07.02.2015 Views

"Dil gölgesi"nde bir şair - Elazığ İzzetpaşa Vakfı

"Dil gölgesi"nde bir şair - Elazığ İzzetpaşa Vakfı

"Dil gölgesi"nde bir şair - Elazığ İzzetpaşa Vakfı

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Muhterem Okurlar,<br />

Bu sayımızın belirlenmiş <strong>bir</strong> konusu yok. İstedik ki yazarlarımız,<br />

şairlerimiz; köyü<strong>nde</strong>, yaylasında, sahil kenarlarında tatlı esintilerle<br />

baş başa kalsınlar. Onları herhangi <strong>bir</strong> konuya yönlendirip can<br />

sıkıntısı peydahlamayalım. Biz de merceğimizi artık <strong>bir</strong>çok ilimizde<br />

gerçekleştirilen şiir şölenlerine tutalım. Türkçe şenliği olarak<br />

algıladığımız Elazığ’da Hazar Şiir Akşamları’na, Sakarya’da Sapanca<br />

Şiir Akşamları’na, Bayburt’ta Dede Korkut Kültür ve Sanat Şöleni’ne<br />

bu niyetle katıldık. Oralarda gördüklerimizi, hissettiklerimizi yazdık..<br />

Şiir Akşamları olacak da “Miskin kul Hoca Ahmet, yedi atana<br />

rahmet,/ Fars dilini bilir de, sevip söyler Türkçeyi” diyen inancımızın<br />

ve Türkçemizin kıymetlisi Hoca Ahmet Yesevi, hatırlanmayacak! Olur<br />

mu Dört yazarımız –Alimbay Botakaraev, Necdet Tosun, Hayati Bice,<br />

Necati Kanter- Yesevi’yi ve Yesevi’nin hoşgörüsünü anlattılar.<br />

Şiirimizin ve zihin dünyamızın mihenk taşlarından Hilmi Yavuz ile<br />

“Edebiyat”, Alman Prof. Dr. Armin Burckhardt ile “<strong>Dil</strong>” üzerine, küçük<br />

<strong>bir</strong> söyleşi yaptık.<br />

Evet, bu sayımızda belirlenmiş <strong>bir</strong> konu yok, ama konularımız<br />

arasında kopukluk da yok. İnancımızın, kültürümüzün mevzularını<br />

ince <strong>bir</strong> damarla elden ele, dilden dile aktarmaya çalıştık. Bütünlük<br />

kendiliği<strong>nde</strong>n oluştu: Nazım Payam; Ses ve Yaz, Fırat Kızıltuğ;<br />

Kopuz Coğrafyası ve Musikimiz, Mustafa Miyasoğlu; Mimar Sinan’ın<br />

Dünyası, Mahir Adıbeş; Ayakları Mühürlü Atlar, Ünal Taşkın; Argamak,<br />

İhsan Yaşa; Türkülerde Sağlık Temaları, Ömer Kemiksiz; Ramazanda<br />

Çocuk Olmak üzerine düşüncelerini belirttiler.<br />

Ayrıca yazarlarımızın, şairlerimizin yeni çıkan kitaplarına dair<br />

okuma notları, incelemeler…<br />

Hikâyesiz, şiirsiz edebiyat dergisi olur mu Ümit Fehmi Sorgunlu ve<br />

İmdat Avşar’ın hikâyelerini, Nurettin Durman, Abdullah Satoğlu, Yusuf<br />

Dursun, Süleyman Daşdağ, Gökşad Özkaynar ve Ömer Demirbağ’ın<br />

şiirlerini zevkle okuyacağınıza inanıyoruz.<br />

Gelecek sayımızın dosya konusu: Edebiyat ve felsefe ilişkisi<br />

Nice bayramlarda buluşmak dileğiyle hoşça kalınız.<br />

Bizim Külliye


NAZIM PAYAM<br />

Ses ve zaman<br />

arasındaki sarsıcı<br />

<strong>bir</strong>likteliği sanırım<br />

çokları düşünmüş,<br />

düşündüklerini<br />

bilimlik çerçeveye<br />

yerleştirmişlerdir.<br />

Ama Yahya<br />

Kemal kadar,<br />

Tanpınar kadar<br />

öylesine berrak<br />

sesten tablolar<br />

çıkarabilmişler mi,<br />

bilmem.<br />

Önceleri tasarladığım yazı<br />

yaşayamamış isem güneşin<br />

sıcağı yük olmuştur bana.<br />

Karabasanlar çöker üstüme. Sıkıntıdan<br />

terlerim. “Bir yaz daha<br />

geçti” hayıflanmasıyla meşgul<br />

dimağım, sonbaharın eşiği<strong>nde</strong><br />

bütün <strong>bir</strong> ömürle hesaplaşır. Eğer yaz, yazlığını<br />

yapmış, sesi<strong>nde</strong>, gölgesi<strong>nde</strong> barındırmışsa<br />

beni Yahya Kemal’in “Geçmiş Yaz”ını mırıldanadururum.<br />

“Rü’yâ gibi <strong>bir</strong> yazdı. Yarattın hevesinle,<br />

Her ânını, her rengini, her şi’rini hazdan.<br />

Hâlâ doludur bahçeler en tatlı sesinle!<br />

Bir gün, <strong>bir</strong> uzak hâtıra özlersen o yazdan”<br />

Huzurlu yaz, sesi çoğaltır. Böcek, kuş,<br />

çocuk, sünnet, düğün en tatlı sesleriyle eşlik<br />

3<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ederler yaza. Yaz mevsimini <strong>bir</strong>az da, belki daha<br />

fazla hatırlattığı seslerden dolayı severim. Sevdiğimiz<br />

seslerle doludur yaz. Bizim yazlarımız<br />

artık kurutulacak meyvelerin, sebzelerin yazı<br />

değil. Kendi sesinin yazı…<br />

Öyle ya; yaz yazlığını yapmayınca kış neler<br />

yapmaz ki insana.<br />

Bu yaz tabiatın, çocukların sesine şairlerin<br />

sesi de karıştı. Hazar Şiir Akşamları tertip<br />

komitesi<strong>nde</strong> görevliydim. Sapanca ve<br />

Bayburt şiir akşamlarına katıldım. Elazığ’da,<br />

Sapanca’da, Bayburt’ta yapılan şiir şölenleri<br />

Türkçenin yaz şenliğine dönüştü. Tanığıyım<br />

bu şenliklerin.<br />

Sapanca’ya Nurettin Durman da geldi. İlk<br />

karşılaşmamızdı bu. Durman’la yıllardır telefonla<br />

görüşürüz. Bir<strong>bir</strong>imizin sesine aşinaydık.<br />

O, Sapanca’da durmadı. Sapanca’ya akşamüzeri<br />

gelen Yavuz Bülent Bâkiler’le gece<br />

yarısı İstanbul’a döndü.<br />

Yavuz Bülent Bâkiler, Sapanca’da olduğumu<br />

öğrenince, bana ve Vakıf Başkanımız Nihat<br />

Eriş’e daha hamuru kurumamış “1944- 1945<br />

Irkçılık-Turancılık Davasında Sorgular Savunmalar”<br />

getirdi. Allah sağlığını artırsın. Böylece<br />

Bâkiler’in bütün eserlerine sahibim.<br />

Sapanca’da, göl kıyısında sesin ve zamanın<br />

toleransını yaşadım.<br />

Hazar Şiir Akşamlarına katılan Yahya<br />

Akengin’e verdiğim sözü tuttum. 15 Temmuzda<br />

Mahmut Bahar ile Bayburt’taydık.<br />

Bayburt Dede Korkut Kültür ve Sanat<br />

Şöleni’ne Meksika, Polonya, Gürcistan, Kazakistan,<br />

Azerbaycan, Pakistan ve Elazığ halk<br />

oyunları ekipleri de katılmıştı. Ekipler ilkin<br />

Dede Korkut otağı önü<strong>nde</strong> oyunlarını sergilediler,<br />

sonra Bayburt’un ilçelerini, köylerini dolaşadurdular.<br />

Bayburtlular, Elazığlılar aynı şehrin çocukları<br />

gibi. Aynı yerelliği taşıyorlar. Yurt içi<strong>nde</strong> yalnızca<br />

Elazığ halk oyunları ekibinin bulunması<br />

da Elazığlılara muhabbetten… Bir hafta boyunca<br />

her akşam <strong>bir</strong> ses sanatçısını da ağırladı Bayburtlular.<br />

Kahkahalar… Islıklar… Alkışlar…<br />

Alkışlar… Çoruh Nehri bu alkışlarla akıyordu.<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar “Bursa’da Zaman”<br />

şiiri<strong>nde</strong> zamanı “su sesi ve kanat şakırtısından<br />

billur <strong>bir</strong> avizeye” benzetir. Tanpınar’ın benzetişi<strong>nde</strong><br />

yalnızca “ses” vardır aslında. Zamanın<br />

gerçek tanımlayıcısı ses… Su, kanat ve billur<br />

avize “ses”i, yani “zaman”ı hoşlandığımız esintide<br />

duyurur. “Bursa’da Zaman”, sesin zevk ve<br />

heyecanıyla türbelerin, camilerin, eski bahçelerin,<br />

şanlı erlerin hikâyelerini dinletir bize. Sonra<br />

‘<strong>bir</strong> zafer müjdesi’yle dikkatlerimizi yeşile, çinilere<br />

sinmiş anın saf neşesine çeker.<br />

“Yeşil türbesini gezdik dün akşam<br />

Duyduk <strong>bir</strong> musiki gibi zamandan<br />

Çinilere sinmiş Kur’an sesini<br />

Fetih günlerinin saf neşesini”<br />

Ses ve zaman arasındaki sarsıcı <strong>bir</strong>likteliği<br />

sanırım çokları düşünmüş, düşündüklerini bilimlik<br />

çerçeveye yerleştirmişlerdir. Ama Yahya Kemal<br />

kadar, Tanpınar kadar öylesine berrak sesten<br />

tablolar çıkarabilmişler mi, bilmem. Şimdiye<br />

dek ses ve zaman üzerine herhangi <strong>bir</strong> bilimlik<br />

esere baktığımı sanmıyorum. Ben, sanat eserleri<strong>nde</strong>ki<br />

sesin anlattığı zamandan; zamanın<br />

sakladığı sesten etkilenmişimdir hep.<br />

Sanatçının eseri<strong>nde</strong> kullandığı dil, konu,<br />

mekân ve şahıslar onun bilinci<strong>nde</strong> durmaksızın<br />

işleyen <strong>bir</strong>er his ve fikir şubeleridir. Sanatçıya<br />

ait olanı temsil ederler. Oysa eseri kuşatan<br />

zamanda herhangi <strong>bir</strong> nesneye aidiyetlik<br />

yoktur; zaman, sonsuzluğun temsilcisidir. Zaman<br />

dilimleri sanatçıya ancak ödünç olarak verilir.<br />

Ödünçlüğün süresini belirleyen sanatçıdır.<br />

Sesini zamanla eşleştirebilen iade edeceği<strong>nde</strong>n<br />

arınır.<br />

Her şairin her mevsimin <strong>bir</strong> tonu var. Fakat<br />

başakları olgunlaştıran yazda “Güvercin bakışlı<br />

sessizlik bile” <strong>bir</strong> başka ahenk çınlatır.■<br />

4<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


VAY BAŞIMA BİR BENİ<br />

Meğer benim böyle <strong>bir</strong> işim varmış burada<br />

Can sıkıntısı, salkım söğüt, Türkî esintiler<br />

Bilmiyor kimse peşi<strong>nde</strong>n gelecek olan nedir<br />

Kaygısız başım ağusuz aşım zehir olsun mu<br />

İşte akıp gidiyor nasıl olsa toprağın iniltisi<br />

Volkanın lavı, güneşin ışınları, korna sesleri<br />

Hepsi <strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er sıra sıra sanki <strong>bir</strong> yıldız<br />

Kaymasıdır dünyanın öğüten değirmeni<strong>nde</strong><br />

Bakındım durdum bu ben miyim uçurum<br />

Bu yükü kim kaldıracak omuzlarımdan<br />

Çiçeklerden nilüfer dedim gölde kamışlar<br />

Beni bilen olmadı bilenin ışıldayan sesi<br />

Doğudan nefes alıp batıya savurduğunda<br />

İşte bu muhtemelen kalacak olan bu<br />

İnsanın insana armağanı böyle olmalı ki<br />

Eliyle mahareti diliyle muhabbeti taşısın<br />

Demek böyleymiş dedim oturup çay içtim<br />

Seyrettim gelip geçenleri yolcu otobüslerini<br />

Söylendim durdum hiç yokken mazeretim<br />

Böylece tuhaf kaçmazdı belki konakların<br />

Varisleri tarafından öldürülüyor olması<br />

Sahibül hayrat ve hasenat el hac falan filan<br />

Doğu ile batı ikiz kardeşi değil mi dünyanın<br />

Bir zafer işareti olarak kapısında asılı duran<br />

Demek <strong>bir</strong> şey için değil çok <strong>bir</strong> şey için<br />

Bırakıp şehri göl kıyısına varmışım.<br />

NURETTİN DURMAN<br />

5<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


HİLMİ YAVUZ<br />

ile edebiyat üzerine<br />

Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e<br />

dönüşmesidir. Farklı toplumsal sınıfların<br />

beğenileri arasındaki ayırt edici farklılıkların<br />

silinmesi, hepsinin aynı düzeye (ya da,<br />

düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat<br />

da, başta roman ve şiir olmak üzere,<br />

sıradanlaşıyor. Mesele, budur…<br />

TANER NAMLI<br />

İlhan Berk’i ve Dağlarca’yı kaybettik geçen yıl.<br />

Şiirin kaleleri düşüyor hissine kapılıyor insan bazen.<br />

Artık büyük şairler gelmeyecek, büyük şiirler<br />

yazılmayacak diye korkabilir miyiz<br />

‘Büyük şair’ sıfatı, öyle kolay kolay edinilemiyor.<br />

‘Büyük şair’lik için objektif kıstaslar getirmek<br />

gerek. Aksi hâlde, herkes, <strong>bir</strong>ilerine, bazı gerekçelerle<br />

de olsa, sübjektif yanı ağır basan <strong>bir</strong> yaklaşımla,<br />

‘büyük şair’ sıfatını yakıştırabilir. Benim <strong>bir</strong> objektif<br />

kıstasım yok. Bir olasılık, klasik olmak, şiiriyle<br />

zamana karşı koyabilmek, denebilir. Mesela, Shakespeare,<br />

büyük <strong>bir</strong> şairdir; niçin Çünkü soneleri<br />

aradan dört yüzyıl geçmiş olmasına rağmen, bugün<br />

büyük <strong>bir</strong> hazla okunabiliyor da ondan! Onun için<br />

kaygılanmaya ya da korkmaya gerek yok. Kimin<br />

büyük şair olduğunu bugü<strong>nde</strong>n kestirmek mümkün<br />

değil çünkü…<br />

Bir gazete yazınızda, Camus’nün “şiir elleri kirli<br />

olduğu için sofraya alınmayan yaşlı amcaya benzemeye<br />

başladı artık…” sözünü kullanarak Türk<br />

şiir geleneğini, dünya şiiri ile <strong>bir</strong>likte tehlike içi<strong>nde</strong><br />

gördüğünüzü ifade etmiştiniz. Geçen sayımızda<br />

yaptığım <strong>bir</strong> röportajda Ataol Behramoğlu’na bu<br />

yargınızı hatırlatmıştım. Kendisi de: “Şiir hiç<strong>bir</strong><br />

zaman yaşlı <strong>bir</strong> amca olmadı, olamaz, doğasına<br />

aykırıdır. Zaten sofrada ne yeri ne de bu konuda<br />

<strong>bir</strong> talebi vardır…” gibi <strong>bir</strong> yorum getirmişti.<br />

İki şairin aynı konuya getirdiği bu farklı yorumu<br />

nasıl okuyabiliriz<br />

Benim, Camus’den <strong>bir</strong> mecaz olarak alıntıladığım<br />

sözü, o arkadaş, gerçeklik zannetmiş. Maalesef,<br />

böyle şeyler oluyor: Biz, gençken, böyle oyunları<br />

şakacıktan oynar, mesela, ‘bardaktan boşanırcasına<br />

yağmur yağıyor’ deyimini, <strong>bir</strong> arkadaşımızın başından<br />

aşağı <strong>bir</strong> bardak su dökerek, gerçekleştirirdik.<br />

Zekâ, incelikleri anlamaktır.<br />

Şairin ‘yaşlı amca’ olmadığını söyleyen o arkadaşa<br />

hatırlatayım: Şiiri, şimdiden çoktaaan ‘yaşlı<br />

amca’ olan şairler var…<br />

“Günümüz toplumunun şiirle olan ilişkisi” ve<br />

“yazılan şiirin günümüz toplumuyla ilişkisi” üzerine<br />

fikirlerinizi öğrenmek istiyorum. Aralarındaki<br />

uzaklık ve yakınlıkları nasıl ölçebiliriz Başka <strong>bir</strong><br />

açıdan da nasıl <strong>bir</strong> şair figürü ile karşı karşıyayız<br />

Şiire, toplum tarafından eskisi kadar rağbet edilmediği<br />

<strong>bir</strong> gerçek. Edebiyat metalaşıyor: Edebiyat<br />

yapıtı, ürün olmaktan çıkıp ticari mala dönüşüyor.<br />

İyi şiir, bugünün Türkiye’si<strong>nde</strong> ‘müşterisiz meta’dır.<br />

Kötü şiire gelince, o da ancak gitar eşliği<strong>nde</strong> müşteri<br />

buluyor. Bugünün edebiyatı, şüphesiz, roman<br />

türünün öne çıktığı <strong>bir</strong> edebiyattır. Octavio Paz’ın<br />

sözünü her zaman tekrarlarım: “Çok satan kitap-<br />

6<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


lar, edebiyat ederi değil, ticari mallardır. Edebiyatın<br />

mantığı, piyasanın mantığı ile örtüşmez.”<br />

Şiir-gerçeklik ilişkisi üzerine fikrinizi öğrenmek<br />

istiyorum. Bu meseleyi Türkiye’nin bugünkü meselelerini<br />

gözönü<strong>nde</strong> bulundurarak nasıl ele alabiliriz<br />

Şiirin, gerçeklikle olan ilişkisi, problematiktir:<br />

Gerçekliği, herhangi <strong>bir</strong> değiştirime uğratmaksızın<br />

dile getirdiği<strong>nde</strong> şiir olmaz; gerçekliği, değiştirime<br />

uğratarak dile getirdiği<strong>nde</strong> ise, gerçeklik, gerçeklik<br />

olmaktan çıkar.<br />

Bu problematik ilişkinin çözümü, şiir dilini, gü<strong>nde</strong>lik<br />

konuşma dili<strong>nde</strong>n ayırmak; şiir dilini ‘sembolik<br />

dil’; gerçekliğin dilini de ‘gü<strong>nde</strong>lik konuşma dili’<br />

olarak belirlemektir. Böylece gerçeklik, dünyaya<br />

ait <strong>bir</strong> gerçeklikten, şiire ait <strong>bir</strong> gerçekliğe dönüşür:<br />

Dünyaya ya da doğaya ilişkin gerçeklikle, sanata,<br />

dolayısıyla da şiire ait gerçeklik ayrımı ortaya çıkar.<br />

Gü<strong>nde</strong>lik dilin işaret ettiği gerçeklik, empirik olarak<br />

doğrulanabilir ya da yanlışlanabilir önermelerle<br />

dile gelir. Mesela, ben şimdi ‘Dışarıda lapa lapa kar<br />

yağıyor’ desem, bu hemen pencereden dışarı bakılarak<br />

yanlışlanabilir. Oysa örneğin, Paul Eluard’ın:<br />

“Dünya mavi <strong>bir</strong> portakaldır”<br />

dizesi, yanlışlama ya da doğrulama eyleminin ötesi<strong>nde</strong>dir;<br />

bugüne kadar hiç kimse, dünyanın mavi<br />

<strong>bir</strong> portakal olmadığını kanıtlamak, dolayısıyla da<br />

Eluard’ın bu dizesini yanlışlamak gereğini duymamıştır.<br />

Gazete yazılarınızda “Türkiye’de her şeyin sıradanlaştığından”<br />

bahsediyorsunuz. Eleştiri yazılarınızın<br />

çoğunun karşılığı bu yargıya çıkıyor. Bu<br />

süreci doğuran sebepler nelerdir<br />

Sıradanlık, popüler kültürün kitch’e dönüşmesidir.<br />

Farklı toplumsal sınıfların beğenileri arasındaki<br />

ayırt edici farklılıkların silinmesi, hepsinin aynı düzeye<br />

(ya da, düzeysizliğe) indirgenmesidir. Edebiyat<br />

da, başta roman ve şiir olmak üzere, sıradanlaşıyor.<br />

Mesele, budur…<br />

Böyle <strong>bir</strong> sosyal ortamda nasıl <strong>bir</strong> entelektüel<br />

figürü ile karşı karşıyayız<br />

İki olasılık var: Ya, kitchleşen edebiyata ayak uydurmak,<br />

ya da kitchleşmeye direnmek…<br />

Çağdaş Türk şiirinin bugünkü yönelimleri hakkında<br />

ne düşünüyorsunuz<br />

Çağdaş Türk şiiri<strong>nde</strong> bana göre, en anlamlı ve<br />

en değerli yönelim, ‘sahih şiir’ yönelimidir. Öteden<br />

beri tekrarladığım gibi, ‘sahih şiir’, şiirin entelektüel<br />

tarihle <strong>bir</strong>e<strong>bir</strong> <strong>bir</strong> mütekabiliyet içi<strong>nde</strong> olmasıdır.<br />

Hem doğunun hem de batının poetik müktesebatını<br />

temellük etmek! Deleuze’nin kavramsallaştırmasıyla<br />

söylersem, ‘ya o, ya öteki! (ya doğu ya batı!) yerine,<br />

köksap modelini ikame etmek: Hem o hem öteki<br />

(‘Hem doğu hem batı). Somut şiire, şiirde görselliğe<br />

yönelimin ne <strong>bir</strong> yeniliği vardır ne de entelektüel<br />

arka planı… Genç arkadaşlar ‘heves’ ediyorlar işte!<br />

Hocalığınız üzerine konuşabilir miyiz Üniversitelerde<br />

hocalık yaptınız ve kesinlikle de <strong>bir</strong> şiir<br />

mektebisiniz…Takipçileriniz var. Bir Hilmi Yavuz<br />

ekolü<strong>nde</strong>n bahsetmek mümkün. Bu sevgi ve hayranlık<br />

hâlesini nasıl yorumluyorsunuz<br />

Şöyle yorumluyorum: ‘Marifet, iltifata tâbidir.’<br />

Sohbetiniz için teşekkür ediyoruz efendim.■<br />

7<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ARMIN BURKHARDT*<br />

ile dil üzerine<br />

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin<br />

etkisi, Almanya’da hala devam ediyor.<br />

Almanya’da, Almancanın yabancı<br />

kelimelerden kurtarılmasına yönelik<br />

<strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />

veriyorlar.<br />

TANER NAMLI-A.FARUK GÜLER<br />

çev. MUSTAFA YAĞBASAN**<br />

Öncelikle sizi tanımak istiyoruz Efendim.<br />

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz<br />

Almanya’da, Magdeburg Üniversitesi Germanistik<br />

Bölümü’<strong>nde</strong> Almanca (Germanistik)<br />

profesörü olarak çalışmaktayım. Politika Derneği<br />

ve Alman <strong>Dil</strong> Kurumu üyesiyim. Bir Erasmus<br />

programı kapsamında Türkiye’de bulunmaktayım.<br />

Fırat Üniversitesi Alman <strong>Dil</strong>i ve Edebiyatı<br />

Bölümü ile <strong>bir</strong> anlaşmamız vardı. Bu anlaşma<br />

kapsamında bölümün hoca ve öğrencileri bizleri<br />

ziyaret etmişlerdi. Bizler de iade-i ziyarette bulunduk<br />

ve ben de Alman <strong>Dil</strong>i ve Edebiyatı Bölümü<br />

öğrencilerine ders vermek amacıyla buraya<br />

geldim.<br />

* Prof. Dr., Magdeburg Üniv. Öğretim üyesi<br />

ve Alman <strong>Dil</strong> Kurumu üyesi<br />

** Doç. Dr., Fırat Üniv. İletişim Fak.<br />

Hocam, öncelikle Alman dili hakkında görüşlerinizi<br />

alarak başlamak istiyoruz sohbetimize.<br />

Bizim dilimiz, tarih boyunca <strong>bir</strong>çok dillerin<br />

etkisi altında kaldı. Din değişimi ve kültürel<br />

değişmelerle <strong>bir</strong>likte dilimiz de bu sosyal olaylardan<br />

etkilendi ve değişimlere uğradı. Almanca<br />

bizim dilimize benzer serüvenler yaşadı mı<br />

Yaşadığı koşullar ve değişimler Almancayı nasıl<br />

etkiledi<br />

Bunu fark etmek zordur, ama yıllar geçtikçe<br />

dilin <strong>bir</strong> değişim içerisine girdiğini gözlemlemek<br />

mümkündür. Bu diğer dillere de bağlı. Tarihsel<br />

süreç içerisi<strong>nde</strong> insanlar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leriyle ilişki içerisi<strong>nde</strong><br />

bulunurlar. Diğer yandan komşu diller ve<br />

komşu ülkelerin etkisi de söz konusu. Dolayısıyla<br />

dillerin <strong>bir</strong> etkileşim içerisi<strong>nde</strong> olmasını doğal<br />

karşılamak gerek. Almanca, tarihin ilk dönemle-<br />

8<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi,<br />

Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da,<br />

Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına<br />

yönelik <strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />

veriyorlar.<br />

ri<strong>nde</strong> Latin dili<strong>nde</strong>n ve Yunancadan çok etkilendi.<br />

Roma dili<strong>nde</strong>n de epeyce şeyler aldı. Şu anda<br />

<strong>bir</strong> Alman, bazı Almanca sözcüklerin Almancaya<br />

Roma dili<strong>nde</strong>n girdiğini bilmeyebilir, ama biz<br />

dilbilimciler olarak biliyoruz. Tabii Hıristiyanlaşma<br />

süreci içerisi<strong>nde</strong> teolojik kavramlardan da<br />

dilimize ister istemez kelimeler girdi. Latince,<br />

bütün Avrupa’da <strong>bir</strong> bilim dili olarak kabul ediliyordu<br />

o zamanlar. Örneğin benim uğraştığım<br />

bilim dalının adı Linguistik. Linguistik de Latinceden<br />

gelen <strong>bir</strong> sözcük ve bu savımın <strong>bir</strong> örneği.<br />

Alman dili, 16. ve 17. yüzyıllarda Fransızca’dan<br />

da çok etkilendi. Özellikle iletişim ve posta terimlerinin<br />

Fransızca’dan dilimize geçtiğini söylememiz<br />

mümkün. Ancak daha sonra İngilizce’den<br />

de etkilenmeye başladık. Bazı dillerde, çeşitli<br />

dönemlerde dilleri etki etmenin kabul edilir <strong>bir</strong><br />

tarafı var ama burada dikkat edilmesi gereken<br />

temel nokta gerekli olanları almak, olmayanları<br />

bertaraf etmektir.<br />

Diğer dillerin Almanca üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi devam<br />

ediyor mu<br />

Elbette ki devam ediyor. Özellikle İngilizcenin<br />

büyük <strong>bir</strong> etkisi var. Bunun küreselleşme<br />

ile doğrudan ilgisi var. Bütün iletişim terimleri,<br />

özellikle bilgisayar terminolojisinin İngilizce olduğunu<br />

sizler de biliyorsunuz. Fransızcadan aldığımız<br />

bazı kelimelerin de şu anda İngilizce’nin<br />

tehdidi<strong>nde</strong> olduğunu söylememiz mümkün.<br />

Bunu <strong>bir</strong> tehlike olarak görüyor musunuz<br />

Tehlike olarak görmek abartılı olur, ama kendiliği<strong>nde</strong>n<br />

gelen <strong>bir</strong> etki bu, doğal karşılamak<br />

lazım. Şunu söyleyebiliriz, Amerika’nın, dolayısıyla<br />

İngilizce’nin etkisi çok fazla. Ve bu küreselleşme<br />

süreci<strong>nde</strong> elbette etkilenmeler olacaktır.<br />

Bizim İngilizce’den aldığımız <strong>bir</strong>çok kelime<br />

var. Burada dikkat edilmesi gereken şey; dilin<br />

temel yapısının, gramatik yapısının değişmesini<br />

engellemek. Bu konuda gerekli ted<strong>bir</strong>lerin<br />

alınması lazım. Bunun önüne geçmek de mümkün<br />

değil. Global <strong>bir</strong> dünyada İngilizce’nin etkisi<br />

elbette olacaktır, çünkü şu anda dünya dili<br />

olarak görülüyor. Maalesef bu Almancada da<br />

böyle. Fakat <strong>bir</strong> dilin temel yapısını etkileyecek<br />

etkilerden, dillerden korumak lazım. Bu açıdan<br />

önemli. Türkiye’de de gördüm. Burada da aynı<br />

durum söz konusu. Birçok kelime Fransızcadan<br />

girmiş. Ama Türkçe bunu kendi morfem yapısına<br />

uydurarak morfolojisine uyarlamış ve kendi ses<br />

uyumuna da uydurarak <strong>bir</strong> noktada bu kelimeleri<br />

Fransızcadan almasına rağmen Türkçeleştirmiştir.<br />

Bizdeki Türk <strong>Dil</strong> Kurumu’nun görevleri<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong>i de, Türkçeye giren yabancı sözcük ve<br />

terimlere karşılıklar bulabilmek. Alman <strong>Dil</strong><br />

Kurumu’nun bu yö<strong>nde</strong> çalışmaları var mı<br />

Almancada, Fransızcadan aldığımız <strong>bir</strong>çok<br />

kelime var. Bu durum, milliyetçilik akımının<br />

yoğun olduğu dönemlerde, özellikle Nazi dönemi<strong>nde</strong>,<br />

dilin temizlenmesi adına önemli girişimler<br />

oldu. <strong>Dil</strong>in temizlenmesine yönelik, altını<br />

9<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


çizerek söylüyorum yabancı kelimelerin temizlenmesine<br />

yönelik çalışmalar gerçekleştirildi.<br />

Örneğin Almancada olup da diğer Batı dilleri<strong>nde</strong><br />

olmayan bizim bulduğumuz karşılıklar var. Buna<br />

karşı direndik, yeni sözcükler bulduk. Örneğin<br />

futbol dili<strong>nde</strong> kullanılan terminolojinin büyük<br />

<strong>bir</strong> çoğunluğu da Almancadır. Alman futbol terminolojisi<br />

genelde İngilizceden alınmaydı önceden.<br />

Korner gibi <strong>bir</strong>çok kelimeler, İngilizceden<br />

gelmiş, ancak bizim Nazi dönemi<strong>nde</strong> yaptığımız<br />

temizlikten dolayı Almanca karşılıklar bulunmuştur.<br />

Şu anda futbol terimleri, yüzde yüz olmasa<br />

da kendi bulduğumuz kelimelerdir. İkinci<br />

Dünya Savaşı’ndan sonra İngilizcenin etkisi,<br />

Almanya’da hala devam ediyor. Almanya’da,<br />

Almancanın yabancı kelimelerden kurtarılmasına<br />

yönelik <strong>bir</strong>çok kurum var ve bunlar mücadele<br />

veriyorlar. Şu anda bulunduğum kurum gibi. Biz<br />

Alman <strong>Dil</strong> Kurumu olarak ciddi <strong>bir</strong> mücadeleyi<br />

de uygun bulmuyoruz. <strong>Dil</strong>, hiç<strong>bir</strong> zaman <strong>bir</strong><br />

devlete <strong>bir</strong> kuruma ait değildir. <strong>Dil</strong> halkındır, dil<br />

nasıl konuşuluyorsa öyle kullanmak gerekir. Bu<br />

konuda <strong>bir</strong> baskı gereksizdir, çünkü dil herkese<br />

aittir. Aslında bunu dili kullananlara bırakmak<br />

gerekir. Yani Arapçadan veya farklı dillerden <strong>bir</strong><br />

dile kelime transferi yapılıyorsa, bunun da çok<br />

karşısında olmamak gerekir. Burada belirleyici<br />

olan devletler olmamalı, bunu halka bırakmalıdır.<br />

Bu konuda Alman aydınları arasında farklı<br />

görüşler var mı<br />

Biraz önce söylediğim gibi kurulmuş dernekler<br />

var, kurumlar var, karşı tarafta da bunu kabullenmiş<br />

insanlar var. Her iki taraftan da görüşler<br />

var. Çoğunlukla büyük Alman dilbilimcileri yabancı<br />

kelimelere karşılar.<br />

Dünyada iki milliyetçilik akımının etkili olduğunu<br />

söyleyebiliriz. Bunlar Fransız Milliyetçiliği<br />

ve Alman Folk Milliyetçiliği. Alman Milliyetçilik<br />

akımı, dille milliyetçilik ilişkisi kuruyor<br />

mu Mesela aydınlar, milli düşüncelerinin dilin<br />

<strong>bir</strong> uzantısı olarak değerlendiriyorlar mı<br />

Yani <strong>bir</strong>çok milliyetçi ve marjinal akım var.<br />

Ama katı ve radikal <strong>bir</strong> dil milliyetçiliğinin olduğunu<br />

söylemek <strong>bir</strong>az zor.<br />

Türkiye’de iki yüz yıl önce yazılan <strong>bir</strong> metni,<br />

günümüz Türk gençleri anlayamıyor. Harf<br />

devrimi ve dil devrimi neticesi<strong>nde</strong> Almanya’da<br />

<strong>bir</strong> genç iki yüz yıl önce yazılmış <strong>bir</strong> Almanca<br />

metni anlayabiliyor mu<br />

Bu problemi bizde yaşıyoruz açıkçası.<br />

Latince’nin Almanca üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi iki yüz yıl<br />

öncesi<strong>nde</strong>, üç yüz yıl öncesi<strong>nde</strong> daha fazlaydı. Bu<br />

etkinin çok derin olduğunu söylememiz mümkün.<br />

O dönem Almancasının anlaşılamıyor olmasının<br />

temel nedenleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i Latince’nin çok etkin<br />

<strong>bir</strong> şekilde Almanca’ya girmiş olmasıdır. Bu<br />

<strong>bir</strong>inci problem. Ama şimdi böyle <strong>bir</strong> problem<br />

yok. Almanca’da günümüzde de dramatik açıdan<br />

çok değişimler oldu. Dolayısıyla iki yüzyıl önce<br />

yazılmış <strong>bir</strong> metnin anlaşılması sorunu <strong>bir</strong> yana,<br />

gramatik açıdan da yanlış anlamalara neden olabiliyor.<br />

Böyle sorunları bizde yaşıyoruz. Bu arada<br />

noktalama işaretleri<strong>nde</strong> de değişiklikler oldu.<br />

Bu da <strong>bir</strong> diğer problemdir. İkinci Dünya Savaşı<br />

öncesi<strong>nde</strong> de basım teknikleri açısından bazı sıkıntılarımız<br />

vardı. O tarihlerde basılan eserlerin<br />

<strong>bir</strong>çoğu eski olduğu için yeniden anlaşılmasının<br />

zorluk yarattığını söyleyebiliriz. Yeni metinler<br />

için çok da marjinal şeyler söylemek doğru değil.<br />

Özellikle eski Latince yazılmış eserlerde, sizi<strong>nde</strong><br />

yaşamış olduğunuz problemleri, bizim de<br />

yaşadığımızı söyleyebiliriz.<br />

Devlet politikası olarak özellikle eğitim sistemi<br />

içerisi<strong>nde</strong>, çocuklara dil bilinci aşılama<br />

konusunda Almanya’nın nasıl <strong>bir</strong> programı<br />

mevcut<br />

Almanca dil eğitiminin etkin biçimde ve-<br />

10<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Bu dil kullanımı problemleri kültürel dejenerasyona<br />

neden oluyor mu Alman devletinin<br />

bu dejenerasyonu önleme politikası var mı<br />

Elbette böyle <strong>bir</strong> durum söz konusudur. Hükümetlerin<br />

devletlerin dile müdahale etmesini<br />

de doğru bulmuyorum. <strong>Dil</strong> sadece konuşanlara<br />

aittir. Devlete değil halka aittir. Buna karşı ne<br />

yapılabilir Bu eğitim sistemi içerisi<strong>nde</strong> gayret<br />

gösterilerek halledilebilir. Bunun devlet eliyle<br />

yapılmasını, <strong>bir</strong> baskı unsuru olarak devletin<br />

ağırlığını koymasını doğru bulmuyorum. Burada<br />

şunun altını çizmek gerekir. <strong>Dil</strong>ler, çeşitli<br />

kurumlar tarafından baskı altına alınmamalıdır.<br />

Bu kültürlerarası iletişim açından da çok önemlidir.<br />

Diğer dillerin tanınması, yaşaması ve dil<br />

öğrenimi bu açıdan önem arz ediyor. Bu nedenle<br />

İngilizce’nin tüm Avrupa’da kullanılmasına da<br />

çok karşı durmamak gerekir. Çünkü dünya dili<br />

olarak kabul ediliyor.<br />

Amerika ve İngiltere kültürünü de dil üzeri<strong>nde</strong>n<br />

aşılıyor ama<br />

Elbette ki İngilizce’nin bu etkisine ve tahribatına<br />

karşı durmamak mümkün değil. Ama şunu da<br />

göz ardı etmemek gerekir. Farklı toplumların ve<br />

farklı kültürlerin iletişim kurmasında <strong>bir</strong> dünya<br />

dili etkilidir ve bu dil de maalesef İngilizce’dir.<br />

İnsanların <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini anlamasında önemli katkıları<br />

vardır. Ama İngilizceyi devletin değil, halkın<br />

reddetmesi gerektiğini düşünüyorum.<br />

rilmesine çalışılıyor Almanya’da. Eskiden<br />

Almanca’ya Alman dil kurallarına uyma gayreti<br />

daha yaygındı, ancak bugün dilin yapısına ve<br />

gramerine uyulduğunu söyleyemeyiz. Özellikle<br />

Almanca dersleri<strong>nde</strong>, Almanca’nın Alman öğrencilere<br />

stilistik ve dilbilimsel açıdan iyi öğretilmesi<br />

gerekmektedir.<br />

İngiltere dil politikası gütmesine rağmen Almanya<br />

bunu yapmıyor, dilini pompalama gayreti<br />

gütmüyor<br />

Alman devletinin böyle <strong>bir</strong> çabası hemen hemen<br />

yoktur. Goethe Enstitüsü ve DAD adı verilen<br />

kurumların bu anlamda Alman dilini farklı<br />

ülkelerde de öğretmeye yönelik faaliyetleri var.<br />

Örneğin Çin’de bulunduğum dönemlerde Fransızca<br />

ve İngilizcenin daha etkili şekilde götürülmeye<br />

çalışıldığını görüyorum. Ama Almanca’nın<br />

böyle <strong>bir</strong> çabası olmamıştır, en azından onlar<br />

kadar. Bizim öyle Amerika gibi çok agresif ve<br />

katı <strong>bir</strong> dil yayma siyasetimizin olmadığını düşünüyorum.<br />

Ben de Amerika’nın bu politikasına<br />

11<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


elbette karşıyım. Fakat burada şunu göz ardı etmemek<br />

lazım. Amerika’nın teknik <strong>bir</strong> ülke olması<br />

ve güçlü olması, beraberi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok kelimelerin<br />

başka dillere girmesine neden olmaktadır.<br />

Amerika’nın bu duruma yönelik <strong>bir</strong> programı<br />

da olmayabilir. Fakat teknolojik kelimelerin çok<br />

açık biçimde başka dillere girmesi kaçınılmaz<br />

olmaktadır.<br />

Göçmenlik meselesine de değinmek istiyorum.<br />

Almanya’da yoğun olarak Türkler yaşıyor.<br />

Onların dil uyumu meselesi var, karşılıklı dilsel<br />

etkilenmeler kaçınılmaz oluyor. Türkçenin Almancaya<br />

etkisi var mıdır<br />

Amerika’ya giden <strong>bir</strong> İtalya’nın İngilizce öğrenmesi<br />

gerekir. Almanya’daki Türkler yaygın<br />

olarak Almancayı kullanıyor. Bu nedenle çok<br />

yaygın olarak etkilendiğimiz söylenemez. Fakat<br />

özellikle yemek kültürüne bağlı olarak çeşitli yemek<br />

isimleri transfer ettik. Bu nedenle Türkiye’de<br />

yemek yerken mönülerdeki yemekleri seçerken<br />

çok zorluk çekmediğimi söyleyebilirim. Döner,<br />

lahmacun ve köfte gibi… Türklerin bu anlamda<br />

Almancaya etkileri söz konusu zannederim.<br />

Almanya’da <strong>bir</strong> göçmen edebiyatı da oluştu.<br />

Siz Almanca ürün veren Türk yazarlarını nasıl<br />

buluyorsunuz<br />

İkinci ve üçüncü jenerasyonda hemen hemen<br />

Almancayı kendi anadilleri gibi konuşan Türkler<br />

çoğunlukta. Onlar, o ülkeye elbette Türk gözüyle<br />

bakıyorlar, değerlendiriyorlar. Açık söylemek gerekirse<br />

çok takip edemedim Almanca yazan Türk<br />

yazarlarını. Kabare yazan <strong>bir</strong> Türk yazarı olan<br />

Serdar Sabuncu ile tanışmıştım. Almanya’daki<br />

tecrübelerini anlatan <strong>bir</strong>kaç kitap yazmıştı. Sahneye<br />

koyduğu eserleri de çok ses getirdi. Kendi<br />

bakış açısıyla bizi sunumu, kendimizi farklı<br />

<strong>bir</strong> gözle görmemizi sağlıyor. Biz Almanlar için<br />

bazı acı tecrübelerin olduğu metinleri okumaktan<br />

kaçmamıza rağmen, bazı Türk yazarların değerlendirmeleri<br />

bizim için önemli.<br />

Bir Almanın, Türk edebiyatı söz konusu olduğunda<br />

aklına ilk hangi şair ve yazar gelir<br />

Orada yeterince Türk edebiyatı tanınıyor mu<br />

Ben çok okuma imkânı bulamama rağmen<br />

Orhan Pamuk’u biliyorum. Elbette ki <strong>bir</strong>çok yazarın<br />

da Almancaya girmesi ve tercüme edilmesi<br />

gerekir. Biz Türklerle yaşıyoruz ama Türkiye’yi<br />

tanımıyoruz. Sadece Orhan Pamuk’la kalmamalı.<br />

Türkiye bu konuda gayret göstermeli, Türk yazarlarını<br />

orada tanıtmalıdır. Edebiyat <strong>bir</strong> noktada<br />

da farklı kültürleri tanımak demektir.<br />

Almanya’da etnik gruplar var mıdır ve devlet<br />

onların kendi dillerini kullanımlarına nasıl<br />

bakıyor<br />

Almanya’da <strong>bir</strong>çok diyalekt de var, dil de<br />

var. Bunlardan <strong>bir</strong> tanesi Zorbiş denen <strong>bir</strong> dildir.<br />

Bunlar Alman kimliğine mensuptur ve Sırp kökenlidirler.<br />

Lehçe ve Çekçeyi andıran <strong>bir</strong> dildir.<br />

Sakson eyaleti<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> bölgede yaşamaktadırlar.<br />

Danimarka kökenli <strong>bir</strong> grup da var Almanya’da<br />

yaşayan. Bunlar Danimarkaca’ya yakın <strong>bir</strong> dil<br />

kullanırlar. Daha buna pek çok örnek verebiliriz.<br />

Kendi dilleri<strong>nde</strong> eğitim görebiliyorlar mı<br />

Böyle talepleri var mı<br />

Bunlar kendi bölgeleri<strong>nde</strong> kendi dillerini rahatça<br />

konuşabilirler, ama okullarda Almanca ile<br />

eğitim görmek zorundadırlar. Devlet okullarında<br />

ancak kendi dilleri ile ilgili kurslar alabilirler.<br />

Eğer Almanya’da yaşıyorsanız, Almanca ile<br />

eğitim görmek zorundasınızdır. Çünkü bu kendi<br />

hayatınızı kolaylaştıracaktır. Bu etnik grupların<br />

kendi yararına olmaktadır.<br />

Hocam sohbetiniz için teşekkür ederiz.<br />

İlginiz için ben teşekkür ediyorum. ■<br />

12<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Türk<br />

musikisi,<br />

en doğru<br />

ve eksiksiz<br />

hâliyle Türk<br />

dünyasında<br />

haşmetini<br />

sürdürür.<br />

Bundan kimsenin<br />

şüphesi olmasın.<br />

Makamlarımız,<br />

usullerimiz, en<br />

kolayından en<br />

karmaşık klasik<br />

örneklere kadar,<br />

her duyguyu, her<br />

düşünceyi, her<br />

olayı güçlü musiki<br />

lisanıyla anlatacak<br />

imkânlara sahiptir.<br />

FIRAT KIZILTUĞ<br />

Kopuz coğrafyasında epeyce farklı diller konuşulur. Hâkim<br />

dil Türkçemizdir. Ama bu coğrafyada <strong>bir</strong> dil daha vardır ki,<br />

herkes bu dilden konuşmak zorundadır. Bizim ısrarla vurguladığımız<br />

ve ikinci dilimiz diye tarif ettiğimiz Türk musikisi!<br />

Bizim musikimiz, batıya doğru uzaklaştıkça değişir. Zevksizleşir,<br />

yabancılaşır. Orta Avrupa’da tamamen yabancı kılığa<br />

bürünür. Güneye inildikçe, tesiri devam eder fakat basitleşir.<br />

Türk musikisi, en doğru ve eksiksiz hâliyle Türk dünyasında<br />

haşmetini sürdürür. Bundan kimsenin şüphesi olmasın.<br />

Makamlarımız, usullerimiz, en kolayından en<br />

karmaşık klasik örneklere kadar, her duyguyu, her<br />

düşünceyi, her olayı güçlü musiki lisanıyla anlatacak<br />

imkânlara sahiptir.<br />

Günümüzde bu imkânları tam anlamıyla<br />

kullanamadığımız doğrudur. Tıpkı <strong>bir</strong> okyanustan<br />

sadece <strong>bir</strong> bardak su alıp onunla iktifa<br />

etmek gafleti içi<strong>nde</strong> olduğumuz gibi<br />

doğrudur. Çoğunlukta olan <strong>bir</strong>eylerimizin<br />

sanatımızı tanımadığı, tanıdığını<br />

iddia edenlerin çoğunun<br />

ilkel duyarlıkla algıladığı da<br />

doğrudur.<br />

Ama bu doğruların<br />

karşısında, yerçekimi<br />

kadar gerçek, manyetik<br />

çekim kadar hakiki ve<br />

tabiatın gerçek seslerine<br />

dayalı <strong>bir</strong> sanat, şan ve<br />

13<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


şerefiyle hayatiyetini sürdürmektedir.<br />

Türk ırkından gelen her <strong>bir</strong>eyin, genetik kodlarında<br />

yaşayan <strong>bir</strong> sanat türüdür Türk musikisi!<br />

Başka milletlere mensup olanlar, asla ve kat’a beceremezler;<br />

çalamazlar, söyleyemezler. Bu sanatı<br />

icra edebilmenin <strong>bir</strong> tek yolu vardır: Türk ırkından<br />

gelmek! Türk gibi hissetmek, duymak ve yaşamak<br />

şartı en öncelikli olaydır.<br />

Kopuz coğrafyasının dağları, ırmakları, gölleri,<br />

sözlü ve yazılı edebiyatımızın en önemli membaıdır.<br />

Dolayısıyla bu edebî yaratıcılık, Türk musiki<br />

sanatına da kaynak görevi yapar.<br />

Düşüncemizi şöyle örnekleyelim: Türk dünyasında<br />

iki nehir vardır - ki gerek edebî gerek musiki<br />

ürünleri<strong>nde</strong>, çok fazla yer alır- Aras ve Tuna!<br />

Azeri kültür sahasında, Aras’ın anılmadığı şiir,<br />

mahnı, marş, hatta senfonik eser yok gibidir. Türkiye<br />

kültür sahasında da Tuna Nehri, şiirlerin, şarkıların,<br />

baş tacıdır.<br />

Hatta Türkiye kültür dairesi<strong>nde</strong>n de Aras’a seslenen<br />

özlem pervaneleri kanat çırpmıştır.<br />

Aman Aras, han Aras,<br />

Bingöl’den kalkan Aras,<br />

Al başımdan sevdayı;<br />

Hazar’da çalkan Aras!<br />

Yüzyıldan fazla zamandır, elimizden çıkan Rumeli<br />

vatanı için seçtiğimiz özlem abidesi, Tuna<br />

Nehri’dir.<br />

Akma Tuna akma ben <strong>bir</strong> dertliyim<br />

Yâr peşi<strong>nde</strong> koşar kara bahtlıyım.<br />

Şunu vurgulamak istiyoruz: Bizim gibi hissetmek<br />

için, coğrafyanızı Türk gibi yaşamak mecburiyeti<br />

vardır. Başka köke<strong>nde</strong>n olanlar, mutlaka yüzüne<br />

gözüne bulaştırır. İçimizde doğmuş olsalar bile…<br />

Musiki ile uğraşmış olsa bile, Hüseynî makamını<br />

idrak edemeyenin Türklüğü<strong>nde</strong>n şüphe ederiz.<br />

Yabancı müziklere kul köle olup sanatımızı küçümseyenler<br />

vardır. Bunların mutlaka kanları bozuktur,<br />

karışıktır. Büyük Türk denizi<strong>nde</strong> eriyip yok olmaları<br />

kaçınılmazdır.<br />

Türk sanatı son günlerde, bütün kültür değerlerimize<br />

karşı uygulanan, hem içten hem de dıştan<br />

hıyanete uğramaktadır. Bütün bunlar geçicidir. Türk<br />

sanatı, çok güçlüdür. Bin yıllara direnerek günümüze<br />

ulaşmıştır. Yarınlar daha görkemli olacaktır. Türk<br />

dünyası, ortak paydada buluşacak, sanatına, kültürüne<br />

sahip çıkacaktır. “Yarından daha yakın”da…■<br />

MEVLÂNÂ’YIM<br />

AŞKTANDIR SESİM<br />

Ben ki Mevlânâ’yım aşktandır sesim,<br />

Bir ölümsüz canda aşktır adresim.<br />

Dinle be<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> hikâyem var sana,<br />

Âşık olsan cümle âlem yâr sana.<br />

Hak’tan aldık halka sunduk aşkı biz,<br />

Âşıkın gönlü<strong>nde</strong> bulduk köşkü biz.<br />

Aşkı gönlün bahçesi<strong>nde</strong>n seyre dal,<br />

Gördüğün her sahneden <strong>bir</strong> ibret al.<br />

Bil ki yavrum bahçe sensin, gül de sen;<br />

Gül yüzü<strong>nde</strong>n inleyen bülbül de sen.<br />

Yine gel, tövbeni bozsan yine gel;<br />

Rahmetin yağdığı en son dine gel.<br />

Aşk içi<strong>nde</strong>n nûru seyret aşka dön,<br />

Nûr içi<strong>nde</strong>n aşkı seyret Hakk’a dön.<br />

YUSUF DURSUN<br />

14<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ALİMBAY BOTAKARAEV<br />

Aşk insana doğru<br />

yönü gösteren,<br />

ruhunu arıtan ve<br />

eğiten güçtür, yani<br />

insanın manevi<br />

olgunlaşması<br />

ve toplumun<br />

gelişmesi<strong>nde</strong><br />

çok önemli <strong>bir</strong><br />

değerdir. Yesevî<br />

düşüncesi<strong>nde</strong>,<br />

insanın insani<br />

varlığını muhafaza<br />

eden, onu nefis ve<br />

gafletten alıkoyan da<br />

aşktır:<br />

“Aşksızların hem canı yok hem imanı”<br />

Ahmet Yesevî<br />

Hoca Ahmet Yesevî düşüncesinin temeli<strong>nde</strong><br />

aşk vardır. Bu sıradan <strong>bir</strong> muhabbet değildir,<br />

ilahî aşktır. İlahî aşk, Allah’ı, insanı tüm yaratılmış<br />

varlıkları sadece Allah için sevmektir. Ancak böyle<br />

<strong>bir</strong> aşk, insanı, insanî zihniyete, insan denen şerefli<br />

ada layık olmaya yönlendirmeye muktedirdir. İnsanın<br />

insanlığı da kendini işte bu aşka yönlendiren ana<br />

ilke ve ideleri, duygu ve düşüncede, gönül ve dilde,<br />

akıl ve davranışlarda, ibadet ve inançta insani ve toplumsal<br />

ölçüleri ilahî ölçülerle uzlaştırabilmede, kendini<br />

gösterir. Yani, insanı Allah’a yaklaştıran her şeyi,<br />

Allah’tan gelmiş gibi kutsal bilmek gerekmektedir.<br />

Çünkü her şey Allah’ın işi, onun sanatı ve kudretinin<br />

eseri olduğundan sevilmesi ve sayılması gerekir.<br />

Allah’a giden yol sadece insan ve toplumdan geçer.<br />

Bu Allah’a giden en doğru ve en kısa yoldur. Öyleyse,<br />

her yerde, her şeyde Allah’ı görebilmek, Yesevî düşüncesinin<br />

temel ilkesidir.<br />

Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong> ilahî aşk, “işk” kavramıyla<br />

irdelenir. Divan-ı Hikmet’te, “pak aşk”, “aşk ateşi”,<br />

“aşk bahçesi”, “işk babı”, “işk camı”, “işk dükkânı”,<br />

15<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


“işk yolu”, “işk makamı”, “işk defteri”, “işk<br />

derdi”, “işk bazarı”, “işk deryası”, “işk şarabı”,<br />

“işk cevheri”, “hum-i aşk” vs. gibi,<br />

aşkla ilgili tanım ve sembolik kategoriler<br />

çoktur.<br />

Tasavvuf felsefesi<strong>nde</strong> Hak,<br />

Aşk’tır. Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, aşk,<br />

“mey [1] ”, “padişah [2] ”, “vahdet [3] ”,<br />

yani, öz, cevher, ruh, <strong>bir</strong>lik mertebeleri<br />

anlamındadır. Burada Yesevî,<br />

aşkı, “hakikat”, “Muhammet deryası”,<br />

“didar”, “varlığın <strong>bir</strong>liği”, “öz” ve “ruh”<br />

olarak algıladığı için, “bütün işten aşkı yüce<br />

buldum” demektedir. Böylece Yesevî, ilm-i<br />

hâlin mânâsını, insanın aşk ile varlığa sahip<br />

olabileceğini net <strong>bir</strong> şekilde göstermiştir.<br />

Yesevî için aşk, marifetullaha ulaşmanın<br />

yoludur. Tasavvufta, Allah, evrene sığmayabilir,<br />

ama insanın kalbine pekâlâ<br />

sığabilir. Sebebi, insan ruhu hem<br />

Allah’tan verilmiş <strong>bir</strong> cevher hem de<br />

onu tanımanın ana objesidir.<br />

Yesevî için, aşk, Hak ile insanı<br />

uzlaştırıcı güçtür: “Aşk olmadan<br />

bulmak zordur, Mevlâm Seni [4] ”. Burada<br />

insanın en büyük amacı Hakk’ı<br />

bilmek için, ilk önce, Allah’a âşık olmak<br />

ve onun emirlerine teslim olmak<br />

gerekir. Allah’ı bilmek her zaman aşkı<br />

doğurur. Aşk da Allah’ın tanınmasına<br />

götürecektir. İnsan Hakk’ı arayıp, onun<br />

didarını talep ederek, sabırla ve büyük<br />

özlemle onu beklemektedir. Bu büyük<br />

<strong>bir</strong> derdi doğurmaktadır. Ancak, bu<br />

derdi insan kendi hür iradesiyle seçmektedir.<br />

Yesevî’nin, “İşk derdini talep<br />

ettim, dermanı yok [5] ”, dediği dert,<br />

1. Divan-ı Hikmet, H-8.<br />

2. Divan-ı Hikmet, H-17.<br />

3. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />

4. Divan-ı Hikmet, H-33.<br />

5. Divan-ı Hikmet, H-33.<br />

“didar talep” derdidir. Bu dert, Dede Korkut<br />

dünya görüşü<strong>nde</strong>ki dertten farklıdır. Hakk’ın<br />

cemaline olan aşktan doğan derttir. Aşk derdi<br />

ise, Hak cemaline olan özlemden gelmektedir.<br />

Cemal ise, Hak sıfatlarından <strong>bir</strong><br />

tanesidir. Hak cemali insanı marifete<br />

götürecektir. Burada, Hak ve cemal<br />

eşit ölçü ve esas amaçtır [6] . Allah, hem<br />

âşıktır hem maşuktur hem de aşktır:<br />

“Hem âşıkım ve hem maşukum, özüm canan<br />

[7] ”. Burada, gerçek aşkın, insanın tüm kişilik<br />

kabiliyetlerini düzenleyip varlığın <strong>bir</strong>liğine<br />

kavuşturacağını görmek mümkündür [8] .<br />

Yesevî, Hakikat yolunda canını satarak, Allah<br />

aşkını satın almaya davet etmektedir. Bu kendini feda<br />

etmek veya Allah yolunda kendisini kurban etmektir.<br />

Fedakârlık, ahlaki değerlerin en yüksek derecesidir.<br />

Burada, Allah’a âşık olmak, Allah yolunda diğer tüm<br />

değerleri feda etmek demektir.<br />

Yesevî, aşkla ilgili hikmetleri<strong>nde</strong> şöyle demektedir:<br />

“Hak önü<strong>nde</strong>, akl-i kâmil, dura almaz,<br />

Aşk gücü<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> an (dem) bile dura almaz [9] ”.<br />

Burada Yesevî’nin, akıl ile aşkı karşılaştırarak,<br />

aşkı yok saymak gibi <strong>bir</strong> niyeti yoktur. Aksine,<br />

Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, akıl, insanın<br />

hür iradesiyle, kendisini aşk yoluna<br />

adamasına sebep olan güçtür. Buradan<br />

da, aklın aşka zıt <strong>bir</strong> şey olmadığı,<br />

bilakis, aşkın destekleyici<br />

olduğunu görmek mümkündür.<br />

İnsanın davranışlarında akıl ve<br />

aşk <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini muhasebe ederler.<br />

Aşksız akıl, insanı nefsani<br />

işlere götürecektir. Aklı böyle<br />

işlerden alıkoyabilecek ve kurtarabilecek<br />

tek güç de aşktır. Bunun<br />

gibi, akılsız aşk da insanı doğru yolundan şaşırtır ve<br />

6. Divan-ı Hikmet, H-41.<br />

7. Divan-ı Hikmet, H-54.<br />

8. Burckhardt T., İslam Tasavvufı Doktrinine Giriş. s.41.<br />

9. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />

16<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


atıl inançlara sürükleyebilir. Dolayısıyla, aşk ile aklın<br />

arasında uyum olması gerekmektedir [10] .<br />

Aşk insana doğru yönü gösteren, ruhunu arıtan<br />

ve eğiten güçtür, yani insanın manevi olgunlaşması<br />

ve toplumun gelişmesi<strong>nde</strong> çok önemli <strong>bir</strong> değerdir.<br />

Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, insanın insani varlığını muhafaza<br />

eden, onu nefis ve gafletten alıkoyan da aşktır:<br />

“İşk değse, viran eyler, ma ü meni,<br />

İşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin [11] .”<br />

Görüldüğü gibi, insan hayatının anlamı aşktır. Bu<br />

yüzden, Yesevî, “Aşksızların hem canı yok hem imanı<br />

[12] ”, demektedir. Gerçekte, Yesevî’nin Allah’ın aşkını<br />

istemesi<strong>nde</strong>ki amacı, toplumun huzuru ve saadeti<br />

içindir. Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, Hak didarını görmek<br />

bu dünyada, yani, toplumda gerçekleşmektedir. Dolayısıyla,<br />

bu yolda, Yesevî toplumunun Hızırı, halkın<br />

Hakk’a giden yolunda üzeri<strong>nde</strong>n geçeceği toprak ve<br />

köprü olmak amacıyla aşka sarılmaktadır. İnsanları<br />

aşkla <strong>bir</strong>lik ve beraberliğe, toplumsal dayanışmaya davet<br />

ederek, Allah aşkının insan ve toplumu sevmekten<br />

geçeceğini ilk hikmetleri<strong>nde</strong>n itibaren dile getirmiştir.<br />

Bu yüzden Yesevî, ahlak, aşk ve toplum arasındaki<br />

ilişkilerin önemini devamlı vurgulamaktadır.<br />

Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>, insanların, Allah’ın yarattığı<br />

tüm varlıkların dili, dini, rengi ve ırkına bakmaksızın,<br />

manevi kardeşliği, toplumsal dayanışma ve <strong>bir</strong>liği bu<br />

dünyada gerçekleştirmek için çabalamaları gerekmektedir.<br />

Her <strong>bir</strong> insan, diğer insanları kendi yerine<br />

koyarak ve Allah’ın yarattığı kulu olarak bakıp onları<br />

“be<strong>nde</strong>n” diyebilmesi gerekmektedir [13] . Ruhani kardeşlik,<br />

Allah’a ve insana olan aşkın ve saygının kaynağıdır.<br />

Sebebi ise, Yesevî düşüncesi, öz bakımından<br />

insanı, onun milliyeti, jeografik sınırı, inancı ve diline<br />

bakmaksızın, tüm insanlığı, “ben” ve “<strong>bir</strong>” olarak görmektedir.<br />

Yesevî’nin meclisi<strong>nde</strong> Müslüman da puta<br />

tapan da, ateşe tapan da kâfir de <strong>bir</strong>dir. Bu yüzden, o,<br />

10. Bayraktar M., Yunus Emre ve Aşk Felsefesi, s.67.<br />

11. Divan-ı Hikmet, H-54, s.74.<br />

12. Divan-ı Hikmet, H-140, s.179.<br />

13. Bayraktar M., age., s.89.<br />

gerçek sufi olarak, yanında oturan insanın hangi din<br />

ve milletten olduğuna önem vermeyen insandır.<br />

İlahî aşk ile donanmış gerçek dindarlık insanı ruhani<br />

hoşgörüye götürecektir. Hoşgörü ise, insanları,<br />

dinî inancına ve politik mensubiyetine göre değerlendirmemektir.<br />

Dolayısıyla, Yesevî’nin hoşgörü anlayışı,<br />

sadece, din içi değil, dinlerarası, hatta dinlerüstü <strong>bir</strong><br />

ilahî hakikati esas almaktadır. Hoşgörü olmazsa, insanlar<br />

arasında aşk da sevgi de, eşit sohbet de barış da<br />

olmayacaktır. İlahî yaratılışın amacına göre, insanlar,<br />

<strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerini tamamlayan ve <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerine ayna olan ilahî<br />

hakikatin tecellisi olduklarına inanmaktadırlar.<br />

Yesevî, aşka ulaşmanın yollarını şu aşamalarla ortaya<br />

koymaktadır: Birinci olarak, tarikatta, ilm-i hâli<br />

vakfetmek (İşk bahçesini dolaşmayan âşık olmaz [14] );<br />

ikinci olarak, riyazet ile ruhu eğitmek (Cürm ve cefa<br />

çekmeden nefsin ölmez [15] ); üçüncü olarak, Allah’a,<br />

dünya ve ahiretteki nimetleri ve mükâfatları için değil,<br />

onun zatı ve özüne âşık olmak (İki âlem işretlerini<br />

Mey’e sattım, Hakk’ı sevdim [16] ); dördüncü olarak,<br />

Hakk’a zikir, vecd, sohbet gibi yöntemlerle ulaşmaktır<br />

(Zakir olup, şakir olup Hakk’ı buldum [17] ).<br />

Gördüğümüz gibi, Yesevî düşüncesinin temeli<strong>nde</strong><br />

sohbet, hoşgörü ve aşk vardır. Düşünce ve düşünce<br />

özgürlüğü vardır. Bu ise, iş ve davranışın özgürlüğü<br />

demektir. Zikir, sohbet, vecd gibi psikoteknik yöntemler,<br />

hastalıklara maruz kalan kalbi tedavi ederek kalbi<br />

Allah’ı sevebilecek duruma ve dereceye getirmeye<br />

yarayan araçlardır. Bu araçlar ise, Yesevî için hiç<strong>bir</strong><br />

zaman amaç olmamıştır. Sonuç itibariyle, Yesevî düşüncesi<strong>nde</strong>,<br />

aşk, hayatın gerçek anlamı, aynı zamanda<br />

insani varlığa ve insani zihniyete ulaşmanın temel<br />

şartıdır.■<br />

14. Divan-ı Hikmet, H-102.<br />

15. Divan-ı Hikmet, H-77.<br />

16. Divan-ı Hikmet, H-12.<br />

17. Divan-ı Hikmet, H-13.<br />

17<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Hz. Pîr-i Türkistan Ahmed<br />

Yesevî’nin “Aşk” Söylemi<br />

HAYATİ BİCE*<br />

1993 yılında Pîr-i Türkistan Hazret Sultan<br />

Ahmed Yesevî’nin Divan-ı Hikmet eserini<br />

ilk baskısına hazırlarken doğrudan doğruya “aşk”<br />

kelimesinin ve “aşk” kavramı ile ilgili “âşık”, “maşuk”,<br />

“muhabbet” sözcüklerinin çok sık kullanılmış<br />

olduğu dikkatimi çekti. Şunu hemen belirtmek<br />

isterim ki, Divan-ı Hikmet’te başka hiç<strong>bir</strong> ‘soyut’<br />

kavram, bu yoğunlukla kullanılmamıştır.<br />

Büyüsü ‘taammüden’ bozulan <strong>bir</strong><br />

kavram: Aşk<br />

Türk <strong>Dil</strong> Kurumunun Türkçe Sözlük’ü<strong>nde</strong> aşk,<br />

“aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi” olarak tanımlanıp<br />

aslına uygun <strong>bir</strong> şekilde, Yunus Emre’den “<br />

Gel gör beni aşk neyledi” mısraı ile örneklendiriliyor.(1)<br />

Fakat son yıllarda güncel Türk kültürünü belirleyen<br />

kodların dejenerasyonu ile bozulan, yoz-<br />

* Dr., Araştırmacı-Yazar<br />

laştırılan Türkçenin en nadide sözleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>isi<br />

de “aşk” oldu. Önce, tercüme edilen Hollywood<br />

filmleri artistlerinin diline uydurulmağa çalışılarak<br />

formatı değiştirilen bu “nazenin” kelime -bugün<br />

hormonların tesiri<strong>nde</strong>ki gövdelerin köpüklü ağızlarında-<br />

en yaban güdüleri tanımlama derekesine<br />

indirildiği de acı <strong>bir</strong> gerçek.<br />

Prof. Dr. İske<strong>nde</strong>r Pala’nın şiir gibi sözleriyle<br />

“aşk ilahîdir; imanla başlar, vahdete götürür. Gönülde<br />

doğar, gönülde yaşar. Sırrı saklamayanlar,<br />

başını verir. Aşk, Allah’ın “Bilinmeyi istedim;<br />

kâinatı yarattım.” buyurduğu noktada başlar. Varlığımızı<br />

sürdürdüğümüz medeniyet <strong>bir</strong>ikiminin içi<strong>nde</strong><br />

aşkın bütün çeşitleri mevcut… Divan edebiyatı<br />

ve tasavvuf itibariyle beşeri aşkın (mecazi aşkın)<br />

ilahî aşka dönüşmesi tabii <strong>bir</strong> seyir. Pek çok mutasavvıf<br />

ilahî aşk için beşerî aşkı ilk basamak olarak<br />

görür… Gönlümüzle, Allah’ın işaretlerini görebilmemizi<br />

sağlayacak en önemli vasıtalardan <strong>bir</strong>isidir<br />

aşk. Gönlü açmak ancak sevmekle olur… İlahî aş-<br />

18<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


kın içerisi<strong>nde</strong> beşeri aşkın cüzleri zaten mevcuttur.<br />

İlahî aşka vasıl olmak bilakis beşeri aşkların temelini<br />

sağlamlaştırır. Denizin içi<strong>nde</strong> damla vardır;<br />

ama deniz damladan ibaret değildir… Türk coğrafyasının<br />

en bereketli olduğu husus aşktır.” (2)<br />

“Divan-ı Hikmet” <strong>bir</strong> “Divan-ı Aşk”<br />

imiş meğer!<br />

Hazret Sultan Yesevî’nin 144 adet ‘Hikmet’ adı<br />

verilen şiirini içeren Divan-ı Hikmet’i<strong>nde</strong> “aşk” kelimesi<br />

tam tamına 55 şiirde kullanılmıştır. Oran olarak<br />

bakıldığında bu % 38’lik <strong>bir</strong> yaygınlığa işaret eder.<br />

(Divan-ı Hikmet’te başka hiç<strong>bir</strong> kavram -sanıyorumbu<br />

yoğunlukla kullanılmamıştır.) İnceleme <strong>bir</strong> de aşk<br />

ile doğrudan ilişkili “âşık, maşuk, muhabbet” kelimelerini<br />

kapsama alanına alarak genişletildiği<strong>nde</strong> çok<br />

daha büyük <strong>bir</strong> oran ortaya çıkacağı kesindir.<br />

Divan-ı Hikmet’te aşk kavramı tek başına <strong>bir</strong><br />

duygu durumunu anlatmak için kullanıldığı gibi “aşk<br />

ateşi” gibi bazı tanımlamaların bileşeni şekli<strong>nde</strong> de<br />

kullanılmaktadır. Aşk kelimesinin Divan-ı Hikmet’te<br />

çeşitli formlarda 173 (yüz yetmiş üç) kez kullanıldığını<br />

görüyoruz. Aşk kelimesinin sıklıkla kullanıldığı<br />

tamlamalar olarak “aşk yolu”, “aşk derdi”, “aşk<br />

ateşi”, “aşk sırrı”, “aşk sevdası”, “aşk kapısı”, “aşk<br />

ehli”, aşk pazarı” ve daha pek çok deyiş dikkati<br />

çekmektedir. Bu incelememizde bu deyişlerin yer<br />

aldığı hikmetler sırası ile verilecektir. (3)<br />

“Aşk Yolu”<br />

Hazret Sultan Yesevî’nin yolunun <strong>bir</strong> sevgi ve<br />

muhabbet yolu olduğunun en kesin kanıtı aşk kelimesinin<br />

en sık kullanıldığı kavram “aşk yolu”dur.<br />

Yesevî’de tasavvuftaki kemal makamlarına ulaşmanın<br />

yolu olarak tarif edilen “aşk yolu” kavramı<br />

on dokuz yerde kullanılmıştır.<br />

12<br />

Tarikatın yollarıdır çetin azap<br />

Bu yollarda nice âşık oldu toprak<br />

Aşk yoluna her kim girse hâli harap<br />

Erenlerden yolu sorup yürüdüm ben işte<br />

77<br />

Âşık olsan aşk yoluna koy adımı<br />

Dünya kaygısını boşayıp koy Edhem gibi<br />

Akıllı isen dünya için yeme gam<br />

Kıyamet günü cezalarını verir dostlar<br />

81<br />

İşbu aşkın yolu dilim olmaktır<br />

Burada ağlayıp ahirette gülmektir.<br />

Gül renkleri zeferan gibi solmaktır.<br />

Böyle olmadan, âşıkım, deyip söylemeyin dostlar.<br />

Sırdan anlam duymayanlar yabancıdır<br />

O âşıkın mekânları viranedir<br />

Aşk yolunda can verenler sevgilidir<br />

Candan geçmeden candan haber bilmeyin dostlar.<br />

4<br />

Yirmidokuz yaşa girdim, hâlim harab<br />

Aşk yolunda olamadım misali toprak<br />

Hâlim harab bağrım kebab, gözüm dolu yaş<br />

O sebepten Hakk’â sığınıp geldim ben işte.<br />

11<br />

Aşk yolunda âşık olup Mansur geçti<br />

Belini bağlayıp Hakk işini sıkı tuttu<br />

Melâmetler ihanetler çok işitti<br />

Ey müminler hem Mansur oldum ben işte<br />

29<br />

Pişman olmuş âsi kulum, aşk yolunda bülbülüm,<br />

Arslan Baba’ya köleyim, kölen olur Hoca Ahmed.<br />

33<br />

Aşk yolunda yok olayım Hakk Bir ve Var<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

Elimi açıp dua kılayım, Azim Cebbar<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

…<br />

Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok;<br />

Aşk yolunda can verenin korkusu yok;<br />

Bu yollarda can vermese, imkânı yok;<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

…<br />

Aşk pazarı ulu pazar, sevda haram;<br />

Âşıklara se<strong>nde</strong>n başka kavga haram;<br />

Aşk yoluna girenlere dünya haram;<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

51<br />

Aşk yolunda damla damla kanlar yutarım<br />

Rahman adı rahmeti<strong>nde</strong>n ümit tutayım<br />

Şarap kadehini doyası versen candan geçeyim<br />

Hasreti<strong>nde</strong> iki gözümü yaşlasam ben<br />

96<br />

Dinmeden âşıklar Hű derler Allah’ına yalvarıp;<br />

Yürür O’nun aşkında, gece gündüz sararıp.<br />

19<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Çok ağlatıp âşıkı aşk eli<strong>nde</strong> Allah’ım<br />

Aşk yolunda melâmeti ona görür münasip.<br />

“Aşk Ateşi” Kimi Yakar<br />

Hazret Sultan Yesevî aşk yoluna düşen aşığın<br />

“aşk ateşi” ile yanmağa başlayacağını bildirir. Aşk<br />

ateşi Divan-ı Hikmet’te en sık kullanılan kavramlardan<br />

<strong>bir</strong>isi olarak hikmetlerin dokuz yeri<strong>nde</strong> yanar.<br />

Yesevî, tasavvuf yolundaki olgunlaşmanın <strong>bir</strong><br />

metodu olarak kişinin bilerek ve bilmeyerek aşk<br />

ateşine düşmesini gösterir. Aşk ateşi aşığı yaktıkça<br />

benliğinin negatif unsurları yok olarak batınındaki<br />

kemal mertebeleri açığa çıkacaktır.<br />

139<br />

Şevki, zevki muhabbetten ayan eyle<br />

Âşıklara aşk ateşi<strong>nde</strong>n beyan eyle<br />

Hor görülme-ağlama, meşakkati nişan eyle<br />

Gerçek âşıklar ateşten ne diye çekinsin<br />

61<br />

Aşk ateşini gizli tutup saklar idim,<br />

Canı yakıp, yürek bağrımı kebap etti.<br />

Pirden yardım olmaz olsa, şimdi bana,<br />

Bu dert bizi dostlar hadsiz harap etti.<br />

118<br />

Her kim yanar cana alır aşkın ateşini<br />

Canı yansa uzuvlarından çıkar duman<br />

Bağrı onun paramparçadır yoktur bütün<br />

Halka zahiren görünüp duran yarası yok<br />

12<br />

Aşk ateşine yanan âşığın rengi uçar<br />

Ahirete doğru çekip alıp burada geçer<br />

Burada olan düğümlerini orada açar<br />

Rasul dünya leştir dedi bıraktım ben işte<br />

85<br />

Kulum diyen daima dinmeden zikrini söyler<br />

Aşk ateşine bağrı yanıp feryad eder<br />

Habersizler bağrı ömrünü bilmeden yele satar<br />

Gaflet ile cehenneme gider dostlar<br />

93<br />

Seher vakti kalkanlar, canı feda eyleyenler,<br />

Aşk ateşi<strong>nde</strong> yananlar seher vakti olanda.<br />

94<br />

Halka içi<strong>nde</strong> “ Hû “ deyiniz, aşk ateşine yanınız,<br />

Beden-can ile tâlipler, tek<strong>bir</strong> başlayıp deyiniz.<br />

126<br />

Gece kalkıp yürümeden, durmadan ağlayanlar<br />

Aşk ateşine yürek-bağrını dağlayanlar<br />

Rüsva olup sırdan mânâ anlayanlar<br />

Halk içi<strong>nde</strong> rüsva olup yürüse olmaz<br />

120<br />

Kul Hoca Ahmed kabul eyledi gizliliği<br />

Kabul eyledi aşk ateşi<strong>nde</strong> yanmaklığı<br />

Canını verip satın aldı yanmaklığı<br />

Gerçek sözümdür asla onun yalanı yok<br />

“Aşk Derdi”nin dermanı<br />

Aşk yolunda ilerlerken aşk ateşi ile yanmağa<br />

başlayan âşık düştüğü aşk derdinin dermanını aramağa<br />

başlar. “Aramakla bulunmaz ancak bulanlar<br />

arayanlardandır” sırrına erince anlar ki aradığı<br />

zaten kendisini derde düşüren aşk imiş. Hazret<br />

Sultan Yesevî “aşk derdi”ne ve dermanına Divan-ı<br />

Hikmet’in on yedi yeri<strong>nde</strong> değinmektedir:<br />

17<br />

Ey arkadaşlar, aşk derdine deva olmaz;<br />

Diri oldukça aşk defteri tamam olmaz<br />

Dar lahidde kemikleri ayrık olmaz<br />

Lamekân’da Hakk’tan dersler aldım ben işte.<br />

18<br />

Riya tesbihi eli<strong>nde</strong>, zünnar iyi bilseniz;<br />

Hak rızası budur aşk derdini eyleseniz<br />

Aşkını alıp mahşerde rezil olup dursanız;<br />

Arslan Baba’m sözlerini işitiniz teberrük.<br />

33<br />

Aşk derdini talep eyledim, dermanı yok;<br />

Aşk yolunda can verenin korkusu yok;<br />

Bu yollarda can vermese, imkânı yok;<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

…<br />

Kul Hoca Ahmed aşktan ağır belâ olmaz;<br />

Merhem sürme, aşk derdine deva olmaz;<br />

Gözyaşından başka <strong>bir</strong> şey tanık olmaz;<br />

Her ne eylesen, âşık eyle ey Allah’ım.<br />

102<br />

Ey dostlar aşk ehlinin serveti yok<br />

Deva sormayın aşk derdinin devası yok<br />

Bu yollarda âşık olsa dönüşü yok<br />

20<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Canı bede<strong>nde</strong>n ayrı eyleyip yürür olmalı<br />

118<br />

Gerekli değil aşk derdine deva sormak<br />

Viran edip gider imiş devası yok<br />

Canını incitip yaşın akıp aklın gidip<br />

Aşk derdi<strong>nde</strong>n dostlar acı belası yok<br />

…<br />

Kul Hoca Ahmed söyledi dostlar işitin bunu<br />

Kafdağı gibi taşlar değse çıkmaz sesi<br />

Kime söyleyip kime ağlayıp aşk derdini<br />

Vallahi-billahi aşk derdinin devası yok<br />

123<br />

Muhabbetin deryasına batmayınca<br />

Ey dostlarım aşk mücevherini alsa olmaz<br />

Tan atana kadar feryad edip ağlayıp inlemedikçe<br />

Sarraf olup aşk derdini bilse olmaz<br />

Aşk derdini bilen kişi dünyayı bulur<br />

Erenlerin izin alıp dinmeden öper<br />

Muhabbetin şevki ile yaşını döker<br />

Yaşı akmadıkça riyazette solsa olmaz<br />

133<br />

Aşk derdine deva soran hazır tilbe<br />

Zâhirde yok batın içi<strong>nde</strong> eyler cilve<br />

Mazı sarın hepsinin içi<strong>nde</strong> eyler galip<br />

Aşk derdine deva eylese Rahman eyler<br />

140<br />

Aşk derdini dertsizlere söyleyip olmaz;<br />

Bu yolların engeli çok, geçip olmaz;<br />

Aşk cevherini her nâmerde satıp olmaz;<br />

Habersizlerin aşk kadrini bildiği yok<br />

Aşka düştün, ateşe düştün, yanıp öldün;<br />

Pervane gibi candan geçip kor ateş oldun;<br />

Derde doldun, gama soldun, tilbe oldun;<br />

Aşk derdini sorsan, asla dermanı yok.<br />

Ey habersiz, aşk ehli<strong>nde</strong>n beyan sorma<br />

Dert iste, aşk derdine derman sorma<br />

Âşık olsan, zâhidlerden nişan sorma<br />

Bu yollarda âşık ölse, tavanı yok.<br />

“Aşk Sırrı”na Ermek<br />

Hazret Sultan Yesevî, Divan-ı Hikmet’te dört<br />

yerde “aşk sırrı”ndan söz eder. Aşk sırrına erme<br />

yolunu da gösteren Yesevî; aşk sırrına ermek için<br />

yakin derecesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> iman; takva derecesi<strong>nde</strong><br />

<strong>bir</strong> kulluk ve başa gelecek “yüz bin bela”ya sabır<br />

gerektiğini ve bu yolla Hakk cemaline vuslatın<br />

mümkün olacağını bildirir. Ancak dikkat edilmesi<br />

gereken incelikli nokta aşk sırrının ancak âşıklara<br />

beyan edilebileceği ve aşk sırrını herkese söylemenin<br />

caiz olmadığıdır.<br />

61<br />

Aşk sırrını her nâmerde söyleyip olmaz;<br />

Nice yaksan, rüzgârlı yerde çıra yanmaz;<br />

Yolunu bulan merdleri bilse olmaz;<br />

Ağlaya ağlaya gözyaşını habap etti.<br />

86<br />

Aşk sırrını beyan eylesem âşıklara,<br />

Tâkat eylemeyip, başını alıp gider dostlar.<br />

Dağa, taşa başını vurup, şuursuz olup<br />

Çoluk çocuk, ev barktan geçer dostlar.<br />

82<br />

Hakk’a yanıp mü’min olsan, ibadet eyle<br />

İbadet eyleyen Hakk cemalini görür dostlar.<br />

Yüz bin belâ başa düşse, inleme<br />

Ondan sonra aşk sırrını bilir dostlar.<br />

137<br />

Candan geçmeden aşk sırrını bilse olmaz;<br />

Maldan geçmeden ben benliği koysa olmaz;<br />

Utangaç olmadan yalnız kendini sevse olmaz;<br />

Öyle âşık halk gözü<strong>nde</strong>n gizli olur.<br />

Yesevî’nin Tarifiyle : “Aşksız Kişi”<br />

“Aşk ehli” ta<strong>bir</strong>ini Divan-ı Hikmet’teki sadece<br />

<strong>bir</strong> mısrada kullanan Hazret Sultan Yesevî’nin,<br />

“aşk” üzerine söyledikleri kadar dikkat çeken <strong>bir</strong><br />

husus da “aşksız” insanları ayrıntılı olarak tarif<br />

etmesidir. Yesevî “Allah’a erme yolunda “aşksız”<br />

ilerlemenin çok zor olduğuna işaret eder. “Aşksız”<br />

olma üzeri<strong>nde</strong> Hazret Sultan Yesevî’nin gösterdiği<br />

hassasiyet bu tarifin hikmetlerde tam on üç yerde<br />

işlenmesi ile ortaya çıkmaktadır.<br />

59<br />

Aşksız kişi insan değildir anlasanız<br />

Muhabbetsizler şeytan kavmi dinleseniz<br />

Aşktan başka sözü eğer söyleseniz<br />

Elinizden iman-İslam gitti olmalı<br />

54<br />

Dertsiz insan insan değil, bunu anlayın<br />

21<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Aşksız insan hayvan cinsi, bunu dinleyin<br />

Gönlünüzde aşk olmasa, bana ağlayın<br />

Ağlayanlara gerçek aşkımı hediye eyledim.<br />

82<br />

Arif âşık öz canını ateşe yakmaz<br />

Dertsizlere çakmağını yakıp çakmaz<br />

Dünya gelip cilve eylese dönüp bakmaz<br />

Aşksız kişi hayvandan beter dostlar<br />

104<br />

Allah der eğer ki kulum neylerse eylesin<br />

Her ne eylese melekler ikram eylesin<br />

Aşksız adam aşk makamını görüp yürüsün<br />

Hakk kudretini ifşa eyleyip yürür olmalı<br />

123<br />

Aşksızları gördüm dostlar şaşkın yürür<br />

Müminim deyip imanları viran yürür<br />

Mahşer günü cemal görmeden sersem yürür<br />

Pir-i kâmil nazar eylemeden görse olmaz<br />

115<br />

Melekleri<strong>nde</strong>n aşığı çok ey habersiz<br />

Bir “ahh” eylese âlem olur altın ve mücevher<br />

Zâhid, âbid, sâliklerin aşkı beter<br />

Aşksız âdem vallahi yolda kalır imiş<br />

3<br />

Her sabah vakti ses geldi kulağıma<br />

“Zikr söyle!” dedi, zikrini söyleyip yürüdüm<br />

ben işte.<br />

Aşksızları gördüm ise, yolda kaldı;<br />

O sebepten aşk dükkânını kurdum ben işte.<br />

20<br />

Kul Hoca Ahmed, aşksızların işi kötü<br />

Sabaha varsa, Hakk göstermez ona cemal<br />

Arş ve Kürsű, Levh ve Kalem hepsi bizar;<br />

Aşksızlara cehennem kapısını açar dostlar.<br />

102<br />

Gerçek dertliler dertsizliği göze almaz<br />

Zâhid-âbid mesleklerini dile almaz<br />

Fayda görse aşksızlara bakış iliştirmez<br />

Gerçek dertliye deva eyleyip yürür olmalı<br />

108<br />

Gelin toplanın zâkir kullar, zikr söyleyelim;<br />

Zâkirleri Allah şüphesiz sever imiş.<br />

Aşksızların imanı yok ey arkadaşlar;<br />

Cehennem içi<strong>nde</strong> dinmeden devamlı yanar imiş.<br />

86<br />

Aşksızların hem canı yok hem imanı;<br />

Rasűlullah sözünü dedim, mânâ hani<br />

Nice desem, işitici, bilen hani<br />

Habersize desem, gönlü katılaşır dostlar.<br />

140<br />

Zâhid olma, âbid olma, âşık ol<br />

Mihnet çekip aşk yolunda sâdık ol<br />

Nefsi tepip dergâhına lâyık ol<br />

Aşksızların hem canı yok imanı yok.<br />

Divan-ı Hikmet’teki diğer “aşk”<br />

kullanımları<br />

Divan-ı Hikmet’te yukarıda verdiğimiz sık<br />

kullanımlar yanında “aşk” kelimesi ile <strong>bir</strong>likte<br />

kullanılan bazı deyimleri de -sadece ismen bile<br />

olsa- vermek isterim.<br />

Divan-ı Hikmet’te “aşk kapısı” ise beş kez ;<br />

“aşk bağı”, “aşk sevdası” dörder kez; “aşk dâvası”,<br />

“aşk pazarı”, “aşk şarabı”,”aşk şiddeti” üçer<br />

kez; “Hakk aşkı”, “aşk ehli”, “aşk makamı”, “aşk<br />

cevheri”, “aşk dükkânı”, “aşk defteri”, “aşk küpü”<br />

ikişer kez ‘aşk bağlamı’nda kullanılmış olan deyimler<br />

olarak görülmektedir.<br />

Divan-ı Hikmet’te “aşk ışığı” , “aşk incisi”, “aşk<br />

dalgıçı”, “aşk rüzgârı”, “aşk hançeri”, “aşk yâdı”,<br />

“aşk belâsı”, “aşk darağacı”, “aşk yakarışı” deyimleri<br />

sadece <strong>bir</strong>er kez kullanılmış ilginç deyişlerdir.<br />

“Aşk olsun” Ya Hû…■<br />

DİPNOTLAR:<br />

1. TDK Güncel Türkçe Sözlük: http://tdk.org.tr/TDKSOZLUK/<br />

SOZBUL.ASP<br />

2. Prof. Dr. İske<strong>nde</strong>r Pala ile ( M. Mehmet Gü<strong>nde</strong>m ) : “Aşk<br />

imiş her ne var âlemde!..” ; ZAMAN Gazetesi, 13.02.2000.<br />

3. Kıta başlarındaki rakamlar, bu makalenin yazarı Dr. Hayati<br />

Bice tarafından hazırlanan ve Türkiye Diyanet Vakfı yayınları<br />

arasında yayınlanan Divan-ı Hikmet neşri<strong>nde</strong>ki “aşk” kelimesinin<br />

geçtiği hikmetlerin sıra numarasını göstermektedir. (Ahmed Yesevî,<br />

Divan-ı Hikmet, Yayına Hazırlayan: Dr. Hayati Bice; T.Diyanet<br />

Vakfı yayınları, 4. Baskı, 2005- Ankara)<br />

22<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


NECDET TOSUN*<br />

İslamiyeti basit <strong>bir</strong> şekilde ve tasavvufî motiflerle<br />

halka sunan Hoca Ahmed Yesevî (ö.<br />

562/1166), Orta Asya Türklerinin Müslüman oluşunda<br />

önemli <strong>bir</strong> rol oynamıştır. Pîr-i Türkistân lakabıyla<br />

anılan Yesevî, gerçek hayatından ve tarihî<br />

kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade menkıbeleri ve fikirleri ile tanınmıştır.<br />

Onun tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan<br />

ve günümüz insanına ışık tutan fikirleri<strong>nde</strong>n en<br />

önemlileri, sevgi ve hoşgörü hakkındaki görüşleridir.<br />

Burada gerek Hoca Ahmed Yesevî’nin ve gerekse<br />

diğer bazı mutasavvıfların “sevgi ve hoşgörü”<br />

konusundaki düşüncelerine temas edilecektir.<br />

1) Hoca Ahmed Yesevî’de Sevgi<br />

a) Ahmed Yesevî ve takipçileri<strong>nde</strong><br />

Allah ve Peygamber sevgisi<br />

Hoca Ahmed Yesevî, Allah sevgisini şiirleri<strong>nde</strong><br />

sıklıkla dile getirmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır:<br />

“Aşkıng kıldı şeydâ meni, cümle âlem bildi<br />

meni,<br />

Kaygu sensin tüni küni, menge sen ok kereksen…<br />

Âlimlerge kitâb kerek, sûfîlerge mescid kerek,<br />

Mecnûnlarga Leylâ kerek, menge sen ok<br />

kereksen” [1] .<br />

Yani: Aşkın beni çılgına çevirdi, herkes beni<br />

bildi, gece gündüz düşüncem sensin, bana sadece<br />

sen lazımsın ey Allah’ım! Âlimlere kitap gerekir,<br />

sûfîlere mescit. Mecnûnlara Leylâ lâzım, bana ise<br />

sen lâzımsın Allah’ım!<br />

Ahmed Yesevî’nin talebesi Hakîm Süleyman<br />

Ata da Allah aşkı konusunda şöyle der:<br />

“Âşıkdın sormangız dünyâ ve ukbâ,<br />

Âşık maşûk içün her dem öledür” [2] .<br />

Yani: Âşığa dünya ve ahreti sormayın; âşık, sevdiği<br />

için her an ölmektedir.<br />

Hakîm Süleyman Ata başka <strong>bir</strong> hikmeti<strong>nde</strong> de<br />

şöyle der:<br />

“Ming yıl ibâdet kılsang, tâat içi<strong>nde</strong> kalsang,<br />

Muhâldur Hak’nı bilseng, arada aşk bolmasa.<br />

Tesbîhin zünnâr bolur, seccâdeng murdâr bolur,<br />

Barçası agyâr bolur, arada aşk bolmasa” [3] .<br />

* Doç. Dr., Marmara Ü. İlahiyat Fak. İstanbul.<br />

1. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet (nşr.<br />

Kuanışbek Kârî, Galiya Kambarbekova, Rasûl İsmailzâde),<br />

Tahran: el-Hüdâ, 2000, s. 1 (Arap harfli bölüm), s. 186-<br />

187.<br />

2. Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, Kazan<br />

1884, s. 22.<br />

3. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 39.<br />

23<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Yani: Bin yıl ibadet etsen, ibadet içi<strong>nde</strong> kalsan<br />

bile içi<strong>nde</strong> Allah aşkı olmadıkça onu tanıyamazsın.<br />

Tespihin papaz kuşağı olur, seccaden murdar olur,<br />

herkes sana yabancı olur, eğer Allah ile aranda aşk<br />

yoksa.<br />

Ahmed Yesevî’nin takipçileri<strong>nde</strong>n Hoca İshak<br />

b. İsmail Ata, insanın gönlü<strong>nde</strong> Allah sevgisinin<br />

oluşup gelişebilmesi için, o gönülden dünya sevgisinin<br />

gitmesi gerektiğini şöyle ifade etmiştir: “Pes,<br />

bilgil, kul <strong>bir</strong>le Mevlâ azze ve cellening arasında<br />

muhabbet-i dünyâ ve nefs hicâb turur. Her kim<br />

muhabbet-i dünyânı köngül közgüsidin kiterse hicâb<br />

aradın kiter. Andın keyin bu be<strong>nde</strong> perverdigârnı<br />

körer, inşâallâhü teâlâ” [4] .<br />

Yesevî yolunun temsilcileri<strong>nde</strong>n Şemseddin<br />

Özgendî [5] de Allah aşkını şöyle dile getirmiştir:<br />

“Yâ Rab özüng bilür-sen, sendin özge kimim<br />

bar,<br />

4. Hoca İshak b. İsmail Ata, Hadîkatü’l-ârifîn,<br />

Özbekistan Fenler Akademisi Bîrûnî Şarkiyat Enstitüsü<br />

Ktp., nr. 11838, vr. 29b.<br />

5. Silsilesi şöyledir: Ahmed Yesevî, Hakîm Ata,<br />

Zengi Ata, Sadr Ata, Elemîn Ata, Şeyh Ali Şeyh, Mevdûd<br />

Şeyh, Kemâl Şeyh Îkânî, Seyyid Ahmed Velî (Şeyh<br />

Aliâbâdî), Şemseddin Özgendî.<br />

Bir ü barım irür-sen, sendin özge kimim bar…<br />

Közüm seni közleyür, tilim seni sözleyür,<br />

Könglüm seni isteyür, sendin özge kimim<br />

bar” [6] .<br />

Ahmed Yesevî’de Peygamber sevgisi de ön<br />

plandadır. Hz. Peygamber 63 yaşında vefat ettiği<br />

için, 63 yaşına gelen Ahmed Yesevî, peygambere<br />

olan sevgisi<strong>nde</strong>n dolayı artık toprağın üzeri<strong>nde</strong> yaşamak<br />

istememiş ve yer altında <strong>bir</strong> ibadet yeri kazıp<br />

kalan ömrünü onun içi<strong>nde</strong> geçirmiştir. Yesevî, peygamber<br />

sevgisiyle söylediği şiirlerde şöyle diyor:<br />

“Başımga tüşüp na‘ra-i sevdâ-yı Muhammed,<br />

Men anı üçün kuyıda şeydâ-yı Muhammed” [7] .<br />

“On sekiz ming âlemge server bolgan Muhammed,<br />

Otuz üç ming ashâbga rehber bolgan<br />

Muhammed” [8] .<br />

Allah ve Resulüne karşı gönlü<strong>nde</strong> derin <strong>bir</strong> sevgi<br />

besleyen Hoca Ahmed Yesevî, Allah’ın kelâmı<br />

olan Kur’an-ı Kerim’e son derece saygılı idi. Bir<br />

6. Hakîm Süleyman Ata, Bakırgan Kitabı, s. 74.<br />

7. Yesevî, age. s. 53.<br />

8. Yesevî, age. s. 55.<br />

24<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


defasında Kur’ân öğrenmek için camiye giden çocukların<br />

mushaflarını boyunlarına asıp aşağı sarkıttıklarını,<br />

içleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> tanesinin ise sevgi ve<br />

saygısından dolayı Kur’an’ı başının üzeri<strong>nde</strong> taşıdığını<br />

görmüş, bu manzaradan çok memnun olup<br />

bu çocuğun zahiri ve bâtıni eğitimini üstlenmişti.<br />

Bu çocuk zamanla hem din ilimlerini hem de tasavvuf<br />

ve ahlâk konularını hakkıyla öğrenip Hoca<br />

Ahmed Yesevî’nin ö<strong>nde</strong> gelen talebeleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i<br />

olan Hakîm Ata lakaplı Süleyman Bakırgânî’den<br />

başkası değildir [9] .<br />

Yesevî şeyhleri<strong>nde</strong>n Süksük Ata <strong>bir</strong> miktar çamaşır<br />

alıp çamaşır yıkayıcısına gitmişti. Yıkayıcı:<br />

“Adınız nedir, yazayım da diğer çamaşırlarla karışmasın.”<br />

dedi. Süksük Ata: “Adım Firavun’dur.”<br />

diye cevap verdi. Çamaşırcı: “Başka isim bulamadınız<br />

mı da böyle isim koydunuz.” diye sorunca,<br />

Süksük Ata: “Adım Muhammed’dir. Ama Allah<br />

Resulü’nün adı olan bu ismi yazıp kazana çer çöp<br />

ile <strong>bir</strong>likte atarsan bu isme hakaret olur diye düşündüm.”<br />

diye karşılık verdi. O gece Süksük Ata rüyasında<br />

Hz. Peygamber’i gördü. Hz. Peygamber ona:<br />

“Ey Süksük Hoca! Sen mademki benim ismine hürmet<br />

ettin, ben de sana, senin evladına ve sana tâbi<br />

olanlara ahrette şefaat edeceğim.” buyurdu [10] .<br />

Bu rivayetlerden, Ahmed Yesevî ve takipçilerinin<br />

duygu dünyasında Allah ve peygamber sevgisinin<br />

önemli <strong>bir</strong> yer tuttuğu anlaşılmaktadır.<br />

b) Mahlukata karşı sevgi ve<br />

merhamet<br />

Ahmed Yesevî, şiirleri<strong>nde</strong> mahlukata merhamet,<br />

fakir ve yetimlere yardımcı olmak gibi konulara sıkça<br />

temas etmiştir. Bu şiirlerden bazıları şunlardır:<br />

Kayda körseng köngli sınuk merhem bolgıl<br />

Andag mazlum yolda kalsa hemdem bolgıl<br />

Ruz-i mahşer dergahıga mahrem bolgıl<br />

Mâ vü menlik halayıkdın kaçtım mena.<br />

Garib, fakir, yetimlerni Resûl sordı<br />

Uşal tüni mi’râc çıkıp dîdâr kördi<br />

Kaytıp tüşüp fakirlerni halin sordı<br />

Gariblerni izin izlep tüştüm mena. [11]<br />

Yani:<br />

Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol<br />

Öyle mazlum yolda kalsa, yoldaş ol<br />

Mahşer günü dergâhına yakın ol<br />

Ben-benlik güden (ki<strong>bir</strong>li) kişilerden kaçtım<br />

ben işte.<br />

Garip, fakir, yetimleri Resul sordu<br />

O gece Miraca çıkıp Hakk cemalini gördü<br />

Geri gelip indiği<strong>nde</strong> fakirlerin hâlini sordu<br />

Gariplerin izini arayıp indim ben işte.<br />

Muhammed aydılar her kim yetîmdür<br />

Bilingiz ol meni hâs ümmetimdür<br />

Yetîmni körsengiz agrıtmangızlar<br />

Garibni körsengiz dag etmengizler. [12]<br />

Yani:<br />

Muhammed (a.s) dediler: “Her kim yetimdir,<br />

Biliniz, o benim has ümmetimdir.”<br />

Yetimi görseniz, incitmeyiniz;<br />

Garibi görseniz, dağ etmeyiniz (incitmeyiniz).<br />

Hoca Ahmed Yesevî’nin yolunu devam ettirenlerden<br />

İsmail Ata şöyle derdi: “Güneşli gü<strong>nde</strong> insanlara<br />

gölge ol, soğukta elbise ol, açlık zamanında<br />

ekmek ol!” [13] .<br />

Yesevî yolunun takipçileri<strong>nde</strong>n Şemseddin<br />

Özgendî de yetimlere karşı sevgi ve merhamet konusunda<br />

şöyle der:<br />

“Bolsang Resûl’ga ümmet, kılıng yetîmge şefkat,<br />

Bolgay sanga köp rahmet, Rasûl andag tidi<br />

ya” [14] .<br />

Yani: Eğer Hz. Muhammed’e ümmet isen, yetime<br />

şefkat göster. Bu sayede sana çok rahmet olacaktır,<br />

peygamber böyle söyledi ya.<br />

9. Anonim olan Hakîm Ata Kitabı’ndan naklen bk.<br />

Karl G. Zaleman, “Legenda Pro Hakim-Ata: Hakîm Ata<br />

Risâlesi”, Bulletin de l’Académie Impériale des Sciences de<br />

St. Pétersbourg (İzvestiya İmperatorskoy Akademii Nauk),<br />

cilt: IX, sayı: 2, (Septembre 1898), s. 107-108.<br />

10. Hoca İshak, age. s. 74a.<br />

11. Yesevî, age. s. 17.<br />

12. Yesevî, age. s. 99.<br />

13. Muhammed Şerîf Buhârî, Huccetü’z-zâkirîn lireddi’l-münkirîn,<br />

Süleymaniye Ktp., Reşid Efendi, nr. 372,<br />

vr. 100a.<br />

14. Hakîm Süleyman Ata, age. s. 127.<br />

25<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


2) Hoca Ahmed Yesevî’de ve tasavvuf<br />

kültürü<strong>nde</strong> hoşgörü<br />

Hat sanatımızın en anlamlı ürünleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i<br />

“Hoş gör yâ hû” levhalarıdır. Bu levha tekkelerde<br />

sadece <strong>bir</strong> duvar süsü olarak kalmaz, aynı zamanda<br />

tekke ve tasavvuf ehli için <strong>bir</strong> hayat düsturu olurdu.<br />

Eskilerin müsamaha, yenilerin tolerans dediği “hoşgörü”<br />

toplumun ve fertlerin huzuru için anahtar <strong>bir</strong><br />

kavramdır. “Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü”<br />

diyebilmek engin <strong>bir</strong> gönül ister. Bu gönle sahip<br />

insanların hoşgörü örneklerine tasavvuf tarihi<strong>nde</strong><br />

sıkça rastlanır. Tasavvuf kültürüyle beslenmiş olan<br />

Hoca Ahmed Yesevî’nin hayatında ve şiirleri<strong>nde</strong> de<br />

hoşgörü ile alâkalı örnekler bulunmaktadır. Bunlara<br />

kısaca temas edildikten sonra, konunun daha iyi<br />

anlaşılması için tasavvuf kültürü<strong>nde</strong> hoşgörü hakkında<br />

başka rivayetlere de yer verilecektir.<br />

Hoca Ahmed Yesevî Müslüman olmayan kişilere<br />

karşı da hoşgörülü olmak gerektiğini ifade etmek<br />

için şöyle demiştir:<br />

“Sünnet irmiş kâfir bolsa berme azar<br />

Könglü kattıg dil-âzârdın Hudâ bîzâr” [15] ,<br />

Yani: Karşındaki insan kâfir bile olsa onu incitme,<br />

bu Hz. Peygamber’in (a.s) sünneti ve yolu<br />

imiş. Kalbi katı, gönül incitici kişileri Allah Teâlâ<br />

sevmez.<br />

Rivayete göre, Ahmed Yesevî hazretlerinin şöhreti<br />

her tarafa yayılıp talebelerinin sayısı artınca<br />

kendisini çekemeyenler dedikodu yapmaya başladılar.<br />

“Sohbet ve zikir meclislerine kadınlar geliyor,<br />

erkeklerle <strong>bir</strong>likte oturup zikrediyorlar.” diye eleştiren<br />

medrese hocaları çıktı. Hoca Ahmed Yesevî<br />

kendisini teftiş için gö<strong>nde</strong>rilen âlimlere, “Bizim<br />

meclisimizde kadın ve erkeklerin beraber bulunması,<br />

onların gönlüne zarar vermez.” mesajını vermek<br />

için, gelen heyetin huzurunda <strong>bir</strong> kutunun içine <strong>bir</strong><br />

parça pamuk ve ateş koru koydu. Sonra kutuyu onlara<br />

verdi. Heyet kendi memleketine dönüp kutuyu<br />

açtığında ateşin pamuğu yakmadığı gördüler [16] .<br />

15. Hoca Ahmed Yesevî, Dîvân-ı Hikmet, s. 20.<br />

16. Hüsâmeddin Sığnâkî, Menâkıb-ı Hoca Ahmed<br />

Yesevî, Özbekistan Fenler Akademisi Birunî Şarkiyat<br />

Enstitüsü Ktp., nr. 11084, vr. 12b; Muhammed Âlim Sıddîkî,<br />

Lemehât min nefehâti’l-kuds (nşr. M.Nezîr Rânchâ),<br />

İslamabad 1986, s. 47; Necdet Tosun, “Ahmed Yesevî’nin<br />

Menâkıbı”, İLAM Araştırma Dergisi, c. III, sy. 1 (1998), s.<br />

76, 79.<br />

Eski Türk gelenekleri<strong>nde</strong> ve özellikle tarımla<br />

uğraşan küçük yerleşim bölgeleri<strong>nde</strong> kadınların<br />

erkeklerle <strong>bir</strong>likte toplumsal hayatın içi<strong>nde</strong> olduğu<br />

bilindiğine göre, o dönemde tekkede insanların <strong>bir</strong>likte<br />

bulunmuş olması mümkündür. Hoca Ahmed<br />

Yesevî kendi dönemi<strong>nde</strong>ki bazı din adamlarının<br />

eleştirisine göğüs germiş ve kadınların da aynı çatı<br />

altında tasavvufî sohbetlere ve zikre iştirak etmesine<br />

izin vermiş, bunu hoşgörü ile karşılamıştır. Bu<br />

rivayette Yesevî’nin hem zikre katılmak isteyen<br />

kadınlara, hem de kendisini eleştiren kişilere karşı<br />

hoşgörü sahibi olduğu anlaşılmaktadır.<br />

Rivayete göre bazı kendini bilmez kişiler Hoca<br />

Ahmed Yesevî’nin oğlunu öldürmüş ve başını <strong>bir</strong><br />

beze sarıp Yesevî’ye gö<strong>nde</strong>rmişlerdi. Oğlunun başını<br />

gören Hoca, sabır ve metanet göstermiş, sadece,<br />

“Kavunu olgunlaşmadan koparmışlar.” demekle<br />

yetinmiştir [17] .<br />

Ahmed Yesevî’nin bağlı bulunduğu tasavvuf<br />

kültürü<strong>nde</strong> hoşgörünün yeri ve önemi konusunda<br />

aşağıda verilecek olan örnekler konunun daha iyi<br />

anlaşılmasına yardımcı olacaktır.<br />

Müslümanlar içi<strong>nde</strong> ibadette veya günlük işlerde<br />

hatalı olan kimseler bulunabilir. Bunlara hoşgörü<br />

ile yaklaşmak konusunda tasavvufî eserlerde <strong>bir</strong>çok<br />

rivayet bulunmaktadır. Bu örneklerden bazıları<br />

şunlardır:<br />

a) İbadetlerdeki kusurlara karşı<br />

hoşgörü<br />

Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’si<strong>nde</strong> anlattığı <strong>bir</strong> rivayete<br />

göre Peygamber Efendimiz’in (a.s) müezzini<br />

Bilâl-i Habeşî ezan okurken dili tam dönmediği<br />

için “hayye ale’s-salâh” yerine yanlışlıkla “heyye<br />

ale’s-salâh” dermiş. Peygamberimizin arkadaşlarından<br />

bazıları: “Ey Allah’ın Resulü! Bilâl <strong>bir</strong> harfi<br />

yanlış okuyor, ezanı başka <strong>bir</strong>isi okusa daha iyi<br />

olmaz mı” diye sormuşlar, ancak Hz. Peygamber<br />

(a.s) samimiyetle okuduğu için ezanı Bilâl’in okumaya<br />

devam etmesini uygun bulmuştur [18] . Başka<br />

<strong>bir</strong> rivayete göre Bilâl “Eşhedü” yerine yanlışlıkla<br />

“Eshedü” dermiş. Şikâyet olunca Hz. Peygamber:<br />

“Bilâl’in s harfi, Allah katında ş harfidir”, diyerek<br />

onu hoş görmüştür.<br />

Mesnevî’deki <strong>bir</strong> başka hikâyeye göre, Hz. Musa<br />

yolda giderken kenarda oturup dua eden <strong>bir</strong> çoban<br />

17. Muhammed Âlim Sıddîkî, Lemehât, s. 46.<br />

18. Mevlânâ, Mesnevî, c. III, beyit: 172-177.<br />

26<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


görmüştü. Çoban: “Yâ Rabbi! Bana misafir olsan,<br />

sana en güzel yemeklerden ikram etsem, ayağına<br />

çarık (ayakkabı) yapsam, saçlarını yıkasam, saçındaki<br />

bitleri kırsam.” diye dua ediyordu. Hz. Musa<br />

bunu duyunca çobana: “Ey çoban! Allah Teâlâ’ya<br />

böyle dua edilmez, onun yemeye içmeye ihtiyacı<br />

yoktur, insana benzemez.” dedi. Bunun üzerine çoban:<br />

“Ey Musa! Ben cahil <strong>bir</strong> çobanım, bana nasıl<br />

dua edeceğimi öğret de öyle dua edeyim.” diye<br />

karşılık verdi. Hz. Musa ona Allah’ın şanına yakışır<br />

bazı dualar öğretti, sonra yoluna devam etmek<br />

için yürümeye başladı. O esnada Allah Teâlâ’dan<br />

kendisine şöyle <strong>bir</strong> hitap geldi: “Ey Musa! Ben o<br />

kulumun duasından mutlu oluyordum, çünkü samimi<br />

idi. Niçin onun duasını değiştirdin” Bu hitap<br />

üzerine Hz. Musa tekrar çobanın yanına döndü ve:<br />

“Sen nasıl istiyorsan öyle dua et.” dedi ve yoluna<br />

devam etti [19] .<br />

Bu hikâyelerde verilmek istenen mesaj, insanın<br />

ibadetleri<strong>nde</strong> samimi olmasının çok önemli olduğu,<br />

ihlas ve samimiyetle yapılan ibadetlerde bazı şeklî<br />

hatalar olsa bile Allah Teâlâ ve resulü tarafından<br />

hoş görüldüğüdür.<br />

b) Günlük işlerdeki hatalara karşı<br />

hoşgörü<br />

Bazı insanlar Müslüman olmalarına rağmen<br />

nefsinin isteklerine uyarak Müslümanlıkla bağdaşmayan<br />

işler yapabilirler. Onların yaptığı yanlış işlere<br />

kızmak ile o insanlara kızmayı <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine karıştırmamak<br />

gerekir. O insanlara acımak ve merhametle<br />

doğru yola çağırmak en doğrusudur. Tasavvufî eserlerde<br />

sufîlerin bu konudaki bazı söz ve hikâyeleri<br />

bulunmaktadır.<br />

Hamdûn-i Kassâr şöyle demiştir: “Bir sarhoşla<br />

karşılaşırsan, ona buğzetme, kötü söyleme, çünkü o<br />

duruma sen de düşebilirsin.”<br />

İbrahim b. Edhem <strong>bir</strong> gün <strong>bir</strong> sarhoşun yanından<br />

geçiyordu. Onu ağzı bulaşmış, yerde yatar vaziyette<br />

gördü. Su getirip ağzını yıkadı ve “Allah Teâlâ’nın<br />

isminin anıldığı <strong>bir</strong> ağzı böyle kir bulaşmış <strong>bir</strong> hâlde<br />

bırakmak hürmetsizlik olur.” dedi. Sarhoş kendine<br />

gelince İbrâhim b. Edhem hazretlerinin yaptığı şeyi<br />

ve söylediği sözü kendisine bildirdiler. O sarhoş<br />

tövbe etti ve salih insanlardan oldu. Sonra İbrâhim<br />

b. Edhem’e rüyasında: “Sen bizim için onun ağzını<br />

19. Mevlânâ, Mesnevî, c. II, beyit: 1720-1786.<br />

yıkayıp temizledin, biz de senin kalbini temizledik.”<br />

buyurdular [20] .<br />

İmam-ı A‘zam Ebû Hanîfe’nin komşusu <strong>bir</strong> genç<br />

vardı, her gece içki içer, eve sarhoş gelir, bağırır<br />

çağırırdı. Bir gün devletin görevlileri onu yakalayıp<br />

hapse attılar. Ertesi gün İmâm-ı A’zam: “Komşumuzun<br />

sesi kulağımıza gelmez oldu.” deyince,<br />

<strong>bir</strong> talebesi onun hapse atıldığını söyledi. Bunun<br />

üzerine İmâm-ı A’zam valiye gitti. Vali, onu görünce<br />

ayağa kalkıp hürmetle karşıladı. “Teşrifinizin<br />

sebebi nedir” dedi. O da hâdiseyi anlatınca, Vali:<br />

“Böyle önemsiz <strong>bir</strong> iş için zât-ı âliniz buraya kadar<br />

niçin zahmet ettiniz, <strong>bir</strong> haber gö<strong>nde</strong>rseydiniz kâfi<br />

idi.” dedi ve o genci serbest bıraktı. İmâm-ı A’zam<br />

o gence; “Bak, seni unuttuk mu” diye sordu. Genç:<br />

“Hayır…” dedi, yaptığı kötü işlerden tövbe edip,<br />

İmâm-ı A’zam’ın derslerine devam etmeye başladı<br />

ve fıkıh ilmi<strong>nde</strong> âlim olarak yetişti [21] .<br />

Sa‘dî Şîrâzî Gülistân isimli eseri<strong>nde</strong> anlattığına<br />

göre <strong>bir</strong> zahidin evine hırsız girmiş, ancak çalacak<br />

<strong>bir</strong> şey bulamamış. Üzüntüyle evden çıkarken durumdan<br />

haberdar olan zahit sarınıp içi<strong>nde</strong> uyuduğu<br />

kilimi hırsızın yoluna atmış ki alsın da eli boş ve<br />

mahzun gitmesin [22] .<br />

Benzer <strong>bir</strong> hikâye de Ahmed er-Rifâî hakkında<br />

anlatılır. O, evine gelen hırsıza <strong>bir</strong> miktar kaliteli un<br />

ikram etmiş ve helâllik isteyip yolcu etmiştir. Onun<br />

bu şefkati<strong>nde</strong>n etkilenen hırsızın tövbe edip doğru<br />

yola geldiği nakledilir [23] .<br />

c) Gayrimüslimlere karşı hoşgörü:<br />

Bir toplumda her di<strong>nde</strong>n insan bulunabilir. Toplumların<br />

asayiş ve huzur içi<strong>nde</strong> yaşayabilmesi için<br />

farklı din mensuplarının <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine hoşgörü işe bakması<br />

çok önemlidir. İslam hukukuna göre Müslüman<br />

ülkelerde yaşayan gayrimüslimlere “zimmî”<br />

denir ve devlet onların güvenliğini sağlamakla gö-<br />

20. Ferîdeddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ (nşr.<br />

Muhammed İsti‘lâmî), Tahran 1374/1995, s. 125.<br />

21. Muhammed b. Yûsuf es-Sâlihî ed-Dımaşkî,<br />

Ukûdü’l-cümân fî menâkıbi’l-İmâmi’l-a‘zam Ebî<br />

Hanîfeti’n-Nu‘mân (nşr. Ebu’l-Vefâ el-Afgânî), Haydarabad<br />

(Hindistan): Lecnetü ihyâi’l-ma‘ârifi’n-Nu‘mâniyye, 1974,<br />

s. 289-290.<br />

22. Sa‘dî Şîrâzî, Gülistân (nşr. Gulâm Hüseyn Yûsufî),<br />

Tahran 1384 hş., s. 87.<br />

23. Ken‘an er-Rifâî, Ebu’l-Alemeyn Seyyid Ahmed<br />

er-Rifâî (hzr. Mustafa Tahralı- Müjgan Cunbur), İstanbul<br />

2008, s. 24-25.<br />

27<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


evlidir. Tasavvuf tarihi<strong>nde</strong> sufîlerin Müslüman olmayanlara<br />

karşı hoşgörü ile muamele ettiğine dair<br />

<strong>bir</strong>çok örnek bulunmaktadır. Bunlardan bazıları<br />

şunlardır:<br />

Bayezid-i Bistami’nin Mecusi olan (ateşe tapan,<br />

zerdüşt) <strong>bir</strong> komşusu ve bu komşunun süt emme çağında<br />

<strong>bir</strong> de çocuğu vardı. Bu Mecusi <strong>bir</strong> gün yolculuğa<br />

çıktı. Evlerini aydınlatacak <strong>bir</strong> şeyi bulunmadığı<br />

için çocuk ağlıyordu. Bayezid-i Bistami her<br />

gün <strong>bir</strong> çıra alıp komşusunun evine götürdü. Mecusi<br />

yolculuktan dönünce durumu haber alıp kendisi<strong>nde</strong><br />

değişiklikler hissetti. Bayezid’e karşı kalbi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong><br />

sevgi hâsıl oldu ve: “Mademki o zâtın aydınlığı geldi,<br />

bizim kendi karanlığımızda yaşamamız uygun<br />

değildir.” deyip Bayezid-i Bistami’nin huzuruna<br />

gitti ve Müslüman oldu [24] .<br />

Hz. Mevlânâ’ya da nispet edilen fakat ondan<br />

daha önce yaşamış olan Ebu Said-i Ebu’l-Hayr’ın<br />

şiirleri arasında yer alan şu rubai meşhurdur:<br />

Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel,<br />

Kâfir, mecûsî, putperest olsan da yine gel,<br />

Bu bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir,<br />

Yüz kere tevbeni bozmuş olsan da yine gel. [25]<br />

Anadolu sûfîleri<strong>nde</strong>n Yunus Emre:<br />

Yetmiş iki millete <strong>bir</strong>lig ile bakmayan<br />

Şer‘ ile evliyâsa hakîkatde ‘âsîdür.<br />

diyerek bütün insanlara (72 millete) aynı gözle bakmak<br />

gerektiğini ifade etmiş, böyle bakamayanların<br />

görünüşte evliya gibi olsalar bile aslında asi ve<br />

günahkâr olduklarını kaydetmiştir.<br />

İlk dönem sufîleri<strong>nde</strong>n Mâlik b. Dinar’ın komşusu<br />

Yahudi idi. Bu kişi Mâlik b. Dinar’ın evinin<br />

duvarını tuvalet olarak kullanır ve bahçesini kirletirdi.<br />

Mâlik de her gün duvarını ve bahçesini temizlerdi.<br />

Bir gün komşusu Mâlik’e: “Bu necasetten rahatsız<br />

olmuyor musun” diye sordu. Mâlik: “Evet,<br />

rahatsız oluyorum ama temizliyorum.” dedi. Komşusu:<br />

“Bu sıkıntıyı niçin ve kim için çekiyorsun”<br />

diye sorunca, Mâlik: “Allah rızası için, çünkü Allah<br />

24. Ferîdeddin Attâr, age. s. 176.<br />

25. Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr, Sühanân-ı Manzûm-i<br />

Ebû Sa‘îd-i Ebu’l-Hayr (nşr. Sa‘îd Nefîsî), Tahran 1334<br />

hş./1955, s. 4 (rubâî no: 21). Rubâî’nin metni şöyledir: Bâz<br />

â bâz â her ânçi hestî bâz â/ Ger kâfir u gebr u but-perestî<br />

bâz â/ În dergeh-i mâ dergeh-i nevmîdî nîst/ Sad bâr eger<br />

tevbe şikestî bâz â.<br />

öfkesini yutup insanları affedenleri muttakilerden<br />

saymaktadır. [26] ” diye cevap verdi. Bunun üzerine<br />

Yahudi komşusu: “Ne güzel <strong>bir</strong> din! Allah dostu,<br />

Allah düşmanının sıkıntısına katlanıyor ve sabır<br />

ediyor.” dedi, Müslüman oldu [27] . Bu hikâyenin <strong>bir</strong><br />

benzeri de İmam-ı A‘zam Ebu Hanife için anlatılır<br />

[28] .<br />

Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve dostları sema<br />

ederlerken meclise <strong>bir</strong> sarhoş daldı ve sağa sola çarpıp<br />

meclistekileri rahatsız etmeye başladı. Oradaki<br />

müritler o sarhoşu azarlayınca Mevlânâ müritlerine<br />

mâni oldu ve: “Şarabı o içmiş ama sarhoş siz olmuşsunuz.”<br />

dedi. Müritler: “Bu adam Hristiyan’dır.”<br />

dediler. Mevlânâ: “Siz niye Allah’tan korkmuyorsunuz.”<br />

diye cevap verdi [29] .<br />

Bu menkıbelerden anlaşılmaktadır ki, gayrimüslimlere<br />

karşı hoşgörü ile yaklaşmak sufîlerin hayat<br />

felsefesi olmuştur. Ve bu hoşgörü, <strong>bir</strong>çok gayrimüslimin<br />

İslamiyete girmesine de vesile olmuştur.<br />

Hoşgörünün bulunduğu yerde muhabbet ve ülfet<br />

olur. Gayrimüslimlerin İslama ısınması ve hidayete<br />

ermesi<strong>nde</strong> en önemli unsurlardan <strong>bir</strong>i de hoşgörü<br />

olmuştur. Hoşgörünün zıddı olan kabalık ve sertlik<br />

ise insanları küstürmek ve uzaklaştırmaktan başka<br />

işe yaramaz. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle<br />

buyrulur: “Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç<br />

şüphesiz etrafından dağılıp giderlerdi” (Âl-i İmrân,<br />

3/159). Güzel söz, hoşgörü ve fedakârca davranışlar<br />

tarihte olduğu gibi bugün de insanların İslama<br />

yönelmesine sebep olmaktadır.<br />

Netice olarak Hoca Ahmed Yesevî’de ve onun<br />

bağlı bulunduğu tasavvuf kültürü<strong>nde</strong> “sevgi ve<br />

hoşgörü” en temel kavramlardır. Bu iki kavramı<br />

yitiren toplumlar huzursuzluğa ve kargaşaya<br />

mahkûmdurlar. Diğer taraftan toplumda sevgi ve<br />

hoşgörüyü özümsemiş insanlar çoğaldıkça, huzur<br />

ve asayiş de artacaktır. Bu sebeple bütün felsefelerin<br />

eskiyip modasının geçebildiği dünyamızda, Hoca<br />

Ahmed Yesevî ve Mevlânâ gibi büyük mütefekkir<br />

sufîlerin hayat felsefesi ve ilkeleri eskimeden, hatta<br />

her zamanki<strong>nde</strong>n daha fazla önemi anlaşılarak devam<br />

etmekte ve insanlığa ışık tutmaktadır.■<br />

26. Âl-i İmrân, 3/134.<br />

27. Ferîdeddin Attâr, age. s. 52.<br />

28. Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî, et-Tabakâtü’l-kübrâ,<br />

Kâhire 1374/1954, I, 54.<br />

29. Ahmed Eflâkî, Menâkıbu’l-ârifîn (Frs. nşr. Tahsin<br />

Yazıcı), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1976, I,<br />

356.<br />

28<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


NECATİ KANTER<br />

Allah’ı bilerek<br />

anma, önce ilahî<br />

lezzetlenmeğe<br />

neden olur; sonra<br />

bu lezzet ilahî<br />

muhabbete çevrilir<br />

ki bu da manevi<br />

mutluluğun elde<br />

edilmiş olduğunun<br />

alametidir. Hikmet<br />

kuşağını sıkı sıkı<br />

beline sarmayan<br />

insan, dünyaya meyil<br />

ve muhabbetten<br />

kurtulamaz.<br />

Sayram’da Hz. Ali’nin oğlu Muhammet bin Hanefi<br />

nesli<strong>nde</strong>n gelenlere “Hace”, bu silsileye<br />

bağlı olanlara da “Hacegan” denilmekteydi. Ahmet<br />

Yesevi de Hacegan silsilesine bağlı olduğu için “Pir-i<br />

Türkistan Hace Ahmed-i Yesevi” namı ile anılmıştır.<br />

Batı Türkistan’daki Çimkent Şehrinin doğusunda<br />

bulunan Tarım Irmağına dökülen Şehriyar Nehrinin<br />

küçük <strong>bir</strong> kolu olan Sayram Kasabasında doğdu. Adı,<br />

Ahmet bin İbrahim bin İlyas olup, Pir-i Türkistan,<br />

Hazreti Türkistan, Hace Ahmet, Kul Hace Ahmet olarak<br />

anılır. Babası Hacı İbrahim’in nesebi Hz. Ali’nin<br />

oğlu Muhammet bin Hanefi’ye ulaşır. Soyu Hz. Fatma<br />

validemize dayanmadığı için Seyyid değil, Hace’dir.<br />

Annesi evliyadan Şeyh Musa’nın Ayşe isimli kızıdır.<br />

Bazı kaynaklarda onun Yesi’de bugünkü adıyla<br />

Türkmenistan’da doğduğu kaydedilmektedir. Doğum<br />

yılı kesin olarak bilinmemektedir. Ancak Yusuf<br />

el-Hamdemi’ye intisabı ve onun halifeleri<strong>nde</strong>n oluşu<br />

XI. Yüzyılın ikinci yarısında dünyaya geldiğini gösterir.<br />

Kerametleri ve menkıbeleriyle tanınmış evliya<br />

<strong>bir</strong> zat olan babası Şeyh İbrahim’in, Gevher Şehnaz<br />

adlı kızından sonra ikinci çocuğu olarak dünyaya gelen<br />

Ahmet Yesevi, önce annesini ardından da babasını<br />

kaybetti.<br />

29<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Yesevi’nin İbrahim adlı <strong>bir</strong> oğlu olur, daha küçük<br />

yaşta iken vefat eder. Gevher Hoşnaz, Gevher<br />

Gülnaz adlarında iki kızı dünyaya gelir. Soyu<br />

Gevher Gülnaz adlı kızından devam eder. Türkistan<br />

ve Maveraünnehir bölgeleri<strong>nde</strong> olduğu gibi<br />

Anadolu’da da kendilerini Yesevi soyundan kabul<br />

eden pek çok müellif bulunmaktadır. Bunlar arasında<br />

şair Ata ve Evliya Çelebi zikredilmektedir.<br />

Ahmet Yesevi’nin Yesi’de irşada başladığı sıra<br />

Türkistan’da Su havalisi<strong>nde</strong> İslamlaşma cereyanı<br />

yanında İslam ülkelerinin her tarafına yayılan tasavvuf<br />

cereyanı da sürmekteydi. Bu uygun şartlar<br />

altında Ahmet Yesevi, Taşkent ve Sirderya havalisi<strong>nde</strong>,<br />

Seyhun’un ötesi<strong>nde</strong>ki bozkırlarda yaşayan<br />

göçebe Türkler arasında kuvvetli <strong>bir</strong> nüfuz sahibi<br />

olmuştu. Etrafında İslamiyete bütün benliği ile<br />

bağlanan yerli halk ile göçebe köylüler toplanıyordu.<br />

Bu yüzden Ahmet Yesevi etrafında toplananlara<br />

İslamın esaslarını, şeriat ahkâmını, tarikatın<br />

adap ve erkânını öğretmek gayesi ile sade <strong>bir</strong> dille<br />

halk edebiyatından alınma şekillerle hece vezni<strong>nde</strong><br />

manzumeler söylüyordu. Diğer manzumelerden<br />

ayırt etmek için “ Hikmet” adı verilen bu manzumeler<br />

dervişleri vasıtası ile en uzak Türk topluluklarına<br />

kadar ulaştırılabiliyordu. Hikmet’ler, bilhassa<br />

Türkler arasında <strong>bir</strong> inanç ve düşünce <strong>bir</strong>liğinin<br />

teşekkülüne hizmet etmesi bakımından oldukça<br />

önemlidir.<br />

Yesevi’nin şöhreti Türk ülkelerine yayıldıkça,<br />

Yesevilik de buna bağlı olarak gittikçe büyüyen<br />

ve yaygınlaşan <strong>bir</strong> tarikat hâlini alıyordu. Özellikle<br />

Sirderya (Seyhun) ve Taşkent yöresi<strong>nde</strong>ki bozkırlarda<br />

İslam inancının gelişmesi<strong>nde</strong> etkili olan<br />

Ahmet Yesevi, çeşitli bölgelere halifeler gö<strong>nde</strong>rerek<br />

tarikatını kolaylıkla yaymayı başardı. Göçebe<br />

Türkler arasında eski Türk âdet ve törelerini içeren<br />

<strong>bir</strong> öğreti olarak yerleşti. Etkisi sonraları Türkistan<br />

sınırlarını aşarak Horasan ve Hazar’ın doğu<br />

ve kuzey kıyılarına XII. Yüzyılda da Azerbaycan<br />

yoluyla Anadolu’ya yayıldı. Öyle ki zamanla Türkler<br />

arasında Babailik ve Bektaşilik gibi tarikatların<br />

kurulmasına yol açtı.<br />

Menkıbeye göre yedi yaşında Hızır’ın delaletine<br />

nail olan Ahmet Yesevi, Yesi’de Aslan Baba’ya<br />

intisap ederek ondan faydalanmaya başladı. Ashaptan<br />

olan Aslan Baba’nın Yesi’ye gelerek Ahmet<br />

Yesevi’yi bulması ve Hz Peygamberin kendisine<br />

teslim ettiği emaneti vermesi, terbiyesi ile meşgul<br />

olup onu irşat etmesi Hz. Peygamberin <strong>bir</strong> manevi<br />

işaretine rivayet olunur.<br />

Çok sevdiği ve ziyadesiyle bağlı bulunduğu<br />

şeyhi<strong>nde</strong>n ayrı düşünce Aslan Baba’dan söz eden<br />

şiirler yazdı:<br />

Ahir zaman ümmetleri dünya fani bilmezler<br />

Gidenleri görürler de ondan ibret almazlar<br />

Erenlerin kıldığını görüp rağbet etmezler<br />

Aslan Baba’m sözlerini dinleyiniz teberrük<br />

Aslan Baba’nın vefatından sonra Buhara’ya<br />

gider, devrin ö<strong>nde</strong> gelen âlim ve mutasavvıflarından<br />

Şeyh Yusuf Hamdani’nin vefatı üzerine, önce<br />

Abdullah-ı Berki, onun vefatı ile Şeyh Hasan-ı<br />

Endaki, onun vefatından sonra da Ahmet Yesevi<br />

irşat postuna oturur. Bir müddet sonra da makamını<br />

Abdulmelik-i Gücüduvani’ye bırakarak Yesi’ye<br />

döner. Vefatına kadar burada irşadına devam ederek<br />

Türklere İslamiyetin emir ve yasaklarını anlatmaya<br />

başlar. Talebeleri gü<strong>nde</strong>n güne çoğalır. Büyüklüğü<br />

ve kıymeti kısa zamanda Türkistan, Maveraünnehir,<br />

Horasan ve Harzem’e yayılır. Zamanında bulunan<br />

âlim ve evliyanın en büyükleri<strong>nde</strong>n, en üstünleri<strong>nde</strong>n<br />

olur. Yetiştirdiği talebelerden her <strong>bir</strong>i <strong>bir</strong>er<br />

ülkeye gider, İslamiyeti en doğru şekliyle öğreterek<br />

yayarlar.<br />

Yesevi Dergâhı, fakir, yetim ve çaresizler için<br />

sığınak yeri idi. Kerametlerinin görülmesi, onun<br />

ününü daha da artırdı. Onun zamanında bölgeye<br />

ilk Türk-İslam devletleri<strong>nde</strong>n Karahanlıların<br />

hâkimiyeti, Seyhun Nehri boyları ile ahalisi göçebe<br />

olan Kazak ve Kırgızlar arasında İslam dininin ve<br />

Yesevilik tarikatının daha kolay yayılmasına neden<br />

oldu. Sade <strong>bir</strong> Türkçeyle söyleyip yazdığı derin<br />

manalı “ Hikmet” denen sözleriyle tekke edebiyatının<br />

ilk temsilcileri<strong>nde</strong>n oldu.<br />

Ahmet Yesevi, İslamda şeriat-tarikat ayrılığı bırakmamış,<br />

İslam şeriatını en az tarikat erkânı ölçüsü<strong>nde</strong><br />

tanıtarak din ve tasavvufu sade söyleyişlerle<br />

<strong>bir</strong>leştirmiştir. Ona göre Allah’ı çok zikretmek, çok<br />

anmak, kemale ulaşmanın şartıdır. Allah’a yaklaşabilmek<br />

ise ibadet etmek ve onun adını anmakla<br />

mümkündür. Peygamberimiz de: “Bir şeyi çok<br />

anmak muhabbete, muhabbet de yakınlığa neden<br />

olur.” buyurmuştur. Muhabbet ve yakınlık ise aşka<br />

atılan adımdır. Allah’a ulaşmak için onu anmadan<br />

başka çare yoktur. Nitekim Kur’anda: “Allah’ı çok<br />

30<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


zikrediniz.” ayetiyle kullarına anmayı öğretmiş ve<br />

bununla da onlara merhamet ve şefkatini açıklamıştır.<br />

Allah’ı bilerek anma, önce ilahî lezzetlenmeğe<br />

neden olur; sonra bu lezzet ilahî muhabbete çevrilir<br />

ki bu da manevi mutluluğun elde edilmiş olduğunun<br />

alametidir. Hikmet kuşağını sıkı sıkı beline<br />

sarmayan insan, dünyaya meyil ve muhabbetten<br />

kurtulamaz. Günahlar nedeniyle paslanan gönüllerin<br />

kurtuluşu Allah’ı düşünmek, onu çokça anmak,<br />

onun razı olduğu, beğendiği işleri yapmak ve hiç<strong>bir</strong><br />

zaman ondan gafil olmamakla mümkündür.<br />

Yesevi’ye göre hayat, uzun <strong>bir</strong> ibadet yoludur<br />

ki, Hak âşıkları için bu yol ne kadar uzun olursa<br />

yine de kısa sayılır. Bu hayat aşkın Allah’a olan<br />

kulluğunu tamamlaması için yeterli değildir. Bu<br />

nedenle ömrün her anını, gönlün Allah sevgisiyle<br />

dolu ve uyanık <strong>bir</strong> ibadet anı bilmek, öyle yaşamak<br />

gerekir. Biricik hakikat olan Allah’a varabilmek,<br />

ancak aşk yoluyla mümkündür. Aşk yolu ise çok<br />

zorlu <strong>bir</strong> yoldur. Aşk, çaresi güç, sabrı güç <strong>bir</strong> hâl<br />

olmakla beraber gerçek âşık bütün bela ve felaketlere<br />

göğüs gererek en sonunda kemale erip Allah’a<br />

ulaşır. Âşık olmak için nefsi ıslah etmek, kendi<br />

benliği<strong>nde</strong>n uzaklaşıp sevgi bağına girmek gerekir.<br />

Aşk ateşiyle yanan âşıkların rengi uçar, kendi hayran,<br />

gönlü viran ve gözyaşları tufan olur. Ancak bu<br />

da çilelerin ve yenilen zorlukların sonunda olur.<br />

Pir-i Türkistan Hace Ahmet Yesevi, vakitlerini<br />

üçe ayırırdı. Günün büyük bölümü<strong>nde</strong> ibadetle<br />

meşgul olur, ikinci bölümü<strong>nde</strong> öğrencilerine zahiri<br />

ve bâtıni ilimleri öğretir, üçüncü ve en kısa bölümde<br />

ise alın teri ile geçimini sağlamak üzere tahta<br />

kaşık ve kepçe yaparak geçimini sağlardı. Hz Peygamberin<br />

sünnetine aşırı bağlılığı nedeniyle 63 yaşına<br />

vardığında tekke’sinin avlusunda müritlerine<br />

<strong>bir</strong>“ Çilehane” kazdırarak ancak <strong>bir</strong> insanın sığabileceği<br />

büyüklükte <strong>bir</strong> hücre hazırlattır.<br />

Altmış üçe yaşım yetti <strong>bir</strong> künce yok<br />

Vadiriğa Hakkını tapmay gönglüm sunuk<br />

Yir istide “ Sultan men” tip boldum buluğ<br />

Pur-gam bolup yir astığa kirdim mına<br />

Bugünkü Türkçesi:<br />

Yaşım altmış üçe vardı bana <strong>bir</strong> gü<strong>nde</strong>n az geldi<br />

Eyvah! Yazık! Tanrı nerede gönlüm kırık<br />

Yer üstü<strong>nde</strong> “Sultan benim” diyerek ululandım<br />

Gamla dolup yer altına girdim işte<br />

Çilehanesine girerken kısa ve özlü <strong>bir</strong> konuşma<br />

yapar.<br />

“Ey gönül dostları! Yüce Allah’ın sevgili kulu<br />

olan peygamberimiz Muhammet Mustafa 63 yaşında<br />

bu dünyadan ayrıldı. Ben de şimdi 63 yaşındayım.<br />

Artık şu gördüğünüz çilehaneye çekilecek,<br />

ömrümün kalan günlerini bu hücrede tamamlayacağım.”<br />

buyurdu.<br />

Müritlerin gözleri yaşlı:<br />

“Ey sultanımız, sensiz bizim hâlimiz nice<br />

olur!”<br />

“Sizi Allaha emanet ediyorum!” dedi, sonra<br />

merdivenle çilehaneye indi. Mezar misali olan<br />

o yerde vefat edinceye kadar devamlı ibadet ve<br />

Rabb’ini düşünmekle meşgul oldu.<br />

Ahmet Yesevi Hazretleri yetiştirdiği öğrencilerin<br />

her <strong>bir</strong>ini <strong>bir</strong> ülkeye gö<strong>nde</strong>rmek suretiyle İslamiyetin<br />

doğru <strong>bir</strong> şekilde öğretilip yayılmasını sağladı.<br />

Onun bu şekilde gö<strong>nde</strong>rdiği Alperenlerden bazıları,<br />

Moğolların katliamından kaçıp Anadolu’ya<br />

geldiler. Bu suretle onun yolu Anadolu’da yayılıp<br />

tanındı.<br />

Anadolu’nun Müslüman Türklere yurt olması<br />

<strong>bir</strong> bakıma Pir-i Türkistan’ın manevi işaretleriyle<br />

hazırlandı. Daha çok didaktik şiirler yazan Ahmet<br />

Yesevi, kurduğu tarikatla <strong>bir</strong>çok mürit yetiştirdi.<br />

“Horasan Erleri” diye şöhret bulan bu müritler<br />

XIII. Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya yayılan Türk<br />

halkının İslam dinini öğrenmeleri<strong>nde</strong> etken rol oynamış,<br />

eski İran kültürünün hüküm sürdüğü bölgede<br />

faaliyet göstermelerine rağmen hiç<strong>bir</strong> zaman<br />

Acem mutasavvıflarının etkisi<strong>nde</strong> kalmamışlardır.<br />

Tasavvufi Türk şiirinin de öncüsü olan Ahmet<br />

Yesevi hece vezni ve yalın <strong>bir</strong> Türkçe ile yazdı.<br />

Hikmet adı verilen bu şiirlerin iki belirgin özelliği,<br />

öz açısından tasavvufa, biçim açısından Türk halk<br />

edebiyatına dayanmaktadır. Sanat kaygısıyla değil,<br />

düşüncelerini anlatmak amacıyla yapılan bu tasavvufi<br />

şiirler, “Divan-ı Hikmet”te (1882) derlenmiştir.<br />

Yapıtta Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerinin yanı<br />

sıra başka Yesevi dervişlerinin Hikmet’lerine de<br />

yer verilmiştir. Hikmet söyleyen Yesevi dervişleri,<br />

şeyhlerine duydukları saygıdan dolayı kendi adlarını<br />

anmamışlardır. Böylece anonim <strong>bir</strong> Hikmetler<br />

kitabı ortaya çıkmıştır. “Divan-ı Hikmet”in eldeki<br />

en eski yazma nüshası, XVII. Yüzyıldan kalmıştır.<br />

Ahmet Yesevi, Türkistan’ın geniş bozkırlarında<br />

31<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


yaşayan göçebe halk kitlelerine hem İslamı hem<br />

tasavvufu tanıtma yollarını iyi kavramış <strong>bir</strong> mürşit<br />

sıfatıyla, sözlerini dönem Türklerinin çok iyi<br />

anlayacakları sade <strong>bir</strong> dille söylemiş, halka çabuk<br />

öğrenip hemen terennüm edeceği <strong>bir</strong> vezin ve şekille<br />

söyleyerek Orta Asya’da tasavvufi <strong>bir</strong> halk<br />

edebiyatı oluşturmuştur. Onun gerek Türk tekke<br />

edebiyatı gerek halk arasında hızla gelişen Türk tasavvuf<br />

edebiyatı üzeri<strong>nde</strong>ki etkisi bu yüzden geniş<br />

ve devamlı olmuştur.<br />

Ahmet Yesevi’nin şiirleri öğretici mahiyette ve<br />

yüksek sanat seviyesi<strong>nde</strong>n uzak söyleyişlerdir. Bu<br />

manzumeler, güzelliklerini ve telkin kudretini, yazarının<br />

insani ve söyleyişleri<strong>nde</strong>ki samimiliği<strong>nde</strong>n<br />

almıştır. Bu nedenle içi<strong>nde</strong> saf, samimi ve bazen<br />

deruni <strong>bir</strong> lirizm ile rüzgârlanmış manzumeler de<br />

vardır. Bu manzumelere “Hikmet” adı verilmiştir.<br />

Bu isim <strong>bir</strong> tasavvuf terimi olarak manalıdır.<br />

Hikmet’leri<strong>nde</strong> kullanılan kafiyeler de halk şiirinin<br />

karakteristik yarım kafiyeleridir ve pek çok kere rediflidir.<br />

Şiirlerin iç âlemi<strong>nde</strong> daha sonraki tasavvufi<br />

şiirleri<strong>nde</strong> görülen taşkınlıklar ve cezbe anında söylenmiş,<br />

anlaşılması zor ifadeler kullanılmaz. Ahmet<br />

Yesevi, yeri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> düşünüşle bu hikmet’leri daima<br />

çevresinin hazmedebileceği ölçüde, tartılı sözler<br />

hâli<strong>nde</strong> söylemiş, çok kere, dinî, ahlaki öğütler veren<br />

<strong>bir</strong> Müslüman hüviyeti<strong>nde</strong>n uzaklaşmamıştır.<br />

Ahmet Yesevi’nin Hikmet’lerini içine alan mecmuanın<br />

adı “Divan-ı Hikmet”tir. Hikmet adı altında<br />

ve sade <strong>bir</strong> halk diliyle yazılan şiirleri<strong>nde</strong>n müteşekkil<br />

olan bu divan, çeşitli tarihlerde İstanbul,<br />

Taşkent ve Kazan’da bastırılmıştır. Zaman zaman<br />

aruz vezni de kullanan Yesevi Hikmet’leri<strong>nde</strong> hece<br />

veznini tercih etmiştir.<br />

Yesevi’nin dili yaşadığı bölge göz önüne alınırsa<br />

doğu Türkçesi özellikleri taşıyordu. Nitekim<br />

Kazan baskısında yer alan Kazan Tatarcası, Taşkent<br />

yazma ve basma nüshalarında Özbekçe, hatta<br />

Türkmence özellikleri görülmektedir.<br />

Hikmet’lerin büyük <strong>bir</strong> kısmı dörtlükler şekli<strong>nde</strong>dir.<br />

Bu dörtlüklerde hece vezninin 12’ li ölçüsü<br />

kullanılmıştır. Bir kısım Hikmetler ise gazel tarzında<br />

olup aruz vezni ile yazılmıştır. Bu Hikmet’lerin<br />

samimi ve coşkun söylenip, dinî tasavvufi halk edebiyatının<br />

en güzel örneklerini teşkil ettiğini kabul<br />

etmemiz gerekmektedir. Onun için şiir amaç değil,<br />

araçtır. Ahmet Yesevi, edebî kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade<br />

fikri kişiliğiyle tanınır.<br />

Divan-ı Hikmet’te Ahmet Yesevi’nin derin<br />

aşkla sevdiği Hz. Muhammet için şiirler, tanınmış<br />

İslam sofilerine ait manzum menkıbeler vardır.<br />

Dervişliğin güçlüğü anlatılır. Allah aşkına ibadete,<br />

cennet ve cehenneme, kıyamet gününe, dünyanın<br />

geçici oluşu nedeniyle dünyaya duyulan sevginin<br />

gönülden çıkarılması lüzumuna dair manzumeler<br />

sıralanması; Muhammet ümmeti<strong>nde</strong>n olmanın saadetine<br />

dair şükürler belirtmiştir. Yesevi’nin şiirleri<strong>nde</strong>ki<br />

lehçe XIII. Asırda Orta Asya edebiyatının<br />

hâkim lehçesi olan Kaşkar-Hakaniye lehçesidir. Bu<br />

lehçe Karluk Türkçesinin edebî Uygur lehçesinin<br />

hâkimiyeti altında gelişmesiyle meydana gelmiş <strong>bir</strong><br />

dildir ki, İslam Türk Edebiyatının Orta Asya’daki<br />

ilk eseri, o çağlarda Orta Asya’nın ortak edebiyat<br />

dili hâline gelen bu lehçe ile yazılmıştır.<br />

Evliya Çelebi Anadolu’da gezdiği yerlerdeki<br />

Ahmet Yeseviye mensup Alperen evliyanın türbelerini<br />

<strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er anlatır.<br />

Avşar Baba, Sarı Saltuk, Merzifon’da tekkeleri<br />

bulunan Pir Dede, Karadeniz kıyılarında<br />

Batova’da tekkesi bulunan Akyazılı, Filibe yolu<br />

üzeri<strong>nde</strong> Gazi Antep’te metfun olan Kıdemli Baba<br />

Sultan, Bursa’da Geyikli Baba, Unkpan’ında metfun<br />

Hoca Dede, Bozok sancağı diyarında tekke<br />

yaptıran Emir Çin Osman, Zile sahrasındaki Şeyh<br />

Nusret, Tokattaki Gaj gaj Dede. Ahmet Yesevi’nin<br />

Yesi’deki ocağında pişerek Rum diyarına gö<strong>nde</strong>rilen<br />

ve Alp-Eren denilen Gaza dervişlerini yetiştiren<br />

halifelerdir bunlar. Hatta Hacı Bektaş Veli gibi<br />

Anadolu’da büyük etki bırakmış <strong>bir</strong> sofinin Ahmet<br />

Yesevi’nin müridi kabul edilmesi, Anadolu Türklüğünün<br />

Ahmet Ysevi’den ne kadar etkilendiğini<br />

göstermesi açısından önemlidir. Yine Anadolu’da<br />

büyük <strong>bir</strong> menkibevi ün kazanan Sarı Saltuk’un<br />

da( Muhammet Buhari) Horasan erleri<strong>nde</strong>n 700<br />

kişi ile <strong>bir</strong>likte Ahmet Yesevi tarafından Anadolu<br />

ve Rumeli’ye gö<strong>nde</strong>rildiği rivayet edilir.<br />

Ahmet Yesevi’nin efsanevi <strong>bir</strong> kimliğe bürünmüş<br />

olan Anadolu’daki halifeleri<strong>nde</strong>n söz açmışken<br />

onun yerine geçen halifelerini sıralamak yeri<strong>nde</strong><br />

olacaktır.<br />

Yesevi vefat edince yerine Aslan Baba’nın oğlu<br />

Mansur Ata geçti. Onun 1797 Miladi yılında vefatı<br />

üzerine oğlu Abdulmelik Ata halife oldu. O vefat<br />

edince oğlu Tac Hace, ondan sonra da oğlu Zengi<br />

Ata irşat mevkiine getirildiler.<br />

Tarikatlar tarihi<strong>nde</strong> önemli <strong>bir</strong> yeri olan Nakşiben-<br />

32<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


diye ve Bektaşilik tarikatları Yesevi tarikatlarından<br />

doğmuş olan kollardır. Muhammed Bahauddin<br />

Nakşibend hem Yesevi şeyhleri<strong>nde</strong>n Kasım Şeyh<br />

ve Halil Ata’dan feyiz almış hem de asıl müridi<br />

olan Abdulmelik Gücüdüvani vasıtasıyla tarikat<br />

silsilesi Ahmet Yesevi’nin şeyhi Yusuf Hemdani’de<br />

<strong>bir</strong>leşmiştir.<br />

Hoca Ahmet Yesevi’nin kerametleri vefatından<br />

sonra da devam etmiştir.<br />

Yesevi’den iki asır sonra yaşayan Timur (Miladi<br />

1336- 1405)’un rüyasına girer ve zafer müjdesi<strong>nde</strong> bulunur.<br />

Timur zaferler peşi<strong>nde</strong> koşarken Seyhun Nehrini<br />

gerçek Türkistan ve Kırgız bozkırlarında şöhreti ve<br />

nüfuzu iyice yayılmış bulunan Ahmet Yesevi’nin kabrini<br />

ziyaret için Yesi’ye gelir.(M.1396) Ziyaret ettikten<br />

sonra kabrinin üstüne o devrin mimari şaheserleri<strong>nde</strong>n<br />

olan <strong>bir</strong> türbe, cami ve dergâh ile <strong>bir</strong> külliye yaptırmasını<br />

buyurur. Özbek Hanı Abdullah Han, daha sonra<br />

da Nakşibendî tarikatı mensubu olan Şeybani Han’ın<br />

Hace Ahmet’in türbesini onarması Yesevi’ye karşı duyulan<br />

aşırı hürmeti gösterdiği gibi, nüfuzunun Özbekler<br />

arasında da yayılmış olduğunu gösterir.<br />

İngiliz Müsteşrik Eugane Schuyler, “Türkistan<br />

Seyahatnamesi” adlı eseri<strong>nde</strong> Ahmet Yesevi Camii ve<br />

Timur tarafından kabri üzerine yaptırılan muhteşem<br />

türbesi hakkında şöyle der:<br />

“Bu büyük caminin arka kısmında türbeli ikinci<br />

<strong>bir</strong> mescit daha ilave edilmiş olup, caminin dış avlu<br />

kapısı fevkalade büyük ve kemerlidir. Kapının yanında<br />

penceresiz, üstü çentikli iki yuvarlak kubbe yükselir.<br />

Kapının büyük <strong>bir</strong> sanat eseri olarak işlenmiş iki<br />

kanatlı tahta kapısı üzeri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> pencere vardır. Duvarlar<br />

işlenirken iyi pişmiş dört köşeli tuğlalar kullanılmıştır.<br />

Kufi yazılarla süslenmiş kubbe, binayı daha da<br />

güzelleştirmiştir.<br />

Caminin avlusunda çok güzel <strong>bir</strong> medrese ile arkasında<br />

<strong>bir</strong> kubbe içi<strong>nde</strong> Aslan Baba’nın, Ahmet<br />

Yesevi’nin ve ailesinin yer aldığı <strong>bir</strong>er türbe vardır.”<br />

Maverünnehir halkı ve Bozkır göçebeleri için<br />

<strong>bir</strong> ziyeretgâhtır Yesevi Türbesi. Her yılın belli <strong>bir</strong><br />

ayında Yesi’de toplanan on binlerce Türkmen, Özbek,<br />

Kazak, Kırgız Türkü <strong>bir</strong> hafta süreyle burada<br />

ibadet ve ayin yaparlar. Bilhassa Bozkır göçebelerinin<br />

yakınları ölünce Ahmet Yesevi’nin türbesi civarına<br />

gömülmesi ayrı <strong>bir</strong> değer taşır. Bu nedenle<br />

daha hayatta iken toprak satın alarak ka<strong>bir</strong>lerini<br />

hazırlatırlar.■<br />

(YESİ’DE) HALVET<br />

Hâlî<br />

Ben geldim.<br />

Birikmiş bin yıllık gözyaşım var,<br />

Ve dahi günahlarım.<br />

Günahlarım boşluk kadar!<br />

Leyl<br />

Seherde saf saf sekiz tek<strong>bir</strong>,<br />

Gecede karadarı çorbası.<br />

Boşlukta yıldızlar tek tektir,<br />

Günahları toplar gecenin torbası.<br />

Vuslat<br />

Aklımı iplik iplik yol etsem.<br />

Yoktan vara hangi yol ulaşır<br />

Kim be<strong>nde</strong> secde eden kendine,<br />

Kim kendi etrafında dolaşır<br />

Hidayet<br />

Ve O, Mudil ve Hâdî.<br />

Duamızı işiten her sabah.<br />

Biz ki yalnız kulluk ederiz,<br />

El hidayet’ül lillah.<br />

GÖKŞAD ÖZKAYNAR<br />

33<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


MUSTAFA MİYASOĞLU<br />

Büyük devlet olmakla<br />

büyük kubbeli<br />

mabet yapmak<br />

arasında her zaman<br />

vazgeçilmez <strong>bir</strong><br />

alâka kurulmuştur.<br />

Sözlü rivayetlerden<br />

efsanelere kadar<br />

üzeri<strong>nde</strong> durulan<br />

bu husus, devlet<br />

gücünün temsili<br />

gibi algılanmakta,<br />

tarihçiler bile bu<br />

türden rivayetleri<br />

çalışmalarında<br />

dikkate<br />

almaktadırlar.<br />

Mimar Sinan’ın büyüklüğü konusunda yerli<br />

yabancı hemen herkes söz <strong>bir</strong>liği hâli<strong>nde</strong>dir.<br />

Fakat onu anlatma konusunda o kadar belirgin <strong>bir</strong> yetersizlik<br />

var ki, bu dünya çapındaki mimarımız hakkında<br />

ne devlet destekli ne de özel kitapçılarda onunla ilgili<br />

herkesin okuyup anlayabileceği iki kitabı kitapçılarda<br />

göremezsiniz. Aynı şeyi Bâkî, Kanûni ve benzeri <strong>bir</strong> Osmanlı<br />

için de söyleyebiliriz.<br />

Buna rağmen, Mimar Sinan’ın hayatı ve eserleriyle<br />

ilgili o kadar çok şey yazılıp çizilerek yayınlandı ki,<br />

bunların <strong>bir</strong> araya getirilmesi<strong>nde</strong>n büyük <strong>bir</strong> kütüphane<br />

ortaya çıkması mümkündür. Pek çoğu sanat tarihçisi<br />

veya tarihçi tarafından yazılan bu kitaplar genellikle<br />

teknik nitelikte olduğu için herkes okuyamaz. Bunların<br />

okunmasıyla bile tam <strong>bir</strong> Sinan portresi ortaya çıkarmanın<br />

mümkün olmadığını biliyoruz. Çünkü bu kitapların<br />

büyük çoğunluğu ya mimarlık bilgisi yahut da tarihî<br />

kaynakları ortaya koymak kaygısıyla yazılmıştır. Bazıları<br />

da onun devşirmeliği veya Türklüğü gibi konulara<br />

ağırlık vermiş, Sinan’ı ortaya çıkaran ruhu ve klasik Osmanlı<br />

toplumunu dikkate almamıştır. Hâlbuki <strong>bir</strong> insanı<br />

yetiştiren şartları, bulunduğu çevreyi ve yaşadığı dönemin<br />

temel düşüncelerini dikkate almadan onun ortaya<br />

çıkışını anlatabilmeniz mümkün değildir. Bütün bu unsurlarla<br />

<strong>bir</strong> insanı anlatmak da mimarlarla tarihçilerden<br />

çok edebiyat adamlarıyla sanatçıların meselesi…<br />

Bilindiği gibi, ABD ve Batı Avrupa’da yalnız batılı<br />

34<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


devlet adamlarıyla ilgili biyografik kitaplar yazılmıyor;<br />

mimarlar ve müzisyenlerle de ilgili çok zengin<br />

<strong>bir</strong> kütüphane var. Millî kültür, ana edebiyat türleri<br />

sayılan şiir, hikâye, roman ve tiyatro eserleri kadar,<br />

yardımcı türler sayılan biyografi, seyahatnâme ve<br />

portre kitaplarıyla da zenginleşir. Edebî eserlerin<br />

ortaya çıkışı <strong>bir</strong>az da sanatçının mizacı ve temel<br />

tercihlerine bağlı olduğu için, yan türlerde eser verilmesi<br />

daha çok toplumla yöneticilerin alâkasına<br />

bağlı. Pek çok tarihî romanla biyografik eserin yazımında,<br />

kültür çevreleri kadar millî kültüre önem<br />

veren kamu görevlileriyle devlet yöneticilerinin de<br />

etkisi vardır. Çünkü bunların ortaya çıkışı kadar<br />

etkili olması da tamamen marifet-iltifat hususuyla<br />

ilgilidir.<br />

Bugün Mimar Sinan’ın hayatıyla ilgili kitapların<br />

hemen hepsini <strong>bir</strong> araya toplasanız iki elin<br />

parmaklarını aşmaz. Bunlar çoğu da onun Mustafa<br />

Sâi Çelebi’ye not ettirdiği kitapların tıpkıbasımıyla<br />

sadeleştirmeleri<strong>nde</strong>n ibaret. Sinan’ı anlatan edebî<br />

eserlerin sayısı üçü beşi geçmez. Çoğu da yetersiz…<br />

Sinan'ın kubbeleri<br />

Osmanlı dili ve kültürü gibi, Osmanlı mimarlığının<br />

da devletin gelişimine paralel <strong>bir</strong> gelişim<br />

içi<strong>nde</strong> olduğunu görüyoruz. Özellikle çok kubbeli<br />

yapıdan tek kubbeli yapıya doğru gelişen cami<br />

mimarisi<strong>nde</strong>, Osmanlının Anadolu <strong>bir</strong>liği yanında<br />

İslam <strong>bir</strong>liğini de sağlamayı başaran ve “imparatorluk<br />

gücü”ne ulaşan iradenin eserlerini ortaya<br />

koyduğu görülebilir. Bu iradenin sözcüleri olan Fatih,<br />

Yavuz ve Kanunî gibi büyük şahsiyetlerin iddialarını<br />

somut mimarî yapılara kavuşturan Mimar<br />

Sinan’ın dünya çapındaki eserleri klasik Osmanlı<br />

çağının bütün özelliklerini çarpıcı <strong>bir</strong> tarzda temsil<br />

etmektedir.<br />

Büyük devlet olmakla büyük kubbeli mabet<br />

yapmak arasında her zaman vazgeçilmez <strong>bir</strong> alâka<br />

kurulmuştur. Sözlü rivayetlerden efsanelere kadar<br />

üzeri<strong>nde</strong> durulan bu husus, devlet gücünün temsili<br />

gibi algılanmakta, tarihçiler bile bu türden rivayetleri<br />

çalışmalarında dikkate almaktadırlar. O yüzden,<br />

Süleyman Peygamberi sadece devlet adamı<br />

gibi gören Yahudi geleneğine itibar eden Yunanlı<br />

tarihçi Stefanos Yerasimos, Süleymaniye adlı kitabının<br />

ön sözü<strong>nde</strong> şöyle <strong>bir</strong> yorum yapar:<br />

“İmparator İustinianus’un, Süleyman’ı ve<br />

onun Kudüs Tapınağı’nı alt ettiğini açıkladığı 27<br />

Aralık 537 günü ile Süleyman’ın, adaşı Muhteşem<br />

Süleyman aracılığıyla öcünü aldığı 15 Ekim<br />

1557 günü arasında kalan bin yıllık iktidar düşleri,<br />

Ayasofya’nın kubbesiyle Süleymaniye’nin minarelerini<br />

ayıran zaman-mekân içi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong><strong>bir</strong>i ardınca<br />

tespih taneleri gibi sıralanırlar.”<br />

Kanuni Sultan Süleyman’ın Süleymaniye Camii<br />

ve külliyesini Sinan’a yaptırırken Stefanos<br />

Yerasimos’un sözünü ettiği türden <strong>bir</strong> öç alma<br />

duygusunu taşımadığını elbette biliyoruz. Fakat<br />

İmparator Justinianus’un Roma İmparatorluğunu<br />

yeniden kurmaya çalışmasıyla Osmanlının dünya<br />

hâkimiyetine yürüyüşü arasında paralellik kuran<br />

ve “Ayasofya’nın ilk rakibi: Fatih Sultan Mehmed<br />

Camisi” diyen Yunanlı tarihçi, mimarî eserleri siyasi<br />

bakış açısıyla değerlendirirken önemli <strong>bir</strong> tavır<br />

ortaya koyuyor. Konstantinopolis’i yeni Roma’nın<br />

merkezi yapmaya çalışan imparatorunkiyle ondan<br />

dokuz yüzyıl sonra İstanbul’u fetheden Fatih’in<br />

hedefini karşılaştırırken, Süleymaniye’yi yaptıran<br />

Kanunî’nin bunu her alanda gerçekleştirdiğini de<br />

vurgulayarak, Ayasofya gibi Süleymaniye’yi de<br />

dinî olduğu kadar siyasi <strong>bir</strong> eser olarak nitelendirir:<br />

“Böylece Süleymaniye, imparatorluk başkentinin<br />

göğü<strong>nde</strong> ikinci kez, hem <strong>bir</strong> saygı duruşu hem<br />

de <strong>bir</strong> meydan okuma gibi yükselen kubbesinin<br />

kusursuz biçimiyle, tarihte yaşanan değişikliklerin<br />

ötesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> sonrasızlığın peşine düşmüş gibidir.”<br />

Burada, Süleymaniye için kullanılan, “kubbesinin<br />

kusursuz biçimi” ile “<strong>bir</strong> sonrasızlığın peşine<br />

düşmüş gibidir” ifadelerine dikkat çekmek istiyorum.<br />

Doğrusu Sinan’ın kubbeleri için söylenen<br />

takdir ifadeleri arasında bu kadar net <strong>bir</strong> sonsuzluk<br />

iştiyakı tespitine az rastlandığını belirtmek zorundayız.<br />

Yakın zamana kadar pek çok sanat tarihçisiyle<br />

mimarın, Sinan’ın büyüklüğünü anlamak ve<br />

anlatmakta yetersiz olduğu ve kof övgülerle <strong>bir</strong><br />

dehayı anlamaktan uzak kaldığı ortadadır. Hâlbuki<br />

büyük eser ancak ona benzer <strong>bir</strong> eserle anlaşılıp anlatılabilir.<br />

Sakarya Türküsü’<strong>nde</strong>, “Hani ardına çil çil kubbeler<br />

serpen ordu” diyen ve Osmanlı kubbelerinin<br />

her <strong>bir</strong>ini çil çil altınlara benzeten Necip Fazıl,<br />

“Mermerlerin nabzında çarpar mı hâlâ tek<strong>bir</strong>”<br />

mısraıyla camilerin manasını vurgularken yapılış<br />

amacını da belirtmiş olur. Büyük şairimizi Yunan-<br />

35<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


lı tarihçi haklı çıkarır: Kubbeler gücün ve inancın<br />

semboldür...<br />

Evet, Sinan’dan önceki Osmanlı ve İslam mimarisi,<br />

Arap ve İran mimarî eserleriyle sanki onu<br />

hazırlamaya memur edilmişlerdir. O yüzden Mimar<br />

Sinan, kendi<strong>nde</strong>n önceki bu İslam eserleri yanında,<br />

pek çok mimarî eserle Ayasofya gibi büyük<br />

<strong>bir</strong> Bizans eseri<strong>nde</strong>n de faydalanarak Osmanlı kubbelerini<br />

muhteşem <strong>bir</strong> âbide hâli<strong>nde</strong> İstanbul’un<br />

pek çok tepesiyle devletin dört bucağına dikmesini<br />

bilmiştir. Bunlar arasında dünyanın incisi bilinen<br />

İstanbul’daki Süleymaniye ile külliyesinin kubbeleri<br />

gerçekten çok önemlidir, farklı <strong>bir</strong> yeri vardır.<br />

Ayasofya’ya yaptığı desteklerle kubbesini korumuştur.<br />

Cami kubbesinin Müslümanları gök kubbeye<br />

benzer <strong>bir</strong> çatı altında topladığı ve toplanan cemaatın<br />

aynı mekânda İslamın ruhuyla bütünleştiği<br />

görülüyor. Bunlar ne kadar büyük ve çok sayıda<br />

olursa o kadar güç ve güven vereceği ortadadır. O<br />

yüzden, yüzlerce cami kubbesi yapan ve cami mimarisi<strong>nde</strong><br />

hâlâ aşılamamış <strong>bir</strong> üslup formu oluşturan<br />

Sinan’ı iyi değerlendirmek zorundayız. Batılılara<br />

göre de Sinan, hâlâ gelmiş geçmiş mimarların<br />

en büyüğüdür.<br />

Sinan'ın öteki mimarlardan farkı<br />

Bugüne kadar Sinan hakkında yazılan kitapların<br />

pek çoğu, ya ona sahip çıkma hevesine kapılanlara<br />

karşı çıkmak ya eserleri üzeri<strong>nde</strong> ilmî çalışma yapmak<br />

ya da 500. ölüm yıldönümü vesilesiyle yapılan<br />

sempozyumdan sonra oluşan bilimsel kamuoyunun<br />

beklentilerine cevap vermek maksadıyla yazılmıştır.<br />

Pek çoğunun takdire değer <strong>bir</strong> çaba eseri olduğu<br />

muhakkaktır. Bu arada, iki tiyatro eseri<strong>nde</strong>n sonra<br />

yayınlanan edebiyat iddialı kitaplar da maalesef<br />

son derece yetersiz. O yüzden bu kitaplar itibarlı<br />

yayınevleri<strong>nde</strong> yayınlanmasına rağmen genel kabul<br />

görmemiş, tarih bilgisi<strong>nde</strong>n mahrum olarak<br />

yazıldıkları için de Sinan’la ilgilenenlerin dikkatini<br />

çekmemiştir.<br />

Hâlbuki bilindiği kadarıyla eski dünya mimarları<br />

arasında Sinan kadar kendini ve eserlerini anlatma,<br />

yaptıklarının listesini yazdırarak unutulmasını<br />

ve karıştırılmasını önlemek maksadıyla çaba<br />

gösteren yoktur. Çağımıza kadar pek çok mimar,<br />

ya meslek sırlarını saklama çabası yahut da eser<br />

üzerine koyduğu kitâbedeki tarihi yeterli görme<br />

kaygısı yüzü<strong>nde</strong>n yazılı belge bırakmamıştır. Bunun<br />

sonucu olarak da pek çok bilgi ve tecrübe yok<br />

olup gitmiştir. Mimar Sinan, kendi çağının bütün<br />

önemli sanatçılarından pek çok bakımdan farklı <strong>bir</strong><br />

tavır sahibidir. Eserleri<strong>nde</strong>ki üslup <strong>bir</strong>liği<strong>nde</strong> olduğu<br />

kadar hayır dualarla anılmak isteği<strong>nde</strong> de farklıdır.<br />

Ondan sonra Osmanlı mimarisi<strong>nde</strong> damgası<br />

vardır.<br />

Ölümü<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> süre önce Mimar Sinan, genç<br />

şair ve nakkaş dostu Mustafa Sâi Çelebi’ye kendini<br />

ve eserlerini tek tek ifadeye, Süleymaniye ve<br />

Büyükçekmece Köprüsü gibi önemli eserlerinin de<br />

yapılış serüvenlerini anlatıp yazdırmaya çalışmıştır.<br />

Mimar Sinan’ın eserleriyle ilgili yazmalardan,<br />

Mustafa Sâi Çelebi’nin yazdığı Tezkiretü’l Bünyan<br />

ve Tezkiretü’l Ebniye adlı risalelerden başka,<br />

onun eserlerine dair pek çok yazmanın bulunduğunu<br />

biliyoruz. Bunlardan yazarı bilinmeyen Adsız<br />

Risale’nin daha büyük <strong>bir</strong> eserin <strong>bir</strong> bölümü olduğu<br />

sanılırken, 18. yüzyılda Dayezâde Mustafa Efendi<br />

tarafından yazılan Selimiye Risalesi sadece <strong>bir</strong> eserini<br />

konu edinmektedir. Mühimme Defterleri ile<br />

Süleymaniye Vakfiyesi ve caminin yapımı sırasındaki<br />

muhasebe kayıtlarından çıkarılan bilgilerin de<br />

Sinan’ın mimarî tavrıyla ilgili farkları vurguladığı<br />

açıktır.<br />

Sonraki dönemlerde yabancı seyyahlarla Osmanlı<br />

tarihçilerinin, bu arada Evliya Çelebi’nin<br />

Sinan’ın eserleriyle ilgili verdikleri bilgilerin ne<br />

kadar önemli olduğunu belirtmeye gerek yok. Bütün<br />

bunların Ahmet Refik’in yayınladığı dokümanlarla<br />

<strong>bir</strong>likte yerli yabancı araştırmacılara cesaret<br />

verdiği söylenebilir. Bugün bu türden çalışmaların<br />

sayısının bini geçtiği görülüyor, fakat bunların<br />

çokluğu sanat ve edebiyat adamlarımızı nedense<br />

harekete geçirmekte yetersiz kalıyor. Hâlbuki eserleri<br />

arasında çok da önemli <strong>bir</strong> yeri olmayan Drina<br />

Köprüsü bile İvo Andriç gibi <strong>bir</strong> yazarın romanına<br />

konu oluyor.<br />

Ortada bulunan eserler, belki sanat tarihi ve mimarlık<br />

bakımından önemli <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ikim oluşturuyor,<br />

ama <strong>bir</strong> dünya devleti<strong>nde</strong> 50 yıl Başmimarlık yapan<br />

ve üç kıtaya Osmanlı mührünü vuran Mimar<br />

Sinan’ı ve onun dünyasını anlatmaya yetmiyor. Bunun<br />

sorumluğu elbette hepimize ait...<br />

Ben bu sorumluluğu Mimar Sinan Üniversitesi<strong>nde</strong><br />

düzenlenen sempozyumda hissettim de<br />

romanını yazmaya o yıllarda karar verdim. Bu ko-<br />

36<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


nuda, Mimar Sinan’la ilgili çalışmalarıyla dikkati<br />

çeken araştırmacılardan başta Suphi Saatçi ile Zeki<br />

Sönmez olmak üzere, pek çok dostun teşviklerini<br />

ve yardımlarını gördüm, epeyce <strong>bir</strong> zaman okuyup<br />

hazırlandım. Eserlerini uzunca <strong>bir</strong> zaman tasarladıktan<br />

sonra ortaya koyan <strong>bir</strong> sanatçının dünyasını<br />

anlatmak da galiba onun tarzında uzun soluklu <strong>bir</strong><br />

çalışmayı gerektiriyor. Çünkü Sinan, <strong>bir</strong> bakıma<br />

tek başına Osmanlıyı temsil eden nâdir sanatçılardan...<br />

Mimar Sinan’la ilgili yaptığım okuma çalışmalarında,<br />

onun Osmanlı mührünü 16. yüzyıl dünyasına<br />

nasıl vukuflu ve şuurlu <strong>bir</strong> tarzda vurduğunu<br />

fark ettim. Onsuz Osmanlı kimliğini anlamanın<br />

imkânı olmadığı gibi, Osmanlının ruhunu anlamadan<br />

da onu ve eserlerini tam olarak değerlendirmenin<br />

mümkün olmadığı ortada. Bu hususları sanat<br />

tarihçisi Selçuk Mülayim ile tarihçi İlber Ortaylı<br />

kadar mimarlık felsefesi geliştiren Turgut Cansever<br />

ve Suphi Saatçi de eserleri<strong>nde</strong> bütün boyutlarıyla<br />

ortaya koymuşlardır. Bunlar kadar o ruha âşina sanat<br />

ve edebiyat adamları için yeterli malzeme oluştu<br />

bence.<br />

Mimar Sinan'ın romanı<br />

Değerli sanat tarihçisi Selçuk Mülayim, Ters<br />

Lâle adlı Osmanlı Mimarisi<strong>nde</strong> Sinan Çağı ve<br />

Süleymaniye’yi konu edinen eseri<strong>nde</strong>, öteki sanat<br />

eserleri yanında “büyük sanatlar” grubunda mütalaa<br />

ettiği mimari eserlerini, “<strong>bir</strong> yandan teknik olarak<br />

mühendisliğin, <strong>bir</strong> başka yö<strong>nde</strong>n de sanatın”<br />

konusu olarak ele alır. Kazancakis için antik çağın<br />

Partenon Tapınağı şudur: “Bana aklın, rakam ve<br />

geometrinin eseriymiş gibi göründü. (...) İnsanın<br />

yüreğine dokunmuyor.” V. Loon’ göre de Mısır<br />

piramitleri “Mimarlıktan çok mühendislik işidir.<br />

Onlar güzellik tutkusundan doğmamıştır;” sadece<br />

firavunların cesetleri için “banka gibi düşünülmüştür”...<br />

Bunlar elbette Hristiyan aydınların pagan dönemi<br />

yapılarına kendi bakışlarını ortaya koyuyor.<br />

Osmanlı sanat anlayışı çevresi<strong>nde</strong> konuya yaklaşan<br />

Selçuk Mülayim, Rönesans sonrası Avrupa<br />

mimari anlayışıyla bazı yönlerden paralellik gösteren<br />

ve özgün <strong>bir</strong> şehircilik anlayışı sergileyen<br />

Osmanlı mimarisinin evrensel yönleri üzeri<strong>nde</strong> dururken,<br />

Sinan çağının ortak özelliklerini de vurgular.<br />

Kitabını da “Sinan’ın mimarlık tavrı etrafında<br />

dönemin toplumsal tarihini ele alan <strong>bir</strong> deneme”<br />

olarak sunar. Bu arada konusuyla ilgili olarak şöyle<br />

<strong>bir</strong> tespit yapar:<br />

“Mimari bütün yerleşik toplumlar için, kent<br />

kültürü<strong>nde</strong>ki standardı anlatan başlıca övünç<br />

kaynağıdır, uygarlığın göstergesidir. Paris, Atina,<br />

Persopolis’in çekiciliği buradan gelir. Edebiyat<br />

için aynı şeyleri söyleyemiyoruz.”<br />

Gerçekten edebiyattan çok mimari somut <strong>bir</strong><br />

biçimde “uygarlığın göstergesi” sayılabilir. Çünkü<br />

gözle görülebilen eserlerle Eski Yunan ve Roma<br />

medeniyetlerini tanımak ve tanıtmak, edebî eserlerle<br />

tanıtmaktan kolaydır. Fakat onları yapanlardaki<br />

ruhu anlayabilmek o kadar kolay olmuyor.<br />

Olabilseydi, Partenon Tapınağı’nı oluşturan ruhu<br />

en kolay kavrayabilecek insan, o çevrede yaşayan<br />

Kazancakis olurdu. Demek ki taşların oluşturduğu<br />

yapıyı anlayabilmek için de ortak <strong>bir</strong> ruh gerekir. O<br />

yüzden olsa gerek, Selçuk Mülayim eserinin başında<br />

şöyle der: “Bu kitabı noktaladığım anda, Yahya<br />

Kemal Beyatlı’nın “Süleymamiye’de Bayram<br />

Sabahı” adlı şiirinin <strong>bir</strong> tek mısrasına bile ulaşamayacağımı<br />

anladım. Bir mimarlık kompozitörünü<br />

kavramak yeni <strong>bir</strong> yaratıcılık gerektiriyor.”<br />

Bunlar, haddini bilen <strong>bir</strong> bilim adamının tespitleri<br />

olarak son derece önemlidir.<br />

Gerçekten de Yahya Kemal’in mısraları bu değerli<br />

sanat tarihçisine hak verdiriyor:<br />

“En güzel mâbedi olsun diye en son dînin<br />

Budur öz şekli hayâl ettiği mîmarînin.”<br />

Görebilsin diye sonsuzluğu her yerden iyi,<br />

Seçmiş İstanbul’un ufkunda bu kudsî tepeyi;<br />

Taşımış harcını gâzîleri, serdarıyle,<br />

Taşı yenmiş nice bin işçisi, mîmarıyle.”<br />

Mimar Sinan’ın romanını, konuya ancak bu<br />

çerçevede yaklaşmakla yazabileceğimizi düşünüyorum.<br />

Çünkü Sinan 50 yıldan fazla süren Başmimarlığı<br />

ile görevde en uzun süre kalan Osmanlı<br />

sanat ve devlet adamıdır. En önemli yanı ise, her<br />

bakımdan ruhumuzu temsil eden bizden <strong>bir</strong> sanatçı<br />

oluşudur.<br />

Bizi biz yapan değerleri bütün dünyaya anlatmakta<br />

Mimar Sinan ve eserlerinin eşine e<strong>nde</strong>r rastlanacak<br />

nitelikte zengin <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ikim oluşturduğu<br />

hususuna sanatçılarımızın dikkatini çekmek istiyorum.■<br />

37<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


BU ŞEHİR<br />

Bu şehir <strong>bir</strong> evliyalar şehridir<br />

Metfundur <strong>bir</strong> nice pîr bu şehirde<br />

Zamanlı <strong>bir</strong> sevgi <strong>bir</strong> aşk nehridir<br />

Görülmez kimse hakir bu şehirde<br />

Kızıl ırmak coşup coşup durulmuş<br />

Erciyes <strong>bir</strong> şahtır ufka kurulmuş<br />

Hamuru nur mayasıyla yoğrulmuş<br />

Olmaz meleke ne kir bu şehirde<br />

Nice müftü, âlim, şair, üdeba<br />

Bir nice seziş ki sığmaz kitaba<br />

Davut-ı Kayseri, Somuncu Baba<br />

Bir o şehirdedir, <strong>bir</strong> bu şehirde<br />

Surlarda izi var, Sultan Mesut’un<br />

Sinan’dır şu minare, bu sütun<br />

Gevher Nesibe’yle Mahberi Hatun<br />

Eser bırakmış <strong>bir</strong> <strong>bir</strong> bu şehirde<br />

İnler at sesiyle meşhet ovası<br />

Keykubat’ın otağ yeri burası<br />

Titretir dağları yiğit narası<br />

Yatmada kaç cihangir, bu şehirde<br />

Işık ışık kubbe kubbe mazimiz<br />

Şahlanır vecd ile Melik Gazi’miz<br />

Biz kaptan-ı Derya, şehit Nazım’ız<br />

Ondan kan rengi nehir bu şehirde<br />

Kabe yollarında Karani’yiz biz<br />

Muhabbet teli<strong>nde</strong> Seyrani’yiz biz<br />

İbrahim Tennuri hayranıyız biz<br />

Duygu, düşünce, fikir bu şehirde<br />

Osmanlıdan kalma şu mangal, sedir<br />

Bünyan halısı <strong>bir</strong> çini kâsedir.<br />

Doğan gün, Seyyit’den nur nur busedir<br />

Gönül dergâhına gir bu şehirde<br />

Bir İrem bağıdır Erkilet, Gesi<br />

Uzanır sularda mabet gölgesi<br />

Dört mevsim Hisarcık, Talas yöresi<br />

Zümrütten <strong>bir</strong> ziynettir bu şehirde<br />

Altın çağı seyret, gözünü kapa<br />

Gümüş gümüş sebil, bakır maşrapa<br />

Gereme’den tut da Kaniş-Kültepe<br />

Kurulmuş nice şehir bu şehirde<br />

ABDULLAH SATOĞLU<br />

38<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Soğuk şeker<br />

EYVAZ ZEYNALOV*<br />

çev. İMDAT AVŞAR<br />

Kadın, uzun zamandan beri hastaydı. Kaç gündür yataktan kalkamıyordu. Dü<strong>nde</strong>n beri<br />

ağzına ne <strong>bir</strong> lokma ekmek ne de <strong>bir</strong> yudum su koymuştu. Sık sık dalıp gidiyor, neden<br />

sonra kendine geldiği<strong>nde</strong> ise inleyerek, <strong>bir</strong>inin ismini sayıklıyordu. Evde yapayalnızdı, feryadını<br />

duyan, yardımına gelen hiç kimse yok... Gelinini ve iki torununu, her ihtimale karşı, komşu<br />

köye, gelininin babası evine gö<strong>nde</strong>rmişti. Ermeniler köyü dört <strong>bir</strong> yandan kuşatmışlardı.<br />

Oğlu ise cephedeydi, düşmanla çarpışıyordu. Her taraf düşman askerleriyle doluydu. Yurdunu<br />

yuvasını terk etmek istemeyen insanlar, evlerine kapanıp korku ile bekliyorlar, başka yerlere<br />

gitmeye de çekiniyorlardı. Çünkü her an düşmanla yüz yüze gelme tehlikesi vardı...<br />

Kadın <strong>bir</strong>den garip sesler duymaya başladı. Sağdan soldan kadın sesleri ve çocuk bağırtıları<br />

geliyordu. Feryatlar, figanlar, ağıtlar... arşa yükseliyordu. Köpek ulumaları ve ara ara duyulan,<br />

anlaşılmaz, vahşi bağırtılar, bu kadın ve çocuk seslerini karın altına gömüyordu. Sesler gâh<br />

yakınlaşıyor gâh uzaklaşıyor, sonra tüm sesler alacakaranlıkta eriyip kayboluyordu. Kadın,<br />

neler olduğunu <strong>bir</strong> türlü anlayamadı. Neydi bu sesler Kıyamet mi kopmuştu Dünyanın sonu<br />

muydu Öbür dünyadan mı çağırıyorlardı Nefesi tıkanıyor, göğsü daralıyor, kalbi sıkışıyordu.<br />

Yorganı üstü<strong>nde</strong>n atmak, ayağa kalkmak istedi. İçi<strong>nde</strong>n garip <strong>bir</strong> ses, ona ‘kalk’ dese de bu<br />

sese uymakta zorlanıyordu.<br />

Ansızın kapıya vurulan tekmeler ve dipçik darbelerinin şiddetiyle derme çatma kulübe<br />

sallandı, titredi. Az önceki köpek ulumaları, meçhul, anlaşılmaz sesler, <strong>bir</strong> de askerlerin karda<br />

yürüdükçe çıkardığı karç kurç sesleri duyuluyordu. Sesler kulağının dibi<strong>nde</strong>ydi artık. Sonra,<br />

kapı şiddetle sarsıldı. Bu darbenin içerden mi, dışarıdan mı olduğunu anlayamadı. Biraz sonra<br />

* Azerbaycan’ın Karabağ bölgesi<strong>nde</strong>, Ağdam şehri<strong>nde</strong> doğan, Ermeni işgali<br />

ile yurdunu kaybeden Azerbaycanlı yazar.<br />

39<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


kapı gıcırdayarak açıldı. Ayaklar altında ezilen karın sesini duydu yeniden. Sesler hemen<br />

uzaklaşmaya başladı. Uzaklaşan ayak seslerine, az önceki köpeklerin havlamaları eşlik ediyordu.<br />

Sonra otomatik tüfek sesleri geldi ve köpek sesleri aniden kesildi...<br />

Rüzgâr estikçe, menteşeleri yağsız olan eski kapı, sinir bozucu <strong>bir</strong> şekilde gıcırdıyordu.<br />

Kadın üşümeye başladı. Ayaz, onun damarlarındaki kana hücum ediyor, onu âdeta donduruyordu.<br />

Kapıyı örtmeyi düşündü. Ama nasıl Bir şekilde kapıyı kapatmak lazımdı. Kadın <strong>bir</strong>den<br />

duman kokusu hissetti, ardından yanan <strong>bir</strong> şeylerin kokusu... Yoksa komşusu gelip sobayı<br />

mı yakmıştı Hani söz vermişti, <strong>bir</strong> yerlerden odun bulup getirecekti; ama neden nefes almak<br />

gittikçe zorlaşıyordu Duman genzini yakıyor, gözlerini acıtıyordu. Göz kapaklarını iyice açtı.<br />

Odadaki dumanlar, eğilip kıvrılıyor, bin<strong>bir</strong> şekle giriyordu. Odaya <strong>bir</strong> sis perdesi inmişti sanki.<br />

Duman git gide daha da kesifleşiyor, <strong>bir</strong> şeyler çıtırdayarak yanıyordu. Tavandan aşağı uzanan<br />

kızıl alevler, yüzünü gözünü yalamaya başladı. Bağırmak istiyordu; ama öksürükten fırsat<br />

bulamıyor, boğulurcasına öksürüyordu. Çırpınıyor, çabalıyor, sudan çıkmış balık gibi ağzını<br />

<strong>bir</strong> açıp <strong>bir</strong> kapatıyordu. Gözleri yuvasından fırlayacak gibi oldu. Gözleri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> dehşet kıvılcımı<br />

yandı. Olanca gücünü toplayıp, âdeta yataktan aşağı yuvarlandı. Yüzüne çarpan soğuk<br />

rüzgârın geldiği yöne doğru emekleyerek ilerlemeye başladı...<br />

Rüzgâr, açık olan kapıdan esiyordu. Sürüne sürüne dışarıya çıktı. Temiz, buz gibi soğuk<br />

havayı büyük <strong>bir</strong> istekle ciğerlerine çekti. O anda titredi, takati kesildi ve kendi<strong>nde</strong>n geçmiş<br />

hâlde karların üzerine serildi. Kapıya kadar gelen ve yüzünü yalayan alevin sıcak nefesiyle<br />

kendine gelir gibi oldu. Yarı baygın <strong>bir</strong> hâlde, çevresine bakıyor, başına gelenleri hatırlamaya,<br />

olanları anlamaya çalışıyordu. ..<br />

Alevler <strong>bir</strong> anda tahta kulübeyi yuttu, kulübe yanarak yan tarafa doğru çöktü. O, mucize<br />

eseri sağ kurtulmuştu. Biraz gecikse, alevler amansız <strong>bir</strong> şekilde, yüzünü, gözünü, bütün vücudunu<br />

yakıp kavuracaktı. Ölüm korkusu, bü tün bedenini titretti. O an, bedenine <strong>bir</strong> kudret eli<br />

değmişti sanki. Dehşetle bağırarak <strong>bir</strong>kaç adım öteye sıçradı. Bunu nasıl, ne zaman yaptığını<br />

kendisi de anlayamadı...<br />

Az ötede toparlanıp yavaş yavaş ayağa kalkmaya çalıştı; lakin ilk denemesi<strong>nde</strong> başaramadı.<br />

Mecali kalmamıştı. Susuzluktan dudakları kuruyor, içi yanıyordu. Yerden <strong>bir</strong>az kar avuçlayarak<br />

ağzına götürdü. Avcunda hissetmediği soğukluğu, ağzında duydu o an. Kar, diline ya pıştı<br />

önce, erimedi, öylece kaldı. Sonra ağzında eriyen kar, boğazını ıslatsa da su tadı hissetmedi;<br />

ama gözlerine <strong>bir</strong> hayat ışıltısı geldi, ölgün gözleri hafiften parladı. Ellerini yere dayayarak<br />

güç bela yerden kalktı, etrafa şöyle <strong>bir</strong> göz gezdirdi. Her taraf alevler içi<strong>nde</strong>ydi, dört <strong>bir</strong> taraf<br />

yanıyordu. Yürümeye çalıştı, <strong>bir</strong>kaç adım attı. Birilerini bulmak ve ne olduğunu öğrenmek<br />

istiyordu; lakin ortalıkta in cin top oynuyordu. Ermeniler, sanki köyün ahalisiyle <strong>bir</strong>likte,<br />

inekleri, koyunları, kedileri, köpekleri de <strong>bir</strong> yerlere doldurup yakmışlardı...<br />

Ayakta çok duramadı. Başı dönüyor, titriyor, gözle ri kararıyordu. Sanki derin, zifiri karanlık<br />

<strong>bir</strong> kuyunun dibine yuvarlanıyordu. Yüzüstü düşmemek için, boşluğa asılıyormuş gibi<br />

ellerini ileriye uzattı. Ama direnemedi, dizlerini yere koyamadan dirseğine kadar kara battı.<br />

Par mak ları, karın altında <strong>bir</strong> şeye temas etti. Beyni<strong>nde</strong> aniden <strong>bir</strong> yıldırım çaktı, <strong>bir</strong> ümit ışığı<br />

peyda oldu. Belki ellerine değen <strong>bir</strong> parça ekmekti Eline değen o şeyi tutup çıkarttı. Elini<br />

gözle rinin ta önüne getirerek baktı. İlahi! Bu <strong>bir</strong> şekerdi! Nereden, nasıl düşmüştü En son ne<br />

zaman şeker yediğini hatırlamaya çalıştı. Şekerin karını, buzunu ağaç gibi olmuş parmakla-<br />

40<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ıyla temizledi ve dışındaki kâğıdı koparttı. Eli<strong>nde</strong>kinin şekere benzer <strong>bir</strong> yanı kalmamıştı, <strong>bir</strong><br />

buz parçasıydı...<br />

Çocuk gibi şekeri sağa sola çevirmesi tuhaf geldi ona. Karnı açtı. İçi geçiyor, gözleri<br />

süzülüyordu. Şekeri yemek istedi. Çocukken, şekeri önce emer, ağzına <strong>bir</strong>iken tatlı sıvıyı büyük<br />

<strong>bir</strong> zevkle yutardı. Şekeri ağzına götürdü ama çenesi ar tık kıpırdamıyor, şeker dudaklarına<br />

yapışıyor, ağzına girmiyordu. Dudaklarında şekerin karını buzunu ısıtıp eritecek sıcaklık da<br />

yoktu. <strong>Dil</strong>i damağı kurumuştu. Öfkeyle dudaklarına yapışan şekeri geri çekti, dudakları acıyla<br />

yandı. Sanki dudaklarına milyonlarca iğne batırmışlardı. Bir çare bulmalıydı. Çenesini iyice<br />

açmak, şekeri ağzına atmak istiyor, atamıyordu. Allah Allah! Ne kadar garip <strong>bir</strong> durumdaydı.<br />

Öfkelenmenin zamanı değildi. Sadece ihtiyatlı davranmalı, özel <strong>bir</strong> gayret ve maharet gös terme<br />

liy di! Şeker eli<strong>nde</strong>n kayarak düşebilir, yeniden karların arasında kaybolabilirdi. En kötüsü<br />

de buydu!..Çenesini deminki<strong>nde</strong>n daha da fazla açtı. Ona öyle gel di ki, ağzını hiç<strong>bir</strong> zaman,<br />

bu kadar geniş aç ma mıştı ve <strong>bir</strong> daha da açamayacaktı. Şekeri ağzına atmak istediği<strong>nde</strong> yan<br />

tarafından <strong>bir</strong> ses geldi. Korktu, yüreği yeri<strong>nde</strong>n fırlayacak gibi çarptı. Şekeri gayrıihtiyari,<br />

<strong>bir</strong> çocuk gibi avucunda sakladı. Bunu öyle hızlı yaptı ki, kendi de şaşırdı. Hâlbuki demin parmaklarına<br />

söz geçiremiyordu. Korkuyla ayak sesinin geldiği tarafa döndü. Üstü başı yanmış,<br />

yüzü gözü kapkara olmuş, sadece dişl eri parlayan, başı açık, ayağı yalın <strong>bir</strong> kız çocuğuydu!<br />

Karın içi<strong>nde</strong>, <strong>bir</strong> kuş gibiydi. Yalın ayaklarının <strong>bir</strong>ini kaldırıp tek ayak üzeri<strong>nde</strong> duruyor, sonra<br />

onu kaldırıp diğer ayağının üzeride duruyordu. Bir çift köz gibi parlayan gözlerini, kadının<br />

şekeri gizlediği avcuna dik mişti. Kızın ağzı açıktı ve dişleri parlıyordu. Kızcağızın kadına<br />

bakan gözlerdeki ifadeyi tarif etmek müm kün değildi. Koskoca kadın, kendini kaybetmişti;<br />

ne yapacağını kestiremiyordu. Kızcağızın da kendisi gibi aç olduğu belliydi. O da ümi dini,<br />

şekerlikten çıkmış, bu buz parçasına bağ la mıştı.<br />

Kız, neler olup bittiğini bilmiyordu, hâlâ olanlardan habersizdi ancak kadının ağzına götürdüğü<br />

şeyin yiyecek olduğunu anlamıştı. Bu buz parçası, onlardan <strong>bir</strong>ine ha yat bağışlacaktı<br />

sanki. Kadının hiç mecali kalmamıştı. Kızca ğı zın durumu da hiç iyi değildi. Belki şekeri ikiye<br />

bölmeliydi. Ka rarı verecek olan kadındı. İstese, kıza şekerden vermeyebilirdi. Şeker onun avcundaydı.<br />

O bulmuştu. Onun kıs me tiy di. Acaba Belki de tam tersi idi. Onun eli<strong>nde</strong>ki şeker, o<br />

kızın nasibiydi. Öyle olmasaydı, kız <strong>bir</strong>den<strong>bir</strong>e ortaya çıkar mıydı Kızın yüzüne baktı. Kızın<br />

ağzı hâlâ açıktı. Göz le ri ni aç, vahşi hayvan yavrusu gibi onun yumulu eli<strong>nde</strong>n ayırmıyordu.<br />

Sanki o an üstüne atılacaktı. Kadın, kendi torununu hatırladı. Sevimli, şirin, şeytan torununu...<br />

Bir yanı tıpkı bu kız cağızaca benziyordu.<br />

Kadın ileri doğru süründü. Avcundaki şekeri, torununa benzeyen kızın ağzına koydu. O<br />

da şekeri alır almaz ağzını kapadı. Şeker kızın ağzında erimeye başladı. Kızın dudaklarının<br />

kenarında <strong>bir</strong> ıslaklık belirdi. Kız ağzına <strong>bir</strong>iken şekerli sıvıyı yuttu. Kadın da yutkundu. O an<br />

da göz leri tuhaf oldu kadının. Boş bakmaya başladı. Önce ağzında, daha sonra boğazında garip<br />

<strong>bir</strong> tat hissetti. Gözle ri<strong>nde</strong>ki hafif pırıltı <strong>bir</strong> yıldız gibi akıp gitti. Dizleri büküldü. Yüzüstü<br />

karın içine, kızın ayaklarının dibine devrildi.<br />

Alacakaranlıktı. Etrafta sessizlik vardı. Gümüş renkli karın üze ri ne, ayın donuk ışıkları<br />

vuruyordu. Hâlâ için için yanan kulübelerden, gökyüzüne doğru koyu <strong>bir</strong> duman yükseliyordu...■<br />

41<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Dağlar var ara yerde<br />

ÜMİT FEHMİ SORGUNLU*<br />

Değerli hikâyecimiz Ümit<br />

Fehmi Sorgunlu 26 Haziran<br />

Cumartesi günü vefat<br />

etmiştir. Kendisine Allah’tan<br />

rahmet, yakınlarına,<br />

Berceste ailesine, okurlarına<br />

başsağlığı ve sabırlar<br />

diliyoruz.<br />

Bizim Külliye dergisi.<br />

Arabanın içi<strong>nde</strong> üç kişiydiler. Üçü de yorgun ve<br />

hâlsizdi. Dokuz saattir yol almanın ezikliği çökmüştü<br />

üzerlerine. Buna rağmen <strong>bir</strong>az olsun uyumamış, <strong>bir</strong> yerde<br />

durup dinlenmeyi dahi düşünmemişlerdi. Beş yılın getirdiği<br />

hasret, yüreklerini <strong>bir</strong> kor gibi yakıyor, en ufak <strong>bir</strong> zaman kaybına<br />

dahi tahammül edemiyorlardı. Gözleri hiç bitmeyecek<br />

gibi uzayıp giden asfaltın, ufukta kaybolan çizgilerine bakıyordu.<br />

Tek kelime dahi konuşmadan, her <strong>bir</strong>i kendi hayalleriyle<br />

yaşıyor, çocuklarını, karılarını, ağzı dualı analarını ve<br />

içlerine burgu burgu işleyen vatanlarını düşünüyorlardı.<br />

Direksiyondaki orta boylu, ince yapılı <strong>bir</strong>iydi. Kalın siyah<br />

kaşların çevrelediği gözleri kısılmış, bütün dikkatini yola<br />

vermişti. Çok hızlı ve delicesine araba kullandığı için, arkadaşları<br />

süratli gitmesini önlemek amacıyla ona “Tekbas Nuri”<br />

lakabını takmışlardı.<br />

Şoförün yanında oturan Kara Mehmet sabırsızlıkla eli<strong>nde</strong><br />

oynadığı iri taneli, püsküllü tespihini cebine koyup gözlerini<br />

yoldan ayırdı. Saatine baktı. “Tam dokuz saat!” diye düşündü.<br />

Dokuz saattir yüreğinin ta içine oturan vatan hasreti son haddini<br />

bulmuştu. “Oğlumuz beş yaşına bastı.” diyordu mektubunda<br />

Zehra. “Gel gayrı Mehmet’im. Buralarda herkes başka<br />

şeyler söylüyor. Kimi gâvur kızına tutuldu, seni unuttu kimi<br />

de üstüne evlendi diyorlar. Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim.<br />

Babasına ve <strong>bir</strong> koruyucu erkeğe hasret kaldığından...”<br />

içini çekti. Beş yıldır görmediği oğlunu ve karısını hatırlamak<br />

yüreğinin içi<strong>nde</strong>ki özlem ateşini alevlendirdi. “Gâvur kızı<br />

ha!” diye söylendi belli belirsiz. Gözlerinin önüne <strong>bir</strong> süre gönül<br />

eğlendirdiği Monika geldi. Acı acı güldü. Onların hiç<strong>bir</strong>i<br />

de buram buram toprak kokan, elleri nasırlı, başı yaşmaklı<br />

42<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Zehra’sına denk olabilir miydi Derin <strong>bir</strong> nefes aldı. Yan gözle Nuri’ye baktı. Sonra gözlerini arabanın camından<br />

dışarı kaydırıp amaçsız seyretti, dağları, ovaları. Neredeyse hava kararmak üzereydi.<br />

Arka koltuktaki şişman, iri yapılı Selami, yuvarlak, kıllı elleriyle karnını ovuşturarak:<br />

- Acıktım, dedi. Bir yerde durup <strong>bir</strong> şeyler yesek mi...<br />

Tekbas Nuri söyleneni duymadı bile. Gözleri dağların arasında kara <strong>bir</strong> yılan gibi gittikçe uzayan yoldaydı.<br />

Anasının mektubu aklından hiç çıkmıyor, sağ ayağı gaz pedalına daha <strong>bir</strong> gömülüyordu. “Oğlum, karın<br />

sık sık annemlere gidiyorum diye evden çıkıyor. Lâf anlatamıyorum. Söylentilere bakılırsa Tilki Selim’le kırıştırıyormuş.<br />

Gel ne yapacaksan yap ...” Nuri hırsından dişleriyle dudaklarını ısırıyor, karısının böyle <strong>bir</strong> şey<br />

yapabileceğine akıl erdiremiyordu. Bir an için söylentilerin asılsız olabileceğini düşündü. Karısını çekemeyenlerin<br />

ya da onda gözü olanların uydurduğu sözler olabilirdi. Fakat “Ateş olmayan yerde duman tütmez.”<br />

derler.<br />

- Allah kahretsin!<br />

Belli belirsiz hırsla söylenmişti. Göz ucuyla, duyup duymadığını anlamak için Kara Mehmet’e baktı. Kendi<br />

havasında, dışarıyı seyrediyordu. Nereden çıkmıştı sanki yurt dışında çalışmak! Köyünü, evini terk edip, el<br />

içi<strong>nde</strong> çile çekmeye değer miydi! Çok para kazanmak hırsıyla geldiği Almanya’da, kendisi eğlenceye dalıp<br />

benliğini unutmuş, karısı hakkında da pis dedikodular çıkmıştı. Altındaki araba bütün bunlara değer miydi!<br />

Üstelik de her geçen gün artan, Türk işçisinin horlanmasına rağmen.<br />

Selami cevap alamayınca teklifini üstüne basa basa tekrarladı. Kara Mehmet can sıkıntısıyla Selami’ye<br />

çıkıştı.<br />

- Daha çok yolumuz var. Acıktıysan arabada sandviç olacak, <strong>bir</strong> iki atıştır.<br />

Gözleri yeniden pencereden dışarı kaydı. Ağaçlar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>iyle yarış edercesine önleri<strong>nde</strong>n hızla geçiyordu.<br />

Selami arkasına yaslandı. Uyur gibi yaptı. Aslında uyumuyor, babasının hastalığını ve köyünü düşünüyordu.<br />

Anasının “...Baban hasta, ölmeden seni görmek istiyor. Gurbete kök salmadıysan kalk da gel gayrı...”<br />

diye yazdırdığı mektup, memleket hasretinin üstüne eklenmiş, içi<strong>nde</strong>ki vatan özlemini kat kat artırmıştı. Bir<br />

an önce köyünün ağaçlarıyla, toprağıyla kucaklaşmayı o da istiyordu.<br />

Tekbas Nuri sağ eliyle konsüldeki kasetleri karıştırdı. Sonra rastgele <strong>bir</strong>ini alıp arabanın teybine sürdü.<br />

Yanık <strong>bir</strong> ses hoparlörden çıkıp üç gurbetçiyle kucaklaştı. Sonr a içleri<strong>nde</strong>ki yurt özlemiyle <strong>bir</strong>leşip otomobilin<br />

kelebek camlarından dışarı taştı ve rüzgârla <strong>bir</strong>likte bilinmeyen istikametlere doğru uçup gitti. “Yol uzun<br />

gurbet acı/ Dağlar var ara yerde/ Yol verin geçeyim dumanlı dağlar./ Dağların ardında nazlı yar ağlar.” diye<br />

boşa yakarıp durdu. Bitmez tükenmez <strong>bir</strong> dağ yığını, sanki masal kaçkını devler gibi önlerine dikiliyor, yol<br />

vermiyordu.<br />

Nuri, sinirle farları yaktı. Ön lâmbalardan çıkan kuvvetli ışık huzmesi, kıvrılıp uzayan karayolunun pürüzlü<br />

sırtını yalayıp bilinmeyen karanlıklarda eridi. Taksinin ışığında buluşan kelebekler ön cama çarpıp kayboluyordu.<br />

Kara Mehmet’in esmer yüzü buruştu. Şarkının sözleriyle <strong>bir</strong>likte, karısının hayali gözlerinin önü<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong> kez daha geçti. Beyni<strong>nde</strong> ses olup yankılandı. “...Oğlumuzun adını ‘Hasret’e çevirdim. Babasına hasret<br />

kaldığı için ..” Elleri gayri ihtiyarî cebi<strong>nde</strong>ki tespihine gitti. Can sıkıntısıyla mırıldandı. “Geliyorum Hasret,<br />

az kaldı sabret.” Sonra Nuri’ye döndü:.<br />

- Topuklayıver Nuri... Tek basma, artık çift bas...<br />

Tekbas Nuri sanki böyle <strong>bir</strong> teklif bekliyormuş gibi, gaz pedalına daha sıkı bastı. Sürat ibresi yukarılara<br />

doğru tırmandı. Bir an önce memleketine ulaşmayı istiyordu. Gittikçe uzayan asfaltın üstü<strong>nde</strong> karısının hayalini<br />

görüyor, hırslanıyordu. Yüz hatları gerilmiş, hiç konuşmadan yolu takip ediyor, karısının hayalini ezmeye<br />

çalışıyordu. Araba ileri atıldıkça karısı kaçıyor, Nuri pedala daha <strong>bir</strong> yükleniyordu. Yurt dışına gittiği zaman,<br />

evini ihmal edip para <strong>bir</strong>iktirerek aldığı son model araba rüzgârla yarış edercesine uçar gibi gidiyordu.<br />

Akşam karanlığında karşılarından gelen arabalar <strong>bir</strong> sinek vızıltısı gibi geçiyordu yanlarından. Bir an asfaltın<br />

altlarından kaybolduğunu ve yıldızlara kavuşurcasına uçtuklarını gördüler. Teyp hâlâ çalıyordu.<br />

“…Dağlar var ara yerde...”■<br />

43<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


GAZEL<br />

Budur se<strong>nde</strong>n niyâzım hâcetim yâ Rab budur se<strong>nde</strong>n<br />

Yönüm döndürmesin artık hevâ gaflet gurur se<strong>nde</strong>n<br />

Bu kalp <strong>bir</strong> levhadır müthiş yazıp bozmak senin her iş<br />

İçim iklîmi se<strong>nde</strong>nmiş keder se<strong>nde</strong>n sürûr se<strong>nde</strong>n<br />

Muhît’sin çevrelersin hep kulun kendin sokan akrep<br />

Gazab etsen amân yâ Rab kimi kimdir korur se<strong>nde</strong>n<br />

Her ân var yok bütün eşyâ ne olmaz sen dilersin ya<br />

Eğer sahrâ eğer deryâ taşar se<strong>nde</strong>n kurur se<strong>nde</strong>n<br />

Kulun kul olsa kimdendir esenlik bulsa kimdendir<br />

Yanıp kavrulsa kimdendir bütün “zıll u harûr” se<strong>nde</strong>n<br />

Kerem se<strong>nde</strong>n Kerîm’sin sen ve Rahmân’sın Rahîm’sin sen<br />

Celîl’sin sen Azîm’sin sen cihânlar dem vurur se<strong>nde</strong>n<br />

Bu kul bîçâredir her dem yarım asroldu ömrüm hem<br />

Kerem yâ Ekreme’l-Ekrem doyur nûrunla nûr se<strong>nde</strong>n<br />

ÖMER DEMİRBAĞ<br />

44<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


MAHİR ADIBEŞ<br />

Türkler, attan<br />

cesaret, attan<br />

kuvvet, attan<br />

can almıştır!<br />

Yeryüzü<strong>nde</strong><br />

at sütünü içen<br />

Türklerden başka<br />

<strong>bir</strong> millete daha<br />

rastlayamazsınız.<br />

Bu <strong>bir</strong> akrabalık<br />

gibi kabul<br />

edilebilir.<br />

“Bir çivi <strong>bir</strong> nalı,<br />

Bir nal <strong>bir</strong> tırnağı,<br />

Bir tırnak <strong>bir</strong> ayağı,<br />

Bir ayak <strong>bir</strong> atı,<br />

Bir at <strong>bir</strong> kumandanı,<br />

Bir kumandan <strong>bir</strong> vatanı kurtarabilir.”<br />

Cengiz Han<br />

Roman yazmak, tarih yazmak anlamına gelmez.<br />

Ama roman da yaşanarak yazılır; tarihe not düşer,<br />

tarihten <strong>bir</strong> sayfadır. Eğer şu yeryüzü<strong>nde</strong> “at” üzerine<br />

roman yazılacaksa bunu da Türkler yazmalı, diye<br />

aklımdan geçerdi. Yaşanmış <strong>bir</strong> at medeniyeti, oluşmuş<br />

<strong>bir</strong> at kültürü varsa o da Türklerde mevcuttur. Türk tarihi<strong>nde</strong><br />

atın yerini görmezlikten gelmek <strong>bir</strong> kültürün büyük<br />

<strong>bir</strong> bölümünü yok saymaktır ki bu da nesiller arası<br />

kopukluklara sebep olacaktır. Cengiz Han’ın yukarıdaki<br />

sözü söylediği gü<strong>nde</strong>n bu yana at ile bilinen <strong>bir</strong> tarihî<br />

geçmişe sahibiz. Türklerdeki at uygarlığını şehirleşmenin<br />

dışında düşünmek gerekir. Her ne kadar bu me-<br />

45<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


deniyet Taşkent, Semerkant, Buhara gibi şehir<br />

medeniyetleri meydana getirmiş olsa da sürekli<br />

olarak taşradaki insanın gönlü<strong>nde</strong>ki sıcaklığını<br />

korumuştur.<br />

Türk tarihi ve toplumu hakkındaki asıl<br />

ve sağlam görüşlerden hareket edilerek<br />

hem mahallî ağızları hem de Türkçenin<br />

küçümsenmiş ve unutulmuş nesir dilini<br />

yeni gelişmelerle kaynaştırarak kullanmak<br />

gerekir. Yazılmayan/konuşulmayan<br />

kültür zamanla hafızalardan silinir. Önce<br />

konuyla ilgili terminoloji bilinmelidir.<br />

Eğer Türklere koyun ile at arasında<br />

<strong>bir</strong> tercih yapma hakkı sunulsaydı, belki<br />

çok düşünülebilir. Koyun ve at kültürü<br />

çok eskilere dayanır. Hayatını sürdürmek<br />

ve geçim için koyun kaçınılmaz ve çok tercih<br />

edilmesine rağmen bu göçebe millet sanırım<br />

atı seçerdi. Yalnız hayatta kalmak, yeni<br />

otlaklar elde edebilmek, yurt kurabilmek, millet<br />

olmak, bağımsız kalabilmek için, sözün kısası<br />

Kafdağı’nın ötesi<strong>nde</strong>ki hedeflere (Kızılelma’ya)<br />

varabilmek için ata ihtiyaç vardı. Kızılelma ülküsü,<br />

elbette atın kısa zamanda ulaşacağı <strong>bir</strong> yer<br />

değildi ama başını dikip keskin gözlerle en iddialı<br />

bakış ondaydı. Bakışlarıyla uzak hedefleri<br />

en iyi gözüne kestiren ve hayalini kuran sanırım<br />

ki atlardır. Bir tepenin üzerine çıkıp sonsuzluğa<br />

gözlerini dikerek dakikalarca kıpırdamadan bakabilir.<br />

Onsuz da o hedeflere ulaşmak mümkün<br />

görünmüyordu.<br />

Türkler, attan cesaret, attan kuvvet, attan<br />

can almıştır! Yeryüzü<strong>nde</strong> at sütünü içen<br />

Türklerden başka <strong>bir</strong> millete daha rastlayamazsınız.<br />

Bu <strong>bir</strong> akrabalık gibi kabul edilebilir.<br />

Kımız olarak kullanılmanın yanı sıra,<br />

annesi ölen ya da annesinin sütü olmayan bebeklere<br />

at sütü çoğu zaman atın memesi<strong>nde</strong>n<br />

emzirilmiştir, sütanne olmuştur, taylara kardeş<br />

olmuştur. “Yiğit yiğidin yoldaşı / At yiğidin<br />

öz kardaşı...” derken Karacaoğlan bunu kastetmiş<br />

olmalı. At sütünün bebekler için şifalı olduğu<br />

düşünülmektedir.<br />

Anam; “Allah, atların ayaklarını mühürlemiştir.”<br />

derdi. Yıllarca bu kafama takıldı. Halk arasında<br />

da, “Atların ayakları mühürlüdür ya da atın<br />

girdiği yerde bereket vardır.” sözlerini duyardım.<br />

Mutlaka bu sözlerin <strong>bir</strong> dayanağı olmalıydı…<br />

Uzun yıllar aradım durdum. Ta dört bacağında o<br />

işareti bulana kadar. Hz Süleyman’ın atların bacaklarını<br />

sıvazlamasını, düşünüyorum,<br />

ayette öyle geçiyordu<br />

(Sâd<br />

suresi 33).<br />

Mührü yıllarca<br />

ben atların tırnaklarında aramışım meğer. Annemin<br />

mühür dediği bu olsa gerek!... Ön bacaklarının<br />

iç tarafında, dirsek eklemi<strong>nde</strong>n dört/beş<br />

parmak üste ortanın <strong>bir</strong>az gerisine düşecek şekilde,<br />

elips <strong>bir</strong> oluşum durur. Orada tüy olmazdı.<br />

Neden şimdiye kadar gözümden kaçtı, ona hayıflandım.<br />

Aynı şeklin benzeri ama daha küçük,<br />

arka ayakların diz eklemlerinin <strong>bir</strong>/iki parmak<br />

aşağısında, iç kısımda oldukça geriye doğru yer<br />

almaktadır. Bu oluşum diğer hayvanlarda bulunmaz,<br />

yalnız atlara mahsus <strong>bir</strong> oluşumdur. Bu<br />

oluşumdan dolayı halk arasında, “ayakları mühürlü<br />

atlar” denmiş olmalı. Doğrusu bu mührün<br />

hikmeti henüz çözülememiştir.<br />

1894’te Tolu Biğ (Dolu Bey) adında <strong>bir</strong> Türk<br />

beyinin emriyle yazılmış olan (Kitab’ı Riyazat’ı<br />

Hayil) isimli <strong>bir</strong> risalede “El hayru makûdun<br />

bi-nevasıyıl hayl ilâ yevm’ilkıyame” hadis’i şerifi<br />

Türkçeye nakledilerek şöyle denilmektedir:<br />

“Eş’şumu Yani Nebi eydür kim ercellik üç nesnede<br />

türür. Biri apcıda ve <strong>bir</strong>i atta ve <strong>bir</strong>i evde<br />

(Uğur ya da uğursuzluk üç şeydedir: Kadın, ev<br />

ve at.)” İşte dinî cevaz hâli<strong>nde</strong> kendileri<strong>nde</strong>n<br />

uğur beklenmesi gereken üç şeyin içi<strong>nde</strong> at... Bu<br />

peygamberin sözü... Sanırım Türklerdeki, kadın,<br />

at ve silah kutsallığı buradan gelmektedir ve<br />

kimseye emanet edilmez. <strong>Dil</strong>imizde bu olay; “at,<br />

46<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


avrat, silah” darbımesel<br />

hâlini almıştır.<br />

İnsanlığın ufku,<br />

kâinatın efendisi ve<br />

Allah’ın sevgilisi peygamberimizi<br />

Miraç<br />

gecesi<strong>nde</strong> ilahî visal<br />

âlemine uçuran ışıktan<br />

hızlı vasıtanın “Burak”<br />

isimli kanatlı at şekli<strong>nde</strong><br />

yaratılışındaki hikmet,<br />

Allah tarafından<br />

atın manasına bağışlanmış<br />

ne büyük şereftir.<br />

Kâinatın efendisine<br />

ait her kelime,<br />

her hareket, her eda <strong>bir</strong><br />

hadis olduğu- na göre, Allah’ın sevgilisi,<br />

Allah’ın ve kendisinin sevdiği ata dair, söz, hareket,<br />

iş ve eda hâli<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok hadis vermişlerdir:<br />

“Hayır, atların alınlarına nakşedilmiştir.”<br />

ya da “Dünya saadeti atların sırtındadır.” Ata<br />

dair ne söylense, bu muhteşem sadeliğin kavrayışı<br />

içi<strong>nde</strong> atı çepeçevre kuşatamaz. Son derece<br />

sade <strong>bir</strong> ifade içi<strong>nde</strong> öyle girift ve derin <strong>bir</strong> mana<br />

kuyusu ki, ancak, peygamber sözü olabilir.<br />

Allah, Kur’an’da, bazı mahluklar üzerine yemin<br />

eder. Bunlardan <strong>bir</strong>i de at. Allah’a mahsus<br />

sır... Kur’an’ın “El’âdiyât” suresi<strong>nde</strong>n, (âdiyât,<br />

koşan atlar demektir) dört ayet meali: “Kasem<br />

olsun, soluk soluğa koşanlar üzerine... Tırnaklarıyla<br />

taştan kıvılcım fışkırtanlar üzerine...<br />

Sabah vakti düşmanı basıp etrafı toz dumana<br />

boğanlar üzerine... Peşi<strong>nde</strong>n doğruca düşman<br />

saflarının içine dalanlar üzerine...” Dış perdeden<br />

bakıldığında muazzam <strong>bir</strong> nur cümbüşü<br />

içerisi<strong>nde</strong> atı seyrediyoruz. İşte asil atın koşu ve<br />

yarış tablosu... Sâd suresinin 31, 32 ve 33. ayetleri<strong>nde</strong>;<br />

“Akşama doğru kendisine, üç ayağının<br />

üzerine durup <strong>bir</strong> ayağını tırnağının üzerine diken<br />

çalımlı ve safkan koşu atları sunulmuştur.<br />

Süleyman: Gerçekten ben mal sevgisini, Rabbimi<br />

anmak için istedim, dedi. Nihayet güneş battı.<br />

(O zaman:) Onları (atları) tekrar bana getirin,<br />

dedi. Bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya<br />

başladı.”<br />

Yahya Kemal’in “Rindlerin Ölümü” şiirinin;<br />

“Her seher <strong>bir</strong> gül açar, her gece <strong>bir</strong> bülbül<br />

öter.” mısrasında olduğu gibi Türk edebiyatında<br />

gül ve bülbül mazmunları çok fazla kullanılmaktadır.<br />

Bülbülün sesi, gülün rengi ve kokusu Türk<br />

edebiyatının içine oldukça fazla sinmiştir. Çoğu<br />

yerde gül ve bülbül beraber zikredilmektedir. Bu<br />

<strong>bir</strong>liktelik Türk edebiyatında <strong>bir</strong> aşk hikâyesine<br />

dönüşmüştür. Bülbül ve gül anlatımı daha çok<br />

<strong>bir</strong> şehirli olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan<br />

fazla <strong>bir</strong>likte olduğumuz, iç içe yaşadığımız<br />

“at” ise taşralı <strong>bir</strong> bakış açısı ile ele alınmıştır!<br />

Yazmaktan çok sözlü edebiyatımızda rastlanmaktadır.<br />

Neredeyse Köroğlu hikâyeleri olmasa<br />

edebiyatımızda atlara rastlayamayacağız.<br />

Hâlbuki dünyada en çok ata yakın olan, seven,<br />

sırdaş olan daha ileri gidersek kardeş (karındaş)<br />

olan Türklerdir.<br />

Türkler atı <strong>bir</strong> hayvan, <strong>bir</strong> ticari mal, ya da iş<br />

gücü<strong>nde</strong>n faydalanılan <strong>bir</strong> araç olarak düşünmemişlerdir.<br />

Onu <strong>bir</strong> dost, kardeş, aileden <strong>bir</strong> <strong>bir</strong>ey<br />

olarak görmüşlerdir. Türkler atı kendileri<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong> parça olarak bilmiştir. “Aynı dili değil aynı<br />

duyguları paylaşanlar anlaşırlar.” diyor Mevlana,<br />

yoksa rüzgârlarla yarışan atlarla insan nasıl<br />

bu kadar iyi anlaşırdı...<br />

Canlılar arasında erkek ile dişi kıyaslandığında;<br />

erkeği kadar gösterişli, albenili, hızlı ve cesur<br />

sanırım yalnız atlarda çıkar. Şu yeryüzü<strong>nde</strong><br />

erkeğine meydan okuyan canlı, <strong>bir</strong> kadın <strong>bir</strong> de<br />

at. Başarıda erkeği<strong>nde</strong>n geri kalmazlar… Dede<br />

Korkut’ta; kız ve delikanlı yarışlarına çok zaman<br />

şahit oluruz. Atla olan bağlılığımız, cesaret<br />

ve hayat tarzı olarak olmasının yanında duygusal<br />

<strong>bir</strong> yaklaşımdır. Bu sebeple eski Türklerde at ile<br />

insan aynı çadırda kaldıklarına şahit oluyoruz.<br />

İnsanlarla atlar arasında ilginç <strong>bir</strong> benzerlik<br />

daha vardır. “Kısrağı döversen huysuz olur,<br />

aygırı döversen sessiz (pısırık) olur” sözü incelendiği<br />

zaman ortaya benzerlikler çıkmaktadır.<br />

Mesela, kadını dövmekle sövmekle sindiremezsin,<br />

itaat ettiremezsin; severek, yüzüne gülerek,<br />

okşayarak onu yola getireceksin. Kısraklara da<br />

vurursan azar, huysuzlanır ve itaat etmez. Kısrağı<br />

döverek emir altına alamazsın. Erkekler ise<br />

dövülmeyi onurlarına sığdıramazlar; onlar için<br />

küçümsenmek, küçük düşmek, hakaret sayılır.<br />

Yani atlar korkuyu bilir. Aygırlara vurmaya kal-<br />

47<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


kışırsan siner. Yarışlarda kamçılarsan ya hedefi<br />

göğüsler ya da koşarken ölür (çatlar). Bu karakterlerin<br />

iz düşümleri insanlarla çakışmaktadır.<br />

Baş eğmeyen, yükseklere bakan/yüksekten<br />

bakan at, beraber olduğu insanla yan yana, omuz<br />

omuza yürürken ortak <strong>bir</strong> benzerlik bulmuştur.<br />

Asildir, onurludur, dik başlıdır diye <strong>bir</strong>çok meziyetini<br />

saysak da her şeye rağmen atlar yarı<br />

yabani hayvanlardır. Göçmen toplumlarda şehirli<br />

dışında meziyetlere sahiptir. Mesela, ikisi<br />

de dağları, hür yaşamayı sever. Yılkı atlarında<br />

görüldüğü gibi serbest kaldıkları an dağların en<br />

yüksek tepelerini, yaylaları tercih ederler. Kar<br />

düştükçe ovalara doğru inerler. Bu <strong>bir</strong> Yörük yaşantısıdır.<br />

Bu <strong>bir</strong>liktelikte elbette karşılıklı çıkar ilişkileri<br />

olduğu gibi çok daha ayrı sebepler bulabiliriz.<br />

Şirazlı Sadi’nin dediği gibi; “Önemli<br />

olan olaylara kuş bakışı bakmaktır kuş gibi<br />

değil.” Kısacası bu <strong>bir</strong> ailenin <strong>bir</strong>likte yaşaması<br />

gibidir. Aslında bu iş; <strong>bir</strong> sevda <strong>bir</strong> aşktır. Hâlâ<br />

Anadolu’nun köyleri<strong>nde</strong> atın yeri özel yapılır<br />

ve altı tahtayla kaplanır. Atın kaşağısı, gübresi,<br />

toz bezi, ter bezi vardır. Atın soğuk ve yağmurlu<br />

günler için sırtına atılacak mi<strong>nde</strong>ri vardır. Atın<br />

nafakası ayrı hazırlanır, yatsıdan sonra yem verilir.<br />

Son dört bin yıllık verilere baktığımızda<br />

şunu söyleyebiliriz: Galiba bu millet ata âşık...<br />

Her şeye rağmen Türk edebiyatında at hak<br />

ettiği yeri alamamıştır, yani bülbül kadar hatta<br />

mizahlarda önemli yer tutan eşek kadar bile<br />

boy gösterememiştir. Benim anladığım manada,<br />

Türk edebiyatında at istendiği gibi şahlanamamıştır.<br />

Bunun da sebepleri vardır. At kültürünün<br />

çok eski olmasına rağmen yazılmamasında<br />

önemli <strong>bir</strong> sebep, yazarların atın çok uzağında<br />

olması, at terminolojisini bilmemeleri veya ata<br />

yakın olanların yazmaya meyilli olmamasıdır.<br />

At, Türklerde hiç<strong>bir</strong> zaman şehirli olamamıştır,<br />

taşrada kalmıştır. Mevlana diyor ki: “Yeryüzü<strong>nde</strong><br />

söylenmedik söz yok ancak bunu söyleme şekli<br />

var.” Hâlbuki at konusunda daha söylenmedik<br />

çok söz var. Eğer edebiyatta konuşulmaya/yazılmaya<br />

başlanırsa karşımıza çok zengin <strong>bir</strong> arşiv<br />

çıkacağından eminim.<br />

Kaşgarlı Mahmut, “At Türk’ün kanadıdır”<br />

sözünü, günü<strong>nde</strong> düşünürsek ufuk ötesi geçişleri<br />

görmek mümkündür. Zaman zaman kanat, en sadık<br />

dost, iş arkadaşı, yoldaş, kara gün dostu olmuştur.<br />

Türkler at ile o kadar içli dışlı olmuş ki<br />

kendi<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> parça görmüş, yazmaya gerek bile<br />

görmemiştir. Bu samimiyeti normal <strong>bir</strong> yaşantı<br />

olarak kabul etmiştir.<br />

Zaman içerisi<strong>nde</strong> de bazı yazarlar heveslenip<br />

<strong>bir</strong> şekilde ata yaklaşmışlar. Ama bu da tam olarak<br />

anlaşma değil, uzak <strong>bir</strong> akrabalık gibi olmuş.<br />

Atı tanımaya yetmemiştir. Her dönem, atın cazibesi,<br />

albenisi insanları etkilemiştir. Bu şekilde<br />

yazılan yazılar öze dönük değil ufki/geriden<br />

bakış şekli<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> çalışma olmuştur. Uzak, at<br />

tarifi<strong>nde</strong>n öteye geçilemediğine rastlıyoruz. Bu<br />

bakış açısı fotoğraf çekme/resim yapma anlayışıdır.<br />

Atlar özenilerek yaratılmış, kibar, estetik,<br />

sevimli, gösterişli oluşlarıyla insanların dikkatini<br />

çeken tablo yaratıklardır. Genç ve yakışıklı<br />

<strong>bir</strong> kız/delikanlı kadar düzgün olan vücut, onunla<br />

uyumlu insanın aklını başından alan parlak tüyler,<br />

dalga dalga yeleler, kâkül, uzun <strong>bir</strong> kuyruk<br />

ve mükemmel <strong>bir</strong> duruş. Hâlbuki bunun <strong>bir</strong> de<br />

duygu, ruh ve görülmeyen yanları vardır. Hırslı,<br />

sevimli, sevilen/sevmeyi bilen, korkusuz, duygu<br />

tarafı da vardır.<br />

Türk edebiyatında öyle efsanevi atlara rastlanmaz.<br />

Yani uçan, olağanüstü koşan, acayip<br />

şekillere giren, boynuzlu atlar olmaz. At olduğu<br />

gibi kabul edilmiştir. Yeterince özenerek yaratıldığı<br />

için ona başka <strong>bir</strong> sıfat vermek yakışık<br />

almazdı. Türkler, hayatındaki güzellikleri, zorlukları,<br />

çileleri atıyla paylaşmış; sırrını ona anlatmıştır.<br />

Çoğu zaman ölüme beraber gittiklerine<br />

rastlıyoruz. Bu sebeple at <strong>bir</strong> şekil değil <strong>bir</strong><br />

“tür” aslında <strong>bir</strong> “boy/soy” olarak anlatılmıştır.<br />

Türkülerde, şiirlerde, yazılarda atı kendimiz gibi<br />

bilerek yer vermemişiz. Hâlbuki onun Türk tarihi<strong>nde</strong><br />

çok özel <strong>bir</strong> yeri var. Fatih Sultan Mehmed<br />

Hanın, İstanbul surlarının önü<strong>nde</strong> Venedik gemilerini<br />

durduramadığı için Çandarlı Halil Paşa’ya<br />

kızarak denize sürdüğü kırata bakın!... Kıratın<br />

azametini ve binicisinin zapt edilmez hâlini göreceksiniz.<br />

Bu tablo, atla insanın en iyi <strong>bir</strong>likteliğini,<br />

kararlılığını, uyumunu gösteren tablodur.<br />

Denize dalan kırat ile sultanın kararlığı aynı. Bu<br />

<strong>bir</strong> düğün değil, bayram değil, tören değil, neden<br />

sultan kıratın üzeri<strong>nde</strong>...■<br />

48<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ÜNAL TAŞKIN<br />

İlginç rivayetlerden<br />

<strong>bir</strong>i de atlara fecr<br />

vakti<strong>nde</strong> İnsanoğlunun duaya<br />

izin düşünüş verildiğinin tarzını<br />

söylenmesidir.<br />

deri<strong>nde</strong>n etkileyen<br />

Bu evcil rivayete at, kendi göre<br />

atların coğrafyasını duası terk<br />

Yarabbi eden muzaffer beni<br />

insanlardan<br />

savaşçıları taşıyarak<br />

her belli kime <strong>bir</strong> düzen ihsan ve<br />

edersen, hukuka sahip onun büyük<br />

ehl-i imparatorlukların<br />

malının<br />

ziyade oluşmasına sevgilisi zemin kıl<br />

şekli<strong>nde</strong>dir.<br />

hazırlamıştır.<br />

Bozkır kültürü at üstü<strong>nde</strong> doğmuş, attan beslenmiş<br />

ve atla yayılmıştır. Türklerin yaşamında<br />

çok önemli ve özel <strong>bir</strong> yeri olan at, özel adlarla<br />

nitelendirilmiştir. Törenle gömülen atlar, zekâ sahibi<br />

olan kutsal hayvanlar olarak kabul edilmişlerdir. At,<br />

Türk destanlarının en önemli motifleri<strong>nde</strong>ndir. Birçok<br />

destanda, destan kahramanının hem bu dünyada silah<br />

arkadaşı olduğu için hem de öldükten sonra yoldaşı<br />

olacağı için, ayrı ve eşsiz <strong>bir</strong> değer taşır.<br />

Atın evcilleştirilmesi ile ilgili tartışmalar sürmekte<br />

olup genel kanaat Türkler tarafından evcilleştirildiği<br />

yönü<strong>nde</strong>dir. Atın evcilleştirilerek insanın hizmetine<br />

sunulması tarihte büyük <strong>bir</strong> hamle sayılır. Evcilleştirme<br />

insanoğlunun hayvan türleri üzeri<strong>nde</strong> hâkimiyet<br />

kurmasını ve “çoban kültürü” olarak adlandırılan<br />

kültürel aşamanın gerçekleşmesini sağlamıştır. Atın<br />

evcilleştirilmesi, insan topluluklarının <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leriyle<br />

ilişki kurmasına vesile olmuş ve medeniyetlerin gelişmesi<strong>nde</strong><br />

etkili olmuştur. İnsanoğlunun düşünüş tarzını<br />

deri<strong>nde</strong>n etkileyen evcil at, kendi coğrafyasını terk<br />

eden muzaffer savaşçıları taşıyarak belli <strong>bir</strong> düzen ve<br />

hukuka sahip büyük imparatorlukların oluşmasına ze-<br />

49<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


min hazırlamıştır.<br />

Asya bozkırlarının iklimine uygun <strong>bir</strong> şekilde hayatlarını<br />

sürdürmek zorunda olan Türkler, güttükleri<br />

hayvanları için yeni otlaklara göç etmek ve su kaynaklarına<br />

yakın yerlere gitmek zorunda kalmışlar ve<br />

hayvanları uygun mevsimde bu yerlere sevk etmek<br />

için hızlı ve dayanıklı araçlara ihtiyaç duymuşlardır.<br />

Atın insanlığın hizmetine kazandırılması süreci bu ihtiyaçlardan<br />

hareketle başlatılmıştır.<br />

Bu aşamadan sonra at Türk insanın ayrılmaz <strong>bir</strong><br />

parçası olmuştur. Sadece eti<strong>nde</strong>n, sütü<strong>nde</strong>n, derisi<strong>nde</strong>n<br />

faydalanılan <strong>bir</strong> hayvan olmanın dışında gerektiği<strong>nde</strong><br />

sahibiyle konuşabilen, düşmanın kokusunu<br />

alıp sahibini uyarabilen, kahramanın anası, babası,<br />

kardeşi, yoldaşı olan, sahibini tenkit eden, ona hatırlatmalarda<br />

bulunan, kahramana yardım eden ve hatta<br />

onunla ağlayan <strong>bir</strong> canlıya dönüşmüştür. Bazen atlar,<br />

Dede Korkut Hikâyeleri’<strong>nde</strong> olduğu gibi, kahramanlarıyla<br />

<strong>bir</strong>likte zikredilmiş; bazen de Bey Böyrek ve<br />

Şah İsmail hikâyeleri<strong>nde</strong> olduğu gibi mucizevî <strong>bir</strong><br />

şekilde sahipleriyle <strong>bir</strong>likte dünyaya gelmişlerdir.<br />

Dünyadaki bütün toplumlar içi<strong>nde</strong> özel <strong>bir</strong> yere sahip<br />

olan atın, Türk mitolojisi<strong>nde</strong> kendine has özellikleri<br />

olduğu görülür.<br />

Türkler atların sudan, dağdan, gökten, rüzgârdan,<br />

mağaradan zuhur eden kutsal aygırlardan türediğine<br />

inanmışlardır. Buradan hareketle günümüz Türk<br />

edebiyatında atlara ilişkin efsaneler, gök, rüzgâr,<br />

mağara-toprak ve su menşeli atların bulunduğu efsaneler<br />

olmak üzere dört başlık altında toplanmaktadır.<br />

Bu türden <strong>bir</strong> ayırım, ilkçağlardan beri evrenin özünü<br />

oluşturduğuna inanılan dört unsur (anasır-ı erbaa) görüşünü<br />

akla getirmektedir.<br />

Eski Türkler tarafından atın gök ve su bağlantılı<br />

olduğu, daha fazla kabul görmüş <strong>bir</strong> anlayıştır. Bu<br />

inanışın izlerini destan, masal ve hikâyelerde görmek<br />

mümkündür. Mesela Akhan ve Atın Taycı adlı Altay<br />

masalında, kahramana atı ve elbisesi tanrı tarafından<br />

gö<strong>nde</strong>rilmiştir. Yakut destanında kahramanların atları,<br />

at sürüsü ilahesi tarafından güneş memleketi<strong>nde</strong>n<br />

gö<strong>nde</strong>rilir. Bir Teleut efsanesine göre ise, tanrı atına<br />

binerek yeryüzüne iner. Manas’ın Kula Tay’ının görünmez<br />

kanatları ve olağan üstü güçleri vardır. Yine<br />

Başkurtlar, “tulgar” adını verdikleri kanatlı atın, kendilerine<br />

yukarı âlemden haber getirdiklerine inanırlar.<br />

Atın yukarı âlemle aşağı âlem arasında <strong>bir</strong>leştirici<br />

işlevi olduğu Anadolu Türkmen gelenekleri<strong>nde</strong> de<br />

görülür. Mesela Baba İlyas, Amasya Savaşı’nda ölmemiş,<br />

atına binerek gökyüzüne çıkmıştır.<br />

Atın kanatlı olması ve uçabilmesi, su menşeli atların<br />

<strong>bir</strong> özelliğidir. Abdal söylencelerine göre, Kaf<br />

Dağı’nın ardındaki süt gölü<strong>nde</strong> yakalanamayan atlar<br />

yaşarmış. Hızır, ölüme çare ararken bunları görmüş<br />

ve yakalayamamış. Bir gün göle şarap dökerek atları<br />

sarhoş etmiş. Atlardan <strong>bir</strong> çiftini alarak kanatlarını<br />

koparmış ve bunları çiftleştirmiş. İlk at böylece<br />

zuhur etmiş. Yine Avşar söylencelerine göre Âdem<br />

Ata, Allah tarafından ata bindirilerek cennetten çıkarılmış.<br />

At o zamanlar kanatlıymış. Âdem Ata, at tekrar<br />

cennete dönmesin diye onun kanatlarını yolmuş.<br />

Kanatları yolunan atın kanat gücü ayaklarına geçmiş.<br />

Atın Burak soyu ise hala cennette yaşamaktaymış. Bu<br />

inanış kimi baytarnamelerde işlenmiştir. Mesela, Hz.<br />

Peygamber’e sorulan Cennette at var mıdır sorusuna;<br />

Cennete girdiği<strong>nde</strong> yakuttan iki kanatlı <strong>bir</strong> at sana<br />

yanaştırılacak ve cennet içi<strong>nde</strong> istediğin yere uçacaksın<br />

cevabı verilmiştir. İlginç rivayetlerden <strong>bir</strong>i de atlara<br />

fecr vakti<strong>nde</strong> duaya izin verildiğinin söylenmesidir.<br />

Bu rivayete göre atların duası Yarabbi beni insanlardan<br />

her kime ihsan edersen, onun ehl-i malının ziyade<br />

sevgilisi kıl şekli<strong>nde</strong>dir.<br />

Gök ve su menşeli at efsaneleri Türklerin en<br />

meşhur atı olan Argamak’ın hayat hikâyesine köken<br />

oluşturmaktadır. Asya bozkırlarında, Fergana’da “kanatlı<br />

atlardan türemiş olan ve kan terleyen asil atların<br />

(argamak) [1] ” yaşadığı söylentisi yaygındı. Divan-ı<br />

Lügati’t-Türk’te tanımlanan, yaban aygırıyla evcil<br />

kısrağın çiftleşmesi<strong>nde</strong>n doğan ve “arkun” denilen<br />

atlar muhtemelen argamaklar olmalıdır. Atın Türkler<br />

tarafından hafif teçhizatlı süvari <strong>bir</strong>likleri<strong>nde</strong> kullanılması,<br />

dünya savaş tarihi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> dönüm noktasıdır. Bu<br />

sayede kolay hareket edebilen, uzun mesafeleri kısa<br />

zamanda kat edebilen, manevra yeteneği fazla ve oldukça<br />

etkili atlı <strong>bir</strong>likler ortaya çıkmıştır. Bu nedenle<br />

Çinliler, Türklerin hâkimiyet sırrının, onların atlarından<br />

kaynaklandığına inanıyorlardı. Diğer yandan denizden<br />

veya dağdan çıkan ilahi aygırlardan türeyen,<br />

hızda rakipsiz atların, Allah tarafından Türklere bahşedilmesi,<br />

Türklerin diğer milletlere üstün oldukları<br />

inancını beraberi<strong>nde</strong> getirmişti. Türk usulünü örnek<br />

alarak ordularını ıslaha girişen Çinliler, Hun atlarının<br />

en iyi yetiştirildiği bölge olan Fergana’dan yetişip<br />

1. Bu atların omuzlarında, parafiliaria multipapilosa’nın<br />

neden olduğu <strong>bir</strong> cilt hastalığı nedeniyle, hafif kanamalar<br />

olup, terlerine hafif <strong>bir</strong> kızarıklık vermesi<strong>nde</strong>n dolayı, atlar<br />

kan terleyen adıyla meşhur olmuşlardır.<br />

50<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


“kan terleyen atlar” ya da<br />

“Gök Tanrı atı” diye adlandırdıkları<br />

bu atları temin<br />

etmek için büyük gayretler<br />

göstermişlerdir. Zira o dönem<br />

itibariyle Asya’nın en<br />

cins ve en uzun koşan atlarını<br />

Hunlar yetiştiriyorlardı.<br />

Argamak<br />

İmparator Wu-ti (M.Ö.<br />

140–87) dönemi<strong>nde</strong> Çin, batıya<br />

doğru yönelmiş, büyük<br />

kaynaklar aktararak zaferler<br />

kazanan <strong>bir</strong> ordu kurmuştu.<br />

Ancak Hun Devleti’ni <strong>bir</strong><br />

türlü bastıramamış ve yok<br />

edememişti. Kurulan süvari<br />

<strong>bir</strong>likleri Hun atlılarıyla boy ölçüşemiyordu. Çinliler<br />

buradaki başarısızlığı süvarilerinin kullandıkları atların<br />

kalitesiyle ilişkilendiriyorlardı. Bu sırada İmparator<br />

Wu-ti’ye Fergana’daki “kanatlı atlardan türemiş<br />

olan ve kan terleyen asil atlardan (argamak)”<br />

söz edildi. Bunun üzerine İmparator Wu-ti kan<br />

terleyen atları elde etmek için hareket geçti. Kan<br />

terleyen atlara ilişkin Argamak hikâyesinin devamı<br />

ise şu şekildedir:<br />

“Fergana’daki yüksek dağlarda asla yakalanamayan<br />

atlar yaşardı. Bu atlar, seçilerek dağ eteklerine<br />

salınan benekli kısraklarla çiftleşirler ve bu<br />

kısraklardan kan terleyen taylar doğardı. Wu-ti<br />

bu hikayeyi duyunca ne pahasına olursa olsun<br />

argamakların ele geçirilmesini istedi. Fergana<br />

üzerine iki sefer düzenleyen Wu-ti, ilki<strong>nde</strong> hiç<strong>bir</strong><br />

şey elde edemedi. Fakat ikinci sefer oldukça<br />

etkili oldu ve yapılan savaşta Fergana ileri gelenleri<br />

ya esir edildi ya da öldürüldü. Geride kalanlar<br />

kaleye çekilerek, müzakerelere başlandı. Ferganalılar,<br />

Çinlilerin geri çekilmesine karşılık olarak<br />

argamakları vereceklerini; aksi halde onları öldüreceklerini<br />

söylediler. İçi<strong>nde</strong> bulunulan durumu<br />

değerlendiren Çinliler, şartları kabul ederek <strong>bir</strong><br />

miktar argamakla 300 adet kısrak alarak geri döndüler.<br />

Ancak Fergana seferleri Çin’e çok pahalıya<br />

mal oldu. Savaş için yönetimin yaptığı hesapsız harcamalara<br />

karşı, savaş sonunda elde edilen başarı son<br />

derece mütevazı gibi görünüyordu. Bu durum Çin’de<br />

hanedanın geleceğini tehlikeye<br />

sokmuştu”.<br />

Hikâyeden de anlaşılacağı<br />

üzere Türk atı çok değerliydi<br />

ve onu elde etmek her şey demekti.<br />

Ama bu tutku sadece<br />

Çinlilere has <strong>bir</strong> şey değildi.<br />

Bu atların hızına ve güzelliğine<br />

Büyük İske<strong>nde</strong>r de hayran kalmıştı.<br />

Abbasi Devleti’nin ordularında<br />

Türk nüfuzunun görüldüğü<br />

yıllarda, Türkler, göl<br />

aygırının nesli<strong>nde</strong>n türediğine<br />

inandıkları bu atları halifeler<br />

için yetiştiriyorlardı. Orta<br />

Asya’dan Anadolu’ya gelen<br />

Türklerin yetiştirdiği atların<br />

Türkistan nesli<strong>nde</strong>n olduğu ifade edilmektedir. Bu<br />

dönemde, en değerli atların Kastamonu-Sinop bölgesi<strong>nde</strong><br />

yetiştirilen atlar olduğu söylenmektedir.<br />

Yine aynı dönemde Doğu Anadolu ve Urmiye civarındaki<br />

Türkmenlerin yetiştirdikleri atlara da itibar<br />

edilmiştir. Karakoyunluların yetiştirdikleri güzel<br />

argamaklar, XV. yüzyılda Timurlular vasıtasıyla<br />

Çin’de tekrar gü<strong>nde</strong>me gelmiş ve Çin imparatoru<br />

tarafından talep edilmiştir.<br />

Türk toplumunun belleği<strong>nde</strong> ayrı <strong>bir</strong> yeri olan<br />

at, efsane, destan, masal ve halk hikâyeleri<strong>nde</strong> ayrı<br />

ayrı rollere bürünmüştür. Sadece eti<strong>nde</strong>n, sütü<strong>nde</strong>n,<br />

derisi<strong>nde</strong>n faydalanılan <strong>bir</strong> hayvan olmanın dışında,<br />

gerektiği<strong>nde</strong> sahibiyle konuşabilen, onun kardeşi,<br />

yoldaşı olan, kahramana yardım eden <strong>bir</strong> canlıya dönüşmüştür.<br />

En eski çağlardan beri Türklerin siyasal,<br />

dinsel ve toplumsal yaşamında at önemli <strong>bir</strong> yere<br />

sahiptir. Folklorik ve dinsel değerinin yanı sıra,<br />

binit ve savaş aracı olarak kullanılması, atı sosyal<br />

ve siyasal hayatın vazgeçilmez <strong>bir</strong> parçası haline<br />

getirmiştir. Atın Türkler tarafından hafif teçhizatlı<br />

süvari <strong>bir</strong>likleri<strong>nde</strong> kullanılması, kolay hareket<br />

edebilen ve oldukça etkili atlı <strong>bir</strong>likler ortaya çıkarmış<br />

ve bu <strong>bir</strong>çok topluma örnek teşkil etmiştir. Siyasi<br />

olaylara neden olabilecek kadar değerli olan Türk atı,<br />

her devirde istenilen ve aranılan <strong>bir</strong> varlık olmuştur.<br />

Türklerin değişik sebeplerle, eski dünyaya yayılmaları,<br />

beraberleri<strong>nde</strong> oldukları atlarının geniş <strong>bir</strong> alanda<br />

tanınmasını sağlamış ve Türk atı, insanlık tarihi<strong>nde</strong>ki<br />

en önemli at ırklarından <strong>bir</strong>i haline gelmiştir.■<br />

51<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


İHSAN YAŞA<br />

Türkülerin analizini<br />

yapanlar, aynı<br />

zamanda halk<br />

kültürünün de<br />

analizini yapmış<br />

oluyorlar. Dolayısıyla<br />

kültürümüzün çeşitli<br />

konulardaki tespit<br />

ve telkinlerini gün<br />

ışığına çıkarmış,<br />

böylece milletimizin<br />

yaratıcı ve üretken<br />

<strong>bir</strong> zekâya, geniş <strong>bir</strong><br />

zihin yelpazesine<br />

sahip bulunduğunu<br />

kanıtlamış oluyorlar.<br />

Şüphesiz türküler yalnızca gönül tellerimizi<br />

titreterek ruhumuzu dinlendiren <strong>bir</strong>er sanat<br />

eseri değildir. Onlar aynı zamanda ortaya çıktığı<br />

dönemlerin acı, hüzün veya sevinçlerini, darlık<br />

veya ferahlık gibi ekonomik gelgitlerini, toplumsal<br />

huzursuzluk veya gerginlik gibi sosyal dalgalanmalarını<br />

da aksettiren sözlü verimleridir.<br />

Büyük oğlan esker, öteki çırak<br />

Han için param yok, oteli bırak<br />

Mevsim kış, yollar sarp, köy hayli uzak<br />

Bir değil, beş değil yara dohdur beg<br />

Keza türküler, halkımızın sağlık, gençlik ve<br />

aşk ile ilgili düşüncelerini de yansıtır; bazı bedenî<br />

ve ruhî hastalıkların sebepleri ve çareleri ile ilgili<br />

olarak da <strong>bir</strong> şeyler söyler. Kısacası Türkülerimizde<br />

milletimizin çeşitli konulardaki temel görüşleri,<br />

hayata bakışı, dünya ve ahret anlayışı, insanlar arası<br />

ilişkileri vardır. Farzımuhal gurbet hasretliğinin<br />

kimi insanı hasta edebileceğini, bunun çaresinin<br />

ise sılaya gitmek olduğunu <strong>bir</strong>çok türküde görmek<br />

mümkündür. Şu mısralar gurbette hasta olup hekime<br />

giden vatandaşın hâlini gösteriyor:<br />

52<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Valla doktor bana dedi<br />

Dön artık çaren yoktur<br />

(Çukurova türküsü)<br />

Bilhassa yâre kavuşamamak yüzü<strong>nde</strong>n pek çok<br />

insanın hasta olduğunu anlatan türküler çoktur.<br />

Mesela aşağıdaki Şanlıurfa türküsü<strong>nde</strong> vuslatın<br />

gerçekleşmemesinin sebep olduğu rahatsızlık belirtiliyor<br />

ve buna ciğer hastalığı deniliyor. Burada ve<br />

daha pek çok başka türküde geçen ciğer ta<strong>bir</strong>i bildiğimiz<br />

karaciğer veya akciğer değil, gönül yorgunluğundan<br />

kaynaklanan genel <strong>bir</strong> düşünlük veya çökkünlük<br />

(depresyon) hâlidir. Türkülerde sık geçen<br />

ve ‘gönül yarası’ olarak da ifade edilen, yâr’dan<br />

başka dermanının bulunmadığı iddia edilen durum<br />

da budur. (Hemen hatırlatalım ki günümüzde artık<br />

bu tip rahatsızlıkların da çaresi vardır.)<br />

Kara giydim yastayım ben<br />

Yâr yüzü<strong>nde</strong>n hastayım ben<br />

Derman kâr eylemez bana<br />

Ciğerimden hastayım ben<br />

Türkülerde hekimlerin yapması ve yapmaması<br />

gereken davranışları veya halkın tabiplerden ne<br />

beklediğinin ipuçlarını bulmak da mümkündür.<br />

Mesela hastalar herkesin yanında, kalabalık <strong>bir</strong><br />

ortamda doktora bütün şikâyetlerini söylemezler.<br />

Çünkü bunun <strong>bir</strong> sır olduğunu düşünüp hekimin de<br />

bu sırra riayet etmesini ve hasta ile yalnız olarak<br />

konuşmasını beklerler. Hastane polikliniği<strong>nde</strong> başı<br />

çok kalabalık olan hekime şikâyetini söyleyemeyen<br />

vatandaş yaşadığı hayal kırıklığını ve hekime<br />

serzenişini –onu incitmeden- bakın ne de güzel dile<br />

getiriyor:<br />

Diyeceğim çok ama<br />

Pek kalabalık yerdesin<br />

(Kırşehir türküsü)<br />

Vatandaşın hekimden <strong>bir</strong> başka beklentisi de<br />

onun bacı kardeş gibi olmasıdır:<br />

Üreklerin tacı olan<br />

Bize kardaş bacı olan<br />

Dermanları acı olan<br />

Ağ halatlı doktorlar<br />

Türkülerde hastayı anlayan müşfik hemşireler<br />

de unutulmamış:<br />

Benim güzel hemşirem<br />

İğne düşmez eli<strong>nde</strong>n<br />

Hastalarını çok sever<br />

Bal akıyor dili<strong>nde</strong>n<br />

Bu arada hemşireye gönlünü kaptıran hastalar<br />

da oluyor. İnsanlık var olduğundan beri hep yaşanmış<br />

ve yaşanacak olan zaafları da türküleri<strong>nde</strong><br />

dillendiriyor halkımız. Bazen aşk bazen de nefis ile<br />

karşımıza çıkan bu ezeli duygu da elbette türkülerde<br />

yer alacaktı:<br />

Giymiş beyaz önlüğü<br />

Başına takmış tacı<br />

Senin gibi güzele<br />

Diyemiyorum bacı<br />

Bilindiği gibi sağlık denilince akla sadece ‘beden<br />

sağlığı’ ya da ‘ruh sağlığı’ gelmez, bunlarla<br />

<strong>bir</strong>likte ‘fikren sağlıklı olmak’ hâli de gelir. ‘Sağlıklı<br />

düşünebilmek’ kabiliyeti veya keyfiyeti <strong>bir</strong>az<br />

sübjektif <strong>bir</strong> hüküm olmakla beraber farzımuhal<br />

“Pire için yorgan yakan” veya “nefsanî arzuları<br />

için bütün varını yoğunu tüketen” <strong>bir</strong> kişinin sağlıklı<br />

<strong>bir</strong> düşünce yapısına sahip olduğunu söylemek<br />

de mümkün değildir. Hakeza ertesi gün okulda<br />

imtihanı olduğu hâlde akşama kadar sokakta oyun<br />

oynayıp hiç ders çalışmayan <strong>bir</strong> öğrenciyi -yanaklarından<br />

kan damlasa da- tam olarak sağlıklı kabul<br />

etmek doğru değildir. Aynı şekilde gece gündüz<br />

yârini düşünerek Mecnun’a dönmüş, böylece zihin<br />

ve ruh sağlığını kaybetmiş <strong>bir</strong> kişiye de normal<br />

denilemez. Yani vücudunda herhangi <strong>bir</strong> hastalık<br />

belirtisi olmayan, bedenen sağlam gibi duran nice<br />

insan vardır ki aslında ruhen ve fikren maluldür.<br />

Türkülerimizde (ve onun gibi anonim atasözlerimizde)<br />

bunlara ait değerlendirmeler de var.<br />

Mesela ‘Duvarı nem, yiğidi gam bitirir’ deyişi<br />

bunu gösteriyor. Aslında halkımız uzun süren derin<br />

üzüntü ve düşüncenin ne kadar zararlı olduğunu bilir;<br />

lakin gene de sosyal tarihimizde bu tip vakalar<br />

az değildir. Üzüntü ve karasevdadan dolayı hasta<br />

olanlar, maalesef türkülerimizin çoğunun konusunu<br />

teşkil etmiştir:<br />

Sevda çekenlerden gülen olmamış<br />

53<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Ağlamış gözyaşın silen olmamış<br />

Veya aşağıdaki türküde gördüğümüz gibi yârden<br />

ayrılmaya ölüm yeğ tutulmuştur:<br />

Karadır kaşların benzer kömüre<br />

Yârdan ayrılması zarar ömre<br />

Kollarımdan bağlasalar demire<br />

Kırarım demiri koşarım yâre<br />

İnsanımızın gönül yarasına çok çabuk kapılmış<br />

olmasının sebeplerini anlamak ayrı <strong>bir</strong> konudur<br />

ama bu hususta da <strong>bir</strong>kaç şey söylemekte yarar var<br />

sanırım. Bizce sebeplerin en önemlisi türkü, hikâye<br />

ve masallardaki bu yö<strong>nde</strong>ki telkinlerdir. Yani böylesi<br />

söz ve deyişler karasevdanın sebebini teşkil ettiği<br />

gibi sonucunu da etkilemiştir. Bir bakıma <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ini<br />

etkileyerek artıran karşılıklı tesirler söz konusudur.<br />

İnsanlar bu telkinleri yapan türkü, hikâye ve<br />

masalları dinleye dinleye hassas, nazlı ve karamsar<br />

<strong>bir</strong> kişilik ve zihniyet yapısını bürünmüş oluyorlar.<br />

Tersi de varittir. Yani fazla duygusal ve hassas <strong>bir</strong><br />

şahsiyet yapısına sahip bulunanlar bu tip söz ve deyişleri<br />

yaratmaya daha yatkın oluyorlar.<br />

Türkülerdeki psikolojik ve sosyal<br />

tespitler<br />

İnsan ne kadar iradeli ve erdemli olursa olsun<br />

gene de nefsinin etkisi ile sonradan pişman olacağı<br />

yanlışlıklar yapabilir. Hem toplumumuzda hem<br />

de insanlık tarihi<strong>nde</strong> bu hakikatin sayısız örnekleri<br />

vardır. İşte bu gerçeği de türkülerimizde görmek<br />

mümkündür. Bir türkünün şu güftesi hem bu ezeli<br />

gerçeği ifade ediyor hem de kişinin kendini tanıması<br />

gerektiğini hatırlatıyor:<br />

Suda balık yan gider<br />

Açma yaram kan gider<br />

Açma güzel sineni<br />

Cahilim aklım gider<br />

Aslında insanımız <strong>bir</strong> taraftan yâri her şeyin dermanı<br />

olarak görürken diğer taraftan onun da zalim<br />

<strong>bir</strong> tarafının bulunduğunu söylemekte ama gene de<br />

ondan vazgeçmemektedir:<br />

İki dağın arası var<br />

Bu gönlümün yarası var<br />

Doktorlarda bulamadım<br />

Zalim yârda çaresi var<br />

Bazı âşıklar ise hem sevdiğini yücelterek yere<br />

göğe sığdıramaz hem de onun da el olduğu için tam<br />

<strong>bir</strong> bağlılık içi<strong>nde</strong> bulunmadığından yakınır. İnsanın<br />

kafasının zaman zaman karışık ve çelişkilerle<br />

dolu olduğuna <strong>bir</strong> örnek teşkil etmesi bakımından<br />

şu Kırıkkale türküsü çok manidardır:<br />

Altın yüzük ulanmaz<br />

Suya atsan bulanmaz<br />

Elkızı değil mi ki<br />

Kurban olsan inanmaz<br />

Bu farklı iki türkü de gösteriyor ki âşıkların, uğruna<br />

her şeyini feda ettikleri güzel yârin de kusurları<br />

var. Bu kusur yalnızca ‘her beşerde kusur bulunur’<br />

vecizesi ile açıklanacak <strong>bir</strong> durum değil, daha<br />

karmaşık duyguların hâkim olduğu <strong>bir</strong> şaşkınlık ve<br />

tutarsızlık hâlidir. İnsanların zaman zaman hata yapabilmesi<br />

başka <strong>bir</strong> şey, güvenmeme ve inanmama<br />

hissiyatı daha başka <strong>bir</strong> şeydir. Hata yapan kişi kusurunu<br />

fark ederek düzeltir, izahını yapar, mesele<br />

tatlıya bağlanır. Fakat inanmamak ve güvenmemek<br />

daha yaralayıcı ve etkileyici <strong>bir</strong> olumsuzluktur. Bu<br />

zaafın yârde bulunması az <strong>bir</strong> uyumsuzluk değil.<br />

Buna rağmen âşıklar bunu da tam olarak değerlendiremezler.<br />

Sanıldığının aksine halkımız çok eşliliği tasvip<br />

etmez. Birkaç karısı olan kişilere bazı bölgelerde<br />

e<strong>nde</strong>r olarak rastlansa da çoğunluk bunu doğru bulmaz<br />

ve yadırgar. İşte <strong>bir</strong> Orta Anadolu türküsü:<br />

Bir yiğide <strong>bir</strong> gelin yeter<br />

İki alanın derdi artar<br />

Hayat felsefesine ait önemli tespit ve tavsiyeler<br />

de vardır türkülerde. Her şeyin zamanında yapılması<br />

gerektiğini telkin eden, yaşlanma olmadan<br />

gençliğin değerinin bilinmesini öğütleyen şu Elâzığ<br />

türküsüne kulak verelim:<br />

Yüce dağ başını aştıktan sonra<br />

Olmamış yaramı deştikten sonra<br />

İster ölüm olsun ister ayrılık<br />

Neden bu genç ömrüm geçtikten sonra<br />

54<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Başkalarına özenip onları taklit etmenin insana,<br />

dolayısıyla topluma zarar verdiğini telkin eden türkülere<br />

de rastlıyoruz. Ama gene de toplumumuzda,<br />

bilhassa aydınlarımızda başkalarına benzeme meyli<br />

var. Hatta bu durum bazen o derece ileri gitmiş ki<br />

yabancı kültürleri üstün tutma noktasına kadar varmıştır.<br />

‘Komşunun tavuğu komşuya kaz görünür’<br />

misali, milletimizin yöneticileri ve zenginleri Orta<br />

Asya’da iken Çinlilere benzemeye çalışıyorlardı,<br />

günümüzde ise Avrupalıların yaşantısına özenti var.<br />

İşte heveslenme ile ilgili <strong>bir</strong> Gaziantep türküsü:<br />

Yağmur yağdı ben ıslandım<br />

Geldim kapına yaslandım<br />

Eller de yârim dedikçe<br />

Ben ellere heveslendim<br />

Hayatta hiç<strong>bir</strong> suçun cezasız kalmayacağını,<br />

bu dünyada olmasa bile öbür dünyada herkesin<br />

ettiğinin karşılığını bulacağını telkin ederek insanları<br />

dürüstlüğe ve fazilete teşvik eden türküler de<br />

çoktur. Bu deyişler toplumsal dokumuzun sağlam<br />

kalmasına yardım ettiği gibi dürüstlükten ayrılmayanlara<br />

moral ve destek vererek onların kendine<br />

olan güvenini artırmakta, böylece insanların doğru<br />

yolda yürüme kararlılığını diri tutmaktadır:<br />

Ağlama sen garip anam bu işler olur<br />

Beni vuran zalim Allah’tan bulur<br />

Malum, hastanelerdeki hasta ziyaretlerinin gerekli<br />

olup olmadığı, hastaların bundan rahatsızlık<br />

duyup duymadığı hususu zaman zaman tartışılmaktadır.<br />

Ancak türkülerden öğreniyoruz ki, hastalar<br />

dostlarının ziyareti<strong>nde</strong>n memnun olmaktadır.<br />

İşte <strong>bir</strong> Şebinkarahisar türküsü:<br />

Geçen yıl bu zaman sapa sağlamdım<br />

Serum şişesine bağlandım kaldım<br />

Yatmadan dostlarım var idi sandım<br />

Kimseler gelmiyor yanıma benim<br />

Günümüzde gelişmiş tıbbın önerileri varken,<br />

psikoloji ve sosyoloji gibi modern bilimlerin verileri<br />

ortada iken eski insanlarımızın bu mevzulardaki<br />

tespit ve tavsiyelerine değer vermeye ne gerek<br />

var’ diye düşünenler olabilir. Bunun açıklamasını<br />

yapmadan önce <strong>bir</strong> hususu belirtelim: Türkü ve<br />

atasözleri<strong>nde</strong>ki bazı bilgi ve tavsiyeleri günümüzdeki<br />

modern hekimliğin alternatifi ve zıddı olarak<br />

görmemek lazım. Zaten dikkat edilirse bu bilgilerin<br />

çoğu çağımızın verileriyle <strong>bir</strong> tezat teşkil etmiyor,<br />

bilakis uyuşuyor. Dolayısıyla bunları <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerinin<br />

karşıtı gibi değil, tamamlayıcısı olarak kabul etmek<br />

daha doğru olur. Zira herkesçe malum olduğu üzere<br />

herhangi <strong>bir</strong>imiz -Allah korusun- amansız <strong>bir</strong> hastalığa<br />

yakalandığımızda bugünkü tıbbın tedavisinin<br />

yanında manevi telkin ve dualardan da medet umuyoruz.<br />

Biri maneviyatımızı yükselterek hastalıklara<br />

karşı direncimizi kuvvetlendirirken, diğeri bede<strong>nde</strong>ki<br />

hastalığı yok ediyor. İkisi <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ini desteklemiş<br />

ve tamamlamış oluyor.<br />

Çağımızın sosyal bilimleri ve tıp teknolojisi<br />

fevkalade gelişmiş, <strong>bir</strong>çok hastalığa çare bulunmuş<br />

ama mutluluk ve huzurun reçetesi maalesef henüz<br />

tam olarak bulunamamıştır. Dolayısıyla çağımızın<br />

insanı tedirgin ve mutsuzdur. İnsanlar, yaşadıkları<br />

endişe ve sıkıntılardan kurtulmak için eski metotlara<br />

başvuruyorlarsa demek ki yeterince rahat ve<br />

huzurlu değiller.(Allaha sığınıp ondan yardım dilemenin<br />

anlamı da budur.)<br />

Türkülerimizde ve atasözlerimizde de bunlara<br />

ait tavsiyeler var. Şu veciz ifade ne kadar etkileyicidir:<br />

‘Ayağını sıcak tut, başını serin; düşünme derin<br />

derin.’ Bu deyiş hem bedenî hem de psikolojik<br />

sağlığı korumayı amaçlayan önemli <strong>bir</strong> düsturdur.<br />

Eskilerin kafası şimdikilerden daha rahat ve<br />

huzurlu olduğuna göre demek ki onlar kendilerini<br />

rahatlatmak ve mutlu olmak için daha tesirli yollar<br />

bulmuşlardı. O yolları şimdi bizim de bilmemizde<br />

fayda var diye düşünüyorum. ‘Damdan düşenin<br />

hâlini en iyi gene damdan düşen anlar’ deyişi<br />

hikâye ve masallarda olduğu gibi türkülerde de<br />

var:<br />

Hastanın hâli<strong>nde</strong>n ne bilir sağlar oy<br />

Döşek melûl mahzun yastık kan ağlar oy<br />

Yâr’dan çok şey beklemek<br />

Türkülerimizde en fazla konu edilen hususlardan<br />

<strong>bir</strong>i de yukarıda <strong>bir</strong> iki örneğini verdiğimiz ‘sevda’<br />

hissiyatıdır. Türkülere bakılırsa kişi her sıkıntıyı yâr<br />

ile aşar. Uykusuz geceleri hep yârden bilir. İştahsız,<br />

yorgun ve işlerine karşı isteksiz olmasının sebebi<br />

de yârdir. Hatta bedensel hastalıkların kaynağında<br />

da yâr hasreti vardır. Yani yâr varsa her şey güzel,<br />

55<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


o yoksa her şey kötüdür. Bu tespitler günümüzün<br />

tıp anlayışına tam olarak uymasa da tespitlerde kısmen<br />

gerçeklik payı var. Çünkü her şeyin başında<br />

moralin geldiğini tıp camiası da kabul ediyor. Hatta<br />

amansız hastalıkların sebepleri arasında, büyük ve<br />

uzun süren üzüntü ve streslerin bulunduğunu iddia<br />

eden hekimler de var.<br />

Ancak yâre kavuşmanın her şeye deva olması,<br />

yokluğunun ise neredeyse her hastalığa davetiye<br />

çıkarması gibi telkin ve düşünceler bizce doğru<br />

değil. Çünkü bu görüş hem gerçeklerle tam olarak<br />

bağdaşmıyor hem de terbiye sistemi bakımından,<br />

çocukları ve gençleri tutarlı yetiştirme açısından<br />

isabetli değil.<br />

Yâre bu kadar çok şey yüklemenin ve ondan<br />

çok şey beklemenin sebebi nedir acaba<br />

Evvela, türkülerde bu konuda <strong>bir</strong> abartı olduğunu<br />

söyleyelim. Çünkü toplumda yaygın olan <strong>bir</strong> durum<br />

değil bu. Vuku bulan böylesi tek tük hâdiseler<br />

türkülere ve hikâyelere konu olup defalarca dinlenince<br />

karamsarlık ve bedbinlik meydana geliyor.<br />

‘Bir insana kırk kere deli denirse o da kendisini deli<br />

zanneder’ misali insanlar uzun süre bu tip sözlere maruz<br />

kaldığında olumsuz etkileniyor.<br />

İkinci sebep türküleri ortaya çıkaran insanların kişilikleriyle<br />

alakalıdır. İnsanımız <strong>bir</strong> şeye bağlanırken<br />

de <strong>bir</strong> şeyden uzaklaşırken de maalesef bazen aşırıya<br />

gidiyor. Yani övgüleri<strong>nde</strong> de, yergileri<strong>nde</strong> de ölçüyü<br />

kaçırıyor. Bu mizaç yapısı böylesi karasevdayı ortaya<br />

faktörlerden <strong>bir</strong>idir.<br />

Üçüncü olarak, insanlar eskiden <strong>bir</strong>çok şeyi aileleri<br />

ve yakınlarıyla paylaşmıyorlardı. Çekingenlik ve aile<br />

içi<strong>nde</strong>ki yetersiz diyalog yüzü<strong>nde</strong>n şahsi duygular ve<br />

düşünceler kâfi derecede konuşulmuyordu. Dolayısıyla<br />

gençler her şeyini paylaşan <strong>bir</strong> evdeşin hayalini<br />

kuruyorlardı. Hatta gerçekte onda olmayan özellikleri<br />

de varmış gibi düşünüyorlardı. Aşk böyle başlıyordu.<br />

Âşıklara göre yâr, hem sırdaş hem eş hem de önemli<br />

<strong>bir</strong> güç kaynağı idi. O, kusursuz, her bakımdan<br />

mükemmel <strong>bir</strong> insan, her derde deva <strong>bir</strong> varlık idi.<br />

(Malum, âşıklar <strong>bir</strong><strong>bir</strong>leri<strong>nde</strong> kusur göremezler). O<br />

varsa dünya var, yoksa dünya anlamsızdır.<br />

Başka nedenler de sayılabilir ama netice itibariyle<br />

genel kültürümüzde ve özel olarak türkülerimizde<br />

rastladığımız yârle ilgili telakkiler bize göre<br />

gerçekçi <strong>bir</strong> bakış değil. Yâr gerçekten önemli ve<br />

insanı hayata bağlayan unsurlardan <strong>bir</strong>idir elbette<br />

ama her şey değildir. O duyguyu ne gereği<strong>nde</strong>n<br />

fazla büyütmek ne de önemsiz <strong>bir</strong> duyguymuş gibi<br />

görmezlikten gelmek doğru olmaz. Bazı kimselerin<br />

amiyane ta<strong>bir</strong>le söyledikleri ‘dünya karşı cins üzerine<br />

kurulmuştur’ sözü isabetli ve doğru değildir.<br />

Kişiler yârini kaybettiği zaman her şeyini yitirmiş<br />

gibi <strong>bir</strong> duyguya kapılmamalı veya derin <strong>bir</strong> yeise<br />

düşmemeli ya da vuslat olmadan da ayakları üzeri<strong>nde</strong><br />

durmasını becerebilmelidir. Bu şekildeki telkinlere<br />

daha fazla ihtiyaç var.<br />

Tıp uzmanı Dr. Sait Eğilmez, ses sanatçısı<br />

ve araştırmacı Salih Turhan ve yazar Osman<br />

Güzelgöz’ün <strong>bir</strong>likte hazırladıkları ‘Türkülerde<br />

Hekimlik ve Sağlıkla İlgili Türküler” isimli kitabı<br />

okurken bunları aklımdan geçirdim. Sağlık Bakanlığı<br />

yayınları arasında yeni çıkan bu önemli kitap<br />

kanaatimce <strong>bir</strong> boşluğu doldurmuştur.<br />

Göz hastalıkları doçenti S. Eğilmez’in, Âşık<br />

Veysel’e atfen yazdığı ve halk müziği sanatçısı Salih<br />

Turhan’ın notaladığı şiir de çok manidar:<br />

Sesin duydum Veysel, dengin aradım<br />

Sözünün üstüne söz bulamadım<br />

Görmenin ilmine ömrüm adadım<br />

Veysel’ce gören <strong>bir</strong> göz bulamadım<br />

Bu çerçevede ‘kansere sitem’ diyebileceğimiz<br />

şiirin sahibi değerli şairimiz Yavuz Bülent Bakileri<br />

de hatırlayalım:<br />

Sanma ki ben se<strong>nde</strong>n korkan <strong>bir</strong>iyim<br />

Ha bugün ha yarın, ölüm mukadder.<br />

Bir kız torunum var; dünya güzeli<br />

Ki şimdi burada ne söylesem az<br />

Sabah akşam <strong>bir</strong> gül gibi elimde eli<br />

Onu gözyaşlarıyla bırakıp gelsem olmaz<br />

Sonuç olarak, Türkülerin analizini yapanlar,<br />

aynı zamanda halk kültürünün de analizini yapmış<br />

oluyorlar. Dolayısıyla kültürümüzün çeşitli konulardaki<br />

tespit ve telkinlerini gün ışığına çıkarmış,<br />

böylece milletimizin yaratıcı ve üretken <strong>bir</strong> zekâya,<br />

geniş <strong>bir</strong> zihin yelpazesine sahip bulunduğunu kanıtlamış<br />

oluyorlar. Ayrıca Türk Kültürünün çok<br />

köklü ve engin <strong>bir</strong> yapısının bulunduğunu da göstermiş<br />

oluyorlar. Politikacıların, <strong>bir</strong> kısım aydınların<br />

ve bazı sosyal bilimcilerin ‘halkın engin sağduyusu’<br />

ya da ‘halkın şaşmaz feraseti’ dedikleri şey<br />

bu olsa gerek.■<br />

56<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ÖMER KEMİKSİZ<br />

Ne vakit sahura kalksam,<br />

<strong>bir</strong> iftar sofrasında<br />

ezanı beklesem, teravih<br />

namazı için evden<br />

çıksam, bayram sabahı<br />

kapımı çalan çocuklarla<br />

göz göze gelsem,<br />

bayram ziyaretleri<strong>nde</strong><br />

büyüklerimin elini<br />

öpmek için davransam<br />

aklıma hep o çocukluk<br />

günlerimin ramazanları<br />

gelir ve şimdilerde sıkça<br />

duyduğumuz “Nerede<br />

o eski ramazanlar”<br />

sözü<strong>nde</strong>ki özlenen<br />

eski ramazanların o<br />

ramazanlar olduğunu<br />

düşünürüm.<br />

Ramazana günler kala evimizde tatlı <strong>bir</strong><br />

telaş başlardı. Her taraf baştan aşağı temizlenir,<br />

bu esnada ayakaltında dolaşmamızı istemeyen<br />

büyüklerimiz, bizleri evin dışına gö<strong>nde</strong>rmenin<br />

planlarını yaparlardı. Açılan yufkalar, biz<br />

çocukların ulaşamayacakları yerde saklanırdı. Ne<br />

olduğunu o zamanlar pek anlamasak da bu koşuşturmaca<br />

hoşumuza giderdi, eğlenirdik. Ramazan<br />

geliyor derlerdi bize. Biz, çocuk aklımızla gelenin<br />

<strong>bir</strong> misafir olduğunu düşünür, nasıl <strong>bir</strong>i olduğunu<br />

merak eder dururduk. Oruç tutmanın anlamını<br />

bilmezdik. Tutmak deyince somut olarak elle<br />

kavramayı gözümüzde canlandırdığımız <strong>bir</strong> dönemdeydik.<br />

Büyüklerden dinlediğimiz kadarıyla<br />

oruca <strong>bir</strong> “mana” yüklemeye çalışıyorduk.<br />

Çocukluğumuzun ramazanları hep kış günlerine<br />

rastlardı. Soğuk kış geceleri<strong>nde</strong> sahura kalkmak<br />

bize hep zor gelirdi. Akşam yatmadan önce<br />

kahramanlık gösterip sabahleyin kesin uyanacağımızı<br />

ve ertesi gün oruç tutacağımızı söylesek de<br />

o vakit geldiği<strong>nde</strong> yan çizmeye başlardık. Kar yağınca<br />

köyümüzün elektrikleri –özellikle gecelerisık<br />

sık kesilirdi. Gaz lambasının ışığı ve kokusu<br />

altında kalktığımız sahurlarda uyku sersemliğiyle<br />

kardeşler arası çarpışmalar sıkça yaşanan kazalardandı.<br />

Her ne kadar soğuk suyla yüzümüzü<br />

yıkasak da sofraya oturduğumuzda gözlerimizden<br />

uykunun aktığı hemen belli olurdu. Sabah ezanını<br />

duyar duymaz bütün lokmalar olduğu gibi sofraya<br />

bırakılır, oruç başlardı. Ezana yakalanmadan su<br />

içmek ve oruca niyet etmek için acele ediyorduk.<br />

57<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Bazı sabahlar uykumuz kaçmış ve elektrikler de bizi<br />

terk etmemiş olursa sahur programlarını takip ediyorduk.<br />

O günlerde televizyonlarda yüzlerce kanal<br />

ve sahur programı adı altında magazin türü etkinlik<br />

yapanlar yoktu henüz. Ailenin bütün üyelerinin <strong>bir</strong><br />

arada aynı sofra etrafında buluştukları ramazan günleriydi<br />

o günler. Sonra sırası gelen ayrıldı o sofradan.<br />

Evlenenler, okumaya gidenler derken büyüdükçe<br />

koptuk sahur sofralarından.<br />

Okula gittiğimiz hafta içi günleri<strong>nde</strong> oruç tutmamızı<br />

istemezdi anne babamız. Herhalde açlığa dayanamayacağımızı<br />

düşünürlerdi. Biz de hafta sonları<br />

için onlardan söz alırdık. Ama bazen kendi sözümüzü<br />

bile tutamazdık. Kışın günler ne kadar kısa olsa<br />

da belli <strong>bir</strong> saatten sonra midemiz hareket geçmeye<br />

başlardı. O zaman devreye giren büyükler öğleye<br />

kadar tutulan orucun da kabul olacağını söylerler,<br />

bizi rahatlatırlardı. Hatta ara sıra “Yarın da öğleden<br />

akşama kadar tutar, ikisini tam gün yaparsınız.”<br />

şekli<strong>nde</strong> de takılırlardı bize. Orucu bozup karnımızı<br />

<strong>bir</strong> güzel doyurduktan sonra pişman olurduk. Keşke<br />

<strong>bir</strong>az daha dayanıp akşama kadar sabredebilseydik<br />

diye düşünürdük. İnsanın karnı aç olunca düşünemiyor<br />

işte böyle şeyleri. Her zaman böyle olmazdı tabi.<br />

Yıllar ilerledikçe oruç tuttuğumuz gün sayısında da<br />

artış olurdu elbet. Evde kardeşler, okulda arkadaşlar<br />

arasında kaç gün oruç tuttuğumuzun yarışını yapardık.<br />

Bu rekabet hem bize oyun gibi gelirdi, hem de<br />

ramazanları ve orucu daha çok sevmeye başlardık.<br />

Oruçlu olduğumuz günlerde iftar sofralarına zafer<br />

kazanmış <strong>bir</strong> edayla oturur, bu iftarı fazlasıyla hak<br />

ettiğimizi düşünürdük. Ailemizden aldığımız övgü<br />

dolu sözler de işin <strong>bir</strong> başka güzelliğiydi.<br />

İftar sofralarının hazırlanması ne çok sevindirirdi<br />

bizleri. İkindi vakitleri<strong>nde</strong> evdeki kadınlar arasında<br />

yapılan iş bölümü sonrası yemek hazırlıkları başlardı.<br />

Tencerelerden taşan yemek kokuları akşama doğru<br />

dayanılmaz <strong>bir</strong> hâl alsa da o vakte kadar açlığa<br />

dayanmış olan biz çocuklar, öyle hemencecik pes etmeyeceğimizi<br />

gösterirdik onlara. Dışarıda yağmur,<br />

kar varken bahçeye çıkıp oyun oynayarak vakit geçiremeyeceğimize<br />

göre çaresiz dayanmak zorundaydık<br />

o kokulara. Çorbası, salatası, kadayıfı… Şu ezan<br />

<strong>bir</strong> okunsun hepsi<strong>nde</strong>n fazla fazla yiyeceğiz derdik<br />

de iş yemeye gelince <strong>bir</strong> anda kesilir, doyardık. Ramazanın<br />

bereketi derlerdi bu duruma.<br />

Tek kanalda iftar programı başladığında ekranın<br />

herhangi <strong>bir</strong> köşesi<strong>nde</strong> hangi ilin iftar saati olduğu<br />

yazardı. Şehirlerin adını okuduğumuzda oradakileri<br />

içten içe kıskanırdık. Şimdi iftar sofrasında doya<br />

doya yemek yiyorlar diye hayal ederdik. Gözümüz<br />

<strong>bir</strong> ekranda, <strong>bir</strong> duvardaki imsakiyede, <strong>bir</strong> de saatte;<br />

kulağımız ise ezanda olurdu. İftar yaklaştıkça zaman<br />

sanki durur, vakit geçmezdi. Köyde olduğumuz için<br />

daha sonra şehirlerde duyacak olduğumuz top sesini<br />

de bilmezdik. Hele elektrikler de kesikse evde çıt<br />

çıkmazdı. Televizyonda da iftar saatini takip edemeyeceğimize<br />

göre okunacak ezanı duyabilme gayesiyle<br />

susardık. İmamın “Allahu Ekber” nidası ne büyük<br />

<strong>bir</strong> mutluluk ve huzurdu bizim için! Hem günü<br />

oruçlu geçirmiş hem de yer soframızdaki yemeklere<br />

rahatça dokunabileceğimiz anı yakalamıştık. Önce<br />

dualar edilir, ardından sular içilirdi. Sonra derin <strong>bir</strong><br />

sessizlik… Herkes karnını doyurmakla meşgul olurdu.<br />

Yemeğin akabi<strong>nde</strong> imsakiyeden o günün üzerini<br />

çizme görevi bana verilmişti. İlk günler bitmeyecekmiş<br />

gibi görünen ramazan günleri sona doğru sanki<br />

çifter çifter azalırdı. Sayılı günler çabuk geçermiş.<br />

Öyle derlerdi.<br />

Teravih namazı hazırlığı mutluluğun zirveye<br />

çıktığı anlardı. İbrikten alınan abdest, ellerimize<br />

sürdüğümüz esans, giyilen temiz elbiseler teravih<br />

hazırlıklarından yalnızca <strong>bir</strong>kaçıydı. Yollar çamur<br />

içi<strong>nde</strong> olduğundan paçalarımızı çoraplarımızın içine<br />

sokar, o şekilde giderdik camiye. Namaz esnasında<br />

çocukların yeri hep en arkalardı. Ön saflar yaşlılara<br />

ayrılmıştı. İnsanlar saflarda ilerledikçe yaşlanıyorlardı<br />

ya da yaşlandıkça saflarda ilerliyorlardı. Saflara<br />

veda edenlerin yerini başkası alıyordu. Namazın<br />

uzun olmasından mı nedir camideki çocuklar <strong>bir</strong><br />

süre sonra sıkılmaya, kendi aralarında gülüşmeye<br />

hatta son cemaat yeri<strong>nde</strong> koşuşturmaya başlarlardı.<br />

Bu yaramazlıkların büyüklerin tepkisine neden olduğunu<br />

hatırlamıyorum hiç. Ne onlara kızmak ne de<br />

onlardan orayı terk etmelerini istemek… Hiç<strong>bir</strong>ine<br />

başvurmuyorlardı. Yaşlıların çocuklara olan sevgi ve<br />

tahammülü o dönemde daha fazlaydı.<br />

Ramazanda soframıza katılan misafirlerin içi<strong>nde</strong><br />

en çok pideyi severdik. Babamın pazardan getirdiği<br />

pidelerin evimize girdiği günlerin oruçları daha <strong>bir</strong><br />

güzel gelirdi bize. O gelene kadar sofrada saltanat<br />

süren mısır ekmeği onun karşısında ikinci plana atılmış<br />

gibi olurdu. Evimize pidenin girmesi gerçekten<br />

olağanüstü <strong>bir</strong> şeydi. Sanki farklı <strong>bir</strong> dünyadan gelmiş<br />

gözüyle bakardık ona.<br />

Önce teravih namazları ayrılırdı bizden. Sonra<br />

son sahur… Arife günleri bayram coşkusunun arttığı<br />

günlerdi. Yine temizlik başlardı evde. Tatlıların<br />

kokusu buram buram yayılırdı etrafa. Arife hangi<br />

güne denk gelirse gelsin o gün ilçede pazar kuru-<br />

58<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


lurdu. Babam alışveriş yapmak için çarşıya inerdi.<br />

Biz sabırsızlıkla onun getireceği şekerleri beklerdik.<br />

Elbet ayakkabı, elbise de getirirdi fakat biz yine de<br />

şekeri yeğlerdik. Bizim oralarda arife gününe “Ekmek<br />

günü” derlerdi. Niye öyle dendiğini bilmezdik,<br />

merak da etmezdik. Bizim için o günün tek anlamı<br />

bayramın habercisi olmasıydı. Elimize pirinç ve su<br />

tutuşturan büyüklerimizin emriyle mezarlığın yolunu<br />

tutardık. Kuşlar istifade etsin diye suyu ve pirinci<br />

mezarların üzerine bırakır, öğrendiğimiz duaları<br />

okur, gerisin geri eve dönerdik.<br />

Teravih ve sahurun ardından bizi terk etme sırası<br />

iftara gelirdi. Son iftarlar hep buruk geçerdi. Önümüzdeki<br />

seneye kimin çıkıp kimin çıkmayacağı bilinmediği<strong>nde</strong>n<br />

bu iftarın belki de bu fani dünyadaki<br />

son iftar olma ihtimali düşündürürdü büyükleri.<br />

Hepsinin dili<strong>nde</strong> daha nice ramazanlara ulaştırması<br />

için yaratıcıya gö<strong>nde</strong>rilen dua olurdu. Biz susardık.<br />

Ölüm düşüncesi çok uzaktı henüz bizlere. Tek düşüncemiz<br />

<strong>bir</strong> an önce sabahın olması ve bayramın<br />

başlamasıydı. Sofradan kalkınca babamın pazardan<br />

getirdiği torbalar ortaya dökülür, herkese bayram<br />

hediyeleri takdim edilirdi. Bayram şekerleri gizli <strong>bir</strong><br />

yere konur, bizden sabaha kadar onlara dokunmamamız<br />

istenirdi. Ama annem, annelik içgüdüsü<strong>nde</strong>n<br />

kaynaklanan <strong>bir</strong> şefkatle gizlice verirdi o şekerlerden<br />

bize. Şimdi düşünüyorum da galiba bayramlarda en<br />

çok lezzet aldığımız şekerler, gizlice yediğimiz o şekerlerdi.<br />

Çocuklar bayram sabahlarının en erken uyanan<br />

<strong>bir</strong>eyleridir belki. Zaten çoğu geceleyin doğru dürüst<br />

uyuyamamış, sabahı iple çekmiştir. Sahuru olmayan<br />

<strong>bir</strong> sabaha uyanmak <strong>bir</strong>az garip gelirdi bize.<br />

Bayram namazlarını mezarlık içi<strong>nde</strong>ki eski camide<br />

kıldığımızdan yola erken çıkmak icap ederdi. Ayrıca<br />

bayram için köye gelenlerin fazla olması sebebiyle<br />

camide yer bulmak da başka <strong>bir</strong> sıkıntıydı fakat kalabalık<br />

<strong>bir</strong> ortamda bayram namazını eda etmenin de<br />

tarifi imkânsız <strong>bir</strong> iç huzuru vardı.<br />

Namaz sonrası cami avlusunda gerçekleştirilen<br />

bayramlaşma, ardından mezarların ziyaret edilmesi,<br />

arabayla veya yaya olarak evlerine dönen insanların<br />

yollardaki görüntüsü, eve girişlerde önümüzde<br />

hazır bulduğumuz kahvaltı sofraları, el öpmek ve<br />

şeker toplamak için kapıyı çalan çocukluk arkadaşlarımızın<br />

sesi… Hepsi bayramın güzelliklerini tamamlayan<br />

unsurlardı. Ramazanları kış günleri<strong>nde</strong><br />

yaşayan çocuklara sanki Allah’ın <strong>bir</strong> lütfüydü bayram<br />

günleri<strong>nde</strong> havanın güneşli oluşu. Kahvaltıdan<br />

sonra evdekiler arasında gerçekleştirilen mini bayramlaşmadan<br />

sonra dışarı çıkma sırası bize gelirdi.<br />

Arkadaşlarla toplaşır, köyün en ucundan başlardık<br />

bayramlaşmaya. Hiç<strong>bir</strong> evi atlamadan dört dönerdik<br />

köy içi<strong>nde</strong>. Ziyaret ettiğimiz evlerde önümüze<br />

uzatılan şeker tabaklarından <strong>bir</strong>az da utanarak şekerlerimizi<br />

alır, atardık torbalara. Torbamızdaki şeker<br />

sayısı arttıkça artardı mutluluğumuz. Çikolatalar o<br />

dönem için oldukça “lüks”tü. Bunun için yalnızca<br />

<strong>bir</strong>kaç evden alabildiğimiz çikolataları cebimize<br />

bırakır, onları torbadaki şekerlerin arasına karıştırmazdık.<br />

Bayramlaşma bitip de eve döndüğümüzde<br />

de önce şekerlerden başlardık yemeye. Çikolataları<br />

en sona saklar, yemeye kıyamazdık onları.<br />

Şimdi büyüdük…<br />

Ne ramazanlarımız ne bayramlarımız eski güzelliğini<br />

taşıyor. Dört gözle beklenen günler değil artık<br />

o günler. Bir ramazana daha afiyetle eriştiğine şükretmek<br />

<strong>bir</strong> yana yaz sıcağında ramazanı yaşamaktan<br />

şikâyet eder olmuş bazıları.<br />

Sahur ve iftar sofralarımızın etrafı çekirdek ailelerle<br />

çevrelendi. Sofralarımız çekirdek misali küçüldü.<br />

Özlemle evimize girmesini beklediğimiz pide<br />

ve hurma ramazan harici<strong>nde</strong> de evlerimizde bulunabiliyor<br />

ama hiç<strong>bir</strong>i eski tadı vermiyor. Bir zamanlar<br />

büyüklerimizden beklediğimiz bayram hediyelerini<br />

şimdi bizim çocuklarımız bizden bekliyorlar. Teravih<br />

namazlarında son saflardan ortalara doğru ilerledik.<br />

Arife ve bayram günleri ziyaret ettiğimiz kabristanlıklardaki<br />

mezarların sayısı arttı. Nice sevdiğimiz<br />

ramazanlara veda edip göç etti bâki âleme. Bayram<br />

sabahları elleri<strong>nde</strong> torbalarla kapımızı çalan küçükler<br />

tıpkı bizim gibi mahcubiyetten dolayı kızaran<br />

<strong>bir</strong> yüzle elimizi öpmek için davranıyorlar ve kendilerine<br />

verilecek <strong>bir</strong> şeker bekliyorlar. Bayramlar<br />

tatil amaçlı eğlencelere döndü. Yaşlılar, çocuklarını<br />

gözleri yollarda boş yere bekliyorlar. Bavulunu arabasına<br />

atan soluğu tatil köyleri<strong>nde</strong>, otellerde alıyor.<br />

Bizim, bayramlarda giymek için can attığımız ayakkabı<br />

ve elbiselere şimdiler modası geçmiş gözüyle<br />

bakıyorlar. Bayram kutlamaları adı altında ekranlardan<br />

türlü rezaletten fışkırıyor.<br />

Ne vakit sahura kalksam, <strong>bir</strong> iftar sofrasında ezanı<br />

beklesem, teravih namazı için evden çıksam, bayram<br />

sabahı kapımı çalan çocuklarla göz göze gelsem,<br />

bayram ziyaretleri<strong>nde</strong> büyüklerimin elini öpmek<br />

için davransam aklıma hep o çocukluk günlerimin<br />

ramazanları gelir ve şimdilerde sıkça duyduğumuz<br />

“Nerede o eski ramazanlar” sözü<strong>nde</strong>ki özlenen eski<br />

ramazanların o ramazanlar olduğunu düşünürüm. ■<br />

59<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Leylâk kokulu bahçemiz<br />

İBRAHİM ÇAPAN<br />

Çocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr.<br />

Götürdü <strong>bir</strong>likte hatıralarımın çağ sürgünü<br />

ayak izlerini de.<br />

Çocukluğumun geçtiği, Ruslardan kalma, toprak<br />

damlı bahçe içerisi<strong>nde</strong> yedi hanelik <strong>bir</strong> evdi. Bahçenin<br />

girişi, taş kemerli Kars’ta nadiren bulunan mimarî <strong>bir</strong><br />

özelliğe sahipti. Tahtadandı, evimizin kapısı ve pencere<br />

çerçeveleri. Başlardı damlamaya evimizin damı;<br />

karlar erimeye başladığında. Davetsiz misafirimizdi<br />

Nisan yağmurları. Annem, evin damlayan her <strong>bir</strong> köşesine<br />

bez yaydığı plastik leğenler ve kovalar koyar;<br />

yetmediği<strong>nde</strong> nenemin (babaannem) değer biçemediği<br />

bakır taslarını çağırırdı imdada. Vardı huzur “hayat<br />

bahçesi” dediğimiz yedi farklı renk mozaiği taşıyan<br />

bahçemizde. Akraba ilişkisi tazeliği<strong>nde</strong>ydi, komşuluk<br />

bağlarımız.<br />

Malakan idi ev sahibimiz. Etmedik hiç<strong>bir</strong> zaman<br />

merak Rusça ismini. Vermemiştik izin meraka. Aslan<br />

ve Şükrü isimli oğulları vardı. Hatta annem, Şükrü<br />

abinin askerliğini Asteğmen olarak yaptığını anlatırdı,<br />

uzun kış günleri<strong>nde</strong> masal yerine.<br />

Lâle Teyze; uzun boylu, deniz mavisi gözleri ve<br />

buğday sarısı kıvırcık saçlarıyla barbi bebek güzelliği<strong>nde</strong>ydi.<br />

Kırmızıya gönlünü kaptırmış gibiydi Lâle<br />

Teyze. Eksik olmazdı dudaklarından kırmızı ruju, tırnaklarından<br />

da kırmızı ojesi. Vardı incecik parmakları.<br />

Bakımlıydı uzunca tırnakları. Benzemiyordu hiç annemin,<br />

nenemin, diğer komşu kadınların tırnaklarına.<br />

“ Ağlama<br />

dillerim dolaşmadan<br />

yumruğum çözülmeden gecenin karşısında<br />

şafaktan utanmayıp utandırmadan aşkı<br />

üzerime yüreğimden başka muska takmadan<br />

konuşmak istiyorum.”<br />

İsmet Özel<br />

Benziyordu burnu “ Tatlı Cadı” televizyon dizisi<strong>nde</strong>ki<br />

Sementa’nın burnuna. Merak etmişimdir hep, oynattığında<br />

burnunu neler yapabileceğini. Güzelliğine güzellik<br />

katardı yuvarlık altın sarısı gözlüğü. Mümkün<br />

değildi unutmak beyaz çoraplarını ve kot pantolonlarını.<br />

Hatasız konuşurdu Türkçeyi. Tek tek dökülürdü<br />

ağzından Türkçe kelimeler. Benzemezdi konuşması<br />

bizim konuşmalarımıza. Hele anneme “ Meloş ” demesi<br />

giderdi çok hoşuma. Azdı anneme ismiyle hitap<br />

edenlerin sayısı. Ya “ yenge ”, ya “ gelin ” ya da “ g(k)<br />

ız ”dı adı annemin. Duymamıştım babamdan da adını<br />

annemin. Benim için de “anne” idi. Güzelleşirdi Lâle<br />

Teyzenin, o güzel Türkçesiyle annemin adı.<br />

Lâle Teyze, kışın yaşardı İstanbul’da. Nevruz bayramını<br />

kutlamak için gelir, kar yağıncaya kadar çıkarırdı<br />

Kars’ın tadını. Bahar tazeliğiyle gelirdi “hayat<br />

bahçemize” Lâle Teyze. Yan yanaydı evlerimiz. Kapı<br />

<strong>bir</strong> komşuyduk. Gelişine, sadece biz değil; sevinirdi<br />

kendi elleriyle diktiği leylâk ağaçları da. Belirtirlerdi<br />

sevinçlerini dallarında göstererek tomurcuklarını.<br />

Leylâk ağaçlarının annesi Lâle Teyze, sulardı ağaçlarını<br />

bûselik makamıyla. Özellikle sabahları, farklı <strong>bir</strong><br />

kokuyla karşılardı güneşi, musikişinas ağaçlar.<br />

Sadeydi evi Lâle Teyzenin. Evin tek süsü, Hz.<br />

Îsa’nın çarmıha gerilişini kompoze eden altın kaplama<br />

ikonaydı. Sayısız plâk… Soba borusuna benzeyen;<br />

ama soba borusu olmayan, sonraları öğrendim ismini,<br />

gramofon… Öğrenebilmiştim, iki şarkının tamamını<br />

60<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


u gramofonda çalan plâklardan. Taş plâktan çıkan<br />

ses ederdim vokalistlik bile zaman zaman. Değildi o<br />

zamanlar da sesim güzel. Dinledik akşam ezanından<br />

sonra defalarca hayran olduğum Müzeyyen Senar<br />

ve Kamuran Akkor’u. Verirdi önceliği Müzeyyen<br />

Senar’a. Çevirdikten sonra gramofonun kolunu sese<br />

gelirdi taş plâk:<br />

“ Benzemez kimse sana<br />

Tavrına hayran olayım<br />

Bakışından süzülen<br />

İşvene hayran olayım.”<br />

Devreye girerdi sırasını sabırsızlıkla bekleyen Kamuran<br />

Akkor:<br />

“Talihin eli<strong>nde</strong> oyuncak oldum.<br />

Kader böyle imiş buymuş alın yazım<br />

Zalim eli<strong>nde</strong>n sarardım soldum<br />

Şimdi gönlü kırık yaralı kuşum.”<br />

Kendini arıyordu şarkılarda Lâle Teyze sanki. Gramofondan<br />

yayılan bu sesle <strong>bir</strong>leşince leylâk kokusu;<br />

ayaklarını yerden kesiyor insanın; “ gökyüzü<strong>nde</strong> yalnız<br />

gezen yıldızlara ” yolculuğa davetiye çıkartıyordu.<br />

Tercih ederdi erken kalkmayı sabahları Lâle Teyze.<br />

Ederdi sohbet, sevgi dolu sözleriyle leylâk ağaçlarıyla.<br />

Dinlerlerdi manevî annelerini, sakin sakin ve sessizce<br />

leylâk ağaçları. Ağzından çıkan her <strong>bir</strong> kelimeyi<br />

anlarcasına kulak kesilirlerdi leylâk ağaçları, Leyla<br />

Teyze’ye. Denedim <strong>bir</strong>kaç kez ben de; ama ciddiye<br />

almadılar beni, mis kokulu leylâklar.<br />

Yerleştirmişti, duvarın dibine pirinç semaverini.<br />

Bakır leğeni ve bakır maşası altındaydı pirinç semaverin.<br />

Vardı horozlu kurnası pirinç semaverin.<br />

Kaynardı, Lâle Teyzenin çam kokulu külfet masasının<br />

yanı başında mütevazı dost sohbetleri pirinç<br />

semaverde. Yankılanır hâlâ “ Meloş! Gel Müslüman<br />

işi sabah çayı iç ” deyişi iç kulağımda.<br />

Yalnızdı Lâle Teyze. Uğraşırdı örtmeye gecenin<br />

astarsız laciverti ile yalnızlığını. Dökülürdü, ele avuca<br />

sığmayan; yalnızlık, ıstırap, korku ve sıkıntı deniz<br />

mavisi gözleri<strong>nde</strong>n. Saklardı, koynunda ve udunda<br />

hüzünlerini Lâle Teyze. Talipti paylaşılmayacak yalnızlığa<br />

gecenin perisi. Çalışırdı, aydınlatmaya, gecenin<br />

karanlığında yüreğini. Kaldırırdı kadeh, yıldızların<br />

en karasının şerefine, Lâle Teyze. İçerdi kırmızı şarap.<br />

Gazabından korkmazdı şarabın. Dönüşürdü leylâk<br />

rengine kırmızı şarabı, tükenince parası Lâle Teyzenin.<br />

Terk etmemişti, göz bebeklerini korkunun rengi<br />

Lâle Teyzeyi.<br />

Vardır, <strong>bir</strong> ağıdı her yalnızlığın, duymamıştı ne<br />

başkaları ne de ben yalnızlık ağıdı Lâle Teyzeden. Ağlatıyordu,<br />

sessiz sessiz onun ağıtları kendi yüreğini.<br />

Giyindirirdi naftalin kokulu gömlekler, New York<br />

ve Köln’de yaşayan; oğullarının, gelinlerinin, torunlarının<br />

ilgisizlikleri karşısında ezikliğine. Etmezdi sitem<br />

kimseye. O, çakır keyf olunca, baş kaldırırdı gecenin<br />

ihtiraslarına ve yalnızlığına; uduna ( o müzik aletine<br />

şişman saz derdim ben); oğullarına, gelinlerine, torunlarına<br />

sarılır gibi sarılır; geceye, yalnızlığına, hüzünlerine,<br />

leylâk ağaçlarına ve komşularına Müzeyyen<br />

Senar ve Kamuran Akkor’u aratmayacak sesiyle, başlardı<br />

iki parçalık konserine Lâle Teyze.<br />

Suzînak <strong>bir</strong> şarkıydı yalnızlığı Lâle Teyzenin.<br />

Tiryakisiydi bütün içeceklerin. İçerdi, kare beyaz<br />

kutulu, üzerine kırmızı puntolarla “Bahar ” yazılı<br />

sigaradan gü<strong>nde</strong> üç paket. Sararmıştı sol elinin parmakları<br />

sigarayla buluşmaktan. Yakışmıyor değildi<br />

parmaklarına nikotin sarısı Lâle Teyze’nin.<br />

Ramazan ayına denk geldiği dönemlerde “ hayat<br />

bahçemizin” bahçıvanı; çay, kahve ve sigaranın dışındaki<br />

içeceklerine koyardı ipotek. Pişirmezdi öğlen<br />

yemeği, bayram sabahına kadar. Etmezdi kabul, tek<br />

ziyaretçisi olan Peder Vovo’yu bile.<br />

İlkokul beşinci sınıftaydım. Geçirdik; sönük, hüzünlü,<br />

neşesiz Nevruz Bayramı’nı Lâle Teyze’siz.<br />

Onsuz geçirdiğimiz ikinci Nevruz’dan sonra kurudu<br />

leylâk ağaçları. Yoktu artık bahçemizde leylâk<br />

kokusu. Takıldı peşine, suları yangınlarla ısıtmaya<br />

giden Lâle Teyze’ye, leylâk kokusu.<br />

Çok sesli <strong>bir</strong> orkestra yalnızlığı idi Lâle Teyze.<br />

Seviyorum seni çocuk kalbimin sıcaklığıyla;<br />

eserken kendi ruhunda fırtınalar, kendi içine gömdüğü<br />

yalnızlığında bana hayâl kurmayı öğreten Lâle<br />

Teyze.<br />

Geleceğim sana, kendi ellerinle yetiştirdiğin<br />

leylâkların torunlarıyla kabrinin yerini öğrendiğim<br />

zaman.<br />

Çocukluğumu terk etti leylâk kokulu rüzgâr. Götürdü<br />

<strong>bir</strong>likte hatıralarımın çağ sürgünü ayak izlerini de.<br />

Yalnızım şimdi ben de. “Gündüzler geceler boyu.”■<br />

61<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


BÜKREŞ’TE EYLÜL<br />

Yine ünlem yüzlü insanlarda<br />

Bir şeyler yankılanıyordu geçmişe dair.<br />

Sancılı <strong>bir</strong> doğumdu belli<br />

1990 Romanya’sının ilkbaharında.<br />

Bir devirim tasını toprağını alıp kaçarken,<br />

Yeniden <strong>bir</strong> devirim yaşanıyordu bu topraklarda.<br />

Ve <strong>bir</strong> toplantı erteleniyordu;<br />

Mayıstan eylüle, Cluj Napoca’da.<br />

Bir eylül akşamı vardık Bükreş’e üç kafadar<br />

İnsanlar gördük <strong>bir</strong> yanları mahşer, gözleri<strong>nde</strong> yaş ve telaş<br />

Oymalar yapılmıştı mermi izleri<strong>nde</strong>n binalara<br />

Ve süsler kardeşkanından <strong>bir</strong> çağı dört duvar<br />

İnsanlar ürkek, insanlar perişan, insanlar yorgun.<br />

Adanmış mum isleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong> bulut<br />

Göbeği karaborsada <strong>bir</strong> dolar yirmi lei olan<br />

Her zamanki yeri<strong>nde</strong> yine cüzdan<br />

“Work, work, work no money” diyor taksici,<br />

Eski ve yeni zamanlardan bahseden <strong>bir</strong> eskici<br />

“İnsanoğlunun sahip olma duygusu”<br />

Engel tanımadan yine, her şeyi devrediyordu<br />

SÜLEYMAN TAŞDAĞ<br />

62<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Siyasetin, memleketi ‘medeniyetin bekleme odası’ndan çıkarıp AB’nin<br />

saadet halkasına dâhil etmek, batıdan dalga dalga gelen ekonomik krizin teğet<br />

geçmesi için gerekirse coğrafyamızın enlem ve boylam ayarlarıyla oynamak,<br />

gençlerimizi onların ruh ve beden sağlığını bozan her tür SSS sınavlarından<br />

kurtararak aş ve iş sahibi eylemek adına yapılan <strong>bir</strong> hizmet yarış ve nöbeti,<br />

içi<strong>nde</strong> hiç<strong>bir</strong> hile ve desisenin barınamadığı <strong>bir</strong> temsil mücadelesi olduğunu<br />

biliyor, her seçimde sandık başına gitmeyi asla ve kat’a ihmal etmiyorsanız bu<br />

yazıyı ivedilikle okumalısınız.<br />

ŞİNASİ GÜLAÇTI<br />

Milletin<br />

mukadderatını<br />

etkileyecek<br />

olan bu tarihî 12<br />

Eylül günü<strong>nde</strong>(!)<br />

memleketimin<br />

insanları sandık<br />

kuyruğunda<br />

vicdanları tirtir<br />

titreken ben ne<br />

süt içeceğim ne<br />

de kahve.<br />

Şinasi Gülaçtı’yı hep dil, edebiyat, sanat ve kültür üzerine<br />

yazıp çizen <strong>bir</strong> kelam meraklısı sanmayın. Gülaçtı,<br />

aynı zamanda partilerüstü <strong>bir</strong> siyaset meraklısıdır da.<br />

Amma şimdiye kadar hangi partiye oy verdiğini hiç kimseye<br />

söylememiştir. Keşke “açık oy, gizli tasnif” sistemi yeniden<br />

devreye girse de memleketin bu münevver(!) evladının hangi<br />

zamanlarda, hangi partiye oy verdiğini <strong>bir</strong> görsek diye aklınızdan<br />

geçirmeyin sakın.<br />

“Evet” mi “hayır” mı tartışmasının memleket sathına yayıldığı<br />

şu günlerde onun kalemine elbette ihtiyaç vardır, hem<br />

de acilen. Çünkü memleketin en önemli meseleleri, evet ya da<br />

hayır’ın sayım dökümü neticesi<strong>nde</strong> yarı yarıya çözülmüş olacak.<br />

İster evet’te hayır vardır ister hayır’da hayır vardır yanlısı<br />

olun, ama mutlaka oyunuzu kullanın, renginizi belli edin…<br />

Şimdi size Alfred Adler’in “Psikolojik Aktivite” adlı eseri<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong> bölüm aktaralım.<br />

Örneğin anne, arsız çocuğuyla arasını düzeltmek ister ve<br />

ona ,”Sen seviyorsun diye portakal aldım.” der. Çocuk hemen<br />

bağırır:”Ben portakalı canım istediği zaman isterim, sen getirdiğin<br />

zaman değil.” Aynı anne <strong>bir</strong> keresi<strong>nde</strong>, “İstersen süt,<br />

istersen kahve iç.” dediği<strong>nde</strong>, çocuk şöyle cevap vermiştir:<br />

63<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


“Sen süt iç dersen, kahve içerim; sen kahve iç dersen,<br />

süt içerim.”<br />

Milletin mukadderatını etkileyecek olan bu<br />

tarihî 12 Eylül günü<strong>nde</strong>(!) memleketimin insanları<br />

sandık kuyruğunda vicdanları tirtir titreken ben ne<br />

süt içeceğim ne de kahve. Televizyonun başına oturup<br />

keyifle sütlü kahve içeceğim. Çünkü tatildeyim.<br />

Hayatımda ilk kez oy vermezlik edeceğim. Ben ki<br />

12 Eylül öncesinin mükerrer seçmenleri<strong>nde</strong>nim...<br />

Tek seçimde, <strong>bir</strong>i Topkapı Suriçi’<strong>nde</strong>ki <strong>bir</strong> kilisede<br />

-zangoç odasının bitişiği<strong>nde</strong>- <strong>bir</strong>i cami avlusunda,<br />

<strong>bir</strong>i mektepte, diğerini hatırlamıyorum, olmak<br />

üzere dört oy kullanmış ideolojik seçim kahramanıyım.<br />

Hâşâ, suçlu ben değilim. Suç, memlekete<br />

Hindistan’dan boya, Yemen’den kahve, Çin’den<br />

ipek, İngiltere’den kumaş, Afganistan’dan haşhaş,<br />

Amerika’dan blucin getirmeyenlerde. Şimdi değiştim;<br />

adam olana tek oy yetiyor... Mükerrer oy<br />

kullanma suçunun ağır, vebalinin büyük olduğunu<br />

<strong>bir</strong>az geç anladık.<br />

12 Eylülde bana “Sen git, bağında bahçe<strong>nde</strong><br />

çalış, se<strong>nde</strong>n memur olmaz.” diyenler, şimdi “Paşa<br />

paşa gel, oyunu kullan.” diyor. Ölçek sağlam: “Her<br />

vatandaştan memur olmaz, ama her vatandaştan<br />

seçmen olur.” Ve bu sayfadan sesleneyim: Doğu<br />

vilayetlerimizin kırsal kesimleri<strong>nde</strong> hâlâ, “Bu annemin,<br />

bu yengemin, bu halamın, bu teyzemin, bu<br />

bacımın yerine...” diyerek başkalarının yerine ‘rey’<br />

kullanan çok oylu seçmenlerimiz; “Ağamızın köyü<strong>nde</strong>n<br />

bu partiye nasıl oy çıkar!” deyü, belki de<br />

sandık başkanının attığı tek oyu yakmaya kalkışan<br />

vatandaşımız var, desem kimse inanmaz.<br />

Niye siyasetten söz ediyoruz Bir esinlemeyle<br />

cevap verelim bu zor suale: Çünkü siyaset, siyasilere<br />

bırakılmayacak kadar ciddi <strong>bir</strong> iştir.<br />

Bu yazının maksad-ı âlisi nedir diye <strong>bir</strong> sual<br />

ile karşılaşacak olursak, “yazımızın maksadı yine<br />

kendisidir, yani yazıdır.” diyerek sıyrılırım işin<br />

içi<strong>nde</strong>n. Şerif Mardin’in Kemal Karpat’tan aktardığı<br />

“Türkiye’de siyasi düşünce ve yazılar inanılmayacak<br />

kadar gelişmiş <strong>bir</strong> tarihçeye sahiptir.” tespiti,<br />

beni hiç mi hiç ırgalamaz.<br />

Bu girişi okuyanlarımız, yukarıdaki iddiaların<br />

‘Güler Yüzlü Yazılar’ tefrikasının form ve mantığına<br />

uysun diye ‘siyaseten’ söylenmiş olduğunu<br />

bilirler.<br />

Şimdi sizlere Nizamü’l-mülk Hasan be<strong>nde</strong>lerinin<br />

1077-1080 yıllarında ‘tertib ettiği’ Siyâset-<br />

Nâme’ adlı eserden ilginç bulduğumuz hikâye,<br />

yorum ve hükme dair fasıllar aktaracağız ki onca<br />

sözümüz havada asılı kalmasın. Niye Nizamü’lmülk’ün<br />

‘Siyâset-Nâmesi’ derseniz, cevaben, okuyunca<br />

anlarsınız efendim, derim. Lakin kitabın<br />

muhtevası hakkında müellifin ettiği kelamı da vebal<br />

altında kalmayalım diye olduğu gibi aktaralım:<br />

“...bu kitapta hem nasihat, hem hikmet, hem<br />

atasözü, hem peygamberlerin hikâyeleri, hem<br />

velîlerin faaliyetleri, hem âdil padişahlarla ilgili<br />

hikâyeler vardır. Bütün uzunluğuna rağmen kısadır<br />

ve adil padişahın siyasetini söz konusu eder.”<br />

Eminim ki bu kitap Millî Maarifimizin anlı şanlı<br />

Tebliğler Dergisi’<strong>nde</strong> “Okunmasında <strong>bir</strong> sakınca<br />

yoktur” listesi dâhili<strong>nde</strong>dir.<br />

1.1.Arapça bilmeyenler de âlim olur<br />

SEKİZİNCİ FASIL – Din işlerinin nasıl olduğunun<br />

arayıp sorulmasına dair<br />

Hikmet: Lokman Hekim; “Dünyada bana ilimden<br />

daha iyi yardımcı yoktur. İlim hazineden (daha)<br />

iyidir. Çünkü, sen hazineyi korumak zorundasın;<br />

ilim ise seni korur.” diyor.<br />

Hasan Basri, “ Âlim Arapçayı daha çok konuşan<br />

ve bilen, Arap sözlerine ve diline hâkim olan<br />

değildir. Âlim bütün bilgiye vakıf olan kimsedir.<br />

Sahip olduğu her dil yeri<strong>nde</strong>dir. Eğer <strong>bir</strong> kimse<br />

Türk ve Fars ve Rum dili<strong>nde</strong> (yazılmış) bütün<br />

Kur’an ve şeriat ahkâmını ve tefsiri bilip de Arapça<br />

bilmezse âlim olur. Fakat Arap dilini bilirse daha<br />

iyi olur.”diyor.<br />

Hüküm : “...din ve padişahlık kardeş gibidirler:<br />

Memleketi<strong>nde</strong> her ne zaman <strong>bir</strong> karışıklık olsa,<br />

di<strong>nde</strong> de bozukluk olur; kötü din sahipleri ve müfsidler<br />

baş gösterirler. Her ne zaman ki din bozulur,<br />

memleket karışır; müfsidler, kuvvetlenirler; padişahı<br />

güçsüz kılarlar. Gönüllerde ıstırap husule gelir.”<br />

Yorum: Hasan Basri’nin sözlerini <strong>bir</strong> daha, <strong>bir</strong><br />

daha, olmadı <strong>bir</strong> daha okumak lazım gelir diye düşünüyorum.<br />

Zira ülkemizde ‘Cennet dili Arapçadır.’<br />

diyen onlarca din âlimi var... “Ben Arabım, dilim<br />

Arapça, cennet dili de Arapçadır.” hadisini –ki sahih<br />

olup olmadığı bilinmiyor- söylemek için fırsat<br />

kollayan, Divanü Lügati’-t-Türk’te geçen “Türk diliniz<br />

öğreniniz; zira bu millet için uzun <strong>bir</strong> saltanat<br />

mevcuttur.”hadisinin mevzu hadis olduğunda ısrar<br />

eden din adamlarımız, dünyanın bilmem hangi ülkesi<strong>nde</strong><br />

-Arap ülkeleri değil- üç beş aylık çocuğun<br />

64<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


çatır çatır Arapça konuştuğu asparagası var. Bütün<br />

bunları <strong>bir</strong> tarafa atın; “Türkçe bilim dili değildir;<br />

olacağa da benzemiyor.” diyen YÖK Başkanımız<br />

bile oldu çok şükür!<br />

1.2 Atı gemi ile götürmek<br />

ONUNCU FASIL - İstihbarat sahiplerine,<br />

memleket işleri için alınacak ted<strong>bir</strong>lere dair<br />

Hikâye: Sultan Mahmut, Irak’ı aldığı zaman<br />

<strong>bir</strong> kadın gelerek eşyalarını Deyr Keçin’den olduğu<br />

bilinen hırsızlar tarafından çalındığını söyler.<br />

Sultan’dan, “Kirman vilayeti mülkümün dışındadır.”<br />

karşılığını alan kadın, “Şu hâlde raiyyeti koruyamadığına<br />

göre, niçin cihan kethüdalığı yaparsın<br />

Ve ne biçim çobansın ki koyunları kurttan koruyamazsın<br />

Şimdi ha benim zayıflığım, ha senin<br />

kabiliyetsizliğin.”dedi.<br />

Mahmut’un gözü<strong>nde</strong>n yaşlar aktı...<br />

Hüküm: “...eğer <strong>bir</strong> kimse, haksız yere <strong>bir</strong> tavuğu<br />

veya <strong>bir</strong> torba samanı almışsa 500 fersahlık<br />

mesafedeki padişahın bundan haberi olmuş ve bu<br />

kimseyi cezalandırmıştır.”<br />

Yorum: Eloğlu minareyi çalmak için kılıf<br />

diktirir, deveyi hamutuyla, atı gemi ile götürür.<br />

1.3 Nedim, her şeye ‘iyi yaptın’ ve<br />

‘bravo’ demelidir<br />

ON YEDİNCİ FASIL- Padişahların nedimlerine<br />

dair<br />

Hikâye: Bir toplantıda konuşma yapan hatibin<br />

konuşmaları esnasında ağlayanların yanlarında<br />

mendilleri olmadığı için oturdukları mi<strong>nde</strong>rleri ve<br />

dahi yere serili Acem işi halıları, gözlerdeki sürmelerin<br />

ise akarak yüzlerdeki maskeleri tahriş ve<br />

tahrip ettiği görülmüştür.<br />

Hüküm : “Padişahın büyükler, vilayetler erkânı<br />

ve sipahsalarla çok oturması, padişahın kudret ve<br />

haşmetine ziyan verir ve onlar cüretli olur. Nedimler<br />

padişaha arkadaşlık eder. Padişahın ruhu nedim<br />

sayesi<strong>nde</strong> açılır. Padişah, rahat yaşamak, maskaralık<br />

ile şakayı <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine karıştırmak, nedimlerin<br />

önü<strong>nde</strong> güldürücü ve nadir hikâyeler söylemek<br />

isterse haşmetine ve padişahlığına ziyan vermez.<br />

Nedim küstah olmazsa, padişah ondan hiç zevk almaz,<br />

dinlenmez. Bir tehlike vuku bulursa, nedim,<br />

ceket ve kravatını çıkarıp vücudunu belaya siper<br />

etmekten korkmaz. Padişah her ne yapar ve söylerse,<br />

nedim ona ‘iyi yaptın’ ve ‘bravo’ demelidir.<br />

Padişaha ‘bunu yap, onu yapma’ diye öğretmenlik<br />

yapmamalıdır. Sonra nefrete götürür.<br />

“Gazneyn sultanının 10’u ayakta, 10’u da<br />

oturmuş 20 nedimi olur. Onlar bu âdeti ve düzeni<br />

Sâmânilerden almışlardır.”<br />

Yorum: Nedimler, <strong>bir</strong> yandan kendileri eğlenirken<br />

<strong>bir</strong> yandan da padişahı eğlendirirler. Zaman<br />

zaman padişahın küfür ve hakaretlerine maruz<br />

kalsalar da padişah efendimizin deşarj olmalarını<br />

temin ettikleri<strong>nde</strong>n nedimler asla bu kabilden sözlere<br />

aldırmayarak içtimai <strong>bir</strong> vazifeyi zevk ve dahi<br />

şevkle edaya devam ederler. İşbu sebeple yeni nedim<br />

kadrolarının ihdasına ihtiyaç vardır.<br />

1.4 “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben<br />

geliyorum.”<br />

YİRMİ BİRİNCİ FASIL- Elçilerin ahvaline<br />

dair<br />

Hikâye: “...ben kendi çadırımda oturmuş satranç<br />

oynuyordum. Arkadaşlardan <strong>bir</strong>ini satrançta<br />

yenmiştim ve yüzüğünü rehin olarak almıştım. Sol<br />

parmağıma geniş geldiği için yüzüğü sağ parmağıma<br />

takmıştım.’Semerkant elçisi kapıdadır.’ dediler.<br />

‘İçeri getiriniz dedim.’ Elçi içeri girdiği zaman söyleyeceğini<br />

söylüyor; ben de sağ parmağımdaki yüzüğü<br />

dalgınlıkla çeviriyordum. Elçi parmağıma ve<br />

yüzüğüme bakıyordu. Şemsü’l-Mülk, Alp Aslan’ı<br />

nasıl bulduğunu sordu. Elçi, ‘Efendimizi, görünüş<br />

ve gösteriş, yiğitlik, siyaset ve heybet... bakımından<br />

hiç<strong>bir</strong> eksiği yoktur. Ancak vezirinin <strong>bir</strong> kusuru<br />

vardır. Onun sağ parmağına <strong>bir</strong> yüzük takmış olduğunu<br />

gördüm. Hem parmağında döndürüyor hem<br />

de benimle konuşuyordu.’dedi. Bu söz sultanın kulağına<br />

gitmesin diye otuz bin dinar sarf ettim.”<br />

Hüküm: “Elçiler daha fazla kusur arayıcıdırlar...<br />

söz söylemekte cesur olan, her ilimden nasibi<br />

olan, hafız ve ileriyi gören, boyu ve gösterişi iyi<br />

olan <strong>bir</strong> adam elçiliğe layıktır.”<br />

Yorum: Elçi, zeki ve uyanık olmalı; kapıda<br />

asla üç dakikadan fazla beklememeli; oturup kalktığı<br />

yeri iyi bilmeli; iskemle ya da mi<strong>nde</strong>r seviyesinin<br />

muhatap olduğu kimselerinki<strong>nde</strong>n alçak<br />

olması hâli<strong>nde</strong> ya oturmamalı ya da maiyeti<strong>nde</strong>kilere<br />

mi<strong>nde</strong>r getirmelerini emretmeli. İlle de Ömer<br />

Seyfettin’in ‘Pembe İncili Kaftan’ını okumuş ve<br />

hatmetmiş olmalı.<br />

Reşat Ekrem Koçu’dan:<br />

Yavuz Sultan Selim, 1515 yılında Dulkadiroğlu’nu<br />

65<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Turnadağı Savaşında mağlup ederek, bu ülkeyi sınırları<br />

içine katmıştı. Ancak Mısır Sultanı Gansu<br />

Gavri elçi gö<strong>nde</strong>rerek yapılan işgali protesto ediyordu.<br />

Türk hakanına, “Hutbelerde sultanımızın<br />

adı okunan memleketleri iade ediniz.” dediği<strong>nde</strong><br />

Yavuz da şöyle cevap verdi: “Sultanınıza söyleyin,<br />

hutbe ve sikkede adının muhafazasını bizim memleketimiz<br />

olan Anadolu’da değil, Mısır’da düşünsün.”<br />

Elçi başını yere eğip: “Ben bunları sultanıma<br />

nasıl söylerim, siz <strong>bir</strong> elçi gö<strong>nde</strong>rin de o söylesin.”<br />

deyince Yavuz da, “Elçiye lüzum yok, Mısır’a ben<br />

geliyorum.”dedi.<br />

1.5 Herkesin kendi sürahi ve<br />

sakisini getirmesi caiz değildir<br />

OTUZUNCU FASIL – İçki meclisi tertip edilmesine<br />

dair<br />

Hikâye: IV. Murat, içki yasağı getirmiş ama<br />

kendisi de hatırı sayılır <strong>bir</strong> içici olduğundan yasağı<br />

dinlememiş, yani kendi koyduğu yasayı – diğger<br />

büyüklerimizde görüldüğü gibi -ara sıra delmiştir.<br />

Mesela, şarapla dolu kadehi eline alıp mübarek dudaklarına<br />

götürüp <strong>bir</strong> iki yudumda boğazlarından<br />

midelerine yolcu eyleyip ağzını şapırdatıp kadehi<br />

masaya koyuncaya kadar geçen zaman zarfında<br />

içki yasağı kalkmıştır; bu asla hile-i şeriyeden sayılmaz.<br />

Hüküm: “Neşe ve eğlence olan <strong>bir</strong> hafta içi<strong>nde</strong><br />

1 gün veya 2 gün de umumi kabul vermek lazımdır<br />

ki, her kime âdet olmuş ise gelsin; kimseyi geri<br />

çevirmesinler. Onların huzura geliş günü olduğu<br />

kendilerine bildirilsin... Herkesin kendi sürahi ve<br />

sakisini getirmesi caiz değildir; asla âdet olmamıştır<br />

ve çok beğenilmemiştir. Çünkü, her devirde yiyecek,<br />

meze ve şarabı kendi evleri<strong>nde</strong>n meliklerin<br />

meclisine getirmezler; aksine, meliklerin ve padişahın<br />

sarayından kendi evlerine götürürlerdi. Çünkü,<br />

sultan cihanın aile reisi, cihandakiler de hep<br />

kendisinin çoluk çocuğudur.<br />

“Padişah şarabı sarhoş olmak için içmemeli; ne<br />

daima neşeli ne de <strong>bir</strong>den<strong>bir</strong>e asık suratlı olmalı.”<br />

Yorum: Kethüdanın meclise Fransız ve İtalyan<br />

mamulü şaraplar yerine El-aziz, Şarköy, Ürgüp<br />

mamullerini getirmeleri memleketin istifadesi babındandır.<br />

Ancak haram olduğundan içmek istemeyenlerin<br />

elleri<strong>nde</strong> kadehleri ile dolaşıp <strong>bir</strong> yudumluk<br />

gargarayı en yakın çiçek ya da nebat saksısına<br />

adabı ilen püskürtmeleri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> mahsur yoktur.<br />

1.6 Muaviye’den annesini istemek<br />

OTUZ DÖRDÜNCÜ FASIL- Yüksek makam<br />

sahiplerinin azarlanmalarına dair<br />

Hikâye: “Bir kabul resmi<strong>nde</strong> eski püskü elbiseli<br />

genç <strong>bir</strong> adam içeri girdi, selâm verdi. Muaviye’nin<br />

önü<strong>nde</strong> küstahça oturdu. ‘Muaviye, ben bugün mühim<br />

<strong>bir</strong> iş için huzuruna geldim. Eğer yerine getirirsen<br />

söyleyeyim; eğer yapmazsan bileyim.’ Muaviye,<br />

‘Mümkün olan her şeyi yerine getiririm.’dedi.<br />

Adam, ‘Bil ki ben yabancıyım; karım da yok. Senin<br />

<strong>bir</strong> annen vardır; kocası yoktur; onu bana ver ki, ben<br />

hanımlı o da kocalı olsun; sana bu işten sevap hâsıl<br />

olur.’dedi. Muaviye, ‘Sen genç <strong>bir</strong> adamsın; annem<br />

ise ihtiyar <strong>bir</strong> kadındır; ağzında <strong>bir</strong> tek dişi yoktur.<br />

Bu işe neden rağbet ediyorsun’dedi. Adam, ‘Onun<br />

sevgi konularında büyük hüneri olduğunu işittim;<br />

ben de bunun için istiyorum.’dedi. Muaviye cevap<br />

verdi, ‘Vallahi babam da onunla aynı sebepten evlenmişti<br />

ve kendisinin bundan başka <strong>bir</strong> hüneri de<br />

yoktu. Lakin bu sözü anneme de söyleyeyim; eğer<br />

o rağbet ederse, bu dellalığa be<strong>nde</strong>n daha uygun<br />

başka <strong>bir</strong> kimse yoktur.’dedi. Kızgınlık da göstermedi.<br />

Hüküm: “İnsanın mükemmelliği ve aklı, kızmamasındadır;<br />

sonra eğer kızarsa, kızgınlığının<br />

aklına değil, aklının kızgınlığına galip gelmesi lazımdır.<br />

Onlar <strong>bir</strong> yanlışlık ve hata yaptıkları zaman,<br />

açıktan açığa azarlanırsa haysiyet kırıcılık hâsıl<br />

olur. Bir kimse hata yapınca, ‘Şöyle şöyle yaptın,<br />

biz kendi yükselttiğmizi alçatmamak için seni affettik.<br />

Bundan sonra kendine dikkat et.’ demeleri<br />

daha uygun olur.<br />

Yorum: Hata küçükten af büyüktendir, velâkin<br />

kimi devlet büyükleri, azarlamak için fırsat kollar.<br />

Hz. Ali’nin kızdığı zaman kendisini tutan ve <strong>bir</strong> şey<br />

yapmayan kimseyi daha savaşçı olarak nitelendirmesi<br />

dünyadaki liderin kaçında görülür Muaviye,<br />

sabır ve tahammül göstermiş, neredeyse ‘al validemi<br />

götür!’ demeye getirmiş.<br />

1.7 Dünyanın iki büyüğü: ABD ve<br />

d’si’ düşmüş AB<br />

ELLİNCİ FASIL – Zulme uğrayanların işlerine<br />

cevap vermeye dair<br />

Hikâye: “Derler ki, Yezdgird Şehryâr, Müminlerin<br />

Emiri Ömer b. Hattab’ın katına şöyle<br />

<strong>bir</strong> mektup yazdı: ‘Bugün bütün dünyada bizim<br />

66<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


dergâhımızdan daha kalabalık <strong>bir</strong> dergâh, bizim<br />

hazinemizden daha mamur <strong>bir</strong> hazine, bizim ordumuzdan<br />

daha fazla <strong>bir</strong> ordu yoktur; bizim sahip olduğumuz<br />

alet ve teçhizata hiç kimse sahip değildir.’<br />

Müminlerin Emiri, cevap vererek, ‘Evet, sizin söylediğiniz<br />

gibidir. Dergâhınız zulme uğrayanlardan<br />

dolayı kalabalıktır; hazineniz, haram servetlerden<br />

dolayı mamurdur; askeriniz fazladır, lakin ferman<br />

dinlemezler. Talih (devlet)i sona eren <strong>bir</strong>inin alet<br />

ve teçhizatı olur, lakin devam etmez. Bütün bunlar<br />

sizin talihsiz (bîdevlet)liliğinizin, memleketinizin<br />

yıkılacağının delilidir.’dedi”<br />

Hüküm: “Bu dünya meliklerin ruznamesidir.<br />

Eğer iyi olurlarsa, onları iyilikle anarlar; eğer kötü<br />

olurlarsa, keza kötülükle anarlar. Unsuri’nin söylediği<br />

gibi. Tahtını gök yapmak istiyorsan meşhur<br />

olacaksın. Kemerini yıldızdan yapmak istiyorsan,<br />

tanımış olacaksın...”<br />

Yorum: Doğuda Çin ve Rusya, batıda AB ülkeleri,<br />

daha batıda ABD gibi güçler dünyadaki eşsiz<br />

demokrasinin, hürriyet, eşitlik ve adaletin kurucusu<br />

ve kollayıcısıdırlar. Özellikle ABD, nerede adalet,<br />

hürriyet, müsavat üçgeni eşkenar olmaktan çıkmışsa<br />

düzene koymak için oraya derhal apoletlerini yığar,<br />

aydınlatmak için de yıldızlarını gö<strong>nde</strong>rir. Akabi<strong>nde</strong><br />

de “d”si düşmüş AB’nin lojistiği yetişir. “Kemerini<br />

yıldızdan yapmak isteyenler”lerin, kemerlerini kendi<br />

kafa derileriyle süslemeye çalışanlara tahakkümünün<br />

neticesidir bu.<br />

1.8 Benin divitim ve sarığım ile senin<br />

tacın ve tahtın…<br />

Yazının bu kısmında soyca İranlı olan Nizamü’l-<br />

Mülk’le Alp Aslan’ın oğlu Melikşah arasındaki söz<br />

düellosunu kitabın ‘ÖNSÖZ’ü<strong>nde</strong>n naklediyoruz.<br />

Sultan Melikşah devlet dizginlerini ele alıp git gide<br />

İranlılaşmaya doğru yol alan devleti, her yönü ile <strong>bir</strong><br />

Türk Devleti yapmaya girişerek, ordusunun başında<br />

yer aldığı zaman, karşısında vezirini bulur. Melikşah<br />

vezirin büyük nüfuz kazandığını ortaya çıkaran <strong>bir</strong><br />

hâdise üzerine, kendisine “Başında bulunduğum devlete<br />

ortak mısın, ister misin ki önü<strong>nde</strong>ki divit ile başındaki<br />

sarığın alınmasını emredeyim Melikşah bu<br />

sözü ile, vezirliğin iki alametini geri almak suretiyle,<br />

Nizamü’l-Mülk’ü azledeceğini söylemek ister, ona ilk<br />

defa meydan okur. O zamana kadar ted<strong>bir</strong>li ve ihtiyatlı<br />

davranmayı elden bırakmayan ve böyle durumlarda<br />

genç Selçuklu sultanını yatıştırmanın yollarını bulan<br />

ihtiyar vezir, bu defa sultanın meydan okumasına, <strong>bir</strong><br />

meydan okuma ile karşılık verir. “Sen benim fikrim<br />

ve ted<strong>bir</strong>im sayesi<strong>nde</strong> bugünkü ikbâle ulaştın. Baban<br />

öldürüldüğü gün seni nasıl idare ettiğimi, ayaklanmaları<br />

nasıl bastırdığımı hatırla ve unutma ki benim<br />

divitim ve sarığım ile senin tacın ve tahtın <strong>bir</strong><strong>bir</strong>ine<br />

sıkı sıkıya bağlıdır. Devlet bu ikisi ile ayakta duruyor.<br />

Divitin ve sarığın ortadan kalkmasıyla tac ve taht da<br />

ortadan kalkar.<br />

Yorum: “Bu saydıklarımız Nizmü’l-Mülk’ün<br />

müsbet rolleridir. Onun burada açıklanması uzun sürecek<br />

olan menfi rolleri de vardır ki, bunda da suç,<br />

İranlıları devlet hayatına ortak eden, başta hükümdar<br />

olmak üzere, hâkim Türklerindir.”<br />

Hüküm: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir.”<br />

Demokrasimiz, ömrü, içi<strong>nde</strong>ki ‘a’ harfi<strong>nde</strong>n daha kısa<br />

partilerin, ayrık otu gibi her tarafa kök salmış partilerle<br />

aynı mekânda varlık mücadelesi verme gibi <strong>bir</strong><br />

çelişkiyi de barındırarak güçlenmektedir. İlk mektep<br />

mezunu ve askerliğini yapmış her vatandaşın, <strong>bir</strong> partinin<br />

kapısını çalarak üç nüshalık “Hizmet Yarış ve<br />

Nöbeti Formu” doldurmasıyla demokrasimiz daha da<br />

güçlenecektir.<br />

1.9Fasl-ı Şinasi- Şiir<br />

Bu bölüm, 51.Faslın sonunda yer alıyor.<br />

“Dünyanın hâlini âlim adamdan sordum;<br />

‘Ya uykudur ya rüzgârdır ya da efsane.’dedi.<br />

“Gönül rahatlığı hususunda ne nasihat verir,<br />

söyle.”dedim.<br />

‘Ya <strong>bir</strong> deli ya sarhoş ya da divane.’dedi.<br />

Şimdi ey kari! Yukarıdaki satırları ister ciddiye<br />

alın ister elinizin tersiyle itin. Çünkü his ve fikir atmosferinizi<br />

etkilemeyen bu sözler ya <strong>bir</strong> deli divaneye<br />

ya da <strong>bir</strong> sarhoşa ait olsa da Jung Psikolojisi<strong>nde</strong><br />

buyrulduğu üzere “Toplum, her <strong>bir</strong>eyin kendisine<br />

düşen rolü mümkün olduğunca kusursuz oynamasını<br />

bekler.” sözü<strong>nde</strong>n ilham alarak, siyasetten çok particiliği<br />

seven rahmetli pederimin aziz ruhunu üzmeden<br />

içtimai <strong>bir</strong> vazifeyi yerine getirmiş olmanın verdiği<br />

gönül hoşluğu ile huzurlarınızdan ayrılıyorum.■<br />

KAYNAKÇALAR<br />

1.Nizamü’l-Mülk, Siyâset-Nâme, çev. M.Altay Köymen,<br />

1000 Temel Eser dizisi, Kültür Bakanlığı, İst. 1990.<br />

2. Alfred Adler, Psikolojik Aktivite, çev. Belkıs Çorakçı, Say<br />

Yay., İst. 1993.<br />

3. Frieda Fordham, Jung Psikolojisi, çev. Aslan Yalçıner,<br />

Say Yay., İst. 1994.<br />

67<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Orhan Koloğlu<br />

ve "Oklu Kirpi"leri<br />

M. NACİ ONUR<br />

Şair Koloğlu,<br />

görmüş geçirmiş,<br />

eskilerin deyimiyle<br />

umurdide <strong>bir</strong><br />

kişiliğe sahip, gönlü<br />

zengin, Arapça,<br />

Farsça ve Türkçeye<br />

hâkim, kelime<br />

hazinesi engin,<br />

hafızası kuvvetli,<br />

son derce mütevazı<br />

<strong>bir</strong> insandır.<br />

Sayın Orhan Koloğlu, okuduğum ve incelediğim “Harput”<br />

isimli eseriyle “Oklu Kirpi” serisinin 12. şiir kitabına<br />

imza atmış oluyor. Kendisi 1926 yılında Elazığ’da doğmuş,<br />

ortaokulda Türkçe öğretmeni Hasan Fehmi Erginol’dan, lisede<br />

Zeki Ömer Defne, Faruk Nafiz Çamlıbel’den feyz ve ders<br />

alarak edebiyata karşı sevgi hisleriyle dolmuş, üniversite tahsili<br />

sırasında da İbnü’l-Emin Mahmut Kemal İnal’ın edebiyat<br />

sohbetlerine katılmıştır.<br />

Orhan Koloğlu, ticaret ve ekonomi tahsili yapmasına ve bu<br />

alanda mesai sarf ederek uzman olmasına rağmen; edebiyata<br />

ve şiire de o derece zaman ayırmış, bu sahada da çalışmalarını<br />

başarılı <strong>bir</strong> şekilde sürdürmüş, Türk edebiyatı ve şiirini iyi<br />

derecede bilen, şiir alanında da 12. eserini yayınlayacak şekilde<br />

maharet sahibi olmuştur. Şiirlerle dolu <strong>bir</strong> ömür ve yine o<br />

şiirlerin yer aldığı <strong>bir</strong> düzine koca eser… Şair Koloğlu, görmüş<br />

geçirmiş, eskilerin deyimiyle umurdide <strong>bir</strong> kişiliğe sahip, gönlü<br />

zengin, Arapça, Farsça ve Türkçeye hâkim, kelime hazinesi<br />

engin, hafızası kuvvetli, son derce mütevazı <strong>bir</strong> insandır.<br />

Benim yayınladığım kitapların son üç tanesine yayınlanış<br />

tarihlerini belirten ve ebced hesabıyla, yani Arap harflerinin her<br />

<strong>bir</strong>inin taşıdığı rakam değerlerine göre hesap edilerek düşürülmüş<br />

tarihleri ihtiva eden manzumeleri oldukça orijinaldir. Mesela<br />

2004 yılında “Harputlu Şair Hacı Hayri Bey”(İnceleme-Metin)<br />

ismiyle yayınladığım kitabın neşir zamanını hicri tarih olarak<br />

veren şiiri şöyle:<br />

“Unutmak işlemişdi<br />

Deri<strong>nde</strong>n içimize<br />

Onur lutfeylemişdir<br />

Sunup faidemize<br />

Yeniden hayat verdi<br />

Sağ olsun Hayri’mize<br />

Tarihimden eylesin<br />

O elem istifaze (H.1425/ M.2004)<br />

68<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Yine 2007 yılında “Harputlu Şair Mustafa Sabri<br />

Efendi” adıyla yayınladığım eser için de ebced hesabıyla<br />

tarih manzumesi yazmıştır.<br />

“Doktor ONUR geç kalmadı bu işde<br />

Farkeylemek üstadı fark etmekde<br />

Çok şey zayi eyler tarihim O’nu<br />

Terkeylemek nisyana terk etmekte (M. 2007)<br />

2010 yılında çıkardığımız “Elazığlı Güftekarlar” isimli<br />

eserin çıkış tarihini işaret eden şiiri de şöyledir.<br />

“ Sn ONUR’a<br />

Tuğları Orhan tozutur kirletir<br />

Şahane kitap emek heder olur<br />

Seksen ikiden zibil çıkarılsa<br />

Güftekarlar şehri şahaser olur. (H.1470-39= 1431<br />

/M.2010)<br />

Oklu Kirpi serisinin son 12.si<strong>nde</strong>n önceki on <strong>bir</strong>incide<br />

yüzlerce şiir meydana getiren şairimiz, 12.si<strong>nde</strong> şiirlerinin<br />

çoğunu Harput ve Harputlulara ayırmıştır. Şiirlerinin <strong>bir</strong><br />

kısmı serbest vezinle <strong>bir</strong> kısmı hece, <strong>bir</strong> kısmı da aruz<br />

vezniyle ortaya konmuştur. Bir kısım şiirler de Ömer<br />

Hayyam’ın rubailerini andırır şekilde felsefi ve didaktik<br />

özelliklere sahiptir. Aşağıdaki şiir buna örnek olur diye<br />

düşünüyorum:<br />

“ ÖMÜR<br />

Haysiyetten bahse hakları yoktur<br />

Bir ömür boş gövde taşıyanların<br />

Geçmişi şanlarla doludur bence<br />

Toprağın altında yaşayanların”<br />

Yine on <strong>bir</strong>li hece vezniyle yazılmış “Yukarı Şeher”<br />

başlıklı şiir oldukça güzeldir:<br />

“Şarkın üzeri<strong>nde</strong> kuru yaşlanmış<br />

Kuytularda <strong>bir</strong> özerliktir Harput<br />

Göz görür ancak sevgiyle bakarsa<br />

Örselenmiş <strong>bir</strong> güzelliktir Harput”<br />

Aruzun ‘Failatün / Failatün / Failün’ kalıbına göre<br />

yazılan, Harput’a özlemini dile getiren şu şiiri de Fuzuli’ye<br />

nazire olmakla beraber, hisli ve duyguludur.<br />

“FUZULİ GİBİ<br />

Ney gibi her dem ki bezm-i vaslını yad eylerem<br />

Ta nefes vardır kuru cismimde feryad eylerem<br />

Harput’un ismi<strong>nde</strong> sihir her daim yad eylerem<br />

Azm ile nazm eyleyüp <strong>bir</strong> kutlu serhad eylerem<br />

Düşse dilimden n’ola zihi<strong>nde</strong>n zikre başlarım<br />

Gönlüme kazdım adını geçmişe ad eylerem<br />

Bir talakat hoş belağat nur semahat dağıdır<br />

Her gazelde dikkat eder lafza eb’ad eylerem<br />

Çekdim ucundan hayalin İzmir’e demirledim<br />

Bir Recai-zadeyim Harput’u Nijad eylerem<br />

Muhtac-ı himmettir Orhan yüz sürer toprağına<br />

Tab’ımın fevki<strong>nde</strong> eş’arımla imdad eylerem”<br />

“Oklu Kirpi 12”, Sayın Orhan Koloğlu tarafından 2010<br />

yılında bastırılmış. 108 sayfalık bu değerli şiir kitabının<br />

başlangıcında layık olmadığım halde benim de ismimin geçtiği<br />

şaire ait özlü <strong>bir</strong> ‘Önsöz’ ardından ‘Harput’ isimli Elazığ ve<br />

Harput’un kimliğini belirleyen <strong>bir</strong> manzume var. Bunu takiben<br />

eğitimci şair Nazım Payam’ın, “Koloğlu’nun Oklu Kirpisi”<br />

başlığıyla şairin şiirlerine ve şiir tekniğine dair yazısı ve daha<br />

sonra da eserde, şaire ait kendi şiirleri yer alıyor.<br />

Şiirlerinin <strong>bir</strong>çoğu çeşitli isimlere ithaf edilmiş; Kerim<br />

Sunguroğlu, Şükrü Kacar, Nurettin Ardıçoğlu, M.Naci Onur,<br />

Avni Anıl, Nihat Eriş, Nazım Payam, Cahit Kıraç, Fikret<br />

Memişoğlu, Celal Koloğlu, Zekeriya Bican bu isimler arasında<br />

yer alıyor.<br />

Nazım Payam’a ithaf edilen şiir şöyledir:<br />

“BUZLUK BAĞLARI<br />

Vakt eriyor gül sarardı, dalda durmaz ey gönül<br />

Gülzare yalnız inen bülbül eder naz ey gönül<br />

Kuytu serin <strong>bir</strong> yerin hayali be<strong>nde</strong>tti canı<br />

Vuslat ile mest olan diller kararmaz ey gönül”<br />

Bence, Orhan Koloğlu’nun yukarıda saydığımız vasıfları<br />

çerçevesi<strong>nde</strong> zihninin, yaşına göre dinç oluşu, “Oklu Kirpi<br />

12” yi vücuda getirmesi<strong>nde</strong> en önemli faktördür. Bu eserde<br />

Harput’un ön plana çıkışı, şairin doğup büyüdüğü beldeye<br />

vefa borcunu ödeme isteği<strong>nde</strong>n kaynaklanıyor. Çünkü “Oklu<br />

Kirpi”lerin diğerleri<strong>nde</strong>, ağırlıklı olarak sosyal içerikli, isimlere<br />

ithaf edilmiş ve İzmir’le ilgili şiirler bulunmaktaydı.<br />

Sayın Orhan Koloğlu ağabeyimiz ve üstadımızın daha<br />

nice yıllar sağlık içerisi<strong>nde</strong> o güzel tarzı, dili, üslubu ve<br />

hayalleri ile “Oklu Kirpi”lerini vücuda getirmesini temenni<br />

ediyoruz; zihnine, yüreğine, diline ve kalemine sağlık<br />

diyoruz.■<br />

69<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


"<strong>Dil</strong> gölgesi"<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> şair:<br />

Mehmet Aycı'nın şiir kitaplarının yeni<br />

basımları üzerine<br />

HAKAN ORHAN<br />

"...kullandığı dil,<br />

okuyucuyu çok yoran<br />

dil oyunlarından<br />

çok uzak. Sezdiren<br />

<strong>bir</strong> üslupla geniş<br />

ve zengin <strong>bir</strong> hayal<br />

dünyası sunuyor<br />

okuruna. Geleneğin<br />

ve İslam yaşayış<br />

hafızasının insana<br />

dokunan en ince<br />

bağlantı noktalarını<br />

keşfediyor ve<br />

kaydediyor. "<br />

Mehmet Aycı’nın; Mor Kitap, Aşk Bir Deniz<br />

Rüyası, Yakı, Derin, Bağ(d)at Kitabı, <strong>Dil</strong><br />

Gölgesi, Bunlar Yazmaz Kitapta, Yalnızlık Vergisi ve<br />

Aramadığım Günler adlı 9 şiir kitabı, 4 Kitap Yayınları<br />

(Birleşik Dağıtım Kitabevi) tarafından yayınlandı.<br />

Daha önce başka yayınevleri<strong>nde</strong>n çıkmış olan şiir<br />

kitapları da, yeni kitaplarıyla <strong>bir</strong>likte böylece yeniden<br />

yayınlanmış oldu.<br />

Aycı, şiir tutkunlarının yakından tanıdığı modern<br />

Türk şiirinin genç ustalarından. Modern insanın yalnızlığını,<br />

aşkı algılayışını, acılarını, uyumsuzluğunu<br />

çağdaş şiir dilinin imkânlarını kullanarak işliyor. Halk<br />

şiirinin biçim ve içerik imkânlarından da nasıl ustalıkla<br />

faydalandığını; divan şiirinin imge dünyasından nasıl<br />

siluetler ve sesler taşıdığını Aycı’nın şiirleri<strong>nde</strong> görebiliyoruz.<br />

Divan şiirinin ve halk şiirinin inceliklerini<br />

keşfederek kendi şiirinin kaynaklarından <strong>bir</strong>i haline<br />

getirdiğini görüyoruz. Akıcı, kuşatıcı ve ilgi uyandırıcı<br />

sağlam <strong>bir</strong> dille şiirini kuruyor. “Açık Bir Deniz Rüyası”<br />

kitabındaki gazeller, koşmalar eski şiir geleneğimizle<br />

olan yakınlığını gösteriyor. Bağ(d)at Kitabı, şairin<br />

insanlığın acılarına ortak olduğunu sosyal meselelere<br />

de ilgisiz kalmadığının güzel <strong>bir</strong> örneği.<br />

70<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


<strong>Dil</strong> Gölgesi’<strong>nde</strong>ki “semah II” şiiri<strong>nde</strong>; insanın<br />

bu dünyadaki yalnızlığını anlatmaya çalışıyor.<br />

Hayatın anlamını sorgulayan <strong>bir</strong> zihin ve<br />

yürekle yola çıkıyor. İnsanın dünya macerasındaki<br />

yalnızlığını, gerçeğin aldatıcı görüntüler<br />

altında kayboluşunun uyandırdığı arayışlarını<br />

paylaşıyor ve anlatmaya çalışıyor.<br />

“herkes kendine döner, yalnızlık dediğimiz<br />

ne acıdan giysiler, ne bilinmeyen ada<br />

susayınca varlığın kıyısına ineriz<br />

adımız taş atımı <strong>bir</strong> anlık dalga suda”<br />

Yakı’daki “”bunlar yazmaz kitapta…” başlıklı<br />

şiiri<strong>nde</strong>; Aycı belki bütün hatırladıklarını,<br />

yaşadıklarını, şahit olduklarını imge imge<br />

şiirine yerleştiriyor. Fakat şunun hep farkında<br />

olarak; her şeyi anlatmaya kalemin<br />

gücü yetmiyor ve her şey kitaptan öğrenilemiyor,<br />

öğretilemiyor. Aycı için çocukluğun insan<br />

hafızasında bıraktığı anılar ve hayaller kadar<br />

zengin <strong>bir</strong> hayal sığınağı olamaz. Şair, hayatın<br />

en onulmaz çıkışlarına karşı çocukluğundan<br />

hep güç almaya çalışıyor.<br />

“tahta silahım vardı, ah ne güzel oyuncak,<br />

Bilmezdi kimsecikler ateşten ve baruttan<br />

Korktuğumu usulca/şeytandan korkar gibi<br />

Kömürlük cadılarından kuyu analarından<br />

Karanlıkta geçilen mezarlık kenarından<br />

Kırk haramiden ya da /<br />

-<strong>bir</strong>az da ondan sarıldım tahta oyuncağıma-<br />

Büyüdüm, işe yaradı silahım<br />

Namlusu toprak saksıda <strong>bir</strong> çocukluk anısı<br />

Sanki dünyayı sarıyor odamdaki sarmaşık<br />

o yeşermez ağacın minick kabzasında<br />

-bu yazmıyor kitapta!-<br />

rüya<br />

gün gider hüzün gider ben hep aynı yerdeyim<br />

ne camda arap kızı kafdağı’nda hüzün<br />

giden günle beraber eskir elbiselerim<br />

giden günle beraber yağmura çalar yüzüm<br />

bütün esrik kızların gül koydum avucuna<br />

sonra şiir söyledim <strong>bir</strong> güle yaslanarak<br />

ondan bağlıdır dilim bulutların ucuna<br />

ondan ayaklarımı aşina bulur toprak<br />

şair hep aynı yerde <strong>bir</strong> yangın avaresi<br />

ellerim ateş sunar çeşmelerin diline<br />

ben kimim çeşme nerde ellerim neyin nesi<br />

bilmeden süzülürüz ölümün kandiline!<br />

MEHMET AYCI<br />

Aycı’nın kullandığı dil, okuyucuyu çok<br />

yoran dil oyunlarından çok uzak. Sezdiren<br />

<strong>bir</strong> üslupla geniş ve zengin <strong>bir</strong> hayal dünyası<br />

sunuyor okuruna. Geleneğin ve İslam yaşayış<br />

hafızasının insana dokunan en ince bağlantı<br />

noktalarını keşfediyor ve kaydediyor. Aycı’nın,<br />

modern Türk şiirinin usta <strong>bir</strong> sesi olarak uzun<br />

yıllar ürün vermesini ve şiirlerini zevkle okumayı<br />

diliyoruz. ■<br />

71<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


"Gel gitme gençliğim<br />

ömür bildiğim."<br />

ÖMER KAZAZOĞLU<br />

Yahya Akengin<br />

denilince elbette<br />

Hisar Dergisi akla<br />

geliyor. O Hisar’ın<br />

şairidir. Yahya<br />

Akengin edebi<br />

üslûp sınavını<br />

Hisar dergisi<strong>nde</strong><br />

vermiştir. “Bir<br />

Semaverlik<br />

Muhabbet”in<br />

demlenmesi de o<br />

yıllarda başlamıştır.<br />

Anı türü edebiyatımızda teknik bakımdan<br />

yeni olmakla <strong>bir</strong>likte diğer türlere varlığını<br />

sindirmiş ve hep var ola gelmiştir. Eleştirmenler tarafından<br />

ciddiye alınmamış, zaman zaman ağır hücumlara<br />

da uğramıştır. Hatta anı türünü edebiyatın<br />

içerisi<strong>nde</strong> saymayanlar bile çıkmıştır. Bu tartışma<br />

ve eleştirilerin kaynağında anıyı meydana getiren<br />

dil, üslûp ve yaşanmışlık, okuyucu nezdi<strong>nde</strong> kadir<br />

kıymet bulması yazarın kamuoyundaki durumunun<br />

ilgi uyandırmasıdır.<br />

Anı türünün edebi yolculuğunda işinin hiç de<br />

kolay olmadığını edebi muhit içerisi<strong>nde</strong> görmek<br />

mümkündür. Anı türü<strong>nde</strong> yazarının en önemli çıkış<br />

sebebi yaşadıklarını yazma ihtiyacından, geçmişe<br />

sarılma mecburiyeti<strong>nde</strong>n değil, geçmişin alınyazısındaki<br />

çoğulculuğundan ve paylaşımdan kaynaklanmaktadır.<br />

Okuyucunun ilgi ve tarafgirliğini<br />

her edebi tür gibi anı da taşımak zorundadır. Anın<br />

işlevsel ve şiirsel dili, coşkulu anlatımı ve yaşanan<br />

olayların bölüşülmesi tarihe ve sosyolojiye de payanda<br />

olmaktadır. Anı <strong>bir</strong> noktada romanın alt yapı<br />

problemini ortandan kaldırmaktadır düşüncesi<strong>nde</strong>yim.<br />

72<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Nasıl ki güçlü roman toplumsal tabakaların<br />

yaşam alanlarından beslenmiş ise anı yazarlarının<br />

yaşadıklarını yazıya ve kitaba dönüştürmeleri<br />

de onların edebi türle beslenmeleridir. Halit Ziya<br />

Uşaklıgil’in Kırk Yıl’ında olduğu gibi. Edebiyatımızda<br />

<strong>bir</strong>çok edebi ürü<strong>nde</strong> varlığını hissettiren anı<br />

türü başta sosyoloji, tarih ve psikoloji olmak üzere<br />

bunun gibi bilim dallarına da kaynaklık etmiş, rehber<br />

olmuştur.<br />

Hele anı yazarı edebiyatın içerisi<strong>nde</strong> ise yani<br />

şair, romancı, hatip, siyaset adamı kimliğini taşıyorsa<br />

yaşadıklarını tarihin tanıklığına geleceğin<br />

sorumluluğuna sunmuştur. Kimliğini Tanzimat’la<br />

onaylayan edebiyatın bu şanssız türü şiirin romanın<br />

ve hikâyenin karşısında tutunabilmek için dilin istisnasızlığına<br />

ihtiyacı vardır. Yazar bu bilinci unutmamalıdır.<br />

Yazar, mensup olduğu dilin vakarıyla<br />

gerçek <strong>bir</strong> edebi zevk içi<strong>nde</strong> yaşadıklarını realist<br />

yalın ve muhattabını ciddiye alan tutum içerisi<strong>nde</strong><br />

olmalıdır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Günlükleri<strong>nde</strong><br />

olduğu gibi…<br />

Yukarıdaki satırları bana yazdıran son dönemde<br />

zevkle okuduğum Yahya Akengin’in “Bir Semaverlik<br />

Muhabbet” adlı anı kitabıdır. Üstadın anılarını<br />

okurken her şeyden evvel kullandığı dilin hakkını<br />

veren ve diline âşık <strong>bir</strong> yazarla karşılaşıyorsunuz.<br />

Kitabın tamamı bittiği<strong>nde</strong> dolu dolu yaşamış <strong>bir</strong><br />

şairin yaşadıklarını paylaşıyorsunuz.<br />

Yeri gelmişken şu satırı da eklemek durumundayım;<br />

anı salt yazarın yaşadıklarından ibaret değildir.<br />

Gü<strong>nde</strong>lik hayattan hiyerarşik çekişmeye,<br />

siyasetten ekonomiye hülasa yaşanmışlıklardaki<br />

bütün derin renkleri barındırır. Yine yaşanmışlıktan<br />

okuyucu payına düşen o soylu hisseyi çekinmeden<br />

helâli<strong>nde</strong>n alır ve dilin huzuruna varır.<br />

Yazarımız Yahya Akengin anılarına Bayburt<br />

ve Erzurum’dan başlıyor. Bu iki şehir onun için<br />

önemlidir.<br />

Erzurum Gar’ında <strong>bir</strong> tren,<br />

Sırtına sonbaharı yükleniyor<br />

Dalından düşmüş yapraklar gibi yolcular,<br />

Rüzgârlara boyun eğmiş, <strong>bir</strong> de ben..<br />

Doğduğu Bayburt’tan ayrılış heyecan ve burukluğu,<br />

ilk gençlik yılları <strong>bir</strong> şairin ayak izlerini<br />

belirliyor. Yazarın “Gençliğim Eyvah” demediği<br />

diyemediği buna zaman bulamadığı yıllar meslek<br />

hayatına en önemlisi de şiire başladığı yıllar…<br />

“Isparta’da askerlik”, “tabur çeşmesi”, “tekmil<br />

şiiri”…<br />

Bu anılar yolculuğunda Akengin’in önemli<br />

yönlerini keşfediyorsunuz: Milli manevi duyarlılık,<br />

mesleki duyarlılık, anadiline yaşadığı dile<br />

duyarlılık. Bir şairden daha ne beklenir ki. Ayrıca<br />

anılarda devlet kurumlarının sebepsiz çekişmelerle<br />

yıpratıldığı açıkça ortaya konulmuş.<br />

Bazı kurumları işgal eden yazarların sanıldığı<br />

kadar dil erbabı olmadıklarına tanık oluyorsunuz.<br />

Yazar, inandığı dünya görüşünü, inancından<br />

dolayı başına gelenleri bütün içtenliği ile okurla<br />

paylaşıyor. Milliyetçi duruşundan dolayı başına<br />

gelenler okuru hayretler içerisi<strong>nde</strong> bırakıyor.<br />

Milliyetçilerin entrikalarla nasıl dışlandığını görüyorsunuz.<br />

Yahya Akengin denilince elbette Hisar Dergisi<br />

akla geliyor. O Hisar’ın şairidir. Yahya Akengin<br />

edebi üslûp sınavını Hisar dergisi<strong>nde</strong> vermiştir.<br />

“Bir Semaverlik Muhabbet”in demlenmesi de<br />

o yıllarda başlamıştır.<br />

Bize ait değerlerin <strong>bir</strong> edebi türle var olması<br />

Türk yazarının dikkatle üzeri<strong>nde</strong> durması<br />

gereken <strong>bir</strong> konudur. Akengin, edebi akımlara<br />

kısmen mesafeli, fakat kendine has zevki ve<br />

derinliği eserlerine yansıtmayı bilmiştir.<br />

Yahya Akengin, Yazarlar Birliği’nin kuruluşu,<br />

çalışmaları kurduğu kurumda devre dışı<br />

bırakılması, İLESAM’ın kuruluşu, yaptığı<br />

hizmetler, son olarak TÜRKSEV’in kuruluşu<br />

Türk dünyası ile <strong>bir</strong>likte yapılan çalışmalar.<br />

Anlatılanlar kuru yaşanmışlıklardan ibaret değil<br />

kullanılan yalın dil okuyucuyu isteyerek<br />

o anılar dünyasına çekiyor. Hem yazarımızın<br />

başka yönlerini de açıyor.<br />

Yahya Akengin’de olan seçkinci <strong>bir</strong> duruş<br />

mertçe <strong>bir</strong> tavır tavizsiz <strong>bir</strong> dünya görüşü.<br />

Milli duyuş, düşünüş yaşayış… Çok yakın tanımakla<br />

bahtiyar olduğum Yahya Ağabeyin “Bir<br />

Semaverlik Muhabbet”e isim babalığı yapan<br />

“Erzurum” şiirinin ilk dörtlüğünü veriyorum.<br />

Bir semaverlik muhabbettir ömür dediğin<br />

Ve göz ufkunda <strong>bir</strong> kağnıdır göçer gider<br />

Palandöken yaylasında <strong>bir</strong> türküdür zaman<br />

Ötesi karlı <strong>bir</strong> düş uçar gider■<br />

73<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Kırım'ın ebedi sesi<br />

Cengiz Dağcı<br />

BEYHAN KANTER<br />

İsa Kocakaplan,<br />

Dağcı’yı anlatırken<br />

onu tek başına <strong>bir</strong><br />

fert olarak değil<br />

Kırım topraklarında<br />

güçlüklere,<br />

dayatmalara<br />

katlanan <strong>bir</strong>i<br />

olarak tanıtır. Bunu<br />

yaparken de onu<br />

yaşadığı çevreden<br />

ve ailesi<strong>nde</strong>n<br />

soyutlamak<br />

yerine onlarla<br />

bütünleyerek<br />

anlatır.<br />

Edebi eserler, kaderlerini yayınlandıktan<br />

sonra yaşarlar. Ancak edebi eserlerle ilgili<br />

yapılan çalışmalar da kimi zaman bu eserlerin<br />

kaderleri<strong>nde</strong> belirgin <strong>bir</strong> rol oynar. Zira<br />

yazarların ne söylediği kadar bu eserlerle ilgili<br />

söylenenler ve yapılan çalışmalar da edebiyat<br />

dünyası için <strong>bir</strong>er kazanım niteliği<strong>nde</strong>dir. Nitekim<br />

İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Güçlü Sesi<br />

Cengiz Dağcı” kitabı, Cengiz Dağcı’nın bilinmeyen<br />

yönlerinin ortaya çıkarılmasında ve onun<br />

yaşam algısının aktarılmasında <strong>bir</strong> aracı rolü<br />

üstlenmektedir. Kırım edebiyatının güçlü yazarı<br />

Cengiz Dağcı’nın yaşamının ve edebi yönünün<br />

samimi <strong>bir</strong> üslupla anlatıldığı kitap, <strong>bir</strong> devrin<br />

anatomisini yapması bakımından dikkat çekicidir.<br />

İsa Kocakaplan, önsöz, bibliyografya ve<br />

fotoğraflar hariç dört bölümden oluşan kitapta<br />

Cengiz Dağcı’nın bütün yönlerini detaylarıyla<br />

ve belgeler/kaynaklar ışığında ortaya çıkarır.<br />

Önsözde yazar, kitabın yazılma serüvenini yine<br />

samimi <strong>bir</strong> dille aktarırken Cengiz Dağcı’nın<br />

kendisine yazmış olduğu <strong>bir</strong> mektubu da ekleye-<br />

74<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


ek okurun duygu dünyasını<br />

harekete geçirir. Bu mektup,<br />

<strong>bir</strong> yazarın kendisiyle ilgili<br />

yapılmış <strong>bir</strong> çalışma hakkında<br />

düşüncelerini, çalışmayı<br />

yapan araştırmacıyla <strong>bir</strong>e<strong>bir</strong><br />

paylaşması açısından önemlidir.<br />

Sanıyoruz, bu da pek<br />

az araştırmacıya nasip olur.<br />

Kırım edebiyatından<br />

doğup tüm Türk Dünyası<br />

içi<strong>nde</strong> güçlü kalemiyle kendine<br />

<strong>bir</strong> yer edinen Cengiz<br />

Dağcı’nın romanlarının,<br />

hikâyelerinin ve mektuplarının<br />

tanıtıldığı ve tahlil<br />

edildiği kitaba yazar, öncelikle<br />

Kırım Hanlığının tarihsel<br />

geçmişi<strong>nde</strong>n bahsederek<br />

başlar. Zira <strong>bir</strong> edebiyatçıyı, <strong>bir</strong> yazarı anlamak<br />

için öncelikle onun yetiştiği sosyal çevreyi ve<br />

onun ruhuna işleyen tarihsel zemini bilmek gerekir.<br />

Birinci bölümde Kırım tarihi hakkında kısa<br />

bilgi veren İsa Kocakaplan, daha sonra ikinci<br />

bölümde Cengiz Dağcı’nın biyografisine değinir.<br />

Bir yazarın aile ortamı ve yetiştiği şartlar,<br />

onun sanatına olgunluk kazandıran ve sanatını<br />

tetikleyen unsurlardır. Bu bağlamda, <strong>bir</strong> yazarın<br />

eserlerini iyi anlamak için onun hayat öyküsünün<br />

ve yaşamındaki geçiş dönemlerinin de bilinmesi,<br />

gözden kaçırılmaması gereken <strong>bir</strong> husustur.<br />

Her eserin <strong>bir</strong> doğuş öyküsü vardır ve bu öykü<br />

genellikle yazarların yaşamlarıyla ilintilidir. İsa<br />

Kocakaplan da Cengiz Dağcı’nın biyografisini<br />

verirken onun yaşamındaki dönüm noktalarına<br />

değinmiş ve bu dönüm noktalarının yazar üzeri<strong>nde</strong>ki<br />

etkileri<strong>nde</strong>n bahsetmiştir. Bu bölümde<br />

kullandığı alt başlıklarda araştırmacının Cengiz<br />

Dağcı’nın yaşamındaki dönüm noktalarını ve<br />

onun kişiliğini ve ruh evrenini şekillendiren unsurları<br />

anekdotlarla açıklaması okuru farklı mecraların<br />

içine çeker.<br />

Kitabın ikinci bölümüne,<br />

yazarın biyografisini<br />

verdikten sonra “Kırımda<br />

Açan Kardelen” başlığıyla<br />

giriş yapan Kocakaplan, bu<br />

bölümde yazarın kişiliğini<br />

ve eserlerini/sanatını tahlil<br />

eder. Araştırmacının, öncelikle<br />

Dağcı’nın edebi yönünü<br />

geliştiren ve ortaya çıkaran<br />

ortamlardan bahsetmesi,<br />

eserlerde geçen mekânların<br />

ve olayların zemini<strong>nde</strong> yatan<br />

gerçekliklerin açığa çıkması<br />

bakımından önemlidir. Zira<br />

zor <strong>bir</strong> yaşam süren ve çeşitli<br />

dayatmalara maruz kalan<br />

Cengiz Dağcı’nın sanatında,<br />

yaşamsal süreçte karşılaştığı<br />

güçlüklerin yansımaları/izleri görülür. Edebiyat<br />

dünyasına şiirle giren Cengiz Dağcı, komünizme<br />

yönelen Sovyet insanını değil de şiirleri<strong>nde</strong>,<br />

dağları, sisleri, duvarları ve mezarlıkları işlediği<br />

için eleştirilir. Çektiği maddi sıkıntılarla beraber<br />

baskıcı rejimin dayatmaları da Cengiz Dağcı’yı<br />

zor <strong>bir</strong> yaşam sınavının içine hapseder. İsa Kocakaplan,<br />

Cengiz Dağcı’nın sanatına etki eden<br />

bu unsurları yazarken onun çevresiyle olan ilişkilerine<br />

de vurgu yaparak etrafındaki insanların<br />

onun üzeri<strong>nde</strong> kurduğu baskının Dağcı’yı yıldırmadığını<br />

örneklerle gözler önüne serer. Cengiz<br />

Dağcı’nın şairliğe, yazarlığa giden serüvenini<br />

onun yaşamından kesitler/anekdotlar sunarak<br />

yansıtan İsa Kocakaplan, böylelikle kitabın sade<br />

<strong>bir</strong> biyografi çalışması olmasının da önüne geçer.<br />

Yazarın, Dağcı’nın kişiliğini anlatırken özellikle<br />

onun ailesi<strong>nde</strong>n ve sosyal çevresi<strong>nde</strong>n detaylı<br />

olarak bahsetmesi, onun edebiyat dünyasına girişi<strong>nde</strong><br />

bu unsurların önemini yansıtması bakımından<br />

dikkate değerdir. Kanaatimizce, özellikle<br />

Cengiz Dağcı gibi kendi yaşadığı çevreyi eserlerine<br />

konu alan <strong>bir</strong> yazar incelenirken onun sadece<br />

75<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


kısa özgeçmişi<strong>nde</strong>n bahsetmek <strong>bir</strong> yazarın tam<br />

anlamıyla anlaşılması noktasında bazı eksiklikler<br />

kalmasına neden olabilir. Nitekim bu bilinçle<br />

yazılan kitapta İsa Kocakaplan, Dağcı’yı anlatırken<br />

onu tek başına <strong>bir</strong> fert olarak değil Kırım topraklarında<br />

güçlüklere, dayatmalara katlanan <strong>bir</strong>i olarak<br />

tanıtır. Bunu yaparken de onu yaşadığı çevreden ve<br />

ailesi<strong>nde</strong>n soyutlamak yerine onlarla bütünleyerek<br />

anlatır. Böyle <strong>bir</strong> anlatım/tanıtım hiç şüphesiz ki<br />

<strong>bir</strong> yazarın geçmişini, şimdisini okurlara sunarken<br />

eserlerinin yaşamıyla bağlantısını da gözler önüne<br />

serer. Yazar, Cengiz Dağcı’nın portresini de adeta<br />

romanlaştırarak anlatır.<br />

Cengiz Dağcı’yı ailesi, sosyal çevresi, bulunduğu<br />

ülkenin siyasi durumu ve yaşadığı mekânın<br />

özellikleri ile <strong>bir</strong>likte tanıtan araştırmacı, üçüncü<br />

bölümde öncelikle eserlerin kronolojik sırasını<br />

verir. Bir yazarın edebi değişim sürecini takip<br />

edebilmek için onun eserlerinin kronolojik sırasını<br />

bilmek elbette önemlidir. Bu sıralamadan sonra<br />

araştırmacı, Cengiz Dağcı’nın eserlerini özetleme<br />

tekniğiyle tahlil eder. Kırım halkının sadece<br />

sesi değil aynı zamanda çığlığı olan Dağcı’nın<br />

romanlarında savaşın izlerinin ve savaş yıllarının<br />

yer tutması yaşanılan ortamın kaotikliğiyle ilintilidir.<br />

Dağcı’nın romanları hakkında fikir verebilmesi<br />

açısından on yedi romanının özetini veren<br />

İsa Kocakaplan, aynı zamanda bu romanların<br />

doğum tarihleri<strong>nde</strong>n ve kaderleri<strong>nde</strong>n bahsederek<br />

okuru genel olarak bilgilendirmektedir. Cengiz<br />

Dağcı’nın hikâye ve mektuplarının toplandığı<br />

Haluk’un Defteri ve Londra Mektupları’nın<br />

tanıtıldığı bölümde araştırmacı, yine bu eserlerin<br />

içerikleri<strong>nde</strong>n bahseder. Özellikle mektuplar, tür<br />

olarak <strong>bir</strong>eyin yaşam içi<strong>nde</strong>ki konumlanışının<br />

ipuçlarını verir. Cengiz Dağcı’nın mektupları da<br />

onun sürekli sorguladığı yaşamının, eserlerinin<br />

ve kendisinin aynasıdır. Cengiz Dağcı’nın hatıralarının<br />

ve günlüklerinin olduğu bölümde ise<br />

onun günlük yaşantısı ve hayallerinin izlerini süren<br />

İsa Kocakaplan, Cengiz Dağcı’nın özlemlerini<br />

ve onun şahsında Kırım Türklerinin acılarını<br />

ayrıntılarıyla yansıtır.<br />

Kitabın dördüncü bölümü<strong>nde</strong> İsa Kocakaplan,<br />

samimi <strong>bir</strong> üslupla Cengiz Dağcı’yla tanışmasını<br />

anlatır. Önce kitaplarıyla tanışıp hayran olduğu<br />

<strong>bir</strong> yazarla ilgili çalışma yapmanın hazzını yaşayan<br />

Kocakaplan, bu kitabın yazılış serüvenini de<br />

okurlarıyla paylaşır. Özellikle Cengiz Dağcı’yla<br />

tanışmasını, onunla ettiği sohbeti ve Dağcı’nın<br />

samimi söylemlerini aktarması, okurun bu kitabı<br />

doğuran şartları görmesi açısından önem arz<br />

eder. Cengiz Dağcı’yla yapılan söyleşi, <strong>bir</strong> yazarın<br />

dünya görüşünü kendi ağzından yansıtması<br />

bakımından önem taşımaktadır. Dağcı’nın içten<br />

<strong>bir</strong> şekilde kendini/geçmişini anlatması, kırgınlıklarından,<br />

mutluluklarından ve mutsuzluklarından<br />

bahsetmesi, ömrü boyunca hayata meydan<br />

okuyan <strong>bir</strong> yazarın belki de ömrünün sonbaharında<br />

yaptığı en samimi itiraflardır.<br />

İsa Kocakaplan’ın “Kırım’ın Ebedi Sesi Cengiz<br />

Dağcı” kitabı, içeriği ve samimi üslubu ile<br />

Türk kültürünün geniş <strong>bir</strong> coğrafyaya yayılan<br />

edebi mirasını tanıtması açısından <strong>bir</strong> eksikliği<br />

doldurduğu inancındayız.■<br />

76<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Bir varmış <strong>bir</strong> yokmuş<br />

A. FARUK GÜLER<br />

Çocukluğumda masallar hep <strong>bir</strong> varmış, <strong>bir</strong><br />

yokmuş ile başlardı. Ama adı üstü<strong>nde</strong> masaldı<br />

onlar ve daima iyiler kazanır, kötüler cezasını bulurdu.<br />

Büyüdükçe masalların gerçek olmadığını anlıyor<br />

insan. Tekerlemelerin ise anlamsız olduğunu sanıyorsun.<br />

Oysa tekerlemeler çocukların dünyasında büyük<br />

anlamlar taşımasa da insan büyüdükçe fark ediyor tekerlemelerdeki<br />

gerçeği.<br />

Çevremizdeki insanları sevme nedenlerimizden<br />

<strong>bir</strong>isi ve belki en önemlisi kendi hayatımıza olan tanıklıkları.<br />

Bir anlamda onların sayesi<strong>nde</strong> kendi yaşamlarımızı<br />

somutlaştırıyor ve yaşadığımız gerçeğine<br />

şahit kılıyoruz. Tanıkların <strong>bir</strong>er <strong>bir</strong>er bu dünyadan<br />

çekilip gitmeleri hem kendi yaşam gerçeğimize olan<br />

inancımızı azaltıyor; hem de bizleri yalnız kılıyor. Yalnızlaştıkça<br />

yalanların içerisi<strong>nde</strong> büyüdüğümüzü fark<br />

edip hayatın ne denli boş ve <strong>bir</strong> o kadar gelip geçici<br />

olduğunu kavrıyoruz. Masallar işte bu noktada devreye<br />

giriyor. Ve her masalın başlangıcında büyük <strong>bir</strong><br />

zevkle söylediğimiz “<strong>bir</strong> varmış; <strong>bir</strong> yokmuş” ifadesi<br />

kendisini gerçeğe <strong>bir</strong> adım daha yaklaştırıyor.<br />

Oysa insan inanmak istemiyor, gidenlerin ardından<br />

bakakalınca kabullenmek zor geliyor. Gitmek belki<br />

kolay olan, ya arkada bırakılanlar Arkada bakakalmak,<br />

hafızalarda yer alan onlarca hatıranın ağırlığının<br />

yanı sıra sırtımıza yüklenen onlarca sorumluluğu beraberi<strong>nde</strong><br />

getirmiyor mu Ta ki kendi yolculuğumuzun<br />

başlayacağı o ana kadar.<br />

Dünyaya gözünüzü açıp da aile içerisi<strong>nde</strong> yaşam<br />

kavgasına ortak olduğunuz kardeşinizin bu mücadeleden<br />

erken vazgeçmesine ne dersiniz Oysa ailenize<br />

dair tüm <strong>bir</strong>ikimlerin devamını sağlayacak olan iki<br />

kardeşten <strong>bir</strong>isinin erken vedası karşısında duyulan<br />

o şaşkın ve <strong>bir</strong> o kadar yalnız kalışa hangi merhem<br />

Ağabeyim Şükrü Güler’e<br />

derman olacaktır ki! Geleceğe dönük kurduğunuz tüm<br />

hayallerde yer verdiğiniz, varlığından güç aldığınız <strong>bir</strong>aderinizin<br />

hayatı boyunca yaptığı tek yanlış sizi yarı<br />

yolda bırakmak olsaydı hayata boş gözlerle bakmak<br />

dışında ne söyler, neler hissederdiniz<br />

“Güçlü ol” diyenlere küfredercesine baktıktan<br />

sonra onların sözleri<strong>nde</strong>ki içi boş ama çaresiz ifadeyi<br />

görünce cevaplar da anlamsız kalmıyor mu Susmak,<br />

belki de en güzeli. Sözcüklerin değerlerini yitirdiği <strong>bir</strong><br />

ortamda 14 ay süren <strong>bir</strong> mücadeleden yenik ayrılan<br />

tarafın imzaladığı <strong>bir</strong> sözleşmedir yazdığım cümleler.<br />

Kardeşim bıraktığı için kaybettim kendi savaşımı. Ve<br />

yeniden doğmak gerekiyor küllerin içi<strong>nde</strong>n. Kendim<br />

için değil elbet bu uyanış, geride kalanlara karşı; <strong>bir</strong>aderin<br />

bıraktığı tüm yarım kalmışları tamamlama<br />

gayesi. Ve <strong>bir</strong> dönüm noktası aynı zamanda. Kaknüs<br />

her zaman aynı şarkıyı söylemiyor maalesef. Artık neşeli<br />

değil tüm şarkılar. Her yeniden doğuş beraberi<strong>nde</strong><br />

yeni <strong>bir</strong> melodiyi mırıldanıyor. Bu bazen hüzzam oluyor<br />

bazen nihavent. Seçmek mümkün değil, seçileni<br />

söylemeye başlıyorsun. Nefesin tükenip de <strong>bir</strong> başkasına<br />

nefes verdiğin o ana değin.<br />

Yahya Kemal’in Sessiz Gemi’si limandan böyle<br />

ayrılmıyor muydu “Rıhtımda kalanlar bu seyahatten<br />

elemli / Günlerce siyah ufka bakar gözleri nemli”<br />

Bir siyah ufka bakarcasına fotoğraflara bakıyor insan.<br />

Zamanı dondurduğumuz o karelerde geçmişe dönük<br />

hatıraları yeniden yeniden yeniden yaşamaya çalışıyoruz.<br />

Ama hiç<strong>bir</strong>i o ânı <strong>bir</strong> daha yaşatmıyor ve asıl korkunuz<br />

baktıkça unutmaya başladığınızı fark ettiğiniz<br />

zaman çıkıyor ortaya.<br />

Masalları severim çocukluğumdan beri. Kocaman<br />

<strong>bir</strong> hayatın özetidir başlangıcındaki tekerlemeler. Bir<br />

varmış, <strong>bir</strong> yokmuş ile başlayan…■<br />

77<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


KEMAL BATMAZ<br />

Şairlerin asıl yürüyüşü<br />

yürekleri<strong>nde</strong>n dillerine<br />

gelen şiir sözleriyle anlamını<br />

buluyor gecede. Onlar<br />

sözün hızlı atlarıyla Hazar<br />

kıyılarından geçiyorlar ta<br />

Orta Asya’dan, Balkanlar’dan<br />

gelip doğudan ve batıdan,<br />

kuzeyden ve güneyden<br />

süzülüyorlar göğümüzde. Bize<br />

ise bu lezzeti idrak etmek<br />

görevi düşüyor.<br />

Şehrin şiirle buluşması<br />

Hazar’da şiir her sene yeniden çalışılır, şehir;<br />

kültür, sanat, edebiyat insanlarının toprağı<br />

sürer gibi sürmesiyle nefes alır. Havasını,<br />

suyunu, toprağını, güneşini sürer şiir yazan<br />

eller. O eller cümle hayali yazar, kaleme dokunmadan<br />

kelamı işletir. Hazar da hezar verir<br />

daim. Cömerttir…<br />

18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları 10-<br />

13 Haziran 2010’da 12 ülke ve Türkiye’den<br />

toplam 35 şairin katılımıyla gerçekleştirildi.<br />

Bu yılki Hazar Şiir Akşamları, Ahmet<br />

Yesevî anısına yapıldı. Sevgi ve hoşgörü başköşede<br />

yer aldı. Yesevî olur da “sevgi ve hoşgörü”<br />

olmaz mı Program çerçevesi<strong>nde</strong> Sevgi<br />

ve Hoşgörü konulu panelde katılaşan kalpler<br />

78<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


için ilham reçeteleri yer aldı. Biz de unutturulmaya<br />

çalışılan köklü tarihimizi hatırlayıp mirasımıza<br />

sahip çıkmak gerektiğini hatırladık, bağlarımızın<br />

kuvvetini fark ettik.<br />

Hazar Şiir Akşamları çerçevesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong>çok etkinliğe<br />

imza atıldı. Bu etkinliklerin bazıları geçmiş<br />

yıllardan tekrar ede ede gelirken bazıları da<br />

18. Hazar Şiir Akşamları’nda ilk defa yerini aldı.<br />

Etkinlikler 10 Haziran Perşembe akşamı, Harput<br />

musikisinin sunulduğu Kürsübaşı tanışma<br />

toplantısı ile başladı. 11 Haziran Cuma günü saat<br />

11.15’te açılan sergiyi ilklerden saymak gerekir.<br />

Sergi, “Sevgi ve Hoşgörü” temalı afiş, illüstrasyon,<br />

fotoğraf ve kitap içerikli idi.<br />

Ancak asıl açılış 11 Haziran Cuma günü<br />

15.00’te şairlerin, ö<strong>nde</strong> Elazığ Belediyesi’nin<br />

mehter takımı olmak üzere Gazi Caddesi’<strong>nde</strong>ki<br />

eski belediye binasının önü<strong>nde</strong> toplanıp açılış<br />

töreninin yapılacağı öğretmenevine doğru yürümeleri<br />

ile başladı. Bu yürüyüş; şiir ile şehrin<br />

buluştuğu, şairin şehre sunulduğu, şehrin şairi<br />

damarlarına çektiği sembolik <strong>bir</strong> yürüyüştü. Bu,<br />

şiirin ayak seslerinin şehrin sesiyle buluştuğu şairler<br />

caddesi<strong>nde</strong> şairden başka, yazar, bürokrat,<br />

gazeteci, esnaf, memur, çocuk, kadın, yaşlı genç,<br />

yediden yetmişe herkesin hem yürüdüğü hem de<br />

kendini temaşa ettiği <strong>bir</strong> yürüyüştü. Öğretmenevi<strong>nde</strong><br />

tamamlanan yürüyüşü <strong>bir</strong>çok ajans izlerken<br />

TRT canlı yayınladı.<br />

Açılışta, Türkiye’den Yahya Akengin <strong>bir</strong> konuşma<br />

yaptı. Şiir Akşamlarıyla ilgili heyecanını<br />

dile getirdi. Sonra Dua Okuyucu Bekarys Shoıbekov,<br />

domra eşliği<strong>nde</strong> dua okudu. Dualarla başladı<br />

18. Uluslararası Hazar Şiir Akşamları. Açılış<br />

programı protokolün konuşmaları ile devam etti.<br />

Konuşmaların merkezi<strong>nde</strong>, şiir vasıtasıyla gü<strong>nde</strong>me<br />

gelen “sevgi ve hoşgörü” yer aldı, Elazığ’ın<br />

tarihî ve kültürel değerleri, insanlık tarihi<strong>nde</strong><br />

Yesevî’nin tesis ettiği sevgi ve hoşgörü, bu hoşgörü<br />

dilinin Türkçenin şiirini gü<strong>nde</strong>me taşımakta<br />

ve gü<strong>nde</strong>mde tutmadaki gücünün dile geldiği düşünceler<br />

vardı.<br />

Açılış programı Yesevî Sanat Topluluğu’nun<br />

yaptığı dans gösterileri ile tamamlandı.<br />

Cuma günü 17.00’de “Ahmet Yesevî ‘Sevgi<br />

ve Hoşgörü’ konulu panel gerçekleştirildi. Prof<br />

Dr. Osman Horata’nın yönettiği panelde Doç. Dr<br />

Necdet Tosun, Dr. Bahtiyar Aslan, Dr. Hayati Bice<br />

ve Alymbay Botakarayev konuşmacı olarak yer<br />

aldı. Konuşmacılar; Yesevî’nin “Orta Asya Türklerinin<br />

Müslüman oluşunda oynadığı rolü, Pîr-i<br />

Türkistân lakabıyla anılan Yesevî’nin, gerçek hayatından<br />

ve tarihî kişiliği<strong>nde</strong>n ziyade menkıbelerini<br />

ve fikirleri ile tanınmasını, onun tasavvuf<br />

kültürüyle beslenmiş olan ve günümüz insanına<br />

ışık tutan “sevgi ve hoşgörü” yaklaşımını, ayrıca<br />

Yesevî’nin hikmetlerinin nasıl ezberden okunduğunu,<br />

bu okumaların günümüz insanlarını nasıl<br />

79<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


deri<strong>nde</strong>n etkilediğini dile getirdiler. Böylelikle<br />

Hikmetler ve Yesevî’nin hayatından hareketle<br />

“Sevgi ve Hoşgörü” kavramı panelistlerin sözleri<strong>nde</strong><br />

can buldu.<br />

Cuma günkü program ‘Hoşgörü Senfonisi’ ile<br />

sona erdi. Programda, Yesevî bestelerine yer verildi.<br />

12 Haziran Cumartesi günü program iki koldan<br />

başladı.<br />

Şairlerin <strong>bir</strong> kısmı ilçelerdeki programlar için<br />

erke<strong>nde</strong>n yola çıktılar. Şiiri tüm şehre ve şehrin<br />

uzuvlarına taşımak için yaydan boşanır gibi dağıldılar<br />

dört <strong>bir</strong> yana. Yesevî dervişleri gibi elleri<strong>nde</strong><br />

ve gönülleri<strong>nde</strong> Yesevî hikmetleri<strong>nde</strong>n<br />

süzülmüş sevgi ve hoşgörü sözcükleri... Heybeleri<strong>nde</strong><br />

Türkistan mayası, gönülleri<strong>nde</strong> sözün gücü<strong>nde</strong>n<br />

başka <strong>bir</strong> şey yokken…<br />

Diğer program ise Hazar Şiir Akşamları’nın<br />

önemli etkinlikleri<strong>nde</strong>n <strong>bir</strong>i olan Dergicilik Paneli<br />

idi. Şair Nazım Payam’ın yönettiği panelde,<br />

“Şiir Akşamlarının Kültürümüze Katkısı” üzeri<strong>nde</strong><br />

duruldu.<br />

Cumartesi günü saat 14.30’da Türk Dünyası<br />

Hizmet Ödülü için AKM’de <strong>bir</strong> tören düzenlendi.<br />

Geleneksel olarak verilen Türk Dünyası Hizmet<br />

Ödülü bu yıl TİKA’ya (Türk İş<strong>bir</strong>liği ve Kalkınma<br />

İdaresi Başkanlığı) verilecekti.<br />

TİKA’nın başta Türk dilinin konuşulduğu ülkeler<br />

ve Türkiye’ye komşu ülkeler olmak üzere,<br />

gelişme yolundaki ülkelerin kalkınmalarına yardımcı<br />

olmak, bu ülkelerle; ekonomik, ticari, teknik,<br />

sosyal, kültürel, eğitim alanlarında iş<strong>bir</strong>liğini<br />

projeler ve programlar aracılığı ile geliştirmek<br />

gibi amaçları ve hizmetleri dolayısıyla verilen<br />

ödül, TİKA adına Eğitim, Kültür ve Sosyal İş<strong>bir</strong>liği<br />

Dairesi Başkanı Mehmet Yılmaz tarafından<br />

kabul edildi. Ödül, Milletvekilimiz Necati Çetinkaya<br />

tarafından verildi. Ödül töreni<strong>nde</strong>n sonra<br />

Mehmet Yılmaz teşekkür ederek ödülü öncelikle<br />

Türkmenistan ve Afganistan’da kaybettikleri görev<br />

şehitleri, çok fedakârca çalışan mesai arkadaşları<br />

ile kamu ve sivil toplumdan iş<strong>bir</strong>liği, çözüm<br />

ortakları adına aldığını, söyledi.<br />

Ödül töreni<strong>nde</strong>n sonra Yesevî Sanat<br />

Topluluğu’nun konseri vardı. Aslında bu sadece<br />

kulağımıza hitap eden <strong>bir</strong> konserden ziyade hislerimizi<br />

doyurmaya yönelik <strong>bir</strong> gösteri idi. Gösteri<br />

boyunca kâh en tatlı anılarıyla Asya topraklarını<br />

<strong>bir</strong> uçtan <strong>bir</strong> uca gezindik kâh Anadolu’da<br />

bağdaş kurduk. Kardeşlerimizin görsel ve işitsel<br />

gösterilerini sanatın dili<strong>nde</strong>n seyreyledik.<br />

Gösteri müzik eşliği<strong>nde</strong> Ahmet Yesevî Sanat<br />

80<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Topluluğu’nun sahneyi 18. Hazar<br />

Şiir Akşamları’na katılan<br />

ülkelerin bayraklarıyla doldurmasıyla<br />

son buldu. Tablonun<br />

oluştuğu anlar kendimizden<br />

geçtiğimiz anlardı.<br />

Damağımızda Ahmet<br />

Yesevî sanat topluluğunun<br />

yaptığı gösterinin tadıyla asıl<br />

program olan şairlerin şiirlerini<br />

okuyacağı geceye geldik. Şiirler<br />

Hazar Gölü kıyısında okunacak.<br />

Şairlerimiz sesini Hazar<br />

Gölü’nün suyuna Hazarbaba<br />

Dağının toprağına, doruklarına<br />

Hazar’ın güneşine duyuracak.<br />

Bu sene katılan ülkeleri ve şairlerden bazılarının<br />

adlarını anmak istiyorum.<br />

Azerbaycan: Naringül Babayeva, Faik Abas<br />

Sefer – Kazakistan: Muhtar Şahan, Yesdevlet Ulubeğ,<br />

Begari Şoyibeko, Alimbay Botakara – Türkmenistan:<br />

Ogulcennet Başhimova – Kırgızistan:<br />

Kozhogeldi Kulu, Ömer Sultan – Özbekistan: Babahan<br />

Şerif – Kırım: İsmail Kerim, İsmet Zato<br />

- Karaçay / Malkar: Yürüzlan Bolat – Makedonya:<br />

Fahri Ali-Kerkük: Metin Abdullah Kerküklü<br />

– Suriye: Muhammet Mevlüt Faki - Başkurdistan<br />

Cumhuriyeti: Kısmetullah Yoldaş - Kuzey Kıbrıs<br />

Türk Cumhuriyeti: Beste Sakallı.<br />

Türkiye: Bahaeddin Karakoç, Yasin Boztaş,<br />

Yahya Akengin, Cemal Safi, Bahtiyar Aslan,<br />

Ozan Taşdemir, Fazıl Ahmet Bahadır, İlter Yeşilay,<br />

Mehmet Nuri Parmaksız, Hikmet Yavuz,<br />

Hıdır Toraman<br />

Elazığ: Ömer Kazazoğlu, M. Faik Güngör,<br />

R.Mithat Yılmaz, İhsan Nazik, Mahmut Bahar.<br />

Akşam programında 18. Hazar Şiir Akşamları<br />

dolayısıyla düzenlenen şiir yarışmasının ödül töreni<br />

var en başta. Ödüle layık görülen eserler ve<br />

sahipleri arz-ı endam ediyor. Konuklar genç yüreklerden<br />

taşan sözleri dinliyor önce. Onların da<br />

ödüllerini Necati Çetinkaya takdim ediyor.<br />

Ve şairler çıkıyor kürsüye <strong>bir</strong> masalı yaşar gibi<br />

dalıp gidiyoruz tılsımlı sözlerin etkisiyle. Şairler<br />

okudukça etrafa <strong>bir</strong> sihir tozu serpiliyor. Her <strong>bir</strong>imiz<br />

<strong>bir</strong> sözün peşine takılıp gidiyoruz.<br />

Şairlerin asıl yürüyüşü yürekleri<strong>nde</strong>n dillerine<br />

gelen şiir sözleriyle anlamını buluyor gecede.<br />

Onlar sözün hızlı atlarıyla Hazar kıyılarından<br />

geçiyorlar ta Orta Asya’dan, Balkanlar’dan gelip<br />

doğudan ve batıdan, kuzeyden ve güneyden süzülüyorlar<br />

göğümüzde. Bize ise bu lezzeti idrak<br />

etmek görevi düşüyor.<br />

Şiir Akşamları 13 Haziran Pazar günü misafirlerin<br />

sözlerini bıraktıkları coğrafyada gezdirilmesiyle<br />

tamamlanıyor. Gezide Sivrice, Harput ve<br />

Pertek yer alıyor.<br />

Uluslararası Hazar Şiir Akşamları, hummalı<br />

çalışmalarla ve büyük <strong>bir</strong> heyecanla hazırlanıyor<br />

her sene.<br />

Şiir çok çalışma ve çok emek yumağı. Bazen<br />

yıllarca tekrar gerektirir.<br />

Olunca akşam vakti olur, gün batarken…<br />

Bir de Hazar’da dağların ardınca göz kırpar da<br />

suya teğet durursa tamamdır.<br />

Adı Hazar olur,<br />

Hezar olur,<br />

Hem zâr olur,<br />

Akşam olur;<br />

Olunca da şiir olur.<br />

18’incisi gerçekleştirilen bu büyük organizasyonda<br />

emeği geçen herkese <strong>bir</strong> Elazığlı olarak<br />

şükranlarımı sunuyorum. ■<br />

81<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


16.Uluslararası Bayburt<br />

Dede Korkut Kültür ve Sanat<br />

Şöleni<strong>nde</strong>n izlenimler<br />

MAHMUT BAHAR<br />

Şölen, Bayburt Valiliği, Bayburt Belediyesi ve sivil<br />

toplum örgütlerinin katkılarıyla 14-18 Temmuz 2010<br />

tarihleri<strong>nde</strong> gerçekleştirildi.<br />

13 Temmuz 2010 Salı<br />

Sabah 11.00, Elazığ’dan hareket saatimiz.<br />

Bingöl’deki yarım saatlik <strong>bir</strong> molanın ardından<br />

yola çıkıyoruz. Aslında tırmanışa geçiyoruz. Rakım<br />

yükseldikçe kulaklarımızın pıtpıtları artıyor.<br />

Karlıova’dan sonra otobüsümüz tam anlamıyla<br />

yol yapım çalışması kapsamına giriyor. Her taraf<br />

toz içi<strong>nde</strong>. Müteahhit harıl harıl çalışıyor. Uzaktan<br />

<strong>bir</strong> asfalt parçası parladığında kara görmüş denizci<br />

heyecanıyla ‘hah, tamam!’ dememizin üstü<strong>nde</strong><br />

on dakika geçmiyor ki <strong>bir</strong> başka yol çalışmasına<br />

dalıyoruz.<br />

Yol boyunca adı kendi<strong>nde</strong>n daha şırıltılı köy<br />

isimleri. Soğukçeşme... Çoba<strong>nde</strong>resi....<br />

Âdeta 2010 yılının ikinci baharını yaşıyoruz.<br />

Dağ taş yemyeşil, çayırlar yeni biçiliyor. Öbek<br />

öbek biçilmiş ot yığınları. Sarı ve mor çiçeklerin<br />

cıvıltısı... Bahar yeni gelmiş olmalı. Elazığ’da<br />

sığırkuyrukları çoktan oduna dönmüşken burada<br />

taptaze, çayır oğlanları gibi geçişimizi izliyor.<br />

Sağımızdan solumuzda su cılgaları. “Güzel memleketim,<br />

taşı toprağı güzel memleketim. Bir de<br />

dağların temiz olsa.” diyorum içimden. “Karlıova<br />

kırsal kesimi<strong>nde</strong>...”sözleriyle başlayan haberlerin<br />

etkisi olmalı bunları söyleten. Dağlarda hâlâ parçaları<br />

var. Kendilerini kuytulara gizlemeye çalışsalar<br />

da saf beyazları ele veriyor.<br />

Saat 17.30. Uzaktan Erzurum gözüküyor. Yaklaştıkça<br />

heyecanımız artıyor. Palandökenlerin <strong>bir</strong><br />

yanı yerden dağın tepelerine dökülen betonlar he-<br />

82<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Dede Korkut Türbesi<br />

men bize 2011 Kış Olimpiyatlarını hatırlatıyor. Bir<br />

geçidin yanında duruyor, tünel girişi<strong>nde</strong>ki yazıyı<br />

okuyoruz: Harput Kapısı... Gel de heyecanlanma.<br />

Bu güzel memleketin <strong>bir</strong><strong>bir</strong>lerine açılan kapıları,<br />

Harput Kapısı, Kars Kapısı; Urfa Kapısı, Mardin<br />

Kapısı hiç kapanmasın.<br />

18.00’de Bayburt’a hareket edeceğiz. Hava püfür<br />

püfür. Malum terminal manzaraları. Bavullu,<br />

valizli, çanta ve poşetli insanlar, perona giren ya<br />

da perondan ayrılan otobüsler... Suluboya gözyaşı<br />

tabloları... Bizi <strong>bir</strong> fıskiye karşılamıştı yine aynı<br />

fıskiye uğurluyor. Anlaşılan şehre sırtımızı dönüyoruz.<br />

Kop Dağı’ndaki Abidenin ayakuçlarından<br />

geçiyoruz. “Ayağını turabı olmaya razıyım<br />

Mehmet’im.” diyorum. Aklıma hemen Arif Nihat<br />

Asya’nın Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor şiiri geliyor:<br />

Bir bayrak rüzgâr bekliyor<br />

Şehitler tepesi boş değil,<br />

Biri var bekliyor.<br />

Ve <strong>bir</strong> göğüs, nefes almak için;<br />

Rüzgâr bekliyor.<br />

Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;<br />

Yattığı toprak belli,<br />

Tuttuğu bayrak belli,<br />

Kim demiş meçhul asker diye<br />

Ülkemin doruklarına ay yıldızlı al bayraktan<br />

başkasını kimse yakıştırmasın!... Sesim titriyor,<br />

gözlerim doluyor ancak Nihal Atsız’ın o mısrası<br />

ile irkiliyorum:<br />

“Yufka yüreklilerle çetin yollar aşılmaz<br />

Çünkü bu yol kutludur gider Tanrı Dağı’na.”<br />

Hey koca Türk, se<strong>nde</strong>ki bu ‘yufka yürekliliği’<br />

tedavi ettirmediğin müddetçe, başına daha çok iş<br />

açılacak!<br />

Ve Çoruh bizi şehre götürüyor, Bayburt<br />

Kalesi’nin bütün kapıları açılıyor.<br />

Öğretmenevi’ne vardığımızda saat 20.00’ye<br />

geliyordu.<br />

İki kişilik 411 numaralı odamız herhâlde güneydoğuya<br />

bakıyor. Balkondan aşağıdaki üç katlı<br />

apartmanla Öğretmenevi arasının sol yanına tarh<br />

tarh lahana, sol yanında geniş <strong>bir</strong> çayırlık... Ve<br />

Anadolu’nun subaşlığını yapan kavak ile söğüt.<br />

Akşam kokteyl var.<br />

Arabalara binip kale surlarının dibine kadar<br />

yaklaşıyoruz. Kalabalık. Masalarda kokteyl geleneğine<br />

uygun yiyecek ve içecekler. Gömlekli kravatlı<br />

insanların çokluğu dikkatimizi çekiyor. Be<strong>nde</strong><br />

<strong>bir</strong> tişört, Nazım Payam Hoca’da <strong>bir</strong> gömlek. Üşüyoruz<br />

da. Kale dibi<strong>nde</strong>ki daracık yamaca 16 meşale<br />

83<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


dikilmiş. Vali Bey’in tutuşturduğu meşaleyle Dede<br />

Korkut kıyafeti giymiş aksakallı <strong>bir</strong>i tarafından<br />

kalenin bucuna çıkarılarak şenlik ateşi yakılıyor.<br />

Harika <strong>bir</strong> sinevizyon gösterisi. “Soy soylamaya,<br />

boy boylamaya” devam edeceğiz Korkut Ata’m.<br />

Veteriner hekim olduğunu öğrendiğimiz Mesut<br />

Çavdar, Bayburt türküleriyle başlıyor programına.<br />

Söz konusu yamaçta yaşlı kadınlar oturmuş, sessiz<br />

ve sakin olup biteni izliyor, türküleri dinliyorlar.<br />

Kaleden şehre bakıldığında köprü ve ışıklarla yolu<br />

kesilen Çoruh Nehri, peş peşe sıralanan olimpik<br />

havuzlarını andırıyor. Evler, şehre sığmayınca yavaş<br />

yavaş tepelere tırmanmaya başlamış. Şehir, il<br />

sorumluluğunu yüklenince kendine yeni yerler aramaya<br />

koyulmuş olmalı.<br />

Şehrin yetiştirdiği bürokrat ve iş adamlarının<br />

Bayburt sevgisine şaşırıyoruz. Lakin Çoruh kıyısındaki<br />

küçük parkta <strong>bir</strong> tabela dikkatimizi çekiyor:<br />

“Bayburt’u sevmek <strong>bir</strong> iddiadır. İspatı yatırımdır.”<br />

Bizim yatırımsever iş adamlarımızın mekânı<br />

İstanbul-Kocaeli arasıdır.<br />

Bayburt Üniversitesinin önü<strong>nde</strong>n geçerken Mühendislik<br />

Fakültesini göreceksin. Sakın şaşırma.<br />

Orhan Veli’den esinlenen sözlerimiz sizi yanıltmasın.<br />

Çünkü yeni üniversitelerin çoğu, Meslek<br />

Yüksek Okulları üzerine inşa edilmiştir. İnşallah<br />

devamı gelir.<br />

14 Temmuz Çarşamba<br />

Kahvaltıdan sonra Masat Köyü’<strong>nde</strong>ki Dede<br />

Korkut türbesine gitmek üzere yola çıkıyoruz.<br />

Bayburt- Erzurum yolunun bilmem kaçıncı kilometresi<strong>nde</strong>n<br />

sola dönüyor, dere boyunca ilerliyoruz.<br />

Tezek kokuları arasında köyü çıkar çıkmaz<br />

türbe görünüyor. Kıl çadırdan iki otağ kurulmuş.<br />

Kalabalık. Civar köylerden gelenler de olmalı. Bu,<br />

köy kalabalığından çok öte. Türbede aşir okunuyor,<br />

dualar edilip fotoğraflar çekiliyor. İçeri geçiyor,<br />

Dede Korkut’un -haddim olmayarak- ak saçlarını<br />

sıvazlıyorum. Belediye tarafından dağıtılan beyaz<br />

şapkalardan <strong>bir</strong>ini zar zor kapıyorum. Mikrofonda<br />

Belediye Başkanı H.Ali Polat. Güzel şeylerin yanı<br />

sıra özel şeyler de söylüyor. Galiba Türk Cumhuriyetleri<strong>nde</strong>n<br />

<strong>bir</strong>i kendisine, “Siz güzel atlara binip<br />

Anadolu’ya geldiniz. Biz atları kesip yedik ve burada<br />

kaldık.” demiş. Anadolu’da kalma mücadele<br />

ve serüvenimiz devam ediyor.<br />

Çiğdem gibi sekiz kız. Edi Mau Halk Dansları<br />

Topluluğu. Bir şarkı eşliği<strong>nde</strong> oynuyorlar. “Parampa,<br />

parampa” nakaratına iştirak ediyoruz. Kırmızı<br />

elbise, sarı yelek, kuş tüyü sorguçlu başlıklar.<br />

Programdan sonra yanlarına yaklaşıp kıyafetlerin<br />

adlarını soruyorum. Not defterime kendi el yazısıyla<br />

şunları yazıyor esmer <strong>bir</strong> kız: Ükı, kamzol,<br />

köylek. Akabi<strong>nde</strong> Gürcistan İmedi Halk Topluluğu,<br />

Kafkas oyunlarını sergiliyor. On yaşında var yok<br />

<strong>bir</strong> Gürcü erkek çocuğu sıçrayıp sıçrayıp diz vuruyor.<br />

Sıra, bizim Bayburtlunun ata barında.<br />

Dede Korkut çeşmesi<strong>nde</strong> elimizi yüzümüzü yıkıyor,<br />

şifa niyetine su içiyoruz. Kanımız tazelensin.<br />

Hiç<strong>bir</strong> topluluk ya da millet Anadolu’yu bizim<br />

kadar hak etmedi…<br />

Dönüşte kitabesi<strong>nde</strong>n anlayabildiğim kadarıyla<br />

Anadolu’da kurulan ilk Türk Beyliği Saltukoğulları<br />

(1092-1202) komutanlarından Mengüç Gazi’nin<br />

kardeşi Osman’a ait kümbeti ziyaret ediyoruz. Halk<br />

arasında ‘Şehit Osman’ olarak biliniyor. Türküden<br />

<strong>bir</strong> bölümü, Bayburtlu kardeşimiz okuyor:<br />

“Şehit Osman, Duduzar, Bayburt Kal’ası<br />

Ne hoş olur yontma taştan binası”<br />

15 Temmuz 2010 Perşembe<br />

Sabahleyin erke<strong>nde</strong>n kalkıp tıraşlarımızı olduk.<br />

Şehir merkezine yürüyeceğiz. O sakin çağıltısıyla<br />

Çoruh bize eşlik ediyor. Pazar sabahını hatırlatan<br />

sokaklar. Mesai gününe dair iz yok. Ağaçların altında<br />

başımız salkım söğütlere değe değe ilerlerken<br />

karşı taraftan aksi yöne ilerlemekte olan <strong>bir</strong> zat,<br />

“Selâm aleyküm” diyor. Aramızda en az on metre<br />

var. Herhâlde selam bize değildir. İyi şiirler yazıyoruz<br />

ama şöhretimiz bu kadar yaygın değil, eş dostla<br />

sınırlı. Ağaçların altından yola çıkıp bakıyorum,<br />

kimsecikler yok. Selam, bize. “Aleykümselâm”<br />

diye bağırıyorum adamcağızın arkasından. Tepki<br />

göstermediğine göre ya ‘Bu adamlar Tanrı selamına<br />

değmez’ demiş ya da bize kırılmıştır. Ne bilelim…<br />

Selam artık yalnızca eşe dosta, cami dipleri<strong>nde</strong> na-<br />

84<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


maz vaktini bekleyen emekli ve tekaüde mahsus<br />

dinî <strong>bir</strong> ritüel olup çıktı. İnsanlar tanımadıklarına<br />

niye selam versin ki! “Selam verdim rüşvet degil<br />

deyu almadılar” Fuzuli ne kadar haklı. Yüzümüzde<br />

16. yüzyıl utancıyla yürüyoruz. Çoruh, bizden<br />

uzak dur…<br />

Bayburt, <strong>bir</strong> heykelin etrafına kümelenmiş iki<br />

üç katlı dükkân ve iş yerleri<strong>nde</strong>n oluşan küçük <strong>bir</strong><br />

şehir. Meydan Arnavut usulü kaldırım taşlarıyla<br />

kaplanmış. Bu küçük çarşı, köprülerle mahalle ve<br />

sokaklara bağlanıyor. İşimizi hallettikten sonra <strong>bir</strong><br />

çay ocağına oturuyor, günün ilk çayını yudumluyoruz.<br />

Saat 15.00<br />

Öğretmenevinin yanı başındaki binaya, İl Kültür<br />

Merkezi binasının çift girişli merdiveninin<br />

solundan sokuluyoruz. Yahya Akengin, baba tarafından<br />

Bayburtlu olan merhum Halil Soyuer’in<br />

Aziz Nesin sanılarak dövülmeye kalkışılmasından<br />

bahsediyor. Sanatsever yanımız bazen aksi şekillerde<br />

de tezahür ediyor. Müteveffa Aziz Nesin’in<br />

Türk milleti hakkındaki istatistikî değerlendirmesi(!)<br />

başına çorap ördü. Elime yapıştırdığım Bizim<br />

Külliye dergisinin arasındaki dosya kâğıtlarında<br />

beş şiir var. Hangisini okusam Ben <strong>bir</strong>az ters<br />

adamım, herkesin okuduğunun aksini ya da kel<br />

alakalı <strong>bir</strong> şiiri okumak gibi <strong>bir</strong> eksikliğim var. Atmosfere<br />

kendimi kolay kolay kaptırmam. Nazım<br />

Payam, be<strong>nde</strong>n daha heyecanlı. Sabahleyin beni<br />

“Tuz Tadında” şiirini okumam için yönlendirmeye<br />

çalıştı, ama yok. Kürsüye ilkin Yahya Akengin<br />

çıkıyor. Şiire geçmeden önce şairleri tanıtıcı <strong>bir</strong> iki<br />

kelam ediyor, tanıtılan şair oturduğu yerden ayağa<br />

kalkarak mütebessim <strong>bir</strong> eda şiir dostların<br />

selamlıyor. Diğerleri hakkında ne söylendi ama<br />

benim için “modern şiirler yazan şair” dediğini<br />

işitir gibi oldum. Ayağa kalkıp diğer şairleri taklit<br />

ettim. O da ne, Akengin ağabeyimiz Abdullah<br />

Satoğlu’nu unuttu. Hatırlatılması üzerine de lafı<br />

evirip çevirdi, “Unutur muyum, aslında <strong>bir</strong> sürpriz<br />

yapacaktım.”deyiverdi. Salonun yarısı inanmışsa,<br />

dönüp Aziz Nesin’in istatistikî verilerini <strong>bir</strong> daha<br />

değerlendirelim. Asıl suçlu olan hiç şüphesiz sahne<br />

heyecanı. Bazıları şiir okurken hiç heyecanlanmazlar,<br />

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun <strong>bir</strong> yazısında<br />

belirttiği gibi araba süsleyen <strong>bir</strong> zanaat erbabı rahatlığı<br />

içi<strong>nde</strong> elleri<strong>nde</strong>ki fırçayı sabit tutup tekeri<br />

çevirdiği<strong>nde</strong> teker kendiliği<strong>nde</strong>n boyanmış olur ve<br />

zanaatkârımız ıslık çalmayı da ihmal etmez. Şair<br />

öyle mi! Çünkü sanat heyecandan doğar ve sanatın<br />

bizzat kendisi heyecandır. Yahya Akengin, “Annem”<br />

şiiri ile “Kimselere Anlatamadım”ı okuyor.<br />

Her iki Bayburtlu şairden sonra <strong>bir</strong> misafir şair çıkıyor.<br />

Bayburtlu şairler tek şiir okurken, misafirler<br />

iki şiir okuyor. Kural bu. Âşık geleneğini hatırlatan<br />

ölçülü, kafiyeli şiirler… “Haram ile helali süzmeye<br />

geldim” gibi içi<strong>nde</strong> yaşadığımız tezatlar âlemini<br />

çok şık <strong>bir</strong> biçimde ifade eden pırıltılı mısralar hemen<br />

dikkat çekiyor. Nazım Hoca, “Kırdım Söz<br />

Putlarını Kısık Sesimle” şiiri ile “Ateş Su, Toprak<br />

Hava” şiirini okuyor. Sanatçı heyecanı, hem<br />

ses tonunu hem çehresinin rengini değiştiriyor.<br />

Sıra bana geliyor. Bastırmaya çalışıyorum ama<br />

o heyecan, kurulu <strong>bir</strong> zemberek gibi beni dağıtmaya<br />

çalışıyor. Heyecanla cebelleşe cebelleşe<br />

ilk şiir bitiyor ve ben “Vera”yı okuyorum.<br />

Özbekli Hocamız Babahan Muhammet Şerif<br />

Bey, o güzel Türkiye Türkçesiyle şiirini seslendirirken<br />

eşi muhterem hanımefendi Nene<br />

Hatun’a yazdığı <strong>bir</strong> şiiri okuyor. Biz, hangi Özbek,<br />

hangi Tatar, hangi Kırım, hangi Kırgız, hangi<br />

Türkmen kahramanına şiir yazdık Solumuz<br />

Che Guevara’ya, Hiroşima, Nagazaki’ye, sağımız<br />

Filistin’e yazar desem, yalan ya da yanlış mı söylemiş<br />

olurum<br />

Kosova Prizren’den Balkan Aydınları ve Yazarları<br />

Derneği Başkanı Osman Baymak, dostumuz,<br />

şiiri<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> destandan hareketle Tanrılarla<br />

Tanrıçaları buluşturuyor. Akşamki kritikte Akengin,<br />

“Evet, atalarımız da çok Tanrılıydı belki ama<br />

biz şimdi tek Tanrıya inanıyoruz.” sözleriyle şiiri<br />

tatlı tatlı hicvediyor.<br />

Plaketlerimiz çok ağır, kristalden. Bilgisayarla<br />

yapılmış, <strong>bir</strong> camın içi<strong>nde</strong> eli<strong>nde</strong> kopuzuyla Dede<br />

Korkut. Ey Oğuz elinin bilicisi, gaipten türlü haberler<br />

vericisi, hele bize <strong>bir</strong> şeyler söyle…<br />

16 Temmuz 2010 Cuma<br />

Kop Dağı’na, Şehitlik Abidesini ziyarete ve<br />

mevzileri gezmeye gidiyoruz.<br />

85<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


Yukarıda da yazdığımız gibi Bayburt’a girişte<br />

önü<strong>nde</strong>n geçmiştik. Şoförümüz Hasan, bu tatlı<br />

rampanın bizi aldatmaması gerektiğini söylüyor.<br />

“Hocam bu yol kış boyunca karlı buzludur. Tırlar,<br />

kamyonlar çıkamaz…” Kop’un tepesi<strong>nde</strong> Atatürk<br />

heykeli ile Ruslara karşı mücadele veren Türk<br />

askerinin anısına dikilen <strong>bir</strong> abide. Kitabesi<strong>nde</strong>n<br />

okuduklarımı aktarmak istiyorum:<br />

“Onlar içimizde ülkü, dilimizde türkü, imanımızda<br />

rehber ve hayatımızda gururdur.”<br />

Okunan aşiri’ı yine huşu içi<strong>nde</strong> ve gözlerimiz<br />

dolu dolu dinliyoruz.<br />

Kop Dağı’ndan bahsedince Yahya Akengin’in<br />

şu güzel mısralarını atlamak olmaz:<br />

Kop Dağı’nın tepesi<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> anıt<br />

Anıtın üstü<strong>nde</strong> <strong>bir</strong> bayrak<br />

Bayrakta <strong>bir</strong> rüzgâr ılgıt ılgıt<br />

Taşırlar ruhumuza selamları.<br />

Selamınız ne sıcak.<br />

Kanımızla erimişti bu dağların karı.<br />

Size yeşil, size çiçek olsun…<br />

Öldük ki bu milletin evlatları<br />

Yetim kalır ama<br />

Kalamaz özgürlükten yoksun.”<br />

Mevzilere tırmanıyoruz. Bu sırtta, kuzey-güney<br />

istikameti<strong>nde</strong> kazılmış ve taşlarla yükseltilmiş dalgalar<br />

hâli<strong>nde</strong> mevziler sıralanıyor. Mehmetçik, <strong>bir</strong><br />

çukur ve <strong>bir</strong> taşla kendisini korumaya çalışırken<br />

aslında siper ettiği göğsüyle vatan ve imanını<br />

korumaktadır. Ayakucumda <strong>bir</strong> mermi kovanı.<br />

Tabanında “1325”, “mavzer” yazıyor Arap rakam<br />

ve harfleriyle. Vali Bey’e verdiğim kovanı<br />

dönüşte Nazım Payam’ın eli<strong>nde</strong> görüyor, hayıflanıyorum.<br />

Benim böyle saflıklarım pek çoktur.<br />

Bir defasında da bizim köyün girişi<strong>nde</strong> bulduğum<br />

“hürriyet, adalet, müsavat” yazılı sikkeyi<br />

de halaoğlu elimden almıştı.<br />

Askerimiz Erzurum düşünce buralarda tam beş<br />

buçuk ay Ruslarla çarpışmış. Rusların 4.Türkistan<br />

Tümeni Almuşka’dan iner, 17. Ve 18. Türkistan<br />

alayları ise Aksunk ve Maçur önü<strong>nde</strong>n Bayburt’a<br />

girer.<br />

Rehberimiz, yakın zamana kadar mevzilerde<br />

insan iskeletine ait kemiklerin, hatta kafatasının<br />

bulunduğunu söylüyor. Yöre halkına göre neresi<br />

daha gür ve yeşilse orası toplu mezar alanıdır. Allahüekber!<br />

Cepheden ayrılma hazırlıkları başladığında<br />

aşçı “Uşak, geri çekileceğiz çekilmesine de<br />

bu kartolları (patates) ne yapacağız” der.<br />

Ruslar zamanla çekilir. Bu kez mücadele Ermeni<br />

iledir. “Babamın da içi<strong>nde</strong> olduğu ordumuz<br />

Ermenileri Gümrü’ye kadar takip etmiş. Yol boyunca<br />

<strong>bir</strong> köy camisi<strong>nde</strong> yakılan insan yağlarının<br />

köy meydanına sızması gibi kötü olaylara şahit<br />

olmuşlar. Gümrü’de yapılan anlaşma ile Kars’ın<br />

Kızılçakçak beldesi sınır olmuş ve bizimkiler geri<br />

dönmüşler. (U.Ahmet Aker, Hicranı Anlayan Şehir)<br />

Fransa ve İngiltere’de o işlek giyotinlerin koparttığı<br />

başlardan akan kanların <strong>bir</strong> süre sonra toprağı<br />

doyurup metrelerce uzağa akmaya başladığını<br />

hangi kitapta okumuştum acaba<br />

Bu ziyaretin akabi<strong>nde</strong> ziyafete gidiyoruz. Hedefimiz<br />

Helva Köyü. Yağmurlu <strong>bir</strong> öğle saati<strong>nde</strong><br />

cuma namazını kılıp traktörlerin de eşliği<strong>nde</strong> Buz<br />

Mağarasının bulunduğu tepenin eteğine yapışıyoruz.<br />

İki kıl çadır kurulu. Yemekte helva da var. Bu<br />

helva, Kop Dağı’nda günlerce kartolla ayakta kalmaya<br />

çalışan Mehmetçiğin helvası mı, bize hediyesi<br />

mi Masada tam karşımda oturan arkadaş gülümsüyor.<br />

“Korkmayın, kepçe Deli Hoca’nı eli<strong>nde</strong><br />

olduğu sürece aç kalmazsınız.”<br />

Kafileden ayrılıyoruz.<br />

Bu güzel insanlardan ve güzelliklerden ayrılma<br />

vakti gelip çattı.<br />

Geleneksel Türk misafirperverliğinin en<br />

güzel örneğine tanık olduğumuz geçide kurulu<br />

şehrin insanlarına el sallamak hiç de kolay olmuyor.<br />

Sonuç niyetine<br />

Bu etkinliğin hem kültür, sanat ve edebiyat<br />

adamlarını hem bürokrat ve iş adamlarını buluşturma,<br />

kaynaştırma gibi <strong>bir</strong> fonksiyonu yerine<br />

getirdiğine, bahar ve yazı iki üç ay gibi kısa<br />

<strong>bir</strong> süreye sığdıran halkın hayatına dördüncü <strong>bir</strong><br />

cemre gibi düştüğüne inanıyorum.<br />

Teşekkür ederim Bayburtlum.<br />

Allahaısmarladık Korkut Ata’m.■<br />

86<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


87<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


88<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


89<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


90<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


91<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


92<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


93<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


94<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


NAMIK YUSUF<br />

95<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010


96<br />

eylül-ekim-kasım<br />

2010

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!