İşte bu, Türkçe kelimeleri ve<br />
kavramları yeni boyuta taşımış ve derinleştirmiştir.<br />
Başka bir açıdan <strong>Yunus</strong>’a bir bakalım: <strong>Yunus</strong><br />
kimdir <strong>Yunus</strong>: “İslamın derinliği; Türkçenin<br />
inceliğidir. İslamda derinleşme yani ihsana ulaşma<br />
olayı gerçekleştikten veya gerçekleştirildikten<br />
sonra sen hangi dille konuşursan konuş, ona<br />
yeni bir mana, yeni bir elbise giydirecek duruma<br />
gelmiş durumdasındır zaten. İşte <strong>Yunus</strong>, sıradan<br />
konuştuğumuz bir dili bugün Ala-i illiyuna çıkarmıştır.<br />
Başta dediğim gibi Resulullah Efendimiz,<br />
sokak Arapçasını “Rabca”ya çıkarmıştır. Miraca<br />
çıkmış, miracı görmüş ve miraca bulanmış bir gönül<br />
olarak geri geldiğinde, artık Resulullah’ın konuştuğu<br />
dil, bir gün önce konuştuğu dil değildi.<br />
Çünkü nefsini Hakk ile boyayan (Sıbgatullah) kişi,<br />
dilini de Allah’ın rengine boyamış olacaktır. İşe<br />
bu <strong>Yunus</strong> için de geçerlidir. <strong>Yunus</strong>’un izinden gidenler<br />
için de -hangi dili konuşuyor olursa olsungeçerlidir<br />
Hani, konuşmamın başında söylediğim<br />
birden fazla <strong>Yunus</strong> vardır sözünü de aydınlığa çıkarmış<br />
olduk sanırım.<br />
Türk romanında da <strong>Yunus</strong>’un ve <strong>Yunus</strong> gibi<br />
Türk kültür ve irfan dünyasının önemli eserlerinin<br />
konu edildiğini, işlendiğini görüyoruz. Farklı<br />
<strong>Yunus</strong> yüzleriyle karşılaşıyoruz. Kimi zaman<br />
bu kurgu kahramanlar ile gerçek kişilikleri örtüşmüyor.<br />
Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
Her romancının romanını kaleme alırken yeni<br />
bir kurguyla ortaya çıktığını çok iyi biliyoruz.<br />
Bunlar, gerçek <strong>Yunus</strong> mudur yoksa yorumlanmış<br />
<strong>Yunus</strong> mudur Tabii ki yorumlanmış, kurgulanmış<br />
<strong>Yunus</strong>lardır. Demin, hümanizm için söylediklerim,<br />
bu roman kahramanları için de geçerlidir.<br />
Örneğin Kemal Tahir’in Devlet Ana’sında <strong>Yunus</strong>’u<br />
görmekteyiz. Bu <strong>Yunus</strong>, Kemal Tahir’in <strong>Yunus</strong>’udur<br />
veya Emine Işınsu’nun <strong>Yunus</strong>’udur. İskender<br />
Pala Bey’in <strong>Yunus</strong>’udur. Aslında burada bence çok<br />
önemli bir sakınca var: <strong>Yunus</strong>’u veya Mevlana’yı<br />
yeni tanımaya başlayan birinin onlar hakkında bilimsel<br />
birtakım eserler okumadan önce bu kurgu<br />
romanlardan başlarlarsa <strong>Yunus</strong> ve Mevlana’yı hakkıyla<br />
tanıyamayacakları veya yanlış tanıyacakları<br />
gibi bir endişeye sahibim. Çünkü gerçek <strong>Yunus</strong> ile<br />
kurgu <strong>Yunus</strong> aynı kişiler değildir. Ancak bunun<br />
da kaçınılmaz olduğunu itiraf etmek zorundayım.<br />
O zaman romancıların, <strong>Yunus</strong>’u veya Mevlana’yı<br />
işlerken, bu kişilere metafizik derinlik vermeleri<br />
yerinde olacaktır. Çünkü oluşturdukları bu tipler,<br />
<strong>Yunus</strong> ve Mevlana’nın, onları yeni tanıyan okuyucuların<br />
kafasında bir imaj oluşturacaktır. Bunu ise<br />
çizgi ve onların hayatlarının menkıbelerin dışına<br />
çıkmadan yapmaları gerekmektedir. Ama yine de<br />
romancının da ‘benim işime karışma! diyeceğinden<br />
kuşkum yok. Benim tavsiyem ise her yaştan<br />
ve kültürden insanların anlayabileceği tarzda ilmî<br />
eserler ortaya konmalı ve <strong>Yunus</strong> ile Mevlana seviyelere<br />
göre düzenlenmelidir.<br />
Hocam, örneğin son zamanlarda <strong>Yunus</strong>’un,<br />
Mevlana’nın hatta Şems-i Tebrizî’nin romanlarının<br />
yazıldığını görüyoruz. Mesela Elif Şafak’ın<br />
Aşk adlı romanında Şems-i Tebrizî’ye şarap içirildiğini,<br />
hatta Şems’in namaz kılmadığını; onun<br />
namazdan dahi azat edildiğine dair cümleler görüyoruz.<br />
Bu durum, o değerli şahıslar hakkında<br />
olumsuz bir önyargı oluşturmaz mı veya yanlış<br />
tanınmalarına neden olmaz mı<br />
Evet, tehlikelidir. Bu gibi olaylara iki taraftan<br />
bakılmadır. Biri hakikat; diğeri ise şeriat dairesidir.<br />
Bu gibi şeyler ehlullahın hayatında olabilmektedir.<br />
Ama bunlar kesinlikle görüldüğü gibi değildir.<br />
Çok derin ve bilinmesi gereken bir arka planı<br />
vardır. Mesela <strong>Yunus</strong> diyor ki bir yerde:<br />
Beş vakt tertibimiz bir vakte geldi<br />
Beş bölük oluban kim kıla taât<br />
Şimdi bu beyite hem şeriat hem de hakikat<br />
noktasından bakabiliriz. Eğer şeriat noktasından<br />
bakarsak şöyle bir yorum ortaya çıkar: “<strong>Yunus</strong>,<br />
beş vakit namazı bırakmış, bir vakte indirmiş. Hiç<br />
öyle şey olur mu” Hakikaten <strong>Yunus</strong>’un şirine bakacak<br />
olursanız dediği aynen öyledir. Ama hakikat<br />
noktasından bakarsanız işler değişir. Hakikat<br />
noktasından bakarsak da şöyle bir yorum ortaya<br />
çıkar: <strong>Yunus</strong>’un dediği o bir vakit “an”dır. Namazın<br />
sırrı, insanın namaz esnasında “zaman” boyutundan<br />
“an” boyutuna geçmesidir. Yani kıldığımız<br />
bütün namazlar, bizim o “an” noktasını yakalayıp,<br />
işte o “an” boyutuna geçebilmektir. Peki, o an nedir<br />
“Allah, “zamanda” çokluktadır; ama “an”da<br />
tekliktedir. İnsan da hayatı boyunca o “an”ı yakalamak<br />
için gayret eder. Tek vakitten <strong>Yunus</strong>’un kas-<br />
18<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
tettiği budur. Tabii, kişi hakikati anlayamayınca,<br />
namazın sırrından haberdar olmayınca Kur’an’da<br />
geçen “Salat-ı daimun” ayetinden bir şey anlamayınca<br />
“<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> namaz kılmadı” veya “Şems<br />
namaz kılmadı” diyebilir. Dikkat edin <strong>Yunus</strong> başka<br />
bir yerde aynen şöyle diyor:<br />
Bana namaz kılmaz diyen,<br />
Ben kılarım namazımı<br />
Hem kılır isem kılmaz isem<br />
O hak bilir niyazımı<br />
İşte burada da yanlış değerlendirilmesin diye<br />
ikaz vardır. Velev ki bu şiiri yazmasaydı, işte biz<br />
birinci şiiri istediğimiz gibi yorumlayacaktık. İşte<br />
bu Şems-i Tebrizî için de Mevlana için de <strong>Yunus</strong><br />
için de bütün İslam mutasavvıfları için de geçerli<br />
olan bir hâdisedir. Bundan dolayı bütün bunlar<br />
doğru değerlendirilmeli, okuyucunun karşısına çıkarıldığı<br />
zaman da az evvel anlattığım arka plandan<br />
bağımsız anlatılmamalıdır.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile ilgili oldukça geniş ve külliyatlı<br />
çalışmalarınız var. Bu çalışmalar tamamlandı<br />
mı, yoksa devam edecek mi Başka ne tür<br />
çalışmalar planlanıyorsunuz, bunlardan bahseder<br />
misiniz<br />
Ben <strong>Yunus</strong> çalışmalarına 1986 senesinde başladım.<br />
1990’da 4 ciltlik külliyat basıldı. Sonra bu<br />
külliyat 4 baskı daha yaptı ve 6 cilde çıktı. Her ciltte<br />
bazı kelimeleri değiştirdiğim oldu. Bazen de manalar<br />
üzerinde değişiklikler yaptım. Yanlış değerlendirdiğim<br />
veya önceki baskıda algılayamadığım<br />
yerler oldu. Son baskı ise Kapı Yayınları’ndan çıktı<br />
veya çıkmamışsa da eli kulağındadır. O baskıda<br />
da 26–27 civarında kelime değiştirdim. Yani Allah<br />
ömür verdikçe, kelime ve kavramlar üzerinde kafa<br />
yormaya devam edeceğim. Aynı zamanda <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> Divanı’nı da tamamlamaya çalışmaktayım.<br />
Diğer taraftan İstanbul Belediyesi, Altunizade Kültür<br />
Merkezinde ve Atatürk Kitaplığında 2004 senesinde<br />
adımıza bir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> okulu açtı ve çalışmalar<br />
orada da devam ediyor. Orada <strong>Yunus</strong> şerhleri<br />
yapıyorum. Buradaki şerhleri biriktirip düzenledim<br />
ve bir kitap hâline getirdim. Bu beş ciltlik bir dizi<br />
oldu. Adı ise İşitin Ey Yarenler. Şimdi Kapı Yayınları<br />
bu şerhleri, “İşitin Ey Yarenler” adıyla tekrar<br />
basıyor. Bu, dört ciltti ve bir cilt daha eklenerek beş<br />
cilt, tek kitapta basılacak. Bu da bugünlerde yine<br />
çıkmak üzeredir. Eser, tarihten günümüze kadar<br />
gelen şerh usulünü devam ettiren bir şekilde hazırlanmış,<br />
şerhler yapılırken de bu hususlara dikkat<br />
edilmiştir.<br />
<strong>Yunus</strong>, bilindiği gibi halkın çok sevdiği ve benimsediği<br />
bir kişidir. Bir bakıyorsunuz ki okuma<br />
yazma bilmeyen birinin dahi ağzında bir <strong>Yunus</strong><br />
ilahisi var. Bundan dolayı okuyuculara tavsiyeleriniz<br />
nedir <strong>Yunus</strong> nasıl okunmalı, nereden başlanmalıdır<br />
Bir kere şu söyleyeceğim düstur edilerek okunmalıdır:<br />
“<strong>Yunus</strong> sadedir; ama basit değildir.” Dolayısıyla<br />
da sıradan bir okuyucunun herhangi bir<br />
romanı okur gibi <strong>Yunus</strong> okuyabileceğini düşünmek<br />
hatadır. Çünkü <strong>Yunus</strong> az önce de dediğim gibi “sadedir;<br />
ama basit değildir.” Örneğin,<br />
Olmaz sözü demezem ben marifet ehline<br />
Zira gözümle gördüm ağaçta bitti karpuz<br />
Şimdi yukarıdaki kelimelere teker teker baktığımızda<br />
anlamadığımız kelime var mı Hayır. Peki,<br />
bu kelimelere mana ver desek verebilir misiniz<br />
Hayır.<br />
Çıktım erik dalına<br />
Anda yedim üzümü<br />
Bu örnekteki gibi <strong>Yunus</strong> çok bilinen kelimeleri<br />
kullanarak anlamadığınız, daha doğrusu yorumlayamadığınız<br />
bir dil inşa ediyor. İşte bunlar sadedir<br />
ama manası çok derindir. Mesela, karpuz ve ağaç<br />
kelimeleri dışarıda gördüğünüz sıradan karpuz ve<br />
ağaç kelimeleri değildir. Varlık ağacı içinde, bir çekirdekten<br />
karpuz olabileceği, yine o karpuzdan yüzlerce<br />
çekirdek ve her çekirdekten de yine yüzlerce<br />
çekirdeği içinde barındıran bir karpuz olabileceği;<br />
dolayısıyla, vahdet-kesret; kesret-vahdet ilişkisinin<br />
olabileceğini, bize tefekkür edersek anlayabileceğimizi<br />
sezdiriyor. İşte <strong>Yunus</strong>’u anlayabilmeniz için de<br />
bu işin dolayısıyla da <strong>Yunus</strong>’un talibi, isteklisi ve<br />
âşığı olmanız gerekmektedir. Bunun için de illa edebiyat<br />
bölümü bitirmeye de gerek yok. Veya YÖK’e<br />
bağlı bir üniversitede akademisyen olmaya bile<br />
gerek yok, hatta ilkokul mezunu dahi olabilirsiniz.<br />
Bunun için, yani <strong>Yunus</strong>’a yakın olmak için, onunla<br />
hemhâl olmak için, arif olmak ve irfan taliplisi olmak<br />
gerekmektedir. ■<br />
19<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ZİYA AVŞAR<br />
Ulu nazar, âşığın sancılı<br />
bir sürecin bedeli olarak<br />
aldığı bir ödüldür. Bu<br />
nazar âşığın can kuşuna<br />
aşk pençesi vurduğu<br />
zaman onun ten yuvasını<br />
dağıtır. Bu safhada âşık<br />
nizam sandığı âlem<br />
kaosundan, kaos sandığı<br />
gayb nizamına geçerken<br />
tahammül edilmez şeyler<br />
yaşar. Âşığın bu safhada<br />
fırtınalı denizi esenlikle<br />
geçmesi için Hak nazarı<br />
bir lütuf kılavuzu olarak<br />
hep yanındadır.<br />
Tasavvufi metinler için en büyük yanılgı,<br />
kelimeleri sadece sözlük anlamlarıyla sınırlı<br />
sanarak, yorumu bu zan üzerine oturtmaktır.<br />
Oysa bu metinlerde kelimeler, “zaruret icabı”<br />
başvurulan birer araçtır. Mutasavvıflar kelimeyi,<br />
mana abıhayatının içine aktığı iğreti bir kap olarak<br />
görürler. Dolayısıyla bu metinlerdeki kelime<br />
kabını, mana abı ile aynileşmiş görmek, mananın<br />
gerçek mahiyetini görmemektir. Bir yüce mana<br />
yahut sırrın, veliyle temasa geçme biçiminin<br />
muhtelif yolları vardır. Hak dostları, gönüllerine<br />
doğan bir manayı tutmak, hatırlarına hücum eden<br />
bir sırrı dizginlemek, ruh kulaklarına seslenen bir<br />
hakikat sesini çözmek, perdeden sıyrılmış bakışları<br />
önünde zuhur eden bir tecelliyi surete büründürmek<br />
için kelimeleri bir araç olarak kullanırlar.<br />
Bu itibarla bu dil, tasavvufi metinleri bir dil olayı<br />
olarak görme, ucuzluk ve acizliğine düşenlere<br />
karşı manen dil çıkararak tepki verir.<br />
Zahirî dil donanımına güvenerek, genelde tasavvufi<br />
metinleri, özelde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirlerini yorumlamaya<br />
kalkışan araştırıcılar, bu şiirlerin iletisi<br />
diye, mana yerine manaya yataklık eden kapları<br />
takdim ederler. Bu yaklaşım tarzı, <strong>Yunus</strong>’un<br />
tabiriyle “mananın yüzünü dürmesinden” ve kırk<br />
20<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
duvak altına girmesinden başka bir şey değildir.<br />
Bu şu demektir; mana, lâyık olmayana hiçbir zaman<br />
duvak açmaz. Mevlana, anlam gelini ile gerdeğe,<br />
ancak şahların gireceğini söyler. Bu şahlar<br />
kimdir Kim olacak, kaba değil içindeki anlam<br />
suyuna vurgun olanlardır. Mevlana’nın ölçüsü ile<br />
bakınca <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> yorumcularının umumiyetle<br />
mana gelininin kapısında bekledikleri görülür.<br />
Zira içerdeki o nazenin sultan, kapıyı her çalana<br />
açmaz.<br />
Tasavvufi metinler okuyucuya, dışıyla masal<br />
dili, içiyle istiare ve metafor lisanıyla konuştuğu<br />
için, onların işaret ettiği dünyanın boyutunu kavramak,<br />
yorumcular için bir muammadan farksız<br />
hâle gelir. Yorumcuların bu metinleri yorumlaması<br />
beklenirken, metinlerin yorumcuları yormasının<br />
nedeni bu çifte dildir. İşaret ettiğimiz<br />
olgunun adına çifte dil deyişimiz şimdiliktir. Zira<br />
mananın iki değil, yedi dili vardır; lakin biz iki<br />
dilden ötesinin adlarını bilmiyoruz. Mevlana’nın<br />
Mesnevi beyitlerini yedi anlam üzere söylediğini<br />
belirtmesi, hakiki manaya ancak yedi aşamalı<br />
bir kavrama sürecini aştıktan sonra ulaşacağımızı<br />
gösterir. Zira Mevlana bu yedi dil meselesini<br />
Kur’an’a atfen söyler. Demek ki anlam gelininin<br />
naz duvağını açması için, idrak damadının yüz<br />
görümlüğü olarak yedisi bir yerde bir dil gerdanlığı<br />
sunması lazımdır.<br />
Bu idrak ışığında, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin nazar kavramını<br />
ele alışına bakarak, onun bu kelimeye<br />
yüklediği irfan denklerini çözmeye ve bu denklerin<br />
içine ne yerleştirdiğini görmeye çalışacağız.<br />
Hak Nazarı<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı’na sırf nazar kelimesinin<br />
yüklendiği anlamlar açısından bakıldığında bile<br />
lügatlerimizin ne kadar sığ izahlar ile yetindiği<br />
görülür. <strong>Yunus</strong>’ta nazarın kökeni Hakk’a çıktığı<br />
için, bir nesne olmaktan çok özne ve eylemdir.<br />
Hakk’ın bir yaratma ve dönüştürme fiili olan nazar,<br />
onun insana verdiği lütuflardan biridir. Hak,<br />
insana nazar kudretinden bağışlarken bunu doyumluk<br />
olarak değil, tadımlık olarak verir, maksat<br />
nazarın feyzini kavratmaktır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de<br />
nazar, suret âleminin yaratılışını izleyen bir seyir<br />
içinde aşktan sonra gelen ikinci süreçtir. İlkin<br />
yerle gök yaratılmış, yaratılış binası da aşkla tamamlanmıştır.<br />
Âlem binası tamamlanınca bu binadaki<br />
yaşayışı tanzim edecek asli varlık olarak<br />
insan tasarlanmış ve insan Hakk’ın toprağa nazar<br />
eylemesiyle hâsıl olmuştur. <strong>Yunus</strong>’un söylediği<br />
iyi anlaşılırsa insanın, göğe ait olana değil de yere<br />
ait olana nazar kılınarak yaratılması, bir eksiklik<br />
değil, bilakis bir erdemdir, zira yer gökten önce<br />
yaratılmıştır. Bu durumda insanın surete bürünmesi,<br />
yaratılışın en kadim unsuruna Hakk’ın nazar<br />
etmesiyle mümkün olmuştur. O hâlde nazar,<br />
aşk ve yaratılış arasındaki zorunlu ilişkinin bir<br />
sonucu olarak bizzat insanı işaret eder. Bu da demek<br />
olur ki, suret ve maddenin gerisinde daima, o<br />
suret ve maddeye bürünen asıl unsuru aramalıdır.<br />
Zira manaların suretlere bürünmesi, görüntüleri<br />
çoğaltacağı için, bu çokluğa bakarak asıl unsuru<br />
gözden kaçırabiliriz. Gerçi temelde aşk olduğu<br />
için, cümle varlığı aşk, varlıktaki çokluğu da aşk<br />
suretleri olarak tanımlamak yanıltıcı olmaz. Bu<br />
aşk suretleri içerisinde aşkın Hakk’taki anlamını<br />
en yetkin şekilde yansıtan suret insandır. Zira o<br />
Hakk’ın çok hususi bir iltifatı olan aşk nazarıyla<br />
vücut bulmuştur:<br />
Yir ü gök yaradıldı ‘ışkıla bünyâd oldı<br />
Topraga nazar kıldı aksurı durup geldüm [1] 191/4<br />
Yaratma fiili kudrete ilişkin olduğundan kudret<br />
yaratmayı önceler. Bu durumda nazarın -ki<br />
maksat aşk nazarıdır- temelinde kudret vardır.<br />
Kudret, kendini kavratmak için yaratışa ihtiyaç<br />
duyar. Yaratış içinse varlığın kendinden doğduğu<br />
ilk cevhere gerek vardır. İlk cevherin varlık suretlerine<br />
evrilmesi için itici güç de nazardan başkası<br />
değildir. Bu yaratış silsilesi sonuçta insana dayandığı<br />
için, nazarın asıl muhatabı insandır. Bütün<br />
varlık, Hak kudretinden yaratılan ilk cevhere,<br />
Hakk’ın nazar kılmasıyla oluşurken, Hak insan<br />
için iki kez nazar kılmıştır. İlk nazarla topraktan<br />
koparak bedenleşen insan, ikinci nazarla cana<br />
kavuşmuştur. İnsanın cana kavuşması, Hakk’ın<br />
kendini görmek ve duymak istemesine bağlıdır:<br />
1. Bu makaledeki <strong>Yunus</strong> beyitleri, Mustafa Tatçı’nın<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı E-kitap Projesi kapsamında<br />
yayımlanan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı’ndan alınmıştır. İlk<br />
rakam gazel numarasını, ikinci rakam beyit numarasını<br />
göstermektedir. Geniş bilgi için bkz; http://ekitap.<br />
kulturturizm.gov.tr/dosya/1-128453/h/giris.pdf, http://<br />
ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-128452/h/metin.pdf,<br />
(24.03.2012, 23.41)<br />
21<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Bu durumda oluşun, iki nazar arasında ten ve<br />
cana bürünen insan için tasarlandığını söylemek<br />
gerekir. Zira Hak, insanı kendi cemalini göreceği<br />
bir ayna ve kendi sesini duyacağı bir ney olarak<br />
yaratmıştır:<br />
Diledi göre yüzin işide kendü sözin<br />
Nazar kıldı bir kezin anda cân virdi bana 12/6<br />
<strong>Yunus</strong> nazarı, Hak kudretinin nuru olarak ele<br />
alır. Zira Hak, varlık ve manayı o nur ile halk etmiştir.<br />
Ancak bu nurun özünde aşk olduğu için<br />
yaratılan şeylere düşen nazarın aşk ve muhabbet<br />
olduğuna kuşku yoktur. <strong>Yunus</strong>’un nazarın nasıl<br />
algılanacağına dair fikirlerinden sonra, nazar<br />
ve insan münasebetini ele alış biçimini bilmekte<br />
yarar vardır. <strong>Yunus</strong> nazarı gözle ilişkilendirirken<br />
göze değil, nazara vurgu yapar, ona göre göz nazar<br />
içindir. Çünkü nazar, Hak lütfü olan ölümsüz<br />
bir cevher, gözse bedenle kaim olan fani bir<br />
nazargâhtır. <strong>Yunus</strong> bu bağlamda duyuları değerlendirirken<br />
insanda iki duyunun ölümsüz olduğunu<br />
söyler; görme ve işitme. Bu durumda söylemediği<br />
diğer duyuların da fâni olduğunu söylemiş<br />
olur. Fâni duyular, tat, koku ve dokunmadır. Peki,<br />
<strong>Yunus</strong> işitme ve görmeye neden ölümsüzlük izafe<br />
eder Çünkü duyuş ve görüş insana Hakk’ın<br />
Sem’î ve Basîr sıfatlarından bir lütuf olarak verilmiştir.<br />
<strong>Yunus</strong> zımnen Hakk’ın lütuf olarak verdiği<br />
bir şeyin de ölümsüz bir cevher olduğunu söylemiş<br />
olur. Bu durumda insanın nail olduğu her<br />
lütfün onu, ölümsüz olanla temasa geçirdiği ve<br />
ölümsüzlüğe hazırladığı ileri sürülebilir:<br />
Bâkî tertîblerümi şerh ideyüm<br />
‘İnâyet mevcûdı sem’ ü basâret 19/6<br />
İnsana ölümsüzlük nimeti olarak verilen her<br />
lütfün aslında onu, lütfü verenle temas sağlayacak<br />
farklı bir akıl biçimi ile donattığını gözden<br />
kaçırmamalıdır. Biz aklı sadece kıyas yapan zihin<br />
olarak görür ve zihnî olana odaklanırız. Oysa<br />
bu insana verilen akıl nimetlerinin en alt düzeyi<br />
olan maişet aklıdır. Maişet aklı, zahirî hayatı tanzim<br />
eden kaba akıldır. İçtimai hayatı tanzim eden<br />
bu akıl, insanın diğer hayatlarını da tanzim etmeye<br />
kalkışırsa Mevlana’nın tabiriyle “akıl akılları<br />
bağlarsa ona akıl dememelidir.” Bu odaklanış<br />
biçimi, aklın herkes tarafından işletilebilir olmasından<br />
dolayıdır. Oysa aklın üstündeki akıllar,<br />
akılların üstündeki akıllıların işidir.<br />
<strong>Yunus</strong> aklı, dünya işlerini tanzim eden (akıldur<br />
işler yapucı) bir meleke olarak nitelerken, nazarı<br />
gönül evinin baş köşesine geçirip gönlü de onun<br />
emrinde bir kapıcı sayar. Bu yaklaşım, <strong>Yunus</strong>’ta<br />
zahir gibi algılanan nazarın, aslında batın bir akıl<br />
olduğunu kavratmak içindir. Bu akıl gönülde oldukça<br />
insan, hırs ve nefsani isteklere galebe çalar.<br />
Bu durumda <strong>Yunus</strong>, nazarı hırsın zıddı ve onun<br />
çaresi olarak gösterir. Gönlün nazara kapıcılık etmesinden<br />
murat nedir Kalbi nazarın daim olmasını<br />
sağlayacak erdemlerle diri tutmaya işarettir.<br />
Bu gayret gösterilmezse nazarın yerini hırs alır,<br />
bu da fitneye, yani hem ruhi hem de içtimai kaosa<br />
yol açar. Zira fitnede hem psikolojik hem de sosyolojik<br />
olmak üzere iki kaos belirir:<br />
Nazar gitdi tama‘ kopdı nazar yirin tama‘ tutdı<br />
Basduk yirde fitne bitdi işletdi yine nefsânî<br />
412/9<br />
Yukarıda Hakk’ın insana iki kez nazar ettiğini<br />
söylemiştik. Bu nazarlardan ilki Celal tecellisi<br />
olup genelde varlığı özeldeyse insan tenini yaratmıştır.<br />
Tecellinin Celal’den gelmesi, varlığın<br />
fâni olduğuna delalet eder. Ancak bu fânilik onun<br />
aşktan mahrum olduğu anlamına gelmez. Çünkü<br />
nazar cevherinde harekete geçen şeyin aşk nuru<br />
olması, fâni olanın temelinin de aşk olduğunu<br />
gösterir. Demek oluyor ki, aşk tecelli ettiği isim<br />
ve sıfata göre değişik görüntülerle ortaya çıkan ve<br />
farklı tezahürleri olan bir cevherdir. Aşk her mevcudun<br />
mayası olmakla birlikte onun hakiki yönüyle<br />
belirmesi Hakk’ın üçüncü nazarıyla mümkündür.<br />
<strong>Yunus</strong>’tan anladığımıza göre, Hakk’ın<br />
üçüncü nazarı, insanı ten ve can safhasından alıp<br />
insanlara ve bedensiz varlıklara sultan yapar. Bedensiz<br />
varlıklar ibaresiyle sadece cin ve melekleri<br />
değil, mana ve sırrı da murat etmekteyim. İşte<br />
insanı cümle varlıklardan üstün ve erdemli kılan<br />
şey, Hak’tan gelen bu üçüncü nazardır. Ancak bu<br />
nazar Hakk’ın layık olanlara özel bir lütfüdür.<br />
<strong>Yunus</strong> bu nazara mazhar olmuş özel kişileri er<br />
yahut eren olarak adlandırır.<br />
Nazarın <strong>Yunus</strong>’a göre temel işlevi yaratma ve<br />
22<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
yaratılanda saklı cevherleri diriltmedir. İnsan için<br />
Hakk’ın ilk nazarı ten, ikinci nazarı can, üçüncü<br />
nazarı canın canıdır. Canın kendi canıyla temasa<br />
geçmemesi ondan gafil olmasıyla alakalıdır.<br />
Canın kendi canıyla temasa geçmesiyse canın<br />
uyanmasıdır. Ancak bu uyanıklık bu âleme uyuyup<br />
öbürüne uyanmanın adıdır. Hakk’ın insana<br />
üçüncü nazarının yani son bakışının cana can vererek<br />
o can sahibini sultan eylediğini söylemiştik.<br />
Hakk’ın her bakışı, insanı ayrı bir kemale yükseltir.<br />
Dolayısıyla onun insana son bakışı, yaratma,<br />
diriltme ve dönüştürmenin en güçlü halidir.<br />
Lakin bu güç, insana nispetledir, değilse Hakk’ın<br />
nazar kudretinin hududu yoktur. <strong>Yunus</strong>’un ifadelerinden<br />
anlaşıldığına göre nazar, her durumda<br />
bir cevher ve varlığa çarparak onda mevcut olan<br />
varlık potansiyelini harekete geçirir. Yaratışın<br />
maksadının insan olduğu, Hakk’ın onu bir genel<br />
iki özel bakışla taltif etmesinde saklıdır. Önemine<br />
işaret ettiğimiz son bakış Hakk’ın sadece peygamber<br />
varisi olan erlere özgü nazarıdır. Bu nazarın<br />
erenlere özgü olması, manevî bir diriltme ve<br />
dönüştürme hassası taşımasındandır. Bu itibarla<br />
bu nazar yüce bir emanet olup sadece ehil olana<br />
verilir.<br />
Erenler Nazarı<br />
Hak dostu olan bu kişiler, ölü canları diriltmek<br />
için Hakk’ın kudret nazarı hibe ettiği özel kişilerdir.<br />
Velilerin Hakk’ın diriltici nazarından bir<br />
cüzü, lütuf olarak almaları süreci ayrı bir bahis<br />
olmakla birlikte bu lütfe kavuştuktan sonra irşat<br />
nazarı olarak adlandırılan ayrıcalıklı ve ölümsüz<br />
bir nazara sahip olurlar. Bunların görevi, canları<br />
gaflet uykusundan uyandıran irşat nazarıyla Hak<br />
yolcularının önünü aydınlatmaktır. Veliler, dünya<br />
ile temasa geçtiklerinde toprak derekesine inerek<br />
gaflet uykusuna dalan canları, Hakk’tan ödünç<br />
aldıkları kudret nazarıyla tekrar diriltirler. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>, Divan’da erenler nazarı dediği bu nazarın<br />
niteliği hakkında tecrübi tespitlerinden bazılarına<br />
yer verir. Bunlardan ikisini ismen, diğerlerini ise<br />
örtülü olarak bildirir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Hak dostlarından Mevlana’nın<br />
nazarıyla karşılaşmasını derin bir farkındalık durumuyla<br />
verir. Mevlana’nın nazarını görklü yani<br />
muhteşem olarak niteleyen <strong>Yunus</strong>, bu bakışın<br />
onda gönül aynası hâlinde tecelli ettiğini belirtir.<br />
Burada şu hususu vurgulamakta yarar vardır:<br />
Erenlerin cana bakışı öncesiz ve sonrasız bir bakış<br />
kaynağından geldiği için süresiz himmet bakışıdır.<br />
Bundan anlaşılıyor ki Mevlana’nın nazarı,<br />
<strong>Yunus</strong> ‘ un gönül aynasına daimi bir irşat nazarı<br />
hâlinde düşmüştür.<br />
Mevlânâ Hudâvendgâr bize nazar kılalı<br />
Anun görklü nazarı gönlümüz aynâsıdur<br />
64/4<br />
Bazı kaynaklarda Mevlana’nın nazarının keskinlik<br />
ve etkisine dair kayıtlar vardır. Rivayete<br />
göre Mevlana’nın nazarıyla karşılaşan bir baş,<br />
hükümdar başı bile olsa nazarın nafiz oluşundan<br />
dolayı derhal yere inermiş. <strong>Yunus</strong>’un demesine<br />
bakılırsa erenler nazarı, kendisini her muhatapta<br />
ayrı bir tecelliyle gösterir. Hatta biraz daha ileri<br />
giderek söyleyelim, aynı velinin salike, farklı<br />
zamanlardaki nazarında bile tecelliler değişmektedir.<br />
<strong>Yunus</strong>’un nazarına muhatap olduğu ikinci<br />
veli Geyikli Baba’dır. Onun Geyikli Baba’nın nazarına<br />
muhatap olduğunda aldığı himmet, tarikat<br />
yolundaki her isteğinin gerçekleşmesidir. Öyle<br />
anlaşılıyor ki <strong>Yunus</strong>, dervişlik yolundaki vartaları<br />
Geyikli Baba’nın himmet nazarıyla atlatarak<br />
yola devam etmiştir.<br />
Geyiklü Baba bize bir kez nazar kılaldan<br />
Hâsıl oldı <strong>Yunus</strong>’a her ne ki vâyesidür<br />
29/10<br />
<strong>Yunus</strong>, erenlerin nazarını tasavvuf ıstılahlarından<br />
hareketle safâ nazar olarak niteler. Safâ<br />
nazar, velinin gözünden harekete geçen Hak<br />
nurundan başka bir şey değildir. Mevlana “yoktur<br />
lakin göz ve kulakta o nur” derken bu nurun<br />
velilere özgü olduğunu ve velilik sırrının ancak<br />
böyle bir göze gösterilip böyle bir kulağa duyurulacağını<br />
söyler. Safâ nazar, salikin erenler nazarıyla<br />
arınarak eriştiği velayet bakışıdır. Demek<br />
ki salik, erenin irşat nazarıyla karşılaştığında<br />
manevi tecellilere ulaşmanın yanında nazarını<br />
da arındırmaktadır. Safâ nazar bunun zıddı olan<br />
kem nazarla kendi arasındaki diğer nazarların<br />
tepe noktasıdır. Bu ikisi arasında kem nazardan<br />
yüksek, safâ nazardan düşük muhtelif nazar mer-<br />
23<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
halelerinin olduğu aşikârdır. <strong>Yunus</strong>’un “Dost yüzine<br />
bakmaga key safa nazar gerek 135/1” dizesi,<br />
bu hükmün tanığıdır. Çünkü dost yüzüne bakmak<br />
için safâ nazara ihtiyaç duyulması, dost yüzüne<br />
bakmanın belli nazar merhalelerinden geçtikten<br />
sonra mümkün olacağını bildirmektedir. <strong>Yunus</strong>,<br />
safâ nazarla ilgili olarak ince bir ayrımın altını çizer,<br />
safâ nazar kimi saliklerde fıtrî bir istidat olarak<br />
mevcuttur. Bu istidada malik olan Hak erleri,<br />
diğer salikler arasından pervaz ederek doğanlık<br />
makamına konar ve Hakk’a layık dirlik bulurlar:<br />
Yokdur toganla birligi ya Hakk’a lâyık dirligi<br />
Bir kişiden um erligi anun safa nazarı v a r<br />
27/4<br />
Er yahut eren nazarı, Hak dostlarına verilmiş<br />
bir lütuftur. Nasıl ki başlangıçta Hak, toprağa nazar<br />
ederek insana ten ve can verdiyse veli de özü<br />
toprak olan insana nazar edip onun Hak’tan gafil<br />
olan canını tekrar diriltir.<br />
Erenlerün nazarı topragı gevher eyler<br />
Erenler kademinde toprak olasum gelür<br />
46/8<br />
Yukarıdaki beyitte toprak insana, gevher can<br />
içindeki cana, erenler nazarı da Hakk’ın nuruna<br />
işaret eder. Veliler Hakk’ın nuruyla bakan kişilerdir.<br />
Hak nuruyla bakmak, Hak ile batılın ayrılması<br />
demektir. Hak nuruyla bakmanın temelinde;<br />
“Müminin ferasetinden çekinin, o Hakk’ın nuruyla<br />
bakar.” hadisine telmih vardır. Er nazarına<br />
zaman tahdidi koymak doğru değildir, zira Hak<br />
nazarının evvel ve ahiri olmadığı gibi veli nazarının<br />
da ödünçlükten dolayı evvel ve ahiri yoktur.<br />
Veliler bu boyuttan baktıkları için, âlemde gayb<br />
suretleri görürler. Bu yüzden velilerin gördükleri<br />
sırrı aktarmaları için muhatapta da aynı cihazların<br />
bulunması gerekir, fakat bu çok nadirdir.<br />
Nazar veli için sır aktarma gerecidir. Dolayısıyla<br />
nazarla aktarılan sır, sesle yani kelamla aktarılan<br />
sırdan eftaldir. Nazarın ihtiva ettiği bu sırrın<br />
mahiyetine bakılırsa görüntü ile alakalı olduğu<br />
görülür. Erenler nazarı, gördüğünü gösteren bir<br />
nitelik arz eder. Veli, sır ve mana avcılığında ne<br />
gördüyse ve ne yakaladıysa bunu nazar kudreti ile<br />
cisimlendirerek aktarır. Ancak bu görüntü sabit<br />
ve değişmez bir hakikat algısı gibi değerlendirilmemelidir.<br />
Eren nazarıyla aktarılan bir sır, aynı meclisi<br />
paylaşan canlara muhtelif suretlerde görünebilir.<br />
Bir pirin müritlere, kelamdan daha üstün bir dil<br />
olan nazarla ölümsüzlük sırrını kavratmaya çalıştığını<br />
varsayalım. Şeyhin nazarıyla ifşa edilen sır,<br />
bir dervişe doğan suretinde görünürken, diğerine<br />
ağaç, bir başkasına bulut suretinde görünecektir.<br />
Bunun nedeni her dervişin hâl ve makamının<br />
farklı olmasındandır. Fakat bu algı asla bir kaosa<br />
yol açmaz. Zira her görüntü tıpkı rüyadaki gibi<br />
kendi manasını çok açık bir şekilde telkin eder.<br />
Diyelim ki rüyada bir yıldız görsek ve o anda<br />
bize, o yıldızın ölmüş bir yakınımız olduğu telkini<br />
gelse, rüyadaki bu telkine şaşmayız. Bunun<br />
gibi, velinin nazarıyla oluşan, uyanıkken rüya<br />
görme daha doğrusu tecelliye erme ortamında<br />
da dervişler, suretlerin getirdiği telkine şaşmazlar.<br />
Eren meclisinden çıktıktan sonra dervişlere,<br />
“Hangi sırrı nasiplendiniz” diye sorulsa, doğan<br />
gören de ağaç gören de bulut gören de “ölümsüzlük»<br />
diyecektir. Dolayısıyla er nazarının değdiği<br />
şeyde, fâniyi baki kılan bir özelliği vardır. O nazarın<br />
dokunduğu bir canın gönlü, nazarı ve can<br />
özü arınır ve aslı toprak iken nazar iksiri sayesinde<br />
altın ve mücevhere dönüşür. Eskilerin şark<br />
kimyası, ilm-i simya ve kibrit-i ahmer adlarıyla<br />
niteledikleri olgu, Hakk’ın veliye bahşettiği nazardan<br />
başka bir şey değildir.<br />
Bir velinin müride bakışında kelamsız sırlar<br />
gizlidir. Ancak bu sırların dervişin kalbine akışı,<br />
kelamla aktarılan manadan daha hızlı ve daha<br />
niteliklidir. Bundan dolayı veli ile mürit arasında,<br />
kelamdan kopulup nazara geçildiğinde, şeyhin<br />
bakışıyla müridin bakışı arasında tecelli denilen<br />
görüntüler oluşur. Bu görüntüler sır ve mananın<br />
surete bürünmesinden başka bir şey değildir. Bu<br />
görüntülerin anbean değişmesine mukabil, hakikat<br />
asla değişmez ve bu özel iletişimde bedensiz<br />
varlıklar devre dışı bırakılır. Bir derviş müjdeli<br />
bir rüya görse ve bu rüya sadık olsa yine de<br />
bunlardaki bazı manalara, bedensiz varlıklar<br />
rahatlıkla sirayet ederek bu manaları saptırırlar.<br />
Çünkü rüyada bizi tasarruf gücüyle müdahaleden<br />
koruyacak bir pir yoktur. Bu müdahaleyi ancak<br />
erbap bir yorumcu olan pir fark eder. Böyle bir<br />
pirin nazarına muhatap olduysak sorun yok, an-<br />
24<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
cak olamadıysak çoktur. O hâlde Hakk’ın nuruyla<br />
bakan veliler muhataba kem nazarla değil safa<br />
nazarıyla bakarlar. Safa nazar, Hak nurunu onun<br />
lütfüyle ödünç kullanmaktır.<br />
<strong>Yunus</strong> er nazarında tâze güller açılmış<br />
Sen gerçek bülbülisen nazarda ötmek gerek<br />
145/6<br />
Anlaşılıyor ki <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Hak nuruyla bakan<br />
bir velinin nazarına muhatap olmuş ve şeyhin<br />
sırrını bir gül bahçesinde o anda açan güller<br />
biçiminde görmüştür. Gül maşuku yani sevgiliyi,<br />
bülbül de âşıkı işaret ettiği için, <strong>Yunus</strong>’un payına<br />
düşen şey âşıklıktır. Gülü gören bülbülün<br />
ötmemesi düşünülemeyeceğine göre, nazarıyla<br />
<strong>Yunus</strong>’u gaflet uykusundan uyandıran velinin<br />
muradı, <strong>Yunus</strong>’un kendisinden öğrendiği sırları<br />
dile getirmesidir. Tıpkı bülbülün güle karşı aşk<br />
nağmeleri söylemesi gibi. Bu durumda <strong>Yunus</strong>,<br />
nazarda açan gülün şeyhi işaret ettiğini, kendisinin<br />
de şeyhin nazarından hareketle kemalini<br />
arayan bir Hak yolcusu olduğunu kavrar. Bu kavrayış<br />
anlıktır, fakat bu kavrayışa aracı olan şeyin<br />
ne başı vardır ne de sonu. <strong>Yunus</strong>’un nazarla gelen<br />
şeyde kavradığı hakikat şudur: Bir erenin nazarı<br />
can içinde can olduğunu kavrayan herkese suret<br />
gösterir. Ne var ki burada bir dram başlar. Suret<br />
gören dervişlerden bir kısmı dilsiz dudaksız hâle<br />
gelip konuşamaz olur. Bir kısmı ise bülbül gibi<br />
şakımaya başlar. <strong>Yunus</strong>, Hak yolcularını tam bu<br />
noktada ikiye ayırır. Konuşamayanlar sahte, konuşanlar<br />
gerçek âşıktır. Buradaki konuşamamayı,<br />
sufiliğin makbul saydığı istiğrak âlemine dalmak<br />
anlamındaki “hamuşluk” ile karıştırmamak lazımdır.<br />
Bu nazar, şeyhin “mutlak mürit”ler ile<br />
mürai müritleri birbirinden ayırmak için kullandığı<br />
bir yöntemdir. Bu yöntemde mutlak müritler,<br />
şeyhin nazarında açan taze güllerin bülbülü olup<br />
şakırken, mürailer ne bir şey görürler ne de bu duruma<br />
bir anlam verirler. Zira himmet nazarı, nitelikli<br />
ile niteliksizi birbirinden ayıran bir nazardır.<br />
Kalp altınla gerçek altın vitrinde aynı görünür.<br />
Lakin mihenge vurulduklarında birinin yüzü kararır,<br />
diğerinin gözü parlar.<br />
Er nazarının en bariz özelliği, her bakışın<br />
ayrı bir mana ve sır ifşa etmesidir. <strong>Yunus</strong> ölüm<br />
düğümünü, böyle bir nazara muhatap olduğunda<br />
çözmüştür. Ona göre ara yerde ne ölüm vardır ne<br />
de öldüren. Mesele, canı verenin verdiğini almasından<br />
ibarettir. Dram, canın sahibine iade edilmesinden<br />
değil, kılıfın kılıca yani tenin cana tutkusundan<br />
yükselir. Can, er nazarıyla beslenmeye<br />
devam ederse bir müddet sonra kılıfın kesmeye<br />
mani olduğunu görecektir.<br />
<strong>Yunus</strong>, erenler nazarının canı, asıl yatağına<br />
taşıdığını söyler. İnsan canı aslında bir mana ummanıdır.<br />
Lakin can ummanı, ten yatağına dolduğunda<br />
mana ırmaklarından mahrum kalırsa bir<br />
zaman sonra kuruyup suyunu çekmeye başlar.<br />
O derin ve kıyısız denizden geriye, suyu kokuşmuş<br />
sığ bir göl kalır. Bu gölü kurumaktan kurtaran<br />
erenlerin feyizli nazarıdır. Erenler nazarıyla<br />
b u göl , d ö r t bi r y a n d a n t a z e ı r m a k l a r ı n b e sle d iğ i<br />
azim bir denize dönüşür.<br />
Bir göl idüm kıldı erenler nazar<br />
Deniz oldum dört yana ırmagıla 296/7<br />
Ulu nazara doğru<br />
Hak yolcusu olan derviş, erenlerin irşat nazarı<br />
sayesinde artık, mana kapısını çalacak bir düzeye<br />
gelir. Tam bu noktada Mevlana, “mana kapısını<br />
çalarsan, açarlar” der. Mana kapısının açılması<br />
demek, dervişin er nazarından Hak nazarına geçerek<br />
erenlerden biri olmasıdır. Bu dem geldiğinde<br />
derviş, nazarını fâni haz ve lezzetlerin dünyasından,<br />
baki haz ve lezzetlerin dünyası olan istiğrak<br />
âlemine çevirir. Bu iki âlem arasında, âlemler<br />
çapında haz ve zevk farkı vardır. Birinde tadılan<br />
şey, fâni oluşundan dolayı ruhu, acı bir haz ve pişmanlığa<br />
sürükler, bu pişmanlık da günah hissine<br />
dönüşür. Diğerinde tadılan şey, baki oluşundan<br />
dolayı ruhu, gittikçe artan bir haz ve derin bir huzura<br />
erdirir. Bu huzur ve ferah da ilahi bir tasvip<br />
olan sevap hissine dönüşür. İlahi tasvip olmadan<br />
hiçbir zevk, temas edene kendi cevherini göstermez,<br />
bilakis tam zıddıyla tesir eder. Özneden<br />
kopanın zevk diye tattığı şey acılık, haz sandığı<br />
şey nedamet, hak bildiği şey zulmet, zirve diye<br />
çıktığı yer, derin bir kuyuya düşüştür. Bu hazların<br />
birbirine oranı zerre ile küre gibidir. Yazık ki<br />
bu âlemde istisnalar dışında cümle başlar, zerrelik<br />
tat için feda edilir. Müstesna başlar ise kürelik<br />
tat için feda edilir. Görünüşte her iki durumda da<br />
kelleler kopar, fakat birinde yuvarlanıp mezbele-<br />
25<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ye düşerken, diğerinde yuvarlanıp padişah çevgenine<br />
top olur.<br />
Mutasavvıflar istiğrak âlemini varlık âlemi<br />
diye nitelerler. Nazarın istiğrak âlemine çevrilmesi,<br />
Hak kapısının açılması demektir. Derviş,<br />
erenler nazarıyla canını heyecandan buhrana,<br />
buhrandan vecde, vecdden istiğraka doğru kademe<br />
kademe arıtarak mana kapısına dayanır. Tam<br />
bu noktada kapıyı çalanın liyakatini onayan Hak<br />
nazarı devreye girer; kapı açılır ve yolcu Hakk’ın<br />
manalar hazinesine girer:<br />
Hak’dan nazar oldı bana Hak kapusın açar<br />
oldum<br />
Girdüm Hakk’un haznesine dürr ü gevher saçar<br />
oldum 208/1<br />
Hakikat kapısı açıldıktan sonra canın can gözüne<br />
düşen nur, erenler nazarından değil, Hak<br />
nazarından gelir. Bu aşamada yolcu artık Hak erlerinden<br />
biri hâline gelerek velayete erer. Velilik,<br />
Hak yolcusunun manevi rüştünün onanması demektir.<br />
Hak yolcularının iki doğumu vardır. İlki<br />
beşerî doğum, ikincisi de Mevlana’nın tabiriyle<br />
aşk annesinden doğumdur. Mevlana, “Biz aşk<br />
çocuğuyuz, aşk annemizdir bizim” derken Hak<br />
yolcularının asıl annelerinin aşk olduğuna vurgu<br />
yapar. Manevi rüşt diye adlandırdığımız velayet,<br />
işte bu aşk çocuklarının rüştüdür. Bu aşamada<br />
veli, iki haneye sahip olur. İlk hane hisler âlemi<br />
olan dünya hanesi, ikincisi hislerin uykuya yatıp<br />
canın uyandığı gayb hanesidir. Bu noktada iki<br />
hane birbirine bağlı olmakla birlikte aralarında<br />
ebat farkları olduğundan nispetleri yine zerre ve<br />
küre gibidir. His evini aşk suretleri, can evini aşk<br />
siretleri doldurur. Daha doğrusu veli, bu âlemdeki<br />
suretlerin aşk suretleri olduğunu, can evindeki<br />
aşk siretleriyle karşılaşınca fark eder. Zaten velinin<br />
bu farktan sonraki macerası, âlem suretlerine<br />
aşk nazarıyla bakarak onların hangi aşk siretlerinin<br />
görüntüleri olduğunu kavratmaktır. <strong>Yunus</strong>’un<br />
“gideridim yol sıra yavlak uzamış bir ağaç” dizesiyle<br />
başlayan şiiri, bu bilinçle okunduğunda bize,<br />
üçüncü lisan olan hâl dilinin sırlarını açar.<br />
Hak yolcusu hakikat evine girdiğinde, aşk siretlerini<br />
aşk suretlerine dönüştürmek için kudret<br />
nazarının sayesi altında özü aşk ve şevk olan yeni<br />
bir lisan talimi yapar. Kudret nazarı, vücut şehri<br />
üstündeki zulmet perdesini yırtarak varlığı asıl<br />
çehresiyle gösteren Hak nurudur.<br />
Ol dost benden yana hîç bilmezin niçe bakdı<br />
İş bu vücûd şehrine bir hoş nazar bırakdı 363/1<br />
Vücut şehrinin merkezi kalp olduğu için, bu<br />
hoş nazar kalbi hedef alır. <strong>Yunus</strong> bu nazarı, her<br />
an binlerce can alan ve cümle âşıklara kıyan bir<br />
nazar olarak niteler. Lakin buradaki can alma,<br />
can verme, âşıklara kıymak da âşıkları kayırmak<br />
anlamındadır. Bu bağlamda söylenen şeyleri daima<br />
çifte dil ile okumak lazımdır. Lakin çifte dilin<br />
birbiriyle tenasüp hâlinde değil tezat hâlinde yürüdüğünü<br />
de bilmek lazımdır. Çünkü çifte dilin<br />
temelinde algı zıtlığı yatar. Bu inceliğe dikkat<br />
edilmezse âşığın Hak kapısını açtığı demden sonra<br />
kullandığı “ben” zamirinin tuzağına düşülür.<br />
Âşığın Hak nazarına erdikten sonra ben demesiyle<br />
o kapıdan gafil olanın ben demesi aynı şey<br />
değildir. Biri masal dili dediğimiz gündelik dille,<br />
diğeri metaforik dediğimiz irfani dille konuşmaktadır.<br />
Gündelik dilin beni, söyleyeni işaret<br />
ederken, irfani dilin beni söylettireni işaret eder.<br />
Dolayısıyla irfani dilde ben zamiri hüve yani o<br />
makamındadır. Bu durumda ben’i o, benem’i<br />
odur diye okumak lazımdır. Böyle okunmazsa algısı<br />
gündelik dil düzeyinde gezinen bir yorumcu,<br />
aşağıdaki beyitteki söz dizimini, kendi akıl ipine<br />
dizerek <strong>Yunus</strong>’u “Tanrı” yahut “kendini Tanrıyla<br />
bir tutan” bir sufi olarak takdim edebilir. Ne idrak,<br />
ne irfan!... Daha arifin kullandığı ben zamirini<br />
çözemeyenlerin, ariflerin zamirinden haber<br />
vermeleri mümkün müdür Evet, <strong>Yunus</strong>’un sözleri<br />
bir dil olayıdır, ancak lisan anlamında değil<br />
gönül anlamındaki dil olayı.<br />
Kün deminde nazar iden bir nazarda dünyâ<br />
düzen<br />
Kudretinden han döşeyüp ‘ışka bünyâd uran<br />
benem 193/3<br />
Ve ulu nazar<br />
Sufilerin irfan makamına erdiklerinde kullandıkları<br />
ben zamiri, parça olan ben’in bütün<br />
olan o’da fani olmasından sonra kullandıkları<br />
ben’dir. Tıpkı okyanusa düşen bir damlanın okyanusa<br />
düştükten sonra damla değil, okyanustan<br />
bir damla olması gibi. Artık o damla okyanustur.<br />
26<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
İşte âşığın Hakk’ın hakikat okyanusuna dâhil<br />
olduktan sonra ben demesi, benliği değil oluk’u<br />
ifade eder. Hak kapısının kendine açıldığı âşık,<br />
izafi zaman ve mekân perdeleriyle kapalı gölge<br />
ben düzeyinden, zaman ve mekân perdelerinin<br />
yırtıldığı mutlak ben düzeyine geçer. Bu geçiş,<br />
Hak âşığının mevcut beş duyusunun, bu duyuların<br />
aslı olan mutlak beş duyuyla yer değiştirmesi<br />
anlamına gelir. Artık bu duyular benlik duyuları<br />
değil, oluk duyularıdır. Bu durumda âşık, olmuşun<br />
zaman ve mekân algısından, oluşun zaman<br />
ve mekân algısına geçer. İlkinde takvime dayalı<br />
bir algı varken ikincisinde tekvine dayalı bir algı<br />
vardır. Tekvin “kün=ol” emrinin surete bürünmesi<br />
ve varlık olarak görünmesidir. İşte âşık, <strong>Yunus</strong>’un<br />
tabiriyle Hak kapısını açar olunca, tekvini takvime<br />
dayalı algılamaktan kurtulur ve tekvini oluş hâlinde<br />
görür. Başka bir ifadeyle aklın küçük âleminden nazarın<br />
ulu âlemine geçerek ulu nazar sahibi olur.<br />
Âşık ulu nazara erince bizim geçmişte olup bitmiş<br />
sandığımız her şeyi, oluş hâlindeyken görür.<br />
Bu görüş Hak’ta seyir makamına tekabül eden bir<br />
görüştür. Ulu nazarın önce ve sonrayla bir işi olmadığı<br />
için öncesiz ve sonrasız bir bakıştır. Âşık<br />
bu nazarla bakınca bidayeti de görür, kıyameti de<br />
görür. Âdem’in topraktan Ya Hay diye canlanmasını<br />
da görür, İbrahim’in Nemrut mancınığıyla oda<br />
atılışını da görür. Bu nazar altında varlık kisvesi<br />
giyen her olay ve olgu, âşığın ulu bir an içinde<br />
seyranı olur.<br />
Ulu nazar, âşığın sancılı bir sürecin bedeli<br />
olarak aldığı bir ödüldür. Bu nazar âşığın can kuşuna<br />
aşk pençesi vurduğu zaman onun ten yuvasını<br />
dağıtır. Bu safhada âşık nizam sandığı âlem<br />
kaosundan, kaos sandığı gayb nizamına geçerken<br />
tahammül edilmez şeyler yaşar. Âşığın bu safhada<br />
fırtınalı denizi esenlikle geçmesi için Hak nazarı<br />
bir lütuf kılavuzu olarak hep yanındadır. Ulu<br />
nazar olan dost nazarı, âşıkların canıyla temasa<br />
geçerek ümitsizlik ve yılgınlık gecelerini, güneşten<br />
yeğ bir güneşin ışığıyla aydınlatır. Dünya zindanında<br />
çürüyen teni ve ten hapsinde uyuyan canı diriltir.<br />
<strong>Yunus</strong>, ulu nazarın Hakk›ın ledün ilminden verdiği<br />
bir nasip olduğunu şu beyitler aracılığıyla sezdirir:<br />
Gel beri kulum diyüp kalbüne nazar salup<br />
Câm-ı ebedî sunup hayrân olasın birgün<br />
229/2<br />
Bu söz <strong>Yunus</strong>’a kandan kim vire haber cândan<br />
Meger kim ol lutf ıssı ana nazar eyledi<br />
354/10<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> bîkarâr şol hûb yüze intizâr<br />
Senden ayrılmaz nazar vardı yakıldı yandı<br />
400/5<br />
Ulu nazar aşk nazarıdır<br />
Ulu nazarın kaynağı, Hakk’ın kudret nurudur.<br />
Bu durumda ulu nazar, Hakk’ın kudret nuruyla<br />
bakmaktır. Kudret nuruyla bakmak da aşk siretlerini<br />
aşk suretlerine büründürmektir. Kudret<br />
nuru, ezelde aşk cevherine düşmüş ve bu iltifat,<br />
âlemleri aşk varlıklarıyla doldurmuştur. Bu varlıkların<br />
bir kısmı surete, bir kısmı da sirete bürünerek<br />
aşk manasını muhafaza etmişlerdir. Bu<br />
demektir ki aşkın hakiki manası, suret ve siretin<br />
bir araya gelmesiyle kavranır. Bu kavrayışın adı<br />
da ulu nazardır. Ulu nazara eren bir âşığın canı,<br />
Hak cemaline menzil ve Hak nuruna mazhar olur.<br />
‘Işk bir ulu nazar durur ‘âşık cânı dîdâr durur<br />
‘Işkı olmayan gönüller vîrânedür şâr olmadı<br />
386/5<br />
Ulu nazarın temelinde muhabbet ve merhamet<br />
vardır. Can bu nazarın sırrına erdiğinde<br />
Hakk’ın Celal ve Cemal sıfatlarıyla tecelli eden<br />
her mahlûkuna bir göz ile bakar. Bu gözde âlâ<br />
ve edna birleşir. Bu birleşmenin ortaya çıkardığı<br />
idrak, yukarıdan gelen “Bizim bir karıncaya<br />
ulu nazarımız vardır” sedasını, aşağıdakilere<br />
duyuran bir münadi kesilir. Bu nazara sahip<br />
olanlar Hak nazarına ermiş hiçbir varlığı yermezler.<br />
Aşkın nazara dönüşmüş hâli olan ulu<br />
nazarda öyle güçlü bir sevgi kudreti vardır ki,<br />
zulmün lisanı olan ateşle temas etse ateşi gülistana<br />
dönüştürür. Nemrut ateşinin İbrahim için<br />
gülistan olmasının temelinde bu hikmet yatar.<br />
Nemrut’un öfkesi ateştir, İbrahim’in merhamet<br />
ve muhabbeti de gül. Ateşi söndüren gül, bir ulu<br />
nazardır, alevler saçan ateş de yavuz nazar. Hâsılı<br />
Hak, ulu nazar kılınca öfke muhabbette yok olur,<br />
Nemrut İbrahim’de. Ateş gülde yok olur, kem nazarlar<br />
da ulu nazarda. ■<br />
27<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
MİLAY KÖKTÜRK<br />
Aşkın bilgesi<br />
sadece kendisini<br />
sevgiliye adama ve<br />
devretme imkânının<br />
yok edilmesinden<br />
endişe duyar. Ama<br />
aynı zamanda<br />
o, ümit yüklü bir<br />
bilinçtir. Ümit<br />
bitince aşk ya<br />
kâbusa ya da derin<br />
bir karamsarlığa<br />
dönüşür.<br />
Aşk üzerine sayısız şeyler yazılmış söylenmiş,<br />
ama bunların hiçbiri aşkı <strong>Yunus</strong><br />
gibi dile getirememiştir. Sayısız aşk yaşanmıştır,<br />
ama hiçbiri <strong>Yunus</strong>’un aşkına benzememiştir. <strong>Yunus</strong><br />
adı hep aşk ile anılır olmuştur. Lakin bu aşkı<br />
anlatmaya sıradan kavramlar yetmemiştir.<br />
<strong>Yunus</strong> “aşkın bilgesi”, <strong>Yunus</strong>’un aşkı “bilgenin<br />
aşkı”dır.<br />
Aşkın bilgesi, sayısız aşk kiplerini bilen, onlar<br />
arasından bilgece aşkı seçen, onu yaşayan,<br />
yaşatan ve bildiren kişidir. O her daim sevgiliye<br />
hasreti dile getirir ve onu anar. Sevgilinin adı,<br />
âşıkın dilinden düşmemelidir. O onu her vasıtayla,<br />
dağlarla, taşlarla, kuşlarla çağırmalıdır. Çünkü<br />
sevgili her şeyi kuşatmıştır ve her yerdedir.<br />
Çünkü her şey sevgidir ve sevgidendir. Dolayısıyla<br />
vasıta ayrımı önemini kaybeder. Sevginin<br />
ve sevgiliye seslenişin dili kelime dili değil evrensel<br />
bir dildir. Kelime dili o kelimeleri bilen-<br />
28<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ler için geçerlidir. Oysa her şey sevgiliyi çağırma<br />
vasıtası ise, o zaman bu vasıta herkes için ve<br />
her yerde geçerli bir vasıtadır. Orada birey kendi<br />
benliğinin tüm istemelerini aşk yolunda geride<br />
bırakmıştır.<br />
“Bana seni gerek” diyen bilge âşık, diğer<br />
tüm istek ve yönelimleri bir kenara iter. <strong>Yunus</strong>,<br />
örneğin “üç beş köşkle üç beş huriden ibaret”<br />
diye betimlediği cenneti istemez. Tanrı, cenneti<br />
isteyene verebilir. Ama <strong>Yunus</strong> sadece “O’nu” istemektedir.<br />
Diğer istemeler bu isteme karşısında<br />
ve yanında âdeta buharlaşır. Onun istemesi, başkası<br />
ve başka bir şey için değil, doğrudan aşk uğrunadır.<br />
Bu istemenin herhangi pratik karakterli<br />
bir sonucu da yoktur. O, saf bir istek; başka bir<br />
koşul tarafından belirlenmeyen ve etkilenmeyen,<br />
sadece aşk için ve aşk uğruna bir istektir. Hikmet<br />
ve hakikate vâkıf olanın gönlünde beslediği<br />
aşkın, yani bilgenin aşkının başka türlü olması<br />
da beklenemez.<br />
Sıradan aşkın doğasında tutku dolu bir yönelim<br />
vardır. Tutkunun tek hedefi sevgiliyi ele<br />
geçirmek, âdeta “zaptetmek”tir. Tüm duyguları<br />
ortadan kaldıran kör tutkuyla yüklü bilinç her<br />
şeyi sırf sahiplik için ister. Bu bakımdan, sıradan<br />
aşkın öznesi, sevgiliye zulmetmeyen ama doğası<br />
zalim olan bir bilinçtir. O, sevgiliyi ele geçiremediğinde<br />
büyük acılar çeker. Aslında bu acı ağır<br />
bir hayal kırıklığı ve derin bir boşluk demektir.<br />
Oysa bilgece aşk, yönelim nesnesiyle, sevgiliyle<br />
dopdolu ve onunla hemhâl olup kendisi olmaktan<br />
çıkmak ve değişip dönüşmektir. Sevgili ele geçirilmez,<br />
ona doğru bitimsiz bir yolculuğa çıkılır.<br />
Bilgece aşkta sevgili bizatihi varoluşunun izleriyle<br />
birlikte teneffüs edilir. Ona duyulan sevgi<br />
onun soyut varlığı yanında, varoluşunun tüm<br />
izlerini de kuşatır. “Yaratılan Yaratan’dan ötürü<br />
sevilir.” Bilgece aşkta ben ve öteki olmadığı, bu<br />
ayrım artık anlamını kaybettiği, ben, asıl varoluşunu<br />
ötekinde bulduğu ve öteki ile özdeşleşme<br />
üzerine kurduğu için, ele geçirilecek bir şey yoktur.<br />
Sadece, hemhâl olunamadıysa eğer, duyulan<br />
derin bir ıstırap vardır.<br />
Bilgece aşk ile varlığı ve varoluşu algılayan<br />
bilinç sevgili ile arasındaki tüm nedensel bağlantıları<br />
iptal etmiştir. O, Yaratan’a doğrudan ve<br />
nedensizce teslim olur. Bu doğrudanlık dua ve<br />
yakarışta kendini gösterir. Dua etmekle insan<br />
Tanrı’ya özgür iradesiyle teslim olmayı seçer.<br />
Aynı zamanda o, sınırının ve sınırlılığının da<br />
bilincindedir. Bu ise özgürlük yüklü aşk, aşkın<br />
özgürce açığa çıkışıdır. Bilge âşık sevgiliye kölece<br />
bir teslimiyetle teslim olmuş değildir. Çünkü<br />
kölece varoluş ikilikten kurtulamayıştır. Hep bir<br />
köle olan ve olunan var olacaktır. Bilgece aşkta,<br />
teslim olan kendi varoluşunu aradan çıkarır, sevgiliye<br />
“kurban eder” ve tüm varolanları sevgilinin<br />
varlığında eriterek varlığı başka türlü algılar.<br />
Aşkın bilgesi kendi eyleminin faili olmak bakımından<br />
yetkin bir öznedir. Onda akıl ve akılcı<br />
yetkinlik, yerini, kendini sevgiliye vakfetme<br />
duygusuna bırakır. Âşık sevgilinin yolunda “yanıp<br />
da tütmeme”ye hazırdır. Akılcı anlamda yetkin<br />
özne, eyleminin sonucunu da hesaplar. Bilge<br />
âşık ise olası sonucun neler olacağı konusuna<br />
yabancıdır. Bu bilinç kendi eyleminin mantıksal<br />
muhakemesini yapmaz. Çünkü o, kendi varoluşunu,<br />
sadece sevgili uğruna ve ona yönelme yükümlülüğü<br />
üzerine kurar. Diğer tüm yükümlülükler<br />
burada önemini kaybeder. İstemelerimizden<br />
dolayı kendimizi yükümlülük altında hissederiz;<br />
hatta hissetmekle kalmaz, yükümlülük<br />
altına sokarız. Ayrıca bunun mantıksal temelini<br />
de hesaba katarız. Bu, varlığımızın bir kısmıyla<br />
yönelmeyi anlatır. Oysa bilge âşık tüm varlığıyla<br />
“vuslat”ı hedefler. Onun için, başka bir varoluş<br />
biçimi hiç yoktur. Bu nedenle, başka varoluş<br />
kipleri anlamında yükümlülükler de söz konusu<br />
değildir.<br />
Bilge âşık kaygı doludur; ama onun endişesi,<br />
kendi varoluşunun anlamının ortadan kalkması,<br />
sevgiliden ebediyen ayrı düşmek, hatta ayrılığının<br />
bile bilincinde olamamaktır. Ona verilecek<br />
en büyük ceza, bedensel eziyet değil sevgili uğruna<br />
yanamamak, ham iken pişememektir. Aşkın<br />
bilgesi sadece kendisini sevgiliye adama ve devretme<br />
imkânının yok edilmesinden endişe duyar.<br />
Ama aynı zamanda o, ümit yüklü bir bilinçtir.<br />
Ümit bitince aşk ya kâbusa ya da derin bir karamsarlığa<br />
dönüşür. Aşkı besleyen ümittir. Çünkü<br />
sevgili fâni değildir. Elbet bir gün onun sesine<br />
kulak verecektir; zira öyle buyurmaktadır.<br />
29<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Mekânlar görünüştür. Onlar bizim yüklediğimiz anlam ve<br />
önemliliklerden daha fazlasına sahip değildir. Bilge âşığı<br />
kendinden geçiren, donmuş nesneler dünyasında bulduğu<br />
gerçeklik değildir. Orada zaten nesnelerden başka bir<br />
gerçeklik yoktur ve onlar en temel gerçeklik olarak kabul<br />
edilmez.<br />
Bu bakımdan aşkın bilgesi bitmez tükenmez bir<br />
ümit kaynağıdır ve yaşama iradesiyle yüklüdür.<br />
Onun söylemlerinde asla trajedi yoktur.<br />
Yaşama dünyası bilgesi olarak bilge âşık, teorik<br />
doğruları vazeden bir hakikat arayıcısı değildir.<br />
O, yaşama dünyasında olup bitenler karşısında<br />
doğru görüş, kavrayış ve doğru karar sahibi<br />
bir bilinçtir. Bilgelik, Kant’a göre teorik olarak<br />
ele alındığında en yüksek iyinin bilgisi, pratik<br />
olarak ele alındığında ise istemenin en yüksek<br />
iyiye uygunluğu anlamına gelir. İsteyen ben bir<br />
şeye göre ve bir şey için ister; adına istemde bulunduğu<br />
unsur şayet kendinde yatan bir istek veya<br />
sahiplik arzusu ise, bunun sadece kendisi için iyi<br />
olduğunu söylemek icap eder. Sırf öznel istekler<br />
yaşama dünyasını bencillik mekânı hâline getirir.<br />
Hâlbuki bu dünyadaki yaşama sürecinde<br />
müşterek iyi, özneler üstü ilkeler, yegâne kıstas<br />
olduğu takdirde bireysel benlik yerini diğergâm<br />
duruşa bırakır. Ötekilerle beraber ortak dünyanın<br />
huzur ve sükûnet limanına dönüştürülmesi,<br />
yaşama bilgesinin varlık nedenidir. Yani yaşama<br />
bilgesi özneler arası iyiyi gerçekleştirme peşindedir.<br />
Bilge âşık “arayan” bir bilinçtir; ama filozof<br />
gibi bitimsiz bir çabayla dıştakini değil, kendini<br />
ve dünyada olmaklığın hakikatini yine kendinde<br />
arayan bir bilinç! Varolandan daha deruni ve<br />
içsel olanı… Mekânlar görünüştür. Onlar bizim<br />
yüklediğimiz anlam ve önemliliklerden daha<br />
fazlasına sahip değildir. Bilge âşığı kendinden<br />
geçiren, donmuş nesneler dünyasında bulduğu<br />
gerçeklik değildir. Orada zaten nesnelerden<br />
başka bir gerçeklik yoktur ve onlar en temel<br />
gerçeklik olarak kabul edilmez. Onu kendinden<br />
geçiren, mekânları dolduran canların, bir ve aynı<br />
ilke etrafında halkalanarak tarihte tescil edilmiş<br />
ruhsal hakikati içten temaşa etmeleridir.<br />
Bilge âşık yaşama dünyasının hakikatini şekilde<br />
değil deruni özde görür. Yaşama dünyası<br />
sadece bir oyalanmadır. Orada şan ve şöhret arzusuyla<br />
dolu olmanın da anlamı yoktur. Hemen<br />
duyulan ölümle üç gün sonra duyulan ölüm arasında;<br />
“şan şöhret sahibi” olmakla “bir garip” olmak<br />
arasında herhangi bir fark bulunmaz. Ancak<br />
tüm dünya algısını bu minvalde oluşturabilmek<br />
için gönle hitap etmek gerekir. Çünkü içteki ben<br />
gönülden başka bir şey değildir. Dünyanın oyalayıcı<br />
olayları ise akla hitap eder. Dolayısıyla aşkın<br />
bilgesinin dünyayla bağlantısı gönül yoluyladır.<br />
Aşkın bilgesi iç deneyimi zenginleştirmeyi,<br />
varolanları ve varoluşu gönül gözüyle görebilmeyi,<br />
rehberliğini bu pencereden bakarak duygu<br />
zeminine taşımayı amaçlar. Görünüşte varolan<br />
sadece bir tezyinat yahut el değiştiren dekordur.<br />
Asıl varolan gönül ve gönül ehlidir. Görünenin<br />
arkasındaki görünmeyen, iç derinliğe, gönül<br />
zenginliğine hizmet ettiği ölçüde ilgi ve bilgi<br />
alanına girer. Kalıcı olan budur. Bilge kişiliğin<br />
en üst mertebesindeki veliler leyle-i kadir sonrasında<br />
unutulup gitmezler. Onların bilgece izleri<br />
hep devam eder. Aşkın bilgesinin dünyası başka<br />
bir dünyadır. O, fânilerin baktığı dünyayı gönlün<br />
açılıp kuşatma, büyüyüp serpilme mekânı kılmak<br />
ister. Aşkın bilgesi dünya içinde varolmakla<br />
birlikte bu dünyanın tutkunu değildir. O, bu<br />
oyalanma mekânında sevginin egemen olduğu<br />
bir insani dünya oluşturmaya çabalar ve böylece<br />
özsel varoluşunun doğasına uygun davranmış<br />
olur.■<br />
30<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
İnsan varlığı dünyaya ölüm ile kayıtlıdır. Gittiği yer ve yön bellidir; bunu<br />
değiştirmesi ya da bu gerçekten kaçınması söz konusu değildir. <strong>Yunus</strong><br />
bunu, “Dünyaya gelen gider bâki kalası değül” diye belirtir.<br />
VEFA TAŞDELEN<br />
Giriş<br />
Davranışlarımızı motive eden etkenler vardır. Bu<br />
etkenler ortadan kalktığında davranışlar da ortadan<br />
kalkar. Bu durumu ruhsal yaşantılarımıza, duygu,<br />
sevinç ve acılarımıza da uyarlayabiliriz. Sözgelimi<br />
rahatsızlıklarımızı motive eden nedenler ne kadar<br />
güçlü olursa ortaya çıkma aralığı da o derece sık<br />
olur; neden ortadan kalktığında davranış da söner.<br />
Bu tür rahatsızlıklarda davranışı motive eden en<br />
önemli etken, tehdit algısıdır. Tehdit algısı, korku ve<br />
kaygıyı tetikler. Tehdit algısı ortadan kalktığında kişi<br />
rahatlar. Bu tehdit, hastalık olabilir, ölüm olabilir,<br />
yakınlarımızı kaybetme korkusu olabilir, yoksulluk<br />
olabilir; kişinin ontolojik varlığını ve onurunu<br />
tehdit eden bir yaşantı olabilir. Davranışları motive<br />
eden nedenler ortadan kalktığında, tekrarlanma<br />
sıklıklarının azalmasını ve giderek ortadan<br />
kalkmasını da bekleyebiliriz. Bu olgular bir çözüme<br />
kavuştuğunda kişi kaygı ve korku durumundan<br />
uzaklaşır, rahatlar. Tehdit algısının derecesi önemlidir.<br />
Sağlık ve hastalık bu çizgide ortaya çıkar. Güven<br />
altında olduğumuz düşüncesi, gerçek sağlıktır. Bunu<br />
anne ve babamızın koruyuculuğu altında olduğumuz<br />
çocukluk yıllarında zaman zaman hissetmişizdir.<br />
Pazar yerinde annesini kaybeden bir çocuğun<br />
feryadı, kaybetme korkusuna iyi bir örnektir. Anne<br />
ve babanın koruyuculuğu, çocuktaki tehdit algısını<br />
en aza indirger, onu rahatlatır, sakinleştirir. Derin<br />
uyku bu rahatlığın eseridir.<br />
Ruhsal ve mental rahatsızlıkların en önemli<br />
nedenlerinden biri, dış dünyanın ihtişamı karşında<br />
oluşan yetersizlik duygusudur. Bu da tehdit algısına<br />
paralel bir şekilde ortaya çıkar. Kişiyi bu duyguya<br />
sevk eden şey, rekabet duygusu ve olduğundan<br />
daha iyi olma ihtiyacıdır. Bu da içsel gerilimlere,<br />
zorlanmalara, kırılmalara neden olur. Bu özelliğe<br />
en ileri derecede sahip olan günümüz insanı, her<br />
zamankinden daha gergin ve endişeli görünmektedir.<br />
Üstelik onun endişesi, iç dünyadaki bir ilke ve<br />
prensibe yönelik değil, tümüyle fethedemeyeceği,<br />
karşısında yenilgiye uğrayacağı değişkenler<br />
karısında, pratik dünyaya ilişkindir. İnsan, bu<br />
dünyada kendi gölgesiyle savaşıyor gibidir. Kendini<br />
ifade edebileceği, kendini gerçekleştirebileceği<br />
biricik alan olarak bu dünyayı görmektedir. Varoluş,<br />
hayata doğru akacak şekilde kurulmuştur. Meyil,<br />
31<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
hayata doğrudur. Bu meyil giderek bir dünyaperestlik<br />
haline dönüşme riski de taşır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin,<br />
korku ve kaygı durumları karşısında öne çıkardığı ve<br />
“transsendental terapi” olarak adlandırabileceğimiz,<br />
temelini aşkın olanda bulan sevgi ve umut hali, içkin<br />
evrenden gelen korku ve kaygıların giderilmesinde<br />
temel bir iyileşme durumunu ifade eder. Onun<br />
verdiği, her şeyin Tanrı’nın güvencesi altında olduğu<br />
duygusu, varoluşun en büyük sigortasıdır. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> bize, bu dünyanın gerçeklikleri dışında başka<br />
dünyaların kapılarını açar. Bu da, makale içinde<br />
“varoluşsal daralma” olarak adlandırdığımız ruh<br />
halini genişletir, verdiği güven ve iyimserlik hissi ile<br />
sevgiyi, sevinci ve umudu temel bir varoluş biçimi<br />
haline getirir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de, metaforik bir ifade ile<br />
söyleyecek olursak, anne ve babanın çocuğa verdiği<br />
güvenin yerini Tanrı’nın güvencesi alır. Eğer Tanrı<br />
ile ilişkimiz sevgi temeline dayalı ise artık hiçbir<br />
tehdidin önemi kalmaz bizim için. Bunu çağrıştıracak<br />
şekilde, “Nitekim ben beni bildüm yakın bil kim<br />
Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncaydı şimdi<br />
korkudan kurtuldum / Ben imdi kimden korkayın<br />
korkduğum ıla yar oldum” der. [1] Bu mutlak güveni<br />
yakalayınca hiçbir tehdidin önemi kalmaz. “Ebedi<br />
var olma” güvencesi, zamanın dar duvarlarını yıkar,<br />
varoluşun sınırlı dünyasını sonsuzlaştırır. Bu ruh hali<br />
içinde dünya hayatına ilişkin endişeler aşılır. Güven<br />
altında olmak, kişiyi kaygı ve korkudan arındırır,<br />
sevince ve umuda sevk eder.<br />
Aşağıdaki makalede, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerinde<br />
ortaya çıkan transsendental terapinin bazı temel<br />
ilkeleri belirginleştirilmeye çalışılacaktır. [2]<br />
Transsendental terapiyi, manevi esenlik, aşkın<br />
sağaltım, manevi şifa, sonsuz iyileşme hali olarak<br />
karşılayabiliriz. Metin okunup bitirildiğinde,<br />
ona isteyen istediği gibi bir isim verebilir,<br />
“transsendental terapi” ifadesine istediği şekilde<br />
bir karşılık bulabilir. Bu makalede transsendental<br />
terapinin ne olduğunu sorgulanmayacak, ne anlama<br />
geldiği konusu üzerinde durulmayacak, daha çok<br />
bu olumlu varoluş duygusunun, bu varoluşsal<br />
1. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, haz. Faruk K.<br />
Timurtaş, Tercüman Yayınları, İstanbul, Tarihsiz, s. 103.<br />
2. Bu makalede, “Augustinus ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de İç-<br />
Ben Alanı” başlıklı yazımızın kavramsal çerçevesinden<br />
yararlanılmıştır. (Bkz. Başka Psikiyatri ve Düşünce<br />
Dergisi, yıl: 2011, sayı: 7, s. 197-229).<br />
bağlanmanın, ruhsal ve zihinsel süreçlerin, içsel<br />
enerjinin yeniden yapılandırılması üzerindeki etkisi<br />
üzerinde durulacaktır. Bu ifade en açık anlamıyla,<br />
“manevi” olanın zihinsel ve ruhsal süreçlerin yeniden<br />
şekillenmesindeki dönüştürücü, iyileştirici ve<br />
sağaltıcı etkisine işaret etmek üzere kullanılacaktır.<br />
Bu anlamıyla bir bakıma, manevi desteğe, manevi<br />
şifaya, manevi güce işaret eder. Ama yalnız bu dünya<br />
ile sınırlı bir dönüşüm değildir, eğer öyle olsaydı<br />
“aşkın” (transsendental) olmazdı. O, egzistansın<br />
ruhuna dolan, kaynağını aşkın evrenden alan ve kişiyi<br />
“içkin” (immanent) olan karşısında dirençli kılan bir<br />
sevinç ve esenlik soluğudur. Ama burada şöyle bir<br />
soru da sorulabilir, sorulmalıdır da: Kierkegaard’un<br />
deyişi ile, iki varoluş arasındaki ilişki olan birey ve<br />
Tanrı arasındaki sevgi temeline dayalı ilişki, bir zaman<br />
ve mekân içinde, sonlu ve sınırlı bir hayatı yaşamaya<br />
yazgılı olan ekzistansın tehlikelerden, belalardan,<br />
varoluşsal acılardan kurtulduğu anlamına mı gelir;<br />
bunu söyleyebilir miyiz Gerçek şudur: Dünya<br />
insanın çeşitli acılar yaşayacağı, çeşitli sıkıntılara<br />
gireceği bir yerdir. Bundan kaçınamaz. Ama yine<br />
de onun, hastalık, ayrılık, ölüm gibi varoluşun sınır<br />
durumları ile karşılaşması, umutsuzluğa düştüğü<br />
anlamına gelmez. Tanrı ile olan ekzistansiyel bağ,<br />
ona metafizik bir sıçrama yaptırır ve ölüme giderken<br />
bile ölümsüz olduğu inancıyla kendisini besler,<br />
sonsuzluk verir. <strong>Yunus</strong>, bu söylenenleri pekiştirecek<br />
şekilde şunları söyler: “İy pâdişah iy pâdişah her<br />
dem işin düze-durur / Dünya anun bustânıdur<br />
sevdüğini üze-durur… Canlar bâki değül tende di<br />
birkaç gün geze-durur.” [3]<br />
1. Varoluşsal Daralma: Kaygı<br />
“Çalab viribidi bizi var dünyayı gör görün diyü”<br />
mısraında [4] <strong>Yunus</strong>, insanın dünyada olma durumunu,<br />
zaman içinde bir “görünme” olarak niteler. Ona göre,<br />
insan, ömrü, ruhu ve bedeni ile dünyada bir görünüşe<br />
çıkmadır. Ten, can, bu dünyadaki görünme biçimidir.<br />
<strong>Yunus</strong>, şiirinde bu görünmenin anlamını anlamaya<br />
çalışır. Ama bu hal yalnız dünyada görünmek değil,<br />
dünyayı görmektir de. Dünyada nasıl göründüğümüz<br />
ve dünyayı nasıl gördüğümüz önemlidir. Yukarıdaki<br />
mısraın devamında, <strong>Yunus</strong>, dünyada olmaktan<br />
edindiği izlenimi şu şekilde dile getirir: “Sorun<br />
taptuklu <strong>Yunus</strong>’a bu dünyadan ne anladı / Bu<br />
3. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 76.<br />
4. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 84.<br />
32<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
dünyamın kararı yok sen neyimiş ben neyimiş.” [5]<br />
Kişi bu “kararsızlık” yurdunda varoluşun doğasına<br />
ilişkin bir anlayış elde edemez, varolmanın anlamına<br />
ilişkin temel bir kavrayışa ulaşamaz.<br />
İnsan varoluşu, gerçeklik ve metafizik alan içinde<br />
ortaya çıkar. Gerçeklik ve metafizik alan ayrımına<br />
paralel olarak çeşitli söyleyişler vardır. Bunlardan<br />
biri “suret nakışı” ve “mana”, bir başkası da “zahir”<br />
ve “batın” ifadeleridir. Aşk manadır, içtir, hakikattir.<br />
Suret nakşı ise gerçeklik alanıdır. Gerçeklik alanı<br />
oluş ve bozuluş alanıdır. Buraya gelen gider, konan<br />
göçer; istikrar bulunmaz. Dünya, bir kararsızlıklar<br />
yurdudur. Gerçeklik alanı, ruhen ve bedenen,<br />
insanın içinde yaşadığı, doğumla birlikte kendisine<br />
bağlandığı ve ölümle birlikte kendisinden ayrılacak<br />
olduğu alandır. Bu alan bize doğrudan kendini sunar,<br />
gösterir. Fiziksel olarak, duyusal olarak, algısal<br />
olarak kendisiyle ilgi ve iletişim kurabileceğimiz<br />
şekilde mevcuttur. Bu dünya insana o kadar gerçek<br />
ve biricik görünür ki, kimi zaman bu niteliklerin<br />
dışında kalan duyularımızla algılayamadığımız,<br />
kendisiyle fiziksel temas içine giremediğimiz<br />
metafizik bir alanın olabileceği aklımıza bile<br />
gelmez. Sözgelimi, Camus onu “biricik gerçeği”, [6]<br />
Nietzsche ise insanın kesinlikle kendisine “bağlı<br />
kalması gereken” [7] bir alan olarak niteler; daha ötesi<br />
yoktur. Ama insan hastalık, ayrılık, savaş, ölüm ve<br />
haksızlıkla karşılaştıkça, farklı düşünme tutumları<br />
da geliştirir. Buna göre gerçeklik alanı, bir noktadan<br />
sonra, dünyasal varoluş için yeterli gelmemeye,<br />
farklı evrenlerden esecek serinletici bir rüzgâra, bir<br />
nefese, bir esenliğe ihtiyaç duymaya başlar. Böylece<br />
önünde metafizik evrenin kapıları açılmaya başlar.<br />
Metafizik evren, insanın duyu ve algı sınırının<br />
dışında kalan, ama insanın duyusal yolla değil de<br />
düşünce ve inanç bağıyla kendisiyle iletişime geçtiği<br />
bir alandır. İnanç konuları, genel anlamda metafizik<br />
alana ilişkindir. <strong>Yunus</strong> ruh, gönül ve iç-ben olarak,<br />
metafizik alanla ilişkisi temelinde varoluşu yorumlar.<br />
“Aşk” dediği duygusal ve varoluşsal yaşantı,<br />
metafizik alana olan bağlılığı ifade eder öncelikle.<br />
<strong>Yunus</strong>, hayatın anlamını, güzelliğini, sevginin,<br />
5. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 85.<br />
6. Albert Camus, Denemeler, çev. Vedat Günyol,<br />
Sebahattin Eyüboğlu, Çan Yayınları, İstanbul, 1960, s. 66.<br />
7. Friedrich Nietzsche, Zerdüşt Böyle Buyurdu, çev. Turan<br />
Oflazoğlu, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul,<br />
1989, s. 7.<br />
aşkın, hoşgörünün ve diğer insani değerlerin<br />
kaynağını bu metafizik bağlanmadan türetir. Bu<br />
bağlanmanın temelini Tanrı inancı oluşturur. Bunun<br />
yanında sonsuzluk, ruhun ölümsüzlüğü, ebedi yaşam<br />
gibi kavramlar da metafizik bağlanmanın diğer<br />
boyutlarıdır. <strong>Yunus</strong>, içkin hayatı, duyularımızla<br />
kavradığımız dünyayı, gönlümüzle, ruhumuzla<br />
kendisiyle vaoluşsal bir bağ içinde olduğumuz<br />
metafizik alanla anlar, varoluşun anlamını oradan<br />
türetir.<br />
Bu iki alana ilişkin “gerçeklik kaygısı” ve<br />
“metafizik kaygı” diyebileceğimiz iki tür kaygı<br />
vardır. Gerçeklik kaygısı, gerçeklik alanından gelir,<br />
gerçeklik alanına ilişkindir; geçim derdi, gelecek<br />
tasası, kaybetme duygusu, hastalık korkusu, vb.<br />
Bu endişe biçimi, belili yaş eşiğinin altındaki<br />
kişilerde daha çok görülür. Bu kişiler genellikle<br />
beden merkezli bir hayat yaşarlar, acıyı ve ıstırabı<br />
yeterince tanımazlar. Bu nedenle hastalık ve ölüm<br />
korkusu kendilerinde çok güçlüdür. En çok sağlıklı<br />
oldukları anda bile “keşke hatalık olmasaydı”, en<br />
çok mutlu oldukları anda bile “keşke sevdiklerimizi<br />
yitirmeseydik” diye düşünürler. Bir yanlarıyla<br />
boşlukta gibidirler, bunun rahatsızlığını yaşarlar.<br />
Kazanma, ele geçirme ve sahip olma tutkuları<br />
oldukça güçlüdür. Daha çoğuna sahip olma isteği<br />
kendilerini yorar, kazandıkça dünyaya olan açlıkları<br />
çoğalır. Dünyaya olan düşkünlükleri, kendilerinde<br />
kaybetmeye karşı bir korku oluşturur. İster zengin,<br />
ister yoksul olsun, geçim endişesi bir şekilde kendini<br />
hissettirir. “Daha çoğuna nasıl sahip olabilirim”,<br />
“Servetimi nasıl çoğaltabilirim”, “Sahip olduklarımı<br />
nasıl koruyabilirim” gibi sorular kendilerini meşgul<br />
eder. Sahip olamadığı nimetlerden dolayı hırslanırlar,<br />
sahip olanlara özenirler.<br />
Metafizik kaygıda ise gerçeklik alanını aşan,<br />
metafizik alana ilişkin sorulardan kaynaklanan<br />
endişeler söz konusu olur. Bu alana ilişkin korku<br />
ve kaygıda daha çok insan varlığının aşkın alana<br />
ilişkin dini ve felsefi nitelikli bağlantıları öne çıkar.<br />
Sorgu, hesap, cennet, cehennem gibi karşıt durumlar,<br />
kişiyi endişelendirir. Özellikle belirli bir yaş eşiğini<br />
aşmış olan kişilerde bu endişelere daha çok rastlanır.<br />
“Sonumuz ne olacak bizim”, “Tanrı’nın huzuruna<br />
nasıl çıkacağız”, “Hesabımız nasıl kesilecek”<br />
gibi. Kişi, bu noktada sürekli kendi yetersizliğini<br />
duyumsar. Pişmanlık duyar. Olduğundan daha iyi<br />
olamadığı için kendisini suçlar.<br />
33<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Bütün bu endişelerin temelinde insanın özgürlüğü<br />
ve bundan kaynaklanan geleceğin belirsizliği<br />
durumu vardır. Kaygılı olma hali, özgürlük ve<br />
beraberinde gelen belirsizlikten beslenir. Eğer<br />
gelecek açık ve belirgin olsaydı, kişi ne olacağını,<br />
ne yapıp nereye gideceğini bilseydi, bu tür soruları<br />
sorması için de bir neden kalmazdı. Endişe, hep<br />
bir özgürlük ve belirsizlik durumundan beslenir.<br />
Gerçeklik alanına ilişkin korku ve kaygı durumunda,<br />
kişi eninde sonunda korktuğu ve kaygılandığı<br />
durumlarla karşılaşır. Jaspers’in “varoluşun sınır<br />
durumları” (Grenzsituationen) dediği [8] her bir<br />
bireyin ister istemez yüzleşeceği acı yaşantıları<br />
ve tabii ki “varoluşun son imkânı” [9] olan ölüm,<br />
eninde sonunda gerçekleşecektir. Gerçeklik alanı,<br />
kaygının yurdudur. Geleceğin belirsizliği karşısında<br />
endişelenme, bir noktada gerekçesini bulur. O<br />
da insanın seçen, tercih eden, özgür bir varlık<br />
oluşudur. İnsan farklı davranış biçimleri arasında<br />
tercih yapma hakkına ve gücüne sahip bir varlık<br />
olmasaydı, o zaman bir bitkiden farkı kalmazdı; bu<br />
durumda kaygı duyması için de bir neden kalmazdı.<br />
Kaygı duyulacak her bir konunun temelinde insanın<br />
farklı bir varoluş biçimini tercih edebilme gücü<br />
vardır. <strong>Yunus</strong> da, aslında kimi zaman bir nasihat<br />
niteliği taşıyan mısralarında, insanın olgunlaşma ve<br />
olduğundan daha iyi olabilme ödevi üzerinde durur;<br />
iç-benlik’ten söz ederken bu olasılıktan hareket<br />
eder. Dünya hayatı, bir ihtimaller alanıdır. Kişi, bu<br />
ihtimaller arasından kendini seçecek, kendi varoluşu<br />
konusunda karar verecektir. Belirsizliğe şekil<br />
vermek, onu kendi kararıyla şekillendirmek insana<br />
kalmıştır. Bu belirsizlik durumu da gerçeklik korku<br />
ve kaygısını besler. Metafizik korku ve kaygıda da<br />
aynı durum söz konusudur. Onda da sonsuz hayata<br />
ve hesap gününe ilişkin kaygı duyulur. Bu alanda<br />
da hiçbir şey kesin değildir. Ne olursa olsun, kendi<br />
çabaları sonucu kendi kurtuluşunu kesinlemiş bir<br />
kişiye rastlanmaz. Sonsuz yaşama ilişkin belirsizlik<br />
de korku ve kaygı durumunu tetikler. Böylece<br />
insan, eğer farklı bir tutum geliştiremezse, yaşadığı<br />
olasılıklar evreninde, korku ve kaygının yuvası<br />
haline gelir.<br />
8. Karl Jaspers, Einfürhrung in die Philosophie,<br />
Piper, München, Zürich, 1953, s. 18.<br />
9. Martin Heidegger, Sein und Zeit, Max Niemeyer Verlag,<br />
Tübingen, 1967, s. 260, vd.<br />
2. Varoluşsal Genişleme: Umut<br />
Metafizik alana geçişte fanilik bilincinin önemli<br />
bir yeri vardır. Kişi fanilik bilincine ulaşırken<br />
metafizik alana giden yola da girmiş olur. Fanilik<br />
bilincine ulaşmak önemli bir eğitim, önemli bir<br />
bilgelik, önemli bir “erme”dir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre<br />
kendi faniliğini bilmeyen kişi, kendini de bilmez,<br />
kendilik bilincinden de yoksundur. [10] Bu, katı bir<br />
“cahillik” türüdür.<br />
Kişi gerçeklik kaygısını ancak metafizik sıçrama<br />
ile aşabilir. Metafizik sıçrama, en anlaşılabilir<br />
şekliyle, yeryüzündeki, gerçeklik alanındaki varoluşu<br />
metafizik bir ilkeye bağlamaktır. Bu metafizik ilgi<br />
ilerlemiş aşamalarda sevgiye dönüşür. Zira gerçeklik<br />
alanından başlayarak bir üst benliğe doğru ilerleyen<br />
kişi, metafizik ilke ile olan varoluşsal bağlarını<br />
keşfeder. İşte bu sevgi aşaması, ona bağışlayan, hoş<br />
gören, fedakârlık yapan, dünya düşkünlüğünden<br />
uzak duran erdemli bir kişi olma özelliği kazandırır.<br />
Bu özelliklerle birlikte gerçeklik alanına ilişkin kaygı<br />
da azalır. Şöyle der <strong>Yunus</strong>: “Dünyalığum yokdır<br />
dime bu gussayı öküş yime / Ma’şukı ger sevdün-ise<br />
gider gönlündeki gamı.” [11] Dünya rızkı nedeniyle<br />
kaygı duymak yersizdir. Cümle rızıklar Tanrı’nın<br />
nimetleridir. O, rızkı verendir. “Dün ü gün kaygular<br />
yirsin n’idiyeyin yoksulın dirsin / Ol cömerddür<br />
rızkun virür kaygu yimek nendür senün” [12] Bu<br />
yaklaşımın en güzel ifadesi, “yağma olsun” redifli<br />
şiiridir. Fedakârlık, feragat, iç dinginlik, kaygıdan<br />
kurtulmuşluk ve metafizik bağlanmışlık bu şiirde en<br />
üst düzeyde ifadesini bulur.<br />
İnsan varlığı dünyaya ölüm ile kayıtlıdır. Gittiği<br />
yer ve yön bellidir; bunu değiştirmesi ya da bu<br />
gerçekten kaçınması söz konusu değildir. <strong>Yunus</strong><br />
bunu, “Dünyaya gelen gider bâki kalası değül”<br />
diye belirtir. Korku ve kaygının en büyük nedeni,<br />
ölüm gerçeğidir. Ölüm bir yanıyla gerçeklik, bir<br />
yanıyla metafizik alana aittir. Ama tümüyle bireyin<br />
varlığı, varoluşu ile ilgilidir. Ölüm bir son mudur,<br />
yoksa başlangıç mı Gerçeklik alanı sonluluk ve<br />
yok olma halleriyle kişiye umutsuzluk verir. <strong>Yunus</strong>,<br />
ölümün ne olduğunu, insanlara ne yaptığını, ölüm<br />
haliyle insanın uğradığı temel dönüşümü gerçekçi<br />
bir bakış açısıyla betimler. [13] Ölümün halleri, bu<br />
10. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 79.<br />
11. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 160.<br />
12. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 92.<br />
13. Bkz. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 74, 75.<br />
34<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
akış açısından büyük bir çöküntü ve karamsarlık<br />
yaratır, insanı umutsuzluğa sevk eder. Zira insan<br />
varlığının ortadan kalkması, sona ermesi söz<br />
konusudur. Ölüm karşısında, korku bir refleks olarak<br />
kendini hissettirir. Kişi ölümden korkar, irkilir. Bu<br />
onun doğasında olan bir duygudur. Korku, varlığın<br />
ve soyun devamı açısından gereklidir, önemlidir.<br />
Kişi, korkuyla varlığını korumayı öğrenir. Ama<br />
ölüm, korumanın kalktığı, korumanın yetmediği bir<br />
durumdur. Kişi bu noktada yapacak bir şey bulamaz.<br />
Bu gerçek karşısında varoluşun ne olacağına ilişkin<br />
soru, kaygı ve korku nedeni olara ortaya çıkar.<br />
Bu kaygı, <strong>Yunus</strong>’un şiirinde şu şekilde dile gelir:<br />
“Korkadurun ölümden cümle toğan ölmişdür.”<br />
Bir başka şiirinde de şöyle seslenir: “İy yaranlar<br />
iy kardaşlar korkaram ben ölem diyü / Öldümi<br />
kayırmazam itdüğüğmü bulam diyü.” [14] Gerçeklik<br />
alanı içinde, salt bu alandan türeyen bir umuda yer<br />
yoktur. Zira her umut, bir yıkımla son bulur. Sonlu<br />
ve sınırlı bir varlık içinde bir tükeniş, adım adım<br />
gerileyiş söz konusudur. Gerçeklik alanının beden<br />
öncelikli yaşamı, her zaman yaşlanmayı, hastalığı<br />
ve ölümü daha yakından hisseder. Zira beden ölümlü<br />
bir unsurdur. Ölüm ona yöneliktir. Varoluş, bedensel<br />
gerçeklikle tanımlandığında, ölüm aşılmaz bir engel<br />
olarak ortaya çıkar.<br />
Dünyaya gerçekçi bir şekilde bağlananlar, en<br />
sonunda hayatın bu katı gerçeği ile yüzleşirler.<br />
Burada umuda yer yoktur. Metafizik bakış, sonsuzluk<br />
anlayışı ile kişiyi umutsuzluktan ve karamsarlıktan<br />
kurtarır, umut ışığı olur. Metafizik tutum, insanı<br />
bu katı gerçeğin ötesine taşır. Bu alan, sonsuzluk<br />
alanıdır. Kişi bu gerçeküstü durumda umuda<br />
ulaşabilmektedir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, şiirlerinde, korku,<br />
kaygı ve umutsuzluk biçimlerine karşı, gerçeklik<br />
alanının dışından, metafizik alandan, bir bakış açısı<br />
getirmeye, farklı bir tutum geliştirmeye çalışır. İşte<br />
umutsuzluğa karşı umudu, kaygıya karşı sevinci<br />
öne çıkaran, metafizik bakış açısıdır. Kaygının<br />
ve korkunun yenilmesi ölümsüzlük öğesiyle<br />
mümkündür. <strong>Yunus</strong>, “Ko ölüm endişesin âşık ölmez<br />
bâkıdür / Ölüm âşıkun nesi çün nûr-ı ilâhidür…<br />
Ölmekten ne korkarsın çünki Hakk’a yararsın /<br />
Bil ki ebedi varsın bu söz fâsid da’vidür” derken<br />
korku ve kaygıyı gidermeye çalışır. Aynı duygu şu<br />
mısralarda da dile gelir: “Ma’ni eri bu yolda melul<br />
olası değül / Ma’niyi tanıyan gönüller hergiz ölesi<br />
14. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 73, 128.<br />
değül / Ten fânidür can ölmez gidenler girü gelmez<br />
/ Ölür ise ten ölür canlar ölesi değül.” [15] Sonsuzluk<br />
sıçraması, ölüm karşısında duyulan kaygıyı yok<br />
eder, varoluşsal daralmayı genişletir. Bu önemli bir<br />
tutumdur. Bu bilişsel dönüşümü gerçekleştiren kişi<br />
varlık ve zaman içinde, kendi varoluşunu farklı bir<br />
tarzda algılamaya başlar.<br />
Metafizik boyutta ölümsüzlük tanınır tanınmasına,<br />
ancak burada da farklı bir endişe kendini hissettirir:<br />
“Sonsuz hayatta ne olacak” sorusu kişiyi meşgul<br />
eder. <strong>Yunus</strong>, “Aşık ölmez bâkidür”, “Uçmağında<br />
gözüm yok” derken, metafizik korku karşısında<br />
umuda, iyimserliğe dayalı bir tutum geliştirir. Bu<br />
durumda kişisel benliğin mutlak benliğe kavuşması<br />
söz konusudur. Bu, korku ve kaygıyı gideren bir<br />
kavuşmadır. “Nitekim ben beni bildüm bu oldı kim<br />
Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncadı korkudan<br />
kurtuldum ahi” der. [16] Bu, sevgi ile aşkın benlikte<br />
kendini ifade etme halidir. Kişi, sevgi ile metafizik<br />
alana sıçrar ve burada aşkın benliğe doğru ilerler.<br />
İşte bu yükseliş, hem gerçeklik korkusunu, hem<br />
de metafizik korkuyu yok eder. <strong>Yunus</strong>, “Kime kim<br />
ışk urdı ok gussay-ı-ıla kaygu yok” der. [17] O, aşkı,<br />
kaygıyı gideren bir unsur olarak görür. Buna göre<br />
kaygının türediği kaynaklardan biri sevgisizliktir,<br />
aşksızlıktır. Aşk ve sevgi hayatın anlamını da<br />
türetir. Ne var ki, burada <strong>Yunus</strong>’un aşk derken ne<br />
anladığını ortaya koymak gerekir. Aşk, “sonsuzluk<br />
sıçraması”dır. Sıçramayı yapan kişi, aşka tutulmuştur.<br />
Hatta şu söylenebilir: Sonsuzluk sıçraması, bir aşk<br />
sıçramasıdır, aşkla olan bir sıçramadır. Aşk olmadan<br />
sonsuzluk sıçraması olmaz. Sıçramanın enerjisini,<br />
gücünü aşk oluşturur. İlk önce aşk olacak, sonra<br />
sonsuzluk sıçraması. Aşk, sıçramanın güçlü yakıtıdır.<br />
Gerçekçi bakışın, kendi başına umuda ulaşması<br />
nerdeyse imkânsızdır. Umutsuzluğun kaynağı,<br />
gerçekçi bakış açısıdır. Onda varoluşun sınır<br />
durumları ortaya çıkar, insanın sonlu ve sınırlı varlığı,<br />
çıplak bir gerçeklik olarak görünür. Umut, hastalığa,<br />
ayrılığa, ölüme, yıkıma takılır. Gerçekçi bakış, hayatı<br />
sonlu ve sınırlı yönüyle tanır. Sonlu ve sınırlı hayat,<br />
metafizik bakışta, metafizik evrene taşınan ve orada<br />
sonsuzluk anlayışı içinde yeniden konumlanan bir<br />
varoluş durumu söz konusudur. <strong>Yunus</strong>, bu metafizik<br />
varoluşu “aşk” hali ile açıklar. Aşk demek, umut<br />
15. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 96.<br />
16. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 151.<br />
17. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 89.<br />
35<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
demektir, ölümsüzlük ve sonsuzluk demektir. Aşk<br />
demek sonsuzluğu solumak ve aşkın bilinçle iletişime<br />
geçmek demektir. Ölüm gerçeği karşısında yanlış<br />
olan, insanın bu dünyaya bağlanış biçimidir. Bu<br />
bağlanış biçimi bir ölümsüzlük duygusunda kökenini<br />
bulur. İnsanı yanıltan bu histir. İnsan, dünyaya bir<br />
fanilik bilinci içinde konumlandığından, dünya ile,<br />
kendisi ile ve diğer insanlarla olan diyaloğunu bir<br />
fanilik bilinci dâhilinde geliştirdiğinde doğru bir<br />
varoluş tutumuna erişmiş olur. Varoluş yanılgısının<br />
en büyüğü hayata sonsuzmuş gibi bağlanmaktan<br />
kaynaklanır. Acı ve hayal kırıklıklarının temelinde<br />
bu gerçeği tanımamak vardır. <strong>Yunus</strong>, ölüm ve<br />
ölümsüzlükten söz ederken bu temel yanılgıyı<br />
netleştirmeye, belirgin hale getirmeye çalışır.<br />
Metafizik sıçrama nasıl gerçekleşir Bir aşk<br />
eylemi olan sıçrama nasıl gerçekleşir <strong>Yunus</strong>,<br />
“dünyada iken ölmek”ten söz eder. Bu eylem,<br />
aşkınlaşmanın, sonsuzluk sıçramasının bir parçasını<br />
oluşturur. Dünyada iken ölen, korku ve kaygıyı<br />
yenmiş biridir. <strong>Yunus</strong>, “Hakkı bilmek gerek Hak<br />
haberin almak gerek / Bundayiken ölmek gerek varup<br />
anda ölmez ala.” derken [18] gerçeklik korkusunun<br />
nasıl aşılabileceğinin yöntemini gösterir. Bu da<br />
öncelikle kendi faniliğinin tanınması ve metafizik<br />
bağlanmanın gerçekleşmesi ile mümkündür. Ancak,<br />
bu hal o kadar basit değildir. Zira sıçrama durumu<br />
olan aşk, gördüğü değil, görmediği bir varlığa sevgi<br />
duyar. “İç-göz”ün, “gönül gözü”nün açılması, bu<br />
sevgiyi geliştirir. Kişi, baş gözü ile değil, gönül gözü<br />
ile görmeye başlar. Duygusal, ruhsal ve zihinsel<br />
olarak gelişir, duyusal olanı aşar. Bu üst yaşantı<br />
durumunda, insanlara ve tüm yaratıklara sevgi ve<br />
şefkat duymak söz konudur. Bu aşamaya gelebilmiş<br />
kişi ölüm kaygısı ve geçim tasası duymaz. Gerçeklik<br />
alanından kaynaklanan korku ve kaygıları aşar.<br />
Metafizik alan, kişinin korkulardan, kaygılardan<br />
sıyrıldığı, hayatı ve ölümü, sonluluğu ve sonsuzluğu,<br />
yaratanı ve yaratılanı birlik içinde gördüğü bir<br />
hikmet, dinginlik ve aşkınlık boyutudur.<br />
<strong>Yunus</strong>’un şiiri giderek ölümsüzlük inancıyla<br />
birlikte gelen sevince ve umuda açılır. Bu, yalnız<br />
sonsuz benliğe değil, dünyasal benliğe de güçlü bir<br />
katkıdır. Bu havayı soluyan benlik artık korkuyu ve<br />
umutsuzluğu tanımayacak, sonsuzluk duygusunun<br />
esenliğini her an kendinde hissedecek, sonlu ve<br />
dünyasal benliğini, sonsuz benle ifade etmeyi ve bu<br />
18. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 138.<br />
şekilde algılamayı başaracaktır. Bu husus, dünyanın<br />
tutsaklığından kurtulmadır, gerçek özgürlüktür. Ama<br />
yine de Tanrı ile olan bireysel ilişkisi kişiyi gerçeklik<br />
alanına ilişkin varoluş durumlarından (ölümden,<br />
acıdan ve hastalıktan) emin kılmaz. Birey ve Tanrı<br />
arasındaki ilişki, dünyasal çıkarlar üzerine kurulmaz.<br />
Bu bağlanma, bir sonsuzluk anlayışı çerçevesinde<br />
ortaya çıkar. “İy Tanrı’yı bilenler can Hakk’a kurban<br />
kılanlar / Ölü değildür bu canlar ışk gölinde gezedurur”<br />
[19] Metafizik gerçeğe erişmekle birlikte korku<br />
durumu azalır. “Nitekim ben beni bildüm yakın bil<br />
kim Hakk’ı buldum / Korkum anı buluncaydı şimdi<br />
korkudan kurtuldum… Hiç ayruk ben korkımazam<br />
ya bir zerre kayurmazam / Ben imdi kimden korkayın<br />
korkduğum ıla yar oldum.” [20] Aşk, bu arınma<br />
halinin koşuludur. Ölüm, seven kişiyi, sevgilisine<br />
kavuştururken bir köprü gibidir. Bu algılayış<br />
biçiminde ölüm farklı bir anlamla ortaya çıkar. O,<br />
ölüm değil ölümsüzlük, fanilik değil ebedi yaşamdır.<br />
Aşk varsa umutsuzluk yoktur, aşk varsa sonluluk<br />
yoktur, aşk varsa ölüm yoktur. Sonluluk da, fanilik<br />
de, umutsuzluk da aşksızlıktan gelir. Aşkla birlikte<br />
umutsuzluk umuda, sonluluk sonsuzluğa dönüşür.<br />
Aşk bir simya eylemi gibidir; eti kemiği insana<br />
dönüştürür, ölümlü bedeni ölümsüz kılar. Bu güçlü<br />
simya eyleminde her şey yeni bir anlamla ortaya<br />
çıkar.<br />
Sonuç<br />
Ölüm, hastalık, geçim derdi gibi kişiyi korku<br />
ve kaygıya sevk eden çeşitli nedenler vardır. O,<br />
varlığını tehdit eden bu durumlar karşısında kaygı<br />
duyar, korkuya kapılır. Transsendental terapi, söz<br />
konusu durumlar karşısında, bilincin yeniden<br />
yapılanması, sonluluk ve sınırlılık içinde değil,<br />
sonsuzluk ve ölümsüzlük duygusu içinde zihnin<br />
yeniden yönelim kazanmasıdır. Bilincin dönüşümü<br />
sonucunda, korku ve kaygı nedeni olan ne varsa,<br />
sorun olmaktan çıkar. Ancak “ballar balı”nı bulan<br />
kişi “kovanım yağma olsun” diyebilir, ancak “canlar<br />
cânı”nı bulan “bu cânım yağma olsun”, “demânum<br />
yağma olsun” diyebilir. [21] Pek çok ruhsal, zihinsel<br />
ve duygusal sorunun temelinde bulunan hırs,<br />
dünyaya düşkünlük, sonsuzluk sıçraması ile ölçülü<br />
bir isteğe yerini bırakır. Kişi, kendisini her an baskı<br />
19. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 77.<br />
20. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 103.<br />
21. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 119.<br />
36<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
altında tutan tutkuların, hırsların, arzuların, bencil<br />
ve bedensel bir yaşantının etkisinden kurtularak,<br />
bir rüyadan uyanır gibi uyanır, hafifler. Bu kapı,<br />
“Ne olursa olsun, başıma ne gelirse gelsin, varlığım<br />
Tanrı’nın güvencesi altında!” diyebilen kişilere<br />
açılır. Bunu söylemek, sorunu sorun, kaygıyı kaygı,<br />
korkuyu korku olmaktan çıkarır. Hastalık hastalık,<br />
ölüm ölüm, ihtiyarlık ihtiyarlık olmaktan çıkar. Bu<br />
simya eylemiyle dert dermana, korku sevince, sonlu<br />
sonsuza dönüşmeye başlar. Varoluşun yelkeni umut<br />
rüzgârı ile dolar.<br />
Beden, ruhun yeryüzündeki yolculuğunda koşul<br />
durumundadır. İnsan olmak, bir bedenle birlikte<br />
olmaktır. Kişi, orada konumlanmadan, bir bedende<br />
cisimleşmeden ve tekrar ondan sıyrılmadan kişi<br />
olamaz, Tanrı’ya ulaşamaz. Beden, insan olmanın<br />
koşuludur; ancak insanlık tözü, ruhta ortaya çıkar.<br />
“Biz uçar kuş idük vücud can budağıdur” der <strong>Yunus</strong>.<br />
Beden, kuşun bir müddet konduğu ağaç gibidir.<br />
Beden önemlidir, ancak beden öncelikli bir yaşam<br />
sürmek kişiye umutsuzluk verir. Bu, sonlu bir hayattır,<br />
sonlu bir yaşama biçimidir. İnsan bu dünyada sonsuz<br />
bir varlıkmış gibi değil, sonlu bir varlıkmış gibi<br />
yaşamalıdır; ancak o zaman kendi doğasıyla uyumlu<br />
bir yaşam sürmüş olur. “Son menzilün ölmek-durur<br />
tuymadunsa ışkdan eser” [22] diyen <strong>Yunus</strong>, ölüm ve<br />
umutsuzluk hallerinin, canında aşk eseri taşımayanlar<br />
için olduğunu belirtir. Aşk, ruha her an yeniden hayat<br />
veren, ölürken bile kişiyi ölümlü bir can olmaktan<br />
koruyan, hayatı tazeleyen, onu bir sevinç ve umut<br />
anı yapan, nihayetinde insandaki ilahi tözü kendi<br />
kaynağına bağlayan bir köprüdür.<br />
Umutsuzluk daha çok içinde yaşanılan bu<br />
evrene, bu gerçeklik alanına ilişkindir, buraya bağlı<br />
kalmaktan ve farklı bir tutum geliştirmemekten<br />
kaynaklanır. <strong>Yunus</strong> korku, kaygı ve umutsuzluk<br />
halini sevgi ve umuda aykırı görür. Bunlar<br />
birbirlerini yok eden durumlardır; sevgi ve umut<br />
varsa korku ve kaygı, korku ve kaygı varsa sevgi<br />
ve umut yoktur. Korku ve kaygı, sevgi ve umuttaki<br />
eksikliktir. <strong>Yunus</strong>’u okurken, ister istemez şöyle bir<br />
duygu ediniriz: Tanrı, insanı yaratmakla, insanı insan<br />
olarak yaratmakla, yokluktan varlığa çıkarmış ve ona<br />
ayrıcalık tanımıştır. Varolmak, bir taş bile olsa, kendi<br />
başına bir değerdir. Zira varolmak, tanrısal tasavvurda<br />
varolmaktır. Bu da kendi başına ifadesi mümkün<br />
olamayan bir değerdir. O’nun, insanı, sonsuz hayata<br />
22. Yûnus <strong>Emre</strong>, Yûnus <strong>Emre</strong> Divanı, s. 54.<br />
katması, kendi sonsuzluğunda yeniden var kılması,<br />
ihsanın kendisidir; bu asıl sürpriz olacaktır.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin ortaya koyduğu bu duyarlık, bir<br />
zihin eğitimidir. Bu eğitimle kişi olgunlaşır, şahsiyet<br />
ve güzel ahlak sahibi olur. Transsendental terapi,<br />
sıradan anlamıyla bir iyileştirme faaliyeti değil,<br />
zihnin, duyguların, kişiliğin, benliğin arınması,<br />
olgunlaşması ve sonsuzlaşması olayıdır. Ona sadece<br />
içinde bir varoluş sızısı duyanlar değil, olgunlaşma<br />
ve iyi insan olma yolunda çabalayan herkes ihtiyaç<br />
duyar. Bu dönüşüm sadece duygularda, sadece<br />
zihinde, sadece düşünme ve algılama biçiminde,<br />
sadece isteme tarzında ortaya çıkmaz; bunların<br />
hepsinde birden ortaya çıkar; bir bütün olarak insanda,<br />
insan olmada, insan olmanın anlamında ortaya çıkar.<br />
Bu köklü dönüşüm benliğin dağılması anlamına<br />
gelmez, aksine bir üst benlikte yeniden dirilmesi<br />
anlamına gelir. Burada savuna mekanizmalarının<br />
yerini sevme, acıma, merhamet, feragat, hoş görme,<br />
bağışlama ve empati tutumları alır. Kişi bu evrende<br />
kendini tehdit altında hissetmez, güven içinde<br />
hisseder. Rilke, kendini yumuşak ve güvenli bir<br />
uykunun kucağına bırakan çocuk için anneyi “güven<br />
ışığı”, “dostça parlayan gece lambası” olarak tasvir<br />
eder. [23] Bu güven ışığı ile çocuk kendini rahat ve<br />
dingin hisseder. İşte, Tanrı da bu dünyada korku ve<br />
kaygı ile gerilen kişi için güven ışığıdır, umuttur.<br />
Zenginlikte ve fakirlikte, gençlikte ve ihtiyarlıkta,<br />
sağlıkta ve hastalıkta, hayatta ve ölümde; fark<br />
etmez, hep böyledir bu. Güven ışığı dostça parlayan,<br />
koruyucu, var edici bir kaynaktır. Varlığı besleyen<br />
ana damardır. Kişinin, dünyadaki varlığının ancak<br />
kendisi ile açıklanabildiği ana ilkedir.<br />
Görüleceği üzere, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de, gerçeklik<br />
korku ve kaygısıyla ile daralmaya uğrayan varoluş,<br />
sonsuzluk sıçraması ile genişlemeye kavuşur.<br />
Sonsuzluk sıçraması ile sonlu ve sınırlı varoluş<br />
yeniden nefes almaya, yeniden ufuk kazanmaya<br />
başlar. Kişi sıçrama ile dünyayı, insanı, varoluşu,<br />
yeniden anlamaya, yeniden hissetmeye, yeni baştan<br />
yaşamaya ihtiyaç duyar. Bu da artık farklı bir varoluş<br />
evresine girmiş olmak, farklı bir varoluş ekseninde<br />
yer almak demektir. Böylece benlik, yeni bir açılıma<br />
kavuşur. Artık bu sonlu ve sınırlı bir benlik değil,<br />
aşkın ve sonsuz bir benlik olacaktır.■<br />
23. Rainer Maria Rilke, Duineser Elegien (Elegies From<br />
The Castle Of Duino), Hogarth Press, London, 1931, s. 33.<br />
37<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
NÂMIK AÇIKGÖZ*<br />
<strong>Yunus</strong> yorumlarındaki<br />
dil, şiirlerdekinden<br />
daha soyut ve<br />
yaşanmışlık izlerinden<br />
uzaklaşmış, heyecansız,<br />
sıradan ve donuk<br />
bir dildir. Şiirlerinin<br />
yorumlarını <strong>Yunus</strong><br />
görse, tanıyamaz.<br />
Bu yüzden, <strong>Yunus</strong><br />
şiirlerini okurken<br />
beşerî gerçeklikten<br />
uzaklaşmayan ve<br />
şiirlerdeki vecd ve<br />
heyecanı yansıtan bir<br />
dil kullanmak şarttır.<br />
Türk şiiri Anadolu coğrafyasında oluşurken,<br />
teknik olarak gelenekten faydalanmış<br />
fakat muhteva olarak değişip dönüşmüştür.<br />
Bu dönüşüm, Ahmed-i Yesevî (1093-1166) ile<br />
başlamış ve Ahmed-i Yesevî, şiir tekniğinde, her<br />
ne kadar geleneği kullansa da, muhtevada İslam<br />
tasavvufu işlenmesinin ilk örneğini vermiştir.<br />
Yesevî’de didaktisizm ön plana çıkarken, tasavvufi<br />
şiirin ses ve muhteva itibariyle mükemmele<br />
ulaşması için aradan yaklaşık 200 yıl geçmesi ve<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> (1240-1321)’nin ortaya çıkması gerekiyordu.<br />
İslam medeniyeti dairesinde geçen bu<br />
200 yıl, Türkçeye yeni kavramlar kazandırmıştır.<br />
Ses ve anlam dünyası zenginleşen Türkçe, 13.<br />
yüzyılın ortasına doğru, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirini<br />
doğurmuştur.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, şiirinde, 400 yıllık bir İslami<br />
birikimle ve doğrudan beslendiği tasavvufla samimiyeti<br />
ve beşerî his ve hasletleri birleştirme<br />
başarısı göstermiştir. Şairanelikten ziyade, sözün<br />
büyüsünü fark eden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, beşerî his ve<br />
haslet zenginliği ve dilindeki samimiyetle, etkisi<br />
* Prof. Dr. Muğla Ü. Ed.Fak. Öğrt. Ü.<br />
38<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
yüzyıllarca sürecek bir şair olarak Türk edebiyatında<br />
yer almıştır. Şüphesiz, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi edebiyat<br />
tarihine mâl eden tek özellik, tasavvufi şiir<br />
söylemesi değil, muhteva ve ses olarak güçlü şiirler<br />
söylemesidir. <strong>Yunus</strong>’un her şiirinin tasavvufi<br />
muhtevalı olduğunu söylemek mümkün değildir.<br />
Tasavvufi de olsa, tasavvuf dışında da olsa, <strong>Yunus</strong><br />
şiirleri, her şeyden önce “insani” şiirlerdir; hatta<br />
tasavvufi şiirlerinde bile, “insani” olmak, tasavvufi<br />
olmanın önüne geçer.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, bütün insanlık için, en geçerli acı<br />
kaynağı olan “genç ölümleri” için şöyle diyordu:<br />
Bu dünyada bir nesneye yanar için göynür<br />
özüm<br />
Yiğit iken ölenlere gök ekini biçmiş gibi<br />
<strong>Yunus</strong> bu beytinde, genç ölümlerinin acısını,<br />
yüreğinin derinliklerinde hisseden herkesin hislerine<br />
tercüman olmuştur. Beyitte dile getirilen acı,<br />
din, milliyet, renk ve cinsiyet farkı gözetilmeksizin,<br />
tüm insanlığın ortak acısıdır.<br />
Aynı şiirin bir başka beytinde ise <strong>Yunus</strong>, görünüşte<br />
çok basit ama insanlık için çok önemli olan<br />
“hasta ziyareti”ni işler:<br />
Bir hastaya vardın ise bir içim su verdin ise<br />
Yarın anda karşı gele Hak şarabın içmiş gibi<br />
Bu beyit de, herhangi bir dinî öğretiyi değil,<br />
bütün farklılıkları ortadan kaldıran bir psikolojiyi<br />
yansıtır.<br />
<strong>Yunus</strong>’un,<br />
Bir garip ölmüş diyeler<br />
Üç günden sonra duyalar<br />
Soğuk su ile yuyalar<br />
Şöyle garip bencileyin<br />
mısralarındaki “garip ölümü”, yer kürenin her<br />
tarafında rastlanabilecek ve herkesi üzecek bir<br />
ölüm şeklidir.<br />
Pek çok şiirinde, doğrudan “insani olan”ı anlatan<br />
<strong>Yunus</strong>, tasavvufi şiirlerinde de, insandan ve<br />
insan duygularından hiç uzaklaşmamıştır.<br />
<strong>Yunus</strong>, muhteva ve fonksiyon itibariyle tasavvufi<br />
olan; ancak içinde hiç dinî-tasavvufi bir kelime<br />
zikredilmeyen şu şiirini, baştan sona “insanilik<br />
merkezli” bir anlayışla söylemiştir:<br />
Taştın yine deli gönül<br />
Sular gibi çağlar mısın<br />
Aktın yine kanlı yaşım<br />
Yollarımı bağlar mısın<br />
Nidem elim ermez yâre<br />
Bulunmaz derdime çare<br />
Oldum ilimden avare<br />
Beni bunda eğler misin<br />
Yavu kıldım ben yoldaşı<br />
Onulmaz bağrımın başı<br />
Gözlerimin kanlı yaşı<br />
Irmağ olup çağlar mısın<br />
Ben toprak oldum yolunda<br />
Sen aşırı gözetirsin<br />
Şu karşıma göğüs geren<br />
Taş bağırlı dağlar mısın<br />
Harami gibi yoluma<br />
Aykırı inen karlı dağ<br />
Ben yârimden ayrı düştüm<br />
Sen yolumu bağlar mısın<br />
Karlı dağların başında<br />
Salkım salkım olan bulut<br />
Saçın çözüp benim içün<br />
Yaşın yaşın ağlar mısın<br />
Esridi <strong>Yunus</strong>’un canı<br />
Yoldayım illerim kanı<br />
<strong>Yunus</strong> düşte gördü seni<br />
Sayru musun sağlar mısın<br />
Bu şiirde, anlam örgüsü, zaman zaman tasavvufa<br />
açıktır. <strong>Yunus</strong>, şiirde zikredilen “yâr, yoldaş,<br />
il” kelimelerini, “sevgili, yola beraber çıkılan kişi,<br />
memleket” anlamlarında; yani normal bir insanın<br />
günlük dilde kullandığı kelimeler gibi kullanıyor-<br />
39<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
sa da, bu kelimelere yüklediği anlam tasavvufidir.<br />
O, “yâr” ve “yoldaş” kelimeleri ile Allah’ı,<br />
“il” kelimesi ile de Allah katı’nı ve elest bezmini<br />
sembolize etmektedir. Şiirde, bu kelimeler yerine,<br />
doğrudan dinî kelimeler kullanılsaydı; yani<br />
“Allah” lafzı ve “bezm-i elest” tamlaması kullanılsaydı,<br />
şiir lirizmini kaybeder, didaktik bir şiir<br />
hâline gelirdi. <strong>Yunus</strong>, Türkçenin 400 yıldan beri<br />
yoğurduğu İslamiyet hamurundaki kavramlar ile,<br />
günlük dilde, yoğun olarak kullanılan kelimeleri<br />
özdeşleştirerek, kelimelerin anlam ve çağrışımlarındaki<br />
güce tasavvufi bir anlam da katmıştır<br />
ve âdeta sade bir insanın kendi kendine konuşmasına<br />
benzeyen bir şiir metni oluşturmuştur.<br />
Şiirde işlenen özlem de samimi bir şekilde itiraf<br />
edilince, tasavvufi kurgu, beşerileştirilerek anlatılmıştır.<br />
Şiirdeki lirizm ve insanilik, İlahî olanla<br />
beşerî olanın özdeşleştirilmesiyle oluşmuştur.<br />
Artık şiirde anlatılan kavramlar, uzak ve yabancı<br />
birer kavram olmaktan çıkmış, sevgilisine karşı<br />
derin özlemler çeken bir insanın duygularıyla<br />
aynîleşmiştir. Yani, <strong>Yunus</strong>, beşerî planda da herkesin<br />
yaşayabileceği bir duygu aracılığıyla, İlahî<br />
özlemi anlatmıştır.<br />
Şiirin diğer kelimeleri, zaten, derin ve acı özlem<br />
duygusu yaşayan bir insanın hikâyesini anlatır<br />
gibidir. İlk mısrada taşan deli gönül, son dörtlüğün<br />
ilk mısraında bu taşkınlıkla esrimiş, sarhoş<br />
olmuş, aradaki kelimeler de taşkınlık ve esrime<br />
arasındaki beşerî maceranın ifade edildiği yerler<br />
olmuştur. Suların çağlaması, kanlı yaşların akıtılması,<br />
yâre kavuşulamaması, kavuşmadaki çaresizlik<br />
ve bunun yol açtığı avarelik, bu avarelikle<br />
yol arkadaşını bile kaybetmiş olmak ve bundan<br />
dolayı onulmaz dertlere düşerek kanlı gözyaşlarının<br />
dökülmesi, âşığın, sevgilinin yolunda toprak<br />
olması ama sevgilinin ona yüz vermemesi, bu<br />
arada, taş bağırlı dağların yolları kesip sevgiliye<br />
kavuşmaya engel olması; bu dağın, yol kesen bir<br />
harami gibi olması; karlı dağ başlarındaki bulutların<br />
yas tutarcasına gizli gizli ağlayarak âşığın<br />
sevgiliye kavuşamamasına ağlaması ve sonunda,<br />
bu aşk ile sarhoş olan âşığın bir yandan sevgilisine<br />
kavuşamaması, öbür yandan da kendi memleketini<br />
de terk etmiş olması ve sevgiliyi ancak<br />
düşünde görüp hâl hatır sorması gibi olaylar ve<br />
bu olayların anlatılması için kullanılan kelimeler,<br />
ilk bakışta, herkesin yaşama ihtimali bulunan,<br />
sade bir kavuşamama olgusunu anlatmaktadır.<br />
Allah’ın hastalıktan münezzeh olduğunu bilen<br />
bir kulun Allah’a hasta olup olmadığını sorması<br />
mümkün olamayacağına göre, <strong>Yunus</strong> şiirinin<br />
sonundaki “Sayru musun sağlar mısın” mısraı<br />
ile, okuyucuyu, beşerî alanda kilitleme intibaı<br />
vermiştir. Yani <strong>Yunus</strong>, son derece beşerî bir olayı<br />
anlatır gibidir. Özlem, kavuşmak için çekilen sıkıntılar,<br />
dağlar, kanlı yaşlar, gizli gizli ağlamalar,<br />
aşkla yanıp kavrulan ve kavuşma arzusunun coşkunluğu,<br />
şiirin ana çatısını meydana getirirken,<br />
<strong>Yunus</strong>, bu duygu ve olayları, ırmak, dağ, bulut,<br />
yağmur gibi, gündelik hayatın en yakın unsurlarıyla<br />
ilişkili bir şekilde anlatmaktadır. <strong>Yunus</strong>’un<br />
kelime hazinesinde, “yâr” ve “yoldaş” kelimelerinin,<br />
tasavvufi anlamını bilmeyen birisi için bu<br />
şiir, lirik ve pastoral bir özlem şiiri olmaktan öte<br />
geçemez. Fakat “yâr” ve “yoldaş” kelimelerine,<br />
Allah sevgisinin yüklendiğinin bilinmesi, bu şiire,<br />
hem beşerî hem de İlahî olarak; yani iki boyutlu<br />
bir zenginli katar.<br />
Şiirdeki,<br />
Karlı dağların başında<br />
Salkım salkım olan bulut<br />
Saçın çözüp benim içün<br />
Yaşın yaşın ağlar mısın<br />
mısraları, pastorallik ve anlam kurgulaması açısından,<br />
metnin en yoğun kısmıdır. <strong>Yunus</strong> burada,<br />
karlı dağlar ve bu dağların başına kümelenmiş<br />
kara bulutlardan söz ederken, bir siyah-beyaz<br />
gerilimi de yapmaktadır. Bulutlardan yağan yağmurun<br />
saçlara benzetilmesi ve arkasından da gizli<br />
gizli ağlamanın zikredilmesi, bir kadının, saçlarını<br />
dağıtarak yas tutmasını çağrıştırır ki bu tablo,<br />
şiirdeki özlemin yol açtığı hüznün ifadesi açısından,<br />
son derece etkilidir.<br />
Dikkat edilirse, <strong>Yunus</strong> bu şiirinde, İlahî olanı,<br />
beşerî olanla ifade etmiştir. Başarısı, basit ve<br />
gündelik olan bir duygu silsilesini, tekellüfsüz bir<br />
şekilde İlahî olana dönüştürmesinde yatmaktadır.<br />
40<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Okuyucuyu etkileyen de lirik-pastoral atmosfer<br />
içine gizlenmiş ve sanki sıradan bir olay anlatılıyormuş<br />
intibaı veren kurgunun, aslında kolayca<br />
tasavvufi boyuta dönüşebilmesidir.<br />
<strong>Yunus</strong>, günlük ve sade bir olgudan tasavvufi<br />
alana geçmeyi, en yaygın şiirlerinden birinde,<br />
Cennet cennet dedikleri<br />
Birkaç köşkle birkaç huri<br />
İsteyene ver sen anı<br />
Bana seni gerek seni<br />
mısralarında da başarmıştır. <strong>Yunus</strong>, bu mısralarında,<br />
vaat edilenden daha büyük bir ödülün peşinde<br />
olan bir insan portresi çizmiştir. Bütün insanların<br />
peşinde olduğu şeyle tatmin olmayan, daha<br />
büyük bir ödül isteyen <strong>Yunus</strong>, böyle bir dilekte<br />
bulunarak, içinde yaşadığı toplumun sıradanlaştırıcı<br />
etkisinden kurtulan bir portre çizmiştir.<br />
Fakat bunu yaparken bile mısralardaki gerilim,<br />
<strong>Yunus</strong>’un, amacını, sıradanlaştırıcı ve yaygın bir<br />
kavram alanına ait olan “birkaç köşk, birkaç huri”<br />
gibi kelimeler aracılığıyla ifade etmesinde yatar.<br />
Tasavvufun fenâfillah-bekâbillah makamlarına<br />
ulaşmayı telkin etme özelliğinin dile getirildiği<br />
bu mısralar, o kadar etkili olmuştur ki, <strong>Yunus</strong>’tan<br />
yaklaşık 200 sene sonra yaşayan Fuzuli (1483-<br />
1556),<br />
Belâ-yı aşk u derd-i dost terkin kılmazam zâhid<br />
Ne müştâk-ı behiştem sen kimi ne tâlib-i hûrem<br />
beytini söyleyerek, bu anlayışın devamlılığını<br />
sağlamıştır. Hem de, Ebussud Efendi (1490-<br />
1574)’nin, <strong>Yunus</strong>’un bu mısralarını ilahi olarak<br />
okutan şeyhin, okuyan dervişlerin ve hatta bunu<br />
duyup da engel olmayan komşuların katledilmesi<br />
için fetva verdiği bir çağda söylemiştir.<br />
Sonuç yerine<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirleri, şüphesiz bir vecd<br />
hâlinin ifadesidir. <strong>Yunus</strong>, bu vecd anlarında, sanki<br />
insanın özü ile yüz yüze gelmiş ve bu yüzleşmenin<br />
doğurduğu hisleri şiire yansıtmış gibidir.<br />
Tabii, <strong>Yunus</strong>’un yüzleşmesi, bir yandan insani<br />
olduğu gibi öbür yandan da İlahî’dir ve “mutlak<br />
gerçek”in sırrına ermektir. Her iki yönün de mecz<br />
edildiği şiirlerde sonradan öğrenilen tasavvuf,<br />
doğal olan beşerî his ve hasletler çerçevesinde<br />
işlenmiştir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirleri yorumlanırken,<br />
yerleşik “mutasavvıf şair” tanımının getirdiği sınırlayıcı<br />
dil, ondaki insan gerçeğinin görülmesini<br />
engellemektedir. Bu tespiti, basit bir hümanizm<br />
ile ifade etmek de, en az “mutasavvıf şair” sınırlaması<br />
kadar körelticidir.<br />
<strong>Yunus</strong>’u, “mutasavvıf” veya “hümanist” kategorisi<br />
ile sınırlamadan okumak ve yorumlamak<br />
gerekir. “Hümanist” sınırlaması, onu İslami duyarlılıktan<br />
uzaklaştırırken, “mutasavvıf” sınırlaması,<br />
propagandist bir şair olduğu sonucuna götürür<br />
ki, <strong>Yunus</strong>’un vecd hâlinde hissettiklerinin,<br />
propagandayla uzaktan yakından alakası olmaz.<br />
Kalıplaşmış ve genelleşerek özünden uzaklaşmış<br />
veya derinliğinin bilincinde olmayan kişilerce<br />
kullanılan tasavvufi terimlerle şiir söyleyen propagandist<br />
şairlerin imge dünyası ile <strong>Yunus</strong>’un<br />
imge dünyası aynı değildir. Tasavvuf terimlerini,<br />
insanileştirerek şiirleştiren <strong>Yunus</strong>’un şiirlerini,<br />
kaba ve üstünkörü tasavvuf terimleriyle yorumlamak,<br />
onu beşer olmaktan uzaklaştırır ve şiirini<br />
basitleştirir. Bu yüzden, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’deki tasavvufi<br />
duyarlılıkları bile, sıradan bir insanda da<br />
bulunan sevinç, hasret, acı, merhamet, kaygı gibi<br />
beşerî his ve hasletler çerçevesinde okumak gerekir.<br />
Bizi böyle yapmaya sevk eden, <strong>Yunus</strong>’un kendisidir.<br />
Çünkü o, şiirlerinde, sentetize edilmiş bir<br />
gerçeklik ve sembolize edilmiş bir duygu dünyası<br />
ile seslenmiyor; bitkisiyle, hastalığıyla, mezarlarıyla,<br />
dolabıyla, ekiniyle, yağmuruyla, bulutuyla,<br />
dağıyla, ırmağıyla yaşanan bir dünyanın kelimeleriyle<br />
sesleniyor. <strong>Yunus</strong>’un tasavvufi anlam yüklediği<br />
kelimelerdir bunlar. Bunlar beşerî olarak<br />
hissedilmeden, tasavvufi aşamaya geçilemez.<br />
<strong>Yunus</strong> yorumlarındaki dil, şiirlerdekinden<br />
daha soyut ve yaşanmışlık izlerinden uzaklaşmış,<br />
heyecansız, sıradan ve donuk bir dildir. Şiirlerinin<br />
yorumlarını <strong>Yunus</strong> görse, tanıyamaz. Bu yüzden,<br />
<strong>Yunus</strong> şiirlerini okurken beşerî gerçeklikten<br />
uzaklaşmayan ve şiirlerdeki vecd ve heyecanı<br />
yansıtan bir dil kullanmak şarttır. ■<br />
41<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
SENAİL ÖZKAN<br />
"...büyük ruhların<br />
zihin dünyasında ilahi<br />
aşktan, Tanrı aşkından<br />
başka bir şey aramak<br />
onları hiç anlamamak<br />
anlamına gelir.<br />
Onların tefekkürü<br />
metafizikten,<br />
ruhları aşktan<br />
beslenmektedir. Hatta<br />
din ve imanları dahi<br />
aşka dönüşüvermiş;<br />
aşk her şeyin miyarı<br />
hâline gelmiştir."<br />
Nite ki bu gönlüm evi aşk elinden taşagelir<br />
Nice yüksek yürür isem aşk başımdan aşagelir<br />
20. Yüzyılın önemli filozoflarından Martin Heidegger,<br />
1934/35 yıllarında verdiği derslerde Alman felsefesinin<br />
Meister Eckhart ile başladığına işaret ederek, onun<br />
felsefesini Heraklit düşüncesi ile Şark fatalizminin belirlediğini<br />
vurgular. Gerçi Heidegger, daha sonraları bu görüşünü,<br />
“Die Frage nach dem Ding” başlığı altında verdiği derslerde,<br />
“Yeni Çağ felsefesinin başlangıcını her ne kadar Meister<br />
Eckhart’da aramışsak da aslında modern felsefe Descartes<br />
ile başlar.” diye inkâr yahut tashih etmiştir; ancak bu, söylenmiş<br />
sözün etkisini ve önemini ortadan kaldırmamıştır. Binaenaleyh<br />
Heidegger’in mülahazaları her bakımdan önemlidir;<br />
çünkü, bu spekülasyonların doğruluğu yahut yanlışlığı<br />
tartışılsa da, Meister Eckhart’ın Alman felsefesinde, hatta<br />
daha geniş anlamda Avrupa düşüncesinde nasıl bir yer işgal<br />
ettiğini bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bazı felsefe<br />
müelliflerinin Eckhart’ı bir filozof değil, daha çok teolog ve<br />
mistik bir düşünür olarak değerlendirmeleri de, onun Alman<br />
felsefe geleneğindeki önemini azaltmaz. Şu da var ki Meister<br />
Eckhart’ın bir teolog ve mistik bir düşünür olması onun<br />
filozof olmasına mani değildir. O, her halükârda Alman felsefesinin<br />
tabiri caizse terminolojisini ve temel kavramlarını<br />
42<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
oluşturmuştur; hatta asırlar sonra doğacak Kant gibi<br />
gerçek bir deha ve idealist Alman filozofları onun<br />
tefekkür ikliminde yetişmişlerdir desek abartmış olmayız.<br />
Heidegger, Eckhart’ın baş döndürücü mistik<br />
derinliğinin farkındadır ki, “Der Satz vom Grund”<br />
başlıklı eserinde Eckhart’ı şahit göstererek, “gerçek<br />
ve vüsatlı mistisizm” “en keskin ve derin tefekkür”ü<br />
gerektirir, der. Demek oluyor ki Heidegger, Yeni<br />
Çağ felsefesinin “gerçek ve vüsatlı mistisizm”den,<br />
bilhassa Meister Eckhart’ın mistik teolojisinden<br />
doğduğunu kabul etmektedir.<br />
Bizim için meselenin önemli olan yanı şudur<br />
ki mistik tefekkür felsefi tefekkürün “kuluçka<br />
dönemi”ni oluşturur. Spekülatif felsefe mitolojiyi<br />
ve mistik tecrübeyi kāle almak mecburiyetindedir.<br />
En rasyonel düşünce bile zaman zaman mistik bir<br />
vecd ile kanatlanır. Ateist Schopenhauer’un mistik<br />
düşünürlere ve teologlara modern rasyonalist filozoflardan<br />
daha çok itibar etmesinin bir sebebi olsa<br />
gerektir. Şüphe ile hasretin izdivacından mistisizm<br />
doğar; felsefe ise merak ile şüpheden.<br />
Eğer Yeni Çağ Alman felsefesi Meister Eckhart<br />
ile başlıyorsa, yeni Türk tefekkürü ve felsefesi de<br />
muhakkak surette kaynağını <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’den alır.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Anadolu’yu mayalayan tasavvuf düşüncesini<br />
misli görülmemiş bir şiir diline, bir estetiğe ve<br />
Türkçe terennüme dönüştürüvermiştir. Bu manada<br />
o, sadece Türk dilinin mimarı olmakla kalmaz, bilakis<br />
insanın iç dünyasının da mimarı oluverir. Binaenaleyh<br />
<strong>Yunus</strong>, insanın varoluş macerasını, yaşadığı<br />
acıları, korkuları, kaygıları, tereddütleri, gerilimleri<br />
ve kendi ifadesiyle “gönül darlığı”nı bir ermiş, bir<br />
derviş sabrıyla ve bir “usanmaz ozan” olarak anlatır,<br />
hatırlatır, hiç durmadan hikâye eder ve böylece insanı<br />
âdeta gözyaşlarıyla yıkar, arındırır ve sonunda iç<br />
huzuru ulaştırıverir. Onun şiiriyle Türkçe bir sevgi<br />
diline dönüşür. Şu var ki onun söyleyişindeki sadeliğe<br />
ve basitliğe aldanmamak lazımdır; zira şiirindeki<br />
sadeliğin, sarahatin ve vüsatın ardında inanılmaz bir<br />
felsefi derinlik gizlidir. Onun fikirler kâinatı yaldızlı<br />
bir gök kubbe gibi üzerimizde yükselir, bizi sarar,<br />
kuşatır ve büyüler.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> (1240–1320/21) ve Meister Eckhart<br />
(1260–1328) aynı dönemde yaşamış iki büyük mistik<br />
düşünürdür. Bilhassa mistik düşünce tarihi açısından<br />
fevkalâde önemli olan bu iki büyük şahsiyet,<br />
her ne kadar farklı coğrafyalarda yaşasalar ve farklı<br />
dinlere mensup olsalar da bazı bakımlardan birbirine<br />
benzerler. Hristiyan teolojisinin belirleyici yorumcularından<br />
biri olan Eckhart, aynı zamanda Alman<br />
felsefesinin temellerini atmıştır. Hristiyan teolojiden<br />
mülhem bu mistik düşünce, çağlar boyunca Alman<br />
felsefesini beslemiş; teistinden ateistine, idealistinden<br />
materyalistine kadar tüm Alman filozoflarının<br />
tefekkürüne istikamet vermiştir. Eckhart bu bakımdan<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye pek benzer.<br />
Mutasavvıf bir şair ve düşünür olan <strong>Yunus</strong> da<br />
sadece zengin tasavvuf geleneğini Türkçeye kazandırmakla<br />
kalmamış, aynı zamanda Türkçeyi bir<br />
tefekkür dili hâline getirmiştir. Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz<br />
ki <strong>Yunus</strong>, İslam tefekkürünü taşıyan iki<br />
güçlü dile Türkçeyi de ilave etmiştir. Tıpkı Meister<br />
Eckhart’ın Alman düşüncesini bütünüyle etkisi altına<br />
alması gibi, <strong>Yunus</strong> da daha güçlü bir şekilde hem<br />
çağını ve hem de kendinden sonraki Türk tefekkürünü<br />
belirleyivermiştir. Ondan feyz almayan, onun<br />
berrak pınarlarından içmeyen Türk düşünürü, şairi<br />
yahut sanatkârı yok gibidir. Bu bağlamda <strong>Yunus</strong>,<br />
Türkçenin mukadderatı olmuştur desek abartmış olmayız.<br />
Burada <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile Meister Eckhart’ı bilhassa<br />
aşk perspektifinden değerlendirmek isteyişimizin<br />
ardında yatan sebep budur. Hristiyan Alman mistisizminin<br />
ve felsefesinin büyük ve müessir mimarı<br />
Eckhart, Türk dilinin ve düşüncesinin mimarı mutasavvıf<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile zamanın gürültülü tezgâhında<br />
hangi aşk libasını dokumuşlardır Bu iki mistik düşünürün<br />
aşk konusundaki görüşleri nelerdir<br />
Bu sorunun cevabını vermeden önce özellikle<br />
şunu belirtmekte fayda var: <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, bütün<br />
düşüncelerini manzum olarak ifade etmiştir. Aşk<br />
konusundaki fikirleri de birtakım teorik spekülasyonlardan<br />
ibaret değil, bilakis bizzat yaşadığı çileli<br />
iç tecrübelerinin hülâsasıdır. Buna karşılık Meister<br />
Eckhart, nesrin geniş imkânlarını kullanarak tefekkür<br />
binasını taş taş örmüştür. O, en deruni mistik<br />
tecrübelerini dahi aklın refakatinde serdetmiştir;<br />
vecdin, duygunun ve coşkunun taşkınlıklarına teslim<br />
olmamıştır. Onun mistik-teolojisi sağlam inşa<br />
edilmiş Gotik bir katedrali andırır.<br />
Oysa <strong>Yunus</strong>, belki işi kolay kılmak maksadıyla<br />
düşüncesindeki zahirî tezatlara aldırış etmeksizin<br />
gönül dilini konuşturmuştur. <strong>Yunus</strong>, bir taraftan<br />
âşıkane söyleyiş tarzıyla, şiir diliyle hem çağını hem<br />
kendisinden sonraki düşünürleri büyülerken, diğer<br />
taraftan da daha çok nesirle, kavramlarla inşa edilen<br />
43<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
tefekkür binasının banilerinin işini zorlaştırmıştır.<br />
Tabiri caizse <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiiri Türk mütefekkirinin<br />
önünde göz kamaştıran bir uçurum misali uzanmıştır.<br />
Bu uçurum bir taraftan büyülerken öbür taraftan<br />
da derinliğiyle korkutmuş ve atılım cesaretini<br />
kırmıştır. Nihayet <strong>Yunus</strong>’un şiiri nice şairler yetiştirmiş,<br />
buna mukabil cesaretli filozof ve düşünürlerin<br />
çıkmasına engel teşkil etmiştir.<br />
Felsefi düşünce ile mistik tecrübe arasındaki ince<br />
farkı pek iyi bilen Heidegger, gerçekten haklıdır:<br />
“Gerçek ve vüsatlı mistisizm” “en keskin ve derin<br />
tefekkür” gerektirir. Bu tespit fevkalâde önemlidir;<br />
zira Heidegger burada şair ile filozofun meseleye<br />
yaklaşma, meseleyi ele alış, düşünüş ve ifade ediş<br />
tarzına işaret etmektedir. Şöyle ki; Heidegger, mistik<br />
şair Angelus Silesius’un bir mısraını örnek verir:<br />
“Die Ros ist ohne Warum; sie blüht, weil sie blüht.”<br />
(Gül açar niçinsiz/nedensiz; gül açar, çünkü açar.”<br />
Bu mısrada “weil“ yani “çünkü” görünüşte gülün<br />
niçin açtığını, açma sebebini vermektedir; ancak<br />
tam da bu noktada söz konusu sebebi söylememekte<br />
daha doğrusu gülün sebepsiz (ohne Warum) açtığını<br />
vurgulamaktadır. İnsan onu görsün diye gül açmaz,<br />
bilakis mukadderatı icabı gül varlığın ebedî temelinden<br />
fışkırır. Gülün açma sebebi varlığıdır, esasen<br />
açması için herhangi bir sebebe ihtiyacı yoktur. Bu<br />
temel gülün zenginliğini, mutlaklığını hatta bizatihi<br />
kendisini ele verir. Gül mutlak varlıktır. Mevlana,<br />
“gül, küll’ün ebedî kokusunu verir” derken bunu<br />
kasteder. Mutlak varlık, varoluş sebebini başka<br />
bir varlığa borçlu değildir. Aynı zamanda Mutlak<br />
Varlık’ın bir sembolü olan gülün açmasının sebebihikmeti<br />
küll’de mevcuttur. Heidegger, “weil” (çünkü)<br />
kavramını aynı zamanda “Dieweilen” (muayyen<br />
bir yerde eğlenmek, olduğundan fazla kalmak) olarak<br />
yorumlamaktadır. Buna göre gül muayyen bir<br />
zaman içinde ve yerde açar. Gülün açmasıyla ilgili<br />
olarak bir dizi sebep sıralanabilir: Gül açar, çünkü<br />
yeryüzü o mevsimde daha güzel görünür; çünkü<br />
güzel bir bahçe beşerî ihtiyaçtır; çünkü güzel bahçe<br />
yapmak için bahçıvanın güllere ihtiyacı vardır...<br />
Filozof bu sebepleri sonsuza kadar çoğaltabilir; ancak<br />
mistik düşünür yahut şair buna ihtiyaç duymaz.<br />
O, hem kendi mukadderatının hem de gülün kaderinin<br />
“ohne Warum” yani sebepsiz olduğunu bilir.<br />
Mistik düşünür için mesele bundan ibarettir. Mistik<br />
şair vecd ile kanatlanarak sonsuz mekânlara ulaşır;<br />
sebep ve neticelerle ilgilenmez, kozalite onun için<br />
yok hükmündedir. O yüzden Augustinus, “Tanrı’da<br />
sükûn buluncaya kadar kalbimiz huzursuzdur.” der.<br />
Ontolojik yalnızlık<br />
İslam tasavvufunun Hristiyan mistisizmi yahut<br />
Hint mistisizminden mahiyet bakımından ayrıldığı<br />
noktalar vardır. Hristiyan mistisizmi evvela teslis<br />
inancı dolayısıyla büsbütün farklı bir mistik tecrübeye<br />
dayanır. Her ne kadar bu teslis inancı neticede<br />
unio mystica potasında eriyip vahdet hâline dönüşse<br />
de, baba-oğul ve ruh-ül kudüs inancı tamamen farklı<br />
bir dinî tecrübenin eseridir. Oysa İslam bir tevhit dinidir;<br />
vahdet inancını icbar eder.<br />
Bu anlamda Meister Eckhart ile <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> iki<br />
farklı mistik geleneği ve tecrübeyi temsil ederler.<br />
O itibarla onların mistik anlayışı ve iç tecrübeleri<br />
fevkalâde ehemmiyet arz etmektedir. Onların Allah,<br />
din, akıl, aşk, bilgi, ruh, dua, hayat ve ölüm gibi konulardaki<br />
düşünceleri ve tecrübeleri değerlendirilirken<br />
Hristiyan mistisizmi ile İslam tasavvufu arasındaki<br />
bariz farklar göz önünde bulundurulmak lazım<br />
gelir. Biz burada her iki mistik düşünürün aşk konusundaki<br />
görüşlerini ve iç tecrübelerini mevzubahis<br />
etmeğe çalışacağız.<br />
Evvela şunu belirtelim ki bizim burada mevzubahis<br />
ettiğimiz aşk, dünyevi aşk değildir. Zaten belirli<br />
bir zihnî irtifadan sonra ister istemez dünyevi<br />
yahut fani olan her şey mana dünyamızda silikleşir<br />
ve ehemmiyetini kaybeder. O itibarla bu büyük ruhların<br />
zihin dünyasında ilahi aşktan, Tanrı aşkından<br />
başka bir şey aramak onları hiç anlamamak anlamına<br />
gelir. Onların tefekkürü metafizikten, ruhları aşktan<br />
beslenmektedir. Hatta din ve imanları dahi aşka<br />
dönüşüvermiş; aşk her şeyin miyarı hâline gelmiştir.<br />
Görünüşteki bu paradoks durumu <strong>Yunus</strong>, bütün hissiyatı<br />
ve samimiyetiyle şöyle dile getirir:<br />
Din ü millet sorar isen âşıklara din ne hâcet<br />
Âşık kişi harâb olur harâb bilmez din diyânet<br />
O zaman asıl mevzua geliyoruz: Aşk nedir Âşık<br />
kimdir Âşık ile ma’şuk arasında nasıl bir ilişki vardır<br />
Aşkın bir mektebi var mıdır Aşkın bir mantığı,<br />
delili ve izahı var mıdır Aşk sadece insana mahsus<br />
bir haslet midir Yoksa var olan her şey aşktan nasibini<br />
almış mıdır<br />
İnsan var olduğu müddetçe bu sorulara cevap<br />
aramaya devam edecektir. Bu konuda kâh destanlar<br />
44<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
yazacak kâh efsane söyleyip uykuya dalacaktır beşeriyet.<br />
Yine de aşkın fennine akıl sır ermeyecektir.<br />
Elbette aşkı anlatmaya güç yetmeyecektir; ancak hiç<br />
olmasa insan kendi hâlini takrir ile teselli bulmaya<br />
çalışacaktır. Bütün âşıkların yaptığı bundan ibarettir.<br />
<strong>Yunus</strong>’un yaptığı da budur:<br />
Aşka doyamadı özüm, gensizin söylerim sözüm<br />
<strong>Yunus</strong> senün işbu sözün âlemlere destan ola<br />
<strong>Yunus</strong> bu konudaki çaresizliğini şöyle dile getirir:<br />
Söyler isem sözüm savaş.<br />
Söylemezsem ciğerim baş.<br />
. . .<br />
Sevdiğim söylemezsem.<br />
Sevmek derdi beni boğar.<br />
<strong>Yunus</strong>, aşkı anlatmak için her çareye başvurur,<br />
dilin bütün imkânlarını kullanır; ancak sözün kâfi<br />
gelmediğini görür ve bu sefer hâlini tasvire başlar.<br />
Aşkın kendini ne hâle soktuğunu, başına neler getirdiğini<br />
dehşet verici tasvirlerle anlatmaya çalışır:<br />
Ben yürürüm yâne yâne aşk boyadı beni kâne<br />
Ne âkilem ne divâne gel gör beni aşk neyledi<br />
Geh eserim yeller gibi geh tozarım yollar gibi<br />
Geh akarım seller gibi gel gör beni aşk neyledi<br />
…..<br />
Miskin <strong>Yunus</strong> biçâreyim baştan ayağa yâreyim<br />
Dost ilinden âvâreyim gel gör beni aşk neyledi<br />
İnsana cidden acı veren ve bütün merhamet<br />
duygularına seslenen bu mısralarla <strong>Yunus</strong>, aşkı anlatmaya<br />
çalışır; daha doğrusu bir âşık-ı biçâre olan<br />
kendini, hâlini tasvir eder, yine teskin olmaz, naçar<br />
kalır ve sonunda delil olarak kendini sunar: “… gel<br />
gör beni aşk neyledi” der. <strong>Yunus</strong> akla, mantığa değil,<br />
daha çok göze ve yüreğe hitap etmek suretiyle aşkı<br />
anlatmak ister. “Aşktan gelir her söz dile” diyerek,<br />
aslında sözün kendi inisiyatifi dışında oluştuğuna,<br />
iç âleminde ve gönül dünyasında oluşan dalgalara<br />
dikkat çeker; hissetmeden, yaşamadan aşkın anlatılamayacağını<br />
vurgular:<br />
Diliyle ışk diyenler.<br />
Bilmezler ışk neydüğini<br />
Bu kadar içten, bu kadar samimi yaşadığı, Zal<br />
oğlu Rüstem’in gürz kudretiyle söze hâkim olduğu<br />
hâlde ve kendi ifadesiyle “<strong>Yunus</strong> bu sözleri çatar /<br />
Sanki balı yağa katar”casına sade, rahat ve kolay<br />
söylemesine; hayır, söylemeyip âdeta terennüm etmesine,<br />
şakımasına rağmen tatmin olmaz. Bu nasıl<br />
bir kalp hararetidir ki <strong>Yunus</strong>, onu lisan ile anlatmaya<br />
muktedir değildir Heyhat ki <strong>Yunus</strong> gibi muktedir<br />
bir şair baş vermeden aşkı anlatamayacağını söylüyor:<br />
Ahi erdiği değil, bu göz gördüğü değil<br />
Dil söz verdiği değil, bî-lisan bî-ser gerek<br />
İnsan aklını çalıştıran, zihni hareket ettiren güç<br />
ne mantıktır, ne sağduyu; bilakis en hantal tabiatları<br />
bile ataletin karanlığından çekip alan ve dünyaya<br />
bağlayan aşktır. Bu kadim gerçek mucitler ve filozoflar<br />
için de, sanatkârlar ve kahramanlar için de<br />
evliyalar için de geçerlidir. Aşk varlığın tekerleğini<br />
döndüren güçtür; güneşi de yıldızları da hareket<br />
ettiren odur. Bu konuda Mevlana, Hafız, Goethe,<br />
Dostoyevski ve Galip gibi dehalar hemfikirdir. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> ise can sırrına aşk ile varanlardandır ve bu<br />
konuda şöyle söyler:<br />
Bu yer ü gök ü arş u ferş aşk dâdı ile kaaimdir<br />
Bünyâdı aşktır âşıka her bir arada eli var<br />
…<br />
Niceler aydır <strong>Yunus</strong>’a çün kocaldın aşkı kogıl<br />
Rûzigâr uğramaz aşka aşkın ne ay u yılı var<br />
“Bu yer ü gök ü arş u ferş”i ayakta tutan aşk nedir<br />
öyleyse Nice tarif edilse de aşk tarife sığmayan bir<br />
hakikattir; “Hakika-i Mutlak”tır aşk. Aşk mutlaktır<br />
ve kendinden başka her şeyi yakıp kül eder. Bir katresi<br />
denizleri kaynatır:<br />
Denizleri kaynatır mevce gelir oynatır<br />
Kayaları söyletir kuvvetli nesnedir aşk<br />
Demek oluyor ki aşk, ontolojik bir yalnızlıktır,<br />
mutlak sübjektiflik hâlidir. Bütün varlık iddialarının<br />
bittiği, ben sen kavgalarının sona erdiği mutlak vahdet<br />
makamıdır aşk. O yüzden <strong>Yunus</strong>, “varlık evini<br />
bir yık” diyor:<br />
Sen Hakk›a âşık isen, Hak sana kapı açar,<br />
Ko seni beğenmeyi, varlık evini bir yık.<br />
45<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Evet, varlık evi yıkılınca gerçek varlığa ulaşılmış<br />
olur. Aslolan gerçek varlıktır; Mutlak Varlık’ın<br />
ateşinde eriyince aşk makamı elde edilmiş olur. Bu<br />
makamda <strong>Yunus</strong>’un tabiriyle:<br />
Âşık ma’şuk birdir bile<br />
Peki, bu makama nasıl ulaşılır Bunun bir mektebi,<br />
bir kitabı var mıdır Cevabı <strong>Yunus</strong>’tan dinleyelim:<br />
İlim hod göz hicabıdır dünya ahret hesabıdır<br />
Kitap hod aşk kitabıdır bu okunan varak nedir<br />
….<br />
Aşk ile çalındı kalem aşka esirdurur âlem<br />
Âşıklar arasında Cebrail dahi hicabdurur<br />
<strong>Yunus</strong>, ilim değil amel diyor; dünya ahret hesabı<br />
yapmak yerine varlık evini yıkmaktan bahsediyor.<br />
Vakıa filozof Hegel de farklı söylemiyor: “Meramın<br />
hakikati ameldir, iştir.”<br />
Nihayet şunu da görmek lazım ki <strong>Yunus</strong>,<br />
ma’şukuna kavuşmak için sadece varlık evini yıkmak,<br />
canını feda etmekle kalmıyor, bilakis bu uğurda<br />
her cefayı çekmeye ve bedeli ödemeye hazır olduğunu<br />
vurguluyor:<br />
Gözüm seni görmek için elim sana ermek için<br />
Bu gün canım yolda kodum yarın seni bulmak için<br />
Bu gün canım yolda koyam yarın ivazın veresin<br />
Arz eyleme uçmağını hiç arzum yok uçmak için<br />
Bana uçmak ne gerekmez hergiz gönlüm ona<br />
bakmaz<br />
İşbu benim zârılığım değildurur bir bağ için<br />
Uçmak uçmağım dediğin mü’minleri yeltediğin<br />
Vardır ola bir kaç hûri hevesim yok uçmak için<br />
Bunda dahi verdin bize ol hûriyi çift ü helâl<br />
Ondan dahi geçti arzum azmim sana kaçmak için<br />
Sufîlere ver sen onu bana seni gerek seni<br />
Hâşâ ben terk edem seni şol bir ala çardak için<br />
<strong>Yunus</strong> hasretdurur sana hasretini göster ona<br />
İşin zulüm değil ise dâd eylegil varmak için<br />
Deus caritas est –Tanrı aşktır<br />
Meister Eckhart başka bir zaviyeden bakar aşk<br />
bahsine. Şöyle ki o, evvela Allah’ın âşıkların gönül<br />
kapılarında beklediğini vurgular ve şöyle der: “Sırlar<br />
kitabında Tanrı’nın halka dediği yazılıdır: Kapıda<br />
duruyor ve kapıyı çalıp bekliyorum…(Vahiy. Juh. 3,<br />
20). Onu burada yahut şurada aramana gerek yok;<br />
O, kalbin kapısından uzakta değildir. Burada durur,<br />
sabır ve hasretle içeri alınmayı bekler. Uzaklardan<br />
O’nu çağırmana gerek yok; O, kapıyı açmanı senden<br />
daha sabırsız bekliyor; O, seni senin O’nu istediğinden<br />
daha acele istiyor. Senin kapıyı açman ve O’nun<br />
içeri girmesi sadece bir andan ibarettir.”<br />
Eckhart, Tanrı ile insan arasında bir aşk ilişkisi olduğunu<br />
vurguluyor. Ruh, ebedî Tanrı’nın hasretiyle<br />
yanıp tutuşmaktadır; O’na kavuşmak için şiddetli bir<br />
arzu duymaktadır. Öte yandan Tanrı da, yukarıdaki<br />
ifade edildiği üzere, ısrarla kalbin kapısında beklemekte<br />
ve kulunun gönül kapısını O’na açmasını istemektedir.<br />
Hatta Eckhart, Tanrı’nın bizim ona ihtiyaç<br />
duyduğumuzdan daha çok bize ihtiyaç duyduğunu<br />
söylemektedir. Bizim Mutlak Varlık’a ulaşmamız,<br />
tek taraflı bir gayretin neticesinde gerçekleşmez,<br />
bilakis karşılıklı bir mecburiyetin, daha makbul bir<br />
ifadeyle her iki tarafın birbirine duyduğu hasret ve<br />
şiddetli arzu neticesinde gerçekleşir. Hz. Mevlana,<br />
Mesnevi’de insanın Allah’a olan sonsuz hasretini ve<br />
Allah’ın kuluna duyduğu hüsn ü temayülü anlatmak<br />
üzere, “Sadece susayanlar suyu aramaz - Su da susuzları<br />
arar durur!” der.<br />
Meister Eckhart, kâinatı bir arada tutan sırrın aşk<br />
olduğuna inanır. İnsan ruhuna ilâhi hasretten öyle<br />
bir kıvılcım düşmüş ve onu tutuşturmuştur ki ruh<br />
Kaadir-i Mutlak’a ulaşıncaya kadar huzursuzdur,<br />
hasret ile yanıp kavrulmaktadır.<br />
Annesinin göğsünü arayan bir bebeğin huzursuzluğuyla<br />
dönüp dolanmaktadır dünyada. Eckhart’a<br />
göre ruhun kendi hakikatinden kaçması mümkün<br />
değildir; onun acılarını dindirecek yegâne şey, aslî<br />
vatanına, ilâhi kaynağına dönmesidir. Unio Mystica<br />
gerçekleşinceye kadar ruh, pervaneler misali maddenin<br />
karanlık dünyasında, koku ve renk dünyasında,<br />
yani ki zaman ve mekânda huzursuz bir arayış<br />
içerisindedir.<br />
Meister Eckhart, ruhun mukadderatının aşk olduğunu<br />
ve bundan kurtuluşun imkânsızlığını bir<br />
metafor yardımıyla vurgulamaya çalışır: “Yeryüzü<br />
gökten kaçamaz. İster yukarı ister aşağı gitsin, her<br />
halükârda gök yağmurlarını boşaltır ve onu mümbit<br />
hâle getirir; bu ona acı verse de onun için hoş olsa<br />
46<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
da değişmez. Tanrı da insanlarla böyle yapar: ondan<br />
kaçıp kurtulacağını zannedenler, aksine yine O’nun<br />
kucağına düşer; zira tüm köşe bucak O’na malumdur.”<br />
Esasen bütün mistikler, insanın bu konuda ihtiyarı<br />
olmadığına inanırlar. İnsanın muamma bir zihin<br />
dünyası vardır ki hiç bilinmeyen bir güç sürekli şekilde<br />
iradesine galip gelir ve insan hep transandantal<br />
yahut metafizik bir dünyaya yönelir. İnsan daima bir<br />
varoluş paradoksu yaşar. Pascal’ın tabiriyle sonsuz<br />
mesafelerin ebedî sükûtu ona ürperti verir. Bazen<br />
zaman ve mekân tahditleri ruh için tehdide dönüşür;<br />
bazen derin ruh krizlerinden huzura yol açılır. Bu neviden<br />
durumları Bizim <strong>Yunus</strong>, pek âşıkane terennüm<br />
eder:<br />
Senin aşkın beni benden alıptur<br />
Ne şirin dert bu, dermandan içeru<br />
Bilgi ve aşk<br />
Meister Eckhart, mistik yolculukta akıl ve iradeye,<br />
bilgi ve idrake önem vermektedir. Ona göre ruhu<br />
Mutlak Varlık’a yükselten güçler arasında bilhassa<br />
akıl ve irade ve bunların faaliyetlerinin ifadesi olan<br />
bilgi yahut idrak ve aşk ehemmiyet kesbetmektedir.<br />
Eckhart, nasıl ki bedeni ayaklar taşırsa ruhu da aşk<br />
taşır der. Aşk ve idrak sayesinde ruh faniliğin üzerinden<br />
aşarak ebediyete yönelir. Eckhart, akıl yahut<br />
irade önceliği konusunda vaktiyle Paris’te kendisinin<br />
de katıldığı şiddetli münakaşaları hatırlar. “Mutluluğumuz”,<br />
diyor Meister, “Tanrı’nın içimizde olmasından<br />
kaynaklanmaz -zira Tanrı tüm mahlûkatın<br />
içindedir; fakat onlar bunu bilmezler, o yüzden<br />
mutlu değildirler- bilakis Tanrı’nın ne kadar yakınımızda<br />
olduğunu bilmemizden ve idrak etmemizden<br />
kaynaklanır. Mutluluğum şuradadır ki Tanrı akıllıdır<br />
ve ben bunu idrak ederim.” “Esasen Tanrı her yerden<br />
öte ruhun içinde Tanrı’dır. Bütün mahlûkatın içinde<br />
Tanrı’dan bir şeyler vardır; lakin ruhta Tanrı’nın<br />
azameti muhteşemdir.” Eckhart, Tanrı bize bizden<br />
yakındır derken bunun sadece günahsız insanlar için<br />
geçerli olduğunu kastetmez. Ona göre insan günah<br />
işlese de Tanrı ondan uzaklaşmaz. O, günahın hayatın<br />
bir cüzü olduğuna inanır. Nasıl ki zifiri karanlıkta<br />
ışık daha çok aydınlatırsa, günah da beşerî tarafımızı<br />
daha çok ortaya çıkarır.<br />
Eckhart, iradenin öneminin farkında olmakla<br />
birlikte aklın şayan-ı tercih olduğunu vurgular. Yine<br />
sözü Paris’te yapılan münakaşalara getirerek şöyle<br />
der:<br />
Okulda aklın iradeden daha kıymetli olduğunu<br />
öğretiyordum. Başka bir okulda başka bir üstat da<br />
şöyle öğretiyordu: İrade akıldan kıymetlidir; zira<br />
irade şeyleri oldukları gibi alır, akılsa kendisine<br />
göründükleri şekliyle kabul eder. Bu doğrudur çünkü<br />
bir göz duvara çizilen gözden daha kıymetlidir.<br />
Fakat buna rağmen ben aklın iradeden daha kıymetli<br />
olduğunu söylüyorum. İrade Tanrı’yı iyilik ve<br />
lütufkârlık örtüsü altında kavrar; akılsa O’nu örtüsüz<br />
olarak, iyilik ve lütufkârlıktan ve yaratıklardan<br />
sıyrılmış olarak idrak eder. Bilgi iradeyi yönetir<br />
ve ışıklandırır, böylece onun tezahüründen, aşktan<br />
önce gelir; insan daha önce Tanrı’yı idrak etmeden,<br />
bilmeden sevemez.<br />
Eckhart’ın burada söyledikleri fevkalade önemlidir;<br />
bilhassa son cümle onun aşk konusunda bilgi<br />
ve idrake biçtiği değer bakımından bir kriter teşkil<br />
etmektedir. Evet, “insan daha önce Tanrı’yı idrak etmeden,<br />
bilmeden sevemez.” Nasıl sevsin ki İnsan<br />
bilmediği bir şeyi sevemez. Bilgi ve idrakin aşktan<br />
önce geldiği görüşünü daha önce Augustinus dile<br />
getirmişti. Aziz Augustinus şöyle diyordu: “İdrak<br />
edilmeyen hiçbir şey sevilmez. Eğer insan herhangi<br />
bir bölümünü idrak ettiği bir şeyi severse, o zaman<br />
aşk bizzat müessir olur, o zaman o şey daha iyi ve<br />
kâmilen idrak edilmiş olur.”<br />
Meister Eckhart’a göre bilginin en yüksek mehabetine<br />
ulaşması için Allah’a yönelmesi, Allah’ı bilmesi<br />
gerekir; ancak bilgi ve idrak varlıkta kalır. Eğer<br />
ruh Allah’ı bilmek istiyorsa o zaman O’na yönelmesi<br />
yetmez, kendini O’nda yok etmesi, Hallac’ın<br />
tabiriyle “Ene’l Hakk” diyebilmesi gerekir. Ruh<br />
öylesine etik bir makama yükselmeli ki orada gerçekleştireceği<br />
faaliyetleri bir beklentiye müsteniden<br />
vuku bulmamalı; günah, sevap, dünya, ahret, cennet<br />
ve cehennem gibi beklentilerden tümüyle arınmalıdır.<br />
Orada ruhun tamamen soyunması lazım, fenomenal<br />
âlemden kaynaklanan tüm bilgilerden sıyrılıp<br />
çıkması gerekir; hatta bu da yetmez bizzat kendini<br />
terk etmesi şarttır.<br />
Eckhart, Tanrı’nın bilgiyle kirlenmemiş saf ruha<br />
doğduğunu, o yüzden bilginin değil ümmiliğin makbul<br />
olduğunu vurgular. Anlaşılacağı üzere Eckhart,<br />
burada kaba ve kör bir cehaletten bahsetmiyor, bilakis<br />
âlim bir bilgisizlikten söz ediyor.<br />
Vaktiyle Augustinus; “Allah, bilmemek suretiyle<br />
daha iyi bilinir” demişti. Bu neviden bir bilgisizliği<br />
Nicolaus Cusanus, pek isabetli olarak Docta ignorantia,<br />
yani “âlim bilgisizlik” olarak tarif etmişti.<br />
47<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
İşte bu bilgisizlik makamında, diyor Eckhart, “mutlu<br />
temaşa” hâli başlar. Bu durum akıl ve idrak ötesi bir<br />
kavrayıştır; burada insan tümüyle dünya ile alakasını<br />
kesmiş, mutlu ve huzurlu olarak Tanrı’da hayat<br />
bulmuş, bâki olmuştur. Nicolaus Cusanus, bu durumu;<br />
“aşk” (amore) marifetiyle idrak edilen ve yüksek<br />
bilgi ve idrak ile ulaşılan “ebedî aşk” (charitas)<br />
olarak özetlemektedir.<br />
Demek ki bütün bilgileri yakan, bir cüruf misali<br />
bir kenara bırakan aşk, evvelemirde bilgiyi şart koşmaktadır.<br />
Hz. Mevlana, Mesnevi’sinde “bulmasaydın<br />
aramazdın” der; Mesnevi’de Allah’tan ümidini<br />
kesmek üzere olan bir adamın hikâyesini anlatır.<br />
Hikâye şöyledir:<br />
Birisi her gece Allah der durur, bu zikirden ağzı<br />
tatlılaşır, zevk alırdı.<br />
Şeytan, “Ey çok söz söyleyen, bunca Allah demene<br />
karşılık onun Lebbeyk demesi nerde<br />
Tanrı tahtından bir cevap bile gelmiyor. Böyle<br />
utanmadan, sıkılmadan ne vakte dek Allah deyip duracaksın”<br />
dedi.<br />
Adamın gönlü kırıldı, başını yere koydu, yattı.<br />
Rüyada yeşiller giyinmiş Hızır’ı gördü.<br />
Hızır, “Kendine gel, niçin zikri bıraktın, çıkardığın<br />
addan nasıl usandın, zikirden nasıl pişman oldun”<br />
dedi.<br />
Adam, “Cevap olarak Lebbeyk sesi gelmiyor.<br />
Kapıdan sürüleceğimden korkuyorum.” deyince,<br />
Cenabı Hak, “Senin o Allah demen, bizim Lebbeyk<br />
dememizdir. Senin o niyazın, derde düşmen,<br />
yanıp yakılman, bizim haberci çavuşumuzdur.<br />
Senin hilelere düşmen, çareler araman, seni kendimize<br />
çekmemizden, ayağını çözmemizdendir.<br />
Her Yarabbi demende bizim, efendim, buyur dememiz<br />
gizli.” dedi.<br />
Farklı noktalardan yola çıksalar da, kanaatimizce,<br />
Meister Eckhart, Mevlana ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Allah’ı<br />
bilmek, idrak etmek ve sevmek konusunda farklı<br />
düşünmezler. Üç mistik düşünür de aşkın öncesinde<br />
bilgi ve idrakin öneminin farkındadırlar. Bilgi teşekkül<br />
etmeden aşkın yöneleceği bir estetik obje yahut<br />
mevzu yoktur. Bilgiden maksat ise evvela kişinin<br />
kendini, nefsini bilmesidir. Eckhart, “İnsanın nefsini,<br />
Ego’sunu bilmesi ancak ve evvela dünya ile alakasını<br />
kesmekle mümkündür.” der. Ona göre Tanrıya<br />
ulaşmak ancak ruhun derinliklerine hatta en dip noktasına<br />
intikal etmekle gerçekleşebilir; çünkü ruhun<br />
en dip noktasında bir Seelenfünklein (ruh kıvılcımı)<br />
vardır ki Tanrı buradadır. Ruhunun temelinde Tanrı<br />
visali gerçekleşir. Eckhart burada “ruhun temeli” yahut<br />
Seelenfünklein (bir ruh kıvılcımı) tabiriyle ruhun<br />
saf hâlini, evvelemirdeki halini kastediyor olsa gerektir.<br />
Bu, nefsin tümden arınmış hâlidir. Ruhun bu<br />
saf hâline, her türlü tecrübeden ve bilgiden arınmış<br />
hâline Husserl, “transandantal Ego”, Nietzsche ise<br />
“dinstinktesten Bewusstsein” yani “apaçık bir şuur”<br />
diyor. Adına ne dersek diyelim, bütün bu düşünürler<br />
Tanrı’ya ancak bu saf Ego’da yahut ruhun en saf derinliklerinde<br />
intikal edileceğine kanidirler. O yüzden<br />
Bizim <strong>Yunus</strong> der ki:<br />
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir<br />
Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır.<br />
Meister Eckhart’ın mevzubahis ettiği Seelenfünklein<br />
(ruh kıvılcımı) yahut Seelengrund (ruhun temeli)<br />
kavramıyla neyi kastettiğini çok iyi anlamak lazım;<br />
çünkü onun felsefesinin ve psikolojisinin esasını bu<br />
kavram teşkil eder. Eckhart ruhun bilinen alanın ötesinde<br />
bir de hiç girilmemiş vahşi bir ormanı andıran<br />
derin ve karanlık bir alanı daha olduğunu söyler. Ruhun<br />
bu aslî temeli zaman ve mekânın tesir alanın dışında<br />
kalır; burası doğrudan doğruya Tanrı visalinin<br />
gerçekleştiği alandır; ruhun temeli ayırt edilemez biçimde<br />
Tanrı ile vahdet hâlindedir. Dolayısıyla ruhun<br />
temeline vasıl olan Tanrı’ya ulaşmış olur. Ruhun temeline<br />
inildiğinde tüm algılar ortadan kalkar; orada<br />
ne akıl ne idrak ve irade ve hatta ne de aşk fark edilir.<br />
Burası tamamen Tanrı’nın tecelligâhıdır; burada insan<br />
bütün varlığıyla, beşerî hasseleriyle eriyip yok<br />
olur. Burada ilahi olanla beşerî olanı tefrik etmek<br />
mümkün değildir. Ruhun temeli bütün ruhi güçlerin<br />
buluşma noktasıdır; unio mystica burada gerçekleşir.<br />
Ruhun temeline varmadan önce her varlık bir varlığa<br />
sahiptir; ancak ruhun temeline intikal eden varlık,<br />
münferit varlığını Mutlak Varlık’ta eritir ve bundan<br />
böyle sadece varlık olur, bir varlığa sahip olmaz. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>, Eckhart’tan farklı olarak varlık’a Hakk<br />
demez “varlık Hakk’ındır” der:<br />
Derviş “Enel Hak” derse n’ola, acep mi,<br />
Hep varlık Hakk’ındır alâ küll hâl.<br />
İradenin şiddetle arzuladığı, can attığı, iştiyak<br />
duyduğu ve aklın idrak edebildiği hiçbir şey Tanrı<br />
değildir. Aklın anlayamadığı, zihnin kavrayamadığı<br />
48<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ve şiddetli arzu ve iradenin ulaşamadığı karanlık bir<br />
alan vardır. İşte bu zifiri karanlık alana Eckhart, yukarıda<br />
da belirtildiği üzere “Seelenfünklein” adını<br />
veriyor ve Tanrı’nın bu zifiri karanlık alanda bütün<br />
nuru ve ihtişamıyla ortaya çıktığını vurguluyor. Bu<br />
fikir İslam mutasavvıflarının öteden beri üzerinde<br />
durdukları fevkalâde önemli bir fikirdir. Orhan Pamuk,<br />
Benim Adım Kırmızı başlıklı romanını bu fikrin<br />
miğferinde oluşturur. Hatırlanacak olursa orada bir<br />
noktadan başlamak suretiyle hiç kalemini kaldırmadan<br />
bir atı çizebilen dâhi nakkaşlar mutlak karanlığa<br />
ulaşmak için istidatlarının zirvesinde bir iğneyi<br />
göz bebeklerine batırarak gözlerini kör ederler. İşte<br />
Meister Eckhart’ın anlatmak istediği fikir budur ve<br />
felsefesinin temel esprisi burada saklıdır.<br />
Bilgi belirli bir irtifadan sonra bir yıldız misali<br />
metafiziğin derinliklerinde kayboluverir. İnsan ister<br />
kendi Ego’sundan ister tabiattan yola çıksın elde<br />
edeceği bilgi onu transandantal alana taşır; çünkü<br />
insan ruhunda transandantal bir öz mevcuttur. Bu<br />
öz evvelemirde yaşadığı vatanın hasreti içerisindedir<br />
ve ebedî olarak bu iştiyak ile yaşar. Onun varlığının<br />
aslı ve aslî sebebi Mutlak Varlık’tır. Mutlak<br />
Varlık, Ben’den içeri olan varlıktır. O ancak ruhun<br />
temelinde müşahede edilir. Orada zaman ve mekân<br />
yoktur. Orada ebedî ve yekpare bir an vardır. Zaman<br />
ve mekân Allah’ı müşahedenin önünde en büyük engeldir.<br />
Oysa bütün tefekkür zaman ve mekân rayları<br />
üzerinde yol alır.<br />
Eckhart’a göre ruhun temelinde Mutlak Varlık’ı<br />
keşfetmek isteyen, evvela zaman ve mekân engelini<br />
aşmak mecburiyetindedir; çünkü Mutlak Varlık tüm<br />
tasavvurlarımızın ötesindedir; ancak buna rağmen<br />
her yerde, bilhassa ruh ve gönül dünyamızda mutlak<br />
surette müessirdir. Nasıl ki güneş sonsuz mesafelerin<br />
ötesinden bir ağacın köklerindeki öz suyu dallara<br />
çekip onun çiçek ve meyve vermesine sebep oluyorsa,<br />
aynı şekilde ilahi nur da Ben’inimizi, ruhumuzu<br />
tümüyle kavrar ve kendine çeker. Muhammed<br />
İkbal, “Dikeni, yaprağı görüyorsun, ama dalın içerisinde<br />
bir şey görünmüyor.” der. Mesele dalın içine,<br />
ruhun temellerine inmektir; zamanın tuzaklarından<br />
kurtulmak, ebediyete kement atmaktır. Çünkü zaman<br />
tefrik eder, ayırır; ebediyetse muttasıl birleştirir.<br />
Mutlak Varlık, bir an-ı daimdir ki bir kıvılcım misali<br />
ruhumuzu daima tutuşturur ve bize ebediyet bahşeder.<br />
Demek oluyor ki Ben ile Ben’den içeri olan Ben<br />
arasında çok deruni, sırlı bir ilişki mevcuttur. Bu ilişki<br />
küçük Ben’in Mutlak Varlık’a duyduğu hasret ve<br />
iştiyakla açığa çıkar ki buna “aşk” diyoruz.<br />
Meister Eckhart, her Ego’nun aşkını kendi içinde<br />
taşıdığını ve esasen “Dünyanın bütün aşklarının<br />
bizzat kendini sevmeye istinat ettiğini” vurguluyor.<br />
İnsan fâni güzellikleri tabiatta müşahede eder; ancak<br />
mutlak güzelliğin tecelligâhı kalptir. Eckhart,<br />
bir vaazında İncil’den bir ayet iktibas ederek şöyle<br />
diyor: “Aziz Juhanna buyuruyor ki: Deus caritas est<br />
– Allah aşktır. Ve aşk Allah’tır. Aşkta mukim olan<br />
Allah’tadır ve Allah onda mukimdir.” Allah’ın lütuf<br />
ve kereminin bir neticesi olan ruh, kalpte tecelli eden<br />
hüsn ü mutlak’a âşıktır.<br />
Eckhart, 65’inci Vaaz’ında Kitab-ı Mukaddes’ten<br />
iktibas ettiği yukarıdaki ayeti şöyle yorumluyor:<br />
İmdi ilk sözü ele alalım: “Tanrı aşktır.” Burada<br />
şöyle deniyor: Aşk istidadı olan ve aşk ortaya koyabilen<br />
her şeyi takip ettiği için Tanrı, aşkı marifetiyle<br />
bunu (her şeyi) kendisini sevmesi için tahrik eder.<br />
İkinci olarak “Tanrı aşktır” ile şu kastedilir: Allah’ın<br />
yarattığı, aşk kabiliyeti olan her şey kendisini sevmesi<br />
için sevgiyle O’nu (Allah’ı) tahrik eder; onun<br />
için hoş ve lütufkâr olsa da acı verse de. Üçüncüsü<br />
de “Tanrı aşktır” ile şu murat edilir: Allah sevgisiyle,<br />
sevebilen her şeyi tüm çeşitliliklerden (kesretten<br />
vahdete) çıkması için teşvik eder. Allah’ın tüm muhtelif<br />
varlıklar için cemilekâr olduğundan dolayıdır ki<br />
(Allah sevgisini tüm mahlûkata yaydığı ve dağıttığı<br />
için) aşk, O’nun sevgisini tüm varlıklardan (kesretten)<br />
kendi birliğine dönmesi için tahrik eder. Nihayet<br />
dördüncü olarak “Tanrı aşktır” ile şu kastedilmektedir:<br />
Allah kendi sevgisiyle tüm varlıklara varlıklarını,<br />
hayatlarını bahşettiği ve onları aşkıyla hayatta<br />
tuttuğu için, “Tanrı aşktır”.<br />
Birisi bana ‘Tanrı nedir’ diye sorsaydı, ona Tanrı<br />
aşktır derdim; hatta büsbütün sevgiye şayandır; öyle<br />
ki tüm yaratıklar bilerek yahut bilmeyerek, onlara<br />
ıstırap vermesine yahut lütufkâr olmasına bakmaksızın,<br />
O’nun sevgisine mazhar olmaya gayret ederler.<br />
Tanrı aşktır ve öylesine sevimlidir ki sevgi istidadı<br />
olan her şey O’nu sevmek mecburiyetindedir; onlara<br />
acı verse de lütufkâr olsa da.<br />
Meister Eckhart’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> gibi yahut onun<br />
kadar deruni bir iç tecrübesi yoktur. En azından onun<br />
yazılarından böyle bir intiba edinmek mümkün değildir.<br />
Eckhart, olağanüstü bir rasyonellikle ve aşkın<br />
sarhoşluğuna, vecdin ve hissin sürükleyiciliğine<br />
kapılmaksızın mistik tecrübelerini kaleme almıştır.<br />
49<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Eckhart’ın üslubu fevkalade berraktır, vazıhtır; ancak<br />
<strong>Yunus</strong>’un sadeliği, samimiyeti, lirizmi ve coşkunluğu<br />
onda yoktur. <strong>Yunus</strong>, yaşadığı iç tecrübeyi<br />
öylesine terennüm eder, öylesine hissettirir ki bu<br />
yürekler acısı duruma bazen dayanmak mümkün<br />
değildir. Bazen aşkı zalim, kanlı bir katil gibi tasvir<br />
eder; içimizdeki tüm adalet ve merhamet duyguları<br />
ayaklandırır:<br />
Ben yürürüm yâne yâne aşk boyadı beni kâne<br />
Ne âkilem ne divâne gel gör beni aşk neyledi<br />
Yahut:<br />
Ödağacı gibi yanar vücudum<br />
Tütünüm göklere seher yelidir<br />
Bu nasıl bir tasvirdir, bu nasıl bir dildir Nasıl<br />
bir ruhi tecrübe yaşamış, aşkı hangi derinliklerde<br />
tecrübe etmiştir ki <strong>Yunus</strong>, bu kadar gerçekçi, akla ve<br />
kalbe ürperti veren bir hissedişle terennüm ediyor.<br />
Zannımca <strong>Yunus</strong>’un sırrı dilinde ve terennümünde<br />
gizlidir. Bu yönüyle <strong>Yunus</strong>, Eckhart’tan da diğer<br />
Hristiyan mistiklerinden de farklıdır; onların ulaşamadıkları<br />
bir terennüm diline sahiptir. Şunu da ilave<br />
edelim ki <strong>Yunus</strong> bu söyleyiş diline, âşıkane söylemeye<br />
mahkûmdur; başka türlü söylemeye muktedir<br />
muhakkak; ancak o başka türlü söyleyemez, çünkü:<br />
Âşık canı hemişe sermest ü humar gerek<br />
Aslında Eckhart da hedefe götüren en kısa ve<br />
emin yolun aşk olduğuna inanır. Çünkü Allah, kendisini<br />
seveni bilir, bildiği için onu sever; zira bilinmeyen<br />
bir şey sevilmez. Allah’ın bilmemesi ulûhiyete<br />
aykırıdır. Eckhart Allah’ın bilgisinin her şeyi kuşattığını<br />
pekâlâ bilir; onun burada vurgulamak istediği<br />
Allah’ın ilminin aşkından önce geldiğidir. Hatta<br />
Eckhart aslında Tanrı’nın bilgisinin kendisini bilmek<br />
olduğunu vurgulayarak şöyle der: “Varlık kendisini<br />
bilir, yaşar, hatta sadece kendisini yaşar, çünkü bizzat<br />
kendisini idrak eder. Bu bir Ego’dur ve bu Ego<br />
her şeydir, her şeyi a priori olarak içine alır ve her<br />
şeyin kararını kendi içinde alır.”<br />
Allah’ı seven ruh, O’na vasıl olur; ancak evvelemirde<br />
Allah’ın kuşatmadığı hiçbir ruh yoktur. O<br />
itibarla hasret ve iştiyak olmadan bilgi ve idrak olmaz,<br />
bilgi olmadan da hasret olmaz. Aşkın harareti<br />
yükselince bilme iştiyakı da artar; âşık maşuku tanımak<br />
için can atar, onunla ilgili her bilgiye ve hatta<br />
gayrisahih bilgiye dahi büyük önem verir. Mevlana,<br />
Şems’in geldiğini söyleyen birisine cübbesini verir.<br />
Birisi bu haberin yalan olduğunu söyleyince de<br />
“Ben yalanına hırkamı verdim, gerçek olsaydı canımı<br />
verirdim.” der. Allah aşkın kaynağıdır, O’na ne<br />
kadar şiddetli iştiyak duyarsak, O da bize o derece<br />
saadet bahşeder.<br />
Müşterek bir metafor: Aşk oltası<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, aşkın kanlı bir yol olduğunu ve<br />
sürekli canlar aldığını bıkmadan usanmadan tekrar<br />
eder durur:<br />
Beğim âşık isen var sen yoluna<br />
Bunda başlar yiter kanlar sorulmaz<br />
Meister Eckhart, Tanrı’nın âşıkları avlamak için<br />
aşkı bir olta olarak kullandığını ve O’nun oltasına takılan<br />
âşıkın kurtulmasının mümkün olmadığını söyler.<br />
Balıkçı oltasını denize salar ve bekler; onun nasibi<br />
balıktır. Balık oltaya gelmediği müddetçe balıkçı,<br />
beklemeye devam eder. Bu zaman zarfında balık<br />
olabildiğince hürdür, istediği istikamette yüzebilir.<br />
Ne var ki oltadaki yem balığın hürriyet alanını daraltır,<br />
iradesini elinden alır. Eğer balık yemden dolayı<br />
oltaya gelir ve çengeli yutarsa balıkçı, nasibinden<br />
emin olur. Balık istediği kadar çırpınsın artık elde<br />
edeceği bir netice yoktur. Tam aksine yuttuğu çengel<br />
çırpındıkça daha derine batar ve kan kaybetmesine<br />
sebep olur ki balıkçının istediği de budur. Eckhart,<br />
balığın bu feci mukadderatının aslında onun yegâne<br />
şansı ve kurtuluşu olduğunu söylüyor. Bu pek paradoks<br />
bir düşüncedir; lakin aşk bahsinde asıl paradoks<br />
varlık iddiasında bulunmaktır. Onun için <strong>Yunus</strong>,<br />
“Sen Hakk’a âşık isen, Hak sana kapı açar,/ Ko<br />
seni beğenmeyi, varlık evini bir yık” der. Aşkın esir<br />
aldığı kimse en kuvvetli zincirlerle bağlanır ama bu<br />
zincir onun için aynı zamanda hoş bir yük, kıymetli<br />
bir mücevherdir. Aşka duçar olan birinin kurtuluşu<br />
tümüyle teslim olmaktan geçer. Tanrı’nın oltasına<br />
düşen âşık, elini ayağını, ağzını, gözünü, kalbini,<br />
dili ve hülasa bütün varlığını kaybetmedikçe kurtulamaz;<br />
Tanrı onu çekip almaz sudan.<br />
Âşık bütün varlığıyla Allah’ın takdirine teslim<br />
olmazsa, olta onun için cehennemdir. O yüzden diyor<br />
ki Meister Eckhart, “Kutsal Kitap’ta şöyle yazılıdır:<br />
Aşk ölüm kadar güçlüdür, cehennem kadar<br />
sağlamdır. Ölüm, ruhu bedenden ayırır; fakat aşk,<br />
ruhu her şeyden koparır. Aşkın ilahî olandan başka<br />
hiçbir şeye tahammülü yoktur. Bu ağa düşen ve bu<br />
50<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
yolda yürüyen kişi, her ne yapsa onu aşk yapar;<br />
onun bir şeyler yapmasının yahut hiçbir şey yapmamasının<br />
bir önemi yoktur. Onun dinlenmesi,<br />
çalışmaması diğerlerinin faaliyetinden faydalıdır.<br />
O yüzden bu oltaya dikkat ediver, böyle bir esaret<br />
seni mutlu edecektir. Ne kadar çok oltaya düşersen<br />
o derece özgür olacaksın, kurtulacaksın.”<br />
Aşk oltası tehlikelidir, sürekli canlar alır; ama<br />
ne çare ki âşık can vermekten usanmaz. <strong>Yunus</strong>, aşk<br />
oltasına düşenin geri dönüşü yoktur diyor:<br />
Benim garip gönlüm aşktan usanmaz<br />
Varır aşka düşer hiç bana dönmez<br />
Ne gariptir, Meister Eckhart’ın kullandığı<br />
bu olta metaforunu ondan daha önce Mevlana<br />
Celâleddin Rûmi kullanmıştır. Mevlana, Fihî Mâ<br />
Fih başlıklı eserinde aşktan bahsederken balıkçıların<br />
balık tutma usulünden bahseder ve şöyle der:<br />
Balıkçılar, balığı bir defada sudan çekip çıkarmazlar.<br />
Oltanın çengeli balığın boğazına girince<br />
onu birazcık çekerler ve sonra bırakırlar, tekrar<br />
çekerler. Bunu, balığın kanının akıp bitkin bir hâle<br />
gelmesi, kuvvetini kaybetmesi ve zayıflaması için<br />
yaparlar. Aşk oltası da insanın damağına takılınca,<br />
pis kanların azar azar akması ve kudretini kaybetmesi<br />
için Tanrı onu yavaş yavaş çeker. Çünkü Allah<br />
kiminin kalbini darlaştırır, kiminin açar. Lâ ilâhe<br />
İllallah (Sure 2/247).<br />
Varlığı bir küll olarak Tanrı’da idrak etmeği<br />
Eckhart’tan öğreniyoruz. Bu konuda o, şöyle diyor:<br />
“Varlığı gerçekten idrak etmek istiyorsam, o zaman<br />
varlığın bizatihi kendisinin olduğu yere bakmam<br />
lazım, yoksa bölündüğü, parçalandığı yere değil:<br />
Varlığı küll olarak ancak Tanrı’da bulurum. Ruh,<br />
Tanrı’da tüm Varlık’ı idrak eder.” Ekhart’a göre,<br />
“Tanrı saf varlıktır.” ve bu “saf varlık aşktır.”<br />
Netice olarak sunu söyleyebiliriz: Orta Çağın<br />
büyük ilâhiyatçısı ve mistik düşünürü Meister<br />
Eckhart’ın mistik tecrübeyi felsefi temeller üzerine<br />
oturtması Alman idealist felsefesinin işini kolaylaştırdığı,<br />
ufkunu açtığı muhakkaktır. Farklı bir<br />
mistik geleneğe ve tecrübeye sahip olan Eckhart,<br />
mistik felsefesindeki vuzuh ve vüsata rağmen <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’nin sade, berrak ve âşıkane söyleyişine<br />
ulaşamamıştır. <strong>Yunus</strong>, lisanındaki sadelik, sarahat,<br />
seyyaliyet ve lirizm ile namütenahi mistik âlemin<br />
merkezinde yakuttan bir mücevher gibi parıldamaktadır.■<br />
ALÂ KÜLLİ HÂL<br />
Ol tuhfeyi aldım bad-ı saba ile<br />
Kıraat eyledim kiramen katibin ile<br />
Lokmamız gussa idi evvelde<br />
Tatlı şerbet içtik dün olmuş gece ile<br />
Çalab söyletir dilim oynatır elim<br />
Miskin defterime sevap isterim<br />
Sabah ezanı benden erte<br />
Kırağıdan evvel ibadeti eda ettim<br />
Eckhart zünnârını kuşanmış<br />
Dervişin talyasını omzu aşağı akmış<br />
Biri belinde beriki başında<br />
Işk odu tütmüş özler göynümüş<br />
Akl ıssı arda göçtürür<br />
Özün özü öne geçtirir<br />
Kim ki dili şekere buladır<br />
Alâ külli hâl anın sözü muteberdir<br />
MURAT KAYMAZ<br />
Senail Özkan'a<br />
51<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
NURULLAH ÇETİN*<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />
İslam kaynaklı<br />
evrensel bilgi<br />
kuramında bilgi,<br />
özünde kendisi<br />
için anlamlıdır ve<br />
insanın kendisini<br />
tanıması sürecine<br />
yani insan-ı kâmil<br />
olması sürecine<br />
hizmet eden bir<br />
değerdir.<br />
Kendini Bilme Felsefesi<br />
Bilge Türk <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> (1240-1322)’nin en önemli boyutlarından<br />
biri muhataplarını dıştan içe çekmeye çalışması,<br />
başkasından çok kendini bilmeye çağırmasıdır. İnsan kendini<br />
bilirse başkasını daha iyi bilebilir. Başkasına sempati duyabilmesi<br />
için empati yapması lazımdır. İlkel kabileler daha çok<br />
dışa dönüktür. Bilim, sanat, nefis muhasebesi, iç dünya zenginliğini<br />
ifade etme gibi hususlarla fazla ilgili değillerdir.<br />
Dışarıda dolaşırlar, avcılık yaparlar, kavga ederler, hayvanlarla,<br />
tabiatla boğuşurlar. Yani hayatlarını dışa dönük eylemlerle<br />
geçirirler. Medeni milletler ise iç dünyalarına yönelirler,<br />
iç dünyalarının zenginliği olan sanat ve bilim üretme<br />
ile meşgul olurlar. Nefislerini eğitmek, davranışlarını nizama<br />
sokmak, kurallara ve kurumlara bağlı hareket etmek, hareket<br />
özgürlüğünü başka insanlara göre sınırlamak, başkalarının<br />
hakkı olduğunu düşünmek ve onlara saygı duymak, adaletli<br />
ilişkiler kurmak medeni insanın temel vasfıdır.<br />
* Prof. Dr., Ankara Ü., Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi,<br />
Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünde öğretim üyesi<br />
52<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Eğer bir ülke Afganistan’ın, Irak’ın, şuranın<br />
buranın hakkını gözetmeyip ilkel kabileler gibi<br />
tamtamlarla saldırıyorsa, manevi, ruhani değerlere<br />
önem vermeyip vahşice yakıp yıkıp öldürüyor,<br />
ateşe verip yağmalıyorsa, devlet terörü estiriyorsa<br />
onlar medeni adını taşıyan, ama gerçekte medenileşmemiş<br />
çetelerdir. Büyük Âkif’in söylediği “medeniyet<br />
dediğin tek dişi kalmış canavarlar”dır.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, insanın, toplumların ilkellikten<br />
kurtulup medenileşebilmelerinin anahtarını son derece<br />
sade, açık ve veciz bir şekilde ortaya koymuştur:<br />
“Bir ben vardır bende benden içeru”<br />
İnsanlık tarihinin serencamını bu kısa vecize<br />
ile özetlemek mümkündür. Bütün insanlık tarihini<br />
bundan daha güzel anlatabilen çarpıcı ifade yoktur.<br />
İnsanlık, tarih boyunca hep iki beni etrafında<br />
kümelenmişler, bazısı birinci benine önem vermiş,<br />
bazısı ikinci benine. Burada şunu da hatırlatmak<br />
lazım: Peyami Safa Yalnızız romanında insanın<br />
içinde birbiriyle çarpışma hâlinde olan bu iki zıt<br />
ben meselesini ayrıntılı olarak irdeler. Buna dip<br />
zıtlık kuramı diye de bir ad verir. Esasen Peyami<br />
Safa’nın beslenme kaynağı da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir.<br />
<strong>Yunus</strong>’a göre insanın bir maddi tarafı, biyolojik<br />
boyutu, dünyaya dönük tarafı var, bir de manevi<br />
boyutu, iç dünyası, soyut, ruhani yapısı var. Vücudunun,<br />
cesedinin iç derinliklerinde saklı olan manevi<br />
zenginliğini keşfetmek, kişinin kendini bilme<br />
sürecidir. Hayatı boyunca bütün öğrenim süreci,<br />
elde ettiği bilgiler, ilimler, kazandığı bütün gözlem<br />
ve izlenimlerine dayalı tecrübeler, insanın kendini<br />
yani iç zenginliğini keşfetme sürecinden ibarettir.<br />
Varlığın bir görünen maddi yüzü vardır. O boyut<br />
katıdır, serttir, karanlıktır, geçicidir. Bir de manevi,<br />
latif, şeffaf tarafı vardır. O soyuttur, saftır,<br />
kalıcıdır. İnsan bu iki boyut arasında gider gelir.<br />
<strong>Yunus</strong> kendini ve bütün muhataplarını insanı maddi<br />
boyutundan manevi boyutuna doğru, maddeden<br />
manaya, katı maddesinden şeffaf manasına doğru<br />
yükselmesini ister. İnsan dışından içine doğru olan<br />
yolculuğunda ne kadar mertebe katedebilirse o<br />
oranda insan-ı kâmil olacaktır. O oranda tam insan<br />
değil, ama nispi olarak mükemmel insan olacaktır.<br />
Zira tam insan olmak mümkün değildir.<br />
<strong>Yunus</strong>’un bütün hayat macerası, duyguları, düşünceleri,<br />
şiirleri, telkinleri hepsi de kendisinden<br />
içerilerde, derinlerde bir yerlerde olan asıl benini<br />
keşfetme, bulma cehdidir. Bir yolculuktur, seyrüseferdir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> yol ve yolculuk motifine önem<br />
veriyor. Hayatı bir yol olarak algılamak, insanı da<br />
bir yolcu olarak görmek ne kadar derin manalı bir<br />
bakıştır. <strong>Yunus</strong>’un inşa etmek istediği insan, sürekli<br />
arayan, sürekli keşif yolculuğunda olan, kendi var<br />
oluşunu gerçekleştirmek için bir şeylerin peşinde<br />
olan insandır. Tam da burada <strong>Yunus</strong>, kendisinden<br />
içerü olan benini bulabilmek için, lazım olan bilgi<br />
üzerinde yoğunlaşır. Bu durum, onun bilgi felsefesini,<br />
bilgiye yaklaşımını irdelememizi gerekli<br />
kılıyor.<br />
Kendisinden İçerü Olan Benini Keşif<br />
Yolculuğunda <strong>Yunus</strong>’un El Feneri: Sahih<br />
Bilgi Felsefesi<br />
Yüzyıllar boyunca insanlık bilginin anlamı,<br />
değeri, işlevi, önemi, mahiyeti konusunda tartışıp<br />
durmaktadır. Felsefenin temel konularından biri<br />
de epistemolojidir. Bugün modern dünyanın bilgi<br />
algısı, çoğunlukla ve yaygın olarak Rönesans ve<br />
Reform dönemleri sonrası ortaya çıkan pozitivizm<br />
kaynaklıdır. Orta Çağ Hristiyanlığına kızarak dini<br />
reddeden modern Batı, Aydınlanma dönemiyle birlikte<br />
bilgide pozitivist bir tavır geliştirdi. Buna göre<br />
müspet bilimler kutsallaştırıldı.<br />
Bilgi, büyük ölçüde insanın kendini ve hakikati,<br />
soyut derinliği ve enginlikleri araştıran bir çalışma<br />
alanı olmaktan çıktı. Dış dünyayı, tabiatı, maddeyi,<br />
somut dünyayı araştırmaya ve yağmalamaya çalıştı.<br />
Biyolojik konformizme önem verdi. Bedensel<br />
anlamda dünya nimetlerinden sonuna kadar yararlanmayı<br />
esas aldı. Tabiat bilimleri, insanın bedeniyle,<br />
somut varlığıyla ilgili bilgiler önem kazanmaya<br />
başladı. Bu da insanları soyut ve manevi değerlerden<br />
uzaklaştırdı, materyalist bir dünya üretti.<br />
Modern Batının pek çok ferdî ve toplumsal bunalımlarının<br />
kaynağı, işte bu pozitivizmin beş duyuyla<br />
algılanabilen somut dünyaya önem vermesi,<br />
maddenin bilgisine ağırlık vermesi, insanın içini,<br />
kendisini, ruhunu, kalbini, duygularını, beklentilerini<br />
geri plana itmesidir.<br />
Bu anlamda da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin son derece sahih<br />
bir bilgi kuramına sahip olduğunu, hele bugünkü<br />
dünya toplumları için son derece sağlıklı düşünceler<br />
taşıdığını görüyoruz. Onun için <strong>Yunus</strong> çağdaştır,<br />
eskimemiştir. Çağlar, zamanlar, mekânlar<br />
üstü evrensel bir kişiliğe sahiptir. Evrensel olduğu<br />
için klasiktir. Bakın, <strong>Yunus</strong>’un epistemolojisi, bilgi<br />
kuramı nasıl:<br />
53<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
“İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir<br />
Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır<br />
Okumaktan ma’na ne kişi Hakk’ı bilmektir<br />
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru ekmektir”<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin İslam kaynaklı evrensel bilgi<br />
kuramında bilgi, özünde kendisi için anlamlıdır<br />
ve insanın kendisini tanıması sürecine yani insan-ı<br />
kâmil olması sürecine hizmet eden bir değerdir.<br />
Modern Batı pozitivizminde bilgi, insanın dışındaki<br />
nesneleri, tabiatı, hayvanları, yıldızları, uzayı<br />
tanımaktır; <strong>Yunus</strong>’ta ise önce insanın kendini, içini<br />
bilmesidir. İnsanın kendi var oluşunu bilmesidir.<br />
Var oluşuna anlam kazandıran bir şeydir bilgi. İnsanın<br />
dünyaya niçin geldiğinin, bu dünyada ne anlam<br />
ifade ettiğinin, nereden gelip nereye gittiğinin<br />
anlaşılmasının yoludur.<br />
İnsanın insan olmasının, insan-ı kâmil olmasının,<br />
mükemmel insan olmasının, insanın terbiye<br />
edilmesinin, eğitilmesinin yoludur. İnsan taallümle<br />
tekemmül eden (ilim öğrenerek mükemmelleşen)<br />
bir varlıktır. Doğuştan mükemmel olarak doğmaz,<br />
öğrenerek mükemmelleşir. İnsana kendini tanıtmayan<br />
bilgi, işe yaramayan bilmektir. <strong>Yunus</strong> terminolojisi<br />
ile insanın kendisini bilmesine yaramayan<br />
bilgi ve okumak yani bilgi öğrenme süreci ne işe<br />
yarar, bu nasıl okumaktır<br />
Modern Batının pozitivist bilgi algılamasının<br />
en iyi ifadesi, âdeta veciz ifadesi Londra Üniversitesinin<br />
duvarında taşa hakkedilen Sir Francis<br />
Bacon (1561 - 1626)’ın şu cümlesinde görülebilir:<br />
“Knowledge is power.” (Bilgi güçtür, egemen<br />
olmaktır.) [1]<br />
Bu söz, Londra Üniversitesi’nin SOAS adlı bir<br />
fakültesinin motto’su, yani ilkesi, düstur olarak<br />
alınan bir vecizesidir. Batı, üniversitesinin alnına<br />
bu cümleyi nakşetmiştir. Batının bilim felsefesinin<br />
anahtarı budur. Bacon, bilimsel deneycilik<br />
düşüncesinin öncüsüdür. O, insanlığa gerekli olanın<br />
bilimsel bir pratiğe dayanan yeni bir tutum ve<br />
yöntemin olduğuna inanır. O, tabiatı deneyler aracılığıyla<br />
bilerek bilgi üretmeyi esas alır. Bilgiyle tabiatı<br />
egemenliğimiz altına alıp ona hükmetmemiz<br />
gerektiğine inanır.<br />
Bilgiye bu mantıkla yaklaşan Batı, teknolojiyi<br />
üretmiş, bu teknolojiyi insanlığın faydasına kullanması<br />
gerekirken insanları kitleler hâlinde yok edecek<br />
silahlar yapmada kullanmış, tabiatı yağmalayarak<br />
kısa sürede bol miktarda ürün üretmede kullanmış,<br />
bütün bunların sonucu olarak silah, teknoloji,<br />
sanayi, ticaretle zengin ve güçlü olmuş. Bu gücü<br />
zayıf milletleri, Doğu toplumlarını, İslam dünyasını<br />
ezmede, sömürmede, köleleştirmede baskı aracı<br />
olarak kullanmıştır. Yani emperyalist Batı, bilgiyi<br />
mazlum milletleri ezmek için güç olarak kullanmaktadır.<br />
Hz. Ömer’in ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin ruh ikliminde<br />
yetişen, onların asaletli bir evladı olan büyük Türk<br />
hakanı ve bilge emir Atatürk, kurduğu irfan yuvası<br />
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinin alnına ise “Hayatta<br />
en hakiki mürşit ilimdir” hikmetli cümlesini<br />
nakşettirerek bilgiye yaklaşım tarzını çok net bir<br />
biçimde ortaya koymuştur. Bizde bilim, önce ilimdir<br />
ve bu ilim insanı hakikate götürecek, onu irşat<br />
edecek, onu insan edecek, onu mükemmel insan<br />
yapacak, onu insan-ı kâmil makamına ulaştıracak,<br />
insana kendini tanıtacak bir değerdir. Atatürk’ün<br />
ilim anlayışı tamı tamına <strong>Yunus</strong>’un: “İlim ilim bilmektir,<br />
ilim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin<br />
ya nice okumaktır” mısralarında ifadesini bulan<br />
bilgi anlayışının devamıdır.<br />
Türkmen kocası bilge <strong>Yunus</strong>’un bilgisi emperyalist<br />
Batının ezen, yok eden, sömüren, tabiatı doymayan<br />
hırslarının tatmini için yağmalayan bilgisi<br />
değildir. Tam tersine insana insanlığı, hakikati öğreten<br />
bir aydınlıktır. Batının Aydınlanma dönemi,<br />
aslında bu bakımdan karanlık bir dönemdir. Asıl<br />
aydınlanma <strong>Yunus</strong>’un açtığı yoldadır. ■<br />
1. Religious Meditations Of Heresies, 1597<br />
54<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
İRFAN GÖRKAŞ*<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Mevlevi yazar Mehmet<br />
Ziya’nın sözünü ettiği (1329, 10-15),<br />
eserlerini “zemin-i hikmet”te yazmış “yetmiş<br />
tabaka”dan oluşan filozof, şair ve ediplerden birisidir.<br />
Risaletü’n-nushiye’nin girişinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>,<br />
tam da bu anlamda, filozof-şairlerin en güzeli<br />
(emlâhi’ş-şuara), aşk filozoflarının reisi (reisü’laşıkin)<br />
olarak nitelenir. Mehmet Ziya’nın ‘yetmiş<br />
tabaka’ dediği filozof, şair ve edipler, aslen Acem<br />
olmayıp birçoğu Buhara, Türkistan, Azerbaycan ve<br />
Hindistan taraflarından gelmişler, geldikleri yerlerde<br />
fikren pek büyük inkılap meydana getirmişlerdir.<br />
Mehmet Ziya’nın “filozof-şair”inden birisi hiç<br />
şüphesiz <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, felsefe için veya felsefi bilgi için<br />
hikmet, sırr-ı hikmet ve ilm-i hikmet terimlerini kullanır<br />
(YE, 268, 308, 315). [1] <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Calinus<br />
* Yrd.Doç.Dr. AÇÜ Eğitim Fakültesi Öğr. Üyesi<br />
1. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin fikirleri için kaynak alınan eser, <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> Divanı, Yay. Mustafa Tatçı, Akçağ, Ankara 1998<br />
adlı eserdir. Eser YE şeklinde kısaltılarak gösterilecek,<br />
çok tekrarı önlemek için beyit/dize alıntıları dışında<br />
gösterilmeyecektir.<br />
ve Lokman’dan hareketle Hikmet’e dalmaktan söz<br />
eder (YE, 97/49). Yani onun hikmetinin temelinde,<br />
Cercis, Calinus, Bukrat ve Lokman vardır. (YE,<br />
206/201). Sahip olduğu felsefi düşünce sahiplerini<br />
“cevheriler” olarak ifade eder (YE, 242/254) ki bu<br />
kavram, bizim ‘aşk filozofları’ olarak yorumladığımız<br />
“aşıkin” kavramı ile “nefis basit manevi bir<br />
cevherdir” diyen ‘felasife’yi imler.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin felsefi düşünce zeminini iki<br />
temel kavram oluşturmaktadır: Birincisi ‘akıl’,<br />
ikincisi ‘aşk’tır. Düşünce tarihimizde aklı ve aşkı<br />
felsefesinin zemini yapan filozoflar Muallim-i sani<br />
Farabi ile Doğu hikmeti filozofu İbn Sina’dır (Bayraktar,<br />
37/299). Felsefede kullanılması bakımından<br />
aklın (logos, nus) menşei, İlk Çağ filozoflarından<br />
Aristoteles’ten Herakleitos ve Parmenides’e; aşk’ın<br />
menşei, Eflatun’dan, Parmenides ve Empedokles’e<br />
kadar geriye götürülebilir. Herakleistos’un aklı,<br />
âlemi düzenleyen ve idare eden logos’tur. Parmenides<br />
Herakleitos’un iki âlemini, yani görünüşler<br />
âlemi ile değişmeyen gerçek âlemini kabul ederek<br />
ikincisini “Bir” ve Tanrı’yla aynı kabul eder. Felsefe<br />
tarihinde Tanrı tarafından göğe kaldırıldığı iddia<br />
edilen ilk kişi Empedokles’tir ve Empedokles, dört<br />
unsurla ilgili oluşu ‘aşk’ ve ‘kin’ adıyla iki prensibin<br />
idare ettiğini belirtir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Tanrı düşüncesinin felsefi zemini<br />
olan akıl ve aşk kavramlarına, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />
Tanrı düşüncesinde temele aldığı diğer bir kavramı<br />
ilave etmek gerekmektedir. Bu kavram, Hak-<br />
Hakikat kavramıdır ki bu kavramı <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> zaman<br />
zaman Çalab, Tanrı, Allah, … kavramlarıyla<br />
da yer değiştirerek kullanmaktadır. Şimdi konumuz<br />
açısından <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> felsefesinin, üç temel kavramına<br />
yakından bakabiliriz.<br />
1.Akıl Kavramı<br />
İslam felsefesinde Kindi ve Farabi (Kaya, 2005,<br />
33-36, 127-138) aklın birçok anlamından söz etmekle<br />
birlikte, İslam filozoflarınca kullanılması bakımından<br />
aklın iki temel anlamından söz edilebilir:<br />
Varlık ve bilgi. Bu bağlamda ifade etmek gerekirse<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> de bir filozof-şair olarak akıl tanımı<br />
yapan düşünürlerimizdendir. Söz gelimi <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> Risaletü’n-nushiye’nin başında, “fi tarifi’lakıl”<br />
başlığında aklı üçe ayırır (YE, 364): Akl-ı<br />
küllî, akl-ı meaş ve akl-ı mead. Akl-ı meaş dünya<br />
işlerinin (tertiplerini), akl-ı mead ahiret ahvalinin,<br />
akl-ı küllî Allah’ın bilgisini (marifetini) bildiren<br />
55<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
akıldır. Yani birincisi dünyada yaşayan, ikincisi<br />
ahirette yaşayan, üçüncüsü ‘gizli hazine’ye ait olan<br />
akıldır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin üçlü akıl tasnifi, aklın var<br />
oluşu yahut onun mekânı bakımından yapılmış bir<br />
tasniftir. Bu bakımdan, yani mekânı bakımından<br />
akıl ya aslidir - bu anlamda <strong>Yunus</strong> onu “sultan-ı cihan”,<br />
“Padişah” olarak adlandırır- yahut bedenlidir<br />
- bu anlamda akıl <strong>Yunus</strong>’tur. Her ikisinin temel niteliği<br />
ise nur/ışık ve kadim nitelikleridir. Ona göre<br />
akıl, bir nur/ışık’tır, düşünürümüzün kavramıyla<br />
“pertev”dir ve akıl “kadim”dir. Kadim olması yönünden<br />
akıl, Padişaha aittir. Yani akıl, Padişahın<br />
varlığına aittir. O hâlde Padişah kimdir<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Padişah kavramına Divan’ında<br />
yer verir. Söz gelimi “İy Padişah iy Padişah uş ben<br />
beni virdüm sana/Genc ü hazinem kamusı sensün<br />
benüm önden sona” beytiyle başlayan şiiri böyledir<br />
(YE, 1998, 70/8). Şiire göre Padişah, genc<br />
ü hazine’dir, başka bir ifadeyle Kudsî Hadis’in<br />
“gizli hazine”sidir. Bu hazine dördüncü beyitte<br />
“genc-i nihan” şeklinde ifade edilir. <strong>Yunus</strong>’a göre<br />
bu hazine, dünyadaki insanın akıl ve can’ının asıl<br />
mekânıdır, ahirette yine mekânı olacaktır. Burada<br />
hemen belirtmeliyiz ki <strong>Yunus</strong>, İslam filozofları Farabi<br />
ve İbn Sina’nın “nefs”inin yerine “can” kavramını<br />
kullanmaktadır. Filozofların düşüncesinde<br />
nefsin iki görevi vardır: Birincisi bedeni yönetmek,<br />
ikincisi akletmektir.<br />
Bir diğer şiirinde Padişah “hiç yok olmayan<br />
(lem-yezel)”tır (YE, 1998, 74/14), yani o hep<br />
varolan’dır ve <strong>Yunus</strong> ona yüzünü dönmüş durumdadır.<br />
O, <strong>Yunus</strong>’un gözünde gören, dilinde söyleyendir.<br />
O, <strong>Yunus</strong>’u var eylemiş, <strong>Yunus</strong>’a “ben yakınam<br />
senden sana” demiştir. O, <strong>Yunus</strong>’a çok yakındır,<br />
ama <strong>Yunus</strong> onun görklü yüzünü arzu etmesine<br />
rağmen bir türlü görememektedir. O nedenle<br />
<strong>Yunus</strong>, iştiyak içindedir ve hasretlik çekmektedir.<br />
Oysa <strong>Yunus</strong> bilmektedir ki her gelen odur, giden<br />
odur, gören odur, görünen odur. Hatta en yüce<br />
(ulvi) ve en aşağı (süfli) odur. Bu, Hakk/Hakikat<br />
bilgisidir (sırr). Bu bilgi/sır, dile getiril/e/mez, akıl<br />
ve fehim bu sırra er/e/mez ama bu sırrı bilmek bir<br />
mutluluktur (zevk).<br />
Padişah’ın bir diğer niteliği, “kudret”’tir (YE,<br />
1998, 96/48). Bilindiği gibi kudret, güç demektir.<br />
Şiire göre Padişah sahip olduğu gücüyle, yeri<br />
göğü yaratır. O nedenle heybetlidir. Kudret, yaratma<br />
ve heybet kavramlarından <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, varlık-sıfat<br />
ilişkisine geçer. Sıfat yerine “nişan” kavramını<br />
kullanır. Ona göre varlığın bilgisi, varlığın<br />
“nişan”ından elde edilir. Ona göre “nişansuzın<br />
nişanun kimse bilmez.” <strong>Yunus</strong>, nişan kavramıyla<br />
aynı anlama gelen, bilgide kendisinden hareket edilen<br />
bir diğer kavram “ayet”i de kullanır. Yani Padişahın,<br />
“nihayetsiz ayeti vardır.” Yine onun bin bir<br />
adı vardır. Buna mukabil, Padişah için oran, kıyas,<br />
nakş, kenar ve nihayet söz konusu değildir. Onun<br />
rengi, şekli, cismi, hod resmi, kadd ü kameti, sureti<br />
de yoktur. Bu demektir ki gizli hazine, nişan ve<br />
ayetlerinden bilinebilecek olan bir gizli Padişahtır.<br />
<strong>Yunus</strong>’a göre gizli Padişahın bilinmesini sağlayan<br />
bir diğer nitelik “inayet”tir. <strong>Yunus</strong> inayeti aynı<br />
zamanda “himmet” kavramıyla ifade eder. İnayet,<br />
insanı ve cinni ona bağlayan bir bağdır. Yani bu<br />
bağ, onun bilinmesini sağlayabilecek bir başka niteliktir.<br />
Bunlara ilaveten Padişahın dünyası, ahreti,<br />
deryası, katresi ve melekutu vardır. Bu anlamda<br />
<strong>Yunus</strong>, Kur’an ve Hadis’in “arş, kürsi, levh, kalem”<br />
kavramlarına yer verir. Bunlara ilaveten ona<br />
ait dönen bir çark, işleyen bir sistem vardır. Bu sistemle<br />
dünya yerli yerinde durmaktadır.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> dikkat edilirse Padişahın niteliklerinden,<br />
ona ait varlıklara, yani onun yarattıklarına<br />
geçer. Onlar, yani ona ait varlıklar, kendileri<br />
bakımından bir varlıktırlar, ama onları var eden<br />
bakımından birer niteliktirler. Yüz yirmi dört bin<br />
nebi, miraç ve Tur’daki münacat hepsi kendileri<br />
bakımından birer varlık ve var edeni bakımından<br />
birer niteliktirler. Çünkü onların hepsi, her iki yönüyle<br />
ona bağlıdırlar, onun emrine boyun eğmişlerdir<br />
(musahhar). Dört yüz kırk dört tabaka evliya,<br />
onlara verilen kerametler, halkın okuduğu altı bin<br />
altı yüz altmış altı ayeti, yine bu bağlamda onun<br />
var ettikleri ve onun sıfatları olan varlıklardır. Onların<br />
hepsi onun kudret sıfatının bir sonucu olarak<br />
vardırlar.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> düşüncesindeki Padişahın bir diğer<br />
niteliği, onun “her dem işi düze durur” olmasıdır<br />
(YE, 1998, 113/72). Şiire göre dünya onun bostanıdır.<br />
Bostan kavramı İslam felsefesinde devletin<br />
karşılığı kullanılan bir metafordur. O bostan, güllerin<br />
yetişmesi ve çoğalması için vardır. Gül bahçesi<br />
olan bostanın yöneticisi bir bilgedir (hakîm). Yöneticinin<br />
görevi, bostanı ayrık otlarının işgalinden<br />
korumaktır. Bu anlamda <strong>Yunus</strong>, bostandaki kimilerinin<br />
aslını, kökünü bozmaya çalıştığından söz ede-<br />
56<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ek yavuzluk eylememek konusunda kendisini uyarır.<br />
Çünkü ecel vardır, onu takip etmektedir. Hatta<br />
o, kendisine kendisinden daha yakındır. O nedenle<br />
bostanda yararlı şeyler yapmalıdır. Çünkü canlar<br />
tende baki değildir, onlar geçici mekândadırlar.<br />
Bir gün sorucu gelecek, yeri yırtıp “Tanrı’n kimdir<br />
diyü” soracaktır. İşte devletin Padişahı, bu Padişahtır,<br />
yani Tanrı’dır. Şiirinin devamında <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>, “İy Tanrı’yı bir bilenler” diyerek inananlara<br />
seslenir.<br />
Gizli, ezeli, kudretli, inayet sahibi Padişah olan<br />
bir Tanrı’dan insana geçen <strong>Yunus</strong>, bir başka şiirinde<br />
Padişah-kul metaforuyla Tanrı düşüncesini<br />
yöneten-yönetilen ilişkisi çerçevesinde verir (YE,<br />
1998, 167/151). Metafor, <strong>Yunus</strong>’un bir ilkesidir,<br />
yani kul Padişahsız Padişah kulsuz olmaz ilkesidir.<br />
Metafora göre kulun varlığı, Padişahı bilmek<br />
içindir. Ancak <strong>Yunus</strong>, bu şiirinde Padişah kavramı<br />
yanında “sultan” kavramına da yer verir. Aynı<br />
bağlamda sultan daima sultan, kul her zaman kuldur.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirde akıl tanımında kullandığı<br />
“kadim” kavramına müracaat eder. Bu sefer kulu,<br />
Tanrı ve kadim kavramıyla birlikte kullanır. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> Tanrı ve kulu, kadim bağıyla birbirine bağlar,<br />
onları birlik olarak ilan eder. “Tanrı kadim kul kadim<br />
ayrılmadım bir adım/Gör kul kim Tanrı kimdir<br />
anla iy sahib-kabul.”<br />
Bir başka şiirinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Tanrı’yı bilinmesi<br />
bakımından söz konusu eder (YE, 1998,<br />
321/367). Padişah birdir, onun birliğini bilen ilk<br />
kişi “kadim er”dir. <strong>Yunus</strong>’un kadim er dediği, İslam<br />
felsefesinin faal aklı, İslam dininin Cebrail’idir.<br />
<strong>Yunus</strong> Padişah yerine Çalab’ı kullanarak<br />
Tanrı’nın kendi yaratmasından (sun’) “kadim er”e<br />
Tanrılık verdiğini, o zamanlar onun bir kuş olduğunu,<br />
aldığı Tanrılıkla hikmetinin çok ziyadeleştiğini,<br />
uçarak rahmet gölüne daldığını, gölden dönüp<br />
bir budak üzerine konduğunu, silkindiğini, her bir<br />
yöne bir damla döküldüğünü, her bir damlanın bir<br />
peygamber olarak var olduğunu belirterek sözü<br />
Âdem’in var oluşuna getirerek devam eder. Azazil<br />
dediği İblis’e dikkat çeker. Padişah kavramını<br />
kullandığı bir diğer şiirinde <strong>Yunus</strong>, insan varlığına<br />
yer verir (YE, 1998, 331/379). Şiire göre insan can<br />
ve tenden oluşan bir bileşiktir. Can ise nurdandır.<br />
Örneği, Muhammed’in canı’dır (YE, 162/145).<br />
Ten ise felsefenin dört unsuru olan ateş (od), su,<br />
toprak ve havadan (yil) yapılmıştır. Böylece <strong>Yunus</strong>,<br />
Empedokles’in varlığı oluşturan unsurlarına ulaşır.<br />
O, bu unsurları, yukarıda belirtildiği şekilde “ulvi<br />
ve süfli” olarak niteler. Süfli olanı dört unsur, ulvi<br />
olanı bir adıyla akıl, diğer adıyla nur/pertev olan<br />
bir cevherdir. Bu cevher, tasnifi bakımından akl-ı<br />
meaş’tır ve dört unsurdan oluşan tenin yöneticisi<br />
ve akletme eylemini gerçekleştiren cevherdir. O<br />
bu cevhere, bir diğer kavramıyla ‘can’ diyecektir.<br />
<strong>Yunus</strong>’un düşüncesinde Tanrı ise akl-ı kül’dür.<br />
2.Aşk Kavramı<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de Tanrı düşüncesinin felsefi zeminini<br />
oluşturan ikinci kavram, Farabi-İbn Sina<br />
geleneğinin “aşk” kavramıdır, demiştik. <strong>Yunus</strong> bu<br />
geleneği şiirlerinde, iki şekilde ifade eder: Birincisi<br />
“Asılda âşık u maşuk u aşk bir/Bu birden gerçi kim<br />
yüz bin göründü” beytinde (YE, 353/411) yer aldığı<br />
gibi ontolojik olarak aşktır. İkincisi “iy aşıkan<br />
iy aşıkan aşk mezhebi dindür bana” dizesinde (YE,<br />
69/7) olduğu gibi “aşk mezhebi” adıyla sözünü ettiği<br />
bir düşünce yolu/geleneği olarak aşktır. Bu aşk<br />
öyle bir düşünce yoludur (mezhep) ki, bu yol şairimizin<br />
dini, hatta imanıdır. Bir başka şiirinde dinî<br />
kavramlarla ifade ettiği aşk imamdır, gönül cemaatidir.<br />
Her ikisinin kıblesi, dost yüzüdür (YE, 78/20).<br />
Bir özne olarak aşk, hem kendisini hem toplumu<br />
dosta götürmektedir. Aşk, kadim ve ezeli olandır<br />
(YE, 81/25). Bu anlamda aşk, Tanrı’nın verdiği bir<br />
derstir (sebak), Tanrı aşk müderrisidir (YE, 84/29).<br />
Aşk Tanrı’dır, ders olarak aşk Tanrı’dan ortaya çıkmaktadır.<br />
Diğer bir deyişle “âşık canına aşk koyan<br />
Sübhan’dır.”(YE, 144/121). Bu aşkın birinci niteliğidir.<br />
Aşkın ikinci niteliği, Empedoklesçi anlamda bir<br />
unsurdur, ama o “yeri göğü, arşı ve ferşi var kılan,<br />
ayakta tutan tat”tır aynı zamanda. Başka bir deyişle<br />
o varlığa ait bir yapıdır (bünyad) (YE, 86/32). Yer<br />
gök yaratılır, aşk ile bir yapı (bünyad) kazanır. Bu<br />
yapı, aşk yapısıdır, yer ve göğün yaratılmasından<br />
önce bu aşk yapısı vardır (YE, 197/191, 241/254).<br />
<strong>Yunus</strong> bir başka bir şiirinde aşkı, varlığın özü yapar.<br />
“Hakikat, her vücudun canı aşkdur/Ne can<br />
kim can içinde canı aşkdur” der. Can cismi kaim<br />
tutar, ama candaki aşk hem zahirdir hem gizlidir<br />
(pinhan). Bu bakımdan bütün nesneler aşkın elinde<br />
acizdir ve herkes aşktan sersemdir. Aşk, kâh<br />
Mecnun gözünde Leyladır, kâh Yakup’un gözünden<br />
akan Yusuf-ı Kenan yaşıdır. İsa’ya ölü dirilten,<br />
57<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Mansur’a Enelhak çağırtandır. Cüneyt’te cübbedir<br />
ve bilgidir (irfan). Aşkın çok çeşitli renkleri vardır.<br />
<strong>Yunus</strong>’un aşkı ise onun dini ve imanıdır (YE, 124-<br />
125/90).<br />
Aşk yapısının içersinde insan olarak <strong>Yunus</strong> da<br />
yer almaktadır. <strong>Yunus</strong>’un aşkı ezelidir, onu ezelden<br />
alıp mülke getirmiştir. Bu yönüyle <strong>Yunus</strong>’un aşkı<br />
bir’den bir’e gelmiştir.(YE, 186/178). Geldiği bir,<br />
onun vatanıdır, ilidir. Aşkın anlamıyla <strong>Yunus</strong>, maşuk<br />
ile yârdır. Âdem donun donanıp âleme gelmiştir.<br />
Ona “enelhak” dedirtmektedir. (YE, 186/178). Bir<br />
beytinde ise “canum, ben andan bunda “ezeli âşık”<br />
geldim” demekte (YE, 188/181), “elest belirmeden<br />
aşıkıdum” demektedir (YE, 197/190). Elest öncesi<br />
bu dem Hak’la dirlik ve birlik demidir. Bu demde<br />
aşk’ın kaynağı Rahman’dır, o nedenle aşk rahmanidir<br />
ve canların canıdır (YE, 209/204). Âlem ise<br />
hakikat ve cem âlemidir. Bu âlem canın uçtuğu, cevelan<br />
ettiği, Hakk’ın toy’unda nurdan şarap içtiği,<br />
canların biliştiği âlemdir. Orada ne oğul vardır ne<br />
kız. Ne gök vardır ne yer. Tek var olan “vahid”dir<br />
(YE, 235/243). Bir başka beytinde toy âlemi için<br />
“Bir sakiden içdük şarab arşdan yüce meyhanesi/Ol<br />
sakinün mestleriyüz canlar anun peymanesi” (YE,<br />
349) demektedir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin elest öncesiyle<br />
ilgili diğer kavramı, “aşk-ı ilahî”dir. (264/289). Bu<br />
âlem, âlem-i vahdettir. Bu âlemde ne Yusuf ne Kenan<br />
vardır. (YE, 246/260). Aşk <strong>Yunus</strong>’un şahsında<br />
varlığa verilen bir emanettir, Hak’tan gelen bir şerbettir.<br />
Bu anlamda <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> emanet olan aşkın,<br />
“değme yerde” söylenilmesini istemez. Çünkü bu,<br />
bir yasadır (kaide). Bu yasa, “cevheriler”in yasasıdır<br />
(YE, 242/254).<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin cevheri, tanrısal (ilahî) bir<br />
varlık olan can’dır, yani gizli bir nur’dur. Gizli bir<br />
nur olarak can, “kalu bela” denilmeden önce vardır<br />
(YE, 86/33). İnsandaki aşk, can’a aittir. Aşk, canı<br />
sarhoş eder (YE,104) ve ona beka/kalıcılık niteliği<br />
kazandırır. Bu anlamıyla aşk, medreselerde okutulmaz<br />
(YE, 95). Aşk canlıya (hayvan) ölümsüzlük<br />
verir, nefsin varlığını akl-ı kül’e ulaştırır (YE, 143,<br />
171). Aşk, nefs iline akan, ne bulduysa yakan, kibir<br />
kalesini yıkan, o anda çok savaş olan, Rahman yolunu<br />
gösteren <strong>Yunus</strong>’un yoldaş’ıdır. Aşk, dünyada<br />
peygamberin başına gelen şeydir, tercümanı Cebrail,<br />
maşukası Hâlık’tır (YE, 121/86). Aşk, marifettir.<br />
Gül ve reyhan kokusu âşık ile maşukadır (YE,<br />
67). <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> maşuk kavramı yerine zaman zaman<br />
dost kavramını kullanır. Maşuka giden yedi<br />
kapı vardır. Her kapıda yüz bin çerisi olan bir kişi<br />
vardır. Yine maşukun türlü türlü renklerde tecellisi<br />
olur. (YE, 114/73). Bayram, âşığın maşuka erişmesidir<br />
(YE, 115). Maşuk teveccüh edilendir. Hasretinden<br />
gözyaşı pınar olur (YE, 126).<br />
3.Hak-Hakikat Kavramı<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de Tanrı düşüncesinin felsefi zeminini<br />
oluşturan üçüncü kavram hak/hakikat kavramıdır.<br />
<strong>Yunus</strong>, kavramı Hak Çalab şeklinde de<br />
kullanır. İslam felsefesinde ise hak/hakikat kavramı,<br />
ontolojik ve epistemolojik anlamda kullanılır.<br />
Ontolojik anlamda kullanırken <strong>Yunus</strong>, Hak kavramını,<br />
epistemolojik anlamda kullanırken hakikat<br />
kavramını tercih eder. Bir varlık olarak Hakk’ın<br />
varlığı, aşktır (YE, 228). Yine Hak, bir yaratıcıdır.<br />
<strong>Yunus</strong> felsefesinde o, kendi kudretinden bir cevher<br />
(gevher) yaratır, cevhere nazar kılar, cevher erir,<br />
yani oluşa geçer. O cevherin nurundan yedi kat yer,<br />
buğundan yedi kat gök, damlasından yedi deniz yaratır.<br />
Denizin köpüğünden dağları muhkemleştirir.<br />
Mahlukata şefkatinden Muhammed’i, müminlere<br />
fazlından Ali’yi yaratır. (YE, 239/249). “Hak ile<br />
Hak olmuşam” dediği şiirde <strong>Yunus</strong>, adını Bukrat<br />
şeklinde verdiği Sokrates’le aynı geleneği paylaşır<br />
görünmekte, bu anlamda “kendini bilen Rabbini bilir<br />
(men arefe nefsehu fe-kad arefe rabbehu)” önermesini<br />
temel yapmaktadır (YE, 263). İkinci öncülü<br />
“Gizli bir hazine idim (küntü kenzen mahfiyyen)”<br />
önermesidir. Aynı anlamda “bütün Allah katındandır<br />
(küllün min ındillah)” önermesini ilave eder.<br />
İki öncül temelinde oluşturduğu düşüncesine göre<br />
“Hak, ol âlem fahri Muhammed’i öğüp yaratan, sevip<br />
habibim diyendir (YE, 118/81). Hakk’ın kudreti,<br />
hod candır, canın mekânı tendir. Hak, yoğ iken<br />
insanı var eyleyendir. Asıl ve kök olarak insan yoğ<br />
iken, o var eylemiştir” (YE, 143/120). Hak, âşık canına<br />
aşk koyan Sübhan’dır. Mustafa onun yâridir.<br />
(YE, 144/121). <strong>Yunus</strong>, Hak kapısının kapıcısıdır<br />
(YE, 150/128). Hakikat aşktır, aşk hakikat içindedir<br />
(YE, 269). <strong>Yunus</strong> âşıktır, maşukunu istemektedir<br />
(YE, 150/129). Âşık, maşukun olduğu iştedir.<br />
İkisinin işi bir sırdır. Yerdeki ve gökteki her söz aşk<br />
ile dile gelmektedir.<br />
Hak Çalab olarak o, eşi olmayan, günahı bağışlayan,<br />
rahmeti çok olandır. Zengindir, her derdin<br />
dermanıdır, aşk ateşine yakandır; ne yoksuldur ne<br />
58<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
aydır ne köşktedir ne saraydadır. Miskin gönlündedir<br />
(YE, 193/186). Nutfeden Âdem yaratan, yumurtadan<br />
kuş türeten, sürekli rızık veren, kimini<br />
zahid, kimini fasık eyleyendir. Kadir ve Hay’dır.<br />
Hem ilktir (evvel) hem son (ahir), hem ebed hem<br />
beka, hem batın hem zahir, yeri göğü yaratan, arşı<br />
kürsi durduran ve sahib-i Kuran’dır (YE, 213).<br />
Sonuç<br />
Sonuç olarak <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Tanrı düşüncesi,<br />
akıl, aşk ve hakikat olmak üzere üç kavramı ile<br />
insanın Tanrı’yı bilmesi temelinde şekillenmekte,<br />
İslam filozoflarının insan için kullandıkları ‘nefs”<br />
kavramı yerine <strong>Yunus</strong> ‘can’ kavramını tercih etmekte,<br />
nefs’i hayvani nefs için, <strong>Yunus</strong>’un terimiyle<br />
‘ten’ için kullanmaktadır.<br />
<strong>Yunus</strong>’un düşüncesinde Tanrı’nın bilinmesi,<br />
Elest merkezli iki evreden oluşmaktadır. Bu iki<br />
evre Elest öncesi ve Elest sonrası evredir. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’ye göre Tanrı’nın bilinmesi, yani insana ait<br />
Tanrı düşüncesi Elest’le başlamaktadır. Çünkü<br />
insanın varlığı ve bilgisi Elest’le birlikte ortaya<br />
çıkmaktadır. Özetlemek gerekirse Elest öncesinde<br />
Tanrı, “akl-ı kül’dür. Akl-ı kül olarak Tanrı, akıl,<br />
âkil ve ma’kul’dür. Yine Elest öncesinde Tanrı,<br />
aşk’tır. Aşk olarak Tanrı, aşk, âşık ve maşuk’tur.<br />
Bu hâliyle Tanrı, “Vahid”tir ve Kudsi Hadiste geçen<br />
kavramla “gizli hazine”dir. Tanrı Rahman’dır.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Elest öncesi evreyi, ontolojik olarak<br />
birlik ve dirlik âlemi olarak da isimlendirir. Bu<br />
âlem hakikat ve cem âlemidir. Bu birlik âleminde<br />
can Rahman’la birliktedir. Bu âlem, canın uçtuğu,<br />
cevelan ettiği, Hakk’ın toy’unda nurdan şarap<br />
içtiği ve biliştiği âlemdir. Orada can için ne oğul<br />
vardır ne kız. Ne gök vardır ne yer. Tek var olan<br />
“Vahid”dir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Elest öncesi evreyle<br />
ilgili diğer kavramı, “aşk-ı ilahî”dir. Başka bir ifade<br />
ile bu âlem, Tanrısal aşk âlemidir ki Tanrı Hak<br />
ve Hakikat’tir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre Tanrı tanrılık yapar, varlıkları<br />
kudretiyle yoğ iken yaratır ve yönetir. Varlıklar,<br />
Tanrı’nın inayeti olan aşk’ı ve akl’ı alırlar.<br />
Bu bakımdan onlar Tanrı’nın birer kadim niteliğidirler.<br />
Tanrı’dan ayrı ve ona kavuşma iştiyakına<br />
sahip olmaları bakımından onlar, birer varlıktırlar.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Tanrı’nın nitelikleri ve isimleri için<br />
Arapça’da çokluğu ifade eden sayı geleneğine bağlı<br />
kalır, onun niteliklerini ifade eden çoklu muhtelif<br />
rakamlar verir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin zikrettiği Tanrısal<br />
nitelikler arasında, yöneticilik (padişah, sultan),<br />
yapma (sun’), tanrılık (yaratma), varlık ve varlık<br />
verme (vücud, icad) kudret, aşk, akıl, inayet, vb.<br />
nitelikler yer alır. Ayrıca <strong>Yunus</strong> onu, Tanrı, Çalab,<br />
Şah gibi kavramlarla anar ve isimlendirir. Ancak<br />
hemen belirtmek gerekir ki <strong>Yunus</strong>’un belirtilen<br />
ve bilinen Tanrı düşüncesi, Elest sonrası evresine<br />
aittir. Dolayısıyla <strong>Yunus</strong>’un Tanrı düşüncesi,<br />
“çokluk”tan, özellikle insandan ve insanın ‘kendilik’inden<br />
hareketle elde edilen bir Tanrı bilgisidir.<br />
Tanrı’nın bilinmesinde <strong>Yunus</strong>’un iki temel<br />
önermesi vardır. Bunlar “kendini bilen rabbini<br />
bilir” ile “gizli bir hazine idim” önermeleridir. O<br />
nedenle <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirlerinde Tanrı’dan çok insanı<br />
öne alır. Tanrı’ya insandan hareketle ulaşmaya,<br />
insanın ‘kendilik’ düşüncesinden hareketle Tanrı<br />
bilgisini ortaya koymaya çalışır. Bu açıdan o, adını<br />
Bukrat şeklinde verdiği Sokrates’ten, dört unsur<br />
ve onları bir varlık yapısı hâline getiren “aşk” düşüncesiyle<br />
Empedokles’ten, Tanrı’yla beraberken<br />
inişe geçen insanın içindeki aşkla dönüş/yükseliş<br />
fikrine sahip özne düşüncesiyle Pythagorasçılardan<br />
ve Eflatun’dan, akıl ve aşk kavramları temelli<br />
düşüncesi bakımından Farabi ve İbn Sina’dan,<br />
bedenli varlıktaki dengeyi can’ın canı olan aşkla<br />
sürdürmesi bakımından Calinus şeklinde adını<br />
verdiği Galenos’tan izler taşımaktadır denilebilir,<br />
ama Tanrı düşüncesini iki evrede ortaya koyması<br />
ile Galenos’un var oluştaki süreklilik dengesini,<br />
<strong>Yunus</strong>’un ifadesiyle yapıyı (bünyad), “aşk”la sağlamayı<br />
düşünmesi onun iki orijinal yönünü oluşturmaktadır.<br />
O can’ı (nefs) nurani/rahmani bir cevher<br />
kabul etmesi bakımından bir cevherî düşünür ise<br />
de can’ın özündeki aşkla birlikte, bedenden önce<br />
de var ve kadim olduğu düşüncesiyle Farabi ve İbn<br />
Sina’dan ayrılan bir düşünürdür. ■<br />
KAYNAKÇA<br />
BAYRAKTAR, Mehmet, “İbn Sina’da Varlık, Varoluşun<br />
Sebebi ve Varlığın Delili Olarak Aşk”, A.Ü.İlahiyat<br />
Fakültesi Dergisi, No 37/772, s.299-306.<br />
FARABİ, “Aklın Anlamları”, İslam Filozoflarından<br />
Felsefe Metinleri, Mahmut Kaya, Klasik, İstanbul 2005.<br />
KİNDİ, “Akıl Üzerine”, İslam Filozoflarından Felsefe<br />
Metinleri, Mahmut Kaya, Klasik, İstanbul 2005.<br />
TATÇI, Mustafa, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı, Akçağ, Ankara<br />
1998.<br />
ZİYA, Mehmet, Merakiz-i Mühimme-i Mevleviyeden<br />
Yenikapı Mevlevihanesi, Darulhilafetilaliyye, İstanbul 1329.<br />
59<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
YUNUS EMRE'NİN SEYAHATLERİ<br />
MUSTAFA ÖZÇELİK<br />
Ben yürürüm ilden ile<br />
Dost sorarım dilden dile<br />
Gurbetde hâlim kim bile<br />
Gel gör beni aşk neyledi<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />
"...inziva, tefekkür<br />
ve murakabe için<br />
tabiata açılmak<br />
gerekir. Yine<br />
tabiatta bulunan<br />
her şey, Allah’ın<br />
ayetleridir. Bir<br />
irfan ehli onları<br />
da okumak<br />
durumundadır.<br />
Bu anlamda<br />
tabiat, metafizik<br />
bir ders kitabı<br />
sayılmalıdır."<br />
Anadolu’nun ruhu: <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />
Necip Fazıl, bir yazısında <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için “<strong>Yunus</strong>,<br />
Anadolu’nun ruhudur.”der. Onu böyle düşündüren sebep<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerini hem Anadolu’nun saf<br />
lisanı Türkçe ile yazması hem de şiirlerinde dağları,<br />
ovaları, nehirleri ile bize yine saf bir Anadolu resmi<br />
çizmesidir. Üstelik bu resim, sadece fiziki de değildir.<br />
Anadolu’nun ruh coğrafyasını da çizer <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>…<br />
Anadolu’yla ve Anadolu insanıyla öylesine bütünleşir<br />
ki “<strong>Yunus</strong>, Anadolu olur; Anadolu da <strong>Yunus</strong>… Bu yüzden<br />
Anadolu’yu ve insanını anlamak, kavramak isteyenler,<br />
ona <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’den gitmek; bu coğrafyayı onun<br />
gözüyle görmek durumundadırlar.<br />
Anadolu insanı, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye olan sevgisini pek<br />
çok şekilde göstermek istemiştir. Mesela çocuklarına<br />
onun adını vermiştir. Hakkında menkıbeler oluşturmuştur.<br />
Dahası ona bulundukları yerlerde mezarlar/makamlar<br />
yapmıştır. Böylece <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi tarihin soğuk<br />
mahzeninden çıkarıp onu menkıbelerin sıcak kucağında<br />
60<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ugünlere taşımış, inşa ettiği mezar ve makamlarla<br />
da kendi toprağında her an görmek, onunla<br />
kendi arasında bir aidiyet kurmak istemiştir. Bu<br />
yüzden bugün Anadolu’nun doğusundan batısına,<br />
bilhassa orta bölgelerine seyahat edenler, gezdikleri<br />
bu yerlerde bir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> kabriyle mutlaka<br />
karşılaşırlar. Bu o kadar yoğun bir ilgidir ki, bugün<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Anadolu sahasında 16 ayrı<br />
yerde mezarı bulunmaktadır.<br />
Bu mezarlara nerelerde rastlanmaz ki<br />
Erzurum’dan Tire(İzmir)’ye; Karaman’dan<br />
Bolu’ya; Sivas’tan Kula(Manisa)ya, Bursa’ya<br />
kadar bütün bir Anadolu’da bu makamlar yer<br />
alır. Orta Anadolu bölgesinde ise bu durum,<br />
daha bir ilginçlik taşır. Zira <strong>Yunus</strong>’un bu bölgede<br />
Çayköy(Afyon-Sandıklı), yine Döğer(Afyon),<br />
Aksaray, Kırşehir, Keçiborlu(Isparta) da kabri<br />
bulunmaktadır. Hele Eskişehir-Ankara arasında<br />
tren yolculuğu yapanlar ise Sarıköy istasyonuna<br />
geldiklerinde bu durumun daha yakından tanığı<br />
olacaklardır. Zira <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin buradaki kabri<br />
tam da tren yolunun kıyısındadır.<br />
Bir insanın ancak bir yerde kabri bulunabileceğine<br />
göre bütün bunlar neyi gösterir Her şeyden<br />
önce aklımıza gelen sebep, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin bütün<br />
bir Anadolu’da çok sevilen bir isim oluşudur. Bir<br />
başka önemli sebep de onun “gezgin bir şair” oluşuyla<br />
ilgilidir. <strong>Yunus</strong>, bu özelliğiyle Anadolu’nun<br />
pek çok yerini gezmiş, dolayısıyla uğradığı her<br />
yer, onu orada böyle bir mezar/makamla kalıcı<br />
kılmıştır. Burada akla hemen şu soru gelebilir.<br />
Şairlikle gezginlik arasında gerçekten de bir ilişki<br />
mevcut mudur ki <strong>Yunus</strong>, onca yeri gezmiş olsun<br />
Bizim bu soruya cevabımız elbette olumlu olacaktır.<br />
Zira bizde böyle bir gelenek vardır, hatta bu<br />
gelenek bizde İslamiyet öncesine kadar uzanır.<br />
Şairlik ve gezginli<br />
O zamanlarda atlı-göçebe medeniyetin bir sonucu<br />
olarak şairler de göçebe idi. Yerleşik medeniyete<br />
geçtikten sonra bu göçebe ozanların yerini<br />
bir bakıma âşıklar aldı. Zira gezgincilik, onların<br />
şairlik tabiatlarının ve hayat tarzlarının bir gereğiydi.<br />
Çünkü adı üstünde âşıklık, sevilen bir<br />
varlığı ve ona ulaşma arzusunu ifade etmektedir.<br />
Geleneğe göre bunlar pîr elinden bâde içerek,<br />
rüyâlarında gördükleri güzele âşık olurlar. Sabah<br />
uyandıklarında bu aşkın ateşiyle şiirler söylemeye<br />
başlarlar ve sevgililerini aramak için diyar diyar<br />
gezerlerdi. “Ala gözlü”sünü aramak için yedi iklim<br />
dört bucak gezip dolaşan Karacaoğlan bu şair<br />
tipinin en ilginç örneğidir.<br />
Geleneğin yorumu da dikkate alındığında bu<br />
tür şairler için gezmek, bir tür hayat tarzıdır. Bunların<br />
sürekli olarak ikamet ettikleri bir yerleri yoktur.<br />
Devamlı gezerler. Gittikleri yerlerde de fazla<br />
kalmazlar. Tabii ihtiyaçları uğradıkları yerlerdeki<br />
halk tarafından karşılanır. Bir bakıma bunlar, halkın<br />
aşklarının, acılarının sözcüsüdürler. Halk da<br />
bu yüzden onlara saygı gösterir ve ihtiyaçlarını<br />
karşılar. Bunlar arasında Anadolu’nun Türk-İslâm<br />
diyarı haline geliş yıllarında “cavlak” tabir edilen<br />
bir grup daha vardır ki onlar da bu tür bir hayat<br />
tarzı içerisindedirler. Ama bunlar, âşıklığın kötü<br />
örnekleridir. Yeri gelince evliya, yeri gelince eşkıya<br />
görünümünde asalak tiplerdir. Onlar da diyar<br />
diyar gezerler. Ama amaçları bir tür dilenciliktir.<br />
İşte bu iki şair tipinin bu durumları benzer bir<br />
gezginci şairlik yorumunun tekke şairleri için de<br />
yapılmasına neden olmuştur. Ayrıca halk, çoğu zaman<br />
bu iki şair tipini birbirinden ayrı görmemiştir.<br />
Şüphesiz, gurbet ve ona bağlı olarak yol ve yolculuk<br />
gibi kavramlar tekke şairleri için de söylenebilir.<br />
Onlar da halkın yorumuyla aynı şekilde rüyâda<br />
veya uyanıkken mürşid, pir veya Hızır peygamber<br />
elinden bâde içerek bu aşkın hasretiyle bulundukları<br />
yerlerde duramaz hale gelirler. Dolayısıyla<br />
gezginlik onlar için de söz konusu olur.<br />
Fakat diğer şair tipleriyle Tekke şairlerinin seyahatleri<br />
arasında önemli bir mahiyet farkı vardır.<br />
Öncelikle şu söylenmelidir ki, tekke şairlerinin<br />
yaşama tarzları öyle uzun boylu gezginliğe elverişli<br />
değildir. Zira onların hepsi bir tarikata dolayısıyla<br />
bir dergâha bağlıdırlar. Yani yerleşik bir ha-<br />
61<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
yatın içerisindedirler. Kimseye yük olmaz, geçimlerini<br />
çiftçilikle sağlarlar. Zaman zaman gezilere<br />
çıktıkları da bir gerçektir. Fakat buradaki amaç,<br />
niyet ve gezinin yapılış tarzı son derece farklıdır.<br />
Mesela; Bir tarikat mensubu, yolunun erkânı<br />
için önce bulunduğu yerdeki şeyhten ders almaya<br />
başlar. Sonra bu dersleri tamamlamak için başka<br />
yerlere yolculuğa çıkabilir. Bazen de bu geziler<br />
şeyhin emriyle gerçekleşir. Mesela mürit o çevrede<br />
bir günaha düşme tehlikesi içerisindedir. Yani<br />
nefsin ve kalbin bazı halleri için yolculuk zaruri<br />
hale gelebilir. Yine bu gezi, ilim ve irfan adamlarını<br />
ziyaret yahut ilim tahsili olabilir. İrşat da bir<br />
gezi amacıdır. Düşünmek ve ibret almak amaçlı<br />
geziler de vardır. Kâbe’yi ve Peygamberin kabrini<br />
ziyaret bir tekke mensubu için en önemli gezi sebebidir.<br />
Ayrıca bu gezilerin adapları da mevcuttur.<br />
Gidilen yer genellikle bir dergâh veya ilim meclisi<br />
olacağı için halka yük olma gibi bir durum da söz<br />
konusu olamaz.<br />
Yine tekke şairleri için yolculuğun bir başka<br />
şekli de manevi olanıdır ki onlar için söz konusu<br />
edilebilecek asıl yolculuk bu tür yolculuktur. Nasıl<br />
bedenle yapılan yolculuk bir yerden bir başka<br />
yere gitmek ise manevi yani kâlple olanı da bir<br />
âlemden başka bir âleme geçmek, bir sıfattan diğerine<br />
yükselmek şeklinde gerçekleşir. Bu, dünya<br />
sevgisinden ahiret sevgisine, ölüm korkusundan<br />
ölümsüzlük coşkusuna, geçici aşktan gerçek aşka,<br />
ikilikten birliğe, ilimden irfana, şeriattan tarikata,<br />
hakikatten marifete şeklinde kendisini gösterir.<br />
Öte yandan dünya onlar için gurbet, ahiret<br />
ise asıl vatandır. Dolayısıyla nefes alıp verdikleri<br />
sürece asıl vatanlarına kavuşmanın hasreti içinde<br />
yanıp tutuşurlar. Bu hal, onları kimi zaman ilden<br />
ile, kimi zaman dağdan dağa düşürür. Dolayısıyla<br />
şiirlerinde yol, yolculuk, hasret, gurbet... vazgeçilmez<br />
temalara dönüşür.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin gezileri<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> de bir tekke şairi olarak bu genel<br />
çerçevenin içinde düşünülmelidir. Menkıbevi<br />
hayatı ve şiirleri incelendiğinde <strong>Yunus</strong>’un bir mutasavvıf<br />
olarak gerçekleşen hem maddi, hem de<br />
kalbi yolculuklarının olduğunu görmekteyiz.<br />
Menkıbe, <strong>Yunus</strong>’u ilk yolculuğu olarak önce<br />
Horasan’dan Anadolu ve Sakarya kıyılarına getirir.<br />
Bu sadece Moğol zulmünün baskısıyla gerçekleşen<br />
bir hicret olmayıp aynı zamanda Anadolu’yu<br />
manevi anlamda imar hareketiyle ilgilidir. Bu<br />
bakımdan <strong>Yunus</strong>, bir Horasan Eri’dir. Burada<br />
“Taştın yine deli gönül, sular gibi çağlar mısın”<br />
mısralarından da anlaşılacağı üzere ırmak motifi<br />
üzerinde çokça tefekkür ettiği anlaşılan <strong>Yunus</strong>’un<br />
akan sular misali daha büyük yolculuklara aday<br />
birisi olduğunu ortaya çıkar. Yani <strong>Yunus</strong>, bir misyon<br />
eridir.<br />
Onun ilk yolculuğu, Tabduk’un yanında noktalanmadan<br />
önce dağ taş aşılarak Hacı Bektaş diyarına<br />
yapılır. Menkıbeye göre <strong>Yunus</strong> bir kıtlık<br />
yılında çoluk çocuğuna erzak almak üzere Hacı<br />
Bektaş dergâhına gider. Malum sebeple bu defa<br />
yolculuğun yönü Tabduk <strong>Emre</strong>’nin bulunduğu<br />
yere çevrilir. Sonra burada şeyhiyle aralarında geçen<br />
bir dargınlık yüzünden gurbete çıkar. Şeyhinin<br />
buyruğuyla bir rivayete göre kırk yıl seyahat<br />
eder. Tekrar şeyhinin yanına döner ve ardından bu<br />
defa da tebliğ ve irşat gezilerine başlar.<br />
Menkıbenin gerçeği ne ölçüde yansıttığı ayrı<br />
bir konudur. Fakat tarikat geleneği içinde ve şeyhmürid<br />
ilişkileri bağlamında müridin seyahatlere<br />
çıkması yukarıda da belirtildiği gibi tabii bir durumdur<br />
ve bu geziler muhtelif sebeplerle yapılmış<br />
olabilir. Muhtemeldir ki <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> de bu<br />
anlamda çeşitli gezilere çıkmış, muhtelif yerlere<br />
gitmiştir. Hele onun Anadolu’nun aynı zamanda<br />
buhranlı bir çağında yaşaması, bilhassa irşat<br />
amaçlı geziler yapmış olmasını gerekli kılar.<br />
Menkıbelerin dışında, <strong>Yunus</strong>’un yaptığı bu tür<br />
gezilerin ipuçlarına şiirlerinde de çokça rastlanmaktadır.<br />
Mesela, onun. “Mevlânâ Hüdavendigâr<br />
bize nazar kıldı/Onun görklü nazarı, gönlümüz<br />
aynasıdır./Mevlânâ meclisinde saz ile işret oldu/<br />
Ârif manaya daldı çün biledir feriştah” mısra-<br />
62<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ları Konya’ya gidip Mevlânâ ile görüştüğünün<br />
dolayısıyla tasavvuf edebinde anlatılan ilim ve<br />
irfan ehlini ziyaret maksatlı geziler yaptığının<br />
işareti sayılabilir. Tabduk <strong>Emre</strong> dergâhında dili<br />
çözülüp şiirler söylemeye başladıktan sonra ise:<br />
“Gezdim Urum ile Şam’ı/Yukarı illeri kamu/<br />
Vardığımız illere şol safa gönüllere/Halka Tabduk<br />
manâsın saçtık elhamdülillah” gibi mısraları<br />
onun Anadolu, Suriye ve Azerbaycan muhitlerine<br />
tasavvuf amaçlı geziler yaptığını göstermektedir.<br />
“Allah evi ziyarettir ben anda varmak isterim/Muhammed’in<br />
güzel nurun gözümle görmek<br />
isterim.”Ya da:”Hak müyesser etse varsam güzel<br />
Kâ’betullah sana/Bakuben hayranın olsam güzel<br />
Kâ’betullah sana” mısraları <strong>Yunus</strong>’un gerçekleştirip<br />
gerçekleştiremediğini tam olarak bilmediğimiz<br />
bir Hac yolculuğunun özlemini dile getirmektedir.<br />
Öte yandan <strong>Yunus</strong>’un tabiata yönelik gezileri<br />
de vardır. Çünkü inziva, tefekkür ve murakabe<br />
için tabiata açılmak gerekir. Yine tabiatta bulunan<br />
her şey, Allah’ın ayetleridir. Bir irfan ehli<br />
onları da okumak durumundadır. Bu anlamda tabiat,<br />
metafizik bir ders kitabı sayılmalıdır. Ayrıca<br />
tabiata yönelik bu tür yolculukları aynı zamanda<br />
manevi yolculuklar olarak da düşünmek gerekir<br />
ki böylece maddi yolculuklarla beraber kalbi yolculuklar<br />
iç içe geçmiş vaziyette <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde<br />
yer alırlar. Zira dış âleme ait görünen bu<br />
geziler çoğu kez iç âlemdeki yolculuğun maddi<br />
benzetmeleri olarak da ortaya çıkabilmektedir.<br />
Manevi yolculukları<br />
Dünyayı her mutasavvıf gibi fâni bir âlem olarak<br />
telakki eden <strong>Yunus</strong>’un şüphesiz ki asıl yolculuğu<br />
bu anlamdaki yani manevi boyutta olanıdır.<br />
Bu manevi yolun şartları gereği önce gerçek sanılan<br />
âlemde faniliği ve yokluğu hissetmek, ardından<br />
baki olanın yoluna düşmek şeklinde özetleyebileceğimiz<br />
yolculuk yahut arayış macerasıdır.<br />
Bu yolculuğun ilk durağı, kişinin kendini bu dünyada<br />
garip hissetmesidir. Bu duygu onu sürekli<br />
hareket halinde tutar. Dünya ve beden kafesi içinde<br />
bunalan ruh, kimi zaman dağlara atar kendini<br />
kimi zaman yad ellere. Karşısına çıkan dağlar<br />
maddi bir engel olabileceği gibi nefs olarak da görülebilir.<br />
Yorum ne olursa olsun, bir mutasavvıf,<br />
aradığını bulana kadar hep bir seyahat (arayış)<br />
içerisindedir. “Harami gibi yoluma arkuri inen<br />
karlı dağ/ Ben yârimden ayrı düştüm sen yolumu<br />
bağlar mısın/Oldum ilimden avare beni bunda eğler<br />
misin” şeklindeki mısralar, bu arayışın macerasını<br />
dillendirir. Faniliğin idrakinden sonra ise<br />
seferin yönü ötelere çevrilir: “Benim burda kararım<br />
yok ben gine gitmeğe geldim./ Bilin ki dünya<br />
fanidir dünyayı terk etsen gönül”, “Bir nazarda<br />
kalmayalım gel dosta gidelim gönül”<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin belli bir merhaleden sonra<br />
hem maddi hem kalbi dünyasındaki yolculukta<br />
aradığı Allah’tır. Ağaçta, kuşta, çiçekte onun<br />
varlığı hissedilse bile bu, yeterli olmaz. Çünkü<br />
Allah mekândan münezzehtir. Varlığı ancak kalpte<br />
hissedilir. Bu yüzden <strong>Yunus</strong>’un manevi yolculuğunun<br />
yöneldiği yer kalbidir. Yani içine döner,<br />
kendi varlığının sırlarını kurcalar. Şu mısralar,<br />
bu yolculuğun ifadesidir: “İşbu vücud şehrine her<br />
dem giresim gelir/ İçindeki sultanın yüzin göresim<br />
gelir.”<strong>Yunus</strong>’un bu noktada manevi yolculuk<br />
çilesi çektiği aşikârdır. Fakat sonunda: “Ne yüriyem<br />
ne hod aram ne uzak sefere varam” ,“Çünkü<br />
dostu bunda buldum ayruk neye seferüm var.”,<br />
“Ballar balını buldum bu cânım yağma olsun/<br />
Assı ziyandan geçtim dükkânım yağma olsun”<br />
ifadeleri vuslatın gerçekleştiğini, seferin maksadına<br />
ulaştığını gösterir.<br />
Bu anlamda onun: “Adım adım ileri beş<br />
âlemden içerü/ On sekiz bin hicabı geçtim bir<br />
dağ içinde/ Yetmiş bin hicab geçtim gizli perdeler<br />
açtım/ Ol dost ile buluştum gördüm bir dağ içinde”<br />
beyitleriyle başlayan uzun şiiri asıl seyahatin,<br />
Allah’a ulaşma makamları arasındaki yolculuğun<br />
rumuzlu bir destanı sayılmalıdır.■<br />
63<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Yoldayım<br />
NECATİ KANTER<br />
Perdeyi araladım, ince ince çiseleyen bir bahar<br />
yağmurunun büyüsüne kapılıp uzun bir yolculuğa<br />
çıktım düşler ülkesine. “Kâh çıktım gökyüzüne seyreyle-<br />
dim âlemi / kâh indim<br />
yeryüzüne seyreyledi âlem beni.” Ne-<br />
den sonra masamın başına döndüm, kalemi elime aldım, dakikalarca<br />
önümdeki kâğıda baktım. Tek kelime bile yazamıyorum.<br />
Oysa kâğıt üzerine döküp gün yüzüne çıkarmayı düşündüğüm bu<br />
öyküyü düşlerimde yazmıştım. Hem de kaç kere<br />
Belleğimi toparlayıp her şeyi yerli yerine koymalıyım. Öncelikle<br />
çağrışımları. Kurgu üzerinde çalışmalıyım. Sözcüklerin<br />
oluşturacağı çağrışımlarla; eksiksiz ve özgürce... Ama olmuyor! O<br />
kadar uğraşmama karşın, belleğim bir türlü kaleme uyum sağlayamıyor.<br />
Hani derler ya; akıl tutulması! Kalem işlemiyor. Taşlaşmış.<br />
Dakikalar, saatler, günler geçiyor. Yok! Basiretim bağlanmış. Yazamıyorum!<br />
Bir gece yine uyumadan karmaşık duygular arasında sabahı beklerken<br />
kaynağı belirsiz bir yerden akan dupduru bir ney sesi odama kadar<br />
ulaşmış, kör bir dilenci gibi elimden tutup uzaklara taşımıştı beni.<br />
Sarı Köy’e… Öykümün yeşerip dal budak salacağı topraklara. <strong>Emre</strong>’m<br />
<strong>Yunus</strong>’a. Bektaş ocağına, Tapduk kapısına...<br />
Masa üzerindeki kaleme uzandım, ak kâğıdı çektim önüme, “Bismillah”<br />
dedim, yazmaya başladım.<br />
64<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Yoldayım!<br />
Sırtımda Türkmen işlemeli bir heybe, heybemin<br />
içinde bir dilim mayalı ekmek, bir baş kuru<br />
soğan, bir avuç dağ yemişi, bir kırba su, ayağımda<br />
sığır derisinden yapılmış bir çift çarık, elimde<br />
uzun bir asa, dilimde dua…<br />
Yürü ey seyyah-ı avare!<br />
Yolun muhabbet dergâhına.<br />
Ya Allah!<br />
Hu!<br />
Düş deneyimim büyüleyici ney sesiyle doruğa<br />
ulaşırken zaman kapısı aralandı, usulca içeri girdim.<br />
Gözlerimin önündeki perdeler kalktı, Ezel<br />
Bezmi’nde sevgiliyle göz göze geldim. Kırklar<br />
meclisinde halkalanıp hu, çektim. Yesevi ocağına<br />
düştü yolum, Hikmet okudum. Ahi Evren’in<br />
gönül konuğu oldum, Mevlana dergâhında semazen.<br />
Ardından, şiir vadisi, yâren sohbetleri,<br />
Horasan erleri, Sarı Köy, açlık, kıtlık, Moğol talanı,<br />
çekik göz, çapul, kan, gözyaşı!<br />
Ve dahi Bektaş dergâhı!<br />
Alıç sayısının katbekat değerince katırımın<br />
sırtına yüklenen buğday… Sonra nedamet!<br />
Yolun bir yarısında geri dönüş ve Hünkâr<br />
Bektaş’tan dilenilen nefes!... “Biz kilidin anahtarını<br />
Tapduk’a verdik,” sözü! Tapduk dergâhına<br />
varış... Sırtımda odun, elimde balta, dost kapısına<br />
kırk yıllık hizmet, kırk yılın sonunda Dedem<br />
Sultan Tapduk’un “Hâlâ <strong>Yunus</strong> kokuyorsun”<br />
sitemkâr nidası, elini uzatıp öteleri işaret edişi!<br />
Geride kalan kırık bir gönül, harabe olan bir yürek<br />
ve gecenin bir yarısında “Aslanlı yadigârı”<br />
<strong>Yunus</strong>’u biçarenin Tapduk dergâhını terk edişi.<br />
Yoldayım!<br />
“Andan ayru dirliğim dirlik değüldür...”<br />
deyü, koyulduğum bu çileli yolculuğumda<br />
düş ve gerçek anlamdaş oldu, bütün anlar birbirinin<br />
içine girdi. Bıraktım kendimi rüzgâra!<br />
Hızır’la yoldaş oldum, İlyas’la karındaş! Bektaş<br />
Hünkâr’ın şekline girdiği güvercin oldum, sırtına<br />
bindiği aslan...<br />
Dağlar tırmandım. Yüce, başı dumanlı, sarp<br />
dağlar. Bozkırlar gezdim, ovalar dolaştım. Nice<br />
beldeler gördüm, nice gönüllere girdim, nice<br />
diller duydum. Ağaçlarla selamlaştım, dal dal<br />
gökyüzüne, damar damar yerin altına uzanan…<br />
Çiçek çiçek koklaştım, kurtla kuşla söyleştim.<br />
Marallarla, ceylanlarla dertleştim.<br />
Zaman aktı, gün günü kovaladı, havaya cemre<br />
düştü, sonra suya, sonra toprağa. Od düştü<br />
yüreğime!<br />
Leyla-i Mecnun menem / Şeyda-yı Rahman<br />
menem<br />
Leyla yüzün görmeğe / Mecnun olasım gelür<br />
Kınalı keklikler ötüştü boz dağların göğsünde,<br />
bir ördek sürüsü indi göllere, turnalar katarı<br />
geçti içimden. Sonra kanatlandılar, “Gel” diye<br />
seslendiler <strong>Emre</strong>’m Tapduk’un dilinden. Çığlıklar<br />
düştü çığ gibi dağ doruklarından. Çığlık çığlığa<br />
kuşlar geçti gökyüzünden. Ak gerdanlı sunalar,<br />
telli turnalar, kınalı keklikler, bıldırcınlar,<br />
üveyikler, kırlangıçlar, kartallar, şahinler, kanat<br />
çırpıp, pervaz urup, “Gel!” dediler dembedem!<br />
Yoldayım!<br />
Ağzımda dua, yüreğimde od!<br />
Kül olmadan vuslatın kapısına dayanmak,<br />
alev alev menzile koşmaktır muradım. Ama hâlâ<br />
ötelerde işaret parmağın!<br />
Gel, diyorsun!<br />
Mecnun oluben yürürüm / Ol yarı düşte görürüm<br />
Uyanıp melul olurum / Gel gör beni aşk neyledi<br />
Kamçı gibi bir yağmur camları dövüyor. Perdeler<br />
sırılsıklam. Elektrikler gitti, odam kapkaranlık.<br />
El yordamıyla sehpanın üzerindeki kibrit<br />
kutusunu buldum, masa üzerindeki mumu ateşledim.<br />
Yüzüm avuçlarımda, gözlerim mum alevinde.<br />
Az önce bir düşün çevresinde yaptığım<br />
kısa yolculuk, duyulmayan bir rüzgârın ritmiyle<br />
mumun titreyen alevleri arasında ney sesiyle birlikte<br />
yeniden başladı. Bir pervane peydahlandı<br />
odamda. Mumun etrafında deli gibi ateşe kanat<br />
çırpıp raks ederken bir yandan da sabahlara kadar<br />
yana yakıla gözyaşı dökmesinin nedenini<br />
sordu mum’a. O da, gönülde ayrılık derdi olduğunu,<br />
çerağını, yârine ulaşmayı umduğu için<br />
yaktığını söyledi. Heyecanı daha da artan alev<br />
kanatlı pervane, sevgilinin etrafında döndü,<br />
65<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
döndü, döndü, ateşe verdi sonra kızıl kanatlarını.<br />
Bir mısra döküldü dudaklarımdan.<br />
Pervane gibi od’a yanmayan âşık mıdır<br />
Kutsal kanatlarının gölgesi hem güneşin hem<br />
de sevgilinin üzerine düşünce ikisine de aynı<br />
anda “kut” veren, ışıklı gök ile kara yer arasını<br />
mekân tutan Huma, güçlü pençesine alıp bir<br />
göz açıp kapayıncaya kadar dost’a götürdü beni.<br />
Dost kapısına.<br />
Anam Sultan’ın sunduğu burcu burcu Anadolu<br />
kokan mis gibi yayık ayranını yudumlarken,<br />
pervaz urup hu çektiler başucumda süzülen<br />
tarlakuşları. Hu dediler dağlar taşlar. Hu dediler<br />
yıldızlar, esen yeller, titreşip ses veren ağaçlar.<br />
Hu dediler çevremde halkalanan dervişler,<br />
yârenler. Hu dediler üçler, yediler, kırklar. Hu<br />
dediler görünenler görünmeyenler!<br />
Yoldayım!<br />
Söz yoktur âşık’a aşk’tan başka.<br />
Bir bakışın çözer düğümü.<br />
Nazar eyle!<br />
Arıt!<br />
Ellerim kucağımda, başım göğsümde. Eşiğini<br />
öptüm, yüz urdum dergâhına!<br />
Ayağımın tozunu bile silkmeden girdiğim bu<br />
küçük loş hücrede ne varlık ne yokluk; ne zaman<br />
ne mekân!<br />
Ol dost yüzün görmez isem bu gözlerim nemdir<br />
benim!<br />
Şafak, güneşin doğmak üzere olduğunu muştularken<br />
tefekkür âleminden sıyrılarak başını<br />
kaldırdı, gözlerini gözlerime ışınladı, duru bir<br />
tebessüm yeli esti Şeyh’imin dudakları arasından.<br />
Bir mutluluk pırıltısı yayıldı yüzüne. Bir sır<br />
açılacak gibi. Sırrın sırla konuşması gibi. Ellerimi<br />
avuçlarının arasına aldı, soluğum soluğuna<br />
karıştı. Dudaklarında belli belirsiz bir kıpırtı!<br />
Gizil bir fısıltı döküldü… Ak pınarın ak suyu<br />
gibi. “Sefa geldin” dedi, sonra “Bizim <strong>Yunus</strong>”<br />
dedi, sustu. Hüzün inceliğinde bir coşku sardı<br />
yüreciğimi. Anbean eridim. Yoğunlaşan bir iç<br />
huzuru, tatlı bir rehavet. Sanki ırmaklar coşmuş,<br />
pınarlarda sular şırıl şırıl akmış, goncalar açmış,<br />
bütün bahçelere bahar gelmiş, bülbüller ötüşür<br />
olmuştu.<br />
Bu küçük loş odanın pencereye yakın bir yerinde<br />
Türkmen işlemeli bir kilim üzerine itina<br />
ile yerleştirilmiş olan beyaz bir koyun postunu<br />
işaret edip şefkatli bir buyur edişin ardından sözün<br />
büyüsü dolandı damarlarımda.<br />
Açıldı kilidim!<br />
Taptuk’un tapusunda / kul olduk kapusunda<br />
<strong>Yunus</strong> miskin çiğ idük / piştik el-hamdüli’llah<br />
Latif bir buharın etkin olduğu yeni bir ruh<br />
iklimindeyim. Takılı kaldı gözlerim gözlerine!<br />
Müşfik bir bakış, büyülü bir dokunuş, sakin ve<br />
huzurlu bir duruş… Gizemli ve güven verici bir<br />
eda! Aklım başımdan gitti. Suret, sirete döndü,<br />
kesret Vahdet’e… Artık ne sitem ne naz ne de<br />
niyaz!<br />
Sanki hiç gezmedim. Dağlar aşıp dereler geçmedim.<br />
Yukarı illeri görmedim. Dergâhtan hiç<br />
çıkmadım sanki. Şeyhim. efendim, sultanım.<br />
Saygıda kusurum varsa affoluna. Bağışla beni.<br />
Kapına geldim; eşiğindedir başım, basıp geç;<br />
ben <strong>Yunus</strong>-ı biçare… Himmet eyle bile diyemedim!<br />
Eteğini öpmek istedim ya, kuş olup uçmuştu<br />
sanki!<br />
Gözlerim ağır ağır aralanırken uyku ile uyanıklık<br />
arasındayım. Sabah mahmurluğuyla uzun<br />
bir süre tuhaf tuhaf etrafıma bakındım. Kımıltısız,<br />
umarsız bir bakış. Kalktım, perdeyi araladım,<br />
camı açtım; sabahın serinliği yüzümü okşadı.<br />
Duyulmuyordu artık hüzzam makamındaki<br />
o hazin ney sesi! Yağmur hâlâ çiseliyor. Ahşap<br />
masamın üzerindeki dağınık kâğıtlar arasında el<br />
yazısıyla yazılmış olan yaprakları elime aldım,<br />
“Bismillah” dedim, okumaya başladım.<br />
Yoldayım!■<br />
66<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
YAHYA AKENGİN<br />
<strong>Yunus</strong>’un şüphesiz<br />
evrensel bir kimliği<br />
de vardır. Fakat<br />
bu evrensellik<br />
de kendi<br />
sınırlarını kendi<br />
belirleyendir. O’na<br />
yakışmayanları<br />
O’na yamayarak<br />
yapılan saptırmalar<br />
az çok bilinen bir<br />
husustur.<br />
Nerede yaşadığı, nasıl yaşadığı,<br />
aynı ismi taşıyanların şiirleri ile<br />
O’nunkilerin nasıl ayırt edilebileceği gibi<br />
sorularla uğraşmanın gerekliğine inanmakla<br />
birlikte bu sorulara şahsen vereceğim cevap<br />
tek olmuştur: <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Müslüman<br />
Türk halkının ta kendisidir. Halk O’nun adına<br />
menkıbeler icat etmişse, başka şairlerin<br />
söyleyişlerini O’na maletmişse, <strong>Yunus</strong>lar<br />
birbirine karıştırılmışsa, bütün bunlar aynı<br />
müellifin işleridir. O müellif halktır. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’nin dilindeki güzellikler, inancındaki<br />
duruluklar Türk halk kültürünün aynasından<br />
başka bir şey olamaz.<br />
Kuraklık Anadolu’yu kavuruyor, fakat<br />
halkın “Yörük değirmenleri” ağır aksak da<br />
67<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
olsa, yorgunluk bezginlik gıcırtıları çıkarsa da<br />
dönmeyi sürdürüyor. Moğol işgalci atlılarının<br />
estirdiği dehşet dört biryanı sarmış olsa da<br />
“Yörük değirmenleri” hayatın çarkını döndürmeye<br />
devam ediyor. Beylerin post kavgalarının<br />
estirdiği teröre körüklediği anarşiye rağmen “<br />
Yörük değirmenleri” döner dururlar.<br />
<strong>Yunus</strong>’un “ Yörük değirmenler gibi dönerler/<br />
El ele vermiş Hakk’a giderler” mısraları<br />
bana oldum olası Türk Milleti’nin yeryüzündeki<br />
sürekli yürüyüş halini çağrıştırır. 13.<br />
yy. gibi Anadolu’da çok yönlü bir kaosun egemen<br />
olduğu bir devirde tökezlemelere rağmen<br />
yolunu kaybetmeyen bir milletin ruh yapısını<br />
simgeler “ Yörük değirmenleri”<br />
“Yedikleri insan eti” olan zorbaların payidar<br />
olamayacağı inancını <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şahsında<br />
dile getiren halktır. Bunun temeli ise o<br />
halkın özünde yaşayan imandır elbette. Gelgör<br />
ki bu imanın kaynaklarını anlatmak için halkın<br />
diline hor gözle bakan cereyanlar da mevcuttur.<br />
Türkçenin İslam’ı anlatmada yetersiz olduğu<br />
düşüncesinden hareketle Arapça ve Farsçayı<br />
vasıta yapanlara halkın vermiş olduğu bir cevaptır<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>.<br />
Bununla birlikte <strong>Yunus</strong>’taki halk Türkçesinin<br />
içerisinde de Arap ve Fars kökenli olup,<br />
Türkçenin bünyesinde eritilmiş sözler de mevcuttur.<br />
Ancak burada dikkat edilmesi gereken<br />
husus, Türkçenin eriyen değil eriten bir unsur<br />
oluşudur.<br />
“Halk”ı kayıtsız şartsız kutsayanlarla aynı<br />
çizgide bulunmadığımı da söylemeliyim. Doğru<br />
temsilci şahsiyetleri öne çıkarmasını bilen<br />
halk, yanlışı temsil edenleri de alkışlayabilmiştir.<br />
Aynı devirlerdeki halkın inanç duygularını<br />
çarpıtarak kendine “tanrısal” bir statü<br />
kazandıran Hasan Sabbah olayı da madalyonun<br />
diğer yüzünü anlatan bir örnek olarak karşımıza<br />
çıkar. Halk saflığı temsil eder. Bu saflığın<br />
duruluğunu bulandırarak, günümüzün ifadesiyle<br />
provoke ederek güç oluşturma cereyanları<br />
da her devirde görülen bir durumdur. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’nin büyüklüğü işte böyle bir mukayese<br />
yoluyla anlaşılabilir.<br />
Kur’an mesajının özünü çiftçiye, çobana,<br />
konargöçere kendi diliyle ulaştırabilme mucizesidir,<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şahsında dile getirilenler…<br />
Birilerinin halkla İslam’ın arasına gerdiği<br />
perdeyi ortadan kaldırma hareketidir <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>. <strong>Yunus</strong>’un deyişiyle “halkın başına zorba<br />
olan” mollaların tekellerinde tutmak istedikleri<br />
Kur’an mesajlarının aslını halkla paylaşmanın<br />
da bir yansımasıdır O’nun şiirleri.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin temsil ettiği hoşgörü iklimini<br />
yozlaştırarak onu kendi inanç ekseninden<br />
farklı yönlere çekme cereyanları da eksik olmamıştır.<br />
Sözgelimi materyalist dünya görüşünün<br />
savunucusu olanların <strong>Yunus</strong>’u bir basamak<br />
olarak kullanıp çarpıtmaları gibi bir sorundan<br />
söz etmek de mümkündür. <strong>Yunus</strong>’un şüphesiz<br />
evrensel bir kimliği de vardır. Fakat bu evrensellik<br />
de kendi sınırlarını kendi belirleyendir.<br />
O’na yakışmayanları O’na yamayarak yapılan<br />
saptırmalar az çok bilinen bir husustur.<br />
“Halk kültürü” dediğimiz kavramı besleyen<br />
inanç kaynaklarını bilip anlayamadan halkı<br />
da <strong>Yunus</strong>’u da yerine oturtmak zordur. Yüzyılların<br />
birikimine yaslanarak, imbiklerden<br />
geçerek vücut bulmuş bir milletin halk tabakasında<br />
oluşan bilgi ve bilincin sözcülüğünü<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye bahşeden de halkın kendisidir.<br />
Diğer bir deyişle halk milletin ortak bilincini<br />
yaşatandır. Öyle olmasaydı <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> yüzyılları<br />
aşıp günümüze gelemezdi. İşte bu halk<br />
Türkmen’dir, Yörük’tür, Oğuz’dur, Tatar’dır,<br />
Kıpçak’tır ve bunların çoğalan dallarıdır. “Yörük<br />
değirmenler gibi” zaman yolculuğunda döner<br />
durur.<br />
Halk bağrından <strong>Yunus</strong>lar çıkarır, onlar da<br />
döne döne onun yoluna ışık saçarlar.■<br />
68<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
İSMAİL ÇETİŞLİ*<br />
Gönül Çalab’ın tahtı Çalap gönüle baktı<br />
Kim gönül yıkar ise iki cihan bedbahtı<br />
Kültür ve edebiyatımızın anahtar kelime/<br />
kavramlarından biri “gönül”dür. Onunla<br />
eşanlamlı olarak değerlendirilebilecek olan Türkçe<br />
kökenli “yürek” ile Arapçadan aldığımız “kalp” ve<br />
Farsçadan dilimize giren “dil”, hiçbir zaman “gönül”<br />
kadar yaygınlık ve anlam zenginliği kazanmamıştır.<br />
Nitekim Nihat Sami Banarlı, “Gönül Sözüne<br />
Dâir” başlıklı yazısında en eski metinlerden beri<br />
kullanılagelen, ama <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de gerçek sesine<br />
kavuşan “gönül”ü “Türk dili var olalıdan beri yaşayan<br />
ve yaşatılan” en güzel kelimelerinden biri<br />
olarak görür. 2<br />
Her türlü duyu ve duygu dünyamızın merkezinde<br />
yer alan gönül, doğal olarak günlük hayatımız<br />
kadar edebiyatımızın da anahtar kelime/kavramlarından<br />
biri olmuştur. Çünkü “duyguların dili” biçiminde<br />
tanımlanan şiir bir yana, edebiyat sanatının<br />
bütün alanlarında sanatkârın hareket noktası kadar<br />
hedefi de büyük ölçüde gönüldür. Duyguların<br />
beşerî veya metafizik nitelikli olması sonucu değiştirmez.<br />
Edebî eser, temel özelliklerinden olan<br />
lirizmi hep bu kaynaktan alır. Özellikle Türk şiirini<br />
*<br />
Prof. Dr., Pamukkale Ü., Öğretim Üyesi<br />
düşündüğümüz veya ana hatlarıyla hatırladığımızda<br />
bu gerçeği daha derinlemesine idrak ederiz.<br />
“Edebiyatımızın bütün türlerinin, gerek halk<br />
edebiyatı, gerek divan edebiyatı olsun, dinî ve tasavvufi<br />
edebiyatımızın müşterek konularından birisi,<br />
belki de en mühimi ve en çok işleneni gönül<br />
mefhumudur.” 3 Gönül, hem başlı başına bir konu<br />
objesi/kaynağı, hem de teşhis ve mecaz sanatları<br />
çerçevesinde somut bir varlık olarak algılanır. Mesela<br />
divan şiirinde gönül; “aşk kavgasının yapıldığı<br />
yerdir. Gıdası gam ve kederdir. Daima harap olmaya<br />
yatkındır. Fitnenin doğuş yeridir. Bütün zevki<br />
sevgilinin hayali ile avunmaktır. Naz onun en çok<br />
kapıldığı şeydir. Hiç istemediği unsur ağyârdır. Son<br />
derece kıskançtır. Sevgiliden ilgi görmez ama ümidini<br />
kaybetmez. Daima aşk ve güzellik unsurları<br />
(gamze, çeşk, zülf vb.) tarafından yağma edilir, yakılıp<br />
yıkılır.” 4 Onun içindir ki gönül şairinin dili ve<br />
idrakinde kimi zaman âşık, mecnun, divane, şeyda,<br />
kimi zaman kul, garip, miskin, avare, kimi zaman<br />
esir, mahpus, berdar, kimi zaman ev, virane, saray,<br />
divan, taht, kimi zaman mum, çerağ, pervane, kimi<br />
zaman şehir, ülke ve memleket, kimi zaman ayna,<br />
kimi zaman çocuk, çoğu zaman da hasta, bimar,<br />
69<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
sad-pare ve yaralı metaforuyla karşımıza çıkar. Bu<br />
bağlamda gönül redifli pek çok şiirle karşılaşmak<br />
mümkündür. 5<br />
Erdi bahâr sen dahi şâd olmadın gönül<br />
Güllerle lâlelerle küşâd olmadın gönül<br />
(Şeyhülislâm Yahya)<br />
Jâle-veş bir gonce-i ra’nâya düşdi gönlümüz<br />
Sâye-âsâ bir sehî bâlâya düşdi gönlümüz<br />
(Cevrî)<br />
Hem kadeh hem bâde hem bir şûh sâkîdir gönül<br />
Ehl-i aşkın hâsılı sâhip mezâkîdir gönül (Nedim)<br />
Geleli dünyaya râh-ı mâderden<br />
Gönül şâd olmadı gamdan kederden (Dertli)<br />
Gönül kelime/kavramının en çok kullanıldığı<br />
alanlardan biri de dinî-tasavvufi edebiyatımızdır.<br />
Daha çok bireyin inanç dünyası ve metafizik coşkularından<br />
kaynaklanan dinî-tasavvufi edebiyatta<br />
“İmanın ve küfrün merkezi kalptir. Eğer kalp iman<br />
ile dolu ise gönüldür, inkâr ve küfür ile dolu ise<br />
nefistir. Gönül ulviyete, nefis süfliyete meyyaldir.<br />
(…) Gönül ukbâ, beden ise dünyadır. Gönül aşkın<br />
dostu, nefis bedenin yoldaşıdır. Nefis düşman, gönül<br />
bir kaledir. (…) Aklın sınırlarını aşacak bilgiler<br />
ancak gönül ile elde edilebilir. Akıl ilmin, gönül irfanın<br />
kaynağıdır.” 6 İlahi aşk ve tevhit sırrı gönülde<br />
tecelli eder.<br />
Asıl konumuz olan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>(1240-<br />
1320)’nin şiirlerinde gönül konusuna gelince. Türk<br />
dili, edebiyatı ve şiirinin olduğu kadar kültürünün<br />
de asli kurucularından olan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirleri,<br />
iki ana eksen etrafında hayat bulur. Bu eksenlerden<br />
birincisini büyük ölçüde metafizik nitelikli<br />
aşk teması oluştururken; ikincisini dinî, ahlaki ve<br />
insani endişenin hayat verdiği didaktizm teşkil<br />
eder. Dolayısıyla <strong>Yunus</strong>, bir yönüyle -genel manada-<br />
insanın veya kendisinin iç dünyasına/gönlüne<br />
eğilirken; diğer yönüyle iç dünyanın tezahür evreni<br />
durumundaki kendi ve diğer insanların dışına<br />
bakar. Dışa bakışın en geniş dairesi toplum ve bütün<br />
bir insanlıktır. Dolayısıyla <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de içe<br />
bakış, şiire gönül merkezli aşk temasını getirirken<br />
dışa bakış nasihat nitelikli didaktizmi davet eder.<br />
Aslında <strong>Yunus</strong>’un şiirlerindeki aşk ve didaktizm<br />
eksenleri temelde birleşir ve aynı kaynaktan doğar.<br />
Bu temel ve kaynak, İslâm dini ve onun “insan-ı<br />
kâmil” idealidir. Daha açık bir ifadeyle İslam dininin<br />
esaslarını belirlediği insan, evren, Allah ile alakalı<br />
her türlü algı, bilgi, keşif, iman ve bu çerçevede<br />
hayat bulması arzulanan insan-insan, insan-evren,<br />
insan-Allah ilişkisinde en üst merhaleye kanat<br />
açması beklenen bir insan-ı kâmil ideali. Bu açıdan<br />
baktığımızda <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin vahdet-i vücut felsefesine<br />
bağlı bir mutasavvıf olduğu aşikârdır.<br />
Yazımızda esas aldığımız <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerinde<br />
“gönül” konusu, bizi öncelikle insanın iç<br />
dünyasına ve aşk temasına götürür. Çok açıktır ki<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> bir gönül ve aşk; iç yolculuk ve metafizik<br />
arayış; sonunda da aşk badesini içmiş olmanın<br />
getirdiği vecdin şairidir. O, İslam tasavvufuna dayanan<br />
metafizik aşk vadisinde Ahmet Yesevî, Hacı<br />
Bektaş-ı Veli, Taptuk <strong>Emre</strong> ve Mevlana gibi gönül<br />
ehli şahsiyetlere bağlı ve onların devamı durumundadır.<br />
Yûnus Hakk’a bilişeli cân u gönül virişeli<br />
Şol Tapdug’a irişeli gizlü râzum açar oldum<br />
(s.225) 7<br />
Mevlânâ Hudâ-vengâr bize nazar kıldı<br />
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur (s.82)<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre insan, beden (vücut, ten,<br />
cisim, suret) ve can (ruh)’dan oluşmuş bir bütündür.<br />
Toprak, su, ateş ve hava (anasır-ı erbaa) gibi<br />
dört unsurdan müteşekkil vücut ölümlüdür ve bir<br />
gün aslına dönecektir. Dolayısıyla beden canın<br />
gömleği; ballar balının kovanı; ilahi cevherin kendini<br />
sakladığı damladaki deryadır. Bunun dışında<br />
bir gerçeğe inanmak apaçık gafletten başka bir şey<br />
değildir.<br />
Bu vücûdun sermâyesi od u su taprag u yildür<br />
Her biri aslına gider gâfil olmak nendür senün<br />
(s.158)<br />
Bir başka söylemle ifade etmek gerekirse bir<br />
bina durumunda olan vücudun hikmet sırrı, içindeki<br />
gönülde saklıdır. Zira asıl hazine olan can, gönül<br />
binasında gizlidir. Dil/lisan ise canın tercümanıdır.<br />
Vücûd bir binâ durur sırr-ı hikmet içinde<br />
70<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Gönül bir bünyâd durur nakd ol bünyâd içinde<br />
Gönül sultân hâkim cân cümle iş ana kurbân<br />
Dil dahı bir tercemân yürür kudret içinde<br />
Gönül oturur tahta hükmider Kâf’tan Kâf’a<br />
Nefis durmuş ırakda meyli işret içinde (s.299)<br />
İnsan bedeninde en kıymetli varlık olan can/ruh<br />
ölümsüz ve ebedîdir. Zira can/ruh ilahi bir cevherdir.<br />
Allah ilk yaratılan olan Hz. Muhammed’i kendi<br />
nurundan yaratmış; Hz. Âdem’e ise kendi ruhundan<br />
bir nefes üflemiştir. Can, öz itibarıyla nur ve<br />
aşk cevherinden yaratılmıştır. Bu sebeple bedeni<br />
ilgilendiren ölümden korkmanın manası yoktur.<br />
Çalap nûrdan yaratmış cânını Muhammed’ün<br />
Âleme rahmet saçmış adını Muhammed’ün<br />
(s.155)<br />
Ten fânîdür cân ölmez çün gitdi girü gelmez<br />
Ölür ise ten ölür cânlar ölesi degül (s.167)<br />
Ko ölmek endişesin âşık ölmez bâkîdür<br />
Ölmek senün nen ola çün cânun İlahîdür<br />
Ölümden ne korkarsın korkma ebedî varsın<br />
(s.49)<br />
Ölümsüz olan can/ruhun mekânı genelde beden<br />
ise de asıl gönüldür. Bir başka ifadeyle gönül; canın<br />
evi, sarayı veya hazine dairesidir. Dolayısıyla gönül<br />
de ölümsüzdür. Bütün tasavvuf ehli gibi <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> de Allah’ın gönülde tecelli ettiğine inanır. Bu<br />
sebeple gönül, öncelikle Allah’ın evi (Kâbetullah)<br />
veya Çalap’ın tahtıdır. Gönül sultanı da onun içinde.<br />
Sonuç itibarıyla gönül, marifetullah ve hikmetullahın<br />
kaynağıdır.<br />
Kur’ân kelâmum didi gönlüne evüm didi<br />
Gönülde ev ıssın bilmez âdemden tutmayalar<br />
(s.75)<br />
Hak nazar kıldı câna bir göz ile bakmak gerek<br />
Ana ki Hak nazar kıldı ben anı niçe yireyin<br />
(s.275)<br />
Nazar kıl bu gevhere ya bu gizli nûra<br />
Nûr kaçan yavı vara çün Hak nazar-gâhıdur<br />
(s.49)<br />
<strong>Yunus</strong>’un dilindeki bir başka benzetmeyle<br />
gönül, Allah’ın Hz. Musa’ya tecelli ettiği Tûr-ı<br />
Sina’dır. Onun için insanın Allah’ı uzaklarda değil,<br />
gönlünde araması gerekir.<br />
İstemegil Hakk’ı ırak gönüldedür Hakk’a turak<br />
Sen senligün elden bırak tenden içerü cândadır<br />
Gir gönüle bulasın Tûr sen-ben dimek defterin dür<br />
Key güher gönlindedür sanma ki ol ummandadur<br />
(s.72)<br />
Kişinin kendisinde ve evrende Allah’ı bulması<br />
ve görmesi, ancak Allah’ın gönle nazar etmesiyle<br />
mümkündür. Bu noktada asıl olan gönül gözüdür;<br />
zira gönül gözü görmezse, baş gözü hiçbir şey göremez.<br />
<strong>Yunus</strong> imdi sen Hakk’a ir dün ü gün gönlün<br />
Hakk’a vir<br />
Gönül gözü görmeyince baş gözi görmeyiser<br />
(s.41)<br />
Bu gerçeğin idrakinde olan <strong>Yunus</strong>, vücut şehrine<br />
girip gönül tahtında oturan sultanın yüzünü<br />
görmek ister.<br />
Bu vücûdum şehrine giresüm gelür<br />
İçindeki sultânun yüzin göresüm gelür (s.63)<br />
Genelde İslam dini, özelde vahdet-i vücut felsefesi<br />
ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre insanı yaratılmışların<br />
en şereflisi mertebesine yükselten asli sebep de bu<br />
noktada aşikâr olur. Zira kesret olarak gördüğümüz<br />
veya algıladığımız evren, gerçekte “tevhit” veya<br />
“vahdet”e bağlıdır. Buradan hareketle <strong>Yunus</strong>’a<br />
göre insanı insan kılan varlığındaki ilahi cevherdir.<br />
İnsan sıfatı kendü Hak insanda(dur) Hak togrı<br />
bak<br />
Bu insanun sıfatına cümle âlem hayrânımış<br />
Her kim ol insanı bile hayrânısa insan ola<br />
Cümle yaradılmış kula insan tolu sultânımış<br />
Tevhîdimiş cümle âlem tevhîdi bilendür Âdem<br />
Bu tevhîdi inkâr iden öz cânına düşmanımış<br />
71<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
(s.133)<br />
Böylesine kutsal olan gönlü kırmak, elbette büyük<br />
bir günahtır. Nitekim Âşık <strong>Yunus</strong>’un amacı şu<br />
veya bu dava değil, dostun evi olan gönüller yapmaktır.<br />
Bir kez gönül yıkdunısa bu kıldugun namâz degül<br />
Yetmişiki millet dahı elin yüzin yumaz degül<br />
(s.173)<br />
Ben gelmedüm da’vîyiçün benüm işüm seviyiçün<br />
Dostun evi gönüllerdür gönüller yapmaga geldüm<br />
(s.187)<br />
Yukarıdaki gerçeğe rağmen gönül, yöneleceği<br />
istikâmette karasızlıklar yaşayabilen ve değişebilen<br />
bir niteliğe sahiptir. Bu gerçek iki tür gönlü gündeme<br />
getirir; ilahi aşktan mahrum olması sebebiyle<br />
paslı gönül ve ilahi aşkın coşkusuyla sarhoş gönül.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> inanır ki, kimi gönüller paslıdır. Ayna<br />
metaforu çerçevesinde gönle izafe edilen paslılık<br />
hâli, insanın beşerî zaafları veya nefsin dünyevi<br />
istek, arzu ve ihtiraslarının eseridir. “Masiva” kelimesinde<br />
toplanabilecek kibir, kin, haset, benlik,<br />
ikilik, gönül kırma, uzun ömür isteği, dünya nimetlerine<br />
(taç-taht, mal-mülk) düşkünlük veya dünya<br />
severlik gibi hususlar, gönlü paslandıran beşerî zaafların<br />
başında gelir.<br />
Bir tona kan bulaşıcak yunmayınca mismil olmaz<br />
Gönül pâsı yunmayınca namâz edâ olmayısar<br />
Gönül pasın yudınısa kibr ü kini kodınısa<br />
İkrâr bütün olmayınca erden nazar olmayısar<br />
(s.41)<br />
Dost sevgüsin gönülde cânıla berkitmeyen<br />
Tûl-ı emel defterin dürmeyen âşık mıdur<br />
………..<br />
İy <strong>Yunus</strong> sen dostunun cefâsına katlangıl<br />
Yüregüne ışk okın urmayan âşık mıdur (s.52)<br />
Bu dünyâya gönül viren sonucı pişmân olısar<br />
Dünyâ benüm didükleri hep ana düşman olısar<br />
(s.81)<br />
İnsanın bu eğilimi sonunda gönlünü paslı kılan,<br />
şeytanın istek ve emirlerine uyan “nefis”ten kaynaklanır.<br />
Bir nicenün gönline şeytanlar tolup durur<br />
Erenler sem’ına bunlar gülüşken olur (s.76)<br />
Bu bağlamda gönle izafe edilen bir başka benzetme<br />
ise “taş” ve “taşlaşma”dır. Gönlün taşlaşması,<br />
beşerî zaaflar ve aşksızlığın tabii sonuçlarından<br />
biridir. Bu tür bir gönül ancak “Rahman” askerlerinin<br />
“nefis” askerlerini mağlup edip can şehrini zapt<br />
etmeleri; tecelli aynasını parlatmaları ve aşk kandilini<br />
yakmaları ile pastan kurtulabilir.<br />
İşidün iy yârenler ışk bir güneşe benzer<br />
Işkı olmayan gönül meseli taşa benzer<br />
Taş gönülde ne biter dilinde agu düter<br />
Niçe yumşak söylese sözi savaşa benzer<br />
Işkı var gönül yanar yumşanur muma döner<br />
Taş gönüller kararmış sarp-katı kışa benzer<br />
(s.83-84)<br />
Her türlü kir ve pastan arınmış gönle gelince.<br />
Gönülleri Allah (sultan, padişah, yâr, nigâr, maşuk)<br />
aşkıyla dolu gerçek âşıklar; dünya sevgisinden<br />
uzak kendisini Allah’a teslim etmiş; karanlıklardan<br />
kurtulup aydınlığa ermişlerdir. Onların gözleri ve<br />
gönülleri hep maşuku ister. Maşukun yüzü onlara<br />
kıbledir. Sen merhalede âşıklar, cümle varlıktan soyunup<br />
sırf can olurlar.<br />
İlahi aşkla dolu gönüllerin en somut örneklerinden<br />
biri, hiç şüphesiz <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye aittir. Şair<br />
şiirlerinde didaktik amaçlı izahlardan ziyade çoğu<br />
zaman böyle bir gönlün duygu ve hâllerini dile getirir.<br />
Zira kuşdilini bilen <strong>Yunus</strong>, sevdiğini veya sevgisini<br />
haykırmayacak olsa, bu aşk onu boğacaktır.<br />
Sözüm ay gün içün degül sevenlere bir söz yiter<br />
Sevdügüm söylemezisem sevmek derdi beni bogar<br />
( s.94)<br />
Âşık dilin bilmeyen yâ delüdür yâ dehrî<br />
Ben kuş dilin bilürem söyler Süleyman bana<br />
(s.30)<br />
Paşa bu kuş dilidür bunı Süleyman bilür<br />
Sana direm iy hace bu dil tehî dil degül (s.171)<br />
Evvel gönül levhinde Hak yazmışdı çün bir va-<br />
72<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ak<br />
Bu şimdi okınan sebâk ezel-i âzâldan gelür<br />
……….<br />
Aklumuz ol levhe bakar gizli marazlarum açar<br />
Söz gelür gönlüme akar söz dile ansuzın gelür<br />
(s.58)<br />
İşte <strong>Yunus</strong>’un kuşdiliyle ilahi aşkını açığa vurup<br />
ifadeye döktüğü beyitlerinden bazı örnekler:<br />
Benem ol ışk bahrisi denizler hayrân bana<br />
Deryâ benem katremdür zerreler ummân bana<br />
(s.29)<br />
Işk îmâmdur bize gönül cemâat<br />
Kıblemüz dost yüzi dâimdür salât (s.36)<br />
Hak bir gönül virdi bana ha dimedin hayrân<br />
olur<br />
Bir dem gelür şadı olur bir dem gelür giryân<br />
olur (s.67 )<br />
Haber eylen âşıklara ışka gönül viren benem<br />
Işka baha kim yitüre ışk madeni bulan benem<br />
(s.184)<br />
Taşdun yine deli gönül sular gibi çağlar mısın<br />
Akdun yine kanlu yaşum yollarumı baglar mısın<br />
(s.278)<br />
Ben yürürem yana yana ışk boyadı beni kana<br />
Ne âkilem ne dîvâne gel gör beni ışk neyledi<br />
(s.402)<br />
Kısacası şiirlerinde “dil” ve “kalp” kelimelerine<br />
iltifat etmeyen <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, -sınırlı sayıdaki<br />
“yürek”i (yüreği yanmak, yüreğine aşk oku vurmak,<br />
yüreğine dokunmak…) unutmamak kaydıyla- çok<br />
büyük ölçüde “gönül”de karar kılar. Zira o bir gönül<br />
ve aşk; iç yolculuk ve metafizik arayış; sonunda<br />
da aşk badesini içmiş olmanın getirdiği vecdin şairidir.<br />
İşte divanından seçilen gönülle yapılmış deyim,<br />
tamlama ve ibarelerden bazıları: “gönül vermek,<br />
gönül bağlamak, gönle girmek, gönlü akmak,<br />
gönlü yanmak, gönlünde olmak, gönül yıkmak,<br />
gönlüne sığmamak, gönlünü yağmalamak, gönlü<br />
kararmak, gönlü taşmak, gönülsüz olmak, gönlüne<br />
şeytan dolmak, gönlüne endişe gelmek, gönlünde<br />
ikilik tutmak, gönlünü derviş eylemek, gönlünü aşk<br />
oduna atmak, gönülden can vermek, gönlü karar<br />
kılmamak, gönül gözü doymamak, gönlünü kul eylemek,<br />
gönlü sevdaya düşmek, gönül pasını yumak,<br />
gönül gözüyle görmek; gönül gözü, gönül pası, gönül<br />
levhası, gönül evi, gönül kafesi, gönül tahtı, gönül<br />
bağı/bahçesi, gönül aynası, taş gönül…<br />
Sonuç olarak denilebilir ki; <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirlerinde,<br />
birbiri ardı sıra bir kâbus gibi İslam dünyasının<br />
üstüne çöken Haçlı Seferleri ve Moğol istilası<br />
yüzünden ciddi bir buhran ve bunalım eşiğindeki<br />
Anadolu insanına sevgi ve aşk temeli üzerine inşa<br />
ettiği bir hayat ve medeniyet teklif eder. Asırlarca<br />
geçerliliğini koruyan bu teklif, maalesef son iki<br />
asırdır gündemden önemli ölçüde kalkmış; gönül<br />
de günlük hayatımız kadar edebiyatımızdan da<br />
büyük ölçüde çekilmiştir. Acaba bu hâl, “maddi<br />
kaygılarımızın, dünyevi hırslarımızın ön planda<br />
koşmasından, nefsani arzularımızın pervasızca<br />
coşmasından ve mana âlemine, daha doğrusu gönül<br />
âlemine -hor görürcesine- sırt çevirmemizden,<br />
gönül ve aşk tahtını devirmemizden, asırlardan beri<br />
gönüllerimizde yanan sevda ve muhabbet kandillerini<br />
-atom ve feza çağıdır- diyerek söndürmemizden”<br />
midir 8 Hâlbuki <strong>Yunus</strong>’un gönül merkezli<br />
hayat ve medeniyet teklifi materyalist, rasyonalist,<br />
pozitivist, kapitalist, Marksist felsefelerinin hükümran<br />
olduğu çağımız insanının da buhran ve bunalımlarının<br />
devası durumundadır.■<br />
____________________________<br />
2. Nihat Sami Banarlı, Türkçenin Sırları, Kubbealtı<br />
Neşriyatı, İstanbul, 1976, s.78.<br />
3. Âmil Çelebioğlu, “Erzurumlu İbrahim Hakkı Divanında<br />
Gönül”, Millî Kültür, S.12, Aralık 1979, s.31.<br />
4. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.III, Dergâh<br />
Yay. İst., 1979.<br />
5. Daha geniş bilgi için bk. Cemal Kurnaz, “Gönül”,<br />
İslam Ansiklopedisi, C.14, TDV Yay., İst., 1996; Reyhan<br />
Keleş, Şeyhülislam Yahya, Cevrî, Nedim Divanlarında<br />
Gönül, Erzurum, 2008, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.<br />
6. Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.III, Dergâh<br />
Yay. İst., 1979.<br />
7. İncelemedeki şiir alıntıları şu eserden yapılmıştır:<br />
Mustafa Tatçı, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Divanı Tenkitli Metin, KB Yayınları,<br />
Ankara, 1990.<br />
8. Âmil Çelebioğlu, agm., s.31.<br />
73<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
CAFER GARİPER<br />
Türk edebiyatının ve düşünce hayatının öne çıkan<br />
isimlerinden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, yüzyılların içerisinden<br />
uzun bir yolculuk yaparak modern dönemin<br />
karmaşasına düşmüş gibidir. Halk katmanının kimi<br />
şiirlerinden bildiği, adı etrafında buluşan takipçilerinin<br />
düşüncesine ve estetiğine süreklilik kazandırdığı<br />
şair, seçkin kesimin önemli ölçüde ilgi alanının dışında<br />
kalır. 19. yüzyılın sonlarında başlayan ilgi, onu, 20.<br />
yüzyılın başlarında aydınların gündemine taşır. Çok<br />
sayıda sanatkâr, bilim ve düşünce adamının karşısında<br />
o, berrak bir kaynak olarak belirir. Psikolojik, felsefi,<br />
teolojik ve sosyolojik düzlemde derinleşen, gücünü tasavvuf<br />
düşüncesinden ve yalın ifadeden alan sanatına<br />
farklı bakış açılarıyla yaklaşılır. Tozlu zaman perdesinin<br />
kapattığı efsaneleşen hayatı ve şiirleri, geleneğin<br />
içerisinde takipçilerince eklemlenen kalem ürünleriyle<br />
birleşince sonunda onu zengin ve verimli bir kaynağa<br />
çevirir.<br />
M. Fuat Köprülü’nün 1918’de yayımlanan Türk<br />
Edebiyatında İlk Mutasavvıflar kitabı, dikkatlerin<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerinde toplanmasında rol oynar. Araştırmacı<br />
ve sanatkârlar onun eserleri üzerine eğilmeye<br />
başlarlar. Bu ilgiyi İmparatorluktan millî devlete geçiş<br />
süreci ve millî edebiyat kurma arayışı hızlandırır.<br />
İnsanımız, tıpkı <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin yaşadığı çağda<br />
devletin dağılış ve yeniden toplanış sürecinde olduğu<br />
gibi, diriltici enerjinin kaynaklarından birini <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’de bulmuş gibidir. Adı etrafında oluşan ilgi,<br />
Cumhuriyet yıllarında da genişleyerek sürer. Onun<br />
kişiliği ve eserleri üzerinde duran ve yorumlar getiren<br />
sanatkârlardan/yazarlardan biri de Ahmet Hamdi<br />
Tanpınar(1901-1962)’dır.<br />
A. H. Tanpınar, Mahur Beste’de, Huzur’da, Sahnenin<br />
Dışındakiler’de, Beş Şehir’de, 19’uncu Asır Türk<br />
Edebiyatı Tarihi’nde, Edebiyat Üzerine Makaleler<br />
başlığı altında toplanan yazı koleksiyonunda, Yaşadığım<br />
Gibi adıyla kitaplaşan denemelerinde, Edebiyat<br />
Dersleri’nde ve günlüklerinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye çeşitli<br />
göndermeler yapar, onun hakkında bazı yargılarda bulunur.<br />
Ayrıca bir de “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>” başlıklı konuşma<br />
metni/yazısı kaleme alır.<br />
Tanpınar’ın kalem ürünlerinden daha çocukluk<br />
yıllarında <strong>Yunus</strong>’un şiiriyle karşılaştığını çıkarabiliriz.<br />
Beş Şehir’de Balkan Savaşı sonrasında ailesiyle birlikte<br />
Erzurum’a yaptığı ilk yolculuğu anlatırken “[b]<br />
üyük annemin masallarıyla Kerem’den, <strong>Yunus</strong>’tan<br />
okuduğu beyitlerle, bana öğretmeye çalıştığı yıldız<br />
adlarıyla muhayyilemde büyülü hâtırası hâlâ pırıl pırıl<br />
tutuşur.” [1] demesi bunu gösterir. Çok sayıda Türk<br />
insanı gibi o da çocuk yaşta <strong>Yunus</strong>’un şiiriyle karşılaşmıştır.<br />
Onun, <strong>Yunus</strong> adına rastlanan eserlerinden biri Mahur<br />
Beste’dir. Bu romanda zeminini Yahya Kemal’in<br />
Türk Müslümanlığı algısının kurduğu çerçevede<br />
medeniyet hayatımıza görüş getirir. Roman kahramanlarından<br />
biri, “[d]in, akide hepsi bu hayatta şekil<br />
alıyor, değişiyor. Arabistan’da ramazan geceleri minarelerde<br />
söylenen naatları dinlerken Peygamberin bile<br />
bizimkinden ayrı olduğunu sandım. Düşün bir kere,<br />
<strong>Yunus</strong>’ta yahut Şeyh Galip’teki Muhammed’i… Bi-<br />
1. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 27. baskı, Dergâh<br />
Yayınları, İstanbul 2010, s. 27.<br />
74<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
zim ruhaniyetimiz, nuraniyetimiz bize aittir.” [2] der. Bu<br />
cümlelerden de anlaşılacağı üzere romanın kurmaca<br />
dünyasında <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Türk halkına has inanç algısını<br />
kuran ve şekillendiren sanatkârlardan biri olarak<br />
değer kazanır.<br />
Huzur romanında da <strong>Yunus</strong> adına rastlanır. Roman<br />
kahramanının “yapılacak şeyin ne olduğunu bilsem<br />
burada sizinle konuşmam. O zaman şehre inerim; etrafıma<br />
herkesi toplarım. <strong>Yunus</strong> gibi bağırırım, size hakikatinizi<br />
getirdim, derim.” [3] sözü, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> imgesiyle<br />
Nietzsche’nin Zerdüşt tiplemesinin panayırdaki<br />
konuşmasının üst üste çakıştığı izlenimini verir. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>, daha geniş planda roman karakteri Mümtaz tarafından<br />
medeniyet krizi çevresinde karşılaştırma ögesi<br />
olarak kurmacanın dünyasına taşınır:<br />
“Biz şimdi bir aksülâmel devrinde yaşıyoruz.<br />
Kendimizi sevmiyoruz. Kafamız bir yığın mukayeselerle<br />
dolu; Dede’yi Wagner olmadığı için; <strong>Yunus</strong>’u<br />
Verlaine, Baki’yi Goethe ve Gide yapamadığımız için<br />
beğenmiyoruz.” [4]<br />
Anlaşılacağı üzere Dede Efendi ve Baki’yle birlikte<br />
<strong>Yunus</strong>’a da Türk medeniyetini ve sanatını temsil<br />
etme değeri yüklenir. Tanpınar’ın kalem ürünlerinde<br />
buna sıkça rastlanır. Onun Türk kültürünü ve sanatını<br />
temsil etme değeri yüklediği başlıca sanatkârlar arasında<br />
<strong>Yunus</strong> genellikle vardır.<br />
Tanpınar’da <strong>Yunus</strong>, kimi kez Türk insanının temel<br />
özelliklerini bünyesinde toplayan kişilik olarak belirir.<br />
Bu çerçevede Türk insanının gurbet ve yolculuk olgusu<br />
yorumlanırken Âşık <strong>Yunus</strong>’tan,<br />
Bir mübârek sefer olsa da gitsem,<br />
Kâbe yollarında kumlara batsam… [5]<br />
mısralarına yer verilir.<br />
Sahnenin Dışındakiler romanında yaşlı kör adamın<br />
roman karakteri Sabiha’ya,<br />
“Benim adım dertli dolap,<br />
Suyum akar yalap yalap.” [6]<br />
ilahisini okuması yer alır. Yaşlı adamın etkileyici sesiyle<br />
bu ilahi, “[b]ütün mahalle halkını” pencerelere<br />
toplar. İlahi, yoksul insanın manevi zenginliğini ve de-<br />
2. ___________________, Mahur Beste, 6. baskı, YKY,<br />
İstanbul 2001, s. 91.<br />
3. ___________________, Huzur, Remzi Kitabevi, İstanbul<br />
1949, s. 242.<br />
4. ___________________, Huzur, age., s. 243.<br />
5. ___________________, Huzur, age., s. 247.<br />
6. ___________________, Sahnenin Dışındakiler, Dergâh<br />
Yayınları, İstanbul 1990, s. 70.<br />
rinliğini göstermede rol oynar.<br />
Onun deneme ve makalelerinde <strong>Yunus</strong>, romanlarına<br />
göre daha geniş şekilde ele alınır. “Bursa’nın<br />
Daveti”nde medeniyetimizdeki ve insanımızdaki<br />
bütünlük ve devamlılık fikri işlenir. Bütünlük ve devamlılık<br />
fikrini örneklediği isimlerden biri de <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’dir. [7]<br />
Bu yazıdan üç yıl sonra 2 Mart 1951 tarihli Cumhuriyet<br />
gazetesinde yayımlanan “Medeniyet Değiştirmesi<br />
ve İç İnsan”da medeniyetimizin ve insanımızın<br />
bütünlüğünü benzer şekilde yorumlarken <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’nin de adına yer verir. Ona göre insanlarımız<br />
birbirlerinden farklı olmakla, kişisel özellikleriyle<br />
diğerlerinden ayrılmakla birlikte aynı zamanda birbirinin<br />
devamıdır: “Vâni Efendi’de Zembilli Ali Efendi,<br />
Zembilli Ali Efendi’de ilk İstanbul kadısı Hızır<br />
Bey, Bursalı İsmail Hakkı’da Aziz Mahmud Hüdaî,<br />
Hüdaî’de Üftâde, Üftâde’de Hacı Bayram, onda <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>, <strong>Yunus</strong>’ta Mevlânâ aynı ocağın ateşiyle devam<br />
ediyordu.” [8]<br />
Tanpınar, kimi zaman <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Türk edebiyatındaki<br />
yerini belirlemek düşüncesiyle hareket eder.<br />
Onun “çok büyük bir şair” olduğu görüşündedir. [9]<br />
Onun bir sanatkâr olarak büyüklüğünü daha çok Türkçeyi<br />
kullanma gücünde arar. Ders notlarında şöyle bir<br />
cümle geçer: “Türkçenin en büyük şairi bir bakıma<br />
<strong>Yunus</strong>; daha doğrusu <strong>Yunus</strong> Divanı’dır.” [10]<br />
Mevlana’yı seçkinci kültür ve edebiyatın, <strong>Yunus</strong>’u<br />
halk kültürü ve edebiyatının çerçevesinde değerlendiren<br />
yazar, [11] onun dili bulmak için halka gittiğini belirtir.<br />
Bu konuda <strong>Yunus</strong>’la Dante arasında benzerlik bulur.<br />
[12] Ona göre halk edebiyatı bir adamda toplanabilir,<br />
o da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’dir. [13]<br />
Beş Şehir’de Konya’dan ve Mevlana’dan söz<br />
ederken <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerinde de durur:<br />
“Moğol tahsildarlarının korkusu ile kovuklarda,<br />
mağaralarda yaşayan, o müthiş 699 yılı kıtlığında<br />
kemirecek ot bulamayan, zulmün, vebanın, her türlü<br />
felâketin harap ettiği Anadolu üzerinde bu ses bir bahar<br />
rüzgârı gibi dalgalanır. Dışarıdan o kadar çok şe-<br />
7. ___________________, Yaşadığım Gibi, (hzl.. Birol Emil),<br />
Dergâh Yayınları, [yer ve tarih kaydı yok], s. 205.<br />
8. Age, s. 26.<br />
9. __________________, Edebiyat Dersleri, (hzl. Abdullah<br />
Uçman), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002, s. 261.<br />
10. Güler Güven, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, (Haz.<br />
Hayri Ataş), 2. baskı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,<br />
İstanbul 2008, s. 21.<br />
11. _________________, Yaşadığım Gibi, age., s. 354.<br />
12. _________________, Edebiyat Dersleri, age., s. 114-115.<br />
13. _________________, Edebiat Dersleri, age., s.261.<br />
75<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
yin yıktığı insan onu dinledikçe kendi içinden yeniden<br />
doğar.<br />
İlk cevap, Sakarya’nın sarı çamurlu kıyılarından<br />
geldi. <strong>Yunus</strong>’un sesi büyük orkestra eserlerinde birdenbire<br />
uyanan kuru, fakat tek başına yüklendiği bahar<br />
ve puslu manzara ile zengin bir fülüt sesine benzer.<br />
Şüphesiz o da Mevlânâ’nın söylediği şeyleri söylüyordu.<br />
O da aşk adamı idi. Hattâ sözü daha ziyade ondan<br />
almıştı. Fakat aletle sanki motif değişmişti, Türkçenin<br />
solosu devam ettikçe Fars şiirinin muhteşem ve renkli<br />
orkestrası, sanki bir çeşit zemin teşkil etmek için<br />
yavaş yavaş gerilere çekilir ve sonunda yerini alana<br />
kendi renklerinden ve seslerinden birkaç not bırakarak<br />
kaybolur.<br />
Taptuk <strong>Emre</strong>’nin müridinde Mevlânâ’nın zenginliği<br />
yoktur. Onun şiiri bir çekirdek gibi kurudur. Sanki<br />
bu köylü derviş yazmaz, içinde kaynayan şeyleri sert<br />
bir ağaca oyar. Böyle olduğu için de alabildiğine kendisi,<br />
uyandığı toprak ve etrafındaki cemaattir. Fakat<br />
Oğuz Türkçesi’nin tecrübesizliğine rağmen o ne sağlam<br />
yürüyüştür ve ne keskin hayallerle konuşur İnsanın,<br />
<strong>Yunus</strong>’un şiirine kelimeler eşyanın kendisi olarak<br />
gelirler, diyeceği geliyor.<br />
Aralarındaki büyük farklardan biri de ölümün<br />
bu ikincisinde fazla yer tutmasıdır. O, Celâleddin-i<br />
Rûmî’nin ‘Bizden sonra gelecek’ diye kederini anlattığı<br />
nesildendir. Filhakika <strong>Yunus</strong>, Moğol istilâsının azdığı<br />
devirde büyüdü. Onda ve hiç olmazsa bir tek şiiriyle<br />
büyük şair olan Şeyyad Hamza’daki ölüm vizyonunun<br />
eşini bulmak için XVI. asır şimal resmini siyah<br />
bir dalga gibi saran mistisizme kadar çıkmak gerekir.<br />
Bununla beraber:<br />
Ölümden ne korkarsın<br />
Korkma ebedî varsın<br />
…<br />
Her dem yeni doğarız<br />
Bizden kim usanası.<br />
diyen <strong>Yunus</strong>, ölüme yenilmiş değildir. Belki realitesini<br />
sonunda inkâr etmek için onu teker teker sayar. Hakikatte<br />
ölüm ağacı <strong>Yunus</strong>’ta sonsuz oluşun çıkrığıdır. O<br />
da Mevlana gibi insanı içinden görür.<br />
Sevdiğimi demez isem<br />
Sevmek derdi beni boğar.<br />
…<br />
Seni deli eden şey<br />
Yine sendedir sende.<br />
Divanına bakılırsa <strong>Yunus</strong>, Mevlana ile buluşmuş,<br />
meclisine ve semaına girmiş. Hattâ bir rivayete göre<br />
Mevlana, Sakaryalı dervişe Mesnevî’sini okumuş, o<br />
da hürmetle dinlemiş, fakat kitap bitince, ‘Hazret, güzel,<br />
çok güzel söylemişsin ama, sözü biraz uzatmışsın!<br />
Ben olsam:<br />
Ete kemiğe büründüm<br />
<strong>Yunus</strong> diye göründüm.<br />
der, keserdim’, demiş.<br />
Beyit belki <strong>Yunus</strong>’undur, belki değildir ve gerçekten<br />
güzeldir. Fakat hikâye basitleştirmekten hoşlanan<br />
Bektaşi zihniyetinindir.” [14]<br />
Görüldüğü gibi Tanpınar, Mevlana’ya ve <strong>Yunus</strong>’a<br />
bakarken bir yandan onları yaşadıkları dönem içerisinde,<br />
biraz da sanatkâr/romancı muhayyilesiyle, değerlendirme<br />
yoluna gider. Karşılaştırmada Mevlana’yı<br />
sanatıyla öne çıkarmakla birlikte edebiyat/şiir dili olarak<br />
gerekli olgunluğa ulaşmamış olan Oğuz Türkçesiyle<br />
<strong>Yunus</strong>’un ortaya koyduğu şiir sanatının değerini<br />
vurgulama ihtiyacı duyar. Beş Şehir’de Tanpınar, <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’yle yakın zaman arasında da irtibat kurar.<br />
“Sinan”, “Nedim”, “<strong>Yunus</strong>” ve “Itrî” İstiklâl Savaşı’nı<br />
yapan kadroyla birleşerek geleceğe dönük anlam kazanır.<br />
[15]<br />
Onun <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> üzerinde daha geniş çerçevede<br />
durduğu bir de konuşma metni bulunmaktadır. “<strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>” başlıklı bu yazıya “Aziz dinleyicilerim,” hitap<br />
cümlesiyle başlar. Daha sonra özgün benzetmelerle ve<br />
sanatlı bir dille empresyonist bir ressam gibi <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’nin portresini çizmeye koyulur. Yüzyılların sis<br />
perdesi arkasında kalmış <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> portresi de buna<br />
müsait zemini hazırlar:<br />
“[p]ek az şair <strong>Yunus</strong> kadar isimsizin biraz ötesinde<br />
yaşamıştır. O, hüviyeti kolayca nüfus kâğıdına<br />
sığmayanlardandır. Dün, hakkında adından, şeyhinin<br />
adından, doğduğu söylenilen yerlerden, birkaç muasırından<br />
başka bir şey bilmiyorduk. Bugün ise elimizde<br />
Fuad Köprülü’nün çalışmalarından başlayarak bize<br />
bir yığın sarih bilgi veren çeşitli metodlarla yazılmış<br />
bir kütüphane dolusu araştırma ve tahlil var.” [16]<br />
Kimliğinin bilinmezliklerle kaplanmasını onun arzusu<br />
şeklinde yorumlar. Hakkında yapılan çalışmalar<br />
olmasına rağmen “<strong>Yunus</strong> bu bilgilerin hemen hepsini<br />
âdetâ inkâr etmekten hoşlanır. Aşk meydanına soyunurken<br />
fâni varlığını sanki bırakmış gibidir. O Türk-<br />
14. Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, 27. Baskı, Dergâh<br />
Yayınları, İstanbul 2010, s. 85-86.<br />
15. ___________________, age., s. 26.<br />
16. ___________________, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />
age., , s. 133.<br />
76<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
çenin içinde uçan bir yıldız olmağı, öyle görünmeği<br />
tercih etmiştir.” [17] cümleleri bunu gösterir. Sözü daha<br />
sonra <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin mezarı konusuna getirerek geleneğin<br />
“onu yedi, sekiz mezarda yatar” gösterdiğini<br />
söyler. “Sakarya kıyılarında doğdu. Fakat her yerde<br />
doğmuşa benzer.” cümleleri <strong>Yunus</strong>’un hayat çizgisinin<br />
karanlıkta kalmasını gösterdiği kadar halk tarafından<br />
benimsendiğini de ifadeye yöneliktir. [18]<br />
<strong>Yunus</strong>’un adına iki bine yakın şiir bağlandığını<br />
söyleyen Tanpınar, “[e]n sıkı dil ve muhteva tenkidi<br />
bile bunları ancak altıda, yedide birine indirir. Hâlbuki<br />
o, kırk, elli mısra ile bize gelmeği tercih etmiştir. Ve bu<br />
kırk, elli mısra, tarih ve zaman fikrine meydan okuyan<br />
mısralardır. Bu mısralarla şair, devrinin ötesinde her<br />
zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve her<br />
hayat görüşü için konuşur.” değerlendirmesinde bulunur.<br />
Yazısına devamla <strong>Yunus</strong>’tan bilindik mısraları<br />
aktarır. Bu mısraların herhangi bir dönemle sınırlandırılamayacağını,<br />
onun bu mısralarla “devrinin ötesinde<br />
her zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve<br />
her hayat görüşü için konuş”tuğunu ifade eder. Çünkü<br />
bunlar “kendi üstüne toparlanmış Türkçenin her zaman<br />
için taze çiçeğidirler.” [19]<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi “yalnız” biri olarak değerlendiren<br />
Tanpınar, onun tasavvuf geleneği içinde de yalnız<br />
olduğu görüşünü ısrarla vurgular. Ona göre “muasırı<br />
olan adlı şanlı Mevlâna ile his ve düşünce yakınlığı<br />
dahi bu belirlilikler ötesi yaşamağı, bu yalnız başınalığı<br />
bozamaz.” [20] Dönemin öne çıkan mistiklerini<br />
sıraladıktan sonra “daima tek başına” olan <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’nin mutlaka bir kalabalığa katılacaksa öncekilere<br />
değil, sonrakilere katılması gerektiğini söyler. Bunlar<br />
“Bâkî, Nef’î, Nedim, Fuzulî, Şeyh Galip, Haşim,<br />
Yahya Kemal’dir.” [21] Bu tavrıyla “devrinin ötesinde<br />
her zamanın dili ve zevkiyle ve şüphesiz her nesil ve<br />
her hayat görüşü için konuşur” dediği <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi<br />
modern döneme yaklaştırma eğiliminde olduğu, çağdaş<br />
bir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> algısı geliştirmeye çalıştığı görülür.<br />
Tanpınar, <strong>Yunus</strong>’la Mevlâna ve Ahmed Yesevî arasında<br />
karşılaştırmaya da gider. Onun bakışıyla,<br />
“Mevlâna şüphesiz bütün bir saltanattır. Fakat arkasında<br />
son dalı olduğu bütün bir hanedan şeceresi<br />
vardır. <strong>Yunus</strong>’un hanedanı kendisi ile başlar. Meğerki,<br />
lehçe itibariyle uzak ve arkaik akrabası Ahmed<br />
17. ___________________, age, s. 133.<br />
18. ___________________, age., a.y.<br />
19. ___________________, age, s. 134.<br />
20. ___________________, age, , a.y.<br />
21. ___________________, age, a.y.<br />
Yesevî’yi hatırlayalım. Fakat Yesevî’nin eseriyle<br />
<strong>Yunus</strong>’un şiiri arasında bu sanatta esas olan dil zevkinin<br />
aydınlığı vardır. <strong>Yunus</strong> yaptığını bilen ve bunu<br />
bildiği, böyle istediği için yapan şâirdir. Tek kelimesiyle<br />
şâirdir.” [22]<br />
Bu satırlarda <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Mevlana ve Ahmed<br />
Yesevî ile birleşen yanları yerine ayrılan yönlerini öne<br />
çıkarmaya çalışması şairi daha belirgin kılma düşüncesinden<br />
kaynaklanır.<br />
Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de önemsediği yanlardan<br />
biri onun şairliğidir. Onu “öz şiir” yazan gerçek bir şair<br />
olarak görür. Bir mülâkata verdiği cevapta “[b]izde öz<br />
şiir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile başlar.” [23] sözüyle yukarıda kaydettiğimiz<br />
“<strong>Yunus</strong> yaptığını bilen ve bunu bildiği, böyle<br />
istediği için yapan şâirdir. Tek kelimesiyle şâirdir.”<br />
yargısı bunu gösterir. Bu yargı, <strong>Yunus</strong>’un şair/sanatkâr<br />
kimliğine dikkat çekmenin yanında, şair kimliğini öne<br />
çıkarmak, onun mutasavvıf olmasının önüne şairliğini<br />
almak çabası olarak da anlam kazanır. Bunda haklılık<br />
payı vardır. Eğer bugün <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’den söz ediyorsak<br />
şair kimliği sebebiyledir. Onu yeni zamanlara taşıyan<br />
sanatıdır.<br />
Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> hakkında asıl dikkate<br />
değer yaklaşımı yazının devam eden satırlarındadır.<br />
Ona göre <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin hayatı gün geçtikçe araştırmalarla<br />
açıklık kazanmasına rağmen öbür taraftan<br />
kimliğini kuran birçok öge onu her türlü bilinirliğin<br />
“ötesine çıkarırlar ve gün ışığında bir masal yaparlar.<br />
Onun içindir ki evliyâ tezkirelerinde rastladığımız ve<br />
biraz da tasavvur edenlerin safdilliğine şaşırdığımız<br />
menkıbeler, onda büsbütün başka ve hattâ çok belirli<br />
bir mânâ kazanırlar.” [24] Tanpınar’a göre bu masal<br />
onun adıyla başlar:<br />
“<strong>Yunus</strong> Peygamber’in hikâyesini hepimiz biliriz.<br />
O, bir balığın karnında günlerce kalan ve orada pişmanlık<br />
yaşları döktükten sonra ışığa dönen insandır.<br />
Bu macerayı karanlığın yuttuğu ve karanlıktan dönen<br />
insan diye hülâsa ederiz. <strong>Yunus</strong> bu adı benimsemekle<br />
şüphesiz bu peygamberin çilesini ve talihini benimsemiş<br />
oluyordu. Filhakika Tapduk <strong>Emre</strong>’ye intisabı,<br />
dergâhında kalışı, oradan ayrılışı, tekrar gelişi ve nihayet<br />
izin alıp insanlar arasına bu sefer onları irşât için<br />
yeniden girmesi, bütün bu kaybolma, kapanma, yeniden<br />
ve başka bir hüviyetle doğma hikâyesi, hep bu<br />
adın etrafında toplanabilecek vâkıalardır. Şurasını da<br />
22. ___________________, age, , a.y.<br />
23. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ.<br />
Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002,<br />
s. 169.<br />
24. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />
age., s. 134.<br />
77<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
hatırlatayım ki, o devirde Anadolu’da yaşayan sofi ve<br />
dervişlerin hemen hepsi Türkçe ad veya lâkap taşırlardı.<br />
Çok muhtemeldir ki, <strong>Yunus</strong> bu adı kendisi seçmiş<br />
olsun, yahut da bu tesadüf bütün hayatına istikâmet<br />
versin. Ben yine Peygamber <strong>Yunus</strong>’un balığın karnına<br />
coşkun bir fırtına yüzünden düştüğünü göz önünde tutarak<br />
birinci şıkka ihtimal veriyorum. Fırtınanın yerini<br />
burada Moğol istilâsının hakikî bir cehennem yaptığı,<br />
doğduğu bu XIII’ üncü asır ortası tutar.” [25]<br />
Arka planını psikanalizin kurduğu, sanatkâr<br />
mizacının beslediği düzlemde ilmî olmaktan çok<br />
sanatkârane, fantastik ve muhayyel bir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />
portresine varlık kazandırmaya çalışan bu satırlar,<br />
benzetmeleri, uzak bağdaştırımları ve estetik değeriyle<br />
göz kamaştırıcı parlaklığa sahiptir. Fakat bu sözlerin<br />
çoğu varsayımdan öteye geçemez. Tanpınar’ın yaptığı<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin gerçekliğini yakalama çabasından<br />
çok, izlenimci eleştirinin kanatlarına kendini bırakarak<br />
iyi yontulmuş küçük bir mücevher gibi sanatkârâne<br />
bir yazı ortaya koymaktır. İşin tuhafı olabilirliğini, hatta<br />
doğruluk duygusunu aşılayan bu sanatkârâne kurgu,<br />
bizi fazla yadırgatmaz. İnsanı içten kavrayan üslubuyla<br />
sonunda okuyucusunu kendine bağlamayı ve büyük<br />
ölçüde ikna etmeyi başarır. Fakat <strong>Yunus</strong> adının kendisi<br />
tarafından mahlas olarak seçildiği, bu yolla <strong>Yunus</strong><br />
Peygamberle bağ kurmak istendiği görüşü bir tahminden,<br />
romancıya has hoş bir kurgudan öteye geçemez.<br />
Nitekim Hikmet İlaydın da konu hakkında değerlendirme<br />
yaparken, Tanpınar’ı anmadan, “[k]endisiyle<br />
<strong>Yunus</strong> peygamber arasında bir kader birliği bulduğu,<br />
adını veya mahlasını ona göre seçtiği yolunda kurulan<br />
faraziyeler de zayıf kalmaktadır.” [26] demektedir.<br />
Tanpınar, <strong>Yunus</strong>’un “erenlik yolunda kaydettiği<br />
merhaleyi” yine onun mısralarıyla örneklendirerek<br />
onun kendisine yönelttiği eleştirel bakışa dikkat çeker.<br />
<strong>Yunus</strong>’un sembolik dilini Orta Çağın ortak anlayışı ve<br />
özelliği olarak değerlendirir.<br />
Tanpınar, <strong>Yunus</strong>’ta “zekâ”, “zihnî meleke” ve<br />
“kalp tarafı” üzerinde de durur. Yazar, “tasavvuf sistemini<br />
bütün incelikleriyle anlatan o şiirler, devrinin<br />
mühim eserlerinden olan Risalet-ün nushiyye’nin kendisi<br />
bize zamanının bütün ilmiyle beslenmiş gerçekten<br />
müstesna bir zekâyı, üstün bir entellektüaliteyi açıkça<br />
gösterirler. Fakat zekâ ve zihnî meleke, <strong>Yunus</strong>’un<br />
hâkim hasleti değildir, O, her şeyden evvel bir kalp<br />
25. ___________________, age, s. 134-135.<br />
26. Hikmet İlaydın, <strong>Yunus</strong> Şiirinden Günümüze<br />
Yaklaştırmalar Korkma Ebedî Varsın, 2. Baskı, Akçağ<br />
yayınları, Ankara 1998, s. 97.<br />
adamıdır.” [27] der. Onun “entellektüalite” kelimesini<br />
tesadüfe bağlı kullanmadığı söylenebilir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />
üzerinde yapılacak ciddi bir çalışma onun İslam medeniyetinin<br />
kültürel birikimine, inanç sistemine, İran<br />
mitolojisine ne kadar derin nüfuz edebildiğini; [28] insanın<br />
iç dünyasına ve özüne ne kadar keskin bakış yöneltebildiğini<br />
gösterir.<br />
Tanpınar’a göre “[d]ilimize ve ruhumuza gurbet<br />
kelimesini ―tasavvuf yoluyle olsa da― aşılayan<br />
odur.” Daha sonra “[h]angimiz, gurbet deyince o güzel<br />
kıt’ayı hatırlamayız” [29] diyerek aşağıdaki mısralara<br />
yer verir:<br />
Bir garip öldü diyeler<br />
Üç günden sonra duyalar<br />
Soğuk su ile yuyalar<br />
Şöyle garip bencileyin<br />
Tanpınar, yazısında <strong>Yunus</strong>’taki yalnızlık fikri üzerinde<br />
ısrarla durur. Ona göre <strong>Yunus</strong>’un “[d]evriyle olan<br />
diyalogu bu kalp kuvvetiyle, onun verdiği yalnızlık<br />
duygusuyledir.” [30] <strong>Yunus</strong>’taki yalnızlıkla gurbet duygusu<br />
arasında da ilgi kurar. Onun değerlendirmesiyle<br />
“<strong>Yunus</strong>’ta gurbet, sevginin yalnızlık aynasıdır.” Devam<br />
eden cümlelerde Tanpınar, alışılmadık bağdaştırmalarda<br />
bulunur. Bu çerçevede “[b]iz sevdiğimiz nispette<br />
yalnızızdır. Yalnızlığımız nispetinde kâinatla birleşir,<br />
kucaklaşırız” düşüncesini dile getirir. “<strong>Yunus</strong>’un<br />
şiirinde ölümün aldığı o geniş ve az rastlanır yer de<br />
buradan gelir” diyen yazar, sonunda <strong>Yunus</strong>’taki ölüm<br />
düşüncesini yalnızlık temiyle birleştirir.<br />
Yazıda dikkat çekici cümlelerden biri “[b]u şâir,<br />
insan hayatını metafizik bir endişede hülâsa etmesini<br />
biliyor ve onu ancak içimizden yenebileceğimizi bize<br />
öğretiyordu” [31] hükmüdür. O, bu cümleyle <strong>Yunus</strong>’u<br />
önemli tarafıyla ifade alanına taşır. Dönemi içerisinde<br />
<strong>Yunus</strong>’un yerini şu cümleyle gösterir: “Moğol<br />
istilâsının kan ve ateş çağında, o bitmez tükenmez ıztırap,<br />
ölüm, hastalık, açlık ve ümitsizlik cehenneminde<br />
yaşayan insanlar bu sevgiye, tahammülü imkânsız realitenin<br />
ötesinde açılan bu geniş ve rahmanî ümit kapısına<br />
ekmek ve su kadar, rahat yastık ve uyku kadar<br />
27. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />
age., s. 135.<br />
28. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7.<br />
Baskı, Ankara 1991, s. 273-274.<br />
29. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />
age., s. 135.<br />
30. ___________________, age.., aynı yazı.<br />
31. ___________________, age., s. 135.<br />
78<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
muhtaçtılar.” [32] <strong>Yunus</strong>’u “seyyal ruh” ve “iç âlem fatihi”<br />
şeklinde niteleyen Tanpınar’ın yazısı şu satırlarla<br />
son bulur:<br />
“Bir ben vardır bende benden içeri, diyerek bizim<br />
maddemizin ötesinde ve onun dayanağı bütün bir<br />
âlemi açan bu şâiri, iki insanın arasında mütalaa etmek<br />
daima faydalıdır. İkincisi ile olan münasebeti ise<br />
asıl aksiyonudur. Ben Orhan Gazi’yi ve onunla beraber<br />
ikinci imparatorluğu kurmağa çalışanların hiç birini<br />
<strong>Yunus</strong>’tan ayıramadım. Ne zaman Orhan Gazi’nin<br />
çehresine biraz eğilsem, orada <strong>Yunus</strong> divanı’ndan aksetmiş<br />
çizgiler görürüm ve bütün o fütuhatların arkasında<br />
bu ruh kasırgası ile Türkçede doğan yapıcı değerler<br />
dünyasını selâmlarım.” [33]<br />
<strong>Yunus</strong>’u dönemi içerisinde değerlendiren bu son,<br />
yazının tamamlanmadığı izlenimini uyandırır. Buraya<br />
kadar aktardığımız bilgi, tespit ve yargılardan da hareketle<br />
Tanpınar’ın diğer <strong>Yunus</strong>larla ayrımına gitmeden<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye yaklaşımını şu maddeler etrafında<br />
toplamak mümkündür:<br />
1. Medeniyetimizin ve kültürümüzün bütünlüğünde<br />
ve sürekliliğinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ve onun gibi<br />
sanatkârların önemli katkısı vardır. Türk kültürü ve<br />
moral değerleri Mevlâna, Hacı Bektaş, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>,<br />
Süleyman Çelebi, Itrî ve Dede Efendi gibi manevi<br />
dünyamızı ve değerlerimizi bize özgü duyuş ve düşünüşle<br />
şekillendiren sanatkârlar aracılığıyla kesintiye<br />
uğramadan gelmektedir.<br />
2. Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirinde önem verdiği<br />
ögelerden öne çıkanı onun Türkçe söyleyişidir.<br />
Türkçe <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile şiir dili olmaya başlar. “<strong>Yunus</strong><br />
Türkçenin kapısıdır ve bugün şiirimize ve edebiyatımıza<br />
bakarsanız aruz tecrübesini inkâr eder etmez<br />
hemen hemen seçilen ve beğenilen taraflarıyla dilde<br />
<strong>Yunus</strong>’a döndük demektir.” [34] Yahya Kemal’in Kendi<br />
Gök Kubbemiz adlı şiir kitabının yayımlanması üzerine<br />
yazdığı aynı başlıklı yazısında da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye<br />
yine dil perspektifinden yaklaşır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />
Türkçesiyle Yahya Kemal’in dilini buluşturmaya çalışır.<br />
Yahya Kemal’in şiir dilini değerlendirirken “Türkçenin<br />
bütün macerası <strong>Yunus</strong> ilâhilerinin yanık ritmiyle<br />
Açık Deniz’in büyük orkestrası arasında geçer.” [35] yargısında<br />
bulunur.<br />
3. Tanpınar şiir sanatı bakımından da <strong>Yunus</strong><br />
32. ___________________, age.., aynı yazı.<br />
33. ___________________, age., s. 135-136.<br />
34. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ.<br />
Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir), 3. Baskı, YKY, İstanbul 2002,<br />
s. 237.<br />
35. Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler,<br />
age., s. 353-354.<br />
<strong>Emre</strong>’yi değerli bir sanatkâr olarak görür. O, Türk<br />
edebiyatında öz şiirin <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile başladığı düşüncesini<br />
taşır. Bir mülakatta verdiği cevapta şunu söyler:<br />
“Bizde öz şiir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ile başlar.” [36]<br />
4. Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de önemsediği yanlardan<br />
biri de insanın iç dünyasını ifadedeki başarısıdır.<br />
Ona göre <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, görünenin ötesinde insan gerçekliği<br />
üzerinde derinleşmesini bilen, insanı iç âleme<br />
götüren, mistik [37] ve metafizik derinliği olan, onun<br />
gerçekliğini içten kavrayan bir şairdir.<br />
5. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, halk edebiyatı dairesi içinde yer<br />
alır.<br />
6. Döneminin ileri bilgileriyle donanımlı<br />
“entellektüalite”si olan bir sanatkârdır.<br />
Şüphesiz bu maddelere başkaları da eklenebilir.<br />
Fakat A. Hamdi Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi değerlendirişi<br />
daha geniş ve eleştirel bir bakışla tarafımızdan<br />
makale konusu yapıldığı için burada onun <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> hakkındaki tespit ve görüşlerine görünürlük<br />
kazandırmaya çalışmakla yetineceğiz. Sonuç olarak<br />
Tanpınar’ın <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye bilim adamı kimliğinden<br />
çok sanat adamı kimliğiyle yaklaştığını, onu objektif<br />
ölçütler yerine izlenimci eleştiriye bağlı olarak sübjektif<br />
bakış açısıyla değerlendirdiğini, Türk-İslam sentezi<br />
çevresinde millî romantik duyuş tarzına dayanan yargılarda<br />
bulunduğunu söylemekle yetineceğiz.■<br />
Kaynakça<br />
Güven, Güler, Tanpınar’dan Yeni Ders Notları, (hzl. Hayri Ataş),<br />
2. Baskı, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2008.<br />
İlaydın, Hikmet, <strong>Yunus</strong> Şiirinden Günümüze Yaklaştırmalar Korkma<br />
Ebedî Varsın, 2. Baskı, Akçağ yayınları, Ankara 1998.<br />
Köprülü, Fuad, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 7. Baskı,<br />
Ankara 1991.<br />
Tanpınar, Ahmet Hamdi, Beş Şehir, 27. Baskı, Dergâh Yayınları,<br />
İstanbul 2010.<br />
___ ___ __, Sahnenin Dışındakiler, 2. Baskı, Dergâh Yayınları,<br />
İstanbul 1990.<br />
___ ___ __, Mahur Beste, 6. baskı, YKY, İstanbul 2001.<br />
___ ___ __, Huzur, Remzi Kitabevi, İstanbul 1949.<br />
___ ___ __, Edebiyat Üzerine Makaleler, (hzl. Zeynep Kerman),<br />
3. Baskı, Dergâh Yayınları, İstanbul 1992.<br />
___ ___ __, 19’ uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Dergâh Yayınları,<br />
İstanbul 1988.<br />
___ ___ __, Yaşadığım Gibi, (hzl. Birol Emil), Dergâh Yayınları,<br />
[yer ve tarih kaydı yok].<br />
___ ___ __, Mücevherlerin Sırrı, (hzl. İ. Dirin, T. Anar, Ş. Özdemir),<br />
3. Baskı, YKY, İstanbul 2002.<br />
___ ___ __, Edebiyat Dersleri, (Abdullah Uçman), 3. Baskı,<br />
YKY, İstanbul 2002.<br />
36. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mücevherlerin Sırrı, age. ,s. 169.<br />
37. ___________________, age., s. 154.<br />
79<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
M. NACİ ONUR<br />
Anadolu Selçuklu Devleti’nin parçalamaya<br />
yüz tuttuğu sırada Anadolu’da küçük ve<br />
büyük Türk Beyliklerinin türemeye başladığı 13.<br />
yüzyıl ortalarından, Osmanlı Beyliğinin yeni yeni<br />
kurulmaya başladığı 14. yüzyılın ilk döneminde,<br />
Orta Anadolu bölgesinde doğan ve hayatını bu havalide<br />
geçiren Yûnus <strong>Emre</strong>; Türkmenlerin aksakallısı,<br />
şair, İslam dinini yaymaya çalışan alperen bir<br />
kişidir. Kendi eseri olan Risaletü’n-Nüshiyye isimli<br />
mesnevisinde<br />
“ Söze tarih yediyüz yediydi<br />
Yûnus canı bu yolda fidiyidi”<br />
şeklinde H.707-M.1307-8 yılında vefat ettiğine<br />
dair bilgi bulunmaktadır. Çok çeşitli araştırmacıların<br />
üzerinde ittifak edemedikleri doğum<br />
ve ölüm tarihlerine rastlıyoruz. Ancak Yûnus<br />
<strong>Emre</strong>’nin H.648-M.1240 tarihinde doğduğunu,<br />
H.720-M.1320 yılında 82 yaşındayken vefat ettiğini<br />
ihtiyati kaydıyla belirtmek yerinde olur.<br />
Yûnus <strong>Emre</strong>’nin nerede doğup nerede öldüğü,<br />
hangi havalide yaşadığı, bir Yûnus mu, birden fazla<br />
Yûnus mu vardı diye soru sorup cevap bulmaya<br />
çalışmanın, burada fazla lüzumlu olmadığı kanaatindeyim.<br />
Zira edebiyat tarihçileri, Türk edebiyatı<br />
ile meşgul araştırmacılar veya Türkologlar bu konu<br />
üzerinde oldukça fazla bilgi sahibi olmuş ve kitaplar<br />
ile makaleler yazmışlardır.<br />
Âşık Çelebi’nin Meşairi’ş- Şu’âra ve<br />
Lamiî’nin Nefahat Tercümesinden başlayarak<br />
Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk<br />
Mutasavvıflar’ı ve Abdulbaki Gölpınarlı’nın<br />
Yûnus <strong>Emre</strong>- Risaletü’n –Nüshiyye’si ile Dr. Mustafa<br />
Tatçı’nın Yûnus <strong>Emre</strong>- Divân ve Risaletü’n –<br />
Nüshiyye isimli araştırma ve incelemeye dayanan<br />
eserlerinde gördüğümüz kadarıyla Yûnus’u Anadolu<br />
bağrına basmış, her il onu sahiplenmiştir. Nereli<br />
olduğu, nerede yaşadığı, ümmi mi, yoksa medrese<br />
tahsili yaptı mı gibi sorular yerine, onun şiirlerine<br />
bakarak fikir sahibi olup bir hüküm vermenin daha<br />
doğru olacağı düşüncesindeyim.<br />
Yûnus <strong>Emre</strong>, şiirlerinde mahlas olarak Yûnus<br />
<strong>Emre</strong> dışında; Yûnus, Âşık Yûnus, Bîçâre Yûnus,<br />
Koca Yûnus, Yûnus Dedem, Miskîn Yûnus, Derviş<br />
Yûnus gibi isimleri seçmiştir.<br />
Yûnus’un yaşadığı devrin önemli şahsiyetlerden<br />
başlıcalar Ahmet Yesevî, Hacı Bektaş-ı Velî,<br />
80<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Tabduk <strong>Emre</strong>, Ahmed-i Dâî, Mevlânâ Celâleddin-i<br />
Rûmî’dir. Bunların bir kısmı hece vezniyle, bir<br />
kısmı da arûz vezni ile, bir kısmı da her iki vezinde<br />
Türkçe veya Farsça, tasavvufa dair sofiyane,<br />
bir miktar da felsefi, dinî veçheli, didaktik şiirler<br />
vücuda getirmişlerdir. Mevlana’nın kendi yaşadığı<br />
Anadolu’da Acem şairlere meydan okurcasına<br />
Farsça mesnevisini ve bir kısım şiirlerini Farsça<br />
olarak ortaya koymasına mukabil, Yûnus’un Türkçeye<br />
önem vererek halkın anlayabileceği düşünceleri,<br />
duyguları, tespitleri Türkçe olarak şiirleştirmesi,<br />
hem halkımızın dinî yönden bilinçlenmesine<br />
hem de Türkçemizin gelişmesine ve yol almasına<br />
önemli ölçüde fayda temin etmiştir.<br />
İslami Türk edebiyatı içinde yer alan şahsiyetlerin<br />
edebî kişiliklerini ele alırken, önce İslamiyete<br />
eğiliş durumlarına bakmak gerekir. İslamiyette<br />
ayet ve hadislerle belirlenmiş olan esaslar sözlü ve<br />
yazılı edebî ürünlerle, geniş topluluklar arasında<br />
yaygınlaşmıştır. Ayet ve hadisleri işaret eden telmihleri,<br />
bütün İslami Türk edebiyatına ait eserlerde<br />
buluruz. Bazı İslami yazar ve şairleri bir vaiz gibi<br />
görmemiz de mümkündür. Eserlerinde dinî bilgileri<br />
yaymayı ön planda tutmuş, edebî sanatlara yer<br />
vermemişlerdir. Urfalı Nabi gibi dinî hükümlerle<br />
edebî sanatları bir seviyede götürenler, Nef’i gibi<br />
sadece sanata öncelik verenler, Mevlana gibi dinî<br />
öğütler yanında edebî sanatlara da değer veren<br />
şahsiyetlere rastlamaktayız. Mevlana ile aynı dönemde,<br />
büyük bir ihtimalle bir araya gelen Yûnus<br />
<strong>Emre</strong> de böyle bir özelliğe sahiptir. Onun dili halka<br />
daha yakın, fikrileri duyguları ve hissiyatı da sadece<br />
Anadolu’nun değil, bütün dünyanın anlayacağı<br />
tarzdadır. Yûnus <strong>Emre</strong>, şiirlerini ortaya koyarken<br />
azami gayreti gösterir, ancak Allah’tan da yardım<br />
istemeyi ihmal etmez.<br />
“Çeşmelerde bardağın toldurmadan kor isen<br />
Bin yıl anda tursa da kendü tolası değül”<br />
Bu beyit, bu isteğin en güzel örneğini teşkil<br />
eder. İbadetin gerekli olduğunu, ama ihlâs ile gönlü<br />
Allah’a teslim ederek bu işi yapmak gerektiğini şu<br />
mısralarla izah eder:<br />
“ Müslümanam diyen kişi şartı nedür bilse gerek<br />
Tanrı buyruğunu tutup beş vakt namaz kılsa gerek<br />
Tanla tur başını kaldur elüni var suya taldur<br />
Nefsün düşman durur öldür nefs hemişe ölse gerek “<br />
Bu mısraları görünce Yûnus <strong>Emre</strong> için ozan demek<br />
yanlış olur. Zira o, saz şairi değildir. Halk şairi<br />
deyimi de pek uygun düşmüyor, Tekke şairi demenin<br />
daha uygun olacağı kanaatindeyim. Anadolu’da<br />
Türklerin yerleşmesinden 16. yüzyılın sonuna kadar<br />
tasavvuf cereyanı çeşitli şekil ve durumlarda,<br />
gittikçe artan kuvvetle devam etmiş zamanımıza<br />
kadar gelmiş, hiç eksilmemiştir.<br />
Yûnus’un tasavvufa dair şiirleri, Anadolu’da<br />
pek çabuk yayılmış ve önemli ölçüde takipçileri<br />
olmuştur. 15. asra kadar İran tasavvuf edebiyatı<br />
tesiri altında kalan Osmanlı edebiyatı bir taraftan<br />
Mevlana, Sultan Veled, Attar, bir taraftan da Senâî,<br />
Sâdî, Câmî tesirine kapılarak Acem, tarz ve nazım<br />
şekillerini kabul ederken, Yûnus ise sanatı ve şahsiyeti<br />
ile canlandırdığı yeni ve millî tarzı bırakmayarak<br />
bu yolda yürümekteydi. Mutasavvıfça bir huşu<br />
içinde bazen aşkın ulvi ve büyü dolu mahiyetinden<br />
bazen kıyamet gününden bazen de cennetin sütlü<br />
ırmaklarından ve ilahi bülbüllerin vuslat ve birlik<br />
nağmelerinden bahseden Yûnus <strong>Emre</strong>, bütün Türk<br />
mutasavvıfları gibi tabiata arkasını dönmemiştir.<br />
Divanü Lugati’t Türk’teki eski şiirlerde ve<br />
Kutadgu Bilig’de tabiata karşı nasıl bir heyecan<br />
ve bağlanma varsa, Sakarya’da, Eskişehir’de,<br />
Bolu’da, orman ve ovalarda cazibeye kapılmış<br />
Yûnus’un eserlerinde de buna benzer veya daha<br />
fazla tabiat zevki bulabiliriz.<br />
“ Gitti bu kış zulmeti geldi bâhâr nâz ile<br />
Yeni nebatlar bitti cümbüş oldu yaz ile<br />
Hoş haber geldi dosttan bezendi bâğ ü bostan<br />
Ötüşür hezâr destân bülbülleri zâr ile<br />
El kuşu elden ele gül kuşu gülden güle<br />
Baykuş virâne sever şahinler pervâz ile”<br />
Yûnus, edebî mahfilde hep şiirlerini hece vezniyle<br />
yazan bir tekke şairi gibi tanınmış, öyle bilinmiştir.<br />
Hâlbuki eserleri görüldüğünde hece vezninin<br />
yanında aruz veznine de önem vermiş, birçok<br />
şiirini kusurları da olsa aruz vezniyle yazmıştır.<br />
Bunu çeşitli sebeplere bağlamak mümkündür. Yaşadığı<br />
devirde Farsçanın şiir diline etkisi yanında,<br />
havas dediğimiz yüksek zümrenin de ilgisini çekmek<br />
veya klasik tarzda şiir yazan şairlere aruz vezniyle<br />
şiirler yazabileceğini kanıtlamak gibi sebeplerden<br />
kaynaklanabilir.<br />
Aruz vezni, edebiyatımıza ve şiirimize bir-<br />
81<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
denbire mükemmel bir şekilde girmemiştir. Girişi<br />
yavaş olmuştur. Hiç de ümmi bir derviş olmayan<br />
Yûnus’un aruz veznini kullanması zamanına göre<br />
tabii görülmelidir.<br />
“ Ben dostıla dost olmuşam<br />
Kimseler dost olmaz bana<br />
Münkirler bakup gülüşür<br />
Selâm dahi virmez bana”<br />
Bu ve buna benzer hece vezni ile meydana getirilen<br />
şiirler yanında, Divanında hem hece hem de<br />
aruz vezniyle yazılmış şiirlere tesadüf ediyoruz.<br />
Esasen Yûnus, aruz vezninin hece veznine en çok<br />
uyan basit cüzlerini kullanmıştır. Aruz veznini kullanmakla<br />
beraber, ilahilerinin önemli kısmını, hatta<br />
en güzellerini hece vezniyle yazmıştır. Yûnus Divanında,<br />
hece vezninin her şekline; 6, 7, 8, 5+5=10,<br />
6+5=11, 6+6=12, 7+7 =14, 8+8=16 heceli olanlarına<br />
rastlamaktayız, bunlardan 10 ve 12 heceliler<br />
edebiyatımızda pek azdır. Divanda bulunan şu şiir<br />
7+7=14 heceli şekilde yazılmıştır.<br />
“ Dost senin ışkun oku key katı taştan geçer<br />
Işkuna düşen âşık cânıla baştan geçer<br />
Işkuna düşenlerin yüregi yanar olur<br />
Kendüyi sana veren dükeli işten geçer<br />
……<br />
Gerçek âşık ol ola cân vermeye ol eve<br />
Dostıla bâzâr içün niçe bin baştan geçer<br />
Yûnus’un gönli gözi toludur Hakk sevgüsi<br />
Sohbet ihtiyâr eden yâd ü bilişten geçer”<br />
Aynı Divanda aruzun dört tane “müstef’ilün”<br />
cüzüyle yazılmış şiiri de oldukça güzeldir.<br />
Müstef’ilün / Müstef’ilün / Müstef’ilün /<br />
Müstef’ilün<br />
“Ey kamu dert ehli gelün dert benem ü dermân<br />
benem<br />
Kâfirdeki küfr-i nihân mümindeki imân benem<br />
Âlemde fitneyi kodum Mansur’u kül etti odum<br />
Dilinde Enel Hakk dedüm boynundağı urgan benem<br />
Yûsuf’daki hüsn ü cemâl Yakub’daki hüzn ü<br />
melâl<br />
Gâh bedr olam gâhi hilâl gökte mâh- ı tâbân<br />
benem<br />
Nemrut’daki sûret kılan İbrahim’i oda atan<br />
Bir kılını yandurmayan od u kül ü reyhân benem<br />
Yûnus bu cismüm adıdır cisim anun bünyâdıdır.<br />
Adım eger sorarısan bilgil cânâ cânân benem”<br />
Yine Divanında bulunan şu şiir de kayda değer<br />
bir örnek teşkil ediyor.<br />
Mefâ’ilün / Mefâ’ilün / Fâ’ülün<br />
İlâhî derdümün dermânı sensin<br />
Günâhkâr kullarun gufrânı sensin<br />
Senün emrün ile döner felekler<br />
Hem ayun güneşün devrânı sensin<br />
Halîl’ün hullesi Ya’kûb’un âhı<br />
Yûsuf’un bend ile zindânı sensin<br />
Musâ’nun münâcâtı Tûr Tağı’nda<br />
Îsa’nun göklerde seyrânı sensin<br />
Gözümün nûrı vü gevdem hayâtı<br />
Gönüller tahtınun sultânı sensin<br />
Yûnus <strong>Emre</strong>m sebakı senden okur<br />
Elinde defteri divânı sensin<br />
Buna benzer örnekler çoktur, yine Yûnus’un<br />
Risaletü’n Nüshiyye isimli mesnevisinde de çoğunlukla<br />
aruz ile meydana getirilen şiirler vardır.<br />
Bu eserin başında klasik şiirimizin münacat nazım<br />
şekline uygun tarzda meydana getirilen manzumenin<br />
ilk ve üçüncü beyitleri şöyledir:<br />
Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilât<br />
“ Pâdişâhun hikmeti gör neyledi<br />
Od u su toprağ u yele söyledi<br />
Toprağıla suyu bünyâd eyledi<br />
Ana Âdem dimegi ad eyledi”<br />
Şeklindeki manzume 13 beyitten müteşekkildir.<br />
Daha sonra 14. beyitten başlayarak 600. beyite varan<br />
mesnevi, çeşitli bölümlere ayrılmış ve “Dastan”<br />
82<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
isimi verilen manzume de yine aruzun “mefâilün<br />
mefâilün feilün” kalıbıyla meydana getirilmiştir.<br />
Bu bölümlerden de bazı beyitleri alalım.<br />
DÂSTÂN-I RÛH Ü AKL<br />
Mefâilün / Mefâilün / Feilün<br />
“ Gel imdi dinle sözü şerh ideyin<br />
Birin birin anı diyeyin” (14. beyit)<br />
Yönelip sana geldüm hâlimi bil<br />
Mededün varsa gözün yaşın sil<br />
Yûnus cümle sözün sana feride<br />
Çün iş sana düşüpdür kim iş ede<br />
DÂSTÂN -I KİBR<br />
Segirtme dünyâya sen yetemezsin<br />
Ecel yol bağlamıştır dutamazsın<br />
Yûnus alçaklığı yavlak begendün<br />
Anın çün bu ışk yerine kondun<br />
DÂSTÂN -I BUŞU YANİ GAZAB<br />
Sakın bana uyup sen gâfil olma<br />
Benim sözüm tutup imânsuz ölme (198.b)<br />
Çün urdum anı ol yakamı tutdı<br />
Bana karşı gelüp Hakk’ı unutdı (215.b)<br />
Yûnus sabrla olur işün müyesser<br />
Bulursun sabrıla bir mülk-i diger (283.b)<br />
DÂSTÂN -I SABR<br />
Sabr ahvâlini dinle diyeyin<br />
Sabr çün cümle âlem verdi malın (284.b)<br />
Sabırsız kişilerin dirliği ham<br />
Kim sabrıla eyü olur ser-encâm (309.b)<br />
DÂSTÂN -I BUHL U HASED<br />
Hasedden kişi ne fâyide görür<br />
Neye kim layıksan Tanrı virür (337.b)<br />
Degüldür degme yerde ola birlik<br />
Saadettir bir iyü dirlik (469.b)<br />
(44.b)<br />
(82.b)<br />
(127.b)<br />
(182.b)<br />
DÂSTÂN -I GAYBET Ü BÜHTÂN<br />
Gel imdi aydayın birkaç nasihat<br />
Bu akl-ı cüziden sana iyü baht (471.b)<br />
Ko bu fikri seni bil sende her dem<br />
Hatem olsun bu söz Vallâhu âlem (600.b)”<br />
Böylesine birçok manzumede aruz vezni ile<br />
şiirler yazılabileceğini ispat eden ve muasırı divan<br />
şairlerine bu fikri empoze eden, fakat bu arada<br />
aruzun inceliklerine pek hâkim olamayan, aruz<br />
kusurlarının fazla olduğu şiirler meydana getiren<br />
Yûnus’u, her yönüyle mükemmel klasik divan şairi<br />
hanesine kaydedemeyiz. Yûnus da mutasavvıf<br />
tekke şairi olarak sadece bu özelliği ile anılmak istememiş<br />
olacak ki, klasik divan tarzına da meyletmiştir.<br />
Bu meyli sınırlı şekilde görmemiz gerekir.<br />
Zira o, aruzun muayyen cüzlerini, bazı klasik nazım<br />
şekillerini kullanmış, tasavvufi konuları işlemiş,<br />
telmihlerde bulunmuş, sadece bu çerçevede klasik<br />
şiirin özelliklerini üzerinde toplamıştır. Yûnus’u bu<br />
özelliği ile klasik tarza yöneldiğini söyleyebiliriz.<br />
Bunun dışında klasik edebiyatın izlerini aramak<br />
beyhude olur diye düşünüyorum.<br />
“ Cânlar cânını buldum<br />
Bu cânın yağma olsun<br />
Assı ziyândan geçtim<br />
Dükkânım yağma olsun<br />
Yûnus ne hoş demişsin<br />
Bal ü şeker yemişsin<br />
Ballar balını buldum<br />
Kovanım yağma olsun”<br />
diyen Yûnus’un ruhundaki ilahî şahlanışı, benliğindeki<br />
tasavvufi duygularını dışa vuruşu, Orta<br />
Asya’daki şeyhi Ahmed Yesevi’den aldığı şevk<br />
ve arzu ile İslamiyeti halka anlatmayı şiar edinmiş<br />
Yûnus’un, hece ve özellikle Risâletü’n<br />
Nüshiyye’de aruz veznini kullanarak gazel veya<br />
musammat gazel, koşma nazım şekillerine uygun,<br />
Türk dilini aruza mükemmel tarzda aşılayarak didaktik<br />
şiirler meydana getirmesini, yüce dinimizi<br />
yayma ve hazmettirme gibi bir misyonu yerine getirme<br />
çabası olarak değerlendirmemiz gerekir. ■<br />
83<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ŞEMSETTİN ÜNLÜ<br />
“Taptuk’un tapusunda<br />
Kul olduk kapusunda<br />
<strong>Yunus</strong> miskin çiğ idik<br />
Piştik elhamdülillah”<br />
Sabah alacasıdır. Kapıya vardıklarında, gözleri iyi görmeyen yaşlı Taptuk, eşikteki gölgenin<br />
kim olduğunu sorar karısına;<br />
“<strong>Yunus</strong>...” der karısı.<br />
“Bizim <strong>Yunus</strong> mu...”<br />
“Evet,” der karısı; “Bizim <strong>Yunus</strong>!”<br />
Kırk yıl yolunda yoldaş olduğu Taptuk Baba’nın “Bizim...” sözü ile unutulmadığını, uzun süren<br />
ayrılığının küskünlük getirmediğini anlar, Şeyh’inin eline uzanır <strong>Yunus</strong>.<br />
Aradan yedi yüz şu kadar yıl geçmiş... İnsanlar, sıcacık, okumuş, dinlemiş, birbirlerine belletmişler<br />
<strong>Yunus</strong>’un deyişlerini... <strong>Yunus</strong>, hep bizim <strong>Yunus</strong> olmuş bilenlerin dilinde.<br />
Adını bilirdim ama <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin yaşamı, şiirleri, düşünceleri, düşlemleri ile Türkçemizi temellendirenlerden<br />
bir güçlü, soluklu, büyük ozan olduğunu, lise sıralarına geldiğimde, kendi adı<br />
da <strong>Yunus</strong> olan edebiyat öğretmenimizin derslerinde öğrendim. Öğretmenimiz, Baki, Fuzuli, Nefi<br />
gibi divan edebiyatı şairlerinin yaşamları, şiirleri yanında; dili, içerikleri, yapıları ile açık mı açık,<br />
anlaşılır mı anlaşılır olan Halk Edebiyatı ozanlarını, onların deyişlerini, destanlarını, koşmalarını da<br />
coşkulu bir bilgelikle dile getirir, işlerdi.<br />
Sonraları, kendi şiirimi oluşturmaya çalıştığım yıllarda; şiirin özü, inceliği, esintisi neresindedir<br />
diye arandığımda, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerine eğildim sık sık. Aralıklarla iki yıldan daha uzun<br />
bir süre <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiiri üstünde karşılaştırmalı sayısal çalışmalar yaptım. Bilgisayarlar, kişisel<br />
kullanımlarda değildi henüz. Kendim için bir “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Şiir Sözlüğü” oluşturmaya çalışırken<br />
elimdeki şiirleri birçok kez okumam, ayırıp dökümlerini yapmam gerekti. Yararının ne olduğunu<br />
pek anlamadım o sıra bu uzun süreli çalışmanın. Sonunda <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin 154 şiirinin abece sıralı<br />
sözcük dökümlerini elde ettim.<br />
Sabahattin Eyüboğlu’nun “YUNUS EMRE” [1] adlı derlemesinde, ozanın 154 şiiri var. Bu 154<br />
1. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, Sabahattin Eyüpoğlu 1971, Cem Yayınevi.<br />
84<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
şiir yaklaşık 1800 (gövde) sözcükle söylenmiş. Şiirlerin ortalama dize sayısı 26. Dizelerdeki sözcük<br />
sayısı ise ortalama 3, 4. Bu sayılım, <strong>Yunus</strong>’un şiirlerini ortalama 75 – 80 sözcükle söylediğini<br />
gösteriyor.<br />
(Hemen belirtmeliyim: <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirinin başlıca yapısal özelliklerinden biri sözcük yinelemeleridir.<br />
Şöyle:<br />
Sözcük<br />
iki kez üç kez dört kez<br />
Şiirin adı<br />
Serimdeki ilk şiirde görüldüğü gibi; şiirin<br />
toplam sözcük sayısı 88’dir. Bu sözcüklerden<br />
4’ü 2 kez, 3’ü 3 kez, 1’i daha çok<br />
kullanılmıştır. Şiirde sözcük yinelemenin,<br />
şiire bir ölçü getirdiği, hem de ses uyumunu<br />
etkinleştirdiği görülmektedir. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>,<br />
ondan öte, yinelediği sözcüklere, şiirdeki<br />
bildirisinin düşün özünü, duygu özünü de<br />
yüklemekte, en az sözcükle hiç unutulmayacak<br />
deyişlerini diyebilmektedir.<br />
Araştırmanın aşamasında, günümüz şairlerinin<br />
de çoğunlukla şiirlerini 70 dolaylarında<br />
sözcükle yazdıkları sonucuna ulaştım.<br />
Şiirde uzunluk kısalık, üstünde durulmaya değer bir konu. Bellekte tutulan şiirleri anımsayalım.<br />
Bunların çoğunun kısa şiirler olduğunu göreceğiz. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin dizelerindeki sözcük sayısının<br />
ortalama 3 – 3,5 olduğunu biliyoruz. Bu, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirinin en önemli özelliklerinden biridir. İki,<br />
üç sözcükle, kendine özgü, unutulmaz, çarpıcı, evrensel dizeler kurar <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>:<br />
“Sözü pişirip diyenin”<br />
-----<br />
“<strong>Yunus</strong> canın yenile”<br />
-----<br />
“Olmadı derman ecele” gibi daha niceleri.”<br />
(154 şiiri yapılandıran sözcüklerden: 147’si “a” harfi ile, 121’i “b”, 28’i “c”, 35’i “ç”, 159’u<br />
“d”, 71’i “e”, 22’si “f”, 82’si ”g”, 76’sı “h”, 11’i “ı”, 71’i ”i”, 188’i “k”, 9’u “l”, 92’si “m”, 29’u<br />
“n”, 38’i “o”, 20’si “ö”, 21’i “p”, 15’i “r”, 128’i “s”. 40’ı “ş”, 80’i “t”, 43’ü “u”, 16’sı “ü”, 35’i “v”,<br />
120’si “y”. 29’u “z” harfleri ile başlamaktadır.)<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> şiirlerindeki bu sözcüklerin yüzde dağılımlarının, TDK. 1985 basımı Türkçe Sözlük’teki<br />
harf bölümü yüzde dağılımları ile büyük benzerlik göstermesi önemli bir bulgu idi.<br />
Örnekse:<br />
“ı” sesliler % 8 - %10<br />
“i” sesliler %11- %17<br />
Toplam<br />
sözcükler<br />
Gönül kanda dolana 88 8 4 3<br />
Yarab nic’ola hâlim 78 7 1 1<br />
Teferrüç eyleyi vardım 121 6 - 2<br />
Ben dervişim diyene 87 5 1 1<br />
İster idim Allah’ı 52 4 3 -<br />
Harf <strong>Yunus</strong> % TDK %<br />
------ ----------- --------<br />
a % 8,6 % 8,5<br />
c % 1,6 % 1,9<br />
k %11,0 %12,6<br />
-- ---- -----<br />
y % 7,0 % 5,2 dir.<br />
Yinelen<br />
(Bu sayımsal –istatistikî– karşılaştırma TDK harf sayısı<br />
yüzdeleri ile divan şiirleri yüzdeleri olarak karşılaştırıldığında<br />
çok çarpıcı sonuçlarla karşılaşılabilir.)<br />
Sayımsal araştırmayı biraz daha ilerlettiğimizde, <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> şiirindeki ses özelliklerinin ne olduğunu bulabiliyoruz.<br />
Genel olarak a,e,ı,i,o,ö,u,ü ünlülerinin Türkçe metinlerdeki<br />
heceleri seslendirme yüzdeleri şöyle:<br />
“a” sesliler % 27- %34 aralığında<br />
“e” sesliler %17 - %25<br />
85<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
“ı” sesliler % 6 - % 7<br />
“ö” sesliler % 2 - % 4<br />
“u” sesliler % 7 - % 8<br />
“ü” sesliler % 2 - % 4 olmaktadır.<br />
Ayrıntıya girmeden hemen belirtelim. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerindeki ses dağılımı da bu genel<br />
dağılımın içinde kalmaktadır. Oysa Osmanlıca diyebileceğimiz Arapça, Farsça boğuntulu, öyle de<br />
ağdalı dilde “e” ile “i” sesli hecelerin metin içinde başa güreştikleri, yer yer “a” sesli hecelerden bile<br />
baskın çıktıkları görülmektedir. Bu durum, divan edebiyatı dilinin Türkçenin ses uyumu ile olan<br />
sorununu gündemde tutmaktadır.<br />
Yabancı dillerden gelen sözcükler, Türkçe içinde Türkçenin ses uyumunu bozan sözcüklerdir.<br />
Bunların çoğalması, Türkçe düşünebilme yetilerini olumsuz etkiler. Yazının, sözün, şiirin de iletisi<br />
aksar; anlamı, duyarlığı, canlılığı silikleşir...<br />
Otuz beş yıl önce, ilgi ile sürdürmekte olduğum araştırmamı, elde ettiğim Şiir Sözlüğü’ndeki her<br />
sözcüğün, şiirlerde nasıl kullandığını gösteren örnekler vererek, bitirecektim:<br />
a<br />
ab<br />
ağan<br />
badya<br />
bağlamak<br />
can<br />
çatmak<br />
ünl. A dostlar işidin /dün etmişim bu gündüzüm<br />
a.ar. Meğer Hızır İlyas ola/Ab-ı hayat içmiş gibi<br />
s. Bulut olup göğe ağan/Yağmur olup yağan benim<br />
a.Yun. Ağzı geniş, yayvan, büyükçe su kabı<br />
Badyalar dolu oldu içelim biz/<br />
Biz esrik olmayız humar gerekmez<br />
(ie) bağ ya da bir başka araçla tutturmak<br />
El bağlamıştır kamusu/Hak çalaptandır umusu<br />
a Far. İnsan ve hayvanlarda yaşamayı sağladığına<br />
ve ölümle vücuttan ayrıldığına inanılan madde<br />
dışı varlık.<br />
Kişi, Yaşam, Güç, Dirilik, Gönül<br />
Bahası canın anın/mal ile davar değil<br />
Sensin bana can-ü cihan/<br />
Sensin bana genc-i nihan<br />
Yere göğe sığmayan/ girmiş bu can içinde<br />
Aşk bezirgânı/sarmaya canı<br />
Bahadır gördüm/cana kıyanı<br />
Dilsiz kulaksız sözü/can gerek anlayası<br />
Bu can gövdeye konuktur/<br />
Bir gün ola çıka gide<br />
e. Birbirine tutturmak, bir araya getirmek1<br />
<strong>Yunus</strong> bu sözleri çatar/sanki balı yağa katar<br />
“a”,”b”,”c”,“ç” harfleri tamamlanmış “d”<br />
harfi yarılanmış gibiydi, başkaca uğraşlarım<br />
girdi araya. Sonraki yıllarda, başladığım yeğinlikle<br />
sürdüremedim araştırmamı.<br />
Zaman bulup Bizim <strong>Yunus</strong>’a sığındığım<br />
aralarda ise, hiç eli boş dönmedim. Yine yeni,<br />
yepyeni şeyler öğrendim.<br />
Samimi dileğim, üniversitelerimizin edebiyat<br />
fakültelerinin hepsinde birer <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> Kürsüsü’nün oluşturulmasıdır. O kürsülerde<br />
bulunanlar hiçbir çalışmalarından eli<br />
boş çıkmayacaklardır.<br />
Çünkü;<br />
“Sözünü bilen kişinin/ yüzünü ağ ede bir<br />
söz<br />
Sözü pişirip diyenin/işini sağ ede bir söz.<br />
Söz ola kese savaşı/söz ola kestire başı<br />
Söz ola ağulu aşı/ balıla yağ ede bir söz.<br />
Kişi bile söz demini/demeye sözün kemini<br />
Bu cihan cehennemini/sekiz uçmağ ede bir söz“<br />
böyle diyor Koca <strong>Yunus</strong>..<br />
86<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
A. VAHAP AKBAŞ<br />
<strong>Yunus</strong>, bir hayal ve<br />
aldatmaca olarak<br />
gördüğü dünyayı<br />
şehir sembolüyle<br />
anlatıyor. Dünya<br />
bir büyük şehir,<br />
insan ömrü ise tez<br />
kurulup kaldırılan bir<br />
pazardır. Başlangıçta<br />
şekerden tatlı tatlar<br />
veren bu şehir,<br />
sonunda yılan<br />
zehrinden beter<br />
acılarla karşılaştırır.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin köy çevresinde yaşadığı genel<br />
bir kanaattir. Mehmet Kaplan, geleneğe<br />
ve bazı belgelere dayanarak, onun şehirde okumuş<br />
olmakla beraber menşe itibarıyla köylü olduğuna<br />
inanır. <strong>Yunus</strong>’un nereli olduğundan çok, çıktığı<br />
sosyal çevre ve tabakayı önemser. Anadolu’da<br />
<strong>Yunus</strong>’a izafe edilen mezarların çoğunun köyde<br />
olmasını da onun ekincilikle uğraşılan bir çevrede<br />
doğup yaşadığına kanıt olarak gösterir. <strong>Yunus</strong>’un<br />
şiirlerinde ortaya koyduğu hayat görüşü ve insan telakkisinin,<br />
köylünün sosyal durumuyla örtüştüğünü<br />
göstermek için onları göçebe edebiyatıyla karşılaştırır<br />
ve nebati unsurlar bakımından etraflıca inceler.<br />
Kaplan Hoca bu karşılaştırmadan şu hükmü çıkarır:<br />
“Atlı göçebe medeniyetine ait eserlerde hayvanlar<br />
nasıl beşerî davranışları anlatan sembol vazifesi<br />
görmüşlerse, <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde de nebatlar aynı<br />
vazifeyi görürler. İki medeniyet sistemindeki sembol<br />
değişmesi, hayat karşısında alınan tavır ve insan<br />
telakkisindeki farklılığa tekabül eder.” [1]<br />
1. Mehmet Kaplan, <strong>Yunus</strong>’un Gül Bahçesinde, Edebiyat<br />
87<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
<strong>Yunus</strong>’la ilgili menkıbeler de onun köylülüğüne<br />
işaret eder. Böyle olmakla beraber <strong>Yunus</strong>’un<br />
şehirden büsbütün kopuk olduğunu da düşünmemek<br />
gerekir. Abdulbaki Gölpınarlı, onun tahsilini<br />
Konya’da yapmış olma ihtimalinden bahseder. [2]<br />
Şiirlerinde Mevlana’dan bahsetmesi ve onunla karşılaştığını<br />
gösteren ifadeler kullanması, bu ihtimali<br />
destekler.<br />
Köyde doğup yetişmesine, hayatının büyük bir<br />
kısmını şehirlerin dışında geçirmesine rağmen, bir<br />
derviş olarak değişik şehirlere gittiğini düşündüren<br />
mısraları da var. Gurbet duygusunu çok etkili bir<br />
şekilde ifade ettiği “şöyle garib bencileyin” nakaratlı<br />
şiirinde, “Gezdim Urum’ıla Şam’ı yukarı illeri<br />
kamu” demektedir ki, bu, çok araştırmacı tarafından<br />
onun gezip görmüşlüğüne bir delil olarak gösterilir.<br />
Çeşitli hâller içindeki gönlü arayış ve manevi<br />
bir yolculuk şiirinin içindeki şu beyit de gezgin<br />
bir şairin mısraları gibi duruyor:<br />
Kayseri Tebriz ü Sivas Nahcuvan u Maraş Şiraz<br />
Gönül sana Bağdad yakın âlemlerde dîvandasın<br />
Bunların dışında <strong>Yunus</strong>’un şiirleri arasında şehre<br />
dair somut şeyler ifade eden mısralara pek rastlanmaz.<br />
Kaldı ki bu mısralardaki şehir adlarının,<br />
aynı zamanda manevi bazı duyguların daha etkili<br />
bir şekilde ifade edilmiş olması için kullanıldığını<br />
da göz ardı etmemeli.<br />
<strong>Yunus</strong>, çiftçilik ve tabiata dair unsurları nasıl<br />
birer metafor olarak kullanıyorsa, şehir de onun<br />
şiirlerinde hemen daima bir teşbih unsurudur. Böyle<br />
olmakla beraber bunların <strong>Yunus</strong>’un şehir algısı<br />
hakkında bize ipuçları verdiğini düşünüyorum.<br />
Kasdum budur şehre girem feryad ü figân koparam<br />
Yine dönüben korkaram işide düşman ünümi<br />
Beyitten öyle anlaşılıyor ki köy kasaba çevresinde<br />
yaşayan <strong>Yunus</strong>, şehre gitmeyi, oradakilere feryat<br />
figan içinde seslenmeyi amaçlamaktadır. Mehmet<br />
Kaplan, buradaki “feryad ü figan koparam” sözünü,<br />
“belki gafilleri uyandırmak” olarak yorumlar.<br />
Bu mısralardan, <strong>Yunus</strong>’un şehre bakışının olumsuz<br />
olduğunu çıkarmak mümkün. Uyarılmaya muhtaç<br />
Üzerine Araştırmalar 1, İstanbul1976.<br />
2. Gölpınarlı, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ve Tasavvuf, İstanbul 1961.<br />
gafillerin yaşadığı bir yerdir zira orası. Düşman barındırmakta<br />
ve korku uyandırmaktadır.<br />
Bu dünyanun meseli bir ulu şara benzer<br />
Velî bizim ömrümüz bir tîz bazara benzer<br />
Bu mısralarla başlayan şiirde de benzer bir bakış<br />
var. <strong>Yunus</strong>, bir hayal ve aldatmaca olarak gördüğü<br />
dünyayı şehir sembolüyle anlatıyor. Dünya bir büyük<br />
şehir, insan ömrü ise tez kurulup kaldırılan bir<br />
pazardır. Başlangıçta şekerden tatlı tatlar veren bu<br />
şehir, sonunda yılan zehrinden beter acılarla karşılaştırır.<br />
Dünyanın olumsuz hâllerinin tasviri de<br />
<strong>Yunus</strong>’un şehir algısına işarettir kanaatimce:<br />
Bu şarun hayalleri dürlü dürlü hâlleri<br />
Aldamış gafilleri caz u ayyara benzer<br />
Bu şarda hayallerün haddi vü şumarı yok<br />
Bu hayale aldanan otlar davara benzer<br />
<strong>Yunus</strong>’un şehri genellikle bir sembol, alegori<br />
olarak kullandığını söyledik. Nitekim Divan’ında<br />
aşk, can, hak, vücut gibi kavramların şehre benzetildiğini<br />
görüyoruz.<br />
“Işk ilünün haberin disem işide misin” diye<br />
başlayan şiirde, aşk, ulaşılması yaşanmazı zor bir<br />
şehirdir. Bağlarından elde edilen şerbetler zehirdir.<br />
Kadeh tutmayan bu zehri içmek gerekir. Başka bir<br />
şiirde “Bundan ışkun şehrine üç yüz deniz geçerler<br />
/ Üç yüz deniz geçüben yidi Tamu bulasın” der.<br />
“Can”ın şehir, “gönül”ün de kale olarak tasavvur<br />
edildiği şu beyit de ilginçtir. Burada dostun<br />
gönül kazanması, kalenin şehir yağmalanarak<br />
alınması gibi gerçekte müspet olmayan bir vakayla<br />
anlatılır:<br />
Dostdan yana giden kişi kendözünden geçmek<br />
gerek<br />
Dost yağmalar can şehrini alur gönül kal’asını<br />
Şehrin kalabalık ve hengâmesinin, halkın bu<br />
hengâme içinde gaflete düşmesinin, bir derviş ve<br />
ekinci olan <strong>Yunus</strong>’u ürkütmüş olması ve şehirle<br />
arasına bir mesafe koydurması tabiidir. Onun için<br />
gelip geçicilik, aldatmaca, gaflet, zorluk, meşakkat<br />
gibi durumları şehir dairesi içinde ele alır <strong>Yunus</strong>.■<br />
88<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
MEHMET KURTOĞLU<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />
şiirlerinde şehir<br />
olgusu hep soyut<br />
olduğundan<br />
aşkın/metafizik<br />
şehirlerdir. Kendini<br />
belli bir mekâna<br />
hapsetmeyen<br />
<strong>Yunus</strong>’un duygu ve<br />
düşüncesinde şehir<br />
hiçbir zaman somuta<br />
indirgenemez. Bütün<br />
varlığıyla yaratıcıya<br />
ait olduğundan<br />
herhangi bir şehre<br />
aidiyeti yoktur.<br />
Tanrı-insan ilişkisi bağlamında, aşkı ve varoluşu<br />
merkeze alan tasavvufi kültürde yürek/gönül<br />
önemli bir semboldür. Zira mekândan münezzeh olan<br />
Tanrı, insana şah damarından daha yakın olduğunu<br />
söyleyerek, ancak yüreğe sığabileceğini bildirmiştir.<br />
Bu yüzden İslam tasavvufunda yüreğin/gönlün ilahi bir<br />
yanı vardır. Bundan dolayı yürek; somut bir et parçası<br />
olmanın ötesinde, Tanrı dâhil kâinatı dahi içine alabilecek<br />
ölçüde büyük ve sonsuz bir mekân olarak karşımıza<br />
çıkar.<br />
Bu, insanın varoluşunun tamamlandığı (Tanrı’yla<br />
bütünleştiği) idrak merkezidir ve zengin çağrışımları<br />
içinde barındıran soyut bir mekândır. İslam tasavvufçuları<br />
kalbi/gönlü yer, gök, sırça, kadeh, meyhane, deniz,<br />
saray, taht, sultan, mülk, kale, seyrengâh, Kâbe veya şehir<br />
imgesiyle tasvir etmişlerdir. Özellikle tasavvufi şiirde<br />
somut olan yürekte soyut mekânlar/şehirler anlatılır.<br />
Örneğin, Hacı Bayram Veli Hazretleri’nin “Çalabım bir<br />
şar yaratmış” şiirinde insan şehir ilişkisini dile getirmiştir:<br />
“Çalabım bir şar yaratmış iki cihan arasında<br />
Bakıcak didar görünür ol şarın kenaresında<br />
Nagehan o şara vardım ol şarı yapılır gördüm<br />
Ben dahi bile yapıldım taş ü toprak arasında”<br />
89<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Şiirinde; “Tanrım iki dünya arasında bir şehir<br />
yaratmıştır. Bu şehrin kenarında bakanların görebileceği<br />
bir çehre/yüz vardır. Aniden bu şehre vardım<br />
ve bu şehri yapılır gördüm. Taş ve toprak arasında<br />
ben dahi yapıldım/inşa edildim” derken, aslında somut<br />
olan bir şehirden bahsetmiyor, soyut olan yani<br />
insan gönlünde inşa edilen bir şehirden bahsediyor.<br />
Hacı Bayram Veli’nin açık şekilde ortaya koyduğu<br />
insan-şehir ilişkisini, aynı şekilde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> başta<br />
olmak üzere diğer tasavvuf şairlerinde de görmekteyiz.<br />
Sevgi ve gönül insanı olan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerinde<br />
şehir taş, topraktan müteşekkil bir varlık<br />
değildir. İnsan bedeni ve yüreğinde teşekkül eden<br />
soyut bir mekândır. Zira <strong>Yunus</strong>, gönül insanı olarak<br />
sevgiyi/insan yüreğini merkeze aldığından, onun<br />
belli bir mekâna sıkışıp kalması, belli bir mekândan<br />
bahsetmesi düşünülemez. Zira Müslümanlar en kutsal<br />
yeri olan Kâbe’yi gönül ile örtüştürerek sunan bu<br />
büyük şairin, şehir algısı hep soyut üzerinden okunmalıdır.<br />
O bunu bir şiirinde;<br />
“Âşıklar la mekân olur<br />
Cihanın terkini urur<br />
Can u cihan ne nesnedir<br />
Çün dost bazar olur” [1]<br />
diye dile getirmiştir. Âşıkların mekânsız olmasını<br />
İslam tasavvufundaki ‘fenafillâh’ ile birlikte düşünmek<br />
gerekir. Mekândan münezzeh olan Tanrıya<br />
ulaşan âşık, Tanrı’yla bütünleştiğinde mekânsızlaşır<br />
çünkü. Aşk, insanı bir yanıyla mekânsızlaştırırken,<br />
diğer yandan onu hep devingen/oluş hâlinde tutar.<br />
Gaflet, âşığın kârı değildir. Kendine mürşit arayan<br />
âşık <strong>Yunus</strong>, kendini “gâh esen yeller” gâh “tozan<br />
yollar”, gâh “akan seller” gibi görürken “ilden ile<br />
yürür.” Gittiği aşk sarhoşluğundan dolayı bilmez,<br />
ancak “gurbette olduğunun” ve “aşkın kendisini ne<br />
hâle soktuğunun” [2] farkındadır. <strong>Yunus</strong>’un yaşadığı<br />
gurbet duygusu gerçekte bu dünyanın geçiciliğine,<br />
öbür dünyanın ebediliğine bir göndermedir. Dünya<br />
hayatının ölümlü ve geçici olduğu fikrinin anlatıldığı<br />
“gurbette hâlim kim bile” [3] onun hem öbür dünya<br />
fikrini hem de yukarıda belirttiğimiz üzere dünyada<br />
1. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, hzl. Prof.Dr. Abdurrahman Güzel, s.56,<br />
Akçağ Yay. 2005.<br />
2. ___________, age.s. 65, “gel gör beni aşk neyledi”<br />
3. ___________, age.s. 65<br />
belli mekâna sığmayışı anlatmaktadır. Bu aynı zamanda<br />
“dünyayı boşamak” deyimiyle ifade edilir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirlerinde şehir olgusu hep soyut<br />
olduğundan aşkın/metafizik şehirlerdir. Kendini<br />
belli bir mekâna hapsetmeyen <strong>Yunus</strong>’un duygu ve<br />
düşüncesinde şehir hiçbir zaman somuta indirgenemez.<br />
Bütün varlığıyla yaratıcıya ait olduğundan<br />
herhangi bir şehre aidiyeti yoktur. Onun nerede doğduğu<br />
veya nereli olduğu tartışması, aslında birçok<br />
şehirde görünmesiyle ilişkili bir konudur.<br />
Örneğin “Ben bir acep ile geldim” şiirinde;<br />
“Benim dilim kuş gibidir<br />
Benim ilim dost ilidir<br />
Ben bülbülüm dost gülümdür<br />
Bilin gülüm solmaz benim<br />
Ne durum var ne durağım<br />
Hiç yerde yoktur kararım<br />
Hakka münacat etmeğe<br />
Belli yerim olmaz benim<br />
Sor durduğum yeri bana<br />
Gelirsen gösterem sana<br />
Bir zerrece haktan ayrı<br />
Gözüm nesne görmez benim” [4]<br />
diye söyler. Ayrıca “benim ilim dost ilidir” diyerek,<br />
ait olduğu yeri işaret eder. Hiç kuşkusuz “dost” dediği<br />
Allah’tır. Dostun ili/şehri ise O’nun/ Tanrı’nın<br />
bulunduğu yer (mekândan münezzeh) her yerdir.<br />
Hiçbir yerde kararı olmayan, belli bir yerim olmaz<br />
diyen ve durduğu yeri göstermek isteyen <strong>Yunus</strong>, bir<br />
zerresinin dahi haktan ayrı olmadığını belirterek,<br />
gözünün “nesne görmediğini” belirtir. Onun bu<br />
aşkın/metafizik/soyut mekân/şehir algısı, aynı zamanda<br />
İslam medeniyetinin şehirlere biçtiği rol ile<br />
ilişkilidir.<br />
<strong>Yunus</strong>’un bu soyut şehir algısını, medeniyet<br />
perspektifinden ele aldığımızda daha iyi tanımlayabiliriz.<br />
Bilindiği gibi şehir algısı Doğu ve Batı medeniyetlerinde<br />
iki farklı algıyla inşa edilirler. Kadim<br />
Yunan’a dayanan Batı medeniyetinde, tıpkı Doğu/<br />
İslam medeniyetinde olduğu gibi şehirler bir insan<br />
gibi tasavvur edilmiştir. Şehrin planı insan bedeni<br />
şeklinde tasavvur edilerek şekillenir. İnsanın kafası,<br />
şehri idare yeri, yüreği şehrin mabedi, bedeni ve<br />
4. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, age.s. 67<br />
90<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ayakları ise şehrin evleri ve mazgallarıdır. [5] Tamamen<br />
somut düşünceye dayalı bu fiziki insan ilişkili<br />
Batı şehirlerine karşılık, Doğu/İslam şehirlerinde,<br />
şehir soyut olarak tasavvur edilmiştir. Somut olarak<br />
Kâbe/Camiyi merkeze alan ve onun etrafında bir<br />
hilal şeklinde genişleyen İslam şehirleri, insan bedenini<br />
değil, insan kalbini olmazsa olmaz yapmıştır.<br />
Farabi’nin “Erdemli Şehir” felsefesinde, somut<br />
olana değil, insanı insan eden soyut/metafizik/aşkın<br />
kavramlara yer verilmiştir. Şehre şekil yönünden değil,<br />
ruh/idare yönünden bakılmıştır. Zira Farabi’ye<br />
göre ‘şehir’ ideal bir Müslümanda bulunması gereken<br />
bütün erdemleri taşımak zorundadır. Tanrı ile<br />
insan arasında şehir yalnızca bir araçtır. Batı uygarlığında<br />
ise şehir bir amaçtır, hem de insana hizmet<br />
eden bir araç…<br />
“İş bu vücut şehrine” adlı şiirinde <strong>Yunus</strong>, insan<br />
bedenini şehre benzetir ve bu şehre her girmek istediğini<br />
ve bu şehrin sultanını görmek arzusu taşıdığını<br />
belirtir.<br />
“İş bu vücut şehrine<br />
Her dem giresim gelir<br />
İçindeki sultanın<br />
Yüzün göresim gelir<br />
İşidirem sözünü<br />
Göremesem yüzünü<br />
Yüzünü görmekliğe<br />
Canım veresim gelir<br />
Ol sultan halvetinin<br />
Yedi hücresi vardır<br />
Yedisinden içeri<br />
Cevlan (v)urasım gelir<br />
Her kapıda bir kişi<br />
Yüzbin çerisi vardır<br />
Aşk kılıcın kuşanıp<br />
Cümle kırasım gelir” [6]<br />
Bu şiirde insan bedeni şehir, şehir içindeki Sultan<br />
ise Tanrı’dır. Sultanın bulunduğu yer bilindiği<br />
gibi kalp yani yürektir, gönüldür. <strong>Yunus</strong> gönüldeki<br />
bu sultana ulaşmak için kılıç kuşanıp, yüz bin çeri-<br />
5. Bk. Richard Sennett, Ten ve Taş, çev. Tuncay Birkan,<br />
Metis Yay.2011, İst.<br />
6. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, age.s. 77<br />
si/askerini öldürmek ister. Çünkü gönül şehrindeki<br />
sultana ulaşmak kolay değildir. Ayrıca vücudu/insanı<br />
şehre benzettiği bir başka şiirinde;<br />
“Bu vücudun şehrinde buçuk yolluk assım yok<br />
Amelim mahallesi serbeser kalmış ıssız” [7]<br />
diye yazar ve şiirin son kıtasında;<br />
<strong>Yunus</strong>’un bu sözünden sen mana anlar isen<br />
Konya minaresin göresin bir çuvaldız” [8]<br />
derken Konya’yı zikreder. Burada belirgin olarak<br />
bir şehri/Konya’yı anlatmaktan ziyade, irfani bir<br />
söyleyiş kendini hissettirir. Ve sözünü ancak bilgi/irfan<br />
sahibi kimselerin anlayacağını belirtir. <strong>Yunus</strong>’un<br />
şiirlerinde birtakım şehir isimleri geçse de bunlar<br />
sadece Rum ili ve Şam gibi görüp geçtiği şehirlerdir.<br />
<strong>Yunus</strong>, soyut olan gönül şehrine ulaşmak için somut<br />
şehirlerden geçer. <strong>Yunus</strong> aynı zamanda arayan<br />
bir adamdır. Varoluşunu tamamlamak daha doğrusu<br />
tasavvuftaki ‘seyr-ü süluk’ü tamamlamak için yolculuğa<br />
çıkmış bir şairdir. Bu yolculuk bir başka şiirinde<br />
dile getirdiği; “Şeriat, tarikat yoldur varana /<br />
Hakikat, marifet andan içeri” [9] dört aşamadan oluşur.<br />
Şeriat, tarikat, hakikat, marifet yolunu tamamladıktan<br />
sonra ancak gönül şehrinin sultanına ulaşabilir.<br />
Bu bağlamda <strong>Yunus</strong> şiiri yolculuk şiiridir. Hep<br />
hareket, hep oluş, hep hâlden hâle giriştir. Örneğin;<br />
“Karlı dağlar mı aştın<br />
Derin ırmaklar mı geçtin<br />
Yarından ayrı mı düştün<br />
Niçin ağlarsın ey bülbül hey”<br />
İlin mi şarın mı kaldı<br />
Namus u arın mı kaldı<br />
Gurbette yarın mı kaldı<br />
Niçin ağlarsın ey bülbül hey<br />
Gülistan oldu güllerin<br />
Açıldı güllerin bağın<br />
Yaktı elleri firakın<br />
Niçin ağlarsın ey bülbül hey” [10]<br />
7. __________, age..s. 126<br />
8. __________, age..s. 126<br />
9. __________, age..s. 40<br />
10. _________ , age..s. 85<br />
91<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Şiirinde kendini gülü (Tanrı) arayan ağlayan bülbül<br />
yerine koyarak sorular sorar. Aslında <strong>Yunus</strong>’un<br />
bülbüle sorduğu sorular, bir dervişin yaşaması gereken<br />
merhalelerin neler olduğunu anlatır. Ve bu<br />
sorular insanın olgunlaşması için yaşaması gereken<br />
süreci anlatır. Bülbüle ağlaması için birtakım nedenlerinin<br />
olması gerektiğini sorarken, karlı dağları<br />
aşıp aşmadığını, derin ırmakları geçip geçmediğini,<br />
yârinden ayrılıp ayrılmadığını, şehrinin kalıp kalmadığını<br />
buna benzer birçok soru sorar. Bu sorulara<br />
olumlu cevap verebiliyorsa eğer ağlayabileceğini<br />
belirtir. Şiirin sonunda toprakta özünü gördüğünü<br />
belirterek ağlamanın anlamsız olduğunu söylemek<br />
ister.<br />
“Puthane vü şarabhane<br />
Mescid oldu gerçek cana” [11]<br />
<strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde insan bedeni/gönlü meyhane,<br />
cami ve Kâbe’ye dönüşür. Cami, meyhane,<br />
puthane, kale, vs. şeyler aslında şehri meydana getiren<br />
unsurlardır. Hatta filozoflar, bir şehrin gelişmişliğini<br />
işlenen suç (günah) çokluğuyla ölçerler.<br />
Bir şehrin gelişmişliği onlara göre işlenen suçların<br />
çokluğu/büyüklüğüyle orantılıdır. Genelde tasavvuf<br />
edebiyatında, özelde ise <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde şehri<br />
meydana getiren unsurlardan meyhane, puthane gibi<br />
kötü mekânlar tam tersi bir işlev görür; iyi ve güzeli<br />
temsil eder. Tasavvuf edebiyatındaki bu anlayışın en<br />
güzel örneği ise Saffet Efendi’nin bir gazelinde dile<br />
gelmiştir:<br />
“Biz sofiyi meyhanede irşad edecektik<br />
Sittin sene camide gebersin de otursun<br />
Dermen ederiz badeyi bimar-ı humare<br />
Şer’an içeriz şüphe eden müftüye sorsun”<br />
Şehri oluşturan cami, mektep, meyhane vs. somut<br />
unsurlar vücut şehrinde soyut olarak yer alır.<br />
Yukarıdaki şiirde görüldüğü gibi zahiri görünüşüyle<br />
günah/haram olan meyhane soyut âlemde irşat edilen<br />
bir mekâna dönüştürülür. <strong>Yunus</strong> gibi tasavvufi<br />
kültürle beslenmiş bir şairin kullandığı bu imgeler,<br />
gönül şehrinin aşkın mekânlarıdır.<br />
<strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde geçen bir diğer kavram ise<br />
‘ezeli vatan’dır. ‘Ezeli Vatan’ onun şiirinde somut<br />
bir dünya değildir. Ruhlar âlemi/soyut bir dünyadır.<br />
“Ey yaranlar ey kardaşlar sorun bana kanda idim<br />
Dinlerseniz eydirivrem ezeli vatanda idim” [12]<br />
Bu şiirinde bütün peygamberlerin isimlerini<br />
zikrederek, onların öne çıkan hasletlerini anlatır ve<br />
yalnızca İbrahim Peygamberi tasvir ederken Mekke<br />
şehrine gönderme yapar. Yine “Dört Kapı / Kırk<br />
makam” (şeriat, tarikat, marifet, hakikat) şiirinde<br />
geçilmesi gereken aşamaları/yolculuğu hâl tasvir<br />
ederken ulaşılması gereken menzil soyut bir menzildir.<br />
Marifeti ‘gönül şehri’ olarak tanımlayan <strong>Yunus</strong>;<br />
“Marifet gönül şehri<br />
Makamun bulur fakrı<br />
Bahri gerekdir bahri<br />
Bu marifet içinde” [13]<br />
diye yazar. <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde vücut, fiziki bir<br />
varlık olmanın ötesinde bütün sırları saklayan bir<br />
yerdir. Yedi gök, yedi yer, cennet cehennem, gece<br />
gündüz, levh-i mahfuz’da söylenen söz, Musa’nın<br />
Tur’u Sina’sı, İsrafil’in suru, Tevrat, İncil, Zebur<br />
ve Kur’an, bütün her şey vücutta saklıdır. Bunun<br />
sırrını çözen ise ancak ‘mürşid-i kâmil’dir. Bu<br />
bağlamda vücut somutta soyutun saklandığı bir<br />
merkezdir.“Taştun yine deli gönül” şiirinde, gönlünü<br />
doğadaki birtakım unsurlara benzetir. Taş olur,<br />
toprak olur, sel olur, yel olur. <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinde<br />
taş, toprak, ağaç, çiçek, dağ, deniz bütün varlıklar<br />
insan gibi dile gelir, konuşur. Onun şiirlerinde bütün<br />
varlıklar canlanır. Dolayısıyla <strong>Yunus</strong>, bütün varlıkları<br />
bir organizma olarak görür. Bu anlamda şehirler<br />
onun şiirinde insanileşir, insan da şehirleşir. Örneğin,<br />
gönül, saray olur; göz, çeşme; insan bedeni, şehir;<br />
Tanrı da bu şehrin sultanı olur. Onun şiirlerinde<br />
Mekke, Medine, Rum beldesi ve Konya gibi birkaç<br />
istisna şehir ancak ismen yer almıştır. Gönül insanı<br />
olan <strong>Yunus</strong>, şiirlerinde gönül şehirlerinden bahsetmiş,<br />
Tanrı sevgisini bu gönül şehrinin sultanı yapmıştır.<br />
Aşkın hâliyle somut şehirlerde soyut şehirler<br />
inşa etmiştir…■<br />
12. _________ , age..s. 142<br />
13. _________ , age.s. 148<br />
11. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, s. 73<br />
92<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
MEVLÜT ÇAM<br />
Allah’ın rızasını kazanmak gayesiyle, başkalarına<br />
karşılıksız yardım etmek gibi bir prensipten<br />
doğan vakıflar, toplumun hayır ve iyiliğine olan her<br />
yerde sağlam birer sigorta işlevi görür. Bu bakımdan,<br />
çoğunluğu Selçuklu ve Osmanlı coğrafyasında olmak<br />
üzere İslam âleminin hemen her yerinde vakıfların izini<br />
görmek mümkündür. Özellikle kültür ve medeniyetimiz<br />
somut göstergesi olan vakıflar insanlığa hizmet<br />
amacıyla yol, köprü, çeşme, su bentleri, okul, cami,<br />
hamam, hastane, tekke, zaviye, mezarlık, piknik yerleri,<br />
kaldırım döşeme, yol inşa ederek halkın sevgini,<br />
hakkın rızasını kazanmıştır. “Menâfii ibâdullaha ait<br />
olmak üzere” kurulan vakıflarımız içerisinde, doğrudan<br />
olduğu kadar dolaylı olarak da sosyal hayatı, yetimleri,<br />
hastaları, güçsüzleri, kadınları hedef alan çok<br />
sayıda örnek bulunmaktadır. Ömer Hilmi’nin “Vakfın<br />
efdali, nassın kenduye eşedd ihtiyaç ile muhtaç olduğu<br />
bir şeyi vakf etmektir” [1] gereğince her nerede ne türlü<br />
sıkıntı varsa o sıkıntıyı ortadan kaldırmak için bir vakıf<br />
kurulmuştur.<br />
Elimizde mevcut olan vakfiyelerin genelinde yer<br />
alan vakıf kuruluş anlayışı oldukça ilginç ve düşündürücüdür:<br />
“Doğru yolu bulup hidayete ulaşmaya muvaffak<br />
olan bahtiyar kimse odur ki, bu dünyanın ziynet<br />
ve süsünden vazgeçer, azimet bağlarını dünyanın<br />
lezzetinden keser. Dünya malından Allah’ın kendisine<br />
in‘am (iyilik) etmiş olduklarının şükrünü öder. Türlü<br />
nimetlerin hakkını ifa eder. Mühimmatından artanları<br />
1. Ömer Hilmi, Ithafu`l-ahlaf fi Ahkami`l-evkaf, Istanbul<br />
1307, s.15.<br />
hasenat (hayırlı işler) uğrunda sarf eyler, zaririyatından<br />
(geçim masrafı) fazla kalanları hayrat yollarına<br />
harcar. Zira onun için hayırlı olan budur. Allah indinde<br />
kurubata (Allah’a yakın olma) yakınlaştıran da<br />
budur. Bunlardan başka kalan işler boştur, hebadır.<br />
“Kim bir iyilikle gelirse, ona getirdiğinin on misli vardır...<br />
Kim de bir kötülükle gelirse, ancak onun misliyle<br />
karşılığını yaşar! Onlar zulme uğratılmazlar”<br />
(Enam 160). ayet-i kerimesi Resulullah Efendimizin<br />
‘Dünyada senin olan ancak yiyip eksilttiklerin giyip<br />
eskittiklerin ve sadaka verip ipka (ibka’; sürekli kılma)<br />
ettiklerindir’ ve “Kişi öldüğünde üç şey dışında<br />
amelleri kesilir: Devam eden sadaka (sadaka-i cariye),<br />
kendisinden faydalanılan ilim ve kendisine dua<br />
eden salih evlat” hadisleri çerçevesinde Osmanlılarda<br />
vakıf kurucularının en kalbî duygularıyla Allah’a yaklaşma<br />
ve onun rızasını kazanma arzusunda oldukları<br />
anlaşılmaktadır.<br />
Vakıfların “insana hizmet” bağlamında Allah’ın<br />
rızasını kazanma gayesi ile tasavvuftaki insan sevgisi<br />
ve aşkınlıkla Hakk'a ulaşma felsefesi örtüşmektedir.<br />
Özellikle insan sevgisi ve yaratının rızası doğrultusunda<br />
ona yaklaşma bağlamında kurulan vakıflar,<br />
Müslümanın engin şefkat, merhamet duygusu ile<br />
İslam dininin mutlak kardeşlik prensibiyle kaynaşmaktadır.<br />
Bu noktainazardan bakıldığında, vakıflar;<br />
toplumun manevi dönüşümün somut göstergesi iken,<br />
İslam tasavvufundaki insan sevgisi ve kişisel aşkınlık<br />
soyut olarak kendini gösterir. Bu bağlamda her iki düşünce<br />
(vakıf/tasavvuf) sonuç itibariyle insanı Allah’a<br />
yaklaştırmaktadır. İslam tasavvufunun önemli şairle-<br />
93<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
inden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin adıyla anılan vakıflara bakmadan<br />
önce, tekke vakıfları üzerinde durmak gerekir.<br />
Vakıfların kuruluş mantaliteleri ışığında tekke<br />
vakıflarına baktığımızda, bunların genelde bir tarikat<br />
koluna bağlı olarak hizmet verdiğini, Osmanlı coğrafyasının<br />
hemen her yerinde postnişin veya şeyh efendiler<br />
tarafından yönetim ve denetimlerinin yapıldığını<br />
görürüz. Ayrıca bünyesinde bağlı bulunan silsileye ait<br />
evrad, ibadet, zikir ve eğitimlerin, hatta sağlık hizmetlerinin<br />
dahi verildiği [2] mekânlardır.<br />
Bağlı bulunduğu kola veya silsileye göre yapılarının,<br />
oda sayıları, biçimleri, şekilleri, ibadet ve ayinleri,<br />
çilehaneleri, musiki anlayışları farklılık göstermekle<br />
birlikte; eizza denen bu zatlara veya bağlılarına<br />
ait divanlar, dörtlükler, beyitler, sohbetler iyice tetkik<br />
edildiğinde hedeflerinin aynı olduğu anlaşılacaktır.<br />
Kurulan tekke vakıflarının genelinin şöhretli şeyh<br />
efendiler veya kolların adına kurulduklarını rahatlıkla<br />
söyleyebiliriz. Bayezid-i Bestami, Hasan el-Hakani<br />
Zaviyesi, Mevlana Celaleddin Rumi Hangahı, Hacı<br />
Bayram Veli Tekkesi, Aziz Mahmud Hüdai veya Kadiriye<br />
Tekkesi, Nakşibendî Tekkesi/Zaviyesi, Bayramiyye<br />
Tekkesi, Celvetiyye Tekkesi, Gülşeniyye, Sinaniyye<br />
vesaire...<br />
Bu tekke-zaviye vakıflarından biri de Osmanlı<br />
coğrafyasının muhtelif yerlerinde kurulan “<strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> (<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>m/Âşık <strong>Yunus</strong>) Zaviyesi/Dergâhı<br />
adlarıyla kurulan vakıflardır. Bu tekkelerden birincisi<br />
Bursa’da Âşık <strong>Yunus</strong> ve <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Dergâhı adıyla<br />
anılan tekke olup, Başbakanlık Osmanlı Arşivindeki<br />
belge, atik ve köhne (eski, harap) binanın yıkılarak<br />
tekkenin yeniden inşa edilmesi hakkındaki bir keşif<br />
belgesidir. 1327 R. (1912 M.) tarihli belgede tekkenin<br />
inşa edilecek mahalleri ve sarf edilecek harcamalar<br />
ayrıntılarıyla belirtilmekte olup, yeni inşa edilecek<br />
tekkenin 47979 kuruş 75 paraya mal olacağı belirtilmiştir.<br />
[3] Ayrıca belgede geçen “Âşık <strong>Yunus</strong>” ifadesinden<br />
bu kişinin <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> değil, Âşık <strong>Yunus</strong> adıyla<br />
bilinen başka bir şahsa ait olduğu düşünülmektedir.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Zaviyesinin bulunduğu en önemli<br />
yerlerden birisi de kendisinde orada medfun olduğu<br />
belgelerde yazılı olan Sivrihisar’a bağlı Sarıköy’de<br />
bulunan “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Zaviyesi Vakfı” dır. Vakıflar<br />
Genel Müdürlüğü ve Osmanlı Arşivlerinde tespit<br />
edilen belgelerde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Sarıköy’de med-<br />
2. Seyyid İsmail Çelebi bin Mehmed Çelebi Vakfiyesi<br />
VGMA 741 s.54 ,sr: 40<br />
3. BOA EV.MKT. 03103/119<br />
fun olduğu, zaviyenin vefat eden şeyhinin Meşayih-i<br />
Kadiriyyeden Sivrihisârî Şeyh Mustafa Efendi olduğu<br />
yazılmaktadır. [4] Dolayısıyla Sarıköy'de bulunan zaviyenin<br />
bir Kadiriyye Tekkesi olduğu söylenebilir. Ayrıca<br />
belgeden zaviyede ayende ve revendeye (gelip,<br />
geçen) kişilere yemek verildiği, ayende ve revendenin<br />
ihtiyacının karşılanması için altı adet odanın daha yapılmasına<br />
ihtiyaç duyulduğu hususları belirtilmiştir.<br />
1265 H. (1849 M.) tarihli bir başka belgede Kadiriyye<br />
Şeyhi Sivrihisari Mustafa Efendinin vefat etmeden<br />
vakfın öşür gelirleri vesair gelirlerden zaviyeyi<br />
imar ettirdiği, yeni odaların inşa edildiği, Sarıköy’de<br />
vakfa ait bir çiftlik ve iki dükkânın bulunduğu belirtilmektedir.<br />
Belgelerde eski adı Larende olan<br />
Karaman’da da “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Zaviyesi Vakfı”na rastlanmaktadır.<br />
Başbakanlık Osmanlı Arşivlerinde bulunan<br />
bir belgede mütevellilik hususunda ortaya çıkan<br />
bir uyuşmazlık hakkında vakfiyeye müracaat edilmek<br />
istenildiği, ancak gerek mütevellinin elinde gerekse<br />
sicil kayıtlarında vakfiyenin kayıtlı olmadığı anlaşılmaktadır.<br />
[5] Yine diğer bir belgede Afyonkarahisar ili<br />
Sandıklı ilçesinde “<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>m Zaviyesi” adıyla bir<br />
vakıf kaydı mevcuttur. [6]<br />
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, şiirleriyle<br />
çağları aşarak günümüze kadar gelen, ismi birçok<br />
mekânla birlikte anılan ve halk tarafından oldukça<br />
çok sevilen <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>-yukarıda da görüleceği üzere-adıyla<br />
anılan vakıflara rastlanmaktadır. Anadolu<br />
coğrafyası başta olmak üzere Osmanlı coğrafyasının<br />
tamamında var olan gönül erlerinin hayatları, eserleri,<br />
amaçları, yolları, düsturlarının yeterince araştırılmadığı,<br />
araştırıldığında yeni birçok bilgiye ulaşılacağı<br />
kanaatindeyim. Zira Bayezid-i Bestami, Hasan<br />
el-Harkani, Mevlana, Hacı Bayram, Hasan Sezai,<br />
Cüneydi Bağdadi, Muhyiddin Arabî, Aziz Mahmud<br />
Hüdai, Şeyhi, Nedim, Fuzuli, Nesimi, <strong>Yunus</strong> ve adının<br />
sayamadığımız ancak silsile hâlinde günümüzde<br />
de devam eden gönül insanlarının kelamları, beyitleri,<br />
hayatlarının bu toprakların bağrında saklı olduğunu<br />
düşünüyorum. Anadolu’yu silah ile değil gönül ile<br />
fetheden <strong>Yunus</strong> gibi dervişler bizim ruh mimarlarımız<br />
ve bu topraklardaki varoluş nedenimizdir. ■<br />
4. BOA. EV.THR. 00248<br />
5. BOA. MKT. 03020/82<br />
6. BOA EV.d. 13890 sh. 3<br />
94<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
<strong>Yunus</strong> bize "sevmeyi<br />
ve sevilmeyi" öğretir<br />
ALTINBEK İSMAİLOV<br />
İnsanoğlu ne zaman azaptan kurtularak mutlu<br />
olur Nasıl bir adam kirli dünyadan arınarak<br />
hayatını düzene sokar İnsan hakikatin anlamını<br />
nasıl kavrar İnsan ölümden nasıl kurtulur, dünyaya<br />
huzur nasıl yerleşir Bu gibi belli başlı sorular<br />
zor şartlarda Türk dünyasına gelen <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi<br />
her zaman düşündürmüştür. Buna benzer soruların<br />
çözümlenmesi için şair birçok sınavı başından geçirerek,<br />
bütün hayatını araştırmaya yöneltmiştir. O her<br />
şeyden evvel hakikatin acı sesini işitip onun yüzünü<br />
görmek istemiştir. Ama nasıl<br />
Geç <strong>Yunus</strong> endişeden gerekse bu pişeden,<br />
Ere aşk gerek önden andan dervişe benzer,<br />
denilen prensiplerin temelinde.<br />
İnsan vücudundaki kaygıdan nasıl temizlenir,<br />
onu nasıl sürüp çıkarır <strong>Yunus</strong>’a göre, bunun iki yolu<br />
vardır: Birincisi, Allah’a boyun eğip ona yalvarmak.<br />
İkincisi, duyguyu tutsak edip özgürlüğü sınırlayan<br />
yalan dünyadan ve dünya mülkünden ayrılmak:<br />
Dersin şeyhin aşkına yalınacak baş açık,<br />
Er var dirlik dirilmiş yalınacak aç değil.<br />
Maalesef bütün hayatını dünya mülkü çoğaltmakla,<br />
yalan dünyanın eteğine yapışmakla geçiren<br />
insanoğlu o şeylerden nasıl ayrılsın Çünkü,<br />
Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış,<br />
Kişi yeni geline bakubanı doyamaz.<br />
Neden insanoğlu bu dünyaya gözü doymadan<br />
bakar Gelin gibi aldatıcı güzelliği için mi<br />
Bu şarın evvel tadı şehd ü şekerden şirin,<br />
Âhır acısını gör şol zehr-i mâra benzer.<br />
Öyleyse, niye insan “yılanın zehrinden acı” olduğunu<br />
bilerek yalan dünyaya bağlanır, ondan kopmak<br />
istemeyerek onun etrafında pervane gibi döner<br />
Çünkü,<br />
Evvel gönül almağı hublara nispet eder,<br />
Âhır yüz döndürmeği acuzmekkâra benzer.<br />
Neticede onların çoğu,<br />
Nice bir besleyesin bu kad ile kameti,<br />
Düştün dünya zevkine unuttun kıyâmeti,<br />
denildiği hâle gelirse, bazıları ise<br />
Hırkanın ne suçu var sen yoluna varmazsan,<br />
Vargıl yolunca yürü er yolu kalmaç değil,<br />
denildiği hâle düşerler.<br />
Bu sonsuz âlemde insanı hakikatten uzaklaştıran<br />
şeyler çoktur. Tamamen maddeye bağlanan ve<br />
aldanan insan rüzgâr ne tarafa eserse, o tarafa doğru<br />
giden uçurtma gibidir:<br />
Bu şarda hayallerin haddi vüşümarı yok,<br />
Bu hayale aldanan otlar davara benzer.<br />
95<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Düşünce nedir Göze görünen şeylerle gözükmeyenlerin<br />
hepsi düşüncedir. Onları göz önüne<br />
getirmek ise hayal etmektir. İnsanoğlunun kendi<br />
düşünceleriyle her zaman hayattaki iyi, kötü, güzel,<br />
çirkin, aydın, karanlık ve tatlı, acı şeylere bağlandığı<br />
gerçektir. Oysa insan yalan hayal, aldatıcı düşüncelerden<br />
nasıl kurtulur ve hayatın gerçek yüzünü nasıl<br />
görür<br />
Âriflere bu dünya hayal ü düş gibidir,<br />
Kendiyi sana veren hayal ü düşten geçer<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre, rüyadan, yalan duygulardan<br />
kurtulmak – Allah’ı can u gönülden sevmek, ona<br />
doğru içten yönelmekle gerçekleşir. Oysa aşk nedir<br />
Onun iki türü vardır: Biri, maddi zenginlikle irtibatlı<br />
olup iç dünyamızı hapse koyan zehirli yemek gibi<br />
sonunda ölümle birleştiren yalan dünyaya olan geçici<br />
sevgi,<br />
Dünyanın muhabbeti ağulu aşa benzer,<br />
Âhırın sanan kişi ağulu açtan geçer.<br />
İkincisi ise, hakikatle ilişkili olup ruhumuza huzur<br />
getiren, tüm kaygı, keder ve azaplardan kurtarıp<br />
temiz hayata kavuşturan Hakk’ın hem kutsal hem<br />
yüce ve hem ebedi aşkı. Çünkü onun gerçek,<br />
Aşkına düşenlerin yüreği yanar olur,<br />
Kendini ona veren düğeli işten geçer.<br />
Ne yazık ki, insanların çoğu yukarıda söz edilen<br />
aşkın birincisini seçerler. Başka bir ifade ile hayatın<br />
anlamını, hayatın önemini, kaderin cilvesini, sevginin<br />
zevkini her zaman yalan dünyanın yalan görüntülerinde<br />
ararlar. O yalan görünüş, hayallere düşünce<br />
ve kedere çok sarıldıkça, sevginin gücü onlar için<br />
o kadar kuvvetlenip o kadar güçlenmiş gibi gelir.<br />
Netice olarak onlar kendisinin şahsi beklentilerini<br />
gerçekleştiren birileri olarak yavaş yavaş Allah’tan<br />
uzaklaşırlar,<br />
İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer,<br />
Aşkı olmayan gönül misal-i taşa benzer.<br />
Bundan hâriç o gerçek aşkın tadını tadamadan ölür,<br />
Ne bilsin bu aşkı usanlar uyalar,<br />
Ne varsın bu yola azıksız yayalar.<br />
Onlar günlük hayatın varsa, yarı gün boyu yağız<br />
ata bin denilen vasıfsız ifadeye dayanarak, geçici<br />
zevk veren dünya mülkü, zenginlik lezzetinden çıkamaz<br />
ve bu yolun sonunda ölümün var olduğunu<br />
unuturlar,<br />
Âhır bir gün ölürsün ölüm vardır bilirsin,<br />
Kamulardan ayrılıp varıp sinde yattın tut.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> ölümün huzurunda tüm insanların<br />
aynı olduğunu belirtir, onları ölümden ne zenginlik<br />
ne de makam ve rütbenin kurtaramadığını özellikle<br />
söyler. Hayattayken maddi zenginlik, yaş farkı, makam<br />
ve rütbe ile birbirinden ayrılan, hatta o özelliklerine<br />
tapınan insanlar öldükten sonra aradaki ayrım<br />
ortadan kalkar,<br />
Sana ibret gerek ise<br />
Gel göresin bu sinleri<br />
Ger taş isen eriyesin<br />
Bakıp görücek bunları<br />
Şunlar ki çoktur malları<br />
Gör nice oldu hâlleri<br />
Sonucu bir gömlek giymiş<br />
Anın da yoktur yenleri<br />
O hiç kimseye, hiçbir şeye acımaz. Kahrıyla dünyayı<br />
titreten padişahlar da, güzelliğiyle delikanlıları<br />
kendine çeken ay yüzlüleri de, dünyayı idare eden<br />
akıllıları da diz çöktüren ölümdür,<br />
Ey nice arslanları alır aktarır ölüm,<br />
Azrail nicesine bir yoksulca doyamaz.<br />
Oysa, günah, ya da ayıp dediğimiz nedir İnsanoğlu<br />
niçin günah işler Niçin işlediği günahları için<br />
azap çeker Bunlara da <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> kendisi cevap<br />
verir,<br />
Hemen geldim bu dünyaya nefsime kulluk eyleyi,<br />
İyi amel işlemedim azaptan kurtulam deyi.<br />
Gerçekten insanoğlu Allah’ı tanımadan ona kulluk<br />
edip, baş eğmeden, kendisi oluşturduğu nizamların<br />
çizgisinden çıkamadığı için ömür boyu acı çekerek<br />
gün geçirir,<br />
Bu dünyanın meseli benzer murdar gövdeye<br />
İtler murdara düştü Hak dostu kodu kaştı<br />
O zavallılar Hakk’ın gösterdiği yol ile gitmeden,<br />
kendi seçtiği, kendi beğendiği, şeytanın aldatıcı yoluna<br />
kaçtıkları için gerçeğin didarını nasıl görürler<br />
Elbette, yalan dünyadaki düzensiz ve kirli şeyleri<br />
toplamayla meşgul olan insan nasıl günah işleme-<br />
96<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
sin Yaratanı unutarak, türlü amel, kurnazlığıyla çoğalttığı<br />
kıymetli zenginliğinden kopardığı ölümden<br />
nasıl korkmasın<br />
Bize didar gerek dünya gerekmez,<br />
Bize ma’ni gerek da’vi gerekmez.<br />
Fakat onları yalan mutluluğa, geçici baht ve salihe<br />
kavuşturan bu dünyanın sahte sevgisi, Allah’ın<br />
sonsuz âleminin yanında, taşı eriten ebedi şefkatinin<br />
karşısında bir parça ekmek kadar değere sahiptir,<br />
Bu dünya bir lokmadır ağzında çiğnenmiş bil,<br />
Çiğnemişe ne durmak ha sen anı yuttun tut.<br />
İşte bu bir parça ekmeğe sahip olmak için insanoğlu<br />
her şeyi yapabilir. Yani, o kadar çirkin, o kadar<br />
edepsiz, o kadar uygunsuz davranışları sergiler,<br />
Danışman okur tutmaz derviş yolun gözetmez,<br />
Bu halk öğüt işitmez ne sarp zaman olısar.<br />
Her şeyin, her görünüş ve nesnenin çekirdeği<br />
olur. Onun dışında o çekirdeği gizleyip örttüğü kabuğu<br />
vardır. Çekirdek gerçeğin, kabuk ise yalanın<br />
sembolüdür. O yüzden yalan kabuğun içinde yatan<br />
gerçeği bulmak çok zordur. Yani, çekirdek – hakikat<br />
Allah’a, kabuk – yalan ise Şeytana doğru çekip<br />
durur.<br />
Netice olarak, hakikati göremeyen, Hakk’ın yüceliğini<br />
hissedemeyen, insanlar her zaman azap ve<br />
ıstıraptan kurtulamayıp ömür boyunca değirmen taşı<br />
gibi dönen yalan dünyanın çemberinde un gibi dağılmaktadır,<br />
Bu dünyanın misali benzer bir değirmene,<br />
Gaflet anın sepeti bu halk anda üğüne.<br />
Dünya bir değirmendir ol Çalab’a fermandır,<br />
Azrail’dir demişler ol unu üğüdene.<br />
Öyleyse, insanoğlu kader çemberinde un gibi<br />
parçalanıp, azap ve ıstıraba çökmemek için, hayatın<br />
anlamını öğrenip, doğru ve günahsız yaşamak için<br />
ne yapmalı<br />
Şaire göre, her şeyden evvel Yaratanı, ondan sonra<br />
başkalarını sevmek lazım:<br />
Severim ben seni candan içeri,<br />
Yolun ütmez bu erkândan içeri.<br />
Ama nasıl İlkin insan her zaman kendi düşüncelerinin,<br />
isteklerinin, hislerinin ve nefsinin nelere<br />
bağlandığını görmesi gerekiyor,<br />
Kerametim var diyen halka casusluk satan,<br />
Nefsin Müslüman etsin var ise kerameti.<br />
Maalesef, kendi istek, hislerini fark edemeyen,<br />
onları elinde tutma mekanizmasını öğrenemeyen,<br />
kendi iç dünyasına sımsıkı yerleşen BENİ’ni göremeyen,<br />
yani kendisinin kim olduğunu bilemeyen<br />
insanoğlu Allah’ı nasıl sever Onun yüceliğini kalbiyle<br />
hissedip işlediği günahlarından nasıl arınsın<br />
Niceler bu dünyada günahını yuyamaz,<br />
Ömrü geçer yok yere ey diriğa duyamaz.<br />
Çünkü,<br />
Bir nece kişilerin gaflet gözün bağlamış,<br />
Hak yoluna der isen bir yufkaya kıyamaz.<br />
O yüzden insanoğlu kendi isteği ile ya da iğneye<br />
oturtulan hayatın ağır tokadından korktuğu için<br />
Allah’a boyun eğip onun yüceliğine kulluk eder. Ya<br />
da ondan uzaklaşarak, şeytanın yedeklemesine uyarak<br />
hayat geçirir.<br />
İnsanlar Allah’a nasıl yakarıp onun kural ve nizamlarını<br />
nasıl gerçekleştirirler Dinin kanunlarını<br />
bilen, onun hakkında anlayışı olan, onun kudretine<br />
inanan insanlar genel olarak tutundukları din neyi<br />
talep ederse, onun esasında taparlar, onun istediğini<br />
yerine getirirler,<br />
Tecelliden nasip erdi kimine<br />
Kiminin maksudu bundan içeri<br />
Ama <strong>Yunus</strong> gibi dervişler sadece dinin talep ettiği<br />
kurallarla sınırlı kalmayıp<br />
Unuttum din diyanet kaldı benden,<br />
Bu ne mezhepdürür dinden içeri,<br />
diye seslenirler.<br />
Tek bir ifade ile bu dünyanın azabından kurtularak,<br />
eğlenceli hayatta yaşayıp ölümünden sonra<br />
cennete gitmeyi istedikleri için değil, ondan daha<br />
da önemli olan hakiki sevginin özünü anlamak için<br />
Allah’a yalvarırlar. Dervişler gerçeği dışarıdan değil,<br />
Hakk’ı sadece mescitte medresede ve hacda değil,<br />
kendi kalplerinde ararlar:<br />
Dervişlik baştadır taçda değildir,<br />
Hararet nârdadır saçta değildir.<br />
Ararsan Mevlâyı kalbinde ara,<br />
Küdüs’te, Mekke’de, hacda değildir.<br />
97<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Böylece, Hakk’ı kendi kalbinde bulan insanların<br />
iç dünyası huzurla dolar ve buz gibi<br />
donmuş yüreği erimeye başlar. Gönlü güneş<br />
gibi parlar,<br />
İşitin ey yarenler aşk bir güneşe benzer.<br />
Yavaş yavaş hakiki sevgiye ulaştığını<br />
fark eder,<br />
Senin kokun duydu canım,<br />
Terkini urdu cihanın.<br />
Ve aynı zamanda göğsünü kara taş gibi<br />
sertleştiren kötü duygu, düşüncelerden arındığını,<br />
hayat yolunun tastamam değişip yeni<br />
yola koyulduğunu hisseder,<br />
Aşkı var gönül yanar yumşanır muma döner.<br />
İşte bu dereceye ulaşanlar ancak <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> gibi öbür dünyaya “ölmeden” diri gider,<br />
Ma’ni eri bu yolda melul olası değil,<br />
Ma’ni duyan gönüller hergiz ölesi değil.<br />
Gerçekten kendini bulan ve Allah’ın<br />
ebedî aşkına kavuşan can ölür mü<br />
Âşık öldü deyi salâ verirler,<br />
Ölen hayvan olur âşıklar ölmez.<br />
Onun için <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> sevgi dolu göğsüyle<br />
bizi kucaklayarak şöyle demişti:<br />
Gelin tanış olalım,<br />
İşi kolay kılalım.<br />
Sevelim, sevilelim<br />
Dünya kimseye kalmaz!■<br />
KAYNAKLAR<br />
1. Memet Fuat, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, İstanbul 1998.<br />
2. Köprülü Fuat, Türk Edebiyatında İlk<br />
Mutasavıflar, Ankara 1991.<br />
3. Özbay Hüseyin, Tatçı Mustafa, <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> ile İlgili Makalelerden Seçmeler, Ankara<br />
1993.<br />
4. Tatçı Mustafa, <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Dîvânı – I (İnceleme),<br />
İstanbul – 1997.<br />
5. www. Guzelislam.com<br />
haykırış<br />
Dantelini örerim sert adımlarla sokakların,<br />
ahşap pencereler habercisi kırık bakışların<br />
Bakışlarda görürüm,<br />
farklı farklı da olsa aynı mana<br />
bak bacaların üstündeki nefes hırsızlarına<br />
kedileri korkutuyorlar<br />
yerin dibinden gelip yerin üstüne çıkıyorlar,<br />
Soruları aynı<br />
Cevapları aynı<br />
kıyamet dolu dizgin<br />
Dinle<br />
Sana sınırsızlığın cevabını veriyorum<br />
bir yaz bir gece<br />
öteki güneşlerle<br />
sonbahar çiçeğini<br />
başka yağmurlara benzetmeden<br />
perdelerin içinde<br />
perdelerin dışında üşüyorum,<br />
Ve gözlerin üzerimde<br />
Ve eğer kışın ortasındaysam<br />
Ve her telini zamana değişmiyorsam<br />
Yine her gece dinliyorsam seni<br />
zamana inat<br />
daha az gerçek olan ölüme inat,<br />
Eylemler haykırıyorum alabildiğine sonsuz<br />
İşte yaşıyorum,<br />
yaşamaksa zamanın penceresinde<br />
TAMER KAVURAN<br />
98<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
acemi<br />
içimde ağıt ırmağı tepemde bir şiir<br />
yazmadım diye bilmem kaç gündür<br />
suça çağırmakta beni yeniden<br />
hipotenüs değil hipotalamus<br />
ikiz kenar hiç değil tek yumurta ikizi<br />
matematikten sorulur madam<br />
gayriresmî çocuklar iskân mübadele<br />
banka hesapları bittabi mezar taşları<br />
kırbaç düşer at şahlanır<br />
savaş başlar koya çekilir kalyon<br />
mevsimlik işçiler tarla kuşları<br />
çukur ve tümsek aynalar<br />
güze sararan ayva cümle kurt kuş<br />
bildiğini sandığın şeyin<br />
acemisi olmaktır hayat<br />
leyli mekteplerde katran şairler<br />
küçük aşka derin acı çekerken<br />
değişti suların yatağı çoktan<br />
bitti şiirle devrim yapma hülyası<br />
şimdi şiirde devrim peşindeler<br />
KALENDER YILDIZ<br />
99<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
YUNUSÇASINA<br />
Bir mum gibi karanlığa<br />
Eriyip hem akmak gerek<br />
Âdem isen her mahlûka<br />
<strong>Yunus</strong> gibi bakmak gerek<br />
Bülbül gibi akça söz ile<br />
Çiçek gibi gökçe yüz ile<br />
Fırat’ı Dicle’yi aynı göz ile<br />
Aşk aynasında görmek gerek<br />
Birdir ana birdir baba<br />
Bu ayrılık nasıl ola<br />
Her çekende sağa sola<br />
Beş parmağa bilek gerek<br />
Kimi zengin yoksul kimi<br />
Kimi esmer beyaz kimi<br />
Hak Teâlâ’nın kıldığı gibi<br />
Sevmeye bir yürek gerek<br />
Omzumuzda nekir münker<br />
Gönle üçünç melek gerek<br />
İçimizdeki çer çöpü<br />
Kenara süpürmek gerek<br />
Urana karşı bir el gerek<br />
Durana karşı bir yel gerek<br />
Halktan Hakk’ı bilecek<br />
Zanaat ü meslek gerek<br />
Ol dervişi düşte gördüm<br />
İki elin bir işte gördüm<br />
Nefsim zor güreşte gördüm<br />
Cehl-i düşmen yenmek gerek<br />
MAHMUT BAHAR<br />
100<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Huuu<br />
OSMAN KOCA<br />
Cemreler tükeneli, insan öyküneli hayli zaman oldu.<br />
Eşikten girerken tıknefesti. Dile kolay, kılı kırk yararcasına geçen kırk yılın tortusu çökmüştü<br />
içine. Yutkundu. Gıdığını tıkayan, kalbine dokunan, dahası nefesini zora sokan tecimsiz dürtüler<br />
taşıyordu bağrında. Atmak istiyor ve fakat her isteyişi bahtsız yazgının restiyle ters yüz edilirken<br />
yüreğinde onatsız darbeler, feci izler bırakıyordu.<br />
Toprağa kürek, aşka yürek yaraşır evlat.<br />
Taptuk Baba her vakitki gibi secdegâhında. Alnını kaldırmadan, kalbinde misafir ettiği utkuları<br />
bir bir düğümleyip hakiki makamına ısmarlarken, çok zaman sonra ilk defa bu kerte ferahladığını<br />
duyumsayarak nemli yaşlar bıraktı kıblesine.<br />
Giren, hayır daha doğrusu girdiren mühimdi tabii. Gelen o idi. Altmış altı müridi arasında sevgisini<br />
en çok belli ettiği, dualarını alenen ünlediği, ferman buyurduğunda ilk onu bilip bellediği<br />
çember sakallı, gözleri kömür <strong>Yunus</strong>…<br />
Ridasını çıkarırken yüzü nar gibi kızardı. Haniyse kambura dönen sırtı yara bere içindeydi.<br />
Hocası, mürşidi, atası, müderrisi, kısası hayatı addettiği Taptuk Baba; ne nefes etti ne nazar.<br />
Ses etmedi <strong>Yunus</strong>. Yüksünmedi. Omzunu kanatan, morartıp çökerten odunların talaş, kırıntı ve<br />
dikenlerini içine gömerek çıkmak için izin istedi. Avluya vardığında koyu, kapalı bulutları öteleyen<br />
bir tek kervankıran idi.<br />
Kibir bet-huyu, fitne hay-huyu, safiyet bengi-suyu mesken tuttu.<br />
Kavil bu ya; diğer müritler onu çok kıskandı. Heyhat, gel gör ki karda iz süren sinsi çakallar<br />
gibi hiç ama hiç belli etmediler! Çıkanda <strong>Yunus</strong>’a güldüler, gidende ardınca söylendiler.<br />
Kazan kaynadı, gelin oynadı, hasetçiler kılükal ile boyandı.<br />
Bildi <strong>Yunus</strong>...<br />
İfk’i anımsadı…<br />
Ve utancın bin bir tonuyla yalpalandı…<br />
Dikildi yere yaşarı, yakarı yüklü gözleri son raddede.<br />
Sıracalı Mülevves ile Mendebur Münkir boş durmadılar. Çirkin, çatallı dillerini dışarı salarak<br />
ağılar kustular. Ağır, galiz gıybetler ettiler. Göz göre göre özbeöz kardeşlerinin ölü etlerini çiğnemekten<br />
sakınmadılar.<br />
101<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Gökte hilâl, yerde lâle, gönülde hâle…<br />
Akıl sır erdiremedi bu işe.<br />
Tez ve tiz elden çekildiler yatıya. Ne ki dinmedi<br />
iftiralar. Aslını astarını sormadan kananlar oldu.<br />
Pek azı el çekti fasıklardan.<br />
Ateş bacayı saranda çıktı halvetinden Taptuk<br />
Baba.<br />
Bildi idi, cahal’den…<br />
Gördü idi, hayal’den…<br />
İşitti idi, kal’den geldi.<br />
Fitneyi çıkartan iki kişi idi. Mülevves ile Münkir<br />
renkten renge girdi.<br />
Yumdu gözlerini Mürşit. Dudakları ketum, dilleri<br />
lal vaziyette iken sözleri hâlleşiverdi apansız.<br />
Sözüm ona kızına <strong>Yunus</strong>, göz dikmiş idi. Altmış<br />
altı şakirt sus pus iken:<br />
“İkiniz öne çıkın.” diye ünledi Haceleri.<br />
Yer yarılaydı da içinde kalaydım diyen yadsıyıcılar<br />
kadar kınandı iki bozguncu. Kuzgunlar tepeleniverdi<br />
başlarına. Kilitlendi diller. Titredi tenler.<br />
Utanarak bir adım öne çıktı <strong>Yunus</strong>. Konuşurken<br />
âdeta kırılarak dökülüyordu sözcükler mübarek ağzından:<br />
“Hocam, atam Taptuk Baba! Veballeri, günahları<br />
boyunlarına! Bırak gitsinler! Kıyma, kastetme<br />
canlarına!”<br />
Bir, müridi <strong>Yunus</strong>’a; bir, yerde debelenen iki<br />
müfside baktı Mürşit. Çekti içini. Kısıldı gözleri.<br />
Hazır kıta sözleri varmadı kıyıya. Döndü. Hiçbir<br />
şey demeden yeniden giriverdi uzletgâhına.<br />
Yangılar içinde devşirilen hayallerini akıl<br />
heybesinden çıkartıp ruhunun karanlık dehlizlerine<br />
salıverdiğinde bir nebze olsun rahatlamış hissetti<br />
kendini. Kesik kesik öksürdükten sonra çıktı<br />
dışarı. İçindeki ben’ini buyur edip onunla dertleşti<br />
uzun uzadıya. Zaman geçti. Geçerken de rüzgâr gibiydi.<br />
Henüz aykıldı güneş. Kalktı <strong>Yunus</strong>. Adam gibi<br />
adam, insan mı insan, sözünün eri, demem o ki bizim<br />
<strong>Yunus</strong>... Gözleri kan çanağına dönmüştü. Belki<br />
ağlamaktan, kim bilir belki de dünden arda kalanlardan.<br />
Öyle ya da böyle perçemini atsa da altın<br />
tepsi, daha mahcubiyetinden sıyrılabilmiş değildi<br />
<strong>Emre</strong>…<br />
Hayrı, Rabb ikram; şerri, insan davet etti…<br />
Ve urefa, eren, ulema tayfası bunu hep böyle<br />
bildi…<br />
Avluda telaş üstüne telaş… Koşan, koşuşturan<br />
müritlere bakılırsa mesele gayet büyük, epeyi ciddi<br />
olmalı diye düşündü Eren <strong>Yunus</strong>. Ağır ve lakin<br />
kendinden emin adımlarla vakıa mahalline gitti.<br />
İki adam yılan gibi sürünüp kavisler çiziyor<br />
kızgın kum üzerinde. Çıyan kadar siyah, simsiyah<br />
dilleri. Ve çatallaşmış sanki. Konuşmaya mecalleri<br />
yok. Dahası etli dudakları uçuk, patlak…<br />
Bildi görenler... Tepelerinde üç adam beliri beliriverdi<br />
ansız.<br />
Biri: “Akşamki lahanadan zehirlenmişler.” dedi.<br />
İkincisi itiraz etti: “Görmüyor musun akrep<br />
sokmuş dillerini.”<br />
Üçüncüsü hayli mütevekkil: “Gıybet zehriyle<br />
iftira dikeni sarıp sarmalamış kirli, kemiksiz dillerini.”<br />
Az geçti. Bir ağaç devrildi. Tamı düştü ocağın.<br />
Çökeldi zırvalar…<br />
Elif’in maksuresi düştü <strong>Yunus</strong> suretine bürünerek…<br />
Dal’landı, budak saldı, dikeldi ilkin<br />
ve akabinde serpildi… Mim’lendiğinde... Evet<br />
mim’lendiğinde… İşte ol vakit fehmedebildi:<br />
Mülevves ile Münkir inkâr etmişlerdi<br />
âdemliklerini… Yani adamlıklarını hiçe saymışlardı<br />
enikonu… İş bu sebepten kararmıştı dilleri,<br />
kalpleri ve her bir yerleri…<br />
Sesten öte böğürtü, tenden bet karartı -Çalap<br />
korusun- nâr’a mahsustur.<br />
Deyip şükür olsun için secdeye vardı hemen<br />
oracıkta Derviş <strong>Yunus</strong>…<br />
Hacesi Taptuk Baba’nın başı tavanda, gözleri<br />
tabanda idi o an…<br />
Müritler korkulu, kaygılı gözlerle bir ima, işmar,<br />
işaret beklediler…<br />
Her şeye rıza ve helallik vereceklerdi.<br />
Yeter ki bir kerecik de olsa çıksındı uzletinden<br />
Ataları Taptuk…<br />
Yahut gelsindi ve seslensindi yarenleri <strong>Yunus</strong>…<br />
Tek bir ima… Bir tek işmar… Bir tek işaret…<br />
Tekbir versinlerdi…<br />
Söz uçtu ve yazı kaldı bitimsiz küresinde yazgının…<br />
Mürşid ile müridi ‘dil-dil’e verip dilleştiler:<br />
“Huuu!”■<br />
102<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
KEMAL BATMAZ<br />
Kardeş Kalemler’in Ocak 2012 sayısı Türk<br />
dünyasında yılın edebiyat adamı seçilmesi<br />
sebebiyle Anar’a ayrılmış. Anar, kalemi ve kaleminin<br />
gücünü aldığı kültür birikimi açısından önemli.<br />
Anar Hoca, yılın edebiyat adamı seçilmesinin ardından<br />
Şubat 2012’de Elazığ-Azerbaycan Kültür ve<br />
Sanat Buluşması programı için Manas’ın davetlisi<br />
olarak Elazığ’a geldi.<br />
Birçok değerli yazar, şair ve düşünürü konuk<br />
eden Elazığ, bulunduğu coğrafyanın en önemli kültür<br />
şehirlerinden biri. Türk dünyasında kültür, sanat<br />
ve edebiyatla uğraşanların yolu bir gün Elazığ’dan<br />
geçecekti.<br />
Anar’ın Elazığ’a gelmesini fırsat bilip biz de<br />
<strong>Yunus</strong>’u konuşalım, <strong>Yunus</strong>’u soralım diyor, şair Ömer<br />
Kazazoğlu ile bir plan yapıyoruz. Anar Hoca’ya,<br />
Azerbaycan’ın Dede Korkutu’na “Ya nasip!” deyip<br />
yöneldik. Heybemizde kalem, kâğıt ve dergimiz; zihnimizde<br />
sorular… Gayemiz Anar Hoca’yı bulup sözden<br />
nasibimizi almak. Çünkü bizce <strong>Yunus</strong> sözün ustasıydı.<br />
Mevlana gibi yazılı olana sahip çıkacak kadar<br />
durağan değildi. Sözle öğretmişti her şeyi o kendine.<br />
Ve işe “Bilmem!” zikri ile başlamıştı. Biz de “bilmek”<br />
için yollardaydık.<br />
Ancak soralım demekle iş bitmiyor. Sormak için<br />
de bir hayli çaba sarf etmek gerekiyordu.<br />
Sabahın erken saatlerinde vardık Hocamızın kaldığı<br />
otele. Vardık varmasına da bize “Ne istersiniz”<br />
diye soran olmadı. Ama biz bu arada kendimize sorular<br />
sormaktan alıkoyamadık kendimizi:<br />
Acep <strong>Yunus</strong>’un sesi neden bu kadar güçlü duyulur<br />
idi Zamanı ve mekânı daha yaşadığı çağda aşan bir<br />
gönül, neyin nesi ola ki O nasıl bir dil gücüdür ki<br />
dervişin sinesinden kâh bal kâh yağ olup dökülür.<br />
Sözün sihrini anlamak için söze “sus” vermek lazım<br />
diye geçiyor içimden. “<strong>Yunus</strong>’un dili, aşkın dili;<br />
gönlü de aynası!” desek yanlış mı olur Sorularla<br />
avunuyor, sorularla oyalanıyoruz. Sonra bu işin kilidini<br />
açmak için İmdat Avşar’ı aramak lazım diyoruz.<br />
Ömer Hoca da arıyor İmdat Avşar’ı. Onu bulunca da<br />
tamama bir şey kalmıyor.<br />
Hemen telefonuna sarılıyor: “Anar müellim, aşağı<br />
düşesin hele!” diyor. Anar Hoca biraz yorgun olduğu<br />
için ancak Şeker Fabrikasında verilen yemekten önce<br />
bir araya gelebiliyoruz. Yani zihnimizdeki sorular bizi<br />
biraz daha meşgul ediyor. Bu kez Anar Hoca’ya soracağımız<br />
soruları tekrar ediyoruz. Bu sorular sadece<br />
bizim zihnimizi meşgul eden sorular olmamalı…<br />
Derken İmdat Bey sayesinde cevap verecek üç değerli<br />
sanatçı ile baş başa buluyoruz kendimizi.<br />
Konuklarımız Azeri Yazar Ejder Ol, Reşad Macid<br />
ve Anar Rızayev. İmdat Bey sayesinde hazırlanan ortamda<br />
bize de sorularımızı sormak kalıyor.<br />
Derviş <strong>Yunus</strong>’tan soracağız…<br />
-<strong>Yunus</strong>’u Azerbaycan’da Türkiye’deki kadar tanırlar<br />
mı diyoruz İlk cevap Anar Hoca’dan:<br />
Biz Fuzuli’yi, Nesimi’yi, Hatayi’i Azerbaycan ve<br />
Türk şairi saydığımız gibi <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi de Türkiye<br />
şairi ve Azerbaycan şairi sayıyoruz. Bizim kardeş dillerin<br />
zaman itibarıyla ilk en büyük şairidir. Ben <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> adını ilk Nazım Hikmet’ten işittim. O, babamın<br />
arkadaşıydı. Bizim evde kalırken <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin<br />
mısralarını okudu.<br />
“Ben <strong>Yunus</strong> u biçareyim<br />
Aşk elinden avareyim<br />
Baştan ayağa yâreyim<br />
Gel gör beni aşk neyledi.”<br />
Sonradan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin kitaplarıyla tanıştım.<br />
103<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Onları dilimizin büyük şairlerinden biri olarak değerlendiriyorum.<br />
Daha biz bir şey söylemeden Ejder Ol söze başlıyor:<br />
- <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Azerbaycan’daki Türklerin ve Türkiye<br />
Türklerinin, Oğuzların ortak bir sanatkârıdır.<br />
13. asırda dillerimizin sınırları ayrı değildi. <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’yi biz öz şairimiz sayıyoruz, siz de öz şairiniz<br />
sayıyorsunuz. Siz de bizimkisiniz biz de sizinkiyiz.<br />
Aynı köktür. Fuzuli gibi, Nesimi gibi bir Türk şairidir,<br />
diyor. Etkileniyoruz, Ömer Hoca alıp başını gidiyor<br />
İmdat Hoca ile. Duman vakti gelmiştir.<br />
Bu arada Reşad Macid <strong>Yunus</strong>’tan mısralarla giriyor<br />
söze:<br />
-Beni bende deme bende değilem<br />
Bir ben var bende benden içerü”<br />
Çocukluğumuzdan biz bu mısraları öğrenmişiz.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi bir Azeri şairi olarak kabul etmişiz.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> öyle bir değerdir ki bütün Türk dünyasının<br />
ortak bir şairidir. Orta Asya’da da Türkiye’de de<br />
biraz bilgisi olanlar onun dilini anlayabilirler. Ayrıca<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin Azerbaycan’da mezarı da vardır.<br />
<strong>Yunus</strong>’un bir irfan ve tasavvuf şairi olduğundan<br />
bahsediyor konuklarımız. Reşad Macid devam ediyor:<br />
-Azerbaycan şiirinde <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin şiirinin büyük<br />
tesiri vardır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> fikrimce Türk dünyasında<br />
genişçe tanıtılmalıdır. Biz hepimiz onu aynı derecede<br />
seviyoruz, muhabbet besliyoruz. O Türk kültür<br />
dünyasının öyle bir yüce zirvesi yüce dağdır ki bütün<br />
Türk dünyasından o yüce dağı görmek mümkündür,<br />
diyor.<br />
Anar Hoca:<br />
-Ben isterim ki bir gün Bakü’de de <strong>Yunus</strong>’un abidesi<br />
yücelsin. Çünkü o bizim ortak şairimizdir.<br />
Konuklarımız ağız birliği etmişçesine ayrı sözcüklerle<br />
aynı şeyleri söylüyorlar.<br />
Ömer Hoca tek başına dönüyor.<br />
-<strong>Yunus</strong>’u büyük bir coğrafyada tanıtan ve evrensel<br />
yapan değerler nelerdir, diyorum.<br />
Ejder Ol cevap veriyor:<br />
-<strong>Yunus</strong> bildiğiniz gibi öz halkını güzel bir şekilde<br />
ifade eden, yazan, gösteren bir sanatkâr hem de evrensel<br />
bir sanatkârdır. Öz halkının sevdiği sanatkârı<br />
dünya da seviyor. Sohbet insandan gelir ve insan her<br />
yerde insandır. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin dili çok sade, güzel ve<br />
şirindi ki her sade insan onun dilini anlayabiliyordu.<br />
<strong>Yunus</strong>’un fikri de aydındı sözü de. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> su gibi,<br />
hava gibi, toprak gibi doğaldı.<br />
Rejad Macid de görüşlerini ortaya koyuyor:<br />
-Türk dünyası için değeri dilinin kolaylıkla anlaşılmasıdır.<br />
Onun şiirinin felsefi, derin özellikleri var.<br />
Mevlana seviyesinde bir hayata bakış ve sistem söz<br />
konusu <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’de. Her mısrası insanı felsefi derinliklere<br />
çekmektedir. Bu sebeple büyük düşünceler<br />
sistemini taşıyor mısraları. Dünya da insanın içine<br />
seslenen bu tür söyleyişlere daha çok ilgi gösteriyor.<br />
Ve giderek de artıyor.<br />
Anar Hoca son noktayı koyuyor:<br />
-Celaleddin-i Rumî’den de gelen değerlerdir bunlar.<br />
İnsanlığı barışa çağıran fikirlerdir. Dünyanın<br />
faniliği hakkında “Biz gider olduk kalanlara selam<br />
olsun.” düşüncesi ile yaşamak düşüncesi <strong>Yunus</strong> için<br />
de karakteristik bir seciyedir.<br />
“Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı<br />
Söz ola ağulu aşı /Yağ ile bal ede bir söz”<br />
dörtlüğü ile söze girip bu dizeler hakkında ne düşündüklerini<br />
soruyoruz konuklarımıza:<br />
-İnsanın düşüncesi sözünde ortaya çıkar. Ne düşünürse<br />
onu sözle söyler. Bütün savaşları da söz başlatır,<br />
silahlar değil. Bir ateş emri verilir, sonra vuruş<br />
başlar. Nitekim dünya da sözle başlar “ ol” der Rabbimiz<br />
ve dünya yaratılır. Sulhlar da sözle başlar. Neredeki<br />
aşk var, sulh var, Allah aşkı var, orada <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> var. Savaşın, kinin olduğu yerde de <strong>Yunus</strong> emre<br />
yoktur, diyor Ejder Ol.<br />
Anar Hoca, Şairlerimiz, Nesimi, Fuzuli, <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> söz hakkında çok şiirler söylemişler. Ben de<br />
bunları paylaşıyorum, diyor ve <strong>Yunus</strong>’tan etkilenerek<br />
yazdığı şiiri okuyor bize:<br />
Geçip gitti ömrüm benim<br />
Yeller esip geçmiş gibi,<br />
Ömrün sonu kaçınılmaz<br />
Felek kefen biçmiş gibi.<br />
İstedim deryada yüzem<br />
Kartal gibi gökte süzem<br />
Öyle bildim ölümsüzem<br />
Ab-ı hayat içmiş gibi.<br />
Yıllar geçti bir an gibi<br />
Cellât yoktur zaman gibi<br />
Hayat bir uykuymuş meğer<br />
Bize gelir olmuş gibi<br />
Anar Hoca: <strong>Yunus</strong>’un şiirlerinin dili Dede Korkut<br />
diline yakındır. “Hanım hey” ifadesi hem <strong>Yunus</strong>’ta<br />
hem de Dede Korkut’ta vardır. Her ikisinin dilinde de<br />
Arapça sözleri çok azdır. Dilin temizliği bakımından<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> Dede Korkut’a çok yakındır, diyor.<br />
Dil ile başlıyoruz söze ve dil ile bitiriyoruz sözü.<br />
Anar Hoca’ya, Ejder Ol ve Reşad Macid’e teşekkür<br />
ediyoruz. ■<br />
104<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
VAQIF MEMMEDOV<br />
Aşk yalnız insanın<br />
kalbinde değil,<br />
bütün vücudunda,<br />
varlığındadır. Hiç<br />
kimsenin küçük bir<br />
şüphesi olamaz ki,<br />
hayatta bulunan her<br />
şey aşka bağlıdır,<br />
eğer ararsak her<br />
şeyde, her tarafta<br />
aşk vardır. Kısacası<br />
dünya, hayat aşkın<br />
varlığı üzerine<br />
kurulmuştur.<br />
Klasik Türk şiirinin en önemli yüzlerinden olan<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> eserlerinde aşk-sevgi motifleri,<br />
daha kabarık şekilde kendini gösteren, daha çok dikkat<br />
çeken mevzulardandır. Mecnun’u divane yapıp çöllere<br />
düşüren aşk <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’yi de yaka yaka bir ömür yaşatıp<br />
ününü namını birkaç yüzyıldan geçirerek ona öyle<br />
bir ölümsüzlük verdi ki, o aşk yüzünden kana boyanan<br />
hayatında hem aşk hem divane olduğunu ömrünü yana<br />
yana geçirdiğini itiraf ederek bunun asıl nedenini de aşkta<br />
görüyordu.<br />
Yürürеm yana yana<br />
Аşk boyadı beni kana.<br />
Ne aşıkem ne divana<br />
Gel gör bana aşk neyledi!<br />
Aşk yolunun bütün azaplarını acı ve sızılarını göre<br />
göre “Aşk <strong>Yunus</strong>u eyledi lâl, benim kanım aşka helâl”<br />
deyip kanını aşk uğrunda helâl sayıp şairin aşka bakışı<br />
bir sıra özellikleriyle kendinden önceki ve sonraki<br />
âşıklardan farklandı.<strong>Yunus</strong>’a göre hayatta aşktan öte<br />
aşksız hiçbir şey yoktur. Aşk bir güneş gibi ışık saçarak<br />
dünyanı ışıklandırıyor, aynı zamanda şairin düşüncesi<br />
105<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
öyleydi ki, aşksız bir kalple sıradan siyah bir taş<br />
parçası arasında hiçbir fark yoktur.<br />
Eşidin ey yarenler<br />
Aşk bir güneşe benzer.<br />
Aşkı olmayan gönül<br />
Misali taşa benzer.<br />
Aşk öyle bir ilahi mucize, öyle bir efsanedir ki,<br />
hiçbir kuvvetin sahip olmadığı güç onda var.Yani<br />
gözle görülmeyen, yalnız insanın içini yakan, onu<br />
divane eden aşkın, dağları yakıp kül etmek, kalplere<br />
yön bulmak, sultanları köle yapmak, denizleri<br />
kaynatmak, dilsiz taş ve kayaları konuşturmak gücü<br />
bile vardır. Aşkın bu özelliklerini ise <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong><br />
gibi aşk fedaileri görür ve gördüklerini de edebî bir<br />
biçimde anlam kazandırır.<br />
Dağa düşer kül eyler,<br />
Gönüllere yol eyler.<br />
Sultanları kul eyler,<br />
Cüretlü nesnedür aşk.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için var olanların her zerresindedir<br />
aşk. Yer yüzünde bulunanların hepsini arayıp aşkın<br />
varlığını görebiliriz. Aşk yalnız insanın kalbinde değil,<br />
bütün vücudunda, varlığındadır. Hiç kimsenin<br />
küçük bir şüphesi olamaz ki, hayatta bulunan her şey<br />
aşka bağlıdır, eğer ararsak her şeyde her tarafta aşk<br />
vardır. Kısacası dünya, hayat aşkın varlığı üzerine<br />
kurulmuştur.<br />
Sorar isen aşk kandadur,<br />
Kanda istersen andadur.<br />
Hem gönülde hem candadur ,<br />
Hiç kalmadı gümanumuz.<br />
Şairin düşüncesi budur ki, aşka tutulanların<br />
mekânı ,yeri de belli değil. O öyle bir ateşte yanıyor<br />
ki , dere ,tepe, yer, gök, derya, okyanus ona yurt,<br />
mekân gibidir. Bunun için de <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> aşka<br />
tutulanın mekânını böyle anlatıyor:<br />
Ey yarenler, ey kardeşler<br />
Sorun bana kanda idim.<br />
Aşk denizine daluban<br />
Deryayı ummanda idim.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> aşkın kutsallığını bir de onda görüyordu<br />
ki aşkı ebedi ,ölmez gibi düşünüyor , onun<br />
kanaatince aşka tutulanlar, âşıklar için “öldü’ kelimesini<br />
kullanmak yanlıştır. Çünkü âşıklar ölmez,<br />
ebedi yaşarlar. Böyle bir kanaate sahip olan şair,<br />
insanları da âşıkların ölümsüz olduğuna inanmaya<br />
davet ediyor ve bu davete ebedi gülüş duygusu ilave<br />
ediyordu.<br />
Âşık öldü deyü sela verirler ,<br />
Ölen hayvan olur âşıklar ölmez.<br />
Şairin fikrince eğer insan sevebiliyorsa onun<br />
kalbinde herhangi birine veya insanlara karşı sevgi<br />
varsa, o ölümsüzdür. <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için aşk ateşi<br />
hiçbir ateşe benzemez ve o ateşin yerini hiçbir ateş<br />
dolduramaz, onun yerine geçemez.. Aynı zamanda<br />
aşk ateşinin özelliği de şurasındadır ki bu ateşe<br />
düşenlerin yankısı, göklere kalksa bile “yanıyorum”<br />
demez ve kaderiyle, bu ateşin verdiği işkence ve<br />
ıstıraplarla barışırlar. İşte aşk ateşinin muhteşemliği<br />
de bu ateşte kavrulanların şikayet etmemesi,<br />
“yandım” dememesidir.<br />
Aşk oduna var mı evez<br />
Ona yanan yandım demez.<br />
O od bu oda benzemez.<br />
Hiç bilinmez zebanesi.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’nin canlandırdığı bu aşk ateşinin<br />
içinde yananlar hem bununla gurur duyar hem de<br />
kendilerini aşkın kölesi gibi görür, hatta bu ateş<br />
içinde yanıp küle dönse bile buna üzülmez, kendi<br />
kanını aşka helâl etmekten bile çekinmezler.<br />
Biz hepimiz aşk kuluyuz,<br />
Aşktır bizim sultanımız.<br />
Ger aşk ile ölür isek<br />
Aşka helâldir kanımız.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> aşk anlamına göre aşkın kulu olup<br />
aşkı uğrunda kendini feda edenlerin kanını aşka<br />
helâl etmesinin bir nedeni de şudur ki aşk insanı<br />
kutsallaştırır, bir tür basitlikten, normallikten<br />
çıkarıp bambaşka gizemli, sırlı bir dünyaya götürür.<br />
Aşka tutulan kimse o andaki yerin, göğün, tabiatın,<br />
denizlerin izlemine kapılıp onları hiç kimsenin<br />
görebilmediği farklı bir tarzda görüyordu. Kendi<br />
gizemli bakışlarıyla aşkın ona verdiği ilahi güçle<br />
hatta denizlerden su alıp da onu göklere ulaştırıyor,<br />
bulutları seyrederken yağmura dönüşüp tekrar<br />
dönüyor, kâh yıldırım olup düşüyor kâh da gökte meleklerle<br />
buluşuyor ki bütün bunlar da aşkın gücüyle<br />
mümkün oluyor.<br />
106<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
Haber eylen âşıklara<br />
Aşka gönül veren benim.<br />
Aşk bahrisi olubanı<br />
Denizlere dalan benim.<br />
Deniz yüzünden su alıp<br />
Suyu veririm göklere<br />
Bulutları seyran edip<br />
Arşa elbet varan benim.<br />
Yıldırım olup şakıyan,<br />
Gökte melayik dokuyan,<br />
Bulutlara hükm okuyan<br />
Yağmur olup yağan benim.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>’ye göre insanın gelişmesi, onun<br />
hayatı anlaması da aşkla bağlıdır. En saf insan bile<br />
aşka tutuluyor. Aşk kazanında kavrulduktan sonra<br />
her şeyi anlıyor. Onun aklı, düşüncesi, dünyayı anlama<br />
tarzı değişiyor .O iyiyi kötüden ayırt edebiliyor,<br />
böylelikle aşka tutulmakla insan her ne kadar ıstırap<br />
ve heyecan dolu günler, anlar geçirse de o insan gibi<br />
gelişiyor ve hayatı anlıyor.<br />
Esritti aşka düşürdü,<br />
Ben ham idim aşk pişirdi,<br />
Aklımı başa devşirdi,<br />
Hayrı şerden seçer oldum.<br />
İşte bu yüzden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>, aşkı hiçbir şeyle eşit<br />
tutmaz, hiçbir şeyle kıyaslamaz, yalnız bu dünyada<br />
değil hatta öbür dünya da bile aşkın yerini hiçbir<br />
şeyin alamayacağını iddia eder.<br />
Aşk hiçbir nesneye<br />
Mesel bağlasam olmaz.<br />
Dünyada, ahirette<br />
Ne dutisar aşk yerin!<br />
Şairin bir samimi itirafı da böyledir ki o aşkı<br />
tarikattan ve dinden yüce tutuyor . Aşkı kendi<br />
tarikatı, dini gibi görüyordu. Aynı zamanda <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>, anlamına göre aşkı kendi dostunu (sevdiğini)<br />
gördüğü gün ona ölüm günü olsa bile ona düğün<br />
dernek gibi gözüküyor, böylelikle şair için en azaplı,<br />
işkenceli günleri bile güzelleştirebiliyor, hatta aşk<br />
ölümü düğün biçiminde göstermek gücüne sahiptir.<br />
Ey âşıklar, ey âşıklar<br />
Aşk mezheb ü dindir bana<br />
Gördü gözüm dost yüzünü<br />
Yas kamu dügündür bana.<br />
Diğer bir siirinde de <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> aşka tutulanlardan<br />
hiç din konusunda sormak haceti olmadığını<br />
itiraf etmekle beraber aşkın en yüce, en yüksek<br />
din olduğunu söylüyor. Çünkü sevenin gözü, gönlü<br />
hep kendi sevdiceğini arıyor ve aşktan başka onun<br />
gözüne hiçbir şey gözükmüyor. Bu yüzden seven için<br />
din, diyanet, tarikat yalnız aşktır.<br />
Din u millet sorar isen,<br />
Âşıklara din ne hacet!<br />
Âşık kişi harab olur,<br />
Âşık bilmez din diyanet.<br />
Âşıkların gönlü, gözü<br />
Maşuk deyi gitmis olur,<br />
Ayruk suretde ne kalur<br />
Kim kılısar zühd ü taat.<br />
<strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> için aşk kutsal temiz ve erişilmez<br />
olduğu gibi aynı zamanda uzun ömürlü ve ebedi<br />
var olandır.Yani insan, beşer evladı zaman zaman<br />
dünyadan göçüp gitse bile aşk ebedi olarak kalıcıdır.<br />
Yaşar ve ölümsüzleşir.<br />
Çünkü aşk hiçbir var devletle, dünya nimetiyle<br />
eşit konulmaz. Her bir maddi cisimden arınmış bir<br />
varlıktır. Hem de öyle bir varlıktır ki herkesin kalbine<br />
sahip olabiliyor. Aynı zamanda tüm yönler içinde<br />
aşkın kendine has bir yönü vardır ki bu da yalnız<br />
aşka özgüdür. Aşkın yönünü rüzgârlar da zaman da<br />
etkiliyemiyor, aylar, yıllar bile aşkı eskitebilmiyor.<br />
Âşıkların ne kim varı,<br />
Tecrid gerekdür arada<br />
Her nesneye ol hükmeder,<br />
Her yol içinde yolı var<br />
Niceler aydur <strong>Yunus</strong>’a<br />
Çün kocaldın, aşkı kogıl<br />
Ruzigâr uğramaz aşka,<br />
Aşkın ne ay u yılı var….<br />
XIII- XIV yüzyıllar Türk şiirinin en yüksek<br />
zirvelerinden <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> insana ve aşka böyle yüksek<br />
bir değer vermesinin sonucudur ki onun kendisi<br />
de 700 yıldan fazla bir zamandır ki insanların büyük<br />
sevgisini kazanarak günümüze kadar gelmiştir ve<br />
tam gönül rahatlığıyla söylemek mümkündür ki ne<br />
zamana kadar insanoğlu mevcut, aşk var, <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong> her zaman var olacaktır.■<br />
107<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
NACİ GÜMÜŞ<br />
İnsanın yaradılışından beri onu içten içe saran,<br />
bütün canlıları besleyen manevi gıda<br />
“sevgi” günümüze dek ilahi tesiriyle dertlere<br />
şifa, hastalara deva, âşıklara vefa kaynağı oldu.<br />
Kıyamete kadar da hayatın dinamizmi sevgi<br />
olacaktır. ”Diriliş”e sebep, murad’a götürecek<br />
hedef, yine hep sevgi olacaktır. İnsanın Allah’a<br />
yönelişi, yalnız onun hasretiyle yelkenler açması,<br />
duygularının kanatlanması sevgidendir. Çünkü<br />
Allah insanı yeryüzünün en şerefli mahlûku<br />
olarak severek yaratmıştır. Mecnun’un destanlaşması,<br />
Emrah’ın kalıcılığı, Kerem’in takati,<br />
Ferhat’ın dağlar delmesi ve daha nice aşk kahramanlarının,<br />
yüzyıllarca unutulmaması ruhlarının<br />
sevgiyle mayalanmasındandır.<br />
Çöller ve bozkırlar, toprağın bağrındaki tohumlar<br />
yağmura ne kadar muhtaçsa, çağın bunalttığı<br />
insanoğlu da sevgiye o denli muhtaçtır.<br />
Sevgi yoksunu ruhların yükselmesi imkânsızdır.<br />
Çiçekler ve kelebekler, güller ve bülbüller sevgiyle<br />
gerilir, kuşlar sevgiyle uçuşur. Bebekler<br />
annenin şefkat dolu kucağında sevgiyle büyür.<br />
Gönüller kapısının anahtarı sevgidir. Mutlulu-<br />
ğun, huzurun ve güvenin şifresidir sevgi.<br />
İnsan ile sevgi arasındaki münasebet neyse,<br />
<strong>Yunus</strong> ile sevgi arasındaki münasebet de<br />
odur. Sevgi denince hemen ilk akla gelen <strong>Yunus</strong><br />
<strong>Emre</strong>’dir. Yaradılışın manasını nasıl sevgide<br />
buluyorsak, insanlık sevgisini de <strong>Yunus</strong>’ta buluyoruz.<br />
Horasan’dan kopup gelen sevgi yumağı,<br />
Anadolu peteğine dolan bal gibidir <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>...<br />
İnsanları ilk önce gönüle çağırarak;<br />
“Gönül Çalab’ın tahtı<br />
Çalab gönüle baktı”<br />
diyen <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong>,<br />
“Ben gelmedim davi için<br />
Benim işim sevi için<br />
Dostun evi gönüllerdir,<br />
Gönüller yapmaya geldim”<br />
diyerek insanları gönülden ağırlamakta, dili ile<br />
üslubu ile iletişim kurarak gönüllere sevgi nakşetmektedir.<br />
108<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
“Elif okuduk ötürü,<br />
Pazar eyledik götürü<br />
Yaratılanı hoş gördük,<br />
Yaratandan ötürü...”<br />
dörtlüğü bile yalnız başına onun dünya görüşünü,<br />
insanlık sevgisini anlatmaya yeterdir. İnsanlar<br />
arasında fark gözetmediğini;<br />
“Yetmiş iki millete bir göz ile bakamayan,<br />
Şer’in evliyasıyla hakikatte asidir”<br />
beytiyle anlatırken ayrımcılık yapanların, renk<br />
dil, ırk ayrımı yapanların Müslüman gözükseler<br />
de Allah’a karşı gelmiş sayılacaklarını ima eder.<br />
Asırlardır Türk milletinin gönlünde yaşayan,<br />
adı, şiirleri dilden dile dolaşan <strong>Yunus</strong> <strong>Emre</strong> sadece<br />
bir şair değildir. Ermişliğinin yanında derin<br />
bir tefekküre sahip, hakka çağıran bir gönül<br />
eridir. <strong>Yunus</strong>’ta engin ve zengin bir sevgi vardır.<br />
O, “sevelim sevilelim” derken bunu fizikötesine<br />
taşırır ve “Yaratılanı sev yaratandan ötürü “<br />
mısrasıyla, fani varlıkla mutlak varlık arasında<br />
sağlam bir köprü kurar.<br />
“Gözsüze fısıldadım, sağır sözüm anladı<br />
Dilsiz çağırıp söyler dilimdeki sözümü”<br />
demekle bu sevginin dışında kimseyi bırakmıyor.<br />
Ve <strong>Yunus</strong> âşıktır. Öyle ki aşk ile her şeyin<br />
son bulacağına inanır:<br />
“Aşk gelecek cümle eksikler biter”<br />
<strong>Yunus</strong>’un sevgisi toplum varlığından uzak<br />
pasif anlamda bir duygu değildir. Ne dediğini,<br />
nereye varmak istediğini gayet iyi bilir:<br />
“Fukara kalbine her kim dokuna<br />
Dokuna sinesi Allah okuna...”<br />
<strong>Yunus</strong>’a göre aşk yalnız Allah’a yönelmektir.<br />
“Cennet cennet dedikleri,<br />
Birkaç köşkle birkaç huri<br />
İsteyene ver onları<br />
Bana seni gerek seni”<br />
mısralarında sevgi adına Allah’ı arzuladığını<br />
ve kendini aştığını anlıyoruz. ”Allah sevgisi”ni<br />
ibadet olarak gören <strong>Yunus</strong>’a göre; insanlar sevilmelidir,<br />
çünkü ruh yönüyle Allah’tan gelme<br />
varlıklardır. Ruh kendisi kadar devamlı olan bir<br />
mutluluk için yaratılmıştır.<br />
“<br />
İşitin ey yarenler, aşk bir güneşe benzer<br />
Aşkı olmayan gönül bir kara taşa benzer”<br />
<strong>Yunus</strong>'un dünyası sevgidir, ona göre hayatın<br />
gayesi, hikmeti de sevgidir. Allah sevgisi. İnsan<br />
bu sevgiyi kâinatta her varlıkta müşahede edebilir.<br />
Onun için <strong>Yunus</strong>’un dünyasında varlıklar<br />
önemli bir yer tutar. Bilhassa bitkiler içinde çiçek,<br />
mevsimler içinde bahar apayrı bir yer tutar.<br />
Gül bu baharda gülüverir:<br />
“Varam ol dosta kul olam hem açıluban gül olam<br />
Hem ötüp bülbül olam, turağım gülistan ola...”<br />
Bu gönül dünyasında:<br />
“Hep baharlar açılır,<br />
Tespih okur çiçekler<br />
Biribirinden seçilir<br />
Tespih okur çiçekler”<br />
ve bu güzellik içerisinde;<br />
“Zerrin çiçek zikreder<br />
Mor menekşe şükreder<br />
Cümle bağlar, bahçeler<br />
Tesbih okur çiçekler”<br />
Bu güzel adamın, bu güzel sesi Hadid suresindeki<br />
“Göklerde ve yerlerde ne varsa hepsi<br />
Allah’ı tespih eder. Aziz ve halim olan odur.<br />
Gökleri ve yerlerin hâkimiyeti onundur. Diriltip<br />
yaşatan odur. O her şeye kadirdir.” ayetinin tebliğidir.<br />
<strong>Yunus</strong> bu mısraları insanlara ebedi hayatı kazandırmak<br />
için, iki dünya mutluluğuna götürecek<br />
bir yol açmak için okumaktadır.<br />
“Vatan bize cennet dürür, yoldaşımız ol Hak dürür<br />
Haktan yana yönelerek diğer yollar dardır<br />
bize”■<br />
109<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
ERSOY KUTLUK<br />
Güneşin ışıklarıyla yaşlı küremizi her gün<br />
yorulmadan aydınlatma çabasına benzer<br />
bir gayretle, bilim adamları da tarih boyunca dünyamızı<br />
anlamaya ve anlatmaya çabalamışlardır.<br />
Modern dünyanın hızlanan ritmi, bu çabaları bazen<br />
boşa çıkardıysa da, bazen de düşünsel zaferlere şahit<br />
olmamıza engel olamamıştır. “Devrimlerin ve<br />
evrimlerin anaforunda” dönüşünü sürdüren gezegenimizin<br />
seyir defterini yazabilme isteği, bu zaferlere<br />
giden yolda düşünürler için çekici bir unsur<br />
olma özelliğini daima korumuştur. Bütün bu süreçte<br />
tükenen kâğıtlar ve kalemler hiç durmadan yenilenmiş,<br />
seyir defterinin kâtipleri ise sürekli değişmiştir.<br />
Belki de ‘kaderin garip bir cilvesi’ denebilecek<br />
rastlantılar, hep insanların ihtiyaç duydukları anlarda<br />
“görünenin arkasında ve ötesindeki gerçekleri”<br />
onlara cömertçe sunan önemli eserleri ve mütefekkirleri<br />
ortaya çıkarmıştır. Şüphesiz ki bu nitelikteki<br />
eserler ve yazarları hiç de kolay zuhur etmemiş, “özgün<br />
bir macera” sonucu insanlığın karşısına çıkmışlardır.<br />
Bu maceraların ise, türlü çile ve zorluklarla<br />
dolu olmakla birlikte, sevinç ve güzel sonuçlarla da<br />
tamamlanabildiği kulaktan kulağa söylenegelmiştir.<br />
İşte böyle nev’i şahsına münhasır bir insan ve onun<br />
çok özel olduğunu aklen ve ruhen tasdik ettiğim<br />
eseri beni bu satırları yazmaya mecbur etti. Bu çok<br />
özel eserin hazırlanma safhasının bir kısmında ve<br />
sonuca ulaşıldığı anlarda bulunmaz zamanların ve<br />
tarihin içinde olduğum hissi yine bu mütevazı yazının<br />
kaleme alınma sebeplerinden biri oldu. Ayrıca<br />
bahsedilenin hususiyetinin bahsedenin sözlerine ve<br />
satırlarına yansıyacağı umudu da bu kararıma tesir<br />
etti.<br />
Üniversite yıllarımda kurak zihnimde bilim ve<br />
gelişim fikrinin yeşermesinde son derece önemli<br />
bir rol sahibi olan, söylem-iş birlikteliği şahsında<br />
somutlaşan, insanlık ideallerinin hâlâ yaşadığını<br />
sevinerek kendisiyle ve kendisinde anladığım<br />
müstesna bir insanı sizlere bir nebze tanıtmak<br />
isterim. İnsan yetiştirmenin yaşadığı topluma ve<br />
tüm insanlığa pozitif bir değer katacağı bilinciyle<br />
üniversitedeki derslerimize giren; bu yönde maddi<br />
ve manevi hiçbir fedâkârlıktan kaçınmayarak farklı<br />
iklim koşullarında herhangi bir ücret beklemeden<br />
gelişimimize katkıda bulunan; Mülkiyelilik<br />
kimliğiyle yönetim bilimleri ve uluslararası ilişkiler<br />
alanlarında ufkumuzu açan, tıp bilgisiyle de insanı<br />
psiko-sosyal boyutlarıyla tanımamızı sağlayan<br />
hocam Dr.Mehmet Hişyar Korkusuz’u tam da yukarıda<br />
işaret ettiğim özgünlükteki bir maceranın<br />
110<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
içinde yol aldığı esnada tanıma şansını yakaladım.<br />
Yolculuğuna katılma cesaretini nasıl bulduğumu bilemediğim<br />
süreçte umudun, özgüvenin, ideallerin,<br />
fayda vermenin, sevinmenin ve hüzünlenmenin,<br />
yetişmenin ve gelişmenin ve de tabii ki sürekli yükselen<br />
bilimsel çıtaların şahidi oldum. Onunla kitabı<br />
aracılığıyla tanışanların da zaten bu özgün seyri hissedeceklerine<br />
inanıyorum. Yeni doğan eserin rahmi<br />
hükmündeki yazarın, okunan her kelimede daha iyi<br />
tanınacağı düşüncesiyle bu kısa ama özel bilgileri<br />
noktalayarak onun eserinden de sadece ana çizgileriyle<br />
bahsetmek istiyor, okuyucunun heyecanını<br />
kitapla buluştuğu ana saklamasını istiyorum.<br />
“Mukaddime’den Muahhire’ye: Modern<br />
Dünya’nın, Ulus-Devlet’in, Din’in ve Milliyetçiliklerin<br />
Ekonomi, Kültür ve Siyaset Atlası” adlı eser<br />
Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü<br />
Siyaset ve Sosyal Bilimler Bölümü doktora programında<br />
24 Ocak 2011’de tez jürisi tarafından büyük<br />
bir takdirle kabul edilen ve kitaplaştırılarak basımı<br />
genç bir yayınevi olan Bilge Kültür Sanat tarafından<br />
tam bir yıl sonra 24 Ocak 2012’de gerçekleşen<br />
yepyeni bir çalışma. Eser ilk bakışta görünen özellikleriyle<br />
dahi son derece etkileyici. Kitap okuru<br />
zâhir ve bâtının doku uyumunu yansıtan kapağı ve<br />
kişiyi eseri okumaya yönelten çarpıcı arka kapak<br />
yazısı ile karşılamakta. 816 sayfalık kitapta 850’yi<br />
aşan kaynaktan yararlanılmış ki, bu özelliğiyle<br />
kaynakça araştırmacılara son derece yararlı<br />
olabilecek bir zenginlik sunmakta. Kitap, okurların<br />
ve bilimsel çalışma yapanların işini olağanüstü<br />
düzeyde kolaylaştıracak olan yaklaşık 5600 ana ve<br />
tali maddeden oluşan detaylı bir indeksi de ihtiva<br />
etmekte.<br />
Eser, yazarının ifadesiyle “İbn-i Haldun’un<br />
‘Mukaddime’sine modern ve post-modern çağın<br />
realitesini de içerecek bir kapsam ve zenginlikte<br />
‘Muahhire’ (sonuç, sonra gelen, başarıyla tamamlanıp<br />
nihayetlenen anlamında)” olması umuduyla<br />
kaleme alınmış. Otuz yıllık entelektüel birikimin<br />
cömertçe sunulduğu çalışma, içeriği açısından değerlendirildiğinde<br />
“düşünsel bir zafer”le karşılaşılmakta;<br />
zengin dil ve anlatımıyla Türkçenin kullanımında<br />
zirvelere çıkıldığı müşahede edilmektedir.<br />
Modern dünyanın gen haritasını bilimsel bir<br />
operasyonla ortaya çıkaran yazar, eseri beş ana bölüm<br />
üzerine inşa etmiştir. Birinci bölüm çağa nüfuz<br />
eden milliyetçilik ideolojisinin gelişimini, teorik ve<br />
pratik tüm boyutlarını, farklı tezâhürlerini, bilhassa<br />
modernite ile ilişkisini çok yönlü ele almak suretiyle<br />
kurgulanmıştır. Bu bölümün ilk kısmında okuyucu<br />
sabırla üzerinde durulması gereken bir teorik arka<br />
plan bilgisiyle teçhiz olmakta, kavramsal derinliğe<br />
ulaşmakta ve flu ideolojik ekran ince bir ayarla<br />
netleşmektedir. Bu kısım, ilgili alanlarda araştırma<br />
yapanlar açısından düşünüldüğünde ise Gellner’den<br />
Anderson’a, Carr’dan Hobsbawm’a, Kedourie’den<br />
Calhoune’a, Erikson’dan Hayes’e, Herder’den<br />
Fichte’ye, Popper’dan Kuhn’abilimsel bir geçit töreni<br />
ve akademik bir şöleni andırmaktadır. Birinci<br />
bölümün ikinci kısmı ise günümüzün sosyolojik,<br />
ekonomik ve politik sistemini anlamlandırma yolunda<br />
büyükçe bir adım atmamızı sağlıyor. Modernlik-milliyetçilik<br />
ilişkisi; tarihsel gelişimi içinde ekonominin<br />
dönüşümü, endüstri devrimi, kapitalizmin<br />
karakteristikleri; bu mühim tarihsel süreçte yaşanan<br />
devrimler ve savaşlar; bir politik illüzyon olarak<br />
propagandanın ideoloji ve çıkarların meşruiyet ve<br />
kazanımları istikametinde fütursuzca kullanımı bu<br />
kısımda konu edilmekte, zihinsel efor yüklü her bir<br />
satır bilgi ufuklarımızı açtıkça açmaktadır.<br />
İkinci bölümde yazar bir hazine ararmışçasına<br />
girdiği ‘İslâm Medeniyet Denizi’nden çağa ve<br />
ötesine ışık tutan eşsiz inci İbn-i Haldun’u bularak<br />
su yüzüne çıkmakta, onu eseri boyunca hünerle işleyerek<br />
geleceğe sunulan nadide bir armağana dönüştürmektedir.<br />
İkinci bölümün ilk kısmında İbn-i<br />
Haldun’un yetiştiği ortam, hayatı ve ‘Mukaddime’si<br />
ele alınmakta, bilhassa geliştirdiği ‘asabiye’ kavramı<br />
üzerinde durulmaktadır. Yazarın ifadesiyle asabiye<br />
kavramı “Türkiye başta olmak üzere İslam dünyası<br />
ve dünyanın birçok bölgesindeki sosyal hareketlerin<br />
anatomisini anlamamızda ve dinamiklerini çözümlememizde<br />
anahtar bir rol oynayabilecek esnekliğe<br />
sahip görünmektedir”.İlk kısım sosyal bilimler<br />
dünyasına kazandırılan ‘asabiye döngüsü’ şekli ile<br />
son bulmaktadır. Bu bölümün ikinci kısmında ise,<br />
‘asabiye’den ‘umran’a geçiş; İbn-i Haldun’a göre<br />
devletin aşamaları; nesep asabiyesi ile etnik milliyetçilik<br />
ve sebep asabiyesi ile ulus-devlet milliyetçiliği<br />
arasındaki ilişki incelenmektedir.<br />
Üçüncü bölüm ile birlikte yazar Osmanlı<br />
Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne yolculukta<br />
karşılaşılan politik hareketleri ve ideolojileri,<br />
mühim siyasetçileri ve fikir önderlerini, iç ve dış<br />
gelişmeleri panoramik bir bakışla ele almakta;<br />
111<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012
okurların zihinlerindeki birçok soru işareti<br />
silinmekte, üst üste kilitlenmiş bilgi sandıklarının<br />
anahtarları artık ortaya dökülmektedir. Üçüncü<br />
bölümün birinci kısmında Osmanlıdaki yenileşme<br />
hareketleri ve akımlar; Abdülhamid ve pan-<br />
İslamizm; Bediüzzaman Said-i Nursi; İttihat ve<br />
Terakki ile Türk Milliyetçiliği; XX.Yüzyılda Orta<br />
Doğu konuları ele alınmaktadır. İkinci kısımda<br />
ise devletin ideolojik dönüşümü analiz edilmekte,<br />
milliyetçiliğin Türkiye’nin fırtınalı yüzyılındaki<br />
savruluşları adım adım izlenmeye çalışılmaktadır.<br />
Bu kısımda Ziya Gökalp’ten Mehmet Âkif Ersoy’a<br />
birçok önemli şahsiyet; Atatürk Milliyetçiliği’nden<br />
Millî Görüş’e farklı siyasi akımlar; 1980 sonrası<br />
Türkiye’nin çıkışı bir türlü bulunamayan labirenti<br />
hâline gelen etnik milliyetçilik sorunu ele alınmakta,<br />
yakın tarihin dehlizlerinde saklı hakikatlerin yüzeyi<br />
berraklaşmaktadır.<br />
Dördüncü bölümün birinci kısmında günümüz<br />
dünyasının en önemli gerçekliklerinden olan küreselleşme<br />
olgusu politik, ekonomik, toplumsal ve<br />
kültürel yönleriyle ve çeşitli etkileriyle açıklanmakta;<br />
farklı disiplinleri temsil eden düşünürlerin yorumları<br />
bağlamında ciddi bir eleştiri ve aklî elekten<br />
geçirilmek suretiyle boyalı kabullerden arındırılmakta<br />
ve reel konumunda resmedilmektedir. Yine<br />
bu kısımda küreselleşme-yerelleşme ilişkisi ve küresel<br />
aktörler ortaya konmakta; uluslararası ilişkiler<br />
disiplininin özü okuyucuya ustaca sunulmakta; son<br />
dönemde medyanın ve kitle iletişim araçlarının giderek<br />
artan etkinliği değerlendirilmektedir. Birinci<br />
kısım ilgi çekici bilgi, olay ve yorumlarla bezenen<br />
“farklı kültür ve medeniyetlerin etkileşimleri”;“1980<br />
sonrası global faktörlerin Türkiye’de<br />
medyayı ve toplumu dönüştürmesi”; “küreselleşme<br />
ve demokrasilerin geleceği” alt başlıklarıyla<br />
tamamlanmaktadır. Bu bölümün ikinci kısmında<br />
ise dünyada ideolojik yoldan çıkışın müşahhaslaştığı<br />
yer olan, âdeta aslanların içgüdüsel vahşetine<br />
tanıklık eden bir arena hükmündeki, yerin<br />
ve göğün başucunda kan ağladığı modern çağın<br />
mezarı Kosova ve orada tarihin yakın bir kesitinde<br />
yaşananlar konu alınmaktadır. Yazar bu kısımda<br />
objektifini Avrupa’ya ve Balkanlara çevirmekte,<br />
Kosova Krizi’ne odaklanmakta, gerçekleşen uluslararası<br />
müdahaleyi tahlil etmekte ve bugün gelinen<br />
durumu ortaya koymaktadır. Mağrur ideolojilerin<br />
gayr-i insani fiillerine karşı sivil toplumun alternatifsiz<br />
konumunun da vurgulandığı “Avrupa’da Sivil<br />
Toplum Bağlamında Milliyetçiliğe Yeniden Bakış”<br />
ile bu kısım noktalanmaktadır.<br />
“Kürevî Asabiye: Yeni Bir Model Denemesi”<br />
adlı beşinci, son ve en önemli bölümle eser nihayetlenmektedir.<br />
Kürevî asabiye “insanlığın sahipsiz<br />
sorunları”na, ideolojilerin ve ekonomilerin aşırılıklarına<br />
bir çözüm; küresel sistemin bir “check and<br />
balance (fren ve denge)” sistemi; aşağılamalara<br />
ve ötekileştirmelere karşı bir “küresel biz bilinci”<br />
olarak ifade edilmekte ve işleyiş dinamiği ortaya<br />
konmaktadır. Ayrıca bu bölümde yer alan “Global<br />
Etik-Politik İletişim Alanı”, “Kürevî Asabiyenin<br />
Gelişimi”, “İnsan, Kaynaklar ve Yönetim Tablosu”<br />
ve “Kürevî Asabiye Modeli” isimlerini taşıyan şekiller<br />
Dr. Mehmet Hişyar Korkusuz’un bilim dünyasına<br />
hediyeleri olarak değerlendirilebilir. Yine<br />
bu bölümde “kürevî asabiye’yi sahiplenip gündeme<br />
taşıyacak insanlar”ın mevcut olması gerektiği<br />
vurgulanmakta, insanoğlu daha fazla sorumluluk<br />
almaya davet edilmektedir. ‘Kürevî asabiye modeli’<br />
ile yazar ‘düşünsel zafer’ini ilan etmekte, ‘bilgelik<br />
tacı’nı giymekte ve ‘Muahhire’ literatürdeki tahtına<br />
‘cülûs’ etmektedir.<br />
İnsanlık acıları karşısında dünya kamuoyunun<br />
yaşadığı sekerat hâlinin sonlanması ve acil tıbbi<br />
müdahaleyle sahip olduğu eşsiz özellikleri hatırlaması<br />
ve yeniden edinmesi gayesi doğrultusunda<br />
bir kilometre taşı mesabesindeki eser, müellifinin<br />
ifadesiyle her bir insanın “kendi biricik pozisyonu<br />
içerisinde herkesle beraber ‘birliği’ yaşaması”<br />
hayalini insana ve insanlığa teklif etmektedir. Bu<br />
eserle tüllenen Mağribî akşamlar ve latif Endülüs<br />
rüzgârları, doktorunun elinde memleketimizin ve<br />
insanlığın yaralarını saracak bir ilaca dönüşmektedir.<br />
Eserin bütününe zarif zihinsel kurgularla serpiştirilen<br />
son derece özgün tespit ve yorumlar<br />
ise yakın gelecekte birçok yazıya tırnak içindeki<br />
alıntılar şeklinde konu olacak gibi gözükmektedir.<br />
Kitabı, akademik kapris ve kompleksleri bir<br />
tsunami dalgasını andırırcasına süpüren; birey,<br />
toplum ve insanlık odaklı misyonu ve vizyonu ile<br />
“batı cephesinde yeni bir şey var” dedirten; seyir<br />
defterine ‘küre’nin yeni rotasını not düşen bir<br />
gelecek ve umut okuması olarak değerlendiriyor,<br />
entelektüel gelişimin sessiz ve vefalı destekçileri<br />
olan değerli okurlara öneriyorum.■<br />
112<br />
haziran-temmuz-ağustos<br />
2012