07.02.2015 Views

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

Tıklayınız. - Bizim Kulliye Dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

Muhterem Okurlar,<br />

İnsan, kendini ve içinde yaşadığı evreni anlamak<br />

isteyen, bu yönde soruları ve merakları olan varlıktır. “Ben<br />

kimim, içinde yaşadığım bu evren neyin nesi, nereden<br />

geldik, nereye gidiyoruz” “Özlemlerimiz, beğenilerimiz<br />

yahut nefretimiz neden bu kadar sarsıcı” gibi sorular hep<br />

düşündürmüştür insanı.<br />

Kimileri bu soruların cevabını felsefede kimileri<br />

edebiyatta arar. Felsefe ve edebiyat, insanın kendini ve<br />

içinde yaşadığı evreni anlama yönünde ortaya koyduğu en<br />

eski çabalardan ikisidir.<br />

Felsefe, insanın evreni ve varoluşun anlamını mitolojinin,<br />

efsanelerin, efsunların, kozmogonilerin dışında, kendi<br />

aklının ışığı ile kavrama çabasıdır. Bir şeyin ne olduğunu,<br />

ne anlama geldiğini sorar; kendince mantıksal, sistematik,<br />

ayrıntılı ve sorgulayıcı açıklamalar yapar.<br />

Edebiyat ise dünyayı gönül ile anlama çabasıdır.<br />

Edebiyat eserinde hayatla olan temasından edindiği<br />

duygusal yoğunluk yer alır insanda. Sevgileri, hüzünleri,<br />

geçiciliği, fâniliği, aşkı ve ölümü ifade etmek edebiyatın<br />

payına düşmüştür hep. Felsefe ne kadar akla dayanıyorsa,<br />

edebiyat da bir o kadar duyguya dayanır.<br />

Ya ortak zeminleri...<br />

Bu minval üzere 46. sayımızın dosya konusunu edebiyatfelsefe<br />

ilişkisini irdelemeye ayıracağımızı belirtmiştik bir<br />

önceki sayımızda. Dosyamızın konusu oldukça ilgi gördü.<br />

Gelecek sayımızın konusunu yine edebiyat ve felsefe<br />

ilişkisine ayırdık.<br />

47. sayımızda buluşmak dileğiyle Allah’a emanet<br />

olunuz.<br />

<strong>Bizim</strong> Külliye


“Bende Mecnûn’dan<br />

füzûn âşıklık istidâdı var”<br />

NAZIM PAYAM<br />

“Eser”i zaman<br />

vücudundan<br />

koparan usulde<br />

kimi mecnun<br />

sanatçının kılavuzu<br />

akıl, kiminin<br />

sezgi, kiminin<br />

tecrübedir. Hangi<br />

vasıtayla olursa<br />

olsun; sanatçının<br />

yolculuk gayesi<br />

somutlaştıracağıyla<br />

bütünleşmesidir.<br />

Fuzulî, ‘Var’ redifli gazelinin<br />

üçüncü beytinde her<br />

güle bülbül gibi şakımanın an’ı<br />

meşgul etmekten başka bir şeye<br />

yaramayacağını, her güzele rota<br />

çeviren şıpsevdinin uçurumun<br />

karanlığına düşmekten kurtulamayacağını<br />

anlatır. Aşk sanatını<br />

sabırla işleyen Fuzulî, ummanda batmayan teknesinin<br />

sırrını ise aşkına fedakârlığıyla yorumlar.<br />

“Ehl-i temkînem beni benzetme ey gül bülbüle<br />

Derde sabrı yok anın lâhza bin feryâdı var”<br />

Fuzulî’nin aşk iksiri varlığıdır. Fuzulî gibiler<br />

her gece varlığının rüyasına yatar, rüyasının<br />

gerçeğini bulmak için kalkar, dokunma, duyma,<br />

tatma, görme ve hissetmelerinde var oluşun lez-<br />

3<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


İnsan, yorumlar yanılır; yorumlar şaşırır; yorumlar küser,<br />

ama küserken tecrübe kazanmıştır, “var”dan haberi<br />

vardır; yorumlar doğrulur; doğrulur ilerler. “Tutku, bütün<br />

insanlıktır.” der Balzac, “O olmadan din, tarih ve sanat hiçbir<br />

şeye yaramazdı.”<br />

zetini ararlar. Onlarda varlık sebebi, ne aradığını<br />

bilme ve bildiğiyle bütünleşme arzusudur. Bu<br />

arzu öylesine şiddetli öylesine sarsıcıdır ki sıradanları<br />

çıldırtır, pusulasızları saptırır, olgunları<br />

ete kemiğe bürünmüş tutkuya dönüştürür.<br />

Bir ölü, bir nesneden, olaydan, olgudan nasıl<br />

bir heyecan alırsa tutkuya dönüşmüşler de tutkusuna<br />

ilintisizlerden o derece heyecan alırlar.<br />

Tutkun, kendisine dışarıdan bakanlara, bundan<br />

ne köy olur ne kasaba, intibaı uyandırır. Gurbet<br />

zaten gurbettir ona. O, meyilsiz güruh içinde<br />

yerlisi olduğu şehirde dahi bir garip oluverir.<br />

Araf, diye bir şey yoktur tutkunda; ya yalnızlık<br />

kuyusuna iner ya da fildişi kulesine çıkar, silkeler<br />

kalabalığı eteğinden. Tutkunda, yönler, mevsimler<br />

tutkusunun yönü, tutkusunun mevsimidir.<br />

“Hadi bakalım, dört yönü ve şu dingin gurubu<br />

bir de senden dinleyelim” deseniz bütün pencereleri<br />

kapatır, kapıları kilitler, köreltirler anlatacaklarını.<br />

Tutkunun anlatacağı tutkusuna ait olandır.<br />

Elbette o, çilehanesinde dünyanın bütün gürültülerinden<br />

uzaktadır ama dışarıda olup bitenden<br />

kendini eksiltmeksizin. Yaşamak istemedikleri,<br />

yaşayamadıkları da onun hayatına dâhildir. Tutkun,<br />

içinde yaşadığı toplumun, diğer toplumların<br />

sorunlarından kendisini soyutlayamaz. Çağına<br />

tanıklığı bir şekilde duygularına, düşüncesine,<br />

arzusuna siner. O, gözlem, haz, ilham ve kesintisiz<br />

arayış yetisiyle insanı sabitleştirecek tatmini,<br />

hülyayı sınırlayacak çerçeveyi tuz buz etmeye<br />

gelmiştir âdeta.<br />

Tutkununda biricik gerçek, “var”ında olandır.<br />

Tutkun’un dili “var”ının gerçeği veya gerçekleri<br />

için döner. “Var”ını dillendirende öncelik<br />

bağlılıktır. Ayrılığa yegâne teselli bağlılık…<br />

Tutkunda, tasavvurun tasarrufunu parçalayan<br />

zaman dilimleri, gölgeler ve unsurlar, bağlılığı<br />

güçlendirirler. Eflâtun, “Devlet”inin “Görüntü ve<br />

Gerçek” bölümünde; gölge güzeli gören insanın,<br />

‘gerçek güzel’ini hatırlamasını, sonra kanatlanıp o<br />

güzele doğru uçma arzusuyla yanmasını anlatır. Ve<br />

‘gerçek güzel’e doğru uçma arzusuyla yananın, bütün<br />

dünya görüntülerini yüzüstü bıraktığından ona<br />

deli gözüyle bakıldığını da vurgular. Zaten güruh,<br />

tutkunu bazen divane, meczup bazen bizim evin<br />

delisi bazen de sanatkâr, feylesof olarak anmaz<br />

mı<br />

Meczupluk, mecnunluk vakti saati gelince<br />

silinir. Asıl sonsuzlaşan “Maşuk”tur. Maşuk’un<br />

sonsuzlaşması, mecnun sanatçının “O”nun şanına<br />

zamandan bir dilim koparıp somutlaştırmasıdır.<br />

Sıradanlar zamandan koparılmış dilime<br />

‘eser’, der. “Eser”i zaman vücudundan koparan<br />

usulde kimi mecnun sanatçının kılavuzu akıl,<br />

kiminin sezgi, kiminin tecrübedir. Hangi vasıtayla<br />

olursa olsun; sanatçının yolculuk gayesi<br />

somutlaştıracağıyla bütünleşmesidir. “Eser”<br />

‘Fuzulî’den daha çok ‘Fuzulî’ye benzemedikçe<br />

mecnun sanatçının iç sızısı dinmez. Aşağıdaki<br />

beyit bunun ifadesi:<br />

“Bende Mecnûn’dan füzün âşıklık istidâdı var<br />

Âşık-ı sâdık menem Mecnûn’un ancak âdı var”<br />

Mecnun sanatçının “eser”inde, tutarsızlık,<br />

4<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ahenksizlik, yüreğinden sökülmemiş harf, hece,<br />

kelime, mısra, cümle bulamazsınız. Bütün ilmekler<br />

müsavidir. Aşkın müthiş sancısı başkalarınca<br />

sahip olunamayacak bir yetkinlik, bir ayrıcalık<br />

vermiştir ona: Dürüstlük, erdemlik, olgunluk,<br />

bilgi… Çağıldayan bir akış veya “birlikte oluş”<br />

hâli…<br />

Aslında her şey sesle başlar ve ‘her şeyin<br />

sesi kendinden haber verir.’ Ülkesine ve insanlığa<br />

borcunu ödediğine inanan Yunanlı Mikis<br />

Theodorakis, Liz Behmoaras ile yaptığı söyleşide<br />

borcunu ödeten tutkusunu şöyle açıklar:<br />

“Amacım müziğimle tüm dünya halklarına bir<br />

şeyler anlatabilmekti. Başardım mı, bilemiyorum.<br />

Bu, insanın tüm Ege Denizi’ni kendi<br />

istediği renge boyaması kadar iddialı bir projeydi.”<br />

Geçmişte iddiasına katılmadığımız veya<br />

kabullenemediğimiz nice tutkunun, insanı<br />

yücelten dayanırlığını, tınısını, içtenliğini bugün<br />

daha yalın hissedip şevklenmiyor muyuz<br />

İnsan, yorumlar yanılır; yorumlar şaşırır; yorumlar<br />

küser, ama küserken tecrübe kazanmıştır,<br />

“var”dan haberi vardır; yorumlar doğrulur;<br />

doğrulur ilerler. “Tutku, bütün insanlıktır.” der<br />

Balzac, “O olmadan din, tarih ve sanat hiçbir<br />

şeye yaramazdı.”<br />

Yetkinlik ve ayrıcalık yeni ezgide, yeniden<br />

yorumlanan ezgidedir. Aşk ateşinin çıtırtısından<br />

haz alanlar; Yunus’un içindeki “ben”ine benzer<br />

bir “ben”in bir gün kendilerine de en güzel<br />

ezgiler fısıldayacağını ve böylece gönül boşluğunun<br />

dolacağını umarlar. Ummak ve yorumlamak<br />

çoğu hamları, cesaretsizleri, adaksızları<br />

Leyla’sına çağıran birer bestedir. Nurettin Topçu<br />

da; sanatkâr, eserini meydana getiren heyecanı<br />

tesadüfle bulmaz, isteyerek ve arayarak bulur;<br />

sanatçıda sanattan önce gelen bazı şeyler, sanat<br />

aşkından önce bir aşk vardır, cümlesiyle mahmur<br />

gözleri öpmüyor muydu<br />

“Erbâb-ı aşka ta’nı ko zâhit sakın sakın<br />

Ol âfeti o şûh-i cihânı bilir misin”<br />

Âşığı gerçekleştiren, gerçeğiyle yüzleştiren<br />

“önceki aşk”lara çıraklığıdır. Minnet hırkasından,<br />

nefret zırhından, hem sevaptan hem<br />

günahtan soyunanların esrik hâlini kınayan<br />

softalar çok görülmüştür. Bunlar aşk atlasından,<br />

anlam haritasından habersizdirler, öze<br />

doğru yürümeye mecalsizdirler. Dilleri soyut<br />

düşünüşün, hissedişin kırıntısına dahi değmemiştir.<br />

Lakin güzele meyyal tazeler kendilerini<br />

eskilerle kabartıp diterken kıvama gelecektirler.<br />

Güzeli, en güzeli arama yolunda<br />

ilk adım muhabbettin adımıdır. Muhabbete<br />

tanıkların tahammülünü artıran ve ağyara<br />

ikazda bulunanlardan biri de şair Rasih’tir.<br />

İşte Rasih’in ikazı: “Yâr içün nâr-ı gama<br />

yanmaya minnet ederiz/ Yârsız gir deseler<br />

cennete nefret ederiz.”<br />

Sanat, Mecnun’u sever. Sanat, Mecnun<br />

sanatçıya Leyla’sını gösterir. Mecnun sanatçımız<br />

yorum farkına, kavram darlığına düşse<br />

de kaynayıp taşmasını sağlayacak kelimeler<br />

sadakat sözlüğündendir. Sadakat sözlüğünden<br />

seçtiği her kelime onun tecrübesini<br />

manevi kazanca çevirecek, Leyla’sına olan<br />

hayret ve hayranlığını artıracaktır. Ancak<br />

yorum farkı, kavram darlığı deyip geçmemiz<br />

küçümsenmemeli. Bu fark, bu darlık kimi<br />

mecnun sanatçıya tennure giydirir, kimine<br />

odun taşıtır, kimini çölünde bir başına öylece<br />

bırakır. Tabi kiminin derisini yüzdürdüğü de<br />

olmuştur.<br />

Büyük değişimler ‘lûtf ve inayet’ alanların<br />

değil, tutkusuna kanını, terini karıştıranların;<br />

mecnun komutanın, mecnun mimarın, mutasavvıfın,<br />

bestekârın, şairin eseri… Hayat bir<br />

felsefeyi içeriyor, bir felsefe içinde gelişip serpiliyorsa<br />

eğer, biz, böyle; mecnun sanatkârlar<br />

ile kendimize mal etmişiz hayatı.<br />

“ Ey Fuzûlî aşk men’in kılma nâsıhdan kabul<br />

Akl tedbîrîdir ol sanmâ ki bir bünyâdı var.”■<br />

5<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ABDULLAH UÇMAN<br />

ile edebiyat ve felsefe ilişkisi üzerine<br />

felsefe terimi bize tamamen yabancı bir kelime; klasik<br />

dönem diye adlandırılan Tanzimat’tan önceki<br />

yıllarda buna “hikmet” deniyordu. Daha yakın<br />

zamanlarda kullanılmaya başlanan İslam felsefesi<br />

terimini de ben bu çerçevede düşünüyorum.<br />

Daha sonraları İslam tasavvufunun da bir<br />

tür felsefe olduğu veya olabileceği yolundaki<br />

görüşler de yine yakın devirlere aittir<br />

TANER NAMLI<br />

Prof. Dr. ABDULLAH UÇMAN<br />

Edebiyat Araştırmacısı.<br />

İlk ve orta öğrenimini Edirne’de tamamladı<br />

(1968). İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi,<br />

Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olduktan<br />

(1972) sonra bir süre aynı bölümde kütüphane<br />

memurluğu yaptı (1974-1978). 1976’da Türk Dili<br />

ve Edebiyatı Ansiklopedisi’nin yayımına katıldı.<br />

1978’de İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi<br />

Yeni Türk Edebiyatı Kürsüsünde Mehmet Kaplan’ın<br />

asistanı oldu. 1981’de doktorasını tamamladı.<br />

1984’ten beri Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi<br />

Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />

Bölümünde öğretim üyesi olarak çalışıyor. 1988’den<br />

beri de Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi<br />

redaktörlüğünü yapıyor. Yakın dönem Türk edebiyatını<br />

konu alan makalelerini Hisar, Düşünce, Mavera,<br />

Yönelişler, Millî Kültür, Kubbealtı Akademi,<br />

Tarih ve Toplum, Dergâh ve Kaşgar dergilerinde<br />

yayımladı. Yıllardır Rıza Tevfik Bölükbaşı ve arşivi<br />

üzerine çalışmaktadır. Arşivden çıkan ve yakın tarihin<br />

dil, edebiyat, felsefe ve kültür tarihi açısından<br />

önem taşıyan kimi yayımlanmış belgelerden kitaplar<br />

oluşturdu, yazılar kaleme aldı.<br />

Sayın Hocam, edebiyatımızın ve felsefemizin kesişme<br />

noktaları üzerine yaptığınız çalışmalarınız var.<br />

Özelikle Rıza Tevfik’le ilgili çalışmalarınız, bu kesişme<br />

noktalarını açığa çıkarması açısından önemli.<br />

Öncelikle şunu sormak istiyorum: Kültür tarihimize<br />

baktığımızda edebiyat ve felsefe ilişkileri nasıl görünüyor<br />

Hangisi diğerinin oluşumunda sizce daha<br />

etkili olmaktadır<br />

Biliyorsunuz felsefe terimi bize tamamen yabancı<br />

bir kelime; klasik dönem diye adlandırılan<br />

Tanzimat’tan önceki yıllarda buna “hikmet” deniyordu.<br />

Daha yakın zamanlarda kullanılmaya başlanan<br />

İslâm felsefesi terimini de ben bu çerçevede düşünüyorum.<br />

Daha sonraları İslâm tasavvufunun da bir tür<br />

felsefe olduğu veya olabileceği yolundaki görüşler<br />

de yine yakın devirlere aittir. Ama söz konusu olan<br />

Batı felsefesi veya Batı düşüncesi ise, bunu tanımamız<br />

Tanzimat’tan sonraki yıllardadır. Bu bağlamda<br />

Batı’dan çevrilen ilk felsefî metin Muhâverât-ı Hikemiye<br />

adını taşımaktadır. 1860 yılında Münif Paşa’nın<br />

çevirdiği bu kitapta Voltaire, Fénelon ve Fontenelle’e<br />

ait on bir felsefî diyalog vardır. Adı geçen kitaptaki<br />

metinlerin büyük bir kısmı, bu tarihten yarım asır<br />

6<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Benim görebildiğim kadarıyla felsefe bizde öteden beri<br />

sanki girilmesi yasak bir alan gibi algılanıyor; daha<br />

doğrusu bir dönem dinsizlikle eş anlamlı görülmüş.<br />

Mesela bir dönem feylesof karşılığı olarak “dinsiz”,<br />

“mürted” ifadeleri bile kullanılmış.<br />

önce devrin önde gelen devlet adamlarından Reisülküttap<br />

Âtıf Efendi’nin “zındık” diye nitelediği<br />

Voltaire’den çevrilmiştir. Yine 1862 yılında yayımlanan<br />

ve ilk çeviri roman olarak kabul edilen<br />

Telemak Tercümesi de pekalâ felsefî bir metin gibi<br />

okunabilir. Aynı şekilde Tanzimat’a takaddüm eden<br />

yıllarda Âkif Paşa’nın meşhur “Adem Kasidesi”nin<br />

de, başta Gibb, Rıza Tevfik, A. H. Tanpınar ve<br />

Mehmet Kaplan gibi edebiyat tarihçileri olmak<br />

üzere, felsefî bir buhran sonucu yazıldığı görüşünde<br />

olanlar vardır. Tanzimat’ı izleyen yıllarda Ziya<br />

Paşa’nın “Tercî-i Bend”i tam anlamıyla İslâm düşüncesindeki<br />

Kaderiyye ve Cebriyye anlayışlarının<br />

kesiştiği bir metindir.<br />

Bu kârgâh-ı sun’ aceb dershânedir,<br />

Her nakş bir kitâb-ı ledünden nişânedir.<br />

beytiyle başlayan Tercî Bend, bütün İslâm dünyasında<br />

asırlardır geçerli olan hayat felsefesini âdeta<br />

özetlemektedir. Belki biraz aşırı bir yorum gibi görülebilir<br />

ama ben yine bu metnin şu sekizinci beytinde:<br />

Yoktur siper bu kubbe-i fîrûze-fâmda,<br />

Zerrât cümle tîr kazâya nişânedir.<br />

yer alan düşünceyi, XX. yüzyılın existentialiste filozoflarını<br />

hatırlatırcasına, ama daha ziyade İslâm<br />

düşüncesindeki Cebriyye ekolüne bağlı kalarak,<br />

insan da dahil olmak üzere, bütün varlığın kader<br />

karşısındaki mutlak aczini dile getirdiğini düşünüyorum.<br />

Onun arkasından Abdülhak Hâmid’in<br />

başta Garam, Makber, Ölü ve Hacle olmak üzere<br />

diğer eserlerini, Batı düşüncesini tanıdıktan sonra<br />

ortaya çıkan felsefî krizin bir tür yansıması olarak<br />

ele almak mümkün görünmektedir. Bu çizgiyi<br />

II. Meşrutiyet’ten sonraki yıllarda Rıza Tevfik,<br />

Tevfik Fikret, Abdullah Cevdet ve Baha Tevfik’e<br />

kadar uzatmak mümkündür. Tanzimat devrinde<br />

Batı felsefesiyle meşgul olan bir de Ahmet Midhat<br />

Efendi var. Ahmet Midhat Efendi okuyabildiği<br />

Batılı eserlerden edindiği bilgilerle meselâ Volter<br />

Yirmi Yaşında, Şonephavr’ın Hikmet-i Cedîdesi<br />

gibi kitaplar kaleme almış. Bu bağlamda bu dönemi<br />

felsefî faaliyetler bakımından inceleyen Remzi<br />

Demir’in bir seri halinde yayımladığı Philosophia<br />

Ottomanica’yı çok güzel bir teşebbüs olarak görüyorum.<br />

“Edebiyat felsefesi” ibaresinden ne anlamalıyız<br />

Benim bilebildiğim kadar “Edebiyat felsefesi”<br />

ibaresi çok yaygın bir kullanıma sahip değil; çünkü<br />

bunu destekleyecek örnekler pek az. Benim bildiğim<br />

belli başlı sadece birkaç örnek var: Bunların<br />

biri Rıza Tevfik’in 1918 yılında yayımladığı Abdülhak<br />

Hâmid ve Mülâhazât-ı Felsefiyesi adlı 500<br />

sayfalık eseridir. Yazılarında “Feylesof” lâkabını<br />

kullanmaktan ayrı bir zevk duyan Rıza Tevfik burada<br />

Abdülhak Hâmid’in doğrudan doğruya Makber,<br />

Ölü ve Hacle adlı eserlerinden hareket ederek, yani<br />

bu edebî metinleri aynı zamanda felsefî bir metin<br />

gibi ele almak, hem Doğu hem de Batı felsefesiyle<br />

ilişkilendirmek suretiyle Abdülhak Hâmid’in düşünce<br />

dünyasını bütün ayrıntılarıyla tahlil etmiştir.<br />

Bu itibarla, edebî metinlerden yola çıkarak felsefî<br />

yorumlar yapan bu çok önemli çalışma, sahasında<br />

gerçekleştirilmiş ilk ve son örnektir. Bir de 50’li<br />

yıllarda, Hilmi Ziya Ülken’in Rıfkı Melül Meriç’in<br />

rubâilerini ele alıp şerhettiği küçük ama o nisbette<br />

önemli bir eseri vardır: Şerh-i Rubaiyât-ı Melûl.<br />

Hilmi Ziya bu kitapta Rıfkı Melûl’ün rubailerine<br />

daha çok tasavvufî yorumlar getirmiştir, ama yaklaşım<br />

tarzı bence çok önemlidir. Aynı şekilde Hilmi<br />

Ziya’nın Aşk Ahlâkı da bu çerçevede ele alınabilecek<br />

bir metindir. Bunun dışında hatırlayabildiğim<br />

kadarıyla Rıza Tevfik’in Batılı romantik şairler ve<br />

7<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Abdülhak Hâmid tesiri altında yazdığı bir kısım şiirleri<br />

de felsefî alt yapıya sahip edebî metinler olarak<br />

ele almak mümkündür.<br />

Modern Türk edebiyatını felsefî açılımlar bakımından<br />

nasıl değerlendiriyorsunuz Derin ve<br />

nitelikli bir altyapıdan söz edilebilir mi<br />

Benim görebildiğim kadarıyla felsefe bizde öteden<br />

beri sanki girilmesi yasak bir alan gibi algılanıyor;<br />

daha doğrusu bir dönem dinsizlikle eş anlamlı<br />

görülmüş. Meselâ bir dönem feylesof karşılığı olarak<br />

“dinsiz”, “mürted” ifadeleri bile kullanılmış.<br />

Belki de bundan dolayı edebiyatçıların çoğu felsefeye<br />

fazla ilgi göstermemişler, yani yeni veya modern<br />

edebiyatta ve edebî metinlerde bu bağlamda<br />

ben zengin ya da nitelikli bir alt yapı göremiyorum.<br />

Günümüzde yaşayan şairler arasında bu niteliklere<br />

sahip bir tek Hilmi Yavuz’un şiirlerini gösterebilirim.<br />

Tabii bir de Puslu Kıtalar Atlası, Kitâbü’lhiyel,<br />

Efrasiyâb’ın Hikâyesi, Amad ve Suskunlar<br />

romanlarıyla tanıdığımız İhsan Oktay Anar var;<br />

hem felsefeci hem de iyi bir romancı.<br />

Modern Türk edebiyatında felsefesi ile öncü<br />

olmuş şahsiyetlerden kimleri önemsiyorsunuz<br />

Modern Türk edebiyatında felsefesi ile öncü olmuş<br />

yazarlar arasında Ahmet Hamdi Tanpınar’ın,<br />

Necip Fazıl’ın, Peyami Safa’nın, bir de Sezai<br />

Karakoç’un adlarını zikredebilirim. Elbette buradaki<br />

felsefeyi “dünya görüşü” olarak almamız gerekiyor.<br />

Kaplan’ın “Bir Türk felsefesi yoktur, fakat bir<br />

Türk edebiyatı vardır ve bu edebiyat, duygular,<br />

hayaller ve semboller vasıtasıyla Türk milletinin<br />

hayat karşısında aldığı tavrı, yani Türk’ün insan,<br />

kâinat, toplum, din hakkındaki görüşlerini canlı<br />

bir şekilde ifade eder.” hükmü hakkında sizin düşüncelerinizi<br />

alabilir miyiz<br />

Merhum Mehmet Kaplan hocamızın görüşüne<br />

ben de katılıyorum; yukarıda da belirttiğim gibi<br />

bizde felsefe hep belirli dünya görüşü, bir yaşama<br />

tarzı ve hayat karşısında alınan tavır olarak görülmüştür.<br />

Dolayısıyla bu gözle baktığımızda elbette<br />

Türk milletinin de bir felsefesi vardır. Türklerin<br />

İslâmiyet’i kabul ettiği döneme ait ilk eserlerden<br />

biri olan Kutadgu Bilig böyle bir metindir. Hatta bir<br />

zamanlar bu bağlamda Türk felsefesinin bizim atasözlerimizde<br />

gizli olduğu üzerinde bile durulmuş;<br />

Ahmet Vefik Paşa genç Abdülhak Hâmid’e Türk<br />

atasözlerini esas alan bir piyes yazmasını tavsiye<br />

etmiş, o da bu tavsiye üzerine, biraz ölçüyü kaçırarak<br />

da olsa, Sabr ü Sebat adlı oyunu kaleme almıştır.<br />

Yanlış hatırlamıyorsam aynı yıllarda Mizancı<br />

Murad’la Halid Ziya’nın da Türk atasözlerinin<br />

önemi üzerine buna benzer görüşleri vardır.<br />

Felsefe metinleri Türkçeye çevrilirken ciddi<br />

bir çeviri problemi yaşandığı fikrine katılıyor musunuz<br />

Bizde yapılan felsefe çevirilerindeki ifade<br />

problemlerinin kaynağı nedir<br />

Evet, felsefe metinleri çevrilirken ciddi bir çeviri<br />

problemiyle karşılaşıyoruz. Kanaatimce Türkçe’ye<br />

yapılan felsefe tercümelerindeki esas problem,<br />

çeviriyi yapan kişinin Türkçe’yi, Türkçe’nin nüanslarını<br />

iyi bilmemesinden ileri geliyor. Sokak<br />

Türkçe’siyle ya da televizyon diliyle ne felsefe<br />

metni çevrilebilir, ne de yazılabilir. 1914 yılında<br />

İttihatçıların Maarif Nâzırı Şükrü Bey’in ön ayak<br />

olmasıyla, aralarında Ziya Gökalp, Rıza Tevfik,<br />

Fuad Köprülü, Ahmed Naim, Halid Ziya, Ağaoğlu<br />

Ahmed, Mehmed Hamdi (Yazır) ve Celâl Esad gibi<br />

fikir adamı ve yazarların da yer aldığı aşağı yukarı<br />

yirmi kişiden meydana gelen “Istılahatât-ı İlmiyye<br />

Encümeni” adıyla bir kurul oluşturulur. Encümenin<br />

kuruluş amacı, Batılı ilmî, felsefî ve sanat terimlerine<br />

Osmanlı Türkçesi’nde karşılıklar bulmaktır.<br />

Encümen âzâları I. Dünya Savaşı’nın o karanlık<br />

günlerinde bütün olumsuz şartlara rağmen bir süre<br />

çalışır, hattâ biri felsefe diğeri sanat terimleri olmak<br />

üzere rehber niteliğinde iki kitapçık bile yayımlar;<br />

ancak devletin süratle uçuruma doğru yuvarlandığı<br />

sırada bir süre sonra kendi kendini fesheder. Söylemek<br />

istediğim şu: Felsefe dili veya felsefe terimleri<br />

konusunun önemi çok önceleri fark edilmiş ve<br />

buna daha yüzyılın başlarında çareler düşünülmüştür.<br />

Bugün yabancı dil bilen ama Türkçe’yi doğru<br />

düzgün bilmeyen birçok kişi felsefe eserlerini tercümeye<br />

kalkışıyor, tabii başarılı olunamıyor. Bu<br />

alanda benim tanıdığım genç felsefecilerden Ali<br />

Utku’nun, gerek Batı felsefesi gerekse Osmanlı<br />

felsefesi ile ilgili olarak yaptığı çalışmaları başarılı<br />

bulduğumu belirtmek isterim.<br />

Hocam, sohbetiniz için çok teşekkür ediyorum.■<br />

8<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


NAZLI RUH, ÇILGIN RİTM<br />

Solgun bir keyif fotoğrafı:<br />

Gözlük, gazete, kahve fincanı<br />

Ağır akan bir ırmaktı hayat<br />

Hicran bile güzelleştirirdi<br />

Yâr gibi süzülen dakikaları<br />

Hicran ki aşkı emzirirdi<br />

Derinleştirirdi içimizi de<br />

Şimdi hamburger, kontur, klavye<br />

Hicran hangi dilden babacığım<br />

Kelimelere yetişebilmek için<br />

Kurslar var, haberin yok mu<br />

Çok hızlı kaçıyor trenler, çok hızlı<br />

Nazlı ruh bitkin,<br />

Bu çılgın ritmi kovalamaktan<br />

A.VAHAP AKBAŞ<br />

9<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ALİ OSMAN GÜNDOĞAN<br />

ile felsefe ve edebiyat ilişkisi üzerine<br />

"...fikri estetik zevke, estetik zevki de fikre<br />

feda etmeden hareket edilirse, bu durumda<br />

felsefe ile edebiyatın birbirlerine<br />

yaklaştıklarını söyleyebilirim. Bir<br />

bakıma sanatçı-filozof veya filozofsanatçı<br />

tavrı, iki disiplini birbirlerine<br />

yaklaştırıyor diyebilirim."<br />

VEFA TAŞDELEN<br />

Prof. Dr. ALİ OSMAN GÜNDOĞAN<br />

1961 Balıkesir doğumlu. 1982 yılında<br />

Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi<br />

Felsefe Bölümünden mezun oldu. 1982–<br />

1986 yılları arasında felsefe öğretmenliği<br />

yaptı. 1986 yılında mezun olduğu bölüme<br />

araştırma görevlisi olarak atandı. 1991<br />

yılında “Blondel’in Aksiyon Felsefesi ve<br />

Türkiye’deki Etkisi” adlı teziyle doktor<br />

unvanını aldı. 1995 yılında doçent oldu.<br />

Atatürk Üniversitesinde 1995 ile 2000 yılları<br />

arasında bölüm başkanlığı ve dekan<br />

yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2000<br />

yılında Gazi Üniversitesi Fen-Edebiyat<br />

Fakültesi Felsefe Bölümüne doçent olarak<br />

atandı. 2001 yılında da Muğla Üniversitesi<br />

Fen-Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünde<br />

profesör oldu. Muğla Üniversitesinde<br />

Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü,<br />

Güzel Sanatlar Fakültesi Dekan Vekilliği<br />

ve 2002–2006 yılları arasında da Rektör<br />

Yardımcılığı görevlerinde bulundu. Hâlen<br />

Muğla Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi<br />

Felsefe Bölüm Başkanlığı görevini yürütmektedir.<br />

Sizin edebiyat ve felsefe çalışmalarınız, makaleleriniz<br />

var. İsterseniz buradan başlayalım; edebiyat ve<br />

felsefe arasında nasıl bir ilişki vardır Edebî ve felsefi<br />

söylem hangi yönlerden benzeşir, bir araya gelir;<br />

hangi yönlerden birbirinden ayrılır<br />

Derrida, kendisiyle yapılan bir söyleşide, edebiyat<br />

ile felsefe ilişkisinin ne olduğuna dair soruya cevap verirken<br />

şöyle diyor: “<strong>Bizim</strong> zaten tarihsel anlatıyı, edebî<br />

kurguyu ve felsefi düşünümü saptama değil, ayırma<br />

sıkıntımız var.” Evet, Derrida’nın bu sözünde bir hakikat<br />

payı var. Çünkü bizler tarihçiler, edebiyatçılar,<br />

felsefeciler olarak tarihin, edebiyatın ve felsefenin ne<br />

olduğunu, aramızda ihtilaflar olsa da, en azından kendi<br />

tarzımızca biliyoruz. Asıl sıkıntımız, bunlar arasında<br />

ne gibi ilişkilerin olduğunu saptama sıkıntısıdır. Edebiyat<br />

ve felsefe, nerede birbirlerine yaklaşırlar veya<br />

nerede uzaklaşırlar Veya baştan almak gerekir: Bunlar<br />

arasında birbirlerine yaklaşma veya birbirlerinden<br />

uzaklaşma diye bir sorun var mıdır Bence bu tür sorulara<br />

cevap vermede güçlük çekiyoruz. Ben burada<br />

yine Derrida’nın sözüne dönmek istiyorum. Çünkü<br />

onun sözünde sanki bir ayrım yapılmış gibi. Derrida,<br />

edebiyat ile ilgili olarak kurgu, felsefe ile ilgili olarak<br />

da düşünüm kavramlarını kullanıyor. Burada kurgu ve<br />

10<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


düşünüm kavramları üzerinden hareket edebiliriz.<br />

Kurguda esas olanın hayal gücü, düşünümde esas<br />

olanın da akıl olduğunu biliyoruz. Sorunuzda geçen<br />

“edebî ve felsefi söylem” kavramlarını da burada<br />

kullanacak olursak, edebî söylemin hayal gücüne<br />

dayanan kurgusal, felsefi söylemin de akla dayanan<br />

düşünümsel olduğunu ifade edebiliriz. Her ikisinde<br />

de bir söylem veya söyleme biçimi var. Her ikisi de<br />

söz söylüyor, ama söyleme biçimleri yöntem olarak<br />

farklı.<br />

Hem edebiyat hem felsefe sözü kullanırlar. Sözün,<br />

bilhassa Antik Yunan’da hangi anlamda kullanıldığını,<br />

sözü ifade eden kavramdan çıkarmak<br />

mümkündür. Mythos, epos, logos kavramları, söz<br />

karşılığı olarak kullanılmakla birlikte ifade ettikleri<br />

anlamlar arasında farklılıklar var. Bunlardan<br />

mythos ve epos’u edebiyat ile logos’u da felsefe ile<br />

ilişkilendirmek gerekiyor. Mythos, gerçekle bağdaşmayan,<br />

doğruluk değeri olmayan bu açıdan da<br />

genellikle içi boş ve anlamdan yoksun olarak değerlendirilen,<br />

hayali bir dünyayı hayali tanrı, yarıtanrı<br />

ve insan varlıklarıyla dolduran bir söz iken;<br />

epos, daha çok sözü anlatmanın biçimi olarak da<br />

düşünülür. Bir bakıma epos, anlatılacak olan şeyin<br />

şiirsel, destansal ve aynı zamanda duygulara hitap<br />

edecek bir biçimde anlatılmasıdır. Söz olarak logos<br />

ise bunlardan farklı olarak Heidegger’in ifadesiyle<br />

“daha ziyade deloun gibisinden bir anlama sahiptir:<br />

yani sözle “sözü edilenin” açığa çıkarılması.<br />

Aristoteles nutkun bu işlevine apophainestai diyerek,<br />

onu daha keskin biçimde dile getirmiştir. Buna<br />

göre logos bir şeyi (nutkun ne hakkında olduğunu)<br />

görünür kılar (phainestai)… Böylece nutka dayalı<br />

muhaberede dile getirilen, dile getirilişi içinde açığa<br />

çıkartılmakta ve başkasının erişimine açılmaktadır.”<br />

Bir şey hakkında söz anlamındaki logos, hakkında<br />

olduğu şeyi görünür kılar (bu durum logos’un<br />

hakikat kavramıyla olan ilişkisidir) ve bu suretle<br />

felsefe, logos sayesinde mantıklı-tutarlı söylem<br />

olarak, görünür kılınan şeyi beyan eder. Logos’un<br />

bu biçimdeki bir yorumu, onun felsefeyle olan ilişkisine<br />

işaret etmekte ve önemli ölçüde de felsefenin<br />

edebiyata olan mesafesini de belirlemektedir.<br />

Edebiyat, kurgusal olma ve hayal gücünden beslenme<br />

imkânına sahip olmakla Derrida’nın ifadesiyle<br />

“insanın her şekilde her şeyi söylemesine olanak<br />

tanıyan kurgusal bir kurum olarak” anlaşıldığında,<br />

söylenebilecek olan şey hakkında hiçbir kanıtlama<br />

yapmadan, diskursif akıl yürütmeye başvurmadan<br />

konuşur. Felsefe temellendirme, gerekçelendirme,<br />

sonuca gitme zorunda olduğu hâlde edebiyat, sadece<br />

çağrışımlarla, betimlemelerle ve dili estetik<br />

açıdan zevke hitap edecek biçimde kullanmakla yetinebilir.<br />

Edebiyat ile felsefenin farkına işaret etmek<br />

üzere daha çok şey söylenebilir. Ama bazı yazarlar<br />

ve onların eserleri, felsefi açıdan önemli, edebî<br />

açıdan da daha geniş yelpazede değerlendirilebilir.<br />

Kafka, Camus, Sartre, Dostoyevski, S. De Beauvoir<br />

gibi yazarların eserleri, genelde roman statüsünde<br />

olmakla birlikte tezli roman olarak adlandırılmakta<br />

ve felsefenin çok mantıksal ve kuru diline, kavramlarına<br />

başvurmadan bir fikri ifade etmeye çalışırlar.<br />

Edebî eser, bir fikri, üslup ve estetik zevk kaygısı da<br />

güderek dile getirir. Ancak felsefi metinde estetik<br />

zevk ve üslup önemli değildir. Onda önemli olan<br />

açık, anlaşılır bir biçimde mantıksal çözümleme, temellendirmedir.<br />

Bu söylediklerim, felsefeye ilişkin<br />

konuların sanatın daha da dar çerçevede edebiyatın<br />

konusu olamayacağı anlamında alınmamalıdır.<br />

Çünkü pekâlâ bir metafizik, etik ve diğer felsefe konuları<br />

ve sorunları da romanın veya bir edebî türün<br />

konusu olur. Hatta öyle felsefi konular ve sorunlar<br />

vardır ki, bu durumda edebiyatın betimleyici, zengin<br />

ve canlı diline ihtiyaç duyulur. Nitekim insan<br />

hayatı, varoluşu, hayatın anlamı ve özellikle bireysel<br />

yaşantılarda dile getirilmek istenen ve felsefenin<br />

de içinde bulunan pek çok insanî sorun felsefenin<br />

soyut, kuru ve kavramsal diliyle anlatılamaz. Ya da<br />

Kierkegaard’ın Hegel’e itirazında da olduğu gibi<br />

bireysel bir varlık olarak benim şahsi, somut tecrübe<br />

ve yaşantı hâllerim, bir kavramın gölgesi olarak<br />

değerlendirilemez. Daha doğrusu hiçbir kavram benim<br />

şahsi, somut tecrübe hâllerimi ifade edemez.<br />

Burada betimleyici, canlı edebiyat dili devreye girer.<br />

Edebiyat, felsefeye oranla daha fazla kişiye hitap<br />

eder, onun bilgi vermek gibi bir amacı yoktur.<br />

Elbette pek çok edebî metinden çıkarılabilecek bilgiler<br />

bulunmakla birlikte biçim ön planda olduğu<br />

için felsefi metne göre içerik daha geri plandadır.<br />

Felsefi eser, en yüksek genellik derecesinde bir<br />

bilgi arayışına yönelik olduğu için felsefede bilgi<br />

esastır. Gerçi edebî eser için de biçim ve içerik meselesi<br />

tartışmalıdır. Ancak felsefi eserde böyle bir<br />

tartışma bile yoktur. Ama yukarıda adını andığım<br />

bazı yazarlarda biçim içeriğin, içerik de biçimin<br />

11<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


önüne geçmeden yani birini diğerine feda etmeden<br />

üretilmiş metinler olduğundan hareketle edebiyat<br />

ile felsefenin birlikte değerlendirilmesi gereken<br />

bazı eserlerin bulunduğunu da biliyoruz. Hatta felsefe<br />

açısından bakıldığında tamamen felsefi içeriğe<br />

sahip olan Platon’un diyalogları da edebiyat bakımından<br />

son derece önemlidir. Yani sadece edebiyat<br />

tarafı ağır basan yazarlarda değil, felsefe tarafı<br />

ağır basan yazarlarda da ve hatta tamamen felsefi<br />

metinlerde de edebiyat-felsefe ilişkisinin güzel örneklerini<br />

görüyoruz. Nitekim Platon’un yanında<br />

Augustinus, Kierkegaard, Nietzsche hemen ilk akla<br />

gelen isimlerdir. Mesele zannediyorum, fikri estetik<br />

zevke, estetik zevki de fikre feda etmeden hareket<br />

edilirse, bu durumda felsefe ile edebiyatın birbirlerine<br />

yaklaştıklarını söyleyebilirim. Bir bakıma<br />

sanatçı-filozof veya filozof-sanatçı tavrı, iki disiplini<br />

birbirlerine yaklaştırıyor diyebilirim.<br />

İnsanlığın ilkin şiire, daha sonra düz yazıya<br />

geçtiği konusunda yaygın bir kanaat var. Schleiermacher,<br />

insanlığın doğrudan doğruya felsefeye<br />

geçmediğini, şiirden felsefeye doğru bir evrimleşmenin<br />

olduğunu söylüyor. Buradan hareketle<br />

söyleyecek olursak, edebiyatın felsefeye bir hazırlık<br />

olduğunu söyleyebilir miyiz Felsefenin ortaya<br />

çıkabilmesi için ilkin edebiyatın ileri bir merhaleye<br />

ulaşması mı gerekiyor Soruyu şöyle de sorabilirim:<br />

Felsefi dilin oluşumunda edebiyatın katkısı<br />

ne olabilir sizce<br />

Felsefe öncesi metinlere ve hatta Thales ile<br />

birlikte başlayan felsefenin ilk dönemlerine<br />

ait filozofların bize bıraktıkları yazılı metinlere<br />

bakılacak olursa, sorunuzda ifade ettiğiniz ve<br />

Schleiemacher’in de belirttiği durumun bir olgu olduğunu<br />

söyleyebilirim. Çok genel olarak felsefeyi,<br />

mitostan logosa geçiş diye ifade ediyoruz. Mitoloji<br />

tarihinin bize gösterdiği ise Yunan mitolojisindeki<br />

eserlerin dizeler biçiminde, şiir diliyle yazıldığıdır.<br />

Mitoloji yazarları aynı zamanda ozandır.<br />

Sanatçı şiir etkinliği ile neyi gerçekleştirmektedir<br />

Biliyorsunuz Aristoteles şiiri teknik (tekne<br />

olarak) bir etkinlik olarak ruhu temizlemeye (katharsis)<br />

bir araç diye tanımlıyordu. Platon ise şiirin<br />

bir mimesis olduğunu ve bundan ötürü de değerli<br />

olmadığını söylüyordu. Uzun süre şiirin yaratıcı<br />

bir etkinlik olarak kabul edilmemesinde bu iki<br />

filozofun görüşleri çok etkili oldu. Aydınlanma ile<br />

birlikte özne merkezileşince, öznenin etkinliklerinin<br />

yaratıcı bir etkinlik olduğu görüşü de yaygınlık<br />

kazandı. Nitekim Alman idealizminde sanat ve elbette<br />

ki şiir, artık bir taklit değil, bilincin âdeta en<br />

üst biçimde kendini gerçekleştirmesi olarak düşünüldü.<br />

Schelling’te estetik bilinç, en üst bilinç olarak<br />

kabul edildi. Hegel, şiiri tinin en üst seviyede<br />

kendini açması olarak değerlendirdi. Bence şiir, ister<br />

yaratıcı bir etkinlik olsun isterse esin perilerinin<br />

şaire üflediği taklit durumu olsun, hakikate temas<br />

etme açısında hiçbir biçimde bir zayıflık içerisinde<br />

değildir. Şiir, duygulara hitap eden, onları harekete<br />

geçiren bir sanat olarak, insanın varlık karşısında<br />

duygusal, heyecansal, destansal tavır alışının bir<br />

ifadesidir, diye düşünüyorum. Çünkü varlık karşısında<br />

farklı tavır alma biçimleri vardır. Sanat da bu<br />

tavır alma biçimlerinden biridir. İnsanlığın varlık<br />

karşısında rasyonel tavır alışının yanında ve belki<br />

de önce, heyecansal, duygusal tavır alışının bir sonucu<br />

olarak ilkin şiirle birlikte bir dünya görüşünün,<br />

evren görüşünün, hayat görüşünün dile gelmesi<br />

de doğaldır. Hesiodos’un Tanrıların Doğuşu ile<br />

İşler ve Günler, Homeros’un İlyada ve Odesiya adlı<br />

eserlerinde felsefe açısından işlenebilecek pek çok<br />

konunun bulunduğunu ve bu eserlerin kavramsal<br />

düzeyde değil ama kelime düzeyinde konuştukları<br />

dili zenginleştirdiklerini görüyoruz. Zaten bir felsefe<br />

dilinin birdenbire oluşması mümkün olmadığına<br />

göre edebiyatın, kullandığı dili işlemek suretiyle<br />

zenginleştirdiğini ve kavramsal düşünceye imkân<br />

tanıyacak hâle gelişinde etkili olduğunu söylemek<br />

elbette ki mümkündür. Edebiyat felsefeyi her toplumda<br />

önceler ve felsefe dilinin oluşmasına gelişmiş<br />

bir edebiyat katkıda bulunur. Çünkü gelişmiş<br />

bir edebiyatın dili de gelişmiş ve zengindir. Hemen<br />

her toplumun bir edebiyatı olmakla birlikte (destanlar,<br />

masallar, halk hikâyeleri vs.) her toplumun<br />

iyi işlenmiş bir felsefesi olduğunu söylemek mümkün<br />

değildir. Felsefe dili için edebiyatın gelişmesi<br />

gerekli olmakla birlikte yeterli değildir. Ama bir<br />

toplumda felsefe varsa, orada gelişmiş bir edebiyat<br />

da vardır. Fransız, Alman, İngiliz edebiyatları ile<br />

bu toplumların felsefeleri arasındaki ilişki, bunun<br />

güzel örneğidir. Farklı olarak gelişmiş bir Rus edebiyatı<br />

olduğu hâlde veya bir Arap ve Fars edebiyatı<br />

olduğu hâlde, bu durum o toplumların felsefesine<br />

yansımış değildir. <strong>Bizim</strong> için de şunu ifade edebiliriz:<br />

Bir Türk edebiyatı vardır fakat bir Türk felse-<br />

12<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


fesi yoktur. Türk felsefesine giden yol, elbette Türk<br />

edebiyatından geçecektir.<br />

Varoluşçuluk üzerinde çalışmalarınız var.<br />

Özellikle Albert Camus’nün eserlerini incelediniz.<br />

Camus’de “Başkaldırı Felsefesi” konusunda bir<br />

kitap yazdınız. Camus örneği de ortaya koyduğu<br />

gibi varoluşçuluk edebiyatın ve felsefenin bir araya<br />

geldiği bir düşünce biçimidir. Bu noktada iki soru<br />

sormak istiyorum: 1) Varoluşçuluğun bu özelliği<br />

nereden geliyor 2) <strong>Bizim</strong> kültür evrenimizde de<br />

böyle bir örnek var. Düşünüş biçimimiz salt felsefi<br />

değil. Sanki edebiyatla düşünce üretiyoruz. Bu nedenle<br />

düşünürlerimiz genellikle edebiyat alanında<br />

eser vermiş kişiler arasında çıkıyor. Bu konudaki<br />

düşüncelerinizi merak ediyorum: bizim düşünce<br />

üretim biçimimiz de “varoluşçu” galiba.<br />

Evet, edebiyat ile felsefenin bir araya geldiği en<br />

önemli kavşak noktası varoluşçuluktur. Siz de “Varoluşçuluk<br />

ve Edebiyat” adlı tezinizde bu konuyu<br />

ele aldınız. Varoluşçu filozofların edebiyatla ilgili<br />

tutumlarını, bazı yazarların da varoluşçu temaları<br />

nasıl ele aldıklarını değerlendirdiniz. Gerçekten<br />

de varoluşçu olarak adı geçen filozoflar, genellikle<br />

edebiyat dairesi içerisinde de değerlendirilirler. Kütüphanelerde<br />

varoluşçu filozofların eserlerinin çoğuna<br />

edebiyat raflarında rastlarsınız. Bu, doğrudur<br />

da. Onların bu özelliklerinden ötürü, analitik felsefe<br />

yapanlar varoluşçuluğu ciddi bir felsefe olarak görmezler<br />

bile. Varoluşçu filozofları da ciddi birer filozof<br />

olarak görmek istemezler. Elbette felsefe edebiyata<br />

bu derece bulaşmışsa ve felsefeden tamamen<br />

kavram çözümlemeleri ve klasik felsefe yapma tarzı<br />

anlaşılacak olursa, “bu felsefe, ne derece felsefe<br />

olarak kabul edilebilir” sorusu, son derece makul<br />

bir sorudur. H. Ziya Ülken, felsefeyi edebiyata bu<br />

derece yaklaştıran metinlere “felsefemsi” diyor.<br />

Türkiye’deki felsefe akademiyasının da felsefe yapma<br />

tarzından uzaktır bu tür metinler. Hatta içinden<br />

geldiğimiz kültürel gelenek, tam da bunun tersidir.<br />

Şu soruyu da sormak gerekir: Acaba bir tek felsefe<br />

yapma tarzı mı vardır Ve bu tarz Aristoteles’in,<br />

Descartes’ın, Kant’ın, Hegel’in felsefe yapma tarzı<br />

mıdır Şayet böyleyse Kierkegaard’ı, Nietzsche’yi<br />

ve daha pek çok filozofu felsefe tarihinden çıkarmak<br />

gerekmez mi Nietzsche’nin çok beğendiğim<br />

bir sözü var: “İki dağ arasındaki en kısa yol, zirveden<br />

zirveye olan yoldur.” Nietzsche’nin burada<br />

vurguladığı, hakikati en kısa yoldan ve veciz bir<br />

biçimde ifade etmek gerekir. Aforizmalarda olduğu<br />

gibi. Nietzsche, gidimli akıl yürütmeye ve lafı<br />

uzatmaya gerek olmadığını söyler. Gerçi roman,<br />

olay örgüsünü en ince ayrıntısına kadar anlatmak<br />

ve ince betimlemelere başvurmak suretiyle lafı uzatır<br />

ama şiir, hakikate doğrudan söz ile temas eder.<br />

Bize romandan ziyade şiir daha uygundur. Mevlana,<br />

Yunus bunun en güzel örnekleridir. Çünkü<br />

roman zaten bize çok sonradan gelmiştir. Ama şiir<br />

hep vardı. Yine destan, halk hikâyeleri ve masal geleneği<br />

bizde daha bir köklüdür. Varoluşçularda Heidegger<br />

dışında tür olarak şiire pek sıcak bakıldığını<br />

düşünmüyorum. Mesela Sartre, yazarın bağlanmasını<br />

ister. Bunu ancak nesir yapabilir. Çünkü diyor,<br />

“nesir, özü gereği yararcıdır.” Nesirde her söz her<br />

şeye işaret eder. Ama şiir, öyle değildir. Şairler der,<br />

“konuşmaz, susmaz da.”<br />

Varoluşçuluğun edebiyat ile olan ilişkisi nereden<br />

geliyor Varoluşçu felsefe, insanın varoluşu<br />

üzerine, onun yaşantıları, deneyimleri üzerine<br />

olduğu için bu somut, bireysel insan varoluşunun<br />

teorik bir analizini yapmanın da imkânsızlığından<br />

ötürü edebiyatı ve özellikle roman ve tiyatroyu kullanıyor.<br />

Çünkü varoluşçuluk, klasik metafiziğin ele<br />

aldığı öz araştırması yerine kendine yabancılaşmış,<br />

özgürlüğü tehdit altında olan, ölümle burun buruna<br />

gelmiş insan varlığının betimlemesini yapıyor. Varoluşçuluğun,<br />

bireysel insan varoluşu çerçevesinde<br />

ele aldığı konular ki bunlar; kaygı, sıkıntı, bulantı,<br />

saçma, özgürlük, günah, ölüm, umutsuzluk, bireysellik<br />

gibi konular, felsefi analize ve kavramsal çözümlemeye<br />

gelebilecek konular gibi görünmüyor.<br />

Somut bireysel insan varoluşunun ve onun başka<br />

öznelerle olan ilişkisinin bizzat yaşanan bir varoluş<br />

ve ilişki olması, ister istemez bu varoluş ve ilişkinin<br />

aynı tarzda bir söyleme ihtiyaç duyması, varoluşçuluğu<br />

edebiyata yaklaştırıyor. Bundan dolayı<br />

kimi varoluşçu filozofların roman, tiyatro, piyes,<br />

öykü biçiminde eserler vermiş olmaları son derece<br />

doğal görünmektedir. Felsefe, genellik derecesinde<br />

bir bilgi arayışına giderken elbette genelleme ve<br />

soyutlamalarla elde edilmiş olan kavramları kullanmak<br />

zorundadır. Felsefenin dili kavramlardır. Ama<br />

hiçbir kavramın bireyin seçimlerini, kaygılarını,<br />

özgürlüğünü belirlemesi ve ifade etmesi mümkün<br />

görünmüyor. Çünkü bireysel insan varoluşu, aklın<br />

ürettiği kavramı aşıyor.<br />

13<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


<strong>Bizim</strong> kültür evrenimiz ve içinden geldiğimiz<br />

gelenek de varoluşçu tarzda felsefe yapmaya oldukça<br />

uygun bir evren ve gelenek. Belki de bundan dolayı<br />

varoluşçuluk bizde oldukça yaygın bir biçimde<br />

tanınıyor. Hatta varoluşçuların temel felsefe eserleri<br />

değil ama edebî türdeki eserleri hemen hemen<br />

Türkçede mevcut. Özellikle Camus, Sartre ve son<br />

yıllarda da Kierkegaard çok okunan yazarlar arasında<br />

diye düşünüyorum. <strong>Bizim</strong> düşünme biçimimiz<br />

de, somuttan, yaşanmıştan hareketle bir düşünme<br />

biçimi. Yani yaşadığımızı anlatıyoruz. Sartre’ın<br />

özellikle Camus’nün ve elbette Kierkegaard’ın<br />

yaptığı gibi. Bireysel yaşantı hâllerinden hareketle<br />

evrensel olana kapı açmaya çalışıyoruz. Mesela<br />

Plotinos veya başka bir batılı, sözgelimi Bergson,<br />

acaba anlattıkları mistik hayatı yaşamış mıdır Ama<br />

Mevlana, Yunus ve başka birçok mutasavvıf, ne yaşadıysa<br />

onu anlatmıştır. Bundan dolayı yaşantıya<br />

yabancı olanlara anlatılanlar da çok yabancı geliyor.<br />

Bana göre daha çok bizde varoluşçuluk tasavvuf<br />

edebiyatı bakımından ele alınıp değerlendirilebilir.<br />

<strong>Bizim</strong> tasavvuf geleneğimiz ve İslam şahsiyetçiliği<br />

ile varoluşçuluk arasında ilişkiler vardır, diye düşünüyorum.<br />

Tasavvuf da salt felsefi değil. Salt felsefi<br />

olan bir düşünme biçimi, her şeyden önce teorik<br />

olarak inşa edilmiş bir metafizik üretmek zorunda.<br />

Ama biz, zaten belli bir varlık kavrayışı içerisinde<br />

hareket eden bir geleneğe sahibiz. Bu geleneğin<br />

ürettikleri de genelde tasavvuf edebiyatı içerisinde<br />

üretilmiş olan eserler. Yalnız bu geleneğin ürettiği<br />

eserlerde de, varoluşun teorisini kuramayız diyen<br />

varoluşçu bir anlayış söz konusu. Mesela Mevlana<br />

aklı, aşk yolunda çamura saplanmış merkep olarak<br />

değerlendirirken aslında insanın kendi varoluş<br />

hâline teorik bir düşünmeyle nüfuz edilemeyeceğini<br />

söylemek ister.<br />

İnsan bilimsel bilgiyle evrenin sırlarını keşfederken,<br />

edebî bilgi ile de kendi varoluş dünyasına<br />

yöneliyor. Bu iki bilgi türünün anlamı ve işlevleri<br />

konusunda neler söylemek istersiniz<br />

Evet, iki bilgi türü arasındaki fark, şahsi olan ile<br />

şahsi olmayan arasındaki fark gibidir. Bilimsel bilgi,<br />

şahsi olmayan bir bilgi olarak, bizim dışımızdaki<br />

nesnel gerçekliği açıklamaya yönelik bir bilgidir.<br />

İnsan, doğal yönüyle böyle bir bilginin konusudur.<br />

Bilimsel bilgide özne-nesne ayrılığı çok keskindir.<br />

Nesne, bizim karşımıza konulmuştur. Özne<br />

ile arasında özsel bir farklılık vardır. Bir bakıma<br />

Descartes’ın madde-ruh ikiliği ve aralarındaki ilişkisizlik,<br />

bilimsel bilginin elde edilişinde kendisini<br />

gösterir. Nesne, bizden bağımsız bir biçimde vardır,<br />

bizim karşımıza konulmuş ve araştırılması için kendisini<br />

bize olduğu gibi sunmuştur. Onun hakkında,<br />

nedensellik ve yasalılık gereği doğru yöntemler<br />

kullanıldığı takdirde herkes aynı şeyleri söyler. Bir<br />

bakıma bilimsel bilginin objesi, Marcel’in ifadesiyle<br />

problem alanına aittir. Problemin doğru çözümü,<br />

herkes tarafından aynı teknikler kullanıldığında<br />

ortak bir çözümdür. Ama edebiyatın, daha genel<br />

olarak sanat bilgisinin yöneldiği insan varlığı, bir<br />

problemin ele alınışı gibi ele alınamaz. Sanat ve<br />

özellikle edebiyat vasıtasıyla ele almaya çalıştığımız<br />

insan varlığı, insanın kendi kendisini anlama ve<br />

kendisini kendi öznel tarzıyla dışa vurma çabasını<br />

gerektirir. Bilimsel bilgi ile bizden bağımsız olan<br />

bir gerçekliği açıklamaya yönelirken, diğeri ile kendimizi<br />

anlamaya yöneliriz. Birinci dereceden bilgi,<br />

insanın kendisi hakkındaki bilgidir. İnsanın kendisi<br />

hakkındaki bilgiye, bilimin bakışı ile ulaşmak mümkün<br />

değildir. Bergson der ya, zekâ, madde üzerinde<br />

iş görmek için yaratılmıştır ve bilim yapan zekâ,<br />

incelediği varlığı statik hâle getirir. Oysa insan varlığı<br />

ve onun varoluşu sürekli bir devinim içindedir.<br />

Sürekli değişen ve değişirken oluşan insani varlığın<br />

anlaşılması için insanın sapiens özelliği yanında demens<br />

özelliğinin de hesaba katılması gerekir. Çünkü<br />

insan, ikili bir varlık yapısına sahiptir ve bundan<br />

dolayı da kendi içinde çelişkiler, çatışmalar barındırır.<br />

Bir bakıma Edgar Morin’in dediği gibi insanı<br />

sadece sapiens yani makul, akıllı, düşünen, ihtiyatlı,<br />

bilge bir varlık olarak tanımak fikri pek makul ve<br />

bilgece sayılmaz. Çünkü insan düşünen özelliğinin<br />

yanında çılgınlıkları, duyguları, heyecanları, aşırılıkları<br />

olan bir varlıktır da. İşte edebiyat ve onun<br />

bütün türleri, insanın bu yönüne de dikkat çekmek<br />

suretiyle bilimin yapamadığı ve zaten yapmasına<br />

da gerek olmadığı bir işlevi yerine getiriyorlar.<br />

Kendi iç dünyamızda olup bitenler hakkında ince<br />

psikolojik tahlilleri biz sadece edebiyat eserlerinde<br />

buluyoruz. Bir bakıma sanatçı, kendini anlamak suretiyle<br />

bütün bir evrende insanın yeri ve rolünü de<br />

anlamaya yöneliyor. Bu anlama, elbette öznel bir<br />

anlamadır. Çünkü sanatçı açısından hakikat, daha<br />

çok özneldir. İşte edebiyat bilgisi, sanat çabası bu<br />

öznelliği açığa çıkarmaya gayret gösteriyor. ■<br />

14<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


VEFA TAŞDELEN<br />

“Olası bütün bilimsel sorularımız<br />

cevaplandığında bile,<br />

hayata ilişkin sorunların hiç dokunulmadan<br />

kaldığını hissederiz.” *<br />

Her sanat eseri,<br />

varoluşa tutulmuş<br />

bir ayna gibidir. Bu<br />

varoluş işçiliğinde,<br />

sanat, bilimsel ve<br />

felsefi değerlerden<br />

(doğru-yanlış) daha<br />

çok ahlaksal alanla<br />

(iyi-kötü) iç içedir.<br />

Bu durum sanata<br />

ahlak açısından<br />

bakmaya, bilim ve<br />

felsefeden daha<br />

çok gerekçe sağlar.<br />

Sanatta ve özellikle edebiyatta dile gelen, bir<br />

‘insanlık durumu’dur. Bu insanlık durumu,<br />

pek çok insanın kendinden pay alabileceği, kendine<br />

katılabileceği bir durumdur. Bir insan için olası<br />

olan varoluşsal bir durum, aynı şekilde diğer insanlar<br />

için de olasıdır. Bu nedenle, edebiyat eserinde<br />

dile gelen insanlık durumu, her ne kadar belirli tiplerde,<br />

belirli kişilerde varlık kazansa da, aynı şekilde<br />

diğer insanları da kapsar. Bir sanat eseri karşısında<br />

takındığımız acıma, öfkelenme gibi duygusal<br />

tutumlar, insanlık durumunun bir birey olarak bizi<br />

de ilgilendirdiğini gösterir. Herkes, bu insanlık durumunun<br />

imkânı içinde yaşar. Sanat, her adımda,<br />

kendini bu insanlık durumunun alanı içinde bulur.<br />

Bu sınırın dışına çıktığında veya çıkmak istediğinde,<br />

kendini kaybeder. Şu hâlde sanat, insanlık durumu<br />

ile birlikte olan ve ondan ayrı düşünülemeyen<br />

bir etkinliktir.<br />

Sanat, varoluş alanından kesitler sunar, varolu-<br />

* Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus,<br />

Routledge & Kegan Paul, London, 1961, s. 149.<br />

15<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


şun hâllerini anlatır. Onun içeriğini insanın yeryüzündeki<br />

somut varoluş deneyimleri oluşturur.<br />

Bu durum sanatın varoluşu anlamanın aracı olduğu<br />

yönündeki sav açısından önemlidir. O, insana<br />

yine insanın penceresinden seslenir. Bu seslenişte<br />

söz konusu olan doğru ve yanlış değerleri<br />

değil, seslenişteki güzellik, incelik ve etkileyiciliktir.<br />

Sanat bize, doğrulanabilirliği ya da yanlışlanabilirliği<br />

olan hükümler sunmaz, verdiği şey<br />

bu değildir. Her sanat eseri, varoluşa tutulmuş<br />

bir ayna gibidir. Bu varoluş işçiliğinde, sanat, bilimsel<br />

ve felsefi değerlerden (doğru-yanlış) daha<br />

çok ahlaksal alanla (iyi-kötü) iç içedir. Bu durum<br />

sanata ahlak açısından bakmaya, bilim ve felsefeden<br />

daha çok gerekçe sağlar: varoluşun doğruluğundan<br />

ya da yanlışlığından söz edilemez,<br />

ancak iyiliğinden ve kötülüğünden söz edilebilir.<br />

Zira sanatın alanı insani alandır, moral değerler<br />

alanıdır.<br />

1. Edebiyat: Varoluşu Anlamanın<br />

“Organon”u<br />

İnsan varoluşunu kavramaya yönelik çeşitli<br />

etkinlik alanları vardır. İnsan, Tanrı ve evren sorunları<br />

karşısında insanoğlu binlerce yıldan beri<br />

bilim, sanat, felsefe ve din gibi alanlarla çözüm<br />

yolu aramıştır. Dilthey, bu ilişkinin bilmecemsi<br />

bir özellik taşıdığına dikkat çeker. Ona göre<br />

söndürülemeyen metafizik içtepi, dünya ve hayat<br />

bilmecesinin çözülmesine yönelir. Bu çabada,<br />

filozoflar, din adamları ve şairler akrabadırlar. [1]<br />

Filozofun bilmeceyi tümel bir bakış açısıyla kavramsal<br />

ve eleştirel bir tarzda çözümleme isteği<br />

diğerleri ile arasındaki farklılaşmayı doğurur.<br />

Hegel’e göre, sanatın doğuşunu hazırlayan en<br />

önemli gerekçe, insanın düşünce ve bilinç sahibi<br />

varlık olmasıdır. [2] Sanat da, diğer kuramsal ve<br />

1. bkz. Dilthey, “Traum”, çev. Macit Gökberk, Felsefe<br />

Tercümeleri <strong>Dergisi</strong>, 1947.<br />

2. “Bilimsel görüş açısından bakıldığında, sanatın<br />

doğuşunu hazırlayan salt ve genel gereksinme, insanın<br />

düşünen bir bilinç olmasından kaynaklanır; böylece insan,<br />

ne olduğunu ve kim olduğunu yine kendisi için açıklığa<br />

kavuşturmaya çalışır. ... Sanatın doyurup giderdiği<br />

salt ve genel gereksinme, kaynağını düşünen ve bilince<br />

sahip bir varlık olan insan olgusunda bulur; yani sanat<br />

kökeni, varolanı, varlık biçimi nasıl olursa olsun, kendi<br />

için bir varlık yapan insanda bulur. Doğadaki nesneler<br />

yalnızca dolaysız olarak ve tek bir biçimde varolurlar;<br />

pratik edimleri gibi insanın kendi bilincine varmasının,<br />

kendi kendini anlamasının bir yoludur.<br />

Temel özelliği dış şeylere, doğal nesnelere, insanın<br />

kendi varlığına özgü nitelikleri işlemesi, yansıtması<br />

ve bu yolla “dış âlemi” insani olana dönüştürmesidir.<br />

İnsan dış gerçekliğe, kendisinden<br />

bağımsız olan bu doğal alana, kendi içselliğinin<br />

damgasını vurur. Bu değiştirme, dönüştürme arzusu<br />

ve yetisi, insan varlığında içkin olarak bulunur.<br />

Eğitim ve tecrübe ile bilinçli hâle gelir. Bu,<br />

öylesine içsel bir yetidir ki, insan onunla evren<br />

karşısında duyduğu yabancılığı ortadan kaldırmak<br />

ve orayı giderek kendi evi hâline getirmek<br />

ister. Onun kendi bilincine varmasının, kendisini<br />

tanıma ve kavramasının bir yolu olan sanat, bir<br />

yönüyle insanın kendisi, kendi varlığı, yapıp etmeleri,<br />

ne olduğu, ne olacağı üzerine düşünmesidir.<br />

İnsan, kendisine yabancı olan bu doğa içinde<br />

kendisini aramak ve bulmak ister. Dış gerçekliğe<br />

kendi iç âleminin damgasını vururken, kendini<br />

tanır, kendi kendisiyle yüzleşir, kendi kapasitesini<br />

keşfeder. Sanat eserinin doğası, insana insanı<br />

anlatacak, insana kendisinden bahsedecek bir<br />

yapıdadır. Sanat eseri doğayı da anlatsa, orada<br />

“insan için” olma, “insana göre olma”, “insan<br />

açısından olma” durumu söz konusudur. [3]<br />

İnsanın yeryüzüne geleliden beri süregelen<br />

bir varoluş macerası vardır. Bu macera içinde<br />

onu kendisiyle yüzleşmekten alıkoyan, benliğini<br />

örtüler altında gizleyen engelleyiciler hep<br />

olagelmiştir. Varoluş gerçeği ile yüzleşmenin<br />

gerçekleştiği ender tecrübe anları, hayatı ve varoluşu<br />

sarıp sarmalayan örtülerden arınmadan<br />

gerçekleşmez. Oysa biz yeryüzünde ruhu ve beinsana<br />

gelince, Tin olması nedeniyle çifte bir varoluşa<br />

sahiptir; önce insan, bir yandan doğanın şeyleri ile<br />

aynı ad altında varolur; ama öte yandan da kendisi için<br />

varolur, kendi kendisini seyreder, kendisini yine kendisine<br />

tanıtır, kendisini düşünür ve kendisi için varlığı kuran bu<br />

etkinlik nedeniyle de Tin’den başka bir şey değildir. ...<br />

Sanata duyulan genel gereksinim demek oluyor ki, iç ve<br />

dış dünyanın bilincine varmak için insanı iten ussal bir<br />

gereksinmedir ve bu durum insanı, söz konusu olan her iki<br />

dünyadan kendisini yeniden tanıyacağı bir nesne yapmaya<br />

iter...” Hegel, Estetik, çev. Nejat Bozkurt, Say Yayınları,<br />

İstanbul, 1982, s. 73, 75, 76).<br />

3. bkz. Nermi Uygur, İnsan Açısından Edebiyat’ta baştan<br />

sona edebiyattaki “insaniliği” ve edebiyatın “insan<br />

açısından olma durumu”nu dile getirir. Bkz. Nermi Uygur,<br />

İnsan Açısından Edebiyat, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1985.<br />

16<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Edebiyatçılar, ressamlar, müzisyenler, tüm sanatçılar<br />

hayatı yeniden üretirler, onu bilinç düzeyine çıkarıp daha<br />

iyi ve daha anlamlı yaşanmasını sağlarlar. Biz onların<br />

eserlerinde hayatı görüyoruz, onu yeniden keşfediyoruz.<br />

Bu, sanatın hayata dönük yüzüdür. Bunu tamamlayan<br />

diğer yüzünde ise insanın kendisi vardır.<br />

deni ile bir arada yaşayan varlıklar olarak kendi<br />

içimize, kendi bilincimizle kendi çıplak varoluş<br />

gerçekliğimiz arasına mesafeler koymayı severiz.<br />

Kendimizle yüzleşmek, olduğumuz gibi<br />

kendi karşımıza çıkmak istemeyiz; bu bizi sıkar.<br />

Bu çıplak kişilik dışında, birinci, ikinci, üçüncü<br />

kişilikler buluruz kendimize. Kendi varlığımızla<br />

aramıza koyduğumuz katmanlar yüzünden<br />

kendimizi anlamamız zorlaşır. Olduğumuzdan<br />

farklı ve fazla görünmeyi severiz. Bir şey olmasak<br />

da, olmuş gibi görünmek bizi hoşnut eder.<br />

Unvanlar, kazançlar, mevki ve statüler, hatta<br />

bir noktaya kadar çevremizi saran dostlar, kendimizle<br />

yüzleşme imkânını ortadan kaldırır. İnsanın<br />

çıplak varoluş gerçekliği, kendine çıkan<br />

yolların kapatıldığı noktalarda, nefes alamadan,<br />

serpilip gelişme imkânı bulamadan solup gider.<br />

İçimizdeki katmanlar bizi ondan, onu bizden<br />

uzaklaştırır. Voroluşu bizden uzakta bir yere koyar.<br />

Ve biz kendimize olan bu mesafede hiçbir<br />

şey olmamış gibi yaşamaya devam ederiz. Belki<br />

bu yüzden Wittgenstein, bir aforizmasında şunu<br />

söyler: “Kendini aldatmamaktan daha zor bir şey<br />

yok.” [4] Edebiyat, kendimize olan bu mesafede<br />

bizi bize tanıtır, bizi kendimize, bizi insan gerçekliğine<br />

yaklaştırır. Bu imkânın, çeşitli kaygılar<br />

(ideolojik, siyasi, ekonomik) uğruna feda edilmemesi<br />

gerekir. Feda edildiğinde, edebiyat kendi<br />

doğasına yabancılaşır, insanı anlama imkânını<br />

kaybeder.<br />

İnsan, tüm yüküyle, filozofların, ahlakçıların,<br />

öğretmenlerin, hocaların, bilginlerin, hekimlerin<br />

ele aldıklarından daha fazla bir varlıktır. Onlar<br />

bize, sağlıklı ve sağlıksız, ahlaklı ve ahlaksız,<br />

4. Ludwig Wittgenstein, Yan Değiniler, AltıKırkbeş<br />

Yayınları, İstanbul, 1999, s. 29.<br />

normal ve anormal insanın nasıl olduğundan, en<br />

önemlisi nasıl olması gerektiğinden söz ederler<br />

uzun uzadıya. İnsan olmanın zorluğu, sorumluluğu,<br />

sevinci ve ıstırabı, en yetkin hâliyle ancak<br />

sanat eserlerinde ortaya çıkar. İnsanı anlama konusunda<br />

felsefeciler, eğitimciler ve ahlakçılar<br />

hep kendi iç dünyalarındaki ideal insan tipini<br />

ölçü alırlar. Olanı değil, olması gerekeni gösterirler.<br />

Ancak, insan gerçekliği, olması gerekende<br />

değil, olanda gerçekleşir, ortaya çıkar. Sanatçılar<br />

ise olanla olması gereken arasındaki farkı da<br />

gösterirler. Sanat, insanı anlamada bilim, felsefe<br />

ve ahlak kadar önemlidir. Çünkü bütün bu yönelimler<br />

insan denilen cumhuriyetteki farklı ögelerin<br />

açılımı ve ifade bulmasıyla varlık kazanırlar.<br />

Sanat eserlerinde insan varoluşunun değişik görünümleri<br />

ve cepheleri ile karşılaşırız. Bir sanat<br />

eserinin büyüklüğü, çizdiği insan portreleri ile<br />

koşut çizgidedir. Sanat bize insanın ve insan varoluşunun<br />

tanınması imkânını sunar. Sanatı anlamak<br />

insanı anlamaktır. İnsan sanat eserinde kendini,<br />

kendi var oluş hâllerini bulur. Sanat eserinde<br />

kendi bilincine varır, kendini yeniden algılar.<br />

Sanat, insanın ve yaşam gerçekliğinin yabancılaşmaya<br />

uğramadan anlaşılmasına aracılık eder.<br />

O, yaşam deneyimini, doğrudan ve yabancılaşmaya<br />

uğramadan anlatır. Hayat, hiçbir bilimde,<br />

sanatta olduğu kadar kendisi olamaz, kendisini<br />

veremez. Sanat bize varoluşu anlama fırsatı verir.<br />

Her sanat eseri, varoluşun bir yüzünün ifşası<br />

biçiminde ortaya çıkar. Sanatın dili, bu hususu<br />

vurgulamada bilim, felsefe ve diğerlerinden daha<br />

etkilidir. “Sanat eserinde kendini bulmak” sıkça<br />

karşılaşılan bir ifadedir. Sanat eserinde insan<br />

olarak kendimizi buluruz. Çünkü her sanat eseri,<br />

ne kadar imge, kurgu ve tasarım yüklü de olsa,<br />

hayatın içinden türer ve yine hayatın içindekilere<br />

17<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


döner. Orada yalnızca kendimizi bulmayız, bir<br />

bütün olarak insanı ve varoluş içindeki türevlerini<br />

de buluruz. Sanatın dili, insan varoluşunun<br />

en uygun anlatım aracıdır. Sanat bize bu imkânı<br />

sunar.<br />

2. Bilimsel Bilgi ve Sanatsal Bilgi<br />

Bize insan varoluşunu, dolayısıyla insanın<br />

neliğini ve nasıllığını doğrudan ve yabancılaşmaya<br />

uğramadan vermeye çalışan sanat, insanın,<br />

doğanın bağrında oluşturduğu kültür bağlamı<br />

içinde bilimlerden daha alt değerde değildir, olmaması<br />

gerekir. Bize kendi varoluş gerçekliğimizi<br />

sunmaya çalışan sanat, fizik dünyanın<br />

gerçekliğini sunmaya çalışan bilimlerden neden<br />

daha alt değerde olsun “Bilim, sanattan daha<br />

fazla bir kültürel insan etkinliği değildir.” diyen<br />

Heidegger, [5] bu sözü ile bilimin kültür<br />

içindeki egemen konumuna da eleştiri getirmiş<br />

olur. Bilim sanattan daha fazla, daha üstün bir<br />

etkinlik değildir, ancak bilim adına ortaya konan<br />

gelişmeler, sanatın değeri konusunda insanlarda<br />

bir önyargıya neden olmuştur. Burada<br />

şu söylenebilir: Bilim ve felsefe arasında ille<br />

de bir karşılaştırma yapılacaksa, insana bizzat<br />

kendisini, kendi gerçekliğini ve hakikatini sunan<br />

sanatın, fiziksel dünyanın gerçekliğini ve<br />

hakikatini sunan bilimden daha öncelikli olması<br />

gerektiği düşünülebilir. “İnsanlar, bugün,<br />

bilim adamlarının kendilerine bir şeyler öğretmek<br />

için; şairlerin, müzisyenlerin ise hoşça<br />

vakit geçirtmek için varolduklarını sanıyorlar.<br />

Berikilerin kendilerine öğretecek bir şeyleri<br />

olduğu akıllarına gelmiyor hiç.” [6]<br />

Peki, edebiyatın ve sanatın sunduğu bilgi<br />

ne tür bir bilgidir Gerçekten, olgusal/nesnel<br />

dünyanın bilgisini sunan bilimler yanında<br />

daha ikincil bir bilgi midir “Boş zaman işi”<br />

olmayı gerektirecek kadar önemsiz bir bilgi<br />

midir Bunun böyle olduğunu söyleyemeyiz.<br />

Zira edebiyat ve sanat bize kendi hakkımızda,<br />

insan dünyası hakkında bilgiler sunar. Nesnel<br />

dünyanın bilgisi değildir bu bilgi, doğrudan<br />

doğruya varoluşun bilgisidir. [7] Vico, insan<br />

5. bkz. Martin Heidegger, Nedir Bu - Felsefe, çev. Ali<br />

Irgat, Afa Yayınları, İstanbul, Afa, 1995, s. ..<br />

6. Ludwig Wittgenstein, Yan Değiniler, s. 31.<br />

7. “Aslında insan sorunlarını ele alıp işlemeğe en<br />

dünyasına ait tarihsel, kültürel ve tinsel bilginin,<br />

nesnel dünyaya ait bilgiden daha iyi bilinebileceğini<br />

iddia etmişti Yeni Bilim (Scienza<br />

Nuova)’de. Bunun gerekçesi olarak da, insanîtarihsel<br />

dünyanın insan ürünü olmasını göstermişti:<br />

İnsan kendi dünyasını, kendi ürünü olan<br />

insanî-tarihsel dünyayı, kendi ürünü olmayan<br />

nesnel dünyadan daha iyi bilebilir. Zira doğal<br />

dünya, insana kendi yapıp ürettiği dünyaya nazaran<br />

daha yabancı ve daha anlaşılmaz gelir.<br />

İşte insanın kendisi, kendi varoluşu, kendi varoluş<br />

dünyası hakkında edindiği bu bilgi, nesnel<br />

dünyanın bilgisinin yanında ikincil, daha<br />

alt değerde olmamalıdır. Vico’nun bu yaklaşımı,<br />

insan bilimlerinin önünde geniş bir ufuk<br />

açmıştı. Bu yoldan ilerleyen Dilthey, insanîtarihsel<br />

dünyayı anlamanın değerinden söz<br />

etmiş ve bu anlamanın mantığını, yöntemini<br />

kurmaya çalışmıştı. Bu mantık çerçevesinde,<br />

sanat ve edebiyat, tinsel/manevi dünyayı anlamada<br />

temel bir konum kazanmıştır. [8]<br />

Şiirden romana, tiyatrodan biyografiye,<br />

edebiyat ve diğer sanat dalları, insanî-tarihsel<br />

dünyayı anlamanın imkânını sunarlar. Edebiyatçılar,<br />

ressamlar, müzisyenler, tüm sanatçılar<br />

hayatı yeniden üretirler, onu bilinç düzeyine<br />

çıkarıp daha iyi ve daha anlamlı yaşanmasını<br />

sağlarlar. Biz onların eserlerinde hayatı görüyoruz,<br />

onu yeniden keşfediyoruz. Bu, sanatın<br />

hayata dönük yüzüdür. Bunu tamamlayan diğer<br />

yüzünde ise insanın kendisi vardır. Sanat bize,<br />

hiçbir bilimin aydınlatamadığı insan gerçekliğini<br />

gösterir, bu şekilde kendimizle yüzleşmemizi<br />

sağlar. Dilthey, hocası Schleiermacher hakkında<br />

yazmış olduğu biyografide, onun bir sözünü<br />

nakleder: “Her sanat eseri beni aydınlatır, çünkü<br />

yetkili kişi edebiyatçı -özellikle de romancı, hikâyeci<br />

ile tiyatrocu- olsa gerek.… O da tıpkı bilim adamı gibi<br />

araştırdığı konudan bilgi devşirmeği amaçlar. Ne var ki,<br />

bilim adamının bağlandığı kimi aşırı sınırlayıcı ilkeler<br />

ile yöntemleri ille göz önünde tutmak zorunda değildir.”<br />

Teoman Duralı, “Raslantı ile Zorunluluk Açısından<br />

Canlılar Bilimi”, Ed. K. Gürsoy, A. Açıkgenç, Türkiye I.<br />

Felsefe, Mantık, Bilim Tarihi Sempozyumu Bildirileri, Ülke<br />

Yayınları, Ankara, 1991, s. 93.<br />

8. Giambattista Vico ve Wilhelm Dilthey’ın görüşleri<br />

hakkında bkz. V. Taşdelen, Hermeneutiğin Evrimi, Hece<br />

Yayınları, Ankara, 2008, s. 33, vd., 107, vd.<br />

18<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


içinde insanlık vardır.” der, Schleiermacher .[9]<br />

Belki bu yüzden, Dilthey, sanatı bir yaratıcılık<br />

alanı olarak görür. Sanatçı, yaşamın içeriğine,<br />

özüne ilişkin özgün yapıtlar ortaya koyar. Ama<br />

bilim adamının işi yaratıcılık değil, var olanda<br />

içkin hâlde bulunan hakikati keşfetmektir; ona<br />

kendinden bir şey eklemez. Dilthey, bir başka<br />

eserinde şunları söyler: “Bilimdeki hiçbir ilerleme,<br />

sanatçının yaşamın içeriği üzerine ifade<br />

yoluyla ortaya koyduğu şeyle boy ölçüşemez.<br />

Sanat yaşamayı anlamanın organonudur.” [10] İnsan<br />

bu vasıta ile kendi dünyasına yaklaşır, onun<br />

hâllerini anlar, hisseder. Bu dünyaya ortak olur,<br />

onu paylaşır. Kendi dünyasına ait, hemcinslerine<br />

ait bilgiyi elde ederek onları anlar ve bundan haz<br />

duyar. Kendini ve başkalarını anlama imkânına<br />

kavuşur. İnsanların acılarına, ıstıraplarına, sorunlarına<br />

duyarlı hâle gelir. [11] Sanat ve edebiyat,<br />

kötü/şer karşısında gösterdiği örtük etik tavırla,<br />

okuyucuyu erdem yönünde terbiye eder, olgunlaştırır;<br />

kötüden soğumasını ve iyiyi sevmesini<br />

sağlar. Hangi metin olursa olsun, bir türkü bile<br />

bize insanın yaşadığı dünyadan, bu dünyanın<br />

9. Dilthey, “Schleiermecher”, Friederich Schleiermacher,<br />

Pedägogische Schriften, verlag Helmut Küpper vormals<br />

Georg Bondi, zweiter band, Duesseldorf – München, 1957,<br />

s. XI.<br />

10. Wilhelm Dilthey, Hermeneutik ve Tin Bilimleri, çev.<br />

Doğan Özlem, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s. 43.<br />

11. Nermi Uygur, edebiyatın insan dünyasına yaptığı<br />

katkıyı şu şekilde özetler: “Nedense unutulan, ya da<br />

önemli değilmiş gibi geçiştirilen bir katkı sağlar edebiyat<br />

insan varoluşuna: insana özgü bir duygu dünyasının<br />

kurulup gelişmesinde büyük payı vardır edebiyat<br />

ürünlerinin… Duygu eğitimi sağlar edebiyat insana.<br />

İnsanın tüm duygu yönünü açar, açıklar, belli eder,<br />

bildirir edebiyat. Yazarlar olmasaydı birçok duyguları<br />

deneylemeyecek, onları tatmayacak, bilmeyecektik…<br />

İnsanı kendisine öğretir bu bakımdan edebiyat. Ben<br />

neyim Kimim ben Nasıl bir şeyim ben çeşidinden<br />

sormadan edemeyeceğimiz soruları en iyi aydınlatan, hiç<br />

olmazsa aydınlatabilecek ipuçları veren etkinlik alanıdır<br />

edebiyat… İnsanı insana yaklaştırır edebiyat… İnsanı<br />

insana tanıtır. Böylece en azından bir hoşgörü aşıladığı<br />

söylenebilir.” (bkz. Nermi Uygur, age., s. 158, 160, 162).<br />

Albert Camus de eserlerinde sık sık sanatın yaşama kattığı<br />

değer üzerinde durur. Buna göre sanat hayatın güzelliğinin<br />

yeniden üretilmesine yönelik var edici bir çaba olduğu<br />

fikrini vurgular, hayatın güzellik ve iyiliklerinin yeniden<br />

üretmesine büyük katkı sağlar.<br />

hâllerinden, insan denilen varlığın yeryüzündeki<br />

varoluş biçimlerinden söz eder. Kuşkusuz bu<br />

bilgi, “bilgi değeri” açısından tartışılabilir, ne<br />

olduğu, ne kadar bilgi olduğu, nesnelliği ve öznelliği,<br />

genel geçerliği ve tekilliği sorgulanabilir.<br />

Ama onu modern bilimin “bilimsel bilgisi” ile<br />

karşılaştırmak, modern bilgi örneğine göre anlamak<br />

da bir hata olacaktır. En iyisi, bu bilgiyi bir<br />

başka bilgi örneğine indirgemeden, kendi içinde<br />

anlamak ve anlamlandırmak olacaktır. İşte bu<br />

bilgi bize sanata ve edebiyata ilişkin bir görüş<br />

kazandırır. Buna göre, sanat ve edebiyat insanı<br />

ve insanın dünyasını anlamanın bir aracıdır.<br />

Sonuç<br />

Sanat ve edebiyat bize bir “meçhul” olan insanın<br />

yeryüzündeki varoluşunun anlaşılması yönünde<br />

bir imkân sunar. Çünkü o, her şeyden önce<br />

bir varoluş bilgisidir, bir varoluş sanatıdır; baştan<br />

sona insanı ve varoluşu anlatır. Edebiyatta kalıcı<br />

ve evrensel olan, yapıtın ideolojik yapısı değildir.<br />

Hiç kimse şu ya da bu klasiği, ideolojisinden ötürü<br />

okumaz. Peki, edebiyat hangi dili konuşacaktır o<br />

zaman Değerini bir ideolojiden almayacaksa, neden<br />

alacak, nereden alacaktır Bu sorunun cevabını<br />

şu şekilde verebiliriz: İnsanlığın dilinden alacaktır.<br />

Zira o, insan aktiviteleri arasında insanlığın dilini<br />

konuşmaya en yatkın olandır. İnsan onunla en çok<br />

insan olmayı, insan olmanın imkânlarını konuşur,<br />

insan olmanın onurundan söz eder, iyiliğe ve güzelliğe<br />

duyduğu özlemi dile getirir, en çok insan olan<br />

yanını açar dünyaya, gönlünü açar. İşte bu nedenle,<br />

edebiyata başladık mı, insanlığın dilini konuşmaya<br />

da başlarız. Bu dil bizi avutur, teselli eder. İnsan<br />

varlığı olarak birbirimizin acılarını ve sevinçlerini<br />

anlamamızı, hissetmemizi sağlar. İnsanlığı anlama<br />

ve hissetme yönünde bir yeti kazandırır. Edebiyatın<br />

iyiliği, insanın iyiliğinin yanında olması, bu iyiliği<br />

vurgulaması ve belirgin kılmasıdır. İyiye ve<br />

güzele duyulan sevgi, kötülüğe ve çirkinliğe duyulan<br />

nefret, bir tavır olarak okuyucuda belirgin<br />

hâle gelir. Buna göre, edebiyat giderek iyiliğe ve<br />

güzelliğe duyulan sevgi ve inançla özdeşleşir. O,<br />

insanı kendisiyle yüzleştirir, insana kendisini tanıtır.<br />

Neresinden bakılırsa bakılsın edebiyat, bir<br />

sanat olarak verdiği estetik hazzın yanında, ihtiva<br />

ettiği varoluş bilgisi ile de önemli bir konumda<br />

bulunur. ■<br />

19<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ÖMER NACİ SOYKAN**<br />

Sözcükler olarak<br />

dünyaya ilişkin<br />

resimleri kendisinde<br />

biriktiren dil, onları<br />

taşıyan zihinle dünya<br />

arasında aracılık<br />

eder. Bu aracılıktan<br />

dolayı dil ile dünya<br />

arasında belli ölçüde<br />

uygunluk olduğu<br />

söylenebilir. Ama<br />

ikisi asla özdeş<br />

değildir. Sözcükler<br />

dildedirler.<br />

Varlık dile getirimi koşaçla (copula)<br />

sağlanır. Bu da felsefede büyük önemde<br />

görülür. Bu anlamda koşacın yalnızca batı dilkültürlerine<br />

özgü olduğu biçimde haksız savlar<br />

öne sürenler bile olmuştur. Türkçe hakkında tam<br />

bilgiye sahip olmayan kimi batılı dilbilimcilerin<br />

bu tarz savları, bizi burada doğrudan doğruya<br />

ilgilendirmiyor. <strong>Bizim</strong> kaygımız felsefidir. Onları<br />

Türk dilbilimcilerine havale ediyoruz.<br />

Koşaç, Latince “olmak”, “var olmak”<br />

demek olan “sum esse” fiilinden gelen “est”in<br />

batı dillerindeki karşılığı olan “is” (İng.) “est”<br />

(Fr.), “ist” (Alm.) ile gösterilir. Türkçede ise<br />

bu, “durur” fiilinden gelen “dır” ile karşılanır.<br />

Durmak, kalıcı olmak demektir. Türk kültürü<br />

bu anlamı, kalsın ölmesin demek olan “Dursun”<br />

*<br />

12 Mayıs 2010 tarihinde Van Yüzüncü Yıl Üniversitesinde<br />

yapılan konuşma.<br />

** Prof. Dr. Ömer Naci Soykan, Mimar Sinan Üniversitesi<br />

Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe<br />

Bölümü Öğretim Üyesi<br />

20<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


adında açıkça ortaya koyar. Yunus Emre’nin<br />

şiirlerinde de bu, birçok kez dile gelir; örneğin<br />

“Yunus durur benim adım” deyişinde olduğu<br />

gibi. Türkçe varlıktan, bulunmayı, kalıcı olmayı,<br />

yitip gitmemeyi anlar. Var olan kalıcı olandan<br />

başka bir şey değildir.<br />

Batı dillerinde olduğu gibi Türkçede de<br />

koşacın üç işlevi vardır: i. Konu ile yüklemi<br />

birbirine bağlar. Örneğin: “Ahmet bir insandır.”<br />

ii. Bir şeyin bir şeyde bulunduğunu ya da<br />

olumsuzlayıcı olarak bulunmadığını ileri sürer.<br />

Örneğin: “Kitap masanın üstündedir” veya<br />

“Kitap masanın üstünde değildir.” iii. İlk iki yargı<br />

biçimleriyle birbirine bağladığı, birbirleriyle ilgi<br />

kurduğu şeylerin aynı zamanda var olduklarını<br />

dile getirir. Bu cümlelerde “Ahmet”in, “insan”ın,<br />

“kitap”ın, “masa”nın aynı zamanda var oldukları<br />

da koşaç sayesinde deyimlenmiştir.<br />

“Varlık” sözcüğü, sözlüklerde basitçe “ad”<br />

olarak nitelenir. Ama o, bir şeyin adı değildir. “Bu<br />

varlıktır” diyeceğim herhangi bir nesne yoktur.<br />

Yine basitçe söylendikte o, tüm var olanların ortak<br />

adı mıdır “Bu var olan bir şeydir” dendiğine göre<br />

tüm var olanlara bir kısaltma olarak, bir ortak ad<br />

olarak “varlık” diyebiliriz. Burada sorun “tüm”<br />

sözcüğündedir. O, bir sınırlamayı gerektirir. Var<br />

olanların tümünü bir çerçeve içine alabilseydik,<br />

o zaman bir sorun kalmazdı; örneğin “Şu anda<br />

bu odada bulunan tüm insanların sayısı beştir.”<br />

dediğimizde olduğu gibi. Oysa var olanları<br />

sınırlamak olanaklı değildir. Sınır çekmek için<br />

sınırın iki yanını görebilmek gerek. O zaman<br />

soracağız: Sınırın ötesinde ne var Bu sorunun<br />

yanıtı yoktur. Bu yüzden olacak, Wittgenstein,<br />

“tüm” sözcüğünün sahici bir kavram olmadığını,<br />

“bir biçim kavramı” olduğunu söyler. [1]<br />

Öte yandan “var” sözcüğü, her ne kadar<br />

sözlüklerde sıfat olarak nitelense de o, bir<br />

nesneye yüklenebilecek bir sıfat değildir. “Bu<br />

kalem kırmızıdır.” der gibi “Bu kalem vardır.”<br />

diyemeyiz. Var olmak, kalemin bir sıfatı değildir.<br />

Çağdaş mantık bu tür tek terimli yargıların<br />

önerme olmadığını göstermiştir. Tek terimli bir<br />

yargı da doğru veya yanlış değerini alabilecek<br />

1.bkz. L. Wittgenstein, “Tagebücher 1914-1916”, 20.1.15.<br />

** Prof. Dr. Ömer Naci Soykan, Mimar Sinan Üniversitesi<br />

Güzel Sanatlar Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi<br />

Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi<br />

bir önerme olmadığı için “kalem vardır” veya<br />

“yoktur” gibi yargılara doğru ya da yanlış<br />

denilemez. Dolayısıyla bir şeyin varlığı veya<br />

yokluğu kanıtlanamaz.<br />

Bu çözümlemelerden sonra başa dönüyoruz,<br />

Türkçeye, Türkçenin “dır”ı getirdiği “durur”<br />

fiiline. Bir şey için “durur” ya da “dır” demek<br />

için onun bir yerde durduğunu, olduğunu<br />

söylemek gerekir. “Kalem masanın üstündedir”<br />

cümlesinde olduğu gibi. Böylece “dır” koşacıyla<br />

kalemin var olduğu da söylenmiş olur. Buna<br />

göre var olmak, bir yerde olmak, bulunmak<br />

demektir. Başka bir deyişle var olmak uzamlı<br />

olmakla kopmaz bir bağlılık içindedir. Uzamla<br />

birlikte zaman da var olmanın olmazsa olmaz<br />

koşuludur. “Sonsuzca var olmak” deyiminin bir<br />

anlamı yoktur. “Sonsuz”, olumsuz bir kavramdır;<br />

bizde hiçbir tasarımı yoktur. Bu anlayış Türk<br />

düşünce ve duyuşunda şu fıkrada da açıkça<br />

ortaya konmuştur. Tanrı’nın ne yerde ne gökte,<br />

hiçbir yerde olmadığını, zamandan ve mekândan<br />

münezzeh olduğunu söyleyen hocaya karşı, Türk<br />

duyuş ve düşünüşünün asli bir temsilcisi olarak<br />

Bektaşi babası, “Şunu inkâr edeceksin de dilin<br />

varmıyor” yanıtını verir. Var olan bir şeyin belli<br />

bir zamanda, belli bir yerde bulunduğu anlayışı,<br />

Einstein’ın uzam-zamanı bir boyut olarak aldığı<br />

görüşüyle de uyuşur.<br />

Sözcükler olarak dünyaya ilişkin resimleri<br />

kendisinde biriktiren dil, onları taşıyan zihinle<br />

dünya arasında aracılık eder. Bu aracılıktan<br />

dolayı dil ile dünya arasında belli ölçüde<br />

uygunluk olduğu söylenebilir. Ama ikisi asla<br />

özdeş değildir. Sözcükler dildedirler. Onlardan<br />

bazılarının dünyada, gerçeklikte karşılığı vardır,<br />

bazılarının yoktur. Her söz var olan bir şeyin<br />

deyimi değildir. Öyle olsaydı ne yanlıştan ne<br />

de hayallerden söz edilebilirdi. Çünkü mademki<br />

onlardan söz ediyoruz ve her söz de var olan<br />

bir şeyi deyimliyor, o hâlde onlar da vardır gibi<br />

saçma bir sonuca varılırdı. Bu tarz yanlışlardan<br />

korunmanın sağlam bir yolu, dilin kendisinin<br />

sağladığı anlamda dilbilgisinin inceliklerini<br />

görmeyi gerektirir. Her şeyden önce de bu bilginin<br />

kimi kez ait olduğu dile özgü olduğunun, her dil<br />

için geçerli olmadığının ayrımında olunmalıdır.<br />

21<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Dilbilgisini (gramer), okul kitaplarında anılan<br />

tarzda anlamak yeterli değildir. Wittgenstein,<br />

“derin dilbilgisi - yüzey dilbilgisi” ayrımını<br />

yapmakla [2] sorunu felsefe alanına çekmişti.<br />

Ancak onun bu ayrımdan neyi kastettiği çok açık<br />

değildir. Yüzey dilbilgisi, dilden dile farklılık<br />

gösterir. Buna karşın derin dilbilgisi değişmez.<br />

Buna göre, bu ikincisi mantık ya da dilbilgisinin<br />

mantıksal yönü olarak görülmelidir. Burada<br />

Türkçeye ilişkin yaptığımız çözümlemeler, onun<br />

dilbilgisel yapısına dayanmakta, felsefi savlar<br />

buradan çıkarılmaktadır. Eğer bu savlar, “derin<br />

dilbilgisi”nden çıkarılıyorsa, onlar genel geçer<br />

olmalıdır. Ama onlar “yüzey dilbilgisi”nden<br />

çıkarılmışsa onların geçerliği genel olamaz. Bu<br />

durum, Türkçe için olduğu gibi, başka diller<br />

için de söz konusudur. Ancak bir sav, yüzey<br />

dilbilgisinden çıkarılmış olduğu halde bilimsel<br />

bir doğruluk taşıyorsa, bu bilgi yanlışlanana<br />

kadar doğru olarak kabul edilir.<br />

“Varlık”, “var” sıfatından “–lık” ekiyle yapılmış<br />

olduğu gibi yokluk da aynı biçimde yok’tan<br />

yapılmıştır. Türkçede var’ın olumsuzu (karşıtı)<br />

yok’tur. Ne varlığın ne yokluğun “değillemesi”si<br />

yapılır. Yok, var’ın “değillemesi” (Negation)<br />

değildir. Var’ın değillemesi yapılabilseydi, bu,<br />

“değil-var” ya da “var değil” biçiminde olacaktı.<br />

Birincisi, Türkçede ön ek olmadığı için uygun<br />

değildir; ikincisi ise başlı başına değil, ancak bir<br />

cümle veya deyimde kullanılabilirdir. Daha açık<br />

bir deyişle, “var değil” diye bir söz, tek başına<br />

bir ad, bir sıfat vb. olarak kullanılmaz. Yukarıda<br />

belirttiğimiz gibi var, bulunma, sahip olma; yok<br />

ise bulunmama, sahip olmama anlamındadır.<br />

Olumsuz yapan “-siz” son eki var’a getirilerek<br />

“var-sız” gibi bir sözcük de yapılamaz. Türkçe<br />

son ekli, eklemeli bir dildir. Olumsuz yapan “–siz”<br />

eki ile birlikte onun olumlu biçimi olan, yani bir<br />

şeyde bir şeyin bulunduğunu gösteren “-li” eki,<br />

ağaç (ağaçlı/ ağaçsız), can (canlı/ cansız), ev<br />

(evli/ evsiz) gibi pek çok sözcükte kullanılabilir<br />

olmasına karşın, bu iki ek, ne var’da ne de yok’ta<br />

kullanılır; eş deyişle, ne “varlı”, “varsız” ne de<br />

“yoklu”, “yoksuz” denemez.<br />

Türkçede var’dan varlıklı, varsıl, yok’tan<br />

yoksul sözcüklerinin üretilmesi, var ile yok’un<br />

2. bkz. “Philosophische Untersuchungen”, 664.<br />

sahip olma ve sahip olmama anlamına da<br />

geldiğini gösterir. “O bir kaleme sahiptir” deyişi<br />

güzel değildir. Onun yerine “Onun bir kalemi<br />

vardır.” denir. Benim bir şeye sahip olmam, onun<br />

bende bulunması demek olmakla, var olmanın<br />

bulunma olduğu görüşü yine iş başındadır. Bu<br />

anlam çevreninde bulunma sözcüğü merkezi<br />

bir yer tutuyor. Sözlük şöyle diyor: “bulun- fiili<br />

çok defa ol- fiilinin eş anlamlısıdır (…) var ya<br />

da yok kelimelerinin kullanılamadığı yerlerde<br />

mevcudiyeti ifade edebilir.” [3] Bulunmanın daima<br />

bir yerde olması uzam-zaman varlık birliği<br />

kavrayışının Türkçenin kendisinde bulunduğunu<br />

gösterir. <strong>Bizim</strong> var olanlara bakışımızı Türkçenin<br />

yönlendirmesine bırakmak, Türkçe düşünmenin<br />

ilk koşuludur. Ama bu, hiç de o kadar kolay<br />

değildir. Düşünmeyi batılı kaynaklardan<br />

öğrenmekle edindiğimiz alışkanlık, bu konuda<br />

başlıca güçlüğü oluşturuyor. Hem batıdan<br />

edindiğimiz kazanımları reddetmeyeceğiz hem<br />

de düşünmeyi Türkçe ile gerçekleştireceğiz. Güç<br />

olan budur.<br />

Ön ek alan batı dillerinde, örneğin İngilizcede<br />

ve Almancada “varlık”ın değillemesi “not-<br />

Being”, “Nichtsein” biçimlerinde yapılır. Aynı<br />

değilleme, Yunanca “to on”dan yapılan “me<br />

on”da bulunur. Bu dilsel bir olanaktır, burada<br />

bir sorun yoktur. Ancak dil ile varlık özdeşliği<br />

benimsenirse, sorun o zaman ortaya çıkıyor.<br />

Yalnızca biçimler olumsuzlanır, nesneler,<br />

görüngüler değil. Örneğin “kara”, “beyaz”ın<br />

olumsuzu ya da değillemesi değildir. Nesnelerin<br />

adları olan sözcükler, ister ön ekle ister başka bir<br />

biçimde olumsuzlanırsa, nesneler olumsuzlanmış<br />

olmaz. “Nesnenin olumsuzlanması” zaten saçma<br />

bir deyimdir. Ama dil varlık özdeşliği kabul<br />

edildiğinde, böyle saçma bir sonuca varılır.<br />

Parmenides’çilerin çelişkiye düşmesinin nedeni<br />

bu kabuldü. Dildeki her söz var olan bir şeyi dile<br />

getirirse, “me on” (var olmayan) da var olan bir<br />

şeyi dile getirecek. Böylece var olmayanın var<br />

olduğu söylenecek. [4] Bu bir yana “Bir şeyin var<br />

3. A. Tietze, “Tarihi ve Etimolojik Türkiye Türkçesi Lügati,<br />

Cilt 1, Simurg Kitapçılık 2001.<br />

4. Parmenidesçiler’in düşünüşünde ”varolmayanın<br />

varlığı” çelişik sonucuna varılması konusunda, Platon’un<br />

Sofist (236 vd.) diyaloguna ve bizim bu konuda yaptığımız<br />

çözümleme için de “Metin Okuma” (Ara Yayıncılık, 1991)<br />

başlıklı kitabımıza (s.100-1) bakılabilir.<br />

22<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


olmadığı” da çelişik bir deyimdir. Bir şey, var<br />

olan bir şeyse onun var olmadığı söylenemez. Bir<br />

şey varsa, ancak o bir şeydir. Kuşkusuz hayal ve<br />

uydurmalar bunun dışındadır. Hayali bir şeyden<br />

söz ediyoruz diye o şey var değildir.<br />

Türkçede dil varlık özdeşliğinin olmadığı<br />

o kadar açıktır ki yoklardan bu “yoklar”<br />

sözünde de olduğu gibi çoğul olarak bile söz<br />

edilebilmektedir. Türkçede dil, varlık alanını aşar,<br />

yoklardan da söz eder. Bu da yokun var olduğu<br />

anlamına gelmez. Dil varlık özdeşliği kabulü<br />

felsefe tarihi boyunca birçok filozofta süregelir.<br />

Örneğin Parmenides’çilerinkine benzer bir tutum<br />

Heidegger’in “Dil, varlığın evidir” [5] sözünde de<br />

bulunur. Oysa onun benzetmesi kullanılacaksa,<br />

“Dil varlığın ve yokluğun evidir.” denmelidir.<br />

Türkçede ön ek olmadığı için “Değil-varlık”<br />

veya “Yok-varlık” denilemiyorsa, “Varlık<br />

olmayan” veya “var olmayan” da denilemez<br />

mi, denilir. Ancak bu Parmenides örneğinde<br />

görüldüğü gibi bir şeyi dile getiren bir ad olarak<br />

anlaşılmamalı. “Bir şeyin var olmadığı” deyimi,<br />

bir şey daha önce bir yerde bulunup da şimdi<br />

bulunmuyorsa, o zaman kullanıldığında meşru<br />

bir deyim olur. Bu da belirttiğimiz gibi var<br />

olmanın ve var olmamanın bir uzam-zamanda<br />

bulunması ve bulunmamasından başka bir anlama<br />

gelmeyeceği demektir.<br />

Türkçede ön ekin olmaması, nesne adının<br />

önüne “değil” sözcüğü getirilerek elde edilen<br />

bileşik sözcüğün o nesnenin sanki değillemesi<br />

olan bir şeyin adı olduğu gibi yanlış bir sanıya<br />

varılmasını da engelliyor. Bir ad bir nesnenin adı<br />

ise o adın değillemesi de o nesnenin sanki değili<br />

olan bir şeyin adı olduğu biçimindeki düşünce,<br />

yine belirttiğimiz gibi, dil varlık özdeşliği<br />

kabulüne dayanır. Türkçe bu kabule öz yapısı<br />

gereği izin vermemekle, felsefe tarihinde yüz<br />

yıllar boyu süre gelmiş, hiçbir sonuç vermeyen<br />

varlık yokluk tartışmalarına da izin vermiyor.<br />

Yanıtlanması gereken bir soru: Bir dilin<br />

düşünmeyi yanlış yola sevk edebilmesi mi<br />

yoksa ondan esirgemesi mi daha iyidir Felsefe<br />

tarihindeki yanlış yollardan biri varlıkların<br />

tıpkı biçimler gibi değillemesinin yapılmasıyla<br />

açılmıştır. Sanki yanlış yollar düşünmeye<br />

5. M. Heidegger, “Unterwegs zur Sprache”, s. 166, Neske<br />

1979.<br />

zenginlik katmıştır. O yüzden bu soruyu sorduk.<br />

Yoksa elbette bir dilin yanlıştan koruma yetisi bir<br />

üstünlük olarak görülmelidir. Öyle ise Türkçe,<br />

böyle bir üstünlüğe sahiptir. Türkçe keskin<br />

mantıksal yapısıyla akıl mantık dışı söylemlerden<br />

bizi korumakla, Wittgenstein’ın dediği, sorun<br />

olmayanın sorun gibi görülmesini [6] önlemekte<br />

belki de onun en çok ihtiyacı olan dil olurdu.<br />

Söylenemeyeni söyleme çabasını felsefeden<br />

dışarı atmak için ona onun hiç bilmediği Türkçe<br />

gerekirdi.<br />

Türkçede yok, var’ın bir değillemesi<br />

olmadığı gibi o diğer var olanların değillemesi<br />

için de kullanılamaz. Böylece biz, örneğin,<br />

“yok-ağaç”, “yok-ev”, “yok-yer” gibi sözler<br />

etme saçmalığına düşmeyiz. Bu sözleri söyleme<br />

olanağını filozoflarına veren diller, bundan bir<br />

zenginlik elde etmişse, Türkçe yoksul bir dildir<br />

ve öyle de kalacaktır; yeter ki batı dillerinden<br />

alınma bu tarz birtakım deyiş biçimleri kullanıla<br />

kullanıla Türkçede bir yaygınlık kazanmasın.<br />

Dahası, “var değildir” sözü de iyi bir Türkçe<br />

değildir. Örneğin, “Masanın üzerinde bir kitap var<br />

değildir.” yerine “yoktur” demek gerekir. Bu da<br />

varlığın değillenemeyeceğini gösterir. Türkçede<br />

değillemenin doğru kullanımı var olanlara<br />

değil, cümlelere uygulanmayla olur. Değilleme,<br />

anlambilimsel, dilbilimsel kullanımlı olmakla<br />

nesnel dile ilişkin değil, fakat üstdile ilişkindir.<br />

Bu da Türkçenin mantıksal-matematiksel<br />

yapısının bir başka göstergesidir. Değillemenin<br />

nesneye yüklenmesi, onda bir değerin veya bir<br />

özelliğin bulunmadığını belirtme durumlarında<br />

söz konusudur; Bu resim güzel değildir, Bu<br />

kalem kırmızı değildir örneklerinde görüldüğü<br />

gibi. Değilleme ya da yoksama, bulunmama<br />

demektir; ama bir şeyin kendisinin değil, fakat<br />

bir şeyde bir şeyin bunmaması anlamında. Bir<br />

şeyin kendisinin bulunmaması ise, onun bir<br />

uzamda bulunmaması anlamındadır; “mutlak”<br />

yokluğu anlamında değil.<br />

Türkçede “mutlak” yokluk denemez. Zaten<br />

bu “mutlak” sözcüğü de Türkçe değildir.<br />

6. Wittgenstein söylüyor: “Felsefi düşünmede sorunlar<br />

görüyoruz, konuldukları yerde hiçbir sorun yok. Ve<br />

felsefe, orada hiçbir sorun olmadığını göstermeli.”<br />

(Philosophische Grammatik/ Philosophical Grammar, I,<br />

9.)<br />

23<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Yokluk, belirttiğimiz gibi bir şeyin bir yerde<br />

bulunmaması anlamındadır. Bir şey bir yerde<br />

bulunmadığı gibi, birden çok şeyler de bir ya<br />

da birçok yerde bulunmayabilir. Var olma ve<br />

var olmama bir yerde olma ve olmama olduğu<br />

için bir şeyin tüm yerlerde olmadığını, yani<br />

“mutlak” yokluğunu dile getiremeyen Türkçe,<br />

bunu akla, mantığa uygun biçimde “O, herhangi<br />

bir yerde değildir.” biçiminde söyler. Burada<br />

bize “Ama ‘o hiçbir yerdedir’ denebiliyor.” diye<br />

karşı çıkacak olanlara yanıtımız şudur: Birincisi<br />

“hiç” Türkçe değil, Farsçadan gelmedir. İkincisi<br />

o, Türkçede olmayan bir ön ek olarak “bir”in<br />

önüne konulmuştur; o, bir galat-ı meşhurdur.<br />

Türkçe kendi sözcüğü olan “yok”u, kendisinde<br />

ön ek olmadığı için “bir”in önüne ön ek olarak<br />

koyamadı, “yok-bir” demedi; ama yabancı olan<br />

“hiç”i koyarak “hiçbir” dedi. Böylece “hiçbir”,<br />

sanki ön ekle elde edilen bir sözcük değil de<br />

başlı başına bir sözcükmüş gibi göründü.<br />

“Zaman” kavramı, felsefede hep bir sorun<br />

olagelmiştir. [7] Onun en sorunlu olan yönü de<br />

sanırım “an”dır. Birçok konuda olduğu gibi<br />

zaman kavramı konusunda da klasikleşmiş bir<br />

başvuru kaynağı olan Aristoteles’in konumuzla<br />

ilgili görüşlerini özetle buraya alalım. Ona<br />

göre, şimdiki an bölünemezdir. Zaman olmazsa<br />

an, an olmazsa zaman olamaz. Buna karşın,<br />

zaman şimdiki an’lardan bir araya gelmiş gibi<br />

görünmemektedir. Nasıl bir nokta öteki noktayla<br />

sürekli olamazsa an da bir diğeriyle sürekli<br />

olamaz. Zamanın kendisi bölünebilir olmasına<br />

karşın, parçalarından biri, olup bitmiş (geçmiş),<br />

biri ise olacak (gelecek). Hiçbiri ortada yok. [8]<br />

Kuşkusuz Aristoteles, Zenon’un “uçan ok<br />

duruyor” paradoksunu biliyordu. Kendisi bu<br />

paradoksa düşmemek için sanırım böyle söylemiş<br />

olabilir. Çizgi zamanın kendisi, an nokta ise, ne<br />

bir noktadan diğerine ve çizgiye varılacak ne<br />

de bir an’dan diğerine ve zamana varılacaktı.<br />

Fakat o zaman da garip bir durum ortaya çıkıyor:<br />

Zamanın kendisi var parçaları yok: İş içinden<br />

çıkılmaz bir hâl alıyor. Bu durumun nedeni<br />

7. Bu konuda geniş bilgi için “Saatsiz Yaşanır mı”<br />

(Zaman’ın Kitabı, içinde YGS Y. 2003) başlıklı yazımıza<br />

bakılabilir.<br />

8. bkz. Aristoteles, “Fizik”, 218a - 222a, Çev. Saffet Babür,<br />

YKY 1997, s. 183-209.<br />

bana göre, “an” denen, var olmayan soyut bir<br />

kavramın kabulünde yatıyor. İşte Türkçe bizi bu<br />

çıkmazdan kurtaracaktır.<br />

Türkçenin zaman kavrayışını şu sözlerde<br />

arayalım: Gelecek, gelmekte olan, geçmekte<br />

olan, geçmiş. Gelmekte olanla geçmekte olan<br />

arasında, şimdik, şimdicek, şincek, şinci, şindi,<br />

şindik gibi halk ağzında çok çeşitli söylenişleri<br />

olan şimdi vardır; [9] ama “an” yoktur. Şimdi<br />

anlamındaki bu sözcüklerin hepsi gelip geçmekte<br />

olan bir zamansal hareketi gösterir. Hiçbirinde<br />

“an”ın durağanlığı yoktur. “An” Arapçadan bize<br />

gelmiştir. Zaman gelip geçiyor; durmuyor ki<br />

durduğu kesimine bir ad verelim. Bundan daha<br />

gerçekçi bir kavrayış olur mu! “En küçük zaman<br />

dilimi” diye tanımlanabilen “an” bir soyutlamadır.<br />

Ama “en küçük” denen dilim de bölünebilir.<br />

Zamanın bu akışkanlığı, duran bir anın olmaması,<br />

bizi Zenon paradoksundan da korur. Biz,<br />

ihtiyacımız olduğu için zamanı saymaca olarak<br />

bölüyor, saatlere, dakikalara vb. ayırıyoruz. Oysa<br />

akış hâlinde olanı bölmek olanaklı değildir. Sonra<br />

da ihtiyacımızı, daha açık bir deyişle, saymaca<br />

olarak yaptığımız bu şeyi gerçek sanıp, gerçek<br />

zamanın da bölünebileceğine inanıyoruz. O<br />

zaman da yukarıdaki gibi çelişkilere düşüyoruz.<br />

Bergson’un göreli, ölçülebilir, çözümlenebilir<br />

zaman ile ancak içgörüşle (intiution) kendisine<br />

nüfuz edilebilir, kesintisiz akış hâlinde olan süre<br />

(durée) ayrımı [10] , burada anımsanabilir. Ancak<br />

ben, içgörüş gibi psikolojik kavrayıştan değil,<br />

içindekilerle birlikte sürekli akış hâlinde olan,<br />

değişen nesnel bir zamandan söz ediyorum.<br />

Zaman gelip geçiyorsa, zamanda kalıcı olan<br />

bir şey yok mudur Daha doğrusu, zamanda<br />

kalıcı olmak, değişmemek ne demektir<br />

Kant’ın “Zamanın kendisi değişmez, fakat<br />

içindekiler değişir” [11] biçimindeki sözü, onun<br />

zamanı duyarlıkta bulunan bir salt biçim olarak<br />

görmesinden ileri gelir. İnsan zihninin böylesi<br />

boş biçimlere sahip olduğu görüşünün bilimsel<br />

bir temeli yoktur. Tersine günümüz gelişme<br />

9. bkz. Derleme Sözlüğü, X, Türk Dil Kurumu Yayınları<br />

Sayı: 211/10, Ankara 1993.<br />

10. Örneğin, bkz. Bergson’un “Metafiziğe Giriş” yazısı<br />

“Düşünce ve Devingen” (çev. Miraç Katırcıoğlu, Maarif<br />

Vekaleti Yayınları, İstanbul 1959) içinde, s.214-272.<br />

11. I. Kant, “Kritik der reinen Vernunft”, [B 57/A 40-B<br />

58/A 41 (6404)].<br />

24<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


psikolojisi, zihinsel yapıların bireyde zaman<br />

içinde oluştuğunu söyler; “zihinsel süreçlerin<br />

psikolojik gelişimi”nden, “zihin gelişiminin<br />

evreleri”nden söz eder. [12] Ama burada şu<br />

söylenebilir: İnsanda böyle bir yeti vardır ki o,<br />

zamanla gelişebiliyor. Bu akla uygun geliyor.<br />

Ancak insanda böyle bir yetinin olması, onda boş<br />

biçimlerin olduğunu göstermez. Ayrıca öyle bir<br />

kabul öz ile biçimi birbirinden ayırıyor. Oysa boş<br />

biçim, yalnızca mantıksal anlamda bir kabuldür<br />

Hiçbir şey, hiçbir görüngü, kendisinde biçim<br />

olmaksızın bir şey değildir. Dolayısıyla bizde<br />

bir zaman görüsü varsa, bu salt, içi boş bir görü<br />

değil; tersine içinde görülen şeylerin olduğu bir<br />

görü olmalıdır. Zamanı içinde taşıdıklarından<br />

ayırarak anlamak olası değildir. Daima nesnel<br />

bir tutumu benimsemiş görünen Türkçede<br />

zaman, vaktiyle “öd” sözcüğü ile karşılanıyordu;<br />

“öğün”de oradan gelir. Bu anlayış, açıkça<br />

zamanı onda olup bitenle birlikte varsayar. Bu<br />

açıklamalardan sonra yukarıdaki soruya olumsuz<br />

yanıt verebiliriz. Ne zamanın kendisi ne de<br />

onda olup biten hiçbir şey kalıcı değildir. Daha<br />

doğrusu, zamanın içindekileri içinden çıkarıp<br />

“zamanın kendisi” diye bir şeyden söz edilemez.<br />

Söz edilseydi zamanı yukarıda eleştirdiğimiz boş<br />

biçim olarak anlamayı haklı görürdük. Kalıcı<br />

olan belleğimizde biriktirdiklerimizdir. Bu da<br />

zamanda olup biten şeylerin bizde bıraktığı<br />

izlenimler, anılardır. Biz onları kimi bilinçle<br />

kimi kendiliğinden anımsarız.<br />

Zaman uzam konusunda Kant’ın<br />

düşüncelerinden kendimizi uzak tutmak, böylece<br />

düşünüşümüzü onun belirlemesinden kurtarmak<br />

istiyoruz. Kant, uzamı da zamanı da özneye ilişkin,<br />

öznenin birer biçimi olarak görüyordu. Oysa biz<br />

zaman konusunda olduğu gibi uzam konusunda<br />

da nesnel (empirik, real) düşünmekten yanayız.<br />

Bu bağlamda, içerikten yoksun, içi boş zamandan<br />

söz edemeyeceğimiz gibi “boş uzam”dan da<br />

söz edemeyiz. Günümüz fiziği, “boş uzam”dan<br />

kendisine gönderilen ışının kırılmadan geçtiği<br />

uzamı anlamaktadır. Bu uzamı da o, “boş” olarak<br />

görmemekte içinde ışını etkilemeyecek ölçüde<br />

eser miktarda madde olduğunu varsaymaktadır.<br />

Türkçede ise “boş zaman” deyimi olduğu gibi<br />

12. Örneğin, bkz.: Bekir Onur, Gelişim Psikolojisi”, İmge<br />

Kitabevi, Ankara 2008, s. 19, 121.<br />

bir yerin (uzamın) boş olmasından da söz edilir.<br />

Ama her iki deyim de farklı anlamdadır, fiziksel<br />

uzam-zaman anlamında değil. Birincisi çalışma<br />

dışındaki zaman anlamındadır. Yerin boş olması<br />

ya da tutulmuş olmaması, yer tutma gibi deyişler,<br />

uzamın kendisine yönelik değil, kullanışına<br />

ilişkindir. Boş yer, boş uzam değildir; tıpkı<br />

“boş zaman”ın, zamanın içinin boş olduğunun<br />

söylenmesi olmadığı gibi. Buna karşın “yer<br />

tutmanın” ve “boş yerin”, Türkçenin kendisinde<br />

değil, ama Türk kültüründe olumsuz, yaygın<br />

kullanımları da yok değildir. Örneğin birisi için<br />

bir başkası yer tutamaz ya da birisi kendi yerine<br />

() örneğin paltosunu koyarak o yeri tutamaz.<br />

İnsanın yeri, vücudunun kapladığı yerdir; o<br />

yerini orada bırakıp vücudunu başka bir yere<br />

götüremez. Kimsenin oturmadığı, üstünde yine<br />

örneğin bir paltonun olmadığı bir sandalye için<br />

“boş” değil, “serbesttir” denmelidir.<br />

Son olarak dil tutumumla ilgili birkaç söz<br />

söylemek istiyorum. Türkçeye yerleşmiş, ama<br />

yabancı kökenli olan sözcükleri dışarıda tutup<br />

Türkçe felsefe yapıyorum diye, bu sözcüklerin<br />

Türkçeden atılmasını öneren bir dil ırkçısı olarak<br />

anlaşılmayı kesinlikle istemem. Ben Türkçe<br />

felsefe yapmayı başka yerlerde de belirttiğim [13]<br />

gibi iki yönlü olarak görüyorum: Birincisi<br />

burada yaptığım gibi, Türkçenin yapısından<br />

(struktur) çıkarılacak olan düşüncelerdir.<br />

Yabancı kökenli sözcükler bu yapıyı bozduğunda<br />

onları dışarıda bırakmak gerekir. Yukarıdaki<br />

örneğimizde “hiçbir”deki “hiç” böyle bir rol<br />

oynamıştı. Ayrıca onlar, yabancı bir dilden<br />

geldiği için onlardan o dilin yapısına ilişkin<br />

felsefi sonuçlar çıkarılabilir, Türkçenin değil.<br />

Türkçe felsefe yapmanın ikinci yönü ise gerek<br />

dilsel gerek dil dışı ögeleriyle Türk kültüründen<br />

hareket etmektir. Buradan düşünceler üretirken<br />

o ögelerin kökenine bakılmaz. Çünkü onlar, bu<br />

kültürün malı olmuştur. Onlarla düşünür, sevinir,<br />

üzülürüz. Türk duyuş ve düşüncesini oluşturan<br />

sözler, yabancı kökenlidir diye onları dilimizden<br />

atmak, kendimizi yoksullaştırmaktan başka bir<br />

sonuç vermez.■<br />

13. Örneğin, bkz. “Türkiye’de/ Türkçede Felsefe Üzerine<br />

Konuşmalar” (Yay. Hzl. M. Cüneyt Kaya, Küre Yayınları<br />

2009) içinde, s. 45-71.<br />

25<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


EKSİK ŞİİRLER<br />

I<br />

Nefsim saf değil<br />

Üflesem gözesinde bulanır su<br />

Cehennemi yaşarken dörtnala<br />

İçimde cennet korkusu<br />

Korku hissin cenubu<br />

Aklın şimali<br />

Ben hâlâ garbın şerhinde<br />

Şarkın cehlindeyim<br />

Yönümü yönüne çevir<br />

Ve seslen bana yeniden<br />

Ey elçi yeniden bildir<br />

Sözü mahyasında unuttum<br />

II<br />

‘Mor al sarı gök kızıl’<br />

Cıvıl cıvıl dışarıda ilkyaz<br />

Beni hayalin pervazında eskitir<br />

O sahici siyah beyaz<br />

Ne zaman uzansam<br />

Bir katilin parmak izi çıkar dünyaya<br />

O yüzden ellerim cebimde<br />

Bakışlarım dilenir<br />

Ey elçi<br />

Bana arınmayı öğret<br />

Yıkasın isterim gözyaşlarım<br />

Kalbim göğsümde kara bir lekedir<br />

MAHMUT BAHAR<br />

26<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Felsefe, insan ve edebiyat<br />

üzerine bir deneme<br />

YAHYA AKENGİN<br />

Zamanla felsefenin<br />

şaşmaz ölçüsü<br />

olan aklın da farklı<br />

şubelerini, birbiriyle<br />

çelişebilen meşguliyet<br />

alanlarını kavradıktan<br />

sonra, o hâlde neden<br />

bu şube ve alanlardan<br />

birisine de “gönül<br />

aklı” denmesin diye<br />

düşünmeye başladım<br />

ve o zaman felsefeye<br />

biraz daha sempatik<br />

bakmayı öğrenmiş<br />

oldum.<br />

İnsanın dünya görüşü onun felsefesi midir Bu soruya<br />

evet diyecek olursak, felsefe kavramı en düşük<br />

seviyeden en yukarı mertebelere kadar uzayıp giden<br />

bir gerçekliği ifade etmiş olur. Öyleyse diyebiliriz ki hem<br />

“sefil” olan, hem de yücelik içeren felsefeler vardır.<br />

Felsefeyi başlı başına kutsal bir değer ilan edenlere<br />

bakılırsa, o, dinlerin de üstünde bir değerdir. Doğu toplumlarının<br />

geri kalmışlığını felsefeden uzak durma ile<br />

açıklayan düşünürlerin esasta kastettikleri ise, bu toplumların<br />

akılcılıktan uzaklaşmalarına bir eleştiri mahiyetini<br />

taşımaktadır. Bu yüzden Gazali’yle başlayan ve sonraki<br />

dönemlerin sorumlusu ‘felsefesizlik olarak’ gösterilir.<br />

Felsefenin çetrefilli konuları üzerinde fazla kafa yorma<br />

eğiliminde olmadım. Çünkü ben dünya görüşlerini,<br />

hayata bakış açılarını, insanlık serüvenini, edebiyatın<br />

penceresinden algılamayı benimsemiştim.<br />

Edebiyatçı şahsiyetler ve eserlerinde bulduklarımın<br />

temellerinde farklı dünya görüşleri, hayatı ve insanları<br />

anlamaya yol açan değerler silsilesinin varlığını görüyor,<br />

felsefe kavramının boyutlarını onlarla tayin etmeye çalışıyordum.<br />

Yalın halde felsefenin ise bir çeşit akla tutsaklık<br />

olduğunu düşünüyordum. Edebiyata gönül vermiş birisi<br />

olarak da böyle bir tutsaklığı benimseyemiyordum.<br />

Diğer taraftan, felsefenin insanı özgürleştirdiği görüşü<br />

de kendi içinde bir çelişkiyi barındırıyordu. Felsefenin<br />

27<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


hareket noktası olan “mutlak akıl” tartışmaya muhtaçtı.<br />

Her şeyi gözle görülen elle tutulan varlıklarla, olgularla<br />

sınırlayan aklı yeterli bulmayanları kendime<br />

daha yakın hissediyordum.<br />

Zamanla felsefenin şaşmaz ölçüsü olan aklın da<br />

farklı şubelerini, birbiriyle çelişebilen meşguliyet<br />

alanlarını kavradıktan sonra, o halde neden bu şube<br />

ve alanlardan birisine de “gönül aklı” denmesin diye<br />

düşünmeye başladım ve o zaman felsefeye biraz daha<br />

sempatik bakmayı öğrenmiş oldum.<br />

Divan Edebiyatının soyutlar âleminin de, mutlak<br />

aklın ötesine uzanan, belki de akıl ötesi denebilecek<br />

iç yasaları, iç güzellikleri çekiciydi. Nabi’nin hikmetli<br />

şiirleri, yani felsefi söyleyişlerinin parlaklığı işte o<br />

“gönül aklı” ile mümkün olabiliyordu. Sheakspear’in<br />

soneleri ve dramları da öyle idi. Belki de felsefe, kendisini<br />

en iyi ifade etme yolunu edebiyatta buluyordu.<br />

Söylemek istediklerimi biraz daha farklı ifade etmeye<br />

çalışacağım. Bir “gönül aklı” olabileceği gibi,<br />

neden bir de “akıl gönlü” olmasındı Çünkü insan,<br />

beyin işlevleri kadar gönül hadiseleri ile de var olan<br />

bir yapıya sahipti. Bunların ikisini birden devrede tutmak<br />

yerine biri düğerini neden saf dışı bıraksındı<br />

Doğu- Batı çelişkisinin kaynağı bu noktada başlıyordu.<br />

Bir taraf sadece aklı, diğer taraf da sadece gönlü<br />

–duyguları- kuşanarak yoluna devam ediyordu. İkisi<br />

de topaldı. Batı, mutlak –acımasız- aklı besleyerek<br />

maddi refah seviyesini, teknik üstünlüklerini yükselterek<br />

bir emperyalizm medeniyetini yakalamıştı.<br />

Yani gönlü olmayan –maneviyatsız- aklın ürünü bir<br />

gaddarlık dünyasıydı. Dünya Savaşları işte aynı emperyalizmin<br />

sonuçları idi. Yani mutlak aklın insanlığı<br />

götürdüğü yerdi.<br />

Öte yanda ise, Kur’an’ın emrettiği aklı batıya öğreten<br />

İslam âlemi, gönül köşesine çekilerek fikir daralmalarına<br />

doğru yol alıyordu.<br />

Mesela inanç dünyasını zenginleştirme ve güzelleştirme<br />

adına bir şans olan tasavvuf düşüncesi, zaman<br />

zaman içerisinde pasifizmin besleyicisi konumuna<br />

düşürülebiliyordu. “Bir lokma bir hırka, bir dost<br />

bir post” kanaatkârlığı bir dünya görüşü haline gelebiliyordu.<br />

Bunun sonucu olarak da miskinlik, tembellik<br />

yaygın hayat alanlarını işgal edebiliyordu. Batı’nın<br />

topal aklı, Doğu’nun topal gönlünü tepeliyordu.<br />

Genelde Doğu, özelde İslam toplulukları bu tepelenme<br />

şokunun ardından yeni bir hastalığa yakalanıyordu:<br />

Kompleks… Kişiliğini kaybedip kendini,<br />

kültürünü, inancını hor görmeye başlıyordu. Bilimin<br />

gerekliliğini, o yolda yarışın kaçınılmazlığını idrak<br />

etmenin yanı sıra, onu putlaştırmaya da başlıyordu.<br />

Bu kompleksliler kervanının kervancıbaşıları,<br />

“aydınları”da “yabancılaşma” hastalığı ile melül hale<br />

geliyordu. Bu defa onlar kendilerini tepeleten “topal<br />

gönlü” kendileri tepeliyor, “topal akla” talip oluyorlardı.<br />

19. ve 20. yüzyılın felsefelilerle felsefesizler bakımından<br />

özeti budur.<br />

Aklı, felsefesi, bilimi ve teknolojisi ile skolastisizmin<br />

karanlığından çıkan Batı, kendisini o karanlıklara<br />

sürükleyen kiliseyi sorgularken, bununla yetinmeyip<br />

bütün dinleri de hedef alıyordu. Doğunun kompleksli<br />

aydınını da yanına alabiliyor, İslam Dinini de hedef<br />

tahtasına oturtabiliyordu.<br />

Batı aydınlanmacılığı Tanrının yerini insanla doldurmaya<br />

çalışıyor, “hümanizma” diye yeni bir din<br />

icat etmeye yöneliyordu. Gönül şubesi olmayan topal<br />

aklın kazandırdığı zaferin sarhoşluğu ile, o topal aklın<br />

sahibi insan denen varlığı “yaratıcı” tahtına oturtmaya<br />

kalkışıyordu. Adına pozitivizm de denen bu yeni<br />

cereyan, gönlünü yok saydığı insanı Tanrılaştırmak<br />

isterken canavarlaştırdığının farkına varamıyordu.<br />

Çünkü canavarların gönlü olamazdı.<br />

Batı aydınlanmasına haksızlık etmeyi de düşünemem.<br />

Dünya edebiyatındaki büyük atılımlar da<br />

onun bir ürünüdür. Türk Edebiyatı, kapılarını Batı<br />

Edebiyatına açmakla önemli kazanımlar edinmiştir.<br />

Yaralanma ile taklit etme arasında bocalamalar<br />

yaşamış olsak da, edebiyattaki zenginliğimizi kısır<br />

döngülere sürüklenmekten kurtarmış olduğumuzu<br />

düşünüyorum.<br />

Edebiyat ağacımızın köklerine batı ve dünya<br />

edebiyatından aşılar yaparak kökten gelen bereketi<br />

yeni dallardaki çeşitliliği harmanlayarak yeni vadilere<br />

yönelme imkânını kazandık.<br />

Felsefedeki geleneksel eksikliğimizi de belki bu<br />

yöntemle gidermek mümkün olabilir.<br />

İnsanımızı yeni ufuklara taşımanın da, akılla<br />

gönlün –sezgilerin-birlikte kuracakları yeni bir felsefe<br />

ile olabileceğini düşünebiliyorum.<br />

Akıl gözümüzle gönül gözümüzü birlikte kullanmaya<br />

engel ne olabilir<br />

“ Gah çıkarım gökyüzüne seyrederim alemi /<br />

Gah inerin yeryüzüne seyreder alem beni” deyişinde<br />

böyle bir felsefe olmadığını söyleyebilir miyiz■<br />

28<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


İnsanoğlunun<br />

düşünüş tarzını<br />

derinden Herhangi etkileyen bir eserin, temel<br />

evcil yaklaşım at, kendi itibarıyla şu veya<br />

coğrafyasını bu felsefeye dayanması terk<br />

eden veya doğrudan muzaffer doğruya<br />

savaşçıları felsefi bir konuyu taşıyarak ihtiva<br />

belli etmesi, bir onu düzen edebî ve veya<br />

hukuka edebiyat sahip yapmaya büyük yetmez.<br />

imparatorlukların<br />

Aksi takdirde en güzel<br />

oluşmasına edebî eserlerin zemin sahipleri<br />

hazırlamıştır.<br />

filozoflar olurlardı.<br />

Güzel sanatların ana kollarından<br />

biri olan edebiyat, istiklâlini<br />

yüzyıllar önce ilan etmiş olmasına<br />

rağmen, diğer insan faaliyetleriyle<br />

olan ilişkilerini sürdürmüş ve hâlâ da<br />

sürdürmektedir. Daha açık bir ifadeyle,<br />

“yaratma”ya dayalı ve estetik bir<br />

insan faaliyeti olan edebiyat ile ondan<br />

bağımsız ve farklı birer disiplin veya<br />

bugün birer sosyal bilim dalı olarak<br />

kabul edilen tarih, sosyoloji, psikoloji,<br />

teoloji, antropoloji, etnografya, folklor,<br />

*<br />

Prof. Dr. Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak.<br />

Öğretim Üyesi<br />

29<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


dilbilim, estetik arasında pek çok ilişkiler vardır.<br />

Sistematik ve soyut bir düşünce disiplini olan<br />

felsefe de bunlardan birisidir. Bu ilişki, elbette<br />

tersinden de (tarih-edebiyat, sosyoloji-edebiyat,<br />

estetik-edebiyat vb.) söz konusudur.<br />

Edebiyat-felsefe ilişkisinin temeli, öncelikle<br />

her ikisinin de bir tür insan faaliyeti olmasına<br />

dayanır. Zira bu iki disiplinden biri insanın “düşünme”<br />

melekesi, diğeri ise “yaratma” melekesiyle<br />

alâkalıdır. Bu arada insanın düşünce ve<br />

yapıp-etmelerinin felsefe, sanat ve bilim olmak<br />

üzere üç ana grupta toplanıp tasnif edildiğini de<br />

belirtelim.<br />

Edebiyat-felsefe ilişkisinin bir başka kaçınılamaz<br />

zorunluluğu, her ikisinin de dil üzerine<br />

inşa edilmiş olmalarıdır. Gerek yazar ve şairin<br />

duygu, hayal, intiba, gözlem ve düşüncelerini;<br />

gerekse filozofun düşüncelerini diğer insanlara<br />

aktarabilecekleri tek iletişim vasıtası dildir. Elbette<br />

edebiyatın diliyle felsefenin dili birbirinden<br />

çok farklı ve başkadır.<br />

İlk planda bir hayli karmaşık olarak görünen<br />

edebiyat-felsefe veya felsefe-edebiyat ilişkisinin,<br />

yakından bakıldığında daha çok birbirinden<br />

farklı iki alanda yoğunlaştığı görülür. Bu alanlardan<br />

birincisi, edebiyatın farklı problemleriyle<br />

ilgili teorik/soyut sorular veya konular ile bunlar<br />

çevresinde ortaya konan soyut düşünce faaliyetleri<br />

oluşturur. Edebiyatın geneline yönelik;<br />

“Edebiyat nedir Bir metni edebî kılan nitelikler<br />

nelerdir Edebî yaratmanın mahiyeti için neler<br />

söylenebilir Dilin edebî metinde kazandığı değerler<br />

nelerdir Edebiyatın sanatkâr, okuyucu<br />

ve toplum için ne tür işlevleri vardır/olmalıdır<br />

Edebiyat-gerçek ilişkinin boyutları ve mahiyeti<br />

nedir” vb. sorularla, edebiyatın türlerine (şiir,<br />

hikâye, roman, tiyatro) yönelik benzeri sorular,<br />

bizi ister istemez felsefeye götürür. Yüzyıllarca<br />

genel felsefenin içinde yer alan bu tür soruların<br />

belirlediği alan bugün “edebiyat teorisi” olarak<br />

özelleşmiş olmasına rağmen, ilgili sorulara genel<br />

ve soyut cevaplar bulmaya çalışmasından dolayı<br />

çoğu zaman “edebiyat felsefesi” olarak da<br />

isimlendirilir. Daha çok felsefenin öne çıkması<br />

sebebiyle de “felsefe-edebiyat” şeklinde formüle<br />

edilebilecek bu alan, -edebî metin merkez alındığında-<br />

edebiyatın “dış” problem alanlarından<br />

birini oluşturur. Bu arada farklı “edebiyat eleştirisi”<br />

yöntemlerinin arkasında da felsefenin zeminini<br />

oluşturduğu estetik ve sanata dair birikim<br />

ve kriterler mevcuttur.<br />

Edebiyat-felsefe ilişkisinin ikinci boyutunu,<br />

başlangıcından beri felsefenin de tartışageldiği<br />

çeşitli soru veya konuların, edebiyat eserinin de<br />

konusu olması ve edebî eserde farklı düzeylerde<br />

ele alınıp işlenmesi teşkil eder. Edebiyatın öne<br />

çıkması sebebiyle “edebiyat-felsefe” şeklinde<br />

formüle edebileceğimiz bu alan, -yine edebî metin<br />

merkez alındığında- doğrudan doğruya edebiyatın<br />

muhtevasıyla alâkalı bir “iç” problemdir.<br />

Felsefe-edebiyat ilişkisinin ayrıntılarını bir<br />

başka yazıya bırakarak edebiyat bilimcisinin<br />

daha sık karşılaşacağı iç problem; yani edebiyatfelsefe<br />

ilişkisi üzerinde durmak istiyoruz.<br />

Edebiyat sanatının sanatkârın elinden çıkmış<br />

somut sonucu durumundaki edebî eseri var eden<br />

ana unsurların başında muhteva/içerik/mana gelir.<br />

Yani şair veya yazar eserinde, türü ne olursa<br />

olsun (şiir, hikâye, roman, tiyatro), doğrudan<br />

doğruya kendini, yakın çevresini, mensubu bulunduğu<br />

toplumu veya bütün insanlığı ilgilendiren<br />

günlük veya genelgeçer bir konuyu, problemi;<br />

insanı, nesneyi, varlığı, tabiatı; olayı, gelişmeyi,<br />

durumu ele alıp işler. Burada sözü uzatmadan ve<br />

herhangi bir tartışmaya girmeden belirtmeliyiz<br />

ki, edebiyatın muhteva/mana dünyasının sınırlarını,<br />

en geniş çerçevede “insan” belirler. Yani<br />

edebiyatın muhteva/manasının başlangıç noktası<br />

kadar bitiş noktası da insandır. Dolayısıyla hiçbir<br />

insani mesele yoktur ki, edebî eserlerde ele alınmamış<br />

olsun veya hiçbir edebî eser yoktur ki şu<br />

veya bu insani meseleden bahsetmemiş olsun.<br />

İşte bu gerçek; yani edebiyat sanatının insan<br />

merkezli muhteva alanının genişliği; hatta bir<br />

anlamda sınırsızlığı, edebiyat-felsefe ilişkisini<br />

kaçınılmaz ve zaruri kılar. Çünkü insan, insanı<br />

kuşatan evren (metafizik evren de dâhil olmak<br />

üzere) ve insan-insan, insan-evren ilişkisi, doğrudan<br />

doğruya felsefenin de konusudur.<br />

Eğer felsefeyi (ahlâk felsefesi, din felsefesi,<br />

30<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ilgi felsefesi, varlık felsefesi, siyaset felsefesi,<br />

sanat felsefesi), insanın kendi varlığı, kendi varlığını<br />

kuşatan evren, insan-insan ve insan-evren<br />

ilişkisi üzerine düşünce faaliyeti; bu faaliyet sonunda<br />

ortaya koyduğu sistematik düşünce olarak<br />

kabul edersek, bütün edebî eserlerin felsefi bir<br />

boyuta sahip olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü her<br />

edebî eser, kendi varlığı, içinde yaşadığı hayat,<br />

mensubu bulunduğu toplum, ait olduğu insanlık,<br />

seyrettiği veya üzerinde nefes alıp verdiği tabiat,<br />

dünya veya evren hakkında söyleyecek sözü olan<br />

şair ve yazara aittir. Elbette söz konusu boyut sığ<br />

veya derin, basit veya kompleks, ferdî veya toplumsal,<br />

millî veya evrensel olabilecektir. Ayrıca<br />

bu insanın söylediği sözün saf bir felsefi düşünce<br />

veya zihnî bir hakikat olması kadar; bir müşahede,<br />

bir intiba, bir duygu, bir hayal, bir kanaat<br />

olması da mümkündür.<br />

Necip Fazıl Kısakürek’in aşağıdaki “Sanat”<br />

başlıklı beyti, “hakikat”i sorgulama hususunda<br />

sanat/edebiyatı felsefeyle aynı kefeye koyan anlayışın<br />

uç örneklerinden birini ortaya koyar.<br />

Anladım işi; sanat Allah’ı aramakmış;<br />

Buymuş oyun, gerisi yalnız çelikçomakmış…<br />

[1]<br />

Burada bir parça somut örnekler üzerinde durmak,<br />

konunun aydınlatılması bakımından faydalı<br />

olacaktır. Mesela Tevfik Fikret, “Halûk’un<br />

Âmentüsü” adlı manzumesini, inandığı pozitivist<br />

felsefenin ilkeleri üzerine kurar. İster ki oğlu<br />

Halûk ve onun şahsında genç nesiller, bu ilkelerin<br />

oluşturduğu bir “âmentü”ye inansınlar.<br />

Elbet şu mezâr ömrünü bir haşr-ı ziyâ-hîz<br />

Ta’kîb edecektir, buna îmânla, inandım.<br />

Aklın, o büyük sâhirin i’câzı önünde<br />

Bâtıl geçecek yerlere husrânla, inandım.<br />

…………….<br />

Bir gün yapacak fen şu siyâh toprağı altın,<br />

1. Necip Fazıl Kısakürek, Şiirlerim, Fatih Yay., İstanbul,<br />

1969, s.29.<br />

Her şey olacak kudret-i irfânla... inandım. [2]<br />

Yahya Kemal Beyatlı aşağıdaki “Vahdet-i<br />

Vücûd” isimli rubaisini, İslam kültürü ve düşüncesindeki<br />

iki farklı insan tipinin Tanrı anlayışı<br />

ve Tanrı-insan ilişkisini sezdirmeye tahsis eder:<br />

Bir zümre odur Hâlık-ı Mutlak dediler<br />

Bir benzeri yoktur bu muhakkak dediler<br />

Bir kere görenlerse o Rabb-ı Ezel’i<br />

Dilmesti-i rü’yetle enelhak dediler [3]<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar ise “Ne İçindeyim<br />

Zamanın” isimli şiirinde, benimsediği Henri<br />

Bergson (1859- 1941) felsefesinin “zaman”a dair<br />

düşüncelerini, şiirin ifade imkânları içinde mısralarına<br />

taşır.<br />

Ne içindeyim zamanın,<br />

Ne de büsbütün dışında;<br />

Yekpâre, geniş bir ânın<br />

Parçalanmaz akışında.<br />

………….<br />

Kökü bende bir sarmaşık<br />

Olmuş dünya sezmekteyim,<br />

Mavi, masmavi bir ışık<br />

Ortasında yüzmekteyim. [4]<br />

Ahmet Yesevî’den Yunus Ermeye, Yusuf Has<br />

Hacib’den Mevlana’ya, Fuzulî’den Nabî’ye, Namık<br />

Kemal’den Ziya Paşa’ya, Halit Ziya’dan Abdülhak<br />

Şinasi Hisar’a, Yahya Kemal’den Hilmi<br />

Yavuz’a, Peyami Safa’dan Kemal Tahir’e… Türk<br />

edebiyatı tarihini zihnimizde kronolojik bir akışa<br />

tabi tuttuğumuzda sanırım benzeri örnekleri çoğalmak<br />

zor olmayacaktır. Unutmayalım ki, edebiyatımızın<br />

ana damarlarından birini, kültürümüzde<br />

daha çok “hikmet” kavramıyla karşılanan<br />

düşünce/tefekkür teşkil eder. (Elbette bu nokta-<br />

2. Tevfik Fikret, Bütün Şiirleri, (hzl. İ.Parlatır-N.Çetin),<br />

TDK Yay., Ankara, 2004, s.542.<br />

3. Yahya Kemal Beyatlı, Rübâîler ve Hayam<br />

Rübâîlerini Türkçe Söyleyiş, İFC Yay., İstanbul,<br />

1983, s.32.<br />

4. Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri, Dergâh Yay.,<br />

İstanbul, 1976, s.15.<br />

31<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Batı edebiyatlarının tarihini belirleyen hümanizm,<br />

klasisizm, romantizm, realizm, natüralizm, parnasizm,<br />

sembolizm, empresyonizm, sürrealizm ve postmodernizm<br />

gibi edebiyat akımlarının her birinin ardında güçlü bir<br />

felsefi düşünce ve birikim mevcuttur.<br />

da kültürümüzdeki “hikmet” ile “tefekkür”ün ne<br />

derece klasik veya modern “felsefe” ile örtüşüp<br />

örtüşmediği tartışılabilecektir.) Üstelik verdiğimiz<br />

örnekler, çoğu zaman edebiyatın felsefeye<br />

daha uzak dalı olarak bilinen şiire aittir. Herhâlde<br />

hikâye, roman, tiyatro ve deneme türleri, şu veya<br />

bu felsefi konuyu ele almada, yazara daha geniş<br />

imkânlar sunacaktır. O zaman edebiyat-felsefe<br />

ilişkisi konusunda hükmümüzü verebiliriz artık.<br />

Başta “deneme” olmak üzere edebiyat eseri,<br />

muhtevası bakımından çoğu zaman felsefe ile iç<br />

içedir. Şair ve yazarın beslendiği, hatta beslenmesi<br />

gerektiği ana kaynaklardan biri felsefedir.<br />

Batı edebiyatlarında çok daha belirgin olan bu<br />

iç içelik, insanın var oluş problemini edebiyat<br />

yoluyla geniş kitlelere aktarmayı esas alan egzistansiyalizm<br />

akımı ve buna bağlı eserlerde (felsefi<br />

roman) en üst noktaya ulaşır. Çünkü Andre Gide<br />

(1869-1951), Sören Kierkegaard (1813-1885),<br />

William Faulkner (1897-1963), Jean Paul Sartre<br />

(1905-1980), Albert Camus (1913-1960) gibi yazarlar,<br />

aynı zamanda egzistansiyalist felsefenin<br />

kuramcılarıdır.<br />

Bunun dışında Batı edebiyatlarının tarihini<br />

belirleyen hümanizm, klasisizm, romantizm, realizm,<br />

natüralizm, parnasizm, sembolizm, empresyonizm,<br />

sürrealizm ve postmodernizm gibi<br />

edebiyat akımlarının her birinin ardında güçlü<br />

bir felsefi düşünce ve birikim mevcuttur. Zira<br />

adı geçen sanat/edebiyat akımları, felsefi düşüncenin<br />

“Gerçek nedir, Güzellik nedir, Sanat<br />

nedir” gibi temel sorulara verdiği cevaplar<br />

üzerinde hayat bulmuşlardır. En genel manada<br />

söylemek gerekirse, Batı sanat/edebiyatının çok<br />

büyük ölçüde “mimesis” (taklit, yansıtma) esasına<br />

dayanması ve bu çerçevede şekillenmesi,<br />

doğrudan doğruya Antik Çağın iki büyük filozofu<br />

Platon (M.Ö. 427-347) ve Aristo (M.Ö. 384-<br />

322)’nun yukarıdaki sorulara verdikleri cevapları<br />

içeren düşünceleri üzerine oturması sebebiyledir.<br />

İleriki yüzyıllarda Descartes (1591-1650),<br />

Montesquieu (1689-1755), Voltaire (1694-1778),<br />

Diderot (1713-1784) ve Jean Jacques Rousseau<br />

(1712-1778) gibi Aydınlanma Çağı filozoflarının<br />

şekillendirdikleri rasyonalist, pozitivist ve determinist<br />

felsefeler, bu zemin üzerine kurulacak<br />

ve mimesis düşüncesini tekrar tekrar yorumlayarak<br />

Batı sanat/edebiyatına geniş bir arka plan<br />

hazırlayacaktır.<br />

Benzeri bir durum İslam veya Müslüman sanatları<br />

için de geçerlidir. “Aşk” temeli üzerine<br />

inşa edilen İslam sanatlarında, bağlı bulunulan<br />

Tanrı, varlık, insan ve tabiat anlayışı/inancı sebebiyle<br />

“tecrit” (soyma, soyutlama) esas olmuştur.<br />

Tanzimat öncesi edebiyatımız ve diğer güzel<br />

sanatlarımız, bu düşünce ve inanç zemininde<br />

kendi formunu oluşturmuştur. Bunun içindir ki,<br />

-başta Divan edebiyatı olmak üzere- Türk-İslam<br />

sanatı, Batı sanat/edebiyatlarından farklı ve başkadır.<br />

Felsefenin, sanat/edebiyatın arka planını<br />

oluşturmadaki önemi dikkatlerden kaçırılmamak<br />

kaydıyla, şu hususu da unutmamak gerekir:<br />

Herhangi bir eserin, temel yaklaşım itibarıyla şu<br />

veya bu felsefeye dayanması veya doğrudan doğruya<br />

felsefi bir konuyu ihtiva etmesi, onu edebî<br />

veya edebiyat yapmaya yetmez. Aksi takdirde en<br />

güzel edebî eserlerin sahipleri filozoflar olurlardı.<br />

Çünkü edebîlik, sadece eserin muhtevasının<br />

şu veya bu olmasından kaynaklanan estetik bir<br />

değer değildir. Bir başka ifadeyle, edebiyat ve<br />

edebîlik, hayat, tabiat ve evrendeki varlık, nesne<br />

32<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ve olayların ne kendileri ne isimleri ne de onlar<br />

hakkındaki bilgilerdir; onların sanatkârın<br />

ruhunda uyandırdığı duygu, heyecan ve intibalardadır.<br />

Söz konusu duygu, heyecan ve intibalar<br />

da, ilk planda son derece karmaşık, dağınık ve<br />

estetik olmaktan uzaktır. Sanatkâr, bunları seçip<br />

ayıklamak, bir nokta üzerinde teksif etmek, yoğurmak<br />

ve edebiyat diliyle ifade etmek mecburiyetindedir.<br />

Bu sebeple edebiyatta önemli olan<br />

sanatkârın ne söylediği değil, nasıl söylediğidir.<br />

Yani herhangi bir eserde şu veya bu düşünceden<br />

bahsedilmiş olması; felsefenin şu veya bu problemlerinin<br />

ele alınmış olması, onun edebî olmasına<br />

yetmez. Bu noktada sanatkârdan beklenen,<br />

ele aldığı fikir ve felsefeyi, edebiyat sanatının sınırları<br />

içine çekebilmesi, alelade veya ham fikir<br />

ve felsefe olmaktan çıkarabilmesi ve dil vasıtasıyla<br />

estetik bir objeye dönüştürebilmesi gerekir.<br />

Duyulan, hissedilen, sezilen, düşünülen veya<br />

algılanan şeylerin orijinalliği, ancak sunuluştaki<br />

orijinallikle buluşabildiği müddetçe bir anlam<br />

ifade eder. Aksi takdirde orijinal duygu, düşünce,<br />

his, sezgi ve algıların sıradanlaşması kaçınılmaz<br />

hâle gelir.<br />

Bazı eleştirmenler veya eleştiri yöntemlerinde<br />

“bu çeşit değer ölçütlerine yer verilmesi,<br />

edebiyatın sadece fikirden ibaretmiş gibi yanlış<br />

bir şekilde değerlendirilmesinden, felsefe<br />

ile sanatın görevlerinin birbirinden iyice ayırt<br />

edilememesinden ve fikirlerin edebiyata nasıl<br />

girdiklerinin doğru olarak anlaşılamamasından<br />

kaynaklanmaktadır.” [5]<br />

Aslında edebiyat-felsefe ilişkisindeki asıl<br />

problem, edebiyatın ne ölçüde felsefeden faydalanıp<br />

faydalanmadığı veya ne ölçüde felsefi<br />

olup olmadığı değildir. Problem, şair ve yazarın<br />

felsefi bir konuyu veya herhangi bir düşünceyi<br />

nasıl edebîleştirdiği; edebîleştirebileceği veya<br />

edebîleştirip edebîleştirememesidir. Eğer edebiyat<br />

sanatı ve edebiyat biliminden bahsedeceksek<br />

veya önceliğimiz edebiyat sanatı olacaksa dikkatimizi<br />

bu noktaya teksif etmemiz gerekir.<br />

Kabul edelim ki edebiyat eseri, hiçbir zaman<br />

5. R.Wellek-A.Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri,<br />

(Çev. A.E.Uysal), KTB Yay., Ankara, 1983, s.156.<br />

saf bir felsefe veya felsefi eser değildir ve olmamalıdır<br />

da. Kanaatimizce aksi bir iddia, -Ahmet<br />

Haşim’in dediği gibi- edebiyat ile felsefeyi birbirine<br />

karıştırmak ve bu iki farklı disiplini asıl<br />

nitelikleriyle tanıyamamak anlamına gelir. İnsan<br />

eseri olma, insanın çeşitli meselelerini ele alma<br />

ve dil üzerine inşa edilme gibi hususlarda ortak<br />

olan bu iki disiplin; üzerinde durdukları meseleyi<br />

ele alışlarında, ele alış amaçlarında, sonuç<br />

itibarıyla hedeflerinde, dili kullanmalarında ve<br />

dayandıkları temel melekelerde birbirinden bütünüyle<br />

ayrılırlar.<br />

Edebiyat eseri ile felsefe eserindeki düşüncenin<br />

farklılığı, adı geçen alanların ayrımındaki<br />

temeli oluşturur. Buna göre felsefede asıl olan<br />

akli ve mantıki düşüncedir. Filozof, üzerinde<br />

durduğu problemi, bu çerçevede çözümlemeye<br />

çalışır. Kavramlar üzerine inşa edilen bu düşünce,<br />

zaman, mekân ve kişilerden bağımsız; genel,<br />

-filozofun kişiliğinden uzaklığı bakımından- objektif<br />

ve evrenseldir. Ayrıca hakikatin peşinde<br />

olan felsefi düşünce bütünüyle soyuttur. Son bir<br />

husus ise felsefi düşüncenin dili, olabildiğinde<br />

açık ve açıklayıcıdır. Çünkü felsefede asıl olan<br />

söylem değil, içeriktir.<br />

“Her şeyden önce, bir düşünüşün, dolayısıyla,<br />

bir eserin felsefi olabilmesi için, reflexif, yani<br />

geriye dönüşümcü olması, mantıksal ve tutarlı<br />

önermelerden oluşması, var olan karşısında bir<br />

alışı dile getirmesi, eleştirel ve genel, yani, evrensel<br />

olması; bütünü kapsaması, anlatımı duygulu<br />

kılan ögelerden bağımsız olması gerekir.<br />

Ayrıca, bir felsefi soru etrafında varlık kazanması,<br />

sistematik olması, felsefe tarihi çerçevesinde,<br />

belli bir tarihsel yapıda, sorunsal devamlılık içerisine<br />

oturtulabilmesi gerekir.” [6]<br />

Hâlbuki edebiyat eserinde düşünceden çok<br />

duygu ve sezgiler ön plandadır. Kaynağını<br />

sanatkârın duygu ve sezgi dünyasında bulduğu<br />

için de edebî eser büyük ölçüde liriktir. Edebî<br />

eserdeki düşünce, duygunun süzgecinden geçirilmiş;<br />

sanatkârın duygu dünyasının şahsiliği ile<br />

özelleştirilmiş sübjektif bir düşüncedir. Dolayı-<br />

6. Ülker Öktem, “Felsefe ve Edebiyat”, Littera, C.25,<br />

Ankara, 2009, s.283.<br />

33<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


sıyla edebî eserdeki düşünce felsefedeki gibi sadece<br />

akli ve mantıki değildir. Üstelik felsefenin<br />

konuları büyük ölçüde belirlenmiştir; bugünün<br />

filozofunun da cevaplandırması gereken bu sorular<br />

hemen hemen aynıdır. Hâlbuki şair ve yazar<br />

için böyle bir sınırlama söz konusu değildir.<br />

Edebiyat eseri ele aldığı konuları okuyucuya,<br />

felsefe gibi, soyut, genel ve evrensel çerçevede<br />

sunmaz. Tam tersine öncelikle soyut düşünceyi,<br />

itibari (fictif) bir dünya kurgusu içinde somuta<br />

dönüştürür. Dolayısıyla felsefenin genel sorularını,<br />

edebî eserde, tıpkı bizim gibi şu veya<br />

bu zaman ve mekânda yaşayan bir kahramanın<br />

kimliği ve hayatı çerçevesinde irdelendiğini görürüz.<br />

Böylece düşünce genel çerçeveden özel<br />

çerçeveye taşınmış olur. Aşağıdaki dörtlükte<br />

ifadesini bulan düşüncenin manzum hikâye formunda<br />

somutlaştığı Yahya Kemal’in “Mehlika<br />

Sultan” isimli şiirini hatırlayanlar, bu hususu<br />

daha iyi anlayacaklardır. Söz konusu somutlaştırma,<br />

hikâye, roman, tiyatro gibi türlerde çok<br />

daha açıktır.<br />

Bu emel gurbetinin yoktur ucu;<br />

Dâima yollar uzar, kalb üzülür;<br />

Ömrü oldukça yürür her yolcu,<br />

Varmadan menzile bir yerde ölür. [7]<br />

Edebiyat eserinin hareket noktası ve hedefi,<br />

sahip olduğu estetik değerlerle okuyucuya zevk<br />

vermektir. Bunun biricik yolu da “güzellik”; dolayısıyla<br />

“güzel” olmaktır. Bu sebeple edebî eserin<br />

ilk planda “doğru”, “iyi” ve “faydalı” olma;<br />

mutlaka bir “hakikat”i ifade etme gibi bir sorumluluğu<br />

yoktur. Hâlbuki felsefe kendisini sadece<br />

“doğru” ve “hakikat”in tespit ve tahliliyle<br />

sorumlu tutar.<br />

Felsefede dil, düşüncenin açık ve anlaşılır bir<br />

biçimde ifade edilebilmesinde bir araçtır. Kavramların<br />

hâkim olduğu bu dil, filozofun bireysel<br />

tercih, zevk ve fantezilerine kapalıdır. Felsefi<br />

7. Yahya Kemal Beyatlı, Kendi Gök Kubbemiz,<br />

İFC Yay., İstanbul, s.122.<br />

dilde okuyucunun dikkati içeriğe yöneliktir. Dolayısıyla<br />

onda, söyleyenin şahsiyeti kendini hissettirmez<br />

ve ettirmemelidir. Hâlbuki edebî eserde<br />

dil araç değil, amaçtır. Onun açık ve anlaşılır<br />

olma gibi bir sorumluluğu yoktur. Tam tersine<br />

edebî dil, yan anlam, mecaz, sembol, imaj gibi<br />

vazgeçilemez kullanımlar sebebiyle bir hayli kapalı<br />

ve muğlaktır. Kısacası edebî dil, dil içinde<br />

bir üst dildir. Sanatkârın başarısı, söz konusu üst<br />

dili yakalayabilmek, kendine has ve orijinal bir<br />

ifade kudretine ulaşabilmek ve üslup sahibi olabilmekle<br />

doğru orantılıdır. Felsefi dile göre çok<br />

daha zengin olan edebî dil, sanatkârın kimlik ve<br />

kişiliğiyle özdeşleşir.<br />

Hülasa; edebiyat-felsefe veya felsefe-edebiyat<br />

arasında sıkı bir ilişkiler ağı mevcuttur. Edebiyat<br />

teorisinden çok önce, edebiyat sanatının<br />

genel meselelerine dair soru ve sorunlarına ta<br />

Platon’dan beri cevap bulmaya çalışan felsefe,<br />

bir taraftan şair ve yazara sanatıyla ilgili genel<br />

bir çerçeve çizerken; bir taraftan da Tanrı,<br />

varlık, tabiat, insan ve evrenin hakikatine dair<br />

farklı bakış açıları ve düşünce birikimleri sunar.<br />

Bu sebeple felsefe, hem tarihi içindeki arayışlarına<br />

zemin hazırlayıp istikamet vermekle hem<br />

de muhtevasının arka planına güçlü bir düşünce<br />

birikimi hazırlamakla, edebiyata önemli katkılarda<br />

bulunur.<br />

Edebiyatın felsefeye katkılarına gelince. Sanırız<br />

bu konuda belirtilmesi gereken ilk ve en<br />

önemli katkı, felsefenin ortaya koyduğu soyut,<br />

genel, kuru ve rasyonalist düşünceyi, bütünüyle<br />

dönüştürerek somut, özel, öznel, lirik ve estetik<br />

bir mahiyette geniş kitlelere ulaştırmış ve ulaştırmakta<br />

oluşudur. Bu sebepledir ki, kitlelerin<br />

tercihi felsefi eserlerden çok edebî eserlerden<br />

yana olmaktadır. Bu sonuç bile, edebî eserdeki<br />

düşünce veya felsefe ile felsefi eserdeki düşünce<br />

veya felsefe arasındaki farkı ortaya koyar.<br />

Söz konusu karşılıklı ilişkiye rağmen ne edebiyat<br />

felsefe ne de felsefe edebiyattır. Aksi bir<br />

durum veya iddia, -hem sanatkâr hem de iddia<br />

sahibi için- bu iki disiplinin kaynakları, yöntemleri,<br />

amaçları, nitelikleri ve sonuçlarından büsbütün<br />

habersiz olma gerçeği ile izah edilebilir.■<br />

34<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


DURSUN ALİ TÖKEL<br />

Ve bu ehlinin<br />

malumudur. Bu<br />

yargıların başında<br />

da bilhassa<br />

divan şairlerinin<br />

sorgulamadan uzak,<br />

teslimiyetçi, kaderci bir<br />

anlayışın, düşüncenin<br />

şairleri olduğu inancı<br />

gelir. Bu görüşe, divan<br />

şairleri hakkında bir<br />

iki kelam etmeye<br />

kalkan hemen her<br />

peşin hükümlünün,<br />

peşin hükümlerinde<br />

rastlarsınız.<br />

Karl R. Popper, Frankfurt Üniversitesi<br />

tarafından kendisine onursal doktor<br />

unvanı verilmesi üzerine bir konuşma yapar.<br />

Popper’in konuşması(nın adı) Bilgi ve Bilgisizlik<br />

Hakkında’dır. Bu konuşmaya Popper, Goethe’nin<br />

Faust’undan aldığı bir alıntıyla başlar ve devamında<br />

“Felsefi yazılar içinde en güzeli” dediği<br />

Eflatun’un Apologia Sokratosus’undan<br />

Sokrates’in kendi bilgisinin sınırlarına dair cümlelerini<br />

sunar. Bu sunumu okuyanlar, Sokrates’in<br />

bilme konusunda ne kadar alçakgönüllü davranmış<br />

olduğunu görecektir. Sokrates bilge diye tanınan<br />

birinin yanına gider ve bir iki laftan sonra<br />

adamı neden beğenmediğini şöyle özetler: “Bu<br />

adamdan daha bilge olduğum görülüyor: Gerçi<br />

her ikimiz de doğru olanı bilmiyoruz. O, bir şey<br />

bildiğini sanıyor, ama hiçbir şey bilmiyor. Ben de<br />

gerçi bir şey bilmiyorum, ama en azından bir şey<br />

bildiğim iddiası gütmüyorum.” 1 Sokrates, ancak<br />

“gerçekte bilge olmadığını bilen kimsenin, en<br />

bilge kişi olduğunu söylüyordu”. Ona göre “kendini<br />

tanı!” sloganı “ne kadar az bildiğinin farkına<br />

35<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


var!” anlamına gelmektedir.<br />

Popper, insan bilgisinin sınırlarını, imkânlarını<br />

derinlemesine incelediği bu eserinde bir bilim<br />

adamı için namus addedilmesi gereken sonuçlara<br />

varıyor. Doğru ile kesinlik arasında bir ayırım<br />

yapıyor ve şunları söylüyor: “Bilim adamı olarak<br />

amacımız, nesnel doğruya ulaşmaktır; daha doğruya,<br />

daha ilginç doğruya, daha anlaşılır doğruya.<br />

Mantıken amacımız kesinliğe varmak olamaz.<br />

İnsansal bilginin yanlış olacağını kabul edersek,<br />

doğru konusunda hiçbir zaman emin olamayacağımızı<br />

da anlamış oluruz... Demek ki bilimsel<br />

bilgi, her zaman varsayımsal bilgidir: Tahmini<br />

bilgidir. Bilimsel bilginin yöntemi de eleştirel<br />

yöntemdir; yanlışın aranması yöntemi ve doğru<br />

arayışıdır, yani doğruyu bulmak için hataların<br />

ayıklanması yöntemidir.” 2<br />

Popper, tarih boyunca pek çok insanın mutlak<br />

ve kesin bilginin peşinde olduğunu ama buna<br />

kimsenin ulaşamadığını ilave ediyor ve önce<br />

Goethe’den örnek veriyor: Şöyle yakınıyor Faust:<br />

Öylesine duruyorum orada, zavallı bir budala<br />

gibi!<br />

Başta olduğum kadar akıllı<br />

Görüyorum artık, hiçbir şey bilemeyeceğimi!<br />

Bu da yaralıyor derinden yüreğimi, biliyorum 3<br />

Ve ardından Milattan Önce 500’de yaşamış<br />

Xenophanes’in feryadını aktarıyor. Popper’e<br />

göre, bu filozoftan beri “bilgi diye tanımladığımız<br />

şeyin, fikir yürütmekten ya da tahminden başka<br />

bir şey olmadığı –episteme değil doxa olduğunu-“<br />

biliyoruz: Şöyle diyor Xenophanes:<br />

Açmadılar başından tanrılar her şeyi ölümlülere;<br />

Ama bizler zamanla buluruz arayarak daha iyiyi.<br />

Ulaşamadı hiç kimse, tanrılar ve sözünü ettiğim<br />

Tüm şeyler hakkındaki kesin doğruya, ulaşamaz<br />

da.<br />

Açıklayabilse de biri, bu kusursuz doğruyu,<br />

Asla bilmeyecektir: Her şey sanılarla<br />

dokunmuştur. 4<br />

Popper’e göre, “tüm büyük bilim adamları, bilimsel<br />

bir soruya bulunan her bir çözümün, yeni<br />

çözümsüz sorunlar doğuracağını da biliyorlardı.” 5<br />

Bu anlamda, bilginin nihayetine ermek, bütün<br />

sorunları çözülmüş bir dünyada yaşamak veya<br />

soruları cevaplanmış bir hayatı yaşamak gibi bir<br />

lükse sahip değiliz, hiçbir zaman da olmayacağız.<br />

Bilimsel bilgide olduğu gibi, dinî bilgi alanında<br />

da bu çözülür gibi olmanın yansımaları tarihin<br />

her devrinde görülebilir.<br />

Orta Çağ için “dogmalar çağı” nitelemesi yapılabilir<br />

veya “kesin doğruların çağı” denebilir.<br />

Fakat bunun daha çok Batı için geçerli olduğunu<br />

söylemek lazım. Doğuda da bu hâlin yansıması<br />

görülüyordu. Fakat Doğunun o çağdaki aydınlık<br />

hâline şu örneği vermek gerekiyor: Bağdat’ta yapılan<br />

bilimsel bir toplantıyı fanatik bir Müslüman<br />

şöyle anlatıyor: “İki kez toplantılarına katıldım,<br />

ama üçüncüsüne gitmeye doğrusu sakındım.<br />

Niçin mi Düşünün bir kez, ilk toplantıda koyu<br />

Müslümanların ve ana ilkelerden farklı düşünen<br />

Müslümanların yanı sıra, ateşe tapanlar, materyalistler,<br />

tanrıtanımazlar, Yahudi ve Hristiyanlar;<br />

kısacası her çeşit dinsiz vardır. Her mezhebin<br />

(tarikatın) özgün görüşlerini savunan bir konuşmacısı<br />

bulunuyordu ve bunlardan birinin<br />

önderi kapıdan içeri girdiğinde herkes saygıyla<br />

ayağa kalkıyor ve mezhep başı yerine oturmadan,<br />

kimse yerinden kımıldamıyordu. Salon<br />

nerdeyse tıka basa dolmuşken, dinsizlerden biri<br />

söz aldı ve konuştu: ‘Bilimsel konularda tartışmak<br />

amacıyla toplanmış bulunuyoruz, herkes<br />

önkoşulumuzu biliyor. Siz Müslümanlar, kendi<br />

din kitabınızdan alınmış ya da peygamberinizden<br />

kaynaklanan sözlere dayanarak, bize karşı<br />

kanıtlar getirmeye kalkışamazsınız, çünkü biz<br />

ne söz konusu kitabınıza ne de peygamberinize<br />

inanıyoruz; burada herkes yalnızca insanın<br />

akıl ve mantığında temellendirilebilen nedenlere<br />

dayanabilir.” diye ekledi. Bu sözler genelde<br />

alkışla karşılandı; bu ve benzeri sözleri duyduktan<br />

sonra, böyle toplantılara neden katılmak istemediğimi<br />

artık anlarsınız. Başka bir toplantıya<br />

beni ikna ettiler; dayanamadım, gittim, gene aynı<br />

skandalla karşılaştım.” 6<br />

36<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Divan Şairi Sormaz mıydı<br />

Toplumumuzda Orta Çağ dendiğinde çağrışımı<br />

yapılanların tümüyle olumsuz bir anlamlar taşıması,<br />

bu medeniyetin işte böylesi taraflarının<br />

görülmesini engellemektedir. Toplumda, bilhassa<br />

etkin ve etken aydın çevrelerde İslamla<br />

şekillenmiş medeniyetlere karşı çok ön yargılı<br />

bakışlar vardır. Ve bu ehlinin malumudur. Bu<br />

yargıların başında da bilhassa divan şairlerinin<br />

sorgulamadan uzak, teslimiyetçi, kaderci<br />

bir anlayışın, düşüncenin şairleri olduğu inancı<br />

gelir. Bu görüşe, divan şairleri hakkında bir iki<br />

kelam etmeye kalkan hemen her peşin hükümlünün,<br />

peşin hükümlerinde rastlarsınız. Buna<br />

ömrünü Türk Edebiyatına vermiş edebiyatçılarımız<br />

da dâhildir. Hakikat böyle midir Bütün<br />

divan şairleri sorgulamayıcı, kaderci, nemelazımcı<br />

mıdır<br />

Mehmet Kaplan’ın şu cümlelerine bakalım.<br />

“Tanzimat’tan sonraki Türk edebiyatında,<br />

Batı medeniyetinin tesiriyle, din ile ilim, akıl<br />

ile iman, görünen ile görünmeyen âlem arasında<br />

bir çarpışma başlar” 7 Mehmet Kaplan Şiir<br />

Tahlilleri adlı eserinde Ziya Paşa’nın Terci-i<br />

Bend’ini yorumlarken, 9. bentte Ziya Paşa’nın<br />

sorularını bahis mevzuu ediyor ve Paşa’nın<br />

“kimdir”le başlayan bütün bu sorularının yeni<br />

olduğunu söylüyor ve şöyle diyor: “Sorular,<br />

sorular... Eskiler böyle sorular sormazlardı.<br />

Mutasavvıflar suali değil konuşmayı (kâl) bile<br />

kötü bir gözle görürlerdi. Böyle sorular sormaya<br />

lüzum yoktu. Zira her şeyin cevabı verilmişti:<br />

Allah!” 8 İnsanın bu cümleyi kurabilmesi<br />

için, adına mutasavvıf dediği bütün insanların<br />

metinlerini bir bir görmesi ve onların içinde<br />

asla böyle sorular olmadığını tespit etmesi lazım<br />

değil midir Ve hangi insan bu kadar metni<br />

görmüştür de bu sonuca varmıştır<br />

Burada sormak eylemini sadece Tanzimat<br />

şairleriyle sınırlamak ne kadar gerçeği yansıtır<br />

Sadece mutasavvıflar değil de eskiler de dediğinize<br />

göre bunu söylemeniz için bütün bir tarihi<br />

ve bu tarihte oluşan bütün edebî metinleri görmeniz<br />

ve değerlendirmeniz gerekmez mi Mehmet<br />

Kaplan öyle konuşuyor ki; sanki bütün divan<br />

edebiyatı külliyatını okumuş ve soran mısralara<br />

hiç rastlamamış. Böyle bir sonuç ne kadar aklidir,<br />

zira divan edebiyatı metinlerinin ne kadarının<br />

gün ışığına çıktığı malumdur. Bizler aysbergin<br />

üstünden konuşuyoruz.<br />

Orhan Okay da değerlendirmeleri itibariyle<br />

Kaplan’a katılır ve o da bu mevzularda ilkin<br />

Tanzimat’ta olduğunu söyler: “Genel olarak bütün<br />

divan edebiyatında talihin uygunsuzluğu,<br />

dünyanın aldatıcı olduğu telakkisi yaygın olmakla<br />

beraber Ziya Paşa adaletsiz bir dünyada yaşandığına<br />

bir yığın örnek vererek bütün bunların “bir<br />

fâilin meâsiri” olduğunu söyler. Galiba Ziya Paşa<br />

edebiyatımızda Tanrı’ya soru soran ilk şairdir.” 9<br />

Okay da aynı tavrı gösteriyor, sanki Tanzimat<br />

öncesi bütün külliyat okunmuş ve orada herhangi<br />

bir soruya rastlanmamıştır. Hele hele de<br />

“Tanrı'ya soru soran ilk şairin Ziya Paşa olması”<br />

bilgisi insanın hangi bilgi alanıyla tezahüre çıkabilir,<br />

anlaşılır gibi değildir<br />

“İlk şudur”, “mutlak olan budur” gibi kesinleyici<br />

ifadeleri duyunca aklıma Calvino geliyor.<br />

Italo Calvino şöyle diyor: “Bana böyle öğretilmişti:<br />

Dünyadan, cevapları kesin sorulardan, büyük<br />

gruplardan şüphe et” 10 ve Mark Twain’i hatırlıyorum:<br />

“İyi bir şey söylediği zaman bunu kendisinden<br />

önce söyleye nin olmadığını bilen tek insan<br />

Âdem’di.” 11<br />

Bu meselede divan şairinin tavrını aslında<br />

Şeyhülislam Yahya güzel özetlemiş:<br />

Söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez 12<br />

Sormanın dinle ilişkilendirilmesi ve sonucun<br />

olumsuz olduğunun iddia edilmesi ayrı bir<br />

mevzudur. Mutasavvıfların dinden kaynaklanan<br />

sebeplerle sormaktan kaçındığını söylemek ayrı<br />

bir tartışma konusudur. Bunun olmadığını iddia<br />

etmek yüzlerce şathiyeyi bir yana atmaktır. Dinde<br />

soru sormanın bir sakıncası yoktur, lakin sorduğunuz<br />

zaman aldığınız cevaba göre yaşamak<br />

gereğinin zorluğu vardır. Peygamberden bir hadis<br />

hep eksik rivayet edilmiş ve sormak eylemi bu<br />

sakat rivayet üzerine kurulmuştur. Hadis şöyle:<br />

“Çok soru sormayın, sizden evvelki kavimler çok<br />

37<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


soru sormaktan helak oldu!” Bunun üzerine sanki<br />

Müslümanlar arasında soru sormak yasaklandı<br />

veya soru sormak bir şirk kabul edildi gibi bir<br />

anlayış yerleşmiştir. Hâlbuki hadiste atlanan bir<br />

ayrıntı vardır: Buhari’de hadis şöyle “Ben sizi bıraktığım<br />

müddetçe beni bırakın. Sizden öncekiler<br />

Peygamberlerine çok soru sorup onlara uymadıkları<br />

için helak oldular. Gücünüz nispetinde size<br />

yasakladığım şeylerden kaçının, emrettiklerimi<br />

yerine getirin.” Bu hadis, rivayet edilirken genellikle<br />

onlara uymadıkları kısmı atlanmaktadır.<br />

Uymayı göze aldığın müddetçe soru sormakta bir<br />

beis yok. Mezhepler soru üzerine kurulmuştur, tarikatlar<br />

soru üzerine kurulmuştur. Cevabı alınan<br />

sorular, alınmayanlardan kat kat azdır. Cevaplar<br />

hâlâ aranmaktadır. Tanzimat’la başlayan süreçte<br />

sorulan sorular, bir mümin kuldan ziyade arada<br />

kalmış kulun sorulardır. Tasavvufi edebiyatta bilhassa<br />

şathiyelerde sorulan sorular yenilir yutulur<br />

cinsten değildir. Bilhassa Abdülaziz Debbağ’a sorulan<br />

sorulardan oluşan Kitâbü’l-İbrîz 13 adlı eser<br />

tasavvuftaki soruların kıymet ve çapını gösterir.<br />

Taşlıcalı Yahya’nın soru sormadaki yön tayini,<br />

divan şairinin nelere soru sorduğunu göstermesi<br />

bakımından ilginçtir:<br />

Ne için goncalar handân benefşe zâr u<br />

mahzûndur<br />

Bu ahvâli zebân-ı hâl ile bâri çemenden sor 14<br />

Felsefe ve Soru<br />

Bu yazıda soru soran, varlık karşısında hayrette<br />

kalan, cevaplar bulamayan ve bulamadığı<br />

cevabın hayretini dile getiren şairlerin metinleri<br />

üzerinde durulacaktır. Fakat önce felsefe ile<br />

soru sormak ilişkisi üzerine Heidegger’den birkaç<br />

alıntı yapmak istiyorum. Heidegger, felsefeyi<br />

“Batılı-Avrupalı kültürümüzün en içsel temel<br />

niteliği” olarak görüyor ve felsefenin özünde<br />

“Grek” olduğunu söylüyor. 15 Bu “Grek” oluşu<br />

da şöyle açıklıyor: “Felsefe özünde Grektir sözü<br />

şundan başka bir anlam taşımaz: Batı dünyası ve<br />

Avrupa, yalnızca onlar, en iç tarihsel akışları bakımından<br />

kökçe ‘felsefe’dirler. Bilimlerin ortaya<br />

çıkışı ve egemenliği buna tanıklık etmektedir.” 16<br />

“’Nedir bu felsefe denilen’ sorusunu, ancak Grek<br />

düşüncesiyle bir sohbete koyulduğumuz takdirde<br />

sorabiliriz. Ancak yalnızca sorgulanan şey, yani<br />

felsefe kökeni bakımından Grek olmakla kalmaz;<br />

soruş tarzımız, bugün hâlâ sorduğumuz tarz da<br />

Grektir.” 17 Heidegger, bu tarzı da şöyle açıklıyor:<br />

“Soruyoruz: nedir bu... Bu Grekçede şöyledir:<br />

Ti Estin. Bir şeyin ne olduğu sorusu gene de çok<br />

anlamlıdır. Şunu sorabiliriz: ‘Nedir bu uzaktaki’<br />

‘Bir ağaç’ yanıtını alırız. Soruya, pek de iyi tanımadığımız<br />

bir şeyi adlandırmakla yanıt vermiş<br />

oluruz. Gene de sormayı sürdürebiliriz: ‘Nedir<br />

bu ağaç dediğimiz’ Şimdi sorduğumuz soruyla<br />

Grekçe Ti Estin’e biraz daha yaklaştık. Ti Estin<br />

Sokrates, Platon ve Aristoteles’in geliştirdiği soruş<br />

biçimidir. Söz gelimi onlar şöyle sorar: Nedir<br />

bu güzel denilen Nedir bu doğa denilen Nedir<br />

bu devinim denilen” 18<br />

Felsefe denilen şeyin kendisini de; varlığa ilişkin<br />

belli bir tarzda soru sormayı da Grekle mutlak<br />

anlamda ilişkilendiren ve onu sadece buraya<br />

bağlayan Heidegger’e katılmayı tartışmıyoruz.<br />

Burada azametli bir iddia var. Onun felsefeyi<br />

nereye bağladığı önemli değil, ama felsefenin<br />

bir soru sorma yöntemi olduğuna ilişkin sözleri<br />

önemlidir. Batının bu yöntemi tercihi üzerine<br />

konuşuyoruz. Heidegger’in felsefeyi “Batılı-<br />

Avrupalı kültürümüzün en içsel temel niteliği”<br />

olarak görmesi bizimle onlar arasında derin ayrımlara<br />

işaret ediyor. Heidegger şiire de yer veriyor<br />

şüphesiz ve diyor ki: “Düşünme ve şiirsel<br />

yaratı arasında gizli bir akrabalık vardır, çünkü<br />

her ikisi de dilin hizmetinde, dil için kullanır ve<br />

harcarlar kendilerini. Aynı zamanda bir uçurum<br />

bulunur bu ikisi arasında, apayrı dağları mesken<br />

edinmişlerdir, çünkü.” 19<br />

Bu dağların neler olduğuna işaret edilmiyor.<br />

Bizdeki durum nedir Hilmi Yavuz kendisiyle<br />

yapılan bir söyleşide diyor ki: “Batıda şiir ve roman<br />

söylemleri ayrılmış, şiir ve felsefe ayrılmış,<br />

bizde ise her şey aynı söylemin içinde kalmış, şiir<br />

her şeyi kuşatıyor.” 20 Bir başka konuşmasında da<br />

bizdeki şiir-felsefe ilişkisine dair şunları söylüyor:<br />

Osmanlı toplumunda felsefe şiirsel söylemin<br />

içinden dile getirilir. Felsefe şiirle yapılan<br />

38<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Filozof varlık hakkında düşünen adamdır. Mutasavvıf<br />

da düşünür, o da varlığı ve var oluşu sorgular.<br />

Aralarındaki en önemli farklardan birisi, felsefeci<br />

düşünürken, sorarken, sorularına cevap ararken daima<br />

aklı merkez alır.<br />

bir ‘praksis’tir. 21 Hilmi Yavuz’un divan-şiirinin<br />

felsefî bağlamda incelenebileceğine dair kanaati<br />

şu sözlerinde yansımasını buluyor: “Peki, divan<br />

şiirinin felsefi bir bağlamda problematize edilmesi<br />

hiç mi mümkün değildir... Bu soruya ‘olumlu’<br />

yanıt vermeyi umuyorum. Divan şiirinin felsefi<br />

içermeler taşıyan bir okumayla temellendirilmesinin<br />

mümkün olduğunu düşünüyorum.” 22 Hilmi<br />

Yavuz bu sözlerinin devamında Neşatî’nin bir<br />

beytinin bu açıdan incelemesine geçiyor.<br />

Bir kuşatıcı olarak edebî metin hakikatte nedir<br />

Sadece edebî metin midir İçerisinde bizi<br />

başka alanların verilerini bulmayı mümkün kılacak<br />

okumalara giden/götüren bir yol var mıdır<br />

Yok mudur Bir edebî metin acaba bir edebî<br />

metin olmayarak nedir Italo Calvino, Borges’in<br />

hayli girift bir kurgusu olan ünlü hikâyesi Yolları<br />

Çatallanan Bahçe için şunu söyler: “Sonunda,<br />

okuduğumuzun, bir casusluk görüntüsü altında,<br />

felsefi bir öykü, hatta zaman fikri üzerine bir deneme<br />

olduğunu fark ederiz.” 23 Ve hele Borges’in<br />

şu sözü : “Bana göre edebiyat, yalnızca sözcüklerle<br />

göz boyamaktan ibaret değildir. Ben sözcükleri<br />

unutmaya ve söyleyeceklerimi belki sözcükler<br />

aracılığıyla değil de sözcüklere rağmen<br />

söylemeye çalışırım. Bir kitap gerçekten güzelse,<br />

sözcükleri hatırlamazsınız.” 24 Evet, edebî metin<br />

sözcüklere rağmen söylenilenlerin olduğu bir metindir.<br />

Soru işaretleri olmayan yerlerde de binlerce<br />

sorunun kapılarını aralar.<br />

İnternette “felsefe nedir” diye yazdığınızda<br />

karşınıza yaklaşık üç yüz bin bilgi başvurusu çıkıyor.<br />

Felsefe varlık karşısında insanın düşünme<br />

tarzının adıdır. Filozof varlık hakkında düşünen<br />

adamdır. Mutasavvıf da düşünür, o da varlığı ve<br />

var oluşu sorgular. Aralarındaki en önemli farklardan<br />

birisi felsefeci düşünürken, sorarken, sorularına<br />

cevap ararken daima aklı merkez alır.<br />

Modern felsefenin öncülerinden Kant, kendi<br />

devrinde hâkim olan otoritelerin aklı dışlamasını<br />

şöyle eleştiriyor: “Ne var ki her yandan ‘düşünmeyin!<br />

aklınızı kullanmayın!’ diye bağırıldığını<br />

işitiyorum. Subay, ‘Düşünme, eğitimini yap!’,<br />

maliyeci ‘düşünme, vergini öde!’, din adamı ‘düşünme,<br />

inan!’ diyorlar. 25 Sonra adına aydınlanma<br />

çağı denilen zamanların rehberi olan o ünlü cümlesini<br />

söyler: “Aydınlanma; kişinin kendi aklını<br />

kullanmaya cüret etmesidir”. Bu yüzden felsefe<br />

denilince hep akla vurgu yapılmakta ve genellikle<br />

salt akla vurgu yapılan bir çağrışımlar dünyası<br />

ön plana çıkmaktadır.<br />

Mutasavvıf ise akılla beraber asıl vahyi hesaba<br />

katar. Mevlana’nın ünlü benzetmesinde olduğu<br />

gibi. Diyor ki: "Akıl körün elindeki değnek gibidir,<br />

köre yol gösterir ama ne kadar. Vahiy ise göz<br />

gibidir. Kaynağını vahiyden almayan akıl daima<br />

tökezlemeye mahkûmdur." (Bu hâli anlatmak için<br />

mutasavvıflar bataklığa saplanan eşek benzetmesini<br />

kullanırlar).<br />

Soru Soran Bir İnsan Olarak Divan<br />

Şairi<br />

Varlık karşısında soru soran bir insan olarak<br />

divan şairi de mutasavvıfın algısıyla yaklaşır varlığa.<br />

İstisnaları olmakla beraber genel durum budur.<br />

Birkaç örnekle divan şiirinin bu yönüne bir<br />

göz atalım.<br />

Soru soran bir divan şairi olarak Necatî’ye bakalım:<br />

Necatî, asırlar boyu pek çok insanın zihnini<br />

meşgul etmiş, adına felsefi sistemler kurulmuş<br />

39<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ir soruyu gündemine almış. Acaba yaratılanlar<br />

da Yaratan gibi kadim midir (başlangıcı belli olmayan)<br />

Yani varedilen varlık olarak varlıklar<br />

âlemi acaba ezelî midir<br />

Zihnim tetebbu eyledi gör ki muttarid<br />

Leyl u nehâr ü fasl-ı zemistân ü nev-bahâr<br />

Gönlüme geldi bu ki aceb olmaya eger<br />

Zâtı gibi kadîm ola masnû-ı Kirdigâr<br />

Bu fikr u hayâl ile etdim müsâferet<br />

Geçdim bu arzu ile sahrâ vü kûhsâr<br />

Bir cûybâra ugradım akardı muttasıl<br />

Üstüne sâye salmış idi pençe-i çınar<br />

Gâyetde sür’at ile geçip gitmeğin sular<br />

Sanırlar idi kim durur ol sâye ber-karâr<br />

Gerçi ki seyr-i sâye batîdir suya göre<br />

Gördüm ki sâyenün dahi âhir zevâli var<br />

Ömrün su gibi geçmeğin ey bilmez âdemi<br />

Zıll-ı cihân durur diye eylersin i’tibâr 26<br />

Zihnim gece gündüz, yaz kış sürekli şu soruyla<br />

meşgul oldu: acaba Yaratıcı’nın yarattıkları da<br />

kendisi gibi kadîm olabilir mi Bu soruyu düşünerek<br />

nice sahralar dağlar gezdim durdum. Nihayet<br />

üzerine çınar ağacı yapraklarının gölgelerini saldığı<br />

bir ırmağın yanına geldim. Irmaktaki sular<br />

hızlı bir şekilde akıyordu, fakat suyun üzerindeki<br />

gölgeye bakanlar onu (akmıyor da) sanki duruyor<br />

sanırdı. Gerçi gölgenin hareketi suya göre<br />

yavaştır fakat sonunda gölgenin de bir sonunun<br />

olduğunu gördüm. Ey âdemoğlu, ömrünün su gibi<br />

geçip gittiğine bakmıyorsun da “bu cihanın gölgeleri<br />

duruyor” deyip ona bakıyorsun.<br />

Bu şiirin varlık üzerine bir yorum olduğuna<br />

şüphe yok. Tabii ki bize göre bir yorum. Sorun,<br />

şiir diliyle (imgelerle) dile getirilmektedir. Şaire<br />

göre varlıklar ebedî veya ezelî diyenler, suyun üstündeki<br />

gölgeye hiç kaybolmaz diyenler gibidir.<br />

Hâlbuki gölgenin varlığı en az iki şeyin varlığına<br />

bağlıdır. 1. Işık, 2. Işığın üzerine yansıdığı obje.<br />

Gölgeyi görüp idrak edeni de gölgenin varlığı için<br />

gerekli görürsek bu sayı daha da artar. Şaire göre<br />

varlık, zaman denen suda bir gölge gibidir. Zaman<br />

akmakta, (yavaş olmakla beraber) gölge de<br />

akmaktadır.<br />

Felsefi bir tartışmaya bir divan şairi olan<br />

Necatî bu şekilde katılmıştır. Onun, bu iddia karşısında<br />

ileri sürdüğü deliller ve bunların kifayeti<br />

ayrıca düşünülebilir. Yani divan şairi, sabah akşam<br />

elinde bir şarap, kadehi ile güzelleri kovalayan<br />

bir figür olmanın ötesinde bu anlamda çok<br />

başka rollerde de görünmektedir.<br />

Varlık karşısında belli sorular sorarak insanı<br />

derin bir düşünceye çağıran bir divan şairi olarak<br />

Nef’î’ye kulak verelim: Onun bahis mevzu edeceğim<br />

bu şiiri bir kasidedir ve bir hayli uzundur.<br />

Nef’î, varlık karşısında sorgulayıcı bir tutum takınan<br />

şairler arasında belki de ilk sırada gelmektedir.<br />

Keşke onun şiirlerine bu gözle bir bakabilsek.<br />

Şair, bir kasidesinin nesib-teşbib bölümünü<br />

tamamen felsefî bazı tartışmalara ayırmış:<br />

Sanman ki felek devr ile şâmı seher eyler<br />

Her vâkıanın akıbetinden haber eyler<br />

Bir düş gibidir hak bu ki mânâda bu âlem<br />

Kim göz yumup açınca zamanı güzer eyler<br />

Bir yerdeki ârâma bu miktar ola mühlet<br />

Erbâbı nice kesb-i kemâl-i hüner eyler<br />

Olmuş tutalım müddet-i ârâmı da mümted<br />

Âkıl nice temyîz-i hayr u şer eyler<br />

Teşhîs-i reh-i hayr u şer olur mu o dilde<br />

Kim leşker-i gam birbirini siper eyler 27<br />

“Feleğin dönmek suretiyle sadece sabahı akşam,<br />

akşamı sabah ettiğini zannetmeyin, (aynı<br />

zamanda )o her olayın sonucunu bildirmektedir.<br />

Hakikatte bu âlem, zamanı bir göz açıp yumuncaya<br />

kadar geçen bir düş gibidir (o kadar kısadır).<br />

Kalma süresi bu kadar kısa bir yerde insanlar nasıl<br />

olup da hünerler kazanacaklar Hadi diyelim<br />

kalma süresi biraz daha uzatıldı, o zaman da akıl<br />

nasıl olup da iyilikle kötülüğü ayırt edecek Gam<br />

ordularının birbirini siper eylediği bir gönülde<br />

hayrın veya şerrin yolu nasıl teşhis edilecek”<br />

40<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Kaside benzer sorularla devam ediyor ve şair,<br />

insanı varlık karşısında hayrette bırakan bazı sorulara<br />

cevap bulmaya çağırıyor; fakat hadizatında<br />

insanın gücünün ve aklın imkânlarının sınırlarına<br />

dair yorumlarda bulunuyor. Verdiği cevaplar olsa<br />

bile asıl önemli olan insanı çağırdığı soyut sorularla<br />

kaplı sınırları karmakarışık bilinmezlerdir.<br />

Bu metinlerin de içerisinde yer aldığı kasideleri,<br />

“devlet büyüklerine yaranmak için yazılmış şiirler”<br />

yaftasıyla yaftalarsak bu soruların kurduğu<br />

dünyaya inmemiz tabii ki imkânsız olacak.<br />

Şimdi tamamen sorulardan oluşan ve içerinde<br />

cevaplar bulunmayan, okuyucuyu kapsamlı<br />

sorgulara çağıran bir başka metne gelmek istiyorum.<br />

Bu metin, varlık karşısında derin bir hayrete<br />

düşmüş, cevaplar arayan ama sorularına cevaplar<br />

bulmuşsa bile bunları anlatmayan bir şairin derin<br />

kaygılarını yansıtıyor:<br />

acep gönlümde bilsem gam nedendir<br />

gözüm deryâ gibi pür-nem nedendir<br />

başımda her perî-rûyun hevâsı<br />

haber bana hey âdem nedendir<br />

kimi ayakta bir dervîş-i muhtâc<br />

kiminin câm elinde Cem nedendir<br />

nedendir gâh vuslat gâh firkat<br />

gönül geh şad u geh pür-gam nedendir<br />

bu halkın kimi şad ü kimi gamgîn<br />

kime arus kime mâtem nedendir<br />

niçin feryâd eder gülşende bülbül<br />

çimende zâglar hurrem nedendir<br />

ıraklardan sana her dem sücûdum<br />

benim a Ka’bem a kıblem nedendir<br />

neden sen Ka’be gibi seng-dilsin<br />

gözüm yaşı benim zemzem nedendir<br />

nedir bu subh-ı rûşen şâm-ı tarîk<br />

ne hikmet kâkülün bilsem nedendir<br />

kime zahm ise zahm-ı tîr-i gamzen<br />

benim sinemde ya merhem nedendir<br />

benim bir katre kandır çünki gönlüm<br />

taşar deryâ gibi her dem nedendir<br />

nedir nesl-i peri vü asl-ı âdem<br />

biri zâhir biri müphem nedendir<br />

bu sırra çünkü kimse vâkıf olmaz<br />

neden terk etdi tâc Edhem nedendir<br />

kamu mevcut olan anunçün oldı<br />

Muhammed cümleden a’zam nedendir<br />

Egerçi cism-i âdem bir avuç hâk<br />

Velî bilsem dil-i âdem nedendir<br />

Muammâdır bu sırrı kimse bilmez<br />

Bilenler de olur ebkem nedendir<br />

Ki birdir aslı cümle kâinâtın<br />

Firâkî bunca bin âlem nedendir 28<br />

Acaba bu gönlümdeki gamlar nedendir, bir<br />

bilsem; gözüm denizler gibi yaşlı nedendir, bir<br />

bilsem. Ey âdem, bana haber ver; başımdaki bu<br />

peri yüzlülere heves nedendir Kimi ayakta bir<br />

muhtaç derviş; kimi de eline kadeh almış, Hükümdar<br />

Cem olmuş, bu nedendir Bazen ayrılık,<br />

bazen kavuşma; gönül bazen mutlu, bazen<br />

gamlarla dolu, bu nedendir Gül bahçesinde<br />

bülbül niçin ağlar durur da, çimenlerde kargalar<br />

mutlu ve bahtiyar, bu nedendir A benim<br />

kıblem, Ka’bem, sana bu uzaklardan secdem<br />

nedendir Neden sen Ka’be gibi taş kalplisin,<br />

benim de gözyaşlarım zemzem olmuş, bu nedendir<br />

Nedir bu apaydınlık sabahlar ve kapkaranlık<br />

akşamlar, hele bu senin (kara olan)<br />

kakülün nedendir Senin yan bakışlarının oku<br />

kiminin kalbinde yaradır da benim bu sinemdeki<br />

merhem, nedendir Benim gönlüm bir damla<br />

kandır fakat (bu bir damla kanın) deryalar<br />

gibi coşup taşması nedendir Perilerin nesli<br />

41<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ve Âdem’in aslı nedir; biri görünür de öbürü<br />

gizlidir bu nedendir İbrahim Edhem, ünlü<br />

bir hükümdar iken neden tac u tahtı terk etti,<br />

kimse bu sırrı bilmez, acaba nedendir Bütün<br />

yaratılanların kendisi için yaratıldığı Muhammed<br />

herkesten büyüktür, acaba bu nedendir<br />

Âdem’in vücudu bir avuç topraktan yaratıldıysa<br />

acaba âdemin gönlü neden yaratıldı Bunlar<br />

büyük sırlardır kimse bilmez, bilenler de susup<br />

kalmışlar, acaba nedendir Gerçi bütün varlıkların<br />

aslı birdir, ey Firâkî öyleyse bu binlerce<br />

âlem nedendir<br />

Yukarıdaki şiirin bir benzerini aynı redifte<br />

Hayretî de yazmış. Onun şiiri daha uzun, otuz<br />

beyitliktir. Bu şiirin son beyti şöyledir:<br />

Velîkin Hayretî’yi hayret almış<br />

Bilemez aslını aslâ nedendür 29<br />

Burada sorulan sorulara cevap verilmemiştir.<br />

Bizler bu soruları soranı merak ediyoruz.<br />

Sonuç<br />

Görüldüğü gibi ilk olanlar belli bir zaman<br />

dilimiyle sınırlananlar değil. Bu metinde sorulan<br />

sorulardan anlaşılmaktadır ki Firâkî ve<br />

Hayretî derin bir hayret içindedir. Onların bu<br />

hayretinin 30 Heidegger’in ifade ettiği hayretle<br />

bir akrabalığı vardır. Heidegger, Eflatun’un<br />

şu sözünü alıntılıyor: “Filozofu başkalarından<br />

ayıran bu patos, yani hayrettir. Felsefenin başlangıcına<br />

egemen olan da budur, başka bir şey<br />

değildir.” 31 Sonra kendisi “patos olarak hayret,<br />

felsefenin arkhesidir. Grekçe olarak arkheyi<br />

geniş anlamıyla düşünmeliyiz. Bir şeyin çıktığı<br />

noktadır arkhe. Ancak bu nokta çıkılırken<br />

geride bırakılmaz... Hayret felsefeyi taşır ve<br />

egemendir ona. Aristoteles de aynı şeyi söylüyor:<br />

İnsan, ilkin olduğu gibi şimdi de, hayret<br />

yoluyla vardı felsefe yapmanın egemen çıkış<br />

noktasına.” 32<br />

Divan şairleri Batılı filozoflar gibi felsefe<br />

yaptılar demiyoruz. Heidegger’e başvurarak<br />

bizim şairlerimizin Heidegger’i öncelediği<br />

gibi basitliklere düşmek istemiyoruz. “Onlarda<br />

varsa bizde de var!” kompleksiyle küçük düşmek<br />

de istemiyoruz. “Sadece onlarda vardır”ın<br />

yavanlığından imtina ediyoruz. Divan şiirini<br />

bahis mevzuu ederken “düşünce” -“felsefe”-<br />

“sorma ve hayret etme” üçgeninin en derin katmanlarında<br />

yer alan rübailer bir tarafa, diğer<br />

metinlerde de şairlerimizin sorguladığına dikkat<br />

çekmek istiyoruz. Keşke bütün o metinler<br />

bu açıdan tekrar gözden geçirilse. Burada, bütün<br />

divan şairlerinin bu tür sorgulayıcı bir tavır<br />

içerisinde olduklarını da iddia etmek istemiyoruz.<br />

Bütün bir İslam medeniyet dairesinde olduğu<br />

gibi asıl olan hikmete talip olmak ve onun<br />

peşinden gitmektir. Felsefenin insanı çıldırtan<br />

sorular ve bulunamayan cevaplar denklemine<br />

inat, hikmetin kovalanan ama bulunamayınca<br />

da çıldırmaya gerek bırakmayan bir rahatlatılıcılığı<br />

vardır. Felsefe, çözeceğimize kendimizi<br />

adadığımız bir eylemler silsilesi ile beraber<br />

olmaktır; hikmet ise çözmeye yemin edenin<br />

kendisinin de çözülmeyen pek çok yanı varken<br />

neyi çözüp neyi çözemeyeceğinin idrakinde olmaktır.<br />

İnsan da sorduğu soruların bir parçasıdır.<br />

Amiyane söylersek, çözmeye kalkışanın<br />

kendisi çözülmeye muhtaçtır. İşte bu anlamda<br />

divan şiirinde tefviznâmeler gündeme gelir. Ve<br />

orada hikmet ile felsefenin ezeli kavgası görülür.<br />

Bu kavganın galibi veya mağlubunun kim<br />

olduğu sorusunun cevabı çoğunlukla iman dairesinde<br />

bulunacağından işin içerisinde başka<br />

unsurlar da dâhil olur ve ortaya başka sorular<br />

hatta sorunlar çıkar. 33<br />

Bunun için bahsi geçen metinlerin bu açılardan<br />

incelenmesi ve karşılaştırmalı bir çalışmayla<br />

yayınlanmaları gerekir ki biz de sağlam<br />

verilerden yola çıkarak tatmin edici sonuçlara<br />

varmış olalım.■<br />

____________________<br />

1. Karl R.Popper, Daha İyi Bir Dünya Arayışı: Son<br />

Otuz Yılın Makaleleri ve Bildirileri, (çev. İlknur Aka),<br />

YKY., İstanbul 2005, (2. baskı), s. 44.<br />

2. Karl R.Popper, age.s. 14-15.<br />

3. -----------------, age.s. 43.<br />

4. -----------------, age.s. 61.<br />

42<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


5. ----------------- ,age.s. 54.<br />

6. August Bebel, Hz. Muhammet ve Arap-İslam<br />

Kültürü Dönemi, (çev. Veysel Atayman), Bordo-Siyah<br />

Yay., İstanbul 2004, s. 141-142. Bu eseri okuyanlar<br />

çok daha özgün örneklerle karşılaşacaklardır.<br />

7. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri I, Dergah Yay.,<br />

İstanbul 1978, s. 34.<br />

8. Mehmet Kaplan, age. s. 64.<br />

9. Orhan Okay, “Osmanlı’nın Son Döneminde<br />

Şiirde Dini Düşüncenin Gelenekten Uzaklaşması”,<br />

İslami Edebiyat <strong>Dergisi</strong>, S.31, Ekim-Kasım-Aralık<br />

1999, s. 7.<br />

10. İtalo Calvino, “Ben İtalo Calvino”, K, S.14, 5<br />

Ocak 2007, s. 3.<br />

11. Aktaran Ronald B. Tobias, Roman Yazma<br />

Sanatı, (çev. Mehmet Harmancı), Say Yay. İst. 1996.<br />

s. 71.<br />

12. Vasfi Mahir Kocatürk, Divan Şiiri Antolojisi,<br />

Edebiyat Yay., Ankara 1963, s.206.<br />

13. Abdülaziz Ed-Debbâğ, Kitâbü’l-İbrîz, (drl.<br />

Abdullah İbn-i Mubârek; çev. Abdullah Arığ-H.Mehmet<br />

Yeniler), Seha Neş., İstanbul 1997, 628 sayfa.<br />

14. İskender Pala, Divan Şiiri Antolojisi, Akçağ<br />

Yay., Ankara 1995, s. 257.<br />

15. Martin Heidegger, Nedir Bu Felsefe, (çev.<br />

Dürrin Tunç), Logos Yay., İstanbul 1990, s. 11.<br />

16. Martin Heidegger, age. s. 13.<br />

17. --------------------, age. s. 14.<br />

18. --------------------, age. s. 15.<br />

19. --------------------, age. s. 46.<br />

20. Varlık <strong>Dergisi</strong> Eylül 2003 sayısında , Nilüfer<br />

Kuyaş’ın Hilmi Yavuz ile söyleşisi. Bu söyleşi için<br />

arıca bkz: http://www.felsefeekibi.com/forum/forum_<br />

posts.aspTID=35176&PN=1. 11.03.2009.<br />

21. Hilmi Yavuz, “Hoşça Bak Zâtına ya da ‘Epimelesthai<br />

Seautou: Bir Arkeoloji Denemesi”, Şeyh<br />

Galip Kitabı, İstanbul Büyük Şehir Bld. Kültür Daire<br />

Bşk.Yay., İstanbul 1995, s. 59 vd. (Şeyh Galib sempozyumunda<br />

sunulmuş bir bildiridir ve Şeyh Galib’in<br />

bir beyti üzerine Hilmi Yavuz’un felsefî bir incelemesidir.<br />

İçindeki tartışmalarla beraber, aslında divan şiirine<br />

felsefe-şiir bağlamı açısından farklı bir pencere<br />

açmıştır. Aynı yazı yazarın Felsefe Yazıları (Boyut Kitapları,<br />

İstanbul 1997) adlı kitabında 101-107 sayfaları<br />

arasında yer almıştır. Burada bildiri üzerine yapılan<br />

tartışmalar yoktur.<br />

22. Hilmi Yavuz, Edebiyat ve Sanat Üzerine<br />

Yazılar, YKY., İstanbul 2008, 2. baskı, s. 248. Derin<br />

bir Hilmi Yavuz okuru olan ve bu okumalarından<br />

beni de sık sık haberdar eden sevgili öğrencim Servet<br />

Gündoğdu’ya kalbî teşekkürlerimi sunuyorum.<br />

23. İtalo Calvino, Klasikleri Niçin Okumalı,<br />

(çev.Kemal Atakay), YKY., İstanbul 2008, s. 260.<br />

24. Norman Thomas Di Gıovannı, Ustanın Dersi:<br />

Borges ve Yapıtları Üstüne, (Çev: Hayriye Ulaş),<br />

ODTÜ Yay., Ankara 2008, s. 55.<br />

25. İmmanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, (çev. Nejat<br />

Bozkurt), Remzi Kitabevi, İstanbul 1984, s. 215. Kant,<br />

bu sözün devamında “Şu dünyada yalnız bir kişi var<br />

ki o da, ‘istediğiniz kadar ve istediğiniz şeyi düşünün,<br />

ama itaat edin’ diyor”diyerek Prusya Prensi II. Friedriche<br />

işaret ediyormuş.<br />

26. Necâtî Beg Divanı, (hzl. Ali Nihat Tarlan),<br />

Akçağ Yay., Ankara 1992, s. 135, 18. kıt’a.<br />

27. Nef’î Divanı, (hzl. Metin Akkuş), Akçağ Yay.,<br />

Ankara 1993, s. 76, 11. kaside. Kaside 62 beyittir.<br />

28. Vasfi Mahir Kocatürk, Divan Şiiri Antolojisi,<br />

Edebiyat Yayınevi Ankara 1963, s.107-108.<br />

29. Hayretî Divanı, (hzl. M. Çavuşoğlu- M.A.<br />

Tanyeri) İstanbul 1981, s. 42-44.<br />

30. Hayret’in tasavvufta başlı başına bir makam<br />

olduğuna burada işaret etmek lazımdır ve divan şiirinde<br />

yukarıda alıntıladığımızın dışında pek çok örnek<br />

bulunacağı da ehlinin bilgisi dâhilindedir. Bu yazı vesilesiyle<br />

anlaşılmıştır ki bizim felsefenin ve divan edebiyatının<br />

(genelde tasavvufun) hayretlerini karşılaştırmalı<br />

olarak incelemeye ve aralarındaki farkları tespite<br />

ihtiyacımız var.<br />

31. Martin Heidegger, age. s. 38.<br />

32. ---------------------, age.s. 38.<br />

33. Hilmi Yavuz, yukarıda işaret ettiğimiz “Hoşça<br />

Bak Zâtına ya da ‘Epimelesthai Seautou: Bir Arkeoloji<br />

Denemesi” başlıklı yazısında, Hilmi Ziya Ülken’in<br />

Felsefeye Giriş, adlı eserinde hikmet ile felsefeyi birbirinden<br />

ayırdığı yazıyor. Ülken’e göre hikmet; felsefenin<br />

sahip olduğu felsefî eserlerin ruhu olan sistemlilik,<br />

açıklık; bilgi, varlık ve değerlere ait bütün halinde bir<br />

açıklama olma vasıflarından mahrum olduğundan felsefeden<br />

farklıdır. Ama mahrum olanların, kendisinden<br />

belli yönlerden mahrum olduklarından ayrı hangi evsaf<br />

ile mücehhez olduklarına da bakmak gerekir, kanaatindeyim.<br />

Yani bu anlamda mahrumiyet, mağlubiyet değildir.<br />

Olsa olsa varlık karşısında farklı tavırlar takınmayla<br />

birbirinden ayrılırlar.<br />

43<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


DUANIN EPİSTEMOLOJİSİ<br />

“ İnsan dua ediyorsa mutlaka bir mucize istiyordur.<br />

Her dua bütünüyle şuna indirgenir:-Ulu Tanrım ne<br />

olur iki kere iki dört etmesin!”<br />

Turgenyev<br />

“Kalabalık bir ülkedeydim” dedi mülteci<br />

Uzun ve oksijeni yitik yolu göze alarak<br />

İtaat ettim kara fikirli adamlara<br />

İçimin sesiydi, : “Allah’ım şu feci<br />

Şu bulanık, sonu görünmez tozun<br />

Nihayetine ulaştır beni...<br />

Düşündüm korkunun artığında...<br />

Biletsiz, pasaportsuz, kirli biri<br />

Ne istemeli<br />

Aklımdaydı, yanımdaydı,<br />

Cennetten kovulmadan az önceydi...<br />

Diledim, kelimelerimin bildiği kadar.<br />

Toz bitti... Derin sular da...<br />

Uzaktayım yakınımın cümlesine<br />

Nefesim var, ellerim var<br />

İki yüz kadar iyi gün görmüşlüğüm var.<br />

SEVAL KOÇOĞLU<br />

44<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


MARTIN WARNER<br />

çev. FIRAT YILDIZ<br />

Yirminci yüzyıl<br />

felsefesinin en büyük<br />

başarılarından biri,<br />

dili anlamamızı<br />

geliştirmesi<br />

olmuştur. Sadece<br />

mecaz bağlamında<br />

değil, aynı zamanda<br />

bağlam (kontekst)<br />

ve nüans konusunda<br />

da, edebiyat ve<br />

felsefenin birbirinden<br />

öğreneceği çok şey<br />

vardır.<br />

Platon’un retorik yaklaşımının, felsefe ve<br />

edebiyat arasında başlattığı ‘kavga’, mantıksal<br />

söylem kavramı konusundaki büyük sorunumuza<br />

işaret ediyor ve bu durum felsefenin imgesel<br />

edebiyatla olan ilişkisi tarihinde, özellikle<br />

yirminci yüzyılın ilk yarısında analitik felsefe<br />

bağlamında, çoğu zaman karanlığa gömülmüş<br />

veya görmezden gelinmiştir. Son zamanlardaki<br />

gelişmeler, her ne kadar felsefe ve edebiyatın<br />

çakıştığı noktalar üzerine odaklanmışsa da, günümüzde<br />

felsefenin ‘anlatıdan çark edişi” (narrative<br />

turn) yaklaşımı bu durumu biraz zayıflatmıştır. Dil<br />

felsefesi, imgelem mantığı, diyalektik ve retorik<br />

arasındaki ilişkiyi kendine konu edinen alanlar, bu<br />

antik sorunu aydınlatacağını taahhüt etmektedir.<br />

I<br />

Kaybolmaz mı bütün güzellikler<br />

Tek dokunuşuyla soğuk felsefenin<br />

Korkunç bir gökkuşağı vardı bir zamanlar semada;<br />

45<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Biliriz ona verilen kumaşı, dokuyu<br />

Olağan şeylerin donuk listesinde.<br />

Kanadını bağlar bir meleğin, felsefe<br />

Zapteder kural ve sınırlarla bütün gizemleri,<br />

Yok edip tılsımlı havayı cüceleştirir beni-<br />

Söker bir gökkuşağını semadan.<br />

(Keats, Lamia II, ll. 229–37)<br />

Keats’in Lamia’sı sadece Newton’a değil,<br />

Locke’tan o güne kadar olan bütün İngiliz ampirik<br />

felsefe geleneğine de değinir. Burada ele alınan<br />

şey, düşünce yapısının analitik yönde değişmesidir<br />

ki Gilbert Ryle’ın meşhur ifadesiyle Bay Pikvik’in<br />

Serüvenleri bunun en büyük göstergesidir. [1] Yukarıdaki<br />

alıntı, felsefe ve pozitif bilimlerin el ele<br />

verip “dünyadaki inancı bozması” gerçeğini protesto<br />

ediyor. Berkeley’in ışık bilimi ile Newton’un<br />

fiziği gökkuşağının renklerini, Tanrı’nın insanoğluyla<br />

olan akdini sembolize etme anlamından çıkarmışlar<br />

ve gökkuşağına, ışığın prizmatik olarak<br />

dağılması sonucu algılanan bir nitelik olarak<br />

bakmışlardır. Locke da gökkuşağına ikincil değer<br />

taşıyan bir nitelik vermiştir. Lamia’ya göre dünyadaki<br />

büyüyü bozan başlıca fail “sofist” lakabıyla<br />

vasıflandırılmış Apollonius’tur. (l. 172). Filozoflar,<br />

kendilerince, şairlere karşı, daha genel bir<br />

ifadeyle imgesel edebiyata karşı nezaketsiz olarak<br />

bilinirler. David Hume’un, “şairlerin işi yalancılıktır”<br />

ifadesi hatırlanırsa hakaretin dozunun incitici<br />

boyutta olduğu görülür. Hume, şairlerin bu yalanlarına<br />

rağmen “sürekli olarak kurgularına ufak<br />

bir gerçeklik payı katma gayretinde oldukları” [2]<br />

eleştirisini de ekler. Mantıksal olgucuların daha<br />

yumuşak bir yaklaşımı söz konusudur; onlara<br />

göre, şairler yalan konuşmaz, çünkü karakteristik<br />

olarak söyledikleri edebî safsatadan ibarettir.<br />

Bu yorumlara bakınca taraflar arasında ciddi bir<br />

ihtilafın olduğu, en azından bu yönde emarelerin<br />

olduğu görülebilir.<br />

Bunlar zaten bildiğimiz gerçeklerdir. Eskilerden,<br />

Platon ve Sokrates’in görüşlerinde de “felsefe<br />

ve şiir” arasında çatışma söz konusudur. Platon,<br />

Devlet’te, ideal şehrinden, “şiir ve epikteki ballan-<br />

dılımış ilhamın” kovulması gerektiğini savunmuştur;<br />

bu konuda biraz tedirginlik göstermiş olsa da<br />

en nihayetinde üzülerek “Akıl (λόγοζ) bizi buna<br />

zorladı.” demiştir (607a-c). Akıl kavramını bir kenara<br />

bırakarak daha az bilinen bir yoldan gidelim<br />

ve bu antik kavganın üzerinde biraz duralım. Biraz<br />

düşününce, ilk fark edilen şey, Sokrates’e ait<br />

iddianın bütün delillerinin kaynağının şairler, yani<br />

Keats gibiler olduğu görülür, Hume gibiler değil.<br />

İkincisi biraz sıra dışı olacak, ama şair Homer’i<br />

eleştiren Xenophanes (ki kendisi de şairdir), Herakleitos<br />

ve Empedokles gibi filozofların olduğunu<br />

görmek zor değildir, ancak filozofları eleştiren<br />

şairlere, Aristophanes’in Sokrates karikatürünü<br />

saymazsak, rastlamak daha zor olacaktır. Üçüncü<br />

olarak da aslında Platon’un delil gösterdiği örneklerin<br />

hiçbirinin izine rastlanmamıştır.<br />

İlk alıntıda felsefenin açıkça “sahibine havlayan<br />

geveze bir köpek” gibi resmedilmesi,<br />

Anaksagoras’ın Kanun’unda (967cd) semavi büyüyü<br />

bozan girişimine, şiirsel bir taciz gibi yansır.<br />

Bu şiirin yorumu çarpıcı bir şekilde William<br />

Blake’in sonraları yazdığı istihzayı anımsatır:<br />

Zavallı, ah zavallı, Voltaire, Rousseau<br />

Zavallılar, ah zavallılar: “hepsi boşuna!<br />

Toprağı rüzgâra savuruyorsunuz<br />

Rüzgâr da geri savuruyor size.<br />

(Notebook 1803)<br />

Bu daha önceki bazı şiirsel eleştirilerden biriyle<br />

uyum gösteren bir yaklaşımdır ve Pindar’ın,<br />

filozoflar (φυσιολδγοι) tarafından koparılan bilgelik<br />

meyvesinin erdem (ατεληζ) olduğunu iddia<br />

ettiği yaklaşımdır (Adam, bu eleştiriye şerh koyar,<br />

‘bu iddianın hedefi yanlıştır’ der). [3] Şunu dikkate<br />

almak lazım: Asıl saldırıya maruz kalanlar doğa<br />

felsefecileri, ilk bilim adamları, yani filozoflardır.<br />

Ki bir nesil sonra Aristoteles kendisiyle bunlar<br />

arasına mesafe koymaya başlar. Diğer alıntı da<br />

filozof ve mantık oyunu yapanları (tabii biçimsel<br />

mantık ortaya çıkmadan önce) meteliksiz entelektüel<br />

olarak tanımlıyor.<br />

1. Gilbert Ryle, ‘Imaginary Objects’, Proceeding of<br />

the Aristotelian Society, Suppl. XII (1933), s. 39.<br />

2. David Hume, A Treatise of Human Nature, I. 3. x.<br />

3. James Adam, The Republic of Plato, 2 vols<br />

(Cambridge: Cambridge University Press, 1902), vol.<br />

I, 457b9.<br />

46<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Söz konusu olan Platon gibi güç anlaşılan bir<br />

ustaysa her zaman içeriğe bakmak lazımdır. Bu<br />

antik kavgaya müracatımızın sebebi, şiirin bizi<br />

acımasızlığa ve kabalığa mahkûm etmemesini<br />

sağlamak için, Sokrates’in şairlerin kaba saba insanlar<br />

olduğu eleştirisine karşı bir savunma hükmünde<br />

olmasıdır. Platon, şiirin kendi kendine çamur<br />

attığını ve bu durumun böyle bir suçlamaya<br />

neden olduğunu ima etmektedir. Hâlbuki Sokrates,<br />

“Biz şiir tılsımının çok iyi farkındayız.” der<br />

ve onun şiir eleştirisi gönülsüz, daha duyarlı ve<br />

ince ayrıntılarla örülüdür. Eleştirisindeki ayrıntı,<br />

her tür şiirin men edilmemesi konusunda ortaya<br />

çıkar; onun özellikle itham ettiği “Yunanistan’ın<br />

eğitmeni”olarak tasavvur edilen Homer’i model<br />

alan lirik şiir ve epiktir. Öte yandan Homer, bazılarına<br />

göre şairlerin en şairi ve ilk trajedinin babası<br />

olarak görülür. Bu methiyenin genelliği ince<br />

ayrıntıların etkisini minimize etse de mantık çerçevesinde<br />

düşünen biri, Platon’un, tam olarak ne<br />

yaptığını bilen biri olduğunu anlar.<br />

Buraya kadar okuyan kişinin, şüpheye düşmesi,<br />

tabii ki beklenen bir durumdur. Penelope<br />

Murray kesin bir ifadeyle belirmiştir ki; “Platon,<br />

felsefe ve şiir arasında geçmişe dayanan bir<br />

kavga başlatma konusunda endişelidir, ama bu<br />

kavganın büyük ölçüde onun eseri olduğu şüphe<br />

götürmez”. [4] Martha Nussbaum, Platon’dan önce<br />

insan sorunlarına, ‘felsefi’ yaklaşım veya ‘edebî’<br />

yaklaşım gibi bir ayrılığın olmadığını, ciddi bir<br />

biçimde gerçeği arayan veya zevke hitap eden<br />

metinler arası farklılık fikrinin o zamanki kültürde<br />

söz konusu bile olmadığını belirtir. [5] O zaman<br />

farklılık, nesir ve şiir arasındaydı ve genel olarak<br />

matematik, bilim ve etnoğrafya alanlarının tercih<br />

edilen tarzı nesirdi. Ama bugün bizim filozof<br />

olarak sınıflandırdığımız Xenophanes, (aslında<br />

kendini Homer ve Hesiod’a rakip olarak görürdü)<br />

aynı zamanda bir şairdir ve bir başka filozof olan<br />

Parmenides, en çok büyük felsefi şiiriyle bilinir.<br />

Bugün filozof payesi verdiklerimizin birçoğu,<br />

4. Penelope Murray, Plato on Poetry (Cambridge:<br />

Cambridge University Press, 1997), 607b.<br />

5. Martha Nussbaum, The Fragility of Goodness:<br />

Luck and Ethics in Greek Tragedy and Philosophy<br />

(Cambridge: Cambridge University Press, 1986), s.<br />

123.<br />

Homeros ve Hesiodos’un şiir otoritesine meydan<br />

okumuştur. Bu meydan okuma, özellikle şiirin dini<br />

ve ahlaki olan türüne, gerçeklik kazandırma girişimidir.<br />

Ve o zaman dini ve fiziksel gerçeklik arasında<br />

net bir ayrılık olmadığı için Anaksagoras’ın<br />

fiziksel doğayı semavi varlıklarla birlikte kullanması<br />

estetik görülebiliyordu. August Krohn, muhteşem<br />

ve süslü bir yazısında şairleri “geleneksel<br />

inancı ölümsüzleştiren ebedi varlıklar” olarak karakterize<br />

ederken, filozofları da “inancın yolunu<br />

tıkayan varlıklar” [6] olarak nitelendirir. Ama bütün<br />

filozoflar inancın yolunu tıkamamıştır; sonraları,<br />

bazısı ılımlı yaklaşıma meyletmiş ve edebiyatı<br />

mecazi olarak okumuşlardır. Bu, Hristiyan pederlerin<br />

İbrani yazıtlarını yorumlamak için geliştirdikleri<br />

bir yöntemdi. Bu da onlara klasik putperest<br />

şairlerinin, İncil’i önceden öngördüğü fikrini,<br />

makul göstermiştir. Bunula birlikte bazı açık<br />

durumlar göz önünde bulundurulunca, Krohn’un<br />

vecizesi Platon’cu düşünceler göstermektedir. Ve<br />

burada eğer Nietzsche’nin, Hristiyanlık inancı aslında<br />

kendi kendini çözümlemiştir, iddiasına bir<br />

öngörü olduğu kabul edilirse, bu Platon ve Nietzsche<br />

arasındaki tek benzerlik olmayacaktır.<br />

Dolayısıyla iyice anlaşıldığı üzere Devlet’te<br />

geçen felsefe ve şiir arasındaki kavganın nedeni<br />

söz sanatır – ve bu son derece ikna edici ve başarılı<br />

bir sanat olarak kabul edilir. Platon’un “Akıl<br />

(λόγοζ) bizi buna zorladı.” ifadesi, bir sonraki<br />

kuşakta, Aristoteles’in mantık çözümlemesine<br />

açık bir tarzda felsefi olarak yorumlanmıştır.<br />

Bundan dolayı şairler Hakikat Devleti (the City of<br />

Truth)’nden hariç tutulmuşlardır. Safsatanın başarısı,<br />

Keats ve Hume’un daha önce ifade ettiğim<br />

duygularını biraz anlamakla, kısmen ölçülebilir.<br />

Peki, Platon, retorik sasataya (rhetorical gestures)<br />

nasıl yaklaşır Bilindiği üzere kendine karşı<br />

olan hatipleri, ironik bir biçimde “sofist” (temelsiz<br />

iddiaları bulunan kişiler) oldukları gerekçesiyle<br />

eleştirmiştir. Bunu o kadar başarıyla yapmıştır<br />

ki, Keats’in, yaşlı Apollonius’u sofist olarak<br />

tarifinden onun ne kadar boş bir adam olduğunu<br />

anlarız. Ama şunu hatırlamamız gerek: Platon’un<br />

6. August Krohn, Der Platonische Staat (Halle, 1876),<br />

p. 261; Adam, The Republic of Plato’dan alıntı, vol.<br />

II, 607b.<br />

47<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Sokrates’i, hakikatin denetimi altında olması ve<br />

muhatabın iyiliğini gözetmesi koşuluyla, “asil”<br />

bir retoriğin imkânına dikkat çekmiştir; Platon<br />

bunu Phaedrus’ta analiz etmiştir. Gorgias’taki retoriğe<br />

yapılan ustaca tacizler üzerine, Cicero, Platon<br />

için uygun bir ifadeyle şöyle demiştir; “Hatiplerle<br />

dalga geçerkenki haline bakınca kendisi bana<br />

mükemmel bir hatip gibi göründü.”. [7] Bu da bize<br />

felsefede çok defa görmezden gelinmiş bir şeyi<br />

gösteriyor ve bu şey gündeme gelince çok kolay<br />

bir şekilde aşırı bir tepkiyle karşılanıyor. Bu aşırı<br />

tepki durumu en son “dekonstrüksiyon” orataya<br />

çıkınca gerçekleşmişti. Platon’un kitapları, felsefi<br />

arayışın amaçları ile dilin doğası arasında olan<br />

kuvvetli gerilimi hissettirir ve bu yolla başkalarının<br />

kafasındaki arayışlar yönlendirilir, ifade edilir<br />

ve canlandırılır.<br />

Platon’un Sokratesi için mantık tarafından teyit<br />

edilmeyen hiçbir şey bilgi sayılmaz ve kullanılan<br />

mantığın dili, gerçeğin mükemmel bir göstergesi<br />

olan ifadeler içermelidir; dahası bu ifadeler<br />

–söylemin, bu mantık şekline işlemiş ifadeleriarasındaki<br />

ilişkiler gerçekliğin kendi unsurlarını<br />

yansıtmak zorundadır. Carnap’ın terminolojisinde<br />

düzeltilmiş dilin mantıksal yapısı dünyanın mantıksal<br />

yapısını yansıtmak zorundadır. Bu görüşü<br />

kapsayan klasik yirminci yüzyıl yaklaşımını,<br />

kuşkusuz Wittgenstein’ın Tractatus eserindeki dil<br />

teorisinde buluyoruz. Ama Platon’a göre hiçbir<br />

görüntü, görüntü sahibiyle özdeş değildir; dahası<br />

görüntü ve görüntünün kökeni, kaçınılmaz olarak<br />

farklı olacağı için, görüntü kökeni tahrif edecektir.<br />

Zaten, dilin tasvir etmeye çalıştığı ögeler arasındaki<br />

‘gerçek’ ilişkiler ile dil kurallarının oluşturmaya<br />

çalıştığı ‘mantık’ ilişkilerinin birbirlerine tam karşılık<br />

geleceğinden nasıl emin olabiliriz ki Sadece<br />

diyalektik bize bu malumatı verebilir, ama burada<br />

mevzubahis olan diyalektiğin kullandığı dildir.<br />

Wittgenstein’ın daha sonra kendi Tractacus’unu<br />

tekzip ettiğini dikkate almak lazım.<br />

Platon’un Devlet’te gerçek filozofa verdiği görevi<br />

düşününce veya felsefe yazarken, kendine üstlendiği<br />

rolü düşününce, karışıklık dallanmaya başlıyor.<br />

Andrew Barker’ın belirttiği gibi “Mükemmel<br />

bir diyalektiğin olma ihtimalini kabullensek<br />

7. Cicero, De Oratore 1. xi. 47.<br />

bile, bunun savunucusunun tek yapacağı iş sadece<br />

kendi zevki için sembolik bir gerçeklik oluşturma<br />

olamaz, kendinden daha az aydınlanmış kişilerle<br />

konuşarak onların da kendi anlayış seviyesine çıkmasına<br />

önderlik etmelidir”. [8] Bunu yaparken mağarada<br />

kullanılan dilden konuşmalıdır; bunda da<br />

görüntü, mecaz, efsane ve retorik kaçınılmazdır.<br />

Platon’un diyalogları, en azından bir kısmı, hâlen<br />

okunuyorsa, bunun nedeni, yaratıcı hayalgücünün<br />

ürünü oldukları içindir. Bunlar, Platon’un hayatı<br />

boyunca uğraştığı meselelerdir. Ama bunların bizimle<br />

de bağlantısı vardır. Bu meseleler hakkında<br />

“dili bulanık görüntülerden arıtmak ve onu sonsuz<br />

gerçekliğin parlak ayna kalıbına sokmakla kazancımız<br />

kadar kaybımızın da olacağı” [9] sorununu<br />

akla getiriyor; gölgeler arasında gölge gibi yaşamamız,<br />

muhtemelen kullandığımız dildeki anlaşılması<br />

zor muğlaklığın yansıttığı bir durumdur.<br />

Saf diyalektiğin mantığı çerçevesinde bahsettiğimiz<br />

şeyler katı bir şekilde konuşulamaz şeylerdir<br />

ki, bu Keats’in Lamia’sındaki kederin özündeki<br />

korku olduğu muhtemeldir. Mantığa olan bu bağlılık<br />

bize gerçeği görmede yardımcı olabilir, ama<br />

bu bizi, dünyamızı ve hatta kendimizi konuşma ve<br />

düşünme gücümüzü kaybetme riskiyle karşılaştırır.<br />

Peki, bu durumun gerçekleşmesi durumunda<br />

ne olur Bu Nietzsche’nin meşhur sorusudur.<br />

Mecazın kısa özeti ve kendine özgü durumu ile<br />

mecazın kuramlaşması, bu hikâyenin hem genellenmesine<br />

hem de konunun güncellenmesine yardımcı<br />

olacaktır. Aristo için mecaz, şiirin tam kalbindeydi,<br />

etkileyici bir şekilde şiirin hayatıydı ve<br />

retorikte de önemliydi ve tabii ki dili geliştirtiriken,<br />

kullanılması da söz konusu olabilirdi (‘isimsiz<br />

şeyleri adlandırarak’ [10] ). Ama aynı zamanda<br />

‘dili vasat ve tekdüze olmaktan kurtarmak için’ [11]<br />

-süsleme aracı olarak kullanılabilirdi. Bu şekilde<br />

kullanılan dil, düşüncelere giyidirilen elbise<br />

gibiydi; sade nesir veya zarif şiir, aynı düşünce<br />

farklı tarzlarda ifade edilebilirdi. Aristoteles şunu<br />

da iddia etmişti: “Yeni bir şeyler ele geçirmemizin<br />

8. Andrew Barker ve Martin Warner, The Language<br />

of the Cave (Edmonton, Alberta: Academic Printing<br />

& Publishing, 1992), s. 3.<br />

9. age. s. 6.<br />

10. Aristotle, Rhetorica 1405a.<br />

11. Aristotle, De Poetica 1458a.<br />

48<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


en iyi yolu mecazdan geçer.” [12] –bu da akıl çelen<br />

son derece muğlak bir düşüncedir.<br />

Orta Çağda ve Rönesansın olduğu dönemde,<br />

Batı Avrupa’ya bakarsak, ana dillerin yükselişini<br />

ve Latincenin çöküşünü görürüz; bununla birlikte<br />

düşünürler tarafından disipline edilmemiş, akıcı,<br />

imge dolu, son derece mecaz içeren ana dillerle<br />

ciddi entelektüel söylemlerin üretilme çabasını<br />

görürüz. Dini tartışmalarda dilin ihtilaflı bir şekilde<br />

kullanılması buna örnek olarak verilebilir. Bu<br />

durum, ciddi felsefi ve bilimsel söylemlerde de<br />

görülür, aslında bu Latince yazanların bile çalışmalarında<br />

görülen bir durumdur. Örneğin Francis<br />

Bacon kendi zamanının entelektüel yanılgılarını<br />

Novum Organum’da dört ‘idol’ (put) olarak ifade<br />

etmiştir; bunlar soy, mağara, çarşı ve tiyatro idolleridir<br />

–Marksizmin fetiş dediği şeye biraz benzeyen<br />

bir durum. Benim değindiğim dilin limitleri,<br />

soy ve çarşı idolleridir. Bacon’un çalışmalarında<br />

da, başkalarının çalışmalarında da tartışma konusu<br />

olan, imgesel ve mecazi ifadelerdir. Aynı dönemde<br />

yaşayan Shakespeare’in, neredeyse hangi<br />

metnini, yalın dilde açıklamaya çalışırsanız toz<br />

gibi ufalanıp elinizde kaldığını görürsünüz.<br />

Yüzyıl aradan geçtikten sonra, İngiltere’de her<br />

şey değişti. Newton imge ve mecaz kullanmaktan<br />

sakınıyordu; Locke için bunlar (imge ve mecaz)<br />

‘bilgi ve gerçeğin söz konusu olduğu yerde birer<br />

mükemmel hile idiler’. [13] Ama Pope için –tasvir<br />

ve mecaz, zekâ çiçekleri arasındaki çiçeklerdendir-<br />

ve bunları ‘gerçek zekâ doğanın giydirdiği üstünlük<br />

elbisesidir/ Üzerinde çok düşünülmüş ama<br />

hiç bu kadar güzel ifade edilmemiş’ [14] şeklinde<br />

ifade eder. Buradaki kasıt Aristoteles’in dili ‘vasat<br />

ve tekdüze olmaktan’ kurtarmasıdır. Pope, İnsan<br />

Üzerine Bir Deneme adlı eserinde, eski görüşleri<br />

etkileyici ve zeki bir tarzda yazmıştır. Ancak<br />

böylesi bir yaklaşımla şairler, Hakikat Devletinde<br />

yaşama hakkını talep edebilirler. Bu teslimiyete<br />

kararlı bir karşı çıkış yaklaşık yüzyıl sonra ortaya<br />

çıkmıştır. Keats, Lamia’yı yazmadan az bir süre<br />

önce, ressam Benjamin Haydon’un 1817 yılında<br />

12. Aristotle, Rhetorica 1410b.<br />

13. Locke, Essay Concerning Human Understanding,<br />

III. x. 34.<br />

14. Pope, Essay on Criticism, ll. 297–8.<br />

verdiği bir akşam yemeğinde (Wordsworth’un<br />

muhalefetine rağmen, deneme yazarı Charles<br />

Lamb’in merak uyandırıcı bir biçimde kışkırtmasıyla)<br />

kadeh kaldırıp: “Newton’un sağlığına ve<br />

matematiğin kargaşasına…” demiştir. Şimdiye<br />

kadar, iki kültürün –sanat ve matematik, mantık<br />

ve bilim kültürü- doğruluklarını ıspat mücadelesi<br />

ile beraber ihtilaflı durumları da süregelmiştir.<br />

Bu durumun arkasında yatan gerçek,<br />

Avrupa’nın farklı kesimlerinde ve farklı dönemlerinde<br />

gerçekleşen derin kültürel değişimlerdir. Bunun<br />

farkına varan T. S. Eliot, zamanı, ‘hassasiyetlerinin<br />

çözünmesi’ olarak tarif etmiştir (Sir Frank<br />

Kermode’un belirttiği üzere T. S. Eliot’un kendi<br />

hesabına bu durum, az çok hayal ürünüdür). [15]<br />

Bu belirsizlikler eski entelektüel sentezlerin yıkımına<br />

neden olmuş; dinî tartışmalar, mantığın<br />

kendiliğinden çok derin farklılıkları çözemeyeceğini<br />

gösterirken belirsizliklerin netlik kazanması<br />

için onu yeni arayışlara yönlendirmiştir. Burada<br />

çözüm gereksinimini karşılayacak ayrıcalıklı modeli,<br />

matematik ve gelişen bilimler ile birlikte<br />

disipline edilmiş dil bilimi sağlamıştır. Kraliyet<br />

Derneği ‘İngiliz dilini geliştirmek’ için bir komite<br />

tertip ettirmiştir. Bu atılımın etkilendiği ideal,<br />

‘matematiksel sadelik’ içeren, yeni, entelektüel ve<br />

sağlam bir dil ve anlaşılır bir sentaks ve semantiğe<br />

sahip, bir kelimenin net bir şekilde bir şeyi<br />

veya bir fikri karşıladığı bir dil oluşturmaktı (Bu,<br />

Platon’un eski bir idealin tekrar canlanmasıydı).<br />

Leibniz’in sentaks üzerine ‘evrensel karakter’ çalışması,<br />

şimdilerde yüklem aritmetiği dediğimiz<br />

mantığın gelişmesinde önemli bir rol oynar. [16]<br />

Ama bu idealin anlamsızlığı ispatlanmıştır. Bu<br />

kavramın semantiği uygulanamazdır (Bu yaklaşımın<br />

bir versiyonu, yirminci yüzyıl yapısalcılığının<br />

temelini oluşturuyordu ve bu dekonstrüksiyon yolunun<br />

süratle açılmasına neden oldu). Ryle küçük<br />

15. bkz. Frank Kermode, Romantic Image (London:<br />

Routledge & Kegan Paul, 1957), ch. VIII.<br />

16. bkz. Örnek olarak, Jonathan Cohen, ‘On the<br />

Project of a Universal Character’, Mind, N.S. LXIII<br />

(1954); William ve Martha Kneale, The Development<br />

of Logic (Oxford: Clarendon Press, 1962), ch. V,<br />

sect. 2; Joseph Glanvill, The Vanity of Dogmatizing:<br />

the Three Versions, ed. Stephen Medcalf (Hove: The<br />

Harvester Press, 1970), Giriş, s. xxvi–xxxiv.<br />

49<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


düşürücü bir ifadeyle bu yaklaşımı ‘Fido’-Fido’<br />

prensibi olarak adlandırmıştır. [17] Yaklaşık yüzyıl<br />

önce arıtılmış dil yaklaşımının bir versiyonu<br />

temel semantik birim önermesiyle tekrar ortaya<br />

çıktı. Bu Leibniz’in yüklem mantığı sentaksınının<br />

zenginleştirilmiş yöntemi ve doğrulama prensibini<br />

mantıki kriter olarak ele alan bir yaklaşımdı.<br />

Buna ‘bilişsel anlam’ veya ‘bilişsel içerik’ de denir.<br />

Böylesi sert bir yaklaşım karşısında, Keats’in<br />

yaşlı Apollonius’u, açık bir şekilde muzafferdir ve<br />

en nihayetinde ‘semadaki korkunç gökkuşağı’ yerinden<br />

sökülmüştür.<br />

Her şey bununla kalmaz tabii, felsefe geleneğinin<br />

analitik bilinen tarafı dahi, bu programdan etkilenmiştir,<br />

ama bu onların Apollonius’u desteklemesi<br />

için çok zaruri bir durum değildir. Analitik<br />

felsefesinin babası olan Gottlob Frege ile büyük<br />

ölçüde meşgul olmaya başlayan her lisans öğrencisi<br />

‘Odisseas, Ithaca’da kıyıya çıkartıldığında<br />

derin bir uykudaydı.’ cümlesine aşinadır. Cümlenin<br />

anlamlı olduğu açıktır ama Frege prensiplerine<br />

göre eğer ‘Odisseas’ isminin bir referansı<br />

yoksa cümlenin de referansı yoktur- yani hiçbir<br />

gerçeklik değeri taşımıyordur. Böylece Frege tam<br />

olarak şunu demek istiyor:<br />

Bir destan duyduğumuzda… dildeki ses ahengini<br />

ayrı tutarsak, sadece cümlelerin ve imgelerin<br />

anlamları ile bunlardan kaynaklanan hislerle ilgileniyoruz.<br />

Gerçeklik sorgusu, bizi bu estetik zevkten<br />

vazgeçirip bilimsel sorgulama tavrına sokacaktır.<br />

Bu nedenle, örneğin ‘Odisseas’ isminin bir<br />

referansının olup olmaması, bu şiiri bir sanat çalışması<br />

olarak değerlendirdiğimiz sürece, bir anlam<br />

ifade etmez. Gerçeklik arayışı, bizi her zaman<br />

hislerden vazgeçirir ve referansa yönlendirir. [18]<br />

Şimdi, yirminci yüzyılın en azından ilk yarısında<br />

analitik felsefenin hayale dayanan edebiyatla<br />

ilişkisini makul bir şekilde açıklayacak iki temel<br />

17. bkz, örnek olarak Ryle’ın ‘The Theory of Meaning’,<br />

C. A. Mace (ed.), British Philosophy in the Mid-<br />

Century (London: George Allen & Unwin, 1957).<br />

18. Gottlob Frege, ‘On Sense and Reference’, Peter<br />

Geach ve Max Black (trs), Translations from the<br />

Philosophical Writings of Gottlob Frege (Oxford:<br />

Basil Blackwell, 1960), s. 62–3.<br />

özellik vardır: Birincisi, edebiyatı, mantıksal ve<br />

dilbilimsel analizler yapmak için bir örnek malzeme<br />

alanı olarak kullanırken, ikincisi de bu alanı<br />

Doğruluk Devletinin dışına yerleştirmektedir.<br />

Bu tür ilişkiler günümüzde de bilinen bir durum<br />

olmasına rağmen, açık bir şekilde önceliğe<br />

sahip olan alanın geride kalan alanı dövmeye zorlandığı<br />

hükümranlık dönemi çökmüştür. Hepimizin<br />

bildiği gibi, en sonunda mantıksal pozitivizmin<br />

dili arılaştırma girişimi çökmüştür. Mantıksal<br />

atomculuk, kullandığımız dilin anlaşılması zor incelikleriyle<br />

başa çıkmanın kabil olmayacağı gerçeğine<br />

dayanır ve hem Wittgenstein hem de ‘gündelik<br />

dil’ kuramcıları bize büyük sinoptik görüşün<br />

seçiciliğini ve bağlamsal yerini göstermektedir<br />

(Blake’in ‘Holiness of Minute Particulars’ çalışmasında<br />

olduğu gibi). Bertrand Russell bu değişimi<br />

hüzünlü bir ifadeyle ‘Pisagor’dan Kaçış’ [19]<br />

olarak adlandırmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısı<br />

başlarken, Max Black bütün mecazların ‘bilişsel<br />

içeriği’ edebî söylem içine sığdırabilir fikriyle,<br />

meydan okumuştur. Ve bunu yaparken bir zamanlar<br />

doğruluk koşullu analizlerin üstün gelmesini<br />

sağlayacak olan doğrulama prensibi bölgesini sınırlandıran<br />

mutlak ifadeyi kullanmıştır. [20]<br />

Artık mantık modeli, ‘yaşlı Apollonius’un belirttiği<br />

kavram şeklinde değildir ve olguculuğun<br />

hâkimiyeti, felsefeyi prensipte deneyimin hususiyetlerine<br />

ve muhtemel deneyimlere önem vermede<br />

daha elverişli hâle getirmiştir. Bunu özellikle<br />

imgesel edebiyatın yaptığı gibi yapmıştır. Bu<br />

bağlamda Sartre’ın bu olaya açıklık getirmek için<br />

Varlık ve Hiçlik (L’Etre et Le Néant) adlı eserinde<br />

yazdığı kötü niyet (mauvais fois) gibi mini anlatılar,<br />

birer örnektir. Ama Husserl’ın ‘transandantalfenomenolojik<br />

indirgeme’ ve onunla ilgili ‘eidetik<br />

sezgi’ üzerinde durması, tekrar bu yaklaşımdan<br />

biraz uzaklaşmaya neden olmuştur. Heidegger,<br />

varlığın şiirsel ilhamlarına kulak vermek gerektiğini<br />

iddia etmesine rağmen, ilgilendiği şair, sayı<br />

19. My Philosophical Development, (London: George<br />

Allen & Unwin, 1959), adlı eserinin geçmişe yönelik<br />

son bölümü.<br />

20. Max Black, ‘Metaphor’, Proceedings of the<br />

Aristotelian Society, LV (1954–5). Cf. Martin Warner,<br />

‘Black’s Metaphors’, The British Journal of Aesthetics,<br />

13 (1973).<br />

50<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


olarak çok azdı ve tabii ki bunların da onunla aynı<br />

fikirde olduğu ihtimal dâhilindedir. Dahası, Gilbert<br />

Ryle, Heidegger’in “ya kendini harap eden<br />

bir Sübjektiviste dönüşeceğini veya boş bir mistisizme<br />

saplanacağını” önceden tahmin edip onun<br />

adına endişelenmiştir ve bu endişenin yersiz olmadığı<br />

gitgide anlaşılmıştır. [21] Mantık, bulmak<br />

isteyene uzak değildir. Heidegger, Carnap gibi –ki<br />

Carnap onu hafife almıştır- mantıkçılar, ‘sağın’<br />

(exakt) düşünce ve ‘kesin’ veya ‘esas’ (streng, wesentlich)<br />

düşünceyi birbirinden ayırmıştır: “Eğer<br />

sağınlığın esası gayret göstermeye dayanıyorsa,<br />

bilgi bu gayret vasıtasıyla temel niteliklerle olan<br />

bağını devam ettiriyorsa, ‘sağın’ düşünce hiçbir<br />

zaman en katı düşünce şekli olmadığını” [22] iddia<br />

etmiştir. Bu nedenle, mantık, düşüncenin sadece<br />

bir şeklini gösterir. Ama mantık, gerçeği yanlıştan<br />

ayırmak için makul ölçüde denetimler sağlarken,<br />

tercih edilen ‘katı’ düşünce üzerindeki denetim<br />

muğlak kalmaya devam ediyor. Platon’u çileden<br />

çıkaran sübjektivizm ve mistisizm arasında süregelen<br />

sorun, çözümsüzlüğünü devam ettirmiştir.<br />

II<br />

Aşağı yukarı kırk yıl önce, Warwick Üniversitesi,<br />

Felsefe ve Edebiyat Bölümlerinde disiplinlerarası<br />

programı geliştirmeye başladığı zaman, felsefenin<br />

genel durumu bu hâldeydi. Buna ‘dün’ün<br />

durumu’ diyelim. İngilizce konuşan filozoflar arasındaki<br />

genel kanı, imgesel edebiyat çalışmalarının<br />

genellikle kurgusal anlatı şeklinde yorumlandığıydı<br />

ve bu edebiyat, Sartre’ın çalışmalarından<br />

aşina olduğumuz fenomenolojik araştırmalarda<br />

bir rol üstlenebileceği için, bu edebiyatın tek<br />

felsefi fonksiyonu tasvirdir demek doğru olmaz.<br />

Bu nedenle felsefe ve edebiyat arasındaki ilişkileri<br />

ele alan çalışma ‘Kıta Felsefesi’ denilen bir<br />

tamamlayıcı alan olarak görülmelidir. Şimdilerde<br />

bu tamamlayıcı kavramına da rastlamak biraz zor-<br />

21. Gilbert Ryle, Critical Notice of Martin Heidegger’s<br />

Sein und Zeit, Mind, N.S. XXXVIII (1929), s. 370.<br />

22. Martin Heidegger’in 1929’daki, ‘What is<br />

Metaphysics’ [Was ist Metaphysik], adlı açılış<br />

dersinin yayınlandığı Existence and Being, ed. W.<br />

Brock, trs R. F. C. Hull and Alan Crick (London:<br />

Vision Press, 1956) adlı kitabın 1943’teki versiyonu,<br />

s. 387; s. 391’da bkz.<br />

dur ve bunda bu tür çalışmaların etik alanındaki<br />

potansiyeline yönelik ilginin hızla artmasının da<br />

kısmen etkisi vardır. Örneğin, Martha Nussbaum<br />

imgesel edebiyat ve ahlak felsefesinin birbirine<br />

bağlı olduğunu iddia eder. Edebiyat çalışmaları<br />

karakteristik olarak, tamamen veya kısmen, okuyanların,<br />

bir insan nasıl yaşamalı sorularına atıfta<br />

bulunur, ama:<br />

Etik anlayış, hem duygusal hem entelektüel<br />

hareketi içerir, belirli insan ve durumlara bir<br />

çeşit algı önceliği verir… ve en uygun ifade ve<br />

önermeyi genellikle felsefeden ziyade edebiyatta<br />

bulur. [23]<br />

Nussbaum, bu etik anlayışın, ‘soyut kurallar’ın<br />

çerçevelediği alternatiflerde ‘daha akılcı ve doğruyla<br />

daha ilişkili olduğunu’ iddia eder. Bu yüzden<br />

uygun edebî eserleri (İlk olarak Henry James’in<br />

eserleri iyi olacaktır) ele alarak ‘ahlak felsefesi<br />

anlayışımızı genişletmek zorundayız’.<br />

Aslında bu yaklaşımda sorunlar vardır. Bunlardan<br />

birisi de, John Horton’un; “edebiyat duygularımızı<br />

‘ucuza’ deneyimlememize neden olabilir,<br />

bunun sonunda özellikle ahlaki duyarlılığımızı<br />

deformasyona itebileceği” [24] kaygısıdır. Analizin<br />

bir başka açısından, Nussbaum’un Aristocu etiğine<br />

hizmet edecek edebî eserleri seçmesindeki<br />

yöntemi sorgulanabilir (Nussbaum’un, edebiyat<br />

seçiminde tuhaf bir şekilde Heidegger’i hatırlattığını<br />

göz önünde bulundurmak gerekir). Edebiyat,<br />

herhangi bir etik kavram tarafından ele geçirilemez<br />

olabilir ve belki de felsefe ile edebiyat arasındaki<br />

gerçek gerilimin sebebi budur (Platon’cu bir<br />

yaklaşım olması kuvvetle muhtemel). Benim işaret<br />

edeceğim şey, bu yaklaşımın bir bakıma eski<br />

bir görüşün izlerini taşıyor olmasıdır ve bu eski<br />

görüşte kurgusal anlatı, fenomenolojik sorgulamaya<br />

bir yardımcı görevi görmekteydi. Buradaki<br />

23. Martha Nussbaum, Love’s Knowledge. Essays on<br />

Philosophy and Literature (New York and Oxford:<br />

Oxford University Press, 1990), s. ix; s. 193–4’da<br />

bkz.<br />

24.John Horton, ‘Life, Literature and Ethical Theory’,<br />

John Horton & Andrea T. Baumeister (eds), Literature<br />

and the Political Imagination (London & New York:<br />

Routledge, 1996), s. 86.<br />

51<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ihtimaller küçümsenmemelidir. Örneğin feminist<br />

düşüncenin oluşmasında, diğerlerinden farklılık<br />

hususiyetleri üzerine yapılan imgesel çıkarımlar,<br />

büyük rol oynamıştır -Simone de Beauvoir’un<br />

Jean-Paul Sarter’a arkadaşlığı boşuna değildir. Bu,<br />

Frege’nin örneğine, bir ölçüde meydan okumuştur.<br />

Hâl böyleyken, bu şartlarda, Platon’un, Henry<br />

James ve tabii ki Jean Rhys’a, Hakikat Devletinde<br />

en azından yabancı göçmen olarak bile ikametlerine<br />

izin vereceğinden şüphe duyarım.<br />

Daha radikal bir yaklaşımla Stanley Cavell,<br />

felsefi kuşkuculuğu, insan emelinin, sınırları aşmasının<br />

bir şekli olarak görür ve bu Romantizm<br />

tarafından da saptanmış bir durumdur. Bunun<br />

yok oluşu, Shakespeare’in de gösterdiği gibi,<br />

bir trajediye yol açar. Kış Masalı’nda Leontes’in<br />

‘Sen benim oğlum musun’ sorusunun yanlışlığı,<br />

Cavell’in hesabına yeterli bir anlam ifade<br />

eder ve bu kuşkuculuk durumunun ne kadar derin<br />

bir hâl aldığını teşhis etmemizi sağlarken,<br />

kriterlerin, kişisel olmayan kesinliği bahşetmeyeceği<br />

gerçeğini görmemize yardımcı olur. [25]<br />

Yargılama ve onaylamanın, kendini aşmışlığı<br />

düzenleyen ideallerin hizmetinde olması beklenir;<br />

bu idealler, tüm yerleşmiş veya özgerekçeli<br />

kuralların çekiciliğini yok ederler, ama bunlara<br />

rağmen mantıkdışılıktan uzaktırlar. Bir açıdan,<br />

Shakespeare’in bu çağrısı, benzer düşünce deneyleri<br />

için bir örnek olarak kullanılabilir. Bu<br />

da çok yönlü dramatik anlatının detaylarını kullanarak,<br />

zayıflık ve anlaşılmazlıktan korunma<br />

şeklinde olur. Şimdi amaçlanan şey, bunlardan<br />

korunmaya katkı sağlayacak olan alıntının, belirli<br />

edebî özellikleridir. Burada Cavell, Kış Masalı’nı<br />

taklitçi kanon olarak ifade ediyor ve bu oyunun,<br />

insanların dünyaya bakış açılarını değiştirme gücünün,<br />

kısmen söz konusu kanonlara olan yaklaşma<br />

ve bu kanonların aşkınlığıyla olduğunu düşünüyor.<br />

Cavell, benzer mülahazaları Coleridge’nin<br />

‘Eski Denizcinin Türküsü’ adlı şiirine de uygular<br />

ve bunlar Kant’ın yalnız akıl ile idrak edilen şeyler<br />

düşüncesiyle paraleldir. [26] Nussbaum’da ise,<br />

25. Stanley Cavell, In Quest of the Ordinary: Lines<br />

of Skepticism and Romanticism (Chicago & London:<br />

University of Chicago Press, 1988), s. 76–101.<br />

26. Stanley Cavell, In Quest of the Ordinary: Lines<br />

of Skepticism and Romanticism (Chicago & London:<br />

verilen örneklerde her türlü zorluğun ortaya çıkacağı<br />

şüphesizdir ve ‘yargılama’ ve ‘onaylama’<br />

kavramları sorgulamaya açıktır. Cavell bunların,<br />

çağdaş kültürel modern akımlarla çok bütünleştiğini<br />

ve felsefenin geleneksel olarak süregelen,<br />

bunları ayrıştırma arzusunu, uygulamanın zorluğunu<br />

açıklar. Cavell’in çalışmalarının, felsefe ve<br />

edebiyat ilişkilerini keşfetme konusunda ufuk açıcı<br />

olmalarını sağlayan şey, imgesel edebiyatın (ve<br />

hatta filmin) anlayış ve duyarlılığımızı değiştirme<br />

kapasitesini kavrama ve belirlemede yardımcı olacak<br />

edebî eleştiri kategorilerini ciddi bir şekilde<br />

ele almasıdır. Cavell ve Nussbaum’u birlikte ele<br />

alırsak, genişlemiş mantıksal anlayış içinde, entelektüel<br />

alanı duygusal alanla bütünleştirme girişimleri,<br />

nereden nereye gelindiğini anlamak için<br />

güzel bir değerlendirme olur. Eskiden edebî dil,<br />

temsili olmaktan ziyade, bilişsel olmayan, etkileyici<br />

bir araçtı ve sadece temsili dil kalsik mantık<br />

prensiplerine göre işlediği için mantıksal konular<br />

için belirleyiciydi.<br />

Cavell ve Nussbaum, Felsefenin & Edebiyatın<br />

‘Bugünü’nün en iyi bilinen iki sesidir. Daha az bilinen<br />

ama çok önemli olan birisi de, dilin boyutunu<br />

ciddi bir şekilde çalışan Bernard Harrison’dur.<br />

Harrison, Merleau-Ponty’nin ‘kurucu dil’i ile edebiyatı<br />

aynı hizaya koyar; kurucu dil, normal bilgi<br />

verici (informative) dilin aksine bir anlamda ‘yalnızca<br />

kendisiyle meşgul olan’ dildir ve ikinci derecede<br />

bilgi vericidir, çünkü kendi dilimizin nasıl<br />

işlediğini bize göstermektedir. Harrison, roman<br />

ve şiirin “dilin iç ilişkileri ve kategorilerini oynatarak,<br />

kurulmuş dili görselleştirdiğini”, bundan<br />

dolayı roman ve şiir dilinin ‘kurucu dil’ olduğunu<br />

iddia eder. Edebiyatın misyonu, “Büyük Gerçekleri<br />

açığa vurmak değil, onları yerinden oynatıp<br />

karıştırmaktır”, edebiyat dili, her zaman doğası<br />

gereği okuyucunun dürüst kişiliğine potansiyel<br />

bir tehdidi ortaya çıkarmaktadır”. [27]<br />

Bunlar ihtimal dâhilinde olabilir. Bu durumda,<br />

edebiyatın belli karakteristik özellikleri genel olarak<br />

ve şiirin karakteristik özellikleri hususi olarak<br />

University of Chicago Press, 1988). s. 40–65.<br />

27. Bernard Harrison, Inconvenient Fictions:<br />

Literature and the Limits of Theory (New Haven &<br />

London: Yale University Press, 1991), s. 52, 11.<br />

52<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


görülebilir. Mallarme ve Eliot’un ‘kabile dilini<br />

arındırma’ kaygıları ile Blake’in ‘sezgi kapılarını’<br />

temizleme kaygısı akla geliyor. Zamana yenik<br />

düşmemiş hiçbir edebiyat eserinin, bir insanın<br />

günlük algılarını yerinden oynatacak, karıştıracak<br />

güce sahip olmadığı düşünülemez. Ama buradaki<br />

sıkıntı şu şekildedir ki, bunu dogmatik uykusundan<br />

hiç uyanmayanlara yaptığı gibi günlük algılarında<br />

basit bir kuşkuculuk olanlara da yapmaktadır.<br />

Blake’in hatırlamaya değer ‘meşhur düşü’<br />

olan “Algının kapıları temizlenirse, her şey insana<br />

sonsuz gibi görünecektir.” [28] görüşü dengeli bir<br />

yaklaşımdır. Bu, gerçeklik ile ilgili hususi bir iddiaya<br />

itibar etmeyi gerektirir ama söz konusu iddia,<br />

kapalılığın imkânsızlığını gösteriyor. Hemen<br />

hemen aynısı Mallarme ve Eliot’ta da söz konusudur.<br />

Harrison’un edebiyatı boşa çıkarma yaklaşımı<br />

güçlü bir kapalılığın imkânsızlığı teorisini ortaya<br />

çıkarsa bile, bu görüş galiba şairin kâhin sesinin<br />

pozitif yönlerine de mal oluyor. Edebiyatın, inancı<br />

yerinden oynatma ve karıştırma kapasitesi olduğu<br />

kesin olmakla birlikte, çoğu zaman daha olumlu,<br />

arındırıcı bir role liyakatli görülmüştür –Özellikle<br />

şairler tarafından, örneğin, Shelly, şairleri ‘onay<br />

almamış olsalar da dünya kanun koyucuları’ olarak<br />

niteler. Şiirin bu iddia edilen olumlu, tasdik<br />

edici fonksiyonu onaylanırsa, Platon’un şairleri<br />

Hakikat Devletinden çıkarma girişiminin, tekrar<br />

kökten bir şekilde düşünülmesi lazımdır –ama bu<br />

yapılabilir mi<br />

Birçok ihtimal arasından, benim ‘Bugün’ diye<br />

adlandırmama neden olan, dördüncü ve sonuncu<br />

seçeneğe geldik. 1970’lerin başında meslektaşım,<br />

Warwick William Righter, önemli ve radikal bir<br />

bildiriyle geldi. Bu bildiri;<br />

Tartışma ve imgeleme şekilleri birbirine bağımlıdır.<br />

Amaçların, ahlakın veya diğer taraftan<br />

seçimler ve kararların çeşitli durumlarda bir veya<br />

başka bir algılamaları olmalıdır. Bu resmi değiştirerek,<br />

değişik ifade veya durumlar kullanarak<br />

veya tartışma konusunun ilgili veya ilgisiz olduğu,<br />

güçlü veya aptalca olduğu -ve hatta ikna kabiliyeti<br />

olan veya olmayan- başka türlü bir ‘hikâye’ an-<br />

28. William Blake, The Marriage of Heaven and Hell<br />

(1793): ll. 284–5.<br />

latarak olur. En düşük seviye, birkaç çeşit durum,<br />

ilişki resmi veya uzatılabilecek veya uzatılamayacak<br />

bir anlatı içerebilir. Heyecan ve zevkle sonuç<br />

argumanı olacağını düşündüğümüz şey, genellikle<br />

bazı resimleri değiştiren maharettir veya çarpıcı<br />

örneğin bulunduğu, konunun tekrar keşfedilmesini<br />

sağlayan mükemmellik veya ustalıktır. Ben<br />

belkide, minimum seviyesinde imgesel talebin bir<br />

çeşit estetik arguman ile bağlantılı olduğunu öne<br />

sürüyorumdur. [29]<br />

‘‘Dışa vurma’ şeklinde imgesel formların içerdiği<br />

argumanın’ cereyan ettiği estetiğin sezilmesinde,<br />

anlatının rolü veya ‘hikâye’, çok geniş bir<br />

ağın parçası olarak algılanır, buna ‘resim’, ‘konu’,<br />

‘tekrar keşfetme’, ‘maharet’, ‘çarpıcı örnek’,<br />

‘muktedir olma’, ‘ilişki’ ve hatta ‘keyif’ gibi kavramlar<br />

dâhildir. Bunların hepsi ‘imgesel talebin’<br />

yönergesi altında olmakla beraber mantıksal ikna<br />

retoriği olarak diğer türlerde olduğu gibi felsefi<br />

tartışmanın da hizmetinde olmaya uygundur.<br />

Böyle bir öneri, Frege’nin ‘estetik zevk’i ve<br />

‘bilimsel araştırma’yı karşılaştırmasının odak<br />

noktasına dokunuyor. Bu karşılaştırmadaki ikinci<br />

kısım mantıksal analiz tabiriyle ifade ediliyor,<br />

çünkü mantık işlemlerinde öncüllere ve sonuçlara<br />

sorgulayıcı bir şekilde göz atmamızı teşvik eder ki<br />

bu da felsefenin gitmesi gereken yoldur. Felsefede<br />

tümdengelim yöntemiyle ilgili büyük bir sorunun,<br />

tartışmanın başlangıç noktasına bağlı olduğu son<br />

zamanlardaki yeni bir anlayıştır. Ama Ryle’ın teklif<br />

ettiği alternatifte de bir sorun vardır, bu da katı<br />

felsefi tartışmaların bir şeyi saçma olana indirgeme<br />

(reductio ad absurdum) şeklinde olduğudur. [30]<br />

Aşikâr saçmalık kavramı, bir aşikâr düsturdan<br />

daha az sorunlu değildir; aslında onun aynadaki<br />

aksi gibidir. Eğer saçmalık testi, doğrudan bir<br />

29. William Righter, ‘Some Notes on “Acting it out”<br />

ve “Being in it up to the nose” ’ [1974], David Pole,<br />

Aesthetics, Form and Emotion, ed. George Roberts<br />

(London: Duckworth, 1983), s. 211.<br />

30. Gilbert Ryle, Philosophical Arguments: An<br />

Inaugural Lecture (Oxford: Clarendon Press, 1945);<br />

Collected Papers (London, Hutchinson, 1971) adlı<br />

eserinin Collected Essays, 1929–1968 olan ikinci<br />

cildinde tekrar basıldı, The Concept of Mind (London:<br />

Hutchinson, 1949) adlı eserine de bkz, s. 8.<br />

53<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


kendiyle çatışma ise o zaman az miktarda felsefi<br />

konu yalnızca saçma olana indirgeme (reductio<br />

ad absurdum) yöntemiyle çözülebilir (Ve buna<br />

karşın, Wittgenstein’ın öğrencisi John Wisdom<br />

tarafından savunulan yapıcı çelişkinin durumu ne<br />

olur). [31] Genellikle ‘saçmalığın’ daha az katı bir<br />

anlama şekli işe karışır ve bu durumda ciddi bir<br />

petitio (varsayılan iddiayı ispatlanmış gibi kabul<br />

ederek çıkarımlarda bulunma) tehlikesiyle karşı<br />

karşıya kalırız; çünkü felsefe, neyin saçma olup<br />

olmadığı konusunda zaten bir hayli tartışmalara<br />

sahne olmuştur. Bu duruma Ryle’nin kendi cevabı<br />

şöyle olmuştur: Bir önermenin ‘kategori hatası’<br />

varsa, onu rahat bir şekilde reddedebiliriz. Ama<br />

önermenin çeşitli kategorilere ayrışması –ve<br />

kategoriler arasında hükmeden kurallar- neyin<br />

‘saçma’ olup olmadığına müracaat edilmesiyle<br />

belirlenir. [32] Böylece bütün işlem döngüsel yükümlülüğe<br />

açıktır.<br />

Eğer reductio ad absurdum modeli bize felsefi<br />

tartışmanın ikna ediciliğine tatmin edici bir<br />

ölçüt sağlamıyorsa, o zaman Ryle’nin ‘katılık’ ve<br />

‘uzlaştırıcı yolla ikna’ arasındaki keskin ayrıştırması<br />

biraz mite dönüşmeye başlıyor. Bu kanaatler<br />

felsefede sadece retorik bir rol değil, aynı zamanda<br />

gerekli diyalektik bir rol oynuyor. Ama eğer<br />

öyleyse, Carnap’ın da kabul ettiği gibi, analitik<br />

yansıtmada, yorum ‘her zaman eksik’ [33] olduğundan,<br />

felsefede tam analitik arılığın çok nadir olduğu<br />

gerçeği hayret vericidir. Buna iki tür cevap<br />

verilebilir. Mantıksal çıkarımın çok sıkı standartları<br />

için, yeterli nitelikte olmayan hiçbirşey felsefe<br />

sayılmaz ve bundan dolayı ya felsefeden ve<br />

(Frege’nin tabiriyle) ‘gerçek için mücadeleden’, ki<br />

bu felsefenin temel özelliğidir, –belkide Rorty’nin<br />

tarzıyla konuşmayı değiştirme arayışıyla- vazgeçmek<br />

suretiyle veya başka bir şekilde, Derrida’dan<br />

sonra, dekonstrüksiyon yapmak için endemiğin<br />

31. bkz, örneğin baş yazısı olarak yayınlanan, Paradox<br />

and Discovery (Oxford: Basil Blackwell, 1965).<br />

32. Gilbert Ryle, ‘Categories’, Proceedings of the<br />

Aristotelian Society, XXXVIII (1937–38).<br />

33. Rudolf Carnap, The Logical Structure of the<br />

World and Pseudoproblems in Philosophy, tr. Rolf A.<br />

George, 2nd edn (London: Routledge & Kegan Paul,<br />

1967), Preface (1961), s. ix. (1st edn of Der logische<br />

Aufbau der Welt, Berlin: Weltkreis-Verlag, 1928.)<br />

kanıtı olan ‘felsefi metinde mecaz’ [34] kullanılmıştır.<br />

Bu, felsefe ile bir taraftan şiir ve diğer taraftan<br />

retorik arasındaki uzun soluklu kavgada, zaferi<br />

edebiyat kazanmıştır. Felsefe için, mantıksal<br />

analizin can damarı olan, geometrik, çıkarımsal<br />

model en iyisidir, ama kısmen; çünkü kaçınılmaz<br />

olarak önemli felsefi tartışmalar, bazı hususlarda<br />

‘aydınlatıcı deneyim’ yeteneği ve benzeri kriterler<br />

ile değerlendirilir. Ve böylece bu kriterleri keşfedip<br />

ve değerlendirirken, bunları kapsamlı akılcılık<br />

anlayışımız ve felsefenin gerçeklik mücadelesiyle<br />

bütünleştirir. Righter’ın da ‘tartışmanın estetiği’<br />

dediği bu durumun arkasında olmalıyız.<br />

III<br />

Bu takdirde yarından neler bekleniyor Michael<br />

Dummet’in belirttiği bir nokta vardır, eğer biri<br />

gelecek felsefesinin ciddi detaylarını nitelendirip<br />

ve yeterli gerekçelendirme yaparsa, o zaman yapılan<br />

tarif bugünün felsefesi olur. Bundan dolayı<br />

o derece bir detaylama girişiminde bulunmamam<br />

lazım. Bir uyarı ile birbirine bağlı iki öneride bulunarak<br />

sonuçlandıracağım.<br />

Yapacağım uyarı, şu sıralar bazı çevrelerde tartışıldığı<br />

gibi, felsefe ve edebiyatın tekrar birbirinden<br />

uzaklaşmaya başladığı fikrine karşıdır. Bu, son<br />

zamanlarda moda olan felsefede, sözde ‘anlatıdan<br />

çark ediş’ tartışmalarından çıkıyor. Birbirlerinden<br />

köklü düşünce farklılıkları olmasına rağmen,<br />

Nussbaum, Ricoeur, Taylor, MacIntyre ve diğerlerinin<br />

hepsi (Rorty bile), yaşanmış deneyimlerimizin<br />

teorileştirilmesinde, anlatı kavramı konusunda<br />

öncü olarak bir noktada birleşmişlerdir. Birkaç yıl<br />

önce edebî çevrelerde ‘anlatıbilim’in moda bir<br />

tabire dönüştüğü söylenir ve bu olayla felsefe ve<br />

edebiyat arasında bir uzlaşma sağlandığı düşünülüyordu.<br />

Şimdilerde bu eğilimden dönüş olduğu<br />

görülüyor. Galen Strawson gibi etkili sesler, her<br />

yaşamın anlatısal olmayacağını ve yaşanmış deneyimlerin<br />

tahlil edilmesi gerektiği düşüncesinin<br />

‘çağımızın yanılgısı’ [35] olduğunu söyleyerek bu<br />

34. ‘La mythologie blanche’ (‘White Mythology’)<br />

adlı denemesinin altbaşlığı, 1971, Jacques Derrida,<br />

Margins of Philosophy, tr. Alan Bass (Brighton:<br />

Harvester Press, 1982).<br />

35. bkz, Galen Strawson ‘A Fallacy of our Age’, Times<br />

Literary Supplement (October 15, 2004), ve ‘Against<br />

54<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


yaklaşımı protesto ediyor. Felsefede anlatı modasının<br />

gücünü kaybetmesiyle, edebiyatın Truva<br />

Atı birkez daha Hakikat Devletinden çıkarılmak<br />

üzeredir.<br />

Benim düşünceme göre bu analizde kusur vardır.<br />

Felsefede, anlatı kategorisinin sanılandan daha<br />

çok anlaşılması zor bir potansiyeli olmakla beraber,<br />

bu anlatı kategorisine, gelecekte ne olacağının<br />

aslında edebiyatla hiçbir ilgisi yoktur –örnek<br />

olarak mahkemelere sunulan polis raporlarındaki<br />

anlatıları düşünün. Dahası ‘anlatıdan çark ediş’ ile<br />

ilgilenen çoğu filozofun, anlatıbiliminde gelişen<br />

birçok kategoriye veya daha geniş bir ifadeyle,<br />

edebiyat eleştirisine çok az ilgi gösterdiği görülüyor.<br />

Cavell, keşfettiği metinlerin özellikle edebî<br />

boyutuna hiç önem vermeyen az kişiden biridir ve<br />

‘anlatıdan çark ediş’ yaklaşımına, en iyi ihtimalle<br />

çok az bir ilgisi vardır. Aslında, felsefi anlatı<br />

kuramcılarının (Ricoeur hariç) çoğunun en büyük<br />

zayıflığı, edebiyata ilgisizlikleri ve hatta edebiyata<br />

karşı olan şaşkınlıklarıdır. Bu, daha sonra tekrar<br />

üzerinde durmam gereken bir durumdur.<br />

Benim iki önerim aynı zamanda kısmen birer<br />

tahmindir- bir filozofun düşünceleri olarak- ve<br />

kısmende bir niyet göstergesidir. İlki daha önce<br />

belirttiğim, ‘tartışma estetiği’ ile ilgilidir. Yıllar<br />

önce, John Wisdom’un ‘duruma göre prosedür’<br />

iddiası felsefi tartışmalarda zaruriydi [36] , çünkü<br />

böylesi tartışmaların önermesini oluşturmak için<br />

gerekliydi (veya büyük bir reductio’nun amacının<br />

kabul edilemezliği durumu için gerekliydi).<br />

Prosedürün –analoji tartışmasının disipline ettiği<br />

bir form- matematik aksiyomlarından ziyade,<br />

mahkemelerde kullanılan emsallere yakın bir benzerliği<br />

vardır ama buna karşın daha az akılcıdır.<br />

Wisdom’un iddia ettiği durum ‘akılcı ikna’ yöntemiyle<br />

değiştirilebilir;<br />

Bu, konunun kritik önermesine, konuştuğumuz<br />

şeyin özelliklerine retorik olarak dikkati çekerek,<br />

birinin diğerinden nasıl farklı olduğunu ısrarla<br />

göstererek, belli belirsiz bir şekilde tam gerçekten<br />

Narrativity’, Ratio, XVII (2004).<br />

36. Daha geniş değerlendirme için bkz. John Wisdom,<br />

Proof and Explanation: Virginia Lectures (Lanham<br />

MD: University Press of America, 1991).<br />

yarı gerçeğe geçerek olur. Sadece bu karışım kritik<br />

bir ıspat ve olup, adıda retoriktir. [37]<br />

Wisdom, birkaç yıl daha öncesinde ‘Mantık retorik,<br />

ıspat, iknadır ve felsefe mantığı özellikle esnek<br />

denklemle oynamıştır’ [38] adlı felsefi diyaloglar<br />

bildirisinde coşkun bir karakter çizmiştir, ama<br />

hiçbir zaman, Rorty tarzı olan gerçeğin uyarlayıcı<br />

idealini terk ederek, delilden konuşmaya çekilme<br />

yöntemini alt edememiştir. Retorik, kendi kendinin<br />

felsefi analizini yapmak için tekrar uygun<br />

bir araç olarak düşünülmüş ve bunun Wisdom’un<br />

şartları açısından mümkün olması için, iyi bilinen<br />

tümdengelim ve tümevarım prosedürlerine geri<br />

dönüş yapmamak şartıyla, iknanın mantıklı ve<br />

mantıksız şekillerini birbirinden ayırmak gerekir.<br />

Retorik analizin antik gelenekleri, yorumbilimin<br />

daha çağdaş prosedürleri ve edebî<br />

eleştirinin prensipleri, kuralları ve gelenekleri,<br />

Genel Hukuk yargısındaki emsallerinin bağıntılılık<br />

veya ‘ayırt edilebilirlik’ tutumuna benzer<br />

bir şekilde, yasal muhakemenin analiz örnekleriyle<br />

birlikte, iyi yargılamanın kolaylaşmasında<br />

önemli bir role sahiptir.<br />

Ama son zamanlarda analitik felsefesinin<br />

çalıştığı dil alanındaki bir gelişmenin önemli<br />

bir boyutu vardır. Örnek olarak, James Ross dildeki<br />

analoji olayına odaklanmıştır, bunun bütün<br />

kelimelere uygulanması söz konusudur; ‘bırakmak’<br />

kelimesi üzerinde sadece kelime oyunu<br />

yapmadan, analoji şebekesi bize bu kelimeye<br />

izlenim bırakmak, arkadaşlığı bırakmak gibi anlamlar<br />

vermemizi sağlar ve her kelimenin sahip<br />

olacağı bütün anlam dallanmaları ile bu bir sözlük<br />

oluşturma ihtimaline ciddi şüphe sokar ve bu<br />

anlam biliminde hedeflenen resmi doğal dil için<br />

klasik doğruluk koşullu teoriye girer. [39] Doğal dil-<br />

37. John Wisdom, ‘Note on the new edition of Professor<br />

Ayer’s Language, Truth and Logic’, Mind, N.S. LVII<br />

(1948), s. 419; Philosophy and Psycho-Analysis<br />

(Oxford: Basil Blackwell, 1953) adlı eserinde tekrar<br />

yayınlandı, s. 246.<br />

38. ‘Other Minds IV’, Mind, N.S. L (1941), s. 215;<br />

Other Minds (Oxford: Basil Blackwell, 1952)adlı<br />

eserinde tekrar yayınlandı, s. 86.<br />

39. J. F. Ross, Portraying Analogy (Cambridge:<br />

Cambridge University Press, 1981).<br />

55<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


lerin semantiğinin, pragmatikten ayrılamayacağı<br />

söylenebilir. Böylesi bir yaklaşım, sezdirimin bir<br />

türüyle birleştirilebilir. Doğruluk fonksiyonlu içerimlerin<br />

aksine, sezdirimler köklü olarak bağlamlıdırlar<br />

ve bağlantılılıktan özgürdürler. [40] Daha<br />

zayıf olan sezdirimler ile konuşanın niyeti birbirinden<br />

bağımsızdır; bu ayrılma noktası konuşan<br />

veya yazanın şiddetle desteklediği varsayımlar ile<br />

sadece duyanın sorumluluğunda sözden çıkarılan<br />

varsayımlar arasında keskin olmayan bir ayrım<br />

noktasıdır. Mecazın söz konusu olduğu durumda,<br />

‘genelde, yapılandırma için, daha geniş sezdirim<br />

potansiyeli çeşitliliği ve duyanın daha büyük sorumluluğunda…<br />

mecaz daha üretkendir’. [41] Bu<br />

iki yaklaşımın birleştirilmesi Wisdom’ın ‘duruma<br />

göre prosedür’ çalışmalarına ışık tutabilir ve<br />

felsefi söylemdeki ‘edebî’ ögeler olan mecazlara<br />

–ve aslında vecize, özdeyişlere- felsefi meşruluk<br />

belirleyecek yollar kazandırabilir. Felsefedeki<br />

‘anlatı dönüş’ü de aydınlatabilir. Şayet<br />

böylesi ‘retorik’ özellikler meşru felsefi bir rol<br />

oynarsa, edebiyat ve felsefe arasındaki keskin<br />

bölünme daha çok yayılır ve bununla edebiyat<br />

alanının hakikat devletinden kovulması doğrulanır.<br />

İkinci önerim içinse, felsefi kuramcılar tarafından<br />

özel olarak göz ardı edilen ‘edebiyat’<br />

ile ilgili endişeme döneceğim. İtirazlara karşı<br />

önce bu ifadeyi nasıl idrak ettiğimle başlayayım.<br />

Aristo’yu takip edersek, ‘edebiyat’ geleneksel<br />

olarak oluşturulduğu türe göre tarif<br />

edilir ve bu tanım anlaşılacağı üzere değişken<br />

olabilir ama bunun tam bir tarifi mümkündür:<br />

Edebiyat, ‘edebiyat öğrencilerinin’ genelde çalıştığı<br />

şiir, oyun, roman türlerini ve bu türlerin<br />

40. bkz. H. P. Grice, Studies in the Way of Words<br />

(Cambridge, Mass: Harvard University Press,<br />

1989)’ta toplanan çalışmalar; Bkz. Özellikle ‘Logic<br />

and Conversation’, orijinali P. Cole and J. L. Morgan<br />

(eds), Syntax and Semantics, vol. 3: Speech Acts (New<br />

York: Academic Press, 1975)’te yayınlandı. Ayrıca,<br />

David Holdcroft, ‘Speech Acts and Conversation’,<br />

The Philosophical Quarterly, 29 (1979).<br />

41. Dan Sperber ve Deirdre Wilson, Relevance:<br />

Communication and Cognition (Oxford: Basil<br />

Blackwell, 1986), s. 236–7.<br />

alt bölümlerini içine alan bir kategoridir. Şüphesiz<br />

edebiyatın birçok sınırı vardır, sorunlu<br />

durumlar olduğu gibi örnek nitelik taşıyanları da<br />

vardır, buradaki durumda kuramsal tanımla ilgilidir.<br />

Bununla birlikte, ‘edebiyat’ın katı kavramı<br />

içine sokmak isteyeceğiniz birçok çalışma vardır<br />

ama resmî edebiyat türleri özelliği taşımaz: hatırat,<br />

biyografi ve otobiyografi, mektuplar vesaire...<br />

Bu türler sıfat olarak edebidirler, bunlar,<br />

geleneksel edebî şekillerin belli güzellikleriyle<br />

önemli derecede ilişkilendirilirlerse, o zaman<br />

‘edebiyat’a dönüşmeye başlarlar. Buna paralel<br />

olarak, geleneksel edebiyat şekillerine yakından<br />

ilişkili olan türler –felsefi diyaloğun drama<br />

türüne yakınlığı gibi- belli durumlarda ‘edebiyat’<br />

başlığı altında değerlendirmeye değerdir.<br />

Böylece edebiyat eleştirisinin –edebiyat çalışmasının-<br />

özeti her zaman açık uçlu olacaktır:<br />

Edebiyat eleştirisinin bir amacı, bize uygun sınıflandırma<br />

yollarıyla hangi çalışmaların yeteri<br />

kadar mükemmel olduğuna karar vermede yardımcı<br />

olmaktır. Bundan dolayı benim edebiyat<br />

anlayışım kısmen değerlendirme şeklindedir,<br />

‘şiirin’ ‘dize’ye (metin bir yana) indirgenmesine<br />

veya ‘roman’ın ‘anlatı’ya (hatta ‘uzun kurgu<br />

anlatısına) indirgenmesine bir direniştir. İşaret<br />

ettiğimiz güzellikler genelde dile ait olanlardır,<br />

aslında bunlar bazen Harrison’un ‘kurucu’ dili<br />

‘kurulan’ dilden ayıran güzellikleridir ki, uygun<br />

bir mecazla, Aristo’nun çok eskiden işaret ettiği<br />

gibi, ‘En iyisi taze olanı edinmektir’.<br />

Bu durum son yıllarda, edebiyat ile ilgili<br />

biraz felsefi yazmadan daha çok başka bir<br />

özelliğe bağlıdır, buradaki rahatsızlık duygusu<br />

söz konusu durumun aslında gerçekte var olmamasından<br />

kaynaklanır. Çoğu defa, anlatıdan bağımsız<br />

olarak, şiirin imge, sembol ve ölçü gibi<br />

potansiyelleriyle ciddi bağlantıları boşu boşuna<br />

aranıyor. Çağdaş dönemde edebiyat konusunda<br />

ciddi felsefi tartışmalar- tabii, felsefenin eski tarihini<br />

saymazsak- henüz başlangıç dönemindedir<br />

ve büyük ölçüde edebiyat anlayışından uzak bir<br />

şekilde idare edilegelmiştir. Platon’un Sokrat’ı,<br />

şairleri Devlet’ten kovmakla, şairlerin gücüne,<br />

iyi veya kötü yönde, göstermiş olduğu duyarlılık<br />

daha sonradan gelen edebiyat savunucularının anlayışından<br />

daha iyidir.<br />

56<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Bu durumun bu şekilde devam edeceğinden<br />

veya etmesi gerektiğinden emin değilim. Yirminci<br />

yüzyıl felsefesinin en büyük başarılarından biri,<br />

dili anlamamızı geliştirmesi olmuştur. Sadece mecaz<br />

bağlamında değil, aynı zamanda bağlam (kontekst)<br />

ve nüans konusunda da, edebiyat ve felsefenin<br />

birbirinden öğreneceği çok şey vardır. Mecaz<br />

konusunda son zamanların en iyi felsefe kitaplarından<br />

birinin başarısının büyük bölümü, kendini,<br />

Shakespeare ve Homer’i detaylı bir şekilde öğrenmeye<br />

hazırlamış olmasından kaynaklanır. [42] Mecazın<br />

herhangi makul bir analizi, Shakespeare’in<br />

mecaz kullanımı, onun öncelikli varsayımları<br />

olduğunu aydınlatmalıdır; bu genel olarak dil<br />

felsefesi için kötü bir kural olmaz gibi geliyor<br />

bana. Bağlam ve sezdirim üzerine son zamanlardaki<br />

felsefi çalışmalar, sadece edebiyatla<br />

ilgili değil, aynı zamanda genel olarak konuştuğumuz<br />

ve yazdığımız dilin anlaşılmazı zor<br />

belirsizliklerine de aydınlatabilir. Daha öncede<br />

belirttiğim gibi, saf diyalektik mantığına (veya<br />

aslında mantık analizine) bağlılıkla, belli bir<br />

gerçekliğe ulaşabiliriz, ama bununla beraber<br />

dünyamızın gerçekliği içinde konuşma ve düşünme<br />

gücümüzü de kaybedebiliriz. Bu noktayı<br />

Platon’a bağlantılı olarak yaptım, ama aslında<br />

Heidegger’in ‘katı’nın ‘tam’dan önceliği konusundaki<br />

ısrarlı düşüncesine de bağlantısı var<br />

sanırım. Her iki durumda da sorun, önerilen<br />

alternatifler için muteber ve sağlam kriterlerin<br />

bulunmasıdır. Edebiyata tam dikkat sonucu gelişen<br />

analitik araçlar burada yardımcı olabilirler<br />

ve imgesel edebiyatın insan idrakinde yaratıcı<br />

bir güce sahip olduğunu tam olarak anlamamıza<br />

yardımcı olabilir –ve aynı zamanda bu gücünden<br />

dolayı Platon’a göre nasıl yıkıcı bir şey<br />

olduğunu anlamamızı sağlar. Böylesi bir proje,<br />

Aristo zamanından beri, kesintili olarak birbirinden<br />

ayrıştırılan geleneksel şiir ve retorik<br />

analizi bir araya getirebilir, bu şekilde sadece<br />

edebiyatı değil, felsefe ve tabii ki ilahiyatı da<br />

aydınlatabilir. Şimdi üzerinde çalıştığım bu konuyu,<br />

bir olasılıkla sonuçlandıracağım.<br />

42. Roger White, The Structure of Metaphor: The<br />

Way the Language of Metaphor Works (Oxford: Basil<br />

Blackwell, 1996).<br />

Yarım yüzyıldan daha önce, T. S. Eliot, her<br />

zaman göz ardı edilmiş bir öneride bulunmuştu<br />

(bu öneriye 30’larda ve 50’lerde ki sıra dışı<br />

yaklaşımları ve Jonathan Kertzer’in son zamanlardaki<br />

tasallutunu saymazsak). [43] ‘İmgelerin<br />

düzenlenmesi arasındaki kaos ve düzen ayrımı’<br />

kapasitesine ilişkili olan ‘imgeleme mantığı’ile<br />

‘kavram mantığı’nı birbirinden ayırmak için çabalamıştır;<br />

bu farklılığı nesir ve şiir arasında da<br />

görmüştür. [44] Bu nedenle, kavramların anlamlarını<br />

çıkarımsal ilişkileri belirler, dilin mantıkal<br />

analizi için bu kilit bir varsayım olabilir, ama şiirsel<br />

imgeler (ses imgeleri dâhil) kavramsal olarak<br />

düzensiz ve hatta boş olmalarına rağmen, anlamlı<br />

ve düzenli olabilirler – (kavramsal olarak) paradoksa<br />

misafirperlik yapmaları bu nedenledir. Eliot<br />

demiştir ki; ‘Bir yazar sadece... şiirsel metotlar<br />

kullanarak, bazen nesir denilen şekilde şiir yazabilir’,<br />

ve ‘bir başka yazar da, süreci tersine çevirerek,<br />

nesiri, dizelere çevirebilir’. Böylesi bir önerinin<br />

keşfedilmesi birçok karanlık kalan noktayı<br />

aydınlatabilir: Kierkegaard’ın dinde veya başka<br />

bir alanda ‘dolaylı iletişim’ savunuculuğunu, [45]<br />

felsefede paradoksun rolünü, Keats’in şiirindeki<br />

‘korkunç’ ve ‘olağan’ gökkuşağını birbirinden<br />

ayırmasını ve daha genel bir ifadeyle ciddi felsefenin<br />

ulaşamadığı parçaları ve imgesel edebiyatın<br />

dönüştürme kapasitesini aydınlatabilir. [46] ■<br />

43. bkz. Yvor Winters, ‘The Experimental School in<br />

American Thought’, Primitivism and Decadence: A Study<br />

of American Experimental Poetry (New York: Arrow<br />

Editions, 1937); Frank Kermode, Romantic Image (1957),<br />

ch. VIII; Jonathan Kertzer, Poetic Argument: Studies in<br />

Modern Poetry (Kingston, London, Montreal: McGill-<br />

Queen’s University Press, 1988), chap. 1.<br />

44. T. S. Eliot, ‘Preface’ (1930) to St.-John Perse,<br />

Anabasis, tr. T. S. Eliot, 3rd rev. Edn (London: Faber &<br />

Faber, 1959), s. 10–11.<br />

45. bkz. Örnek olarak Søren Kierkegaard, Synspunktet for<br />

min Forfatter-Virksomhed (1848; published posthumously,<br />

Kjøb, 1859), çeviren Walter Lowrie The Point of View for<br />

My Work as an Author (London: Oxford University Press,<br />

1939).<br />

46. Yukarıda kullanılan bazı materyalin önceki<br />

versiyonları ilk kez ‘Literature, Truth and Logic’,<br />

Philosophy, 74 (1999) adlı çalışmamda basılmıştır.<br />

57<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ADRES*<br />

SOHRAP SEPEHRİ<br />

Seher vaktiydi,<br />

‘‘Dostun evi nerede’’diye sordu atlı<br />

Gökyüzü duraksadı<br />

Dudağındaki ışık dalını<br />

Kumların karanlığına bağışladı yolcu<br />

Parmağıyla kavağı işaret etti ve dedi:<br />

Ağaca varmadan<br />

Tanrı’nın düşünden daha yeşil bir bahçe sokağı var<br />

Orada sadakatin kanatları kadar mavidir aşk<br />

Sokağın sonuna kadar gidersin ardından büluğ başlar<br />

Sonra yalnızlık çiçeği semtine yönelirsin<br />

Çiçeğe iki adım kala<br />

Yer mitolojisinin ölümsüz fıskiyesinin dibinde durursun<br />

Şeffaf bir ürperti sarıverir seni<br />

Bir hışırtı işitirsin fezanın akışkan samimiyetinde<br />

Bir çocuk görürsün<br />

Çıkmış yüksek bir çamın tepesine<br />

Kuş yavrusu alıyor ışığın yuvasından<br />

İşte ona sorarsın<br />

Dostun evi nerede<br />

çev. NİHAN IŞIKER*<br />

* Farsça aslından çeviren<br />

Haşiye: Dünya çapında tanınan İranlı yönetmen, senarist ve yapımcı Abbas Kiarostami, 1987’de çekmiş olduğu<br />

bir filmine Sohrab Sepehri’nin ‘‘Adres’’ şiirinde geçen ‘‘Dostun Evi Nerede’’ mısrasını vermiştir. Bu film Locarno<br />

Uluslararası Film Festivali’nde,‘‘Sanat Sinemaları Konfederasyonu Ödülü, Ekümenik Jüri Özel Mansiyonu, Barclay<br />

Jürisi Ödülü, RCC Uluslararası Sanat Sinemaları Konfederasyonu Ödülü’’ almıştır.<br />

58<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


MUSTAFA ÇEVİK*<br />

Leyla ile Mecnun<br />

hikâyesinde söylenen<br />

ifadeler eğer sadece<br />

Leyla’yı ve Mecnun’u<br />

ilgilendiren metinler<br />

değil de her okuyan<br />

kişinin kendinde bir<br />

şey bulduğu metin<br />

hâline dönüşmüş ise<br />

o artık evrensel ve<br />

herkesi ilgilendiren<br />

bir durumun ve bir<br />

deneyimin ifadesidir.<br />

Edebiyat ve Felsefede Tanım Sorunu<br />

Edebiyat ile felsefe arasındaki temel benzerlik ikisi<br />

için geçerli olan soruların sürekli gündemde olması ve<br />

nihai bir yanıtının da olmamasıdır. “Felsefe nedir” sorusuyla<br />

“Edebiyat nedir” sorusu benzer problemlerle<br />

uğraşmayı gerektirir. Zaman zaman hem felsefede hem<br />

de edebiyatta şu felsefidir veya felsefi değildir veyahut<br />

da şu edebîdir veya değildir gibi saptamalar yapılır.<br />

Ancak edebiyatta da felsefede de bu tür toptancı yaklaşımda<br />

bulunmanın sakıncalı olduğunu unutmamak<br />

gerekir. Çünkü felsefi veya edebî olanın ne olduğu o<br />

kadar açık olmadığından, felsefe veya edebiyat yapmanın<br />

tek tarzından söz edilemez. Tek bir tarzdan söz<br />

edilemediği içindir ki bugüne kadar birbirinin aynısı iki<br />

edebiyatçı veya filozofa rastlayamıyoruz. O nedenle bu<br />

konuda kafa yoranlar edebiyata ilişkin, tıpkı felsefede<br />

olduğu gibi, efradını cami ağyarını mani (yani ilgili<br />

bütün ögeleri içeren ve ilgisiz olan her şeyi dışlayan)<br />

bir tanım yapmakta hep zorlanmışlardır. Çünkü nihai<br />

olarak edebiyat bir sanat türüdür. Sanatın ise ne olduğu<br />

tarihin en eski tartışmalarından biridir. Örneğin kimisi<br />

bir etkinliğin sanat olması için hiçbir amaca bağlı olmaması,<br />

yani sanatın yalnızca birey için yapılması gerekir<br />

derken örneğin Althuserci yaklaşım ise sanatı bir üretim<br />

olarak görür ve sanat bu anlamda bir ideoloji değilse<br />

bile dönüştürülmüş ve somutlaştırılmış bir ideolojik tu-<br />

*<br />

Yrd. Doç. Dr. Adıyaman Üniversitesi Eğitim Fakültesi<br />

59<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


tumdan başka bir şey değildir veya öyle olmalıdır.<br />

Bu iki farklı yaklaşımı fikir vermesi için söz konusu<br />

ettik. Ama burada esas sorun şudur: Edebiyatı eğer<br />

bir sanat türü olarak kabul edeceksek sanat felsefesine<br />

dair klasik soruların edebiyat için de ayrıca yanıtlanması<br />

gerekir ki bu da sonu olmayan bir yola<br />

girmek demektir. Çünkü sanatın, ne olduğu sorusu<br />

hâlâ ortadayken onun bir alt dalı olan edebiyatın ne<br />

olduğuna dair soru doğal olarak açıklığa kavuşturulamayacak<br />

türden bir problemdir. Berna Moran’ın<br />

da ifade ettiği gibi edebiyatın tanımını yapmaya<br />

kalkışan “kuramların hiçbiri herkes tarafından kabul<br />

edilmiyor, çünkü hiç biri edebiyatın yeterli ve<br />

gerekli özelliklerini tespit etmiş değildir. Böylesine<br />

karmaşık, uzun geçmişi olan ve bundan ötürü çeşitli<br />

eserleri kapsayan bir kavramın yukarda da söylediğimiz<br />

gibi, bir özü bulunamaz. Yapılan tanımlar ister<br />

istemez belli bir grup eserin tanımı olacak, diğerlerini<br />

kapsayamayacaktır… şu sonuca varıyoruz ki edebiyatın<br />

özü diye bir şey olmadığına göre böyle bir<br />

özü teşkil eden özellikleri ortaya çıkarmak bunları,<br />

herkes tarafından kabul edilen ölçütler olarak kullanamıyoruz.”<br />

(Moran, 1988:248-249)<br />

Peki, ya felsefe nedir sorusunun durumu Felsefenin<br />

en çetrefilli sorusu felsefenin ne olduğu sorusudur.<br />

Felsefe için yapılan tanımlar çoğunlukla bir<br />

metnin felsefi olmasının asgari şartları bağlamında<br />

yapılır. Felsefenin klasik konuları olan varlık, bilgi,<br />

insan, sanat ve benzeri konulardan birini veya birkaçını<br />

içeriyor olması vurgulanır. Bunun dışında bir de<br />

tanımlamalar yöntem merkezli yapılır. Yöntem ve<br />

konu bakımından felsefenin ne olduğunu tanımladığınız<br />

zaman felsefenin konularını ve/veya yöntemini,<br />

yani felsefe yapılış şeklini bir anlamda sınırlandırmış<br />

olursunuz. Oysa felsefenin ne konusu ne de yöntemi<br />

konusunda bir sınırlılık kabul etmek dogmatik bir<br />

tutum olur. Felsefenin şu an mevcut olan konularına<br />

yenisinin eklenmeyeceğini kimse söyleyemez. Benzer<br />

şekilde bugüne kadar geliştirilmiş olan felsefe<br />

tarzlarının hiçbirisinin bir diğerinin aynısı olduğu<br />

söylenemeyeceğine göre yeni bir felsefi tarz geliştirmenin<br />

önünde bir engel de yoktur. Çünkü teorik<br />

olarak her yeni felsefi anlayış ya yöntem ya da konu<br />

bakımından yenidir. Bu anlamda örneğin Frankfurt<br />

Okulu temsilcilerinin bile birbirinden farklı teorilere<br />

sahip olduğunu görmekteyiz. O nedenle her felsefe<br />

farklı bir yöntem veya konuda ortaya çıkmış bir yeni<br />

felsefedir denilebilir. Öyle görünüyor ki edebiyat ile<br />

felsefe arasında tanımlanamama konusunda bir benzerlik<br />

olduğunu görmekteyiz. Bu durum felsefe ile<br />

edebiyatın bir benzerliğidir denilebilir. Hem felsefe<br />

hem de edebiyat için efradını cami ağyarını mani,<br />

yani ne eksik ne de fazla, bir tanım yapmak imkânsız<br />

değilse bile şimdilik zor gibi görünüyor. Tanımlama<br />

yapmak bu iki alanın doğasına aykırı gibi görünmektedir.<br />

Çünkü yapılan her tanım aynı zamanda bir<br />

sınırlandırmadır. Bu nedenle felsefeyi veya edebiyatı<br />

tanımlamak, konu ve yöntem bakımından edebiyat<br />

veya felsefenin ancak ve ancak tanımlanan sınırlar<br />

içinde yapılabileceği, aksi takdirde yapılan şeyin felsefe<br />

veya edebiyat olamayacağını söylemektir aynı<br />

zamanda.<br />

Felsefe ile Edebiyat Arasındaki Fark<br />

Edebiyat ile felsefe ve bilim arasındaki fark söz<br />

konusu olduğunda genellikle benzer bir yaklaşım<br />

tarzı dile getirilir. Bilim ve felsefenin dilinin sınırlı<br />

ve tanımlanmış olduğunu, buna karşılık edebiyat<br />

dilinin ise sembol ve alegori ağırlıklı olduğunu ve<br />

dolayısıyla bilim ve felsefenin her okuyanda benzer<br />

şekilde anlaşıldığını ancak edebiyatın böyle bir<br />

standart anlamının olmadığına dair klasik bir yaklaşım<br />

vardır. (R. Wellek-A. Warren, 1983: s. 23-24)<br />

Oysa ne edebî metinlerin ne de felsefi metinlerin<br />

herkeste benzer çağrışımlara neden olduğunu söylemek<br />

zordur. Felsefe ile edebiyat arasındaki farkı<br />

ortaya koyabilmek için belki felsefe ile bilim arasındaki<br />

farkı ortaya koymak gerekir. Öncelikle felsefe<br />

konusu edilebilecek konular bilimin konusu<br />

edilmeyen konulardır. Eğer bir bilginin bilimselliği<br />

kesinlik kazanmışsa çoğunlukla felsefe konusu yapılmaz.<br />

Böyle bir bilimsel bilgi olur mu olmaz mı<br />

diye sormak felsefenin saklı bir hakkı olmakla birlikte<br />

bugün, örneğin suyun hidrojen ve oksijenden<br />

oluştuğuna dair kesin kabullere dönüşmüş sorular<br />

pek de felsefenin konusu edilmez. Nedeni de şudur:<br />

Bilindiği gibi bilim anlamına gelen ve logos’tan gelen<br />

“loji” Yunanca “yasa” anlamına gelir. Bu anlamda<br />

bir alanın bilimini yapmaya kalkışmak demek o<br />

alanın logos’una, yani genelgeçer yasasına ulaşmaya<br />

çalışmak olacaktır. Olgusal konuları ele aldığını<br />

düşünecek olursak, bilimin nesneye yönelmiş bir etkinlik<br />

olduğunu söyleyebiliriz. Günümüzde yaygın<br />

kabul gören bilimsel paradigmaya göre, “nesnel”<br />

olmayan bilimin konusu olamaz. Çünkü bilimsel olmayan<br />

ölçülemez, ölçülemeyen varlıklar konusunda<br />

60<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


öngörüde bulunulamaz savıyla bilim yapılmaktadır<br />

bugün. Bu bağlamda örneğin nitel insanın davranışlarının<br />

temelinde yer alan dinamiklerin bilim konusu<br />

olabilmesi için onların göreli olarak nicelleştirilmesi<br />

gerekir. Bir olgu olarak ele alınıp bilim konusu edilmesi<br />

gerekmektedir. İnsanın iç dünyasına yönelik<br />

bilim yapmak bu bakımdan riskler taşımaktadır. Bunun<br />

içindir ki klasik olarak insani olanı konu edinen<br />

sosyal bilimlerin kesinlik ve güvenirlilik oranı laboratuvar<br />

bilimlerinden daha düşük görülmemektedir.<br />

Nitel bilimlerin nicel yöntemlerle ele alınmasına<br />

dair metodolojik yaklaşımlar Guenon’un ifadesiyle<br />

niceliğin egemenliği’ne dayalı bilimsel paradigmanın<br />

bir sonucudur.<br />

Felsefe, bilimin konu edinmediği ve üzerinde<br />

durmayı bile gerekli görmediği insan, Tanrı, adalet,<br />

ahlak gibi konuları ele alır. Bilimin ele almadığı konuları<br />

ele alırken felsefenin iddiası aslında bilimin<br />

yaklaşımına ve iddiasına yakındır. Şöyle ki bilimin<br />

ele aldığı konunun nesnel bir logos’una ulaşmayı<br />

amaçladığı gibi felsefe de bilimin dışarıda bıraktığı<br />

konularda, Gündoğan’ın ifade ettiği gibi, “en yüksek<br />

genellik”e ulaşmaya çalışır. Bu en yüksek genellik<br />

ile bilimin logos’u arasındaki fark, derece farkıdır,<br />

mahiyet farkı değildir. Bu ne demektir Her filozof<br />

bir konuda düşüncelerini ortaya koyarken en azındın<br />

o konudaki bir genel ilkeden söz etmektedir. Aksi<br />

takdirde relativizme düşmüş olur. Şöyle ki, bilimin,<br />

Kant’ın deyimiyle bilgiyi inkâr ettiği bu alanda sofistlerin<br />

aksine o bilginin mümkün olduğunu kabul<br />

eden kişidir. Sofistler bilginin mümkün olmadığını<br />

düşündükleri için bütün bilme iddialarını göreli tutumlardan<br />

ibaret saymışlardır. Oysa bilmenin mümkün<br />

olduğunu düşünen diğer filozofların her birinin<br />

ortaya koymaya çalıştığı en yüksek genellik iddiası<br />

vardır. Böylece relativizm çukuruna düşülmemiş<br />

veya oradan kurtulmaya çalışılmış olur. Aristo’nun<br />

Metafizik’in ilk cümlesinde söylediği gibi “İnsanlar,<br />

doğal olarak bilmek isterler. Duyularımızdan aldığımız<br />

zevk, bunun kanıtıdır.” (Aristoteles, 1996:75)<br />

Bu doğal eğilim gereği insan logos’un peşine düşer.<br />

Bilimi de felsefeyi de farklı anlamda logoslar peşinde<br />

olan disiplinler şeklinde yorumlamak mümkündür.<br />

Bu anlamda bilimi nesnel olanın, felsefeyi ise<br />

idesel olanın veya nesnenin idesel bağlamına ilişkin<br />

olanın logos etkinliği olarak kabul edebiliriz.<br />

Felsefe ile bilim arasında bu ayrım ortaya konduktan<br />

sonra felsefe ile edebiyat arasındaki farkı da<br />

bu çerçevede açıklamaya devam etmek gerektiği<br />

kanısındayız. Edebiyatın en temel farkı felsefe ve<br />

bilim gibi bir logos iddiasını yürütmemesidir. Edebiyat<br />

etkinliklerinde felsefe ve bilimdeki gibi bir logos<br />

veya bir hakikat iddiası yoktur. Edebî ürünler büyük<br />

oranda kişinin kendini ortaya koyuş şeklidir. Gabriel<br />

Marcel, rasyonel temel üzerine kurulu felsefeyi<br />

hayata ve realiteye dair hakikati yakalamakta yetersiz<br />

olduğunu ileri sürer. (Sweetman, Brendan. 2003)<br />

Edebiyatın bu yönü onu felsefeye karşı güçlü kılan<br />

en makul gerekçe olarak kabul edilebilir. Bu anlamda<br />

sanat ve edebiyatın insanı ve hayatı anlamak bakımından<br />

felsefeden daha derinlikli bir imkâna sahip<br />

olduğu kabul edilir. Varoluşçu felsefe tarzına sahip<br />

Sartre, Kierkegaard ve Camus da felsefenin yerini<br />

tutmasa bile edebiyat ve sanatın felsefeye katkı sunduğu<br />

konusunda Marcel’in düşüncesine katılırlar.<br />

(Sweetman, Brendan. 2003) Sanat veya özelde edebiyat<br />

ile felsefe karşılaştırıldığında felsefenin, tıpkı<br />

bilimin konu edindiği şeyi bilgiye dönüştürme iddiası<br />

gibi, bütün zihinsel veya bedensel etkinliklerinin<br />

kavramsallaştırılabileceğine inanmıştır. Oysa biliyoruz<br />

ki birçok alanda hissettiklerimiz, sezdiklerimiz,<br />

duygularımız ne kavramsallaştırılabilmektedir ne de<br />

bilgiye dönüştürülebilmektedir. İşte edebiyat veya<br />

sanat, bilimin ve felsefenin yapamadığını yapmaya<br />

çalışmaktadır. Kavramlara ve bilgiye dönüştürülemeyen<br />

deneyimlerimiz konusunda söylenecek<br />

bir şeyin var olduğu iddiasıdır edebiyat. Belki tam<br />

olmasa da edebiyatta kullanılan imgeler bir tür iletişime<br />

imkân veriyor denilebilir. Bir edebiyatçının<br />

herhangi bir konuda kullandığı imgelere yüklenen<br />

anlam bir sonraki edebiyatçının aynı konuda o imgenin<br />

kullanımını gerekli duymadığı gibi başka bir<br />

imgenin kullanımını da asla engelleyemez. Örneğin<br />

gül imgesi ile aşkın veya yay ile yârin kaşının ifade<br />

edilmiş olması bir edebî bağlayıcılık içermez. Bir<br />

başka edebiyatçı aşkı ve yârin kaşını başka imgelerle<br />

ifade edebilir pekâlâ.<br />

Edebiyatın Bir Evrensel Dili Var mıdır<br />

Edebiyat her ne kadar bilim gibi bir logos peşinde<br />

ve felsefe gibi bir kavramsallaştırma peşinde<br />

değilse de edebiyatta tam olarak kavramların ve terimlerin<br />

içine sığmayan aşk, nefret, öfke, kin, özlem,<br />

hasret, tutku ve hırs gibi insan deneyimlerinin ortak<br />

dilini bulmaya çalışmak temel amaç kabul edilebilir.<br />

Bu anlamda evrensellikten söz edilebilir edebiyat et-<br />

61<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


kinliğinde. Mesela Romeo Juliet hikâyesi sadece iki<br />

kişi arasında geçen bir aşk hikâyesi olduğu için günümüze<br />

kadar ilgi görmüş değildir kuşkusuz. Bunun<br />

aksine bu hikâyeyi edebî kılan onun bütün insanların<br />

karşılaşabileceği bir aşk olayını bütün insanların<br />

duygularına hitap edecek tarzda bir üslup ile yazılmış<br />

olmasıdır. Bu anlamda bir kişiye ait bir duygusal<br />

deneyim, yani bir aşk, nefret veya tutku hikâyesi<br />

aslında tek başına anlatılınca edebî bir tarz olmaz.<br />

Onun bütün insanlara hitap eden bir formatta anlatılması,<br />

onu sanat eseri veya edebî eser kılar. İnsanlığın<br />

ortak dili belki de edebiyat ile bulunacak olan<br />

varoluşsal ifade tarzıdır. Babil Kulesi’nin yıkılmasıyla<br />

insanların birbirini anlayamaması şeklinde içine<br />

düştüğü bela belki de edebiyatın evrensel diliyle<br />

tekrar yakalanabilecektir. Veya bu kadar dil, bilim ve<br />

felsefi kavramsallaştırmaya rağmen birbirini anlayamayan<br />

insan belki de edebiyatın varoluşsal izah tarzıyla<br />

anlamaya çalışacaktır. Bu durum düşünüldüğü<br />

zaman edebiyatın bir hakikat (truth) sorunu olduğunu<br />

söylemek mümkündür. Çünkü sonuçta edebiyatta<br />

dile getirilen sorun farklı tarzda veya üslupta dile<br />

getirilmiş olsa bile orada dile getirilen sorunun veya<br />

deneyimin bütün insanlar için ortak bir sorun olduğu<br />

iddiası vardır. Yani mesela Mevlana’nın sevgi ve<br />

benlik üzerine söyledikleri sadece kendisi için söylediği<br />

şeyler değildir. Ona göre ‘ben’in ‘Aşkın Ben’ ile<br />

ilişkisinde her insanın aynı sorunu yaşaması gerekir.<br />

Hatta ona göre bu bir zorunluluktur. Bu anlamda bakıldığı<br />

zaman edebiyatta dile getirilen durumlar her<br />

ne kadar kavramsallaştırılmış veya logosa dönüştürülmüş<br />

iddialar içermiyorsa bile insanın logosa ve<br />

kavrama dönüştürülemeyen deneyimlerine dair bir<br />

tür varoluşsal ifade tarzıdır ki söz konusu edebiyatçı<br />

için bunu ifade etmenin başka tarzı da yoktur. Bu bakımdan<br />

edebiyat ve sanat yoluyla evrenselleştirilmiş<br />

bir edebiyat sorununun insanın dile getirilemeyen<br />

deneyimlerini anlatmaya çalışmak bir tür varoluşsal<br />

felsefi yaklaşımdır denilebilir. Nitekim varoluşçu<br />

felsefe bağlamında ele alınan Sartre, Camus ve<br />

Marcel gibi yazarların aynı zamanda bir edebiyatçı,<br />

hatta Nobel Ödüllü edebiyatçı, olarak da kabul edilmiş<br />

olmaları bu düşüncemizi besleyen bir durumdur.<br />

Buradan yola çıkarak İslam kültür tarihinde ortaya<br />

çıkmış Mevlana, Sadi, Fuzuli, Hani gibi çok sayıda<br />

edebiyatçının bu bağlamda yeniden okunması durumunda<br />

ciddi bir varoluşsal felsefi tutumun görülebileceğini<br />

söylemek mümkündür. Belki iyi bir filozof<br />

olmak için iyi bir edebiyatçı olmak şart değildir.<br />

Yine aynı şekilde, iyi bir edebiyatçı olmak için de<br />

filozof olmak şart değil. (Gündoğan, s. 196) Ancak<br />

bir edebî metinde felsefi nitelik olabileceği gibi kimi<br />

felsefi metinlerin de aynı zamanda edebî olmasında<br />

bir engel yoktur. Ama edebiyat ve felsefenin buluştuğu<br />

bir nokta olduğu kesin gibi görünüyor. O nedenle<br />

edebî metinleri Wittgenstein’cı dil oyunları<br />

şeklinde değerlendirmek ve bir evrensel anlam veya<br />

mesaj içermediğini söylemek edebiyata haksızlık<br />

olur. Çünkü edebî metinler sadece bağlamında anlam<br />

içermemektedir. Söz gelimi Leyla ile Mecnun<br />

hikâyesinde söylenen ifadeler eğer sadece Leyla’yı<br />

ve Mecnun’u ilgilendiren metinler değil de her okuyan<br />

kişinin kendinde bir şey bulduğu metin hâline<br />

dönüşmüş ise o artık evrensel ve herkesi ilgilendiren<br />

bir durumun ve bir deneyimin ifadesidir. O nedenle<br />

de bir dil oyunu olmaktan çok artık evrensellik içeren<br />

bir metin olarak kabul edilebilir.<br />

Bu durumda felsefenin ve edebiyatın öznellik ve<br />

nesnellik bakımından bir karşılaştırmasını yapmakta<br />

yarar vardır. Çünkü çoğunlukla felsefenin nesnel,<br />

edebiyatın ise öznel bir yaklaşım içinde olduğuna<br />

dair yaygın bir kanaat vardır. Ali Osman Gündoğan’a<br />

göre “felsefedeki sübjektiflik ile edebiyattaki sübjektiflik<br />

birbirinden farklıdır. Çünkü felsefede konu<br />

ve sorular bellidir ve uzun bir felsefe tarihi, bütün<br />

bu soruları evrensel tarzda çözme çabası gibi görünmektedir.<br />

Soruların objektifliği, filozofu bir anlamda<br />

kendisinden çıkarır ve dolayısıyla filozof kendisini<br />

anlatmaz. Çünkü o, soruya bağlıdır. Oysa sanatçı ya<br />

da edebiyatçı için ortada çözülmesi gereken hazır<br />

sorular yoktur. Murdoch’un da dediği gibi, ‘O kendi<br />

sorularını kendisi yaratmak zorundadır.’ (Gündoğan,<br />

s. 197) Acaba gerçekten felsefe için konu ve sorular<br />

belli midir Bu soru tartışıldıktan sonra edebiyatta<br />

ele alınan sorunlarda da bir sürekliliğin ve sınırlılığın<br />

olup olmadığı tartışılabilir. Mesela Antik Yunan<br />

felsefesinde tartışılan ve daha çok bugün fizik, astronomi<br />

ve kimyanın konusu olan kimi sorunların artık<br />

felsefe sorunları olmaktan çıktıklarını hatırlamak<br />

gerekir. Felsefe tarihinde kimi zaman insan kimi<br />

zaman bilgi ve gününüzde de özgürlük ve iletişim<br />

sorunlarının tartışıldığını düşünecek olursak aslında<br />

felsefedeki sorunların içerik ve şekil itibarıyla<br />

değiştiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Ancak bununla<br />

birlikte kimi felsefe sorunlarının şekil ve yaklaşım<br />

farklılığına rağmen birer felsefi sorun olarak tartı-<br />

62<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


şılmaya devam ettiğini söylemeden de geçmemek<br />

gerekir. Fakat benzer şekilde edebiyatta da en eski<br />

edebî metinlerde bile günümüzün ele alınan edebiyat<br />

konularına benzer konuların ele alındığını görmek<br />

mümkündür. Mesela eski mitolojik anlatılarda<br />

da kahramanlık, cesaret, özgürlük, aşk, nefret, kıskançlık<br />

gibi bilimsel olarak logos’una ulaşılamayan<br />

ve felsefi olarak da kavramlaştırılamayan konuların<br />

edebiyat konusu olduğunu ve bugün de olmaya devam<br />

ettiğini açıkça görmekteyiz. Buna dayanarak<br />

denilebilir ki aslında edebiyatçı da en azından felsefeci<br />

kadar var olan sorunlarla ilgilenmektedir. Hatta<br />

sorunların değişimi belki felsefede daha hızlı oluyor<br />

denebilir. Edebiyatta sübjektif olduğu varsayılan insani<br />

tecrübeler herkesin kendinden bir şey bulacağı<br />

nesnellikte bir anlatıma kavuşturuldukça kalıcı olmaktadır.<br />

Felsefi sorunların daha nesnel, edebiyattaki sorunların<br />

ise daha öznel olduğunu söylemek ne kadar<br />

nesnel/objektif bir yaklaşımdır; ayrıca onu da tartışmak<br />

gerekir. Çünkü eğer felsefi sorunlar nesnel ise<br />

neden bunca filozoftan ikisi bile herhangi bir sorunda<br />

aynı hatta benzer bir yaklaşımı sergileyememektedir.<br />

Bir sorunda ne kadar filozof kafa yormuşsa<br />

neredeyse o kadar izah tarzı gelişmiştir. Dolayısıyla<br />

felsefenin yöntem ve konu itibarıyla daha nesnel olduğunu<br />

söylemek ancak göreli olarak doğru kabul<br />

edilebilir. Felsefe bu bakımdan edebiyat konularıyla<br />

karşılaştırılınca belki doğru kabul edilebilir. Ancak<br />

bilim ile karşılaştırıldığında felsefenin ne konu ne de<br />

yöntem bakımından nesnel olduğu çok kabul gören<br />

bir yaklaşım olmaz. O zaman edebiyat ile felsefe arasındaki<br />

fark, ister yöntem ister konu bakımından olsun,<br />

sadece bir derece farkıdır mahiyet farkı değildir<br />

denilebilir. Burada akla şu soru gelebilir: felsefe ve<br />

bilimde dilin kesin ve tanımlanmış anlamlarına çok<br />

dikkat edildiği hâlde edebiyatta dilin ve kelimelerin<br />

anlam sınırlarına dikkat edilmediği gibi paradoksal<br />

bir yaklaşım ve bol miktarda metafor kullanılır, bu<br />

durum edebiyatın öznel olduğu anlamına gelmez mi<br />

Edebiyatta her ne kadar öznel yaklaşımlar esas ise de<br />

onu kalıcı kılan, yukarıda da söylendiği gibi, herhangi<br />

bir ortak insani sorunu tecrübe ederken herkese<br />

uyacak bir yaklaşım sergilemesidir. Ayrıca paradoksal<br />

ifade ve yöntem kullanan sezgici ve varoluşçu<br />

filozofların da varlığı unutulmamalıdır. O nedenle<br />

hakikat (sophia) bilgisi ararken paradoksal yöntem<br />

ve anlatımları kullanmanın felsefi olmadığını söyleyemeyiz.<br />

Unutmamak gerekir ki Kierkegaard’ın temel<br />

çıkış noktalarından biri de Hegel’in son derece<br />

sistematik felsefe anlayışına karşı çıkışıdır. Ona göre<br />

sistematik yaklaşım ve düşünüşler insanın özgürlüğü<br />

ve özgünlüğü önünde bir engeldir. Bu nedenle her<br />

türlü sistematik ve yöntem hakikati edimsel olarak<br />

yaşamaya bir tür engel olarak görülür. Benzer paradoksal<br />

üslubun edebî metinlerde de, özellikle tasavvufi<br />

edebiyat, kullanıldığını görmekteyiz. Marcel’in<br />

yaklaşımında da görüleceği gibi gerçek iman hakikati<br />

bir episteme sorunu olmaktan çok Tanrı’ya gönüllü<br />

bir bağlanmadır (engagement). İman bir kabul<br />

ve redde dayalı değil sürekli kazanılması gereken<br />

bir varoluş tarzı olarak kabul edilir.(Muşta, s. 125-6)<br />

Bu anlamda iman kavramsallaştırılabilir bir felsefi<br />

bilgiden öte Kierkegaard’ın sözünü ettiği İbrahim’i<br />

paradoksa sürükleyen ruh hâlidir. Bu paradoksal durum<br />

Kierkegaard’ın deyimiyle “bir cinayeti Tanrı’yı<br />

memnun kılan kutsal eyleme dönüştürebiliyor” (Kierkegaard,<br />

s. 47) Bu anlamda imanın başladığı yer<br />

‘logos’un terk edildiği yerdir denilebilir. Tasavvuf<br />

edebiyatında yer alan hakikat bilgisi de süje ile obje<br />

arasında sıkıştırılmış bir cogito’dan çok ruhun coşkulu<br />

bir eylemidir. Edebiyatın hakikati yöntemin<br />

ve kanıtın ötesinde aradığına bir güzel yaklaşım da<br />

Mevlana’ya aittir. Mevlana der ki “(f)ilozofa göre<br />

duman, ateşe delildir ama bizce dumansız olarak o<br />

ateşe atılmak daha hoştur.” (Mevlana, s. 50) Burada<br />

yaklaşım edebîdir, ancak Tanrı inancı karşısında<br />

önerilen aşk yaklaşımının bir evrensellik içerdiğini<br />

söylemek mümkündür. Edebiyatın felsefi vechesi bu<br />

noktadan görülmesi gerekir.<br />

Edebiyat ve Varoluşsallık<br />

Edebiyatın felsefe ile ilişkisi çoğunlukla varoluşçu<br />

felsefe yoluyla kurulur. Kimi zaman felsefeciler<br />

kavramsal düşüncenin dışında varoluşçu yaklaşımlarla<br />

hakikate ulaşılabileceğini ileri sürmeyi yanlış<br />

bulabilirler. Zaten bu soru varoluşçu felsefenin genel<br />

felsefe içindeki yeri bağlamında tartışılan bir felsefe<br />

problemidir veya daha genel ifadeyle hakikat bilgisi<br />

elde etmeye çalışırken aklı mı, duyuları mı yoksa<br />

sezgiyi mi güvenilir saymamız gerekir, şeklindeki<br />

sorun bağlamında tartışılmıştır daha önce. Bu itirazın<br />

temel çıkış noktası edebiyattaki varoluşsal tecrübeleri<br />

nesnelleştirmeden onları bilemeyiz düşüncesidir.<br />

Varoluşçu felsefe metinlerinin yazarı olan<br />

Sartre, Camus ve Marcel gibi düşünürlerin eserle-<br />

63<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


inin aynı zamanda edebiyat eseri olarak görülmesi<br />

bu argümanı güçlü kılan bir durumdur. Ancak varoluşçu<br />

felsefe ile edebiyatı bir bağlamda değerlendirmemizi<br />

haklı kılacak şey nedir Yani Sartre’ın hangi<br />

özelliği onu aynı zamanda edebiyatçı olarak nitelendirmemize<br />

izin vermektedir Edebiyatın topluma<br />

“söylenecek sözü olmak” bakımından felsefi değer<br />

taşıdığını söyleyebiliriz. Yazarın konumu açısından<br />

bir edebî eser ele alındığında yazarın topluma söyleyecek<br />

bir sözü olduğu için bir düşünce taşıdığı kabul<br />

edilmiştir. (Gündoğan, s. 200) Böyle bir yaklaşım<br />

ile edebiyat eseri ele alındığında felsefi değerinden<br />

söz edilebilir. Çünkü yazar ortaya koyduğu eser ile<br />

bir şekilde ‘olan’ durumdan şikâyetle bir ‘olması<br />

gereken’ durum teklifinde bulunmaktadır. Olan ile<br />

olması gereken durum arasındaki ilişki irdelendiğinde<br />

her zaman bir ideoloji ve bir düşünce içermek<br />

durumundadır. Çünkü her zaman bir varsayımdan<br />

veya kabulden yola çıkmak durumundadır yazar.<br />

Edebiyatın olması gerekene dair yaptığı tasvirler,<br />

soyutlaştırılmış ve kavramlaştırılmış akıl yürütmelerden<br />

çok Marcel’in ifadesiyle bir “olma durumudur”.<br />

Yaşamın içinden elde edilmiş olan bu olma<br />

durumları kavramsal ve teorik düşünce alanı değil,<br />

daha çok varlık alanı ile ilgilidir. Öznenin günlük<br />

yaşamdan ve somut durumlardan yola çıkarak geliştirilmiş<br />

olduğu bu tecrübî durumlar daha çok ahlak,<br />

insan ilişkileri ve metafizik “bağlanma”lardır. Edebiyatın<br />

nesneye bağlı olmayan bu ifade şekli modern<br />

düşüncenin insana dayattığı nesnellik düşüncesi ve<br />

kavramsallaştırılmış bilgi anlayışına karşı bir karşı<br />

duruştur. Edebiyatın bu konudaki yaklaşımı aslında<br />

bir anlamda ütün insani deneyimlerin nesnelci bir<br />

tutumla kavramsallaştırılabileceğine karşı geliştirilmiş<br />

bir varoluşsal tutumdur denilebilir. Marcel nesnelliğin<br />

böylesine bir zorunlu düşünme şekli olarak<br />

algılanmasına karşın edebiyatın öznelci ve çoğulcu<br />

yaklaşımını bir çıkış yolu olarak kabul eder. (Sweetman,<br />

Brendan, 2003) Marcel, çıkış yolu önerdiği bu<br />

konuda zihinsel etkinlikleri ikiye ayırır. Problem ve<br />

gizem (mystery). Problem, evrensel ve herkesin aynı<br />

şekilde çözüm üretebileceği veya üretmesi gerektiği<br />

durumdur. Mystery yani gizem ise öznelliği ve benim<br />

için olanı temsil eder. Öznenin olma durumudur,<br />

beden ile ruhun birlikteliği ve duyumlamanın<br />

yalın hâlidir gizem. Aşkın, umudun, inancın ve bağlanmanın<br />

“somut yaklaşımı”dır. Çünkü insanın kavramsal<br />

olarak anlatamayacağı deneyimleri vardır.<br />

Felsefi nesnellik ve bilimsellik bu tür deneyimleri<br />

anlatmada yetersiz kalmaktadır. Öyleyse yaşanabilirlik<br />

bakımından evrensel olan bu deneyimlerimizi<br />

anlatmak için nesnellik dışında başka yaklaşımlara<br />

ihtiyacımız vardır. İşte edebiyat bu insanın aşk ve<br />

tutku gibi yüce tecrübeleri dile getirme çabası olarak<br />

bu işlevi görme deneyimidir.<br />

Sonuç olarak denilebilir ki bilimin boş bıraktığı<br />

nesnel varlık dışındaki zihinsel etkinlikleri felsefe<br />

kavramsallaştırmaya çalışır. Felsefe bu entelektüel<br />

işlevi yaparken de zihinsel etkinliklerin doğrudan konusu<br />

edilemeyen ve süje ile obje ilişkisi bağlamında<br />

ele alınamayan insani deneyimleri boş bırakmıştır.<br />

İşte edebiyatın ilgi alanı mantıksal ve entelektüel zeminde<br />

irdelenmesi zor olan bu insani tecrübelerdir.<br />

Bu alandaki denemeler evrensel bir dille problem<br />

hâline dönüştürülmektedir. Edebiyatın felsefi analize<br />

gerek duyulan noktası budur. Felsefi olanın ötesine<br />

ilgi duyması ve o alandaki deneyimleri problemleştirme<br />

çabası bakımından edebiyatı bir tür varoluşçu<br />

felsefe olarak nitelendirmek mümkündür.■<br />

Bibliyografya<br />

1-Moran, Berna. Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, Cem<br />

Yayınevi, İstanbul 1988.<br />

2- Zamir, Tzachi. An Epistemological Basis For Linking<br />

Philosophy And Literature, Metaphılosophy Vol. 33,<br />

No. 3, April 2002.<br />

3-Aristoteles, Metafizik, (çev. Ahmet Aslan), Sosyal Yayınları,<br />

İstanbul 1996.<br />

4-Sweetman, Brendan. Marcel Phenomenology: Can<br />

Lıterature Help Phılosophy Renascence, Spring2003, Vol.<br />

55 Issue 3, p178, 15p, 1 Black and White Photograph; (AN<br />

10032896)<br />

5-R. Wellek-A. Warren, Edebiyat Biliminin Temelleri,<br />

(çev. A. Edip Uysal), Kül ve Tur.. Bak. Yay., Ankara 1983.<br />

6-Ali Osman Gündoğan, “Edebiyat İle Felsefe İlişkisi<br />

Üzerine” Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi <strong>Dergisi</strong><br />

Cilt: 40 Sayı: 0 Yayın Tarihi: 1999.<br />

7-Celaleddin Muşta, Gabriel Marcel’in Varoluşçuluğu,<br />

Ankara 1988.<br />

6-Kierkegaard, Korku ve Titreme, (çev. N. Ekrem Düzen),<br />

Ara Yayıncılık, İstanbul 1990.<br />

9-Mevlana, Mesnevi. V. Cilt. MEB yayınları,<br />

İstanbul.1988.<br />

10- Walter Kaufmann, From Shakespeare to Existentialism,<br />

USA 1980.<br />

64<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


NECATİ KANTER<br />

Âşıklığın gereği,<br />

çile, ıstırap ve<br />

belaya katlanma ve<br />

sonunda yokluktur.<br />

Oysa melekler yok<br />

olucu değillerdir.<br />

Yaratılmışlar<br />

arasında insan<br />

dışında âşıklıktan<br />

nasibini alan sadece<br />

iblistir. Öyle ki,<br />

iblisin Allah’a olan<br />

aşkı onu Âdem’e<br />

secde etmekten bile<br />

alıkoymuştur.<br />

“Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan<br />

herkes O’nu tespih eder. O’nu övgü ile tespih<br />

etmeyen hiçbir şey yoktur.” (İsra,44)<br />

İlk dönem âlim, zahit ve mutasavvıfların büyük<br />

çoğunluğu, Allah sevgisini ifade etmek üzere<br />

Kur’an ve sünnette yer alan ‘muhabbet’ sözcüğünü<br />

kullanmışlardır. Rabia -el Adeviye, Bayezıd-i Bistami,<br />

Cüneyd-i Bağdadi, Hallac-ı Mansur gibi sevgi temasını<br />

işleyen ilk sufiler de genellikle aşk, âşık ve maşuk yerine<br />

hub, mahbub ve muhabbet kelimelerini kullanmayı<br />

tercih etmişlerdir. Ahmed Gazzali, Fahrüddin Iraki,<br />

İbni Farız ve Mevlana Celaleddin-i Rumi gibi büyük<br />

mutasavvıflardan sonra daha çok Allah aşkı tabiri kullanılmaya<br />

başlanmıştır. (Kuşeyri,1991:500)<br />

Aşk sözcüğünü dinî bir terim olarak kullanan sufilerin<br />

dayandıkları bazı ayet ve hadisler vardır. “İman<br />

edenler Allah’ı daha şiddetle severler.”(el-Bakara2/165)<br />

ayetindeki “şiddetli sevgi”den maksat aşktır. Diğer bir<br />

ayette de (et- Tevbe9/24) müminlerin Allah’ı her şeyden<br />

çok sevmeleri gerektiği belirtilmiştir. Hz. Peygamberin<br />

Hz. Ömer’e “Ben sana herkesten daha sevimli ol-<br />

65<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


madıkça iman etmiş olmazsın.” (Buhari, “İman”,<br />

8-9; Müslim, “İman”,67-70) Mutasavvıflar bu<br />

ve bu anlama gelen ayet ve hadislerden Allah’a<br />

ve Resulüne olan aşkın lüzumunu ve anlamını<br />

çıkarmışlardır.<br />

Tasavvuf tarihinde aşk kavramını ilk defa<br />

muhabbetten ayırarak inceleyen sufi Ahmed<br />

Gazzali’dir. (ö,520/1126) Allah’ın sevgiyle tecelli<br />

etmesinden âlem meydana gelmiştir. Bu<br />

ilk tecelliye “Hakikat-i Muhammediyye” denir.<br />

Âlemin var olma nedeni Hz. Muhammed’in hakikati<br />

yani Allah’ın ona olan ezeli aşkıdır. Bundan<br />

dolayı “habibullah” ve “mahbub-i Kibriya”<br />

denilmiştir. Bakli, Hz. Peygamberden seyyidü’laşikin,<br />

ışşıkullah, muhibbullah, sefiyullah, habibullah,<br />

bülbül-i aşk ve menba-ı aşk diye söz<br />

eder. Hallaç’tan gelen ve Bakli’de en güzel ifadesini<br />

bulan bu görüş daha sonra aşk konusunu<br />

işleyen mutasavvıfların hareket noktası olmuştur.<br />

Bu görüşe göre âlem aşktan yaratıldığı için<br />

âlemdeki her zerrede aşkın izini ve yansımasını<br />

görmek de zor değildir.<br />

Biz aşktan sudur ettik /Biz aşk üzre yaratıldık<br />

Aşka doğru yöneldik/Aşka verdik gönlümüzü<br />

İbn Arabî<br />

İbn. Arabî’ye göre varlıklar, Allah’ın onlara<br />

olan sevgisiyle yüklü olarak yansımasıyla ortaya<br />

çıkarlar. Onun için hangi şekil ve surette görünürse<br />

görünsün, her çeşit sevginin ilk ve hakiki<br />

kaynağı ilahî muhabbettir. Sevgi, sevenin sevdiği<br />

her şeyi sadece sevgilisi için sevmesi ve sevgilisinin<br />

muradından başka hiçbir şey düşünmemesi,<br />

başka bir deyişle aşkın iradesinden fani olarak<br />

maşukun iradesiyle hareket etmesidir. Aşkın gayesi<br />

âşıkla maşukun zatları yönünden birleşmesidir.<br />

Zaten orada Allah’ın güzelliğinden başka<br />

bir güzellik de yoktur. Yani aşk ezelidir. Evrenin<br />

yoktan varlık sahnesine çıkış nedeni de aşktır.<br />

Cemal-i mutlak ve kemal-i mutlak olan Tanrı,<br />

gizli bir hazine iken, bilinmeyi sevmiş ve kendi<br />

güzelliğini görmek ve göstermek arzusu ile ayna<br />

hükmünde, varlığa vücut vermiştir. “Mutasavvıflar,<br />

Tanrı’nın bu kendini görme ve gösterme<br />

isteğini “aşk-ı mutlak” olarak açıklamışlardır.<br />

İşte bu aşk nedeniyle vücut bulan kâinat, mutlak<br />

güzellik ve kemal sıfatları ile muttasıf olan<br />

Tanrı’nın aşkı ile varlığını sürdürmekte, canlı ve<br />

cansız bütün varlıklar bir an bile o aşktan kendilerini<br />

ayrı görmemektedirler. Hava, su, toprak,<br />

ateş, yer gök, cemadat ve nebatat, hayvanat ve<br />

insan hep o aşkın şevki ve neşesi ile yaşamını<br />

sürdürmekte; yerler gökler, yıldızlar, ağaçlar, ay<br />

ve güneş, hep O’nun aşkı ile dönüp durmaktadır.”<br />

(Doğan,2004: 35) Bu evrensel ya da külli<br />

aşk yalnız insanın değil, bütün yaratıkların yaratıcısına<br />

duydukları aşktır. Bu aşk hem canlıcansız<br />

varlıklarda hem de meleklerde vardır. Bu<br />

düşünce sistemine göre yersel ve göksel, dünyevi<br />

ve uhrevi bütün âlem ve varlıkların Allah<br />

ile olan bağlantıları göz önünde bulundurulmaktadır.<br />

“Ebu’l Hasan Deylemi: “İster ulvi olsun,<br />

ister süfli, bütün varlıklar iştiyakla kendi yaratıcısına<br />

ve yüce Hakk’a ait olan külli sevgiye<br />

doğru hareket hâlindedir.” der. Bu konuyu İbn<br />

Sina “Risalet’ül Aşk” adlı eserinde aşkı hem<br />

evrensel hem felsefi hem de tasavvufi açıdan<br />

ele almıştır.”(Pürcevadi;2002: 392)<br />

“Göklerde ve yerde olan varlıkların, kanatlarını<br />

çırparak uçan kuşların Allah’ı tespih<br />

ettiğini görmedin mi Onların her biri kendi<br />

duasını ve tespihini bilmektedir.”(Kur’an,<br />

24/41)<br />

Yine elçisini tanık göstererek evrendeki<br />

her şeyin secde hâlinde olduğunu belirten Allah:<br />

“Görmedin mi, göklerde ve yerde bulunan<br />

varlıklar, Güneş, Ay ve yıldızlar, dağlar,<br />

ağaçlar ve insanların birçoğu Allah’a secde<br />

ediyorlar.”(Kur’an,22/18)<br />

İbn Arabî , “Göklerde ve yerde olanlar<br />

Allah’ı tespih ederler.”(Kur’an, 57/1, 59/1)<br />

Kur’an ayetlerine sık sık değinir. Bu tespihin<br />

her varlığın sahibi Allah’ın bilgisine<br />

göre olduğunu söyler. Çiçekler Allah’ı güneşin,<br />

toprağın ve yağmurun Rabbi olarak tespih<br />

ederlerken, arılar çiçeklerin rabbi olarak tespih<br />

eder. Rezzak, Vasii, Muhyi, Cemil, Rahman<br />

ve diğer isimler Allah’ındır. Ve halk bu<br />

isimleri zikrederek O’nu tespih eder. Fakat<br />

sadece İnsan-ı kâmiller, Allah’ın tüm isimlerini<br />

zikrederek, Allah’ı eksiksiz tespih ederler.<br />

Bu mükemmel tespih, tüm eşyanın tespihlerini<br />

idrak eden ve kapsayan bir tespihtir. “ İnsan-ı<br />

kâmil Allah’ı âlemdeki tespihlerin hepsiyle tespih<br />

eder.” (Chittck, 54)<br />

66<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


“Yaratıldı yaratılalı göklerin dönüşünü aşk<br />

dalgasından bil. Aşk olmasaydı dünya donar kalırdı.”<br />

diyor Mevlana.<br />

“Aşk imiş her ne var âlemde.”<br />

Başka bir ayette de “Göklerde ve yerde bulunan<br />

bütün canlılar ve melekler Allah’a secde<br />

eder.”<br />

“Hem aşikârsın hem gizlisin. Öyle bir zatsın<br />

ki cismin yok. Bütün canlılar senden ibaret, fakat<br />

sen candan münezzehsin.” (Attar1992:3)<br />

“Her şey O’ndan başladı ve O’na dönüyor.”<br />

Nereye başımı koysam, secde edilen O’dur.<br />

Altı tarafa ve altı tarafın dışında Mabut<br />

O’dur.<br />

Bağ, gül, bülbül, sema ve sevgili hep bahane.<br />

Bunların hepsinden maksat O’dur.<br />

Mevlana<br />

“Aşk, yaratıcının misak gününde, can eyvanında,<br />

insanoğlunun gönlüne yerleştirdiği bir<br />

ateştir.” der Ahmet Gazali. Dolayısıyla ona göre<br />

aşk insana özgüdür. Hatta melekler bile âşık değillerdir.<br />

Âşıklığın gereği, çile, ıstırap ve belaya<br />

katlanma ve sonunda yokluktur. Oysa melekler<br />

yok olucu değillerdir. Yaratılmışlar arasında insan<br />

dışında âşıklıktan nasibini alan sadece iblistir.<br />

Öyle ki, iblisin Allah’a olan aşkı onu Âdem’e<br />

secde etmekten bile alıkoymuştur. “Şarap, bade<br />

ve sarhoşluk kelimelerinden aşkı amaçlamıştır<br />

ünlü mutasavvıf Gazali. Ona göre insana özgü<br />

olması nedeniyle aşk badesinden içebilen ve sarhoş<br />

olabilen sadece insanoğludur. ( Pürcevadi;<br />

1998:396)<br />

İbni Sina gibi filozoflar insanın yaratıcıya<br />

olan aşkını, aşkın en yüce mertebesi saymışlardır.<br />

Mecnun’nun Leyla’ya aşkı ya da pervanenin<br />

muma aşkı bazı mutasavvıflar için semboldür.<br />

İlahî aşkı anlatmanın aracıdır. “Nizami için Leyla<br />

ile Mecnun, Ferhat ile Şirin aşkı sembol değil,<br />

evrensel aşkın hakikatinin tezahürüdür (Pürcevadi;<br />

1998: 398) Fahruddin Irakı “Mecnun’un<br />

sevgide kıblegahı görünüşte Leyla’nın cemali<br />

ise de, hakikatte Leyla mutlak cemalin aynasından<br />

başka bir şey değildir. Âşık maşukun aynasında<br />

kendinden başkasını görmez.” diyecektir.<br />

(Iraki; 1998: 35)<br />

Hafız-ı Şirazî: “Maşuk’un gölgesi âşık’a<br />

düştüyse ne oldu Biz O’na muhtaç idik, O bize<br />

müştak.” Mevlana bu mertebeye işaretle şöyle<br />

diyor: “Bir ibadethanede birleşen âşıklar sevgilinin<br />

cemalinin nuru ile yanan pervanelerdir.”<br />

Ya da, “Senin latif ruhunla benim ruhum, suyun<br />

şarapla birleştiği gibi birleşirler.” Yani, “demir<br />

nasıl ateşe girince ondan farksız olur ‘ben ateşim’<br />

derse ilahî tecelliye uğrayan kul da kendi<br />

benliğinden geçmiş olduğu hâlde “Ene’l Hakk”<br />

der. (Sunar; 1975: 8). “Benim sığınmam O’ndan<br />

O’nadır; her şey O’ndan başladı, O’na dönüyor.”<br />

mealindeki ayetlerden şu sonuç çıkıyor:<br />

“Mademki her şey Hakk’ın tecellisidir ve değişik<br />

tecellilerin toplamı olan çeşitli varlıklar yine<br />

O’na dönecektir. O, tek varlıktır.” Öyleyse âşık<br />

da maşuk da O’dur. “Aslından kopup da ayrı kalanlar<br />

/Gene o kavuşma gününü arar.”<br />

Şeyh-ül Ekber beşerî sevgiyi vahdet-i vücut<br />

esasına sadık kalarak açıklamış ve böylece insan<br />

sevgisini ilahi bir kaynağa bağlamıştır. Ona<br />

göre, dünya güzelleri şeklinde tecelli eden Allah<br />

olduğu gibi, âşık’ın gözünden bu güzelliği<br />

temaşa eden de Allah’tır. Âşık da, maşuk da aşk<br />

da O’dur.<br />

“Kendi hüsnün hublar şeklinde peyda eyledin/<br />

Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin<br />

Gerçi dilber kendidir hem giydi âşık kisvesin/<br />

Pes cemal-i cilvesin kendin temenna kıldı Hak”<br />

gibi mısralarda aşk anlayışı anlatılmıştır. Yine<br />

Arzuların Tercümanı adlı kitabında şöyle der<br />

Şeyh-ül Ekber:<br />

Hangi güzelden söz ettiysem hep senin güzelliğinden<br />

kinayedir<br />

Hangi evi anlattıysam hep senin beytinden<br />

söz ediyorum.<br />

İbn Arabî ibadetin aslının sevgi olduğunu<br />

söyler. Mevlana da, aşk dininden söz ederek aşktan<br />

başka din ve mezhep tanımadığını ifade eder.<br />

Başta “sultanul âşıkin” diye meşhur İbnul Farız<br />

olmak üzere Ebul Hayr, Ahmed el Gazali, Aynul<br />

kudat el- Hemedani, Senai, Atar, Ruzbihan-ı<br />

Bakli gibi mutasavvıflar da aşk ağırlıklıdır. Hat-<br />

67<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ta bunlar nazarında her şey aşktan ibarettir. Varlık<br />

tamamıyla aşka dayanır. Bir çeşit aşk metafiziği<br />

kurmuşlardır. Birçok mutasavvıf gibi Yunus<br />

Emre ve Niyazi-i Mısri gibi mutasavvıf Türk<br />

şairleri de aynı görüşü paylaşmışlardır. Özellikle<br />

bu görüşü savunan sufiler aşk, şevk, vecd,<br />

cezbe ve sekr’i esas almışlar, sema ayinlerinde<br />

musiki ve raksla coşmuşlar, bu suretle aşk<br />

ve özlemlerini güçlendirmişlerdir. Mevlana’ya<br />

göre dünya konusunda aktif olan akıl, Allah bahsinde<br />

hiçbir işe yaramaz. O’na ulaşmanın ancak<br />

sevgiyle olacağını savunmuştur. İnsanı Allah’a<br />

götüren aşktır. “Mutasavvıflar aşk ile manevi<br />

mi’raç yapılabileceğini söyler, kendilerinin böyle<br />

bir miraçları bulunduğunu ileri sürerek buna<br />

“mirac-ı muhabbet” veya “mirac-ı aşk” adını<br />

verirler. İbnul-Farız “et- Ta’iyyetü’l-Kübra” kasidesinde<br />

sevgi ve aşka dayanan kendi ruhi ve<br />

manevi miracını gayet parlak bir üslupla tasvir<br />

etmiş, aşk merdiveninde basamak basamak yükselerek<br />

nasıl maşukuna erdiğini ve onda fani olduğunu<br />

anlatmıştır.”(Pürcevadi; 1998: 396)<br />

Ahmed Gazali’ye göre aşk, Yaratıcı’nın misak<br />

gününde, can eyvanında (ruhlar âleminde)<br />

insanoğlunun gönlüne yerleştirdiği bir ateştir.<br />

Dolayısıyla aşkın gereği, çile ıstırap, belaya katlanma<br />

en sonunda da yokluktur; fenafillâhtır.<br />

Tasavvufta ezeli aşk kavramı, iki metafizik<br />

konuyla ilişkilidir. Misak ve Allah’ın kullarına<br />

olan sevgisi konularıdır. Araf suresinde Allah,<br />

Âdemoğullarına zürriyetiyle yaptığı sözleşmeden<br />

‘misak’tan söz eder. “Rabbin insanoğullarının<br />

sulbünden zürriyetlerini almış ve onları<br />

kendilerine tanık tutarak onlara, “Ben sizin<br />

Rabbiniz değil miyim” demiş, onlar da ‘evet’<br />

demişlerdi.”(Araf,172) Mutasavvıflarca aşk sözleşmesi<br />

olarak bilinen bu sözleşme ruhların cisim<br />

âlemine ya da beşeriyet âlemine girmelerinden<br />

önce, yani âlem-i ervahta gerçekleştirilmiştir. Bu<br />

yüzden insanın Allah’a olan sevgisi ezeli ve fıtri<br />

bir sevgidir. Ezeli aşk nazariyesi ve bunun yanında<br />

misak ya da bezm-i elest ile Hakk’ın maşuk<br />

suretinde tecellisi, ruhların bu surette bakışları<br />

ve kalplerde meydana gelen aşk konusu âşıkane<br />

sufiyane şiirlerine girmiştir.<br />

“Biz elest meyhanesinde elest sarhoşu olduk./<br />

Evet (bela) adını nasıl anladım Zira sarhoş olduk.<br />

Bizden önce canımız içti elest şarabını./<br />

Hepimiz aynı şaraptan elest sarhoşu olduk.”<br />

Attar<br />

Sevgiliyi görmenin ve onunla sözleşmenin<br />

sonucu ortaya çıkan iştiyak, âşığın yüreğinde<br />

onu sürekli devingen tutan ateştir. Ezelden beri<br />

âşıkların yüreğinde yanan bu ateş, ölüm anına<br />

dek, hatta ölümden sonra bile canlı kalır.<br />

Mutasavvıf şairler Mecnun ile Leyla, Ferhat<br />

ile Şirin, Kerem ile Aslı, Vamık ile Azra<br />

ve Yusuf ile Züleyha gibi aşk hikâyelerinden<br />

yararlanmışlar ve değişmeceli aşkı hakiki aşkın<br />

merdiveni olarak görüp ilahî aşkı anlatmak<br />

için birtakım benzetmeler yapmışlar ve duyular<br />

âleminden misaller vermişlerdir. Bunlardan en<br />

önemlileri kadın, pervane-mum-ateş, gül-bülbül<br />

ve bade misalleridir. Baştan beri mutasavvıflar<br />

ya konusu kadın ve beşerî aşk olan şarkı ve<br />

gazelleri ilahî aşka uygulamışlar veya Attar,<br />

Abdurrahman-ı Cami ve Mevlana’da olduğu gibi<br />

ilahî aşkı doğrudan beşerî aşk şeklinde tasvir etmişlerdir.<br />

Fuzuli’nin “Leyla vü Mecnun” bunun<br />

en güzel örneklerinden biridir. Bu nedenle konusu<br />

Allah aşkı olan gazel kaside ve mesnevilerde<br />

dilberlerin yüz, göz, kaş yanak, zülüf, gamze,<br />

boy, işve ve cilve gibi hoşa giden yanları, hâl<br />

ve hareketleri sembolik ve değişmeceli anlatım<br />

unsurları olarak kullanılmıştır. Bülbül âşık, gül<br />

maşuktur. Güldeki diken aşktaki ıstırabı, bülbülün<br />

yanık nağmeleri âşık’ın feryat ve figanıdır.<br />

Mum ışığına âşık olan pervane bunun etrafında<br />

durmadan döner, en sonunda kendisini ateşe<br />

atar, yanar ve böylece ateşte fani olur. Âşık da<br />

aşk ateşinde pervane gibi yanar ve sevgilisi uğrunda<br />

kendini feda ederek fena mertebesine ulaşır.<br />

İnsanı kendinden geçiren ve aklını başından<br />

alan özelliğiyle şarap da (mey, bade) aşk bahsinde<br />

mutasavvıflar tarafından çok kullanılmış, kadeh,<br />

saki, meyhane gibi şarapla ilgili kelimelere<br />

geniş yer verilmiştir. Hatta İbnul-Farız’ın konusu<br />

ilahî aşk olan meşhur kasidesinin adı (Şarap)<br />

Hamriyye’dir.<br />

Aşkın dili kelimelerden ve onların yüklü olduğu<br />

anlamlardan çok ötedir.<br />

Dr. Cevat Nurbahş<br />

Mutasavvıflar ilahî aşkla ilgili duygu ve<br />

68<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


düşüncelerini daha çok teşbih ve temsillerle<br />

anlattıklarından tasavvuf edebiyatı bir imgeler,<br />

simgeler, mecazlar ve rumuzlar edebiyatı<br />

hâline gelmiştir. Bazı hâllerde bir manzumenin<br />

ilahî aşka mı yoksa beşerî aşka mı dair<br />

olduğunu anlamak bile güçtür. Aşk ve muhabbet<br />

kavramları edebiyat, felsefe ve tasavvuf<br />

çevrelerinde ilgiyle karşılanırken, fıkıh<br />

ve kelam âlimlerce şiddetle eleştirilmiş<br />

ve reddedilmiştir.<br />

Evren, mutlak güzellik olan Tanrı’nın<br />

güzelliklerini yansıtan bir aynadır. Kudret-i<br />

İlahinin tecellisi yüzdedir. Bu nedenle güzele<br />

âşık olan insan gerçekte Tanrı’ya, evrende<br />

yaşanan Tanrı güzelliğine âşıktır.<br />

“Mecnun’un sevgide kıblegâhı, görünüşte<br />

Leyla’nın cemali ise de hakikatte Leyla,<br />

mutlak cemalin aynasından başka bir şey<br />

değildir.”(Iraki;1992: 33) Kişi güzelden güzellere,<br />

güzellerden güzelliğe geçer. Böylece<br />

âşığın gözünde sevgili salt bir simge durumuna<br />

gelir. Yaratılışı, yaratılıştaki hikmetleri,<br />

kudreti görmeye, yaratılanı sevmekten,<br />

onda yok olmaktan, yaratanı sevmeye onda<br />

yok olmaya yönelir. İşte bu yönelişle kişi<br />

geçici aşktan gerçek aşka, Tanrı aşkına ulaşır.<br />

Muhyiddin Arabî’ye göre Hz. Muhammed<br />

“Habibullah”tır .<br />

Mutasavvıfların yorumuna göre, “Mirac<br />

gecesi Hz. Muhammed’i sidretü’lmünteha’ya<br />

kadar getirip oradan öteye geçemeyen<br />

Cebrail aklı, oradan öteye geçebilen<br />

ve kılavuzluk görevini devralan Refref<br />

ise aşkı simgeler. Bu nedenle Mutasavvıflar<br />

aşkı Tanrı’ya ulaşmanın en güvenli, en doğru<br />

ve en hızlı aracı kabul etmişlerdir.” (Ana<br />

Britanica, cilt 2,470)<br />

“Ezelde öyle bir şarap içtik ki henüz o<br />

şarabın ateşiyle mahmurluk içindeyiz”<br />

Sadi<br />

Geçmişi ezele varan aşk, Allah ile insan<br />

arasındaki ilahî aşktır. Sevgili Allah’tır, seven<br />

ya da âşık ise insan. Evrensel aşk küllidir,<br />

insanın aşkı bunun bir cüzüdür. Bu aşkta<br />

sadece insan değil, yersel ve göksel, dünyevi<br />

ve uhrevi, bütün âlem varlıkların Allah<br />

ile olan bağlantıları göz önünde bulundurulmaktadır.<br />

Bütün yaratılanların iştiyakla kendi<br />

yaratıcısına ve yüce Hakk’a ait olan külli<br />

sevgiye hareket hâlindedirler; çünkü bütün<br />

göklerin hareketi, ilk hareket ettirene, yani<br />

ilk yaratıcıya olan iştiyaktan kaynaklanan bir<br />

harekettir.”(Pürcevadi; 1998: 392)<br />

Evrensel aşk nazariyesi filozoflar arasında<br />

olduğu gibi mutasavvıflarca da benimsenmiş<br />

ve savunulmuştur.<br />

Aşk konusundaki en güzel ve en kapsamlı<br />

klasik felsefi eser, mutasavvıfların da görüşünü<br />

yansıtan İbn Sina’nın Risaletü’l- ı Aşk’<br />

adlı eseridir. Aşkın bütün varlıklara sirayet<br />

ettiğini anlatır. “Her varlık içgüdüsel aşk nedeniyle<br />

salt iyiliğe iştiyaklıdır ve bu yüzden<br />

bütün varlıklar Hakk’a âşıktır.” der.<br />

“Yedi gök, dünya ve bunlarda bulunan herkes<br />

O’nu tespih eder. O’nu övgüyle tespih etmeyen<br />

hiçbir şey yoktur.” ( İsra;44)■<br />

_______________________<br />

Ku’ran-ı Kerim ve Açıklamalı Meali(1993)Türkiye<br />

Diyanet Vakfı. Yay., İst.<br />

İbn Arabî (2003) ”İlahî Aşk” (çev. Mahmut Kanık)<br />

İnsan Yay., İst.<br />

W. Chittick (1999) Hayal Âlemleri – İbn Arabi ve<br />

Dinlerin Çeşitliği Meselesi- ( çev. Mehmet Demirkaya)<br />

Kaknüs Yay., İst.<br />

Mevlana(2003),”Mesnevi” (çev. Şefik Can) Ötüken<br />

Yay., İst.<br />

Abdulkadir Kuşeyri(1991) “Kuşeyri Risalesi” (hzl.<br />

Süleyman Uludağ) Dergâh Yay., İst.<br />

Ferideddin-i Attar(2002) “Mantık Al Tayr” (çev. Abdulbaki<br />

Gölpınarlı), MEB. Yay., İst.<br />

Ferdeddin-i Attar (1992)”İlahiname” (Çev. Abdulbaki<br />

Gölpınarlı) MEB Yay., İst.<br />

Fahruddin Iraki (1992) “Lemaat” (çev. Saffet Yetkin),<br />

MEB Yay., İst.<br />

Bayat Mojhah, Jamnia Mohammed Ali (2000), Sufi<br />

Diyarından Hikâyeler, (çev. Salih İldeniz)İnsan Yay., İst.<br />

Doğan, Muhammet Nur (2004) “Divan Şiirinde Aşk”<br />

, Doğu Batı, Yıl 7, S. 26.<br />

İslam Ansiklopedisi (1991),Ayna Md. Süleyman Uludağ,<br />

Diyanet Vakfı Yay.,C.4. İst.<br />

Pürcevadi, Nasrullah (1998) Can Esintisi,(çev. Hicabi<br />

Kırlangıç), İnsan Yay., İst.<br />

Sunar, Cavit (1974), Tasavvuf Tarihi, A.Ü. İ.F. Yay.,<br />

Ank.<br />

69<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


EN DERİN EVVEL<br />

Yol gittiğimiz, devir geldiğimiz<br />

Mutlak sürgünlerin evsizliğine<br />

Evvelin<br />

Akşamın<br />

Yola koyulmuş günün<br />

Sonra nazarın ve ateşin<br />

Geldiği an<br />

İfritin gözlerinden kan aldığım gün<br />

Gök katında kanat düşerse yağmur<br />

Sükûta yenilir çığlığı evvelin<br />

Zahirin<br />

Gecenin<br />

Geceyi bekleyen sözün<br />

Gökteki şehrin<br />

Elbet dağ ve denizin<br />

Gittiğim an<br />

Saklanan rüzgârın<br />

Balçığın acelesinden<br />

Toprağın dudağına su aldığım gün<br />

Gölgeler bölünür sinsi yalnızlığında kuşluğun<br />

Gün durduğuna durur sözün eşiğinde<br />

Ahirin<br />

Sabahın<br />

Sabahı sayan elin<br />

Kuyunun çölün ve ayazın<br />

Anlatılan meramın ve sırrın<br />

Suretin yalnızlığına direnen ayağın<br />

Korkunun yerinden döndüğünü<br />

Bildiğim an<br />

Suyun sabrından ateş aldığım gün<br />

ÖMER KAZAZOĞLU<br />

70<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ALİMBAY BOTAKARAEV<br />

Sufiler ahirete de<br />

bu dünyaya da<br />

meyletmezler.<br />

Onların muradı<br />

Allah’ın visalidir.<br />

Yesevî, ancak, nur-ı<br />

iman ve yakin ile<br />

derinleşen sufilerin,<br />

Hak didarına<br />

nail olacağını<br />

açıklamaktadır.<br />

Onlar için Mutlak<br />

Varlık’ın hakikati<br />

hakkında tartışmak<br />

da abestir.<br />

“Bismillah deyip, beyan eyleyin<br />

Hikmet söyleyip” *<br />

Yesevî düşüncesinin anlamı veya mânâsını<br />

kavramamız için ilk önce onun dünya görüşündeki<br />

hikmet, yaratılış, aşk ve ruh anlayışlarının<br />

yer ve önemini tespit etmemiz gerekmektedir.<br />

Bunun yanı sıra, Hoca Ahmet Yesevî düşüncesini<br />

irdelemeden önce, herhangi bir dünya görüş veya<br />

düşünce sisteminin ele alınışı veya yorumundaki<br />

en önemli meseleyi açıklığa kavuşturmamız icabetmektedir.<br />

Hoca Ahmet Yesevî’nin tarihî kişiliği (şahsiyeti),<br />

öğretisi ile tasavvufî dünya görüşünün, onun<br />

yaşadığı zaman ve zemin dairesindeki Türk-İslam<br />

düşüncesinin ürünü olduğu bellidir. Dolayısıyla,<br />

Yesevî düşüncesinin manasını kavramamız için ilk<br />

önce onun düşünce sistemi ile tasavvufî dünya görüşünü<br />

oluşturan “tarihî zemini yönlendiren âlem<br />

ile” hermenötik sohbet kurmayı başarmamız gerekmektedir.<br />

Bu ise, çok iddialı ve zor iştir. Çünkü<br />

elimizde hâlen Ahmet Yesevî’nin yetiştiği ve kişiliğinin<br />

oluştuğu tarihî zeminin dinî, felsefi ve siyasi<br />

boyutları hususunda aydınlatıcı ve yeterli bilgileri<br />

yoktur. Bazı efsanevî veya mitoloji mahiyetinde-<br />

* Divan-ı Hikmet, H-1, s.3.<br />

71<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ki vesikaların yeterli olmasına rağmen, Yesevîlik<br />

kültür zemini hakkında sistematik bir bilgiye rastlayamadık.<br />

Halk arasında yaşayan efsanelerden<br />

Yesevîlik kültürü hakkında onun dünya görüşünün<br />

sembolik ve simgesel düşünce özelliklerini taşıyan<br />

bazı kategorik ve kavramsal temellerini bulmak<br />

mümkün olsa bile, bunları tarihî zeminde gerçekleşen<br />

olgusal gerçeklerle uydurmakta zorlanmaktayız.<br />

Bunun yanı sıra, Hoca Ahmet Yesevî düşüncesi,<br />

kategorik özelliği bakımından bir tasavvufî dünya<br />

görüş zemininde oluşan felsefedir. Diğer bir ifadeyle,<br />

Hoca Ahmet Yesevî düşüncesinin “kâl değil, hâl<br />

ilmi” olduğunu hatırlar isek, bu işin zorluğu ortadır.<br />

Ancak bütün bunlara rağmen, Türk düşünce tarihindeki<br />

Hoca Ahmet Yesevî’nin yeri ve önemi hakkında<br />

araştırmalar devam etmekte ve devam etmelidir.<br />

En önemlisi, bu konu üzerinde yaptığımız araştırma<br />

sonunda elde ettiğimiz yorum veya düşünceler,<br />

Hoca Ahmet Yesevî’yi, bugünün değişen sosyokültürel<br />

şart ve talepleri açısından tanımaya ve tanıtmaya<br />

yönelik olacaktır. Bu açıdan bakıldığında<br />

Hoca Ahmet Yesevî’nin hikmet dolu mirasının benim<br />

dünya görüş ve bilgi birikimime bıraktığı iz ve<br />

tesirini anlatmam da, çalışmamız esnasında kullandığım<br />

hermenötik inceleme yönteminin talepleriyle<br />

örtüşmektedir.<br />

Hoca Ahmet Yesevî’nin, öğretisi ve düşünce<br />

sistemi dairesinde tanıtmaya ve anlatmaya çalıştığı<br />

olgun insan tipi ile Kur’an’ın istediği insan tipi arasında<br />

hiçbir farklılık yoktur. Yesevî, Kur’an vahyinin<br />

en önemli meselesi olan insan ve onun iç âlemi<br />

ve zihniyetini kavramayı amaç edinmiştir. Bu bakımdan,<br />

Yesevî, Kur’an’ın istediği ve yetiştirmeyi<br />

amaçladığı insan kişiliğini kendi öğretisi ve yorumuyla<br />

ortaya koymuştur.<br />

Yesevî’nin, kendisini, toplumu ve onun maneviyatını<br />

nasıl bir tanzime sokacağı ve nur-ı iman<br />

ile hayatı nasıl anlamlandıracağı konusunda bir yol<br />

arayışı içerisinde olduğu bilinmektedir. Onun işi<br />

ilk başta, topluma Kur’an’ın insan ömrüne mânâ<br />

kazandırmak ve onun ruhi âlemini olgunlaştırmak<br />

için Allah tarafından gönderilmiş en büyük hikmet<br />

olduğunu tanıtmak olmuştur.<br />

Yesevî düşüncesine göre, insanın iç âlemi kendi<br />

başına bir hikmettir. Yesevî ve daha sonraki takipçilerinin<br />

eserlerinde “insanın iç âlemi ve sadrının<br />

hikmet olduğu” üzerinde önemle durulmaktadır.<br />

XIX. yy. Yesevîlik geleneğinin büyük temsilcisi<br />

Abay Kunanbayoğlu’nun dünya görüşü tamamen<br />

bu istikamettedir [1] . Gerçekte ise, insanın iç âlemini,<br />

en büyük hikmet kaynağı olan Kur’an ile gıdalandırmak<br />

ve birleştirmek ve onu ruhani olgunluğa<br />

eriştirmek, tüm bozulmamış tasavvuf ekollerinin en<br />

önemli amacıdır [2] .<br />

1. Kunanbayulu A., Şığarmalarının Eki Tomdıq Tolıq<br />

Jinağı, Almatı 1995, Jazuvşı, (336).<br />

2. Aydın M.S., İslam Felsefesi Yazıları (Makaleler 2),<br />

İstanbul 2000, “Ufuk Kitapları”, (211), s.177-187;<br />

72<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Sözlük anlamda, hikmet kelimesi, akıl, doğru<br />

sözler, din ilmi, “en iyi ilim vasıtasıyla, en iyi şeyin<br />

bilinmesi” [3] demektir. Kur’ân-ı Kerim’de kullanılan<br />

“hikmet” [4] kavramını bütünlük içinde değerlendirecek<br />

olursak, doğru inanç, doğru amel ve doğru<br />

düşünme kabiliyeti anlamlarına geldiğini söyleyebiliriz.<br />

Hikmet, Kur’an’ın manası, yani, ilahî vahyin<br />

özüdür [5] . Kur’an’ın hikmet olması, onun tüm<br />

iyilikler ile faziletlerin kaynağının Allah’tan geldiğinde<br />

yatmaktadır. Allah’ın sıfatlarının biri de el-<br />

Hakim’dir”. Yesevî düşüncesinde, yaratılmış tüm<br />

varlıklar Allah’ın “bir ve varlığını” gösteren birer<br />

işaret veya delildir. Bu işaretler de birer hikmettir.<br />

Bu bilgi Kur’anî’dir. Sufiler aynı esasa dayanarak,<br />

Kur’an’ı, âlemi ve insanı da birer hikmet kitabı<br />

olarak görmektedir. Sufîler, Allah’ın hikmeti her<br />

bir yaratılmış varlıklarda tecelli ettiğinden, onlarda<br />

mânâ aranılması gerektiğini ifade ederler. Her bir<br />

varlıktan hikmet bulup Allah’ın “el-Hâkim” olduğunu<br />

yaymak ve Allah’a benzemeye çalışmak tasavvuf<br />

felsefesinin en kutsal amacıdır.<br />

Hikmetin Müslüman filozoflara göre tanımları<br />

hemen hemen aynıdır. Mesela, hikmet, akıl, din,<br />

kader ve yaratılış açısından sebep ve sonuç ilişkisini<br />

bilmek ve eşyanın içyüzüne vakıf olmak, [6] “kesin,<br />

doğru bilgi, yapılması fazilet olan bir hareket<br />

tarzı”, [7] “insanın gücü yettiği ölçüde yüce Allah’ın<br />

fiillerine benzemeye çalışması” [8] gibi tanımları hep<br />

ahlaki, Kur’an’i ve mantıki değerlendirmelerdir.<br />

el-Kindî, “Hikmet, insanın kapasitesi ölçüsünde<br />

ebedî, küllî şeylerin hakikatlerinin, mahiyetlerinin<br />

ve sebeplerinin bilgisidir” [9] diye bir felsefe tanımı<br />

vermektedir. Esasen, “Felsefe ve hikmet kelimeleri,<br />

İslam düşünce tarihi’nde çoğu zaman tamamen aynı<br />

anlamda kullanılmıştır. Yani, hikmet, hem bir disiplin<br />

ve hem de bir düşünce tarzı olan felsefe ile aynı<br />

3. İbn Manzur, Lisanü’l Arab, (Hikmet Maddesi) , Cilt XV,<br />

S.30. Beyrut 1956,<br />

4. Kur’an: Kamer (54), 52; Kamer (54), 5; Meryem<br />

(19), 12; İsra (17), 39; En’am (6), 89; Lokman<br />

(31),12; Zuhruf (43), 63; Casiye(45), 16; Nahl (16),<br />

125; Bakara (2), 129; Bakara (2), 251, 269,154, 231;<br />

Al-ı Imran (3), 164, 79, 81; Ahzab (33), 34; Nisa (4),<br />

52, 113; Cuma (62), 2.<br />

5. Kur’an., İsra (17), 23, 39;<br />

6. İbn Kayyım el-Cevziyye, age. , C. 2, s. 374.<br />

7. Bayraktar, age., s. 23.<br />

8. Aynı eser, s. 21.<br />

9. Aynı eser, s. 22.<br />

görülmüştür.” [10]<br />

Felsefe, en geniş anlamıyla, “âlem ve insan hakkında<br />

sistemli bir düşünce tarzıdır. Bu türden bir düşünce<br />

tarzı, ezelden ebede var olan ve varlığa gelmiş<br />

olan her şeyin hakikatinde ne olduğunun bilinmesini<br />

farz eder ki, bu da insan gücünün erişebileceği<br />

en ulvî bir özelliğidir. Her şeyin hakikatini bilmek,<br />

bir anlamda insan ve hayatına, kâinata ilişkin bütün<br />

bilgilere sahip olmak demektir. O hâlde, insan ve<br />

kâinatın hakikatini bilmek ve bu bilgiye göre hareket<br />

etmek, en güzel anlamıyla felsefenin (hikmetin)<br />

çerçevesine girer. Bu da hikmetin ta kendisidir”. [11]<br />

Bazı tasavvufi kaynaklar, hikmetin, Allah’ın bir<br />

ordusu olduğunu ve onunla, veli kullarının kalplerini<br />

güçlendirdiğini kaydederler. [12] Hikmeti ilk defa<br />

bir tasavvuf terimi olarak ele alıp inceleyen Herevî,<br />

onun üç mertebesinden bahsetmiştir: Ona göre,<br />

hikmetin birinci derecesi, bir durumu, bir işi bilip<br />

tanımak, ikinci derecesi bunu ifade etmek, üçüncü<br />

derecesi onu uygulamak ve yaşamaktır. Kâşânî’nin,<br />

biri söylenen hikmet, diğeri söylenemeyen hikmet<br />

olmak üzere hikmeti ikiye ayırdığı, ilkine şeriat ve<br />

tarikat, ikincisine hakikatin esrarı adını verdiği kaynaklarda<br />

zikredilir. [13] Tasavvufta “Kim kendini bilirse,<br />

Rabbini bilir” kaidesi yaygındır. Buna uygun<br />

olarak hikmetin öncesi Hakk’ı bilmek, sonu hayır<br />

yapmak şeklinde bir değerlendirme de vardır. [14]<br />

Tasavvufta hikmet, genellikle, “ilahî sırların ve<br />

gerçeklerin bilgisi, varlıkların varoluş amaçlarının<br />

kavranması, sebeplerle bunların sonuçları arasındaki<br />

ilişkilerde ilahî iradenin rolünün keşfedilmesi<br />

anlamında kullanılır. Yani, hikmet, keşif yoluyla<br />

ulaşılan tasavvufi bilgidir. [15] Buradan da Hikmet’in<br />

rasyonel yollarla elde edilecek ilim değil de, doğrudan<br />

kalbe gelen ve gönül ile hissedilen ledûnî ilim<br />

olduğunu görmek mümkündür [16] .<br />

Ahmet Yesevî hikmeti “hâl ilmi” veya “defter-i<br />

10. Aynı eser, s. 23.<br />

11. Bingöl A., “Hakikat, Felsefe ve Din”, İslam’ın bugünkü<br />

meseleleri, Ankara1997, s. 231-235.<br />

12. Cebecioğlu, age., s. 360.<br />

13. Kara M., “Hikmet”, T.D.V.İ.A., C.17, s.518-519,<br />

İstanbul, 1998;<br />

14. Baydoğan, age., s.117-132<br />

15. Kara M., “Hikmet”, T.D.V.İ.A., C.17, s.518-519,<br />

İstanbul, 1998.<br />

16. Ebu’L-Ala Afifi. Tasavvuf (İslam’da Manevi Devrim),<br />

Tercüme: 1. Kaçar, M.Sülün, “Risale” Yay., İstanbul1996,<br />

351 s. (134);<br />

73<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


sânî” ve “aşk defteri” olarak tarif eder [17] . Tasavvufu<br />

da, kendini bilmeyi ve Allah’a kavuşmayı amaçlayan<br />

ve hikmetlerin hikmeti Kur’an’ı esas alan aşk<br />

yolu olarak anlatmaktadır. Yesevî, âşıkların işinin,<br />

hakikat deryasında boğulmadan, Allah’ın cemalini<br />

görmek için gece gündüz uyanık olup, her türlü<br />

zorluklar karşısında sabırla kendini “hû” sohbetine<br />

adayıp, “masiva’yı” terk-i terk ederek [18] , kendini<br />

bildiği ölçüde amel eyleyip Allah’ın her işinde hikmet<br />

bulup, ibret alarak, “ölmeden önce ölmek [19] ”<br />

ilkesinin mana ve önemini anlatmak olduğunu söylemektedir.<br />

Sufiler ahirete de bu dünyaya da meyletmezler.<br />

Onların muradı Allah’ın visalidir. Yesevî, ancak,<br />

nur-ı iman ve yakin ile derinleşen sufilerin, Hak<br />

didarına nail olacağını açıklamaktadır. Onlar için<br />

Mutlak Varlık’ın hakikati hakkında tartışmak da<br />

abestir. Sebebi, bu hikmet, hâl ilmi, yani insan ilmidir<br />

ki, Allah’a ve onun didarına götüren yoldur. Bu<br />

yüzden bu yolun yolcularına “didar-ı talep” denilmektedir.<br />

Bu amaç, Yesevî’nin ilk hikmetinde şöyle<br />

geçmektedir:<br />

“Bismillah deyip beyan eyleye hikmet söyleyip,<br />

Talep edenlere inci-cevher saçtım ben işte.<br />

Riyazeti sıkı çekip, kanlar yutup,<br />

“İkinci Defter” sözlerini açtım ben işte” [20] .<br />

Yesevî’nin anlayışında iki tür ilimden söz edilmektedir:<br />

“İlim iki incidir, beden ve cana rehber<br />

durur [21] ”. Buradaki can ilminin objesi metafizik ve<br />

ebedî hakikatlerdir. Yesevî düşüncesinde, canı besleyen<br />

ilim, marifet veya hikmet ilmidir. Bu ilimle<br />

uğraşanlar gerçek âlimlerdir:<br />

“Can âlimi Hazreti’ne yakın durur,<br />

Muhabbetin şarabından içip durur,<br />

Böyle âlim, gerçek âlim olur dostlar... [22] ”<br />

Yesevî de bedeni besleyen ilim ise, insanın aklı<br />

ve dış uzuvlarıyla elde ettiği teorik bilimdir. Beden<br />

ilmi, fizik ve geçici dünyevi olguları araştırır. Beden<br />

17. Divan-ı Hikmet, H-17.<br />

18. --------------------, H-135.<br />

19. --------------------, H-15.<br />

20. ---------------------, H-1, s.3.<br />

21. Divan-ı Hikmet, H-83;<br />

22. --------------------, H-83;<br />

âlimlerinden hikmetlerde şöyle bahsedilmektedir:<br />

“Beden âlimi zalimlere benziyormuş [23] ”. Beden<br />

ilmi, “kâl”, yani, söz ve ampirik bilimdir. İnsan bu<br />

ilim aracılığıyla sadece, bedeni, maddeyi, yani varlığın<br />

sürekli değişen dış görünüşünü kavrar. Bu ise,<br />

Yesevî’ye göre gerçek ilim değildir. Sebebi, beden<br />

ilmi, gerçek bilim olan can ilmi gibi Allah’ı tanıma<br />

yolunda ruhu tezkiye ve tasfiye ederek ayna hâline<br />

getirmeye hizmet etmemesidir. Beden ilminin, zulme,<br />

yani, dünyaperestliğe itmekten başka önemi<br />

yoktur. Dolayısıyla bu zahirî ilim, yani, ulemanın iştigal<br />

ettikleri kâl ilmi, insanı eşyanın mana ve özüne,<br />

yani, görünmeyen gerçeğine götürmekten âcizdir.<br />

Kâl âlimleri veya beden âlimleri, zamanlarını boşa<br />

harcayıp varlığın şekliyle iştigal ederek, dinin kabuğu<br />

şeriat ve teorik kurallarla, ilmi dar kalıplara ve<br />

boş kitaplara dolduranlardır. Yesevî düşüncesinde<br />

ise, en hakiki ilim, hikmettir. Sebebi, hikmeti, yani,<br />

hakiki ilmi, insan doğrudan “Hak sofrasından” öğrenmektedir.<br />

Dolayısıyla, bir kişi, âlimim diye, çok<br />

sayıda kitap okuduğu hâlde mânâsını kavrayamıyor<br />

ise, bu kişi âlim değildir. Öğrendiği ilim de ilim<br />

değildir. Hakikate çok kitap okumakla değil, mânâ<br />

okumakla ulaşılabilir. İnsanın, Hakk’ın, varlığın hakikatini<br />

bilmesi için ilk önce kendi gerçeğini kavrayıp<br />

tanıması gerekmektedir. Bu yüzden Yesevî,<br />

insanın iç mânâ ve gerçeğini öğretmeyen ilmi ilim<br />

olarak kabul etmiyor. Hakiki ilmin insana marifetullahı,<br />

Hakk’a yakın olmayı öğretmesi gerekmektedir.<br />

Yesevî düşüncesinde “hâl ilmine” vakıf olmak<br />

için ilk önce, yüksek ahlaki değer ve faziletleri elde<br />

etmek şarttır. Kötü iş, kötü söz ve kötü ahlak, insanın<br />

hâl ilmini öğrenmesi ve aşka ulaşmasında engel<br />

olduğu gibi, iyi söz, gerçek ilim ve yüksek ahlak<br />

insanı esas gayesine götürecektir. İlim okumaktan<br />

amaç, halka faydalı olmak ve hizmet etmektir.<br />

Halka hizmet, insanın gönlüne yol bulmaktan başlamaktadır.<br />

Yesevîlik kültürünün Anadolu topraklarındaki<br />

en büyük temsilcisi Yunus Emre, “Bir kez<br />

gönül yıktın ise, gerekirse yüz yıl oku faydası yok”,<br />

demektedir. Çünkü insanın ilim tahsil etmedeki gayesi,<br />

hayatın ve varoluşun, âlemin mânâyla doldurulması<br />

ve hayatın, manevi şevk ve huzura dönüştürülmesidir.<br />

Yesevî’nin, “eğer insan içine mânâ dolsun<br />

istiyorsa, hâl ilmini öğrenmesi şarttır”, demesi<br />

de bu yüzdendir.<br />

23. --------------------, H-83.<br />

74<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


İlm-i hâl, kâl ilmini de kapsamaktadır. Sebebi, kâl ilmi<br />

tefsir, kelam, hadis vs. temel dinî bilimlerdir. Bu bilimleri<br />

öğrendikten sonra hâl ilmine geçebilmesi mümkün olur.<br />

Sadece, Hak didarını isteyenler ancak, kâl ilminden hâl<br />

ilmine geçerek, esas mananın Hak olduğuna tüm varlığıyla<br />

şahitlik edeceklerdir.<br />

İlm-i hâl, kâl ilmini de kapsamaktadır. Sebebi,<br />

kâl ilmi tefsir, kelam, hadis vs. temel dinî bilimlerdir.<br />

Bu bilimleri öğrendikten sonra hâl ilmine<br />

geçebilmesi mümkün olur. Sadece, Hak didarını<br />

isteyenler ancak, kâl ilminden hâl ilmine geçerek,<br />

esas mânânın Hak olduğuna tüm varlığıyla şahitlik<br />

edeceklerdir.<br />

Yesevî, hikmetlerinde “kâl ilmini okumak”, “hû<br />

halkası-zikir, “Hak sofrası-hâl ilmi”, “fenâ” makamına<br />

ulaşmak [24] , “terk-i dünya”, “kendini bilmek”,<br />

“nefsi ezmek” vs. gibi zor süreçleri kapsayan ilmi,<br />

bir bütün hikmet olarak nitelemektedir. Hâl ilmindeki<br />

“hâlden hâle” geçme süreçlerini insanın kendisini<br />

ve Hakk’ı tanıma aşamaları olarak kabul etmektedir.<br />

Bugünün kavramlarıyla tarif etmek gerekirse,<br />

Yesevî’nin “can ilmi” (bâtıni ilim) dediği şey, “görünmeyen<br />

âlemin ilmidir” (metafizik bilimidir).<br />

<strong>Bizim</strong> ilim dediğimiz, âlemdeki eşya, varlık ile olgular<br />

ve bunların arasındaki ilişkilerin kaideleridir.<br />

Genelde, sufiler fen bilimlerine ilke olarak önem<br />

vermemektedirler. Sebebi, fen bilimlerinin konusu<br />

maddedir. Madde ise, zaman içinde yaratılmış ve<br />

Allah’a en uzak şeydir. İnsan doğal olarak, maddeyle<br />

iştigal ettikçe, en önemli mânâdan uzaklaşacak<br />

ve insanı ruhsal olgunlaştırıcı ve Allah’a götürücü<br />

ruhtan ve onun güzelliklerinden yoksun kalacaktır.<br />

Bu yüzden, Yesevî için Allah’a yakın ve ona doğrudan<br />

yol gösterecek mânâ âleminin objesi ruh ve<br />

onun güzelleştirilmesi daha önemlidir. Dolayısıyla,<br />

Yesevî’nin düşüncesinde insan-ı kâmil, en hakiki<br />

ilim ile, nefsiyle ilgili bütün şeyleri terk eden ve sadece<br />

ruhun olgunluğuna yönelen insandır.<br />

Yesevî, hâl ilmini, “ikinci defter” olarak nitelemekte<br />

ve onun sadece “isteyenlere” (Didar taleplere)<br />

mahsus bir ilim olduğunu baştan itibaren hik-<br />

24. Divan-ı Hikmet, H-94.<br />

metlerinde vurgulamaktadır. Çünkü, “hikmetin sırrını,<br />

yeteneksizlere değil, sadece, onu tanıyabilenlere<br />

açmak mümkündür [25] .” Tasavvufun bu boyutu,<br />

mütekellimler ve fakihler tarafından zaman zaman<br />

tenkit edile gelmiştir. Bu yapılmış eleştiri ve sorun,<br />

tasavvufun ilk oluşum safhasından bugüne dek cevabı<br />

verilemeyen meseledir. Birçok düşünür bu soruna<br />

cevap aramak niyetiyle, risaleler yazmış ise de,<br />

bu konuyu spekülatif bir anlatımdan ileriye götürememişlerdir.<br />

Tasavvufun bütün sırrı ve mânâsı buradan<br />

kaynaklanmaktadır. Buradan, hâl ilminin en<br />

önemli özelliğinin onun insanı konu edinen hikmet<br />

olduğunu söyleyebiliriz. Hâl ilmi ile insan meselesi,<br />

düşünce tarihindeki herhangi bir akımın görüşleriyle<br />

sınırlanamayacak ve herhangi bir dinî tarife ve anlatıma<br />

sığmayacak bir konu olduğunu göstermektedir.<br />

Batı pozitivist felsefesinde olduğu gibi, insanı<br />

sadece, maddeden (et ve kemikten) müteşekkil varlık<br />

olarak ölçüp biçip tahlil etmek objektif bir sonuç<br />

doğurabilir. Ancak, ruh âlemi, bilimsel tahlile gelmemektedir.<br />

Bu yüzden insan hakkında objektif tarif ve<br />

sentez yapmak imkânı henüz yoktur. İnsan kendi başına<br />

bir sırlar âlemidir. Hâl ilmi de sırlarla örtülmüştür.<br />

Yesevî bu sırrı, hiç kimsenin, “Hakk’tan izin olmayınca,<br />

söyleyemeyeceğini [26] ” belirtmektedir. Burada,<br />

Yesevî’nin özellikle üzerinde durduğu mesele, hâl ilminin,<br />

Kâşânî’nin de söylediği gibi, “dil ile anlatılması<br />

imkânsız hikmet” türü olduğudur.<br />

Yesevî, hikmetin, bir “aşk defteri”, yani, insanın hakikatini<br />

tanıtmaya yönelik bir ilim olduğunu söyler ve<br />

ona sadece, “âşık olmak”, “riyazet çekmek” ve “kan<br />

yutmak” gibi hâlleri yaşamakla ulaşmanın mümkün<br />

olabileceğini simgesel ve sembolik düşünce kategorileriyle<br />

göstermektedir. Yesevî’nin amacı, hikmetleriyle,<br />

eski Türk düşüncesinin değer ve kalıpları-<br />

25. Kara M., “Hikmet”, T.D.V.İ.A., C.17, s.518-519,<br />

İstanbul, 1998<br />

26. Divan-ı Hikmet, H-17.<br />

75<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


nın özünü, İslami manayla değiştirmek ve insanın<br />

gerçek ruhi olgunluğu ile mânâsının tanınmasını<br />

gerçekleştirmektir. Çünkü Yesevî’nin düşüncesine<br />

göre, gerçek hürriyete erişmenin temeli İslamdadır.<br />

İslam dininin özü olan tasavvuf ise, insanın iç âlemi<br />

ve gerçeklerini araştırma objesi olarak tanımaktadır.<br />

Dolayısıyla, İslamın esas meselesi insan ise, İslamın<br />

özü olarak bilinen hâl ilmi de insanın iç âlemi ve ruh<br />

hâllerini incelemektedir. Bu nedenle Yesevî’nin en<br />

önemli konusu insandır.<br />

Yesevî’nin “Divan-ı Hikmet”, “Mir’âtü’l Kulûb”<br />

ve “Fakr-nâme” gibi eserlerinin muhtevası bir yana,<br />

bunların isimleri de doğrudan insan ve onun ruhi<br />

hâlleri, hürriyeti ile olgunluğunu gösteren tasavvufî<br />

kategorilerdir. Yesevî, Divan-ı Hikmet’i, “defter-ı<br />

sânî”, “hâl ilmi”, “aşk defteri” vs. gibi tasavvufi kategorilerle<br />

tarif etmektedir. Buradaki, “hâl ilmi” ve<br />

“aşk defteri” olgu ve kavramları tasavvufi terminolojide<br />

insanı ifade etmektedir. Defter-ı sânî terimi<br />

de tasavvufun oluşum sürecinden itibaren insan için<br />

kullanılmıştır. Örneğin, Azizüddin Nesefî’nin (680-<br />

681/1281-1282), “İnsan-ı Kâmil” isimli, tasavvufi<br />

risalesinde, “defter-ı sânî” hakkında şöyle anlatılmaktadır:<br />

“… Tüm yaratılmış varlıklara Allah’ın varlığını<br />

gösteren işaretler olduğu için âlem denilmiştir. Âleme<br />

bakarak onun Yaratıcısını tanımak ve “okumak” mümkün<br />

olduğu için, âleme kitap (nâmâ-isim) denilmiştir.<br />

… Dolayısıyla, âlem, “âlem-i Kübra’dır”. İnsan da,<br />

“Âlem-i Süğra’dır. Âlem-i Kübra’ya “büyük kitap”,<br />

Âlem-i Süğrâ’ya da “küçük kitap”, yani, ikinci defter<br />

denilmiştir. İnsanı tanıyıp, okuyan, âlemi de tanısın<br />

diye, birinci kitaptaki, tüm sırrı, ikinci kitap olan insana<br />

da hiç eksiksiz yazdı [27] ”.<br />

Yesevî’nin bir diğer risalesi, “Mir’âtü’l Kulûb’un”<br />

ismi de tasavvuf sözlüklerinde “Gönlün aynası” olarak,<br />

insan-ı kâmil’i ifade etmektedir [28] . İnsanın gönlü,<br />

ilâhî isim ve sıfatların en açık ve kâmil derecede tecelli<br />

ettiği aynadır. İnsanın gönül gözü (basiret) metafizik<br />

âleme ait özellikleri görme yeteneği olan merkezdir.<br />

İnsanın gönül âlemi açıldığında, hakikati ve sırrı kavrayıp,<br />

olgunluğa ulaşacaktır. Dolayısıyla, gönlü temiz<br />

tutmak ve saflaştırmak tüm sufilerin esas amacıdır.<br />

Tasavvuf terminolojisinde, “fakır” sözü, insanın<br />

nefsinden kurtulmasını ve olgunluğa (fenâ fi’llah’a)<br />

27. Azizüddin Nesefi. age. s. 71.<br />

28. Uludağ S., Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, “Kalb”, s.296-<br />

298; “Mir’at”, s.368-369.<br />

ulaşmasını ifade etmektedir [29] . Görüldüğü gibi, Hoca<br />

Ahmet Yesevî’nin hikmeti, insani olgunluğa ve ahlaki<br />

hürriyete erişmenin ilmidir. İnsanın olgunluğunun,<br />

hikmet ve Hakk’ın inayeti ile gerçekleşmesi mümkündür.<br />

Yesevî’nin, Allah’a, “Hikmet verirsen, it nefsimi<br />

tutar idim [30] ”, diye, münacat etmesinden de yukarıda<br />

söylenen hakikati çıkarmak mümkündür. Bu olgu,<br />

tasavvuftaki, “Seni tanımam için senin nuruna ihtiyacım<br />

var” anlayışını hatırlatmaktadır. Kur’an’da da,<br />

“Hikmeti ancak, istediğime veririm [31] ” mealinde ayet<br />

vardır. Bu hakikat, aslında, Hz. Muhammet (s.a.v.)<br />

için ifade edilmiştir. Bu yüzden, Yesevî düşüncesinde,<br />

hikmet, Allah’ın kutu veya hibesi, inamı olarak bilinmektedir:<br />

“Hikmet, söyleyin, diye, Sübhan buyurdu, kabul<br />

ettim [32] ” veya<br />

“Benim hikmetlerim, inam-ı Allah’tır [33] ”.<br />

Felsefe, bu sezgisel veya vecdî, yani keşfî bilgiyi,<br />

“araçsız kavrama ve anlama” olarak tarif ediyor ve<br />

ilke olarak da hiçbir bilimin Mutlak Varlığı ve onun<br />

hakikatini ortaya koyamayacağını kabul ediyor ise,<br />

tasavvufta, sezgi hiçbir sebep ve sonuç zeminine dayanmayan<br />

bilgidir. Dolayısıyla bu bilgiyi, ispatlamak<br />

veya tahlil etmek imkânına sahip değiliz [34] . Gerçekte,<br />

hikmet ilmi, âlemden sebep-sonuç değil, maksat<br />

(amaç) aramaktadır. Hikmet, düşünce sistemi açısından<br />

felsefeden de, bilimden de farklıdır. Hikmet,<br />

keşfî bilgi ile insanın Allah’a kavuşması ve bu süreci<br />

gerçekleştirmek için de tasavvufi psikoteknik eğitim<br />

tecrübesinden geçmesini zorunlu kılan bir dünya görüşüdür.<br />

Buradan, hikmetin, sadece bilmek değil, ayrıca<br />

bildiğini gerçekleştirmek olduğunu görmek mümkündür.<br />

Hikmet, insanın düşüncesi ve davranışlarını bir<br />

bütün olarak ele alan bilgidir. Tüm varlıklar, Allah’ın<br />

hikmeti ile bir mânâ ve varlığa sahiptirler. Bu sırrı,<br />

yani, mânânın cevherini sadece, Allah’tan hikmet<br />

alanlar, kavrayabilirler. Görüldüğü gibi, Yesevî düşüncesinin<br />

en önemli özelliği, âlemde Allah’ın hikmetini<br />

aramakla kendini göstermektedir.■<br />

29. Pakalin M.Z., Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri<br />

Sözlüğü, I, İstanbul. 1946, s. 585.<br />

30. Divan-ı Hikmet, H-51.<br />

31. Kur’an., Bakara (2), 269;<br />

32. Divan-ı Hikmet, H-5.<br />

33. --------------------, Münacaat, s.184-188.<br />

34. Güngör E., İslam Tasavvufunun Meseleleri, s.115.<br />

76<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


AHMET ÖZDEMİR<br />

Âşık Veysel felsefe<br />

âlimi değildi. Fakat<br />

felsefe sahibi,<br />

halk feylesofuydu.<br />

Varoluş, varlık, ahlak,<br />

iyilik, bilgi, gerçek ve<br />

güzellik konularına<br />

sezgileriyle<br />

ulaşmıştı. Zaman ve<br />

mekânın, düşünme<br />

ve düşüncenin<br />

doğasını bilen,<br />

estetiği, güzelliği<br />

algılayandı.<br />

Reşat Nuri Güntekin, “Anadolu Notları”<br />

adlı gezi yazılarında, Ömer Seyfettin’le<br />

ilgili bir anısını aktarır. Ömer Seyfettin öğretmenlik<br />

yaptığı okullardan birinde sürekli “İlim<br />

başka, irfan başka... Arif başka, âlim başka.” demektedir.<br />

Arkadaşlarından biri:<br />

“Ömer Bey, ‘ilim başka irfan başka’ diyorsunuz.<br />

Ben buna pek akıl erdiremiyorum. Lütfedin<br />

de bana bunu bir anlatın” der. Ömer Seyfettin<br />

arkadaşına; “Siz çok okumuşsunuz, âlimsiniz,<br />

fakat arif değilsiniz. <strong>Bizim</strong> baş hademe okumamıştır.<br />

Âlim değildir, fakat ariftir” diye yanıt<br />

verir. Şaka da olsa arkadaşı verilen örneği beğenmez.<br />

İttihat ve Terakki Genel Merkezi’ne sık sık<br />

giden Ömer Seyfettin, bir süre sonra öğretmenler<br />

odasına sevinçli bir haberle gelir: “Müjde,”<br />

der. “Avustralya’dan iki yüz vagon şeker geliyormuş...<br />

Şeker dehşetli ucuzlayacak” Öğretmen<br />

arkadaşları habere sevinirler. Ömer, bir iki<br />

dakika sonra odaya giren hademeye aynı haberi<br />

söyler. O sevinir gibi görünmez, saygılı bir ta-<br />

77<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


vırla “İnanma beyim, yem borusudur bu. Avustralya<br />

şekeri bulsa kendisi yer.” diye karşılık<br />

verir. Ömer arkadaşına; “Yalan mı söylemişim<br />

cancağızım, bak siz bütün ilminize rağmen bu<br />

habere inandınız. Fakat o yutmadı. Çünkü onda<br />

ilim yok ama irfan var,” der. Âlim, bilen; arif sezendir.<br />

Arifler güçlü sezgilere ve olayların arka<br />

planına bakma yeteneğine sahiptir.<br />

Gözleri görmeyen, okuma yazması olmayan,<br />

çevresinde de her an kendisine kitap okuyacak<br />

kimsesi bulunmayan Âşık Veysel, arifti, irfan<br />

sahibiydi. Gözlerinden eksilen ışık, sezgi ve düşünce<br />

yeteneğine katılmıştı. Anlayışlı, varışlı,<br />

halk bilgesiydi. Bir şeyi çok düşünmeye ihtiyaç<br />

duymadan ve zorlanmadan kolayca anlayan;<br />

zevk ve vicdan sahibiydi. Yapmacık ve gösterişten<br />

uzak kalp gözüyle sezdiğini, bildiğini sanatıyla<br />

anlatandı.<br />

Âşık Veysel felsefe âlimi değildi. Fakat felsefe<br />

sahibi, halk feylesofuydu. Varoluş, varlık,<br />

ahlak, iyilik, bilgi, gerçek ve güzellik konularına<br />

sezgileriyle ulaşmıştı. Zaman ve mekânın,<br />

düşünme ve düşüncenin doğasını bilen, estetiği,<br />

güzelliği algılayandı. Belki yıllar süren sorgulamaların<br />

sonunda Yaratan’a ve evren içinde kendi<br />

varlığının yerine ulaşmıştı. Öğrendiği ustaların<br />

deyişlerinden, dinlediği inanç önderlerinden,<br />

kısa bir süre içerisinde bulunduğu Köy Enstitülerindeki<br />

aydın kişilerden dağarcığına sürekli<br />

bilgiler, düşünceler aktarmış, bunları yeteneği<br />

ve sezgileriyle özümseyerek kendine özgü “Âşık<br />

Veysel Felsefesi”ne ulaşmıştı.<br />

Âşık Veysel, şüpheden gerçeğe; varlık birliği<br />

ya da vahdet-i vücut düşüncesine ulaşarak yaratanla<br />

yaratılanın tek kaynaktan geldiğinin ve<br />

“bir” olduğunun altını çizmişti.<br />

“Bu âlemi gören sensin / Yok gözünde perde<br />

senin / Haksıza yol veren sensin / Yok mu suçun<br />

burda senin // Kainatı sen yarattın / Her şeyi<br />

yoktan var ettin / Beni çıplak dışar’attın / Cömertliğin<br />

nerde senin // Evli misin ergen misin /<br />

Eşin yoktur bir sen misin / Çarkı sema nur sen<br />

misin / Bu balkıyan nur da senin // ......// Âdem’i<br />

sürdün bakmadın / Cennette de bırakmadın /<br />

Şeytanı niçin yakmadın / Cehennemin var da senin<br />

// Veysel neden aklın ermez / Uzun kısa dilin<br />

durmaz / Eller tutmaz gözler görmez / Bu acaip<br />

sır da senin.”<br />

Âşık Veysel’in şathiyesini Allah ile alay ediyor<br />

sanmamak gerekir. Kimine komik gelebilir.<br />

Biraz evvel sözünü ettiğim gibi onu şüphelerden<br />

gerçeğe ulaştıran uzun ince yolun bir durağı olarak<br />

görmek, şiirin arkasındaki felsefeyi yorumlamak<br />

gerekir.<br />

Bir başka şathiyesinde şöyle demiş:<br />

“...Her millete birer yüzden göründün<br />

Kendini sakladın sardın sarındın<br />

Bu dünyayı sen yarattın girindin<br />

Her nesnede gösterirsin nakşını<br />

Görenlere açık körlere gizli<br />

Kimine göründün oruç namazlı<br />

Veysel’e göründün cilveli nazlı<br />

Tutan bırakır mı senin peşini”<br />

Asıl olan bakar kör olmak yerine gönül gözü<br />

ile görebilmektir. Âşık Veysel’e göre, en korkunç<br />

körlük görmek istemeyenin körlüğüdür. Aşikâr<br />

olanı görmek için insan olmaya gerek yok. Görüleni<br />

tasdik etmek iman değildir. Gönül gözüyle<br />

gaibi tasdik etmek gerekir. İçeride kaybedileni<br />

dışarıda aramak ahmaklıktır. Mevlana’nın dediği<br />

gibi; başı dönmüş olarak ne diye cihanın etrafında<br />

koşup duruyorsun, aradığın senden dışarıda<br />

değildir. Sevgili eve gelmiş ev sahibi aptal aptal<br />

dışarıda dolaşıyor.<br />

Nitekim birçok sorgudan sonra Âşık Veysel<br />

ulaştığı gerçeği şöyle anlatmıştı:<br />

“Kırk yaşımdan sonra kalbime ilham / Erişti<br />

Mevlâ’dan bir ihsan oldu / Hakk’ı bilenlere<br />

hazırdır her an / İnkâr edenlere sır nihan (gizli)<br />

oldu”<br />

Âşık Veysel bir sonraki dörtlükte tasavvufun<br />

kapılarını açıyor: “Varlık noktasını açık gösterdi<br />

/ İrade-i cüz’ün eline verdi / Hakk’ı bilen her<br />

eşyayı Hak gördü / Vücudun şehrine o sultan<br />

oldu.”<br />

Halk bilgesi Veysel, “İrade-i cüz”den söz<br />

ediyor. İslam fıkhında insanlara verilmiş olan<br />

ve kaza ve kader sınırları çerçevesinde hareket<br />

imkânı tanıyan özgür iradeye, cüz’i irade veya<br />

irade-i cüz deniliyor. Cüz’i kelimesi Arapça ve<br />

Osmanlı Türkçesinde “kısmi” anlamına gelir.<br />

Buna karşılık “Külli irade” yani Allah’ın iradesi<br />

herhangi bir sınırla bağlı değildir. Cüz’i iradenin<br />

üstünde yer alır. “Her eşyayı Hak görmek”<br />

78<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


sözünden vahdet ve kesret kavramlarına ulaşabiliriz.<br />

Vahdet-kesret: Birlik-çokluk. Vahdet,<br />

her şeyi bir olarak ve bir içinde görmek, eşyayı<br />

Allah’la görmek, cem’ hâlidir. Kesret ise, varlıkları<br />

çok olarak görmek, fark hâlidir. Ahadiyyet<br />

Arapça, birlik demektir. Bir şeye ilgisi olmayan,<br />

bir şeyin de kendisine ilgisinin bulunmadığı<br />

şeye denir. Bu makam, akıl ve anlatmakla açıklanamaz.<br />

Âşık Veysel, bu dörtlükte “vücudun şehri”<br />

ile ne demek istiyor Tarihî kültürümüzde, edebiyatımızda,<br />

hatta mutasavvıfların ifadelerinde,<br />

insan vücudu şehre benzetilir. Yunus Emre bir<br />

şiirinde : “İşbu vücut şehrine bir dem giresim<br />

gelir. / İçindeki sultanın yüzün göresim gelir!”<br />

der. Yunus’un kastettiği vücut şehrinin içindeki<br />

sultan, onu idare eden kalptir.<br />

Bir dörtlük daha aktaralım:<br />

“Sağda solda arşta kürste her yerde / Hazırdır<br />

münkirin gözünde perde / Diyen bilmez bilen<br />

demez bir ferde / Akıl ermez sırrı bir Sübhan<br />

oldu”<br />

Arş, kâinatın en dış maddesidir. İnce hoş,<br />

saydam, güzel, yumuşak, gizli ve derindir. Bütün<br />

gökleri ve Kürsi’yi kuşatır. Arş ve içindekilerin<br />

hepsi yaratılandır yani mahlûktur ve yok olacaktır.<br />

Kalıcı, kadim değildir. Arş ve içindekiler,<br />

Allahu Teâlâ’nın sahip çıkma, koruma, himaye<br />

etmeleriyle var edilmişlerdir. Bir kul, Rabb’inin<br />

Vâfi ismiyle vefayı, Şekûr ismiyle şükrü, Hay ismiyle<br />

manevi dirilişi, Kûddus ismiyle maddi ve<br />

manevi arınmayı, Vehhab ismiyle sonsuz ikram<br />

ediciliğini, Afûvv ismiyle affediciliğini, Vedûd<br />

ismiyle ilahi sevginin güzelliğini idrak eder ve<br />

diler. Bu yönüyle Sübhan, ilahi isim ve sıfatları<br />

içinde barındıran bir kalptir… İlahi isim ve sıfatları<br />

kucaklayan anahtar bir kavramdır… Namaz<br />

kılan kişi, rükûa eğildiği zaman “Sübhane<br />

Rabbiye’l-Azim” diyerek, “Azim olan Rabb’imi<br />

yaratılmışlara ait bütün eksikliklerden tenzih<br />

ederek O’nu güzel isim ve sıfatlarıyla tesbih<br />

ederim.” anlamına gelen ifadeyi okumaktadır.<br />

O cihana sığmaz ondadır cihan<br />

O mekâna sığmaz ondadır mekân<br />

O devrana sığmaz ondadır devran<br />

Ne sen var ne ben var bir tane Gaffar<br />

Âşık Veysel, Tanrı’nın adlarından olan<br />

Gaffar’ı da şiirinde kullanmaktadır. Gaffar, kullarının<br />

günahlarını affeden ve çok bağışlayan<br />

yüce varlık anlamına gelir. Günah işlemek insanların<br />

özelliği olduğu gibi, onların günahlarını<br />

örtmek ve bağışlamak da yüce Allah’ın ayrılmaz<br />

sıfatlarındandır.<br />

Allah’ın mekânı var mı Cenab-ı Hak,<br />

Efendimize(SAV) hitaben, “Kullarım Beni senden<br />

soracak olurlarsa, bilsinler ki ben pek yakınım”<br />

buyuruyor. Cenab-ı Hak, her an her yerde<br />

hazırdır ve kullarını görüp gözetmektedir. İnsanlara<br />

çok yakındır. Fakat mekândan münezzeh,<br />

yani hiçbir mekânda değildir.<br />

“Hasbahçeye girdim güllere sordum<br />

Çiçekte çimende izini gördüm<br />

Mekândan münezzeh gizli sanırdım<br />

Kaplamış âlemi nazarım böyle”<br />

Âşık Veysel diyor ki: “Mevcudatta olan kudreti<br />

kuvvet / Sende hâsıl oldu sen verdin hayat”<br />

Bu gözleri görmeyen, okuma yazması olmayan,<br />

mektep medrese görmemiş Âşık Veysel<br />

“Mevcudat”tan ne anlıyor<br />

Mevcudat, var olan şeylerin tümü. Tasavvufa<br />

göre varlığın yaratılış-oluş sebebi aşktır. Bütün<br />

mevcudat; cansızlar, bitkiler ve hayvanlar olmak<br />

üzere üç türe ayrılır. Hepsini yaratan Allahu<br />

Teâlâ’dır. Tüm mevcudat aşkla yaratılmıştır.<br />

Tüm mevcudat aşkla ayakta durmaktadır. Aşk,<br />

Tanrı’nın kendisidir. Aşk Tanrı’nın sırrıdır. Aşk<br />

her şeydir. Tüm insanlığın aldığı her nefes, tüm<br />

canlıların ve cansızların her an muhtaç olduğu<br />

kudrettir. Tanrı tüm masivayı kendi zatına duyduğu<br />

aşk sebebiyle meydana getirmiştir.<br />

Bir başka şiirinde söyle demektedir: “Bilirim<br />

aslını nursun gevhersin / Bütün mevcudatta her<br />

şeyde varsın” Yaratandan ötürü, yaratılan olan<br />

mevcudat hoş görülmelidir. Yani, yaratılana sevgi<br />

yaratılanı hoş görüş, onları Yaratan’ın birer<br />

tecellisidir. [1] Tasavvufta, ‘gönül’ aşkın tecelli<br />

ettiği yer olduğu için her şeyden önemlidir.<br />

Alevi-Bektaşi geleneğinde Tanrı-insan bütünlüğü,<br />

Yunus’ta da görülen insanın Tanrı’dan<br />

1. Tanrı’nın evrendeki canlı ve cansız her zerrede<br />

görünmesi, belirmesidir. Bu teori tasavvufa göre evrenin<br />

oluşunu ve niteliğini anlatır.<br />

79<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ir parça oluşu, insanın öldükten sonra yeni bir<br />

biçimde dünyaya geleceği öylesine arı, öylesine<br />

düzgün işlenmiş ki Veysel’i çağdaşlarından ayıran<br />

da işte budur. [2] Âşık Veysel, bazı gelenekleri<br />

ve özellikle sûfi - Alevi zümreler arasında<br />

yaygın olan, “Hak âşıklığı” oluşumunu izlemiştir.<br />

Bu çevrelerce, halk şiirinde, nesnel dünyaya<br />

duyulan aşktan, Hak aşkına doğru giden bir olgunlaşmaya<br />

ulaştığını söyleyebiliriz.<br />

Altmış iki yıldır seni ararım<br />

Tükendi sabırım yoktur kararım<br />

Dağa taşa kurda kuşa sorarım<br />

Kimse bilmez hikmetini işini<br />

Yine benzer bir şiirinde de Tanrı’yı yüreğinde<br />

öylesine bütünleştirmiştir ki, onu ondan söküp<br />

atmak imkânsızdır.<br />

Saklarım gözümde güzelliğini<br />

Her nereye baksam sen varsın orada<br />

Kalbimde saklarım muhabbetini<br />

Koymam yabancıyı sen varsın orada<br />

Tasavvuf, Tanrı ve Tanrı’nın yarattığı şeyler<br />

biçimindeki ikiliği reddeder. Ona göre, Tanrı<br />

evreni yoktan var etmemiştir. Mutlak varlık<br />

olan Tanrı “yokluk” ile karşılaşınca, bir aynaya<br />

akseder gibi, yokluk içinde bir gölge, bir hayal<br />

gibi belirmiş, yani “tecelli” etmiştir. Bu yüzden<br />

evren, “yapılması gereken” bir âlem değil,<br />

Tanrı’nın varlığından dolayı var görünen bir<br />

âlemdir.<br />

Âşık Veysel’e göre güzelliklerin hepsi<br />

Tanrı güzelliğidir. “Mansur enel Hak söyledi<br />

/ Haktır sözü Hak söyledi” dizeleriyle telmih<br />

yaptığı Nesimî’ye anımsatarak, Allah’ın her<br />

zerrede var olduğunu işaret etmektedir. Onun<br />

tasavvuftan anladığı; sevgi ve iç arınmadır.<br />

“Herkes için açık olurdu cennet / İşte hile,<br />

sözde yalan olmasa” diyerek, tasavvufa bağlananların<br />

hile ve yalandan uzak durmalarını istemiştir.<br />

Veysel’in tasavvuf felsefesi dâhilinde<br />

söylediği en iyi şiirlerden biri de Uzun ince<br />

bir yoldayım şiiridir. Toprak şiiriyle insanın<br />

2. Gülağ Öz, Âşık Veysel’i Yetiştiren Çevrede<br />

Bilinmeyenler, VII. Milletlerarası Türk Halk Kültürü<br />

Kongresi, Gaziantep, 27 Haziran - 1 Temmuz 2006.<br />

topraktan yaratıldığı ve yine toprağa döneceği<br />

fikrini vurgulayan Veysel, bir başka şiirindeki:<br />

“Topraktır cesedim, güneştir özüm,” dizesiyle<br />

de bu gerçeği anımsatmaktadır.<br />

Tasavvufa göre, Tanrı başlangıçta tüm<br />

güzelliği ve ihtişamıyla evrene nur saçarken<br />

henüz güzelliğini görecek gözden, aşkıyla yanacak<br />

gönülden yoksundu. Sevilmek ve beğenilmek<br />

diledi. Bu, güzelliğin ve iyiliğin doğal<br />

eğilimiydi. Kendini yine kendine seyrettirmek<br />

ve sevdirmek için yokluk içinde evren biçiminde<br />

göründü. Dolayısıyla evrenin varlığı,<br />

Tanrı güzelliğinin yansımasıdır. Evrendeki<br />

tüm varlıklar Tanrı’nın değişik biçimdeki görünümlerinden<br />

başka bir şey değildir. Âşık<br />

Veysel, Tanrı ile “gönül”ü ilişkilendiriyor:<br />

“Gönül der Veysel’e ey ahmak kişi<br />

Bensiz yürümüyor dünyanın işi<br />

Bütün dünya benden alır cümbüşü<br />

Bensiz damarlarda oynamaz kanın”<br />

Âşık Veysel’in aşk konusunun maddi yönü<br />

ile ele aldığı sanılır. Bu yüzeysel, kısır bir<br />

bakış açısıdır. Bakınız bir deyişinde şöyle diyor:<br />

“Benim ile gezdin beni arattın<br />

Beraber oturup beraber yattın<br />

Türlü türlü güllerinden koklattın<br />

Âşık ettin güle bülbül kuşunu”<br />

Bu çok basit bir söyleyiş gibi sanılan dörtlükte<br />

ne telmih edilmektedir Bütün canlılar<br />

Allah’ın kendilerine öğrettiği bilgilerle, onun<br />

kendilerinden beklediği işi yapıyorlar. Nahl<br />

suresinin 68-69. ayetlerinde şöyle deniyor:<br />

Rabbin bal arısına ‘Dağlarda, ağaçlarda ve<br />

insanların senin için yapacakları kovanlarda<br />

yuva edin; sonra meyve ve çiçeklerin her birinden<br />

ye de Rabbinin bal imalinde öğrettiği<br />

ve kolaylıklar gösterdiği yola süluk et’, diye<br />

ilham etti.” Doğadaki bütün varlıklar, bir taraftan<br />

Allah’ın kendilerine öğrettiği bilgilerle kendilerine<br />

verilen görevleri yaparlar, bir taraftan<br />

da durmadan Allah’ı anar, tespih ederler. Âşık<br />

Veysel’in sözünü ettiği bülbülün güle âşık oluşu<br />

da öyledir.<br />

80<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Aşka mâni âr ve namus asla gerekmez âşığa<br />

Bu perdeyi yırtabilsem durudu gönlüm durudu<br />

Nesimi: “Ben melamet hırkasını / Kendim<br />

giydim eğnime/ Arı namus şişesini, / Taşa çaldım<br />

kime ne” demekte. Âşık Veysel’in “ar ve<br />

namus”un âşığa gerekmeyeceğini söylemesi ve<br />

bunun için perdeyi yırtma arzusunu tasavvufun<br />

derinliklerinde aramak gerekir.<br />

Âşık Veysel; “Kimi ne çeker dilinden / Hem<br />

belinden hem elinden / Hayır ve şer emelinden<br />

/ Hakikat bunun burası // Şu âlemi yaratan bir<br />

/ Odur külli şeye kadir / Alevi Sünnilik nedir /<br />

Menfaattir varvarası” diyor.<br />

Eline, beline, diline sahip olmak yalnız Aleviliğin<br />

değil insanlık sanatının temelidir. El, dil<br />

ve bel sözcüklerinin baş harfleri “edeb” kelimesi<br />

oluşur. Edepli insan olmanın formülü eline,<br />

beline, diline sahip olmaktır. Elden maksat<br />

hem organımız olan eli, hem yurdumuzu, belden<br />

maksat hem cinsel dürtüleri hem köy kasabayı,<br />

dilden maksat hem ağzımızdan çıkan sözü, hem<br />

kalbimizi anlayabiliriz.<br />

Dörtlükte geçen hayır; “meşru iş, faydalı<br />

amel, iyilik” anlamlarındadır. Şer; “zararlı iş,<br />

kötülük” anlamlarını barındırıyor. Hayır ve şer<br />

Allah’tandır. Hayrı da, şerri de yaratan ancak<br />

O’dur. Ama hayra rızası var, şerre ise yoktur.<br />

Külli şeye kadir olması ise, önü olmayan, daima<br />

yaratan, yarattıklarının işlerini tedbirle ele almasıdır.<br />

Gelmiş, geçmiş her şeyi en ince ayrıntısına<br />

kadar bilendir. Her şeye gücü yetendir.<br />

Âşık Veysel bir şiirinde “Aslıma karışıp<br />

toprak olunca / Çiçek olur mezarımı süslerim”<br />

diyor. Bize aslımızın ne olduğunu hatırlatıyor.<br />

Yüce Allah “Sizi topraktan yarattık, yine oraya<br />

döndürürüz ve sizi bir kez daha ondan çıkarırız.”<br />

buyurur. Demek ki toprak asıllı olan bizler,<br />

ömürlerimiz sona erince tekrar aslımıza döneceğiz<br />

ve yeniden toprağın bağrından diriltilip çıkarılacağız.<br />

Ama asıl olan yaratılış amacına uygun,<br />

toprak gibi arı, temiz, örten, üreten, bereketli,<br />

yararlı, kucaklayan, doyuran olmak. İşte Âşık<br />

Veysel’in anlatmak istediği budur.<br />

Âşık Veysel, “Can kafeste durmaz uçar /<br />

Dünya bir han konan göçer / Ay dolanır yıllar<br />

geçer / Dostlar beni hatırlasın” demiş. Can kafeste<br />

midir Elbette Âşık Veysel’in sözlerinde<br />

yüzyıllardan günümüze gelen bir kültürün, bir<br />

felsefenin özü bulunmaktadır. Nasıl mı<br />

Mevlana, Mesnevi’de anlatır: “Kur’an’ın hükümlerini<br />

tutar, kıssalarından hisse alırsan can<br />

kuşuna ten kafesi dar gelir. Kafeste mahpus olan<br />

kuşun kurtulmak istememesi cahilliktendir. Kafeslerden<br />

kurtulan ruhlar, Tanrı’ya layık ve halka<br />

rehber olan peygamberlerdir. Onların sesleri,<br />

kafeslerin dışından ve din makamından gelir:<br />

“Sana kurtuluş yolu ancak budur, bu! Biz bu<br />

daracık kafesten bununla kurtulduk. Bu kafesten<br />

kurtulmanın bundan başka çaresi yok! Kazandığın<br />

şöhretten kurtulman için inleyip duran<br />

bir hasta hâline gir. Zaten halk arasında meşhur<br />

olmak sağlam bir bağdır. Bu bağ bu yolda demir<br />

bir bağdan aşağı mıdır ki” Karacaoğlan de can<br />

kafesinden şöyle söz etmiş: “Ağalar içmesi hoştur<br />

/ O da züğürtlere güçtür / Can kafeste duran<br />

kuştur / Elbet uçar gider bir gün”<br />

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi Âşık<br />

Veysel, maddi ve manevi dünyasına ilişkin felsefesini<br />

oluşturmadan önce kendince pek çok<br />

şeyi sorgulamıştır. Bu bağlamda bir deyişinde<br />

diyor ki:<br />

Herkese gizlidir bu sırr-ı hikmet<br />

Her nesnede vardır bir türlü ibret<br />

Veysel’i söyletir bir büyük kuvvet<br />

Söyleyen ne söyleten ne Tanrı ne<br />

Sır olan yani gizli olan hikmet nedir Âşık<br />

Veysel’in felsefesinden hareket ederek şu sonuca<br />

ulaşabiliriz: Tasavvufta Allah ‘Kenz-i Mahfi’<br />

yani gizli hazine, gizli cevherdir. Tasavvufi<br />

düşüncede varlık birdir. O da Hakk’ın varlığından<br />

ibarettir. O’ndan başka hakiki vücut sahibi<br />

bir varlık, “O’ndan başka “kaim bi nefsihi” bir<br />

vücut mevcut değildir. Diğer varlıkların vücudu,<br />

O’nun vücuduna nispetle yok hükmündedir.<br />

Çünkü onların vücutları onun varlığına bağlıdır.<br />

Eşyalar ve diğer varlıklar ise, O’nun görüntüleridir.<br />

Dolayısıyla, eşyanın varlığı, gölgenin varlığı<br />

gibidir. Nasıl eşya olmadan gölge olmazsa,<br />

onun varlığı olmadan, eşyanın varlığı düşünülemez.<br />

O’nun vücudu yanında eşya, eşyaya göre<br />

gölge gibi, yok derecesindedir.<br />

Bir şiirinde Âşık Veysel; “Bitmez bu dünyanın<br />

kuru davası / Çekil Veysel bir kûşe-yi vahde-<br />

81<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


te,” demektedir. Kuşe-yi vahdet, birlik köşesi.<br />

Manisalı Divan şairi Birrî Mehmed Dede (1669-<br />

1715) “budur” redifli gazelinin makta beytinde,<br />

“Hânkâh-ı Mevlevî’de münzevî ol Birriyâ<br />

/ Âlem-i kesretde el-hak kûşe-i vahdet budur”<br />

diyor. Birrî, gazelinin bu son beytinde kendisine<br />

seslenerek bu kesret dünyasında gerçek bir birlik<br />

köşesi istiyorsa Mevlevihane’de inzivaya çekilmesini<br />

tavsiye ediyor. Üç yüz yıl sonra Âşık<br />

Veysel de kendine seslenerek, dünyanın bitmeyen<br />

kuru davasına karşı birlik köşesine çekilmesini<br />

istiyor.<br />

Âşık Veysel’deki derin tasavvuf felsefesini<br />

gösteren onlarca şiirinden alıntılar yapabiliriz.<br />

İşte biri: “Bunların hepsi mevcut Veysel’de /<br />

Yoktur diyeceğim emmare elde / Çamuruma karışmıştır<br />

temelde / Sabır bunun cümlesine bağ<br />

idi”<br />

Âşık Veysel “emmare”den söz diyor. Emmare<br />

kelime anlamıyla, emreden zorlayan, demek.<br />

Ama tasavvufta nefsi kötülüklerden uzak<br />

tutan aşamalardan ilkidir. Bu temizlik yedi<br />

aşamada gerçekleşir. İlk kademede nefsin temizliğine<br />

henüz başlandığı için nefiste bütün<br />

19 afet bulunur. Onun için bu kademede nefis<br />

henüz arınmadığı için kötülüğü emreder. Bu<br />

nefsi emmare’dir. Sabırla ulaşılan son aşama<br />

“nefsi natıka”dır. Nefsi emmare bir makamdır.<br />

İmanın sorgulandığı ilk aşamadır. Bu makamda<br />

küfür afeti yoktur ama nefsin diğer kötü<br />

yönleri bulunmaktadır.<br />

Devir kuramı Muhammed’in “Ben nebî iken<br />

Âdem su ile çamur arasındaydı.” hadisi ile ilgilidir.<br />

Mutasavvıflara göre vücut hâlindeki<br />

Muhammed, yeryüzüne sonradan gelmiştir.<br />

Hâlbuki ruh hâlindeki Muhammed ezelden beri<br />

vardı. Vakti gelen ruh maddi âleme iner. Önce<br />

cansız varlıklara (cemadat) sonra bitkilere (nebat),<br />

hayvana, insana en sonra da İnsan-ı Kâmil’e<br />

geçer. Oradan da Allah’a döner ve onunla birleşir.<br />

Bu inişe nüzul [3] , tekrar Allah’a dönüşe de<br />

huruç [4] denir. Bu inişi ve çıkışı anlatan şiirlere<br />

devriye denir. Görülmektedir ki, göklerden süzülüp<br />

tertemiz yere inen yağmur ve su sanılıyorsa<br />

da o insandır. Suyun geçtiği mecralardan insan<br />

3. Nüzul: İnme.<br />

4. Huruc: Çıkma, dışarı çıkma, çıkış.<br />

geçmekte ve aslına rücu [5] etmektedir. Şiirin sonunda<br />

buhar hâlinde tekrar göklere uçmaktadır.<br />

Âşık Veysel’in içerisinde vücut bulduğu<br />

maddi dünya ile ilgili düşünceleri sıkça dile<br />

getirilmiştir. Onun birlik beraberlik, çalışma<br />

güzelliği, eğitimin önemi, Atatürk, cumhuriyet,<br />

yurt, vatan, doğa, toprak sevgisi gibi onlarca<br />

konuda görüşleri, düşünceleri, topluma öğütleri<br />

dillendirilmiş, yazılmış ve çizilmiştir. Âşık Veysel<br />

daha çok bu nitelikleriyle tanınmakta ve sevilmektedir.<br />

Ama onun manevi dünyası ile ilgili<br />

felsefesini öğrenince değeri daha ileri boyutlara<br />

taşınacaktır. Bir âşığın devriye şiiri söyleyebilmesi<br />

için tasavvufu bilmesi gerekir ki, Âşık<br />

Veysel’in “Göklerden süzüldüm tertemiz indim<br />

/ Yere indim yedi renge boyandım / Boz bulanık<br />

bir sel oldum yürüdüm / Çeşit çeşit türlü renge<br />

boyandım” dörtlüğüyle başlayan şiiri bir devriyedir.<br />

Bu türün bütün özelliklerini içinde barındırmaktadır.<br />

“Âşık Veysel’in belirgin bir felsefesi var mıydı”<br />

sorusuna Ruhi Su şu yanıtı veriyor: “Felsefe<br />

sözcüğü ile toplumun içinde Veysel’in önerdiği<br />

ya da benimsediği bir düşünce biçimi var mıydı<br />

diye soruyorsanız, vardı elbet. Bütün iyi niyetli,<br />

babacan insanlarımız gibi, o da çalışmayı öğütlerdi.<br />

Yerine göre, geleneklerimize bağlı kalmayı<br />

önerdiği de olurdu. Kendi inancı sevgiye, hoşgörüye<br />

ve insanın yaratıcı gücüne dayanan bir<br />

inançtı, ama toplumdaki gelişmeler hakkında ne<br />

düşündüğü sorulduğu zaman, ne söylemesini istediklerini<br />

sezecek kadar da akıllıydı.” [6]<br />

Âşık Veysel’in içerisinde vücut bulduğu maddi<br />

dünya ile ilgili düşünceleri sıkça dile getirilmiştir.<br />

Onun birlik beraberlik, çalışma güzelliği,<br />

eğitimin önemi, Atatürk, cumhuriyet, yurt, doğa,<br />

toprak sevgisi gibi onlarca konuda görüşleri, düşünceleri,<br />

topluma öğütleri dillendirilmiş, yazılmış<br />

ve çizilmiştir. Âşık Veysel daha çok bu<br />

nitelikleriyle tanınmakta ve sevilmektedir. Ama<br />

onun manevi dünyası ile ilgili felsefesini öğrenince<br />

değeri daha ileri boyutlara taşınacaktır.■<br />

5. Rucu: Dönme, geri dönme.<br />

6. http://www.kultur.gov.tr/TR/Genel/BelgeGoster.aspxF<br />

6E10F8892433CFFAC8287D72AD903BEE170CAE9365<br />

3F56E<br />

82<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


BÜKREŞ'TE EYLÜL<br />

Yine bağırıp çağırıyordu insanlar.<br />

Bir şeyler yankılanıyordu geçmişe dair.<br />

Bir çocuk doğacaktı, belli ki sancılı.<br />

Romanya’da 1990 yılının ilkbaharında.<br />

Bir devirim tasını tarağını toplayıp kaçarken,<br />

Yeniden bir devirim yaşanıyordu bu topraklarda.<br />

Ve bir toplantı erteleniyordu;<br />

Mayıstan eylüle, Cluj Napoca’da.<br />

Bir eylül akşamı vardık Bükreş’e, üç arkadaş.<br />

İnsanlar gördük mahşer yaşamış, gözlerinde yaş ve telâş.<br />

Oymalar yapılmıştı sanki mermi izlerinden binalara.<br />

Ve süsler vardı kardeş kanından tüm duvarlarda.<br />

İnsanlar ürkek, insanlar perişan, insanlar yorgun.<br />

Adanmış mum islerinden duvarlar kara, duvarlar solgun.<br />

Doların göbeği karaborsada oldukça şişkin.<br />

Belli ki birilerinin cüzdanı yine dolgun.<br />

Kurşunlanmış duvarlarıyla delik deşik Athena Palas.<br />

İçinde hiçbir şey yaşanmamışçasına neşeli bir yas.<br />

Kumar makineleri, güzel kadınlar her şey renkli.<br />

İnsanlar yorgun dışarıda, içerde yine birileri zevkli.<br />

“Work, work, work no money” diyordu taksici,<br />

Eski ve yeni zamanları anlatıyordu bir eskici.<br />

Belli ki “ insanoğlunun sahip olma duygusu ”,<br />

Engel tanımadan yine, her şeyi alt ediyordu.<br />

SÜLEYMAN DAŞDAĞ<br />

83<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Süper kahramanlı fantastik<br />

filmler felsefesi<br />

KEMAL BATMAZ<br />

"...bizim gibi geri<br />

kalmış toplumları<br />

uyutmak için<br />

kullanılan bir araç<br />

mı yoksa gerçekten<br />

bu alanlarda Avrupa<br />

ve Amerika çok<br />

mu dolu Bence<br />

oluşturulan görüntü<br />

ve ses efektleriyle<br />

duyu organlarımızın<br />

zaafından<br />

faydalanılıyor..."<br />

Günümüz kahramanları teknotanrının peygamberleri<br />

ya da 21. yüzyıl mitolojisi olarak<br />

karşımıza çıkmakta. Yeni yüzyılda insanlar teknolojinin<br />

gücü karşısında s(k)aygıyla eğiliyor ve birtakım<br />

tesadüflerle ortaya çıkan süper kahramanlar<br />

sayesinde kötülüklerden korunuyorlar. Üstelik eski<br />

Yunan tanrıları gibi neredeyse her biri bir şehir devletini<br />

koruyor. (Batman-Goatham, Örümcek Adam-<br />

New York, Süpermen- Metropolis vb.)<br />

Sanal dünyanın, sinemanın demirden askerleri,<br />

Yarı asker yarı peygamber(!)<br />

Kerameti kendinden menkul…<br />

İyi-kötü değerlendirmeleriyle her biri kendi adalet<br />

anlayışı içinde şehirlerindeki insanlara -güçsüz<br />

ve yardıma muhtaç olanlara- kendilerini hami tayin<br />

etmişler.<br />

Demirden kahramanın gücü ise, yaratıcısının ilmiyle<br />

ve hayal dünyasıyla orantılı…<br />

Genelinin çıkış noktaları birbirine çok yakın. Ya<br />

da başka bir ifadeyle, çıkış noktaları da varış nokta-<br />

84<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


ları da hep aynı. Süreç ve işaret ettikleri semboller<br />

ise biraz kafa karıştırıcı. Bazen asıl sembole ulaşmak<br />

için yüzeyden başlayıp birkaç kat kazımak<br />

gerekebilir. Bazen da sağ kulağı sol elle göstermek<br />

gibidir durumları… Yani hedefi gözden kaçırmazsanız<br />

ve ayrıntıya fazla kapılmazsanız filmi<br />

doğru okuma şansınız biraz daha yüksektir. Burada<br />

ayrıntıdan kastımız, “Hayat ayrıntıda gizlidir.”<br />

yargısındaki ayrıntı değildir. Gözlerimizi boğan el<br />

çabukluğu ve ilizyon anlamındaki görsel dünyadır;<br />

duyu organlarımızı istila eden ses ve görüntü<br />

efektleridir. Şimdi bu durumda benim aklımı zorlayan<br />

bir husus daha var ki anlamakta gerçekten<br />

güçlük çekiyorum. Aklı, sağduyuyu, pozitivizmi<br />

bu kadar kullanan ve bizim gibi toplumları akılcı<br />

olmamakla suçlayan bir Avrupa ya da Amerika<br />

neden sinema söz konusu olduğunda esatir ile mitoloji<br />

ile ya da dogmatik birtakım inançlarla oluşturuyor<br />

filmlerini Bu, bizim gibi geri kalmış toplumları<br />

uyutmak için kullanılan bir araç mı yoksa<br />

gerçekten bu alanlarda Avrupa ve Amerika çok mu<br />

dolu Bence oluşturulan görüntü ve ses efektleriyle<br />

duyu organlarımızın zaafından faydalanılıyor,<br />

önce aklımız istila ediliyor sonra da yüreklerimiz.<br />

Bahsi geçen süper kahramanlar çoğu zaman<br />

gücünü esatirden, mit ve dinî hikâyelerden alır.<br />

Yönetmen bir Şaman ya da büyücü gibi din,<br />

esatir ve mit ambarına parmaklarını daldırır. Karanlıktan<br />

çıkardığı elleriyle değişik hareketler yapar.<br />

Seyircinin gözü önünde dairesel hareketlerle<br />

şifreli kelimeleri değişik ölçülerde birbirine katarak<br />

yeni karışımlar ve yeni dünyalar elde eder.<br />

Yönetmenin oluşturduğu bu sanal dünyanın bağlamı<br />

bir nevi mabettir. Bu mabede giren her izleyici<br />

yönetmenin kahraman vasıtasıyla gönderdiği<br />

mesajlarla yönetilir. Kahramanla beraber maceradan<br />

maceraya koşar. Ancak mabetten çıktığında<br />

bilinçaltında kendisinin ne kadar küçük olduğu,<br />

kahramanın ait olduğu dünyanın veya bu dünyayı<br />

kurgulayanların ne kadar büyük olduğu gizli mesajıyla<br />

dopdolu, bastırılmış birey katsayısı, artmış<br />

olarak hayatına kaldığı yerden devam etmeye çalışır.<br />

Baskın, popüler, yöneten kültürler, diğerleri<br />

karşısında bu şekilde baskınlığını onatır ‘durur’<br />

demiyorum, çünkü “mutlak güç” olma savını güçlendirir.<br />

Bu noktada “Kurtlar Vadisi Irak” filminin, birçok<br />

ülkede yasaklanmasını anlayabiliriz. Çünkü<br />

ezber bozan bir yaklaşımın neticesi olarak ortaya<br />

çıkmıştı. Baskın kültürleri endişelendiren kahramanlarını<br />

sinemada da olsa öldürebilecek yeni bir<br />

gücün varlığı tehdidi, söz konusu idi. Çünkü bazı<br />

şeylerin gerçekleştirilebilmesi için önce hayalinin<br />

ve planının yapılmış olması gerekiyordu. Bu da<br />

“Kurtlar Vadisi Irak” filmi ile yapılmıştı. Süper<br />

kahraman da değildi üstelik...<br />

Bence “Polat Alemdar” tiplemesi en kısa zamanda<br />

çizgi sinema olarak da düşünülmeli, yenileri<br />

için de düğmeye basılmalıdır.<br />

Avrupalı süper kahramanlara ve bunların<br />

hikâyelerine baktığımızda; önceleri büyük sıkıntılar<br />

yaşarlar, duygu patlamaları ve farklı oluşlarından<br />

kaynaklanan acılar çekerler, çoğu zaman toplum<br />

tarafından dışlanırlar. Ayrıca onlara verilen bu<br />

güçler çoğu zaman onların sosyal bir varlık olarak<br />

hayatlarını devam ettirmelerine de engel olur.<br />

Kahramanlar işe, önce ucuz kurtarışlarla başlar.<br />

Burada yönetmen, bireyin hayatını önemser ve<br />

yüceltir. Bazen “Bu sizin de başınıza gelebilirdi!”<br />

duygusunu yayar. İşin ucu dünyayı bilinmeyen,<br />

dünya dışı varlıklardan ve güçlerden koruma ve<br />

kurtarmaya kadar varınca seyirci de payına düşeni<br />

alır. Burada süper kahramanların yine de o kendilerini<br />

dışlayan toplumu korumaktan geri durmayışı<br />

belirtilmesi gereken bir husustur. Bu durum<br />

bir “tekno-peygamber” ya da “tekno-mit” olarak<br />

ifade edilebilir, diye düşünüyorum.<br />

Şöyle birkaç süper kahraman üzerinde fikir egzersizi<br />

yapalım:<br />

Iron Man (Demir Adam)’a baktığımız zaman<br />

Amerika’nın teknolojide rakiplerine gözdağı verdiği<br />

bir kahramanı görürüz. Her ne kadar adı “Demir<br />

Adam”sa da bu “demir” madeni değildir, çok<br />

güçlü, özel bir alaşımdır. “Demir” o kadar karışık<br />

şeyi anlatmaya çalışmaktan daha etkili bir ifadedir<br />

bu durumda. Reklamı yüzyıllardır yapılan<br />

herkesin bildiği bir maddedir çünkü. Daha akli ve<br />

insanidir. Ayrıca “Demir Adam” oluncaya kadar<br />

önemli bir gelişme gösterdiği hikâyesiyle izleyici<br />

karşısına çıkar.<br />

Fantastik dörtlü kahramanlarının özelliklerine<br />

şöyle bir bakınca birinin “ateş”, birinin “taş”, birinin<br />

“lastik adam” (bu belki sıvı’ya, su’ya denk<br />

gelebilir) diğeri de görünmez olabiliyor, güç alanları<br />

yaratabiliyor. Bana dört unsurdan anasır-ı<br />

erbaa’dan “hava” ile aynı gibi geliyor. Fantastik<br />

dörtlü bir araya geldiği zaman her işin üstesinden<br />

85<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


gelebiliyor. Büyük bir yardımlaşma içerisindeler.<br />

Diğer süper kahramanların aksine tek çalışmıyorlar<br />

ve tek başına iken zaman zaman bazı arızi durumlar<br />

ortaya çıkıyor.<br />

Fantastik dörtlü grubu, uzay yolculuğu sırasında<br />

maruz kaldıkları bir ışın ile asıllarına dönmüşlerdir.<br />

Belki de mizaçlarının yatkın olduğu ana<br />

unsurlarına, anasır-ı erbaa’ya dönmüştür. Nasıl bu<br />

kadar uyumlu çalıştıkları anlaşılıyor böylelikle.<br />

Son iki yıl içindeki sinema filmlerinden “Avatar”<br />

ve “Avatar Son Hava Bükücü” filmlerine baktığımız<br />

zaman durum biraz daha farklı. Alabildiğine<br />

animasyon ve farklı bir dünya yaratma çabası.<br />

Hâlihazırda var olan dünyanın dışında kendi dünyasını<br />

ve yaratıklarını yaratma çabası…<br />

Avatar, derin felsefi düşünceler içerirken her<br />

geçen gün biraz daha yaşanmaz hâle getirdiğimiz<br />

dünyamız için hepimizin çaba sarf etmesi gerektiği,<br />

teziyle çıkıyor seyircinin karşısına. Onlar<br />

filmde, bu çabaya insanlarla beraber tüm Pandora<br />

canlılarını da dâhil etmişler. Anlayan, dinleyen ve<br />

refleks gösteren bir başka dünyadır Pandora… Aç<br />

gözlü insanın karşısında…<br />

Aslında okuyabilirsek bizim mavi dünyamız<br />

da çok şey söylüyor bizlere, diye düşündürüyor<br />

izleyiciyi.<br />

Avatar’da Pantesist bir felsefe hâkim. Çünkü<br />

Pandora gezegeni, Tanrı’nın kendisi gibi reflekslerde<br />

bulunur. Filmi izleyenlerimiz hatırlayacaktır.<br />

Pandora gezegeni tüm canlılarıyla Na’vi<br />

halklarını nasıl organize eder. Nöron tellere benzeyen<br />

kılcal kuyruklar ve saçlarla nasıl da yekvücut<br />

olur, Na’vilerle Pandora ve Pandora hayvanları…<br />

Burada fizikteki “saçaklı mantık” tezi<br />

devreye girer ve “kelebek etkisi” yaratır. Ortak<br />

bilinç, üstün makineyi yener ilkel Pandora’da.<br />

Yine fizikte “hiçbir şeyin kaybolmadığı”<br />

farklı şekillerde uzamsal olarak varlığını devam<br />

ettirdiği, tezi vardır. Bu filmde de yaşanmışlıklar<br />

dâhil her şey hafıza deposu gibi çalışan rüya<br />

renkli bazı ağaçların nöron saçakları, telleri arasında<br />

saklanır.<br />

Bu film için söylenecek çok şey var: İnsanların<br />

kendilerine sunulan ikinci bir hayata nasıl<br />

dört elle sarıldığı, doğanın insana nasıl hayat<br />

verdiği vb.<br />

Filmdeki felçli çocuk Jake Sully kendisine<br />

sunulan ikinci hayata öylesine bağlanır ki görmeye<br />

değer. Gezegeni kurtaran, onun bu gayreti<br />

ve Dr. Grace Augustine’nin insani yönüdür. Bildiğiniz<br />

gibi kahramanımız bedensel anlamda yetersizdir<br />

ancak iradi gücü ise bedeninin yetersizliklerini<br />

avantaja dönüştürür.<br />

Bu filmde ön plana çıkan önemli bir husus ise<br />

ortak bilincin zaman zaman insanlara hayat bahşedebiliyor<br />

olmasıdır. Çünkü yaralanan Jake Sully<br />

bu sayede ömrünün kalanını bir Na’vi’nin bedeninde<br />

devam ettirme şansını da bulur. Bu bir nevi<br />

beden değiştirme ya da reenkarnasyon olarak da<br />

ifade edilebilir.<br />

“Avatar Son Hava Bükücü” filmi ise, bu senenin<br />

filmlerinden. Çizgi dizi olarak televizyonlarda<br />

birkaç sezondan beri gösterimde... Bu sene sinemaya<br />

aktarılmış. Buda rahiplerini andıran ve son<br />

hava bükücü bir çocuk, Eng, bir su bükücü kız Katara,<br />

onun erkek kardeşi Soka, fantastik yaratıklaruçan,<br />

yüzen ve koşan bir bizon, şempanze kılıklı<br />

uçan bir yaratık vb. - ve Ateş Ulusuna karşı mücadelelerinin<br />

hikâyesi. Filmde Avatar denilen Buda<br />

kılıklı çocuk özel bir çocuktur. Ateş Ulusuna karşı<br />

durabilecek yegâne gücü temsil eder. O Ateş Ulusu<br />

gibi Ateş büker, Su ulusu gibi su büker, Toprak<br />

Ulusu gibi toprak büker ve hava büker. Hükmetmeye<br />

gayet müsait bir varlık. Seçilmiş, kutsanmış<br />

ve üretilen dünyada dört elementi yüreğinde birleştirebilecek<br />

yegâne gücün tek sahibi... Yani yine<br />

dört unsur ve dört unsura hâkim birinin dünyayı /<br />

üretilen âlemi kurtarma çabası. Bu kez teknoloji,<br />

yerini derin bilgi, mitoloji ve inanca bırakır. Karşılarında<br />

ise Ateş Ulusu ve teknolojisi vardır daha<br />

çok.<br />

Seyirci Son Hava Bükücü’nün galibiyetini kovalar<br />

durur. Her bölümde Avatar güçlerini biraz<br />

daha öğrenir ve güçlenir. Seyir hâlinde bir çocuk,<br />

çocuğun gelişmesini sağlayacak badireler, ona daima<br />

yardım edenler... Bu bana tasavvuftaki “seyr-i<br />

suluk” kavramını hatırlatıyor. Sonunda da “hep”<br />

ve “hiç” kavramları işlenirse şaşırmam.<br />

Yol vardır Avatar’ın önünde, hiç bitmeyecekmiş<br />

gibi. Ama rakiplerini bitirecek ve küçültecek<br />

bir yol. Her an seyir hâlindeki Avatar’ın bir zorluğu,<br />

“Mecaz Vadi”sini aşması şeklinde uzayıp<br />

gider. Ateş Ulusu ise saçtıkları ateşin oluşturduğu<br />

büyük nefretle biraz daha kaybeder gücünü. Saçılan<br />

ateşin büyüklüğü, ateşten olanları bile yakmaya<br />

başladığında, Avatar’da sönecektir, yani dört<br />

unsurun bir olduğu yerde, dört unsurun sahibinde<br />

belki de…■<br />

86<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


değilleme<br />

gece uluyarak uyandı uykusundan<br />

ayaz gözlerinde iki damla yaş<br />

rüyası bölünen pervane şaşkın<br />

gülden döşeğinde ihtiyar meczup<br />

kimse bilmiyor dedi hiç kimse<br />

her gün tekrarlanan şey değil hayat<br />

aynı kişi değil sevip ayrıldığımız<br />

son düzlüğü çıkarmak değil mesele<br />

acele et ayrılık sevmesin beni<br />

uğrunda ateşlere yürüdüğüm sevgili<br />

sapı gül ağacı namlusu acı hançer<br />

işte aşk dedikleri işte rehnüma<br />

şarap tortusunda servi sayinde arama<br />

sakın aldanma cevrine cilvesine<br />

sen ona müptelasın o sana hasım<br />

değil ağzınla ayağınla kuş tutsan<br />

can baş vermedikçe yar olmaz sana<br />

KALENDER YILDIZ<br />

87<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Şiirin en hası yüksek dağlardan kopup gelen ırmaklar misali<br />

çağlayanıdır ve onun başat özelliklerinden biri de melodik bir<br />

insicamla akmasıdır. Gel gör ki modern şiirimiz aynen modern<br />

mekânlarımız ve modern zamanlarımız gibi yitirdi ahengini.<br />

HÜSEYİN BAYÇÖL<br />

Dünyevileşen (sekülerleşen) çağla birlikte<br />

daha da demir, çelik ve madde hâline gelen<br />

bir şiir evrenindeyiz. Konformizm, paganlaşan<br />

kültür, dünyevilik her şey gibi şiiri de kendi<br />

tasallutuna almış durumda. Beşerî bütün yasalara<br />

karşı çıkarak yerine estetiği, yüksek olanı inşa etmesi<br />

gereken şiir, sekülerizm karşısında devrimci<br />

kabiliyetini (şimdilik) kaybetmiş görünüyor.<br />

Zamanımızda fıtri duyarlılıklar, vicdani hassasiyetler<br />

törpülene törpülene sönmeye yüz tutmuş.<br />

Şair de işten arta kalan zamanda, bankayı, okulu,<br />

hastaneyi, ofisi, patronu, elemanı, şefi yoluna<br />

koyduktan sonra oturup şiir yazabilen bir üretici<br />

konumunda. Dört bir yandan üstümüze üstümüze<br />

gelen ve alabildiğine maddileşen sosyal evren,<br />

gün geçtikçe şairi de bizi de daha fazla kuşatıyor.<br />

Dahası, güncellik sürekli aşağı çekiyor hepimizi.<br />

His, düşünce, ahenk mahcup bir utangaçlıkla çekip<br />

gitmiş dünyalarımızdan. O yüzden ahengini<br />

kaybeden bir dünyada şiir de yitiriyor ahengini.<br />

Evet, özellikle ahenk... Zira yolların, evlerin,<br />

kentlerin, insanların, davranışların, tasarımların,<br />

konuşmaların ahenge muhtaç olduğu bir çağdayız.<br />

Herkeste ve her şeyde bir ahenk bozukluğu<br />

var. Metrolarla, otobüslerle, uçaklarla, yürüyen<br />

merdivenlerle, asansörlerle oradan oraya bir eşya<br />

gibi taşınan insanlık, dengesini yitirerek yalpalıyor.<br />

Ve tabii ritmimizi bulma adına önemli rehabilitasyon<br />

vesilelerinin başında gelen şiir de üretildiği<br />

mekanların gayritabiiliğinden olsa gerek, bir<br />

şelale gibi yüksek sesle ve ahenkli ahenkli çağlayamıyor.<br />

Şiirin en hası yüksek dağlardan kopup<br />

gelen ırmaklar misali çağlayanıdır ve onun başat<br />

özelliklerinden biri de melodik bir insicamla ak-<br />

88<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


masıdır. Gel gör ki modern şiirimiz aynen modern<br />

mekânlarımız ve modern zamanlarımız gibi yitirdi<br />

ahengini. Artık serlevha yapılacak, çocuklara<br />

mutlaka ezberletilecek, insanları rüzgârına alacak<br />

sesi, ritmi oturmuş şiirler yazıl(a)mıyor. Çağdaşlarından<br />

ahenkli şiirler okumayan, ahenkli şiirler<br />

yazamayan şairler, kendi yazdıkları şiirleri bile<br />

ezberle(ye)miyor.<br />

Yazılan şiirlerin çoğu anlık ve şairin felsefi,<br />

ruhi yalnızlığını, arayışlarını tarif eden cinsten.<br />

Sadece şairin zamanını kurtaran şiirler, okurun<br />

içinde bulunduğu bütün çağı kuşatmaya (ve kurtarmaya)<br />

muktedir olamıyor. Hâlbuki zamanlara<br />

hükmedenlerin şiiri, sadece şairin ihtilacının tercümanı<br />

olan bir şiir değil, bütün zamanları kurtarmaya<br />

talip olan bir şiirdi. El-hak; şair kurtarıcı,<br />

avatar, misyoner, hizmetçi falan değildir. Lakin o,<br />

ortaya koyduğuyla bir ahenk medeniyetinin inşacısı,<br />

ideallerdeki ahenk medeniyetinin kurucusu,<br />

koruyucusu ve kurtarıcısıdır. Okuruyla, yazarıyla,<br />

generaliyle, işçisiyle, politikacısıyla, mühendisiyle,<br />

köylüsüyle, kasabalısıyla baştanbaşa kuşatılmış,<br />

sıkışmış, daralmış olan bizleri bu cenderenin<br />

içinde çekip çıkaracak olan da yine şairin<br />

kendisidir. Çok az şair var o kurtarıcılar listesine<br />

girebilen.<br />

İşte Kalender Yıldız`ın şiiri bu kavşağa tekabül<br />

eden, bu kilit ve hayati noktanın işaretlerini<br />

taşıyan bir şiir. O yüzden hepimiz adına acı duyan,<br />

hepimiz için ağıt yakan bir şiiri var Kalender<br />

Yıldız’ın:<br />

şimdi susun ey şairler susun ki bu ağıt benim<br />

sizin bitirdiğiniz yerden ben söze girdim<br />

ayrık otları ve kırlangıçlar tanır beni<br />

su taşırım çöllere dudaklarım iki şak<br />

ben leyla’yı leyla yapan mecnun’um<br />

Bir ismin tüm dertlere tek başına deva olduğunu<br />

yahut hayalimizdeki o şiiri tam tamına karşıladığını<br />

iddia etmek çok fazla, abartının da abartısı<br />

olur. Lakin âdeta “Âşıkı sadık menem Mecnun’un<br />

ancak adı var” diyen Fuzuli gibi “Leyla’yı Leyla<br />

yapan Mecnun” olduğunu söyleyebilen ve bahsedilen<br />

anlamıyla da ahengin işaretlerini veren,<br />

manzume denilince akla gelenleri bellekte az çok<br />

canlandırabilen, hem hissiyatımıza tercüman olan<br />

hem de hissiyatımızı elden geçirip terbiye eden<br />

dikkate değer bir şairdir Kalender Yıldız. Ve onun<br />

şiirinin en önemli özelliği, bütünüyle kentin, modern<br />

hayatın gürültüsünün göbeğinde olmasına<br />

rağmen tabiatın en mutena sessizliğini, cıvıltısını,<br />

ruhaniyetini de taşıyan bir karaktere sahip olmasıdır.<br />

Ne anlatırsa anlatsın, neye çatarsa çatsın,<br />

neye ağlarsa ağlasın Kalender Yıldız’ın şiirlerinin<br />

derinliklerinde sürekli canlı duran bir kuş cıvıltısı<br />

vardır. Öyle ki bu cıvıltının sahibi, bazen bütün<br />

hüznüyle mücessem hâle gelir ve itiraf edilir:<br />

ne çok sözüm vardı insanlara<br />

yazık dillerini öğrenemedim<br />

martılar içinde göçmen kuşum ben<br />

kalsam yabancıyım gitsem sürgünüm<br />

Cemal Süreya’nın “şiir anayasaya aykırıdır”<br />

ifadesi var ya... Kulağı tersten tutup bu ifadeye bir<br />

şerh düşülecek olursa: Şiir; beşerî bütün yasalara<br />

karşı çıktıktan sonra, kendi yasasıyla insanı değişmez<br />

bir yasanın hükümranlığına götüren bir enstrümandır.<br />

O dorukta mutlak teslimiyet, ölümüne<br />

bir itiraz, sonsuz bir ihtilaç heyecanı vardır. Şairler<br />

o yüzden çok sağlam mümin ve yine çok fena<br />

kâfirdirler. Tam da bu yanlarıyla alabildiğine içimizdendirler<br />

ve alabildiğine gulyabanidirler. Bize<br />

bunu öğreten, bizi bu minvalde konuşturanlar da<br />

şairlerin kendisidir yine. Kalender Yıldız kimi şiirlerinde<br />

bizi tam bu noktada kucaklar... Hem de<br />

itiraz barındıran lirik bir tonda.<br />

kuklacı son kez vursun boynumu acemi cellat<br />

söz yeniden doğmayacağım yoruldum artık<br />

yükü kaygı olan pervaneye ne denir<br />

topla hatıraları askıda kalsın melal<br />

kahır yok. sitem yok. pişmanlık hiç.<br />

suya yenik düşen bir gül olacağım söz<br />

89<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Böylesi bir lirizmin, teslim alınmışlığın içinde<br />

bir yanda mecnunca bir hürlük, öbür yanda da betonlar,<br />

raylar, arabalar tarafından çaresiz kuşatılmışlık<br />

vardır Kuklacı’nın şairinde. Hepimiz adına<br />

o dar aralığa hapsolmuştur şair ve yine hepimiz<br />

adına bir kurtuluş çığlığı atarak şiirle bir kuş misali<br />

kanatlanır:<br />

yok be güzelim<br />

benim harcım değil<br />

müşkül dert imiş sevmek<br />

bir dağ kuşuyum ben<br />

biraz uçarı biraz avare<br />

ne eş isterim ne kafes<br />

kurşun döküp<br />

mühür vurdum gönlüme<br />

uğramam bir daha gül bahçesine<br />

Bütün bunları söyleyen ve ruhen dingin bir<br />

yalnızlıkla nefeslenen şair; içine sürüklendiği modern<br />

hayata, isimlere, sıfatlara, kentlere ve düzenlere<br />

karşı buruk bir isyan içindedir. Söz konusu ruh<br />

hâli neredeyse bütün şiirine sinmiştir. Özellikle de<br />

düzenin kendisine karşıdır itiraz ve o yüzden bir<br />

ikametgâh senediyle, üç vesikalık fotoğrafla içine<br />

taşındığı bu hayatın ilk durağı bir hüzün durağıdır.<br />

Şairi mevcut hayatına taşıyan, oraya giriş yaptıran<br />

o ilk durak bir hüzün, bir lirizm kapısıdır âdeta.<br />

Zira Kalender Yıldız’ın şiirindeki en belirgin üslup<br />

lirizmdir. Karakol şiirinin ilk dizeleri, şaire<br />

lirik dizeler dizdiren o hayatın başlangıç yerini ve<br />

moderniteye karşı o buruk isyanın başladığı noktayı<br />

izah eden güzel bir örnektir.<br />

karakol<br />

intihar süsü verilmiş üç kişilik cinayet<br />

ince bir namluda yatıyor boylu boyunca<br />

adına düzenlenen evraka bakılırsa<br />

şahıs yıllar önce ölmüş aslında<br />

ne tebdil kıyafet gezdi ne hafiyelik etti<br />

sirkeci garı’nda ölümü bekleyen sarı kedi<br />

yolu cağaloğlu’na çıktığı vakit başı eğik<br />

biraz da korkarak geçer vilayet makamından<br />

içtiği deniz suyu hiç çıkmıyor aklından<br />

kirpikleri belalı balmumundan bir adam<br />

ucuzundan şarap yalancı bir haz ayyaş teninde<br />

üç kuşaktır migren istanbul doğma büyüme<br />

doğmadı doğmayacak on yedisinde<br />

yüzünü görmediği esmer kardeşi<br />

eylül ırmaklarında yüzerken çocukluğum<br />

gül kurusu o şehirden ayrıldık<br />

aynam kırıldı düşler dağıldı. melal.<br />

seyyar karakolda muvakkat vazifeyle memur<br />

ihtiyar polisin dudağına yapışan şu cümle<br />

yankılanır durur yıllardır kulaklarımda<br />

ikametgâh kaydı ve üç vesikalık<br />

Duygu, düşünce, kaygı, sevinç, üzüntü, felsefi<br />

ıstırapları bir yanıyla dokunulur hâle getiren imge<br />

noktasında da Kalender Yıldız’da bir tekellüfsüzlük<br />

söz konusudur. Onun imgelerinde naz problemi<br />

yoktur. Şiirin bütününde cömertçe bir imgesellik<br />

hâkimdir. Cömertçe ve denge içinde... Ama<br />

kadın imgesi biraz daha öne çıkar. Adı sanı belli<br />

olmayan hatta varlığı da belirgin durmayan bir<br />

kadın. Arayışlar, özlemler, içine düşülmüş olan<br />

sürgün psikolojisi, memnuniyetsizlikler, pişmanlıklar<br />

tüm inişler çıkışlar o meçhul kadın imgesine<br />

yüklenenlerle, olmayan bir kadından beklenenlerle<br />

tarif edilir. Sürgün bir hayattan imgelerle çıkış<br />

aranan bu şiirin belli bir sosyo-politik duruşa ait<br />

olduğu da açıktır. Değişen sosyal şartların bıraktığı<br />

izler, Kalender Yıldız şiirinde zaman zaman<br />

aşikâr edilir. Kentte gelmiş olmaktan memnun<br />

olmayan şair, bir de dıştaki politik gerçekliklerle<br />

cedelleşmektedir. Politik dünya hüzünden bir<br />

kafese tıkmıştır şairi, ama nazsız gelen imgeler<br />

sayesinde sosyo-politik dayatmaların kafesi genişler,<br />

genişler ve şairin elinden tuttuğu okuyucu<br />

âdeta bir özgürlük ülkesine ulaşır.<br />

Kalender Yıldız’ın sosyo politik izleri aşikâr<br />

eden şiiri, şairin felsefi yalnızlığının, meçhule<br />

90<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


olan özleminin yanında bir kuşağın kültür endüstrileri,<br />

sosyal dayatmalar ve resmî ideolojik eller<br />

tarafından preslenmesini de anlatır.<br />

bitmez bu hikâye yıllar sonra<br />

soğuk ve fişlenmiş bir şubat<br />

post modern haberler var ajansta<br />

ben büyüdüm paşalar öldü ama<br />

yolsuzdur bizim köy ve<br />

her şey vatan içindir hâlâ<br />

Bu soğuk şubatlar kuşağının boğazında, yutkunamadıkları<br />

bir itiraz düğümlenmiştir. Şairin bu<br />

sosyo politik gerçekliği şiirinde aşikâr ettiği dönemlerin<br />

kuşakları, kendi alın yazılarına karşı itiraf<br />

etmeye korktukları bir küslük taşımaktadırlar.<br />

Bu alın yazılarında hem korkunç fırtınalar hem de<br />

ta ufuklarla buluşan bir sükûnet vardır. Alın yazılarındaki<br />

özgürlükçülüğe de devrimciliğe de teslimiyete<br />

de razıdırlar ve sadece tarif edip susarlar:<br />

alnımda hayat bulur sinüzit migren<br />

alnımdan damlar toprağa ter<br />

kuşlar özgürlüğe oradan uçar<br />

çiftçilere tarla balıkçılara denizdir<br />

alnımda biter hürriyet orada başlar devrim<br />

militan tutkular besler bu alın<br />

bir yanı kelebek kadar hafif<br />

bir yanı kurşundan ağır<br />

Bir kelebekle bir kurşunun buluştuğu o kavşakta<br />

esmerden bir renk peyda olur. Tam da “bedel”<br />

şiirindeki esmerlik. Çünkü şubat soğuklarına<br />

maruz kalan kuşakların yürekleri ve cümle varlıkları<br />

da aynen yazdıkları şiirler gibi esmerdir. işte:<br />

esmer çocuk<br />

kalbi kırık mahzun saf<br />

sararan başaklarda yorgun akşamlar<br />

ayrılık şarkıları geçer aklından<br />

hasretin adını yazmış künyeye<br />

sevdanın bedeli ölmek mi diye<br />

esmer çocuk<br />

henüz yanmış yüreği<br />

zeytin gözlerinde hırçın denizler<br />

sonu yok bu çağlarda<br />

aşkın da nefretin de<br />

uzansa ellerinde<br />

belki bir kum tanesi<br />

uzansa ah yıldızlar<br />

kapanmaz mesafesi<br />

esmer çocuk<br />

hayalinde anka kuşu kafdağı<br />

öğrenirsin yol bitmez<br />

ve az yaşar kelebekler<br />

beklentiler uzar ömür kısalır<br />

bir anda her şeyi silip atarsın<br />

Eliot’tan hareketle toparlayacak olursak, şiir<br />

gündelik dilin imkânlarıyla var olan bir sanattır.<br />

Heykelin malzemesi taş, resmin boya, şiirin de<br />

dil... Şiir, dili kullanır ve aynı zamanda şiir; dili<br />

bağlamından ayırıp onunla yepyeni evrenler kurar.<br />

Has şiir gündelik dilin sadeliğiyle, elimize koyduğu<br />

imgenin ulaşılmazlığının buluştuğu o dar,<br />

ince ama alabildiğine zengin kavşakta çıkmakta.<br />

Köroğlu’nun, Âşık Sümmani’nin şiiri budur. Fuzuli<br />

de Nedim de Baki de ordadır zahir. Modern<br />

şair, biraz da içindeki çağın plastik karakterinden<br />

dolayı, ahengi tutturamadığı için bu önemli kavşağı<br />

algılamakta zorlanıyor sanki. Çünkü modern<br />

şair konuşma dilinin lezzetini tatma fırsatını kaçırmış<br />

durumda. Kimse sadece anasından, ebesinden<br />

dinlediği masallarla çocukluğunu geçirme<br />

yahut eski zaman hatiplerinden, şairlerinden meşk<br />

ettiği şiirlerle boy verme gibi bir şansa sahip değil.<br />

Günlük hayatında yüksek veya çok tabii bir<br />

dil kullanan yaşlılarla, büyüklerle de karşılaşamıyor;<br />

günün şairi. Güncel meselelerin şiire az<br />

girmesinin ya da şiirin devrimci karakterini yitirmesinin<br />

bir diğer sebebi de budur sanki. Kalender<br />

Yıldız’ı dikkate değer kılan hususiyetlerden biri<br />

de bu boşluğa cevap verebilecek isimlerden biri<br />

olmasının işaretini vermesi.■<br />

91<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


AHMET ULUDAĞ<br />

Ben okuyucunun<br />

dikkatini tasvirlere<br />

çekmek istiyorum.<br />

Diğer eserlerinde<br />

olduğu gibi tasvirleri<br />

sizi alır götürür<br />

tabiatın koynuna.<br />

İnsanoğlunun<br />

elinde can çekişen<br />

tabiat kitabın<br />

sayfaları arasında<br />

bütün canlılığı ile<br />

yaşamaktadır.<br />

Yavrusu kuzgun görünür kargaya derler. Yazıyı<br />

kaleme almadan önce bunu söyleyenler<br />

olur mu, diye düşündüm. Öyle ya, editörlüğünü<br />

yaptığım bir kitapla ilgili yazacaktım. Öz anne değildim<br />

ama sütannelikten kaynaklanan bir yakınlığın<br />

varlığını da inkâr edilemez... Sevgili Mahir<br />

Adıbeş’in eserleri üzerine ikinci yazım olacak bu.<br />

Bir önceki kitabı “Taş Ustaları” üzerine yazdığım<br />

yazıyı rahmetli Ümit Fehmi Bey Berceste’de yayınlamıştı.<br />

O kitabı yayınlandıktan sonra görmüştüm;<br />

Veliaht ile olan ilişkim belirttiğim gibi farklı…<br />

Kitabın kısmen editörlüğünü yaptım.<br />

Yazımın başlığı bana ait değil; bir dostun (dostlar<br />

birer birer uçmağa varmakta) yirmi yaşındaki<br />

oğlunun önerisi. Bu öneri de benim yazım için değil,<br />

Mahir Adıbeş’in bu yıl Bilge Oğuz Yayınlarından<br />

çıkan romanı Veliaht’ın başlığı için yapılmış,<br />

ben de hemen benimsedim. Bilmem Mahir Bey<br />

müteakip baskılarda bu fikre müspet bakar mı<br />

Mahir Bey’in TYB İzmir Şubesi’ndeki kitap hakkındaki<br />

sohbetini dinleyen hanımefendiler konuyu<br />

evde tartışırken, günümüz gençliğinin aksine çok<br />

92<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


okuyan bu delikanlının ilgisini çekmiş, kitap ve atla<br />

ilgili dinlediklerine istinaden başlığın “VELİA(H)<br />

T” şeklinde yazılmasını önermiş. Karacabey’de bir<br />

türbesi olan bir at olsa olsa bir sultan olur: Ya taht/<br />

makam sahibi yalancı dünya sultanı ya da gönüllerin<br />

sultanı bir veli at…<br />

Bir mezar, bir künye ve künye altına düşülmüş<br />

üç satırlık mülahazattan 400 sayfalık bir roman çıkarmış,<br />

yazar. Bu romanın başarısı 2007 yılı Tanpınar<br />

Roman yarışmasındaki ikincilik mükâfatıyla<br />

taçlandırıldı. Maalesef, ödül bile eserin bir yayınevi<br />

tarafından hızlı bir şekilde basılmasını sağlayamamıştır.<br />

Bilge Oğuz Yayınlarına bu eserin<br />

okuyucuyla buluşmasını sağladığı için teşekkür<br />

ediyorum. Roman üç bölümden oluşuyor: Doğuş,<br />

Varoluş ve Diriliş. Hepsi canlı olmayı çağrıştıran<br />

isimler. “Doğuş”ta Saad’ın doğması ve yetişmesi,<br />

“Varoluş”ta Saad’ın varlığının sebebi, yarışçılığı<br />

ve “Diriliş”te Türk atçılığına hizmet için yeniden<br />

doğması anlatılıyor. Roman boyunca Saad varlığıyla<br />

her yerdedir, bunu hissediyorsunuz: Var olandır,<br />

muharriktir, sürükleyendir. Meşhur slogandır “Bir<br />

ölür bin diriliriz.” Saad işte öyle şimdi… Torunlarında<br />

genleriyle/kanıyla yaşıyordur muhtemelen.<br />

Fakat Saadın soyundan gelenler onu hatırlatmayacak<br />

belki de… Eminim, Mahir Adıbeş kitabında<br />

binlerce doğacak.<br />

Her bölümü kendi içinde alt bölümlere ayrılan<br />

eserin ilk bölümünün ilk kısmı ile son bölümünün<br />

son kısmı anlatıcının Saad’ın mezarını bulması ve<br />

haradaki çalışmasını tamamlamasını ifade etmektedir.<br />

Saad’ın serüveni ise bu iki kısım arasında yer<br />

alan 17. kısımda anlatılmaktadır. Saad’ın yağmurlu<br />

bir gecenin ardından Said’in ellerine doğması,<br />

Kıreç ve Saad’ın buluşması, birlikte zirveye çıkmaları,<br />

düşüşleri, ayrılmaları ve Saad’ın Türkiye<br />

yollarına düşmesi, atların ve insanların aşklarıyla,<br />

tutkularıyla, hırslarıyla, özlemleriyle birlikte duygu<br />

yüklü bir şiir gibi anlatılıyor.<br />

Kitap, birçok kişide Cengiz Aytmatov’un Elveda<br />

Gülsarısı’nı çağrıştırıyor. Sanki yazar da bunun<br />

olmasını ister gibi kitabın daha ilk sayfasında Cengiz<br />

aksakalın ortaya koyduğu bir terimi kullanıyor:<br />

“Mankurt bunlar, gülmeyi bile unutmuşlar” dedim<br />

içimden. Esasen Mahir Bey de Aytmatov gibi veteriner<br />

hekimliği tahsil etmiştir. Atlarla ilgili terimler,<br />

atın hareketlerini, doğumu, sakatlanışı, koşuşları<br />

anlatışlarındaki canlandırmalar ve ayrıntılar yazarın<br />

mesleğinden mutlaka bir paya sahiptir: “Hemen<br />

yakınında koyun postu üzerinde yatan tay bu<br />

sesi duyunca birden sıçrayıp kalkmaya çalıştı ama<br />

başaramadı. Debelenirken altlıkların üzerine yuvarlandı.<br />

Sa’de, yavaş yavaş toplandı. Said, gidip suyun<br />

içine az tuz atarak getirdi. At yattığı yerde içti.<br />

Kendine gelmişti. Başını çevirip tayına bakıp hafiften<br />

kişnedi. Yavaşça ayağa kalktı...” Mahir Bey’in<br />

yarış hakemliği yapıyor olması da bu başarılı anlatıma<br />

katkıda bulunmuştur. Ama atın duyguları,<br />

atın ve insanın karşılıklı hisleri, aşklar ise mesleki<br />

olmanın ötesinde yazarın his dünyasının derinliğinin<br />

ve kurgulamadaki başarısının bir tezahürüdür.<br />

Gerekli gördüğü yerlerde ise araştırarak yazdığını<br />

fark ediyorsunuz, kurduğu cümlelerle okuyucuyu<br />

aydınlatmaktadır. Bunda didaktik değildir. Romanın<br />

akışında bir değişiklik olmamaktadır: “Kapı ve<br />

pencere başları ağaç lentolar ile desteklenerek dayanıklı<br />

hâle getirilmiş.”<br />

Yazarın kurgulamadaki başarısı iki seyahat anlatımında<br />

görülebilir. Fırtına gibi esen, yarışlarda<br />

kimseye şans tanımayan Saad’ın Bombay’a gidişi<br />

de fırtınalarla birliktedir. Atçılık dünyasında,<br />

Saad’ın, Kıraç’in, Leyla’nın yüreğinde, Bağdat’ta,<br />

Türkeli’nde kopan fırtına bu seyahate yansıtılmıştır.<br />

Saad’ın Bombay dönüşü ise sütlimandır. Kaybetmiştir,<br />

düşmüştür… Saad da, Kıreç de, Leyla da,<br />

diğerleri de… “Sessiz bir kalabalığın bakışları arasında<br />

gemi limandan ayrıldı. Bu gün martılar bile<br />

keyifsiz uçuyordu etrafında. Tembel tembel kondular<br />

suların üzerine. Eskiden cıvıl cıvıl konuşurlardı,<br />

havada süzülerek vapurların etrafında daireler çizerek<br />

dönerlerdi. Çok uzaklara kadar takip ederler<br />

bir türlü ayrılmak istemezlerdi. Gelirken yanında<br />

yüzen yunuslar da görünürlerde yoktu…”<br />

Ben okuyucunun dikkatini tasvirlere çekmek<br />

istiyorum. Diğer eserlerinde olduğu gibi tasvirleri<br />

sizi alır götürür tabiatın koynuna. İnsanoğlunun<br />

elinde can çekişen tabiat kitabın sayfaları arasında<br />

bütün canlılığı ile yaşamaktadır. Kuşlar, kertenkeleler,<br />

solucanlar, börtü böcek bir ilahî senfoninin<br />

parçaları olarak yerini almıştır... Sonbaharda<br />

yaprakların hışırtılı musikisi, kışın karların üzerine<br />

vurmuş güneşin yarattığı renk cümbüşü ve “Uzaklardaki<br />

sazlıklar yavaş yavaş karanlığın içinde yok<br />

olurken kurbağa sesleri ...” senfoninin bütünlüğünü<br />

sağlamaktadır. Sadece tabiat tasvirlerinde değil,<br />

bütün tasvirlerde mekânı/zamanı/olayı yaşatmakta-<br />

93<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


dır. “Genç kızın yüzü siyah beyaz resim gibi dalgalanarak<br />

ortaya çıktı. Gülümsemesi koyu çizgilere<br />

karışıp yok oldu. Arkadaki duvara kocaman gölgesi<br />

büyüyerek düşüyordu.”<br />

Mahir Adıbeş Anadolu’dan, Anadolu insanının<br />

yaşantısından beslenmiştir. Anadolu/Mezopotamya<br />

insanının günlük yaşantısı romanda her yerde kendini<br />

göstermektedir. İnsanlar günlük hayatlarındaki<br />

tabii şekliyle anlatılmaktadır: Hem maddedirler<br />

hem de ruh… Kültür sadece bir inanışla şekillenmemiştir,<br />

asırların içinden süzülüp gelen inanışlar,<br />

gelenekler insanların bugünkü inanışlarının ve hayatlarının<br />

çeşitlenmesinde tesirlidir.<br />

Roman zaten hayatın kendisi değil midir Mahir<br />

bey de bunu bize gösteriyor. Tabii ki, hayatın<br />

sıradan yanını değil. Leyla neredeyse 100 yıl öncesinin<br />

Bağdat’ında yaşamaktadır ama farklıdır:<br />

“Leyla’nın yurt dışındaki tahsili, mağazanın işleriyle<br />

ilgilenmesi, belki devlette çalışıyor olması,<br />

valilik toplantılarına katılıyor olması, önemli kararlarda<br />

fikir beyan etmesi, Arapça ana dilinin yanında<br />

Türkçeyi, Fransızcayı, İngilizceyi iyi konuşması<br />

gibi sebepler olabilir.” Leyla çiftliklerinde at<br />

yetiştiren/eğiten bir adamı da sevebilmektedir.<br />

Yazar sık sık kişilere İstanbul ve Osmanlı özlemini<br />

dile getirtmektedir. Bunu ben yazarın kendi<br />

özlemi olarak düşünmekteyim. “Bunlar Osmanlının<br />

atları, imparatorluk görmüşler. Kanlarında<br />

asalet, onur var.” cümlesinde, tek bir cümlede<br />

bile bunu anlamak mümkündür. Fatma Hanım’ın<br />

Türkiye’den gelenlere söylediği şu sözler yukarıdaki<br />

cümleden farklı değildir: ““Osmanlının torunları<br />

hoş geldiniz” diyerek onları selamladı. Kendisine<br />

ayrılmış yere oturdu. O oturduktan sonra diğerleri<br />

de oturdu. “İstanbul’dan haber verin. Paşanın anlattığı<br />

kadar güzel mi” Osmanlının eserleri yok edilmektedir<br />

ve Osmanlıdan sonra düzen bozulmuştur:<br />

“Beyrut envai çeşit kumarın merkezi hâline getirildi,<br />

şimdi hedef Bağdat… Artık Osmanlı yok ki orduya<br />

at yetiştirelim.” Osmanlının altın günlerinden<br />

sonra bronzlaşan dünyamızın sorumlularından biri<br />

İngilizlerdir. Yazar bunu da sık sık dile getirmekte,<br />

bölgedeki ayaklanmaların, işgallerin arkasındaki<br />

güç olarak İngilizleri göstermektedir. Bu da büyük<br />

oranda doğrudur. Hint yarım adasında da, Osmanlının<br />

topraklarında da çoğunlukla İngilizler hâkim olmuştur.<br />

Romandaki konuşmalarda ayrılığın, sınırlar<br />

çizilmesinin sebebi olarak batılılar ve hainler gösterilmektedir:<br />

“Nereden bilecektik aramıza duvarlar<br />

örüleceğini. Biz savaşarak ayrılmadık, bunu böyle<br />

bilesiniz. Birileri istedi aramıza sınırlar konuldu.<br />

Yoksa biz Osmanlıdan kötülük görmedik. Ayrılığa<br />

ağladık, üzüldük. Sanki ailenin yarısı ötede yarısı<br />

burada kaldı. Zor oldu bu ayrılık zor...” Romanda<br />

İngiliz devletinin tavrı talan edici ve sömürücüdür.<br />

İnsanlar sömürücü devletler karşısında çaresizdir:<br />

“İngilizlere, Fransızlara iş yapmak ise insana zor<br />

geliyor. Bize üsten bakıyor, küçümsüyorlar ama ne<br />

desin kol bilekten değil omuzdan kırık…” “Ben de<br />

askerken bi atım vardı. Paşanın yaveriydim. Şimdi<br />

kenara itildik. Osmanlı yok artık, kim bakar bizim<br />

yüzümüze… Fransız seni uşak etti… Gâvurun himayesine<br />

girmek akıl işi olur mu Şu Mevla’nın<br />

işine bak bizi kimlere muhtaç etti…”<br />

Kitapta Orta Doğu’daki meseleler her fırsatta<br />

dile getirilmektedir. Bir atın satışında dahi böyle<br />

bir mesele işlenmiştir: “Suriye ve Lübnan’ın Arap<br />

atı yetiştiriciliğinin bu satış hareketi ile büyük bir<br />

kayba uğradığını üzülerek belirtmişlerdi. Bu düşüncenin<br />

bu şekilde ortaya atılmasında daha çok<br />

bölgeyle irtibatını kesmeye çalışan İngilizlerin<br />

rolü vardı. Orta Doğu ile Türkiye yaklaşımı her<br />

halükârda Avrupa’yı rahatsız ediyordu. Bu konuda<br />

komünistler de rahatsızlardı. Özellikle aralarında<br />

akrabalık bulunduğundan Suriye’yi Türkiye’den<br />

uzak tutmaya çalışıyorlardı.”<br />

Romanda geri plandaki İstanbul’u bir yana bırakırsak<br />

üç şehir vardır: Bağdat, Beyrut, Bombay.<br />

Bağdat, Saad ve Kıreç için olduğu kadar yazar için<br />

de önemli bir şehirdir. Türk kültürünün İslam medeniyetinin<br />

izlerini taşımaktadır. Her ne kadar batılılar<br />

orayı da doldurmuşsa diğerlerinden farklıdır.<br />

Hayat daha bir orta hâllidir. “Bağdat’a yüksek bir<br />

tepeden bakmak gerekiyordu. Dicle, bir başka güzel<br />

akıyordu. Şehir asırlar ötesinden gelen haberci<br />

gibiydi. Her sokağında bir başka medeniyet çıkıyordu<br />

insanın karşısına. Sanki Sümerler, Akadlar,<br />

Romalılar, Araplar, Türkler iç içe girmiş bu şehirde.<br />

Ezanlar bile minarelerde farklı ağızlarla okunuyordu.”<br />

Beyrut kozmopolittir. Farklılıklar bir aradadır<br />

ama onları birbirine bağlayan bir çimento yoktur.<br />

Bombay ise en fakir ile en zengininin birlikte yaşadığı<br />

ama zengin üzerine kurulu bir düzende dinlerin<br />

kültürlerin iç içe ama pek de dostça yaşamadığı bir<br />

şehirdir. İşte Bombay: “Burası Bağdat’a benzemez.<br />

Orada dükkânını açık bıraksan dönüp bakan olmaz,<br />

94<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


canına kimseler kast etmez.” Bazen bir küçük mesele<br />

farklılıkların ön plana çıkmasına sebep olabilmektedir.<br />

Yazar bunu Saad’ın bir Hindu kişi adına<br />

yarışması bağlamında ifade etmiştir: Bütün bunlara<br />

rağmen insanların mayasındaki iyilik ve dostluk<br />

arzuları her fırsatta ortaya çıkabilmektedir. Yazar<br />

bunu Saad’ın hem Bağdat’taki hem Beyrut’taki hem<br />

de Bombay’daki başarılarında işlemiştir. “Geçtiği<br />

yolar üzerine insanlar çıkıp onu seyredip ona el sallayanlar,<br />

şarkı söyleyenler bile vardı. Müslümanlar,<br />

Saad’ın kazanması için dua ediyordu. Hindular<br />

onun kazanmasını istiyordu. Budistler ona hayran<br />

olmuşlardı. Bir kere daha Saad insanları birleştirmiş<br />

Hindistan barışında katkısı olacağını düşünüyorlardı.<br />

Ufacık bir şeyden birbirleriyle kavga eden<br />

Bombaylılar, Saad’a olan muhabbetlerinde birleşmişlerdi.<br />

Beyrut’tan sonra Bombay’da da barışın<br />

sembolü hâline gelmişti.” Yazar barış arzusunu ve<br />

hırslardan sıyrılıp barışı kucaklamanın yolunu da<br />

satır aralarında göstermektedir.<br />

Türkeli’ndeki acıların farkında olduğunu bütün<br />

roman boyunca Kerkük üzerinden göstermektedir.<br />

Türkiye’ye bitmeyen göç ve bunun sonucunda<br />

geride kalanların hayatının daha da zorlaşmasını<br />

ustalıkla dile getirmiştir. Bazen bunu bölgedeki<br />

diğer halkları suçlama boyutunda ifade etmektedir<br />

ki, buna ihtiyaç olmadığı kanaatindeyim. Tabii ki<br />

Türkeli dramının hatırlanması, hatırlatılması gerekmektedir.<br />

Türkeli’nin son 150 yılında olanları<br />

bilmek lazım. Bir gece de kaybedilen aydınlar,<br />

eşraf anılmalıdır. Türkiye’nin meseledeki tavrı da<br />

“Biz de Türkiye’nin umurunda değiliz ya…” ile<br />

gösterilmiştir.<br />

Romanın anlatımı içerisinde konuların birbiriyle<br />

sarmal bir şekilde ifade edilmesi dikkati çekici<br />

bir unsurdur. Yukarıda açıklandığı gibi Kıreç-Leyla<br />

aşkı ile Saad-Kır tay aşkı bunlardan biridir. Bir<br />

diğeri de Kıreç’in annesine olan özlemidir. Bunu<br />

Saad’ın annesinden ayrılmasının anlatıldığı kısımlarla<br />

sarmal bir hâlde verildiğini görmekteyiz. Türkiye<br />

ile Orta Doğu arasına çizilen sınırla beraber<br />

millî bir ayrılık sızısı da oluşmuştur. Bu da özlem<br />

sarmalında üçüncü bir unsuru oluşturmaktadır tıpkı<br />

aşk sarmalında insan-at ilişkisinin üçüncü bir olması<br />

gibi…<br />

Atlar ve atçılık… Tabii ki yazar için önemlidir,<br />

yoksa bu kitabı kaleme alır mıydı diye düşünüyorum.<br />

Atlar ve atçılığa verilen değer roman boyunca<br />

vurgulanmıştır. “Tavuk anlar mı incinin kıymetini”<br />

“Atçılık fırsatlar ve hayaller işidir.” “İnsan bu<br />

atlardan hevesini alması için beş yüz yıl yaşamalı.<br />

(…) Yaşamalı ki atın yavrularının torunlarının zaferlerini<br />

yaşayıp görsün.”<br />

Atın insanlaştırıldığı anlatımlar dikkati çeken<br />

unsurlardandır. “Bir seferinde atlı bir araba Leyla<br />

Hanım’ın yanından hızla geçti. At, Leyla’yı tanımıştı.<br />

Seslenmek istedi ama hâlini onun bilmesini<br />

istemiyordu. Leyla Hanım, onları görmesine rağmen<br />

hiç oralı olmamıştı. Belki de tanımamıştı. Bu<br />

durum Saad’ın çok zoruna gitmişti. En iyisi hiç ses<br />

vermeden uzaklaşmaktı. Bu kadar tez unutulmak<br />

onu üzmüştü. Başını eğip yürüdü. Yanında koşulu<br />

olan annesi onun bu hâli dikkatini çekmişti. Sebebini<br />

sordu ama cevap alamadı.” Belki buna atın<br />

insanlaştırılması değil de atın duygularının bize aktarılması<br />

demek daha doğru olacaktır. “Zamanında<br />

yanına bakıcılarından başkası yanaşamazken şimdi<br />

köpek gelip ayaklarına işiyor, duymuyor bile.”<br />

cümlesinde tasvir edilen düşüş daha güçlü olarak<br />

nasıl ifade edilebilirdi ki Atlar ve insanlar sanki<br />

bütünleşmektedir; zaten bu romanın yazılışının<br />

‘esbabı mucîbesidir’. At ve insanın birbirini sevmesinin<br />

ötesinde aşk en platonik şekliyle romanın<br />

tamamında görülmektedir. Belki de imkânsız aşklardır<br />

aşkı platonik kılan ya da zaten aşk imkânsız<br />

bir sevgidir…<br />

“Saad, bir efsane olarak kalacak. O tarihte,<br />

gelecekte yüz yıllar sonra da konuşulacak. Onun<br />

yaşadığına kimseler inanmayacak. Senin Lübnan,<br />

Hindistan hikâyelerin anlatılacak. Bin bir gece masalı<br />

sanacaklar, içine en üryan aşk fasıllarını da katacaklar.”<br />

Said hikâyenin geleceğini böyle görmüş;<br />

yazar, hikâyeyi Said’in dediği gibi anlatmamış. Yukarıda<br />

da belirttiğim gibi aşk ve arzu hep “gecenin<br />

örttüğü” gibi bir örtü altında kalmış. Şöyle bir<br />

cümle “İçeriden at kişneme sesi geldi. Saad, başını<br />

kaldırıp kulaklarını dikti. İçerdeki ses bir daha<br />

duyuldu. Saad, başını kaldırıp havayı koklayarak<br />

karşılık verdi. On ayağının birini yere vurdu. İçerdeki<br />

at çıldırmış gibi kişneyip duvarlara vuruyordu.<br />

Saad’ın yumurtalıkları yavaş yavaş aşağıya inmeye<br />

başladı…” üryan bir hikâyeden ziyade bir zooloji<br />

dersi havası taşımaktadır.<br />

“Veliaht, efsaneleşen bir sevdanın hikâyesi...”<br />

diyor yazar. Aslında Veliaht sevgilerin, dostlukların<br />

ve özlemlerin bir destanı… ■<br />

95<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11


Suat Bulut<br />

Dergimizin Hukuk Danışmanı, duygudaşımız, kalemdaşımız<br />

sevgili Av. Suat Bulut eylül ayı içerisinde vefat etti.<br />

1968 doğumlu Suat, gerçeğine uyumlu hayalleri, ülküsü olan<br />

bir arkadaşımızdı. Çoklarının bildiğinden daha fazla birikime<br />

sahipti. Cenazesinde konuşan Ümit Özdağ’ın ifadesiyle<br />

o, 'akranları arasında Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da nadir<br />

bulunabilecek entelektüellerdendi.'<br />

Meslek dışı okumayı mesleğinden çok seven birisine örnek<br />

göstermek gerekseydi bu hiç kuşkusuz Suat Bulut olurdu.<br />

Mütevazı bürosu, hukuk kitaplarından çok sosyoloji, psikoloji,<br />

siyaset ve kültür alanlarındaki seçkin kitaplarla doluydu.<br />

Okur dostlarına kitaplarını ödünç vermek ona apayırı bir<br />

zevk verirdi. Ülkesine, insanına derin bir muhabbeti vardı.<br />

Ankara ve Bakü'yü yaşadığı şehre kardeş edinmişti. Fırsat<br />

buldukça Ankara'ya ve her yaz Bakü'ye giderdi.<br />

Dergimizdeki Tutkunun Sözlüğü, Şehirlilik, Kırılma Anı,<br />

İnsan ve Mekan, Avrasya Yansımaları gibi tadımlık yazılara<br />

imza atan Suat Bulut, son imzayı da gönüllerimize atarak<br />

Hakk'a yürüdü.<br />

Kardeşimize Allah'tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine<br />

sabır dileriz.<br />

<strong>Bizim</strong> Külliye<br />

96<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2010-11

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!