You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
Muhterem Okurlar,<br />
Bu sayıda söze evle başladık.<br />
Ev, şehri dolduran sokağın, mahallenin toplamıdır.<br />
Evin kapısı sokağa; sokak mahalleye açılır. Eğer, sokağımızın,<br />
mahallemizin sinir uçları yoksa bizi şehrimize bağlayan<br />
yalnızca odamız kalmıştır. Zaman öylece bir odaya bırakır bizi.<br />
Çünkü “içinde gönüllerin birbirine kavuşamadığı, birbirine ulaşamadığı<br />
duvarlar ev olmaz” sokak da mahalle de…<br />
Namık Açıkgöz “Eskiden evler, sokaklar, mahalleler, bir insan<br />
ömrünü aşan zamanlarda yüz değiştirirlerdi; şimdi bir insan<br />
ömrüne birkaç değişim sığacak neredeyse.” diyor. Suat Bulut<br />
ise “Türk kültüründe mahalle, sokak ve evin farklı bir misyon ve<br />
fonksiyonu var” oluşundan bahsediyor.<br />
Tanzimat’tan bu yana evimizde ve hayatımızda görülen değişikliği<br />
en iyi sokak ile mahalle ile izah edebiliriz Bugün modern<br />
mahalle durumundaki büyük sitelerin marketlerini, taksi duraklarını<br />
da söz konusu etmezsek, konumuz hem sosyal ve hem de<br />
kültürel bakımdan tam olarak anlatılmış olmaz.<br />
Evcil şairlerimiz, evi yaşadığımız dünyanın sembolü olarak<br />
ele almışlardır. Sokak ve mahalleyi işleyen hikâye, tiyatro ve roman<br />
yazarlarımız da öyle… Son yıllarda bu işlemeye televizyon<br />
dizilerimizi de katabiliriz. Mesela “Perihan Abla, Süper Baba,<br />
İkinci Bahar, Ekmek Teknesi” gibi televizyon dizileri ancak mahalle<br />
kültürüyle bir anlam taşır.<br />
Sokağımızın bakkalı, kasabı, kapı komşu ilişkileri, mahalle<br />
arkadaşlığı, dayanışma hatta “mahallenin namusu” neden gündemde…<br />
Neden sanatçılarımız eski sokağımıza, eski mahallemize<br />
döndüler.<br />
Galiba sokağın, mahallenin yenisinde bizi durmaksızın kemiren<br />
bir eksiklik var.<br />
Biz bu sayımızda “ev, sokak, mahalle”yi konuştuk.<br />
Gelecek sayımızın dosya konusu Yavuz Bülent Bâkiler.<br />
Yavuz Bülent Bâkiler özel sayısında buluşmak dileğiyle.<br />
<strong>Bizim</strong> Külliye<br />
Dergimiz mensuplarından A. Faruk Güler'in ağabeyi Şükrü Güler vefat etmiştir.<br />
Merhuma Tanrı'dan rahmet, Güler ailesi ve yakınlarına sabırlar dileriz.
NAZIM PAYAM<br />
Pencerem<br />
sokağa değil,<br />
yola bakar.<br />
Penceremin<br />
bahçeye<br />
bakmasını ne de<br />
çok arzulardım.<br />
Bahçem olsaydı<br />
dört mevsimi<br />
gösterecekti.<br />
Bahçem olunca<br />
kuşlar da<br />
olacaktı.<br />
Günün yorgunluğundan, yoğunluğundan<br />
evime, odama çekilerek<br />
sıyrılırım. Odamda divana uzanır,<br />
raflara dizili kitaplarımın sakin, sessiz<br />
denizlerine bakar, hafiflerim. Her bir<br />
denizin suyu, tuzu, yıldızı farklıdır.<br />
Uzandığım yerden perdelerini aralar,<br />
içlerinde barındırdıkları canları izlerim.<br />
Hava kabarcıkları bir umut, bir ışık gibi ağan<br />
o canlardan arkadaş edindiğim de vardır, dost edindiğim<br />
de. Günün eksilttiğini, gecenin gömdüğünü<br />
birlikte unutur, birlikte kendimize liman kurarız.<br />
Limana gemi yanaşır, limandan gemiler uzaklaşır;<br />
bunu kimseler bilmez.<br />
Bazen üç beş saat, bazen üç beş dakika sürer bu<br />
durum, sonra birden bir kitabın dalga hırçınlığıyla<br />
değişir her şey. Siz bakmayın “bir”i belirsizlik anlamında<br />
kullanmama, bilirim, tanırım, gerçeğine<br />
çağıran o köpüklü sesi. Onun eski huyudur bu. O<br />
kitapkızını bulur, terk edilmiş bir iskeleye çıkarır,<br />
ıslak saçlarını okşarım. Günü nasıl geçirdiğini, kim-<br />
3<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
lerle tanıştığını dinlerim. Ben dinlemekten bıkmadım, o anlatmaktan<br />
yorulmadı. Sesini duymadığımda arayışım daha şiddetlendi. Odam ter<br />
koktu. Bendeki bu özlem nedendir Bu özlem nasıl bende kaldı Düşünmem.<br />
Pencerem sokağa değil, yola bakar. Penceremin bahçeye bakmasını<br />
ne de çok arzulardım. Bahçem olsaydı dört mevsimi gösterecekti. Bahçem<br />
olunca kuşlar da olacaktı. Şair Batu, kanatlarına özendiğim o büyük<br />
kuşların kayalar gibi koparak kayalardan, sevinçlerine uçtuklarını, bitmeyen<br />
ışıklarda yüzdüklerini söyler. Kuşların göğü var, benim denizim.<br />
Kuşları rüzgâr taşır, beni kaygılarım. Kuşların yuvası var, benim odam.<br />
Ne zaman odamdan ayrılsam karaya vurmuş balık olurum. Kepezlere<br />
tırmanışım, vakte kürek çekişim, suskunlukta bekleyişim odama dönmek<br />
içindir.<br />
Penceremden yola bakıyorum. Her yolun dili bir başka! Anlaşamıyoruz<br />
yollarla. Perdeleri çeksem odamın homurtusu, çekmesem yolların<br />
karanlığı! Şimdi, yolların iki mevsimi var bana. Gurbete yolcuysam<br />
güz, sılaya dönüyorsam bahar… Bu iki mevsimden dolayı çözebiliyorum<br />
yolları. Ve gidersem ebediyen güzü yaşayacağım, bir daha geri dönemeyeceğim<br />
korkusuna kapılıyorum. Eskiden böyle miydim Merakımı<br />
dışarıya açardım. Başka iklimlerin yağmuruna yakalanmaktan, yolları<br />
yollara katmaktan zevk alırdım. Kabuğunu kırdığım sınırda şarapnel<br />
gibi çoğalırdım. Yakınlarım adresimi şaşırırdı. Şimdi bunca koşuşturma<br />
arasında kim arar, kim sorar beni<br />
Sokağımı yol öldürdü. Yola çıksam karşımda kavşak ve caddeler, caddeler…<br />
Mahallemin kurumlarını, sitemin katlarını, sakinlerini, markette<br />
çalışanları sayamıyorum artık. Eğer bir sokağım, mahallem, şehrim varsa<br />
evimin, odamın yüzü suyu hürmetinedir. Bütün zamanı odama dolduruyorum.<br />
Şehrimde bir odam kaldı. Şehrim süvarisiz at. Durmaksızın<br />
koşuyor. Öfkesi burnunda soluyor. Eskiden böyle egzozlu yanmazdı<br />
şehir akşamları. Caddelerde camların ağzı insan yutmazdı. İnsanlar bu<br />
kadar asık surat olmazdı. Selam, tebessüm, yeşilin tonları; şu ova senin,<br />
bu yamaç benim, yelken açtığımız deniz hepimizin idi. Rahvan bir serinlikti<br />
bineğimiz.<br />
Adlandıramadığım bir tedbirden yeşilin tonlarını odama taşıdım. Çift<br />
çift menekşe, begonya, dieffenbachia, Japon şemsiyesi, kuşkonmaz; el<br />
sürdürmüyorlar kendilerine, suyu diplerinden veriyorum. Sevdiler yerlerini.<br />
Duyarlı noktalarını çözdüm. Muhabbetimiz arttı. Konuşuyor konuşuyoruz.<br />
Işığa bakar gibi bakıyorlar yüzüme. Kitapkızından artakalan<br />
zamanı çiçeklerime ayırıyorum. Anladım yalnızlık paylaşılır; alıştığınla<br />
paylaşırsın yalnızlığını. Küçülen, eskiyen, dökülen yeni bir renk, yeni bir<br />
nesne olur içinde.<br />
Fotoğraftakiler, fotoğraftakilerin sesleri, cadde, yol, sokak varsın her<br />
şey değişsin… Dünyanın içine doğru yürüsün yeni yüzler, yeniden örsünler<br />
çevrelerini. Ama seccadem değişmesin, dizlerin aşındırdığı, alnın<br />
soldurduğu çizgiler öylece kalsın, istiyorum. Ses, yalnızca onda huzur<br />
verici, derin… Sessizlik, yalnızca seccademde dokunduruyor kendine.■<br />
4<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
VEFA TAŞDELEN<br />
İleriye doğru gidelim; açtığımız kapıyı doğru;<br />
kapatmak için, parantezi kapatmak için:<br />
ileriye doğru, eve doğru gidelim.<br />
İçinde gönüllerin<br />
birbirine<br />
kavuşamadığı,<br />
birbirine ulaşamadığı<br />
duvarlar ev olmaz,<br />
dört duvar olarak<br />
kalır. Ev olmak için<br />
gönül olmak gerekir,<br />
evde olmak için<br />
gönle girmek gerekir,<br />
gönülde olmak<br />
gerekir. Evlenmek<br />
için gönüllü olmak<br />
gerekir.<br />
Ev, doğada, çoğu kez doğal malzemeler kullanılarak<br />
yapılır, ama yine de doğa değil<br />
kültürdür, gelenektir. İnsanın anlamlar ve yaşantılar<br />
dünyasına aittir, fiziksel bir mekân olmaktan<br />
çok içinde yaşayan insanlardır. İnsansız ev taştır,<br />
topraktır. Evsiz insan dağınıktır, yurtsuzdur. Doğadan<br />
kültüre, kültürden mekâna, mekândan insana,<br />
evin çeşitli hâlleri, anlam katmanları vardır. Bu yazının<br />
amacı, “ev” sözcüğünün sahip olduğu kimi<br />
anlam alanlarına değinilerde bulunmaktır. Bunu<br />
gerçekleştirebilmek için, başlıca iki temel soru üzerine<br />
durulacaktır: Evin, (1) gündelik dildeki anlamı<br />
nedir, (2) metaforik bir ifade biçimi olarak anlamı<br />
nedir Bu sorular, felsefi, sanatsal, antropolojik ve<br />
teolojik bakış açılarından, bu alanların doğrudan<br />
katkılarıyla olmasa da esinleriyle cevaplandırılmaya<br />
çalışılacaktır. Çalışma bu hâliyle bitmiş değildir,<br />
aksine kendisini, okuyucunun kendisindeki tecrübe,<br />
bilgi ve ev kavramı ile tamamlamasına ihtiyaç<br />
duyar.<br />
1. Evin etrafında<br />
Ev’in anlam içeriği, kimi durumda dört duvar,<br />
5<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
kimi durumda gönüllerin birleştiği, birbirine erdiği<br />
yer, kimi durumda da “yurt”tur. Yurt, “bir halkın<br />
üzerinde yaşadığı toprak parçası”, insanın doğup<br />
büyüdüğü, içinde yaşadığı memlekettir.” [1] Mekân<br />
merkezli bir yaklaşımda şu ifadelerin geçtiği görülebilir:<br />
“Yalnız bir ailenin içinde oturabileceği<br />
biçimde yapılmış yapı. Bir kişinin veya ailenin<br />
içinde yaşadığı yer, konut.” [2] Bu tanımda, fiziksel<br />
bir mekân olarak, bir “barınak” olarak ev öne çıkar.<br />
Ontolojik bir korku, yok olma korkusu, onları<br />
barınağa yöneltmiş, korunma ve varolma içgüdüsü<br />
bir çatı altında toplamıştır. Bu noktadan itibaren<br />
tanım, varoluş merkezli bir yönelim kazanır. Buna<br />
göre ev, bir barınak olmadan önce insanların birbirlerine<br />
erdikleri, bir gönülde bir ve çok oldukları<br />
yerdir. Bu hassasiyetleri içeren varoluş merkezli<br />
bir tanımda şu ifadeler geçer: “Birleşmek, yerleşmek,<br />
döllenmek, kurmak, konut oluşturmak, yaklaşmak,<br />
uyum sağlamak, uzlaşmak, anlaşmak, kayırmak,<br />
korumak, yardımcı olmak, hızlanmak.” [3]<br />
Bu tanımda gönüllerin birbirine ermesi, birbirine<br />
kavuşması, birbirinde yerleşmesi, birbirinde hayat<br />
bulması, birbirinde gelişmesi, birbirinde ortaya<br />
çıkması, birbirinde dünyayı ve evreni kavraması,<br />
birbirinde toplumun bir parçası olması, birbirinde<br />
uyumu, dengeyi, ahengi yakalaması, birbirinde güvende<br />
olması, huzura ermesi ve dinginleşmesi söz<br />
konusudur.<br />
Ev, insanın yeryüzüne bağlanma çabasında<br />
önemli bir adımdır. Yeryüzüne bağlanmanın, orayı<br />
“yurt” olarak görmenin en açık ifadesidir. Ev, hayatın<br />
merkezidir, hayatın kendisinden çıktığı ve kendisine<br />
döndüğü yerdir. Hayat evde mayalanır, evde<br />
yoğrulur, evde çoğalır, evde güçlenir, evde zenginleşir,<br />
evde yaşanır, evde tazelenir. Şu ifadeler, bunu<br />
gösterir: Doğum evi, bebek evi, kız evi, düğün evi,<br />
gönül evi, ölüm evi, yas evi… Ev ana babadır, eştir,<br />
evlattır, dosttur, hısım akrabadır, komşudur. Evde<br />
doğulur, evde ölünür. Ev, doğum ve ölüm arası<br />
mekândır; ev ömürdür. Ev, dağıtır ve toplar; kalptir.<br />
Tanır ve tanıtır; yüzdür. Bütün yollar ondan çıkar,<br />
ona döner. Nereye gidersek gidelim yönümüz hep<br />
eve doğrudur. Ev ruhtur, bedendir, dildir, anlamdır.<br />
1. Hasan Eren, Türk Dilinin Etimolojik Sözlüğü, <strong>Bizim</strong><br />
Büro Basımevi, Ankara, 1999, s. 461.<br />
2. Hasan Eren, age., s. 141.<br />
3. İsmet Zeki Eyüboğlu, Türkçe Kökler Sözlüğü, Remzi<br />
Kitabevi, İstanbul, 1989, s. 77.<br />
Dilin ve anlamın oluştuğu yerdir. Ev, tamlayan ve<br />
bütünleyendir; addır, semboldür, simadır. Ev mukadderattır;<br />
umuttur, hayalidir, imkândır. Ev, olabilmektir,<br />
erebilmektir; teknedir, ocaktır. Temeldir,<br />
duvardır, güvenliktir. Duadır, temennidir, iyi niyettir,<br />
iyi ile birlikte olmaktır. Atmosferdir, ozondur.<br />
Evsiz kalan havasız kalmıştır, evsiz kalan gönülsüz<br />
kalmıştır, evsiz kalan ışıksız kalmıştır. Ev, ben iken<br />
sen olmaktır. Benden ve senden geçip biz olmaktır.<br />
Bir yürekte çoğalmak, bir iken iki, iki iken üç olmaktır.<br />
Kız olmak, oğul olmak, anne baba olmaktır.<br />
Yeğen olmak, torun olmak, seven ve sevilen<br />
olmaktır.<br />
Ev şefkattir, merhamettir, özendir, özveridir.<br />
Gücü, sevinci ve huzuru her gün yeniden doğuran<br />
anadır, sarsıp sarmalayandır; ruhu dirençli kılan,<br />
havayı temizleyip gönlü arıtandır. Hayatı, elverişli<br />
kılandır. Ev işarettir, tanımlayandır. Varlığı<br />
ve yokluğu, hayatı ve ölümü gösterendir. Oluşan<br />
ve oluşturandır. İnsanların birbirlerine erdikleri,<br />
birbirlerini buldukları ve kaybettikleri yerdir.<br />
Hücrenin organa, organın organizmaya dönüştüğü<br />
yerdir. Ev, fakir de olsa zenginliktir, soğuk da olsa<br />
sıcaklıktır, uzak da olsa yakınlıktır. Alvarlı Mehmet<br />
Lütfi’nin“Dün gece yar hanesinde yastığım bir<br />
taş idi / Altım çamur üstüm yağmur yine gönlüm<br />
hoş idi” mısralarında evin gerçek tanımı vardır. Bu<br />
mısralarda evin görkem değil gönül olduğu açıkça<br />
ortaya çıkar. İçinde sevgi olan, gönüllerin birbirin<br />
kavuştuğu ev, rahat ve huzurlu evdir, görkemli evdir.<br />
Türküdeki bu ifade, gerçek haneyi tanımlar:<br />
Yâr hanesi, gönüldür. Hanenin nasıl olduğu, yatağının<br />
ve yorganının neden oluştuğu önemli değildir.<br />
Önemli olan, gönüllerin birbirine hane olması,<br />
birbirine yâr olmasıdır.<br />
2. Varlığın evi<br />
Çağdaş düşüncenin en çok öne çıkan ifadelerinden<br />
biri, dilin, varlığın evi olduğu yönündedir. [4] Bu<br />
sözü, yoruma açık hâle getirmek için bazı sorular<br />
sorabiliriz: Dilin varlığın evi olması ne demektir<br />
4. “Dil varlığın evidir (Die Sprache ist das Haus<br />
des Seins).” Martin Heidegger, Holzwege, Vittorio<br />
Klostermann, Frankfurt, 1950 s. 286. Bu ifade, ihtiva<br />
ettiği derin anlam ve espri yanında şöyle bir kuşku ortaya<br />
koyma imkânı da verir: Dil gerçekten varlığın evi midir,<br />
yoksa onun zindanı mı Hangi durumlarda evi, hangi<br />
durumlarda zindanı<br />
6<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Dil, niçin varlığın evidir Varlık ve dil arasında nasıl<br />
bir ilişki vardır Dil varlığın eviyse, varlık dilin<br />
nesidir; içeriği mi, özü mü, anlamı mı, gönlü mü<br />
Varlık, hangi durumda kendi evinde bulunur, hangi<br />
durumda evinden uzaklaşır, hangi durumda evinin<br />
yolunu şaşırır Varlığı evine götüren, ona bir ev<br />
inşa eden kimdir Ev, bir yaşantı alanı olduğuna<br />
göre, dil de varlığın yaşantı alanı, varlığın yaşanmışlık<br />
hâli midir Ev, belli ölçüde yakınlığı, içtenliği,<br />
hemhâl olmayı, belirli bir mahremiyeti ifade<br />
eder. Acaba, varlık, dilde kendi karşılığına kavuşabilir<br />
mi Ya da dilin varlık alanında tam olarak bir<br />
karşılığı bulunabilir mi Bu anlam derecelerini, en<br />
dıştan en içe doğru keşfeden kimdir, hangi bilinçtir<br />
Dil ile ilişkili olmak, varlıkla ilişkili olmak olduğuna<br />
göre, dil katmanları arasında, bilim adamının,<br />
filozofun, edebiyatçının, şairin, ressamın yeri<br />
ve varlığa yakınlık derecesi nedir<br />
Öncelikle, varlık dilde ifade bulur, dilde anlam<br />
kazanır. Dil varlığı, görünür, algılanır ve anlaşılır<br />
kılar, anlamlı kılar. Varlığın bilinç tarafından görünmüş<br />
ve adlandırılmış olduğunu ifade eder. Görülmüş<br />
olmak, bilinç mührüyle mühürlenmiş olmaktır.<br />
Görülmüş olmak, bilince yansımış, bilinçte<br />
iz bırakmış olmak, dahası bilinç olmak ve bilinci<br />
olmaktır. Varlığı dile taşıyan kişi, varlığı dilde yeniden<br />
kurar, dilde yol alır, dilde yol bulur. İki dünya<br />
olur böylece: dildeki varlık ve dilin adlandırdığı<br />
varlık. Dilin adlandırdığı varlık, dil kendisini ifade<br />
ettiği sürece kendi evinde rahat eder, dildeki varlığı<br />
bir doğruluk ve hakikat olur, dilin anlamı olur; “Dilimin<br />
sınırı dünyamın sınırı demektir.” sözü bunu<br />
ifade eder. [5] Dilimin sınırı, evimin de sınırıdır.<br />
Evimin sınırı, bilincimin de sınırıdır. Varlığın anlam<br />
katmanlarına ne kadar nüfuz etmişsem, varlığı<br />
bilim, sanat, felsefe olarak ne kadar algılamışsam;<br />
varlığımda varlığı, varlıkta varlığımı ne kadar hissetmişsem,<br />
dilin ve varlığın anlam katmanları arasında<br />
ne kadar yolculuk yapmışsam, evimin sınırını<br />
da o kadar geniş tutmuşum demektir. Bu, bana derin<br />
bir varoluş duygusu kazandırır, varlık karşısında<br />
varoluşumun çağıltısını işitirim. Ama bu varoluş<br />
duygusu, kendi içindeki sonlu ve sınırlı akışla beni<br />
“gerçek varlık nedir” sorusuyla da yüzleştirir. Bu<br />
5. Ludwig Wittgenstein, Tractatus Logico-Philosophicus<br />
(Logisch-philosophische Abhandlung) 5.6. “Die Grenzen<br />
meiner Sprache bedeuten die Grenzen meiner Welt.”<br />
Routledge & Kegan Paul, New York, 1961, s. 114.<br />
benim varlıktan varlığa sıçrama noktamı oluşturur.<br />
Dildeki ve varlıktaki anlam yolculuğum, farklı<br />
duraklardan geçerek ilerler. Dildeki varlık, varlığı<br />
gerçek bir şekilde yansıtmazsa, o zaman varlık dilde<br />
huzursuz olur, kendini sürgün hisseder, gurbette<br />
hisseder; yanılgı ve yanlış ortaya çıkar, yanlış anlama<br />
ve yanlış anlaşılma ortaya çıkar. Ama her iki<br />
durumda da, hakikat olma ve hakikatten ayrılma<br />
durumu gerçekleşir. Böylece varlık dilde yeniden<br />
konumlanır, yeniden kurulur. Varlık, dil elbisesini<br />
giyer, dil elbisesiyle görünüşe çıkar. Dil ile anlam<br />
elbisesine kavuşur. Bu aynı zamanda şunu da sormaktır:<br />
İnsansız varlık olur mu İnsan olmayınca<br />
varlığın bir anlamı olur mu Varlık açısından insanî<br />
bilincin önemi nedir “Varlık açısı” nedir Dil içinde<br />
olmak anlam içinde olmak demektir. Dil içinde<br />
olmak bilinç içinde olmak demektir. Dil içinde olmak<br />
insan içinde olmak demektir. Varlığın dil içinde<br />
olması böyle bir anlam ifade eder.<br />
Dil benim varoluş tecrübemi, varlıkla kurduğum<br />
ilişkide elde ettiğim deneyimi ifade eder.<br />
Varlığı dille anlamak ne demektir Öncelikle onu<br />
kendi evimin penceresinden, kendi evimde konuşulan<br />
dille, bana özgü anlam içerikleri olan dille,<br />
içine kendimi, kendi yaşantı, duygu ve düşüncelerimi<br />
kattığım, denilebilirse hayatı inşa ettiğim dille<br />
anlamam demektir. Bu bakış açısı benim evimin<br />
penceresidir. Ben varlığı, kendi zihniyetimle, kendi<br />
geleneğimle, kendi inançlarımla, kendi dünya<br />
görüşümle seyrederim. Öyleyse, varlık dediğimde<br />
kendimi, kendi dünyamı söylemiş olurum. Dilimle<br />
dünyayı kendi dünyam hâline getiririm. Dilim<br />
yoksa dünyam da yoktur. Dilim yoksa evimin penceresi<br />
de yoktur. Dilim yoksa evim de yoktur. Dilim<br />
yoksa dünyaya vereceğim bir anlam da yoktur.<br />
Varlığa dil ile yüklediğim anlamla kendim olurum,<br />
kendimi algılarım, kendi konumumda bulunurum.<br />
Varlığı kendi penceremden seyredemezsem, kendi<br />
dilim ile anlayamazsam, varlık benim olmaz. Varlık<br />
benim olmayınca varlıktan yoksun olurum, bir varlık<br />
olarak görünüşe çıkamam. Dilim, evimi, penceremi<br />
ve varlığımı oluşturur. Dilim, varlığı bana ait<br />
kılar. Varlık dilde anlaşılabilirlik niteliği kazanır.<br />
Gadamer, varlıktaki anlaşılabilirliğin, anlaşılabilir<br />
yönün dil olduğunu söyler. [6] Varlığı dıştan içe<br />
6. Hans-Georg Gadamer, Truth and Method, çev. William<br />
Gelen – Doepel, Great Britain for Sheed & Ward. Ltd.,<br />
London, 1981, s. 431-432.<br />
7<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Dilimin sınırı,<br />
evimin de<br />
sınırıdır. Evimin<br />
sınırı, bilincimin<br />
de sınırıdır.<br />
Varlığın anlam<br />
katmanlarına<br />
ne kadar nüfuz<br />
etmişsem,<br />
varlığı bilim,<br />
sanat, felsefe<br />
olarak ne kadar<br />
algılamışsam;<br />
varlığımda<br />
varlığı, varlıkta<br />
varlığımı<br />
ne kadar<br />
hissetmişsem,<br />
dilin ve<br />
varlığın anlam<br />
katmanları<br />
arasında ne<br />
kadar yolculuk<br />
yapmışsam,<br />
evimin sınırını<br />
da o kadar<br />
geniş tutmuşum<br />
demektir.<br />
doğru dile aktarmaya başladığımda, sırasıyla bilim, felsefe, sanat<br />
(edebiyat, fesim, müzik) ulaşmış olurum. Ve bu içe dalışta<br />
gittikçe kendime özgü dil ve söyleyiş alanlarına kavuşurum;<br />
dışa doğru daha nesnel, içe doğru daha öznel. Varlığın kabuğunda<br />
herkesle aynı dili konuşurum; kendimden, kendi konumumdan,<br />
dile verdiğim özel anlamlardan söz etmiş olmam. İçe<br />
doğu yöneldikçe kendimi konuştuğum dile katmaya başlarım.<br />
Giderek, kendimi ifade etmeye başlarım. Dilim, dile ve varlığa<br />
olan mahremiyetimin gizlerini, ayrıntılarını da ifade etmeye<br />
başlar. Böylece felsefenin, sanatın, edebiyatın kıvrımlı patikalarında<br />
özgün yapıtlar ortaya çıkar. Düşünmek, varlığı dilde<br />
anlamaktır, bilmek varlığı dilde kavramaktır, yazmak ise varlığı<br />
dilde yaşamaktır. Edebiyat ve sanat biraz da budur.<br />
Yazar, dilde yola çıkan, dilde arayan, dilde yol bulan bir kişi<br />
olarak bir “söz-sever” (philologos)’tur. O, varlığı söze taşıyan,<br />
varlığı, evine doğru götüren kişidir. Varlık ona konuşur, ona<br />
seslenir, onda yola çıkar. Yazma eylemi, varlığı kendi evine<br />
götürme, varlığı ve anlamı kendi yerine koyma eylemidir. Yazar,<br />
varlığın evini tanımakla ve inşa etmekle meşguldür. Dilsiz<br />
varlık, hissizliktir, sessizliktir; katı ve mutlak sessizliktir. Dil,<br />
varlıktaki sessizliği bozar. Dil varlığı konuşur, varlığı konuşturur:<br />
varlık dilde konuşur. Dil varlığı söyler, varlığa söyler.<br />
Dille kendi anlam alanına kavuşan varlık, kendi evine, sıcak<br />
ortamına da kavuşur. Yaşam orada maskelerini çıkarır; sahici<br />
ve içtenlikli yapısına kavuşur. Yazar, varlığı kendi evinde<br />
tanıyan, dahası varlığa ev inşa eden kişidir. Çünkü varlık, en<br />
iyi dilde aydınlanır, dil ile aydınlanır. Varlığın anlamı ve bilinci<br />
dildedir. Varlık dilde kendi yerine kavuşur. Dil içinde kendi<br />
yerinde, dil içinde kendi vatanındadır. Varlık tüm boyutlarıyla<br />
dilin içindedir. Zira söz, başlangıçta olandır. [7] Logos, varlığın<br />
tohumudur, özüdür, evidir. Varlık söz, söz de varlık içindedir.<br />
Söz varlığı, varlık da sözü sarıp sarmalar. Ama şu hep sorulabilecek<br />
bir sorudur: Acaba sözü olmayan, ifade edilemeyen bir<br />
varlık var mıdır Söz varlığı gerçekten de tümüyle kuşatır mı<br />
Yoksa söz varlık dediğimiz bu şeyin kendisi midir Söz nerede<br />
biter, nerede varlık, nerede yokluk olur Varlıksız söz, sözsüz<br />
varlık olur mu Sözün veya aşkın bilincin varlığı öncelediğini<br />
söylediğimiz her durumda, bir bilince ulaşmamış herhangi<br />
bir varlığın olamayacağını da söylemiş oluruz. Kim bilir, belki<br />
var olmak, gerçekten de düşünülmüş ve algılanmış olmaktır.<br />
Yalnız bu değildir: Var olmak tasarlanmış, düşünülmüş ve söylenmiş<br />
de olmaktır. Zira “olmak” eylemi, olmayı, varlığa gelmeyi<br />
önceleyen bir eylemdir. [8] Aşkın bilinçte yer almayan, bir<br />
“varlık kaçağı” olabilir mi hiç Şu hâlde varlığın gerçek evi,<br />
Augustinus’un da belirttiği gibi, tanrısal tasavvurdur. Gerisi<br />
bir seyahattir. Varlık kendisini en iyi dilde ve seyahatte bulur;<br />
7. Yuhanna, 1: 1.<br />
8. “Ona ol der ve [o da] olur.” Bakara, 117.<br />
8<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
varlıktan varlığa, duraktan durağa, ama hep oradan<br />
oraya, Ana-Beyit’e doğru.<br />
2. Ana-beyit<br />
Dünyanın en eski ve en kalıcı evlerinden biri,<br />
Kâbe’dir. Kâbe’nin, inşası, insanın yeryüzünü yurt<br />
hâline getirişinde, dünyaya bağlanışında, bu evrendeki<br />
uzun yolculuğunda önemli duraklarından biridir.<br />
Hz. Âdem tarafından kurulduğu, Hz. İbrahim<br />
tarafından yeniden inşa edildiği söylenen bu ev,<br />
bugün “Tanrı Evi” (Beytulah) olarak adlandırılır.<br />
Beytullah, Âdem’in bir ölümlü olarak yeryüzüne<br />
bağlanışının, duyduğu yakıcı pişmanlığın, hissettiği<br />
derin acının, büyük yalnızlık ve çaresizliğin de<br />
görkemli ifadesidir. Yeniden cenneti arayış ve özleyişin,<br />
Tanrı’ya yakın olma isteğinin de ifadesidir.<br />
Cennetten yeryüzüne düşme, nasıl ki insanın yeryüzündeki<br />
tüm öyküsünü açıklıyorsa, aynı şekilde<br />
Âdem tarafından inşa edilen bu bina da insanın<br />
yeryüzünü yurt edinme çabasını öylece açıklar. O,<br />
pişmanlığının bir ödülü ve içinden düştüğü sonsuz<br />
hayatı anımsatacak bir simgedir. Hem fizik hem<br />
metafiziktir. Hem madde hem ruhtur. Hem gözyaşı<br />
hem sevinçtir. Dünya hayatında yeryüzüne atılan<br />
ilk düğümdür. Yeryüzüne bağlanmanın, ev kurmanın<br />
ve dünyayı yurt hâline getirmenin ilk ifadesidir.<br />
Kültürün ilk tohumudur.<br />
Binlerce yıldan beri, insanlığın kutsal<br />
mekânlarından biri olma özelliği ile merkezi konumunu<br />
koruyan Kâbe, İslamiyetle birlikte, merkezi<br />
konumu daha da güçlenmiş, Müslümanların kıblesi,<br />
bir araya geldikleri merkezî yer hâline gelmiştir.<br />
Allah’ın evi, orayı insanlığın yeryüzündeki kalbi,<br />
evi, huzuru ve güvenliği hâline getirmiştir. Zira<br />
Tanrı Evi, aynı zamanda güvenli mekân, insanlarının<br />
canının, malının güvende olduğu bir yerdir.<br />
Kuran’da, Kâbe’ye atfen, “Biz evi insanlar için toplanma<br />
yeri yaptık. Onu emin bir yer kıldık” denir. [9]<br />
Mevlana, “Beyt’ten maksat Kâbe’dir, kim oraya<br />
sığınırsa afetlerden korunur ve orada avlanmak haramdır.<br />
Bir kimseye eziyet etmek doğru değildir.<br />
Ulu Tanrı onu seçmiştir; doğru ve güzel. Ancak<br />
bu Kuran’ın dış manasıdır. Muhakkikler derler ki:<br />
Beyt, insanın içidir. Ey Tanrım, içimi nefsin meşgaleleri<br />
ve vesveselerinden boşalt. Bozuk ve yanlış<br />
heves ve düşüncelerden temizle ki onda hiçbir korku<br />
kalmasın; emniyet görünsün ve orası tamamen<br />
9. Kur’an, 2: 125.<br />
senin vahiy yerin olsun. Oraya şeytan ve vesveseler<br />
girmesin, yol bulmasın.” [10] İnsanın Beytullah’ı<br />
kendi içinde inşa etmesi, gönlünü Tanrı’nın güvenli<br />
hanesi hâline getirmesiyle mümkün olacaktır.<br />
Tanrı’nın bir evde ikamet ettiği düşünülemez. Onun<br />
gerçek hanesi, tabii ki kendisine inananların gönlüdür.<br />
Evrene sığmayan ve onu aşan Tanrı, kendisine<br />
saf, yalın ve içenlikli bir tutumla inanan kişinin<br />
gönlüne sığmış, böylece orayı kendi hanesi hâline<br />
getirmiştir. Mevlana, kalbin temizlenmesi ile gerçek<br />
bir arınmanın ortaya çıkabileceği, kötülükten<br />
uzaklaşabileceği, bu şekilde bir ayna gibi gönlün<br />
hikmete, olgunlaştıran bilgiye mekân olabileceği,<br />
bir tür aşkın bilginin yansıma ve esin alanı olabileceği<br />
konusu üzerinde durur.<br />
Beytullah’ın somut bir mekân olmasının yanında,<br />
asıl insanın gönlü olduğu hususu Yunus tarafından<br />
da dile getirilir. Yunus Emre, “Allah evi ziyaretdür<br />
ben anda varmak isterin” derken [11] kutsal<br />
mekân olarak Kâbe’ye yapılan yolculuğa; “Yunus<br />
Emre dir hoca gerekse var bin hacca / Hepsinden<br />
eyüce bir gönüle girmekdür” derken de içe, gönüle<br />
yapılan yolculuğa işaret eder. [12] hacca gitmek,<br />
Beytullah’a girmektir. Hacca gitmek, insanların<br />
gönüne girmektir. Hacı olmak, bir gönülde yer<br />
bulmaktır. Tavaf etmek, bir gönlü kazanmaktır.<br />
Kâbe’ye varmak bir insanın gönlüne varmaktır,<br />
Kâbe’ye yüz sürmek bir insanın gönlünü almaktır.<br />
“Hepsinden eyüce bir gönüle girmekdür” derken,<br />
Yunus, bu temayı terennüm eder. “Gönül Çalab’un<br />
tahtı gönüle Çalab bakdı / İki cihan bedbahtı kim<br />
gönül yıkar ise” derken de, gönül kırmanın aslında<br />
Tanrı Evi’ni yıkmak olacağı hususuna dikkat çeker.<br />
Gönlü Çalab’ın tahtı kılmak, Kierkegaard’un<br />
deyişi ile bir “sonsuzluk sıçraması”dır; bu “iman<br />
şövalyesi”nin eylemidir. [13] İman, kişinin kendi<br />
içinde Tanrı’ya bir ev oluşturması, bir yer aralaması,<br />
bir sayvan, bir ev veya duruma göre bir köşk<br />
yapması, Tanrı’ya bir beyt inşa etmesi olacaktır.<br />
Ama Tanrı’nın beytine geçmek çaba isteyen<br />
bir eylemdir. Bunun için ilkin insanların beytinden<br />
geçmek, onların beytini fethetmek gerekir. Zira<br />
10. Mevlâna, Fîhi Mâfih, çev. Meliha Ülker Anbarcıoğlu,<br />
Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1990, s. 253.<br />
11. Yunus Emre, Yunus Emre Divanı, hzl. Faruk K.<br />
Timurtaş, Tercüman Yayınları, İstanbul, 1972, s. 125.<br />
12. Yunus Emre, age., s. 76.<br />
13. Søren Kierkegaard, Fear and Trembling, çev. Alastair<br />
Hanay, Penguin Books, London, 1985, s. 70.<br />
9<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Tanrı sevgisi, insan sevgisinden başlar, Tanrı sevgisi<br />
kardeş sevgisinden geçer. Kardeşini sevemeyen,<br />
Tanrı’yı sevemeyecektir. Kardeşinden uzaklaşan<br />
Tanrı’dan da uzaklaşacak, kardeşinden yüz çeviren<br />
Tanrı’dan da yüz çevirecektir. O hâlde, Tanrı Evi,<br />
insanın da evidir, Tanrı Evi insanlara açılan evdir;<br />
hastaların şifa bulduğu, açların doyduğu, ihtiyaç<br />
sahiplerinin ihtiyaçlarının giderildiği evdir. Tanrı<br />
Evi, içinde insanlık sevgisi olan, muhabbet olan<br />
evdir. İçinde insanlar için iyi niyetin bulunduğu evdir.<br />
Tanrı Evi, bu dünyanın dışında değil, içindedir.<br />
Tanrı Evi, evlerden uzak değil, evlerin içindedir.<br />
Tanrı Evi insanlardan uzak değil insanların gönlündedir.<br />
Tanrı Evi iyiliktir, iyiliği istemektir, iyiliği<br />
temenni etmektir, iyilikle birlikte olmaktır. Tarının<br />
evi saflıktır, arılıktır, temizliktir. Tanrı’nın<br />
evinde olmak kendi evinde olmak, kendi evinde<br />
olmak kötülüklerden uzak olmaktır. İnsanlar<br />
Tanrı Evi’ne giderlerken kendi evlerine giderler;<br />
dünya işlerinden bunalmış gönül pınarlarını berraklaştırmaya,<br />
gönül aynalarını cilalamaya, duygularını<br />
saflaştırmaya giderler. Olgunlaşmaya,<br />
insanı görmeye, insanı anlamaya giderler. Ev, insanın<br />
kendisinde olgunlaştığı, kendisine erdiği,<br />
kendisini bulduğu, kendisini gördüğü bir yerdir.<br />
Ve Tanrı Evi, insanın gönlü, beyitlerin beyiti,<br />
Ana-Beyit’tir.<br />
Ana-Beyit’in [14] her ne kadar aşkın imleri olsa<br />
da, aslında yine de bu dünyaya, bu dünyada yaşayan<br />
insana göndermede bulunur. Ana beyit,<br />
bütün evlerin kapısı, bütün anlamların düğüm<br />
noktasıdır. Bütün evler, Ana-Beyit’e göre ko-<br />
14. Bu ifadede Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra<br />
Bedel adlı romanına gönderme vardır. Aytmatov, küçük<br />
demiryolu istasyonunun yakınına ana beyit’i yerleştirirken,<br />
oradaki halkı bir arada tutan manevi değerler alanını<br />
da oraya yerleştirmiştir. Bir gün uzay istasyonu<br />
yapılacağı gerekçesi ile yıkılan Ana-Beyit, insanların<br />
manevi bir yabancılaşma içine girerek varoluşlarına<br />
anlam katan köklerden kopmalarını, robota, hissizliğe,<br />
duyarsızlığa (mankurtlaşmaya) yaklaşmalarını simgeler.<br />
İnsanlar ana beyitten uzaklaştıkça, evden, gönülden,<br />
gönlün ve yuvanın sıcaklığından da uzaklaşacaklardır.<br />
Anlamdan uzaklaşacaklardır. Romanda Ana-Beyit, “ana<br />
barınağı”, “ana huzuru” olarak ifade bulur. (bkz. Cengiz<br />
Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel, çev. Refik Özdek,<br />
Ötüken Yayınları, İstanbul, 1995, s. 151, vd. Ana-Beyit,<br />
bağlılıktır, adanmadır. Özdür, içtenliktir, sahihliktir.<br />
Toprağa bağlanmadır. İşarettir, merkezdir. Hatırlamadır,<br />
kendine doğru yürümektir.<br />
numlanır, şehir Ana Beyit’e göre anlam kazanır.<br />
Kapılardan geçmenin, dört duvarı bir ev hâline<br />
getirmenin anlamı, Ana-Beyit’e ulaşmak, Ana-<br />
Beyit’te yaşamaktır. Evler Ana-Beyit’ten pay<br />
aldıkça ışıklanır, güçlenir, yuva olur, dal budak<br />
sarar. Evler Ana-Beyit’ten pay aldıkça ev olur.<br />
Dört duvar, Ana-Beyit’in sıcaklığı ile ev olur,<br />
iki kişi Ana-Beyit’ten çekimi ile bir araya gelir,<br />
birbirlerine eş olur, dost olur, arkadaş olur. Ana-<br />
Beyit, iki kişiyi birbirine çeker, bağlar, bunu aşkın<br />
bir tanıklık karşısında yapar. Fizik ötesinden kopuk<br />
bir gönül, yeterince kendi yerinde değildir. Gönül<br />
evinin tuğlaları, metafizik bir taahhütle birbirine<br />
bağlanır. Bunu sağlayamazsam, gönül dediğim her<br />
bir anda kendimi söylemiş olurum, kendime ulaşmak<br />
için ötekileri bir “araç” olarak kullanmışımdır.<br />
Kendim için istemişimdir. Kendi gönül evimi görmeyenler,<br />
kendi yüce gönüllülüğümü, kendi sevgi<br />
ve hoşgörümü görmeyenleri, hemencecik hoşgörüsüzlüğümle,<br />
sevgisizliğimle, gönül darlığımla<br />
ötekileştirmişimdir. Aşkın taahhüt ve bağlanma,<br />
bana koşulsuz bir şekilde ötekiyle iletişim kurmayı,<br />
gönlümü bir Ana-Beyit hâline getirmemi buyurur.<br />
Ana-Beyit’te olmak Tanrı huzurunda olmaktır,<br />
Tanrı huzurunda el ele vermek, el ele olmaktır.<br />
İçinde gönüllerin birbirine kavuşamadığı, birbirine<br />
ulaşamadığı duvarlar ev olmaz, dört duvar olarak<br />
kalır. Ev olmak için gönül olmak gerekir, evde<br />
olmak için gönle girmek gerekir, gönülde olmak<br />
gerekir. Evlenmek için gönüllü olmak gerekir.<br />
Gönlü olmayan, dört duvarı ev hâline getiremez;<br />
bunu başaramaz. Dört duvarı ev hâline getiren<br />
gönlün eylemleridir. Dile yol bulmak, gönle yol<br />
bulmaktır, varlığa yol bulmaktır. Gönül, evlerin<br />
kapısı, yolların nihai noktasıdır. Bütün yollar<br />
oradan çıkar, oradan geçer. Oraya çıkan yollar<br />
varlığa çıkar, oraya çıkan yollar aydınlığa çıkar,<br />
oraya çıkan yollar huzura çıkar. Ev, gönül olmaktan<br />
çıkarsa ev olmaktan da çıkar. Ev, gönül olmaktan<br />
çıkarsa hayat ve ömür olmaktan da çıkar. Ev gönül<br />
olmaktan çıkarsa dünya daralır, hayatın anlamı<br />
daralır. Ev gönül olmaktan çıkarsa dünya zindana<br />
döner; eziyetin, şiddetin, kasvetin merkezi hâline<br />
gelir. Ev gönül olmaktan çıkarsa, insanın yeri olmaktan<br />
da çıkar.<br />
3. Uygarlığın çekirdeği olarak ev<br />
Söz, evreni bir düzen içinde görmektir. Evren,<br />
10<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
kaos değil, kozmostur. Düzendir, ahenktir, uyumdur,<br />
yasadır. Evrendeki yasalar evreni, insan dünyasındaki<br />
yasalar toplumları düzen içinde tutar.<br />
Doğası gereği bir arada yaşamaya eğilim duyan,<br />
buna mecbur olan insan, evde bir araya gelir ve<br />
dünyayı kendi evi hâline getirir. Bir ev içinde aile<br />
(femuli) olmak, Vico’ya göre, insanları yeryüzünün<br />
vahşi ormanında başıboş dolaşan hayvanlar gibi<br />
yok olup gitmekten korumuş, evi de kültürün ve<br />
uygarlığın merkezi hâline getirmiştir. Böylece insanlar<br />
ev içinde aile olmuş, soy olmuş; aileler evleri,<br />
evler şehirleri, şehirler ülkeleri oluşturmuştur. [15]<br />
İnsan evlenerek toprağa bağlanır, toprağa bağlanarak<br />
doğayı işlemeyi, doğayı kültüre dönüştürmeyi<br />
öğrenir. Medeniyet aile olma, toprağa bağlanma,<br />
hane kurma ve şehirleşme ile başlar. Civitas<br />
“civilisation”u, medine “medeniyet”i oluşturur.<br />
Medeniyet şehirdir, şehir evdir. Ev, ailedir. Soydur,<br />
neseptir, şeceredir. Ev dağılırsa medeniyet dağılır,<br />
ev dağılırsa şehir dağılır, ev dağılırsa yasa dağılır,<br />
ev dağılırsa soy dağılır, ev dağılırsa kavim dağılır,<br />
ev dağılırsa “nomos” dağılır. Yasa, örf, töre olarak<br />
nomos, evsizliği önler. [16] “Nomos”, ailenin dağılmasını<br />
önleyerek insanın tekrar geldiği yeryüzünün<br />
vahşi ormanına başıboş sürüler gibi dağılmalarının<br />
önüne geçer. Böylece onları sürekli iskân hâlinde,<br />
aileler olarak bir uygarlık düzeyinde tutar. Vahşileşmelerini<br />
önler. Aile, anahtardır. Bu anahtarla insan<br />
doğanın kapısını açar, orayı kendi evi, kendi yurdu<br />
hâline getirir. İnsan evlenerek evlere yerleşmiş, soy<br />
ve nesep belirgin hâle gelmiş, bu şekilde kavimler<br />
ve uluslar oluşmuştur. Böylece, evin ve ailenin anlamı<br />
daha belirginleşmiştir. Orası neresidir Evdir:<br />
bilimin evidir, dilin evidir, kültürün evidir, sanatın<br />
evidir, insanın evidir. İnsanın içinde var olduğu ve<br />
var olurken kendisini de var kıldığı tinsel birikimin<br />
evidir.<br />
15. Giambattista Vico, Yeni Bilim, çev. Sema Önal,<br />
Doğubatı Yayınları, Ankara, 2007, s . 29.<br />
16. Nomos. Yunanca’da “yasa” anlamına gelen bir<br />
kelimedir. Namus, nomosun Arapçalaştırılmış hâlidir.<br />
Platon, Devlet diyaloğunda, yasanın kökeninin hak ve<br />
haksızlık duygusu olduğunu söyler. (Platon, The Republic,<br />
çev. Desmond Lee, Penguin Books, London, s. 45).<br />
Nomos, göksel yasa olarak birey ve Tanrı arasındaki en<br />
eski sözleşmeye, “ahit”e göndermede bulunur. Buna göre<br />
“namus”un, Tanrı katından gelen, yeryüzündeki düzeni,<br />
adaleti sağlamaya yönelik, öncelikle hukuksal ve ahlaksal<br />
içerimli bir kavram olduğu söylenebilir.<br />
Yeryüzüne katılan bu anlam, giderek orayı insanın<br />
kendi evi gibi hissetmesine neden olmuştur.<br />
Binlerce yıl insanın kendi ruhuyla yoğurup durduğu<br />
doğa, giderek insanlaşmış, insani evrene, insanın<br />
anlamlar evrenine dönüşmüştür. Bu, bir yandan<br />
doğayı işleme, şehirlerle, yollarla, köprülerle, mabetlerle,<br />
saraylarla, su kanalları ile, tarlaları ile, hatta<br />
mezarlıkları ile orayı işlemek anlamına gelirken,<br />
öte yandan fiziksel ve tinsel dünyanın bilgisini elde<br />
etmek, yasasını tanımak anlamı da taşır. Hegel, bilgi<br />
ile kendimizi dünyada kendi evimizdeymiş gibi<br />
hissedeceğimizi söyler. [17] Buna göre insan dünyayı<br />
bilerek evi hâline getirir. Bilerek güvenli ve<br />
rahat bir ortam hâline getirir. Dünyayı bilgimizle<br />
kuşatmadığımız zaman, onu tanıdık ve güvenli bir<br />
ortam hâline getirmiş sayılmayız. Orası bizim için<br />
hâlâ karanlık, sihirli ve büyülü güçlerle, iyi ve kötü<br />
ruhlarla dolu bir yer olarak görünür. Şimşeği, doğanın<br />
kızgınlığı, gök gürültüsünü ruhların konuşması<br />
olarak anlama eğilimi duyarız. Bizi korkutan her<br />
şeyin karşısında tapınma eğilimi duyarız. Bilmek,<br />
dünyayı aydınlık kılar. Bilmek evrenin gizlerini<br />
açar. Bildiğimiz zaman “bu evren nedir” ve “bu<br />
evren içindeki bu küçücük yaşam nedir” sorusuna<br />
aydınlık bir cevap türetme imkânına kavuşuruz.<br />
Bildiğimiz zaman, insan, evren ve Tanrı bilmecesi<br />
aydınlık bir çözüme kavuşur bilincimizde.<br />
İnsan kendi evini kurarak kendini var etmiş,<br />
kendi evini dağıtarak da yok etmeye doğru gitmiş<br />
ve gitmektedir. İnsanın kendi evini dağıtmasının<br />
çeşitli anlamları vardır. Öncelikli anlamı, evin anlam<br />
katmanlarının zayıflaması, yok olması, insanların<br />
birbirleri için gönül olmaktan, bir yaşama ve<br />
varolma alanı olmaktan çıkmalarıdır. İnsanlar artık<br />
giderek ev kurmaktan uzaklaşmakta, bunun yerine<br />
barınma makineleri yapmaktadırlar. Barınma makinesinin<br />
adı “konut”tur. Bir konuta sahip olmak için<br />
evlenmeye gerek yoktur. Çeşitli ilişki biçimlerine<br />
açık bir yaşam biçimidir söz konusu olan. Ev, barınma<br />
makinesinde giderek işlevlerini yitirir; ilişkiler,<br />
derinliğini ve sıcaklığını kaybeder. Bir gönlün<br />
bir başka gönle “mecburiyeti”, sevgi bağlılığından<br />
giderek “başka seçeneğim yok”a dönüşür. Böylece<br />
konutlar genişlese de gönüller daralır, bir başkasını<br />
almaz olur. Barınma makinesi, evin ürettiği ruh<br />
hâlini, yaşama biçimini üretemez olur. Ev ortamı-<br />
17. Hegel, Estetik, çev. Nejat Bozkurt, Say Yayınları,<br />
İstanbul, 1982, s. 96.<br />
11<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
nın içerdiği değer ve anlam, barınma makinelerinde<br />
duyarsızlığa, hissizliğe dönüşür. Evle birlikte<br />
evin içindeki hayat, canlılık, anlam, sevgi, şefkat<br />
ve bağlılık da ölür. Böylece, evini kaybeden insan<br />
kendini kaybeder. Evini kaybeden insan bedenini<br />
kaybeder, evini kaybeden insan ruhunu kaybeder,<br />
dilini ve anlamını kaybeder. Evi kaybetmek büyük<br />
acıdır. Evi kaybetmek tanımı kaybetmektir, evi<br />
kaybetmek aşinalığı kaybetmektir. Evi kaybetmek,<br />
varlığı kaybetmektir. Evi kaybeden yolu kaybeder,<br />
evi kaybeden çareyi kaybeder, imkânı kaybeder.<br />
Ne söylenebilir bundan sonra Hasılı evi kaybetmek<br />
büyük acıdır.<br />
Sonuç<br />
Ev, insanın yeryüzüne tutunma çabasının en<br />
güçlü göstergelerinden biridir. İnsan yeryüzüne ev<br />
kurarak bağlanır, ev kurarak çoğalır, ev kurarak<br />
kökleşir. Ev kurarak şehri, ev kurarak kültürü ve<br />
uygarlığı oluşturur. Evsizlik, yurtsuzluktur, yersizliktir.<br />
Evlenmek, bir gönle girmek, bir gönülde<br />
yer bulmaktır. Evsizlik bir gönülde yer bulamamaktır.<br />
Ama daha yakından bakıldığında evsizlik<br />
insanın yazgısıdır. Ya da insanın yeryüzündeki<br />
yürüyüşü, evsizlikten eve doğru, sürekli eve<br />
doğru bir yürüyüştür. Bu açıdan bakıldığında insan<br />
kendi evinde misafirdir. Kişi, Hegel’in deyişi<br />
ile dünyayı bilgisi ve kültürü ile her ne kadar evi<br />
hâline getirse de, sonuçta içinde yaşadığı evin<br />
gerçek sahibi olmadığı duygusunu bir ömür içinde<br />
taşır. Zira ondan öncekiler de kendi evlerinin<br />
gerçek sahibi olmamışlardır. Bu keskin fanilik<br />
duygusu başlangıçtan günümüze insanı en<br />
çok meşgul eden konular arasında yer almıştır.<br />
Dünyada bir misafir gibi yaşar. Burada insanın<br />
yeryüzündeki temel konumuna, faniliğine,<br />
gelip geçiciliğine vurgu vardır. Bu çeşitli şekillerde<br />
yorumlanabilecek bir konudur. Dünya<br />
görüşlerine göre farklı anlamlar kazanabilir.<br />
Antik Yunan kültüründe Dionisos’u bu fanilik<br />
duygusunun oluşturduğu söylenir. Fani isen, o<br />
zaman yeryüzündeki hayatının her bir anı sonsuz<br />
değerdedir. Ama bir başka bakış açısından<br />
eğer ölüm varsa gerisi boştur. “Ey ölüm seni tanıyan<br />
zenginliği ne etsin!” Bu bakış açısından,<br />
insanın yeryüzündeki hayatı, “fanilik evi”nden<br />
(darül fenâ) “sonsuzluk evi”ne (darülbekâ) bir<br />
yürüyüştür. Ömür bir taşınmadır; ömür bitince<br />
taşınma da biter. Hayat yaşamaya bir hazırlıktır.<br />
Ev, eve hazırlıktır. Dünya dünyaya hazırlıktır. Bu<br />
açıdan bakılınca evsizlik, faniliğe atıfta bulunur.<br />
Ama bir yadsıma değildir bu. Kişi, dünyadaki<br />
evinde, kendine ait olmadığını bilerek yaşar.<br />
Gerçek evinin farklı bir evrende, farklı bir anlam<br />
alanında olduğunu düşünür. Bu da bir tür evsizliktir,<br />
evsizlik hâlinde cisimleşmedir.<br />
“Beytullah”, Tanrı’nın eviyse insanın da evidir,<br />
varoluşun da evidir, varlığın da evidir. Kâbe<br />
dildir, gönüldür. Ana-Beyit, ana dildir. Dünya<br />
orada kurulur, orada anlaşılır; hayat orada çözülür,<br />
orada yaşanır. Anlama isteğinin ortaya çıktığı<br />
her bir anda oraya dönüş yapar insan. Nihayet<br />
Ana-Beyit Nayman Ana’nın yattığı topraktır.<br />
Topraktan gelen insanın yine toprağa dönmesidir.<br />
Toprak hamurdur, evdir. Ama sadece bu değildir;<br />
ruhuyla da bir başka Ana-Beyit’e, tanrısal ışığa<br />
dönüş yapar insan. Bu, ebedi huzurdur, ebedi<br />
dinginliktir.<br />
Biz varlığı dile getirmekle onu kendi yuvasına<br />
götürmüş oluruz. Bu anlamdır, hakikattir,<br />
doğruluktur, erdemdir, adalettir. Varlığı dile<br />
getirdiğimiz her bir durumda onu kendi evine<br />
ulaştırmış oluruz. Ve aslında o ebedi kelamda<br />
kendi evindedir, kendi evinden çıkmıştır bile.<br />
Orası Âdem’in yeryüzüne düştüğü yerdir. Oraya<br />
ulaşmak yeniden sonsuzluğun kapısına ulaşmaktır.<br />
Beytullah, insanın dünyaya giriş kapısı<br />
olduğu gibi, bir ömür kendisine doğru yürüdüğü<br />
ve nihayet açtığı kapıyı katıp gittiği yerdir de.<br />
Bu yönüyle de sonsuzluğun, “sonsuzluk evi”<br />
(darülbekâ)’nin kapısıdır. Âdem bu binayı yaparak<br />
yeryüzünü, yeryüzünün sonlu ve sınırlı<br />
varlığını da inşa etmişti. İbrahim bu binayı<br />
onarırken kendi sonlu ve sınırlı varlığını da<br />
onarmıştı. Bu sonlu ve sınırlı yaşamda, Beytullah,<br />
nasıl ki dünyaya girişin, dünyalı olmanın ilk<br />
adımıysa, dünyadan göçmenin ve öte âlemlere<br />
açılmanın da ilk adımıdır. Bu nedenle o dünya ve<br />
dünya ötesi arasında bulunur. Fizik ve metafizik<br />
arasında bulunur. İnsanın bu “yön”ü kaybetmesi,<br />
yön duygusunu kaybetmesi olacaktır. Bu ise<br />
dünyada sanki bir ölümsüzmüş gibi hüküm sürmesine,<br />
varoluşunun içtenlikli yapısını yitirmesine neden<br />
olacaktır. Böylece gönül, Ana-Beyit olmaktan<br />
çıkacak ve giderek tıp biliminin ilgi duyduğu bir<br />
organa dönüşecektir. ■<br />
12<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
MAHİR ADIBEŞ<br />
Şimdi Tâceddin<br />
Dergâh’ı sessiz,<br />
sakin. Mutfakta<br />
birkaç parça<br />
kap kacak, yatak<br />
odasında hazır<br />
yatağı, oturmak için<br />
köşedeki minderi,<br />
abdest almak için<br />
ibriği, leğeni, rahlesi,<br />
Mushaf’ı, selamlıkta<br />
sedirler, ot yastıklar,<br />
serili kilim, şilteler<br />
ve Ankara keçisinin<br />
postundan namazlık<br />
her an gelecekmiş<br />
gibi Şair’i bekliyor…<br />
Bir çeşme var bahçesinde, suyu çoktan kurumuş.<br />
Taşındaki eski yazılar silindi silinecek.<br />
Gelişi güzel vurulan murçların çentikleri, tarak<br />
izleri zar zor belli oluyor. Hâlâ sağlam duran sarı<br />
dökme kurna zamana meydan okuyor. Bir zamanlar<br />
suları kucaklayan mermer kurun Ankara’nın<br />
sıcağına soğuğuna direniyor, zaman da sularla birlikte<br />
akıp geçmiş üzerinden...<br />
Suların akışında, taşlar da zamanla birlikte yıpranmış…<br />
Çeşmenin başında geçmişten yansımalar var:<br />
Kıyısına çömelip abdest alan adamların, güğümüne<br />
su dolduran kızların, kurnasından eğilip su içen<br />
çocukların, “hadi biraz oturup dinlenelim.” diyen<br />
yorgun yolcuların izlerini taşıyor…<br />
Ankara’ya bu sabah geldim, [1] hava kapalı, sıcaklık<br />
sıfırın altında, sabah biraz yağmur çiseledi<br />
ama şu an durgun. Hacettepe Hastanesinin önü her<br />
zamanki gibi kalabalık, etraf oldukça düzenli. Daha<br />
önce de buraya birkaç defa gelmiştim. Eskiden çok<br />
kötü ve bakımsızdı, sihirli bir el dokunmuş olmalıydı<br />
buralara.<br />
Çeşmenin önünde dikilip etrafı kolaçan ettim.<br />
1. 14 Aralık 2009<br />
13<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Tam karşımda Mehmet Âkif’in İstiklâl Marşını<br />
yazdığı ev, sol yanımda Taceddin Sultan Camii ve<br />
türbe, caminin kıble tarafında o dönemlerden kalma<br />
mezarlar taşlarıyla tarihî bir görüntü... Sağ taraf<br />
düzenlenip yeşil alan yapılmış. Arkamda tarihî bir<br />
sokak; eski Ankara evleri tamir edilerek hizmete<br />
açılmış. Doğrusu, sokağa döşenen kırmızı taşlar ile<br />
cumbalı evlerin rengi çok uyuşmuş. [2]<br />
Duvarla çevrili bahçeye çift kanatlı tahta kapıdan<br />
girdim. Kapının önünde ayaküzeri konuşan<br />
iki kişiye yaklaşıp selam verdim. Pazartesi günleri<br />
ziyaret için ev kapalıymış, temizlik yapıyorlarmış<br />
ama İzmir’den geldiğimi söyleyince gezmeme müsaade<br />
ettiler.<br />
Bu iki katlı evin iki girişi var; Biri zemin katta<br />
mutfağın bulunduğu yerde diğeri ise üst tarafta<br />
cami tarafında, ikinci kata çıkan merdivenlere<br />
açılıyor. Önce bahçeye göz attım: Eskiden burası<br />
çok bakımsızdı, ağaçların dalları rastgele yayılmış,<br />
yabancı otlar etrafı kaplamıştı. Şimdi ise her şey temiz<br />
ve düzenli hâle getirilmişti. Binanın dıştan bakımı<br />
ve tamir gereken yerleri yapılmış, düzgün ve<br />
muhkem eski Ankara evi olarak elden geçirilmişti.<br />
Kırmızı kiremitleri, saçaklarıyla aslına benzetilmiş,<br />
beyaz boyalı eve ağaçların yeşilliği çok yakışmıştı.<br />
Selamlığın kıble tarafındaki cumba doğrusu iyi<br />
muhafaza edilmişti. Kafesli pencerelerden her an<br />
bir baş uzanacak ya da şiir okuyan şairin sesi duyulacakmış<br />
gibi canlı duruyordu.<br />
Besmeleyle mutfak tarafındaki kapıdan içeriye<br />
girerken heyecanlanmıştım. Sanki sözleşmiştik de<br />
Şair’le orada buluşacaktık. Görevli, birkaç adım arkadan<br />
geliyordu. Önce selamlığa gitmek için tahta<br />
merdivenlerden yukarıya çıkmaya başladım. Her<br />
adımımda basamaklardan ince bir ses çıkıyordu.<br />
Bir an her tarafı bir sessizlik sardı, vücudumu bir<br />
2. “Kasr-ı ebniye”/selamlık binası, Tâceddin Dergâhı’nın<br />
sağlam bir şekilde ayakta kalmış, Cumhuriyet dönemine<br />
intikal etmiş en temel yapılardan biridir. Mehmet Âkif 24<br />
Nisan 1920’de İstanbul’dan Ankara’ya geldiği zaman<br />
Tâceddin Dergâhı’nın başında bulunan Şeyh Tâceddin<br />
Mustafa, misafirlerini kabul edip ağırladığı selamlık<br />
binasını Âkif ve arkadaşlarına tahsis etmiştir. Safahat'ın<br />
altıncı kitabı “Asım”ı tamamlamış, 17 Şubat 1921’de<br />
“İstiklâl Marşı”nı, 15 Nisan 1921’de “Süleyman Nazif’e”<br />
şiirini ve 7 Mayıs 1921’de de “Bülbül”ü yazmıştır. (Nazif<br />
Öztürk, 2007. Geçmişten Günümüze İstiklâl Marşı’nın<br />
Yazıldığı Mekân, Tâceddin Dergâhı, Mehmet Âkif<br />
Türkiye’de Modernleşme ve Gençlik, Ankara, Türkiye<br />
Yazarlar Birliği.)<br />
ürperti kapladı, Mehmet Âkif’in huzuruna çıkıyormuşum<br />
gibi heyecanlandım. Beynim kilitlenmiş<br />
bir şey düşünemiyordum, zaman durmuştu sanki.<br />
Daha önce geldiğimde bu duyguları yaşamamıştım<br />
doğrusu…<br />
İlk dönemeçten sonra ikinci kısma ayağımı<br />
atınca karşıda selamlığın açık kapısı duruyordu.<br />
Karşıdaki duvarda Şair’in resmi asılıydı. Eski tahta<br />
kapı içeri girmemizi bekliyordu. Her basamakta<br />
biraz daha heyecanım artarak selamlığın kapısına<br />
geldim. Mehmet Âkif ve iki arkadaşı selamlıkta<br />
oturmuş sohbet ediyorlardı. Şair, sedirde, diğer iki<br />
kişi yerde postlar üzerine oturmuşlardı. Bu sohbeti<br />
bölmek doğru olmaz diye aklımdan geçti, hemen<br />
geçip yanlarındaki bir postun üzerine oturdum…<br />
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım.”<br />
diye sözü sürdürdü üstat. Sesi selamlıkta<br />
duvarlar arasında dolaşıyordu. Bizler susmuş, onu<br />
dinliyorduk. Bazen hırçın bir nehir gibi yatağına<br />
sığmayıp taşıyor, bazen de durgun deniz gibi sakinleşiyordu.<br />
Bir bakıyorsun aslan gibi kükrüyor, bir<br />
bakıyorsun mavi gökyüzünde süzülen şahin gibi<br />
akıp gidiyor, bir de bakıyorsun ki bülbül gibi dilinden<br />
şiirler dökülüyordu…<br />
Karşımdaki duvarda eski alfabeyle yazılmış<br />
İstiklâl Marşı duruyordu. Gözlerim ona takıldı.<br />
Mehmet Âkif tam önümde dikilip gözlerimin içine<br />
baka baka; “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz<br />
ki feda” diye söze başlayarak Cumhuriyetin nasıl<br />
kurulduğunu anlatıyordu. İçeride bir tek onun<br />
sesi vardı; bütün cihan olmuş lâl… Bazen İstiklâl<br />
Marşı’ndan mısralarla, bazen Bülbül’den sözler<br />
sıralayarak o günleri anlatırken heyecanlanmıştı,<br />
aniden durgunlaştı, fırtına sonrası gibi ortalık sakinleşti…<br />
“Bütün dünyâya küskündüm…”<br />
Bir söz kaçırmamak için dikkat kesilmiştim.<br />
O söylüyor, ben olduğum yerde sıtma tutmuş gibi<br />
titriyordum. Peş peşe söylerken, sözlerini sıralarken,<br />
o an ne hissetmiş olabileceğini düşündüm.<br />
Tahtaları kare kare kaplanmış tavan, küçük lambalı<br />
dörtlü avize, yerdeki tahta döşeme, ayakaltına serili<br />
postlar, duvarlar, ağaç kapı, küçük pencereler,<br />
perdeler bu seslere aşina ama yine de susmuş onu<br />
dinliyorlardı. Sanki dinlemiyor da onunla birlikte<br />
şiirin sözlerini mırıldanıyorlardı. İlk defa fark ettim<br />
içeride inanılmaz bir huzur olduğunu.<br />
Bahçedeki çamlarda kıpırtı yoktu, bulutlar gü-<br />
14<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
neşi örtmüş, hava karamsar, Ankara’nın üzerine<br />
duman çökmüştü. Bugün yine Ankara’da hüzün<br />
vardı…<br />
“Haber geldi” diyordu, “Bursa’yı Yunan işgal<br />
etmiş…”<br />
Başımı eğdim bu sözler karşısında. Ecdat mezarına<br />
Yunan ayağı değmiş!... İçimi bir acı sardı,<br />
oturduğum yerde küçülmüştüm, söylenecek söz<br />
kalmamıştı.<br />
Kendime geldiğimde içeride bir tek ben vardım<br />
ve sessizlik çökmüştü. Yere serili postlar ve sedirlerdeki<br />
minderler, yaslanmış olduğu ot yastıklar<br />
buruk göründü o an gözüme. Şair’in duvardaki resminde<br />
tebessüm vardı, yine öyle sakin bakıyordu.<br />
Onun bakışları aklımı başıma getirdi…<br />
“Tâceddin Dergâhı hakkında konuşulacak, söylenecek<br />
çok söz var…”<br />
Heyecanım çok artmıştı, sözden söze geçiyorduk…<br />
Üstat bu evde Şubat 1921’de yazmış İstiklâl<br />
Marşı’nı… Duvarlar, postlar, döşemeler, tahtalar<br />
buna şahit. Yer ve tavan tahtayla kaplı, ortada sade<br />
bir avize duruyor o günden bu yana. Pencerelerde,<br />
pencere yüksekliğinden ot yastıklara kadar uzanan<br />
krem rengi perdeler çekiliydi. Selamlık kısmı, o<br />
zamanki oturma odası. Misafirler buraya alınıyor,<br />
uzun uzadıya sohbetler yapılıyor, eğer varsa kahveler<br />
burada içiliyordu. Bu salonda ciddi memleket<br />
meseleleri tartışılıyordu. Biraz dalıp gidince o<br />
konuşmaları duyuyordum. “Eşin var, âşiyanın var,<br />
baharın var ki beklerdin; / Kıyâmetler koparmak<br />
neydi, ey bülbül, nedir derdin ” Bu sözler karşısında<br />
kendimden geçmiştim. Beyaz duvarlar gözlerimin<br />
önünden dalga dalga kayıyordu. Dupduru<br />
su bütün vadi boyunca akıyor, fecir vakti bir bayrak<br />
ufuklarda dalgalanıyordu…<br />
Üstat “Bülbül” şiirini bu duvarlar arasında yazmıştı;<br />
kim bilir o gün ne sıkıcı bir gün, ne bunaltıcı<br />
bir hava vardı. O gün ne çileli bir ömürdü… Bu ev<br />
için söylenecek çok söz var, çok... Her çivisini, her<br />
kıymığını tek tek dinlemek gerekir...<br />
Gözlerim buğulanarak yerimden kalktım. Selamlıktan<br />
çıkıp sağa dönüp yatak odasına yöneldim.<br />
Karşı duvarda üstadın, eşi ve çocuklarının resmi<br />
duruyordu. Hemen duvarın dibinde resimlerden<br />
bildiğimiz yatağı, yerden biraz yüksekte serilmiş,<br />
başucunda rahle ve Kur’an-ı Kerim, yerde namazlığı<br />
serili duruyordu… Namaz vakti mi geldi, ey<br />
post kimi bekliyorsun.. Öbür taraftaki köşeye bir<br />
minder konulmuştu. Kapının girişinde sağ tarafta;<br />
bir bakır güğüm, abdest almak için bir ibrik ve leğen<br />
o günlerden kalan eşyalardı. Duvarda bir gemici<br />
feneri asılı ama doğrusu o zamana ait olup olmadığından<br />
endişeliyim. Yalnız diğer eşyaların şairin<br />
ellerinin değdiği eşyalar olması kuvvetle muhtemel.<br />
Bütün eşyalar hazır bir şekilde yıllardır Şair’in<br />
dönüşünü bekliyor. Onun bastığı yerlerde gözlerim<br />
izlerini arıyor. “Garbın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı<br />
duvar./Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim<br />
var.” sesi evin içinde dolaşıyor. Bu sözlerle yok olmak<br />
üzere bir milleti ayağa kaldırıp, Cumhuriyetin<br />
kurulmasına vesile olan Şair’in yatak odası sessiz<br />
ve sakin. Zamanın içinde zamanı arıyorum, yüzümü<br />
yumuşak bir hava okşuyor. Ayaklarını bastığı<br />
yerleri tek tek öpmek geliyor içimden.<br />
Dışarısı soğuktu ama içeride nedense soğuğu<br />
hissetmiyordum. Dalmıştım içerinin şiirimsi, huzurlu<br />
sıcak havasına, Millî Şair Mehmet Âkif’in<br />
ruhunun izlerini yaşıyordum. Bu külliye hakkında<br />
o kadar az bilgi var ki sanki hiç yaşanmamış,<br />
hâlbuki kültürü teferruatlarda aramak gerekir. Hafızamızı<br />
birileri silmiş olmalı!... Tâceddin Dergâhı,<br />
Ankara’nın ortasına imza gibi konulmuş. Hani bir<br />
gece yarısı Şair uyanıp kâğıt bulamayınca yatağın<br />
sağındaki duvara “Ben ezelden beridir…” diye<br />
başlayan dörtlüğü yazar mum ışığında. Türk’ün tarihini<br />
bize mısralarıyla böyle anlatır ya… Gözlerim<br />
duvarları tarıyor, işte o yatak odası, ya o mısralar<br />
nerede O an aklıma gelenler bunlar. O yazılar yatak<br />
odasına girince solda kalan duvara yazılmış; bütün<br />
kayıtlarda öyle bahsediliyor. Şu an yatak, tarif<br />
edilen yerde, duvar hemen karşısında. Ankara’nın<br />
soğuk bir gecesi olmalı…<br />
Yazıların üzerini sonra tamir edilirken sıvayla<br />
kaplamışlar. “Keşke öylece kalsaydı.” diyorum<br />
içimden. Elimi duvara bastırıyorum, sanki harfler<br />
elimin altından kayıyor. “Hangi çılgın bana zincir<br />
vuracakmış Şaşarım!” Gözlerimden yaşlar akıyor.<br />
İstiklâl Marşı’nın mısraları, hürriyetimin ulvi ifadesi,<br />
işte bu duvara kazılmış…<br />
İstiklâl Marşı anlatılırken mutlaka Tâceddin<br />
Dergâhı ile birlikte anlatılmalı. Bu ev, Mehmet<br />
Âkif ve içinde yazılan İstiklâl Marşı ile anlam kazanmış,<br />
kutsileşmiştir. Bu sebeple manevi değeri<br />
vardır, yoksa diğer eski evlerden ne farkı olurdu...<br />
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu anlatılırken,<br />
15<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
İstiklâl Marşı’nın yazıldığı mekân ve şairi anlatılmadan<br />
izah edilemez. Tarihte bazı olaylar ve yerler<br />
milletlerin geçmişinde önemli izler bırakmıştır. Ne<br />
Ulus’taki ilk Meclis Binası ne de İstiklâl Marşı’nın<br />
yazıldığı Tâceddin Dergâhı’nı unutmamız mümkündür.<br />
Bahsi geçen iki mekân arasında önemli<br />
bağlar vardır.<br />
Biraz önce heyecanla çıktığım tahta merdivenden,<br />
şimdi daha sakin, huzurlu ama düşünceli iniyorum.<br />
İçeride tek duyulan ayaklarımın tahtalara<br />
basarken çıkardığı tıkırtılar var.<br />
Üstadın, burada geçen günlerini, sohbetlerini,<br />
uykudan uyanıp şiir yazmasını düşünüyorum.<br />
Bursa’nın düştüğü haberini alınca nasıl hüzünlendiğini<br />
ve nihayet evde duramayıp akşam karanlığı<br />
çökerken kendini kırlara attığını, “Dün akşam pek<br />
bunalmıştım…” diye başlayan sözlerle bize anlattı…<br />
Mutfak, bahçeden girip çıktığımız zemin kattaki<br />
kapının karşısında. Yanında bir oda bir de içeride<br />
sonradan depo olarak kullanılan zamanında çilehane<br />
olarak yapılmış bölme var. Mutfak, neredeyse<br />
boşalmış. Kap kacak buradan götürülmüş. Yalnız<br />
o zamandan kalan yemek yapmada kullanılan dört<br />
parça eşya göze ilişen. Duvarlarda birkaç Kur’an<br />
levhası asılı. Yani anlayacağınız burası çok sonradan<br />
toparlanmaya çalışılmış. Yine de bu ev Türk’ün<br />
İstiklâl Marşı’nı yazan Mehmet Akif’in bir süre<br />
yaşadığı mekân. Bu ev Türkiye Cumhuriyeti’nin<br />
kurulmasında, manevi mimarını, millî şairini barındırması<br />
açısından çok önemli bir mekândır.<br />
Kapısının eşiğinden pencere pervazına, post namazlığından<br />
perdesine kadar, abdest aldığı ibrik ve<br />
leğenden mutfağında yemek pişirdiği tenceresine<br />
kadar önemli bir mekân... Bu evin adı Cumhuriyetle<br />
birlikte anılacak kadar önemli ve kutsal... Ben<br />
bir Türk’üm, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ferdiyim<br />
diyen herkes bu eve uğrayıp o günleri düşünerek<br />
burayı ziyaret etmeli... İstiklâl Marşı’nı sesli okuyup<br />
düşünmeli… Bülbül şiirini bağırarak okuyup<br />
hayal etmeli…<br />
Tâceddin Dergâhı, İstiklal Harbi boyunca,<br />
Cumhuriyetin kurulma yıllarında mücadele veren<br />
aydınlarımızı içinde barındırmış, hürriyeti bütün<br />
dünyaya ilan eden şiir İstiklâl Marşı bu evde yazılmış<br />
ve onu yazan şair bu evde o mısraları, sarı, soluk<br />
kâğıtlara kâğıt bulamayınca duvarlara yazmıştır.<br />
Bu sebeple Türk milleti için burası önemlidir<br />
ve değerlidir. Bu evin manevi havasında o günleri<br />
düşünüp, gezip görmek gerekir.<br />
İstiklâl mücadelesi yıllarında kasaba kasaba,<br />
köy köy dolaşıp milleti harekete geçiren, Cumhuriyetin<br />
mimarları arasında Şair, “Korkma, sönmez<br />
bu şafaklarda yüzen al sancak;” dediğinde uzun<br />
zaman ayakta alkışlandı ve alkışlanmaya devam<br />
etmektedir. Onun sayesinde Cumhuriyeti bir velinimet<br />
olarak bilen bu nesil, onu yazanı unutamaz<br />
ve yazıldığı mekânı da kutsal bilmek zorundadır.<br />
Tâceddin Dergâhı [3]∞ , Hacettepe Üniversitesine<br />
bitişik eski Ankara evlerinin bulunduğu Hamamönü<br />
mevkiinde tevazulu bir sokak olan Mehmet<br />
Âkif sokağında bulunmaktadır. Evler aslına uygun<br />
olarak onarılmış, doğrusu hoş şeyler yapılmış, burada<br />
insanı büyüleyen huzurlu bir hava var. İstiklal<br />
Marşı’nın yazıldığı ev geçmişte ihmal edilmişti.<br />
İçinde kediler, köpekler barınıyor, sarhoşlar sabahlıyordu.<br />
Sonra ev toparlanmaya çalışıldı. Son zamanlarda<br />
hem çevresi düzeltilmiş hem de eve bakım<br />
yapılıp “Mehmet Âkif Kültür Evi” olarak Vakıflar<br />
Genel Müdürlüğü tarafından açılmış. Burada yapılanlar<br />
onun hatırasına çok sayılmaz. Mesela burayı<br />
çok insan bilmiyor, tanıtım yok denecek kadar az,<br />
millî bir kültür şuuru oluşturulamamış. Ev hakkında<br />
araştırma yapmaya kalksanız yazılı eser bulmak<br />
o kadar kolay değil, bilgi yetersizliği var. Bu evin<br />
halk arasında efsaneleştirilmesi korkusunu bırak,<br />
bir dönemler ilgi bile gösterilmemiş, bilinmemiş.<br />
Bilakis unutturulmaya çalışılmış bir hâli var ya da<br />
bana öyle geldi. Peki, biz istiklâl Marşı’nın yazıldığı<br />
eve ve onu yazan şairin bir zamanlar yaşadığı<br />
mekâna değer vermeyeceğiz de neye değer vereceğiz...<br />
Hani, “Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi<br />
ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi<br />
şehitlerin kanından ağır gelir”di.. [4]<br />
“Hakkıdır, hür yaşamış, bayrağımın hürriyet;”<br />
derken kabına sığmayıp taşıyordu. Bu mısra bile<br />
tek başına bir milleti ayağa kaldırabilecek güçteydi…<br />
3. Gerek mimari özellikleri ve gerekse kullanılan<br />
malzemeler ve hepsinden daha önemlisi kapının üzerindeki<br />
II. Abdulhamid’in tuğrası altında yer alan dört satırlık<br />
kitabeden mevcut yapıların XIX. Yüz yılın son senelerinde<br />
inşa edildiği anlaşılmaktadır. Tâceddin Külliyesi<br />
binalarının ilk inşasının XVII. Yüzyılın ilk yarısında<br />
yapıldığı tahmin edilmektedir. (Nazif Öztürk; Age.)<br />
4. Suyûti, el Câmiu’s Saiğr, nr 10026; İbn Abdilberr, Câmiu<br />
Beyâni’l- İlm, nr. 139.<br />
16<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Şimdi Tâceddin Dergâh’ı sessiz, sakin. Mutfakta<br />
birkaç parça kap kacak, yatak odasında hazır yatağı,<br />
oturmak için köşedeki minderi, abdest almak<br />
için ibriği, leğeni, rahlesi, Mushaf’ı, selamlıkta sedirler,<br />
ot yastıklar, serili kilim, şilteler ve Ankara<br />
keçisinin postundan namazlık her an gelecekmiş<br />
gibi Şair’i bekliyor…<br />
Millet olarak biz, dine, vatana, bayrağa, namusa,<br />
ataya çok değer verir, saygı duyar, vatanın<br />
toprağını taşını kutsal biliriz. Bayrak hür olmanın<br />
sembolüdür, namus insan olmanın, ataya saygı duymamız<br />
ise geçmişimize verdiğimiz değeri gösterir.<br />
Vatandan bir kaya parçasının bile yabancılara verilmesine<br />
razı gelmez yüreğimiz. İstiklâl Marşı’nın<br />
yazıldığı, Türk’ün ruhunun fışkırdığı, hürriyetinin<br />
haykırıldığı, vatan için günlerce gözyaşı döküldüğü<br />
Tâceddin Dergâhı neden bu kadar ihmal edilmiş<br />
anlamak mümkün değil.<br />
O günlerdeki coşkuyu düşünüyorum!..<br />
İstiklâl Marşı tamamlanmış, TBMM’de tekrar<br />
tekrar okunup ayakta alkışlanarak kabul edilmişti.<br />
“Allah bir daha bu millete İstiklâl Marşı yazdırmasın!...”<br />
bu sözler üstadın dilinden tane tane<br />
döküldü…<br />
O saat üstadı dinlerken orada kahve içmek isterdim…<br />
Şiirlerin tamamlanmasından sonra hep yapıldığı<br />
gibi, “Marş”ın Mecliste kabul edildiği günün<br />
akşamında dergâhta çay demlenerek yakın dostları<br />
arasında bulunan milletvekillerinin de iştiraki ile<br />
mütevazı bir kutlama yapılmış. [5] İlginç bir heyecan<br />
vardı, yüzler o gün gülüyordu…<br />
Ey analar / babalar!.. Bir gün çocuklarınızın<br />
elinden tutup Tâceddin Dergâhı’na gelin. Orayı<br />
gezdirirken “Bu ev İstiklâl Marşı’nın yazıldığı yer”<br />
deyin…<br />
Ey Türk oğlu…<br />
Ey Türk kızı…<br />
Eğer hür kalmak, hür yaşamak istiyorsan,<br />
Mehmet Âkif’in ruhunu hissederek gel, Tâceddin<br />
Dergâhı’nda İstiklâl Marşı’nı ve Bülbül şiirini bir<br />
daha yeniden oku… oku… oku... Bil ki, Tâceddin<br />
Dergâhı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında<br />
emeği geçen en önemli mekânlardan biridir. Her<br />
çivisi, her taşı bu milletin istiklâl mücadelesine şahitlik<br />
etmiştir. Hürriyeti en çok isteyen, istiklâlin<br />
5. D. Mehmet Doğan, 2006. Camideki Şair Mehmed Âkif,<br />
İstanbul.<br />
manevi kahramanını bir zamanlar içinde barındırmıştır…<br />
Onun çağrısına cevap verip İstiklâl Harbine katılan<br />
millet, Beyazıt Camisi’nde tabutuna sahip çıkanlar,<br />
onun hatıralarına da sahip çıkacaktır. Bunun<br />
aksini söyleyenlere gülüp geçerim…<br />
Biz, Mehmet Âkif Kültür Evi’nden çıkarken<br />
Tâceddin Sultan Camisinde öğle ezanı okunmaya<br />
başladı. “Bu ezanlar ki şahadetleri dinin temeli /<br />
Ebedî yurdumun üstünde benim inlemeli.” diyen<br />
Mehmet Âkif haykırıyordu. Ne sancılı bir doğum<br />
ne çileli bir ömür ne acı günlerdi...<br />
Üstat çoban uykusunda, sabah namaz vakti olmuş<br />
farkında değildi. Müezzin Efendi yanı başındaki<br />
caminin minaresinde “Allahu ekber…” diye<br />
ezana başlayınca yerinden fırlıyor; “Bu ezanlar<br />
ki…” diye haykırıyordu…<br />
Biraz önce gözlerinin yalazlarına takıldığı mum<br />
sönmüş, fitilinden ince bir duman yükseliyordu…<br />
O gün selamlıkta dört kişi konuşurken çok neşeliydiler…<br />
Tâceddin Dergâhı, şimdi mahzun, şimdi yalnız…<br />
Tâceddin Sultan Camisiyle yan yana; kollarını<br />
uzatsan biri birine biri diğerine değecek. Bu<br />
mekândaki manevi hava, Mehmet Âkif’in İstiklâl<br />
Marşı’nı yazmasıyla yeni bir coşku kazanmış, bu<br />
mekâna anlam yüklemişti. Arka sokakta Ankara<br />
evleri güler yüzleriyle o tarafa bakıyorlardı.<br />
Gelip geçenlerin çoğu farkında değil bir zamanlar<br />
orada millî şairimizin yaşadığının. Hava soğuk,<br />
elleri ceplerinde, başlarını omuzlarının arasına<br />
gömmüş geçip gidiyorlar.<br />
Birkaç kişi evin güneyindeki şadırvanda abdest<br />
alıyor, cemaat camiye doğru taş döşeli yolda yavaş<br />
yavaş yürüyordu…■<br />
Faydalanılan Eserler:<br />
1. Mehmet Âkif Ersoy, 1999. Safahat, hzl. M. Ertuğrul<br />
Düzdağ, İstanbul Çağrı Yayınları.<br />
2. Nazif Öztürk, 2007. Geçmişten Günümüze İstiklâl<br />
Marşı’nın Yazıldığı Mekân Tâceddin Dergâhı, Mehmet Âkif<br />
Türkiye’de Modernleşme ve Gençlik, Ankara Türkiye Yazarlar<br />
Birliği.<br />
3. Nazif Öztürk, 2009. M. Âkif’in İçerisinde İstiklâl<br />
Marşı’nı Yazdığı “Kasr-ı Ebniye”yi İnşa Ettiren Tâceddin<br />
Dergâhı Şeyhi Osman Vâfi Efendi, Mehmet Âkif Edebi ve<br />
Fikri Akımlar, Ankara Türkiye Yazarlar Birliği.<br />
4. Yaşar Çağbayır, 1998. İstiklâl Marşı’nın Tahlili, Ankara<br />
Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.<br />
5. D. Mehmet Doğan, 2006. Camideki Şair Mehmed<br />
Âkif, İstanbul.<br />
17<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
KALENDER YILDIZ<br />
<strong>EV</strong>İM<br />
Ahşap ev; camlarından kızıl biberler sarkan!<br />
Arsız gökdelenlerle çevrilmiş önün, arkan!<br />
Kefensiz bir cenaze, çırılçıplak, ortada...<br />
Garanti yok sen gibi faniye sigorta da!<br />
Eskiden ne güzeldin; evdin, köşktün, yalıydın!<br />
Madden kaç para eder, sen bir remz olmalıydın!<br />
Bir köşende anneannem, dalgın Kuran okurdu<br />
Ve karşısında annem, sessiz gergef dokurdu.<br />
Semaverde huzuru besteleyen bir şarkı;<br />
Asma saatte tık tık zamanın hazin çarkı...<br />
Çam kokulu tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;<br />
Sular cömert, “temizlik imandandır” bilinmiş...<br />
Komşuya hatır soran sıra sıra terlikler.<br />
Ölçülü uzaklıkta, yakın beraberlikler...<br />
Seni yiyip bitiren, kırk katlı ejder oldu;<br />
Komşuluk, mana ve ruh, ne varsa heder oldu;<br />
Bir yeni nesil geldi, üst üste binenlerden;<br />
Göğe çıkayım derken boşluğa inenlerden...<br />
Seninle sarmaş dolaş, kökten bozuldu denge;<br />
Vuran kimse kalmadı bu davayı mihenge...<br />
Şimdi git, mahkemede hesap ver, iki büklüm;<br />
Cezan, susuz, ekmeksiz, olduğun yerde ölüm!<br />
Evim, evim, vah evim, gönül bucağı evim!<br />
Tadım, rengim, ışığım, anne kucağı evim!<br />
Necip Fazıl Kısakürek<br />
Şair; yaşadığı dönemin şahidi, toplumun<br />
aynası, kültür ve medeniyetin<br />
en hassas ve en sağlam hafızasıdır. Toplumun<br />
eskitip bir kenara attığı, yakınındaiçinde<br />
iken kadir ve kıymetini bilmediği,<br />
kaybedince de ah u vah edip ardınca hayıflandığı<br />
değerlerin şairin dünyasında ayrı<br />
bir yeri vardır. Şair, toplumun sahip olduğu<br />
değerlere, topluma ve çevresinde olup<br />
bitenlere herhangi biri gibi bakmaz. Birçok<br />
insanın kaybettikten sonra eksikliğini fark<br />
ettiği şeylere o, herkesten önce sahip çıkar<br />
ve onu kaybetme tehlikesine karşı insanları<br />
ve toplumu önceden uyarır.<br />
Şair, her daim bir kıyaslama, yorumlama,<br />
kazanç-kayıp cetveli yörüngesinde<br />
hesap halindedir. Geçmişle hesaplaşır, çağıyla/hâlle<br />
ve gelecekle hesaplaşır. Burada;<br />
şair gelecekle nasıl hesaplaşır diye bir<br />
soru akla gelebilir. Şair, gelecekle geçmişi<br />
ve günü aracı kılarak hesaplaşır. Geleceği<br />
inşa etme adına günü/hâli değerlendirmek<br />
ve geçmişten ders çıkarmak sureti ile gelecekle<br />
hesaplaşır.<br />
Necip Fazıl’ın “Evim” isimli şiiri bir<br />
hesaplaşma bir tanıklık şiiridir. Şair, çocukluk<br />
ve ilk gençlik yıllarını tek katlı evlerin,<br />
yalıların ve konakların şekillendirdiği bir<br />
şehirde (İstanbul) yaşamıştır. Bu dönemde<br />
evlerde yapı malzemesi olarak çoğunlukla<br />
18<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ahşap kullanılmaktaydı. Necip Fazıl -belki de<br />
ahşap sıcaklığına duyduğu özlemden ötürü- şiire<br />
ahşap kelimesi ile başlıyor. Şairin şahit olduğu<br />
değişim ve bu değişim karşısında duyduğu rahatsızlığı<br />
şiiri takip ederek incelemeye çalışalım.<br />
Şiirini dörtlükler üzerine bina etmeyi seven<br />
Necip Fazıl, bu şiirde belki de evin bütünlüğünü<br />
ve kuşatıcılığını anlatmak maksadıyla şekil<br />
açısından dörtlük yerine bendi tercih etmiş. Şiire<br />
genel bir manzara ile başlayan şair, “evim” dediği<br />
o yarı mukaddes mekânın yalnızlığı, zayıflığı,<br />
kuşatılmışlığı, sahipsizliği ve gözden çıkarılmışlığı<br />
karşısında kendi çaresizliğini ve içine düştüğü<br />
açmazı anlatıyor. Bununla birlikte, onu çevreleyen<br />
-bir anlamda ona tepeden bakan- yeni dönemin<br />
gözdesi gökdelenlerin nazarındaki yerini/<br />
değerini, kabalığını, edepsizliğini ve hoyratlığını<br />
“arsız” sıfatı ile anlatmayı uygun buluyor.<br />
Modern zamanlarda, kıymetli olan her şeye<br />
değerinin üstünde bir paha biçerek onu her türlü<br />
tehlikeye karşı garanti altına almaya “sigorta”<br />
deniyor. Ahşap evin kıymeti ise sıcaklığında ve<br />
“yuva” olmasındadır, yani ahşap ev, maddi anlamda<br />
gökdelenlerle kıyası kabil olmayan bir fakirlik<br />
ve hatta basitlik içindedir. Modern dünyada<br />
yeri ve değeri olmadığı için hâliyle de sigortası<br />
yoktur. Oysaki şairin ve onu vücuda getiren toplumun<br />
gözünde “ev” eskiden remzi, şahsiyeti ve<br />
karakteri olan bir kimlikti. Şimdiki evlerse -yine<br />
şairin gözünden- şahsiyetten ve kimlikten uzak,<br />
birbirinin uzantısı, benzeri, soğuk ve üst üste<br />
binmiş kırk katlı ejderlerdir. Bu ejderlerin gıdası<br />
ne yazık ki kimliği, şahsiyeti ve olanca sıcaklığına<br />
rağmen ahşap evlerdir…<br />
Şair, yaşadığı dönemin, toplumun aynasıdır<br />
demiştik. Şiirin yazılış tarihi öyle sanıyorum ki<br />
yeni mimari anlayışımızın/anlayışsızlığımızın<br />
şekillendiği çılgınca betonlaşmanın ve apartman<br />
yapma yarışının başladığı yıllara denk düşüyor.<br />
Şiire konu olan apartman kültürü/hegemonyası<br />
sadece ahşap evleri alıp götürmemiş, beraberinde<br />
geleneksel aileyi de hak ile yeksan etmiştir.<br />
Artık zaman çekirdek aile zamanıdır, eski konak<br />
ve ev hayatındaki kalabalık aile anlayışı tarih<br />
olmuş, komşuluk hatırı ve hatıraları, sarı fotoğraflarla<br />
birlikte albümlere hapsedilmiştir. Karşı<br />
dairede veya üst katta oturan komşu -isimlendirmeye<br />
bakmayın- adı ile değil kıyafeti, memleketi<br />
veya yaptığı işle tanınır olmuştur. Günlük<br />
konuşmalarda insanlardan bahsederken: “Hani<br />
üst katta oturan şu deri ceketli var ya…” veya:<br />
“Falan şirkette çalışan adam var ya…” tarzında,<br />
soğuk ve bir o kadar da yaygın bir diyaloga taraf<br />
olmayanımız var mıdır Oysa evlerin ev olduğu<br />
zamanlarda -ki şair bu döneme tanıklık etmiştirbırakın<br />
komşuları, bütün bir mahalle birbirini tanırdı,<br />
keder paylaşılır, sevgi çoğalırdı.<br />
Mahalledeki insanlar, bir bedenin uzuvları<br />
gibi her daim iletişim ve dayanışma içinde olduklarından<br />
komşunun derdiyle dertlenilir ve<br />
sıkıntıyı bertaraf etmek için kimin elinden ne<br />
geliyorsa herkes üzerine düşeni en iyi şekilde<br />
yapmaya çalışırdı. Sıkıntı el birliği ile aşıldıktan<br />
sonra: “Allah komşunun yokluğunu vermesin!”<br />
diye dua edilirdi. Yazık ki yeni hayat anlayışında<br />
ne komşu bekleyen terlikler ne de “Ölçülü uzaklıkta,<br />
yakın beraberlikler…” kalmıştır. “Çam kokulu<br />
tahtalar, gıcır gıcır silinmiş;/Sular cömert,<br />
‘temizlik imandandır’ bilinmiş.” “Temizlik imandandır.”<br />
düsturu hâlâ yaşatılıyor olsa da çam kokusu<br />
ve rahlesi başında Kur’an okuyan sevecen<br />
anneanne, çok uzaklardadır artık… Soğuk beton<br />
ruhumuza sirayet etmiş, bizi de içinde bulunanları<br />
da kendisinden bir parça eylemiştir…<br />
Şairin: “Bir tel kopar, ahenk ebediyen kesilir.”<br />
dediği gibi olan olmuş, tel kopuvermiştir.<br />
Artık ne mihenk kalmıştır ne ahenk ne de hedef.<br />
Yeni neslin gözünde; hayaller hedef, ölçü ve değer<br />
yargısı ise kazanmak ve daha çok kazanmak<br />
olmuştur… Yeni yetmeler, baba yadigârı evleri,<br />
birkaç daire karşılığında veya haraç mezat satıvermiştir.<br />
Meseleye şairin gözüyle baktığımız<br />
zaman bu süreçte; satılan, kaybolan/kaybedilen<br />
sadece ev değil, aynı zamanda harap edilen aile<br />
yapısı ve heder edilen değerlerdir.<br />
Zaman içinde iyiden iyiye kağşayan, iki büklüm<br />
olan, yaşadığı topluma ve çevreye her gün<br />
biraz daha “yabancılaşan” ahşap ev için sonun<br />
başlangıcı gelmiştir. Şair, bu hazin sonu -ahşap<br />
ev hakkında verilen hükmü- şu mısra ile ifade<br />
eder: “Cezan; susuz, ekmeksiz, olduğun yerde<br />
ölüm!” Bu hükümle birlikte, neler kaybettiğini/<br />
kaybettiğimizi bilen ve yapacak bir şeyi olmayan<br />
şair, tam bir çaresizlik içinde feryat eder: “Evim,<br />
evim, vah evim, gönül bucağı evim!/Tadım, rengim,<br />
ışığım, anne kucağı evim!”■<br />
19<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
SAYILARDAN İKİYİ YARATTI<br />
İLK ve TEK OLAN<br />
Sayılardan ikiyi yarattı ilk ve tek olan<br />
Gündüz ve geceyi<br />
Ses ve heceyi yaratmadan<br />
İki yaratıldı kara ve suya ayrılmadan evvel mekân<br />
Eşrefi mahlûkatı yarattı ilk ve tek olan<br />
Enineydi zemin boyunaydı asuman<br />
Gölgeleri üstlerine düşen dalların arasında<br />
Dişil çatlattı erilin kaburgasını<br />
Birle zenginleşen dokuzla çoğalan<br />
Her adımda nefesleri karışırken nefeslerine<br />
Sessizce yürüdüler mahremiyetin sesine<br />
Mahlûku yaratmıştı ol dediği olan<br />
İkinin yaratılmasıyla ayrıldılar<br />
Nefes ruha gitti nefis ateşe<br />
Nefes yıldızlarla taçlandı<br />
Nefis yıldızlarla taşlandı<br />
Nefes tek suretli tek sesliydi<br />
Nefis çok suretli çok sesliydi<br />
İlki ilahın izinde ikincisi ilahtan izinliydi<br />
Çiçekleri mevsimsiz kelebekleri ölümsüz<br />
Eşyaları isimsiz hürriyet vadisinin yeşil ile alından<br />
Ateşin harından toprağın havından<br />
İkiye bölüne bölüne çoğaldı her ne varsa<br />
Yasak olan ve olmayan<br />
Günah bölündü ikiye küçük ve büyük<br />
Helal bugün olduğu gibi dün de hep öyleydi<br />
Haram bugün olduğu gibi dün de albenili meyveydi<br />
Nefisten yaratılan çok suretlinin çoğalan sesi<br />
Haram ve yasak olanın kokusuyla buluşunca<br />
Üstün mavisinde altın sarısında<br />
Sabırlar mum olup eridi bilinmeyen zamanın yarısında<br />
İki yanaklı yasak meyveden tatmak için<br />
Nefis yuvarını kanlarına katmak için<br />
Bırakıp mahremiyetin sesini<br />
İhtirasın kör kuyusuna inip çıktılar kaç basamak<br />
O gün başladı sürgün<br />
Doğu batı kuzey güney yaratıldı<br />
Eşrefi mahlûkat hürriyet vadisinden atıldı<br />
İhtirasın kör kuyusuna uzanan merdiven<br />
Dağlarının göğüs olup açtığı sularının süt olup taştığı<br />
Yaratılanın yaratanından yedi kat uzaklaştığı<br />
Seması iki zemini dört günde var olana uzandı<br />
Ve kemik etle<br />
Ayıp balçıkla sıvandı<br />
İyiliği ve kötülüğü yarattı ikiyi yaratan<br />
Önce iyilik geçti açık kapıdan<br />
Sonra her yutkunuşunda nefsin<br />
Beden sığınağından içeri kötülük sızdı<br />
İyi insan adedince azaldı melek<br />
Kötü insan adedince azdı<br />
Büyük oyunların büyük ortağı şeytan<br />
Sözün muştucuları da ikiydi<br />
Öncekiler ve sonraki<br />
O günden beridir<br />
İki iyilikten biri karşı gelsin diyen meleklerin<br />
Her inişte bir kanadı kırık<br />
Her yükselişte bir yanı yaralıdır<br />
Ve hiç durmadan çalışır<br />
Rengi solmayan<br />
MAHMUT BAHAR<br />
20<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
BEN KENDİMİ SUSADIM<br />
SONRA VAR OLDUM<br />
Şöyle dışarı çıksam bulut yağsa başıma<br />
Kendim gibi bir hayret bırakarak ardımda<br />
Nedir nesidir derken birde yokuşa dursam<br />
Dalgın hüzün sarkacı, sebebiz çıbanbaşı.<br />
Sonra sisler içinden güneşin şavkı vursa<br />
Çaresine bakılsa kötülükler şahının<br />
Bir günahtan dışarı bir mutluluk pınarı<br />
Bitse acısı aşkın, aşk meclisi kurulsa<br />
Şöyle bakılsa biraz nasıl kalbi dünyanın<br />
Sessiz bir yolcu gibi menzile adım adım<br />
Ya hakk diye varılsa ne olur bu hayatın<br />
Canına can katılsa budur benim feryadım<br />
Budur kalacak olan güneşin doğuşuyla<br />
Budur kurtuluş için söylediğim gerekçe<br />
NURETTİN DURMAN<br />
21<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
AYA BAKMA ÇARŞISI<br />
Bir güneş geçiyor şehir sorgulanıyor<br />
Sonra bir ay geçiyor solgun hareli<br />
Derken yağmurlu eylüller<br />
Şehrin çarşısında zaman aralanıyor<br />
Bu şehrin çarşısında gökyüzü derin<br />
Komşular akşamüstü kapılarda münzevi<br />
Uçarı bir güvercinin camlarda aksi<br />
Yağmur süpürmüş çarşıyı ıslak ve serin<br />
Geceyi su getirir tenhalara<br />
Bir ikindi pazarlığında rüzgâr<br />
Yerler mühürlenir çarşı Yusuf kesilir<br />
Müstesna endamıyla doğu kapısında ay<br />
Bu çarşıda Belkıs cam ve gökyüzü<br />
Bu çarşıda Zühre nöbeti ve ay<br />
Bu çarşıda Süleyman’a haber taşınır<br />
Öyle başlar alışveriş, öyle başlar aşk<br />
ÖMER KAZAZOĞLU<br />
22<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
MUSTAFA MİYASOĞLU<br />
Kaybettiğimiz ev<br />
ve aile hayatıyla<br />
sadece o<br />
dönemlere ait sade<br />
ve temiz ilişkilerin<br />
çerçevesindeki<br />
mutluluğu değil,<br />
sokak seslerini ve<br />
mahallenin havasını<br />
da kaybettik.<br />
Bunu o dönemleri<br />
anlatan hatıratlarda<br />
olduğu kadar şehir<br />
kitaplarında da<br />
görüyoruz.<br />
Büyük mimar rahmetli Turgut Cansever, çocukluk<br />
yıllarında babasının evini yenilerken<br />
komşularıyla istişare ettiğini ve o yıllarda mahallenin<br />
kendi çöplerini topladığını da anlatır. Ona göre,<br />
“Kamu eliyle yapılacak genel planlama ne kadar sınırlı<br />
olursa o kadar iyi olur; gerisini vatandaş daha<br />
iyi yapar”… Cansever, iki katlı bahçeli evin bu milletin<br />
doğru tercihi olduğunu da sözlerine ilave ederek<br />
Ev ve Şehir adlı kitabında bu konudaki tekliflerini<br />
ifade eder.<br />
Maalesef 60 yıldan beri Selçuklu-Osmanlı bakiyesi<br />
şehirleri yıkıp yeniden yapan belediyelerimizle<br />
sağ siyaset sözcüleri, hem klasik Osmanlı mimari anlayışına<br />
sahip Cansever gibi mimarlarımızı, hem de<br />
çevreyle uyumlu görüşlere savunan yabancı mimarları<br />
dinlemediler. İstanbul ve Ankara gibi gecekondusu<br />
bol şehirlerimizin yeni yapılanmalarında yüksek<br />
katlı apartmanlardan oluşan siteler veya bitişik<br />
nizam evler yaptılar ve sağlıksız bir hayat sürülmeye<br />
başlandı. Bahçeli evlere gücü yetmediği için apartmanlarda<br />
oturmak istemeyenler de gelişmekte olan<br />
şehirlerin varoşlarında gecekondu yaptılar. Onlar bu<br />
sokak sesleriyle yaşarlar.<br />
23<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Böylece, halkımızın önemli bir kısmı apartman<br />
daireleri yerine, ya kendi yaptırdığı bahçeli<br />
evlerde veya toprakla iç içe olan gecekondularda<br />
yaşadılar. Bunu da bazen ruhsatlı, bazen ruhsatsız<br />
olarak kullandıkları, bazıları da gerçekten<br />
sağlıksız binalarda yapmayı başardılar.<br />
Bu yaşama biçiminin ordu lojmanlarını andıran<br />
bir örnek apartmanlarda yaşamaktan daha<br />
iyi bir tarafı olduğu muhakkak, çünkü gerek dış<br />
cephe mimarilerinin farklılığı, gerekse evlerin<br />
açıldığı sokak ve caddelerle kendine özgü bir<br />
mahalle oluşturduğu biliniyor.<br />
Gönlüne göre yaptırdığı bahçeli bir evde yaşamak<br />
isteyen babam da Türk halkının büyük<br />
çoğunluğu gibi farklı evlerde oturduktan sonra,<br />
ölmeden önceki 10 yılını bahçeli bir evde geçirdi.<br />
Ben de böyle bir ev hayalini ancak 60 yaşımdan<br />
sonra gerçekleştirebildim. Fakat her özlemi<br />
duyulan şey ele geçince hissedilen pek çok eksiklik<br />
gibi, sokak ve mahalle ile komşuluk ilişkileri<br />
henüz eskisi gibi olamadı. Bu da kültürel<br />
değişimin yetersizliğiyle ilgili sayılır...<br />
Mahalle ve sınıf arkadaşlığı ilk gençlik çağında<br />
başlar, zamanla önem kazanır. Asker arkadaşlığıyla<br />
pekişen mahalle arkadaşlığı anlaşılmadan<br />
mahallenin namusu kavramını ve bir<br />
şehri anlatmanın imkânı yoktur. <strong>Bizim</strong> çocukluğumuzda<br />
bu konular gerçekten çok önemliydi.<br />
Kaybettiğimiz ev, sokak ve mahalle<br />
Lisedeki Coğrafya hocamızdan duyduğum,<br />
“Bir toplumun medeniyet seviyesi, o insanların<br />
tabiata hakimiyetiyle ölçülür” sözünün doğrulandığını<br />
her zaman gördüm. Böyle derslerde<br />
edindiğim değer ölçüleriyle hayata ve çevreye<br />
farklı gözlerle bakmaya çalıştım.<br />
Kitaplarla başlayan doğrudan ilişki, okulun<br />
ancak doğru bilgiye nasıl ulaşılacağını göstermesiyle<br />
olumlu bir çizgiye oturur. Yoksa ev ve<br />
aile hayatından kopuk bir bilgi yüküyle, temelsiz<br />
bir kültür hayatına sürgün olursunuz. <strong>Bizim</strong><br />
nesiller biraz da böyle sürgün yaşadık…<br />
Son 60 yılda lise tahsili yapanların bu talihsizliği<br />
sık sık yaşadığı ve siyasetin pençesinde<br />
kıvranarak her türlü sosyal ve kültürel parçalanmanın<br />
sancısını duyduğu görülüyor. Çünkü ev<br />
ve mahalle hayatıyla siyasetteki gündem farklıydı.<br />
Okuldan eve, evden sokağa ve mahalleye<br />
ulaşamayan bir bilgi yüküyle dolaştık ve doğup<br />
büyüdüğümüz yerlere de sahip çıkamadık.<br />
Bu ülkenin gençliği iyi yetişemediği için<br />
1950 sonrasındaki kalkınmada, her alanda kalifiye<br />
eleman sıkıntısı görüldü. O yüzden de tabii<br />
ve tarihi çevreye bize özgü biçimde yaklaşamayan,<br />
medeniyet seviyesi taklitçilikten öteye geçememiş<br />
mimarları ve mühendisleri sayesinde<br />
şehirlerimiz kimliğini kaybetmiştir. Bu ülkede,<br />
evleriyle birlikte sokaklarını ve mahallelerini de<br />
kaybeden pek çok nesil birbiri ardından Anadolu<br />
şehirlerini talan etti, tarihi ve kültürel eserlerini<br />
yıkarak beton yığınına çevirdi. Bunları önemseyip<br />
sahip çıkanları da sevmedi.<br />
Ev ve sokak konusunu mahalle bütünlüğüyle<br />
ele almadan, bir şehri anlayıp anlatamayız. Çünkü<br />
büyük ailelerin eski şehirlerde akraba mahremiyetini<br />
sağlamak için oluşturdukları çıkmaz<br />
sokaktan başlayarak cami ve kahve çevresinde<br />
toplanan insanların kendine özgü hayatı ile geniş<br />
aile kavramları ancak büyük mahallelerde<br />
söz konusu olur. Bugün modern mahalle durumundaki<br />
büyük sitelerle eski mahallelerin şehirlere<br />
göçen şekli olan gecekonduları söz konusu<br />
etmezsek, sosyal ve kültürel bakımdan konuyu<br />
tam olarak ortaya koymuş olamayız...<br />
Elbette şehirlerdeki mahallelerle kentlerdeki<br />
sitelerin aynı kültürü yaşadığı ve insani ilişkilerde<br />
bu kültürün değerlerini yansıttığı söylenemez.<br />
İşte burada Coğrafya hocamızın değerlendirilmesini<br />
hatırlamamak mümkün değil: Hangi<br />
hayat tarzı daha medeni ve insani<br />
Osmanlı mahallesini yeterince tanımaz ve<br />
onlara ait vazgeçilmez unsurları doğru değerlendiremezsek,<br />
buradaki bakkal ile manav ve kasabı,<br />
mahalle kahvesiyle orada toplanan delikanlı-<br />
24<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ların mahallenin namusu kaygısını anlayamayız.<br />
O mahallelerde zekât ve sadaka verilecek insanların<br />
muhtardan önce cami cemaati tarafından<br />
nasıl tespit edildiğini de anlayamayız.<br />
Osmanlı Devleti’nin yıkılmasıyla biz yalnız<br />
atalarımızın 600 yıl egemen olduğu toprakları<br />
kaybetmedik, Osmanlı’nın bakış açısını da kaybettik.<br />
Bu bakış açısı okullardan evlere, sokaklardan<br />
mahallelere, camilerden kahvelere, tekkelerden<br />
meyhanelere kadar egemendi.<br />
Bugün ar ve haya duygusuyla edepli davranmayı,<br />
buna bağlı olarak da ezana ve oruca saygıyı<br />
gereksiz bir mahalle baskısı gibi görenler,<br />
aslında dünyada benzeri olmayan bir kimliksiz<br />
hayatı savunmak durumunda kaldıklarını neden<br />
fark edemiyorlar, anlamak imkânsız...<br />
Edebiyatımızda kültür mirası<br />
Kaybettiğimiz ev ve aile hayatıyla sadece o<br />
dönemlere ait sade ve temiz ilişkilerin çerçevesindeki<br />
mutluluğu değil, sokak seslerini ve<br />
mahallenin havasını da kaybettik. Bunu o dönemleri<br />
anlatan hatıratlarda olduğu kadar şehir<br />
kitaplarında da görüyoruz. Yalnız folklor değil,<br />
Anadolu türküleri ve bin yıllık tecrübelerin ürünü<br />
olan atasözlerimiz, aile ziyaretleri ve sohbet<br />
geleneğimiz, bize gerçekten şifa verecek şifahi<br />
kültürümüzün de kaynağıdır, onların yaşatılması<br />
gerekir. Nasıl bazı eski eser kalıntılarının<br />
bulunduğu yerlerdeki tarihi ve tabii alanlar koruma<br />
altına alınarak maddî kültür değerleri korunmaya<br />
çalışılıyorsa, manevi ve kültürel değerler<br />
de öyle korunmaya çalışılmalı, bunun için de<br />
belgeseller yapılmalıdır.<br />
Sıra geceleri yalnız belli bir çevrenin eğlence<br />
kültürünü yaşatıyor, benzerleri her yerde<br />
özel gayretlerle canlandırılmalı, yeni nesillere<br />
aktarılmalıdır. Belki bunların korunması için<br />
her şehirde kültür evleri kurulup devlet ve belediye<br />
imkânlarıyla ecdat yadigârı olan maddî ve<br />
manevi kültür mirası olan eserler toplanmalıdır.<br />
Belki sonraki yıllarda bunlardan yararlanılır.<br />
Osmanlı’nın son döneminde yaşamış pek çok<br />
sanat ve edebiyat adamımızın eski İstanbul’un<br />
konak ve mahalle hayatından büyük bir hasretle<br />
söz ettiklerini biliyoruz. Yahya Kemal ile Abdülhak<br />
Şinasi Hisar’ın bu konuda yazdıkları çok<br />
önemli bir yekûn tuttuğu gibi, kendine özgü bir<br />
yaşama biçimi de sunarlar. Ahmet Rasim, A.<br />
H. Tanpınar, Peyami Safa, Necip Fazıl, Samiha<br />
Ayverdi ve Semavi Eyice gibi yazarların bu<br />
kaybolan İstanbul kültürüne dair yazdıkları pek<br />
çok yazı ve eser var. Bunların önemi üzerinde<br />
durmaya bile gerek yok, çünkü her büyük yazar<br />
belli bir şehir kültürü içinde doğup büyür ve o<br />
kültür çevresinde eser verir.<br />
Ziya Osman Saba ile Behçet Necatigil evlerin<br />
şairi olarak bilinirler; bunlar yaşadıkları evi<br />
yaşadığımız dünyanın ilgi çekici birer sembolü<br />
olarak ele almışlardır. Munis bir ses tonu ile nostalji<br />
bunların şiir diline egemendir. Sabri Esat<br />
Siyavuşgil’in Odalar ve Sofalar adlı şiiri ise, bu<br />
eski evlerde rahat ve gamsız bir misafir edasıyla<br />
dolaşır, odaları-sofaları anlatır. Fakat sokak ve<br />
mahalleler Anadolu hayatındaki gibi daha çok<br />
hikâye ve romanlarda söz konusudur.<br />
Halide Edib’in Sinekli Bakkal adlı romanı<br />
ile Mithat Cemal’in Üç İstanbul adlı romanı,<br />
İstanbul’un belli dönemlerini anlatması bakımından<br />
önemlidir. Hüseyin Rahmi, Reşat Nuri,<br />
Yakup Kadri ve Refik Halit de Osmanlı’dan<br />
Cumhuriyet’e doğru değişen İstanbul’un kroniğini<br />
yazmış gibidirler. Bunların romanlarından<br />
yola çıkarak o dönemin hayatı anlaşılabilir.<br />
Ahmet Kutsi Tecer’in Köşebaşı adlı tiyatro<br />
eserinden sonra eski eve ve mahalleye dönüş tiyatro<br />
edebiyatında ilgi çekmiştir. Mahalle arkadaşlığı<br />
da Orhan Kemal’de epeyce önemlidir.<br />
Perihan Abla, Süper Baba, İkinci Bahar ve<br />
Ekmek Teknesi gibi televizyon dizileri de sırf<br />
mahalle kültürüne özel bir önem verdikleri için<br />
sevildi, benzerleri de yapılıyor. Demek ki milletin<br />
şuur altında hep bir eski mahalle özlemi var,<br />
o yüzden sanatçılar bunu canlandırıyor.■<br />
25<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
NÂMIK AÇIKGÖZ<br />
Her sokak bir yaşanmışlıktır. Her sokak,<br />
duvarların arkasında kalanı gizleyerek<br />
sergiler… Her sokak hatıraların iziyle kimlik bulur.<br />
Biz o sokakları yaşanmışlıklarıyla severiz. O<br />
yaşanmışlıklarla biz sokağı, sokak bizi zenginleştirmiştir.<br />
Yıllar sonra döndüğümüzde, o sokak hatıralarımızla<br />
vardır. Şayet bir duvar değişmiş, bir<br />
kapı yenilenmiş, bir sıva değiştirilmiş, bir badana<br />
renk değiştirmiş ise, hatıralarımız da sökülüp atılmıştır.<br />
O zaman içimizde bir yerler acır.<br />
Eskiden evler, sokaklar, mahalleler, bir insan<br />
ömrünü aşan zamanlarda yüz değiştirirlerdi; şimdi<br />
bir insan ömrüne birkaç değişim sığacak neredeyse.<br />
Toprak veya taş duvarlarda çocukça izlerimiz<br />
çizgilerimiz olurdu. Duvarlarla aynileşirdik. Ham<br />
malzememizin aynı olması mı etkilerdi ne... Betonlara<br />
bir türlü ısınamadık… Badanalar duvarları<br />
güzelleştirdi ama içimizi tek renge soktu; bunaldık.<br />
Tek katlı, hadi bilemedin iki katlı evlerin arasındaki<br />
sokaktan gökyüzü daha geniş görünürdü.<br />
Şimdi evler yükseldi, sokaklar daraldı, gökyüzü<br />
daraldı.<br />
Sokaklardaki ağaçlara rakip olarak önce elektrik<br />
direkleri geldi, ardından da telefon direkleri…<br />
Direkler ağaçlardan daha yüksekti… Sokak ağaçlarıydı<br />
nihayetinde ağaçlar… Özgürce gökyüzüne<br />
doğru yükselemezlerdi. Direkler ağaçlardan büyük<br />
oldu hep… Kuşlar ağaçlara konmayı özlediler.<br />
İlk defa, elektrik direğine yuva yapmış kumruyu<br />
gördüğümde ne kadar üzüldüğümü bilemezsiniz…<br />
Telgrafın tellerine kuşlar konuyormuş…<br />
Yuva yapamadıktan sonra, konsa nolur, konmasa<br />
nolur… Elektrik, telefon ve telgraf telleri, kuşların<br />
gecekondularıdır; ağaçlara hasret kuşların gecekonduları…<br />
Sokaklarda çeşmeler olurdu eskiden. Gelip<br />
geçenler su içsinler, hayvanlarını da suvarsınlar<br />
diye… Önce hayvanlar çekildi hayattan, yerlerine<br />
otomobiller geldi; çeşmelerin yerine de benzin<br />
istasyonları…<br />
Pencerelerde rengârenk çiçekler olurdu… Dalları<br />
dışarı sarkardı… Aşk kokan çiçekler… Güzellik,<br />
merhamet, şefkat kokan; kısaca insan kokan<br />
çiçekler…<br />
Kapı önlerinde oturan kadınlar, sohbete tat verirlerdi,<br />
bir yandan da sokakta oynayan çocuklarına<br />
torunlarına göz kulak olurlardı. Ahmet Uluçay<br />
da bunların hikâyesini yazardı, “Sacayağı” diye…<br />
Bizler de yıllarca okur okur, hüzünlenir; hüzünle-<br />
26<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
nir hüzünlenir okurduk…<br />
Sokaklarda akşamüstleri bir başka olurdu.<br />
Biz çocuklar için sokağın tadı akşamüstleri<br />
gelirdi. Toza toprağa bata çıka oynardık o serinlikte.<br />
Ne trafik kaygısı vardı ne de çocuk hırsızları<br />
endişesi!... Gölümüzce oynardık… Hollywood<br />
stüdyoları halt etsindi bizim sokakların karşısında.<br />
Yahya Kemal, Atikvalde’den inen sokakta ramazan<br />
akşamüstlerini bir başka hüzünle yaşarken,<br />
bizim oralarda, işinden evlerine dönen mümin<br />
ve mutekid esnaflar, işçiler, memurlar, sokaklara<br />
mutluluk ekerek geçerlerdi. Çoğunun elinde birkaç<br />
parça mutfak gereği olurdu. Mevsimine göre,<br />
bir demet marul, yarım kilo yoğurt, ekmek falan…<br />
Fakir mahallesinin insanları işte… Cilâlı Poşet<br />
Çağı’na daha yıllaaar vardı ve insanlar mutfak gereklerini<br />
ya ip filelerle veya kese kâğıtlarıyla taşırlardı.<br />
Anlayacağınız, hayat sentetize olmamıştı<br />
henüz; her şey doğaldı. Sokaklardaki toz toprak<br />
kadar tabii... Oyun oynarken incinen dizimizdeki<br />
dirseğimizdeki acı kadar tabii…<br />
Her sokak ayrı bir renk cümbüşüydü… Her ev<br />
farklı boylarla badanalanırdı… Çivit mavisinden<br />
sarının her tonuna kadar… Rengârenk… Tarif etmesi<br />
de kolay olurdu evleri. “Sarı evin yanındaki<br />
mavi boyalı ev.” falan denirdi. Şimdiki sokaklar<br />
öyle mi Birbirinin aynısı duvarlar… Birbirinden<br />
kopya edilmiş kapılar… Hele site evlerindeki, insanı<br />
ümitsizliğe düşüren tek tiplilikler…<br />
Büyüdüğüm mahalle, rençperlerin çoğunlukta<br />
olduğu bir mahalle idi. Sabahın ilk ışıklarıyla,<br />
sokakta bir hareketlilik başlardı. Demir tekerlekli<br />
at arabaları, ovaya gidiş için hazırlanmaya başlar,<br />
sonra da ovaya doğru, şehir at arabası tekerleklerinin<br />
çıkardığı tıngırtı seslerinden soyunur giderdi.<br />
Bu arada rahmetli Bahaeddin Özkişi’den ve<br />
onun Sokakta adlı romanından söz etmek gerek.<br />
Orada, bir sokağın hikâyesi, entrik bir eksen etrafında<br />
anlatılır. Hele o “Kaptanlar” dedikleri ailenin<br />
yaşlı erkeğinin anlatıldığı bir kısım vardır<br />
ki, yürekler yakar. Emekli bir kaptanın, tahtaya<br />
açılmış bir deliği dürbün olarak kullanarak, hiçbir<br />
şey yazılmamış seyir defterine yıllarca seyir serencamını<br />
yazması… Sonunda ne dürbüne, ne de<br />
deftere ihtiyaç duyması!… O sokakta olgunlaşan<br />
ruhların yücelmesi… O sokak bir başka sokakmış…<br />
Sonra Sevinç Çokum’un Bir Eski Sokak<br />
Sesi’ndeki eski İstanbul sokakları… Müslimiyle,<br />
gayrimüslimiyle yaşanan eski İstanbul sokakları…<br />
Hüzünler… Ümitler… Kahırlar… Sokağın<br />
şahit olduğu hüzünler, ümitler, kahırlar…<br />
O sokakların baskısı vardı. Bizler o sokaklara<br />
şekil verdiğimiz kadar, o sokaklar bizlere şekiller<br />
verirdi. Büyükler, yaramazlık yapan çocukları,<br />
kendi çocukları gibi gözetir, çekip çevirirdi. Çocukta<br />
saygı uyandıran, toplumsal sorumluluğun<br />
gereği olan gözetmeler, çekip çevirmelerdi bunlar.<br />
Üzmeyen, ve içinden “Babama söylemezin değil<br />
mi amca” diyen çocuklarla büyüklerin sırdaş olduğu<br />
sokaklardı onlar.<br />
Şimdi o sokaklar yok… Müteahhitlerin yazdığı<br />
kimliklerin giydirildiği sokaklar var artık… Belediye<br />
Nizamnamesi'nin tek tipleştirdiği sokaklar…<br />
Gökyüzünü ve ruhumuzu daraltan sokaklar…<br />
Ben eski sokağıma dönmek istiyorum… Hatıralarımla<br />
nakış nakış işlediğim sokaklara; hüznümün<br />
de sevincimin de sindiği sokaklara dönmek<br />
istiyorum. Her duvarında her taşında çocukluğumu<br />
gizlediğim sokağıma dönmek istiyorum. Sentetik<br />
sokaklar size kalsın; size ve dizi dizi park<br />
etmiş arabalarınıza… Bulabilirsem, ben çeşmeli,<br />
kumrulu, ağaçlı, çiçekli ve rengârenk badanalı sokaklarıma<br />
geri dönüyorum.<br />
Ey sevinç!.. Dondurmacıyla, macuncuyla,<br />
şambaliciyle, simitçiyle, leblebiciyle geldin hatıralarıma…<br />
Oyunun en tatlı anında evden çağrılmayla,<br />
toz toprakla, yara bereyle geldin…<br />
Ey kahır!.. Kaybolmayla, yitip yıllar arkasına<br />
gizlenmeyle, döndüğümde bulamadığım sokakla<br />
geldin hatıralarıma… Oyun parklarına kovalanan<br />
çocukluğumla, kafese konmuş yavru kuşlayın geldin<br />
hatıralarıma…<br />
Ey hüzün!... Sokakta oynadığımız saklambaçla<br />
geldin, en firkatli zamanımda sobeledin beni. Ebe<br />
ben oldum. Gözlerimi kapattım ve kireç kokulu<br />
duvara “yum”dum. Hadi, saklan bakalım ağaçların<br />
arkasına… Ben “sevinç” diye sobeleyeyim<br />
seni, sen “Çanak çömlek patladı!...” diye ortaya<br />
çık.<br />
Evet, çanak çömlek patladı…<br />
Ben hüznümü aradım çocukluk sokağımda,<br />
karşıma sentetik ormanı çıktı ve gerçekten çanak<br />
çömlek patladı.<br />
Bana ne!.. Ben oynamıyom!…■<br />
27<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
<strong>Bizim</strong> sokak<br />
M. NACİ ONUR<br />
Şehrimizde sokak ve caddelerin birbirini dikine<br />
kestiği yerlerden biri de bizim sokaktır.<br />
Küçük, dar ve şirin bir sokak. Yarım asrı aşkın bir<br />
süre önceydi; bizler 9-10 yaşlarındaydık, zamanımız<br />
sürekli o sokakta geçerdi. O dönemde boş<br />
zamanda, okulun dışında bir çocuğun yapacağı ne<br />
olabilirdi Şimdiki gibi sinema, tiyatro, televizyon,<br />
internet, internet cafe, çocuk bahçesi, oyun bahçeleri<br />
gibi oyalayıcı yerlerin bulunmadığı o dönemde<br />
bizlerin, çeşitli oyunları oynamaktan başka çaremiz<br />
yoktu. Gerçi ebeveynimiz sokakta bu oyunları<br />
oynamamıza, terlememize, düşüp kalkmamıza,<br />
yaralanmamıza, bazen hastanelik bile olmamıza<br />
şiddetle karşı çıkıyorlardı bazen bu yüzden bizi<br />
okşuyorlardı; ama biz yine o çocuksu ruh hâli ile<br />
arkadaşlarımızdan ayrılmıyor, inatla, futbol, voleybol,<br />
aşık, eğir, yakan top, istop, uzun eşek oyunu ve<br />
telden yapılan arabalarımızla oyunlarımıza devam<br />
ediyorduk. Okul umurumuzda bile değildi; orada<br />
bile sokağımızı ve oyunlarımızı özler, tatilleri ve<br />
boş zamanları iple çekerdik.<br />
Yine bir pazar günüydü; ben de dâhil çocukların<br />
hepsi sokağı doldurmuş, takım kurmuş futbol oynuyorduk.<br />
Yukarıdan elinde iki tane kızarmış tırnak<br />
ekmeği bulunan yaşlı bir zat geliyordu. İçimizden<br />
biri, “Şişt, durun durun!” diye bağırdı; durduk, gelen<br />
yaşlı, nurani yüzlü, yavaş adımlarla ve biraz da<br />
yan yan yürüyen, elindeki ekmeğin düşmemesine<br />
çok dikkat sarfeden o kişiyi gördük.<br />
O sokakta oyun oynayan yirmiye yakın çocuktuk<br />
ve bir anda oyunu durdurduk, kaldırıma geçmeye<br />
başladık, bir kısmımız kaldırımın kenarına otururken<br />
bir kısmımız da ayakta bekledik. Bu kişinin<br />
sokağın başından alt kısmına kadar geçişini seyrederken<br />
oyun durmuş, büyük bir sessizlik hâkim<br />
olmuştu. Sanki bir kuvvet bizi oyun oynamaktan,<br />
gürültü yapmaktan, itişip kakışmaktan alıkoymuştu.<br />
Elimizde olmadan donduk kaldık. Acaba neden<br />
oyunu durdurmuştuk Bizi böyle bir harekete iten<br />
sebep neydi Aradan geçen elli beş yıla rağmen,<br />
hâlâ bugün bile bu sorunun cevabını bulmuş değilim.<br />
Ancak manevi bir iletişim veya gönül bağı<br />
ile böyle bir engellemenin olduğunu düşünebiliyorum.<br />
Sokağımızdan geçen zatın Şeyh Kazım Efendi<br />
olduğunu öğrendik. Kendine mahsus tavrıyla,<br />
vakarıyla, sessizliği ve tevazuu ile Kazım Efendi,<br />
sokağına ve orada bulunan kendi evine doğru gidiyordu.■<br />
28<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
SUAT BULUT<br />
Gerçekten de<br />
toplumsal hayatta<br />
aynı mahalleden,<br />
sokaktan, köyden,<br />
ilçe veya ilden ve<br />
en son nokta da aynı<br />
vatandan olmanın<br />
önemli bir toplumsal<br />
ve psikolojik müşterek<br />
sayıldığı ülkemiz<br />
özelin oldukça önemli<br />
bir tespittir. Toplumsal<br />
ilişkilerde tanışma ve<br />
tanıma formu olarak<br />
mekâna aidiyet,<br />
geleneksel bir tavır<br />
olarak hâlâ varlığını<br />
sürdürmektedir.<br />
İnsanoğlunun mekân-zaman kavramlarıyla<br />
ilişkisi, bu kavramlara bakışı ve<br />
kavramları algılayışı onun gerçek dünya görüşünü<br />
oluşturan farklı iki kategoridir. Her<br />
ne kadar günümüzün sığ anlayışında “ dünya<br />
görüşü” kavramı ideolojik ya da siyasi<br />
bir nitelik olarak kabul görse de bunlardan<br />
bağımsızdır. İdeolojik ya da siyasal görüşü<br />
biçimlendiren veya temellendiren esas olgu<br />
zaman ve mekân algısıdır. Çünkü insanı<br />
yaradılışı itibariyle diğer varlıklardan farklı<br />
kılan, daha doğru bir ifadeyle sınırlayan<br />
ve ona sınırlı ve eksik bir güce sahip varlık<br />
(İslami terminolojide kul) olduğunu sürekli<br />
olarak hatırlatan iki temel olgu zaman ve<br />
mekândır. İnsan bu iki kayıtla, bağla sınırlandırılmıştır.<br />
Gerçekten de, zaman itibarı ile sınır (belirli<br />
bir süre yaşaması) veya mekân bağlamında<br />
– gelişmiş ulaşım araçları kullansa<br />
dahi – sınırlı bir alanda bulunmak zorunda<br />
olması, insanı kendisi hakkında düşünmeye<br />
ve bu düşünme sürecinde elde ettiği sonuçlarla<br />
kendisini tanımaya, bir dünya görüşü<br />
oluşturmaya doğru ilerleyen düşünce sürecini<br />
başlatmaktadır. “Dünya görüşü” bir paradigma<br />
olarak aslında, insan-insan, insan-<br />
29<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
çevre, insan mekân, insan-zaman gibi dünyayı<br />
ve olguları algılama biçimi olarak tanımlanır.<br />
Oysa çok zaman insanın, kendisini tanımladığı,<br />
ideolojik ve siyasi nitelikli (sözde) dünya görüşü<br />
ile düşünce, algı ve davranış olarak çeliştiği bir<br />
vakıadır. Temelde insanın kendisini dünya görüşü<br />
bağlamında tanımlamasının, herhangi bir çelişik<br />
duruma düşmeden çoğu zaman doğru kabul<br />
edilmesinin de sakıncaları kendiliğinden ortaya<br />
çıkmaktadır.<br />
Bazen kendisini maddeci olarak tanımlayan<br />
birisinin oldukça idealist bazen de maneviyatçı<br />
olduğunu iddia eden kişilerin oldukça materyalist<br />
düşündüğünü ve davrandığını görmekteyiz.<br />
İşte bu çelişkinin temelinde, daha önce de ifade<br />
edildiği gibi dünya görüşü kavramının herhangi<br />
bir siyasi parti veya ideolojiyi tercih etmiş olmanın<br />
çok ötesinde bazı değişkenlerin esas belirleyiciler<br />
olarak dünya görüşünü oluşturduğu gerçeği<br />
yatmaktadır.<br />
Burada asıl inceleme konusu ise, insanın<br />
mekânla ( evi, mahallesi, sokağı, yaşadığı şehir<br />
ve ülkesi, kâinata bu perspektiften bakışı ve onu<br />
algılaması ) ilişkisidir. Türk kültüründe mahalle,<br />
sokak ve evin farklı bir misyon ve fonksiyonu<br />
vardır. Çoğu zaman edebî eserlere konu olan<br />
fonksiyonların sosyolojik açıdan değerlendirilmesinin<br />
bizi götüreceği ilk sonuçlardan birisi,<br />
Türk kültüründe birlik ve dayanışmanın temelinde<br />
ortak mekânların paylaşılmasının önem kazanarak<br />
müşterek bağ sayılmasıdır.<br />
Gerçekten de toplumsal hayatta aynı mahalleden,<br />
sokaktan, köyden, ilçe veya ilden ve en<br />
son nokta da aynı vatandan olmanın önemli bir<br />
toplumsal ve psikolojik müşterek sayıldığı ülkemiz<br />
özelin oldukça önemli bir tespittir. Toplumsal<br />
ilişkilerde tanışma ve tanıma formu olarak<br />
mekâna aidiyet, geleneksel bir tavır olarak hâlâ<br />
varlığını sürdürmektedir.<br />
İlk tanıştığımız kişilere, adından hemen sonra,<br />
nereli olduğunu sormak ve karşıdaki insanın<br />
bilinmezliğinin verdiği tedirginliği ortadan kaldırmak<br />
için nereli ise o yere ait daha önce oluşturduğumuz<br />
ön kabullerden hareketle coğrafi,<br />
kültürel ve sosyal verilerle bir sonuca varmak,<br />
toplumumuzda oldukça önemli bir tanışma şekli<br />
ve sürecidir. Modern öncesi döneme ait olan bu<br />
algı biçiminin geleneksel toplumlarda varlığını<br />
sürdürdüğü de bir gerçektir.<br />
Bu sebeple yaşanılan mekân olarak mahalle<br />
ve sokak, geleneksel toplumsal yapıda öncelikli<br />
olarak dışarıya (şehrin diğer mahallelerine) karşı<br />
dayanışmayı ve kimliğin bir parçası olma görevini<br />
ifa eden bir yapıya sahipti. Mahalle ya da<br />
sokak, iç ilişkilerde terbiye, bireyler arası ilişkileri<br />
tanzim edici ve onları koruyucu, sürdürücü<br />
misyon ifa ediyordu.<br />
Ancak modern zamanlarda toplumsal hayatın<br />
değişimine paralel olarak mahalle ve sokağın artık<br />
eskisi gibi bahsedilen bu misyonları olmadığını,<br />
sadece mekanik bir ortaklaşa yaşam alanı<br />
dışında başka tür ilişki ve düzene imkân tanımadığı<br />
rahatlıkla söylenebilir.<br />
Bu gün “mahallenin namusu” ilgilileri dışında<br />
kimseyi ilgilendirmemektedir. Mahallede<br />
yaşayan fakir veya kimsesizler resmî kurumların<br />
insafına terk edilmiş ve mahallenin köpekleri<br />
dahi yabancı muamelesi görmeye başlamıştır.<br />
Mahalle veya sokağın düzeni, imar planlamacıları<br />
ve yeşil alan tasarımcıları tarafından mahallenin<br />
yapısına uysun ya da uymasın tek tip olarak<br />
bilimsel (!) raporlarca belirlenmektedir. Çoğu insan<br />
adres belirleme dışında sokağının adını dahi<br />
bilmeyecek durumdadır.<br />
Özetle bugünün dünyasında mahalle ve sokak<br />
burada yaşayan insanlara yabancılaştırılmış ve<br />
eski sıcaklığını ve koruyuculuğunu yitirmiştir.<br />
Mahallelerin ve sokağın bahsettiğimiz bu yönleri<br />
artık pek az yerde hayatiyetini sürdürmekte ve<br />
sadece edebî eserlere konu olabilecek şekilde hayatın<br />
dışına itilmektedir. Ev ise insanın yaşadığı<br />
mekânlar içinde en küçüğü olmakla beraber en<br />
önemli ve sürekli olanıdır. İnsan hayatını her yönüyle<br />
kapsayan ve kuşatan bir niteliğe sahiptir.<br />
Kültürel geleneğimizde olduğu gibi evrensel<br />
olarak da önemli bir konuma sahip olan ev, inşa<br />
edildiği zeminden başlayarak iç dekorasyonuna<br />
kadar pek çok açıdan dikkatle ele alınması gereken<br />
bir konudur. Ancak öncelikle söylenebilecek<br />
olan ise evin insanı yabancılaştırmayan ve fonksiyonel<br />
olması gereken bir içerikte olmasıdır.<br />
Popülerleşmenin her şeyi tek tipleştiren eğilimi<br />
evlerimizin de mimari ve iç dekorasyon bakımdan<br />
geleneksel özelliklerini yitirmesine sebep olmuştur.<br />
Bir evde aranacak en önemli iki özellik<br />
olan mimari ve iç dekorasyon bire bir algılama<br />
30<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ve tasavvurla ilgili, bir başka ifadeyle yukarıda<br />
tanımını yapmaya çalıştığımız dünya görüşüyle<br />
bağlantılıdır.<br />
Bu açıdan bakıldığında Türkiye’de mimarinin<br />
olmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz. Son dönemde<br />
inşa edilen binaların estetikten yoksunluğu,<br />
en ciddi yapıların dahi sıradan ve hiçbir estetik<br />
kaygı gözetilmeden sadece barınmak içgüdüsünün<br />
tatminine yönelik oluşundandır. Bu durum<br />
ise sadece asgari ihtiyaçların karşılanması anlamına<br />
gelir.<br />
İnsanın adil tasarrufuna verilen dünyanın, tabii<br />
güvenliklerinin dışında kendi çabası ve fiilleriyle<br />
kâinatı güzelleştirmesi insani ve manevi bir<br />
görevdir. Genellikle tabii güzelliklerin dışında<br />
başkaca bir güzellik anlayışına yer vermeyen tasavvurumuz,<br />
bizi kısır bir yaklaşıma zorlamakta<br />
ve insanın çevresine katkısını sınırlamaktadır.<br />
Oysa insan; yapıp ettikleriyle çevresini güzelleştirmekle<br />
mükelleftir. Bu husus bir hadiste şöyle<br />
belirtilir: “İnsanın dünyadaki esas vazifesi dünyayı<br />
güzelleştirmektir.”<br />
Mimarinin, insan ve kâinat telakkisi ile doğrudan<br />
bağlantısını Mimar Turgut Cansever ‘in<br />
İslam’da Şehir ve Mimari adlı eserinde görmek<br />
mümkün. Bu kitapta mimarinin “farklı varlık düzeylerinde<br />
ortaya çıkan problemleri değerlendirmek<br />
tercihlere dayalı kararları almak ve mümkün<br />
seçenekleri ayıklamak suretiyle geliştirilen bir<br />
insan ürünü olması hasebiyle estetiğin ve teknolojinin<br />
alanında yer almaz. O, ahlak ve din alanın<br />
bir ürünüdür.” (s.17) tespitinde bulunur.<br />
Ülkemizde acilen mimarinin yeniden teşekkülü<br />
konusunda ciddi tedbirler alınmalı ve<br />
kültürümüze yakışan bir anlayışla bina yapımı<br />
sağlanmalıdır. Peki, bu amaca yönelik tedbirler<br />
alınabilir mi Evet, müteahhitlik hizmetlerinin<br />
yapılmasında hiçbir vasıf taşımayan insanların<br />
bu işlere girmesinin yasaklanması ve asgari şart<br />
olarak da mimarlık eğitimi almamış kişilerin ülkemiz<br />
inşaat sektöründe söz sahibi olmalarının<br />
engellenmesi öncelikli tedbirlerden olabilir.<br />
Konumuzun bir başka yönü ise önce de belirtildiği<br />
gibi evlerimizin iç düzeni ve ev eşyaları<br />
ile olan münasebetlerimizin tayinidir. Mimaride<br />
olduğu gibi evlerimizin içinin de ülkemiz açısından<br />
eşya fetişizmi ile dolup taştığını söyleyebiliriz.<br />
Evlerin iç düzenin ve özellikle de ev<br />
eşyaların tanzimi konusunda insani ve asude<br />
bir geleneğimizin olmadığını söylemek acı ama<br />
doğru bir tespittir. Evlerimizin düzeninde hâkim<br />
olan mantık “teşhir” mantığıdır. Rüküş ve sonradan<br />
görme yaklaşımlarla evler bir eşya deposuna<br />
döndürülmüş, kullanılabilir esas alan bu eşyaların<br />
işgaline uğramış ve insana huzur vermesi<br />
gereken evler boğucu ve sıkıcı bir ortama dönüşmüştür.<br />
Oysa evlerde bulundurulan eşyaların tamamının<br />
fonksiyonel ve uyumlu olması gerekmektedir.<br />
Bu yüzden Ülkemizde ev kültürünün çok sağlıklı<br />
olduğu söylenemez. Evlerde öncelikle bir misafir<br />
odası ayrılır ve burası güya misafir için döşenir.<br />
Bu kararla birlikte evin toplam kullanım<br />
alnında peşin olarak bir düşüş yaşanır. Artık bu<br />
bölge “yasak bölge” hükmünde olduğundan, misafir<br />
dâhil hiç kimsenin kullanımına açık değildir.<br />
Evlerimizde en önemli eksikliklerden biri de<br />
çalışma odası veya benzeri bir oda kavramının<br />
olmayışıdır. Hiç gelip gitmeyen muhayyel misafire<br />
tahsis edilen odaya karşı, bir çalışma odası<br />
ve kitap odası bulmak zordur. Bulunsa dahi hane<br />
halkı ile yapılan çok uzun müzakerelerden sonra<br />
elde edilmiş arızi bir mekândan ibarettir.<br />
Eşya fetişizmi öylesine bir hal almıştır ki,<br />
evin asıl gayesi olan rahatlık ikinci plana atılarak<br />
– rahatsız olma pahasına – devasa boyutlarda<br />
ve kullanımı da oldukça zor eşyaların istilasına<br />
uğramıştır. Bu ise hayatın her alanında olduğu<br />
gibi yabancılaşmanın bir başka boyutudur. Yabancılaşmış<br />
bir toplumunda sağlıklı düşünmesi<br />
yaşaması (bu durum dünya görüşünün tahrip olmasıdır)<br />
mümkün değildir.<br />
Sonuç olarak, mahalle ve sokağın geleneksel<br />
yapılarının artık kalmadığını ve bu yönüyle de<br />
buna bağlı fonksiyonlarını icra edemedikleri gibi<br />
zaman içinde daha fazla bu niteliklerini kaybederek<br />
sadece idari birimler niteliğine bürüneceklerini<br />
ifade etmek gerekir. Hayatımızın önemli bir<br />
bölümünü geçirdiğimiz evlerimiz için ise olumlu<br />
şeyler söyleminin imkânının olmadığını sıradan<br />
bir gözlem yapan herkesin anlaması zor değildir.<br />
Evlerimiz insanın fıtratını baskı altına alan<br />
ve ilgili ilgisiz pek çok nesnenin istilası altında<br />
sadece teşhir mekânları olma vasfı ağır basan sadelikten<br />
uzak bir anlayışla varlığını sürdürmektedir.<br />
■<br />
31<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
S ERVET-İ F ÜNÛN R OMANINDA<br />
mekânın yalnızlaştırdığı i nsan<br />
ve insanın<br />
tükettiği m ekân<br />
BEYHAN KANTER*<br />
Servet-i Fünûn romanı, mekânın bireyin<br />
yazgısıyla bütünleştiği ev içi romanıdır.<br />
Dışa kapalı aristokrat ev/mekân yaşamının anlatıldığı<br />
Servet-i Fünûn romanında bireylerin ruh dünyalarının,<br />
yaşam alanlarıyla birebir ilintisi vardır.<br />
Mekân, bu dönem roman kahramanlarının ruhlarını<br />
şekillendiren ve onların ruhların etkileyen belirleyici<br />
bir unsurdur. Mekânın belirleyici özelliği,<br />
bireylerin iç dünyalarından sıyrılarak dış dünya<br />
algılarına yansır. Mekânın bireyin ruhuna bulaşan<br />
ve dönüştürücü/değiştirici yönü, kahramanların<br />
hem ruh dünyalarını hem de sosyal çevreyle olan<br />
ilişkilerini şekillendirdiği gibi zaman zaman bireyler<br />
üzerinde yıpratıcı ya da başkaldırıyı destekleyici<br />
bir baskı kurar. Bu anlamda mekân da ruhsal<br />
bir özelliğe büründürülür. Mekânın bireye ve<br />
sosyal çevreye etkisi ve içe dönüklüğün mekânla<br />
bütünleştirilmesi, sosyokültürel değişimin mekâna<br />
yansıyan yüzüdür. Bu dönem romanlarında, sosyal<br />
çevrenin ev ve aile ile sınırlı tutulduğu sokak ve<br />
sokağa açılan kapıların pek üzerinde durulmadığı<br />
görülür. Ev içine hapsedilme yazgısından kurtulma<br />
*<br />
Yard. Doç.Dr. Artuklu Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
mücadelesi veren bireylerin sosyal hayatları yine<br />
ev içi ya da salon yaşamıyla sınırlı kalır. Geleneksel<br />
Osmanlı kültüründeki mahalle yaşamının yerini<br />
artık çay partilerinin yapıldığı Batı tarzı döşenmiş<br />
konaklar ve apartmanlar almıştır. Mekândaki değişim<br />
ve mahalle kültüründen uzak kalma, kimlik<br />
arayışındaki bireyin kendini modern yaşama kabullendirme<br />
arzusunun bir sonucudur. Bu dönem<br />
roman kahramanlarında mekânı küçümseme eğilimi<br />
ve mekâna dayalı kompleks ise bireylerin kendilerini<br />
üstün gösterme arzularının dışavurumudur.<br />
Toplumdan yalıtılarak özelleştirilen mekânlar, yeni<br />
yaşam algılarının gösteri alanı olarak karşımıza çıkar.<br />
Nitekim Servet-i Fünûn roman kahramanları<br />
için “mekân korkunç bir ‘dışardalık-içerdelik’ten<br />
başka bir şey değildir.”(Bachelard, 1996: 231)<br />
Bu dönem romanlarında aristokrat ailelerde<br />
ev, zenginliğin/gösterişin ve Batıyı yansıtan kültürel<br />
yapının en belirgin atmosferidir. Aşk-ı Memnu<br />
romanında Adnan Bey’in ev dekorasyonunda<br />
Avrupai tarzda eşyaları tercih etmesi, onun da Batılı<br />
yaşayış tarzının görüntü düzeyindeki kısmını<br />
benimsediğini örneklendirir. Evini tamamen Batı<br />
tarzı eşyalarla donatan Adnan Bey, gösterişe düş-<br />
32<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
kün özentili bir kişilik olmaktan ziyade tamamen<br />
zevkli bir yaklaşımla evini döşeme gereği görmüştür.<br />
Ancak Türk evlerinin Doğu çizgisini yansıtan<br />
dekorasyonuna hayranlık duyan Fransız mürebbiye<br />
Matmazel Courton, yalıdaki geridonları, oyma<br />
XV. Lois ceviz sandalyeleri ve Japon yelpazelerini<br />
görünce şaşkınlığını gizleyemez. Zira yalının tamamıyla<br />
Batılı bir yaşam çizgisini yansıtması ve<br />
Loti’nin tasvir ettiği Doğu evlerinden uzak olması,<br />
mürebbiyeyi hayal kırıklığına uğratır. Bu hayal kırıklığı,<br />
o dönem evlerinde görülen genel bir döşeniş<br />
tarzının Batılı bireyin gözünde cisimleşmesidir.<br />
Dışa kapalı bir yaşam süren Adnan Bey ve ailesinin<br />
yaşam alanları ev ile sınırlıdır. Adnan Bey’in<br />
evi; mutlulukların, mutsuzlukların, ihanetin, masumiyetin,<br />
tedirginliklerin ve zıtlıkların hepsinin<br />
birden yaşandığı bir mekân olma özelliği gösterir.<br />
Ancak Bihter’in bu eve gelmesiyle evin huzur hâli/<br />
sükûneti yok olmaya başlar. Çünkü “bir kötülük<br />
havası taşıyan birinci dünyadan Bihter’in Adnan<br />
Bey’in yalısına gelin gelmesiyle bu mutlu dünya<br />
gölgelenir, bulutlanır, birkaç kişi arasında büyük<br />
tutkuların, korkunç kıskançlıkların ve şiddetli nefretlerin<br />
alıp yürüdüğü bir cehenneme dönüşür ve<br />
sonunda bir kasırgayla temelinden sarsılır” (Moran,1997:72).<br />
Nitekim kendi anlayışlarına göre<br />
modern bir yaşam süren Firdevs Hanım ve kızları,<br />
kendi çürümüş yaşantılarını, geleneksel anlayıştan<br />
kopmadan batılı bir yaşam sürdüren Adnan Bey’in<br />
yalısına/mekânına getirerek bireylerdeki kopmanın<br />
ve çözülmenin toplumsal alana/mekâna yayılışını<br />
örneklendirirler. Bihter’in bu yalıya geliş<br />
amaçlarından biri de namuslu ve temiz bir yaşam<br />
sürmek ve yalının masumiyetini kendi benliğiyle<br />
bütünleştirmektir. Ancak yozlaşma ve benliğindeki<br />
zayıflık nedeniyle ortaya çıkan davranışlarıyla,<br />
bu evin temiz ve masum havasını taşıyamadığı<br />
gibi kirletmeyi de başarır. Toplumsal yapıdaki zedelenme,<br />
bu evin içine Bihter ve Behlül tarafından<br />
sıçratılır. İlk geldiği zamanlar yalının ruhuna sahip<br />
olamadığı düşüncesiyle zaman zaman mekânla<br />
arasında bir yabancılık hisseden Bihter, kısa sürede<br />
bütün ruhsal çatışmalarını mekâna bulaştırır ve<br />
mekânı tüketme yolunda davranışlar sergiler. Ancak<br />
Bihter’in yalıdan gitmesiyle ev, eski havasını<br />
yeniden kazanarak kozmosa dönüşür.<br />
“Dış dünyanın somut toplumsal acılarından enikonu<br />
kopmak zorunda kalmış olan romancı, Aşkı<br />
Memnu’da acının şiddetini artık hep iç mekânda<br />
arayacaktır. Bu büyük yapıtta, kişiler arasındaki<br />
yasak aşklar, hem toplumsal özgürlüksüzlüğü<br />
yansıtır, hem de kararmakta olan iç mekânların<br />
boğuncunu. Adnan Beyin yalısı, hatta “Hisar’ın<br />
eski duvarları” bile yerinde dururken; her şey tıpkı<br />
imparatorluk gibi ağır ağır kavşayıp çökecektir<br />
birdenbire”(İleri, 1981:16).<br />
Değişen toplumsal yapıyla kültürel bellekteki<br />
çözülmenin en net şekilde yaşandığı mekânlar<br />
Aşk-ı Memnu romanında, Kâğıthane, Göksu, Kalender,<br />
Bendler ve Beyoğlu’dur. Bu yerler, Batı<br />
tarzı yaşam sürmek adına tüketilen ya da yeni kimlikler<br />
kazandırılan modernize edilmiş mekânlardır.<br />
Cahit Kavcar, Kâğıthane ve Göksu arasındaki farkı<br />
şöyle belirtmektedir: “Kâğıthane’deki erkek<br />
arayan kadınların, kadın avcısı erkeklerin, kocalarını<br />
izleyen kadınların ve her türlü halkın yerini<br />
Göksu’da Boğaziçi’nin zengin ve modern halkı,<br />
daha sessiz bir kalabalık alır” (Kavcar, 1985:241).<br />
Bu tür yerler, evlenmek isteyenlerin tanışmalarını<br />
sağlayan aracı mekânlardır. Nitekim Aşk-ı<br />
Memnu’da Adnan Bey, Bihter’i buradaki sandal<br />
gezintileri sırasında görmüştür. Peyker’in kocası<br />
Nihad, Adnan Bey’e Göksu’nun tam anlamıyla<br />
alafranga bir yaşamın merkezi olduğunu uzun<br />
uzun anlatır. Bu anlamda, bu mekânlara gelen aileler,<br />
toplumsal dönüşümün ve kurgulanmış kültürün<br />
buralarda daha çok kabul gördüğü inancını<br />
taşırlar.<br />
Ferdi ve Şürekâsı’nda Hacer’in genç kızlık dönemine<br />
gelinceye kadar ev dışında bulunduğu tek<br />
mekân, evlerinin alt katındaki muhasebe odasıdır.<br />
Ferdi Efendi’nin evi, doğu ve batı eşyalarının karışımı<br />
ile döşenmiştir. Ferdi Efendi’nin Batılı yaşam<br />
tarzında aydın bir kimlik görülmemesine karşın<br />
o tam anlamıyla dejenere bir tip değildir. Ancak<br />
onda da eşyaya dayalı bir gösteriş merakı görülür.<br />
Ferdi Bey’in Avrupai yaşamında eşyayı ön planda<br />
tutması, onun eğitimsizliği ve kişiliğiyle ilintilidir.<br />
Paranın gücünü her şeye hükmedecek kadar<br />
önemli gören Ferdi Bey, bu anlamda Batılı yaşayışı,<br />
eşya ve maddi güçle sınırlandırmış materyalist<br />
biridir. Onun maddi gücünde aristokrat bir aileden<br />
alınan kültürün ve zenginliğin değil çalışarak kazanılmış<br />
paranın hâkimiyeti söz konusudur. Bu<br />
durum, onun yaşam tarzını etkileyerek mekânı/<br />
evini hırsına esir etmesine sebep olur. Onun bütün<br />
33<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
gücü ve saygınlığı, parasının hatırınadır. Parasının<br />
hesabını çok iyi bilmesine ve çok cimri olmasına<br />
karşın kızının rahat yaşaması için Adnan Bey gibi<br />
o da elinden geleni yapar. Ancak Hacer’i evle sınırlı<br />
dar bir mekâna hapsetmesi, genç kızın ruhsal<br />
anlamda da darlaşmasına yol açar. Nitekim zengin<br />
ve gösterişli evin tek sahibi olan Hacer, kendisini<br />
dünyanın merkezinde görür. Dış dünyanın karmaşasından<br />
uzak olan Hacer, kendi sınırlandırılmış<br />
dünyasında ev merkezli bir yaşam sürer.<br />
Mai ve Siyah’ta Ahmet Cemil ve Hüseyin Nazmi<br />
arasındaki sınıfsal fark yaşadıkları mekânla<br />
belirginlik kazanır. Babası hayatta iken ev, Ahmet<br />
Cemil’in mutluluk kaynağıdır. Ancak babasının<br />
ölümü ve özellikle kardeşi İkbal’in evlenmesiyle<br />
eve yabancı birinin/damadın gelmesi onun eve<br />
yabancılaşmasına ve kendisini evden soyutlamasına<br />
neden olur. Yaşadığı bütün sıkıntılara rağmen<br />
Ahmet Cemil’in bir düş evi vardır. Zira “ sıkıntı<br />
odakları, yalnızlık odakları grup halinde bir araya<br />
gelerek düş evini oluşturur; bu ev, doğduğumuz<br />
evin içinde dağılıp giden anılardan daha uzun<br />
ömürlüdür”(Bachelard,1996:44). Ahmet Cemil<br />
de böyle bir mekân hayaliyle ruh dünyasına yön<br />
verir. Ontolojik kaygılarla, ruhsal doyuma ulaşacağı<br />
bir mekân arayışında olan Ahmet Cemil’in<br />
yaşadığı mekân ise geleneğin izlerini taşır. Yaşam<br />
algısındaki zıtlıklar nedeniyle Ahmet Cemil,<br />
mekânın tükettiği/yalnızlaştırdığı biridir. Ancak<br />
“arkadaşı Hüseyin Nazmi’nin evi, bir arzular ve<br />
idealler deposudur onun için; hem zengin olma<br />
hem de estetik yücelme istekleri, o evin uzak<br />
yakınlığının yarattığı karşılaştırma imkânından<br />
türüyordur”(Koçak,1996:110). Bu anlamda Ahmet<br />
Cemil’in Lamia’ya duyduğu aşkta da mekânın<br />
etkisi yadsınamaz. Zira Lamia, onun sahibi olmak<br />
istediği mekânın kızıdır.<br />
Tabakalar arası farklılık ve ortamın değişken<br />
yapısı, Ahmet Cemil’in ruhundaki sarsıntıları dinamitler.<br />
Mekânın gücü, bu anlamda Ahmet Cemil’i<br />
yıldırmıştır. Ondaki karamsarlık, mekân algısının<br />
bireyi kuşatan yönüyle ilintilidir. O, mâi bir<br />
mekâna kavuşma arzusu duyumsar. Ancak “Ahmet<br />
Cemil karanlık, bakımsız, insanda daha çok<br />
ölüm duygusu uyandıran pis sokaklardan geçip<br />
gider sık sık” (İleri, 1981:21). Bu sokaklar, Ahmet<br />
Cemil’in ruh dünyasındaki zıtlıklarla “siyah”lıkla<br />
bağdaştırılabilir. Ahmet Cemil’in iç dünyasındaki<br />
bu çalkantılar aracılığıyla eşyaya ruh verilmiştir.<br />
Çevresel faktörlerin de etkisiyle bireyin ruh<br />
dünyasının mekâna sinen yönü, Ahmet Cemil’in<br />
bulunduğu yerden uzaklaşmasına ve kurgula(ma)<br />
dığı zorunlu bir yalnızlık mekânına doğru yola<br />
çıkmasına neden olur.<br />
Kırık Hayatlar’da muhafazakâr bir aile babası<br />
ve “uslu koca” olmanın çatışmasını yaşayan Ömer<br />
Behiç için ev, masumiyetinin ve huzur hâlinin<br />
yegâne sığınağıdır. Ev, onun günahlarından arınma<br />
merkezidir. Aidiyet duygusunu yaşadığı yerdir.<br />
Ömer Behiç, büyük hayallerle taşındığı yeni<br />
evinin dekorasyonunun Batı tarzı olmasına özen<br />
gösterir. Bu nedenle Avrupa’dan gelen kataloglara<br />
bakar. Londra’nın “Mapple” adlı büyük mağazalarına<br />
ilişkin eşya listesini anlamasa da karıştırarak<br />
Avrupa modası hakkında kendince fikir edinmeye<br />
çalışır. Maddi açıdan eşyalarını ne Londra’dan ne<br />
Paris’ten ne Stockholm’den ne Berlin’den getirtebilecek<br />
güce sahiptir. Ancak Beyoğlu’nda, kesesine<br />
uygun alacağı mobilyalarda Mapple katalogundan<br />
esinlenecektir. Londra’dan mobilya getirtmek<br />
arzusu, onun eşya konusundaki batı hayranlığını<br />
gözler önüne sermektedir. Ancak Ömer Behiç’in<br />
de mekân algısında ruhsal çatışmalar hâkimdir.<br />
Ev ve dışarı arasındaki zıtlık, onun yıllarca savunduğu<br />
değerlerinin yitip gitmesine yol açar. Ömer<br />
Behiç ve karısı Vedide, evlerinin penceresinden<br />
eleştirdikleri yaşamları izleyip kendi evlerinin<br />
masumiyetiyle gurur duyarlar. Ancak mekânın dönüştürücü<br />
yönüne ruhsal baskılarının sonucunda<br />
yenik düşen Ömer Behiç, bastırılmış duygularını<br />
mekânın etkisiyle dışa vurur. Zira evden uzaklaştığı<br />
anda Ömer Behiç, kendisini kirlenmiş bir<br />
çaresizlik mekânının içinde bulur. Bu mekân, bilinçaltının<br />
arzuladığı ama mantığının ötelediği bir<br />
terzi odasıdır. Sevgilisiyle buluştuğu bu oda, Ömer<br />
Behiç’i benliğinden uzaklaştırır ve yalnızlaştırır.<br />
Bu romanda da Kâğıthane, Avrupai tarzda<br />
yaşam sürmeye çalışan ve yanlış batılılaşmayla<br />
yozlaşan tiplerin görüldüğü bir mekânı sembolize<br />
eder. Özellikle Veli Bey’in kızlarının sık sık<br />
gezip tozdukları ve varlıklarını hissettirdikleri bir<br />
yerdir. Bu anlamda Kâğıthane, modern yaşam kültürünün<br />
yansıtıldığı bir yer olarak karşımıza çıkar.<br />
Veli Bey’in kızları, kendilerini tamamen dejenere<br />
bir yaşama adamışlardır. Bu bakımdan, toplumun<br />
geleneksel kesiminden soyutlanarak kendi küçük<br />
34<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
dünyalarında yaşamlarını sürdürürler. Kendi ördükleri<br />
ve içtenlikten uzak birtakım yapay kurgularla<br />
düzenlenmiş bir mekânın parçası olan bu aile,<br />
toplumsal yapıdaki başkalaşımı hayat tarzlarıyla<br />
bütünleştirerek geleneksel kültürel yapının kabuklarını<br />
kırmış ve mekânı kendilerine uydurmayı<br />
başarmışlardır. Nitekim hayranlık duydukları ve<br />
kendilerini bütünleştirmeye çalıştıkları hayat, onları<br />
sadece toplumdan değil aynı zamanda kendilerinden<br />
de koparır. Tam anlamıyla sindirilmeyen<br />
bir yaşamın mekâna sinmesine neden olmak ve<br />
mekân üzerinden modern bir yaşamı sindirmeye<br />
çalışmak bu bireylerin yaşamını şekillendirir.<br />
Eylül’ de mekânın yalnızlaştırdığı birey olan<br />
Süreyya için ev, hapishanedir. Yaşadığı evle kendi<br />
iç dünyası arasında mesafeli bir tutum söz konusudur.<br />
Zira Süreyya, mekânın kendisini esir aldığını<br />
ve tükettiğini düşünmektedir. Bu düşünüş tarzında,<br />
mekânla arasında aidiyet duygusunu destekleyici<br />
bir yakınlıktan uzak oluşunun etkisi görülür.<br />
Mekânın bireyin algısında biçimlenmesinde, aidiyet<br />
duygusunun etkisi göz ardı edilemez. Mekânı<br />
benimseyememe sonucunda ortaya çıkan yalnızlık<br />
duygusunun oluşturduğu bunalım yüzünden<br />
mekân ve insan arasında bir mesafe belirir. Nitekim<br />
Süreyya’nın sorumluluğu/suçu mekâna yüklemesi,<br />
mekân ve insan arasında ruhsal dinamikleri<br />
tetikleyici bir işlev ortaya çıkarır. Bireyde oluşan<br />
tedirginlik, mekân-birey çatışmasının yansıması<br />
olmakla beraber aynı zamanda yabancılaşmanın<br />
da habercisidir. Süreyya’nın yaşadığı yeri olumsuzlaması/değersizleştirmesi,<br />
buna karşın başka<br />
bir mekânı yüceltmesi, içsel baskının bir sonucudur.<br />
Zira tutsak olma hissinin oluşturduğu baskı<br />
ve yıpranma, kendini boşlukta hissetmeye yol<br />
açar. Süreyya’nın mekâna karşı bu ön yargılı tutumunda,<br />
mekâna anlam yüklemesinin ve mekânın<br />
yutuculuğunu hissetmesinin izleri sezilir. Nitekim<br />
mekânın boğuculuğunun oluşturduğu hırpalanma<br />
ve yaşanan uyumsuzluk bireyi mekândan kaçmaya<br />
ve kendini mekândan soyutlamaya sürükler. Yalı,<br />
bu anlamda Süreyya için tutku ve ihtiraslarını yaşayabileceği<br />
düşsel bir sığınaktır.<br />
Eylül’de mekân olarak Beyoğlu’nun da hâkim<br />
bir yer tuttuğu görülür. Bütün şikâyetlerine rağmen<br />
Necip’in Beyoğlu’ndaki hayattan uzak kalamaması,<br />
onun yaşamdaki amaçsızlığının ve ruhsal<br />
boşluğunun bir göstergesidir. Bu yaşam tarzının<br />
yaptırımlarına ve her türlü çirkinliğine alışan<br />
Necip’in ayrı kaldığı zamanlarda Beyoğlu’nu özlemesi<br />
de onun bu yaşam tarzını benimsemesinin<br />
bir sonucudur. Bu hayatın sahteliği ve samimiyetsizliği,<br />
Necip’i huzursuz etmesine rağmen o,<br />
bir ikilem içindedir. Ona göre, buradaki insanlar<br />
gerçek kimliklerinden başka bir kimlikle hareket<br />
etmektedirler. Burada her şey, mevki ve gösteriş<br />
için yapay bir hâl almıştır. Âdeta her şeyi önceden<br />
ayarlanmış, kurgulanmış küçük sahte bir dünyadır<br />
Beyoğlu. Oysa Necip’in iğrendiği Beyoğlu hayatından<br />
arınmak amacıyla gittiği Boğaziçi/Süreyya<br />
ile Suat’ın yanı, onun için sessizliğin hâkim olduğu<br />
bir huzur ortamıdır. Buradaki içtenlik ve mahremiyetin<br />
onu etkilemesi, samimiyete duyduğu<br />
özlemi yansıtır. Kirlerinden arındığı, temizlendiği<br />
bir mekândır burası. Necip, bu mekânda kendini<br />
“uzun bir ahlak hastalığından” çıkmış olarak hisseder.<br />
Mehmet Rauf’un Karanfil ve Yasemin romanının<br />
kahramanları için ev, modern yaşam tarzının<br />
yansıtıldığı gösterge aracıdır. Kadri Paşaların köşkü<br />
ve Samim’in sevgilisi Nevhiz’le buluşmak için<br />
Moda’da tuttuğu ev, bu anlamda dikkat çekicidir.<br />
Nitekim bu evler, kültürlerini mekânla gösterme<br />
ve mekânla bütünleştirme arzusundaki bireylerin<br />
kendilerini üstün gösterme amacına hizmet ederek<br />
farklı bir işlevsellik kazanır. Sokağa kayıtsız kalan<br />
ve hayatı salon yaşamından ibaret gören bu bireylerde<br />
özenti sonucunda mekânlar aracılığıyla tüketimin<br />
gösterime sunulduğu görülür. Zira bu yaşam<br />
tarzını benimseyen “türedi tipler,” “mesafeli bir<br />
ortamda kendinde veya kendisi için değil, ardılları<br />
için, böyle bir benliğin ardıllarına bırakmayı<br />
öngördüğü anı için var olur” (Bakhtin, 2001:201).<br />
Sosyalleşmeye dayalı cisimleştirme ve ölçüsüzlük<br />
mekâna da yansıtılır.<br />
Maddenin kışkırtıcı yönü ve yaptırım gücü,<br />
piyano gibi sembollerle donatılan yapay mekânlar<br />
kurulmasına ve eşyanın pragmatik boyuta indirgenmesine<br />
yol açar. Karanfil ve Yasemin’de hedonist<br />
bireylerin karşıt koşulluluk içinde küçük<br />
sahte dünyalarda yaşayarak sokaktan kopması/<br />
uzaklaşması, yeni tüketim mekânları ortaya çıkarmıştır.<br />
Danslı çay partilerinin yapıldığı salonlar,<br />
bu dönemde, Avrupai kültürü benimseyen bir<br />
topluluğun ve sosyete içinde bulunmuş olmanın<br />
en belirgin fenomenlerinden biridir. Bu salonlar-<br />
35<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
da verilen partilere ev sahipliği yapanlar, büyük<br />
bir güç ve modernlik savaşı verirler. Üstünlüğü ve<br />
farklılığı elde tutma, tahakküm kurma ve başkalarını<br />
küçük düşürme, bu partilere katılan bireylerin<br />
temel gayesidir. Yapaylığın ve dedikodunun egemenliği<br />
altındaki bu aileler, yaşamda tutunmanın<br />
amacı olarak Avrupai yaşamın/mekânın gösterişine<br />
bağlanırlar. Onlara göre, başkaları üzerinde<br />
hayranlık bırakarak kendilerine saygınlık kazandıracağına<br />
inandıkları bir yaşamın parçası olmak,<br />
aynı zamanda bu mekânları yönetmektir. Buraya<br />
gelen “sosyal grup sosyal hayat alanında ve sosyal<br />
varlık alanında, sosyal ilişkileri kapsayan, sınırları<br />
içinde belirli ilişkilerin yaşamasına meydan veren,<br />
kendi özüne dayalı kavramları yaşatıp taşıyan somutlaşmış<br />
bir bütün”(Nirun,1994:6)ün temsilcileridir.<br />
Fransız kültürünü benimsemişlerdir. Zira<br />
örnek aldıkları Fransız kadınlarının büyük çoğunluğu<br />
kendilerini en iyi salon yaşamında ifade ettiklerine<br />
inanmaktadırlar. Bu anlamda Karanfil ve<br />
Yasemin romanındaki kadınlar, salon hayatı içinde<br />
“arzulanan nesne” olma ve bu mekânlarla yeni bir<br />
kültürel kimlik kazanma amacındadırlar.<br />
Romanda Kadri Paşa ve ailesi, Avrupai yaşamın<br />
eğlence yönüyle özdeşleşmişlerdir. Bunun<br />
yanı sıra onlar, ev dekorasyonlarında da gösterişe<br />
dayalı bir yaşam biçimini benimsemişlerdir. Kadri<br />
Paşa, Nişantaşı ve Beykoz’daki konaklarında sık<br />
sık danslı çay partileri düzenleyen batı hayranı<br />
biridir. Kadri Paşa’nın Nişantaşı’ndaki konağı, tamamıyla<br />
Batılı bir tarzda dekore edilmiştir. Bu da<br />
Batılı tarzda yaşayışı arzulayan kesimin en belirgin<br />
özelliklerinden biridir. Zira “19. yüzyılda gündelik<br />
hayatta değişim, en çok mekân tasarımında karmaşaya<br />
sebep olmuştu. Mekânların Avrupai tarzda<br />
dizayn edilmesi, belli bölgelerden başlamak üzere<br />
kademeli olarak görülmüştür. İç mekânda başlayan<br />
batılılaşma, daha sonra dışa yansıyacaktır”<br />
(Özer, 2005:34). Nitekim Avrupa’dan yeni dönen<br />
Samim, İngiliz tarzıyla döşenen binanın üslubunun<br />
İstanbul için fevkalade olduğunu düşünür. Bu dekorasyon<br />
tarzı, ona göre kadınlardaki ilerlemenin<br />
bir yansımasıdır. Samim, Şişli’de küçük bir apartman<br />
dairesinde hizmetçi bir kadınla bekâr bir mirasyedi<br />
hayatı yaşamaktadır. Samim’in Nevhiz’le<br />
buluşmak için Moda Burnu’nda tuttuğu ev de tamamen<br />
Avrupai tarzda döşenir. “Bu hizmet için<br />
tahsis edilmiş yarım bir bodrum katı üzerine biri<br />
büyük ikisi ufak üç oda bir sofa ile tam bir garsoniyerdi.”<br />
Samim, evi kiralar kiralamaz Pisalti’ye,<br />
Luvr’a ve Franko’ya uğrayarak yeni moda eşyalar<br />
hakkında fikir edinir. Mekânla kimlik kazanma<br />
çabası, “kültürel mekân” oluşturmaya yönelik<br />
adımlardır. Samim’in gittiği bu mağazalar, devrin<br />
Avrupai eşyalarının bulunduğu ve genellikle aristokrat<br />
kesime hitap eden yerlerdir. Ayrıca Samim,<br />
İngiliz ve Alman eşya kataloglarına bakar. Yemek<br />
odası için İngiliz tarzında bir büfe, bir masa, altı<br />
sandalye ayırır. Odanın tam merkezine, “iki tarafı<br />
arkalıklı, önde de arkada da oturulabilecek<br />
alarekamye geniş bir şezlong”, “bunun sağına<br />
ve soluna iki moris çer, bir balansuvar” ve “bir<br />
iki geridon” (s.218) sipariş eder. Salon için devrin<br />
vazgeçilmez medenilik ölçütü olan bir piyano<br />
alır. Evin her köşesinin Avrupai tarzda döşenmesine<br />
özen gösteren Samim, kendi apartmanında<br />
“Avrupa’nın meşhur sanayi-i nefise talebelerinden<br />
almış olduğu gayet güzel fotogravür levhalarını,<br />
stauetleri, vazoları, meşahirin heykelleri ve bazı<br />
kadın büstleri”(s.220)ni getirir. Özellikle salona<br />
ve odalara resim astırmak devrin modasıdır. Salona,<br />
İngiliz hayatına ait bir aşk levhasını gösteren<br />
“Marcos Satn’ın “aşk İçinde “adlı tablosunu; Leh<br />
ressamlardan Kovalski’nin “Kış gecesi” isimli<br />
resmini, Palastiriyarı’nın meşhur Beethoven levhasını<br />
ve Fransız ressam Eçeveri’nin “Serkice”<br />
adlı meşhur bir tablosunu asmıştır.<br />
Son Yıldız romanında da, değişen kültürel yaşamın<br />
bireyler üzerinde oluşturduğu yıkım ve<br />
değişim, mekân üzerinden anlatılır. Karanfil ve<br />
Yasemin’de olduğu gibi bu roman da danslı bir<br />
çay partisinde yaşananların anlatılmasıyla başlar.<br />
Romanın başkahramanı Perran, modern yaşam<br />
tarzını benimsemiş ve bu yaşam tarzının içinde olmaya<br />
istekli genç bir kadındır. Özlemini duyduğu<br />
hayat tarzına kavuşmasıyla Perran, yıllardır bu tür<br />
bir yaşamın içinden gelmiş gibi yeni sosyal çevresine<br />
hemen uyum göstererek mekânı Batı kültürü<br />
aracılığıyla deneyimleyen bireyler arasına katılır.<br />
İçine girdiği bu materyalist çevredeki rekabet ve<br />
kendini gösterme eğilimiyle sosyal hareketliliğin<br />
vazgeçilmez isimlerinden biri olur. Mekânın yutuculuğu<br />
ve bireyi kalabalık içinde yalnızlaştırması,<br />
bu roman kahramanlarının yaşadıkları sahte dünyanın<br />
içinde açık bir şekilde görülür.<br />
Fahri Cemal’le tanışana kadar bu hayata olduk-<br />
36<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ça uzak olan Perran, en uzak hayallerine Fahri Cemal<br />
sayesinde kavuşur. Gazetelerde takip ettiği bu<br />
yeni hayata dair haberlerin içinde bulunmak ve bu<br />
yeni hayatı kendi dünyasında yaşamak, onun vazgeçemeyeceği<br />
bir durumdur. Perran, yeni katıldığı<br />
bu “yabancı dünyaya kendi özlemine ait içeriklerin<br />
damgasını vurmaya çalışır”(Lukacs, 2003:81).<br />
O, kendisine sunulmayanı gençliğini ve güzelliğini<br />
kullanarak zorla almayı başarır. Özendiği dış<br />
dünyaya kavuşmasının neticesinde, modernizmin<br />
salt uygulayıcısı olarak kendini gösterme çabasındaki<br />
genç kadın, geldiği toplumsal yapıyla içinde<br />
bulunduğu toplumsal yapı arasındaki farklılıktan<br />
şikâyetçi olmadığı gibi ortamın değişken işleyişine<br />
birdenbire gömülür. Mekânikleşen ortak yaşantının<br />
“ötekileşen” bir bireyi olmaktan dolayı<br />
memnuniyet duyarken ben-merkezci kişiliğini<br />
yansıtacağı uygun zemini de bulur. Perran ve çevresinin<br />
apartmanda oturmaları, aynı zamanda köşk<br />
yaşamının yerini lüks apartman dairelerinin aldığının<br />
bir işaretidir. Perran ve kocasının oturduğu<br />
lüks apartman dairesinin bütün giderleri genç kadının<br />
aşığı Fahri Cemal tarafından karşılanır. Evin<br />
içi de tamamen Avrupai tarzda döşenmiştir. Zira<br />
“evin dekorasyonu, ev sahibinin sosyal statüsünün<br />
bir göstergesi olarak karşımıza çıkmakla beraber<br />
ilerleyen zaman diliminde Batı tarz ev dekorasyonlarının<br />
oluşması aynı zamanda evin tefrişi ev<br />
sahibinin kim olduğu, özelliklerini zevkini yansıtır<br />
bir özellik taşıyacaktır”(Özer, 2005:146). Eşyalardaki<br />
modern çizgiler, Perran’ın yerli kültüre uzak<br />
oluşunun simgesi niteliğindedir. Perran’ın evinde<br />
görenlerde hayranlık uyandıran büyük bir itinayla<br />
döşenmiş bir musiki salonu vardır. Bu odaya, yurt<br />
dışından getirtilmiş bir çalgı mekânizması kurulmuştur.<br />
Ayrıca Amerika’dan ona sürekli gramofon<br />
plağı gelmektedir. Evinde böyle bir müzik odasına<br />
sahip olmanın gururunu yaşayan Perran, müzik<br />
konusunda kendini yetiştirir. Avrupalı bestecilerin<br />
hayatlarını çok iyi bilir. Müzik bakımından kendini<br />
yetiştiren Perran, kolaylıkla yeni çevresi ve<br />
karşıtlıklar evreniyle bütünleşir.<br />
Servet-i Fünûn romanında kahramanların<br />
mekânla olan ilişkileri, mekânı kendi içsel kaygılarına<br />
göre anlamlandırmalarıyla belirginlik kazanır.<br />
Bu anlamlandırma kimi zaman kolektif bir<br />
duruşu yansıtmaktadır. Ancak bu kolektif duruşu<br />
ortaya çıkaran da içsel çatışmalardır. Yeni bir yaşam<br />
tarzını içselleştirmeye çalışan kahramanlar,<br />
hem iç dünyalarıyla hem de çevresel faktörlerle<br />
bir mücadele hâlindedirler. Mekânın baştan çıkarıcılığı<br />
ve kışkırtıcılığı, kahramanlar arasında önce<br />
ce yayılır. Daha sonra kahramanlar, yaşadıkları<br />
mekânları da özendikleri mekânlara dönüştürme<br />
çabası verirler.<br />
Medeniyet değişiminin mekânda kendini göstermesi,<br />
ortak bir bunalımın sonucudur. Yaşanılan<br />
mekânda Avrupai bir görüntü oluşturma ve eşyaların<br />
alınmasında seçicilik arzusu, çağdaşlaşma sürecini<br />
cisimleştirmeye yönelik bir tutumdur. Yeni<br />
sosyokültürel yaşamın maddi boyutuna indirgenen<br />
bu tüketim gösterişi, çevreye karşı bir üstünlük<br />
kurma ve kültürel değişimi eşya bazında kanıtlama<br />
arzusudur. Bu anlamda mekânın nüfuzlaştırılması,<br />
mekânı sembolik anlamda yıkıp yeni bir mekân<br />
kimliği oluşturma amacına hizmet eder.■<br />
KAYNAKLAR<br />
Bachelard, Gaston(1996), Mekânın Poetikası,<br />
(çev.Aykut Derman), Kesit Yayınları, İstanbul.<br />
Bakhtin, Mikhail(2001), Karnavaldan Romana,<br />
(Çev. Cem Soydemir) Ayrıntı Yayınları, İstanbul.<br />
İleri, Selim(1981), Aşk-ı Memnu ya da Uzun Bir<br />
Kışın Siyah Günleri, Yazko Yayınları, Ankara.<br />
Koçak, Orhan (1996) “Kaptırılmış İdeal: Mai ve<br />
Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme” Toplum ve<br />
Bilim S.70 İstanbul.<br />
Kavcar, Cahit,(1985), Batılılaşma Açısından<br />
Servet-i Fünun Romanı, Kül.ve Tur.Bakanlığı Yay.<br />
Lukacs, Georg(2003), Roman Kuramı, (çev. Cem<br />
Soydemir) Metis Yayınları, İstanbul.<br />
Mehmet Rauf(2006), Eylül, Akçağ Yayınları, Ankara.<br />
Mehmet Rauf, (1915), Karanfil ve Yasemin,<br />
Amedi Matbaası, İstanbul.<br />
Mehmet Rauf, (1927), Son Yıldız, Suhûlet Kitaphanesi,<br />
İstanbul.<br />
Moran, Berna(1997), Türk Romanına Eleştirel<br />
Bir Bakış I, İletişim Yayınları, İstanbu.<br />
Nirun, Nihat(1994), Sistematik Sosyoloji Yönünden<br />
Aile ve Kültür, AKM Yayını, Ankara.<br />
Özer, İlbeyi (2005), Avrupa Yolunda Batılaşma<br />
ya da Batılılaşma, Truva Yayınları, İstanbul.<br />
Uşaklıgil, Halit Ziya(1984), Ferdi ve Şürekâsı,<br />
İnkılâp ve Aka Kitâbevi, İstanbul.<br />
Uşaklıgil, Halit Ziya(2005), Mai ve Siyah, Özgür<br />
Yayınları, İstanbul.<br />
Uşaklıgil, Halit Ziya(1963), Aşk-ı Memnu,<br />
İnkılâp ve Aka Yayınları, İstanbul.<br />
Uşaklıgil, Halit Ziya(1989), Kırık Hayatlar,<br />
İnkılâp Kitabevi, İstanbul.<br />
37<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
BAHTİYAR ASLAN<br />
İlhan Berk, “kurşun kubbeler şehri” diyordu,<br />
İstanbul’a yazdığı meşhur şiirinde. O şiirde;<br />
Karaköy çarşısından geçen tramvayların camlarına<br />
yağmur yağıyordu. O şiirde; Yenicami Süleymaniye<br />
arkalarını kirli bir göğe vermişler hiç kımıldamıyorlardı.<br />
O şiirde; Ayasofya elleriyle yüzünü kapamış<br />
bütün iştahıyla ağlıyordu. İlhan Berk, bu şehirde şiiri<br />
kurşun kubbelerden damıtıyordu şüphesiz. Çünkü İstanbul<br />
böyle istiyordu. Çünkü İstanbul demek biraz<br />
da/en çok da kurşun kubbeler demektir. Şehrin silueti<br />
bu kubbelerle belirir, yanlarında incecik çizgilerle;<br />
minarelerle… İstanbul, mutlak bir şiir metni olan şehirdir.<br />
Mutlak bir şiir metninin sahibidir hem, hem de<br />
o metin bizzat kendisidir. Günü geldiğinde karnındaki<br />
manadan dağıtır şairlere; eksilmeden… Sonra her yazılan<br />
metin gelip o manaya eklenir ya da o mananın<br />
içinde kaybolur. Büyüyen Taş gibi bir şeydir işte…<br />
Yazılanlar hep o mutlak metne bir basamak, bir<br />
dipnottur aslında. Nedim’in bir (yek) sengine yekpare<br />
acem mülkünü feda ettiği şiir de bir dipnottur, İlhan<br />
Berk’in şiiri de, arada kalanlar da… İstanbul’un mutlak<br />
metni hep ötede bir yerde durmaya devam eder.<br />
Ama yine de her şair bu imkânsıza bir yerinden dokunmaya<br />
yeltenir. Şaire düşen sadece ve ancak budur.<br />
Bize düşense bu dokunmalara, bu dipnotlara bakmak<br />
ve zihnimizde esas metne dair bulutsu/tozsu bir gerçekliğin<br />
oluşması için çabalamaktır. Bu bulutsu/tozsu<br />
metin, bizi mutlak metne bağlayan yegâne araçtır.<br />
Mutlak metni maalesef ve ancak böyle bir gerçekliğin<br />
imkânlarıyla okumak zorundayız. Elbette bu zorunluluğu<br />
bir hayıflanma vesilesi olarak algılamak meselenin<br />
akla ilk gelen ve en kolay çözümüdür. Fakat<br />
onu bir avantaja çevirmek gibi bir seçeneğimiz daha<br />
vardır. Bu bulutsu/tozsu gerçekliğin sınırsızlığı, yumuşaklığı,<br />
çerçevesiz oluşu tılsımlı bir rüya ve yaratma<br />
atmosferi sunar bize. Sanatçının, bu türden bir<br />
gerçeklik karşısında kendini daha özgür hissedeceği,<br />
daha cesur bulacağı muhakkaktır. İşin meselemize<br />
taalluk eden boyutuna bakacak olursak; zihnimizde<br />
bir çatallanmanın, yılandili gibi zehirli bir yarılmanın<br />
baş gösterdiğine şahit oluruz. Gerçekte İstanbul<br />
bir edebiyat muhiti midir yahut edebiyatın malzemesi<br />
midir, yoksa edebiyatı kendisine malzeme olarak benimseyen<br />
bir şehir midir Hatta İstanbul için edebiyat,<br />
kendisine malzeme olarak benimsediği şeylerden<br />
sadece biri midir Eğer, İstanbul’un bir mutlak metninin<br />
olduğunu kabul edersek, edebiyatı bir malzeme<br />
derekesine indirmenin ve bunu içimize sindirmenin<br />
zehirli tadıyla buluşacağız; aksi hâlde İstanbul’u böyle<br />
bir denklemde kurban etmek ve malzeme derekesine<br />
düşürmenin zehri ve tatsızlığıyla yüz yüze geleceğiz<br />
demektir. Belki de en kolayı ve de en doğrusu bu<br />
denklemin yanlışlığını ileri sürüp meselenin dışına<br />
çıkmaktır.<br />
38<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Ne olursa olsun İstanbul’u edebiyat muhiti yapan<br />
şartların başında onun edebiyatı, edebiyat yapanları,<br />
şair ve sairleri kışkırtan boyutu durur. İstanbul, edebiyata<br />
konu olan edilgen bir şehir, bir varlık değildir.<br />
Şair ve sairler bir nesnenin karşısına kurulur gibi kurulup<br />
oturamaz onun karşısına. O, aktif bir sanatkâr<br />
olarak sanata katılır. Bu hâliyle karşımızda bir özne,<br />
bir yazan İstanbul vardır. İstanbul, kendisi edebiyat<br />
yapan bir muhittir her şeyden önce; kendi kendisinin<br />
edebiyatın yapan…<br />
İstanbul’un hem bizzat kendisi hem de sahibi olduğu<br />
o mutlak metni okumaktır İstanbul’u yazanlara/<br />
anlatanlara kalan. İstanbul’a dair yazılanların hepsi<br />
bir okuma biçimidir aslında. Şairler ve sairler yazarken<br />
aslında bir okuma biçimiyle okumakta, sonra o<br />
okuma biçimini bir metin olarak önermektedirler.<br />
İstanbul’a dair yazılan metinlerin bundan öte anlamı<br />
yoktur. Bu hâliyle o, sahip olduğu metin okunan/yazılan,<br />
edebiyatı yapılan bir muhittir. Hâsılı, İstanbul’un<br />
mutlak metni kurşun bir kubbe yahut kubbeler gibi<br />
yukarıda bir yerde durmaktadır. İstanbul’a dair yazılan<br />
her şey kurşun kubbe(ler)den damıtılan bir şeydir.<br />
Metin mutlak oldu mu, şair körleşir. Okur-kör olur<br />
önce, sonra yazar-kör; metnin şiddetinden…<br />
Bir de içinde edebiyat yapılan muhit tarafı vardır<br />
İstanbul’un. Yılda aşağı yukarı bin beş yüz kültürel<br />
faaliyet gerçekleşir bu şehirde. Sadece resmî kayıtlara<br />
giren rakamdır bu. Belki bir o kadar da kayıt<br />
dışı faaliyet vardır. Bu yekûnun önemli bir kısmının<br />
merkezinde edebiyat vardır. Bir günde en az dört beş<br />
farklı mekânda edebiyatın nabzı atar. Meraklısı hangi<br />
mekânda bu nabzı yakalayacağını şaşırır. İstanbul,<br />
edebiyatın kitaplardan okunduğu bir muhit değildir;<br />
edebiyat orada aramızda dolaşan, bir dalgınlık anında<br />
omzuna çarptığımız, ayağına bastığımız bir canlıdır.<br />
Edebiyat, kendi evinde olmanın, kentinde ve kendinde<br />
olmanın rahatlığıyla vardır orada. Başka nerede olabilir<br />
ki Bu soru bile ne kadar tabii soruluyor; edebiyat<br />
İstanbul’dan başka nerede olabilir ki<br />
Liseli çocuklar için söylenebilecek cinsten sözlerle<br />
anlatacak değilim. Bunun için de şairlerin ve sairlerin<br />
orada yattığını; herhangi bir köşeden dönerken, köşeden<br />
dönen/köşeyi dönen bir edebiyatçıyla karşılaşabileceğinizi<br />
söylemiyorum. İstanbul’u edebî muhit kılan<br />
onlar mıdır Yoksa onları şair kılan İstanbul mudur<br />
Cağaloğlu’nun, Claude Farrere’in nasıl kıpır kıpır olduğunu<br />
anlatmalı mıyım, bilmiyorum. Sokaklarına<br />
sinen mürekkep ve selülozun nasıl tiryakilik yaptığını;<br />
matbaadan çıkar çıkmaz kitaba ilk burada dokunulduğunu;<br />
yeni doğan bebeğe dokunur gibi… Ya da Türk<br />
Edebiyatı ile Dergâh’ın arasının bir sigara içimi bile olmadığını…<br />
Ne kadar kitap basıldığını, kaç dergi çıktığını<br />
kimsenin bilmediğini… Bütün bunları ve belki<br />
de bunlara ilaveten İstiklâl Caddesi’ni, Beyoğlu’nu ve<br />
arka sokaklarını, Şişhane’yi, Sıraselviler’i, Yüksek<br />
Kaldırım’ı anlatmalı mıyım, bilmiyorum… Dolayısıyla<br />
Haldun Taner’i, Sait Faik’i, Can Yücel’i, bir parça<br />
da Orhan Veli’yi, hatta Selim İleri’yi, İlhan Berk’i…<br />
Belki Sezai Karakoç’u, Cemal Süreya’yı… Hatta Hilmi<br />
Yavuz ve kasten aynı cümlede olmak üzere İsmet<br />
Özel’i… Belki Baylan Pastanesi’ni ve dolayısıyla Attila<br />
İlhan’ı, Demir Özlü’yü, Ahmet Oktay’ı ve diğerlerini…<br />
Hatta artık sadece hatıraları süsleyen Küllük’ü ve<br />
Tanpınar’ı, Peyami Safa’yı, Neyzen’i, Oktay Akbal’ı,<br />
Orhan Veli’yi, Necip Fazıl’ı… Hatay Meyhanesi’ni ve<br />
Cemal Süreya’yı, Tomris Uyar’ı, Feyyaz Kayacan’ı…<br />
Markiz’i ve Yahya Kemal’i, Haşim’i, Yakup Kadri’yi<br />
ve Faruk Nafiz’i… Bunları ve daha başkalarını anmalı<br />
mıyım acaba Bunu kendi kendime ve okuyanlara<br />
sormak suretiyle de olsa anarak, o büyük/mutlak metnin<br />
okurlarını; o büyük/mutlak metnin okunuşlarını<br />
çoğaltarak bir okur olabilir miyim, yeni bir okuyuş<br />
çıkar mı buradan, bilemiyorum.<br />
Sonra bütün bunlara romanın ve hikâyenin geçtiği<br />
mekân/muhit olarak İstanbul’u eklemek gerek. Felatun<br />
Bey ile Rakım Efendi’den Huzur’a, Fatih-Harbiye’ye,<br />
Yeni Hayat’a kadar yüzlerce romanın mekânıdır bu<br />
şehir. İstanbul, okur/yazarlarına kendi mutlak metninden<br />
kelimeler verir, cümleler dağıtır. Romancılar<br />
onun sokaklarını dolaşan dilleriyle anlatırlar Doğu<br />
ve Batı arasındaki gerilimi yahut ikisinin sentezini.<br />
Medeniyetin yorumu onun sahip olduğu mabetlerin<br />
karşısında durularak, kubbelerinden ilham alınarak<br />
yapılır. Peyami Safa ve Tanpınar’ı mı hatırladınız<br />
Öyleyse hangi sokaklarının ne kadar polisiye roman<br />
koktuğunu da düşünün, Ahmet Ümit’i anın öyleyse…<br />
Neden daha fazla sayayım ki…<br />
Hiçbir şehir bir yazara İstanbul’un verdiğinden<br />
daha fazlasını vermez. Hiçbir şehrin kubbeleri ve o<br />
kubbelerin üstündeki gök kubbe İstanbul’unki kadar<br />
cömert değildir. Hiçbir şairin başı, hiçbir şehirde<br />
İstanbul’da olduğu kadar ilham sağanakları altında<br />
değildir.<br />
Hangi şiiri bıraksanız yersiz yurtsuz, gider<br />
İstanbul’u bulur…■<br />
39<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Memduh Şevket Esendal’ın eserlerinde<br />
toplumsal değişmenin “ev”e yansımaları<br />
İSMAİL ÇETİŞLİ*<br />
Esendal’ın hikâye<br />
ve romanlarında<br />
görülen “konakyalı-köşkapartmanpansiyon”<br />
çizgisindeki<br />
değişme/küçülme/<br />
yozlaşma,<br />
öncelikle Türk<br />
ailesinin nicelik ve<br />
nitelik bakımından<br />
yaşamakta olduğu<br />
değişme/küçülme<br />
ve yozlaşmanın da<br />
açık ifadesidir.<br />
İnsanı diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli farklılıklardan<br />
biri, atalarından devraldığı mirası geliştirip devam<br />
ettirmek suretiyle bir “kültür” ve “medeniyet” yaratabilmesidir.<br />
Hayatın her alanında görebileceğimiz bu yeteneğin en<br />
somut görünümlerinden biri, insanın mekâna bağlı hayatında<br />
karşımıza çıkar. Doğal mağaralarda başlayan insanın mekâna<br />
bağlı hayatı, dünden bugüne uzanan süreçte çadır, kulübe, ev,<br />
konak, yalı, köşk, saray, apartman, gökdelen, gecekondu, pansiyon<br />
adı altında pek çok farklı mesken tipi; sokak, mahalle,<br />
cadde; köy, kasaba, şehir/kent adı altında da pek çok farklı<br />
yerleşim biriminde değişerek gelişmiştir. Mesken tipleri ve<br />
yerleşim birimlerinin, genel çerçevede belli bir evrensellik<br />
gösterse de, yakından bakıldığında belirgin biçimde millî ve<br />
yer yer de mahallî bir kimliğe sahip olduğu görülür. Zira insanın<br />
bu bağlamda var ettiği her türlü somut değer, doğrudan<br />
doğruya kültürün temel unsurları arasında yer alır.<br />
Türk milleti tarihi boyunca, içinde yaşadığı coğrafya, sahip<br />
olduğu dünya görüşü ve hayat tarzına paralel bir şekilde<br />
mesken tipleri ve yerleşim birimlerine sahip olmuştur. Dolayısıyla<br />
sahip olunan mesken tipleri ve yerleşim birimlerinden<br />
onun içinde yaşadığı coğrafya şartlarını, sahip olduğu hayat<br />
tarzını ve dünya görüşünü tespit etmek mümkündür. Çünkü<br />
“insan-zihniyet-mekân” arasında sıkı bir ilişki mevcuttur.<br />
*<br />
Prof. Dr., Pamukkale Ü. Fen-Edebiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
40<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Bu gerçekliğin somut yansımalarından biri,<br />
Osmanlı-Türk toplumunun Batı kültür ve medeniyetine<br />
yönelmesinden sonraki dönemde mesken tiplerindeki;<br />
bir başka ifadeyle “ev”indeki değişmede<br />
karşımıza çıkar. Tanzimat yıllarından günümüze kadarki<br />
-yaklaşık- yüz elli yıllık dönemde Türk insanının<br />
içinde yaşadığı “ev”indeki değişme, yine aynı<br />
dönemde yaşanan sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel<br />
değişmelerin; bir başka söyleyişle Batılılaşmanın<br />
doğal sonuçlarından birisidir.<br />
Söz konusu değişimin araştırılıp incelenmesi,<br />
öncelikle antropoloji, etnoloji, sosyoloji, mimarlık<br />
tarihi gibi disiplinlerin işidir. <strong>Bizim</strong> buradaki konumuz,<br />
edebiyat ve özellikle hikâye ve roman türlerinden<br />
hareketle Tanzimat sonrası dönemde yaşanan<br />
sosyal/toplumsal değişmenin “ev”e yansımalarını<br />
ortaya koymaktır. Hemen belirtelim ki Türk edebiyatı<br />
bu konuda zengin bir birikime sahiptir. [1] Ancak<br />
yazımızı “makale” çerçevesine almamız, konuyu<br />
sadece Memduh Şevket Esendal’ın hikâye ve romanları<br />
ile sınırlı tutmamızı zaruri kılmıştır.<br />
***<br />
Kırk yılı aşan sanat hayatında üç yüze yakın<br />
hikâye ve üç roman kaleme alan Memduh Şevket<br />
Esendal (1884-1952), bu eserlerinde önemli ölçüde<br />
Türk toplumunun XIX. yüzyılın başlarından XX.<br />
yüzyılın ortalarına kadarki yıllarda yaşadığı “geçiş<br />
dönemi” sancıları ile yeniden yapılanma gayretlerini<br />
ele almıştır. Bu bağlamda yazar, toplumumuzun<br />
sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik<br />
hayatına ait değerler manzumesindeki bozulma,<br />
çözülme, yozlaşma veya değişme olgusunu; bunun<br />
fert, aile ve toplum hayatına yansıyan sonuçlarını<br />
tespit, tasvir ve tahlil etmeye çalışırken belirgin biçimde<br />
“odak”a “aile kurumu”nu yerleştirmiştir.<br />
Esendal’ın pek çok hikâyesi (Tirâzîde Sadullah<br />
Efendi Sokağı, Büyük Hızır Bey Konağı, Gençlik,<br />
Komiser, Bir Kucak Çiçek, Bu Sıska Karı, Muzaffer,<br />
Berrin’in Evliliği, Adnan’ın Karısı, Hatice, Arife,<br />
Bayan Nazmiye, Murat Ali, Kayışı Çeken vb.) ile Miras,<br />
Ayaşlı ile Kiracıları ve Vassaf Bey romanlarında<br />
aileyi alâkadar eden ilk ve en önemli husus, kurum-<br />
1. Bu konuda bkz: Handan İnci Elçi, Roman ve Mekân<br />
Türk Romanında Ev, Arma Yay., İstanbul, 2003;<br />
Hilmi Yavuz, “Apartman: Kentleşme ve İnsan”, Roman<br />
Kavramı ve Türk Romanı, Bilgi Yay., İst., 1977, s.100-<br />
105; Selim İleri, “Yakup Kadri’de Konak”, Türk Dili,<br />
S.281, Şubat 1975, s.111-118.<br />
daki “yapı” değişikliğidir. Bu değişim, ailenin hem<br />
iç hem de dış yapısıyla alâkalıdır. Yani aile, kemiyet/nicelik<br />
ve keyfiyet/nitelik itibariyle değişirken<br />
aynı ölçüde, içinde yaşadığı mekân bakımından da<br />
değişmektedir. Bu sebepledir ki, Türk toplumu çok<br />
kısa bir zaman içinde hem “büyük aile”den “çekirdek<br />
aile”ye hem de “konak”tan “apartman”a geçişi<br />
bir arada yaşanmıştır. Özellikle Miras ve Ayaşlı ile<br />
Kiracıları romanlarında bu süreci bütün açıklığıyla<br />
görebiliriz.<br />
Esendal’ın eserlerinde gerçek manadaki “büyük<br />
aile”yle Miras romanı ile Tirâzîde Sadullah Efendi<br />
Sokağı ve Büyük Hızır Bey Konağı isimli hikâyelerde<br />
karşılaşırız.<br />
Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı’nın büyük ailesi<br />
Tirazîzâdeler’dir. Nimet Molla ailesi, Nimet<br />
Molla’nın üç ayrı evliliği ve bir hizmetçisinden olan<br />
toplam altı evladı; bunların evlenmeleriyle konağa<br />
gelen gelin ve damatlar; geçen zaman içinde dünyaya<br />
gelen torunlar; halayıklar, cariyeler, beslemeler,<br />
uşaklar, vekilharçlarla bir hayli kalabalıktır. Ancak<br />
bu büyük aile, değişen ekonomik, siyasi ve kültürel<br />
şartlar; zamanla içine düştükleri ekonomik sıkıntılar<br />
ve ahlaki yozlaşma yüzünden dağılmanın eşiğindedir.<br />
Oğullar ve damatlar, ayyaş, hırsız, yalancı, hazır<br />
yiyici; kızlar ve gelinler süse ve asalete düşkün, ama<br />
cahil ve tembeldirler. Bu sebeple hepsi, her gün biraz<br />
daha tükenen Nimet Molla’nın parasına muhtaçtırlar.<br />
Ailede ekonomik çöküntü ile ahlaki çöküntü<br />
at başı gitmektedir. Bunun doğal sonucu olarak konağın<br />
ahengi, birlik ve bütünlüğü bozulmuştur.<br />
“Konakta herkes ayrı apartmanda oturur gibidir.<br />
Ortada müşterek yalnız selamlıkta çıkan yemektir.”<br />
/ “Haremde herkes kendi evinde gibidir. Herkesin<br />
yemekleri ayrı pişer, çamaşırları ayrı yıkanır. Yalnız<br />
selamlıkta umumî bir sofra kurulur ve bu sofrada<br />
ekseriye evde bulunan erkeklerin hepsi toplanır,<br />
hatta Efendi’nin kendisi de gelirdi. Fakat, dünyanın<br />
hiçbir yerinde lokmalar bu kadar sayılı ve kapışmak<br />
bu kadar harisane değildir.” (GKK, Tirâzîde Sadullah<br />
Efendi Sokağı, s. 201/203) [2]<br />
2. Yazıdaki alıntılar, adı geçen eserlerin şu baskılarından<br />
yapılmıştır.<br />
Otlakçı (O), Bilgi Yayınevi, Ank., l983, 3. baskı.<br />
“Hacı Dedemin Evi”, İhtiyar Çilingir (İÇ), Bilgi<br />
Yayınevi, Ank., l984.<br />
“Büyük Hızır Bey Konağı”, “Yurda Dönüş”,<br />
“Çamlıcada’ki Konak”, Gödeli Mehmet (GM), Bilgi<br />
Yayınevi, Ank., l988.<br />
41<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Büyük Hızır Bey Konağı’nda da benzer bir durumla<br />
karşılaşırız. XIX. asrın sonlarında, “zamanın,<br />
paranın, memleketin değişen hesaplarının, artan ihtiyaçlarının<br />
çıkardığı sebeplerle” Kara Hızır Bey’e<br />
dayanan büyük aile fertleri birbirleriyle anlaşamaz;<br />
bir arada yaşayamaz hâle gelmişlerdir.<br />
“Kardeşler birbirine darıldı. Babalar analar,<br />
dayılar amcalar ki hepsi şu büyük konakta mesken<br />
tutmuş asırlık, büyük bir ailenin dalı budağı idiler.<br />
Yavaş yavaş zamanın, paranın, memleketin değişen<br />
hesaplarının, artan ihtiyaçlarının çıkardığı sebeplerle<br />
birbirine darılarak, ayrılmağa, buradan alınabilecek<br />
bir şey, bir parça ekmek varsa onu aldıktan<br />
sonra çekilmeğe başladılar. Ölümler de araya<br />
giriyor ve büyük davalar bırakıyor, aileyi birbirine<br />
bağlayan son ipleri, son sevişleri, menfaatleri çürütüyordu.<br />
Böylece, evvela büyük dairelerde boş odalar<br />
peydah olmağa başladı. Sesler azaldı, sonra yalnız<br />
bir büyük baca tüten bu yerde ayrı ayrı küçük iki<br />
üç ocak yanmaya, iki üç sofra kurulmağa başladı.<br />
Geniş sofalar, büyük setli eski zaman odaları tenhalaştı.”<br />
(GM, Büyük Hızır Bey Konağı, s.90)<br />
Bir aile romanı durumundaki Miras’ta ise büyük<br />
aile, hatıralara bağlı ve art zamanlı olarak söz konusu<br />
edilir. Bu, Silahtar Ali Paşa ailesidir. Silahtar Ali<br />
Paşa ailesi de, XIX. yüzyılın ikinci yarısında, büyük<br />
ananın ölümü üzerine önce iç bütünlüğünü, bir çatı<br />
altında yaşamanın ahengini kaybetmiş, çok geçmeden<br />
de parçalanıp dağılmıştır. Nitekim Silahtar Ali<br />
Paşa ailesinin parçaları durumundaki Şefik ve Canip<br />
Bey aileleri, ebeveyn, çocuk/çocuklar ve tek bir<br />
hizmetçiden teşekkül eden birer çekirdek ailelerdir<br />
artık.<br />
Vak’a zamanları 1930 ile 1940’lı yıllarını kapsayan<br />
Ayaşlı ile Kiracıları ve Vassaf Bey romanları<br />
ile pek çok hikâyede (Sıdıka, İhtiyarlık, Komiser,<br />
Bir Kucak Çiçek, Bu Yollar Uzar, Bu Sıska Karı,<br />
Berrin’in Evliliği, Kerim Bey vb. ) ise tamamıyla<br />
çekirdek aile esastır. Çoğu ailede hizmetçi olmadığı<br />
gibi, çocuk sayısında da düşüş vardır.<br />
Aile müessesindeki değişme olgusu, yukarıda<br />
“Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı”, Gönül Kaçanı<br />
Kovalar (GKK), Bilgi Yayınevi, Ank., 1993.<br />
Ayaşlı ile Kiracıları, Bilgi Yayınevi, Ank., l983, 3. baskı.<br />
Vassaf Bey, Bilgi Yayınevi, Ank., l983.<br />
Miras, Bilgi Yayınevi, Ank. l988.<br />
vurgulamaya çalışıldığı gibi, sadece bir kemiyet meselesinden<br />
ibaret değildir. Bundan çok daha önemli<br />
ve o ölçüde de tehlikeli bir başka olgu daha yaşanmaktadır<br />
ailede. Bu, keyfiyetteki; yani kurumun<br />
varlık ve bekasını sağlayan kıymet hükümlerindeki<br />
bozulma, çözülme, yozlaşma olgusudur. Zaten yapı<br />
itibariyle küçülmenin arkasındaki asıl sebeplerin<br />
başında bu husus gelir. Onun içindir ki, yapıdaki<br />
değişme çekirdek ailede durmaz. Bir adım sonra çekirdek<br />
aile de iç bütünlüğünü kaybetme ve sadece<br />
sembolik bir kurum olmanın eşiğine gelir. Çünkü<br />
-öncelikle- fedâkârlık, sadakat, namus, aile sorumluluğu<br />
ile bunların teşekkülünde önemli rol oynayan<br />
ahlaki ve dinî değerler çok büyük ölçüde erozyona<br />
uğramıştır. Bunlara kendini ispatlama arzusu, “ben”<br />
duygusunun körüklediği egoizm ve birtakım moda<br />
cereyanların tesiri de eklenince, karı kocanın bile<br />
çarpık bir “ferdîleşme” çukuruna düşmeleri kaçınılmaz<br />
bir sonuç olmuştur. Miras’ta başlayan bu süreç,<br />
Ayaşlı ile Kiracıları’nda en uç noktaya ulaşmıştır.<br />
Ayaşlı ile Kiracıları romanındaki Haki-Turan,<br />
Abdülkerim-İffet, Fuat-Faika çiftlerinden oluşan<br />
ailelerdeki çözülme; dolayısıyla eşlerin ferdîleşmesi<br />
çok daha ileri seviyededir. Resmî veya dinî nikâhın<br />
maddi ve manevi bağlayıcılığından söz etmek son<br />
derece zordur artık. Metres hayatı, yasak ilişki, neredeyse<br />
tabii addedilir olmuştur. Toplumda karısını<br />
başka erkeklere peşkeş çekebilecek veya yasak ilişkisine<br />
göz yumabilecek “karnı geniş” koca tipi ile<br />
gözüne kestirdiği her erkekle ilişkiye girebilen, sabahtan<br />
akşama kumar masasında oturmaktan bir tek<br />
çocuğuna bile bakamayan, sonradan görme, moda<br />
düşkünü kadın tipi yan yanadır.<br />
İki Kadın, Bayan Nermin, Bir Kadının Mektubu,<br />
Bir Aile Hayatı Üzerine Etüt, Kızımız, Artist Olacak<br />
Kız, Mumuşcuğum, Saide, İntikam gibi birçok<br />
hikâyede de, değişik sebepler yüzünden aile kurumundaki<br />
yozlaşma ve bunun sebep olduğu sıkıntı ve<br />
yıkımlar öne çıkmaktadır.<br />
Kısacası; Türk toplumu XIX. yüzyılın ikinci yarısı,<br />
-özellikle- XX. yüzyılın başından itibaren aile<br />
kurumunda büyük bir değişim süreci yaşamış ve<br />
yaşamaktadır. İlk bakışta sadece kemiyete yönelik<br />
olduğu intibaı uyandıran bu değişim süreci, çekirdek<br />
aileyi de tehdit eder hâle geldiğinde sırf kemiyet<br />
meselesi olmadığı gerçeği daha iyi anlaşılır. Aile kurumumuz,<br />
aslında keyfiyet itibariyle de değişmektedir.<br />
Kurumu ayakta tutan değerler manzumesindeki<br />
42<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ozulma, çözülme ve yozlaşma olgusu, ilk aşamada<br />
büyük aileyi çekirdek aileye dönüştürmüş, bir adım<br />
sonra da onun varlığını tehdit eder hâle gelmiştir.<br />
Esendal, böyle bir muhtevayı türün imkânları<br />
dâhilinde işlerken mekân unsurundan faydalanmaya<br />
çalışmıştır. Hatta bazı hikâye ve romanlarında muhteva<br />
yükünün önemli bir bölümünü mekâna yüklediği<br />
söylenebilir. Bunun için onun eserlerinde sosyal<br />
yapıdaki değişme sürecini, mekâna bağlı kalarak<br />
takip etmek mümkündür. Kimi zaman açık biçimde<br />
ifade edilen bu süreç, kimi zaman mekân-insan<br />
ilişkisiyle, kimi zaman da metaforik görünümün arkasından<br />
sezdirilmeye çalışılır. Söz konusu hikâye<br />
ve romanlar dikkatle incelendiğinde, Osmanlı-Türk<br />
toplumunun son bir buçuk asır içinde ne ölçüde değiştiği/yozlaştığı;<br />
bunun mekâna bağlı hayatına nasıl<br />
yansıdığı açık biçimde görülür. Çünkü hikâye ve<br />
romanlarda üzerinde durulan ailelerdeki yapı değişikliğinin<br />
bir başka yönünü, kurumun içinde yaşadığı<br />
“mekân”daki değişmeler oluşturur. İç yapıdaki<br />
kemiyet/nicelik-keyfiyet/nitelik değişmeleri doğrudan<br />
doğruya dış yapıya/mekâna da yansımıştır. Bu<br />
sebepledir ki, konaktaki büyük aileden apartmandaki<br />
çekirdek aileye geçiş süreci bir arada ve iç içe<br />
yaşanmıştır.<br />
***<br />
Memduh Şevket Esandal’ın hikâye ve romanlarındaki<br />
Osmanlı-Türk toplumu veya ailesinin Tanzimat<br />
dönemi hayatında en eski ve en geniş mesken<br />
tipi “konak”tır. Büyük Hızır Bey Konağı, Tirâzîde<br />
Sadullah Efendi Sokağı, Çamlıca’daki Konak isimli<br />
hikâyelerle Miras romanında, konaklarda yaşayan<br />
ailelerle karşılaşırız. Üstelik söz konusu metinlerin<br />
mekânları ve önemli ölçüde konuları da konaktır.<br />
Bu bağlamda üzerinde durulması geren en önemli<br />
hikâye Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük<br />
Hızır Bey Konağı’dır.<br />
Birinci hikâyede, Tirazîzâdeler olarak anılan<br />
büyük ailenin değişen ekonomik, siyasi ve ahlaki<br />
şartlar sebebiyle içine düştükleri ekonomik sıkıntı<br />
ve ahlaki yozlaşma yüzünden dağılmaya sürüklenişleri;<br />
buna paralel olarak da çatısı altına sığındıkları<br />
konağın çökmeye yüz tutması anlatılmaktadır.<br />
“Asırlardan beri yaşamış ve bir hayli hayırsever<br />
yetiştirmiş olan Tirazîzâdeler ailesinin, Baba Haydar<br />
tarafından, tenha bir mahallede, bir dört yol<br />
ağzında, bir ufak karakol, bir küçük çeşme karşısındaki<br />
bu eski konağı, denilebilirdi ki, bu Nimet Molla<br />
Beyle artık son günlerini yaşıyordu. Belli idi ki,<br />
Molla, kalıbı dinlendirdikten biraz sonra, burası da<br />
İstanbul’un diğer birtakım büyük konakları gibi yıkılıp<br />
arsasında fakir bir mahalle vücuda gelecekti.”<br />
(GKK, Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı, s.215)<br />
Bir önceki hikâyenin devamı mahiyetinde olan<br />
Büyük Hızır Bey Konağı’nda da, adı geçen konağın<br />
yine değişen şartlar sebebiyle terk edilişi, zamanla<br />
harap hâle gelmesi ve mirasçıları tarafından satılması;<br />
sonunda da yıkılıp yerine bir mahalle kurulması<br />
anlatılmaktadır. Dolayısıyla metin bir anlamda, Büyük<br />
Hızır Bey Konağı’nın hazin hikâyesidir.<br />
“Tenhalaştıkça büyük konağı, ilkin her zaman<br />
demir kapısı kapalı duran taş odadan başlayarak<br />
cinler, periler sarmağa başladılar. Geceleri kapılar<br />
çalmağa, gümbürtüler, çıtırtılar duyulmağa, sesler<br />
işitilmeğe başladı.” / “Zaman bu eski konakla yalnız<br />
kalınca onu güzelce ezmeğe, sarsmağa başladı.<br />
Pencerelerini kopardı, kiremitlerini düşürdü, saçaklarını<br />
kopardı, büyük bahçeyi yabanileştirdi, ona<br />
korkunç bir hal verdi.” (GM, Büyük Hızır Bey Konağı,<br />
s. 90/91)<br />
Osmanlı-Rus Harbi esnasında bir süre muhacirlere<br />
mesken olan konak, onların da ayrılmasıyla büsbütün<br />
kaderine terk edilir. En sonunda yıktırılarak<br />
yerine otuz altı evlik “Hızır Bey Sokağı” kurulur.<br />
Roman kurgusu ile kaleme alınmış uzun metinlerden<br />
biri olan Çamlıca’daki Konak’ta ise Besime’nin<br />
babası İsmail Efendi ve komşuları Hasip Efendinin<br />
konağı ile karşılaşırız.<br />
“Langa’da tramvaydan indiler, Hasip Efendinin<br />
konağı birkaç adım ötede idi. Besime, dışarıdan<br />
ufak ve basık görünen büyük konağın, bir basamak<br />
aşağıda kalan, boyası, rengi solmuş kapısı önünde<br />
başını kaldırıp pencerelere baktı, kapısının üstünde,<br />
tahtadan yapılmış güneş şeklinde bir parmaklık ile<br />
kapanmış bir delik görünüyor, onun hizasında arasına<br />
derz edilmiş, bir parça sokağa meyletmiş bir<br />
taş duvarda iki ufak pencere, sonra, yukarıda yüzü<br />
sıvalı duvarında sık sık pencereler, bir harap cumba,<br />
daha yukarıda altı gene sıvalı saçak görünüyordu.<br />
(…)<br />
Kapıyı açtılar, zemini toprak, tavanı basık geniş<br />
bir avluya giriliyordu, karşıda, maltataşlarıyla döşenmiş<br />
geniş bir binektaşı görünüyordu ki, bunun bir<br />
tarafını ta tavana kadar yüksek, eski bir kafes örülmüştü.<br />
Sol tarafta ikinci bir binektaşı, çift bir merdiven<br />
ve avluya küçük bir penceresi olan bir asma oda<br />
43<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
vardı.” (GM, Çamlıca’daki Konak, s.54-55)<br />
Esendal’ın aile hayatından önemli izler taşıyan<br />
Tirâzîde Sadullah Efendi Sokağı ve Büyük Hızır Bey<br />
Konağı hikâyelerindeki konu, Miras romanında Silahtar<br />
Ali Paşa Konağı olarak karşımıza çıkar. Pek<br />
çok yönüyle bir hayli ortaklıklara sahip bu üç metin,<br />
aslında aynı konunun üç farklı yazımı olmalıdır.<br />
Şefik Bey’in hatırlamalarından Miras’taki büyük<br />
ailenin (Silahtar Ali Paşa ailesi) konakta (Silahtar<br />
Paşa Konağı) yaşamış olduğunu öğreniyoruz. Çocukluğu<br />
burada geçen Şefik Bey, yıllar sonra konağı<br />
“geniş odaları, uzun koridorları, taş odaları, hamam<br />
daireleri” ile hatırlar. Ancak Silahtar Paşa Konağı,<br />
büyük ananın ölümü üzerine önce iç bütünlüğünü<br />
kaybetmiştir. Çünkü miras kavgaları yüzünden birbirlerine<br />
düşen büyük aile fertleri, konağın bölüm<br />
ve dairelerini birbirine bağlayan ara kapıları, koridorları<br />
kapatmış; dışarıdan yeni kapılar açmışlardır.<br />
Çok geçmeden “artık bir çatı altında” yaşayamaz<br />
duruma düşünce, konağı birer birer terk etmişlerdir.<br />
“Konak boşaldıkça ne hazin bir hâl alıyordu!<br />
Boş ve perdesiz kalan odalarda, örtüsüz kalan minderlerden<br />
keskin bir küf kokusu intişar ediyor, boş<br />
dairelerde hüznengiz kış rüzgârları ötüyordu.” (Miras,<br />
s.17)<br />
Uzun süre tabiat, yaramaz mahalle çocukları ve<br />
kadirbilmez insanların saldırılarına göğüs germeye<br />
çalışan Silahtar Paşa Konağı, Doksanüç Harbi’nde<br />
bir süre muhacirlere mekân olur. Onların da ayrılması<br />
ile birlikte tamamen kaderine terk edilir.<br />
“Konak artık metruktu; bahçelerini ot basmış,<br />
duvarları yıkılmış ve büsbütün cinlerin ve perilerin<br />
istilasına uğramış, bütün mahalle halkını korkutan<br />
bir yer olmuştu. Mahallenin yaramaz çocukları gündüzleri<br />
bahçesine giriyor, meyve ağaçlarını yoluyor,<br />
geniş kuyularına taş atıyor, fakat binadan içeri girmeğe<br />
cesaret edemiyorlardı.” (Miras, s.19)<br />
Konak sonunda mirasçıları tarafından yıktırılır;<br />
enkazı ve arsası satılır; yerine de kırk beş evli “Silahtar<br />
Ali Paşa Mahallesi” kurulur.<br />
Miras romanında, konağın ömrünü tamamlamasından<br />
sonra “yalı” ve “köşk” tipi mekânların aile ve<br />
sosyal hayatımızda bir parça ön plana çıktığı gözlenir.<br />
Fıtnat Hanım ailesi Çiftecevizler’deki köşkle,<br />
Atiye Hanım ailesi ise Kuruçeşme’deki yalıda<br />
oturmaktadır. Ancak söz konusu mekân tiplerinin<br />
de vak’a zamanında ömrün tamamlamakta olduğu<br />
sezilir. Çünkü onlara hayat veren büyük aile, gerek<br />
ekonomik, gerekse kemiyet-keyfiyet açısından yaşama<br />
gücünü yitirmiş veya hızla yitirmektedir. Atiye<br />
Hanım’ın Kuruçeşme’deki yalısı, “beyaz boyaları<br />
dökülmüş, haraplaşmış” ve âdeta “metruk” bir<br />
mekân intibaı vermektedir. Ethem Efendi’nin yalısı<br />
çok daha haraptır.<br />
“Bu yalı, harap ve korkunç bir yerdi. Bir köşesini<br />
bir taraftan rüzgârlar, denizler yıkıyor, çöktürüyor;<br />
diğer taraftan Ethem Efendi’nin ailesi söküp<br />
yakıyorlar; diğer taraftan da oturuyorlardı. Yalının<br />
yukarı katı hemen kâmilen haraptı. Camları, çerçeveleri<br />
kırılmış, sökülmüştü. Bazen selli bir yağmur<br />
yağınca dam akıyor ve en alt katta oturanlar, odanın<br />
içine leğenler, tencereler dizip öyle barınabiliyorlardı.”<br />
(Miras, s.209)<br />
Fıtnat Hanım’ın köşkü, yalılara göre daha “muntazam”<br />
ve “mefruş” bir görüntüye sahiptir.<br />
“Burası, Çifteçevizler’de, geniş bir bağ içinde,<br />
muntazam, mefruş bir daireydi. Harem, selamlık,<br />
aşçıları, uşaklarıyla bu daire Asım’ın hemen ilk defa<br />
tanıdığı bir âlemdi. Her yer döşenmişti. Bir tarafta<br />
kırılmış bir ayağı iğreti takılmış bir masaya, bozulmuş<br />
bir koltuğa tesadüf olunuyordu. (...) Ağır perdeler<br />
örtülmüş salonlar, masaları, avizeleriyle sessiz<br />
duruyordu. Yerlere yumuşak halılar döşenmişti.”<br />
(Miras, s.128)<br />
Ayaşlı ile Kiracıları’nda konak, köşk ve yalılardan<br />
hiç söz edilmezken; Vassaf Bey’de ise adı geçen<br />
mekânların yerinde “yeller estiği” söylenir.<br />
“Senin sorduğun o eski yalıların yerlerinde yeller<br />
esiyor. Tuğrul’un büyük babasından kalan yalı,<br />
daha Tevhit Bey Peşte’deyken yanmış. Arsasının yarısı<br />
da satılmış, oraya da yan yana iki yalı yapılmış,<br />
bugün onlar da eskimiş. Boyaları dökülmüş, tahtaları<br />
kararmış..” (Vassaf Bey, s.204)<br />
Esendal, Türk ailesinin mekâna bağlı hayatındaki<br />
değişim veya yozlaşma sürecinin en çarpık sonucunu,<br />
Ayaşlı ile Kiracıları romanında dikkatlere sunar.<br />
Toplumumuzun yeni tanımakta olduğu bu mekân,<br />
“apartman” kavramında ifadesini bulur. Yeni Türk<br />
devletinin başkenti Ankara’nın mesken sembolü<br />
“apartman”dır artık. Üstelik her dairesinde bir ailenin<br />
oturduğu bir apartman değil; mutfak, banyo ve<br />
tuvaletinin müşterek olarak kullanıldığı, dokuz odasının<br />
her birinde farklı kültür, meslek, yaş ve cinsiyetteki<br />
insan ve ailelerin oturduğu bir apartman dairesi.<br />
“Pansiyon” kelimesinden başka bir kavramla<br />
ifade edilemeyecek söz konusu mekândaki bu insan<br />
44<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ve aileler (toptan 16 kişi) her türlü mahremiyetten<br />
uzak, âdeta “komün hayatı” yaşarlar.<br />
“Yeni yapılmış büyük bir apartmanın dokuz odalı<br />
bir bölüğünde oturuyoruz. Bu bölüğü Ayaşlı İbrahim<br />
Efendi adında biri tutmuş, isteyenlere oda oda kiraya<br />
veriyor... Odalar, loşça bir koridorun iki yanına<br />
sıralanmış, dizilmiş. Koridorun en sonunda banyo<br />
odasıyla mutfak var.” (Ayaşlı ile Kiracıları, s.11)<br />
Centilmen Asilzadeler Pansiyonu isimli<br />
hikâyenin ne iş tuttukları, nereli ve kim oldukları<br />
bilinmeyen sözde “asilzâde” yozlaşmış genç<br />
kahramanları da pansiyonda yaşarlar Öte yandan<br />
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren yeni başkent<br />
Ankara’da konut ile ilgili bir başka sıkıntı, ev yokluğu<br />
ve kiraların yüksek oluşudur. Bakanlıkların<br />
neredeyse bir odada oturduğu günlerde, memurlar<br />
hanlarda kalmakta, samanlıktan bozma odalarda<br />
yaşamaktadırlar (Ankara’da Kiralık Ev). Bazı ev<br />
sahipleri kiracılarından “hava parası” isterler (Hava<br />
Parası). Ev ve işyeri kiralaması konusunda aracılarla<br />
pazarlık ederler (Kira Pazarlığı). Ev sahipleri<br />
kötü kiracıların hoyratlığı; kiracılar da kötü ev sahiplerinin<br />
kaprisleri yüzündenden sıkıntı çekerler<br />
(Ev Ona Yakıştı).<br />
Hemen belirtelim ki Memduh Şevket Esendal’ın<br />
aile için uygun gördüğü ve arzuladığı ideal mesken<br />
tipi “ev”dir. Apartmana olan eleştirisi bir tarafa;<br />
onun pek çok hikâyesindeki aileler evde yaşarlar.<br />
Daha da önemlisi, bilinçli olarak kurguladığı ideal<br />
aile öreklerine hep evi uygun görür. Mesela Ayaşlı<br />
ile Kiracıları’nda Bankacı kahraman ve arkadaşı Dr.<br />
Fahri’nin kurdukları mutlu aileler, apartmana değil,<br />
eve taşınırlar. Olay örgüsü 1930 sonrası Ankara’sında<br />
yaşanan Vassaf Bey’de ise, ailenin apartman çarpıklığından<br />
kurtulup tekrar “eve” geçtiği görülür.<br />
Yukarıdaki hikâye ve romanlarda da yer yer<br />
sezilebileceği gibi, aslında Esendal, Türk toplumunun<br />
aile kurumunda yaşamakta olduğu değişimden<br />
muzdariptir. Bu duyguyu, Hacı Dedemin<br />
Evi hikâyesinde, ev ve aile ile ilgili kaybedilen<br />
güzellik ve kıymetlerin hüznünü kahramanı Zehra<br />
Hayriye’nin dilinden ifade ederken daha iyi anlarız.<br />
Çocukluk yıllarını Karadeniz kıyılarındaki bir kasabada,<br />
Hacı Dedesinin sevgi, huzur, gönül rahatlığı<br />
dolu mütevazı evinde yaşamış olan kahraman, Merzifon<br />
ve Samsun’daki tahsilinden sonra zengin bir<br />
koca ile evlenmiş, Avrupa’nın birçok ülkesini gezip<br />
görmüştür. Evliliğinde mutludur da. Bütün bunlara<br />
rağmen Hayriye, Hacı Dedesinin evinde yaşadığı o<br />
güzel yılların rahat, huzur ve sevgi ortamını bir daha<br />
bulamamıştır.<br />
“Nerede o, gözlerinin içi gülen saatçi Hayri<br />
Efendi. (...) Nerede o anam, o güzel ince kadın; (..)<br />
Onu, kır çiçeklerine benzetirdim. Hamamdan çıkıp<br />
da ıslak saçlarını taramakla bir güzel oluşu vardı.<br />
Nerede o Hacı Dedem, kış günü daha ortalık<br />
ağarmadan kalkar, ninemin koynundan çıkıp soba<br />
başında oturan Hacı Dedemin kürkü içine sokulur,<br />
otururdum. (...)<br />
Nerede o ninem, o Zarife Kadın İki gözlüğünü<br />
üst üste takıp yemenisinin kıyısına oya yapar, beni<br />
de yanına oturtup masal söylerdi.<br />
Nerede o ilk yazlar, o çiçekli kırlar. O Dereköyü,<br />
o Tekkiraz’ın bahçeleri! (...)<br />
Nerede o evimiz, o döşeme tahtaları silinmiş, üstüne<br />
ev dokuması kilimler serilmiş odalarımız. (...)<br />
Tertemiz yaygılarla örtülmüş minderler. Mis gibi kokan<br />
bohçalar. (...) Nasıl oluyor da birtakım evlere bu<br />
rahat havası siniyor Bu rahat, zenginlik demek değildir.<br />
Çok zengin yerler gördüm, oralarda insanlar<br />
cehennemin ta ortasında yaşıyorlar gibiydi. Benim<br />
dedemin evindeki o gönül rahatlığı neydi Onu ne<br />
kadar özlüyorum!” (Hacı Dedemin Evi, İ.Ç., s.104-<br />
105)<br />
Memduh Şevket Esendal, Türk toplumu için hayal<br />
ettiği ideal hayat düzeyini, ütopik bir metin olan<br />
Yurda Dönüş isimli hikâyesinde dile getirir. Doğu<br />
Anadolu’dan itibaren kahramanı şaşırtacak ölçüde<br />
gelişmiş bulunan “yurdumuz”da en çok dikkati<br />
çeken gelişmelerden biri meskenlerdir. Söz konusu<br />
meskenler, bahçe içinde tek katlı (en çok iki katlı),<br />
kırmızı kiremitli ve aşı boyalı “ev”lerdir.<br />
“Çok geçmeden, yol, bizi bir sırtın arkasına saklanmış<br />
bağlar, bahçeler içine soktu. (…) İki yanımızda<br />
tarlalar, bağlar arasında pencere kapakları, saç<br />
damları kırmızı aşı boyasına, duvarları fildişi akına<br />
boyanmış, birer katlı evler görüyorum.” (G.M, Yurda<br />
Dönüş, s.150)<br />
“Buralarda yaşamak ne kadar kolaylaşmış, nasıl<br />
rahatlamış. Buraya kadar geçtiğim yerlerde büyük,<br />
iri, kocaman yapılar görmedim. Yalnız ne yana baksanız<br />
evler, bağlar, bahçeler ve şenlik gözden kaybolmuyor.<br />
Ben yurdumuzdan çıktığım yıllarda buraları<br />
hemen de boş ovalardı.” (G.M, Yurda Dönüş,<br />
s.175-176)<br />
Kemal Satır’ın Memduh Şevket Esendal’la<br />
45<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
alâkalı hatıralarında naklettiği bir anekdot, yazarımızın<br />
aile ve onun mekânı konusundaki düşünleri<br />
hakkında çok daha aydınlatıcıdır.<br />
Kemal Satır, İkinci Dünya Savaşı yıllarının<br />
sıkıntılı günlerinde CHP Genel Sekreteri olan<br />
Esendal’ı ziyaret eder. Gayesi, memleketin içinde<br />
bulunduğu kötü durumu, bunun çözüm yollarını<br />
anlatmak, fikir alışverişinde bulunmaktır. Kemal<br />
Satır’ı sanki hiç dinlemeyen Memduh Şevket<br />
Esendal durmadan şu cümleleri mırıldanmaktadır:<br />
“ - Patatesli güzel bir et (yemeği)... Sağlıklı<br />
çocuklar... Güzel bir kadın, aile öyle olmalı... (...)<br />
Bahçe içinde güzel evler olmalı... Çiçekler ekilmeli...<br />
İnsanlar mutlu (olmalı)...” [3]<br />
Hülasa; Esendal’ın yukarıdaki hikâye ve romanlarında<br />
görülen “konak-yalı-köşk-apartmanpansiyon”<br />
çizgisindeki değişme/küçülme/yozlaşma,<br />
öncelikle Türk ailesinin nicelik ve nitelik<br />
bakımından yaşamakta olduğu değişme/küçülme<br />
ve yozlaşmanın da açık ifadesidir. “Konak”la<br />
aynîleşen “büyük aile”, “apartman dairesi” veya<br />
“pansiyon”da “çekirdek aile” hâline gelmiş; hatta<br />
bu seviyede de birlik ve bütünlüğünü kaybetmiştir.<br />
Aile kurumuna bağlı olarak ortaya konmaya<br />
çalışılan bu olgu, toplumumuzun sosyo-kültürel<br />
sosyo-ekonomik ve sosyo-politik hayatına ait kıymet<br />
hükümlerindeki bozulma, çözülme ve yozlaşma<br />
olgusunun da boyutlarını gözler önüne sermektedir.<br />
Bu açıdan, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e<br />
geçişimizin serüveni ile ailenin yaşadığı değişim<br />
süreci arasında bir paralellik kurmak, hiç de mübalağa<br />
olmayacaktır.<br />
Konak-köşk-yalı-apartman-pansiyon çizgisi,<br />
aynı zamanda sosyal zamanın ve devrin sezdirilmesinde<br />
de önemli fonksiyona sahiptir. Aslında<br />
söz konusu mekân tiplerinin “sembolik” niteliklere<br />
sahip olduğu açıktır. İlk üç mekân tipi, hem<br />
büyük ailenin hem de Tanzimat-Meşrutiyet devrinin;<br />
apartman -romandaki hâliyle- hem yozlaşmış<br />
çekirdek ailenin hem de Cumhuriyet döneminin;<br />
ev ise, ideal çekirdek ailenin sembolüdür. Unutulmamalıdır<br />
ki, her bir mekân tipi belli bir aile yapısı<br />
ve belli bir zihniyet, dünya görüşü, hayat tarzı,<br />
ekonomik gücün mekâna yansımış somut ifadesi<br />
ve sonucudur. ■<br />
DIŞARDA<br />
Yandı sokak lambaları, mum alevi pervane<br />
Şeytanca sırıtır fosforlu camlar<br />
Gördüm zifir sarısını dükkân vitrinlerinde<br />
Belliydi biliyordu bezgindi<br />
Evimize gidelim.<br />
Alay eder küçümser eziliriz girsek<br />
Hep paraya saygı camlar<br />
Camların ardı sırnaşık kirli<br />
Yapışkan çarpar<br />
Evimize gidelim.<br />
Bir yanı var ömrümüzün kırık<br />
Farlar büyütür gecede<br />
Garipsi türküler üzgün<br />
Başlamadan yollar<br />
Evimize gidelim.<br />
BEHÇET NECATİGİL<br />
3. Mehmet Kemal, “Raftaki Demokrasi -3-”,<br />
Cumhuriyet, 26 Nisan l980.<br />
46<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
YAHYA AKENGİN<br />
Edebiyat<br />
metinlerinin yapı<br />
örgüsündeki<br />
mekân ve insan<br />
birlikteliği,<br />
cansızı canlının<br />
yanına katarak<br />
onu bir kişiliğe<br />
büründürmektedir.<br />
Necip Fazıl’ın<br />
“Kaldırımlar”ı da<br />
nefes alıp verirler.<br />
Klasik romanlardaki mekân tasvirlerinden şikâyet<br />
edenlere rastlanır. O kısımları atlayarak olayların<br />
akışını ve merak duygusunu gidermeyi düşünenler için bu<br />
normaldir. Ancak olayların mekânlarla ilişkisi, bu ilişki sonucu<br />
çıkan özün peşinde olmak ise, üst katman okuyucusuna<br />
mahsustur.<br />
Bununla birlikte iyiden iyiye tasarlanmış bir işlevi olmaksızın,<br />
tasvir olsun diye yapılmış mekân anlatımları da<br />
yok değildir. Ayrıca, görsel sanatların sınırlı olduğu dönemlerde<br />
edebiyat eserleri öyle bir ihtiyacı da karşılama görevini<br />
üstlenme gereğini duymuşlardır.<br />
Eserin nabzı ile mekânın nabız atışlarını buluşturan yazarlar<br />
için mekân, olay kahramanlarının yazgı arkadaşı olurlar.<br />
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndaki Peyami Safa’nın<br />
hasta kahramanını mekânlardan soyutladığımızda romanın<br />
iskeletinin çöktüğünü görebilirsiniz. Sözgelimi, hasta kahramanımız<br />
yoksul mahallesinin evleri arasından geçerken onlarla<br />
ne kadar özdeşleştiğini dile getirir. Birbirine yaslanmış<br />
bu eskimiş evler birbirlerine tutunarak ayakta durmaya çalışırlar.<br />
Roman kahramanımız da hastalıklı bacağı dolayısıyla<br />
hep bir şeylere dayanmak, yaslanmak zorundadır. O yüzden<br />
yoksul mahallenin zar zor ayakta duran, birbirine sıkıca tutunan<br />
evleri kendisine çok yakın bulduğunu, yazgıdaşları olmaları<br />
hasebiyle de onları sevdiğini söyler.<br />
Yine aynı eserin hastane koğuşu tasvirleri ile hasta kahra-<br />
47<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
manın ruh hâli birbirinin tamamlayıcısı olarak karşımıza<br />
çıkar. Eserin psikolojik roman türüne girdiğini<br />
de hatırlarsak, mekânlarla ruh hâlleri arasındaki ilgi<br />
ve etkileşimin daha çarpıcı bir yörüngeye oturduğunu<br />
anlarız.<br />
Cengiz Aytmatov’un “Gün Olur Yüzyıl Olur”<br />
romanındaki Almatı şehri tasvirleri, Sarı Özek bozkırlarındaki<br />
tren yolu ve istasyon anlatımları, eserin<br />
kahramanlarının yazgıları ve ruh hâllerinin özdeşliğinim<br />
sergilenmesi, okuyucuyu alır götürür. O yüzden<br />
olacak ki ben yıllar sonra Almatı’ya gittiğimde<br />
o romandaki mekânları bulma duygusuyla dolaşmıştım.<br />
Dolayısıyla henüz gördüğüm bu şehir bana eski<br />
bir aşina gibi gelmişti.<br />
Sarı Özek bozkırlarındaki demiryolları ve istasyonların<br />
serüvenlerini özümsedikten sonra da<br />
Anadolu’daki yol ve istasyonlara daha farklı nazarlarla<br />
yönelmeye başladığımı belirtmeliyim. Hemen<br />
ekleyeyim, Nazım Kurşunlu’nun “Osmanlı’da Tabiî<br />
ki Var”, Necati Cumalı’nın “Mine” isimli tiyatro<br />
eserleri de tren istasyonlarına bakış açılarıma katkılar<br />
sağlamıştır.<br />
Reenkarnasyon inancına itibar etmem. Ancak bazen<br />
yeni gördüğümüz bir mekânı eskilerden görmüş<br />
ve tanımış olduğumuz gibi bir duyguya kapıldığımız<br />
olur. Reenkarnasyoncular bu durumu, eski hayatımızda<br />
buralarda yaşamış olmakla açıklayadursunlar,<br />
ben kendi hesabıma çözümü yakaladım. “Ben<br />
buralarda bulunmuş, buraları eskiden görmüşüm.”<br />
duygusuna kapıldığımda, “Acaba okuduğum hangi<br />
edebî eserden kalan mekân izlenimleri bunlar” diye<br />
sormaya başlarım.<br />
Şehrin kenar bir mahallesinde, önünden bir derenin<br />
geçtiği balkonlu küçük bir evde yaşamanın çekiciliğini<br />
ise, Ahmet Muhip Dranas’ın “Fahriye Abla”<br />
şiirinden sonra keşfetmiş olduğunu söyleyebilirim:<br />
“Eviniz kutu gibi küçücük bir evdi<br />
Sarmaşıklarla balkonu örtük bir evdi<br />
Yaz kış yeşil bir saksı ıtır pencerede<br />
Yıkanırdı gölgesi kuytu bir derede”<br />
Gel de burada “açık seçik şarkılar” söyleyen<br />
“Fahriye Abla” yı hayalinden sil…<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Bursa’da Zaman” şiiriyle<br />
tarihi mekânlarda, camilerde, türbelerde ruhların<br />
harekete geçtiğini hissederiz. Buraları her gün görerek<br />
yanından geçenlerin, onlara gerçek anlamlarını<br />
verebilmeleri için o şiirin canlandırdığı gerçeklikten<br />
biraz nasiplenmesine ihtiyaç vardır diye düşünürüm.<br />
Zamanın akıp giden bir kavram olmadığını, suyun<br />
sesine karışıp, güvercinlerle kanatlanarak başımızın<br />
üstünde dönüp durduğumuzu görür gibi oluruz.<br />
Kur’an’a göre her nesnenin bir dili vardır, evrendeki<br />
her varlık zikir hâlindedir. Sanat eseri de bu<br />
zikir hâline karışıp, o nesnelerin iç sesini yansıtmak<br />
gibi bir imtiyazı elde edebilmektedir. T.S.Eliot buna<br />
“imtiyazlı zamanlarımızın titreşimi” demektedir.<br />
Lale Devri köşkleri ve bahçeleri, devrinin seçkinleri<br />
ile dolup taşar. Zannedilir ki o insanlar hep<br />
mutluymuşlar. O mekânlara iki yüzyıl sonra uğrayan<br />
Yahya Kemal’in bir beytinden yola çıkarak durumun<br />
hiç de öyle olmadığını düşünmeye başlarız.<br />
“O şuh ağlar bugün Kasr-ı Şerefabad’a geldikçe<br />
O nüşamüş demler dil-i naşada geldikçe”<br />
Görkemli Şerefabad Köşkü yerinde durmaktadır<br />
ama temsil ettiği devir bir isyan dalgası ile yok olup<br />
gitmiştir. Geçmişte o köşkte yaşadığı güzel günlerini<br />
unutamayan genç, güzel, alımlı kadın oraya her<br />
gidişinde hatıralarına dalıp ağlamaktadır. Çünkü o<br />
köşk ve kendisi bir daha o dolu dolu yaşanmışlıkları<br />
bulamamaktadır. İnsan ve mekân bir kere daha aynı<br />
yazgının birer ögesi olmaktadır.<br />
Edebiyat metinlerinin yapı örgüsündeki mekân<br />
ve insan birlikteliği, cansızı canlının yanına katarak<br />
onu bir kişiliğe büründürmektedir. Necip Fazıl’ın<br />
“Kaldırımlar”ı da nefes alıp verirler. O şiirin havasını<br />
solumuş bir insanın, gecenin ortasında bir kaldırımda<br />
yürüdüğü sırada kendini yalnız hissetmesi<br />
imkânsız gibidir.<br />
Edebiyat ürünlerinden bazı örneklerini kısaca<br />
vermeye çalıştığımız tabiat-insan birlikteliğinin,<br />
gerçek hayatta karşılığı yoksa etkileyici gücü de olamaz.<br />
Şu hâlde insan, tabiat ve mekânın birbirlerinin<br />
tamamlayıcısı olduklarını ihmal eden bir hayat tarzı,<br />
biraz kör, biraz topal olsa gerek.<br />
Ancak çağımız insanına dayatılan hayat tarzı,<br />
kendisinin kör ve topal olduğunu algılamasına bile<br />
fırsat vermeyecek zorlayıcı olmaktadır.<br />
Gözden düşmüş eski mahalleler, terk edilmiş<br />
yollar, korunmaya alındığı söylenerek unutulmaya<br />
bırakılmış yaşlı sokaklarla benim de bazen söyleştiğim,<br />
onlara kulak verdiğim olur.■<br />
48<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
YAŞLI SOKAK<br />
Asırlık bir sokağım korunmaya alınmış,<br />
Kaldırım taşlarım ve saçaklarımla<br />
Nice yaz bahar ve nice kış,<br />
Bir can gibi yaşadıklarımla<br />
Sevdalı gramofonları duya duya,<br />
Bataryalı tek tük radyoların kulak misafiri,<br />
Akşam alacasında iğde kokularıyla,<br />
Yolunu beklediklerimin esiri<br />
Ha bu gün ha yarın derken,<br />
Uzaklaştı benden ayak sesleri<br />
Dönmeyen âşığını pencerede düşünen kız,<br />
Badem dallarıyla sarardı soldu<br />
Üç ev ötesinde düğün oldu o güz,<br />
Üstüne türkü yakıldı halay tutuldu<br />
Eski sevinçlerim eski hüzünlerimle,<br />
Sizi karşılamak için yalnızlığımla,<br />
Korunmaya alınmış bir sokağım<br />
Akıyor saçaklarımdan, süzüyorum zamanı<br />
Zamanın bana aldırdığı yok<br />
İki yakam iki cihan harbi,<br />
Ortasından gaziler geçer bastonuyla<br />
Sonra ekmek karneleri, hasretli mektuplar gibi<br />
Göz göz oldu rüyalarım, odun kömür,<br />
Çocuklara şeker beklemekten<br />
Derken pençe üstüne pençe yedi ömür<br />
Hiç unutmam ilk benzin kokusunu aldığım gün,<br />
Bir Tatar arabasına çöken hüznü…<br />
Ezelden sakinlerim Aslı, Leyla, Şirin,<br />
Yorgun atlarla bir bir gittiler<br />
Rüzgâr girdi güngörmüş beylerimin konaklarına<br />
İşte suyu kesilmiş çeşmelerin,<br />
İçin hatıralarımdan kana kana<br />
YAHYA AKENGİN<br />
Asırlık sokağım korunma altında,<br />
Ölülerin sırdaşı, özlemini saklarım dirilerin<br />
Uçurduğum kuşların kanadında,<br />
Müjdeler vardı bana konmayan,<br />
Belki sizin olur gelin,<br />
Gelin geçin kaldırımlarımdan<br />
49<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
M E H M E T N A R L I<br />
ile edebiyat-mekân üzerine<br />
Cennetten bir köşe olan ev, temiz, düzenli<br />
ve aydınlıktır. İçindeki aile, dünyanın<br />
hırslarından, benliğin oyunlarından<br />
kurtulmuştur. “Dünyada mekân, ahrette<br />
iman” diyen kültürde ev, sanıldığı gibi<br />
sadece ev mülkiyetinin öneminin<br />
metaforu değildir.<br />
EMRAH GÜRSU<br />
Takdim<br />
1963’te Kahramanmaraş’ta doğdu. İlk, orta ve<br />
lise öğrenimini bu şehirde gördü. Ondokuz Mayıs<br />
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı<br />
Bölümü’nden mezun oldu. Bir süre edebiyat öğretmeni,<br />
araştırma görevlisi ve okutman olarak çalıştı.1996’da<br />
Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi’nde, 1950<br />
Sonrası Türk Şiirinde Bahattin Karakoç adlı teziyle<br />
yüksek lisansını, 2000’de Hacettepe Üniversitesi’nde<br />
Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme adlı<br />
teziyle doktorasını tamamladı. Hâlen Balıkesir Üniversitesi<br />
Fen-Edebiyat Fakültesi’nde öğretim üyesidir.<br />
Bazı akademik ve kültürel dergilerde özellikle roman<br />
- şiir eleştirileri/incelemeleri ve şiir ve denemeler yayımlıyor.<br />
Bilimsel Kitapları<br />
Şiir ve Mekân, Hece Yayınları, 2007 Ankara<br />
Roman Ne Anlatır, Akçağ Yayınları, 2007, Ankara<br />
Cumhuriyet Dönemi Türk Şiiri, 2006, Balıkesir<br />
Orhan Kemal’in Romanları Üzerine Bir İnceleme,<br />
Kültür Bakanlığı yayınları 2002, Ankara<br />
Şiir Kitapları:<br />
Ruhumun Evvelyazıları, Millî Eğitim Bakanlığı<br />
Yayınları, 1998, Ankara<br />
Çiçekler Satılmasın, Dolunay Yayınları, 1988,<br />
Kahramanmaraş.<br />
Destandan roman, hikâye, şiir gibi modern türlere<br />
kadar her edebî varlığın mekânla çeşitli ilişkileri olduğu<br />
muhakkak. Fakat toplumların kültürel, coğrafi ve<br />
tarihî şartları edebiyat ürünleriyle mekân ilişkilerini<br />
etkiliyor mu Özellikle bizim gibi kültürel değişmeler<br />
ve kırılmalar yaşayan toplumlar da edebiyatın mekân<br />
algısı ve ilgisi nasıl değişiyor<br />
Elbette destan ve efsanelerden modern türlere kadar<br />
hikâyenin tasvirin ve hayalin mekânlarla doğrudan ilişkisi<br />
var. Eski kültürlerin mekânlarının coğrafya olarak<br />
belirsiz olması bu ilişkinin yüzeyde kaldığını göstermez.<br />
Hatta destanlarda bazı mekânsal ögeler bütün hikâyenin<br />
kutsal anlamlarını kendilerinde taşıyan simgelere dönüşürler.<br />
Belki modern zamanlara doğru mekânların daha<br />
da sınıflandırıldığını ve somutlaştırıldığını söylemek<br />
gerekir.<br />
Belirttiğiniz gibi toplumların kültürel, coğrafi ve<br />
tarihî şartları edebiyat ürünleriyle mekân ilişkilerini<br />
etkiliyor. Çünkü mekânların dinsel, sosyal, kültürel,<br />
sanatsal hatta siyasal kimlikleri vardır ve bu kimliklerin<br />
imgesel ve simgesel içerikleri, onlarla ilişkide olan<br />
insanların kimliklerinin oluşmasında önemli etkilere<br />
sahiptirler. Bu açıdan bakıldığında, insanların yaşamış<br />
ve düşlemiş oldukları bütün yaşantılar ve bu yaşantıların<br />
yansımaları, mekânların hafızalarında durmakta ya<br />
da bu zaman ve mekânlar, bilinçli- bilinçsiz hafızanın<br />
arketipleri olarak yaşamaktadırlar. Dağlar ve denizlerin<br />
50<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
inanış sistemleri içindeki yeri, yaratılış ve türeyiş efsaneleri,<br />
dinsel, kültürel ve tarihsel muhayyilenin temel<br />
kaynakları olarak görülüp incelenmektedirler. Yapılan<br />
mekânlar da, onları yapanların ruh ve akıl dünyalarını<br />
içlerine sindirdikleri için, aynı zamanda bu ruh ve akıl<br />
dünyasını yansıtıcı bir nitelik kazanırlar. Edebiyat ve<br />
mekân ilişkisi, bir bakıma, mekândaki bu hafızayı ve<br />
hafızalaşmış mekânı, hatıra ve düşler yoluyla çözümlemeye;<br />
mekânın yansıtıcı niteliğini görmeye dayanır. Bu<br />
bakımdan mekânların, insanlar; insanların, mekânlar<br />
üzerindeki izlerini, edebiyat eserlerinde aramadan yapılan<br />
her çözümlemenin eksik kalacağını söylemek bile<br />
mümkündür.<br />
Edebiyatın ya da hikâyenin, hayalin, tasvirin ilişkide<br />
olduğu ilk çevre, kuşkusuz doğal çevredir. İhtimal<br />
ilk şiirler, dağ deniz gibi yüce ve engin unsurları, kendi<br />
varlıkları ile ilişkili ama kendilerini aşan gerçeküstü<br />
varlıklar olarak algılamışlar ve giderek üzerinde yaşadıkları<br />
toprakla organik bir bütünlüğe ulaşmaya çalışmışlardır.<br />
İlk şiirler, ilk tasvir ya da öyküler, insanlar<br />
arası yaşantılardan çok, insanın doğal çevre içindeki<br />
yerini anlatırlar. Bu yüzden, masal ve destanlarda bulunan<br />
mekânların taşıdıkları pratik ve imgesel anlamlar,<br />
ırkların ve toplulukların kültürel tarihleri için yapılan<br />
temellendirmelerde başlıca kaynaklar olarak değer görmektedirler.<br />
İlginç olan şudur ki, insanoğlu mekân yapmaya<br />
başladıkça, organik bütünlükten ayrılmaya başlar.<br />
Doğal çevreyle kendi yaptığı mekânın arasındaki gerilme,<br />
insanın, bazen doğal olanı, bazen de yapılanı kutsallaştırmaya<br />
yöneltmiştir. Bu anlamda her uygarlık,<br />
doğal olanla “yapılan” arasındaki gerilim ve etkileşimden<br />
beslenmiştir.<br />
İlişkiyi “bizim edebiyatımız bağlamına taşırsak”<br />
<strong>Bizim</strong> için de edebiyatın ilişki de olduğu ilk çevre<br />
dağlar denizler gibi doğal çevrelerdir. Altay yaratılış<br />
destanında Altın Dağ’ın yerle gök arasında, yeryüzünün<br />
temel direği olarak algılandığı bilinmektedir. Manas<br />
Destanı'nda dağlar, yiğitlere olağanüstülükler kazandıran<br />
kutsal mekânların simgeleridirler. Kaşgarlı’nın<br />
Divanü Lügati’t-Türk’ünde yeryüzünün direği, dağ;<br />
milletin direği, bey’dir. Dede Korkut Hikâyeleri’yle<br />
birlikte dağlarla kurulan mitolojik ilişkinin rengi, biraz<br />
yaşanılan hayatın rengini alır. Yine simgesel anlamlara<br />
sahiptirler; yüceliğin, yiğitliğin, özgürlüğün istiaresidirler.<br />
Türk halk şiirinin, en temel çıkış yeri doğal çevredir.<br />
Her anonim eser, her âşık, içinde yaşadığı doğal<br />
mekânın kardeşi ve çocuğudur. Âşıklar, dağlara zalim<br />
derken bile, dostlarına kahreden bir insan davranışı<br />
koyarlar ortaya. Halk şiiri, doğal ve kozmik olanla çelişkili<br />
ve çatışmalı duygular içinde değildir. O, kendini<br />
doğal olanın içinde; doğal olanı da kendi içinde duyar.<br />
Karacaoğlan şiirlerinin en güçlü duygusu olan gurbet,<br />
sadece sevgililerinden ayrılmanın doğurduğu bir duygu<br />
değil; içinde yaşadığı, halleştiği doğal çevreden ayrılmanın<br />
da büyüttüğü bir hüzündür. Halk şiiri, kendi iç<br />
dünyasıyla doğayı birbirine sindirir Sabri Esat’ın dediği<br />
gibi “bu harikulâde terkip ile insan-tabiat muadelesinin<br />
bir hâl suretini sunar”. Yunus Emre de “dağlar ile taşlar<br />
ile mevlasını” çağırır. Pir Sultan için, dağ, dış dünyanın<br />
bir manzarası değildir. Pir Sultan, dağda olduğu kadar,<br />
dağ da Pir Sultan’dadır. Yıldız Dağı’nın başından eksilmeyen<br />
duman, eksilmeyen dertler, kahırlar, ihanetler ve<br />
engellerdir. Dadaloğlu için dağ, bir sığınma ve kurtuluş<br />
mekânı olarak görünse de daha derin anlamların göstergesidir.<br />
Yar elinden tutup dağlara yönelen Emrah, insanların<br />
dedikoduları içinde, ruhun şevk ve heyecanını<br />
tartamayan kurallar içinde, sevgili ile halleşemeyeceğini<br />
bilir. Aşkın hâllerini ancak dağlar taşır; ruhun hâlden<br />
hâle geçişine ancak dağlar iklim olur. Âşık Veysel’in<br />
“Benim sadık yârim kara topraktır” nakaratlı şiiri, Müslüman<br />
Türk insanının kültürünün bütüncül algısını ortaya<br />
koyar. Gök, yer ve insan birbirinden ayrı varlıklar<br />
değil; birbirini tamamlayan varlıklardır. Doğal mekânın<br />
hangi görüntüsü içinden doğarsa doğsun; halk şairi, doğal<br />
unsurların hangisiyle hemhâl olursa olsun, halk şiiri,<br />
insana bir yurdu olduğunu duyurur; insana, akıp gelen<br />
kültür içinde bir yer edindirir.<br />
Divan şiirinde, toprağı, suyu, dağı, bitkileri ile doğal<br />
çevrenin algılanışı, bilgi kuramsal olarak aslında halk<br />
şiirinden çok farklı değildir. Divan şairi de doğal olanı,<br />
bütüncül varlığın bir parçası olarak görür. Fakat Divan<br />
şairi, kuralları edebî olan bir estetiğin ve şehrin şairi<br />
olduğu için, doğal çevreden fazla düzenlenmiş çevrede<br />
yaşadığı için, onun şiirlerinde doğal çevre, hayatın her<br />
aşamasında ve her yaşama biçiminde var olan, insanla<br />
birlikte yaşayan bir çevre değildir. Bu şiirde geçen tağ,<br />
kûh, kûhsar, cibâl, Bîsütun, Tur-i sina, Kafdağı, Serendip<br />
Dağı gibi kelimeler tamamen simgeseldirler; bazen<br />
yüceliğin, güzelliğin ve güçlüklerin simgesi; bazen de<br />
peygamberler tarihindeki olaylara telmihtirler.<br />
Yeni Türk edebiyatının doğal mekânlarla ilişkisi,<br />
kuşkusuz halk ve divan edebiyatlarının izlerini taşır.<br />
Fakat Tanzimat’tan Cumhuriyet’e kadarki edebiyatta<br />
mekân algısı, esas olarak, yukarda değinilmeye çalışılan<br />
modern Batı edebiyatlarının izinde değişmeye başlamıştır.<br />
Tanpınar, yeni edebiyatta tabiatla insanın yan<br />
yana yürümeye çalıştığından bahseder. Fakat henüz göz<br />
ve muhayyile birbirinden ayrı çalışmaktadır. Abdülhak<br />
Hamit’in Sahra’sında yüceltilen ve sevilen doğa,<br />
Rousseau ile William Wordsworth arasında oluşur.<br />
Hamit’in doğal mekânı, bir yanda mükemmel düzeni<br />
51<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ile Rousseau’ya; diğer yandan da panteistik göndermeleriyle<br />
Wordsworth’e uzanır. Hamit’in, “Belde halkında<br />
görmedim hayfa/ Gördüğüm ünsü ehl-i vahşette/ Biri<br />
endişeden aman bulmaz/ Biri endişeye zaman bulmaz”<br />
diye şikâyet ettiği “belde halkı”, şehrin hayatıdır. Bu tür<br />
bir şehirden kaçış, ne halk şiirinde ne de divan Şiirinde<br />
vardır. Halk şairi, bütün hayatıyla doğal olanın içindedir<br />
ve onunla adeta işteş bir biçimde yaşar; ama onun<br />
şehir hayatı yoktur. Divan şairi, şehrin şairidir ama o da<br />
şehirden bu türlü şikâyet etmez; onun şikâyeti zamanedendir,<br />
felektendir. Açıktır ki Hamit’in bu vahşi doğa<br />
sevgisi, romantiklerden gelmektedir. Batının romantik<br />
ve parnas atelyeleri, Fikret ve arkadaşlarına yeni tahayyüller<br />
icbar eder. Londra’da, doğal dünyanın simgesi<br />
hâline gelen Yeni Zelanda adalarına insan göndermek<br />
için kurulan derneğe başvurmak Hamit’in değil, onun<br />
çocukları olan Fikret ve arkadaşlarının aklına gelir.<br />
Tanzimat’ın özellikle birinci nesli, içerik ve muhayyile<br />
açısından batıdan izler alsa da, kendi bilgi kuramının<br />
çocuğudur ve hâlâ, hafızası, aklı ve hayaliyle onun<br />
malıdır. Fikret ve arkadaşları ise artık geleneksel içinde<br />
“modern”dirler. Onlar artık eşyayı ataları gibi kullanmazlar;<br />
mekânlarına onlar gibi bak(a)mazlar. Tevfik<br />
Fikret’in şiirlerinde mekânsal algı çelişik bir renk taşır.<br />
Onun doğal manzaralarla kuşatılmış mekânlarında mutlaka<br />
deniz ve/veya su vardır. Fakat bu su ve yeşil içindeki<br />
Fikret, hüzünlü ve melankoliktir. Psikanalitik bir<br />
yorumlamayla bunun narsist benlikle ilgisi kurulabilir;<br />
her yanı denizle çevrili İstanbul, narsizmin içine aldığı<br />
Fikret’tir sanki. Aynı Fikret’te, mavi deniz, şehrin bayağılıklarından,<br />
yalan ve çirkinlikliklerinden ruhu arındıran<br />
bir etkiye de sahiptir.<br />
Romanlarda mekân içinde ruhsal değişimleri yansıtmak<br />
amacıyla “nesneler belleği” kullanılır. Şiirde<br />
de nesneler belleğinden söz edebilir miyiz<br />
Bu soru biraz mekânın içindeki eşyayla insan ilişkisine<br />
kayıyor. Elbette bir mekân, içinde ve üzerindeki<br />
eşyayla bütünleşmiş olarak vardır. Eşya ve insan arasındaki<br />
ilişki kültür tanımlarını belirleyecek kadar etkindir.<br />
“Kültürü, eşyanın kullanılış biçimi” olarak belirleyenler<br />
vardır ki bu tanımlama kültürün ne olduğunu işaret ettiği<br />
kadar eşyanın işlevlerini, imgesel ve simgesel değerini<br />
de işaret eder. Aslında eşyanın ya da mekânın bir<br />
hafızaya sahip olması, insanla yaşamış olmasına bağlıdır.<br />
Yani aslında eşya ve mekân hafızasında, insanların<br />
evren hakkındaki tasarımlarını, ideallerini, umut ve korkularını,<br />
sosyal ilişkilerini, bireysel gizlilik ve yalnızlıklarını<br />
saklar; sakladıklarıyla insanlaşır.<br />
Elbette şiir için de sizin deyiminizle bir “nesneler<br />
belleği” vardır, hatta şiir başından beri bu hafıza ile kendi<br />
zamanındaki insanın hâlleri arasında dünü bugünü<br />
yarını solutturan bir atmosfer yaratır. Sadece ev ve şiir<br />
ilişkisine bir atıf yapalım. Şiirde evin ilkel barınma ve<br />
korunma işlevleri silinir; şair evden ya da evin bölümlerinden<br />
söz ettiğinde artık ev, orijinal olanı ve sonsuz<br />
yenileneni hafızasında saklayan bir varlığa dönüşür.<br />
Edebiyat metinlerinde ev, yalnızlığı ve çaresizliği barındıran<br />
bir kabuk olarak göründüğü gibi, görkemin ve<br />
nobranlığın sembolü olarak da görünebilir. Yine metinlerde<br />
ev, aile dediğimiz içindeki ilişkiler ağı ile sevgiyi<br />
örerken; mülkiyet dediğimiz sahiplenme duygusunu<br />
da besler. Edebiyatçıların özellikle şairlerin, dil içinde<br />
kendilerine özgü bir ev kurmak isteyişleri, ruhlarının<br />
aradığı evin imgesidir çoğu zaman. Göçebe ve kırsal<br />
kültürün ürünü olduğu hâlde halk türkülerinde ev, temel<br />
bir değer olarak vardır. “Evlerinin önü” diye başlayan<br />
çok sayıda türküde evler, öncelikle, önlerindeki<br />
çeşitli bitkilerle, çeşitli pratik işlevleriyle doğayla uyum<br />
içinde görünürler. İlk mısradan sonra düz veya mecazlı<br />
söylenilen bütün hâllerin, istek ve ümitlerin bu uyumla<br />
bağlantısı vardır. Genellikle bu uyumun aydınlığını<br />
sağlayan temel değer sevgidir. Ölüm ve ayrılıklarla bütünlüğü<br />
bozulan ev yalnızlaşır, kabuğuna çekilir. Divan<br />
şiirindeki Dâriyeler, devlet adamlarının yaptırdığı köşkleri,<br />
konakları işlevsel ve estetik açıdan tasvir ederler.<br />
Divan şiirinde geçen hâneler, ev anlamında kullanılsa<br />
da, genellikle, eğitim veren, sanatçılığı öğreten, eğlendiren,<br />
siyaset yapılan toplumsal mekânlardır. Ev anlamında<br />
kurulan beyt, aynı zamanda bir istiare ile nazım<br />
birimi olarak da kullanılmaktadır. Son dönem divan<br />
şiirinde görülen ev kelimesi doğrudan doğruya kişinin<br />
veya ailenin özel alanını ifade eder.<br />
Şiir ev ilişkisine girmişken hemen sormak istiyorum.<br />
“Ev”i tek boyutlu mekân olmaktan çıkarıp ona<br />
ontolojik bir kimlik kazandıran Behçet Necatigil’in<br />
“ev”i diğer şairlere göre nasıl bir farklılık gösterir<br />
Aslında Necatigil’in “ev”inin farklılığını sorunuzda<br />
“eve ontolojik bir kimlik kazandıran Behçet Necatigil”<br />
diyerek işaretlediniz zaten. “Ben mum alevinde pervane<br />
gibi hep aynı odakta yazdım şiirlerimi: Ev ve her günkü<br />
yaşamalar. Rilke’nin ponter’i gibi, aynı parmaklıklar<br />
içinde. Toplumun ve imkânlarımın bana bağışladığı dar<br />
dörtgende gözlerimi her açtıkça, karşımda büyük şehrin<br />
orta-fakir sınıf ev, aile ve çevrelerini gördüm.” diyen<br />
bir şairin, kendine, sokağa, şehre ve insana evden çıkarak<br />
girmek isteyeceği açıktır. Necatigil’in bütün hayata<br />
ve dünyanın hâllerine evden çıkarak girişi ve herkesi/<br />
her şeyi ev merkezine doğru çağırması, evin bir mikro<br />
kozmos olarak algılandığını gösterir. Ev, böyle algılandığında,<br />
evle ilgili her düz anlatım, her simge her görün-<br />
52<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
tü, hayata ve insana dair bir durumu ortaya koyar. Bu<br />
ortaya konuluş, evden geldiği için, bir içtenlik değeri<br />
de taşır. Evin içindeki insan ve eşya, açık ilişkilerden<br />
gizemli ilişkilere kadar, bu içtenliği taşıdığı için, şiirsel<br />
gerçekliğin vazgeçilmezi olurlar. Necatigil’in bütün<br />
şiirlerinde ev ve çevresinde kalmasının sebebi budur.<br />
Hatta bu durum, şiirsel bir gerçeklik düzleminden öteye<br />
giderek şairin karakteri olur. Bir şiirinde “Sağ çıkıp<br />
günlük savaştan/ Evin yolunu tutmuşum/ Yemek yedik,<br />
çocuklarım uyudu. / İniyor üstüme yavaştan/ Allahın<br />
beyaz bulutu,/ Kederlerimi unutmuşum./ Kahvem içime<br />
sindi,/ Başladı gecelik saltanatım” diyen Necatigil, daha<br />
başından beri evi, dış dünya ile birlikte aldığını gösterir.<br />
Dış dünyanın katı ilişkilerine karşı, ev, mutluk, güvenlik<br />
ve sakinlik merkezidir. Evin, kültürel ya da ideolojik<br />
bir bilinç kaynaklı değil de, gerçek ve sıradan ilişkiler<br />
bakımından yansıtılması, şairin, evin mutluluk ve huzur<br />
verici gücünü, verili bir değer olarak algıladığını işaret<br />
eder. İnsan, evi için ekmek mücadelesi verir; az ya da<br />
çok evine galip bir şekilde döner. Ev, aydınlık odalar, eş,<br />
çocuklar ve aile reisi ile bir bütündür; mutluluğu sağlayan<br />
da bu bütünlüktür. Evdeki ışık, çoğu zaman “ısı”yla<br />
birlikte anılarak evi, içinde ailenin yaşadığı, dayanışma<br />
ve güvene dayalı bir barınağa ya da sığınağa dönüştürür.<br />
“Bak, masa, işte/ Yerini bulmuş şimdi. /Biz yokken bu<br />
eve /Besbelli biri girdi” Türkçe’de “evi cennete çevirmek”<br />
şeklinde bir deyim vardır. Necatigil, dört dizesini<br />
örneklediğim Evler kitabındaki Perili Ev şiirinde, içine<br />
doğduğu kültürün, bu dünya ve öbür dünya arasındaki<br />
anlayışını somutlayan bu deyimini açıklar gibidir. Cennetten<br />
bir köşe olan ev, temiz, düzenli ve aydınlıktır.<br />
İçindeki aile, dünyanın hırslarından, benliğin oyunlarından<br />
kurtulmuştur. “Dünyada mekân, ahrette iman”<br />
diyen kültürde ev, sanıldığı gibi sadece ev mülkiyetinin<br />
öneminin metaforu değildir.<br />
Garip Şiiri’ne de değinsek. Garip şiirinin mekânı”<br />
var mıdır Garip Şiiri’nde mekânın kadın hali nasıl<br />
işlenir.<br />
Elbette Garip şiirinin de evleri, şehirleri, sokakları,<br />
sinemaları, denizleri vardır. Hatta Garip Şiirindeki avare,<br />
aylak, hüzünlü, yoksul kişiler, bütün bu mekânlar için<br />
de çok daha hareketli olarak bulunurlar. Orhan Veli, Oktay<br />
Rifat, Melih Cevdet merkezinde toplanan yeni şiirin<br />
Garip şairleri için şehir, “küçük adam”ın yaşadığı yerdir.<br />
Öyküde Sait Faik’in, şiirde Orhan Veli’nin günlük<br />
ilişkiler içinde mutluluğu ve hazzı bulmaya çalışan şairavare<br />
ve umarsız kişileri, sinemalarda, kahvelerde, deniz<br />
kenarlarında, pencere önlerinde, kaldırımlarda, adalarda<br />
yüzer gezer halde yaşarlar. Orhan Veli’nin şiirleri,<br />
hem mekânsal hem de tematik bağlamda Sait Faik’in<br />
öykülerinin simetrisidirler. İstanbul’u kutsallığından ve<br />
romantik düşselliğinden uzaklaştırıp, yaşanılan günlük<br />
hayatın mekânı haline getiren, özellikle öyküde Sait<br />
Faik, şiirde Orhan Veli’dir. Açık bir gerçektir ki, Orhan<br />
Veli’nin yaşanılan, paylaşılan ve özlenilen mekânları<br />
Nedim’in Yahya Kemal’in mekânlarından farklıdırlar.<br />
Kapalıçarşı, hisarlar, Beyoğlu, deniz, kahvehane, meyhane,<br />
vapur, sokak gibi yerlerin hepsi farklı algılanan<br />
ve günlük yaşama sevinci ve hüzünleri içinde yaşanan<br />
yerlerdir. Dedikodu adlı bu şiirde geçen Yüksekkaldırım,<br />
Alemdar, Galata, tramvay, deniz gibi mekânlar da<br />
aşk ve cinsellik bağlamında yaşanan anların mekânları<br />
olarak görünürler. Orhan Veli şiirinin getirdiği önemli<br />
yeniliklerden biri de, cinselliği, mahrem alanlardan<br />
hayatın günlük pratikleri içine çekmektir. Eros, meyhanede,<br />
sokakta, vapurda, kadın ve erkeğin göründüğü<br />
her yerde konuşmaya başlar. “İstanbul’u Dinliyorum”<br />
şiiri duyumsal bir şiirdir; fakat bütün duyular işlevlerini<br />
kulağa yüklemişlerdir. Orhan Veli bu şiirinde “sinestezi<br />
(bir duyu organının işlevini başka bir duyu organına<br />
yükleme) bakımından değişik bir yöntem uygulayarak,<br />
İstanbul’a gözleriyle değil; işitme duyusu aracılığıyla<br />
‘bakar’. Böylesi bir tutum, kentin daha geniş açıdan değerlendirilmesine<br />
zemin hazırlar.<br />
Garip şiiri “ev”i de genel anlamda şehre benzer biçimlerde<br />
ve anlamlarda algılar. Fakat hemen belirtilmeli<br />
ki garip şiirindeki insanlar pek “ev”de oturamazlar. Pencere<br />
veya balkonlarda görünseler bile “eve kapanmak”<br />
onları sıkar. Bu yüzden genel olarak ev sokakla beraber<br />
vardır. Şoförün Karısı adlı şiirde “Şoförün karısı, kıyma<br />
bana;/ El etme öyle pencereden,/ Soyunup dökünüp”<br />
dizelerinde görülen sahne sahne, evin içinde, görülüp<br />
görülmediğini önemsemeden soyunup dökünen hafif<br />
meşrep bir kadın ve kadını pencereden gözetleyen (dikizleyen)<br />
bir kişiden oluşur. Evin içindeki kadının cinselliği<br />
ile algılanması Orhan Veli’den önce başlar. Fakat<br />
o şiirlerin hemen hepsinde ya erkekle kadın aynı odadırlar<br />
ya da odadaki erkek sevgilisinin yanında olduğunu<br />
hayal eder. Böyle durumlarda genelde perdeler kapalıdır.<br />
Yani her şekilde ev özel alandır ve gayri meşru da<br />
olsa bir mahremiyeti vardır. Oysa bu şiirde hem evin<br />
içindeki hem de evin dışındaki için mahremiyet kalkmıştır;<br />
biri görünmek biri de görmek ister. Orhan Veli<br />
şiirinin getirdiği önemli yeniliklerden biri de, cinselliği,<br />
mahrem alanlardan hayatın günlük pratikleri içine çekmektir.<br />
Garip şiirinin önemli bir mekânı da denizdir. Hem<br />
Garip Şiiri’nin hem de bu şiirin olgucu, anlamcı ve<br />
gündelikçi ortamı içinde yaşayan diğer 1940 kuşağı şairlerinin<br />
şiirlerinde deniz, insanı mutlu eden şehrin bir<br />
parçası olan, yaşanan yerle, hayal mekânlar arasında bir<br />
53<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
denge kuran, doğal olana davet eden, umutsuz insanı<br />
kendi derinliğinde teselli eden, üzerindeki gemilerle,<br />
yelkenlilerle, şehirden usanan insanı kayıtsız, uzak ve<br />
sakin mekânlara götüren işlevleri ile görünür. Bu şairler,<br />
artık denizin aynasından veya hafızasından geçerek evrenin<br />
metafiziğine, sezgisel anlamlara gitmezler. Garip<br />
şiiri için deniz, yaşama sevincini oluşturan toplam enerjinin<br />
bir ögesi, şehrin vazgeçilmez güzelliği, bazen de<br />
bu kütlenin ağırlığından kaçanın adresi ve tesellisidir;<br />
ama bazen de âşık küçük adamın tarifsiz kederlerine tanık<br />
ve dost olan bir mekândır.<br />
İkinci Yeni şairlerinin “mekân algısı” birbirlerine<br />
benzemektedir. İlk olarak Ülkü Tamer’in Uzak Ev,<br />
Oktay Rifat’ın Perçemli Sokak, Sezai Karakoç’un Kapalı<br />
Çarşı şiirleri aklıma geliyor. İkince Yeni’de ortak<br />
mekânlar ve mekânları anlatmada ortak imgeler nelerdir<br />
Her şiir hareketinin her şairin çok çeşitli mekânlarla<br />
olan ilişkilerini değerlendirmek bu görüşmemizin sınırlarını<br />
aşar. Hele İkinci Yeni gibi bütün mekânsal ögelerle<br />
ilk defa karşılaşıyormuş gibi ilişki kuran bir şiir hareketini<br />
bu açıdan değerlendirmek başka bir zamana kalsın.<br />
Ama Kapalı çarşı demişken Cumhuriyet dönemindeki<br />
üç şairin Kapalı Çarşı şiirlerine atıf yapılabilir. Kapalı<br />
Çarşı, geçmişten güne uzanan ruhun; eski ile yeni arasında<br />
adı konulamayan özlemlerin; fizik ve metafizik<br />
çağrışımların; ritimli ve karmaşık iç dünyaların simgesel<br />
mekânı olarak, birçok şair tarafından dile dökülmüştür.<br />
Orhan Veli’nin Kapalı Çarşı’sı, İstanbul’un sosyal<br />
ve kültürel zenginliği olmaktan çok, giyilmeyen elbiselerin<br />
konulduğu bir sandık odasıdır. Fakat hangi sandık<br />
odası, onunla karşılaşanın hayal dünyasını kışkırtmaz<br />
ki! “Ablamı tanımazsın/ Yaşasaydı hürriyete gelin olacaktı/<br />
mısraları, ölen bir kültürün zihinsel görüntülerini,<br />
duyarlık alanına aktarmaktan çok, mekândan yola çıkarak<br />
ruhsal bir anın gizemli hâline vurgu yapmak içindir.<br />
Kapalı Çarşı şiirleri üzerinde çözümlemeler yapan<br />
Doğan Hızlan, Kapalı Çarşı’nın tarihî perspektifiyle,<br />
doldurulmaya elverişli şiir hücreleri barındırdığını söyler.<br />
Ona göre Orhan Veli, Sezai Karakoç ve Ece Ayhan<br />
gibi şairler, bu hücreleri kendi şiir kuramlarına göre bu<br />
hücreleri doldurmuşlardır. Kapalı Çarşı, Orhan Veli’de<br />
hüzünlü bir humor, Ece Ayhan’da eskiye dönük çağrışımlar<br />
yığını; Sezai Karakoç’ta dünyevi ve semaî çağrışımlar<br />
tablosundan oluşan bir imge dünyasıdır.<br />
Evin ara mekânlarına romanlarda geniş yer verilir.<br />
Şiirde “merdiven, pencere önü, balkon, cumba,<br />
sofa” gibi ara mekânlara nasıl yer verilmiştir<br />
“Ara mekânlar” dediğiniz ev ögelerinin şiirde görünüşü<br />
yeni şiirle başlar. Örneğin “balkon”un şiirimize eni<br />
konu girişi Beş Hececiler içinde şiirlerinde evi en çok<br />
yansıtan şair, Halit Fahri Ozansoy’la olur. Onun Balkonda<br />
Saatler adlı kitabındaki şiirler bu konudaki ilk şiirlerdir.<br />
Bu kitaptaki şiirlerin tamamı, evinin balkonunda<br />
ve çoğu zaman sevgilisiyle birlikte, bahçeyi, doğayı ve<br />
onun içindeki sesleri gözlemleyen ve dinleyen, romantik<br />
ve hüzünlü bir insanın çizdiği tablolardan oluşur. Bu<br />
tabloların önemli bir özelliği daima bir müzik eşliğinde<br />
seyredilmesidir. Bu ses ya gerçekten uzaklardan duyulan<br />
bir piyano sesi ya da tabiattaki uyumdan doğan bir opera<br />
müziğidir. Pitoresk tasvirler, hüzün ve mutluluğun iç<br />
içe olduğu ruh hâli, müzik ve ruh sevişmesinden ibaret<br />
aşk, neredeyse Millî Edebiyat Hareketi’ne kadar, Yeni<br />
Türk şiirini kuran temel yapılardır. Fikret’in, Cenab’ın,<br />
Hâşim’in ve Beş Hececiler’in ilk dönem şiirleri tarandığında,<br />
şairlerin, romantik, parnas ve sembolist batı<br />
şiirinden komplike bir şekilde beslendikleri görülür. Fakat<br />
Balkonda Saatler’in öncekilerden farklı bir özelliği<br />
olduğunu da söylemek gerekir. Bu da, doğadaki ses ve<br />
manzaraları aşarak evlerdeki, konuşmalara, tabak tıkırtılarına,<br />
sokaklardaki satıcı seslerine kadar açılan kulaktır.<br />
Doğanın orkestrasına bu sesleri eklemek, dönem için<br />
yeni bir duyarlık sayılmalıdır.<br />
Balkon deyince Sezai Karakoç’un Balkon şiirini hatırlamamak<br />
mümkün değil. Fakat artık onun balkonu,<br />
Halit Fahri’lerin penceresi, balkonu değildir. Balkon,<br />
geleneksel, kültürel anlamları olan “ev”e “yabancı” bir<br />
müdahaledir. Biçimsel olarak iğreti bir eklemedir; çünkü<br />
balkon, ne evin içidir ne de dışı. İmgesel olarak da<br />
daima evden yani evin medeniyet içindeki mikro kozmolojik<br />
bütünlüğünden bir uzaklaşmayı işaret etmektedir.<br />
Bir imtidat içinde oluşmamıştır balkon. Modernizmin<br />
katı ekonomik ve ideolojik ilkeleri, mekânları, içerdikleri<br />
anlamlardan kopararak, pragmatik işlevlere göre<br />
düzenlemiştir. Toplumsal ve bireysel benlik, hızla akan<br />
hayat ve paylaşılan imkânlar karşısında telaşa ve korkuya<br />
kapılmış; evin içinde inşa edilen dünyanın değerler<br />
siteminden evin dışına saçılan çıkarlar sistemine adapte<br />
olmaya başlamıştır. Evin içine girince, bu hızlı ve çıkarcı<br />
dünyadan kopma korkusu yaşayan modern insan, eve<br />
girdiğinde de dışarıyı gözleme ve kontrol etme imkânı<br />
olarak balkonu icat etmiştir. Bu yüzden balkondaki<br />
kimse evinde ya da kendinde değildir, evde bulunduğu<br />
hâlde dışarıdadır. Bu modern süreçten önce insan ya<br />
evde yani medeniyetinin mikro kozmolojik dünyasında<br />
ya da şehrin içinde yani makro düzeyde yine medeniyetinin<br />
içindedir. Her iki durumda da hem maddi olarak<br />
hem ruhsal olarak güvendedir.<br />
Sayın hocam, söyleşi için çok teşekkür ederiz. ■<br />
54<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
HASAN AKÇAY<br />
Böyle bir ortamda<br />
dinlenilen<br />
“kıtlık” ve “işgal”<br />
hikâyeleri bir<br />
sinema perdesi<br />
gibi açılır<br />
gözler önünde.<br />
Bunun içindir ki,<br />
evlerin de bir<br />
ruhu olduğuna<br />
inanırım hep. O<br />
sesler, o gölgeler,<br />
yaşanılan acı tatlı<br />
anlar, yüzeyde<br />
uçup kaybolmuş<br />
gibi görünse<br />
de, derinde ve<br />
gerçekte her daim<br />
yaşarlar.<br />
Hayat üç kelimelik bir cümleden ibaretti ve<br />
ilk kelimesi “doğmak”tı. Doğar, yaşar ve<br />
ölürsün… Bu üç kelime üç günlük dünya gibidir.<br />
Bir güne çok şeyler sığdırabileceği gibi insan; üç<br />
kelimelik cümlenin her bir kelimesinin açılımı yapıldığında<br />
belki onlarca roman olacak ölçüde çoğalır<br />
cümleler. Nihayetinde her şeyin bir özeti olduğu<br />
gibi, ömrün özeti de bu üç kelimedir. Dünya hayatı<br />
öyle bir şey işte… Yaşadığı an itibariyle farkında insanoğlu<br />
yaşadığının. Yunus daha da kısaltmış ömür<br />
denilen süreci, “bir göz açıp yummuş gibi” diyerek.<br />
Dünya yolculuğunda, hayata göz açtığımız yerin<br />
ayrı bir anlamı vardır bizde. Zaman içerisinde değişik<br />
mekânlarda konaklasak da o yer, o mekân ilk<br />
heyecanımız, ilk göz ağırımızdır. İster bir şato olsun<br />
ister bir kulübe, özlenen, aranan hep odur. Aile sıcaklığını,<br />
duyduğumuz, ilk sevip sevildiğimiz, ilk<br />
ağlayıp güldüğümüz, ilk yürüdüğümüz düştüğümüz…<br />
Her nereye gitsek, dönüp geleceğimiz; sığınağımız,<br />
evimiz.<br />
Ev denildiğinde aklıma ilk gelen, fındık, elma<br />
bahçeleri içinde bir yamaca tırnaklarıyla tutunmuş<br />
gibi duran; uzaktan bakıldığında her an aşağılara<br />
doğru yuvarlanacak izlenimi veren köyümdeki evimizdir.<br />
Bütün Karadeniz evleri gibi o da ömrünü<br />
yalnızlık içinde geçirmiş, yıllara büyük bir direnç<br />
göstermiş, buna rağmen yaşlandığı her hâlinden<br />
belli olan o ahşap evi her nereye gitsem özlediğimi<br />
hissederim. Ömrümün en güzel yılları olan çocukluk<br />
55<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
çağımın hatıralarıyla dolup taşan o ev de beni özler<br />
duygusu içimden hiç eksik olmaz. Gurbet dönüşlerinde<br />
onunla uzaktan göz göze geldiğimizde en az<br />
benim kadar heyecanlandığını görür gibi olurum.<br />
Yıllardan beridir kış yalnızlığında yaşadığı hüzünlere<br />
tanık olmadıysam da, her yaz buruk bir tebessümle<br />
beni karşıladığına şahit olurum.<br />
Ev, dört duvarıyla dışarının tehlikesine, sıcağına,<br />
soğuğuna karşı koruyucumuz, sığınağımız olduğu<br />
gibi, daha farklı özellikleri de taşır derununda. O<br />
dört duvar arasında yaşanan günler geceler; acı ve<br />
sevinçlerdir asıl o mekânı anlamlı kılan. Onun içindir<br />
ki her nereye gitsek, hatıraları bir bohça gibi sarıp<br />
sarmalayıp bizimle birlikte taşır arkamızdan. Zaman<br />
zaman o bohçayı açıp içindekileri yeniden yaşamak,<br />
yaz gününde bir pınarın serin suyundan kana kana<br />
içmek gibi bir dirilik, bir tazelik verir benliğimize. O<br />
ilk göz ağrısından uzak kalmak, her zaman bir gurbet<br />
havası estirir ruhumuzda. Hüzünlü bir şarkı gibi<br />
oturur ortasına yüreğimizin.<br />
Masal dünyamın d/evi<br />
Çatısını kaplayan küçük oluklar şeklinde ve toprak<br />
renginde kiremitlerini, pencerelere ve kapılara<br />
takılmış kilit ve menteşelerini bir yana bırakacak<br />
olursak, evimizin geri kalan her şeyi ağaçtandı. Evin<br />
dış kısmında boydan boya uzatılmış kirişlere geniş<br />
tahtalar tutturulmuş ve bu tahtalar arasında zamanla<br />
boşluklar oluşmuştu. Yılların yağmuru, rüzgârına<br />
karşı çok fazla direnemeyen bu tahtalarda yer yer<br />
çürümeler de kendini gösteriyordu. Çok eski hâlini<br />
hatırlamadığım bu ev, ilkokul çağlarımda birkaç<br />
usta tarafından elden geçirilmişti. Benim gözümde<br />
yeniden inşa edilmiş gibi bir güzellik kazanmıştı.<br />
Dış cephesini kaplayan tahtaların arası küçük taş<br />
parçalarıyla doldurulup, gelişigüzel sıva yapılmıştı.<br />
Her ne kadar taşlar ve tahtalar dış cephede bir pürüz<br />
olarak dursa da, en üste yapılan badana ile bütün<br />
kusurlarını gizler gibiydi. Köyde, kireç badana ile<br />
boyanan ilk ev bizim evimizdi. Her okul dönüşünde<br />
evimizin karşısındaki yamaçta oturup o güzelliği bir<br />
süre seyretmek bende tutku hâline gelmişti. Kimi<br />
zaman ağaçların içindeki bir kuş yuvası gibi duruşunu;<br />
kimi zaman da yeşillik denizinde beyaz bir<br />
yelkenli gibi demirleyişini seyretmek doyumsuz bir<br />
mutluluk veriyordu kalbime. Çocuk kalbim kanatlanıp,<br />
bir an önce yanına varmak için sabırsızlanıyor, o<br />
heyecanla kendimi bıraktığım yamaçlardan uçar gibi<br />
iniyordum.<br />
İki tahta parçasının yan yana çakılışıyla oluşturmuş<br />
pencere kanatlarını akşamın ilk karanlığıyla<br />
birlikte artık kapatma gereği duymayacaktık. Çünkü<br />
evimizin pencerelerine çerçeveler yapılmış, üstelik<br />
krem rengi yağlı boya ile de boyanmışlardı. Daha<br />
önemlisi o çerçevelerle birlikte, “pencere camı”<br />
diye bir kavram girmişti dünyamıza. Dedem bundan<br />
böyle, pencerelerin kanatlarını kapattınız mı yerine,<br />
pencerelerin camlarını kapattınız mı, diye soracaktır<br />
evdekilere.<br />
Köy yerine akşamlar daha bir erken iner. Etrafta<br />
ışığa koşan, sinekler, kelebekler eve doluşmasın diye<br />
veya başka sebeplerden kapı, pencere bir an önce<br />
kapatılır. Dışardan bakıldığında, ev âdeta ellerine<br />
koynuna koymuş, derin ve karanlık bir düşünceye<br />
gömülmüş gibidir. Bir de kanatları kapanmışsa pencerelerin;<br />
artık gözlerini yummuş, uykuya dalmış bir<br />
devdir ev.<br />
Gecelerin büyülü sessizliği ta evin içine kadar<br />
sirayet eder köy yerinde. Hele elektriğin olmadığı;<br />
evin ortasında duvarda bir çiviye takılan ve ihtiyaç<br />
doğrultusunda gidilen her yere taşınan, tek bir gaz<br />
lambasının aydınlığı varsa ortada, orada masallar<br />
dinlenmez, yaşanır. Koca kütüklerin ateşlikteki çıtırdayarak<br />
yanan sesine, ateşin aydınlığında etrafa düşen<br />
gölgelerin karışması hayal iklimine yeni ufuklar<br />
açar. Böyle bir ortamda dinlenilen “kıtlık” ve “işgal”<br />
hikâyeleri bir sinema perdesi gibi açılır gözler önünde.<br />
Bunun içindir ki, evlerin de bir ruhu olduğuna<br />
inanırım hep. O sesler, o gölgeler, yaşanılan acı tatlı<br />
anlar, yüzeyde uçup kaybolmuş gibi görünse de, derinde<br />
ve gerçekte her daim yaşarlar.<br />
Doğduğu köyden başka bir yer görmeyen, okuma<br />
yazması olmayan ve her durumda “cahil” kaldığını<br />
büyük bir iç geçirişle dile getiren büyük<br />
annemden öğrendiklerimi, okuduğum okulların<br />
hiçbirinde öğrenemedim. Kendini cahil zanneden<br />
büyük annemin, aslında ne derin ve engin bir halk<br />
kültürüne sahip olduğunu sonradan öğrenecektim.<br />
İlk deyimleri, atasözlerini, bilmeceleri kendisinden<br />
duyduğum; Yunus Emre şiirlerini, peri masallarını,<br />
halk hikâyelerini yine ilk kendisinden dinlediğim bir<br />
insan nasıl cahil olabilirdi ki… Fakat o her zaman,<br />
okuyamamış olmanın yarasını yüreğinde taşıdığını<br />
da belli ederdi.<br />
Özellikle uzun kış gecelerinde, rüzgârın ve yağmurun<br />
sesine karışan sesiyle, büyük annemin bana<br />
56<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
anlattığı masallarla birlikte büyümenin ayrıcalığını<br />
yaşadım. O masallar ki, kimi zaman gözlerimi<br />
pencereden dışarı taşırıp bir yıldıza beni konuk<br />
ediyor; kimi zaman da, ninemin tabiriyle, kalaylı<br />
bir kazan gibi gökyüzünde gülen ay ışığının,<br />
ağaçların rüzgârda salınan gölgelerini yattığım<br />
odaya düşürmesiyle birlikte “hayâl-i zıll” perdesinde<br />
anlatılanları seyrettiriyordu. Büyük annem<br />
belki de kendisi dahi farkında olmadan ruhuma,<br />
kişiliğime şekiller veriyor, hayal dünyama geniş<br />
ufuklar çiziyordu.<br />
O ev bizim evimiz<br />
O ilk evden sonra çok evlerde yaşama zorunda<br />
kaldım. Hayat mecbur kılmasaydı, hep o evde<br />
yaşamak isterdim. O da, ruhumun sevdiği gibi bir<br />
yalnızlığı seçmişti kendine. Bu bir zorunluluktu<br />
belki. Bu yönüyle de bana benzediği için ya da<br />
ben ona benzediğim için aradaki bağın daha kuvvetli<br />
olduğunu hissederim. Karadeniz köylerinde<br />
birbirine en yakın olan evler arası en az yirmi dakikalık<br />
mesafedir. Anadolu’nun çoğu köylerinde<br />
olduğu gibi evler toplu hâlde değil, dağınık, birbirinden<br />
çok uzaktır. Bunun içindir ki, bir köy odası,<br />
bir kahve kültürü yoktur. Dolayısıyla evler ne<br />
bir sokağa ne de bir mahalleye dâhil değildir. Bu<br />
anlamda ne sokağımız oldu ne de sokak oyunlarımız.<br />
Biz bütün oyunlarımızı fındık bahçelerinde,<br />
ağaç dallarında, ırmak kenarlarında oynadık. Evler<br />
arasındaki uzaklık, zorunlu olarak komşuluk<br />
ilişkilerine de mesafeler oluşturdu.<br />
Modern çağın getirmiş olduğu yalnızlık ve<br />
yorgunluğu da ömrümüze dâhil edince; her sabah<br />
kuş sesleriyle uyanıp içindeki saadeti bacasından<br />
ince bir duman gibi gökyüzüne duyuran; biraz<br />
aşağısından akan ırmağın sesine sessizce söylediği<br />
türkülerin sesini katan ve tam ortasındaki kirişe<br />
asılan salıncaktaki mesut çocukluğun, masum<br />
yaramazlıkların, velhasıl en güzel zamanların sinesinde<br />
saklandığı bir evin unutulması mümkün<br />
mü<br />
Evet, şairin de söylediği gibi, o ev bizim evimizdir.<br />
Her ne kadar istediğimiz zaman gidemesek<br />
de. Ve bütün güzel anılar gibi gittiğimiz<br />
yere yüreğimizle, hayallerimizle, özlemlerimizle<br />
götürdüğümüz o ev, en son dönülecek, varılacak<br />
bir son durak gibidir. Ve yeni yolculuklara yine o<br />
evden başlanacaktır…■<br />
İLTİCA<br />
Kurşun benizli bulutlar gelir ufuklardan<br />
Sıkar üstümüze gömleklerini<br />
Çılgın bir sağnak vurur bahçemin güllerini<br />
Arsız böcekler iri yapraklara sığınır<br />
Ben sana...<br />
Uyanır denizlerin bahâdır askerleri<br />
Göklerse davranır kılıçlarına<br />
Ateşler düşer dervişimin avuçlarına<br />
Sefineler kaçışır limanlara sığınır<br />
Ben sana...<br />
Masal kaçkını devler gezinir şehirlerde<br />
Kenetlenmiş sarı seyrek dişleri<br />
Söner birden bebeğimin pembe gülüşleri<br />
Ürperir örümcekler ağlarına sığınır<br />
Ben sana...<br />
Uğultular gelir geceleri koyaklardan<br />
Rüzgârlar eser İsrafil nefesi<br />
Çatırdar tutsak ruhumun çürümüş kafesi<br />
Doruklarda kartallar kayalara sığınır<br />
Ben sana...<br />
Güneş kanlar içinde yavaş yavaş boğulur<br />
Karanlık kuşanır pusatlarını<br />
Titretir bozkırların başıboş atlarını<br />
Yıldızlar uzakta Kehkeşanlara sığınır<br />
Ben sana...<br />
DİLÂVER CEBECİ<br />
57<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
YAVUZ BÜLENT BÂKİLER<br />
Küçücük<br />
dükkânlarından,<br />
taşlı sokaklarına<br />
bizim türkülerimiz<br />
yayılıyor. Bir<br />
Sivas türküsü, bir<br />
Gaziantep halay<br />
havası, sıcak bir<br />
selam gibi... Erkek<br />
ve kadın kazağı<br />
satan dükkânlar,<br />
renkleriyle,<br />
desenleriyle<br />
Anadolu’ yu<br />
sergiliyorlar âdeta.<br />
Üsküp Türk kesiminde, beni hep sıcak bir<br />
Anadolu havası kucakladı. Çocukluk<br />
günlerimin taş döşeli sokaklarından birisine benzer<br />
bir sokaktan geçerken sordum: İsminin Evliya<br />
Çelebi Sokağı olduğunu söylediler. Evlerin<br />
kapıları, pencereleri, perdeleri, boyaları beni bırakmıyorlardı.<br />
Büyük kervansarayların, yıkılmış<br />
camilerin, hamamların karşısında durdum -“Burası<br />
Demirciler Çarşısı'dır. Devamı bizi Kazancılar<br />
Çarşısı'na götürür. Sonra yolumuzun üzerinde<br />
Bit Pazarı var!” dediler.<br />
Demirciler Çarşısı, Kazancılar Çarşısı, Bit<br />
Pazarı bugün Anadolu’da hemen hemen her şehirde<br />
rastlayacağımız yerler!<br />
Demirciler ve Kazancılar Çarşısına hâkim<br />
olan Kurşunlu Han 400 yıldan beri ayakta. Muslihiddin<br />
Abdülgani isimli bir müezzin yaptırmış.<br />
Molla Muslihiddin, II. Selim’in âlimlerinden.<br />
Kurşunlu Han, iki katlı. İçerisinde 64 odası var.<br />
Muhteşem kapısı enikli bir kapı. Merhum Arif<br />
* Üsküp'ten Kosova'ya' adlı esreden<br />
58<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Nihat Asya’yı hatırladım. Kitaplarından birine<br />
Enikli Kapı ismini vermişti. Hana gelen kervanlar<br />
için büyük kanatlar açılıyormuş. Yolcular<br />
için ise, sadece küçük kapı!... Anadolu’da hâlâ<br />
enikli kapılar vardır. Kurşunlu Han, Osmanlı<br />
İmparatorluğu’nun (ondan önce Selçukluların)<br />
bize gurur veren eserlerinden biri. Han içerisinde,<br />
yolcuların 100 kadar hayvanını barındıran bir<br />
de ahır yapılmış.<br />
İmparatorluk Türkiye’sinde bu hanlarda,<br />
Müslüman ve Hristiyan farkı gözetilmeden bütün<br />
yolcular parası olarak üç gün yer, içer, yatar,<br />
kalkar, hasta yolcular için hekim ve ilaç bulundurulurmuş.<br />
Kurşunlu Han’ın çatısını kaplayan kurşunları,<br />
Bulgarlar sökerek götürmüşler. Yugoslavlar Kurşunlu<br />
Han’ı bir süre hapishane olarak kullanmışlar.<br />
Sonra onarıp müze hâline getirmişler. Han,<br />
çok akustik olduğu için, şimdi zaman zaman orada<br />
konserler veriliyormuş.<br />
Kurşunlu Han’ı dolaşırken yaşlı bir Üsküp<br />
Türkü’nün kahkahası hâlâ kulaklarımda: “Evlatçığım,<br />
bir zamanlar bu handa Osmanlının atları<br />
kişner, eşekleri anırır, koyunları melerdi. Şimdi<br />
ise burayı adını bilemediğim çalgıların gürültüleri<br />
dolduruyor Atların, eşeklerin ruhlarına mevlit<br />
mi okuyorlar acaba”<br />
Yugoslavlar Üsküp’teki kervansaraylarımızı<br />
onararak ticaret merkezleri hâline getirmişler.<br />
Bit Pazarı’nda İsa Bey Vakfiyesi'nden olan iki<br />
kervansaray daha var: Sulu Han ve Yapan Han.<br />
Sulu Han’ın bütün odaları mağaza olarak kullanılıyor.<br />
Geniş avlusu ise, lüks bir kahvehane<br />
hâline getirilmiş. Günün her saatinde renkli ve<br />
hareketli.<br />
Yapan Han’ın birinci katında bakırcılar, kalaycılar,<br />
demirciler çalışıyorlar. İkinci katında<br />
ise sıra sıra avukat yazıhaneleri var. Hanın beş<br />
yüz yıllık şadırvanı, yapıldığı gibi: Sağlam ve<br />
güzel.<br />
Kurşunlu Han karşısında, yerden birkaç karış<br />
yükseklikte kalan temeller Kazancılar Camii’ne<br />
aitmiş. Bir şehidin kesilen veya koparılan kolları<br />
gibi duruyorlar toprakta.<br />
Hanın hemen yakınında, kubbeleri çöken, duvarları<br />
yer yer yıkılan bir hamam harabesi hıçkırıyor.<br />
İsmi, Şengül Hamamı.<br />
Hemen hemen bütün Anadolu illerinde gördüğümüz<br />
Bit Pazarlarının bir benzeri de aynı<br />
isimle Üsküp’te beni dost duygularla karşıladı.<br />
Küçücük dükkânlarından, taşlı sokaklarına bizim<br />
türkülerimiz yayılıyor. Bir Sivas türküsü, bir Gaziantep<br />
halay havası, sıcak bir selam gibi... Erkek<br />
ve kadın kazağı satan dükkânlar, renkleriyle,<br />
desenleriyle Anadolu’ yu sergiliyorlar âdeta.<br />
Atlara, arabalara koşum takımları hazırlayan<br />
eller, bizim ellerimiz. Vitrinleri süsleyen yazmalarla<br />
Anadolu Türkmen kadınlarının başlarındaki<br />
yazmalar birbirlerine ne kadar benziyorlar.<br />
Bit Pazarı’nda 15. yüzyılda, İsa Bey tarafından<br />
yaptırılan mükemmel bir Çifte Hamam, artık<br />
hamam olmaktan çoktan çıkmış. Uzaktan sadece<br />
kubbeleri görünüyor. Etrafını tamamen kargacık<br />
burgacık dükkânlar çevirmiş. Boş, bakımsız, virane<br />
Çifte Hamam, utancından dövünüyor, kendisini<br />
herkesten gizliyor gibi geldi bana.<br />
Bit Pazarı çevresinde, iki katlı eski Türk evleri<br />
gördüm. Hepsi de artık son nefeslerini güçlükle<br />
alıyorlardı.<br />
Pazarın Murat Paşa Camii, çarşı esnafı için<br />
yapılmış. Cami 19. yüzyıl başlarında yıkılınca,<br />
Üsküp Türkleri, onu yeniden onarmışlar. 1963<br />
depreminde minaresinin şerefeden sonrası yıkılmış<br />
ve yarım minare öylece kalmış.<br />
500 yıl önce, Molla Muslihiddin tarafından<br />
yaptırılan Dükkâncık Camii, eski Üsküp’ü bir<br />
kuğu güzelliğiyle süslüyormuş. Bir yürek kadar<br />
sıcak, bir şiir kadar güzel olduğu, camiin ayakta<br />
kalan kısımlarıyla da belli. Dükkâncık Camii<br />
1963 yılındaki büyük depremde hemen hemen<br />
bütünüyle yıkılmış. Şimdi sapasağlam ayakta<br />
kalan mahzun minaresidir. Dükkâncık Camiinin<br />
çatlamış duvarlarından, her gün birkaç taş daha,<br />
toprağa gözyaşları gibi dökülüyor. Dükkâncık<br />
Camii çöken bir imparatorluk gibi. Çaresiz kalmış...<br />
Bitmiş... Terk edilmiş...■<br />
59<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Allah'ın evi<br />
NECATİ KANTER<br />
Hangi güzelden söz ettiysem hep senin güzelliğinden kinayedir<br />
Hangi evi anlattıysam hep senin “beyt”inden söz ediyorum<br />
Muhiddin İbn. Arabî<br />
İnsan yoktu… Melekler ve zaman yoktu... İlm-i ezelide yokluk da yoktu. O vardı… Gizli bir hazine<br />
iken bilinmek isteyen… Âlemlerin Rabbi, kıyamet gününün sahibi, zatı ile kaim olan…/<br />
Sözle başladı öykü.<br />
Onun dileği, onun buyruğu ile..<br />
İki âlemin başı da sonu da sözdü.<br />
Onun sözü, onun buyruğu...<br />
“Kün” den var oldu, “la tekün”le yok olacak.<br />
Elest günündeki ruhlar meclisinde Varedici’nin “ Ben sizin Rabbiniz değil miyim” sorusuna: “Beli.”<br />
denilen mekân… Cenetev’e atılan ilk adım… Yaratılış öyküsünün ilk durağı...<br />
Bezm-i elest:<br />
Eşik.<br />
Âdem ile eşi Havva’nın yaratılışlarının ardından yerleştirilen ebedilik yurdu.<br />
Cennet:<br />
Ev…<br />
Cennetev.<br />
Ve yüce Rab buyurdu:<br />
“Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan insan yaratacağım; ona ruh verdiğim zaman, siz<br />
hemen onun için secdeye kapanın.”<br />
“Yeryüzünde fesat çıkaracak kan dökecek birini mi yaratacaksın” demişlerdi de…<br />
“Ben sizin bilmediğiniz şeyi bilirim.” buyurmuştu vacib-ül vücud olan…<br />
60<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
“Güç Rabbimizin değil mi; bizleri yarattığı gibi elbette başka varlıklar da yaratabilirdi.” demişti<br />
melekler. Nurdan, ateşten, ateşin alevlerinden yarattığı gibi, topraktan da yaratabilirdi.<br />
“Ama toprak,” dedi İblis, “bir toprak, bir çamur, nurdan ve ateşten nasıl üstün olabilir”<br />
Utandı ehl-i cennet!... Aralarında böyle bir asinin, böyle bir nankörün çıkmasına inanamıyorlardı<br />
doğrusu.<br />
Cennet yalnızdı da onunla bitmişti bu yalnızlık, onunla şenlenmiş, onunla süslenmiş, onunla taçlanmıştı.<br />
Onundu sanki bu mülk… Gerçek mülk, gerçek mekân, gerçek ev Rabbinin olsa da, kendi<br />
ruhundan üflediği Âdem’di bu. Gıptayla bakılan… Cennetev’in efendisi...<br />
Coşkuluydu melekler. Sevinçliydiler. Önünde eğiliyorlar, secdeye kapanıyorlardı. Saygıyla, hürmetle…<br />
Rabblerinden emir almışlarcasına... Öyleymiş meğer. Sonradan öğreniyordu bütün bu olanların<br />
nedenini Âdem. Ancak melek olmamakla birlikte meleklerin çevresinde bulunan, onlara katılmayan<br />
ateşlerden bir ateş; meleklerin bu yaptıklarından kendini uzak tutmuş, onların coşkularına, sevinçlerine<br />
ve heyecanına katılmadığı yetmiyormuş gibi bir de çekememezlik ve büyüklenme sonucu secdelerine<br />
de katılmamıştı. İlginçti gördükleri Âdem’in. Tuhaftı!... Bu muhteşem manzara karşısında mahcup olmuş,<br />
hem sevinmiş hem korkmuş hem de heyecanlanmıştı!...<br />
“Kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattığın bir insana benim secde etmem doğru olmaz.<br />
Ben ondan daha hayırlıyım. Çünkü beni ateşten yarattın.”<br />
Donmuştu ehl-i cennet!.. Şaşkındı… Hayretler içindeydi Âdem. Kendi kendine mırıldanıp duran<br />
bu nankör, kibirli, küstah, ukala varlıktan ilk kez duyuyordu kendinin kuru, şekillenmiş bir balçıktan<br />
yaratıldığını...<br />
“Rabbim öyle dilemiş,” dedi Âdem. “Hikmetinden sual olunmaz...”<br />
Havva ile birlikteydi Âdem.<br />
Mutluydular...<br />
İkisini de büyülemişti cennetin güzellikleri. Ama İblisin o hain bakışları yok muydu; hele o büyüklenip<br />
böbürlenmesi… Ya o cüretine, o başkaldırısına, ona ne demeli... . Doğrusu bütün bu olan bitenlere<br />
bir anlam veremiyordu ne Âdem ne Havva ne de melekler.<br />
Bu mutluluğu bozmanın, saptırmanın, tek yolu vesvese diye düşündü kibirlenip kovulmuş olan…<br />
“Kovulmalı,” dedi, “ikisi de; mutlaka kovulmalı… Tıpkı benim lanetlendiğim gibi, kovulduğum gibi…<br />
Bu mülk, bu güzellikler, bu mekân, bu ev, yâr olmamalı… Ne ona ne de eşi Havva’ya!...”<br />
Peşlerine düştü İblis!.. Adım adım izledi onları. “Bir fırsatını bulup ağıma düşürmenin, ayaklarını<br />
kaydırmanın yolunu bulmalıyım.” dedi.<br />
“Ey Âdem! Eşinle birlikte cennete yerleş; orada çekinmeden istediğiniz her yerde cennet nimetlerden<br />
yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; sonra zalimlerden olursunuz.” ayetini içinden yineleyip duran<br />
İblisin gözleri parladı… İlk iğvayı sunarken bir gülümsemenin ardından fısıldadı:<br />
“Sana sonsuzluk ağacını ve çökmeyecek devleti göstereyim mi”<br />
Uzaklaşmak istedi Âdem, ama bir merak fırtınası esti yüreğinde. İlgilenmiyormuş gibi görünse de<br />
ilgisiz de kalamadı. Adımlarını küçülttü, kulak kesildi.<br />
Yeniden fısıldadı İblis.<br />
“Rabbinizin sizi bu ağaçtan menetmesi melek olmanızı veya burada temelli kalmanızı önlemek<br />
içindir.”<br />
Hışımla döndü ve bağırdı:<br />
“Yalan,” dedi Âdem, “defol!” dedi. Ama sarardı. Yaprak gibi titredi. Ateşli bir kezzap dolandı damarlarında.<br />
Oysa meleklerden daha üstün olarak yaratıldığını biliyordu. Yaratılmışların en üstünü…<br />
61<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Yine de mahzunlaştı. Bir kuşku saplandı yüreğine. Zehirli bir bıçak gibi... Hele hele sözlerinin doğru olduğuna<br />
dair ant içmesi yok muydu İblisin. Yıkıldı. Doğru olabilir mi bu Omuzları düştü, boynu buruldu.<br />
Sükut-ı hayale uğramanın kırıklığı ile kendi kendine mırıldandı:<br />
“Demek efendisi olduğum, ya da öyle zannettiğim bu ev meğer benim değilmiş. Konukmuşum. Yolcuymuşum…”<br />
Güzel eşi Havva geldi aklına; “Kim bilir duyunca ne kadar da üzülecek!” dedi, hayıflandı.<br />
Cennette sürekli kalabilme ve ebedi olabilme düşüncesi giderek bir tutkuya dönüşmüş, şeytanın bu iğvası,<br />
bu vesvesesi, bu telkinleri akıllarını başlarından almıştı ikisinin de. Ama direniyordu Âdem. “Yalan!”<br />
diyordu, “yalan, düpedüz yalan söylüyorsun.” diyordu. Bu İblisin bir hilesi, bir desisesi, bir tuzağı…<br />
Havva mahzundu, günlerdir yemiyor içmiyor, tek kelime bile konuşmuyordu.<br />
Âdem, Havva, melekler, şeytan ve yılan bir arada.<br />
Âdem kandırılan… Havva kandırılan ve kandıran… Şeytan baş yanıltıcı, baş isyancı… Yılan saflığın<br />
kurbanı…<br />
Havva uzattı, Âdem aldı.<br />
Yasak meyveden tadar tatmaz açılıveren örtülü yerlerini utançlarından cennet yapraklarıyla örtebilme<br />
telaşına kapıldılar. Buyruklara karşı gelmiş olmanın yol açtığı korkuları, kaygıları, şaşkınlıkları ve mahcubiyetleri<br />
henüz geçmemişti ki Rablerinden gelen bir nida ile sarsıldılar.<br />
“Ben sizi o ağaçtan alıkoymamış mıydım Şeytanın size apaçık bir düşman olduğunu söylememiş miydim”<br />
Dizleri titredi Âdem’in...<br />
“Eyvah!” dedi Havva!...<br />
Ağacın arkasında sırıtıyordu Şeytan!<br />
El açıp af dilediler.<br />
“Ey Rabbimiz, kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen kuşkusuz kaybedenlerden<br />
oluruz...”<br />
Kovuldular!<br />
Düşüş ya da sürgün: Dünyaya, toprağa, yaratılış malzemesinin olduğu yere. Ev’den ev’e, insandan insanlığa…<br />
Perişan, korunmasız, çarnaçar…<br />
/Yeryüzünde halife olsun için yaratılan insan, yasak ağaca yaklaştıktan sonradır ki, halife olarak yeryüzüne,<br />
dünyaya, geçici bir eve, toprağa yani yaratıldığı malzemeye indirilmiştir. Yaratılıştaki amacın gerçekleşmesi,<br />
yüce Allah’ın hikmeti gereği, bir başka olaya bağlanmış; Atamız Âdem ve eşi, dolayısıyla<br />
“Ademoğulları” Cennetevden çıkarılmış Dünyaevine indirilmişlerdir../<br />
Tavanı, tavan arası, duvarları, sütunları, mahzeni, lambası, aplikeleri, döşemesi, bahçesi, kuyuları, çeşmeleri,<br />
havuzları olan bir büyük ev… Evrende bir gezegen, Dünya, Dünyaev!.. Omuzlarında yürüdüğü ve<br />
rızıklarından yararlandığı sabit ve sağlam dağlarla desteklenmiş yeryüzü, ikameti ve istirahatı için yayılıp<br />
döşenmiş bir döşek, bir yaygı, bir karargâh. Yıldızlarla süslenmiş harika bir tavanın altında yayılmış olan<br />
döşek… Bir yorgan gibi sarıp sarmalayan geceler; ay bir lamba, yıldızlar bir aplike… Dere, deniz dağ…<br />
Ama yalnız.<br />
Korkularıyla, umutlarıyla yapayalnız… Vesvesesi ile yanında İblis… Sevgilisi uzaklarda.<br />
Âdem’in eksiği Havva...<br />
Âdem’siz toprağın, Havva’sız Âdem’in anlamı yok. Toprak, Havva’ya daha yakın, cinsiyetleri daha bir<br />
ortak. Arz’ın çiçekleri için Havva daha bir sempatik. Toprak ve Havva ikili bir bütün...<br />
62<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Ve yüce Rab vahyetti:<br />
“Sizin için dünyada ikamet edebileceğiniz bir yerleşme yeri…”<br />
Kur’an-ı Kerim’in ifadesiyle insanlar için yeryüzünde kurulan ilk mabed’in bulunduğu mekân. Arzın<br />
merkezi. Havva ile Âdemin işledikleri günahtan dolayı cennetten kovulduktan sonra af diledikleri<br />
Cebel-i rahme’nin bulunduğu belde. Âdem’den Hz peygamber’e nebevi sesin yankılandığı şehir…<br />
İsmi Kâbe ile anılan, dünyanın yaratılışındaki başlangıç noktası. Âdem tarafından ilk inşasından sonra<br />
tufan olunca iki atlas arasına konarak göğe kaldırılan sonra Cebel-i Ebu Kubeys’e tevdi edilen, daha<br />
sonra da Hz İbrahim ve oğlu İsmail’in Kâbe’nin duvarlarının yükseltisi sırasında Allah’ın işreti ile<br />
yerine konulan “kozmik” taşla mukaddes kılınan bir ev’i bünyesinde barındıran belde. Sevgililer sevgilisinin<br />
doğum yeri. Mekke.<br />
“O zaman biz beyt’i insanlar için gidip gelip ziyaret edecekleri bir makam ve bir güvenlik yeri yaptık.<br />
Siz de İbrahim’in makamından kendinize namaz kılacak bir yer edinin. İbrahim ve İsmail’e de; hem<br />
tavaf edecekler için hem de rükû ve secdeye gidenler için evimi tertemiz tutun diye talimat verdik.”<br />
Onun evi…<br />
Allah’ın birliği ve benzersizliğinin simgesi olarak yeryüzünde yapılan ilk mabet, ilk ev…<br />
Yedi kat göğün üstünde ve arşın altında bulunan, ‘Beyt-i Mamur, yani Darrah’dır onun karşılığı...<br />
Temeli Tur-i Sina, Tur-i Zeytun, Lübnan, Cudi ve Hıra dağlarından getirilen taşlarla yükseltilen, cennete<br />
ve ona duyulan özlemi sembolize eden, Hacerü’l-Esved aracılığıyla da yine cennetle ebedi bağlantısı<br />
kurulan mabet...<br />
Kâbe…<br />
….<br />
“Rabbim! Burayı güvenli bir şehir yap, halkından Allah’a ve ahiret gününe inananları da çeşitli<br />
ürünlerle rızıklandır. Bizi sana teslim olanlardan eyle, soyumuzdan da sana teslim olacak bir ümmet<br />
çıkar!...”<br />
Böyle dua etmişti Hz. İbrahim, oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’nin duvarlarını yükseltirken.<br />
Şeytan devrede.<br />
Günler, aylar, yıllar, yüz yılar geçse de!..<br />
İbrahim’in tertemiz tuttuğu “ev” onun tebliğ ettiği dininden uzaklaşıp sapanlarca putlarla dolduruldu.<br />
Kirletildi. Üç yüz altmıştı müşrik Arapların putlarının sayısı. Her gün için bir put!... Görmeyen,<br />
işitmeyen, yararsız nesnelerdi tahtadan ve kaya parçalarından yapılan bu ilah ve ilaheler.<br />
Lat, Menat, Hubel ve Uzza!...<br />
Rabb’in sözde kızları ve yeryüzündeki yüce temsilcileri!...<br />
Vahşet çağını yaşıyordu insanlar. Ama kutsaldı Kâbe. Dokunulmazlığı vardı.<br />
İsa Peygambere, Ruhü’l Kudüs’e ve meleklere inanan Yemen Valisi Ebrehe, Arapların içinde putları<br />
barındıran bir tapınağa secde etmelerine ve her yıl belli zamanlarında tavaf etmelerine içerliyor, bu<br />
sapkınlığın önüne geçmenin çarelerini arıyordu. Kureyş kabilesi ile yandaşlarını kendine çekebilmenin<br />
bir yolu olmalı diyordu.<br />
Akıl danıştı, planlar kurdu, projeler üretti, nihayet muhteşem bir kilise yaptırmayı düşündü. Görkemliydi<br />
San’a kentinde yaptırdığı kilise. Çeşitli bölgelere propagandacılar gönderdi, bu muhteşem<br />
mabedi ziyaret için halkı San’a’ya çağırdı. Olmadı. Tutmadı. Kâbe’nin kutsiyetine ve şerefine inanan<br />
Arabistan halkı bu kiliseye itibar etmedi.<br />
Kudurdu kesik burunlu Ebrehe! Sıktı yumruklarını, kükredi. Hedef ; Beytü’l Mamur!...<br />
Dehşet saçıyordu. Yakıp yıkıyor, taş üstünde taş bırakmıyordu. Mekke önüne geldiklerinde,<br />
63<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Abdulmuttalib’e ait iki yüz devenin de bulunduğu, Mekkelilerin çok sayıda develerine el koydu.<br />
Malını geri isteyen Abdulmutalib’e kesik burunlu Ebrehe sırıtarak sordu:<br />
“Ülkeni talan etmeye, Kâbe’yi başına yıkmaya gelmiş olmam umurunda bile değil!.. Sen hâlâ develerin<br />
derdindesin öyle mi”<br />
“Onların sahibi benim,” dedi Peygamberin dedesi.<br />
Rahattı.<br />
“Sen bana sahip olduğum şeyi geri ver, ötesine karışma. Elbet onun da bir sahibi vardır...”<br />
Alaylı bir tebessümden sonra kızıl tüylü develeri sahiplerine iade etti Ebrehe.<br />
Duaya durdu Muttalib.<br />
“İlahi!... dokunulmazlığı tehlikeye düşmüş olanları koru!... Kâbe’yi, Kâbe halkını koru!”<br />
Kılıcının yönü Kâbe’yi gösteriyordu Ebrehe’nin.<br />
En önde devasa bir fil...<br />
Adı Mamud.<br />
Kıpırdamadı fil. Olduğu yerde mıhlandı. Her biri yelken büyüklüğündeki kulaklarını oynatmakla yetindi.<br />
Sonra da hortumunu kıvırıp arka ayakları üzerine çöktü, uyudu…<br />
Kısa bir uykudan sonra kalkıp koşmaya başladı.<br />
Kâbe’ye doğru değil.<br />
Yönü başka tarafa çevrilince koşuyor hem de delici bir süratle... Ama Kâbe’ye doğru döndürülünce<br />
yüzü, kapanıyor dizlerinin üstüne. Ucu sivri demirler sokuluyor Mamud kalksın ve yürüsün diye, ama<br />
nafile...<br />
Yemen tarafından bir karartı... Kapkara bir bulut gibi deniz üzerinden gitgide yaklaşan, yaklaştıkça<br />
netleşen bir karartı… Ve dehşetle açılan gözler ve sapsarı kesilen yüzler… Bir ses, “Dayanabilecekseniz<br />
bakın!” diyor. Gökten ebabiller yağıyor. Yeryüzünde hiç görülmemiş kuşlar!... İrili ufaklı, bölük bölük, fırka<br />
fırka, birbiri ardınca… Başları vahşi hayvanların başı gibi.. Gagalarında ve ayaklarında taşlar; pişirilmiş<br />
çamurdan. Kanatları benek benek kar beyazı o ilahî nurdan. Ve alınlarında bir yazı “ El – Kahhar!” Belli ki<br />
azap için yaratılmışlar.<br />
İşte başlıyor azap!<br />
Ebrehe’yle altmış bin kişilik ordusu ve sicim gibi yağan taşlar…<br />
Cehenneme döndü ortalık. İsabet alanların derileri pul pul dökülüyor, inleyerek can veriyorlardı. Çığlık<br />
çığlığa çöküyordu askerlerin üzerlerine ebabil kuşları. Zırhları delip geçtikçe parça parça oluyordu gövdeler.<br />
Kol ve bacaklar lime lime dökülüyor, eriyip toprağa karışıyorlardı. Taşlar ve kuşlar küçük, hasar büyüktü.<br />
Fil yılında olanlar Habeş ordusunun bozgunundan ibaret değildi elbet. O yıl, ağustos sıcağından sonra<br />
karanlık çöküp ortalık biraz serinlenince, gündoğumuna doğru henüz tan yeri ağarmadan, Kureyş kabilesinin<br />
Haşimi boyundan Abdulmuttalib’in oğullarından Abdullah ile Zühre kabilesinden Vehbi’n kızı Amine’den<br />
milyonlarca Müslümanın sevgilisi Allahın Resulü Muhammet Mustafa yeryüzüne teşrif buyurdular.<br />
O gün Kâbe’deki putlar da birer birer yüzüstü yere devrildiler. Hubel’in kafası koptu, Lat ve Menat<br />
ortalarından çatladı, Uzza secdeye kapandı.<br />
Ukaz panayırında Araplara bir nebi gönderildiğini haber veren Kus bin Saide kızıl devesine binip<br />
Kâbe’nin yolunu tuttu. Hayber’de bir Yahudi kâhin peygamberliğin kendi kavminden değil de Mekke’de<br />
doğan kutlu bir bebeğe geçeceğini anlayıp kahroldu. Hz. İbrahim’in tek tanrı inancında olan Kureşli<br />
Hanifler’den Varaka bin Nevfel, Osman İbnü’l-Hüveyris, Ubedullah bin Cahş ve Zeyd bin Amr, bundan<br />
böyle hak dinin yeni doğan bu çocukla geleceğini sezip onu başka ülkelerden başka kavimlerden aramaktan<br />
64<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
vazgeçtiler.<br />
Onarımı sırasında Hacerü’l-Esved’i Kâbe’deki yerine koyma şerefi daha yirmi bir yaşında iken müşrik<br />
Arapların güvenini kazanan “Muhammedü’l-Emin” unvanını alan Hz. Muhammed’e nasip oldu.<br />
“Soyumuz içinden, onlara, senin ayetlerini okuyacak kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek<br />
bir elçi gönder Rabbimiz! Çünkü yalnız sensin kudret ve hikmet sahibi.”<br />
Hz. İbrahim’in duasıydı bu.<br />
Kırk yaşındaydı Muhammed (s.a.v.) Bir ses duydu Hıra’daki bir mağarada tefekkür hâlindeyken.<br />
“Oku!..”<br />
“Yaratan Rabbinin adıyla oku!...”<br />
Günler, haftalar, aylar sonra yeniden duydu o ilahî sesi.<br />
“Ey üzeri örtülü! Kalk ve uyar!...”<br />
O günden sonra tebliğ görevi başlamış oldu.<br />
Allah’ın elçisi Hz. Muhammed’e Mekke uluları dirense de sonuçta biat ettiler. Putlardan temizlendi<br />
Kâbe. Allah’a ve Resulüne inananlar teslim oldu, arındı.<br />
“Gir cennetime!...” dedi yüceler yücesi.<br />
İşte Kapı:<br />
Kâbe.<br />
Allah’a kulluğun nişanı…<br />
Âdem’in ve Âdemoğullarının tövbe kapsı... Nebevi tarihin başlangıç notası...<br />
Kur’an’da Beyt, Mescid-i Haram, Beytullah, Beyt el Mükerrem, Beyt-i Atik, Mamur adları ile anılan<br />
kutsal ev. Ümmü’l Kura, yani memleketlerin anası, Kâbe-i Muazzama.<br />
Bayezıd-ı Bistami’nin; “Yaptığım ilk haccımda Kâbe’yi gördüm; ikinci haccımda Kâbe’yi de,<br />
Kâbe2nin sahibini de gördüm. Üçüncü haccımda her şeyi Rabü’l Beyt olarak gördüm. Kâbe’yi hiç<br />
görmedim.” dediği. Mekân-ı ilahî...<br />
Gökle bağlantılı olan bir simge… Müslümanların kıblesi, hac ibadetinin yapıldığı yer. Geçici evden<br />
sonsuzluk evine varış yolu.<br />
Allah’ın Ev’i...<br />
_______________<br />
Kaynakça<br />
Kur’an Yolu: Türkçe Meal ve Tefsir: I, Diyanet İşleri Başkanlık Yayınları, Ankara, 2006.<br />
İslam Tarihi, Prof. Dr. Sabri Hizmetli, <strong>Bizim</strong> Büro Basımevi, Ankara, 1999.<br />
Peygamberimizin Hayatı(Siyer-i Nebi), M. Zekai Konrapa, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1975.<br />
Sevgilinin Evi, Ö mer Lekesiz, Selis Kitapları, İstanbul, 2006.<br />
İnsanın Serüveni, Zübeyr Yetik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1984.<br />
Şeytan, Zübeyr Yetik, Beyan Yayınları, İstanbul, 1985.<br />
Elli İki Gün (şiir), Dursun Ali Erzincanlı.<br />
65<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
YASEMİN AKKUŞ<br />
Altı kız kardeş oyunlar<br />
oynuyor, koşturuyor<br />
Sadi’nin bahçesinde.<br />
Boy boy altı Acem<br />
kızı… En büyükleri on<br />
yaşlarında ve diğerleri<br />
yaş yaş küçülüyor.<br />
Üstleri başları perişan,<br />
belli ki fakir bir ailenin<br />
çocukları. Dünya<br />
umurlarında değil ve<br />
nerede olduklarının<br />
da farkında değiller<br />
belki. Fakat bir<br />
gerçek var ki; o da bu<br />
küçük kızlar Sadi’nin<br />
arka bahçesinde<br />
büyüyorlar.<br />
Şiraz, tarihiyle nazlanan bir şehir. İlk bakışta<br />
sıradan bir şehir görüntüsü verse de tarihinin<br />
içine girdikçe derin kimlik çıtası gitgide yükseliyor,<br />
siz farkına varmadan. Yüreğindekileri tarihine<br />
gizlemiş; ruhunu herkese göstermemeye ant<br />
içmiş sanki Şiraz. Her bakan yolcu göremez gibi<br />
geliyor bana, nazının altında saklı gizemleri. Her<br />
gören de kolay kolay çözemez, Şiraz’ın için için<br />
var olmuş sırrını, sırlarını.<br />
Şiraz deyince Taht-ı Cemşid, Kerim Han Külliyesi,<br />
dillere destan İrem Bağı, Hafız’ın Türbesi,<br />
Sadi’nin Türbesi ve daha bir sürü tarih kokan<br />
eser ve şehre has turunç ağaçları en başta zikretmemiz<br />
gereken zenginliklerdir. Şüphesiz tüm bu<br />
eserler kendi hikâyeleriyle var olmuş ve her biri<br />
bir izaha muhtaç. Fakat bu yazının konusu olan<br />
Sadi, naçizane fikrimce ilk sıraya yerleşiverdi.<br />
“Ârâmgâh-ı Sadi” ya da “Sadiye” adlarıyla<br />
dile gelen türbe şehir merkezinin biraz dışında<br />
kalıyor; ama daima turist akınına uğradığı için<br />
ulaşım gayet rahat oluyor. Sırtını dağlara yaslayan<br />
Sadi, ömrünü gezerek geçirmekten yorulmuş<br />
dinlenirken gezginlerin, hayranlarının uğrağı olmuş<br />
ve onları izliyor sanki. Gezgin şair olarak<br />
adlandırılan Sadi, artık ev sahibi ve misafirlerini<br />
ağırlıyor o güzel bahçesiyle. Şiirlerinden bir demet<br />
her köşede konuşuyor ve onu dillendiriyor.<br />
66<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Türbeyi çevreleyen büyük bahçenin kapısında ilk<br />
cümlesini söylüyor; misafirini kapıda karşılayan<br />
ev sahibi gibi: “Şirazlı Sadi’nin toprağından aşk<br />
kokusu gelir, ölümünden bin yıl sonrasında bile.”<br />
Kapılar bu beyitle açılıyor aşk kokulu bahçeye.<br />
Şiraz’ın meşhur servinâzları sıralanıyor sağlı sollu.<br />
Rengârenk çiçekler, yemyeşil ağaçlar, yeşilin<br />
arasında saklambaç oynayan çocuklar gibi saklanan<br />
turunçlar kalbe neşe veriyor. Baharın bitmediğini<br />
müjdeleyen turunçlar küçük sevinçler gibi<br />
gülümsüyor. Yeşile renk katıyor, Şiraz’ı anlatıyor<br />
ve Sadi’ye eşlik ediyor, aşk kokusunu taşımada;<br />
bir şairin ölüme meydan okuyan yolculuğunda.<br />
Gülistan’daki güller ondan bir eser gibi bir açılıyor<br />
bir kapanıyor yaprak yaprak:<br />
“Çenân be-mûy-ı to âşüfte-em be-bûy-ı to mest<br />
Ki nîstem haber ez her çi der do-âlem hest”<br />
Sevgilinin kokusuna vurgun olan ve saçının bir<br />
teliyle mest olan Sadi, kendinden öyle geçer ki artık<br />
bu âlemde yoktur; çünkü her iki âlemden de haber<br />
vardır. “Mûy” ve “bûy” âlemlerinden gelen haberler,<br />
âşığı mest eder ve âşık varlıktan yokluğa geçer.<br />
Sadi, her ne kadar yokluk âlemine göçmüş olsa da<br />
varlık âleminde adından söz ettiriyor. Belki de varlık<br />
âlemindedir ve oradan yokluk âlemine haberler<br />
gönderiyordur. Mûy bu âlem, bûy öte âlem. Sadi<br />
aşk kokusunu, sevgilinin kokusunu öte âlemden<br />
Şiraz’a yolluyor. Şiraz’daki türbesi, ötelerden gelen<br />
bu kokuyu tıpkı bir mûy gibi içine çekiyor ve<br />
her zerresine sindiriyor. Sadi varlık ile yokluğun<br />
anlamını biliyor ve aşkla gelen her yolcuya ölümdeki<br />
yaşamı, yaşamdaki ölümü öğretiyor.<br />
Servinâzların arasından görünen mavi çini kubbesiyle<br />
ve pembe renkli sütunlarıyla karşımıza<br />
çıkıyor “Sadiye”. Türbenin içi ve dışı çini süslemelerle<br />
bezenmiş. İçeri girildiğinde ortada üstadın<br />
üzeri mermerle kaplanmış mezarı, arka bahçeye<br />
bakan bir pencere ve her köşede lacivert renkli çini<br />
üzerine yazılmış şiirlerini görüyoruz; Bostan’dan,<br />
Gülistan’dan şiirler… Aşk kokan şiirler.. Burası<br />
hem huzur veriyor insana hem de tuhaf bir serinlik.<br />
Dışarıda Şiraz’ın sıcağı adından söz ettirirken Sadi<br />
dostlarına cenneti vaad ediyor, huzurun serinliğine<br />
davet ediyor; arka bahçesini gösteriyor penceresinden.<br />
Türbenin sol tarafında dergâhlarla uzayan bir<br />
koridor ve bu koridorun sonunda birkaç şairin daha<br />
mezarı var. Bahçenin soluna doğru ilerlediğimizde<br />
ise yerin altında bir çayhane ve balıklı havuzla karşılaşıyoruz.<br />
Balıklı havuzda yüzen kırmızı balıklar<br />
67<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ve onların kaderini mecburen paylaşan bozuk paralar.<br />
Dilek havuzu olmuş burası, insanların dilek tutup<br />
attığı paralarla. Eee… O kadar yolu gelmişken<br />
dilek tutmamak ve balıklı havuza para atmamak<br />
Sadi’ye ayıp olurdu doğrusu; tabii bir de çayhanede<br />
demlenen çayın tadına bakmamak… Çayımızı<br />
alıp Sadi’nin arka bahçesine doğru ilerlerken serin<br />
bir huzura doğru seferdeyiz, aynı zamanda. Aslında<br />
başka bir zamandayız, yüzyıllarca öncesinden gelen<br />
serin bir aşk esintisi ile an değişiveriyor, her geçen<br />
saniye geçmişe yol alıyor. Beyit beyit aşıyoruz<br />
dakikaları, Sadi’yle olan yolculuğumuzda. Tarih<br />
anbean hissettiriyor kendini, Sadi’den devşirdiği<br />
mısralarla:<br />
“Gofte-bûdem çü beyâyi gam-ı dil bâ-to begûyem<br />
Çi be-gûyem ki gam ez-dil be-reved çün to<br />
beyâyi”<br />
Sevgili geldiğinde ona derdini, yüreğindeki<br />
kederi anlatacağını söyleyen Sadi, sevgiliyi gördüğünde<br />
ise ne söyleyeceğini bilemez, çünkü<br />
artık gönüldeki keder ve gam gitmiş, sevgili gelmiştir.<br />
Tahminime göre sevgili gelmiş ve bir daha<br />
hiç gitmemiştir, Sadi’nin türbesini, arka bahçesini<br />
şenlendirir hâldedir. Belki de servinâzlar arasında<br />
geziniyorlardır ve misafirlerine aşkın kokusunu<br />
saçıyorlardır. Gülistan onların aşk bahçesi; Bostan<br />
dünya bahçesi. Gülistan’daki gül kokulu şiirler<br />
daim onları anlatadursun; şiir kokulu güller bekçi<br />
misali Bostan’da Sadi’yi bekleyedursun.<br />
Altı kız kardeş oyunlar oynuyor, koşturuyor<br />
Sadi’nin bahçesinde. Boy boy altı Acem kızı… En<br />
büyükleri on yaşlarında ve diğerleri yaş yaş küçülüyor.<br />
Üstleri başları perişan, belli ki fakir bir ailenin<br />
çocukları. Dünya umurlarında değil ve nerede<br />
olduklarının da farkında değiller belki. Fakat bir<br />
gerçek var ki; o da bu küçük kızlar Sadi’nin arka<br />
bahçesinde büyüyorlar. Birçok insanın büyük şairi<br />
ziyaret etmek için başka şehirlerden ve başka ülkelerden<br />
buraya gelmesine karşılık onlar burada<br />
büyüyorlar. Sadi ve uğruna beyit beyit şiirler söylediği<br />
sevgilisinin altı küçük kızı gibi büyüyorlar,<br />
bu bahçede. Aşk kokusunu içlerine çekiyorlar, farkında<br />
olmadan. Sadi’nin arka bahçesi bu kızlar için<br />
bir oyun bahçesi. Onun beyitleri arasında dolaşıp<br />
tarihin üzerinde serpiliyorlar. Asırlar öncesinden<br />
şiirin ölümsüzlüğünü keşfederek baki kalabilmiş<br />
şairle ölümün dahi varlığını kavrayamamış yeni<br />
neslin toprak üzerinde buluşması, bu latif manzara.<br />
Sadi’ye yoldaşlık ederken yavaş yavaş hayatın<br />
farkına varacaklar, bir gün gelecek oyun zamanları<br />
bitecek ve arka bahçeye gelmeyecekler, belki de<br />
gelecekler, sevgilileriyle bakışmak için. Ve yıllar<br />
sonra çocuklarına oyun bahçelerini anlatacaklar<br />
anlamını kavramış ve değerini bilir bir hâlde.<br />
Şimdi ise altı kız kardeş, Sadi’nin arka bahçesinde<br />
büyümeye devam ediyor, oraya gelenleri anlamsız<br />
gözlerle süzüyorlar ve nerede olduklarının<br />
farkına varmak gibi bir dertleri yok, gamları hiç<br />
yok. Çünkü sevgili geldi ve dile getirilecek keder<br />
kalmadı, gönülde.<br />
Sadi, ziyaretçilerini aşk kokusuyla karşıladığı<br />
gibi uğurlarken de bu kokunun sarhoşluğuyla gönderiyor.<br />
Mest olan misafirler geri gelme vaadleriyle<br />
vedalaşıyor; arka bahçeyle, balıklı havuzla, turunç<br />
ağaçlarıyla, servinâzlarla, Sadi’yle ve sevgilisiyle…<br />
Yanlarına getirdikleri bohçalarında bir tutam<br />
aşk kokusu, huzurlu bir serinlik, geçmişten beyit<br />
beyit dökülen şiirler kalıyor; paylaşmak ve dillendirmek<br />
umuduyla… ■<br />
68<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Sezai Karakoç şiirlerinde<br />
“evren”den “köşe”ye<br />
bir medeniyet unsuru olarak<br />
mekân<br />
MUHAMMED HÜKÜM*<br />
Gecenin karanlığı gelir önce ellerimizle çizdiğimiz<br />
ülke sınırlarına, sonra kentimize,<br />
sokağımıza. Biz evlerimizin içinde karanlığa teslim<br />
olur ve evimizin rüyalarını görürüz. Oysa yazarlar<br />
ve şairler çizdiğimiz tüm sınırlardan öte medeniyetimizin<br />
rüyalarını görürler ve bize anlatırlar. Sezai<br />
Karakoç, doğu medeniyetinin rüyalarını gerçekleşmesi<br />
umuduyla tabir eden bir şairdir. Ondaki mekân<br />
düşüncesi çok geniş bir perspektif üzerine kuruludur.<br />
Mekânın sınırlarını evrenin sonsuzluğundan alıp<br />
“Samanyolu’nda Veba”dan kaçıran ve sıkıştıkça özleşen,<br />
“Köşe”ye yaklaştıkça çok geniş bir dünya görüşünün<br />
dar bir alana hapsedilmesinin yoğunluğunu<br />
imgelere gizleyen bir anlayış sezilir.<br />
“Evren” tasavvuru Sezai Karakoç şiirlerindeki<br />
tüm mekân algılarında hissedilebileceği gibi batı<br />
düşüncesindeki kozmolojik merak düşüncesi ile<br />
oluşturulmuş Ptolemios’un dünya odaklı Galileo ve<br />
Copernicus’un güneş merkezli düşüncelerine karşı<br />
doğunun “yaratılış” ve “hikmet” odaklı bir kültürel<br />
algı biçimi üzerine oturtulmuştur. “Samanyolunda<br />
Veba” şiirinde açıkça Batı modernizmine karşı yerli<br />
bir evren algısını savunur.<br />
Ve bağbozumları bizden bozulan<br />
Artık kendimize bile o kadar yakın değiliz<br />
Gece yarıları samanyolu yok<br />
Gün doğmuş doğmamış…<br />
* Kilis 7 Aralık Üniversitesi Öğretim Elemanı<br />
“Samanyolu” burada her gece şehrin ışıklarından<br />
uzakta mahalleden, sokaktan ve evden ziyade sınırları<br />
çizilmemiş bir evren algısından izlenen dinî-kültürel<br />
bir evren algısıdır. Batının aklın sıkı kurallarıyla<br />
örülmüş evren algısı bir veba gibi insanların iliğine<br />
işlemişken doğu medeniyetinin ve İslam inancının<br />
şekillendirdiği düşünce Sezai Karakoç’un önerdiği<br />
çare olarak görülür. Karakoç’un bu evren algısı dünyayı<br />
dahi sürgün yeri olarak düşünebilecek düzeyde<br />
dinîdir. “Uzatma dünya sürgünümü benim.”dizesi İslami<br />
perspektife göre şekillenmemiş bir dünyayı yadsımak<br />
gibi bir anlamı da içinde barındırır.<br />
Sürgün ülke…<br />
Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır…<br />
Sezai Karakoç’un şiirlerinde somuttan başlayarak<br />
ötelere ulaşan metafizik bir mekân anlayışı sezilir. Çıkış<br />
noktası olarak kasabayı alan, gittikçe genişleyen<br />
bu mekân boyutu, Anadolu’ya, sonra bir zamanlar<br />
onunla kan bağı bulunan coğrafyalara uzanarak bütün<br />
bir İslam coğrafyasına açılır. “Yabancılarca işgal<br />
edilip, toprakları gittikçe daraltılan bir ülkenin, çatısı<br />
kırmızı kiremitli tahta evlerinde oturan basma entarili<br />
kız çocukları, elinde oyuncak mantar tabancası, şalvarlı<br />
ve yalınayak erkek çocukları, Allah tarafından<br />
sürekli kurtarıcı bir sahip gözleyip duran ve yabancıların<br />
tango’lukları karşısında bütün mahareti kendine<br />
zarar verdirmeksizin bir akrebin neresinden tutulacağını<br />
bilmekten ibaret olan ve tabii ölülerin dervişlerle<br />
konuşabileceğine, yağmuru, bir demir parçasının üze-<br />
69<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ine oturmuş meleklerin yağdırdığına bütün kalbiyle<br />
inanan mü’min ve mütevekkil doğulu; işte şairin halkı<br />
ve ülkesi... 1”<br />
Günümüzde Türk halkının “ülke” düşü yeni kurulan<br />
cumhuriyetin değerleri ve ortaya koyduğu yaşam<br />
tarzını yansıtır. Ama aslında bu düş bir imparatorluğun<br />
çocuklarının yarattıkları büyük medeniyetin özlemi<br />
içinde uyudukları gecelerin düşüdür. Ülke, her sabah<br />
uyandıklarında gördükleri rüyanın gerçekteki olmazlığının<br />
acısını tekrar tekrar yaşayan bir halkın ülkesidir.<br />
İşte Karakoç’un bir penceresi doğuya açılan, bir<br />
penceresi batıya kapanan şiir evinde çektiği çile budur.<br />
Her sabaha güneşin doğuşunu umutla izleyip her<br />
gurup vakti hüznünü ülkesine yağmur duasıyla yağdıran<br />
bir şairdir o. Birinci Dünya Savaşının ardından 20<br />
milyon kilometreden 814 bin kilometrekareye düşen<br />
bir ülkenin terk ettiği topraklarda bıraktıkları aslında<br />
ülke kavramının bugün eksik kalan kısmını ifade etmektedir.<br />
Sezai Karakoç’un ülke algısı bu imparatorluğun<br />
algısıdır. Ve sürgün ülkeyle kastedilen imparatorluktan<br />
çekilen ve sıkışan bir medeniyetin ülkesidir.<br />
Ve haberi sorulan kuşlar bu ülkenin yitik kuşlarıdır.<br />
Denizin kentini yakmak…<br />
Kentse yüzyıllarca ilerde ve ötede…<br />
Sezai Karakoç’un şiirinin çıkış noktasında kent<br />
imgesinden ziyade bir kasaba ve yerel bir kaynak vardır.<br />
Kaldırımlar yerine toprak, sokak lambaları yerine<br />
dut ağaçları, binalar yerine kerpiç duvarlı evlerle başlar<br />
yaşamaya şair. Ve bu evlerin içinde televizyonla<br />
zehirlenen insanlardan ziyade, gaz lambası ışığında<br />
Hz. Ali cenkleriyle kendini dünyaya bileyen çocuklar<br />
vardır. Gördüğü her şehirde görmediği şehirleri var<br />
eden; İstanbul’da, Bursa’da, Diyarbakır’da, Konya’da<br />
Isfahan’ı, Filistin’i Şam’ı arayan gözler vardır. Denizlerin<br />
yerine nehirler vardır. Ve deniz batıda, nehir ise<br />
doğudadır…<br />
Deniz mi dedin ne denizi<br />
ben kristof kolomb’un uşağı değilim<br />
ben ırmakçıyım denizci değilim<br />
kulağımda ne bir aşk ne de bir kürek sesi<br />
bir meydan uğultusu barbar bir inşaat sesi<br />
bir kere kente girdin…<br />
(Köpük’ten)<br />
Şehir bu bağlamda lanetli bir imgedir Karakoç<br />
şiirlerinde. Özellikle batı şehirleri kaçılan, sakınılması<br />
gereken mekânlardır. Tıpkı Sodom ve Gomorra<br />
gibi…<br />
bir kere kente girdin<br />
felçli kadın karyolaya bağlı haliç…..<br />
Kentse yüzyıllarca ilerde ve ötede<br />
Özellikle masal şiirinde doğunun yedi oğlu da batının<br />
en büyük şehrinde yitip gider. Birincisi törenlere<br />
ve şölenlere aldanır, ikincisi aşka, üçüncüsü kapitalizme,<br />
dördüncü oğul bilime ve akıla, beşincisi şiire,<br />
altıncısı içkiye aldanır ve baba kederinden ölür. Batı<br />
şehirleri bu bağlamda tüm kötülüklerin kaynağı olarak<br />
zihnimizde yer bulur. Yedinci oğlu abideleştiren<br />
değişime karşı direnişidir. Bu; bir kültürün, coğrafyanın<br />
ve yaşam tarzının direnişidir.<br />
En büyük Batı kentinin en büyük meydanında<br />
Durdu ve tanrıya yakardı önce<br />
Kendisini değiştiremesinler diye…<br />
Gömün beni değiştirmeden<br />
Doğulu olarak ölmek istiyorum ben<br />
Sizin bir tek ama büyük bir gücünüz var:<br />
Karşınızdakini değiştirmek…<br />
Kemiklerim değişecek toz ve toprak olacak belki<br />
Fakat değişmeyecek ruhum…<br />
O nurdan bir sütuna döndü göğe uzandı<br />
Batı bu sütunu ortadan kaldırmaktan aciz kaldı<br />
Hâlâ onu ziyaret ederler şifa bulurlar<br />
En onulmaz yarası olanlar<br />
Ta kalplerinden vurulmuş olanlar<br />
Yüreğinde insanlıktan bir iz taşıyanlar…<br />
(masal’dan)<br />
Batı karşısında bu duruş sadece şikâyetten ve kızgınlıktan<br />
oluşan bir tavır değildir. Zira Karakoç eleştirel<br />
bakışın ötesinde içinde aksiyonu ve çözüm önerilerini<br />
de barındıran bir Diriliş düşüncesi yaratmıştır.<br />
Batı medeniyetinin karanlık şehirlerinin yerine Yahya<br />
kemal ve Necip Fazıl’dan damıtılmış bir İstanbul düşüncesi<br />
Kudüs’le yıkanmış olarak karşımıza çıkar.<br />
Kudüs Alınyazısı Saati’nde yenilginin, ıstırabın,<br />
utancın çaresizliğin ve direnişin şehri olarak tanımlanır.<br />
….<br />
Ve Kudüs Şehri. Gökte yapılıp yere indirilen şehir.<br />
Tanrı şehri ve bütün insanlığın şehri.<br />
Ve Kudüs şehri. Artık yer şehri, toprak şehri.<br />
70<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Bakır yaprakların, çelik göğdelerin, acımasız<br />
yüreklerin<br />
Demir köklerin, tunçtan ve uranyumdan dalların.<br />
Kurşundan çiçeklerin şehri.<br />
Bu yenilginin yanına inşa edilecek medeniyet belki<br />
de Kudüs’ü tekrar kurtaracaktır. Bu inşanın yeri<br />
elbette ki İstanbul’dur. Ama önce “denizin kenti”nin<br />
hurma şırıltılarıyla yıkanıp kadın kabuklarından soyulması<br />
gerektir. Veli ağaçlarla ve kalbi atan mermerlerle<br />
donanması gerektir.<br />
Denizin kentini yaktım<br />
Hurma şırıltılarıyla<br />
….<br />
Beni çocukluğumdan koparan<br />
Denizin kentini yaktım<br />
Bir kent kadın kabuklarından<br />
…….<br />
İstanbul ey sevgili şehir<br />
Dön dön karadan gelen sesime<br />
Son veren zaman yatırında<br />
Denizden getirilen biçimine<br />
(denizin kentini yaktım’dan)<br />
Yıkanan, arınan ve Kudüsleşen denizden karaya<br />
ya da çöle yaklaşan bir İstanbul artık başkentler başkenti<br />
olmaya hazırdır.<br />
Bana ne Paris’ten<br />
Newyork’tan Londra’dan<br />
Moskova’dan Pekin’den<br />
Senin yanında<br />
Bütün türedi uygarlıklar umurumda mı<br />
Sen bir uygarlık oldun bir ömür boyu<br />
Geceme gündüzüme<br />
Gözlerin<br />
Lale Devrinden bir pencere<br />
Ellerin<br />
Baki’den Nefi’den Şeyh Galib’den<br />
Kucağıma dökülen<br />
Altın leylak<br />
Son durak İstanbul<br />
İlk durak Ankara…<br />
İlk durak sürgün ülkenin resmî başkenti iken son<br />
durak medeniyetlerin başkentidir. Başkentler başkentidir.<br />
Bütün batı ülkelerinin karanlığının, esrikliğinin,<br />
ıslak kaldırımlarının ve korkutuculuğunun alternatifidir.<br />
Kutsanmış bir şehirdir.<br />
Ev miras değil mirasın hayaleti…<br />
Sizin evin duvarı taştan<br />
Dumanı da mı taştan<br />
Sezai Karakoç’taki medeniyet temelli kapsayıcı<br />
bakış şairin “ev” kavramını da çok geniş bir perspektifte<br />
algılamasını sağlar. Bu bağlamda ev düşüncesi<br />
ile medeniyet düşünü anıştıran kullanımlar görülür.<br />
“Ev miras değil mirasın hayaleti” dizesi imparatorluktan<br />
kalan mirasın Karakoç’taki yansımalarını<br />
belirtir nitelikte bir memnuniyetsizliği belirtir. İmparatorluk<br />
toplumundan sonra insanların metafizikten<br />
kopuşu “ev”in de metafizikten kopuşu olarak algılanır.<br />
Anne gitti ve evler döndü yazlık otellere<br />
Anne gitti ve sular buruştu testilerde<br />
Her evde kutsal kitaplar asılıydı<br />
Okuyan kimseyi göremedim<br />
Okusa da anlayanı göremedim<br />
Bu dizelerde şairin önerdiği ya da düşlediği ev<br />
kavramının toplumda karşılığını bulmadığı açıkça sezilir.<br />
Buna karşı bir aksiyon ve medeniyet tezi olarak<br />
“Diriliş” düşüncesi gelişir. Özellikle Taha’nın Kitabı<br />
bu yıkımdan yeniden dirilişe giden yolun hikâyesidir.<br />
Evin yitirilişinden Taha’nın yeniden dirilişine bir yol<br />
haritasıdır. Zira “Taha’nın Kitabı’nda Önce evini yitirmiştir<br />
Taha. Bu ev bir bakıma bütün bir vatandır.<br />
Ev ölmüştür. Başkaları (batı) evi tutsak etmiştir. Ev<br />
artık topyekûn batının toplama kamplarına hem de<br />
gönül rızasıyla akın akın koşup gitmektedir. Yani ev<br />
bir açıdan kendi kendini öldürmektedir. Bu intihara,<br />
evi, dünyevi bir muştu, şeytani bir muştu ikna etmiş,<br />
aldatmıştır. 2”<br />
Daha özel anlamda ev romantik ve halk edebiyatı<br />
unsurlarında çıkmış gibi yerli gibi görünürken<br />
birdenbire kuvvetli metaforlarla estetik bir duruşa<br />
yönelebilir.“Sizin evin duvarları taştan dumanı da mı<br />
taştan” dizelerinde bu estetik dönüşüm birinci dizeden<br />
ikinci dizeye geçişte somut ve kırsal bir ev imgesinden<br />
soyut ve romantik bir boyuta dönüşümünü örnekler<br />
niteliktedir. Bu, Karakoç’un yerli motiflerden<br />
soyut ve kültürel boyuta geçişinin işaretçisidir.<br />
Ölümün Cesur Körfezi Evlerde…<br />
İçimde ve evlerde balkon<br />
Bir tabut kadar yer tutar…<br />
Şehir kültürüne geçişte modern dünyanın insan-<br />
71<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
larda yarattığı yıkımı ve sıkıştırılmışlık duygusunu<br />
“Balkon” şiiri eyvan özlemi içinde taşır annelere.<br />
Modern yaşam tarzı karşısında içine düştüğü şaşkınlığı<br />
anlayamadan eyvanlardan balkonlara göçen insanlar,<br />
bahçelerini ve enginliği arayan gözler, korkuyla<br />
aşağı bakan çocuklar, hayattan ve kiraz bahçelerinden<br />
uzaklaştırılan ruhlar bu hâlleri anlatmak için bir<br />
dehayı beklemiştir belki. Modern dünyanın doğadan<br />
kopardığı anneyi ve çocuğu, yaşamdan kopardığı<br />
erkeği anlatan bir şiirdir balkon. Hatta insanların bu<br />
insanların dünyadan kaçıp ahrette rahat edeceklerine<br />
dair inançlarını bile onların ellerinden alan bir balkon<br />
imgesi geliştirmiştir bu şiir de Karakoç.<br />
Çamaşırlarınızı asarsınız hazır kefen<br />
Şezlongunuza uzanırsınız ölü…<br />
Şezlong pratikliğin, yersizliğin toplanıp gitmenin<br />
kelimesidir. Açarsınız küçücük balkonunuzda uzanırsınız,<br />
zaman dolunca toplar ve sorumluluklarınızın<br />
başına dönersiniz. Bu bağlamda balkon şehrin ve esirliğin<br />
hikâyesini anlatır.<br />
Gelecek zamanlarda<br />
Ölüleri balkonlara gömecekler<br />
İnsan rahat etmeyecek<br />
Öldükten sonra da<br />
Dizeleri teknolojiden ve şehirleşmeden samimi bir<br />
korkuyu dile getirerek şehirleşmenin insanların metafizik<br />
dünyalarındaki etkisini göstermesi açısından<br />
oldukça önemlidir.<br />
Bana sormayın böyle nereye<br />
Koşa koşa gidiyorum<br />
Alnından öpmeye gidiyorum<br />
Evleri balkonsuz yapan mimarların<br />
Medeniyet bağlamında şekillenen bir mekân olgusunun<br />
Avrupa’nın dayattığını bir düzlemde yaşam<br />
bulması -özellikle de doğu dünyasında yaşam bulması-<br />
insanların özüne kaçması ve sığınması gibi bir durumu<br />
ortaya çıkarır. Bu dizeler bu kaçışın göstergesi<br />
olarak düşünülmelidir.<br />
“Köşe”den Yeni Bir Evrene…<br />
Sen geldin benim deli köşemde durdun<br />
Bulutlar geldi üstünde durdu<br />
Merhametin ta kendisiydi gözlerin…<br />
Sezai Karakoç’un mekân anlayışının ilk noktası<br />
belki de köşe şiiridir. İlk bakışta halk edebiyatı imgeleri<br />
üzerine kurulmuş beşeri bir aşk şiiri olarak görünen<br />
“Köşe” yerel halk kültüründen geleceğe dair bir<br />
medeniyet tasavvuruna dönüşen bir akışın şiiridir.<br />
Fabrika dumanlarında resmin<br />
Kirli ve temiz haritaları doldurmuşsun<br />
Hatırasız ve geleceksiz bir iç deniz gibi<br />
Aşka veda etmiş topraklarda durmuşsun<br />
Dizeleri Karakoç’un şiir omurgasını oluşturan<br />
medeniyet-din ve aşk düşüncesinin harmanlandığı<br />
bir alana kurulmuştur.<br />
Şiirin ikinci kısmında her dörtlük “Evlerinin<br />
içi” tamlamasıyla başlar. Bu, şiirin insana en yakın<br />
durduğu yerden –evden- başladığını ifade eden bir<br />
durumdur. Metaforların hepsi halk edebiyatı motiflerinin<br />
çağdaş şiir düzlemi içine yerleştirilmesiyle<br />
oluşturulmuştur.<br />
Evlerinin içi kabartma bahar<br />
Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar<br />
Halıları öpe öpe nakış yapar nakış gibi ayaklar<br />
Siz söyleyin insan seve seve ölmez ne yapar<br />
Köşelerde keklik gibi bakıp duran saksılar<br />
Halk edebiyatı motiflerinin ustaca kullanılışı şairin<br />
medeniyet tasavvurunun kökleri hakkında bilgi<br />
edinmemizi sağlayacak kadar kuvvetli bir ipucu hüviyetindedir.<br />
Bu köşeden yükselen ses önce Leyla’yı<br />
sonra İstanbul’u, medeniyeti ve doğuyu kucaklayıp<br />
muazzam bir şiir evrenine ulaşır. Londra’da kalsa değişmeyecek<br />
Leyla, çeşmeler, Eyyub, atlar, güneş ve<br />
aynalar… Şairin şiirlerinin şifrelerinin hepsi belki de<br />
bu köşede gizlidir. İşte Sezai Karakoç’u Türk şiiri için<br />
bir “Diriliş” umudu yapan köşeden tüm evrene ulaşan<br />
bu kelimelerde gizli medeniyet düşüncesidir. Bunun<br />
için medeniyetimizin onun “Deli Köşesi”ni algılaması<br />
şarttır.<br />
Hangi köşesinde huzur o köşesinde sen<br />
Hangi köşesinde yeniçağlara uygun odalar<br />
Ben bölünmez bir şairsem<br />
Sen bölünmez bir anne<br />
Bir çeşme…■<br />
Kaynaklar<br />
1<br />
Hanefi, İzzettin ,“Cumhuriyet Dönemi Türk Şiirinde<br />
İslam İmajı” İktibas <strong>Dergisi</strong> Mayıs 2002<br />
2<br />
Medeniyet ve Diriliş (Hece Yayınları; 2004)<br />
72<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
MEHMET NURİ YARDIM<br />
Sokaklar bir<br />
bakıma büyük<br />
evlerimiz gibiydi.<br />
Yabancılar yoldan<br />
geçse de fazla<br />
durmazlardı. En<br />
fazla, türbenin<br />
önünde ellerini<br />
açıp dualarını<br />
okuduktan sonra<br />
çekip giderlerdi.<br />
Ve sokak sakinleri<br />
yine biz bize<br />
kalırdık. Dost<br />
yüzler, aşina<br />
simalar ve tanıdık<br />
çehreler...<br />
Sokağımız nereye gitti, mahallemiz niçin kayboldu,<br />
onları bilen gören var mı Bugün sadece<br />
levhalardan meydana gelen, adreslerde kaydı<br />
geçen sokak ve mahalleleri kastetmiyorum elbette.<br />
Sahici sokakları, gerçek mahalleleri arıyorum uzun<br />
zamandır. Bu arayış yıllar öncesine dayanıyor aslında.<br />
Büyükşehirlerde yitirdim ben o iki nazenin sevgiliyi.<br />
Seneler var ki, görünmez oldular. Önce bir tül<br />
perdenin ardına saklanıp sonra da sırra kadem bastılar.<br />
Onları özlediğimde geçmişe uzanıyorum şimdi,<br />
hasretimi dindirmek için maziye dalıyorum ve o<br />
aydınlık mekânları seneler öncesinden, çocukluk yıllarımdan<br />
çekip çıkarıyor, bir süre film seyreder gibi<br />
zihnimde canlandırıyor, hayalimde yaşatıyorum.<br />
Ev bir sığınaktı bizim için ama sokak da meydanımız,<br />
neşemiz, ümidimiz, haz ve heyecan merkezimizdi.<br />
İlk yaşlarımızda biraz ürkek adım atmıştık<br />
kapıdan dışarıya. Korkarak çevremize bakınmıştık,<br />
büyüklerimizin ellerini bırakmasak da evin dışındaki<br />
bu âlem bizi büyülemiş, biraz da ürkütmüştü doğrusu.<br />
Ne de olsa evin dışındaydık artık. Denizden<br />
çıkmış bir balık gibi hissettik önce kendimizi. Sonra<br />
alışık, aşina simalardan başka yüzler fark ettik, onlara<br />
bakıp durduk. İnsanların dışında atları, eşekleri ve<br />
başıboş gezinen inekleri ayırt etmeye başladık. Kedilerle<br />
yakınlığımız, ünsiyetimiz vardı, çünkü ev halkından<br />
sayılırlardı, ama ‘sokak kedileri’ni de görüp<br />
73<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
şaşırdık. Kendi başlarına dolaşıp duran serseri tabiatlı<br />
sokak kedilerini... Sonra pencerelerden siluetini gördüğümüz<br />
kuşları sahiden ve daha yakından tanıdık.<br />
Kuşlar büyük bir rahatlıkla semada süzülürken bizi<br />
de kendilerine hayran bıraktılar. Uzun uzun seyrettik<br />
bu gökyüzü sakinlerini... Serçeleri, güvercinleri,<br />
leylekleri...<br />
İlk sokak oyunlarımızı evlerimizin önünde oynardık<br />
genelde. Çünkü çok uzaklaşmamız istenmezdi<br />
evden. Ne de olsa küçüktük henüz. Kapı önünde başlayan<br />
bu tatlı serüven, giderek büyüdü ve sokağımızı<br />
biraz daha yakından tanımaya başladık. Önce evimizin<br />
karşı köşesindeki türbenin önüne kadar izin verildi<br />
bize. Türbeden uzağa gidemezdik. Çünkü bu hem<br />
göz mesafesi için hem de manevi açıdan lüzumluydu.<br />
Evin penceresinden orası gözlenebilir, annemiz<br />
ablamız bizi göz ucuyla takip edebilir, gerektiğinde<br />
seslenip çağırabilir, çocuklarla bir kavgaya karıştıysak<br />
imdadımıza yetişebilirlerdi. Bir de türbenin bizi<br />
koruyacağı düşüncesi hâkimdi. Türbede yatan Şeyh<br />
Mahmut, mahalle sakinlerini korurdu ama en çok da<br />
yakınlarında oturanların çocuklarına sahip çıkardı.<br />
Yaşımız büyüdükçe, boyumuz uzadıkça adımlarımız<br />
da açıldı, mesafeleri rahatça kat etmeye başladık.<br />
Artık uzun olan sokağımızın bir ucundan öbür ucuna<br />
kadar gidip gelebiliyorduk, bu izin bize veriliyordu.<br />
Sokağın dilediğimiz köşesinde arkadaşlarımızla oynayabiliyorduk,<br />
ama sınırı aşmamak kaydıyla. Harabeden<br />
ötesi yasaktı yine de. Çünkü başka bir sokağa<br />
açılıyordu orası. Ve gözden ıraktı. Ne olur ne olmazdı,<br />
gözden de gönülden de ırak olmaya gelmezdi.<br />
Sokak oyunları sabah başlar, güneş tepemize varana,<br />
öğlene doğru biterdi. Ve biz kurt gibi acıkmış<br />
olur, evlerimize kan ter içinde dönerdik. Önce elimizi<br />
yüzümüzü yıkar sonra yer soframıza oturur, sininin<br />
altındaki örtüyü ayaklarımızın üstüne örterdik. Sofralarımızın<br />
biricik yemeği olan mercimek çorbasına<br />
dalardık. Hayatımda yediğim en lezzetli yemek, bilhassa<br />
kış aylarında çocukken tahta kaşıkla ‘götürdüğüm’<br />
o sıcak çorbalardı. Tandırda annemin pişirdiği<br />
ev ekmeği taş gibi katı olur, onu bakır tas içindeki<br />
suda ıslatır, sonra da çorbamıza katık ederdik. Aman<br />
ya Rabbi, o ne lezzetti öyle Şimdi lüks otellerin şaşaalı<br />
lokantalarında o lezzet bulunmuyor, inanın.<br />
Sokağın daimi sakinleri vardı. Yaşlılar bunların<br />
başında gelirdi. Ve biz o çocuk aklımızla Hamdi<br />
Dede evden dışarı çıkmış, camiye doğru yürüyorsa,<br />
öğle vaktinin yaklaştığını anlardık. Ardından Hakkı<br />
Dayım geçerdi. Şefik Amcam ve diğerleri... Bu bir<br />
resmigeçit idi ki her gün mutlaka bıkmadan usanmadan<br />
tekrarlanırdı. Camiye genelde yaşlılar giderdi.<br />
Çünkü onlar çarşıya inemez, evde bulunurlardı.<br />
Namaz vakitlerinde dışarı çıkar, camiye yollanır,<br />
öğle namazından sonra cüzlerini okur, hatim dualarını<br />
eder, ikindiyi de cemaatle kıldıktan sonra evlerine<br />
dönerlerdi. Yaşlılar yoldan geçerken mutlaka<br />
oyunlarımıza ara verir ve geçip gitmelerini beklerdik.<br />
Hele top oynuyorsak hemencecik kenara çekilir,<br />
büyüklerimize hürmette kusur etmezdik. Bunu anne<br />
ve babalarımız tembihlerdi. “Evladım, sokakta oynarken<br />
yaşlılara yol verin, aman ha! Onlar geçerken<br />
top oynamaya devam etmeyin, Allah korusun, onlara<br />
çarparsanız, düşer yaralanırlar. Sakın evladım, aman<br />
ha!” Bu tembihleri kulağımıza küpe etmiştik. Bunu<br />
bilen yaşlılar camiye giderken bizim kenarda durduğumuzu<br />
ve kendilerini beklediğimizi gördüklerinde<br />
tebessüm eder ve bizi selamlardı. Fazla sürmezdi bu<br />
ara. En fazla birkaç dakika… Sonra aynı coşku ve<br />
heyecanla lastik toplarımıza vurmaya devam ederdik.<br />
Tabii ki, evimizin önündeki sokağın dışında, yukarı<br />
mahalleye çıkan ve aşağı mahalleye inen sokaklar<br />
da vardı. Ve onlar da bir bakıma bizim sayılırdı.<br />
Zaman zaman oralara da gider, komşu çocuklarıyla<br />
birlikte büyük bir coşkuyla top oynardık. Sadece<br />
oyun mu, hayır, türlü oyunlarımız, uğraşlarımız vardı.<br />
Misket, en başat oyunlarımızdandı mesela. Saklambaç<br />
ve diğerleri...<br />
Biraz daha büyüdüğümüzde Tommiks, Teksas<br />
gibi çizgi romanları okumaya başladık. Kitaplarımızı<br />
arkadaşlarımızla takas ediyor, birbirimize okuyorduk.<br />
Bu ilk okuma alışkanlıkları zamanla kütüphanelerin<br />
yolunu açtı. Okula başladıktan sonra kitaplarla<br />
ünsiyetimiz, dostluğumuz daha da arttı.<br />
Sokaklar bir bakıma büyük evlerimiz gibiydi. Yabancılar<br />
yoldan geçse de fazla durmazlardı. En fazla,<br />
türbenin önünde ellerini açıp dualarını okuduktan<br />
sonra çekip giderlerdi. Ve sokak sakinleri yine biz<br />
bize kalırdık. Dost yüzler, aşina simalar ve tanıdık<br />
çehreler...<br />
Sokaklar bize dar gelmeye başladığında mahalleleri<br />
keşfettik. Mahalleye çıkana kadar dünyayı evimizden<br />
ve sokağımızdan ibaret sanıyorduk. Sonra<br />
mahalleye açıldığımızda dünyanın çok daha büyük<br />
ve hareketli olduğunu gördük. Ben önce süt almak<br />
için sokağımızdan diğer mahalleye gittim. Annem<br />
74<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
küçük bakracı elime tutuşturur, “Evladım, sütçü teyzeye<br />
git, selamımı söyle, parayı kendisine ver ve sütü<br />
al getir, yolda gelirken dikkat et aman evladım, sakın<br />
dökme!” diye de sıkı sıkıya tembihler, ikazını baştan<br />
yapardı. Elime de o zaman ortası delik kuruşlar sıkıştırırdı.<br />
Bu iş, benim için bir şehrayin gibi olurdu.<br />
Büyük bir istek ve heyecanla evden çıkar, doğrudan<br />
doğruya sütçü teyzelerin evine giderdim. Sokağımızın<br />
ucundan sağa sapar, Hakkı Dayımlara<br />
varmadan o eve ulaşırdım. Evin bitişiğinde küçük bir<br />
ahır vardı. Yaklaşıldığında kokusundan anlaşılırdı.<br />
Ve sütçü teyze, bu ahırda bulunan inekten sütü sağar,<br />
bakracıma doldurup bize verirdi. Acırdım hayvancağıza.<br />
“Bu ineğin yavruları yok mu Niçin kendi<br />
sütünü biz insanlara veriyor da kendi çocuklarına<br />
içirmiyor. Üstelik parayı da sütçü teyze alıyordu”<br />
diye isyan ederdim. Hatta bu durumu bir gün, sinirli<br />
bir şekilde anneme de sordum. Bana meseleyi anlattı,<br />
içimi ferahlattı. Allah’ımız hayvanları insanlara hizmet<br />
etsinler diye yaratmıştı.<br />
Mahalleyi sütçü vasıtasıyla tanıdım diyebilirim.<br />
Ama daha sonra annemlerle un değirmenine gittiğimizde<br />
çevrem daha da genişledi. Sütçülerden çok<br />
daha uzaktaydı değirmen. O da ayrı bir şölendi benim<br />
için. Götürdüğümüz buğday, beyaz una dönüşüyordu.<br />
Ama değirmenci amca, bunun için büyük zahmetlere<br />
giriyor, elimizden aldığı çuvalı çelik makinesine<br />
dolduruyor, sonra da un olarak çekiyor, torbaya dolduruyor<br />
ve bize veriyordu. Eli yüzü beyaz un içinde<br />
kalırdı. Getirdiğimiz unu daha sonra annem hamur<br />
hâline getiriyor, ev ekmeği hazırlıyor, bunu tandıra<br />
götürüyorduk. O da ayrı bir hazırlık ve çaba isterdi.<br />
Tandırdaki ateşe büyük bir korkuyla bakar, ekmeğin<br />
bu ateşe düşmemesi için yaradanıma yalvarırdım. İlk<br />
başta hoşlandığım bu eylem zamanla mekânikleşti.<br />
Ama mis gibi ekmekleri eve taşıdığımızda doğrusu<br />
hepimiz bayram ederdik. En çok da babam sevinirdi.<br />
“Şükürler olsun ev ekmeği yiyoruz, büyük bir nimet.<br />
Çarşı ekmeğinin beti bereketi yok. Çabucak bitiveriyor<br />
üstelik.” Böyle söylerdi ama, daha sonra çarşı<br />
ekmeğinin pahalı olduğunu ve babamın bu yüzden<br />
iktisatlı olan ev ekmeğini tercih ettiğini, anneme sürekli<br />
ev ekmeği yapmasını bunun için istediğini öğrenecektim.<br />
Ev ekmeği esmerdi, çarşı ekmeği ise bembeyaz.<br />
Babamın mutlu olması için yerdim o ekmeği<br />
ama, doğrusu aklım fikrim hep çarşı ekmeğindeydi.<br />
Çünkü çok daha güzel, yumuşak ve beyazdı.<br />
Mahalle sokak gibi değildi. Pek çok sokağı bünyesinde<br />
barındırıyordu. Nasıl bir sokakta onlarca ev<br />
var idiyse, bir mahalle de onlarca sokağa açılırdı. Tabii<br />
bütün sokakları bilemezdik, hepsini dolaşamazdık.<br />
Ama artık bir mahallemiz olduğundan haberdardık.<br />
<strong>Bizim</strong> mahallenin adı Tınaztepe idi. Bu ismi kim<br />
ve ne zaman vermiş, bilemezdik. Ama ben Tınaztepe<br />
ismini severdim. Evimizin bulunduğu yer biraz yüksekçe<br />
idi. Belki de bu yüzden Tınaztepe ismi uygun<br />
bulunmuştu. Hiç önemli değil, ne olacak ki Mahallemizin<br />
adı başka bir şey olsaydı da sevecektim.<br />
Çünkü ben önce evimizi, sonra sokağımızı, ardından<br />
mahallemizi çok sevdim. Küçük şehrimize o zaman<br />
da hayrandım, hâlâ severim.<br />
Bu sevgi nereden kaynaklanıyor Çünkü çocuksu<br />
şölenimizi ilk oralarda yaşadık. İlk oyunlarımızı<br />
sokağımızda ve mahallemizde oynadık. Ramazan<br />
eğlencelerini, bayram neşesini o zamanlar tattık. İlk<br />
arkadaşlıklar, ilk aşinalıklar, ilk çocukluk aşkları oralarda<br />
geçti. İlk okumalar, okula başlangıçlar, Kur’an<br />
kursuna yollanmalar hep o devirde oldu. Ve ben<br />
bugün o sokağı ve mahalleyi İstanbul’da arıyorum.<br />
Kendi adıma değil aslında, büyükşehirlerde yaşayan<br />
talihsiz bütün çocuklar adına arıyorum, ne yazık ki<br />
bulamıyorum. Bundan sonra bulabilecek miyim, hiç<br />
sanmıyorum. Çünkü o bir devirdi, geldi geçti, bir<br />
rüzgârdı esti gitti. Bir daha da o sokakları, o mahalleleri<br />
göremeyeceğiz kuşkusuz.<br />
Anadolu’da yaşayanlar elbette şanslı. Ama biliyorum<br />
ki dev binalar yükseldikçe şehir ve kazalarda o<br />
eski sihirli hayat yok olacak. Bloklar, siteler yaygınlaştıkça<br />
sokaklar kaybolacak, mahalleler başını alıp<br />
bir yerlere gidecek. Ve biz o dönemi bütün renkliliğiyle<br />
yaşayan eski zaman adamları, teselliyi herhâlde<br />
hatıralarda arayacağız. Yüreğimizde kökleşen ve<br />
sevgiyle andığımız sokaklarımızı ve mahallerimizi<br />
rüyalarımızda, hülyalarımızda bulmaya çalışacağız.<br />
Eh, bu da bir ümittir elbette. Yaşananları büsbütün<br />
unutmaktansa kendi hayal dünyamızda yaşatmak da<br />
bir tesellidir belki...<br />
Galiba şu hakikati kabul etmek zorundayız. Birlikte<br />
yaşadığımız o eski zaman adamları, annelerimiz,<br />
babalarımız, amcalarımız, dayılarımız, dedelerimiz,<br />
ninelerimiz kendi vücutlarıyla birlikte eski<br />
evlerimizi de güzelim sokaklarımızı da içimizde yer<br />
eden o mahalleleri de hatta o şahsiyetli şehirleri de<br />
beraberlerinde alıp götürdüler. Ve biz bir daha o sevimli<br />
mekânları bulamadık, bundan sonra da hiç bulamayacağız.■<br />
75<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ÖMER KEMİKSİZ<br />
Atalar ne güzel ifade etmişler “Dünyada<br />
mekân, ahrette iman.” diye. Şu fani âlemde<br />
âdemoğlunun bütün çalışıp didinmesi şöyle başını<br />
sokabileceği, içinde huzur bulabileceği bir eve sahip<br />
olmak içindir. Her insanın rüyalarını süsler kendine<br />
ait bir evinin olması. Kira sıkıntısından kurtulmak,<br />
küçük de olsa kendinin olan bir eve yerleşmek<br />
hülyaların en güzelidir insan için. Bununla birlikte<br />
toplum içinde bir grup vardır ki onlar kiralık evlerde<br />
oturmaya biraz da mecburdur. Her şehirde üniversite<br />
açıldığına göre herkesin aşina olduğu bu kişiler<br />
üniversite öğrencileridir.<br />
Üniversite sınav ve yerleştirme sonuçlarının<br />
açıklanmasının akabinde bir fakülteyi kazanmanın<br />
verdiği sevinç kısa süre sonra yerini barınma problemine<br />
bırakır. Kendilerine yurt çıkan öğrenciler, çıkmayanlara<br />
nazaran şanslı addedilebilir. En azından<br />
tanımadıkları bir şehre gittiklerinde sağda solda barınacak<br />
yer aramayacak, doğrudan yurtlarına gidip,<br />
kayıt yaptırarak yeni mekânlarına yerleşeceklerdir.<br />
Yedek kontenjandan kayıt hakkı kazananlar ise, sıralamadaki<br />
yerlerine göre içlerindeki ümidi soldurmadan<br />
sıranın kendilerine gelmesini bekleyecekler,<br />
o zaman zarfında da yaşayacakları sıkıntılara göğüs<br />
germeyi öğreneceklerdir. Üniversitenin yurtlarında<br />
kontenjan sayısı azsa işte bu noktada devreye “kiralık<br />
evler” girecektir. Barınma sıkıntısı yaşadığı için<br />
bir ev kiralamaya zorunlu olan öğrenciler olduğu<br />
gibi, yurtta kalmayı istemeyen, ev hayatı alışkanlıklarıyla<br />
üniversite tahsilini tamamlamayı düşünen<br />
öğrenciler de vardır.<br />
Üniversite birinci sınıfa yeni başlayanlardan barınma<br />
sorununu halledemeyen öğrenciler, ilk günlerde<br />
birbirleri için teselli kaynağıdır. Yurtta kalmaya<br />
başlayan arkadaşlarına şanslı insanlar muamelesi<br />
yapan bu kişiler, birbirlerini “kafa dengi” bulup anlaşabileceklerini<br />
düşünürlerse ev arkadaşlığı için ilk<br />
adımı atarlar. Nedense insan, sıkıntılı zamanlarında<br />
kendi gibi olan herkesle çok iyi anlaşabileceğini,<br />
huzur dolu bir dönem süreceğini düşünür. Onun<br />
içindir ki birbirleriyle anlaşması zor gibi görünen<br />
öğrencilerin, bir anda aynı evde kendilerini bulmaları<br />
oldukça normal kabul edilir. Otel köşelerinde<br />
kalmaktan veya varsa bir tanıdığın yanında rica minnet<br />
birkaç gün “sığıntı” olmaktan çok daha güzeldir<br />
içinde özgürce yaşanabilecek bir ev. Eve çıkmanın<br />
hayali bile mutlu eder bu düşüncedeki öğrencileri.<br />
Ders esnasında/aralarında belirlenen ev arkadaşları,<br />
dersin nihayetinde çay, kahve içmek için gittikleri<br />
bir mekânda hayallerini gerçeğe dönüştürmek<br />
için önemli kararlara imza atarlar. Daha düne kadar<br />
birbirlerine bigâne olan öğrenciler, nasıl bu kadar<br />
iyi anlaştıklarına aslında kendileri bile şaşırırlar ve<br />
mükemmel ev arkadaşları olacaklarına dair sözler<br />
76<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
verirler. Böyle ortamlarda, ortaklığın bozulmaması<br />
için ortaya atılan düşüncelere pek itiraz edilmediğinden<br />
kararların çıkması daha çabuk olur. Ne yazık<br />
ki çoğu zaman, çarşıdaki hesap eve uymaz ve<br />
tabiri caizse cicim ayları bittikten sonra problemler<br />
de başlar. Bu her zaman böyle midir Tabii ki hayır.<br />
Fakat birkaç sene aynı sınıfı paylaşan ve çok güzel<br />
dostluklar kuran öğrencilerin dahi okulun son senesinde<br />
eve çıktıklarında hiç ummadıkları sorunlarla<br />
karşılaştıkları da malumumuzdur. Sonuç olarak dört<br />
duvarın arasında bazı şeylerin dışardan görüldüğü<br />
gibi olmadığı idrak edilir.<br />
Üniversite öğrenciliği esnasında kiralık ev macerasına<br />
atılan gençler için bu süreç bazen sıkıntıları<br />
beraberinde getirse de sonraki yıllarda özlemle<br />
anılan bir zaman dilimi olarak hatırlanır. Neler yoktur<br />
ki bu süreçte: Ev arkadaşlarının belirlenmesinin<br />
ardından sıra kiralık ev aramaya gelmiştir ve bu iş<br />
biraz da şansla ilgilidir. Bazen günlerce dolaşılır,<br />
ayaklara kara sular iner ve hiçbir eve rastlanılmaz.<br />
Kafalar yukarıda mahalle mahalle, sokak sokak gezen<br />
öğrenciler için, penceresinde perde olmayan<br />
ev yeni bir umut ışığıdır. Zira perdelerin varlığı o<br />
evlerin kiraya/kiracıya kapalı olduğunun göstergesidir.<br />
Camlara asılı “Kiralık” yazılarının altındaki<br />
telefon numaraları itina ile bir yere yazılır. Velev<br />
ki camlarda “Aileye Kiralık Ev” yazısı varsa o numaraları<br />
kaydetmenin bir anlamı yoktur. Demek ki<br />
o evin sahibi, önceden orayı öğrencilere vermiş ve<br />
sütten ağzı yanmış gibi bir düşünceye sahip olunabilir<br />
bu durumda. Müstakbel ev sahibi adaylarını<br />
aramak için telefona sarılan –eğer kontörleri varsa-<br />
gençler, karşılarındaki insanın ses tonuna göre<br />
evin tutulup tutulamayacağını bile tahmin ederler.<br />
Telefondaki ses babacan ve hâlden anlayan bir tondaysa<br />
heyecanlar artar, öğrenciye ev vermeye pek<br />
yanaşmayacak ses tonlarında ise sıradaki numaralar<br />
çevrilmeye başlanır. Aslında bu kiracı- ev sahibi<br />
ilişkileri şehirden şehre bile farklılık arz eder. Bazı<br />
yerlerde evin öğrencilere verilmesinde herhangi bir<br />
mahsur yokken, bazı yerlerde çocuklu aileye bile ev<br />
verilmediği görülür. Benzer farklılık üniversite öğrencileri<br />
arasında da yok değildir. Evini sadece kız<br />
öğrencilere kiralık veren ev sahipleri de mevcuttur.<br />
Gurbette okuyan öğrenciler için, öyle gösterişli<br />
bir evi kiralamak fikri hasıl olmayacağından, bu<br />
noktada en önemli husus kira bedelidir ve biraz da<br />
kendilerini anlayabilecek bir ev sahibinin varlığıdır.<br />
Etraftaki komşuların kim olduğu, neci olduğu öğrencileri<br />
pek ilgilendirmez. Onlara göre bunu düşünecek<br />
olan kendileri değil, komşulardır. Üniversiteler<br />
şehirlere yeni kurulduğunda ev sahipliği konusunda<br />
acemi olanlar, zaman ilerledikçe bu işi de öğrenirler<br />
ve ellerine gelen fırsatları kolay kolay kaçırmamaya<br />
çalışırlar. Özellikle küçük şehirlerde öğrencilerin,<br />
o yöreye ekonomik bir canlılık getirdiğini sanırım<br />
kimse yadsıyamaz. Ev sahibi- kiracı öğrenciler rekabeti<br />
kâh tatlı kâh sıkıntılı sürer gider. Bazen ev<br />
sahiplerinin fendi öğrencileri yenerken bazen de durum<br />
tam tersi olur. Öğrenciler, ne kadar çok ev arkadaşına<br />
sahip olurlarsa kendilerine düşen kiranın o<br />
kadar düşeceğini düşünedursunlar, ev sahipleri keskin<br />
zekâlarıyla bu probleme de çözüm üretmişlerdir:<br />
“Birey sayısına göre kira bedeli” adını verebileceğimiz<br />
bu uygulamada kişi sayısı arttıkça kirada<br />
da artışa gidilir. Tabii bu vahim durum karşısında<br />
öğrenciler de boş durmazlar ve yeni formüller üzerinde<br />
kafa yorarlar. Bu formüllerden en çok uygulananı<br />
da ev sahibine söylenen kiracı sayısıyla, evde<br />
yaşayan kiracı sayısının farklı olmasıdır. Dört arkadaş<br />
evde kalacağız diye tutulan evlerde bazen beş,<br />
bazen altı öğrencinin mevcudiyeti bu teorik bilginin<br />
uygulamaya dökülmüş hâlidir. Eve kiracı olarak gelen<br />
her öğrenci arkadaşlarının gözünde kendi maddi<br />
sıkıntılarını bir nebze de olsa hafifleten bir kurtarıcı<br />
iken, ev sahibin gözünde arkadaşlarını ziyarete gelen<br />
dost canlısı bir misafirdir. Çünkü ona, daha eve<br />
adımını atmadan ev sahibine yakalandığı takdirde<br />
misafir olduğunu söylemesi sıkı sıkıya tembih edilmiştir.<br />
Maazallah, yapılan eylemin ortaya çıkması<br />
kiranın artmasına sebebiyet verebileceği gibi, hiç<br />
ummadıkları bir vakitte kapı dışarı edilmelerine de<br />
neden olabilir. Olayların bu noktaya gelmemesi, misafir<br />
kiracının ağzını tutmasına bağlıdır. Eğer böyle<br />
davranırsa kendisi arkadaşlarının yanında, bazen iki<br />
üç sene misafir olarak kalabilir.<br />
Misafirlikten bahsetmişken öğrenci evlerinin<br />
vazgeçilmez mefhumlarından biri olan bu kelimeyi<br />
biraz açmamız gerekir. Zira bilenler bilir, öğrencilerin<br />
misafiri eksik olmaz. Bazen vize-final çalışmak<br />
bazen maç seyretmek bazen doğum günü kutlamak<br />
gibi sebeplerle bu tür evlerin geleni gideni çoktur.<br />
Her ne kadar kâğıt üstünde isimleri yazılı olan kiracı<br />
öğrenciler birkaç kişiyse de evi kullanan öğrenci<br />
sayısı her zaman kira ödeyenlerden birkaç kat fazladır.<br />
Bu bağlamda olaya yurtta kalmaktan sıkılan<br />
77<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
öğrencilerin gözüyle bakmakta fayda vardır. Bu<br />
öğrenciler için, evde kalan arkadaşlar bulunmaz<br />
bir nimettir. Bu arkadaşların sayısının artması onlar<br />
için çok mühimdir. Bir gün falancada, bir başka<br />
gün filancada kalma şeklinde başlayan misafirlikler,<br />
yurttan iyice soğumaya sebep teşkil ettiğinden ve<br />
sürekli yurt ile misafirlik arasında mekik dokumak<br />
zor olduğundan günün birinde en iyi anlaşılan arkadaşların<br />
evine postu sermekle sona erdirilir. Ev<br />
kiralamaya karar veren gençler, daha işin başında<br />
etraflarındaki arkadaşlarının da kendi evleri için<br />
“gönüllü üye” olduklarını ve istediklerinde gelip<br />
kalabileceklerini, ne kiraya ne de diğer giderlere<br />
herhangi bir katkıda bulunmayacaklarını kabul etmelidirler.<br />
Buna rağmen, ince düşünceye sahip olan<br />
ve misafirliğe giderken ara sıra yanına ekmek, kuruyemiş,<br />
çikolata tarzı şeyler alarak arkadaşlarına<br />
götürenler gittikleri yerde baş tacı edilebilirler.<br />
Öğrenci evlerinden bahsetmişken ev işlerinden<br />
bahsetmemek olur mu!... Hani hiçbir öğrencinin<br />
yapmaya yanaşmadığı şu ev işleri… Ola ki içlerinden<br />
birinin sırf insaniyetlik adına ilk günlerde yapmaya<br />
kalktığı ve sonraki zamanlarda hep kendine<br />
yıkılmaya çalışılan ev işleri… Sonuçta öğrenci okumaktan,<br />
ders çalışmaktan, sınavlara girmekten vakit<br />
bulamadığı(!) için bu işler hep eksik bırakılır. Yatakların<br />
dağınıklığından tutun da mutfakta biriken<br />
bulaşıklara kadar her şey bu eksikliğin sonucudur.<br />
Hele ki mutfak kısmı… Öğrencilerin yemek yerken<br />
girmeye can attıkları ama yemeklerin yenmesinden<br />
hemen sonra arkalarına bile bakmadan çıktıkları ve<br />
bir sonraki yemeğe kadar da girmedikleri mutfakta<br />
biriken tavalar, tencereler, tabaklar kendilerine uzanacak<br />
bir yardım elini bekleyip dururlar. Herkesin<br />
diğerinden beklediği bu temizliği birisi kalkıp yapmazsa<br />
ve iş inada binerse mutfaktaki enkazın günden<br />
güne artması kaçınılmaz olur. Artık yemek pişirilecek<br />
tencere ve yemek yenecek tabak kalmazsa<br />
işte o vakit iş başa düşer. Böyle durumlarda evdeki<br />
gençlerden birinin annesinin kendilerini ziyarete<br />
gelmesi Allah’ın bir lütfüdür. Çünkü böyle anlarda,<br />
öğrenciler için temiz bir ev ve dersten sonra eve geldiklerinde<br />
kendilerini bekleyen sıcacık ve değişik<br />
türde yemekler piyango gibidir. Ev işleri hususunda<br />
bayan öğrencilerin bu konuda erkek öğrencilere<br />
göre daha titiz oldukları gerçeği kabul edilebilirse<br />
de bu durumun tam tersinin görüldüğü de olmuştur.<br />
İşbu öğrenci evlerindeki eşyaların çoğu da “ikinci<br />
elci”den alındığından ve okul bittiğinde yine böyle<br />
bir yere veya ihtiyaç sahibi öğrencilere cüzi bir<br />
miktarla satılacağından pek itibar görmezler ve<br />
günü kurtarmak için odalara yerleştirilen nesneler<br />
olmaktan öteye geçemezler.<br />
Ev sahibi ve komşularla yaşanabilecek küçük<br />
çaplı sıkıntılar da öğrenci evlerindekiler için kaçınılmazdır.<br />
Kiranın ödemesinin gecikmesi, su ve<br />
elektrik faturalarının ihmal edilmesi sonucu ev sahibinin;<br />
müzik sesinin fazlalığı, eve gelen arkadaşların<br />
yüksek sesli konuşmaları neticesinde komşuların<br />
kapıyı çalması, gençlere eğitimden, toplu yaşama<br />
saygıdan bahsetmeleri öğrenciyken evde kalanların<br />
pek de yabancı olmadığı hâllerdir. Herhangi bir şey<br />
sormak istermiş gibi yapıp kapıya gelen ev sahiplerinin,<br />
kafalarını içeri doğru uzatıp, çaktırmadan<br />
evi gözetlemeleri, duvarları dahi incelemeleri, bazı<br />
zamanlar da yüzlerini buruşturarak evin kullanımından<br />
memnun olmadıklarını ihsas etmeleri tanıdık<br />
vakalardandır. Ev sahibiyle aynı apartmanda<br />
oturanların bu tür olayları yaşama ihtimalleri daha<br />
fazladır. Her zaman sıkıntı dıştan gelmez tabii. Ev<br />
arkadaşları arasındaki problemlerin bazen içinden<br />
çıkılmaz hâllere geldiği de olur. Arkadaşlarından<br />
memnun olmadığı için başka kişilerle gizli anlaşmalar<br />
yaparak aniden evden ayrılanlar olduğu gibi,<br />
memnun olmadıkları arkadaşlarından kurtulmak<br />
için gecelerini gündüzlerine katarak çareler arayan<br />
biçare öğrenciler de olmaktadır.<br />
Bütün bu sıkıntılar sürüp giderken gün gelir bir<br />
de bakılır ki okul hayatı sona ermiş. İşte o vakit,<br />
geçen yıllar içinde yaşanan meseleler tatlı birer anı<br />
olarak mazinin tozlu sayfalarına gömülür. Okul<br />
sonrası hayatta çeşitli ortamlarda anlatılan öğrenci<br />
evi hatıraları bazen askerlik hatıralarıyla bile rekabet<br />
eder.<br />
Her şeye rağmen…<br />
Kiracı olarak kaldığı evden ayrılma zamanı<br />
geldiğinde kapıyı çekerken geriye dönüp bakınca<br />
gözünden birkaç damla yaş döken öğrenciler yok<br />
mudur acaba Kaldığı odanın duvarına evden ayrılırken,<br />
“Falanca bu evde yaşadı!” diye not düşenler<br />
içlerinden bir parçayı orada bırakmak istemiş olabilir<br />
mi Yıllar sonra, üniversiteyi okuduğu şehre<br />
yolu düşenler, oturdukları evin/evlerin bulunduğu<br />
caddeye/sokağa uğramadan o şehirden ayrılabilirler<br />
mi Sahi, öğrenci evlerinde kalanlar o yılları, o evleri<br />
unutabilirler mi■<br />
78<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
KEMAL BATMAZ<br />
Çocuk için ev<br />
daha çok güvenlik<br />
anlamını taşır.<br />
Oyuncakları ve<br />
alıştığı koku ile<br />
günü geceye<br />
ulaştırabileceği<br />
sıcak ve yer<br />
çekiminin en<br />
az işlediği anne<br />
karnı gibi bir yer<br />
anlamını taşır diye<br />
düşünüyorum.<br />
Çocuk edebiyatı konusunda yakın döneme<br />
kadar başarılı eserler ortaya koyduğumuzu<br />
ve zengin bir birikimimiz olduğunu söyleyemeyiz.<br />
Buna birçok sebep saymak mümkün.<br />
Örneğin “Çocuk edebiyatı mı yoksa çocuklara<br />
edebiyat mı” sorusunun doğru cevaplanıp doğru<br />
kategorize edilememiş olması bunlardan sadece<br />
biridir. Çözümü için ise çocukların doğru gözlemlenmesi<br />
yollardan biri olabilir.<br />
Çocuk eserlerinin çocuk yaşantısından uzak<br />
oluşu ya da yazarlarımızın çocuklarla empati<br />
kurmayışları, yazdıklarının çocukluk hatıralarından<br />
öteye gidemeyişi de sorunlardan bazılarıdır.<br />
Bu sorunlar uzadıkça uzayacaktır. Ancak tüm bu<br />
sorunlar çocuklarımız için bir edebiyat olmadığını<br />
göstermez.<br />
Çocuk edebiyatı gündeme her geldiğinde<br />
kaçınılmaz bir faydacılık düşüncesi eserin merkezine<br />
gelip oturur. Bu da eserin edebî değerini<br />
tartışılır hâle getirir. Çocuk hikâyelerinde ‘çevrenin<br />
hem yalın ve pürüzsüz bir şekilde, hem de<br />
79<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
iyi anlatılması’ esası nitelikli eserlerin oluşturulmasını<br />
güçleştirir. Buna mukabil fayda düşüncesinin<br />
edebîlik ile bir arada işlenebilmesi eserin<br />
ve yazarının değerini artıracağı da dikkatlerden<br />
kaçmaması gereken önemli bir gerçektir. Bu noktada<br />
genel olarak amacımızın çocuk edebiyatının<br />
yetersizliğinden söz etmekten ziyade hâlihazırda<br />
var olan çocuk eserlerinin durumu hakkında bazı<br />
tespitlerde bulunmak ve çocuk edebiyatının önemine<br />
dikkat çekmek olduğunu belirtelim.<br />
Durumun önemini ortaya koyma açısından;<br />
çocuğun okuduğu ya da dinlediği eserden aldığı<br />
anlık mesajlar ile ileride edebî bir zevk oluşturması,<br />
bir estetik duygu geliştirebilmesi, güzel<br />
olanı algılayıp ayırt edebilmesi, bu dönemde alacağı<br />
alt yapı ile oluşup şekillenecektir diye düşünüyorum.<br />
Bilim, ‘çocukluk’ dönemi için genel olarak<br />
2–14 yaş arasını esas almaktadır. Takdir edersiniz<br />
ki 2–14 yaş aralığında çocuğun gelişim süreci<br />
düşünüldüğünde çok uzun bir zaman dilimi olduğu<br />
görülmektedir. Bu sebeple bu aralıkta öngörülen<br />
eğitim boyunca eğitim materyallerinin en<br />
az birkaç defa değiştirilmesi, eğitimcinin araçlarını<br />
yenilenmesi, her yaş gurubu için zincirleme<br />
bir şekilde farklı metotlara başvurulması bir zorunluluk<br />
hâlini alır ki eğitim gerçekleşebilsin.<br />
Çocuk, bebelik evresinden çocukluğa doğru<br />
gelişirken algıları bütünden parçaya, yüzeyselden<br />
derinliğe doğru bir gelişim süreci geçirir.<br />
Çocukluk insanın henüz parçayı tam olarak algılayamadığı<br />
bir dönemdir. Bu hiçbir zaman göz<br />
ardı edilmemeli, eserler de buna göre hazırlanmalıdır.<br />
Çocuk edebiyatı denilince akla ilk gelen türler;<br />
masal, hikâye ve şiirdir. Bu türler içerisinde<br />
yoğun olarak kullanılan iki tür üzerinde duracağız:<br />
Masal ve hikâye.<br />
Masal ve hikâye nesir türünün en eski ve<br />
en çok kullanılan türlerindendir. Vakaya dayalı<br />
eserlerdir. Vakaya dayalı anlatı türlerinde de zaman,<br />
mekân, kişiler, bakış açısı ile dil ve anlatım<br />
özellikleri vakayı tamamlayan unsurlardandır.<br />
Mekân<br />
Yazımızın bu bölümünde çocuk eserlerinde<br />
sadece ‘mekân’a dair bazı tespitlerde bulunacağız:<br />
Çocuk eserlerinin mekânı ifade edişte çocuğa<br />
ne kadar yaklaştığı ya da çocuğun eğitilmesine<br />
ne kadar katkı sağladığının tespiti önemli bir husustur.<br />
Çocuğun oyun alanı ve vaktini geçirdiği iç<br />
mekân ile dış mekân, sokak, cadde, okul vs. hakkında<br />
tespitlerde bulunmak; bu mekânı dolduran<br />
oyuncakların ya da oyuncak yerine geçen araçların<br />
mekân içindeki kullanımları hakkında söz<br />
söylerken zaman zaman masal zaman zaman da<br />
hikâyeleri esas alacağız.<br />
Mekân eserin yapısı içinde bir yer ya da herhangi<br />
bir yer olmanın dışında bir başka amaç için<br />
de kullanılabilir. Yani sanatçının amacına ulaşmasında<br />
vakadan sonraki en değerli araç hâlini<br />
alabilir. Bu durumda yazar, mekân tasvirlerine<br />
ne kadar çok ve dengeli yer verirse vakayı da o<br />
derece etkili ve dengeli ya da tutarlı hâle getirebilir.<br />
Çünkü çocuk eserlerinde mekân ile vakanın<br />
birbiriyle olan ilişkisi çocuğun ileriki hayatındaki<br />
gerçeklik duygusunu oluşturacaktır Çocuk<br />
hayatın gerçeklerini algılamada ileriki hayatındaki<br />
başarısını ya da başarısızlığını edindiği bu<br />
bilgilere borçludur. Özellikle teknolojinin kuşatması<br />
altında çocukluğunu yaşamak zorunda<br />
kalan günümüz çocukları gerçeklik duygusunu<br />
kaybederek ait olduğu ailenin çevrenin ve beraberinde<br />
toplumun travmalar yaşamasına sebep<br />
olmaktadır.<br />
Çocuk hikâyelerinde psikolojik anlamda<br />
mekânı bölümlere ayırmak gerekir. Çünkü iç<br />
mekân ve dış mekânın çocuğun dünyasında ayrı<br />
ayrı yeri vardır. Bu iç mekân karanlık ve kasvetli<br />
ise dış mekândan daha tehlikelidir. Yalnızlığı<br />
çağrıştıran mekânlar çocuğun olumsuzladığı ve<br />
ömrü boyunca da olumsuzlayacağı mekânlardır.<br />
Çocuğun duygu dünyasında yoğun bir korkudan<br />
başka bir anlam ifade etmez.<br />
Ayrıca çocuk hikâyelerinde mekân kavramı-<br />
80<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
nı, mekânı dolduran nesneler ve varlıklar açısından<br />
da ele almak gerekir. Şöyle ki mekânda<br />
güneş, ay, yıldızlar; peri, melek, cüce vb. olumlu<br />
nesneler ile çocuğun yetişmesi boyunca edindiği<br />
ya da dışardan öğretilen dev, canavar, cadı vb.<br />
olumsuz varlıklar yer alır. Aslında bunların çoğu<br />
masal anlatılarına ait unsurlar olmasına rağmen<br />
hayata hazırlanan çocuğun en çok muhatap olduğu<br />
mekân unsurları ya da mekânı dolduran kahramanlardır.<br />
Ancak şimdilerde bu kahramanlar<br />
da yerini kaybetmiştir. Dijital ortamda üretilen<br />
kahramanlar teknoloji yolu ile çocuklara öğretilerek<br />
paket hâlinde verilmekte, böylelikle çocuk<br />
sadece gerçeklik duygusunu değil hayal gücünü<br />
de kaybetmektedir.<br />
Çocuk eserlerinde mekân ilk zamanlarda görmeye<br />
ve tanımaya dayalı iken sonraları hayal ile<br />
şekillendiğinden çoğu zaman yaşanılan mekân<br />
ile örtüşmez. Soyut bir mekân oluşumu söz konusu<br />
olabilir. (masallar)<br />
Çocuk hikâyelerinde mekân unsurları genelde<br />
dış mekân olmakla beraber doğayı dolduran<br />
her türlü varlık da olabilir: rüzgâr, yağmur, dere,<br />
ağaç, böcek, kuş vb. dijital olmamak koşulu<br />
ile… Bu noktada teknoloji karşıtı olduğumuzu<br />
düşünenler olabilir. Bu sebeple sadece teknoloji<br />
değil, insan unsurunu yok etmeye yönelik her şeyin<br />
karşısında olduğumuzu belirtmeyi bir görev<br />
ve sorumluluk saydığımı ifade etmek isterim.<br />
Çocuğun mekânı algılayışı içinde ev sözcüğünden<br />
ne anladığı konusuna gelince; herhâlde<br />
duvarları olan bir yapıdan ziyade sıcaklığı ve<br />
kokusu olan et ile kemik arası bir şey olarak<br />
ifade etmek en isabetlisi olacaktır. Bu sebeple<br />
çocuk için ev daha çok güvenlik anlamını taşır.<br />
Oyuncakları ve alıştığı koku ile günü geceye<br />
ulaştırabileceği sıcak ve yer çekiminin en az<br />
işlediği anne karnı gibi bir yer anlamını taşır<br />
diye düşünüyorum. Çünkü ev denilen o yerde evler<br />
kurarlar, gerçek hayatta gördüklerini o evde<br />
oluştururlar ve yine aynı evde kurdukları evin<br />
babası, annesi ya da yaramaz çocuğu olurlar.<br />
Kurdukları bu evin horozu olup oyuncak arabaları<br />
ve uçakları ile mesafeleri bir kalemde tüketirler.<br />
Kurdukları o küçücük evde büyür büyür ve<br />
büyürler.<br />
İnsanın çocukluk dönemi vakaların tesirinde<br />
tamamlanır. Ve ne yazık ki çocuklarımız mekânın<br />
içinde yaşamazlar vakayı; vakanın içinde mekânı<br />
yaşarlar. Mekân masal geleneğindeki gibi "bir<br />
varmış bir yokmuş” niteliğinde olayı merkezlemekten<br />
başka bir işe yaramaz. Var olan şey<br />
önemlidir nerede, ne zaman ya da nasıl olduğu<br />
pek de önemli değildir. Çocuğunuza anlattığınız<br />
bir hikâyenin sonradan mekânını anlatmasını isterseniz<br />
o size olayı anlatır. ‘Beş N Bir K’ içinde<br />
önemli olan ilk ‘N’dir. Çünkü “Evvel zaman<br />
içinde kalbur saman içinde…”dir<br />
Çocuğun anne karnındaki mekânı metafiziktir,<br />
ancak sonraki de aynıdır 14 yaşına kadar.<br />
Soyuttan somuta bir geçiş yaşanır büyüyen çocuğun<br />
dünyasıyla. Eğer tekâmül tamamlanırsa<br />
tekrar soyuta dönecektir gelişme ve olgunlaşma<br />
ile. Çocuklar akşam olunca sokaktan eve gitme<br />
zamanı geldiğinde, “Evi olan evine, evi olmayan<br />
sıçan deliğine.” der. Bu söz, ya evi olmayan insan<br />
sınıfından değildir anlamına yorulmalı ya da<br />
insan sınıfından olmayanların bile bir eve ihtiyacı<br />
vardır anlamında yorumlanmalıdır.<br />
Çocuğun oyun alanında oluşturduğu<br />
mekânlara baktığımız zaman genellikle kutu gibi<br />
dış duvarları alabildiğine ince ve çocuğun vücudunu<br />
saracak kadar sıkışıktır. Bunun da anne karnına<br />
benzemesi son derece normaldir. Belki biraz<br />
abartılı bulacaksınız ama insan ömrü boyunca o<br />
anne karnındaki sıcak mekânı arar durur.<br />
Çocuğu dış dünyaya açan ‘pencere’lerin soyut<br />
ve somut anlamda hikâye ve masallarda çok<br />
sık kullanıldığını biliyoruz. Vakaya konu olan<br />
birçok şeyi çocuk pencere ya da hayal penceresi,<br />
rüyalar yolu ile görür. Bu sebeple çocuk<br />
hikâyelerinde mekân ne kadar canlı anlatılırsa<br />
anlatılsın-ki böyle değildir zaten- çocuk bunu<br />
olayla doğrudan ilişkilendirebildiği müddetçe<br />
anlamlıdır. Ayrıntıları çocuğun algılayamadığı<br />
düşünüldüğü için pek kullanılmaz.■<br />
81<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
BİZİM SOKAKLARIMIZDI<br />
BUNLAR<br />
Akşamın karanlığı çökünce sokağın yüzüne<br />
Anlardı çocuklar eve gitme zamanının geldiğini<br />
Sonra kısalırdı ve yok olurdu gölgeler<br />
Evlerinin yolunu tutan çocuklar gibi<br />
Eriyen zamanı geri getirmek<br />
Mümkün değildi ama<br />
Sabah olunca çocuklar<br />
Kaldıkları yerden<br />
Devam ederlerdi oyunlarına<br />
Sokağın değişik yüzüydü<br />
Aşina olunmayanların sokağa uğrayışı<br />
Bazense kavgalar doldururdu sokağın göğünü<br />
Bir de kadınların bağırışı<br />
Hele yazın<br />
İnsanın sokaktan ayrılası gelmezdi<br />
Ve tatlı bir esinti dokunduğunda sinelere<br />
Sokaklar bir başka olur<br />
Yürekleri muhabbetle çarpanlar<br />
Eve gitmeyi bilmezdi<br />
<strong>Bizim</strong> sokaklarımızdı bunlar<br />
Neşeyi kahkahayı içlerinde unuttuğumuz<br />
<strong>Bizim</strong> sokaklarımızdı bunlar<br />
Kaygısız ve uçarı<br />
El ele tutuştuğumuz<br />
Oyunlarımız orda kaldı<br />
Saf çocukluk aşklarımız da<br />
Ve<br />
Salkım söğütlerle süslü bahçelerin yerini<br />
Devasa binalar aldı<br />
Şimdi kim ağlar kaybolan sokak seslerine<br />
Mazinin derinliğinde kalan<br />
İnsan nefeslerine<br />
Şimdi kim ağlar<br />
Akşam inince sokağa<br />
Evlerde çizilen mutluluk resimlerine<br />
İSMAİL BİNGÖL<br />
82<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
ŞİNASİ GÜLAÇTI<br />
Beden ruhun kafesi, ev insanın…<br />
Ancak birinde mahpusluk ikincisinde sığınma<br />
var.<br />
Evde dışarıda olamadığımız kadar özgürüzdür.<br />
Dört duvar, bir çatı bir de üstümüze sürgülediğimiz<br />
kapı bize kimselere söyleyemediğimizi söyleme fırsatı<br />
verir; kendimizle baş başa kaldığımızda kimselere<br />
fısıldayamadığımızı fısıldamak gibi.<br />
Biz bütün pencerelerin, bütün kapıların sokağa<br />
açıldığını sanıyoruz; oysa onlar açılmak için olduğu<br />
kadar kapanmak içindir de.<br />
Evden her çıkışımızda dinginliğin ama ayrılığın,<br />
eve her dönüşümüzde yorgunluğun ama kavuşmanın<br />
parmak izini bırakırız kapıya. Eve dönmek, evden çıkmanın<br />
şartıdır. Dönüşte önce kapı sonra arkasındakiler<br />
karşılar bir kapı ve arkasındakilerin uğurladığı gibi.<br />
Bunlar hayatın tekdüzeliğini mi işaret eder Hayır,<br />
bilâkis hayatın devam ettiğini…<br />
Evden elimiz boş çıksak da eve elimiz boş dönsek<br />
de içimizde bir yerlerde dolup boşalan bir şeylerin olduğu,<br />
onu bir şeylerin anlamlı kıldığı muhakkak.<br />
Ev kapısı ile ekmek kapısı arasındaki gidip gelmelerin<br />
ara istasyonlar gibi üçüncü kapılardan girip<br />
çıkmaların günün kaybından değil hayatın kaydından<br />
ibaret olduğunu fark ettiğimiz an mutluluğun şifresini<br />
çözdüğümüz andır.<br />
14.1.Mağara ve ev aforizmaları<br />
Evler biraz bize benzer ya da evlerimizi bize benzetiriz.<br />
Evler, sosyal statümüzün tapularıdır: zengin evi,<br />
yoksul evi, orta tabaka evi… Alt Gelir Toki evi…<br />
Evlerin meslek sahibi olanları var: öğretmenevi,<br />
orduevi, doktor evleri…<br />
Evlerin yaşını başını almış olani var: huzur evi…<br />
Evlerin terbiye ve tecziyeye dair olanları var: halkevi,<br />
ıslahevi, tevkif ve ceza evi…<br />
Evlerin en güzeli: dünya evi.<br />
Evlerin en misafirperveri: Devlet Konukevi…<br />
Atalarımız ne güzel buyurmuşlar : “Dünyada<br />
mekân, ahrette iman.”<br />
Yüksek yapılar, geniş salonlar, iç merdivenler, atlas<br />
halılar, ahşap oymalar, çiniler, kemerler, sütunlar, yaldızlı<br />
endam aynaları, balkonlar, cumbalar, taraçalar…<br />
Piyanolu, matmazelli, mürebbiyeli halayıklı, uşaklı<br />
evler…servet ve mevkiin aşina yüzü, kaşı gözüdür.<br />
Lakin onca makam ve mevkiye rağmen kutsal<br />
mekânların dar ve alçak kapısı bir sultanı dahi rükûa<br />
zorlar, “Haddini bil, tevazuu elden bırakma!”der.<br />
İyi de biz bunca kelamı niye ediyoruz Hatırlatma<br />
83<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
vazifesini ifa için.<br />
14.2.Selim İleri Beyefendi’nin Yaşadığı Evler<br />
31 Ekim 2009 Cumartesi tarihli Zaman gazetesinde<br />
Selim İleri’nin, “Yaşadığım Evler” başlıklı bir yazısına<br />
göz atıyoruz:<br />
“Frankfurt Seyahatnamesi’nin o sayfalarını ben<br />
de çok severim. Hâşim’in Goethe’ye duyulmuş saygı<br />
karşısında hüzünlenişi okura çarçabuk geçer. Hele o<br />
‘mürekkep lekeleri’. Bu korunmuşluk, bu koruyuş “O<br />
Belde” şairinin ruh dünyasını allak bullak eder.”<br />
14.2.1 Faust’un mürekkep lekeleri<br />
Söz Frankfurt Seyahatnamesi’nden açılınca biz de<br />
üşenmeyip eseri şöyle bir karıştıralım istedik.<br />
Frankfurt’a Ahmet Haşim’in penceresinden bir<br />
göz atalım: “Bütün ikinci derece Alman şehirleri gibi<br />
ahalisi saat onda horlayan tatsız bir aile şehri.” olarak<br />
tavsif edilir ancak halkı vefalıdır.<br />
“-Eski şehri gezdin mi<br />
-Goethe’nin evini gezdin mi<br />
…Goethe’yi ölümünden yüz sene sonra ziyaret<br />
edecek iki kişi bile bulunamaz diye düşünüyordum.<br />
Meğer aldanmışım. …Evin içi talebe yaşında çocuklardan,<br />
kızlardan, şık kadın ve erkeklerden, yaşlı<br />
efendilerden meydana gelmiş gayet temiz ve heyecanlı,<br />
büyük bir kalabalıkla dolu idi. Goethe’nin konağı<br />
kuyulu idi… Mutfağın duvarları üzerinde dizili duran<br />
elli altmış tatlı ve pasta kabı annesinin ne sıcak bir ev<br />
kadını olduğunu gösteriyordu. Ev olduğu gibi muhafaza<br />
edilmişti. Şairin hatırası bu evin her tarafında nefes<br />
alıyordu.”<br />
Şimdi gelelim yazının en vurucu kısmına.<br />
“Nihayet şairin çalışma odasına vardık. Kafileye<br />
kılavuzluk eden memur, üstü baştan başa mürekkep<br />
lekeleriyle kaplı eski bir yazı masası önüne gelip de<br />
‘Goethe Faust’u bu masa üzerinde yazdı. Bu lekeler,<br />
Faust’un lekeleridir!’ dediği zaman kalabalığın son<br />
dereceye varan merakı ve heyecanı, ışık halinde gözlerden<br />
taştı. Herkes o mukaddes gölgeleri yakından<br />
görmek için, medenî nezaketi unutarak masaya yaklaşmak<br />
üzere kendine bir yol açmağa çalışıyordu. Bu<br />
hayran gözlerde lekeler, mürekkep lekeleri değil, fakat<br />
bir ebedî lâcivert semada, nâmütenahi yıldız serpintileri<br />
idi.” [1]<br />
1. Bize Göre, Gurebâhâne-i Laklakan, Frankfurt<br />
Seyahatnamesi, Ahmet Haşim, hzl. Mehmet Kaplan, Kültür<br />
Bak. yay. s.184-186, Ank. 1981.<br />
<strong>Bizim</strong> millet müze ziyaretine gitmez. Biz daha çok<br />
kabir ve türbe ziyaretçisiyizdir. Mübarek bayramlarda<br />
mezarlıkları doldurarak merhumun kabir azabını hafifletmek<br />
için Yasin ve Fatihalar okuruz.<br />
14.2.2 Aşiyan Müzesi’nin Ne Kadarı Orijinal<br />
“Derken Aşiyan Müzesi’nin iç yüzüne geçilir.:<br />
Eşya savrulup gitmiş. Müze zaten Fikret’in ölümünden<br />
otuz yıl sonra var olabilmiştir. Şairin kitaplığı<br />
ortalarda yok. Karyola Fikret’in değil ama, onunmuş<br />
gibi sergileniyor. Asıl orijinal möble savrulup gitmiş.”<br />
“Neyse ki yazı masasıyla koltuğu Fikret’in sahte<br />
değil.’Gerçi bunlar bir vakitler Edebiyat Fakültesi’ne<br />
armağan edilmiştir ama Müze kurulurken, Fikret’in<br />
arkadaşlarından birinin anımsamasıyla, Fakülte ambarına<br />
atılmış olan kanepe ve koltuklar oradan çıkartılarak<br />
Müze’ye alınmıştır.’ Salah Birsel’in bütün bunlara<br />
rağmen umutlarını söndürmez…”<br />
14.2.3 6-7 Eylül Kepazeliği<br />
“6-7 Eylül kepazeliğiyle Rum yurttaşlarımızın<br />
İstanbul’u terk etmedikleri zaman dilimiydi…. Komşumuz<br />
Madam – Ah adı neydi!- ellilerine merdiven<br />
dayamışken, o eski kocaman pikaplarda bütün<br />
günler Elvis Presley ve Adriano Celentano dinlerdi,<br />
kömür plakları Atina’daki akrabaları göndermiş.<br />
Celentano’nun “Kiss me good-by”ı bugün de kulaklarımda<br />
yankır.”<br />
O madamın adını nasıl unutursunuz beyefendi!<br />
“6-7 Eylül’den sonra Rum yurttaşlarımız<br />
Cihangir’den, İstanbul’dan parti parti gittiler. Gözyaşlarıyla<br />
örülü ayrılık, veda ediş sahnelerini unutmadım.”<br />
14.2.4 “Özgür Ansiklopedi Vikipedi” der ki<br />
Şimdi gelelim Özgür Ansiklopedi Vikipedi’ye.<br />
Okursanız üslup açısından Selim İleri ile bir örtüşme<br />
olduğunu görürsünüz.<br />
Merak etmeyin, ansiklopedi maddesinin bu kısmını<br />
Selim İleri yazmamıştır; bundan eminiz.<br />
“6-7 Eylül 1955 olayları, Rumların büyük göç<br />
dalgalarıyla ülkeden ayrılmasına neden oldu. Gayrimüslimlerin<br />
büyük bir kısmı için, yaşananlar, Türk vatandaşı<br />
olarak kabul görmediklerinin kanıtı olmuştu.<br />
Hangi parti iktidarda olursa olsun, gelecekte de ayrımcılıklara<br />
maruz kalacakları düşüncesiyle ve kendilerini<br />
güvende hissetmedikleri için, özellikle Rumlar yurtdışına<br />
göç kararı vermişlerdir. Nesiller boyu bu toprak-<br />
84<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
larda yaşamış olan İstanbul’un gayrimüslim yerlileri,<br />
bu gibi davranışlar sonucu evlerini ve anavatanlarını<br />
terk etmek durumunda bırakılmışlardır. Ancak hükümetin<br />
o dönemde kabul etmediği olaylar 1998 yılı<br />
içinde bir meclis önergesi sırasında kabul edildi. Tazminat<br />
değeri olan 70.000 Lira vermeye yanaşmayan<br />
hükümet bu konuyu da hızla örtbas etti. ”<br />
Pekiyi, söz konusu parayı versek Özgür Ansiklopedi<br />
bu maddeyi sayfalarından silecek mi<br />
Ya da Hürriyet gazetesi halktan özür dilese…<br />
Ne alaka derseniz buyurun:<br />
“O dönem Türkiye’de en çok satan gazete olan<br />
Hürriyet, başlığında İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında<br />
bağış toplayarak Kıbrıs Rumlarının ENOSİS<br />
çetelerine gönderdiğini yazıyordu.”<br />
Adım gibi eminim ki bizim Rum azınlığımız asla<br />
böyle bir şey yapmaz. O zamanki çok satan Hürriyet’in<br />
asparagasıdır bütün bunlar.<br />
14.2. 5 Kıbrıs Maraş Bölgesi Trabzon<br />
Caddesi<br />
Kıbrıs’taki Maraş bölgesine Rumların dönmesi de<br />
bizim azınlık vatandaşlarımızın kaygısı değildir. Evlerin<br />
bomboş durması en çok beni tedirgin ediyor. Oraya<br />
bin kadar Kahramanmaraşlı bir o kadar Trabzonlu<br />
gönderip iki mahalle oluştursak, caddelerden birine<br />
Trabzon diğerine Maraş Caddesi adını versek ve ortaya<br />
da İsviçre tarzı bir cami kondursak ne hoş olurdu.<br />
Yoksa işgal mi olurdu Öyle ya, doğulu ve batılı<br />
kimi dostlarımıza(!) göre biz Anadolu’nun işgalcileriyiz.<br />
Bu toprakları kan ve ter dökerek almamış da referandumla<br />
almış gibi tavırlar takınanlar da bunların<br />
mantıkdaşları.<br />
Bu kez Selim İleri’nin Yaşarken ve Ölürken [2] romanından<br />
bir kesit:<br />
“…bu kentte niçin yaşadığımı bilmiyorum. Yoksa<br />
aylak, serseri, işe yaramaz bir adam mıyım ben Ne<br />
zaman yaşayışımı bambaşka özlemlerle birleştireceğim.<br />
Ne vakte kadar bu pisliğin içinde debelenip<br />
duracağız Ve çöpçüler yaşamımız denli çirkefleşmiş<br />
anacaddeyi temizliyorlardı…”(s.188)<br />
Bu sözleri kime söyletelim Güney Kıbrıslı ya da<br />
Türkiyeli bir Rum’a mı, Kuzey Kıbrıslı ya da Türkiyeli<br />
bir Türk’e mi ‘Yaşamını bambaşka özlemlerle<br />
birleştiremeyen’ o kadar insan var ki şu dünyada!<br />
Biz her halükârda yazarımızın Bir Akşam Alacası [3]<br />
2. Selim İleri, Yaşarken ve Ölürken, Everest yay. İst. 2009.<br />
3. ________, Bir Akşam Alacası, Everest yay. İst.2010.<br />
adlı romanında yer alan “Bir uygarlığı aramak ve beslemek<br />
zorundayız.”(s.104) dileğine katılıyoruz. Aynı<br />
eserin sonunda yer alan bir röportajında [4] söylediklerine<br />
katıldığımız gibi: “Ve ben hâlâ umuyor, inanıyorum<br />
ki, güncel çirkin siyaset aradan çekildiğinde, bu toprağın<br />
insanı inanılmaz uygar! Beş bin yıldan bu yana.”<br />
Türkler, öğünmek gibi olmasın ama, Anadolu toprağındaki<br />
beş bin yıllık sürecin en asli, en asil, en şerefli<br />
unsurları ve ev sahipleridir.<br />
14.3 Türk geleneği Türk mahallesi<br />
Evden bahsedildiği yerde mahalleden bahsedilmezse<br />
olmaz.<br />
<strong>Bizim</strong> mahalle anlayış ve ahlakımız, mahalle arkadaşlığımız<br />
elbette yine bize özgü. <strong>Bizim</strong> mahalle arkadaşlıklarımızın<br />
birçoğu öyle ilerler ki bunun bir adım<br />
ötesi uğrayarak mahalle akrabalığıdır.<br />
Merhum Samiha Ayverdi Hanımefendi’nin İbrahim<br />
Efendi Konağı’na bir göz atalım.<br />
“Binlerce yıllık gelenekleşmiş Türk Psikolojisi,<br />
bir merkez etrafında toplanmayı çok sevmiştir. Tâ atlı<br />
medeniyet çağlarında yüzlerini Şark’a da Garb’a da<br />
çevirmiş olan Hun, Uz, Peçenek ve Kıpçak akınlarının<br />
muvaffakiyetleri, ancak kuvvetli bir reise sâhip olmak<br />
tâlihine eriştikleri zaman tahakkuk etmiştir.”<br />
Gittikçe demokratikleşen toplumlarda aile reisi<br />
karı mı koca mı olmalı tartışmaları yasama organlarını<br />
zora soktuğundan kuvvetli reislerin çıkması mümkün<br />
gözükmüyor. Mümkün mü derseniz, bunun cevabını<br />
herhâlde ben veremem. Önce-tabii bulursanız- “…….<br />
hanım diyor ki” lerle söze başlayan siyasetçilere sorun.<br />
Söz konusu eserde mahallenin kuruluş felsefesine<br />
göndermeler de yer alır:<br />
“Bir mahalle, cemiyet bünyesi içinde sağlam bir<br />
hücre, üreme ve devam vazifesini bir ibadet kutsiyetiyle<br />
üstüne almış bir kale demekti.”<br />
“…Böylece de çeşmesi, sebili, imâreti, medresesi,<br />
meydanı, ağacı ve çarşısıyle mahalle, bir amme hizmetleri<br />
müesseselerinin sosyal ve bediî dekoru içinde,<br />
uzlaşmış ve anlaşmış, bir bütün olmuştur.”<br />
Bence yukarıda vurgulanan mahalle<br />
“bütünlüğü”nün korunması ve geliştirilmesi noktasında<br />
acilen bir sokak ve mahalle açılımına ihtiyacı var.<br />
Aksi hâlde Madam Bovary’nin muhterem kocası<br />
Charles’ın sözleri gibi kaldırımlar daha çok aşınacak.■<br />
4. ________, age., s. 304.<br />
85<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
İHSAN YAŞA<br />
Şehir insanını<br />
bencilleştiren,<br />
gerginleştiren ve<br />
çevresiyle her an<br />
kavga edip kalp<br />
kırmaya hazır<br />
bir hâle getiren<br />
faktörlerden<br />
biri de günlük<br />
telaş, endişe ve<br />
medyanın devamlı<br />
gündemde tutuğu<br />
süfli arzu ve<br />
zevklerdir.<br />
Şehirlerin insana verdiği değişik bir karakter<br />
ya da şehirliye mahsus bir davranış biçimi<br />
var mı Veya köyde, kasabada yaşayan insanlarla<br />
şehirde yaşayanlar arasında hâl ve hareketlerde,<br />
kişilikte, hayata ve olaylara bakışta ne gibi farklar<br />
var<br />
Köylük yerlerde olmayan yüksek apartmanların,<br />
büyük tarihî eski binaların, ışıltılı kalabalık<br />
caddelerin, tanınmadık yabancı yüzlerin, tespih<br />
gibi dizilen renk renk arabaların, korna seslerinin,<br />
egzoz dumanlarının, kalabalık ve gürültü kirliliğinin<br />
insan kişiliği üzerinde bir miktar etkisi olduğu<br />
muhakkak. Şehirde bulunan çarşıların, albenili giyim<br />
kuşam ürünlerin, göz kamaştıran parlak avizelerin,<br />
vitrinlerdeki renkli, süslü oyuncakların,<br />
ağız sulandıran çikolata, şeker ve envai yiyeceklerin,<br />
yarı çıplak bayan ve erkek maketlerin veya<br />
caddede dolaşan makyajlı, açık, köydekilere göre<br />
kısa giyimli bayanların ve daha nicelerinin insan<br />
ruhunda bazı teheyyüçler meydana getirmesi de<br />
mümkündür.<br />
Ama bizim asıl merak ettiğimiz ve üzerinde<br />
86<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
durmak istediğimiz, şehirdeki kültürel atmosferin<br />
ve yaşama biçiminin insan üzerindeki tesirleridir.<br />
Ayrıca köyde sürekli olarak bildik simalarla beraber<br />
olan bir insanın, şehirde hiçbir tanıdık yüzle<br />
karşılaşma ihtimali olmadan, dolayısıyla dünyevi<br />
manada kendisini kontrol altında hissetmeden dolaşırken<br />
hangi duygu ve düşünceler içinde olduğudur.<br />
Bu anlık özgürlük ve serbestliğin şehre yeni<br />
gelmiş taşralı üzerindeki etkisini, bu durum süreklilik<br />
arz ettiği takdirde, yani o kişi şehirde devamlı<br />
oturan biri hâline geldiğinde, söz konusu olan hür<br />
ve serbest hayatın kişinin şahsiyeti ve davranışları<br />
üzerinde ne gibi değişiklikler meydana getirdiğini<br />
de çoğu kere düşünmüşüzdür.<br />
Sinema, tiyatro ve eğlence merkezlerinin olmadığı<br />
ortamlarda yetişenler ile bu sanatların bulunduğu<br />
ortamlarda yetişenlerin kişilik, davranış<br />
ve zevkleri arasında da mutlaka belirgin farklar<br />
vardır. Diğer sanat dallarıyla (musiki, resim, heykeltıraşlık<br />
vs.) ilgilenmek, edebiyat ve kültürel<br />
faaliyetlerde bulunmak ve başka sosyal aktivitelere<br />
katılmak da muhakkak ki, insanlar üzerinde<br />
farklı bir tesir icra edecektir. Onların da davranış<br />
ve karakterler üzerindeki olumlu ya da olumsuz<br />
rolü olacaktır.<br />
Hülasa, yukarıda örneklerini verdiğimiz, köy<br />
veya kasabalarda olup da şehirlerde olmayan, ya<br />
da şehirlerde olup da köy ve kasabalarda bulunmayan<br />
fırsat ve imkânların insanları şu veya bu<br />
istikamette etkilediğine hep inanmışızdır. Daha<br />
ziyade Sosyal Psikolojinin meşgul olduğu bu<br />
gibi konular merakımızı hep celp etmiştir. Bu iki<br />
kesimin herhangi birine üstünlük veya düşüklük<br />
payesini vermeden hemen şunu söyleyebiliriz ki,<br />
iki ayrı sosyal muhitten gelen bu insanların birbirlerinden<br />
istifade edebilecekleri pek çok özellikleri<br />
vardır. Biz bunlardan birkaç örnekle konuyu biraz<br />
açalım.<br />
Şehirdeki insanlarla köydekilerin<br />
bazı özellikleri<br />
Şehirdekiler daha ziyade bireysel hayat biçimini<br />
benimsemişler. Bu bir tercih mi, yoksa farkında<br />
olmadan içine düştükleri ve mecburen yaşadıkları<br />
bir durum mu Bu hususta kesin bir şey söylemek<br />
zor. Belki de içtimai hayatın zaruretlerinden biri<br />
olan başkalarının maddi ve manevi sıkıntılarına<br />
ortak ve destek olmak için yeteri kadar vakitleri<br />
ve imkânları yoktur. Artık geçim sıkıntısından mı,<br />
gelecek kaygısından mı, yoksa günlük koşuşturmanın<br />
tesirinden midir, şehirde herkes kendi derdine<br />
düşmüş gibidir. İnsanlar sadece kendini düşünmekte,<br />
sadece ailesiyle ilgilenmektedir. Oysa<br />
köylük yerde yaşayanlar maddi varlığı iyi olmasa<br />
da, karınca kararınca birbirlerine sürekli destek<br />
olmakta, dayanışmayı en üst seviyede tutmayı becerebilmektedirler.<br />
Mesela bir köy veya kasabanın<br />
sokağında kimsesizlikten dolayı insanların öldüğü<br />
vaki olmamıştır. Köylük yerde deliler, özürlüler,<br />
kimsesizler, yoksullar yıllarca beslenirler. Şehirdeki<br />
insanda ne böyle bir sabır ne de böyle içten<br />
gelecek bir fedakârlık mevcuttur.<br />
Hayata ve insanın yaradılış gayesine bakış<br />
köydekilerde daha nettir. Kâinatı, Yaradanı, cemiyeti,<br />
kendi hâllerini, öbür dünyayı etraflıca<br />
düşünmeye (tefekkür) vakit ayırabildiklerinden<br />
olsa gerek, bu fani dünyaya fazla bağlanmak istemezler<br />
ve dünya malı için aşırı hırslanmayı doğru<br />
bulmazlar. Aşırı hırsın başkalarına zarar verdiğini<br />
anlamışlardır. Yaşadığımız dünyanın, öteki ebedî<br />
dünyayı kazanmak için geçici bir konaklama yeri,<br />
bir han olduğuna inanırlar. Ölümün her an, herkes<br />
için mümkün olabileceğini düşündüklerinden<br />
ve böylesi bir durumda köydeki akrabaların veya<br />
diğer insanların çoluk çocuğuna sahip olacaklarından<br />
emin oldukları için, vefat hâdiseleri veya<br />
diğer felaketler karşısında metanetini koruyabiliyorlar.<br />
Zaten ölümü ‘bir yok oluş’ olarak değil de<br />
bir dünya değişikliği ve hakka yürüme olarak görüyorlar.<br />
Bir ölüm vakası karşısında şehirdekilerin<br />
çoğu gibi -istisnalar dışında- saçını başını yolarak,<br />
onu bunu suçlayarak, âdeta bir isyan duygusu<br />
içine girmezler. Gök kubbe başına yıkılmış, her<br />
şeyini kaybetmiş gibi bir boşluk içine düşmezler.<br />
“Veren de, alan da Allah’tır, demek ki vadesi<br />
dolmuştur…” diyerek kolayca teselli bulurlar. Şehirdeki<br />
insanlar kadar yıkılmaz, kendilerini harap<br />
etmezler. Depresyona girdikleri nadirdir. Kısa zaman<br />
içinde hayata avdetle kaldıkları yerden işlerine<br />
devam ederler.<br />
Gönül zenginliği, insani özelliklere sahip<br />
olma, huzuru ve mutluluğu yakalama bakımından<br />
köylülerin daha donanımlı olduğu görünmektedir.<br />
Olaylar karşısında soğukkanlılığı muhafaza etme,<br />
sabırlı olma, her meseleye temkinli yaklaşma gibi<br />
melekeler de gene köylülerde daha fazla gelişmiş-<br />
87<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
tir. Aklıselim ve kalbiselimleri sayesinde köylüler<br />
daha tutarlı davranışlara sahiptirler. Siyasetçilerin<br />
ve sosyal bilimcilerin sık sık ‘halkın engin sağduyusu‘<br />
dedikleri şey, galiba şehirlilerden ziyade<br />
köylülerde görülen bu güçlü meziyetlerdir. Aslında<br />
şehirlilerde de eskiden bu hasletler vardı ama<br />
dünyadaki ve ülkemizdeki insanların pek çoğunun<br />
medyanın ve sanal âlemin tesiri altında kalarak<br />
âdeta robotlaşmaya doğru gitmeleri yüzünden,<br />
hislerinin ve insanî özelliklerinin bir kısmını kaybetmişlerdir.<br />
Bu olumsuz gidişe bir çare bulunmadığı<br />
takdirde televizyon ve internetin menfi etkileri<br />
sebebiyle köylülerin de uzun vadede bozulması<br />
mümkündür.<br />
Şehirdeki sosyal hayatın gevşemesinden dolayı,<br />
saldırganlık, kavga, geçimsizlik, okuldan<br />
kaçma, hırsızlık, ırza geçme, sapıklık, uyuşturucu<br />
madde bağımlılığı, soygun ve cinayet gibi pek çok<br />
suç köydekilere nazaran artmıştır. Suç oranlarının<br />
köyde daha az görülmesinin sebeplerinden biri,<br />
çocukların önünde kötü değil, iyi örnek teşkil eden<br />
olgun insanların bulunması olduğunu sanıyorum.<br />
Çünkü davranışlar da diğer bazı hastalıklar gibi<br />
bulaşıcıdır. Anne babaların ve diğer büyüklerin<br />
bazı iyi davranışları gibi kötü davranışları da çocuklar<br />
ve gençler tarafından kapılır ve aynen taklit<br />
edilir. (İnsanların anne ve babalarına benzemesinin<br />
irsiyetten başka, bir diğer sebebi de budur)<br />
Köylük yerdeki insanlar konuşmaktan ziyade<br />
dinlemeyi tercih ederler. “Söz gümüş ise sükût altındır.”<br />
düsturu en çok köylülerde görülür. Belki<br />
bundan dolayıdır ki köydeki çocuklar büyüklerin<br />
yanında konuşmaktan âdeta utanır, çekinirler. Hatta<br />
bu suskunluk bazen ölçüyü aşan bir dereceye<br />
vardığı için köy gençleri zaman zaman kendilerini<br />
ifade etmekte yetersiz kalıyorlar.<br />
Oysa şehirde yaşayan günümüzün çocukları<br />
ve büyükleri -eski kuşaklardan farklı olarak- dinlemekten<br />
ziyade fazla konuşmaya alışmışlardır.<br />
Bu yüzdendir ki, birçok konudaki bilgileri yüzeyseldir,<br />
hatta söylediklerinin bir kısmı: ‘çok konuşan<br />
çok yanılır.’ misali yanlıştır. Genel kültür ve<br />
ansiklopedik bilgi bakımından şehirdeki insanın<br />
kafası belki daha doludur ama muhakemeleri, meselelere<br />
çok yönlü bakma yetenekleri zayıf olduğu<br />
için beyinlerindeki bilgileri yerli yerinde ve doğru<br />
bir şekilde kullandıkları söylenemez. Çünkü izan<br />
ve irfan eksik. Çoğu zaman olaylara tek pencereden<br />
bakıp sadece gördükleriyle yetinirler. Meselelerin<br />
arka planında neler olabileceğini, görünenin<br />
gerisinde görünmeyen faktörleri düşünme, hesaba<br />
katma kabiliyetleri az. Şehirdekilerin insanları değerlendirme<br />
ölçüleri de değişiktir. Kişilerin şık ve<br />
uyumlu giyinip giyinmediğine, düzgün konuşup<br />
konuşmadığına, aksanına, maddî varlığına, görgüsüne<br />
fazla önem verirler. Köyde ise bunlardan<br />
ziyade kişilerin özüne, huyuna, niyetine, kısacası<br />
dışına değil içine bakılır.<br />
Çabuk sinirlenip hemen ağız kavgasına tutuşan,<br />
çabuk alınganlık gösteren, tez heyecanlanıp<br />
ani tepkiler veren, hiçbir şeyi yeterli görmediği<br />
için tam olarak tatmin olmayan, daima daha fazlasını<br />
isteyen şehir insanına karşılık, köy insanı daha<br />
sakin, mütevekkil, kanaatkâr, tefekkürü elden bırakmayan<br />
huzurlu bir yapıya sahiptir. Köy veya<br />
kasabadakiler kanaatkâr oldukları için elindekilerle<br />
ve bulduklarıyla yetinirler, dolayısıyla daha<br />
mesutturlar. Dünyaya fazla tamah etmezler; aşırı<br />
tüketici değillerdir. Şehirdekiler gibi üst baş, ev<br />
eşyası, araba ve evini sık sık değiştirmezler. Muhtemelen<br />
bu özelliklerinden dolayı teşebbüs ruhları<br />
ve yaratıcılık kabiliyetleri şehirdekiler kadar kuvvetli<br />
değildir. Bütün insanlar köyde yaşamış olsaydı,<br />
bilim ve teknoloji belki gene ilerlerdi ama<br />
herhâlde bugünkü hızla değil. Şehir insanındaki bu<br />
girişimcilik ve yaratıcılık ruhu ile köy insanındaki<br />
bu sükûnet, tevekkül ve huzur aynı kafada bulunsaydı,<br />
bu ince denge sağlanabilseydi, işte o zaman<br />
dünyada, hem teknoloji, hem de insana mutluluk<br />
veren hususlarda daha büyük gelişmeler olur, fert,<br />
aile ve insanlığın saadeti gerçekleşebilirdi.<br />
Şehir insanını bencilleştiren, gerginleştiren ve<br />
çevresiyle her an kavga edip kalp kırmaya hazır<br />
bir hâle getiren faktörlerden biri de günlük telaş,<br />
endişe ve medyanın devamlı gündemde tutuğu<br />
süfli arzu ve zevklerdir. Kıskançlık da aynı sebeplerden<br />
kaynaklanmaktadır. Köydekilerin aksine<br />
şehirdeki insanların hemen her davranışının altında<br />
tatmin olmayan duygular, gösteriş ve şatafatın<br />
izlerini bulmak mümkündür. Nasıl eğleneceğim,<br />
nereye takılacağım, sınır tanımayan nefsimi nasıl<br />
tatmin edeceğim veya kişi geçim sıkıntısı çekiyorsa<br />
nasıl para kazanacağım, nasıl ay sonunu getireceğim,<br />
çocukların tahsili ne olacak gibi düşünceler<br />
sürekli kafasını meşgul etmektedir. Kentli bu<br />
zihinsel yorgunluklarla boğuşurken bir de bakar ki<br />
88<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
gün bitmiş, ay bitmiş hatta ömür bitmiştir. İnsanî<br />
meseleleri, toplumun ve ülkenin geleceğini, ezelî<br />
ve ebedî davaları hatırlayacak vakti ve takati kalmamıştır<br />
artık.<br />
Bilim, sanat, edebiyat ve kültür alanlarındaki<br />
diğer gelişmeler, şüphesiz şehir hayatı sayesinde<br />
olmaktadır. Zira köy ve kasabalarda bu atmosfer<br />
ve imkânların bulunması kabil değildir. Ayrıca fikir<br />
erbabı insanlar, bilim, sanat ve kültür adamları<br />
şehirlerde bulunmaktadır. Dolayısıyla üst seviyedeki<br />
fikir münakaşaları, konferanslar, sergiler,<br />
bilimsel kongre ve seminer gibi çalışmalar ancak<br />
şehirlerdeki üniversitelerde ve kültür mahfillerinde<br />
mümkündür. Bu faaliyetlerin, ilgilenenlere kazandırdığı<br />
genel kültür, bedii güzellikleri tanıma,<br />
vizyon ve yaratıcılık kabiliyeti şüphesiz şehirlinin<br />
artılarındandır. Gene şehirlilerde daha fazla bulunduğunu<br />
sandığım uyanıklık ve girişkenlik gibi<br />
üstün meziyetler, sadece şahsî menfaatler için değil<br />
de toplumun ve milletin yararı istikametinde<br />
kullanıldığı takdirde, kentli için artı bir değer olarak<br />
kabul edilebilir.<br />
Bütün bu faktörlerin insanların zihniyet yapısına,<br />
dünya görüşüne, görgü ve zevklerine, hatta<br />
ruhî ve fikrî kişiliğine tesir etmemesi mümkün<br />
değildir. Dolayısıyla bu iki kesimin davranışları<br />
arasında bir fark olması tabiidir.<br />
Fizikî çevre, coğrafya ve iklimin de insan karakteri<br />
üzerinde bir miktar etkisinin olduğu bilinmektedir<br />
ki, bu Ekolojinin mevzuu olup ayrı bir<br />
şeydir.<br />
Köy yaşantısından uzaklaşıp şehir hayatının<br />
içine katılan insanların, yukarıda belirtmeye<br />
çalıştığımız bazı özelliklerini kaybederek, yeni<br />
davranış biçimlerini kazanmaları genellikle bir<br />
tereddüt ve bocalamadan sonra gerçekleşmektedir.<br />
Yeni hayat tarzına karşı evvela bir direnme olmakta<br />
ama bir süre sonra söz konusu değişim ve<br />
dönüşüm yaşanmaktadır. Keşke bu süreçte insanlar<br />
köyde iken sahip oldukları erdemlerini kaybetmeden,<br />
kişiliklerini şehir hayatının verdiği estetik<br />
duygular, ufuk açıcılık, girişimcilik ve yaratıcılık<br />
ruhuyla taçlandırabilselerdi.<br />
Bu iki kesimin zihniyetini ve kişiliklerini karşılaştıran,<br />
zaaflarını ve üstünlüklerini işleyen,<br />
olumlu taraflarını öne çıkaran ama aynı zamanda<br />
sanat kaygısı da taşıyan gerçekçi bir roman okumayı<br />
ne kadar çok isterdim.■<br />
<strong>EV</strong><br />
Ev, ne kadar güzel evdir,<br />
İçinde huzur olursa.<br />
Gönüller alev alevdir,<br />
Cumhuru cumhur olursa!<br />
Bin çile-dert bu hayatta;<br />
Her işaret tabiatta.<br />
İz iz belirir sanatta;<br />
Aşk, billûr billur olursa!<br />
Gün dönüp ışık sönünce;<br />
Renkler, tek renge dönünce;<br />
Yönler sonsuzun yönünce;<br />
İman nefse sur olursa!<br />
Kıvranışın ve yanışın,<br />
Pırıl pırıl için-dışın.<br />
Ve gönülden yalvarışın<br />
Özünde umûr olursa<br />
Mesut, rahat, güçlü, zinde:<br />
Yol aranmaz ise kinde.<br />
Sevgi örülür kabinde<br />
Bir ilahi nur olursa!<br />
Dolsun neş’e, coşku civar;<br />
Şahlan artık, uç şehsuvar!<br />
Cihânı güzellik sarar<br />
Türk evi mamur olursa!<br />
M. HALİSTİN KUKUL<br />
89<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Hastanede<br />
bir sabah<br />
ÜMİT FEHMİ SORGUNLU<br />
Bir yaz gününün aydınlık sabahlarından biriydi. O gün Devlet Hastanesi'nin bütün poliklinikleri<br />
erkenden dolmaya başlamıştı. Ultrason bölümünün önü de diğer kısımlar<br />
gibi kalabalıklaşmaya başlamıştı.<br />
Üç gün önce aldığım randevu kâğıdını sekretere uzattım. Umarsız bir biçimde elimdeki<br />
kâğıdı alıp bilgisayara baktı. Sonrada birtakım tuşlara basıp yazıcıya gönderdi. Çıktıyı aldı,<br />
yüzüme bile bakmadan bana uzattı.<br />
- Buyurun beyefendi 4 numaralı oda, 5. sıradasınız. Sıramatiği takip edin lütfen.<br />
Sekreterlikten ayrılıp 4 numaralı odayı buldum. Sıramatiği iyi takip edebilmem için karşısındaki<br />
sandalyelerden birine oturdum. Hemen yan tarafımda bir delikanlı ile genç kız oturuyordu.<br />
Ben oturur oturmaz delikanlı bana yanındaki kıza hava atmak ister gibi afili bir bakış<br />
fırlattı. Kardeşi ya da nişanlısı olmalıydı. Kara, hafif etine dolgun, orta boylu bir kızdı. Delikanlı,<br />
elinde tespih, ayak ayaküstüne atmış, gelen geçen erkekleri yanındaki kıza bakıyorlar<br />
mı bakmıyorlar mı diye sürekli kontrol ediyordu. Göz ucuyla beni süzdükten sonra, kendileri<br />
için zararsız birisi olacağıma kanaat getirmiş olmalı ki, bakışlarını üzerimden alıp kalabalığın<br />
arasında amaçsız gezdirdi.<br />
Henüz doktorlar gelmediği için sıramatikler çalışmıyordu, ama her gelen kendi gireceği<br />
odayı iyi görebilecek sandalyelerde birer ikişer yerlerini alıyorlardı. Bir kısmı da ayakta gezinmeyi<br />
tercih ediyordu. Yaşlı, kirli sakallı, kasketli bir adam, ilkokul çocukları gibi bir kusur<br />
işlemekten korkarcasına yanındaki çocuğun ellerini sıkı sıkı tutmuş, bir numaralı odanın<br />
yanında dikiliyordu. Esmer cılız bir çocuk. Torunu olmalıydı. İğreti, isteksiz bakışlarla etrafı<br />
süzüyordu.<br />
Bir numaralı odanın kapısı açıldı ve bir hemşire çıkıp doğruca adama yöneldi.<br />
- Çocuk kaç yaşında<br />
Adam çekinerek sessizce konuştu. Bulunduğum yerden ne söylediğini duymamıştım. Ama<br />
hemşirenin çıktığı odaya yüzünü bile dönmeden bağırmasından herkes çocuğun yaşını öğrenmiş<br />
oldu.<br />
- Beş!<br />
90<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Anlık bir süre bekledi. İçerden hiçbir ses gelmeyince, yine odaya arkası dönük olarak bağırdı.<br />
- Beş yaşında!...<br />
Yine ses alamayınca bu kez odaya dönüp yürümeye başladı.<br />
- Çocuk beş yaşında! Ya Gülşen uyuyor musun be!.. İşledin mi<br />
Hemşire çıktığı odaya tekrar girdi. Sonra tekrar çıktı ve sekreterliğe doğru yürüdü. Giderken<br />
de yaşlı adama:<br />
- Tamam amca, dedi. Doktor gelince önce senin çocuğu alacaklar, acilmiş.<br />
Bu arada tekerlekli bir sandalyeyi sürerek yetmiş beş seksen yaşlarında uzun beyaz sakallı<br />
bir adam bir numaralı odanın kapısının önüne geldi. Eğilip sandalyede oturan yaşlı kadının<br />
kulağına bir şeyler söyledi. Sonra da odayı parmaklarıyla tıklattı. Çıkan hemşireye elindeki<br />
kâğıdı uzattı. Hemşire şöyle bir baktıktan sonra:<br />
- Tamam amca, henüz doktorlar gelmedi. Gelince önce senin hastanı alacağız.<br />
Demek her numaranın bir acili oluyormuş. Bakalım 4 numaralı odanın acili kim Henüz<br />
gelmediğine göre belki de yoktur.<br />
Saatime baktım 9 a 5-6 dakika vardı. Ultrason odalarının bulunduğu ara bölüm yaşavaş<br />
yavaş dolmaya başlamıştı. Bu arada bizim bıçkın delikanlının yanındaki kız başını erkeğinin<br />
omzuna koymuş, el ele bir pozisyonda, fısıldaşıyorlardı. Böylece kardeş olmadıklarını anlamıştım.<br />
Bir ara delikanlı elindeki tespihi düşürdü. Kız hemen eğilip aldı ve gülerek nişanlısına<br />
uzattı. İkisinin de ilkbaharı henüz başlıyordu.<br />
Karşımdaki sıralarda oturan altı bayanın beşi başörtülü, biri açıktı. Kendi aralarında gülüşüyorlardı.<br />
Hele içlerinde biri vardı ki, taze gelin olduğu yanındaki yaşlı kadının ha bire<br />
çekiştirip bir şeyler söylemesinden anlaşılıyordu. Başörtüsünün çevrelediği esmer yüzü makyajsız<br />
olmasına rağmen o kadar güzeldi ki, sanki bir film artisti rol icabı başını örtmüş, gelip<br />
o sandalyelere oturmuştu. Kaynanasının yanında fazla gülemiyordu, ama yanındaki kadınlara<br />
tebessümlerle bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.<br />
Genç bir delikanlı tekerlekli sandalyelerden birinde taşıdığı, iki büklüm hasta bir kadını<br />
sürerek geldi ve 4 numaranın önünde durdu. Nihayet bizim odanın acili de gelmişti. Gencin<br />
sakalları daha yeni yeni çıkmaya başlamıştı. Lise talebesi olmalı diye düşündüm içimden.<br />
4 numaranın kapısı açıldı. Bunu fırsat bilen genç elindeki kâğıdı hemşireye uzattı. Hemşire<br />
kâğıdı aldıktan sonra bir hastaya bir de delikanlıya baktı.<br />
- Tamam, dedi, doktorlar gelmek üzere,bir yere ayrılmayın.<br />
Saatime baktım 9'u çeyrek geçiyordu ama henüz doktorlardan hiçbiri gözükmüyordu. İçeri<br />
iyice kalabalıklaşmıştı. Bir kısım hasta merakla koridordan tarafa bakarak doktor bekliyordu.<br />
Nihayet beyaz önlüklü iki kişi gözüktü. Biri 1 numaraya, diğeri de 4 numaraya girdi. Gayriihtiyari<br />
gülümsedim. Aradan beş dakika kadar geçtikten sonra sıramatikler çalışmaya başladı.<br />
Ancak numara yazmadı. Her iki odanın da acilleri içeriye alındı. Sonra sırayla diğer odaların<br />
doktorları geldiler. Üç ve beş numaraların acili olmadığı için, kapıların üzerindeki rakamlar<br />
melodiye benzeyen mekanik bir sesle işlemeye başladılar. Kapının üzerinde kırmızı rakamlarla<br />
005 rakamını görünce yerimden kalktım.<br />
Doktorun karın bölgemi elindeki aletle iyice tetkik ettikten sonra:<br />
- Tamam bir şeyin yok gidebilirsin. Hemşire hanımdan raporunu al, doktoruna götür, sesiyle<br />
birlikte rahat bir nefes alıp oh çektim. Yerimden kalkıp üstümü başımı düzeltmeye başladım.<br />
Dışarı çıktığımda güneş hastaneden çıkan bütün insanları alnından şefkatlle öpüyordu. Güneşe<br />
gülümseyerek polikliniklere doğru yöneldim. ■<br />
91<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
A. FARUK GÜLER<br />
Anadolu insanının yüzlerce yıllık<br />
mazisine tercüman olacak;<br />
denizin çağrısına, bozkırın sesine kulak<br />
verecek hikâyelere yaşadığımız şu günlerde<br />
o kadar çok ihtiyacımız var ki. Siyasi<br />
düşüncelerin uzağında insanımızın<br />
saf, temiz ve bir o kadar içten, çileli dünyasını<br />
Türkçenin duru, akıcı üslubuyla<br />
anlatan eserlerin azlığından yakınırken<br />
İmdat Avşar’ın “Çiğdemleri Solan<br />
Bozkır”ı yeni bir soluk getirdi hikâye dünyasına.<br />
Kıymetli şair Ali Akbaş ağabeyimizin yazmış<br />
olduğu takdim yazısı da hikâyeler kadar güzel ve<br />
bir o kadar düşündürücü. Bozkır kültürüne sahip<br />
bir milletin gün geçtikçe kendine yabancılaştığı bir<br />
dönemde hikâyelerdeki kahramanların millî-manevi<br />
değerlere bağlı fakat değişen hayata alışamamış hayat<br />
hikâyelerine eserde yer verilmekte.<br />
Yazar, değişen toplum ve değişen kültür karşısında<br />
kendilerine yabancılaşan bu insanların şahsında<br />
unutmaya yüz tuttuğumuz değerlerin tıpkı hikâye<br />
kahramanları gibi birer birer aramızdan ayrıldığını<br />
göstermekte. Okuyanı hikâyenin atmosferine çabuk<br />
bağlayan ve karakterlerle bir samimiyet kurduran<br />
yazar Hamdi Kirve gibi, Muhterem gibi toplumun<br />
dışında kalmış garibanların iç dünyalarını bütün çıplaklığıyla<br />
ve sıcaklığıyla o kadar güzel<br />
anlatmaktadır ki elden bırakılmadan bir<br />
solukta okunabilecek bir kitap çıkıyor<br />
karşımıza.<br />
Ömer Seyfeddin’den Sait Faik’e, Bahaeddin<br />
Özkişi’den Haldun Taner’e Türk<br />
edebiyatının önemli hikâyecilerinin<br />
eserlerini okurken zihinlerimizde yer<br />
alan hafif buruk ama lezzeti dimağlarımızda<br />
kalan hikâyelere bu eserde de<br />
rastlamaktayız. Cümlelerindeki ustalık, benzetmelerinde<br />
yer alan orijinalite yazarın üslup sahibi olduğunu<br />
daha ilk sayfalardan belli etmekte. Sözcüklerin<br />
yöresel söyleyişlerle metnin içinde yer alması iğreti<br />
olmaktan öte kahramanın sosyal konumu ile orantılı<br />
olduğundan yazar bu hususta da hayli başarılı. Bazı<br />
hikâyelerde kullanılan yöresel deyimler, o bölgenin<br />
insanı olmayan okuyucular için bir sıkıntı oluştursa<br />
da Türkçenin zenginliğini eserin içine yansıtma açısından<br />
oldukça güzel.<br />
"Çiğdemleri Solan Bozkır", bizi bizden biri olarak<br />
anlatan bir yazarın kaleminden dökülen sessiz çığlıkları<br />
yansıtıyor. Bu çığlıklara kulak verecek okuyucular<br />
için raflarda yerini çoktan aldı bile.<br />
Çiğdemleri Solan Bozkır, İmdat AVŞAR, Ötüken<br />
Yayınları, İstanbul, 2009<br />
92<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
NAMIK YUSUF<br />
AKENGİN, Yahya, Dönüş Acıları, Akçağ Yay, Ank.<br />
2009<br />
________, Oğuz Dede, Akçağ Yay, Ank. 2009.<br />
________, Yaralı Dağlar, Akçağ Yay., Ank. 2009.<br />
________, Sarkaç, Akçağ Yay., Ank. 2009.<br />
________, Özlem Yokuşları, Akçağ Yay., Ank. 2009.<br />
________, Aşka Verilmiş Muhtıra, Akçağ Yay., Ank.<br />
2009.<br />
________, Hücumdadır Mezar Taşları, Akçağ Yay.,<br />
Ank. 2009.<br />
________, Eski Çarıklar-Enver Paşa ve Büyük Ümitler-<br />
Aile Bağları, Akçağ Yay., Ank. 2009.<br />
________, Son Köylü-Kulübe-Sağlık Olsun, Akçağ<br />
Yay., Ank. 2009.<br />
________, Kırk Yıldan Şiirler, Akçağ Yay., Ank. 2009.<br />
ÇİÇEK, Şeyhmus, Ağlamanın Ardından, Edebiyat Yolcuları.<br />
PARLAK, Lütfi, Bağdat Kapılarında Bir Serdengeçti<br />
Genç Osman, Popüler Kitaplar, İst. 2009.<br />
ŞİRİN, Ömer, Sen Ne Dersen Amenna, 2009.<br />
YAPICI, Süleyman, Osmanlı Salnamelerinde Harput<br />
(1869–1908), ELESKAV Yay. ELAZIĞ 2009.<br />
GÜNGÖR, Recep Şükrü, Kayıp Ruhlar Kıraathanesi,<br />
Sütun Yay. İst. 2010.<br />
AKPINAR, Arif, Kardan Kanatlar Sarıkamış, Sütun<br />
Yay. İst. 2010.<br />
Bu sayımızda öncelikli olarak Yahya Akengin’e ait ilk<br />
defa basılan ve yeni baskıları yapılan roman, tiyatro, senaryo<br />
ve şiir türünde birkaç kitabı tanıtacağız.<br />
İlk eserimiz Dönüş Acıları adlı roman. Bilindiği üzere<br />
roman 1980 öncesi olayları konu ediniyor. Eserin dördüncü<br />
baskısı. Eserde, aynı zamanda şair olan Akengin’in dil işçiliğini<br />
ne kadar önemsediği açıkça görülmekte.<br />
Oğuz Dede romanı iki ayrı ödüle layık görülmüş günümüz<br />
değer yargılarının oluşturduğu sosyal baskının bireyi nasıl<br />
93<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
etkilediğini anlatmada oldukça etkili bir eser. Bu<br />
eser de yine dördüncü baskısını yapmış.<br />
Yazarın Yaralı Dağlar romanı hızla şehirleşirken<br />
değerlimizi nasıl kaybettiğimizi ve medyanın<br />
insanı nasıl değiştirdiğini görebiliriz. Eser<br />
Akçağ Yayınları’ndan üçüncü baskısını yapmış.<br />
Yaşadığımız dramın yüzümüzü nasıl yansıttığını<br />
ve kendimize ne kadar yabancılaştığımızı görebileceğimiz<br />
bir eser.<br />
Sarkaç romanı da Akçağ Yayınları’ndan<br />
üçüncü baskısını yapmış. Bir çırpıda okuyabileceğimiz<br />
bir eser. Akengin Sarkaç’ta hayat gerçeğini<br />
uç noktalarıyla gözler önüne sermiş.<br />
Özlem Yokuşları gerçek bir hayat hikâyesinin<br />
satırlarla buluşması sonucu hayat bulmuş bir roman.<br />
Okuma sevdasının başarıyla kucaklaşmasının<br />
romanı.<br />
Aşka Verilmiş Muhtıra romanı ülkemizin<br />
son otuz beş yılına dair. Kalbimizin değil de<br />
kalplerimizin adına attığı bir aşkın muhtırası<br />
konu edinilmiş. Eser beşinci baskısıyla tekrar<br />
okuyucularımızın beğenisine sunulmuş.<br />
Hücumdadır Mezar Taşları eseriyle Akengin,<br />
bir senaryo ile okurlarının karşısına çıkıyor.<br />
Alparslan ve Malazgirt’i konu alan eser tarihimizin<br />
önemli bir kesitini gündemde tutuyor.<br />
Eski Çarıklar-Enver Paşa ve Büyük Ümitler<br />
ve Aile Bağları, Son Köylü-Kulübe-Sağlık<br />
Olsun adlı eserleri ise yazarın altı ayrı tiyatro<br />
eserini iki kitap şeklinde okuyucularına sunduğu<br />
tiyatro kitapları.<br />
Özellikle anlatımındaki duruluğu belirterek<br />
okuyucularımızın dikkatine sunduğumuz eserler<br />
Türk dilinin en güzel örnekleri arasındadır.<br />
Akengin’in bir diğer eseri ise Kırk Yıldan<br />
Şiirler adı ile yayınladığı şiir kitabı. Eser, bir şiir<br />
kitabına göre oldukça hacimli. Şiir meraklılarının<br />
ilgiyle okuyacakları bir eser.<br />
İsteme Adresi: Akçağ Basım Yayım Pazarlama<br />
A.Ş. Tuna Cad. 8/1 Kızılay/ANKA-<br />
RA Hükümet Cad. No: 8/C Ulus/ANKARA<br />
312.432.17.98 - 433 86 51<br />
Bu sayımızda tanıtacağımız bir diğer eser ise<br />
Yazar Lütfi Parlak’a ait Genç Osman romanı.<br />
Roman yazarının ifadesi ile: “‘Genç Osman;’<br />
tarihî roman olmasına rağmen tarih değildir.<br />
Çünkü vaka gerçek olsa da konuyu işlerken<br />
muhayyilemi ön plana çıkarıp olayı hayallerle<br />
süslediğim, mesajlarımı renklendirip daha güçlü<br />
hâle getirdiğim ve dolayısıyla Genç Osman’ı<br />
tarihin derinliklerinden çıkarıp taze zihinlere<br />
gerçeküstü bir kahraman olarak takdim ettiğim<br />
muhakkaktır. Böylece insani ilişkileri yakalayıp<br />
okuyucularıma sunduğum, açık renkleri karıştırıp<br />
karanlığa sürdüğüm ve zamanı geri döndürüp<br />
herkesin kendisine göre mana çıkarmasına<br />
yardımcı olduğum açıktır. Genç Osman romanı;<br />
toplumu ilgilendiren meseleleri farklı bir açıdan<br />
ele alıp okuyucusuna sunarken yaşamakla yaşanılanı<br />
seyretmenin farkını ortaya koyar. En müşkül<br />
olaylar karşısında bile çokluğa değil, inanmış<br />
insana ihtiyaç duyulduğunu anlatır.”<br />
İsteme Adresi: PARLAK, Lütfi, Bağdat Kapılarında<br />
Bir Serdengeçti Genç Osman, Hayat<br />
yayın Grubu. Tel: 0 212 483 10 10<br />
Ağlamanın Ardından, Şair Şeyhmus Çiçek’e<br />
ait. Şair hissettiklerini içten geldiği gibi yalın bir<br />
şekilde dile getirmiş. Dili kullanmaktaki rahatlık<br />
ve söyleyiş kolaylığının okuyucularımızın ilgisini<br />
çekeceğini düşünüyoruz.<br />
İsteme Adresi: ÇİÇEK, Şeyhmus, Ağlamanın<br />
Ardından, Edebiyat Yolcuları, Orka Matbaa<br />
Tel:0352 322 17 00<br />
“Sen Ne Dersen Amenna” diyor, şair Ömer<br />
Şirin. İlk şiir kitabıyla edebiyat dünyasına merhaba<br />
diyen şair; aşkı, yalnızlığı, ayrılığı ve mistik<br />
derinliğini, son derece doğal, samimi ve duru<br />
bir anlatımla dile getirmiş. Şiirlerinde geleneksel<br />
formların ve tasavvufî söyleyişlerin etkisi hemen<br />
fark edilebiliyor.<br />
“Duyarlar mı zarımızı<br />
Satıp dağıt kârımızı,<br />
Yağmala tüm varımızı,<br />
Bir parça çul, kilim kalsın.”<br />
Ömer Şirin; dünyaya bel bağlamamış, derin<br />
teslimiyet içerisindeki şair dervişler zümresine<br />
katılmayı arzuluyor. Geleneğin imajları ve söyleyiş<br />
özellikleri, onun gibi şairlerin eliyle yaşatılıp<br />
devam ettirileceğe benziyor.<br />
İsteme Adresi: Pusula Kitap Kırtasiye/Elazığ<br />
424 2337036<br />
94<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010
Osmanlı Salnamelerinde Harput<br />
(1869–1908), İsmail Yapıcı’ya ait. Eser<br />
araştırmacılar için değerli bir kaynak olmakla<br />
birlikte Elazığ şehri ve tarihi için<br />
de önemli bir eksikliğin giderilmesi şeklinde<br />
kitaplığımızdaki yerini alacak bir<br />
eser.<br />
İsteme Adresi: YAPICI, Süleyman,<br />
Osmanlı Salnamelerinde Harput<br />
(1869–1908), ELESKAV Müdürlüğü Tel:<br />
0532 2642716<br />
Recep Şükrü Güngör’e ait “Kayıp<br />
Ruhlar Kıraathanesi” ve Arif Akpınar’a<br />
ait “Kardan Kanatlar Sarıkamış” adlı<br />
eserler Sütun yayınlarının okurlarımıza<br />
kazandırdığı iki eser.<br />
Eserlerimizi editörün diliyle sunalım<br />
siz okuyucularımıza: “Kayıp Ruhlar Kıraathanesi”<br />
insan ruhunun inceliklerini<br />
işlediği 17 hikâyeden oluşuyor. Recep<br />
Şükrü Güngör’ün konuları ele alış ve<br />
yaklaşımı, canlı ve yaşayan bir hayatın<br />
yansıması olarak ses buluyor okuyucuda.<br />
Yazar, aynı mahallede doğup büyümüş,<br />
çoluk çocuğa karışmış, her gün yüz yüze<br />
bakan insanların nasıl birbirlerine düşman<br />
edildiklerini, gerçekçi bir dille anlatıyor.<br />
Hikâyelerin akışındaki doğallık,<br />
sağlam kurgu ve üslûp, sizi gerçek dünyadan<br />
alıp kahramanın yaşadığı zamana<br />
götürüyor adeta.<br />
“Kardan Kanatlar Sarıkamış”ta Yazar;<br />
kahramanına “Han Duvarları” şiirinde<br />
adı geçen Maraşlı Şeyhoğlu Satılmış’tan<br />
mülhem, Maraşlı Şeyhoğlu Hafız ismini<br />
vermiş. Bu tercih bir sembol olarak<br />
Anadolu toprağında yaşayan insanların<br />
ortak kaderinin adıdır aynı zamanda.<br />
Yaklaşık yüzyıl önce yaşanan ve<br />
Osmanlı’nın yıkılışını hazırlayan olaylara<br />
temas edilen bu romanda, Hafız’ın<br />
şahsında vatan için can veren adı sanı<br />
unutulmuşların hikâyesini bulacaksınız…<br />
İsteme Adresi: Sütun Yay. Üsküdar /<br />
İST Tel:0316 3184288<br />
Dört kitap, bir şair<br />
Mücahid Koca<br />
Günümüz edebiyat dünyasında bazı isimler vardır ki adlarını<br />
popüler yazar/şairler arasında bulamazsınız. Televizyonda,<br />
gazetelerde göremezsiniz. Ama onlar sessiz dünyalarında<br />
çağlayanları andıran eserler meydana getirmeyi başarabilmiş<br />
isimlerdir. Mücahit Koca da bu isimlerden bir tanesi. 1987<br />
yılında “Ebcedhan” adlı ilk şiir kitabıyla adını duyurmuş ve<br />
arkasından 1990 yılında “Ermiş Sevinci”, 1994’te “Yıldızdan<br />
Feleğe”, 2009’da “Alaturka Divan” ve yine aynı yıl “Kılıç ve<br />
Kelebek” adlı şiir kitaplarıyla okuyucunun karşısına çıkmış.<br />
Yirmi yılı aşkın şiir serüveni içerisinde sürekli bir sorgulayış<br />
ve İslamî düşünce yapısının izleri şiirlerinde yer almış.<br />
Yaşanan acıların, çekilen ıstırapların sessiz çığlıklarını<br />
sözcüklerin dünyasında var eden şair; isyanlarını, gözyaşlarını<br />
şiir olup akıtmış gönüllere. Sezai Karakoç’un izinde ama<br />
kendi yol haritasını çizebilecek kadar yetkin bir şair olduğunu<br />
daha ilk şiir kitabıyla ispatlamış.<br />
Mücahit Koca, hiçbir zaman tarafsız olmamış aksine<br />
içinde yaşadığı toplumun milli, manevi unsurlarını yani bizi<br />
biz eden tüm değerlerin farkında olarak yaşadığı medeniyet<br />
dairesinin savunucusu ve mücahidi olmuş bir isim. Kudüs’e,<br />
Bağdat’a şiirleriyle adeta ağıt yakmış. Anadolu coğrafyasına<br />
sığmamış, mekânlarla tarihe uzanmış geçmişten bugüne taşımış<br />
tüm yaşananları.<br />
Karanlıktan alacakaranlığa<br />
Yol gidiyor ışığa doğru<br />
Her şiir bir ışık<br />
Bir bir atarak ağırlıklarımı<br />
Kimden ne aldımsa verdim geriye (Gül Baba)<br />
Her şiiri karanlığa açılan bir ışık, sözcüklerin kavramsal<br />
ağırlıklarında tarihe uzanan sözcüklerden oluşmakta dizeler.<br />
Ve her şair ölümsüz olur şiirleriyle. Şiirin mücahidi olan şaire<br />
selam olsun.<br />
Ebcedhan, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, 2.Baskı,<br />
İstanbul, 2009<br />
Ermiş Sevinci, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, 2.Baskı,<br />
İstanbul, 2009<br />
Alaturka Divan, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, İstanbul,<br />
2009<br />
Kılıç ve Kelebek, Mücahid KOCA, Sur Yayınları, İstanbul,<br />
2009<br />
95<br />
mart-nisan-mayıs<br />
2010