yeni türküler söyle - Bizim Kulliye Dergisi
yeni türküler söyle - Bizim Kulliye Dergisi
yeni türküler söyle - Bizim Kulliye Dergisi
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Muhterem Okurlar,<br />
Türküler, his ve fikir coğrafyamızın temsil kabiliyeti yüksek<br />
ezgileridir. Sözleri kimilerine göre basittir; ama samimi ama derunidir.<br />
Türkü, Türk’ün adım attığı her yerdedir. Çünkü ismi ile<br />
müsemma türkü, Türk’ü en iyi anlatan musikidir. Bir bakarsınız<br />
Azerbaycanlı, Kerküklüdür bir bakarsınız Rumelili, Kafkaslıdır…<br />
Elimizi ayağımızı yanımızda nasıl taşıyorsak ‘dilimiz’ olan<br />
türküleri de öyle taşırız. Ezgilerimiz işçi olup gurbete, asker olup<br />
cepheye, yaralanıp hastaneye, cürüm işleyip dama, sevdalanıp<br />
dile düşerler. Türküler damadımızın takısı, gelinimizin yüzgörümlüğüdür.<br />
Kısaca onlar bizim hayat ve hayal hikâyemizdirler.<br />
Her hâlimize denk düşen bir atasözümüz olduğu gibi<br />
her hâlimize denk düşen bir türkümüz de vardır. Bu anlamda<br />
türkülerin doğum yerleri vardır ama belli bir yurtları yoktur. “Kar<br />
mı yağmış şu Harput’un başına” türküsüne kulak kabartmak için<br />
Elazığlı, “Şen olasın Ürgüp dumanın gitmez” türküsüne eşlik etmek<br />
için de Nevşehirli olmak kayıt ve şartı yoktur.<br />
Ve duygu derinliği sağlayan şairlerimize de öyle… Şairlerimizin<br />
şiirlerini okurken Osmaniyeli, Kahramanmaraşlı, Yozgatlı<br />
olduklarını düşünmeye ne gerek, önemli olan tesirleri!<br />
Adnan Binyazar, Mehmet Özbek ve Fatih Kısaparmak’la yapılan<br />
röportajların her okurumuzun dikkatini çekeceğine ve bizleri<br />
türkülerimize daha bir perçinleyeceğine inanıyoruz.<br />
Yazarlarımızın isimleri, isimlerinin çağrışımları buraya sığmayacağından<br />
ilkin dergimizin “Bu sayıda” bölümüne bakmanızı<br />
sonra da hiçbir yazıyı atlamadan tümünü okumanızı rica<br />
ediyoruz.<br />
Her bir yazarımızın, türkülerimize bir başka pencere açarak<br />
bizleri bazen arındırıp ferahlandırdığını bazen hüznün kıyılarında<br />
bütün türkülere el uzattırdığını göreceksiniz. En evveli de bedeli<br />
binlerce kez ödenmiş hatırlamanın, anlamanın, inanmanın<br />
kolaylığını sezeceksiniz.<br />
43. sayımızın konusu “ev, sokak, mahalle”.<br />
Kendi muhitimizde buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.<br />
<strong>Bizim</strong> Külliye
NAZIM PAYAM<br />
Türkü terbiyemiz,<br />
paylaşılamayanı,<br />
uyumsuzluğu<br />
meclisine kabul<br />
etmez, haz verdiğine,<br />
kendini yoklama,<br />
hatıraları dinleme<br />
fırsatı da verir. Bir<br />
insandan bir yörenin<br />
fotoğrafını çekebiliyor<br />
ve bunu en azından<br />
genelin bir kısmına<br />
aktarabiliyorsa türkü<br />
vardır.<br />
Suphi Saatçi ile dergimizin dosya<br />
konusunu konuşuyoruz; “isabetli”,<br />
diyor “türkü”ye ve ekliyor:<br />
“Ömrümü Kerkük’e adadım, fakat<br />
bir Kerkük türküsü kadar etkili olamadım.”<br />
Bu söz, bana Aytmatov’un Beyaz<br />
Gemi’sindeki Mümin Dede’nin<br />
ağzından aktarılan bir hikâyeyi hatırlattı:<br />
“Geçmiş zamanların birinde, bir han başka<br />
bir hanı tutsak almış. Bu han tutsağına:<br />
-Eğer istersen benim kölem olarak yanımda<br />
kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen, en<br />
büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm.”<br />
demiş.<br />
Tutsak Han düşünüp cevap vermiş:<br />
-Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür<br />
daha iyi. Ancak öldürmeden önce, benim vatanımdan<br />
herhangi bir çobanı buraya getirtmeni<br />
istiyorum.<br />
-Ne yapacaksın o çobanı<br />
- Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek<br />
istiyorum.”<br />
İlk anda serin bir esinti taşıdığı hissi ile sesi-<br />
3<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Türkünün yaşı yaşımız; yatağı, yatağımız; ağrısı, ağrımız;<br />
ezgisi, ezgimiz; dili, dilimiz; daha n’olsun!…<br />
ne kulak verdiğimiz türkü, sarıp sarmaladıkça,<br />
mevzusuna yüzlerce kitaptan daha tesirli muhabbet<br />
aşılamaz mı bize! Dağına, çeşmesine, ovasına,<br />
gülüne, güzeline türkü yaktığımız toprağın<br />
tasası almaz mı bizi! Gesi Bağları, Çanakkale<br />
içinde aynalı çarşı, Seferberlik ve Yemen türkülerini<br />
dinlediğimizde, “Akma Tuna akma ben bir<br />
dertliyim”i mırıldadığımızda kan akışımız değişiyorsa<br />
türkülerin omuzlayıp getirdiği olaylar,<br />
olayların ardında bıraktığı sessizlik hâlâ içimizde<br />
demektir. Bir toprağın türküsü varsa orası vatan<br />
olmuştur, dersem çok mu iri konuşmuş olurum<br />
Türküye meylimiz, yalnızca tarih zemininde<br />
kalanları ses anahtarıyla açmasından, olayların<br />
acısını, sancısını üstümüze sindirmesinden mi<br />
Hayır. Her çağı yaşama biçimimiz, dünyayı algılayışımız,<br />
yunmuş yıkanmış dilimiz onun sesiyle<br />
yankılanır. Şunca zamandır evlatlarımıza<br />
hayat mirasını türküyle devşirmiş, türküyle devretmişizdir.<br />
Babamın türküsü, anamın, dayımın,<br />
ağamın türküsü demekteki kastımız onların yaşama<br />
serüvenlerine işaretimizdir. Bizi anlamak,<br />
bizden bir haber almak isteyen türkümüze kulak<br />
versin.<br />
Hayatımızı oluşturan notalar türkümüzün<br />
icrası içindedir. Türkü terbiyemiz, paylaşılamayanı,<br />
uyumsuzluğu meclisine kabul etmez, haz<br />
verdiğine, kendini yoklama, hatıraları dinleme<br />
fırsatı da verir. Bir insandan bir yörenin fotoğrafını<br />
çekebiliyor ve bunu en azından genelin bir<br />
kısmına aktarabiliyorsa türkü vardır. Radyoların<br />
türkü saatlerinde analarımızın, ablalarımızın<br />
“bundan sonraki benim bahtıma” demesi, Ali<br />
Akbaş’ın “Kerem et Mükerrem, bir türkü söyle”<br />
ricası, Bayram Bilge Tokel’in Nida Tüfekçi öldüğünde<br />
“Türküler Nidasız Kaldı” diye hayıflanması,<br />
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun türkü dinlediğinde<br />
şairliğinden utanması bu paylaşımdan.<br />
Ne yasak ne teknoloji ne de modernlik bizi<br />
türküden koparır. Vazgeçemeyiz türküden. Çoklarımız,<br />
göbek kordonuyla bağlandığı türkünün<br />
depreştirmesiyle sesini gürleştirir ve bir anda hareketlenir.<br />
Kişi sevdalıysa, sevdaya adaysa<br />
“Aşkın odu ciğerimi<br />
Yaka geldi yaka gider<br />
Garip başım bu sevdayı<br />
Çeke geldi çeke gider”<br />
söyleyişine nasıl duyarsız kalsın! Terennüm<br />
edilen ile hayat ritmini çabucak kaynaştıran<br />
türkü, yaşanılanın kalp pınarlarından beslenir.<br />
Sosyal ıstırabımızı, iç çekişlerimizi, yılgınlığımızı,<br />
yiğidi kuru soğana muhtaç edeni, aşımıza<br />
ağı katan zalim feleği, çırpınan Karadeniz’i, yâre<br />
dokunmanın şaşkınlığını en berrak yüzüyle ifşa<br />
eden türkülerdir. "Bu türkü bana söyleniyor",<br />
"bu türkü beni anlatıyor", sahiplenmesiyle onaylanır<br />
türkülerimiz. Gerçeğimize imanı onun ruh<br />
hâlimizi sarsmasıyla tazeleriz.<br />
Türkü, yalan söylemez. Türküye yalanı biz<br />
söyletiriz. Onun yalanı insanımızın gerçeğinden<br />
kopması veya gerçeğini gizlemesidir. ‘İnandığı<br />
gibi yaşamayanlar, yaşadığına inanır’, uyduruk<br />
yaşantısından saman alevi gibi uyduruk türküler<br />
çıkarır. Sonrası herkesi herkese unutturan, insan<br />
sıcaklığından yoksun, sılayı da gurbeti de boşluğa<br />
iten renksiz, kokusuz, dipsiz mekanik sözler…<br />
Boş söz ağırlığındandır ki haslarımız Karacaoğlan,<br />
Emrah, Eşrefoğlu, Kerem Dede, Derviş<br />
Himmet benzeri ustaların bestelenmiş güftelerini<br />
duygu sofralarında eksik etmez, kendince dokunan<br />
sesimize bunların ölçüsüyle ilmek atarlar.<br />
Tanpınar, Yunus Emre’yi anlatırken parçadan<br />
bütüne yolculuğumuzu şu cümlelerle açar: “Biz<br />
sevdiğimiz nispette yalnızızdır. Yalnızlığımız<br />
nispetinde kâinatla birleşir, kucaklaşırız.”<br />
Divan şairinin gazelini saraydan bey konağına,<br />
köy odasına çekip türküleştiren, nice halk<br />
ozanının varsağını, ilahisini, koşmasını saray<br />
mensubunu imrendirecek gönle sevk eden, sonra<br />
içine gömülen bu yalnızlığımızın sesidir. Sesimizin<br />
öğüttüğü türkü, sultana da çobana da aynı<br />
kederi, aynı sevinci yaşatır.<br />
Türkünün yaşı yaşımız; yatağı, yatağımız;<br />
ağrısı, ağrımız; ezgisi, ezgimiz; dili, dilimiz;<br />
daha n’olsun!… ■<br />
4<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ADNAN BİNYAZAR<br />
ile halk kültürü üzerine<br />
“aydınlanma”, toplumların, kendi kültürlerini,<br />
tarihlerini, dillerini ortaya koyma sürecini<br />
başlatmıştır. <strong>Bizim</strong>, Cumhuriyetle<br />
başlattığımız kültürel arayışların temelinde<br />
bu yatıyor.<br />
TANER NAMLI<br />
Takdim<br />
Adnan Binyazar, 7 Mart 1934 tarihinde Diyarbakır’da<br />
doğdu. Ancak 14 yaşında başlayabildiği ilköğrenimi çeşitli<br />
illerde sürdürdü. Dicle Köy Enstitüsüne girerek eğitimini<br />
Gazi Eğitim Enstitüsünde sürdürdü. Türkiye’nin çeşitli<br />
öğretmen okullarında, Hacettepe Üniversitesi, Gazi Eğitim<br />
Enstitüsü, Devlet Konservatuarı, Basın Yayın Yüksek<br />
Okulu gibi birçok eğitim kurumunda ve Türk Tarih Kurumunda,<br />
Kültür Bakanlığında, Türk Dil Kurumunda görev<br />
yaptı. 1978 yılında Kültür Bakanlığı Tanıtma ve Yayımlar<br />
Dairesi Başkanlığına getirildi. 1981 yılında Berlin Eğitim<br />
Senatosu'nun çağrısı üzerine Berlin'e gitti, bu dönemde<br />
İncila Özhan'la birlikte altı ciltlik Türkçe/Dil ve Okuma<br />
Kitabı'nı (1.-2.) yazdı.<br />
Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev adlı anıromanında<br />
yoksulluk içinde geçen çocukluk dönemini, Orhan<br />
Kemal Roman Armağanı'nı kazanan Ölümün Gölgesi<br />
Yok adlı kitabında bir sevda öyküsü anlattı.<br />
Eserlerinden bazıları; Ağıt Toplumu, Ay Bazen Mavidir,<br />
Ayna, Dede Korkut, Duyguların Anakarası, Halk Anlatıları,<br />
Kan Turalı, Masalını Yitiren Dev , On Beş Türk Masalı,<br />
Ozanlar/Yazarlar/Kitaplar, Ölümün Gölgesi Yok, Şairin<br />
Kedisi, Toplum ve Edebiyat, Yazma Öğretimi Yazma Sanatı,<br />
Toplum ve Edebiyat, Kültür ve Eğitim Sorunları, Yazmak<br />
Sanatı (Emin Özdemir'le), Cumhuriyet'in 50 Yılında Atatürk<br />
Yolunda 40 Yıl, Âşık Veysel, Yazın ve Bilim Dilimiz, (Metin<br />
Öztekin'le), Yazılı Anlatım Bilgileri (Emin Özdemir'le), Türk<br />
Dilinde 25 Ünlü Eser, Dedem Korkut/Vier attürkische Nomadensagan<br />
(Türkçe-Almanca), Yaralı Mahmut’tur.<br />
Halk anlatılarının zenginliği hakkında düşüncelerinizi<br />
almak istiyorum. Halk anlatılarını<br />
görkemli ve etkileyici kılan nedir Bu duyarlılığı<br />
nereden alıyorlar Örneğin okuma yazması<br />
olmayan bir adam nasıl olur da bu kadar etkileyici<br />
şeyler anlatabiliyor diye soruyoruz bazen<br />
kendimize. Onları söyleten nedir<br />
Halklar düşünsel ve duygusal etkileşimi anlatıyla<br />
sürdürürler. Düşünün ki, üç evli bir köyde<br />
bile sevgi vardır, nefret vardır, kin vardır, düşmanlık<br />
vardır... Bu duygular kendiliğinden doğmaz,<br />
halkların yüzlerce, binlerce yıllık duygu birikimlerinin<br />
sonucudur. Kimi halklar üç beş yüz,<br />
kimileri binlerce sözcükle anlaşabilirler, ama ortada<br />
bir “anlaşma” vardır; anlaşmanın olduğu her<br />
yerde anlatımsal bir gelişme de söz konusudur.<br />
Clive Bell, Uygarlık adlı yapıtında, uygarlığın<br />
nice gelişmiş ülkede yozlaştığını, ama en ilkel<br />
toplumun yaşayışında izlerini sürdürebileceğini<br />
savunur.<br />
Halk anlatılarının etkileyiciliği, anlatılanın<br />
herkesçe kolayca anlaşılmasından doğar. Örneğin,<br />
bir romanı herkesin tam anlaması olanaksızdır.<br />
Halk öyküleri ise nerdeyse anlama çabası<br />
gerektirmeyecek denli yalındır. Çünkü yüzyıllarca,<br />
anlatıla anlatıla artık dilsel öze, yalınlığa<br />
5<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Geçmişimiz, kişiliğimizin yapı taşlarıyla örülmüştür.<br />
Yaşamak, geçmişle yaşadığımız an arasında<br />
kurduğumuz duygu köprüsüyle anlam kazanıyor. Türkü<br />
bunu gerçekleştirir.<br />
ulaşmıştır.<br />
Kolay anlaşılırlık duyarlık etkileşimini sağlamada<br />
da etkindir. Okuma yazması yoktur, ama<br />
konuşması vardır. Halk anlatılarının çoğu da konuşma<br />
ürünüdür, iç sesin yazıya dönüşmemiş anlatımıdır.<br />
Kişinin duygu derinliğine varması ise, onun<br />
yaratıcı gücüyle ilgilidir. Bu güç çok kişide vardır.<br />
Yaratıcılığın sanatsallık kazanması, kişinin<br />
kendini o işe vermesiyle ilgilidir. Yaratım süreciyle<br />
beslenmiş halk birikimleri öylesine etkilidir ki,<br />
ortaokul öğrenimini bile tamamlayamamış bir Yaşar<br />
Kemal’den dünya çapında bir romancı çıkarır.<br />
Duygu gelişimi herkeste vardır. Sanatsallığa ancak<br />
duygunun yönlendirilmesiyle varılıyor. Böyle bir<br />
alan sağlanamadığı sürece, halkın birikimleri olduğu<br />
yerde durur. Ona evrensellik kazandırmak<br />
sanatçının işidir.<br />
Halk kültürünün sizin hayatınızdaki yerini<br />
nasıl yorumluyorsunuz<br />
Halk kültürü bende dinlemeyle başladı. Çocuktum.<br />
Öykü anlatanları can kulağıyla dinlerdim.<br />
Bizde, nerdeyse şimdi ölmekte olan bir gelenek<br />
vardı. Ablalar kardeşlerine, büyükler küçüklere<br />
masallar anlatırlardı. Erkekler, askerde ya da iş<br />
yaşamında edindikleri deneyimleri, ibret alınacak<br />
öykülerle besleyerek evde anlatırlardı. İnsanın gitgide<br />
birbirinden koptuğu bir dünyada, ne yazık ki<br />
korkunç bir kültürel ilişkisizliğe doğru sürükleniyoruz.<br />
Ben, halk kültürüyle beslenmemin izlerini<br />
yazarlığımın her aşamasında görebildiğimi sanıyorum.<br />
Halk, kendine ait kültür ürünleri yaratmayı<br />
bırakmış mıdır, yoksa bu süreklilik dipten bir<br />
akıntı olarak devam ediyor mu Bu soruya bağlı<br />
olarak halk anlatılarının modernizmle olan ilişkisini<br />
de değerlendirebilir misiniz<br />
Halklar, yaşadıkça, kültürel ürünler de var olacaktır.<br />
Ama üretilen, doğal olarak bin yıl öncekine<br />
benzemeyecektir. Hayat, yaşadığımız ortamı kendimize<br />
göre biçimleme sürecidir. On bin yıl sonra<br />
ne bu dağlar böyle kalacak ne ovalar ne sular...<br />
Sizin deyiminizle, “akıntı”yı durduracak bir güç<br />
yok. Ama akıntı, akacak yer bulabilecek mi Ben<br />
bir gün, insanlığın- eğer kendisi bir teknik adama<br />
dönüştürülmezse- içinde bunalmaya başladığı bu<br />
teknik dünyayı yıkmak için kendini başka güçlerle<br />
donatacağı kanısındayım.<br />
Avrupa sanatı gökten inmedi. İyi bir araştırma<br />
yapılırsa, en çağdaş sanatçı sayılan Picasso’nun<br />
bile halk birikimlerinin kaynağı olan geleneksel<br />
ürünlerden yararlandığı görülecektir. Bu vesileyle<br />
şunu da söyleyeyim, “aydınlanma”, toplumların,<br />
kendi kültürlerini, tarihlerini, dillerini ortaya<br />
koyma sürecini başlatmıştır. <strong>Bizim</strong>, Cumhuriyetle<br />
başlattığımız kültürel arayışların temelinde bu yatıyor.<br />
O günden bugüne, yazın, bilim ve çeviri dilimizdeki<br />
gelişmeleri göz önüne getirirsek, nereden<br />
nereye geldiğimiz daha iyi anlaşılacaktır.<br />
Sözü, halk anlatılarının belki de en etkileyici<br />
olanına getirmek istiyorum. Türkü deyince hangi<br />
çağrışımlar oluşuyor zihninizde Türküler ne<br />
anlatır size<br />
Sorunun içeriğinde de görüldüğü gibi, türkü<br />
çağrışımı yoğun bir sanat dalıdır; ezgiyi, iç düzeni,<br />
anlamı içinde barındırır. Türkü, toplumların sevincinin<br />
de üzüntüsünün de eleştirisinin de ürünüdür.<br />
Anlamsal yapının bütün özelliklerini özünde taşır.<br />
Türkü anlamlıdır, ama anlatmaz, duyumsatır. Ben<br />
kimi türküleri dinlerken bir anda bütün geçmişimin<br />
orta yerinde buluyorum kendimi. Geçmişimiz,<br />
kişiliğimizin yapı taşlarıyla örülmüştür. Yaşamak,<br />
geçmişle yaşadığımız an arasında kurduğumuz<br />
duygu köprüsüyle anlam kazanıyor. Türkü bunu<br />
gerçekleştirir. Biri şöyle bir bir mırıldanıversin, ya<br />
da TV’de, radyoda duyuverelim; “Ara ver dağlar<br />
dağlar ara ver, benim bu selamım götür yâra ver”<br />
6<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
dizesi neler duyumsatmaz bize...<br />
Türkülerin edebî değeri hakkında neler düşünüyorsunuz<br />
Halk anlatıları ya da türküler bizi sanatsallıklarıyla,<br />
edebiyat değeriyle etkiler. Türkü kimi zaman<br />
bizi edebiyatın doruklarına çıkarır. Örneğin, sıradanmış<br />
görünen,<br />
Çarşamba’yı sel aldı<br />
Bir yâr sevdim el aldı<br />
Keşke sevmez olaydım<br />
Elim koynumda kaldı<br />
dizelerindeki yalınlık, yoğun, anlam, iç düzen<br />
hangi şiirde vardır! Ya da,<br />
Yenice yolları bükülür gider<br />
Zülüf al gerdana dökülür gider<br />
Yiğidin başına bir hâl gelirse<br />
Ömrü arkasından sökülür gider<br />
dizelerinde geçen “zülfün al gerdana dökülmesi”,<br />
“ömrün arkasından sökülüp gitmesi” imgeleri edebiyat<br />
sanatının en güzel örneklerinden değil midir<br />
Halk kültürü araştırmalarının yeterli derecede<br />
ve nitelikte yapıldığını düşünüyor musunuz<br />
Düşünmüyorum. Halkı düşünmeyen hükümetlerin,<br />
halkın birikimlerine önem verip araştırma<br />
enstitüleri kuracağına inanmıyorum. Bu iş, devlete<br />
bağlı üretimsiz dairelerle ya da birtakım derneklerle<br />
yürütüldüğü sürece bir sonuca varılacağına<br />
inanmıyorum. Erzurum Üniversitesinde Halk Bilimi<br />
Bölümü vardı. Çok kısa sürede bu alana yönelik<br />
çok önemli araştırmalar yapılıp yayımlanmıştır.<br />
Ben, bu konuda özerk olan kurumlaşmaları savunuyorum.<br />
Yalnızca Türk Dil Kurumu ile Türk<br />
Tarih Kurumu öyle idi, onlar da Kenan Evren döneminde<br />
devlet dairesine dönüştürülmüştür. Bu<br />
yüzden, bu kurumlarda önemli araştırmalar yapılacağına,<br />
şimdi, kim kime yakınsa, onun uydurma<br />
çalışmalarını basmakla yetiniyor.<br />
YENİ TÜRKÜLER<br />
SÖYLE<br />
Dağlardan akıp gelen,<br />
Yürekten kopup gelen,<br />
Sevda semâlarında<br />
Dalga dalga yükselen<br />
Yeni türküler söyle.<br />
Vefâsız yâr üstüne,<br />
Nazlı nigâr üstüne,<br />
Başımda dönüp duran<br />
Efkâr efkâr üstüne<br />
Yeni türküler söyle.<br />
Muhabbetle süslenen,<br />
Can evime seslenen,<br />
Her seher ter ü taze<br />
Ümitlerle beslenen<br />
Yeni türküler söyle.<br />
Kurul gönül köşküne,<br />
Yârân dönsün şaşkına,<br />
Yanık yürekler için<br />
Haydi Allah aşkına<br />
Yeni türküler söyle.<br />
Göz yaşından süzülen,<br />
Ezgilere dizilen,<br />
Her esrârı sazımın<br />
Bir telinde çözülen<br />
Yeni türküler söyle.<br />
BESTAMİ YAZGAN<br />
Sohbetiniz için teşekkür ediyorum efendim…■<br />
7<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
HÜMÂ KUŞUMUZ<br />
Yine duman almış Palandöken’i<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
Türküler bağrımda bir gül dikeni<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
Yükseklerde öten hüma kuşumuz<br />
Issız gecelerde can yoldaşımız<br />
Sen söylerken göğe değer başımız<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
İşimiz yok bizim hasetle, kinle<br />
Gam, kasavet dağıt gür nefesinle<br />
Yüce endamınla yiğit sesinle<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
Dadaş göğümüze bir velvele sal<br />
Ruhu coştur, çürük aklı yele sal<br />
Birbirine girsin gerçekle masal<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
Bir şehir bilirim taşı kehribar<br />
Erkeği Köroğlu, kızları Nigâr<br />
Ey şahin bakışlı, edası kibar<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
Bir şehir bilirim iniş yokuştur<br />
Çifte minaresi nakış nakıştır<br />
Aşılmaz yolları borandır kıştır<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
Sen susarsan göğümüzü yas alır<br />
Pasinler’i duman alır, pus alır<br />
Türkülerle uzun yollar kısalır<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
Erenler yoldaşı Mehmet Çarmaşır<br />
Bize maveradan haberler taşır<br />
O söylerken bize susmak yaraşır<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
Kar erisin yaylalara göçülsün<br />
Yamaçlarda mor menevşe açılsın<br />
Ricâ et Râci’ye o da koşulsun<br />
Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />
ALİ AKBAŞ<br />
8<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
TÜRKÜLER NİDA'SIZ KALDI<br />
Nida Tüfekçi'nin Aziz Hatırasına<br />
Çamlığın başına bir inece duman<br />
Gördükçe ağlardı gözü Nida'nın<br />
Ziya'nın acısı yüreğinde dağ<br />
Nasıl dayanırdı özü Nida'nın<br />
Baba oldu türkülerin merdine<br />
Acı çekti bir sürmeli derdine<br />
Şikayet gelmedi bir gün virdine<br />
İlkbahardı kışı, yazı Nida'nın<br />
Bir gün Kırşehir'de, bir gün Banaz'da<br />
Adım adım gezdi baharda, yazda<br />
Bizi üşütmedi karda, ayazda<br />
Yandıkça büyüdü közü Nida'nın<br />
Türküler Nida'sız onulmaz hasta<br />
Halaylar üzgündür, bozlaklar yasta<br />
Ankara'da, Kayseri'de, Sivas'ta<br />
Hürmetle edilir sözü Nida'nın<br />
Yeni Kalem ile yazı yazardı<br />
Aslı Akdağ'lıydı, gurbet gezerdi<br />
Türküleri duruşundan sezerdi<br />
Görünce ışırdı yüzü Nida'nın<br />
Bir ömür adadı samaha, bara<br />
Sadamızı yaydı dört bir diyara<br />
Türküler uğruna düştüğü nâra<br />
Çıra oldu yandı sazı Nida'nın<br />
Bu ses nerden gelir, kimdir, bilinmez<br />
Alır gider bizi gayri gelinmez<br />
Yüz asır geçse de yine silinmez<br />
Bozok Yaylasından izi Nida'nın<br />
BAYRAM BİLGE TOKEL<br />
9<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
NÂMIK AÇIKGÖZ*<br />
İmparatorluğun<br />
dört bir yanından ve<br />
hatta imparatorluk<br />
dışından gelen<br />
her ses, bu<br />
kahvehanelerde<br />
yankı bulmuş<br />
ve topluma mal<br />
olmuştur. Yöreden<br />
gelen söz ve<br />
ses, medeniyetin<br />
merkezinden<br />
yayılmanın getirdiği<br />
cazibe ile taşrada<br />
daha derin bir etki<br />
bırakarak süreklilik<br />
kazanmıştır.<br />
Türküler, tabiatları icabı yereldirler; coğrafyasıyla,<br />
insanıyla, ezgisiyle, ritmiyle<br />
yöreyi yansıtırlar fakat işledikleri konu, yakaladıkları<br />
tema ve yansıttıkları duygu evrenseldir.<br />
Onları sürekli hâle getiren de, bu büyüdür. Yani,<br />
yerel otantizmle evrensel duygu ve insani özellikleri<br />
sergilemeleri…<br />
Kitle iletişim araçlarının olmadığı, mesafelerin<br />
insafsız ve sadece kervanların vicdanına terk<br />
edildiği zamanlarda, türküler yörelerinin sınırlarını<br />
aşamamışlardır. Her türkünün çığlığı, kendi<br />
yöresinde yankılanmış, yüksek dağlar ve uzak<br />
mesafe engellerine çarpmıştır. Tekkeler, zaviyeler<br />
ve dergâhlarda söylenen ilahiler, ezgiler ve<br />
semahlar bu sınırları zorlamışlarsa fakat onlar da<br />
“cemaat sınırı”nı pek aşamamışlardır.<br />
Türkülerin mesafe sınırını zorlamaları, bugün<br />
beğenmediğimiz kahvehaneler vasıtasıyla<br />
gerçekleşmiştir. 16. yüzyılın ortasına kadar, sosyalleşme<br />
mekânı olarak sadece cami ve tekke ve<br />
dergâhların bulunduğu sosyal yapıda, ortak müzik,<br />
dinî ve tasavvufi merkezli gelişmiştir. Din<br />
dışı müzik, bireysel ve en çok da ortak sosyal<br />
alan olarak düğün veya benzeri törenlerde bir<br />
*Prof. Dr., Muğla Üniv. Fen-Edebiyat Fakültesi<br />
10<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Semai kahveleri,<br />
sınıf, dil ve<br />
kültür farklarının<br />
yaşanmadığı bir<br />
merkez olma özelliği<br />
de taşır ve bu özelliği<br />
ile geniş Osmanlı<br />
coğrafyasının müzik<br />
sentezinin yapıldığı<br />
mekânlardır.<br />
“Toplumsal<br />
kendiliğindenlik”<br />
diyebileceğimiz<br />
bir geniş kabul<br />
skalasında,<br />
imparatorluğun<br />
bütün dilleri ve<br />
bütün müzikleri icra<br />
edilmiştir.<br />
gelişme alanı bulmuştur. Tabii, bir de<br />
tezkire yazarı Latifî’nin 1546 yılında<br />
söylediği gibi, “Karacaoğlan türküleri<br />
ırlayan” halk şairlerinin dillerinde ve<br />
sazlarında…<br />
1555 yılında ilk kahvehanenin<br />
İstanbul’da açılmasıyla, Türk toplumu,<br />
meyhaneye alternatif olarak <strong>yeni</strong> bir<br />
sosyalleşme mekânına kavuşmuştur.<br />
Meyhanelerin yasak olması sebebiyle,<br />
hızlı bir yayılma imkânı bulan kahvehaneler,<br />
zaman zaman siyasi otoritenin<br />
baskılarıyla karşılaşsalar da, maşerî<br />
vicdanda çok çabuk yer etmiştir. İlki<br />
Tahtakale’de açılan kahvehaneler, şüphesiz<br />
derme çatma idi fakat İstanbul’un<br />
diğer semtlerine yayıldıkça, konforu<br />
artan ve kullanım amacı genişleyen kahvehaneler,<br />
sadece kahve içilen yerler olmaktan çıkmış,<br />
bir sosyalleşme mekânı olarak günlük hayatın bir<br />
parçası durumuna gelmişlerdir.<br />
Bazen meyhanelerde bazen konaklarda ve konak<br />
bahçelerinde bazen de eşribe (alkolsüz içecek)<br />
dükkânlarında bir araya gelen okur yazarlar,<br />
buralarda edebî kültürün gelişmesine de katkıda<br />
bulunmuşlardır. Mesela, bugün Saraçhane ile Fatih<br />
arasında kalan bölgede, Büyükkaraman Caddesi<br />
varmış ve bu caddede Sübûtî mahlaslı bir<br />
şairin eşribe dükkânı bulunmaktaymış. Şairler,<br />
genellikle bu dükkânda bir araya gelir, <strong>yeni</strong> söyledikleri<br />
gazellerini okuyup tartışırlarmış. Bunu,<br />
16. yüzyıldan kalma,<br />
Şuarâ mecma’ı, gazel kânı<br />
Karaman’da Sübûtî dükkânı<br />
beyitinden öğreniyoruz.<br />
Kahvehaneler, İstanbul halkına <strong>yeni</strong> bir sosyalleşme<br />
imkânı sağlarken, mutlaka şairlerin<br />
de uğrak yerleri olmuş, meyhane ve eşribe<br />
dükkânlarına alternatif olarak bir fonksiyon ifa<br />
etmiştir ki, bugüne kadar devam edegelen bir kurum<br />
olmuşlardır.<br />
İlk zamanlar divan şairlerinin de bir araya geldiği<br />
anlaşılan kahvehanelere, 18. ve 19. yüzyıllarda,<br />
halk şairlerinin de uğramaya başladıklarını<br />
görüyoruz. Böylece, bu mekânlar, şiirde iki gele-<br />
11<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Semai kahveleri, müziğin ve elbette ki türkülerin<br />
toplumsallaşmasında, en güçlü damar olarak, sosyal<br />
genetiğimizde çok önemli bir yer tutmuştur.<br />
neğin kesiştiği nokta olma özelliği taşımaya başlamışlardır.<br />
Birisi aydın geleneğine (kalem şairleri),<br />
diğeri de halk geleneği ve irfanına dayanan<br />
şiir (meydan şairleri) anlayışı, bu mekânlarda,<br />
ortak dil ve üslup geliştirmeye başlamışlardır.<br />
Gazellerin düz şiir olarak değil de, ezgili okunması,<br />
buralarda, müzik geleneğinin de yayılmasına<br />
vesile olduğu görülür. Öbür taraftan, halk şiiri<br />
geleneğinin de saz eşliğinde icra edilmesi, kahvehanelerin,<br />
aynı zamanda birer müzik mahfili<br />
olmasını doğurmuştur.<br />
İstanbul’un bir medeniyet merkezi ve sembolü<br />
olmasının yarattığı cazibe, Anadolu ve<br />
Balkanlar’da yaşayan halk şairlerini merkeze çekmiş<br />
ve geniş coğrafyanın şiir ve müzik kültürü,<br />
kahvehanelerde harmanlanmıştır. “Semai kahveleri”<br />
adıyla anılacak olan bu kahvehaneler, sözün<br />
ve sesin biriktiği, <strong>yeni</strong>den işlendiği ve tekrar topluma<br />
yayıldığı merkez olma özelliği kazanmışlardır.<br />
İmparatorluğun dört bir yanından ve hatta<br />
imparatorluk dışından gelen her ses, bu kahvehanelerde<br />
yankı bulmuş ve topluma mal olmuştur.<br />
Yöreden gelen söz ve ses, medeniyetin merkezinden<br />
yayılmanın getirdiği cazibe ile taşrada daha<br />
derin bir etki bırakarak süreklilik kazanmıştır.<br />
Bununla, “Her türkü İstanbul’a uğramıştır.” demiyoruz;<br />
İstanbul’a uğrayan ve <strong>yeni</strong>den şekillenerek<br />
taşraya yayılan şey, müzik kültürüdür. Bundan da<br />
en çok nasibini alan gelenek türkü geleneğidir. Bu<br />
gelenek ve bu zihniyet hâlâ devam etmekte, radyonun<br />
devreye girmesiyle İstanbul ile ortak merkez<br />
olma özelliği kazanan Ankara, resmî tavrıyla<br />
müzik yaratıcılığında, hiçbir zaman İstanbul’a alternatif<br />
olamamıştır. Arabeskten pop müziğe kadar<br />
<strong>yeni</strong> tür müziğin merkezi, hâlâ İstanbul’dur.<br />
Bunda, semai kahvelerinin büyük bir rolü vardır.<br />
Çünkü semai kahveleri, müziğin ve elbette ki<br />
türkülerin toplumsallaşmasında, en güçlü damar<br />
olarak, sosyal genetiğimizde çok önemli bir yer<br />
tutmuştur. Osman Cemal Kaygılı, “İstanbul’da<br />
Semai Kahveleri ve Meydan Şâirleri” adlı küçük<br />
çalışmasını, daha da geniş bir şekilde yazabilmiş<br />
ve buralarda yaşanan tartışmaları, <strong>yeni</strong>den şekillenmeleri<br />
yazarak bugüne daha da çok bilgi aktarabilmiş<br />
olsaydı, belki gelenek <strong>yeni</strong>den inşa edilirken<br />
çok daha sağlam temellere dayanabilecek,<br />
belki de ticari amaçlı gazinoların müziği yozlaşma<br />
gibi bir olumsuz devreyi hiç yaşamayacaktık.<br />
Semai kahveleri, sınıf, dil ve kültür farklarının<br />
yaşanmadığı bir merkez olma özelliği de<br />
taşır ve bu özelliği ile geniş Osmanlı coğrafyasının<br />
müzik sentezinin yapıldığı mekânlardır.<br />
“Toplumsal kendiliğindenlik” diyebileceğimiz<br />
bir geniş kabul skalasında, imparatorluğun bütün<br />
dilleri ve bütün müzikleri icra edilmiştir. Balkanlardan<br />
İran’a, Kırım’dan Kuzey Afrika’ya kadar<br />
tüm coğrafyanın müzik sesi, semai kahvelerinde<br />
yer bulabilmiştir. Başka kültürlerle etkileşime girerek<br />
daha da zenginleşen ve doğurganlık özelliği<br />
daha da artan müzik geleneği, ritm ve ahenk<br />
olarak da zenginleşmiştir. Rumca bir ezginini<br />
yanı sıra bir levendin getirdiği Cezayir türküsü;<br />
bir Azeri “mugam”ıyla bir zeybek havası, semai<br />
kahvelerinde beraberce icra edilerek birbirlerini<br />
etkilemişlerdir. Böylece, buralarda, imparatorluğun<br />
ses sınırları belirlenmiştir.<br />
Bütün bu tespitlerden sonra şunu söyleyebiliriz:<br />
Devletin “buyurma” yerine “imkân sağlama”<br />
ilkesiyle oluşan semai kahveleri, sivil bir oluşum<br />
olma özelliği ile toplumsal bir rahatlama alanı<br />
hâline gelmiştir. Müzikoloji açısından ise semai<br />
kahveleri, yöresel müzik kültürünün <strong>yeni</strong>den işlenip<br />
zenginleştirildiği mekânlar olmuşlardır. Bu<br />
işleme ve zenginleşmeden sonra, medeniyet merkezinin<br />
yüklediği cazibe ile başta türküler olmak<br />
üzere, popüler müzik, taşraya daha etkili bir şekilde<br />
yayılarak ses ve duygu ortaklığı oluşmasına<br />
katkıda bulunmuştur. Bu yüzden semai kahvelerine<br />
“türkülerin merkez üssü” demek mümkündür.■<br />
12<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
FIRAT KIZILTUĞ<br />
Kısaca “Halk Türküleri” başlığı altında toplanan,<br />
Halk musikisi numuneleri, uzmanlar<br />
tarafından sınıflandırılırken şu başlıklar altında toplanır:<br />
türkü (Türkî-Türk tarzında), varsağı, semai,<br />
koşma, nutuk, ilahî, semah, taşlama, kırık hava, (<br />
Azerbaycan’da şikeste), zeybek, bayatı, mani, hoyrat,<br />
geraylı, maya, karşılama, divan ( özellikle Urfa<br />
divanı ve Kerkük divanı) ve ilh.<br />
Halk sazları eşliğinde çalınıp okunan, hatta oynanan<br />
halk türküleri, millî makamlarımız ve usullerimizle<br />
ölçülerek bestelenmiş, hece vezniyle söylenmiş,<br />
besteleri anonim, güftelerinin pek azı bilinen<br />
şairlerin şiirlerinden meydana gelmiştir. Bu ürünlerin<br />
hemen tamamı, yoğunlaştırılıp özetlenmiş hikâye ve<br />
romandır. Bu, araştırılmamış ve üstünde durulmamış<br />
bir konudur. “Bizde roman yok” diye geçiştirilen ve<br />
edebî yoksunluk gibi görülen ve gösterilen düşünce<br />
tamamen yanlıştır. Halk türkülerimizi yaratanlar, efsanelerimizden<br />
başlayarak, destanlarımızı, tarihimizi,<br />
sosyal hayatımızı, hem de zamanın çok ilerisinde<br />
bir tutumla, saz eşliğinde, (kopuz, çeng, çöğür, ıklığ,<br />
yatugan, nefesli çalgılar… ) dile getirmişlerdir. Halk<br />
şiirinin yedili, sekizli, on birli, on dörtlü hece ölçüleriyle<br />
okunan bu türkülerin güfteleri, edebiyat tarihimizin<br />
en seçkin örnekleridir.<br />
Divanü Lügâti’t-Türk’te, Kaşgarlı Mahmud’un<br />
parçalar hâlinde kaydettiği Alper Tunga Sagusu’nun<br />
(ağıt) kopuz eşliğinde, bestesiyle okunduğundan<br />
eminim. Zamanımızın deyişiyle bu sagu, destani bir<br />
türküdür.<br />
Rumeli türküleri, halk musikimizin, dolayısıyla<br />
halk şiirimizin, kesinlikle yüksek tabaka tarafından<br />
söylenmiş ürünleridir. Köçekçelerimiz ve tavşancalarımız<br />
da bu gruba girer ki, bunları batının oratoryo ve<br />
kantatları ile mukayese etmek hiç de yanlış olmaz.<br />
“Yine de kaynadı coştu dağların taşı<br />
Akıttım gözümden kan ile yaşı<br />
Alınca şişhaneyi seğmenler başı<br />
Arpalıktı bize Urumelleri<br />
Şimdi mesken oldu servi köyleri”<br />
Garp Ocakları Şairleri veya Çöğür Şairleri olarak<br />
da nitelendirilen, Osmanlı donanmasındaki leventlerin<br />
çöğür eşliğinde söyledikleri türküler/şiirler<br />
bilhassa 16 ve 17. yüzyılların en güzel edebî örnekleridir<br />
aslında. Bunların ne yazık ki, nağmeleri kaybolmuştur.<br />
Armutlu ve Kul Mehmed en tanınmış denizci<br />
şairlerimizdir. Fuat Köprülü, Kul Mehmed’i “Saz<br />
Şâiri” olarak işlemiştir.<br />
“Siyah ebrûleri duruben çatma<br />
Gamzen oklarını âşıka atma<br />
Sana gönül verdim beni ağlatma<br />
Benim gözüm nûru gönlüm sürûru.<br />
Öğüttür verdiğim tut benim sözüm<br />
Severim demeğe tutmadı yüzüm<br />
Ah efendim benim a iki gözüm<br />
Benim gözüm nûru gönlüm sürûru”<br />
13<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Bu şiir, eski nağmesi bilinmediğinden, Lem’i Atlı<br />
tarafından nefis bir uşşak şarkı olarak bestelenmiştir.<br />
Kayıkçı Kul Mustafa’nın ‘Genç Osman’ şiiri, türkü<br />
olarak yediden yetmişe her Türkün bildiği, sevdiği,<br />
dinlediği bir türküdür. Makam bakımından da çok<br />
orijinaldir. Şiirin tamamı edebiyat antolojilerinde yer<br />
alır. IV. Sultan Murad’ın Bağdat seferinin -hadi batı<br />
tabiriyle söyleyelim- epopesidir. Edebiyatımızı etkilemesi<br />
açısından en güzel örneklerden biridir.<br />
“Sultan Murad eydür ben de göreyim<br />
Nasıl bir yiğitmiş ben de bileyim<br />
Vezirlik isterse üç tuğ vereyim<br />
Şehitlere serdâr oldu Genç Osman”<br />
Halk türküleri, Türkçeyi, en az iki bin yıldır günümüze<br />
taşıyan en önemli kaynaktır. Hatta günümüzde<br />
az kullanılan Türkçe kelimeler bile türkülerimizde<br />
hayatiyetlerini sürdürmektedir.<br />
Mehmet Özbek dostumuzun, henüz göremediğim<br />
“Halk Türküleri” ile ilgili sözlüğü, bu konuda ihmal<br />
edilmiş büyük bir boşluğu dolduracaktır. Kendisini<br />
yürekten kutlarım.<br />
Türkülerimizin güftelerinin türleri, aynı zamanda<br />
halk edebiyatı edebî türleri olarak değerlendirilmektedir.<br />
Hatta klasik şiirimize ve Türk musikisine bile<br />
bazı terimler isim olmuştur. Meselâ, semaî, divan,<br />
kalenderî, müstezat.<br />
Yeni Türk edebiyatı akımı döneminde, Ziya Gökalp,<br />
“Türkçülüğün Destanını” halk şiiri tarzında<br />
yazmıştır. Dolayısıyla halk Türkülerinin söz varlığını<br />
örnek almıştır.<br />
“Çocuktum ufacıktım<br />
Top oynadım acıktım<br />
Yerde buldum bir erik<br />
Kaptı bir alageyik<br />
Geyik kaçtı ormana<br />
Bindim bir akdoğana<br />
Doğan yolu şaşırdı<br />
Kafdağı’ndan aşırdı…”<br />
Bu dönemin en güçlü şairlerinden Rıza Tevfik,<br />
klasik edebiyatı ve Fransız edebiyatını çok iyi bilmesine<br />
rağmen, şiirlerini halk edebiyatı neşesiyle söylemiştir.<br />
Belki de halk türkülerinin edebiyatımızdaki<br />
tesiri konusunun en güzel numunelerini Rıza Tevfik<br />
vermiştir.<br />
Hastayım yalnızım seni yanımda<br />
Sanıp da bahtiyar ölmek isterim.<br />
Mahmûr u hülyâyım câm-ı lebinden<br />
Kanıp da bahtiyar ölmek isterim.<br />
Bir olmaz emelin düştüm peşine<br />
Vuruldum hüsnünün şen güneşine<br />
Güzel gözlerinin aşk ateşine<br />
Yanıp da bahtiyar ölmek isterim.<br />
Talihin kahrı var her hevesimde<br />
Boğulmuş figanlar titrer sesimde<br />
O güzel ismini son nefesimde<br />
Anıp da bahtiyar ölmek isterim.<br />
Necip Fazıl Kısakürek de halk edebiyatı ve halk<br />
türkülerinin et tırnak misali ayrı düşünülmesi mümkün<br />
olmayan tarzını benimsemiş, bir başka manasıyla<br />
hece vezninin ölçüleriyle ihtişamını dile getirmiştir.<br />
“Uyan yârim uyan söndü yıldızlar<br />
Gün karşı tepeden doğmak üzeredir.<br />
Her sabah güneşi seyreden kızlar<br />
Mahmur gözlerini oğmak üzeredir”<br />
Âşık Veysel bizim de zamanına yetiştiğimiz ve<br />
radyo veya plaklarıyla iç içe olduğumuz şahane bir<br />
örnektir. Cennetmekân şiirlerini sazı eşliğinde söylüyordu.<br />
Sazıyla okuduğu zaman, türkü, antolojilere<br />
veya kitaplara yazıldığı zaman halk şiiri olarak vasıflandırılan<br />
bu parçalar Türk edebiyatının pırlantalarıdır.<br />
Yine o dönemin lirik ve çok yazan şairi Orhan<br />
Seyfi Orhon, türkü / halk şiiri tarzının çok güzel örneklerini<br />
vermiştir. Şiirlerinin çoğu bestelenmiştir.<br />
Bu besteler, formatlarından dolayı şarkıdır. Ama güfte<br />
bakımından halk şiiridir. Dolayısı ile de türküdür.<br />
Pekâlâ, güçlü bir bağlama sanatkârı istese türkü şeklinde<br />
çalıp söyleyebilir.<br />
Halk hikâyelerimizde bir Kervankıran hikâyesi<br />
vardır. Anadolu’muzda sekiz tane Yıldız türküsü<br />
vardır. Erzurum, Sivas, Akdağmadeni, Tokat yöresindekiler<br />
en güzelleridir. Dildeste kitabımızda bu<br />
Yıldız türkülerinden birini işlemiştim. Eflatun Cem<br />
Güney’in de bu konuda çok güzel çalışmaları vardır.<br />
Türkülerimiz aynı zamanda birer senaryodur.<br />
Eğer açıklanırsa, eskilerin deyimiyle şerh edilirse,<br />
ciltler dolusu mevzu çıkar karşımıza. Halk türkülerinin<br />
her biri bir tez konusudur. Bu açıdan da değerlendirileceğinden<br />
eminim.■<br />
14<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
A. VAHAP AKBAŞ<br />
Bu tercih türkülerle,<br />
daha doğrusu<br />
türkülerdeki ruhla<br />
entelektüeller arasına<br />
mesafe koyarken bazı<br />
<strong>yeni</strong> nesil okumuşların<br />
da türkülere<br />
yabancılaşmasına<br />
sebep oldu. Solcu<br />
edebiyatçıların türkü<br />
sevdası, denebilir<br />
ki yalnızca türkünün<br />
kökünün halk<br />
içinde olmasından<br />
kaynaklandı. Onlar<br />
türküyü yalnızca bir<br />
propaganda aracı<br />
olarak gördüler.<br />
Pertev Naili Boratav, 1930’lu yılların sonlarında<br />
yayımladığı “Eğin Türkülerinin<br />
Başlıca Temleri” başlıklı incelemesinde, halk<br />
türküleri etrafında gerek halk edebiyatı gerek<br />
halk musikisi bakımından araştırmaların epey<br />
bir yekûn tuttuğunu ifade ettikten sonra bu<br />
anonim ürünlere ait bol malzeme yayımına ve<br />
teknik incelemelere mukabil, onların mevzuları,<br />
toplumla ilişkileri, sanat ve estetik bakımından<br />
kıymetleri, sosyal fonksiyonları üzerine yapılmış<br />
araştırma ve incelemelerin hiç mesabesinde<br />
kalmasından yakınır.<br />
Türküler, yalnızca ilmî araştırma yapanların<br />
değil, sanatkâr ve sosyologların da dikkatini<br />
çeksin istiyor Boratav. Çünkü ona göre “orijinal<br />
edebiyatını, şiirini, müziğini ve genel olarak sanatını<br />
arayan bir milletin sanatkârlarının halk<br />
edebiyatından alacakları birçok dersler vardır.”<br />
(Folklor ve Edebiyat I, İstanbul 1939).<br />
Sanatkârın halk edebiyatından, özellikle türkülerden<br />
ders alması kayda değer bir tespittir.<br />
Peki, geçen bunca zaman içinde gerekli dersler<br />
alınmış mıdır Alındığını, en azından yeterince<br />
alındığını söylemenin pek mümkün olmadığını<br />
düşünüyorum. Boratav’ın bahsettiği dersleri,<br />
15<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
“memleketçilik” rüzgârıyla<br />
kaleme alınmış az sayıdaki<br />
eserle ve şiirdeki bazı şeklî<br />
çabalarla sınırlı tutmamak<br />
kaydıyla tabii. Birer istisna<br />
olarak daha sonra destan<br />
ve türkülerden beslenerek<br />
anlatım sınırlarını belirginleştiren<br />
Yaşar Kemal ve bir<br />
bakıma türkülerin dillendirdiğini<br />
“<strong>yeni</strong> görüş, söyleyiş<br />
ve şekillerle işleyen”<br />
Cahit Külebi gibi yazarları,<br />
şairleri bir kenara bırakalım.<br />
Öyle anlaşılıyor ki<br />
Cumhuriyetin birinci, ikinci<br />
kuşak edebiyatçıları, bir<br />
folklor araştırmacısı olan<br />
Boratav’ın beklentilerinden<br />
çok halk şiirini horlayan,<br />
<strong>yeni</strong> edebiyatta halkla sanatçı<br />
arasında bir mesafe<br />
gözeten Nurullah Ataç’ın seçkinci görüşlerine kulak<br />
verdiler.<br />
Bu tercih türkülerle, daha doğrusu türkülerdeki<br />
ruhla entelektüeller arasına mesafe koyarken<br />
bazı <strong>yeni</strong> nesil okumuşların da türkülere yabancılaşmasına<br />
sebep oldu. Solcu edebiyatçıların türkü<br />
sevdası, denebilir ki yalnızca türkünün kökünün<br />
halk içinde olmasından kaynaklandı. Onlar türküyü<br />
yalnızca bir propaganda aracı olarak gördüler.<br />
Asla içindeki ruhu görmeye yanaşmadılar. Yanaşsalar<br />
türküdeki tohumun onların düşündüklerinden<br />
farklı köklü bir toplumu, bu toplumun duygu<br />
ve düşüncelerini, ifade özelliklerini taşıdığını göreceklerdi.<br />
Onun için onca “köy romanı”nı yazanlar,<br />
köyün ve köylünün derin ve gerçek sesi olan<br />
türkülerden mevzu, dil, anlatım ve benzeri bakımlardan<br />
yararlanarak çağdaş eserler çıkaramadılar.<br />
Türküdeki ruhu eserlerine taşıyamadılar.<br />
Daha çok klâsik musikiye tutkun olan, medeniyetimizin<br />
ifadesini en iyi şekilde burada bulduğuna<br />
inanan Yahya Kemal bile, türkülerin bizde<br />
roman işlevi gördüğünü<br />
ifade etmişti. Bu özdeşleştirme,<br />
türkü-insan ilişkisinin<br />
diriliğiyle, sıcaklığıyla<br />
açıklanabilir ancak.<br />
Muhtevalarındaki yoğunluktan<br />
ve insan üzerindeki<br />
tesirinden yola çıkarak,<br />
Tanpınar da romanımıza<br />
türkülerimizden hareket<br />
edilerek varılabileceğini düşünür.<br />
Beş Şehir’in Konya’yı<br />
anlatan sayfalarında türkülerimizden<br />
bahseden güzel<br />
bir bölüm var. Konya<br />
Lisesi’nde çalışırken, duyduğu<br />
İç Anadolu türkülerini<br />
anlatır. Dinlediği türkülerin<br />
kendisinde uyandırdığı<br />
çağrışımlardan, üzerinde<br />
bıraktığı tesirden bahseder<br />
ve “Anadolu’nun romanını<br />
yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden<br />
gitmelidirler.” der (Beş Şehir, İstanbul,1972).<br />
Yahya Kemal de Tanpınar da temleriyle evrensel,<br />
dil ve söyleyişleriyle ve taşıdıkları kültürel<br />
unsurlarla mahallî, millî olan türkülerin nasıl değerli<br />
bir hazine olduğunun bilincindedirler.<br />
Türkü-insan ilişkisinin diriliğinden, sıcaklığından<br />
söz ettik. Belki edebiyatçının türküden<br />
alacağı en büyük ders bu sıcaklığı, diriliği özümseyerek<br />
eserine içirmek olacak. Bu ilişkiyi ne güzel<br />
açıklıyor Fethi Gemuhluoğlu. Başka vesilelerle<br />
aktarmıştım. Buraya da alıyorum: “(Türkülerimizde)<br />
İnce, yüce, ulvi, afif taraflarıyla insan var.<br />
Hafif, çılgın, şehvetli ve avâre taraflarıyla insan<br />
var. Kırılan, küsen, kaçan, dışına kaçmak istedikçe<br />
kendi içine büzülen, küçük ilgiler bekleyen<br />
yönleriyle insan var.” ( …) Sonra kıskançlıklar<br />
var, takipler var, tecessüsler var. Sonra kan gelir.<br />
Kan gelir ama türkülerde kanı kanla yunmazlar<br />
da onun peşi sıra hemen dostluklar, nefsini feda<br />
etmeler, vefalar adak olmalar, cismini nezretmeler<br />
16<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Türkü, bir toplumu bütün unsurlarıyla kabuğunun içine<br />
alan bir nar gibidir. Kabuğu kırıldığında içinden kanlı<br />
canlı, muhteşem bir dünya çıkar. Edebiyatçı için bu<br />
dünya, bu dünyanın ruhu tükenmez kaynaklardan biridir.<br />
akın eder. Türkülerde aşklar var. Suretlerde aşk<br />
var. Siyretlerde aşk var. Tabiat ana var. Dört unsur<br />
var. Toprak, su, ateş ve havaya çıkmış namları.<br />
Sonra ilahi nizam var.” Dostluk Üzerine, İstanbul,<br />
1978).<br />
Türkülerdeki bunca zenginliği görebilmek ve<br />
gösterebilmek gerekir öncelikle… Bu da, edebiyat<br />
bağlamında, bilinçli, birikimli, gayretli araştırmacı<br />
ve denemecilerin üstlenmesi gereken bir görevdir.<br />
Ne yazık ki bu konuda da durum iç açıcı değil.<br />
“Şiir, hikâye ve romanlar yetkin kişilerce tahlil<br />
ediliyor da türküler neden edilmiyor” diye<br />
sormuşumdur hep kendime. Türküleri yalnızca<br />
hikâyeleriyle değil; dil ve anlatım özellikleriyle,<br />
estetik değeriyle, içerdiği motiflerle, uyandırdığı<br />
çağrışımlarla açıklayan yazılar okumayı ne kadar<br />
istiyorum. Mehmet Kaplan’ın, Yunus Emre’nin<br />
meşhur şathiyesindeki “Bir sinek bir kartalı<br />
kaldırdı vurdu yere / Yalan değil gerçektir bende<br />
gördüm tozunu” mısralarından hareketle yazdığı<br />
yazıyı hatırlıyorum. Öğrencileri tebessüm ettiren<br />
bu mısraların onların gündelik yaşantısından<br />
örneklerle yorumlanmasının nasıl ufuk açıcı bir<br />
rol oynadığını gördükten sonra benzer yazıların<br />
türkülerin ruhuna erişmemizde ne kadar etkili<br />
olabileciğini düşünmeye başladım.<br />
Yunus’un mısralarını andıran “Manda yuva<br />
yapmış söğüt dalına” türküsünün “yöresel kültür,<br />
dil, türkünün yapılış amacı” gibi kriterler gözetilerek<br />
açıklandığı bir tebliğ metni okumuştum.<br />
Açıklamayla başlangıçta absürd görünen olaylar<br />
ince bir hicve ve mecaza ağır basan gerçeğe<br />
dönüşüveriyor.<br />
Öğrencilik yıllarımda, Hüma Kuşu<br />
türküsündeki “Sen ağlama kirpiklerin ıslanır”<br />
mısraındaki anlam inceliğini, söyleyiş güzelliğini<br />
Fethi gemuhluoğlu sayesinde görmüştüm. “Ölüm<br />
Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” ya da “Yüzünde<br />
göz izi var, sana kim baktı yârim” mısralarındaki<br />
sadelikle, sanki sıradanlıkla örtülmüş muhteşem<br />
inceliği farkedebilecek bilince erişebilmem için<br />
de kılavuzlara ihtiyacım olmuştu.<br />
Bir internet sitesinde “Minareden at beni, in<br />
aşağı tut beni” türküsüyle ilgili yorumlar içimi<br />
acıttı. Muhtemelen çoğu genç olan yorumcular<br />
türküyü tiye almış, abuk sabuk şeyler söylemişti.<br />
Oysa “minareden at”manın, “aşağı inip tut”manın<br />
birer mecaz olduğundan yola çıkılsa belki bugün<br />
de sıkça karşılaştığımız insanî bir tablo çıkacak<br />
ortaya. Gemuhluoğlu “Türkülerde kıskançlıklar<br />
var, takipler var, tecessüsler var” demiyor muydu<br />
Kıskanan, öfkelenen, sevgisi öfkesine baskın<br />
çıktığı için hemen barışveren sevgilileri anlattığını<br />
düşünemez miyiz bu türkünün Böyle anlayabilseler,<br />
belki kendilerinin anlatıldığını düşünecek<br />
o gençler. Ayrıca aynı türküdeki “Esvap serdim<br />
sicime” sözlerinde ne güzel bir söyleyiş güzelliği<br />
var. Ve nasıl capcanlı bir resim canlandırabiliyor<br />
gözlerimizin önünde. Yine “Yâr üstüme yâr sevdi<br />
/ O gidiyor gücüme” mısraları ne kadar arı duru,<br />
ne kadar tabiî bir bir dille söylenmiş.<br />
Şüphesiz bu örnekler artırılabilir. Uzatmadan<br />
şöyle bağlayalım: Türkü, bir toplumu<br />
bütün unsurlarıyla kabuğunun içine alan bir nar<br />
gibidir. Kabuğu kırıldığında içinden kanlı canlı,<br />
muhteşem bir dünya çıkar. Edebiyatçı için bu<br />
dünya, bu dünyanın ruhu tükenmez kaynaklardan<br />
biridir. Onu keşfetmek ve doğru tanınmasına,<br />
anlaşılmasına yardımcı olmak da edebiyatçı için<br />
bir sorumluluktur.■<br />
17<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Milli kültürümüzün<br />
en vazgeçilmez unsurlarından<br />
biri, türkülere<br />
ve şarkılara dönüşen şiirlerimizdir.<br />
Bunu halk ve divan<br />
edebiyatı ustalarının dilinden alıp<br />
halkın diline ve gönlüne düşüren, onların<br />
hayatlarını ve hasretlerini bir roman derinliğine kavuşturan<br />
insanlara hayranlığımızla birlikte minnetlerimizi<br />
de ifade edelim. Çünkü dilimizin Adriyatik’ten<br />
Çin Seddi’ne kadar yayılışında bu seslerin ve sözlerin<br />
çok büyük etkisi olmuştur.<br />
Türküleri ve şarkılarıyla musikimiz hiçbir sınır<br />
tanımıyor. Bu bakımdan en önemli kültür taşıyıcılarımız<br />
durumundadır. Buna rağmen uzunca bir zaman,<br />
Osmanlı’nın son dönemlerinden beri yöneticilerimiz<br />
kendi öz musikimizin seslerine ve sözlerine bu milletin<br />
<strong>yeni</strong> nesillerini hasret bırakmışlardır. İlk ve orta<br />
öğretim derslerinde nasılsa hep Batı müziğini öğretirler;<br />
Türk musikisini gençlerimizin derneklerde ve liseden<br />
sonra gidilebilecek konservatuarlarda öğrenebilirler.<br />
Bunun ne kadar hazin bir şey olduğunu bilenler<br />
bile bir şey yapamaz.<br />
Tarih boyunca sevinçlerimizde, acılarımızda, fetihlerimizde,<br />
şölenlerimizde ve felâketlerimizde hep<br />
onlarla kendimizi ifade etmişizdir. Hem büyük şehirlerimizde,<br />
hem de Anadolu ve Rumeli’nin kasabalarında<br />
bu türküler söylenir şarkılar meşk edilirdi. O<br />
18<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
İspanya’dan 500 yıl önce Osmanlı topraklarına göç<br />
eden Safarat Yahudilerinin müziği gibi Ermeni ve Rum<br />
müzisyenleriyle bestecilerinin de Türk musikisi ile ilgileri<br />
akıl almaz boyutlardadır.<br />
yüzden Yahya Kemal “Şarkılarımız romanlarımızdı”<br />
derken, onun bakış açısıyla Anadolu<br />
şehirlerini ve kültürlerini değerlendiren A. H.<br />
Tanpınar “Anadolu’nun romanları türküleridir”<br />
demiştir.<br />
Bütün bunlara rağmen, türkülerimizle şarkılarımız<br />
üzerine çok az kitap yazılıp yayınlanır<br />
maalesef. Şifâhi kültürümüzün en köklü ve en<br />
yaygın ürünleri olan folklor ve halk edebiyatı<br />
verimleri yalnız Türkler arasında değil, birlikte<br />
yaşadığımız Hıristiyan ve Yahudiler de bu<br />
nağmelerden etkilenmişlerdir. İspanya’dan 500<br />
yıl önce Osmanlı topraklarına göç eden Safarat<br />
Yahudilerinin müziği gibi Ermeni ve Rum müzisyenleriyle<br />
bestecilerinin de Türk musikisi ile<br />
ilgileri akıl almaz boyutlardadır. Bunların gelişmesine<br />
ve icrasına yardımcı olduğu türkülerle<br />
şarkılarımız, onların çocuklarında da yaşıyor.<br />
Komşularımızla uluslar arası sınırları kaldıracak<br />
kadar güçlü bir iletişim aracına sahibiz;<br />
bugün Osmanlı tebaası olarak bir geçmişe sahip<br />
olan komşularımız bu musikiyi dinliyor. Üstelik<br />
bunun hiçbir desteğe de ihtiyacı yoktur.<br />
Mehmet Özbek’le Fırat Kızıltuğ gibi icracı<br />
olduğu kadar müziğimizle ilgili yazı ve kitaplarıyla<br />
da bir müzikolog olduğunu ortaya<br />
koyan Bayram Bilge Tokel’in rivayetine göre,<br />
Shakespeare’in sanırım musikimizin gücünü<br />
çok güzel anlatan şöyle bir sözü var: “Bir milletin<br />
türkülerini yapanlar, kanunların yapanlardan<br />
daha güçlüdürler.”<br />
Bayram Bilge dostumuz, Bağımıza Gazel<br />
Düştü (2002) adlı kitabında topladığı müzikle<br />
ilgili yazılarında, konulara tarihi ve kültürel<br />
bir perspektiften yaklaşır. Klasik Batı Müziği<br />
yanında Klasik Türk Müziği ile Türk Halk<br />
Müziği’ni de fevkalâde icra edebilen besteci Fırat<br />
Kızıltuğ’u da anmalıyız. Dildeste (2002) adlı<br />
kitabında meşhur şarkıların hikâyesini anlattığı<br />
musikimize nasıl yöneldiğini Bandodan Klasik<br />
Müziğe (2002) adlı kitabında hatıralarıyla ortaya<br />
koyar. Böyle şahsiyetleri yetiştiren kültür birikiminin<br />
büyük kütüphaneleri var.<br />
Türkülerimiz folklorun bir bölümü sayılmasından<br />
ötürü, müzikologların eserlerinden oluşan<br />
çok zengin bir kütüphaneye sahip değildir, o<br />
bakımdan önemli. Halkın kültürel zenginliğini<br />
yansıtan türkülerimizi halk edebiyatından ayrı<br />
inceleyen veya araştırma konusu yapan çok sayıda<br />
yazarımız yok maalesef. Mehmet Özbek<br />
bunların istisnası bir şahsiyettir.<br />
İcracı olduğu kadar müzikolog kimliğiyle de<br />
tanınan Mehmet Özbek’in Folklor ve Türkülerimiz<br />
(1975) adlı defalarca basılan ve kaynak kitap<br />
niteliği taşıyan eserinin ardından, Türkülerin<br />
Dili (2009) adlı çok kapsamlı kitabını yayınlaması<br />
çok önemli bir hizmet oldu. Has bir sanatçı<br />
olduğu kadar titiz bir araştırmacı ve derlemeci<br />
olan Mehmet Özbek’in bu ansiklopedik sözlüğü<br />
gerçekten çok büyük bir emek mahsulüdür.<br />
Kapaktaki şu cümle önemli: “Türkülerimizdeki<br />
sırları çözebilmek, o sıcak anlatımların tadına<br />
varabilmek, Türk dilinin anlatım gücündeki<br />
kudret ve zenginlikle ezginin oluşturduğu âhengi<br />
birlikte hissetmek, türkülerimizi derinlemesine<br />
anlamak ve kavramak için şarttır.”<br />
Bu sırrı anlayan şairimiz, ne zaman bir türkü<br />
duysam şairliğimden utanırım diyor. Bunu anlamayan<br />
aydınlarımız kadar politikacılarımızla<br />
yöneticilerimiz de var. Onların varlığı aslında<br />
klasiklerinden habersiz aydınların yabancılığını<br />
da ifade eder. Türkülerimizle şarkılarımızın bizi<br />
söylediğini yeterince anlayıp ona kulak verebilirsek,<br />
gerçekten tarih şuurunu da idrak etmiş<br />
oluruz. Bizi biz yapan kültürel değerlerin başında<br />
bu güzel sesler geliyor.<br />
Evet, büyük şair çok haklı: “Bâki kalan bu<br />
kubbede bir hoş seda imiş”…■<br />
19<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
SUAT BULUT<br />
Müziğinizi değiştirirseniz sitenin duvarları yıkılır.<br />
Eflatun<br />
Yazılı olarak kayda<br />
geçirilemeyen,<br />
olay, olgu ve<br />
problemlerin,<br />
Türkü formunda<br />
ve müzik<br />
eşliğinde,<br />
hafızada çok kolay<br />
ve en az kayıpla<br />
tutulabilmesi,<br />
Türkülerin bir<br />
müzik olgusu<br />
olmasının<br />
yanında, kolektif<br />
hafıza olmasını da<br />
sağlamaktadır.<br />
Giriş<br />
Müziğin, toplumlar için önemine açık ve net bir<br />
vurgu yaptığı açıkça görülen Eflatun’a ait yukarıdaki<br />
bu tespitin yerindeliği tartışma götürmez gerçektir.<br />
Müziğin elbette ki insan ruhu bakımından ifade ettiği<br />
değer hakkında oldukça fazla çalışma ve araştırma<br />
yapılmıştır. Müzik bireysel/ psikolojik olarak insanı<br />
etkileyen bir olgudur. Ancak sadece bu yönüyle müziği<br />
değerlendirmek konuya eksik bir yaklaşım olacaktır.<br />
Bu sebeple oldukça önemli bir sosyolojik olgu<br />
sayılması gereken müziğin iki yönü ile değerlendirilmesi<br />
mecburiyeti söz konusudur.<br />
Müziğin, insan ruhu ve iç dünyasında meydan<br />
getirmiş olduğu etkiler müspet niteliktedir. Müziğin<br />
bireysel etkisinin yanı sıra fiziki yapımız üzerinde de<br />
etkili olduğu hususu artık tartışma konusu bile değildir.<br />
Müziğin hormonların, DNA yapısının ve özellikle<br />
hücre protoplazmasının etkilediği son yapılan<br />
bilimsel çalışmalarla tespit edilmiştir.<br />
Bu tespitin bizi götürdüğü önemli sonuçlardan<br />
birisi ise hiçbir şekilde değişmez denilen DNA’nın<br />
müziğin niteliği ve çeşidine göre değişebilmesidir.<br />
(Bu değişim bir de bilgi sağlamaktadır.) İnsan ruhu<br />
ile fiziksel bedeni arasındaki bağlantı ya da etkileşimi<br />
hormonlar sağlamaktadır. İnsan vücudunun hormon<br />
20<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
sağlama mekanizması dikkate alındığında, müziğin<br />
insanın iç dünyasındaki etkilerinin hormonsal<br />
salgıları harekete geçirdiği ve söz konusu bağlantı<br />
sebebiyle insan fiziğinin de bu yönde etkileşime<br />
açık olduğu bilinmektedir. Dinlenilen veya icra<br />
edilen müziğin etkisi ve önemi kendiliğinden ortaya<br />
çıkmaktadır.<br />
Müziğin fert üzerinde meydana getirdiği bu<br />
ruhsal / fiziksel etkinin önemi daha geniş bir çalışmayı<br />
gerekli kılmaktadır. Ancak şurası bir gerçektir<br />
ki; günlük ve sıradan bir meşgale olarak değerlendirdiğimiz<br />
ve çoğu zaman “ eğlence “ amacıyla<br />
dinlediğimiz müziğin oldukça ciddiye alınması<br />
gerekmektedir.<br />
Ülkemiz özelinde, müziğin durumuna baktığımızda<br />
ise, tıpkı eğitim, ekonomi, siyaset ve benzeri<br />
pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da olumlu<br />
ve ciddi şeyler söyleminin zorluğu ortadadır. Müziğin<br />
kitleleri nasıl etkilediğini gerek dünyada ve<br />
gerekse ülkemizde görmek mümkündür. Bugün<br />
dünya genelinde eğlence sektörünün en fazla istismar<br />
ettiği olgu müziktir.<br />
Oysa Doğu’da bundan yüzyıllar önce, bir başka<br />
ifadeyle Batının “Orta Çağ”ında Müslümanların<br />
kurmuş oldukları üniversitelerde (medreseler) müzik,<br />
matematik, optik ve geometri ile aynı kategoride<br />
kabul edilerek (Quadrivium=Dörtlü) bir bilim<br />
dalı olarak okutulmuştur. Nitekim bu çalışmaların<br />
sonuçlarından bir musiki aleti olan “kanun” Farabi<br />
tarafından icat edilmiştir.<br />
Doğru olan da zaten müziğin bir bilim olduğudur.<br />
Müziğin bir eğlence aracı olarak algılanması<br />
ve kullanılması, amacı dışında kullanılan her<br />
şey gibi, müziği de gerçek niteliği ve amacından<br />
saptırmış ve müzik bu hâliyle insana ve insanlığa<br />
vermesi mümkün olan katkı bir yana, tahrip edici<br />
bir boyuta taşınmıştır. İşte bu sebepten olsa gerek;<br />
“Musiki âlimin ilmini, cahilin cehlini arttırır.” denilmiştir.<br />
Müziğin Toplumsal Boyutu<br />
Müziğin ortak paydayı kavraması, “duygudaşlık”<br />
kavramında kendisini bulur. Bireysel niteliği<br />
ağır basan müzik “duygudaşlık” sürecinde kitleler<br />
arasında önemli bir asgari müşterek olarak karşımıza<br />
çıkar. Müşterek algının bir adım ilerisini<br />
teşkil eden duygudaşlık, insanların bir araya gelmesinde<br />
ve bu birlikteliğin devam ettirilmesinde<br />
önemli bir etken olduğu inkâr edilemez. Aynı müziği<br />
dinleyen insanların, aralarında bir yakınlık<br />
hissettiği, harcı âlem bir bilgi olmakla beraber,<br />
dinlenen müziğin insanın kişiliği, dünyaya bakışı<br />
ve algılayışı, ruh dünyası hakkında ciddi bir ölçü<br />
ya da veri olduğu unutulmamalıdır.<br />
Bu sebeple, müziğin, eğitimde ciddi bir mevki<br />
tuttuğu “zevklerin ve renklerin tartışılamayacağı”<br />
tezinin tutarlı bir yanının bulunmadığı gözden<br />
uzak tutulmamalı. Her türlü seviyesizliğin referansı<br />
ve meşrulaştırma gerekçesi olan bu söz popülist<br />
amaçlarla kullanılan ve “kitle kültürünü “ zımnen<br />
onaylayan bir içeriğe sahiptir.<br />
Müzik gündeminin en önemli konularında birisi<br />
de “tek sesli” ve “çok sesli” müzik tartışmasıdır.<br />
Bu çerçevede “ çok sesli “ müzik lehine bir ağılık<br />
taşıyan bu tartışma konusunun en önemli argümanlarında<br />
birisi ise, “ çok sesli” müziğin daha çağdaş<br />
olduğu yönündeki tutarsız değerlendirmedir. Oysa<br />
burada her iki yapıdaki müziğin kendi içinde değerli<br />
olduğu ve bu noktada yapılacak bir tercihin,<br />
tercih edilemeyen diğer tarzı dışlamamasıdır.<br />
Müziğin tek ya da çok sesliliği elbette ki bir<br />
algı, anlayış ve kültür meselesidir. Doğulu toplumlarda<br />
müziğin, eğitim ve terbiye süreci içinde yer<br />
alarak bilim olarak kabulünün, ortak bilinçaltında<br />
yer alması ve tek sesli müziğin “telkin” etkisinin<br />
çok sesliye göre baskın oluşu bu tarzın tercih edilmesini<br />
sağlamıştır.<br />
Doğu müziklerinde ve özellikle Türkülerde,<br />
söz ile müzik bir aradadır. Tabiatla iç içe olmanın<br />
ve kâinatın armonisi ile ahenk sağlamanın amaçlandığı<br />
Türkülerde, müzikal açıdan tabii seslerin<br />
arandığı çok açık görülmektedir. Türk çalgılarının<br />
hemen tamamında (bağlama, kaval, davul, tar<br />
gibi) seslerin tabiliği ve mekanik olmayışı dikkat<br />
çeker, mesela, Âşık Veysel’in çaldığı bağlama ile<br />
Mozart’ın eserlerindeki melodik paralelliği görmemek<br />
imkânsızdır.<br />
Konumuz, Eflatun’un sözü ile birlikte değerlendirildiğinde,<br />
toplumların dinlemiş oldukları<br />
müziğin niteliği ile toplumların niteliği hakkında<br />
ciddi ipuçları vardır. O h’alde toplumsal bir yapının<br />
analizinde, müziğin de, incelenmesi gereken<br />
bir araştırma sahası olacağından hareketle, Türk<br />
toplumu hakkında, “ Türkülerimizin “ değerlendirilmesi<br />
suretiyle önemli sonuçlara ulaşmamız<br />
mümkün görünmektedir.<br />
21<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Türk’ü Söyler Türküler<br />
Dünyada hiçbir milletinin, kendi adıyla andığı,<br />
bir müzik kategorisi bulunmamaktadır. Bir başka<br />
ifadeyle, pek çok milletin “halk şarkıları” olsa da<br />
bir millet adı olarak Türkü’de olduğu gibi bir adlandırma<br />
yoktur. “Türkü”, Türk isminden türetilmiş<br />
bir başka isimdir. Yani isimden (Türk), isim<br />
(Türkü) türetilmiştir. Bunun anlamı ise, Türklerin,<br />
Türkülerini müstakil bir varlık olarak kabul edip<br />
isimlendirmişlerdir. Oysa “ halk şarkısı “ tabiri<br />
genel ve anonim bir anlamı ifade etmektedir. Bu<br />
etimolojik ve filolojik tespit bile, Türk milletinin<br />
“Türküsüne” verdiği değeri ve ona yüklediği anlamı<br />
ifade ettiği gibi, Türkünün sadece, Türklere<br />
has ve ona ait olduğunun da bir göstergesidir.<br />
Bir müzik formu olarak Türküler pek çok çalışmaya<br />
konu edilmiş, ağız, yöre, tavır, makam gibi<br />
teknik boyutuyla incelenmiştir. Bu gerekli çalışmaların<br />
yanında yukarıda da ifade ettiğimiz gibi,<br />
Türkülerin sosyolojik yönünün ihmal edildiği bir<br />
gerçek ve önemli bir eksikliktir.<br />
Tarihî süreç içinde Türk tahayyül ve tasavvurunun<br />
somutlaşmış biçimleri olan Türküler,<br />
Türklerin kadim zamanlardan bu yana taşımakta<br />
oldukları dünya görüşü ve algısının günümüze taşımasında<br />
önemli bir fonksiyon icra etmişlerdir.<br />
Türklerin gerek İslamiyet öncesindeki Şamanist<br />
/ animistik inançları ve gerekse İslamiyet sonrasında<br />
da bu anlayışları devam ederek, eşyalara<br />
ve cansız varlıklara ruh izafe etmeleri, hayatı ve<br />
evreni algılamalarına da yansımış ve bu yansıma<br />
haliyle Türkülerde de kendini bulmuştur. Kâinatın<br />
devamlı hareket halinde olduğu, varlıkların karşılıklı<br />
etkileşimi Türklerin en önemli kozmolojik<br />
inançlarından birisidir.<br />
Algı paradigması içinde, kâinatın hiçbir yönü<br />
cansız ve statik değil hep dinamik bir etkileşim<br />
içindedir. Bu yaklaşımın Türkülerde oldukça fazla<br />
örneğine rastlamak mümkündür.<br />
Öyle ki, Türkler, türküler vasıtasıyla bazen bir<br />
dağla dertleşmiş, bazen engel gördüğü bir akarsuya<br />
beddua etmiş, bazen de taşlarla konuşulmuştur.<br />
Cansız varlıklara “ruh izafe etme” inancı Şamanist<br />
bir gelenek olmakla beraber, İslamiyete de<br />
uzak olmayan bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım çok<br />
önemlidir.<br />
Bunun yanı sıra yapılan son bilimsel araştırmalar,<br />
-Kuantum Fiziği bağlamında- cansız varlıkların<br />
(ruhları olmasa bile) dinamik olduklarını,<br />
etkilenme ve etkileme niteliklerinin bulunduğunu<br />
göstermektedir. Türkülerin, Türklerin hayatında<br />
bu derece önemli yer tutmasının en önemli sebeplerinden<br />
birisi belki de tarihî süreç içinde, sözlü<br />
kültür geleneğinin baskın oluşudur.<br />
Yazılı olarak kayda geçirilemeyen, olay, olgu ve<br />
problemlerin, Türkü formunda ve müzik eşliğinde,<br />
hafızada çok kolay ve en az kayıpla tutulabilmesi,<br />
Türkülerin bir müzik olgusu olmasının yanında,<br />
kolektif hafıza olmasını da sağlamaktadır. Gerçekten<br />
de müzikle beraber belirli bir düzen de (şiir<br />
formunda ) anlatılan olguların, akılda kalıcılığı<br />
daha kolay olmaktadır. Sadece şiir formatında bir<br />
eseri aklıda tutmak ile müzik eşliğinde akılda tutmak<br />
arasında oldukça fark olduğu bireyse tecrübe<br />
ile anlaşılabilecek bir tespittir. Bu perspektif ile<br />
Türkülerin sosyolojik olarak incelenmesinin yeterli<br />
olarak yapılmadığı yukarıda ifade edilmişti.<br />
Türkülere, antik eserler gibi bakmanın ve incelemenin<br />
doğru bir tavır olmadığını, Türkiye’de<br />
türküler ve daha pek çok şey hakkında yapılan<br />
çalışmaların bu nitelikte olduğu ifade edilebilir.<br />
Çünkü türküler, güncel ve hayatın içindedirler ve<br />
tahminlerin çok ötesinde zengin, tarihî, sosyolojik,<br />
psikolojik, kozmolojik, politik, dinî vs. veriler<br />
taşımaktadırlar. Modernleşmeyle gelen toplumsal<br />
değişimler, türkü üretimini büyük oranda ortadan<br />
kaldırmaktadır. Bu tespit her ne kadar anonim<br />
türküler için daha fazla gerçeklik payı taşısa da,<br />
bestelenmiş olanlar, âşıklık geleneği kapsamındaki<br />
türkülerimiz için de bu zorluğu kabul etmek gerekir.<br />
Ancak bu “üretim krizinin” kısmen aşılmaya<br />
başlanmış olması sevindirici gelişmelerdendir.<br />
Türk toplumundaki hızlı şehirleşme elbette ki değişik<br />
algı biçimleri oluşturmakta ve bu algı kapsamında<br />
<strong>yeni</strong> ve bireysel çabalarla, türkü formunda<br />
değişik nitelikli çalışmalara rastlanmaktadır.<br />
Konu bakımından incelendiğinde türkülerin,<br />
hayatın her alanına dair yakıldığı, görülür. Aşk, ayrılık,<br />
ölüm, hasret gibi konuları içermekle beraber,<br />
ekonomik faaliyetler, mizahi ve toplumsal konular<br />
gibi hayatın tamamını kuşatan bir muhtevaya da<br />
sahiptirler. Bu yönüyle Türkler için “hayatı türküleştirmiş<br />
millet” denilebilir. Dolayısıyla, türkülerin<br />
sadece duygusal bir temele dayanmayıp, realist<br />
bir anlayışla “kendini ifade etme” formu olarak da<br />
kullanıldığı görülmektir. ■<br />
22<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
NECATİ KANTER<br />
Bize uymazdı, ne münkir, ne de nankördü Dono<br />
Çuval omzunda gezer, alnı açık hürdü Dono<br />
H. D.<br />
dono<br />
O bir divanedir. Divanelerin<br />
bir başka yönü de ibnü’l-vakt<br />
oluşlarıdır. Onlar için gelecek<br />
ve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar.<br />
Yaratıcı ile bir ve beraberdirler.<br />
Aralarında rint olanları da vardır.<br />
Şehrimizin en renkli en temiz delisiydi Donobet.<br />
Temizliği kendi üstüne başına değildi<br />
elbet. Bedenine cismine hiç değildi. Sanki<br />
aylarca su değmemişti eline yüzüne. Etrafınaydı,<br />
şehrine ve şehrinin cadde ve sokaklarınaydı<br />
onun temizliği. Çevre dostuydu. Görevini hiç<br />
aksatmayan iyi bir temizlik işçisi gibi cadde ve<br />
sokaklarda çöp toplar, “akşama pişmiş fasulya…<br />
ye ha, ye ha, ye!...” der, bir yandan da küfürler<br />
savurur gezerdi.<br />
Müslüman kimdir, Hristiyan kimdir, Türk,<br />
Ermeni, Süryani nedir bilmez, bilse de ayırım<br />
yapmazdı. Ne kilise ne havra ne de cami ilgilendirirdi<br />
onu. Ellinde uzun saplı bir süpürge, sırtında<br />
çuval, kendi işine bakardı Dono.<br />
Kâh odun parçası toplar, kâh arar çuval, çivi,<br />
çöp<br />
Fahri bir çöpçü olup şehre çok iş gördü<br />
Dono<br />
23<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Sıska ve uzun boyluydu. Bakışları sabit, gözleri<br />
donuk yeşil… Eğlencelere katılır, düğünleri<br />
kaçırmazdı. Çiftetelli oynarken halk bir yandan<br />
kahkahalar atar bir yandan da tempo tutardı. Düğünlerin<br />
olmazsa olmazı idi. Olur da o gün düğünde<br />
bulunmazsa mutlaka birileri gider, bulup<br />
getirirdi.<br />
Müslümanlara yakınlığı nedeni ile kendisini<br />
cuma namazına davet eden birine:<br />
“Efendi, efendi!... Senin gibi sakallı, keşiş bir<br />
dedem vardı; o da kiliseye davet ederdi beni!...<br />
Benim Allah’ım ne kilisede ne de camide… Hadi<br />
oğlum, hadi herkes işine yallaa!...”<br />
Attı hep minneti omzundaki çuvala<br />
Para indinde pul etmez, o ne bonkördü Dono<br />
Ağalığın beyliğin ardınca o hiç gam yemezdi<br />
Gezdi keyfince, sokaklarda ömür sürdü Dono<br />
“Akşama pişti fasulya, ye ha, ye ha” diyerek<br />
Bize iç derdimizin zehrini öksürdü Dono<br />
Akrabalarının çoğu, İstanbul, Paris, Fransa ve<br />
Amerika’da yaşardı. Tehcir Kanunu ile iyice azalan<br />
gayrimüslimlerin sayısı kala kala ancak beş<br />
altı hane Ermeni, bir o kadar da Süryani... En tanınanı<br />
ve en sevileni de Dono ve ailesiydi.<br />
O yıl “kara kış”ın dondurucu soğuklarında<br />
şehrin cadde ve sokaklarında görünmeyince halk<br />
onu özlüyor, “Yahu bu aralar Dono görünmüyor.<br />
Öldü möldü mü” deyip sorup soruşturuyorlardı.<br />
Sokaklarda o olmasa da veletler Dono’nun meşhur<br />
türküsünü koro hâlinde söylüyorlar, taklidini<br />
yapıp kendi aralarında şakalaşıyorlardı.<br />
“Akşama pişmiş fasulyaa… ye ha, ye ha<br />
yee!...”<br />
Kış boyunca çıkmadı Dono.<br />
Tek katlı evinin sokağa bakan penceresinin<br />
önünde oturur, güzeller güzeli Hayganuş’un saksılara<br />
diktiği çiçekleri sular, onlarla sohbet eder,<br />
gideni geleni gözler, bazen de odasının camını<br />
açar, o meşhur türküsünü mahallenin çocukları<br />
ile söylemekle yetinirdi.<br />
Böyle geçti bir kış.<br />
Mart ayının ortalarıydı. 14 Mart Paskalya<br />
Bayramı. Hz. İsa’nın dirilişini dile getiren bir<br />
bayram. Günlerden pazardı. Dono’nun ailesi papazın<br />
yönetimi altında dinî törenlerini ifa etmeye<br />
gittiler. Tabi, Dono evdedir, hastadır ve bir başınadır.<br />
Umurunda bile değildir bayram. Her gün<br />
bayramdır onun için. Ama ihtiyarlık bükmüştür<br />
belini.<br />
Pırıl pırıldı hane halkının elbiseleri.<br />
Ermeni komşularımız tabi ki o gün neşeliydi.<br />
Allah’tan tek dilekleri yağmurun yağması idi.<br />
Onun için istavroz çıkarıp dua ediyorlardı. Mahallenin<br />
bitirimleri bayramlık elbiseler içinde<br />
Hayganuş’u görebilmenin heyecanını yaşamak<br />
için pusudalar.<br />
Donobet’in yakın akrabası olan Kirkon usta<br />
iyi bir duvar ustası. <strong>Bizim</strong> evin yapımında çalışırken<br />
ara sıra sohbet ederdik onunla. O söylemişti:<br />
“Paskalya Bayramlarında haşladığımız kızıl yumurtaların<br />
kabuklarını kapımızın önüne bırakırız,<br />
Yağmur yağar da bu kabukları yağmur suları<br />
alır götürürse günahlarımızı da götürmüş olur.<br />
Böylece ettiğimiz dualarımız da Mesih Babamız<br />
tarafından kabul olur.”<br />
Hava bulutluydu ama o gün yağmur yağmadı.<br />
Dono’nun küçük oğlu Haygas, elindeki küçük<br />
bakır bir tepsi içine itina ile yerleştirilen paskalya<br />
çöreklerini ve kızıl yumurtaları Müslüman komşularına<br />
kapı kapı dağıtırken çocuğun yürüyüşü<br />
bile değişirdi. Havalı mı havalı… Biz Müslümanların<br />
Şeker ve Kurban Bayramlarında ikram ettiğimiz<br />
tatlıların, şekerlerin ve kurban etlerinin<br />
karşılığını ödüyormuş gibi bir rahatlık içinde ve<br />
gururlu.<br />
Bir torunu vardı Dono’nun. Mahallenin güzeli.<br />
Hayganuş’tu adı. On yedisindeydi… Kız Meslek<br />
Lisesinde okuyordu. Gözleri mavi, saçları sarı…<br />
Fettan… Biraz da fingirdek…<br />
O günlerde çok sevilerek söylenen, romanlara,<br />
öykülere konu olan bir Harput türküsü gençlerimizin<br />
dilinden düşmezdi. Hayganuş eşikten daha<br />
adımını atar atmaz gençlerden biri ya da bir çocuk<br />
korosu başlardı.<br />
Ahçiği yolladım Urum iline<br />
Eser bad-ı saba zülfün teline<br />
Gel seni götürem İslam iline<br />
24<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Bu bir aşk öyküsü… Sevda ve ayrılık türküsü...<br />
Harput’un Ebu Tahir Mahallesi’nde<br />
Dabaklar’ın Mustafa ile Şehroz Mahallesi’nden<br />
Ermeni Nişan’ın kızı Ahçik’’in sevdalarını anlatan<br />
hazin bir türkü.<br />
Harput’un “Şüşnaz” köyünde bir düğünde<br />
görmüştü onu Mustafa…<br />
Ortalığın bozuk olduğu yıllar...<br />
Osmanlı savaşta...<br />
Karşısında yedi düvel!...<br />
Ülke üzerine kara bulutların çöktüğü, zor zamanların<br />
yaşandığı günler…<br />
Savaşla birlikte etnik sancılar da başlamıştır.<br />
Ermeniler ayakta...<br />
Arada din farkı...<br />
Üstüne üstlük bir de Ermeni işbirlikçilerin çıkardığı<br />
“Yeprad” adlı gazetenin tahrik edici yayın<br />
ve baskısı…<br />
Ve umudun umutsuzluğa dönüştüğü bir aşk…<br />
Mustafa ile güzeller güzeli Ahçik, Harput ulemasının<br />
ve Ermeni tebaasının katı tutumu nedeniyle<br />
bir türlü kavuşamazlar. Tehcir Kanunu ile<br />
yöreyi terk ederken akıtamadığı gözyaşlarının<br />
alev damlaları Ahçik’in içini yakar… Çökmüş<br />
omuzları ve melül bakışlarıyla kaybetmişliğin<br />
yoğun hüznünü, aşkını, sevdiklerini, en kötüsü<br />
de daha seveceklerini bırakmış olmanın acısını<br />
yaşar.<br />
Omzunun üzerinden bakıp sımsıkı kapattığı<br />
dudakları arasından kendi kendine konuşur Ahçik:<br />
-Neden<br />
Mustafa’nın akıtamadığı gözyaşları bu soruya<br />
yine aynı soru ile karşılık verir:<br />
-Neden<br />
Bu hazin aşk öyküsü türkü olur, dillerde dolaşır,<br />
gönüllere yerleşir.<br />
Vardım kiliseye baktım haçına<br />
Gönlümü bağladım sırma saçına<br />
Gel seni götürem İslam içine<br />
Hayganuş cilvelenirdi bu türküyü duyunca.<br />
Gözlerini süzer, sarı saçlarını bir kısrak gibi arkaya<br />
doğru savurur, ama kimseye de pas vermezdi.<br />
Dono’nun uzaktan akrabası olduğu söylenirdi<br />
‘Ahçik’. Ondan mıdır bilinmez, Hayganuş’un<br />
yengesi Maran’ın bu türküyü Ermeni ağzı ile söylediği<br />
o güzel sesini duyardık bazı geceler. Hâlâ<br />
kulağımda onun sesinin yumuşaklığı, sıcaklığı<br />
ve yüreğime ılık bir su gibi akışı… Bugün bile<br />
ürperiyorum, hüzünlenip anılarda geziniyorum o<br />
sesi anımsadıkça. Dinlediğim her müzikte, duyduğum<br />
her seste <strong>yeni</strong>den yaşıyorum o anı...<br />
Vardım kiliseye haç suda döner<br />
Dinimden dönersem el beni kınar<br />
Mustafa bu aşka nice bir yanar<br />
Öyle yanık söylerdi ki güzel gelin Maran,<br />
kim bilir o da bir zamanlar belki Harputlu bir<br />
Gakkoş’u sevmişti. Kürsübaşı gecelerinde, düğünlerde,<br />
özel eğlence günlerinde hep bu sevda<br />
anlatılır, bu türkü okunurdu.<br />
Ahçik’i yolladım Urum eline<br />
Eser bad-ı saba zülfün teline<br />
Gel seni götürem İslam iline<br />
Yine o dumanlı günlerde Tıpkı Erzurum’da<br />
yaşanan ve dilden dile dolaşan Erzurum delikanlısı<br />
bir Dadaşla sarışın bir Ermeni kızının ferman<br />
dinlemeyen, gönüllerde şahlanan sevdalarını anlatan;<br />
Türkiye’de, Ermenistan’da ve Türkî Cumhuriyetlerde<br />
söylenen, hüzünlü, acıklı, “Erzurum<br />
çarşı pazar” dizeleri ile başlayan “Sarı Gelin”<br />
türküsü gibi.<br />
Ahçik !...<br />
Başımı sevdaya salan o Ahçik<br />
Aman o Ahçik civan o Ahçik<br />
Dono o gün keyifsizdi. “Mart kapıdan baktırır<br />
kazma kürek yaktırır.” diye geçirdi içinden. Takır<br />
takır vuruyordu dişleri. Büyük gelini Pulo’nun<br />
dediğine göre üç ayı geçkin bir süredir konuşmuyormuş…<br />
“Oğullarıma haber salın görmek istiyorum.”<br />
Günlerce dilinden düşürmemiş oğullarının<br />
adlarını. Amerika nereee... Türkiye nere!...<br />
Bu isteği yerine getirilmeyince ağzı kilitlenmiş.<br />
Dono, dut yemiş bülbül!...<br />
Kapının ardındaki uzun saplı süpürgesine<br />
baktı, sokakların çerçöpünü düşündü. Acı bir tebessümle<br />
gölgelendi ihtiyar yüzü. Boynunu bü-<br />
25<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
küp saatlerce kımıltısız oturdu çıtır çıtır yanıp<br />
nar gibi kızaran saç sobanın yanındaki çiçekli<br />
minderin üzerinde. Ne dağlardan şehre kadar<br />
inen nevruz kokusunu ne de bahçelerde açan badem<br />
çiçeklerinin güzelliğini görebilmişti bu yıl.<br />
İstemeyerek kafese girmiş kolu kanadı kırık garip<br />
bir kuşa benzetti kendini. “Kör olası bu romatizma<br />
illeti yok mu... “Ah çekti Dono, vah<br />
çekti, sonra gençlik hayalleri ile baş başa kaldı...<br />
Ne yapsındı Artık yaş da kemale ermiş, iyice takatten<br />
düşmüştü. Ama bu bayram gibi günde hiç<br />
olmazsa mahallenin sokaklarını, hele hele kapılarının<br />
önünü süpürememek onu daha da üzüyor,<br />
kahrediyordu. Ayağa kalkacak hâlde değildi ki...<br />
Kalkmak için yekindi, olmadı… Ellerini açıp çaresizliğini<br />
savarcasına boşlukta salladı. “Gözü<br />
çıksın şu ihtiyarlığın da; özlemin de hastalığın<br />
da!” diye mırıldandı. Ayağındaki terliği çıkarıp<br />
yanı başında mırıl mırıl uyuyan zavallı kediciğin<br />
sırtına indirdi.<br />
Bayram ayin’inden erken dönmüştü güzel torun<br />
Hayganuş.<br />
Mahallenin <strong>yeni</strong>yetmeleri Ahçik türküsünün<br />
nakaratı ile karşıladı onu.<br />
Başımı sevdaya salan o Ahçik<br />
Aman o Ahçik civan o Ahçik<br />
Kaçamak bir bakışın ardından tek katlı kerpiç<br />
evlerinin demir kapısına vurdu anahtarı, daha<br />
içeri girer girmez sokağa fırladı Hayganuş. Ellerini<br />
dizlerine vurdu, saçını başını yoldu, bir yandan<br />
da avaz avaz bağırdı.<br />
“Ölüooor!... dedem, dedem ölüor!... yetişin!...<br />
akrep soktu, akrep soktuuu!... can çekişior!... Ölüoor!<br />
Gittiii… Donobet dedem gitti!...”<br />
Aradan çok bir zaman geçmemişti ki, sökün<br />
etti akrabaları. Bir kızıl kıyamettir, bir velveledir<br />
koptu mahallede. Ermenice Türkçe ağıtlar, ağlamalar<br />
sızlanmalar!...<br />
Pek karanlıkta kalıp, bağrı yanık öldü yazık<br />
Ne akarsu ne de bolca bir ışık gördü Dono<br />
O gün akşama doğru kilisede bir cenaze töreni<br />
yapıp alelacele eve getirdiler Dono’yu. Bir<br />
gün sonra da sabahın erken saatlerinde “Şahinkaya”<br />
köyündeki aile mezarlıklarına götürülürken<br />
kızları ve yakınları arkasından ağlayıp<br />
gözyaşları döktüler. Acı ağıtları, feryatları, iniltileri,<br />
ahları vahları, taaa Gazi Caddesi’nde, hatta<br />
“Beşkardeşler”de duyuldu.<br />
Ben de gittim Dono’nun cenazesine. Bu gidişim<br />
biraz komşuluk hakkı biraz da meraktandı.<br />
Uzaktan da olsa papazın duasını, istavroz çıkarışını<br />
ve Donobet’in nasıl gömüldüğünü ilgi ile<br />
izlerken buruk bir tebessümün ardından nedense<br />
onun o meşhur tekerlemesi döküldü dudaklarımın<br />
arasından:<br />
Akşama pişmiş fasulya, ye ha ye ha ye!<br />
Papazın elinde “Kitabı Mukaddes” benim damarlarımda<br />
gezinen kâfir şeytan!...<br />
Hayganuş geldi aklıma… Hayganuş’un dudaklarındaki<br />
gülümseme, hafiften kaşlarını çatarak<br />
süzgün tavrıyla nazlanarak fettan bakışları ve iri<br />
yeşil gözlerinin önüne dökülen lepiska saçları…<br />
Gecenin bir vaktinde evimizin eyvanına çıkıp ay<br />
ışığında başımı avuçlarımın arasına alıp Maran<br />
Gelin’in o kadife gibi yumuşak sesinden Ahçik<br />
türküsünün öyküsüne dalışım, hayaller ülkesinde<br />
gezişim…<br />
Toprağın bol olsun Dono!...<br />
Dışı gayetle pisti amma, içi ak pakdı onun<br />
Şorşor’un çağlayanında temiz gürdü Dono<br />
Sebeb-i mevtin acep, yoksa odun kıtlığı mı<br />
Seni işletmelerin kahrı mı öldürdü Dono<br />
Caddeler sokaklar çöpten, pislikten geçilmez<br />
oldu. Günlerce Dono’yu aradı gözler.<br />
Sordular:<br />
Hasta mıydı<br />
Dediler öldü, yazık, ah dedik vah dedik<br />
Bizi bu kez bırakıp gitti o beybah dedik.<br />
Kahbe dünyada o bir mert idi mürd oldu<br />
İnan et, bizlere birdenbire dert oldu Dono* ■<br />
__________<br />
* Şiir, Haydar Duman<br />
26<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
MEHMET NURİ YARDIM<br />
Her şeyi bir tarafa bırakıp çocuklarımıza, eskimeyen<br />
güzelliklerimizin barınağı halk türkülerimizi<br />
işaret etmeli, onları okutmalıyız. Erdemli<br />
olmayı, karşı fikre tahammülü, sevgiyi, hürmeti, vefayı<br />
öğretmeliyiz. Güzel ülkemizin, Türkiye’mizin<br />
muhtelif bölgelerine ait birbirinden nefis türküleri<br />
vardır. Büyük milletimin yüksek medeniyetinden<br />
damıtılan hikmetli mısralar, yüreklere çöreklenen<br />
kasaveti darmadağın eder. Sevgiyi kaybedenlere<br />
inat sevdanın evrenine girmek gerek. “Gel ha gönül<br />
havalanma / Engin ol gönül engin ol.” Bu iki mısra<br />
dahi bütün bir hayat anlayışımızı, felsefemizi, dünya<br />
görüşümüzü özetlemeye yeter. ‘Havalanmak’tan<br />
niçin geri durmalı, niçin ‘engin ol’malı, neden mütevazı<br />
durmalıyız Muhabbet sahibi olmanın hikmeti<br />
nedir<br />
Türküler bilgi dağarcığımızı zenginleştirir, duygularımızı<br />
zarifleştirir, âsâbımızı düzeltir, bizi geniş<br />
ufuklara doğru çağırır. Masmavi bir gökyüzünde<br />
kanatlanırız. Sonra Tatyan havalarını duyarız. Güldesteler<br />
gelir: “Yiğit olur doğru söyler hile kalmaz<br />
sözüne / Yetmiş iki nur yağıyor sevdiğimiz yüzüne /<br />
Der Ömer müptelayım hem gaşınan gözüne / Hazreti<br />
Yakub’un oğlu Yusuf-u Kenan gelir.”<br />
Anadolu bir türkü tarlasıdır. Uzun havalar da<br />
bizimdir, bozlaklar da. Uçsuz bucaksız türküler derlenir<br />
memleketimden. Açın bakın kitapları ki yüreğimizdeki<br />
yangınları görün: “Uzun olur gemilerin<br />
direği / Yanık olur âşıkların yüreği / Ne sen gelin<br />
oldun ne ben güveyi” Yüreği yanık olanların gözlerinden<br />
sevgi ışır her yana. Onlar yaratılışın manasını<br />
kavrayanlardır. Muhabbetin, insanın özü olduğunu<br />
bilenlerdir.<br />
Halk şairlerini okuyun. Kul Himmet’ten çıkın<br />
Emrah’la Erciş’e varın, Köroğlu’ndan başlayın<br />
Seyrani’ye gelin, Dadaloğlu’ndan yürüyüp Âşık<br />
Veysel’e ulaşın. Karacaoğlan, sevgisini yitirenlere<br />
asırlar ötesinden bakın nasıl sesleniyor: “Dinle sana<br />
bir nasihat edeyim / Hatırdan gönülden geçici olma<br />
/ Yiğidin başına bir iş gelirse / Onu yâd ellere açıcı<br />
olma / Mecliste ârif ol kelâmı dinle / El iki söylerse<br />
sen birin söyle / Elinden geldikçe sen eylik eyle / Hatıra<br />
dokunup yıkıcı olma”<br />
Türküler, kültürümüzün en canlı, kimliğimizin<br />
en belirgin parçalarıdır. Geçmişin yaşanmışlıklarını<br />
türkülerde görür, kendimizi âdeta bir aynada seyrederiz.<br />
Çünkü neşemizi, hüznümüzü, kederimizi,<br />
sevincimizi, acımızı, mutluluğumuzu kısacası bütün<br />
duygularımızı bu metinlerde buluruz. Bazen bir<br />
aşkı anlatır bazen bir savaşı. Kimi zaman bir ailenin<br />
dramını dile getirmişlerdir ya da bir sosyal yarayı...<br />
Ama sevdalar, sevgiler ağırlıktadır türkülerde. Temaları<br />
ne olursa olsun mutlaka bizim maceramızı<br />
dillendirmiştir bu ezgili şiirler. Yüzyıllardan süzülüp<br />
günümüze ulaşan bu güzel eserleri dinleyip de<br />
coşkuya kapılmayan veya hüzünlenmeyen bir Türk<br />
27<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
düşünebilir misiniz Türküler genellikle herkesin<br />
rahatlıkla anlayabileceği ortak, sade ve doğal dille,<br />
hece vezni ile söylenmiş, yazılmıştır.<br />
Birçok bölgemizin, pek çok şehrimizin veya beldemizin<br />
birbirinden anlamlı ve güzel türküsü vardır.<br />
Her geçen gün <strong>yeni</strong> türküler derlenmekte ve geçmişten<br />
günümüze sağlam bir kültür ve folklor köprüsü<br />
kurulmaya çalışılmaktadır. Türküler geçmişin izlerini<br />
bugüne taşıyan birer hâtıra defteri gibidir. Veya<br />
zaman tünelinden günümüze aktarılan birer günlük…<br />
Bir milletin seyir defteri de diyebiliriz bu acı<br />
tatlı türkülere.<br />
Türkülerde sadece aşk-sevda duygularını mı dillendirilir<br />
Ne münasebet! Onlar bizim inancımızın,<br />
dünya görüşümüzün, ahlâk anlayışımızın, gelenek<br />
göreneklerimizin, kısacası kültür ve medeniyetimizin<br />
de birer canlı vesikasıdır. Atalarımızın neye<br />
ağlayıp neye güldüğünü anlatırlar bize. Ne zaman<br />
hüzünlere kapıldıklarını anlarız yanık bir türküye<br />
kulak verince.<br />
Türküler isimsiz kahramanların eserleridir genelde.<br />
İlk söyle<strong>yeni</strong> bilinmez çoğu zaman. Bir yöreden,<br />
bir bölgeden çıkar ve yayılır. Belki de başka bir yerden<br />
akıp gelmiştir kulaktan kulağa. Zaten türküyü<br />
kimin ortaya çıkardığına değil, nasıl söylendiğine<br />
dikkat edilir önce. Kolay gibi görünür türküler. Sanki<br />
herkesin hemen uydurabileceği şiirler sanılır. Biraz<br />
dikkatlice bakılırsa bu metinlerdeki incelikler, özellikler,<br />
geniş ufuk ve derinlik hemen fark edilebilir.<br />
Türküleri anlayabilmek, sevebilmek için çok fazla<br />
çaba harcamaya gerek yok aslında. Sadece onları biraz<br />
yürek sesimizle dinleyebilirsek daha çok sevecek<br />
ve çevremize de sevdirebileceğiz. Aslolan iç dünyamızı,<br />
gönül kapımızı türkülere tamamen açabilmek.<br />
Türküler bir olay, bir istek ve arzu ile veya bir<br />
heyecan üzerine doğarlar. Bu ürünlerin başlangıçta<br />
sahipleri bellidir. Ancak zamanla, insanların dilinde<br />
dolaşa dolaşa türkünün asıl sahipleri unutulur. Daha<br />
sonraki nesiller, türkünün sahibini bilemezler. Türküler<br />
artık halkın ortak malı olmuş, anonimleşmiştir.<br />
Önceleri mahallî iken zamanla millî bir kimlik sergilemeye<br />
başlarlar. Anonimleşmelerinde ve yaygınlaşmalarında<br />
göçlerin, savaşların, gurbete çıkanların<br />
ve gezgin halk şairlerinin büyük etkisi olduğu inkâr<br />
edilemez.<br />
Edebiyat araştırmacıları, türkülerin, Türk halk<br />
şiirinde kullanılmış en eski türlerden oldukları konusunda<br />
ortak bir görüş belirtmektedirler. Kaşgarlı<br />
Mahmut’un Divanü Lugati’t-Türk’ünde geçen türkü<br />
tarzındaki dörtlükler bu görüşü destekler mahiyettedir.<br />
Halk edebiyatımızın en çok sevilen ve yaygınlık<br />
kazanan ürünleri olan türkülerin bu kadar benimsenmesinde<br />
aşk hikâyelerini özlü biçimde anlatıyor olmaları<br />
da önemli bir rol oynar. Köroğlu, Âşık Garip,<br />
Kerem, Gevherî, Karacaoğlan, Dertli, Dadaloğlu,<br />
Ruhsatî ve Emrah’a ait pek çok şiir zamanla türküleştirilmiş<br />
ve unutulmaz müzik parçaları olarak Türk<br />
milletinin hafızasında yer etmiştir.<br />
Türküler, genelde yedi, sekiz ve on bir hece ile<br />
söylenmişler, ancak çok az sayıda da olsa beş ve on<br />
beş heceli şiirlere de rastlanır. Şiirdeki kıtalar arasındaki<br />
bağlantılar da türküleşen eserlere büyük bir<br />
ahenk katmıştır. Öte yandan vezin ve kafiye açısından<br />
serbest tarzda söylenmiş türküler de vardır.<br />
Türküleri yapılarına, kullanıldıkları yere ve yörelerine<br />
göre veya daha farklı şekilde ayıran folklor uzmanları<br />
ve edebiyat tarihçileri vardır. Yapılarına göre<br />
türküleri sınıflandıran araştırıcılar bent kavuştuklarını<br />
göz önünde bulundururlar. Bu tür sınıflama şöyle:<br />
Bentleri mani dörtlükleriyle kurulan türküler, bentleri<br />
dörtlüklerle kurulan türküler, bentleri üçlüklerle<br />
kurulan türküler ve bentleri beyitlerle (ikili) kurulan<br />
türküler. Ancak genelde türküler işledikleri konulara<br />
göre şöyle sınıflandırılır: Aşk türküleri, çocuk türküleri,<br />
derebeyi, eşkıya türküleri, iş türküleri, diyaloga<br />
dayananlar, kahramanlık türküleri, merasim (tören)<br />
türküleri, mizahî türküler, Oyun türküleri ve Tabiat<br />
türküleridir. Türküleri ninniler, aşk türküleri, nişan<br />
düğün, gelin ve güvey türküleri, gurbet türküleri, askerlik<br />
türküleri, hapishane türküleri, ölüm türküleri<br />
(ağıtlar) şeklinde tasnif edenler de bulunuyor.<br />
Türküler dar bir alanda değil toplumun değişik<br />
kesimlerinde yaygınlık kazanmış ve benimsenmiştir.<br />
Askerler, esnaf ve ilim çevreleri arasında olduğu<br />
kadar, tekkelere devam eden tasavvuf ehli tarafından<br />
da sevilerek söylenmişlerdir. Bu yönleriyle saf<br />
ve millî edebiyat ürünleridirler.<br />
Bazı türkü sözlerinde ufak tefek farklılıklar olabilir.<br />
Bu tabiidir ve şundan kaynaklanmaktadır:<br />
Türkler, yüzyıllardan beri seslendirdikleri türküleri,<br />
kendi bölgelerine, kendi şivelerine, hatta kültür,<br />
mizah vs. anlayışlarına uygun biçime dönüştürmüş<br />
ve bu şekilde yaygınlaştırmış, yazıp söylemişlerdir.<br />
Dolayısıyla Anadolu’nun bir yöresinde söylenen bir<br />
türkünün bazı söz ve nakaratları diğer bölgelerde değişik<br />
olarak seslendirilebilir.<br />
Onları seviyoruz.■<br />
28<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
KOÇAKLAMA<br />
Hey Köroğlu’m<br />
Hey Ayvaz’ım<br />
Kanımda kanın dalımda sazın<br />
Koynumda muskan alnımda yazın<br />
Er meydanında Asyalı reddiyem<br />
Bayrak avazlım<br />
Hey doratım<br />
Doratım hey<br />
Suya düşsün aksin<br />
Buluta değsin kanadın<br />
İz sür iz bırak<br />
Asırlar var ki toynağında beratım<br />
Hey Köroğlu’m<br />
Hey Ayvaz’ım<br />
İşmar edin hele bir yol ben de geleyim<br />
Nicedir bir öfke kızartır gölgemi<br />
Kında koç kılıç<br />
Bolu Dağları’nda bileğim<br />
Hey kıratım<br />
Kıratım hey<br />
Kışımda bahar baharda yazım<br />
Vursun göğsüme yelin ayazın<br />
Uç bir uçtan bir uca<br />
Hülyalarıma kon şahbazım<br />
Hey yağızım<br />
Yağızım hey<br />
Solmasın diye bu yerlerin yedi rengi<br />
Susmasın diye sözün yiğidi<br />
Kuşan gel asrı at bineyim<br />
El kim bey kim<br />
Ben de bileyim<br />
MAHMUT BAHAR<br />
29<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
NAİL TAN<br />
Âşık sanatının Cumhuriyet dönemindeki<br />
genel görünümüne geçmeden önce kısaca<br />
kam, baksı, ozan, cırav, akın, çöğür şairi, saz şairi,<br />
âşık, halk ozanı, adına ne derseniz deyiniz, pirleri<br />
her gün saz çalan Hz. Davud, ataları ilk saz şairi<br />
Hun Çuçu ve Oğuzların Bayat Boyu şairi Dede<br />
Korkut kabul edilen âşıkların / ozanlarının temel<br />
özellikleriyle sanat dünyamızdaki işlevleri / rolleri<br />
üzerinde kısaca durmak istiyorum.<br />
Milletinin dertlerini, sıkıntılarını;<br />
derneklerin, siyasi partilerin,<br />
sendikaların emriyle ve onların<br />
görüşleri doğrultusunda yaymaya<br />
çalışan kişi de gerçek âşık<br />
değildir. Âşık, şahsiyetini bulmuş,<br />
hürriyetine düşkün insandır.<br />
Âşık ve Âşıklık<br />
Âşıklık, halk şairliği Tanrı vergisidir. Yüce Tanrı<br />
her kula bu lütfü bahşetmez. Âşık yapacağı kişiye<br />
“pir” veya “pirler” elinden “bade (dolu)” içirir. Bade<br />
içen âşığın dili ve parmakları çözülür; gürül gürül<br />
şiir söylemeye, saz çalmaya başlar. Bu sebeple, badeli<br />
âşıklara halkımız “Hakk Âşığı” adını takmıştır.<br />
Hakk âşıkları genellikle dinî konularda, yiğitlik,<br />
kahramanlık konularında ve bade içerken âşık olacağı<br />
güzel gösterilmişse, aşkla ilgili konularda şiir<br />
söylerler. Bazı halk şairleri de bade içmemiştir. Bunlar<br />
usta halk şairlerine çıraklık yaparak yetişmişlerdir.<br />
Milletimiz âşığa / halk ozanına bu özellikleri<br />
dolayısıyla kutsallık vermiş; onları emre, abdal, kul,<br />
dede, ana, baba gibi unvanlara layık görmüştür. Bir<br />
Karacaoğlan söylencesine göre; kuraklıktan yakınan<br />
Çukurova köylülerinin ricası üzerine, Karacaoğlan<br />
sazıyla sözüyle Allah’a seslenmiş ve yağmur<br />
yağmıştır. Günümüzde lisede, üniversitede okuyup<br />
da âşık olduklarını ileri sürenlere rastlamaktayız.<br />
Gördükleri öğrenim sırasında okudukları halk şairlerinin<br />
şiirlerine bakarak onlar gibi şiir yazmaya çalışan,<br />
nota bilgileri dolayısıyla da kolaylıkla saz çalıp<br />
beste yapabilen bu kişiler, gerçek birer halk şairi<br />
olmayıp “âşık tarzında şiir yazan aydın şairler”dir.<br />
Başka bir deyişle çağdaş edebiyatın şairleridir.<br />
“Halktan biriyim, iyi de saz çalıyorum, o hâlde halk<br />
şairiyim.” demekle halk şairi / âşık olunmaz. Şunu<br />
çok iyi biliniz ki âşıklık çok güç bir sanattır. “Ger-<br />
30<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
çek halk şairinin / âşığının özellikleri nelerdir”<br />
diye sorarsanız şu cevabı veririm:<br />
Âşık / halk ozanı, milletinin duygu ve düşüncelerini<br />
anında şiirleştiren ve şiirlerini anında<br />
ezgiye dökebilen kişidir. Yani doğaçlaması kuvvetli,<br />
beste kabiliyeti yüksek bir sanatçıdır.<br />
Âşık / halk ozanı, milletinin “gören gözü,<br />
düşünen kafası, duyan yüreği, dinleyen kulağı,<br />
söyleyen dili”dir. Yani, milletinin sağduyusudur;<br />
ortak duygu ve düşüncelerinin derleyici ve yayıcısıdır.<br />
Âşık; ailesine, vatanına, milletine candan<br />
bağlıdır. Başka milletlerin çıkarları ve ideolojileri<br />
doğrultusunda çalıp söyleyenler, gerçek âşık<br />
değildir.<br />
Âşık / halk ozanı, Cumhuriyet idaresine, Atatürk<br />
ilkelerine ve inkılâplarına yürekten bağlı<br />
kişidir. Ancak, Cumhuriyet idaresinin getirdiği<br />
hürriyet ve huzurun, âşıklık geleneğini sürdürmesine<br />
izin verdiğini çok iyi bilir. Diğer rejimlerde<br />
âşık da yoktur, âşık sanatı da... Sadece kendilerine<br />
halk şairi süsü veren slogan / rejim şairleri<br />
vardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde halk<br />
şairleri yetişmesinin sebebi ise halkın nispeten<br />
hür bir hava içinde bulunması, orduda halk şairlerine<br />
önem verilmesidir.<br />
Âşık / halk ozanı için, daima sanatı ön planda<br />
gelir. Büyük paraların, apartmanların, otomobillerin<br />
onun dünyasında yeri yoktur.<br />
Âşık / halk ozanı; iyiliği, sevgiyi, kardeşliği,<br />
millî birliği şiirleştiren kişidir. Kötülüğü, nefreti,<br />
düşmanlığı, bölücülüğü şiirleştiren kişi, âşık /<br />
halk ozanı olamaz.<br />
Âşık / halk ozanı, milletinin hem dertlerini<br />
hem de sevinçlerini dile getiren kişidir. Milletinin<br />
dertlerini sömürerek her şeyi kötü göstermek<br />
de her şeyi iyi gösterip hayal dünyasında yaşatmak<br />
da âşığın şahsiyetine, sanatına ters düşer.<br />
Milletinin dertlerini, sıkıntılarını; derneklerin,<br />
siyasi partilerin, sendikaların emriyle ve onların<br />
görüşleri doğrultusunda yaymaya çalışan kişi de<br />
gerçek âşık değildir. Âşık, şahsiyetini bulmuş,<br />
hürriyetine düşkün insandır.<br />
Görülüyor ki âşıklık, halk şairliği öyle her<br />
kula nasip olmayacak özellikleri gerekli kılmaktadır.<br />
Türk milleti, yediden yetmişe şair bir<br />
millettir. Beşikte ninniyle başlayan şiire düşkünlüğümüz,<br />
ölüm olayından sonra şiirli bir mezar<br />
taşıyla noktalanmaktadır. Milletimiz, bugüne<br />
kadar yukarıda saydığım özellikleri taşıyan pek<br />
çok âşık / halk şairi / ozanı yetiştirmiştir. Bundan<br />
sonra da yetiştirecektir.<br />
Âşıkların, halk ozanlarının toplumdaki eğitim<br />
ve sanat görevleri, işlevleri, Orta Asya’da olduğu<br />
gibi Selçuklu ve Osmanlı topraklarında da<br />
devam etti. Sadece dinî şiirler söyleyenleri, Türk<br />
tekke edebiyatını yarattılar. Ayetlerin, hadislerin<br />
anlamlarını şiirle halka anlattılar. Nasihat destanlarıyla<br />
güzel ahlakı yaymaya çalıştılar. Ahmet<br />
Yesevî’nin hikmetleri; Yunus Emre, Hacı Bektaş<br />
Velî, Kaygusuz Abdal, Hatayî, Pîr Sultan Abdal,<br />
Kul Nesimî ve Hacı Bayram Velî’yle Anadolu’ya,<br />
Balkanlara yayıldı. Çok sayıda Sünnî, Alevî,<br />
Bektaşî halk şairi yetişti.<br />
Aynı dönemlerde hem dinî hem de din dışı şiirler<br />
söyleyen âşıklar / halk ozanları da görüldü.<br />
Savaşlarda, ordunun moralini diri tutmak için<br />
halk şairlerinden yararlanıldı. Köroğlu, Dadaloğlu,<br />
Kuloğlu, Âşık Hasan ve Âşık Şenlik gibi kahraman<br />
âşıklar yetişti. Rus işgali altındaki Kars’ta<br />
Ermeni asıllı Rus Generali, Âşık Şenlik’i bir<br />
ordu kadar güçlü ve etkili görmüştü. Âşıkların<br />
/ halk ozanlarının 16. yüzyıldan itibaren ortaya<br />
koydukları çoğu din dışı şiirlerden oluşan bir âşık<br />
edebiyatı kolu ortaya çıktı.<br />
Âşıklar / halk ozanları, divan edebiyatının<br />
karşısında bu iki edebiyat dalında sade Türkçeyle<br />
şiirler söylediler. Anonim edebiyat dalında destanlar,<br />
halk hikâyeleri anlattılar. Şiirlerini daha<br />
etkili, hatırda kalıcı duruma getirmek için kopuz,<br />
çöğür, ıklığ, bağlama eşliğinde halka ulaştırdılar.<br />
Türküler yaktılar. Böylece; Arapça ve Farsçaya<br />
karşı Türkçeyi, divan müziğine karşı halk müziğini,<br />
mesnevilere karşı halk hikâyelerini yaratıp<br />
yaşattılar. Kahramanlık destanlarımız, onlar sayesinde<br />
günümüze ulaştı. Aynı dönemde, âşıklar<br />
/ halk ozanları sürekli seyahat ettikleri için halkın<br />
gazetesi, radyosu, televizyonu da oldular.<br />
Cumhuriyet Dönemi Âşık Sanatımız<br />
1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda<br />
Millî Edebiyat dönemine girilmişti. Genç<br />
Kalemler’le dilde sadeleşme hareketi hızlanmış,<br />
halk şairleri gibi hece vezniyle şiirler yazan şairler<br />
(Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi)<br />
31<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
12 Eylül 1980 Harekâtı’na kadar, âşıkların bir bölümü<br />
ekmek parası için ideolojik derneklerin ve aşırı uçlardaki<br />
partilerin güdümünde hareket ediyorlardı. Âşıklar da diğer<br />
sanatçılar, öğrenciler, memurlar gibi sağcı ve solcu diye<br />
ikiye bölünmüşlerdi.<br />
yetişmişti. Osmanlı döneminde doğmuş, ünlenmiş<br />
veya ünlenme yolunda yürüyen âşıklar / halk<br />
ozanları vardı. Yusufelili Huzurî (1886-1951),<br />
Posoflu Zülalî (1873-1959), Noksanî (1899-1972),<br />
Karamanlı Gufrânî (1864-1926), Konyalı Âşık<br />
Mehmet (1879-1950), Derdiçok (1871-1936),<br />
Cemal Hoca (1884-1957), Yusufelili Zuhurî<br />
(1887-1949), Baba Salim (1887-1956), Yorgansız<br />
Hakkı (1898-1964), Sıtkı Pervâne (1863-1928),<br />
Altunhisarlı Kemalî Baba (1859-1926), Şemsî<br />
(1872-1968), Bardızlı Nihanî (1885-1967), Derdimend<br />
(1894-1980), Meslekî (1858-1930), Âşık<br />
Hüseyin (1884-1950), Zefil Necmi (1870-1933),<br />
Hüznî (1879-1936), Kul Sabri (1851-1931), Zaralı<br />
Halil (1906-1964), Emsalî (1900-1978), Posoflu<br />
Müdamî (1915-1968), Dursun Cevlanî (1900-<br />
1975), Talibî Coşkun (1898-1976), Âşık Veysel<br />
(1894-1973), Ali İzzet Özkan (1902-1981), İhsan<br />
Ozanoğlu (1907-1981) ve Bayburtlu Hicranî<br />
(1906-1970) gibi.<br />
Onları, Cumhuriyet döneminde doğmuş, çırakları<br />
izledi. Çoğu rahmetli olmuş, sayıları yüzü<br />
bulan bu güçlü âşıklardan bir bölümünün adlarını<br />
saymakla yetineceğim: Davut Sularî (1925-<br />
1985), Şavşatlı Deryamî (1926-1987), Hasretî<br />
(1929-2000), Mihnetî (1929-), Kul Semaî (1931-),<br />
Mevlüt İhsanî (1928-), Daimî (1932-1983), Kul<br />
Ahmet (1932-1997), Sefil Selimî (1933-2003),<br />
İbretî (1920-1976), Müslüm Sümbül (1940-), Hasan<br />
Devranî (1928-1993), İlhami Demir (1932-<br />
1987), Ferrahî (1934-1969), Metinî (1930-1996),<br />
Hüdaî (1940-2001), Rahmanî (1942-1993), Ruhanî<br />
(1931-), Mahzunî Şerif (1943-2002), Nesimî Çimen<br />
(1931-1993), Hüseyin Çırakman (1930-),<br />
Yaşar Reyhanî (1932-2006), Murat Çobanoğlu<br />
(1940-2005), Abdulvahap Kocaman (1934-2005),<br />
Şeref Taşlıova (1938-), Halil Karabulut (1926-),<br />
Kemalî Bülbül (1928-), Eminî Düştü (1943-),<br />
Feymanî (1942-). Bu güçlü âşıkların çırakları,<br />
günümüzde ustalarının izinde yürüyorlar.<br />
Cumhuriyet’in ilk yıllarında, sade dil, hece<br />
vezni ile vatan-millet-bayrak sevgisi şiirimize<br />
hâkim oldu. Türk <strong>yeni</strong>lik şiiri şairleri de (M.<br />
Emin Yurdakul gibi) halk şairlerine özendiler.<br />
Memleketçi, halkçı şiir anlayışını başlattılar.<br />
Hecenin Beş Şairi (Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf<br />
Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç<br />
Koryürek, Orhan Seyfi Orhon) hatta Yedi Meşaleciler<br />
halk şairlerini örnek aldılar. Behçet Kemal<br />
Çağlar, Ankaralı Âşık Ömer mahlasıyla şiirler<br />
yazdı. Orhan Şaik Gökyay, Ahmet Kutsi Tecer ve<br />
Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi bazı şairler de koşmalar<br />
yazıp son dörtlükte soyadlarını, adlarını<br />
tapşırdılar.<br />
Âşıklar / saz şairleri 1931 yılına kadar Türk<br />
Ocakları, 1932 yılından sonra da Halkevlerinin<br />
itibar ettiği sanatçılar oldular. Halka, şiirleriyle<br />
Cumhuriyet’in erdemlerini, Atatürk İnkılâplarını<br />
anlattılar. Sivas’ta Ahmet Kutsi Tecer ve Muzaffer<br />
Sarısözen’in öncülüğünde 1931 yılı yazında<br />
kurulan Halk Şairlerini Koruma Derneği, 5 Kasım<br />
1931 tarihinde başlamak üzere üç gün süren<br />
bir Halk Şairleri Bayramı düzenledi. Bu bayram,<br />
âşık edebiyatımızda bir dönüm noktası oldu.<br />
Âşık Veysel, Talibî Coşkun, Âşık Süleyman bu<br />
bayram sayesinde adlarını duyurup üne kavuştular.<br />
Bayramın başarısı, sonraki yıllarda birçok<br />
ilde bu adla halk şairleri / halk ozanları / âşıklar<br />
bayramlarının / şenliklerinin düzenlenmesine yol<br />
açtı. Bu bayramlar içinde, 1966 yılından itibaren<br />
düzenlenmeye başlayan Konya Âşıklar Bayramı<br />
birçok âşığın ünlenmesine yardımcı oldu.<br />
Alevî-Bektaşî ozanlar ise Hacı Bektaş’ı anma<br />
törenleriyle Alevî-Bektaşî ulularını, erenlerini<br />
anma toplantılarında, cemlerde sanatlarını icra<br />
fırsatı buldular. Ne yazık ki, âşıklar bayramları<br />
32<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
1970’li yıllar sonrası başlayan sağ-sol bölünmesini,<br />
bütünleştiremedi. 1938 Bayburt Halk Şairleri<br />
Bayramı, 1964 II. Sivas Halk Şairleri Bayramı,<br />
1979’dan beri aralıklarla düzenlenen Erzurum<br />
Âşıklar Şenliği, 1983, 1984 ve 1986 Kayseri<br />
Âşıklar Şöleni, 2007 III. Sivas Halk Şairleri Bayramı<br />
ile yine 2007 Bursa Türkiye Âşıklar Bayramı<br />
bu konudaki en önemli düzenlemelerdir.<br />
Katılım rekoru geçen yıl Kars’ta Âşık Çobanoğlu<br />
Âşıklar Şöleni’nde 218 âşıkla kırılmıştır.<br />
Millî Folklor Enstitüsü / Millî Folklor Araştırma<br />
Dairesinde göreve başladığım 1970 ve sonraki<br />
yıllarda, 12 Eylül 1980 Harekâtı’na kadar,<br />
âşıkların bir bölümü ekmek parası için ideolojik<br />
derneklerin ve aşırı uçlardaki partilerin güdümünde<br />
hareket ediyorlardı. Âşıklar da diğer sanatçılar,<br />
öğrenciler, memurlar gibi sağcı ve solcu<br />
diye ikiye bölünmüşlerdi. Bir araya getirme çabalarım<br />
hep sonuçsuz kalıyordu. Çünkü bakanlar<br />
ve üst düzey yöneticiler de bir görüşü benimseyip<br />
bize baskı yapıyorlardı. ‘70’li yıllarda sol görüşlü<br />
âşıklarla görüşmemiz âdeta yasaklanmıştı. 1978-<br />
1979 Ecevit Hükümeti döneminde ise tersi oldu.<br />
5-7 Kasım 1979 tarihinde Ankara’da düzenlenen<br />
“Türkiye Halk Ozanları Semineri’nde iki grup<br />
âşık arasında kavga çıktı. Sorunlarını birlikte<br />
görüşüp çözüm bulamadılar.<br />
12 Eylül 1980 Harekâtı’ndan sonra âşıklar ve<br />
diğer sanatçılar arasındaki ideolojik kutuplaşma<br />
zayıfladı. Millî Güvenlik Konseyi ve bakanlar,<br />
genellikle ayrım yapmadan bütün sanatçıları<br />
desteklemek istediler. Özel Tiyatrolara Yardım<br />
Yönetmeliği çıktı. Sinema ve Müzik Eserleri Kanunu<br />
kabul edildi. Telif hakları birlikleri kuruldu.<br />
Festivallere maddi destek yönetmeliği yürürlüğe<br />
konuldu. SSK Kanununda iki defa değişiklik yapılarak<br />
binlerce sanatçının emekli edilmesi sağlandı.<br />
Her sanat dalına devlet desteği geldi. Ancak,<br />
âşıkların bir federasyon, vakıf veya dernek<br />
çatısı altında toplanamamaları, devletten isteklerini<br />
küçük, cılız örgütler vasıtasıyla ifade etmeleri,<br />
daima sorun yarattı. Hâlâ, eski kırgınlıklar<br />
devam etmekteydi. Eminî Düştü, Murtaza Yalçın,<br />
Çoban Hüseyin ve Tahir Kutsi Makal’ın âşıkları<br />
birleştirme çabaları, aradaki buzları biraz erittiyse<br />
de tam başarıya ulaşamadı. Mesut Yılmaz’ın<br />
Kültür Bakanlığı döneminde (1986-1987) Konya<br />
Âşıklar Bayramı ve Mevlânâ’yı Anma Törenleri<br />
Konya Kültür ve Turizm Derneğinden alındı.<br />
Yine de âşıklar arasındaki gruplaşma aşılamadı.<br />
Aradaki duvar alçaldı, o kadar.<br />
1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla<br />
âşıklar ve diğer sanatçılar üzerindeki ideolojik<br />
baskı zayıfladı. Âşıklar / halk ozanları arasındaki<br />
uygarca ilişkiler başladı derken bu kez de âşıklar<br />
/ halk ozanları ve diğer sanatçılar etnik milliyetçilik<br />
ve mezhep-tarikat baskısıyla karşılaştılar.<br />
Âşık / halk ozanı yine düşünce silahı olarak kullanılmak<br />
istendi. Elbette, her sanatçı gibi âşığın<br />
/ halk ozanının da bir siyasi görüşü, ideolojik<br />
düşüncesi olacaktır. Ancak, bu durumda âşık /<br />
halk ozanı sanatını sloganlaştırma, estetik değerlerden,<br />
dil zenginliğinden uzaklaşma tehlikesiyle<br />
daima karşı karşıya kalacaktır. Sanatını ideolojiye,<br />
siyasete kurban eden âşıkların / halk ozanlarının<br />
soluğu uzun olmayacak, edebiyat tarihinde<br />
ya yerleri bulunmayacak ya da birkaç satırla geçiştirileceklerdir.<br />
Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde Genel<br />
Müdür Yardımcılığı yaptığım 1984-1988 yılları<br />
ile daha sonraki yıllarda Bakanlıkta Klasik Türk<br />
Müziği, Türk Halk Müziği, Tasavvuf Müziği<br />
Koro ve Toplulukları kuruldu. İstanbul’da 1975<br />
yılında kurulan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği<br />
Korosu ile Devlet Halk Dansları Topluluğu<br />
sanatçılarını geçici işçi kadrosundan kurtarıp<br />
sanatçı kadrolarına kavuşturduk. Böylece Türk<br />
Müziği ve Halk Oyunları Sanatçıları senfoni orkestrası,<br />
devlet tiyatroları, devlet opera ve balesi<br />
sanatçıları gibi yüksek maaşa kavuştular. Devlet<br />
desteği, koruması dışında sadece âşıklarla<br />
Karagöz-kukla sanatçıları kalmıştı. Güzel Sanatlar<br />
Genel Müdürlüğünün bu atılımından cesaret<br />
alarak önce Halk Kültürünü Araştırma Dairesi<br />
1990 yılında Devlet Geleneksel Türk Tiyatrosu<br />
Topluluğunun kurulması, 1993 yılında da Halk<br />
Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü<br />
Devlet Halk Ozanları Topluluğunun<br />
kurulması için gerekli Bakanlar Kurulu kararlarının<br />
alınmasını sağladı. Ancak, iki müdür kadrosu<br />
dışında sanatçı kadrolarının Maliye Bakanlığından<br />
alınması konusunda ciddi bir girişimde<br />
bulunulmadı. Maliye Bakanlığına yazı göndermekle<br />
yetinildi. Çünkü HAGEM’in başına halk<br />
33<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ilimi dışından yöneticiler getirilmişti. Bakanla<br />
birlikte görevden ayrılacaklarını biliyorlardı. Bu<br />
iki topluluk, aynı yıllarda Güzel Sanatlar Genel<br />
Müdürlüğüne bağlı olarak kurulsaydı, çoktan<br />
faaliyete geçmiş olacaktı. Nitekim 1990 yılında<br />
Bakan Namık Kemal Zeybek’in isabetli bir kararı<br />
üzerine, Âşık Şeref Taşlıova ile Murat Çobanoğlu<br />
Sivas Devlet Türk Halk Müziği Korosuna<br />
sanatçı olarak atandılar. Günümüzde TRT’nin<br />
425 sanatçısının Kültür ve Turizm Bakanlığına<br />
devri için hazırlık yapılmakta. Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığının 3000 civarında sanatçısı olacak<br />
ama 30 âşığa / halk ozanına, 10 geleneksel tiyatro<br />
sanatçısına hiçbir zaman kadro verilmeyecek.<br />
Çünkü bu iki gruptaki sanatçılar, sanat güçleri<br />
oranında örgütlenemiyorlar. Alevî-Sünnî, sağ-sol<br />
ayrımı yapmadan Başbakanın, Bakanın karşısına<br />
çıkamıyorlar. Bu açıdan, Kurultay’ın ortak sorunları<br />
dile getirici bir sonuca ulaşmasını yürekten<br />
temenni ediyorum.<br />
Günümüzde Türkiye, AB’ye üye olma konumunda<br />
bir ülkedir. Kültür mevzuatının taraması<br />
2006 yılında yapılmış, devlete bağlı bu çok sayıdaki<br />
sanat topluluğu, sanat ordusu hemen dikkati<br />
çekmiştir. Böyle bir durum, ancak sosyalist ülkelerde<br />
vardır. Sanatın, ancak özgür ortamlarda<br />
gelişeceği, rekabet ortamının sanatçıların çabalarını<br />
artıracağı, çok iyi bilinen sanat ilkeleridir.<br />
AB ülkelerinde sanat toplulukları bağımsız hareket<br />
ederler. Devlet, vergi indirimi, kültür merkezi<br />
yapımı ve pahalı orkestra bale, opera, tiyatro<br />
faaliyetleri ve filmler için proje desteği yaparak<br />
sanat çalışmalarından ulusun her bireyinin yararlanmasını<br />
sağlar. Belediyeler, özel idareler, sivil<br />
toplum kuruluşları sanat etkinliklerini düzenlerler.<br />
Türkiye’de siyasi kuruluşlar (bakanlık, belediye,<br />
parti) bir sanat etkinliği düzenlediklerinde,<br />
“parayı veren son sözü söyler”, ilkesi gereği<br />
sanatçıları yönlendirmeye çalışırlar. Her siyasal<br />
görüşün şarkıcısı, türkücüsü, âşığı ayrılmıştır.<br />
Yakın dönemde âşıklarımız, kendilerine para<br />
ödeyen bakan, vali, belediye başkanı ve diğer<br />
siyasileri övmek için saz ve sözlerini kullanma<br />
mecburiyetinde kalmışlar, böylece de âşık sanatı<br />
ciddi bir darbe yemiştir. Bugün, bir âşık sahneye<br />
çıktığında, halk onun neler söyleyeceğini çok iyi<br />
bilmektedir. Oysa âşık, halkın dertlerini, acılarını,<br />
sevinçlerini dile getirmelidir. Bu işlev kaybolunca,<br />
âşık sanatı da ortadan kalkar. Kısacası,<br />
artık devlete bağlı bir Halk Ozanları Topluluğu<br />
kurulması gereksizdir. AB’ye girmek istiyorsak<br />
böyle.<br />
Âşık, saz şairi, ozan ne derseniz deyiniz, ancak<br />
halkın beyni, yüreği, gözü kulağı, ağzı dili<br />
olursa bu sanat yaşar. Türkiye’de âşıklar; halkın<br />
dertlerini, duygu ve düşüncelerini ifadeden gittikçe<br />
uzaklaşmaktadırlar. Sadece, övgü ve güzelleme<br />
veya kaba atışmayla âşık sanatı yaşatılamaz.<br />
Beste olmadıkça, söze iyi ezgi döşenmedikçe âşık<br />
sanatı ayakta kalamaz. Sazı sözü kuvvetli, halkın<br />
dili olmuş âşıklar / halk ozanları (Âşık Veysel,<br />
Davut Sularî, Âşık Daimî, Mahzunî Şerif gibi)<br />
hiçbir zaman aç kalmaz. Daima biletli müşteri<br />
bulur. Günümüzde en çok âşıklar şöleni düzenleyen<br />
kuruluşlar, siyasetin kuşattığı belediyelerdir.<br />
Âşık, ailesini geçindirmek için mecburen belediye<br />
başkanlarının huyuna suyuna göre, sazını<br />
sözünü kullanmaktadır. Bu da sanatı zayıflatmaktadır.<br />
Bugünkü âşıkların en önemli eksikliği,<br />
güzel saz çalmalarına rağmen türkü yakma<br />
yeteneklerinin zayıflığıdır. Âşıklar, bu konuya<br />
önem vermeli, gerekirse ders almalıdır. Halkın<br />
diline düşmüş bir beste, âşığın bir yıllık giderlerini<br />
rahatlıkla karşılayacaktır. Âşık Veysel, Âşık<br />
Daimî, Davut Sularî ve Mahzunî Şerif’in mirasçıları<br />
bile, bugün telif gelirinden pay alıp darlık<br />
çekmeden yaşayabilmektedirler.<br />
Günümüzde, sanatın en büyük destekçisi âşık<br />
kahveleri ancak Kars, Erzurum ve Kayseri’de<br />
kaldı. Düğünlerde halk hikâyesi anlatma geleneği<br />
bitti. Âşıklar / halk ozanları festival, anma töreni<br />
sanatçısı oldular. Özellikle Erzurumlu, Karslı,<br />
Çorumlu, Sivaslı âşıklar kolay ulaşım ve ekmek<br />
parası dolayısıyla İstanbul, Ankara, İzmir, İzmit,<br />
Bursa ve Antalya’ya yerleştiler.<br />
Türk milleti, halkı var oldukça âşık sanatı<br />
yaşayacaktır. Geçmişte bu sanatın Türk dilini,<br />
destanlarını, halk müziğini yaşatma işlevi vardı.<br />
Günümüzde de bu sanatın hâlâ bir işlevi vardır.<br />
O da halkın, acılarını, sevinçlerini dile getirme<br />
işlevidir. Âşık, bu görevini, âşık sanatı bu işlevini<br />
yerine getirmezse biliniz ki “âşık sanatı” ölecektir.<br />
Çünkü çağdaş şairler ve âşık deyişlerini<br />
söyleyen halk müziği icracıları onların yerlerini<br />
34<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
alacaklardır. Musa Eroğlu, Arif Sağ, Zülfü Livaneli<br />
gibi…<br />
Âşıklara Hitabımdır<br />
Sen ki; Selçuklu-Osmanlı yöneticileri, bilginleri,<br />
aydınları, memurları, sanatseverleri Arap<br />
ve Acemlerin peşine düşüp onların dillerinde<br />
şiir yazmaya çalışırken, Arap ve Acem’in edebî<br />
türlerini alırken; Türkçe konuştun, Türkçe şiirler<br />
söyledin. Atan Dede Korkut’un, Hoca Ahmet<br />
Yesevî’nin şiir geleneğini sürdürdün. Türk milletine<br />
dilini armağan ettin; 21. yüzyıla girerken<br />
bizi anadilimizden yoksun bırakmadın.<br />
Sen ki; Selçuklu-Osmanlı yöneticileri, bilginleri,<br />
aydınları, memurları, sanatseverleri Arap,<br />
Acem müziğinin peşine düşüp şarkı, gazel, kaside<br />
söylemeye, kanun, santur, ud, lavta, ney, kudüm<br />
çalmaya çalışırken; türküler yaktın, çöğür,<br />
bağlama, kaval, ıklığ çaldın. Davul zurnayla neşelendin.<br />
20. yüzyılda, en kalitesiz, en değersiz<br />
müzik olan “arabesk”in de tuzağına düşmedin.<br />
Konservatuvarların, TRT’nin, Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığının halk müziği derlemelerinde ilk başvurulan<br />
kaynak oldun. Türk milletine öz müziğini<br />
de armağan ettin. 21. yüzyıla girerken bizi<br />
türkülerimizden yoksun bırakmadın.<br />
Sen ki, divan edebiyatı şairleri, İran mesnevilerini<br />
tekrarlarken, Türk milletine destanlarını,<br />
halk hikâyelerin anlattın. Edebiyatımızın temellerini<br />
attın.<br />
Sen ki; şiirlerinle, türkülerinle milletimize daima<br />
hoşgörüyü, insan ve tabiat sevgisini, vatana,<br />
millete, bayrağa bağlılığı, doğruluğu dürüstlüğü,<br />
haksızlığa karşı çıkmayı ve hak aramayı öğrettin.<br />
Türk milletine atalarından gelen insani değerleri<br />
ve güzel ahlakı da armağan ettin.<br />
Sen ki; Selçuklu-Osmanlı devlet katında (Sultan<br />
Abdülaziz dışında) ve divan şairleri nezdinde<br />
daima horlandın. Söylediklerine burun kıvrıldı.<br />
Kaba saba köylü, sazı sözü çekilmez insanlar olarak<br />
görüldün. Sadece ordu sefere çıktığı zaman,<br />
askeri yüreklendirmek amacıyla hatırlandın. Yeniçeri<br />
saz şairleri bu sayede biraz itibar gördüler.<br />
21. yüzyıla girerken bu durum ne kadar değişti<br />
dersin Gene sanatçı sıralamasında en sondasın.<br />
Yılbaşı, Cumhuriyet davetlerine çağrılmazsın.<br />
Ülkemizdeki en kötü müziğin temsillerine, yani<br />
arabeskçilere “Devlet Sanatçılığı” unvanı verilir.<br />
Sana verilmez. Bütün sanat kuruluşlarına kadro<br />
dağıtılır; 1993 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla<br />
kurulması öngörülen “Devlet Halk Ozanları<br />
Topluluğu”nun kadroları bir türlü çıkmaz. Teselli<br />
için söylüyorum. 1990 yılından beri 10 Karagöz<br />
ve kukla sanatçı kadrosu da tahsis edilmedi. Onlar<br />
da sizin gibi öksüz/yetim sanatçılar...<br />
Sizin işiniz kesat dostlar! Çünkü papyon kravatınız<br />
yok, smokininiz yok. Viski içmeyi, sol<br />
elle yemek yemeyi bilmezsiniz. İngilizce, Fransızca<br />
kelimeler kullanıp entel görünemezsiniz.<br />
Altınızda cipiniz, markalı otomobiliniz olmadığından<br />
gittiğiniz yerde çamurlu ayakkabılarınızla<br />
mermerleri, halıları kirletirsiniz. 1998 yılında<br />
Veysel’in hatırına Köşk’e çıktınız ama yanınızda<br />
diğer sanatçı grupları yoktu. Oysa Veysel, Türk<br />
milletinin sanatçısıydı.<br />
Sen ki; Türk milletine anadilini, öz müziğini,<br />
halk edebiyatını, destanlarını, güzel ahlakını; kısacası,<br />
kültürel kimliğinin önemli bir bölümünü<br />
armağan ettin, ama sana diğer sanatçılara verilen<br />
hakları vermezler. Onların saygınlığına ortak<br />
olamazsın. Sen halktan gördüğün sevgi ve saygıyla<br />
yetineceksin. Halkın uzattığı kuru ekmeği,<br />
pasta niyetine yiyeceksin. Onların değerlerini,<br />
acılarını, sevinçlerini söylemeye devam edeceksin.<br />
İçinizden bazıları diyecekler ki; âşık / halk<br />
ozanı, halkın dertlerini, sıkıntılarını söylediği,<br />
devleti tenkit ettiği için sevilmiyor, diğer sanatçılara<br />
tanınan haklardan bunun için yararlanamıyor.<br />
Yanılıyorsun dostum! Türkiye’de devleti değil<br />
tenkit, hakaret eden, bu yüzden hapishanelere<br />
düşen sanatçılara, yazarlara bir göz at! Onların<br />
gördüğü itibarı, elde ettiği imkânları bir düşün!<br />
Bana hak vereceksin!<br />
Sen ki; yüzyıllar boyunca sana hor bakanlara,<br />
ilgisiz kalanlara aldırmayıp sanatını sürdürdün.<br />
Binlerce ciltlik eser ortaya koydun. Gene aynı<br />
şeyi yapacaksın! Âşık / halk şairi / ozanı çile adamıdır.<br />
Çileni çekeceksin! İçinizden biri; bakan,<br />
başbakan olup kaderinizi değiştirecek değil ya<br />
Âşıklar, ozanlar, lütfen sorunlarınızı, hiç<br />
kimseden çekinmeden dile getiriniz. Aranızdaki<br />
görüş farkını, sorunlarınızı dile getirirken lütfen<br />
bir yana bırakınız. Hacı Bektaş Velî’nin dediği<br />
gibi; daima bir olun, iri olun, diri olun!■<br />
35<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
SUPHİ SAATÇİ<br />
Türküleri bu denli<br />
özel kılan ve bütün<br />
bir toplumu sımsıcak<br />
duygularla saran<br />
gücünün başında,<br />
hiç kuşkusuz<br />
ezgilere döşenmiş<br />
olan sözleridir.<br />
Türkülerin bir<br />
toplumu sarmaktaki<br />
gücü ve becerisi,<br />
içindeki sözlerin<br />
toplumun ortak duygu<br />
ve düşünceleri ile<br />
dünya görüşünü<br />
yansıtmasından<br />
kaynaklanıyor<br />
olmasında<br />
aranmalıdır.<br />
Halk edebiyatımızın beslediği türkülerin,<br />
folklorumuzun en zengin kurumlarından<br />
birini oluşturduğu bir gerçektir. Medeniyetimizin<br />
üstün yanını sergileyen türküler, sadece özlü söz<br />
hazineleri olmakla kalmayıp, musiki sanatının da<br />
ulaşılması zor olan bir zirveyi simgeler.<br />
Türkülerde dile gelen hikmet ve atasözleri kıvamındaki<br />
sözleri ezgi eşliğinde dinlerken, kendimi<br />
her zaman bir bilge kişinin karşısında gibi hissederim.<br />
Sanki deneyimli birinin öğütlerini dinliyormuşum<br />
gibi gelir bana. Uzun zaman bunun sebeplerini<br />
araştırdım. Bu türkülerde ne gibi bir sihir veya cazibe<br />
var diye, kendi kendime sordum Yıllar sonra<br />
türkülerdeki cazibenin veya sihrin ne olduğunu<br />
kavramaya başladım.<br />
Türkülerin, aynı kaderi paylaşmış insanların<br />
geçmişten gelip geleceğe yönelen akışının terennümü<br />
olduğunu anladım. Toplumun yaşadığı maceranın<br />
destanı olduğunu hissettim. Türkülerde, doğanın<br />
getirdiği karşı konulmaz felaketlerde yaşanan<br />
faciaların dile gelişine tanık oldum. Hatta bireysel<br />
bir aşk yüzünden kanayan bir kalbin acısını paylaşan<br />
toplumun iniltisini duyabildim. Kısacası beşerî<br />
duygulara, yaşanan ıstıraplara sahip çıkan toplumun<br />
dili olmuş türküler. İçtenliği halktan yana olduğu<br />
için de haktan yana olmuştur.<br />
Yalınlığı, arılığı, duruluğu, doğallığı ondandır<br />
türkülerin. Dili saf ve yapmacıksızdır. Çünkü<br />
halk saf ve yapmacıksızdır. Dolambaçlı ve kaypak<br />
değildir. Doğrudur, içtendir ve berraktır. Damıtı-<br />
36<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
la damıtıla, süzüle süzüle ve durula durula kristal<br />
saflığında ve şairlere meydan okurcasına sözün özü<br />
hâline gelmiştir. Onun için ne zaman türkülerden<br />
söz açılsa, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şu mısraları<br />
gelir aklıma:<br />
Şairim<br />
Zifir ikaranlıkta gelse şiirin hası<br />
Ayak seslerinden tanırım<br />
Ne zaman bir köy türküsü duysam<br />
Şairliğimden utanırım.<br />
Türkülerin gücünü, asaletini ve has şiirlerden<br />
bile üstün olan yanını ne kadar güzel anlatmış<br />
Eyüboğlu… Türküleri bu denli özel kılan ve bütün<br />
bir toplumu sımsıcak duygularla saran gücünün<br />
başında, hiç kuşkusuz ezgilere döşenmiş olan sözleridir.<br />
Türkülerin bir toplumu sarmaktaki gücü ve<br />
becerisi, içindeki sözlerin toplumun ortak duygu<br />
ve düşünceleri ile dünya görüşünü yansıtmasından<br />
kaynaklanıyor olmasında aranmalıdır. Daha sonra<br />
bu sözlerin, aynı toplumun musiki görgüsünü ve<br />
anlayışını belirli bir ezgi kalıbı içinde kazandığı kıvamı<br />
bulması ile türküler, o toplumunun ortak malı<br />
ve millî mirası hâline gelmiştir. Böylece toplumun<br />
kimliği ve aynası olmuştur.<br />
Coğrafyayı vatana dönüştüren türküler, maddî<br />
nitelikteki toprağa anlam, ruh, duygu, inanç, sıcaklık,<br />
yaşama sevinci katmıştır. Aynı coğrafya parçası<br />
üzerinde yaşayan insanların ortak duyuş, bakış ve<br />
inanışlarını perçinleştirmiştir. Coğrafyayla bütünleşen<br />
türküler, aynı topluluğu birbirine bir harç gibi<br />
tutturmuştur. Ortak hayatın, ortak maceranın ve ortak<br />
kaderin ürünü olmuştur türkü. Yaşanan macera,<br />
yaşanan tarihin ajandası türkülerdedir daim. Simgeleşen<br />
türküler, vatanın nüfus cüzdanı ve kimlik<br />
kart gibidir. Vatan onda dillenmiştir gayrı.<br />
Bu sebepledir ki türküler, kendi toplumunun<br />
kimliğini ifade eder. Coğrafyasının aynası ve zaman<br />
zaman haritasıdır türküler. Bu yüzden kimi<br />
türküler, her okunuşta belli bir bölgeyi, topluluğu<br />
ve halkı çağrıştırır.<br />
Ben de kimliğimi türkülerde buldum doğrusu.<br />
Söylenen bir türkü beni en kısa, en kestirme yoldan<br />
tanıtmıştır Türkiye’ye:<br />
Altun hızmav mülayim<br />
Seni haktan dileyim<br />
Yaz günü Temmuz tabax<br />
Sen terle men sileyim<br />
Gün gördüm günler gördüm<br />
Seni gördüm şad oldum<br />
Bu türkü duyulduğu zaman, herkes Kerkük’ü,<br />
Türkmeneli’ni ve Irak Türkmenlerini hatırlar; onların<br />
yaşadıkları dramları düşünür, çektikleri acıları<br />
ve iniltileri duyar. Birkaç kez söyledim ve anlattım.<br />
Her zaman yine ifade etmek isterim: Bunca yıl<br />
Kerkük’ü, Irak Türkmenlerini anlatmaya ve tanıtmaya<br />
çalıştım, ancak itiraf etmeliyim ki bir türkü<br />
kadar başarılı olamadım.<br />
Bir türkünün verdiği mesaj, uzandığı menzil, sınırların<br />
ötesine geçen gücü ile bir anda milyonların<br />
kalbine doğru yöneliyor ve yüreklere oturabiliyor.<br />
Türkü artık salt duygu ve mesaj olmuştur adeta.<br />
Yalan dolan bilmeyen türküler, bazen bir ananın<br />
sıcaklığı gibi sarar içimizi. Hüzünle tatlandırır<br />
sevincimizi. Bazen bir kor gibi ortaya çıkarır<br />
küllenen aşkımızı, yârimizi. Sonra usulce dağıtır<br />
efkârımızı…<br />
Kısacası;<br />
Oğlunun yolunu gözleyen anaya tesellidir türküler…<br />
Özlenen sevgili, onun gül yüzü ve sıcak elidir<br />
türküler…<br />
Uzun yolda arkadaş, gurbette yoldaş, bitmeyen<br />
gecelerde sırdaştır türküler…<br />
Baharda bülbül, lale ile sümbül yahut güldür<br />
türküler…<br />
Tarlada başak, bellerde gümüş kemer, ipek kuşaktır<br />
türküler…<br />
Sevdanın dili, özlenen sevgilidir türküler…<br />
Sözleri irfan, gezdiği vatan, yol gösteren insandır<br />
türküler…<br />
Bebenin beşiği, ananın aşı, dedenin musalla taşıdır<br />
türküler…<br />
Aşığın avazı, güzelin nazı, aşkın çıkmazı, ananın<br />
niyazıdır türküler…<br />
Dağların maralı, kalbi yaralı, yerli buralıdır türküler…<br />
Göklerde bayrak, ana gibi sımsıcak yüreği<br />
apaktır türküler…<br />
Astığım bayrak, bastığım toprak, yattığım yataktır<br />
türküler…<br />
Mehmetçiğin savaşı, yurdumun barışı, toprağımın<br />
her bir karışıdır türküler…■<br />
37<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
MUSTAFA ÖZÇELİK<br />
"...insanı müspet<br />
ve menfi tüm<br />
özellikleriyle<br />
tanımanın<br />
neredeyse<br />
tek imkânıdır<br />
türküler. Bu<br />
durum, başka<br />
hiçbir edebî<br />
türde böylesine<br />
gerçekçi<br />
değildir.<br />
Mesela şiir,<br />
ele aldığı<br />
insanı idealize<br />
ederek, tiyatro<br />
dramatize<br />
ederek,<br />
gerçeğin<br />
sınırları dışına<br />
çıkarabilir."<br />
Ne zaman bir türkü dinlesem doğal olarak aklıma bende türkü<br />
sevgisi uyandıran şu iki yazı ve üç şiir gelir: Zira bunlar, benim<br />
türkülerin gizli dünyasına girebilmemde bana imkân sağlayan,<br />
yol gösteren, onları sevmemde olumlu etki yapan metinler oldu. Bu<br />
yüzden onları da türküler kadar sever ve önemli bulurum.<br />
Bu yazılardan ilki, Tanpınar’a ait bir metin. Ama bu, türkülerden<br />
bahseden müstakil bir yazı değil. “Beş Şehir” 1 de Konya ile<br />
ilgili bölümde yer alan birkaç paragraflık kısım… Bilindiği gibi<br />
Tanpınar,”hayatımın tesadüfleri” dediği beş şehri (Bursa, Erzurum,<br />
Ankara, İstanbul ve Konya) anlatır bu kitabında… Yazılış gerekçesini<br />
de “onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi<br />
çehresi olan kültürümüzü görmek” şeklinde açıklar.<br />
Tanpınar, bu şehirleri anlatırken onların mimari yapılarından, çeşitli<br />
insan ve tabiat manzaralarından ve musikiden hareket eder. Zira<br />
bütün bunlar, Anadolu topraklarında kurduğumuz kültür ve medeniyet<br />
yapımızın şifrelerini barındıran eserlerdir. Her biri kendi dilince<br />
bir toplumun dünya görüşünü, hayat tarzını, insan ve toplum yapısını<br />
anlatmaktadır. Sonuçta, Tanpınar bir Anadolu fotoğrafı çizer bize ve<br />
biz o fotoğrafa bakarak Anadolu’yu daha iyi anlama imkânı buluruz.<br />
Tanpınar, Konya’yı anlatırken Anadolu’yu tanıma ve anlama<br />
imkânlarına bir unsur daha ilave eder. Bu unsur, türkülerimizdir.<br />
Konya’da bulunduğu günlerde Konya Hapishanesinin kadınlar koğuşundan<br />
yükselen türkü sesleri, onu Anadolu’nun ve Anadolu insanının<br />
gerçekleriyle yüz yüze getirir. Şehir, taş toprak gerçekliğinin<br />
ötesine geçer. Der ki: “Bu türküleri dinlerken içimde Konya birdenbire<br />
canlanır.” Bu canlanmayla Konya’yı hem tarihî geçmişiyle hem de<br />
bugünkü hayatıyla kavrama imkânı bulur. Konya, onun için bu manada<br />
büyük bir zenginliktir. “Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet,<br />
keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı dolu acı dert kervanlarını bu<br />
şehirde tanıdım.” demekten kendini alamaz. Tanpınar, bütün bunlardan<br />
sonra şöyle demekten kendini alamaz: “Anadolu’nun romanını<br />
yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.”<br />
Tanpınar’ın bu yorumlarını okuduktan sonra, türküler, bizim için<br />
büyük bir daha geniş bir anlam coğrafyasının öznesi, Anadolu’yu tanımanın<br />
önemli bir malzemesi hâline gelmektedir. Şüphesiz, türkülerin<br />
bize böylesi zengin bir imkânı sunması, onların öncelikle; doğallığıyla,<br />
içtenliğiyle ilgilidir. Çünkü türküler hayatın içinden doğarlar.<br />
Olayların söze, musikiye dönüşmüş şekilleridir. Başlangıçta onları<br />
belki bir kişi söylemiştir ama zamanla anonimleşmişler ve böylece<br />
halkın ortak diline, ortak hikâyesine dönüşmüşlerdir. Dahası, hiçbir<br />
zaman eskimezler. Zaman içinde <strong>yeni</strong> söz ve beste imkânlarıyla<br />
yaşamaya devam ederler. Onlarda ne söyle<strong>yeni</strong>n sanat endişesi ne<br />
dinle<strong>yeni</strong>n estetik haz duyma arzusu vardır. Olanı, olduğu gibi yansıtırlar.<br />
Ama yürek diliyle yapılır bu anlatım. Bu yüzden öylesine yalın<br />
ve içtendirler. Bu bakımdan duygusallığının yanında aynı zamanda<br />
son derece gerçekçi metinler olarak karşımıza çıkarlar. Böyle olduk-<br />
38<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ları için de hangi toprakta, bölgede, coğrafyada doğmuşlarsa<br />
oranın tabiatına, hayat tarzına, yaşanan olaylarına<br />
ve olayların kahramanlarına ayna tutarlar. Bu yüzden<br />
Tanpınar’a katılmamak mümkün değil. Anadolu’yu ve<br />
Anadolu insanını tanımak istiyorsak, onun romanını,<br />
şiirini, tiyatrosunu yazacaksak türküler elimizin altında<br />
duran en önemli kaynaklardır.<br />
2.<br />
Bende türkü sevgisini onulmaz bir sevdaya dönüştüren<br />
ikinci yazı ise Fethi Gemuhluoğlu’na aittir. Önce,<br />
Türk Yurdu dergisinin Nisan 1959 tarihli 2. sayısında yayımlanan<br />
ve daha sonra yazarın “Dostluk Üzerine ”2 kitabına<br />
da alınan “Türkülere merhaba” başlıklı yazı da türkü<br />
güzelliğinde ve içtenliğinde bir metindir. Yazının daha<br />
ilk cümleleri, türkülerin bizim için ne anlam ifade etmesi<br />
gerektiğini belirten ifadelerdir. “ Türküler bitip tükenirse<br />
hatırasız, sevdasız ve yalnız kalırız” diyen yazar, bunun<br />
gerekçesini de şöyle açıklar. “Türküler ve şarkılarda halk<br />
var. Millet var. İnsan var.”<br />
Sözün burasında Tanpınar’ın cümlesini bir daha<br />
hatırlamak gerekir. Madem romanın-biz buna şiiri ve<br />
tiyatroyu da eklemiştik-konusu insandır öyleyse bu tür<br />
eserleri yazabilmek için insanın olduğu bu metinlere ilgi<br />
duymamız gerekir. Dahası, bu alıntının başında söylenen<br />
ve türküsüz kalmanın “hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak”<br />
olduğunu belirten ifade türkülere neden ve nasıl<br />
önem vermemiz gerektiğini açıklayan çok vurucu bir tespittir.<br />
Zira hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak meselesi<br />
insan olma meselemizle doğrudan ilgili konulardır. Bu<br />
demektir ki, türküler biz olduğumuz için vardırlar. Başka<br />
bir deyişle onlar varsa biz de varız. İnsanla türkü birbirinden<br />
ayrılamaz iki kavramdır.<br />
Burada “nasıl” meselesini daha iyi anlayabilmek için<br />
yazının devamına da bakmalıyız. Yazar, metnin ikinci paragrafında<br />
türkülerin çok önemli bir özelliğine daha dikkat<br />
çeker. Buna göre türkülerde anlatılan insan, gerçekçi<br />
bir portreyle sunulur. Yazar bunu “İnce, yüce, ulvi, afif taraflarıyla<br />
insan var. Hafif, çılgın, şefkatli ve avare taraflarıyla<br />
insan var.“sözleriyle belirtir. Ama türkülerde sadece<br />
bunlar yoktur. Bunu da şöyle açıklar yazar: “Türkülerde<br />
ve şarkılarda şiir var, hikmet var, yaşama kuralları var,<br />
töreler var, gelenekler var. Ve asıl mühimi yüreğimiz ve<br />
gönlümüz var.” Dolayısıyla insanı müspet ve menfi tüm<br />
özellikleriyle tanımanın neredeyse tek imkânıdır türküler.<br />
Bu durum, başka hiçbir edebî türde böylesine gerçekçi<br />
değildir. Mesela şiir, ele aldığı insanı idealize ederek, tiyatro<br />
dramatize ederek, gerçeğin sınırları dışına çıkarabilir.<br />
Ama türkülerde durum böyle değildir. Biz, nasılsak<br />
öyledir türküler... Yalansız, sansürsüz, riyasız…<br />
3.<br />
Türküler konusunda beni etkileyen şiirlere gelince…<br />
Bunlardan ilki -eminim bu, pek çok kişi için de öyledir-<br />
Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Türküler Dolusu” 3 başlıklı<br />
şiiridir.<br />
“Kirazın derisinin altında kiraz<br />
Narin içinde nar<br />
Benim yüreğimde boylu boyunca<br />
Memleketim var”<br />
mısralarıyla başlayan bu şiirin de daha başında aynı<br />
gerçeğe vurgu yapılır. Türkülerde memleketimiz vardır.<br />
Milletimiz vardır. Onlar canımıza, ciğerimize kadar işler.<br />
Onların içine insan kokusu sinmiştir. Onlar, şiirin hasıdır.<br />
Bu yüzden şöyle der şair:<br />
“Ne zaman bir köy türküsü duysam<br />
Şairliğimden utanırım<br />
Şairim<br />
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum<br />
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim<br />
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm”<br />
Peki, nedir, türkülerde şairi, şairliğinden utandıran<br />
özellik… Sahiciliği, gerçekçiliği, “memleket ahvalini”<br />
olduğu gibi yansıtmalarıdır elbette…”Ana sütü gibi<br />
temiz, ana sütü gibi candan” olmaları… Bu yüzden<br />
Eyüboğlu’na göre de tarihimizi, hayatımızı, insanımızı<br />
tanımak için kitaplardan öte birer imkândır türkülerimiz..<br />
Yine bu yüzden “memleket ahvalini”, onlardan sormak,<br />
öğrenmek gerekir. Mesela konu Yemen mi Şair doğal<br />
olarak şöyle diyecektir.<br />
“Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i<br />
Öleni, kalanı, gidip gelme<strong>yeni</strong><br />
Ben türkülerden aldım haberi.”<br />
Eyüboğlu da türkülerin anonimliğini onların bir özelliği,<br />
güzelliği ve zenginliği olarak görür:<br />
“Ah bu türküler, köy türküleri<br />
Ne düzeni belli, ne yazanı<br />
Altlarında imza yok ama…”<br />
İşte bu “ama”dan sonrasında söylediği şu mısra türkülerin<br />
asıl gizemini fısıldamaktadır bize!<br />
“İçlerinde yürek var.”<br />
4.<br />
39<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Benim içimi bir türkü gibi titreten diğer bir şiir ise<br />
Âşık Veysel’in “Türk’üz Türkü Çağırırız” şiiridir. Şair,<br />
daha şiirinin başında “Türk” ile “türkü” arasındaki münasebete<br />
dikkat çeker. Zira kimi yorumlara göre “Türkü”<br />
kelimesi, “Türk” adının sonuna, Arapça ilgi eki olan “i”<br />
ekinin getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla “Türki<br />
(Türkü): Türk’le ilgili, Türk’e özgü” anlamına gelmektedir.<br />
Elbette başka milletlerin de bizim türkü olarak isimlendirdiğimiz<br />
tarza da ürünleri vardır. Ama türkünün<br />
Türk’le münasebetinin olduğunu söyleyenler bize meselenin<br />
başka bir yönünü de gösteriyorlar. O da şudur:<br />
Asırlar boyunca şifahi kültürle beslenmiş bir kavim olan<br />
Türkler kendilerini ifade vasıtası olarak türküyü seçmişlerdir.<br />
Nitekim Âşık Veysel de bu durumu:<br />
Bayramlarda düğünlerde<br />
Toplantıda yığınlarda<br />
Sıkılınca dar günlerde<br />
Türk’üz tünkü çağırırız<br />
Yaylalarda yataklarda<br />
Odalarda otaklarda<br />
Koyun gibi koytaklarda<br />
Türk’üz türkü çağırırız,<br />
mısralarıyla belirtir. Bu yüzden millet olarak tarih boyunca<br />
kendimizi ifade için en elverişli tür olarak seçtiğimiz<br />
türkülerimiz acımıza, sevincimize, yaşadıklarımıza ayna<br />
tuttukları gibi aynı zamanda bizi millet yapan değerlerin<br />
de taşıyıcısı ve ifadesi olan metinlerdir. Türküler, bu yüzden<br />
bu yönleriyle de incelenmesi gereken metinlerdir.<br />
5.<br />
Okuduğumda bana türküleri hatırlatan bir başka şiir<br />
ise Erdem Bayazıt’ın “ Sana, bana, vatanıma, memleketimin<br />
insanlarına dair” 4 başlıklı şiiridir. Bu şiir Âşık<br />
Veysel’inki gibi türkü kavramını doğrudan ele almaz.<br />
Fakat metin tamamen türkü duyarlığına yaslanan bir metindir.<br />
Bu şiirin türküye yaptığı vurgu daha adından başlar.<br />
Ben, sen yani biz, millet olarak hepimiz, vatanımız,<br />
memleketimiz, insanlarımız….İşte bütün bunlar bir şiirin<br />
de konusudur.. Ama şair, bizi bu manada anlatacak şiirine<br />
bir türkü mısraını “Telgrafın tellerini arşınlamalı” mısraını<br />
küçük bir değişiklikle girizgâh mısra olarak seçer.<br />
“Telgrafın tellerini kurşunlamalı…”<br />
Bu bilinçli bir tutumdur. Zira şiir baştan sona bir Anadolu<br />
hikâyesidir. Kare kare, sahne sahne bir film gerçekliğinde<br />
bütün bir Anadolu anlatılır. Aşk, hasret, gurbet,<br />
ölüm… Tarlada çapa yapan kadınlar, dağlara çıkıp nara<br />
atan yiğitler, oğullarını yitirmiş analar, gencecik âşıklar,<br />
çıplak ayaklı ırgat çocukları, mahpushanedeki mahkumlar…<br />
kısacası bütün bir hayatımız ve insanımız… Şiir,<br />
tümüyle onların türkü duyarlığıyla ve diliyle hikâyesidir.<br />
“Yazlar bilirim, memleketime özgü<br />
Yiğit köy delikanlılarının<br />
İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları<br />
Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan<br />
Üstüne cehennem güneşlerde mor sinekler konup<br />
kalkan<br />
Diğeri kan-ter içinde yayla yollarında<br />
Mavzerinin demirini alnına dayamış<br />
Yüreği susuzluktan bunalan<br />
İçinden mapushane çeşmeleri akan<br />
Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp<br />
Apansız silahına davranan<br />
Nice delikanlıların figüranlık yaptığı<br />
Yazlar bilirim memleketime özgü”<br />
Bu bakımdan bu şiir, sadece bir şiir olarak değil çağdaş<br />
formda söylenmiş bir türkü gibi de okunmalıdır. Ve<br />
öyle okunursa hem bu şiiri anlamanın hem de bu şiirden<br />
hareketle türkülerimize uzanmanın imkânlarını buluruz.<br />
Bu imkâna kavuşmak son derece önemli… Zira türküsüz<br />
kaldık. Onlar hep vardı ama biz onlardan uzaklaştık.<br />
Kimi zaman küçümsediğimiz bile oldu. Oysa onlar,<br />
bizim aynı zamanda mazinin konuşan diliyydi. Zira<br />
Tanpınar’ın dediği gibi “Mazi daima konuşur ve hem<br />
cemiyetlerin hem de şahsiyetlerin mana ve hüviyetini,<br />
çekirdekliğini tarihilik denilen şey yapar.” Gemuhluoğlu<br />
da bu durumu, hatırasız sevdasız yalnız kalmak şeklinde<br />
ifade etmekteydi. Öyleyse hatırasız, sevdasız ve yalnız<br />
kalmak istemiyorsak “türkülere merhaba!” demenin ve<br />
tarihî şahsiyetimizin mana ve hüviyetine <strong>yeni</strong>den dönmek<br />
istiyorsak insanımızın hayatına bakarken “türkülerle<br />
merhaba!” demenin vakti gelmiş demektir.■<br />
______________<br />
1. A. Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh yayınları, İstanbul,<br />
2001.<br />
2. Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine, Boğaziçi yayınları,<br />
İstanbul, 1978.<br />
3. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Dördü Birden, Varlık yayınları,<br />
İstanbul, 1958.<br />
4. Erdem Bayazıt, Sebeb Ey, Edebiyat dergisi yayınları,<br />
Ankara, 1973.<br />
40<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Harput musikisi korosu<br />
Mektebin bacaları<br />
NURETTİN DURMAN<br />
Üç arkadaştık. Çocukluktan <strong>yeni</strong> çıkmış delikanlılığa<br />
adım atmıştık. Her birimiz bir<br />
yerde çalışıyorduk. Cıvıl cıvıl çocuklardık. İkimizin<br />
annesi ölmüştü. Diğer arkadaşımızın ise babası yoktu.<br />
Buna rağmen rahat, kendine güveni olan, bir o kadar<br />
da meraklı idik. Akşam karanlığı basınca çarşıda<br />
buluşuyor, geziyor, türkü söylüyorduk. Havalar bir<br />
hayli güzel gidiyordu. Mevsim yazdı. Gökyüzünde<br />
yıldızlar o biçimdi. Bir müddettir biz, askeri zevatın<br />
oturduğu lojmanların önünden başlayarak, Cumhuriyet<br />
Caddesi’nden, oturduğumuz Bahçelievler mahallesine<br />
doğru giderken türkü çağırmak merakına<br />
tutulmuştuk. Tek katlı bahçeli evlerdi. En çok da,<br />
“Mektebin bacaları – Ders verir hocaları” türküsünü<br />
söyler olmuştuk.<br />
Mektebin bacaları (vay lele lele lele)<br />
Ders verir hocaları (uy amman can kurban)<br />
Kim yârimi sorarsa (vay lele lele lele)<br />
Odur birincileri (uy amman can kurban)<br />
Niye söylüyorduk bu türküyü, niye hep bu türkü<br />
vardı dilimizde Üçümüz de okuldan kopmuştuk<br />
onun için miydi Peşinden, “Gamzedeler, gamzedeler”<br />
mi diyordu Halit arkadaşımız<br />
Gamzedeler gamzedeler<br />
Oğul bu gün gam vurur<br />
Kibarım gam zedeler<br />
Amman aman aman ah<br />
Hele zalım sinemi hekkak delmez<br />
Hele kurban delerse gamze deler<br />
Di gel kara gözleren kurban ben olam<br />
Onun sesi daha mı yanıktı Gökyüzünde yıldızlar,<br />
dilimizde türküler. Yürüyüp gidiyorduk.<br />
Bir gece, gene böyle, “mektebin bacaları” derken,<br />
birkaç polis memuru önümüzü kesip, “durun bakalım”<br />
demesinler mi o korkunç sesleriyle. İki arkadaş<br />
anında derdest olmuştu. Ben bir koşu sıyrılmaktayım<br />
badireden. Arkadaşlar karakola, ben sokak aralarına.<br />
Bir iki voltadan sonra yapamıyorum. Olmuyor...<br />
Var mı delikanlılığın raconunda arkadaşını yarı<br />
yolda bırakmak Doğru karakola. Kapıdan giriyorum.<br />
“Gel bakalım” diyor öfkeli bir şekilde polis<br />
amca.”Sen de bunlarla idin ha Haaa Seni gidi<br />
seni”<br />
Arkadaşlarımın suratları kızarmış vaziyette, kötü<br />
birer yağlı boya resim gibi durmakta. Bana da bir hoş<br />
geldin yapıyorlar tabi. Bu da yetmiyormuş gibi enselerimizden<br />
kıl çekmeye başlıyorlar. Bir acıyor ense<br />
kökümüz bir acıyor ki... Neden oluyordu bunlar hiç<br />
anlamıyorduk! Sesimiz çirkin miydi Yoksa güzel<br />
türküler mi yoktu repertuarımızda Neden di bilmiyorduk!<br />
İki de bir; “Siz halkı rahatsız edersiniz ha”<br />
deyip, suratımızı, ense kökümüzü kızartıyorlardı.<br />
Bingöl’de, ilk sebze halinin oradan Bahçelievler<br />
Mahallesi’ne doğru giderken Cumhuriyet<br />
Caddesi’nde oluyordu bunlar. Biz mektebi, öksüz ve<br />
yetim bir biçimde terk etmiş üç arkadaştık. Suçumuz<br />
geceye girerken türkü söylemekti... ■<br />
41<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
MEHMET ÖZBEK<br />
ile türküler üzerine<br />
Yenilik daha güzeli yaratmak için tutulan zorluklarla<br />
dolu bir yoldur. Yeninin eskiden daha iyi olması<br />
gerekir. Zaman zaman her türlü çarpıtmaya<br />
<strong>yeni</strong>lik adı verilegelmiştir. O güzelim 'Evlerinin<br />
önü boyalı direk' türküsünü birileri çarpıtarak<br />
gitarla söylediler. Hani ne kaldı onlardan<br />
geriye, işledikleri günahtan başka.<br />
TANER NAMLI<br />
İstanbul’da okunan<br />
gazellerle biçim ve<br />
tavır bakımından<br />
hiçbir ilgisi olmayan,<br />
taa Artukoğulları<br />
ve Uzun Hasan’ın<br />
Harput’taki<br />
saraylarında<br />
çalındığı ve Horasan<br />
erlerinden miras<br />
kaldığı söylenen;<br />
ağırhava adı verilen<br />
gazeller Harput<br />
musikisinin şeref<br />
belgeleridir.<br />
Türküleri, sadece söylemiş olmak onları yaşatmak<br />
anlamına gelmiyor. Siz de bu anlamda,<br />
türküleri söylemeden ziyade anlayabilmenin<br />
önemli olduğunu söylüyorsunuz. Türküleri nasıl<br />
anlamamız gerekiyor ya da yıllar önce hazırladığınız<br />
bir halk müziği programınızın adıyla<br />
size sormak istiyorum: “Türküler ne der” bizlere.<br />
Öncelikle Türkçenin en güzel en sıcak söylenişiyle,<br />
Türk toplumuna mahsus, duyguların<br />
erişilmez ölçüde derinleştiği, aşk ve ızdırabın<br />
yüksek bir hayal gücüyle sergilendiği şairane<br />
bir anlatımla karşılaşırız türkülerimizde. Tabii ki<br />
seçmesini bilmiş isek.<br />
Türküler bir yönüyle eğlendirici bir özellik<br />
taşısa da diğer yönden düşünce, his ve heyecan<br />
yüklü şiirlerdir. Bazı şairler (!) bunlara manzume,<br />
yani ölçülü biçili sıradan sözler demişlerse<br />
de rahmetli Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler<br />
Dolusu” şiirinde:<br />
Şairim<br />
Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası<br />
Ayak seslerinden tanırım<br />
Ne zaman bir köy türküsü duysam<br />
42<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Şairliğimden utanırım<br />
Şairim<br />
Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum<br />
Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim<br />
Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm…<br />
diyerek gereken cevabı vermişti.<br />
Türküleri içinde gizli olan yerel, sosyal, psikolojik<br />
ve tarihsel sırlarıyla değerlendirerek dinlemek<br />
gerekir.<br />
Örnek olarak:<br />
Çanakkale içinde aynalı çarşı<br />
Ana ben gidiyom düşmana karşı…<br />
diye başlayan türküde eğer biz düşmanı, sıradan<br />
bir savaştaki rakip olarak görürsek türküyü<br />
dinlemiş oluruz. Ama oradaki düşmanı, Anadolu<br />
üzerinde emperyalist emelleri olan, o zamana kadar<br />
eşi görülmemiş ölüm araçlarıyla hiç durmaksızın<br />
saldırarak yeri göğü, havayı suyu cehenneme<br />
çeviren Batılı güçler olarak algıladığımızda,<br />
türküyü anlamış oluruz.<br />
Çanakkale Türküsü, düşmanın Türklerle girdiği<br />
imtihan meydanından insani dersler alarak<br />
mahcup ayrılmasının hikâyesidir. Bu türküyü,<br />
olaya ait anekdotlarla değerlendirdiğimizde ortaya<br />
koca bir roman çıkar. Şöyle ki, tahta bacağıyla<br />
yaralı İngiliz askerini hastaneye taşıma<br />
gayreti ile gösterdiği insan sevgisinin, ancak<br />
“Mehmetçik”e ait bir erdem olduğunu; okumasız<br />
yazmasız köylü delikanlıların zor durumlarda<br />
kıvrak zekâlarıyla ne harikalar yaratabildiğini<br />
görürüz bu türküde.<br />
Adları bilinmeyen binlerce şehidin yasını<br />
tutan bu ağıt, bir türkü değil, meçhul askerlere<br />
adanan bir anıttır. Yaratıcısı gibi dizelerde konuşanların<br />
da adları bilinmiyor. Belli ki uzaklarda<br />
can vermiş bir kahramanın şehadetine yanan bir<br />
ananın, bir bacının ya da bir eşin duygularıydı bu<br />
sözler; belki de geleceği gören bir ermişin “Ooof<br />
gençliğim, eyvah!” diye yakınışı idi.<br />
Çanakkale Türküsünün dinleyiciye ulaşmamış<br />
dizelerinde, içli duyguların, kahreden ıstırabın<br />
yalın bir dille anlatıldığını görürüz. Türkünün<br />
kahramanı olan, daha bıyıkları terlememiş,<br />
ama göğüslerinde dev bir yürek taşıyan gençlerin<br />
birer keramet ehli olduklarına inanmamak<br />
imkânsızdır. Daha bir saat önce cephe gerisinde<br />
tüfek kullanmayı öğrenen, bir saat sonra belki de<br />
şehadet şerbetini içecek olan bu gençler, dumanla<br />
kaplı Çanakkale tablosuna hüzünle yerleştirilmiş<br />
birer melektirler bu türküde.<br />
Bir de deyişlerimizde Arapça, Farsça kelime<br />
ve tamlamalar vardır ki bunların hem manasını<br />
hem de terim olarak arka planlarını bilmeden bu<br />
deyişlerin de demek istediğini pek anlayamayız;<br />
“Filan ne güzel okudu, ne güzel sesi var.” ya da<br />
tersini söyler geçeriz. Mesela Sıtkı Baba’nın şu<br />
deyişine bakalım:<br />
Nağme nazlı yârin hâk-i payına<br />
Benim için yüzün sür kerem eyle<br />
Secde kılan kaşlarının yayına<br />
Bir dem divanına dur kerem eyle<br />
Burada nağme, mektup; nazlı yâr, Hacı Bektaşi<br />
Veli; hâk-i pay, ayak tozu toprağı; kerem eylemek,<br />
büyüklük göstermek, iyilik etmek; secde<br />
kılmak, namazda olduğu gibi yere kapanmak, niyazda<br />
bulunmak; kaşlarının yayı, mihrap, pirin<br />
bulunduğu yer. Kaş, şekli bakımından tasavvufi<br />
şiirde hem cami, mescit vb. yerlerde kıble yönündeki<br />
duvarda bulunan ve imamın durduğu girintili<br />
yer olan mihrap anlamında kullanılır hem de<br />
Arap harfleriyle yazılmış “bismillahirrahmanirrahim”<br />
ibaresine benzetilir. Dolayısıyla bunları<br />
bilmeden, Sıtkı Baba’nın: “Mektup, benim için<br />
bir iyilik yap da Hacı Bektaşi Veli hazretlerinin<br />
kapısına git, ayaklarına kapan, yüzünü ayağının<br />
tozuna sür, duada bulun ve emirlerini bekle.” demek<br />
istediğini anlayamayız.<br />
Veya:<br />
Kuyudan su çekerler tulumınan<br />
Kızı gelin ederler zulumınan...<br />
Sevmediği birine gelin giden bir kızın durumu<br />
özlü bir şekilde bundan daha güzel nasıl ifade<br />
edilebilir!<br />
Türkülerimizin ve hatta halk oyunlarımızın<br />
modern yorumlamaları, gösterimleri yapılıyor.<br />
Bu modern sunumları nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
Modernden kastınız “moda olan” ise bunları<br />
pek ciddiye almıyorum. Gelip geçici bir heves,<br />
43<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
üzgâra yazılmış bir hikâye olarak kabul ediyorum.<br />
Yok, eğer “<strong>yeni</strong>lik” ise, bence <strong>yeni</strong>lik zaten<br />
başlı başına bir amaç değildir. Yenilik daha<br />
güzeli yaratmak için tutulan zorluklarla dolu bir<br />
yoldur. Yeninin eskiden daha iyi olması gerekir.<br />
Zaman zaman her türlü çarpıtmaya <strong>yeni</strong>lik adı<br />
verilegelmiştir. O güzelim Evlerinin önü boyalı<br />
direk türküsünü birileri çarpıtarak gitarla söylediler.<br />
Hani ne kaldı onlardan geriye, işledikleri<br />
günahtan başka. Burada esas olan eski olanın<br />
nesinden kopmak istediğimizi ve <strong>yeni</strong> olanın da<br />
neyini kabul etmemiz gerektiğini çok iyi bilmemizdir.<br />
Müzik sanatında evrenselleşmek istiyorsak,<br />
yabancı biçimlerin körü körüne taklit edilmesi<br />
ve müzikteki bütün ulusal ögelerin yok edilmesi<br />
yolunda değil, müzik sanatının temel unsurları<br />
üzerine oturtulmuş ulusal müzik kültürümüzün<br />
diğer uluslarla paylaşacağımız derecede geliştirilmesi<br />
ve zenginleştirilmesi yolunda çalışmamız<br />
gerekir. Bunu bazı sanatçılarımız, öz çalgılarımız<br />
üzerinde takdir edilecek derecede yapmaktadırlar<br />
ki bunlar da eskinin geliştirilmiş <strong>yeni</strong><br />
boyutlar kazandırılmış biçimleridir. Örnek olarak,<br />
Erdal Erzincan, Erol Parlak gibi sanatçıların<br />
curada <strong>yeni</strong>den gündeme getirerek geliştirdikleri<br />
parmak ve şelpe teknikleri, bunların kullanıldığı<br />
müzikler gibi.<br />
Halk oyunu olarak değil, ondan mülhem dans<br />
sunumu, sahne sanatı olarak “Anadolu Ateşi”<br />
topluluğunu beğeniyor ve takdir ediyorum. Bilgi,<br />
estetik çaba, ciddiyet ve emek var. Boş bir<br />
heves değil.<br />
Her yörenin kendine ait türküleri var. Ama<br />
bazı türküler bütün Türkiye’ye veya bütün<br />
Türklere hitap gücünü kendinde buluyor. Bunu<br />
neye bağlıyorsunuz<br />
Anadolu insanının ortak duygu ve düşüncelerini<br />
yansıtan türküler yerellikten çıkarak bölgesel<br />
hatta ulusal olurlar. Toplumun tümünü derinden<br />
ilgilendiren olaylar üzerine yakılmış türküler…<br />
Örnek olarak, Havada bulut yok bu ne dumandır<br />
türküsü, toplumumuzun bütünü tarafından<br />
benimsenmiştir. Bir milleti toptan ilgilendiren<br />
bir olay üzerine yakılmış olan bu türkü, Yemen<br />
Harbi üzerine ve bu harbe gidenlerin arkasından<br />
yakılmış ümitsizliğin çığlığıdır.<br />
Sadece Anadolu müziklerini değil Müslüman<br />
Türk coğrafyasının türkülerini de derlediniz,<br />
incelediniz. Türkülerin Türk dünyasını<br />
birbirine bağlamadaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz<br />
Türküler, dil ve anlatım bakımından en yalın<br />
ve en sıcak müzik eserleridir. Millî geleneklerimizden<br />
edindiğimiz derin bilgi ve birikimi<br />
özümseyerek yaratmış olduğumuz türküler, insan<br />
varlığının bir ihtiyacı olan sanatın en kolay<br />
en yaygın; dolayısıyla en etkili dallarından olan<br />
müzik ve edebiyatın ortak ürünüdür. Bu bakımdan<br />
Türk dünyasında iletişim ve etkileşimi sağlamada<br />
başvurulması gereken en önemli araçtır.<br />
Aydın dili zamanla değişime uğrasa bile geniş<br />
topluluklara seslenen türkülerdeki halk dili değişime<br />
uğramaz.<br />
Özellikle Kerkük türkülerine olan alâkanız<br />
çok fazla. Bu ilginiz nereden geliyor<br />
Ben Urfalıyım. Araştırmış olanlar bilirler<br />
ki Urfa halkı ile Kerkük, Musul halkı arasında<br />
hem tarihî hem de sosyal bir bağ vardır. Bu, halk<br />
arasında bir efsaneye de bağlanır. Bu efsaneye<br />
göre Urfalılar Kerküklülerin dayısıdır. Kerkük’ü<br />
görmek isteyenlere eğer oraya gidemiyorlarsa<br />
Urfa’yı görmelerini öneririm. Konuşma dilinden<br />
halk kültürüne kadar her şeyin bu kadar ortak<br />
olduğu bir ilimiz yoktur. Urfa’da Bedesten’e<br />
girdiğinizde kendinizi Kerkük’teki Kayser’de<br />
(kapalı çarşı) zannedersiniz. Bu ortak kültürle<br />
birlikte 1959 yılında Kerkük’te Türkmenlere<br />
karşı girişilen hayâsız katliam ve aynı yıllar Bağdat<br />
Radyosu’ndan dinlediğim, ezilen bir milletin<br />
feryadı olan hoyratlar beni çok etkilemişti. Sanat<br />
hayatına başladığımda bu feryatları Türkiye’ye<br />
taşıma gayreti içine girdim. Bunu kendime görev<br />
edindim. Çok da etkili oldu. 60’lı yılların<br />
sonunda ülkemizde Kerkük’ün neresi olduğunu<br />
bilmeyenler çoktu. Unutturmuştuk, uyutmuştuk.<br />
Onları uyandırdık ne yazık ki şu hoyratı söylemek<br />
mecburiyetinde kaldım:<br />
O yanmadı<br />
Ben yandım o yanmadı<br />
Kırk yıl hoyrat çağırdım<br />
Ankara oyanmadı (Mehmet Özbek)<br />
44<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır bakımından<br />
hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğulları ve Uzun Hasan’ın<br />
Harput’taki saraylarında çalındığı ve Horasan erlerinden<br />
miras kaldığı söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput<br />
musikisinin şeref belgeleridir.<br />
oyanmadı, anlaşılacağı üzere halk ağzında uyanmadı<br />
demektir. Sanatçının görevi toplumu uyarmak,<br />
onun duygu ve düşünce dünyasına seslenerek<br />
onda güzel hayallerin uyanmasını sağlamak,<br />
onu uyarmak, yüreklendirmek, harekete geçirmek<br />
değil midir<br />
Harput musikisi, Türk halk müziği içerisinde<br />
çok ayrı bir yerde duruyor. Harput musikisi<br />
üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz<br />
Mahallî kültürün, millî kültürün bir alt basamağı<br />
olduğunu latif ezgileriyle yüzlerce yıldır<br />
vurgulayan Harput musikisi, makam fikrine ve<br />
fasıl tertibine dayalı bir musikidir. Türk müziğinin<br />
kuramını, estetiğini, anonim halk şiirinin<br />
mahiyetini ve sırlarını öğrenmek isteyenlere bir<br />
lütuftur Harput türküleri.<br />
Harput musikisi bir ibadet musikisidir. Harputlu,<br />
musikisini icra derken Tanrı huzurundadır<br />
sanki vecd hâlindedir sanki. Harput ağzını kusursuz<br />
bir şekilde kullanan tam bir Harput beyefendisi<br />
olan rahmetli Hafız Osman Öge bu söylediklerimizin<br />
simgesidir. Elazığ’ın şu dörtlüğü bende<br />
derin hayaller uyandırır:<br />
Gülde seni<br />
Kokladım gülde seni<br />
Gözlerin menevşedir<br />
Yanağın gül deseni<br />
Sevginin bu kadar zarifi, tasvirin bu kadar<br />
güzeli çok etkilemiştir beni. Hele Fransızca olan<br />
desen sözcüğü ile yapılan cinas, meçhul sanatçının<br />
ustalığını ortaya koyan bir buluştur.<br />
Büyük aşkların yaşandığı, bazen hüzünle son<br />
bulan sevdaların yarattığı ıstırap, Harput türkülerinde<br />
bolca dile getirilmiştir.<br />
İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır<br />
bakımından hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğulları<br />
ve Uzun Hasan’ın Harput’taki saraylarında<br />
çalındığı ve Horasan erlerinden miras kaldığı<br />
söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput<br />
musikisinin şeref belgeleridir. Kayabaşı ya da<br />
hoyrat denilen yüksekhavalar ise aşk dolu çılgın<br />
gönüllerin içli haykırışlarıdır. Burada kaynayıp<br />
coşan müzik kültürünün Azerbaycan, Harput,<br />
Urfa ve Kerkük yörelerinde ufak farklarla aynı<br />
olduğunu da belirtmeliyim…<br />
Her türkünün bir hikâyesi var mıdır<br />
Ne kadar yaygın bir yanlışlıktır bu. Bir de bilgiç<br />
bilgiç söylerler: “Her türkünün bir hikâyesi<br />
vardır” diye. Eskiler buna galat-ı meşhur derlerdi.<br />
Olur mu öyle şey! Bunu, folkloru bilmeyen<br />
ve halk müziğini tanımayan insanlar söylerler<br />
ancak.<br />
Kaşların bismillah veçhin Beytullah<br />
Seni öz nurundan yaratmış Allah<br />
Sevmişem ben seni terk etmem billâh<br />
Aşkın hançeriyle vursalar beni (Sıtkı Baba)<br />
Bunun hikâyesi olur mu! Bunlar düşünce ve<br />
sezgi mahsulü deyişlerdir. Yalnızca olay türkülerinin<br />
hikâyeleri olur. Türkülerin nasıl yakıldığını,<br />
nasıl değiştiğini bilmeyenlerin sarf edeceği<br />
bir sözlerdir bunlar.<br />
Hangi türküler sizi daha çok etkiliyor<br />
Türküleri pek ayırt etmem. Her birini başka<br />
açılardan değerlendiririm. Mahallî ve usta ağızla<br />
söylenmiş türküler başka, şiiriyeti olan türküler<br />
başka, bir olaya dayalı türküler başka yönlerden<br />
etkiler beni.<br />
Osman’ımın mendili saman sarısı<br />
Osman’ımı vurdular gece yarısı<br />
Osman’ıma gıyanlar gahpe idi hepisi…<br />
Şiiriyet yok, ama tutku ve öfke halk diliyle<br />
45<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ancak bu kadar güzel vurgulanabilir. Çok sevdiğim<br />
bir zeybek havasıdır…<br />
Bir Harput türküsünden iki dize:<br />
Lütfü geçsin telgırafın başına<br />
Bir tel çeksin Yemen’de gardaşıma…<br />
Bu iki dize beni alır götürür ta ki gözlerim<br />
doluncaya kadar.<br />
Hele usta bir ağızdan dinleyeceğim Rasih’in<br />
şu gazeli:<br />
Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne<br />
Vurma zahm-ı sineme peykân peykân üstüne…<br />
tadına varılmaz bir müzik ziyafetidir.<br />
Türkü yorumlamalarını beğendiğiniz birkaç<br />
isim arz etseniz…<br />
İsim vermemin doğru olmayacağını düşünüyorum.<br />
Ayrıca sayarsam derginizin sayfaları yetmez.<br />
Bir de duyanlar: “Bunlar da kim” derler.<br />
Ancak mahallî havaları orijinal ağızla söyleyen<br />
sanatçıları ve bir de mahallî ağızla değil de eğitilmiş<br />
bir üslupla türküyü eğmeden bükmeden<br />
adam gibi okuyan sanatçıları çok beğenirim.<br />
Devlet Türk Halk Müziği Korosu ve TRT radyoları<br />
sanatçıları en çok beğendiğim sanatçılardır.<br />
Popüler sanatçılar içinde ise İbrahim<br />
Tatlıses. Yeter ki okumak istesin.<br />
Türküler üzerine yapılan akademik araştırmaların<br />
nitelik ve niceliği hakkında neler<br />
düşünüyorsunuz Yeterli mi sizce<br />
Ne yazık ki yeterli bulamıyorum. Bilineni,<br />
üstelik yanlış bilineni tekrardan başka bir<br />
şey yapıldığı yok. O kadar çok problem var<br />
ki. Daha ciddi bir terminoloji birliğimiz yok.<br />
Çalgılarımız evrensel anlamda etüt edilmemiş,<br />
çalma tekniklerimizin zenginliği ortaya<br />
konulmamış. Türkülerimizin ezgi ve ritm yönünden<br />
analizi yapılmamış, yöresel karakteristikler<br />
tespit edilmemiş. Türkülerimizin büyük<br />
bir bölümünde söz yanlışlıkları var, sanatçılar<br />
bunun farkına varmadan okuyorlar. Daha neler<br />
neler…<br />
TRT’nin, üniversitelerin ve araştırmacıların<br />
katkılarını değerlendirebilir misiniz bu anlamda<br />
Güzel sesleriyle ezgilerimizi icra eden birkaç<br />
solist dışında TRT’nin türküler üzerinde olumsuz<br />
yönde katkılarından söz edebiliriz ancak. Türkü<br />
denemeyecek saçma sapan şeyleri repertuvarlarına<br />
‘halk müziği’ diye almışlar. Bir defa bu,<br />
halka hakaret; kültürümüze ihanettir. Ben Müzik<br />
Dairesi Halk Müziği Müdürlüğünden ayrıldığımda<br />
(Haziran 1986) TRT repertuvarında 1750<br />
civarında ezgi vardı. Bugün 6000’e ulaşmış durumda.<br />
Bizden sonra Anadolu insanına aniden ilham<br />
geldi galiba. Bundan nemalananlar var tabii.<br />
Konservatuarların hâli ise yürekler acısı.<br />
Türküler üzerine nasıl çalışmalar yapılabilir<br />
Türkülerin sözleri üzerinde dil ve anlatım<br />
çalışmaları yapılmalıdır. Belli bir eser alınır,<br />
edisyon kritiği yapılır, yanlışlıklar düzeltilir,<br />
eksikler tamir edilir ve sonra dil ve anlatım<br />
özelliklerini ortaya koyan bir sözlük meydana<br />
getirilir. Örnek Olarak Âşık Veyse’lin deyişleri:<br />
Veysel’de geçen kelimeler, mecazlar, rumuzlar,<br />
motifler ve arka planları… Bunun gibi<br />
Elazığ türküleri ele alınabilir: Doğru ve geniş<br />
metinler, kelime hazinesi (unutulmuş veya<br />
unutulmaya yüz tutmuş yabancı ve yerel sözcükler),<br />
kişiler vb…<br />
Müzik açısından ise yöre yöre türkülerin dizileri,<br />
çatıları, kalıpları, yörenin karakteristik<br />
motifleri, ezgilerin metrik yapısı incelenebilir.<br />
Bunların bir kısmı makamla ifade edilemese<br />
bile çeşnilerle izah edilmelidir. Halk ezgileri<br />
özgün oldukları kadar özgürdürler de. Üç<br />
dört ses içinde dolaşan, karar sesinde değil de<br />
özelliğini taşıdığı bir makamın ya da çeşninin<br />
üç, dört veya beşinci derecesinde karar kılan<br />
türkülerimiz vardır. Bunlar bir makam özelliği<br />
taşımazlarsa da kulakta bir çeşni (basit dörtlü<br />
beşliler) etkisi bırakırlar; bunları tasnif etmek<br />
gerekir. Hâsılı daha çok işimiz var.<br />
Sayın Hocam, hem bizi hem de türkü sevdalılarını<br />
bilgilendirdiniz, aydınlattınız. Dergimiz<br />
adına çok çok teşekkür ediyoruz.<br />
Bunları bir kez daha dile getirme fırsatı verdiğiniz<br />
için ben teşekkür ederim.■<br />
46<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
FATİH KISAPARMAK<br />
ile türkü üzerine<br />
Sanatçının bilincindeki tasarım, yani alt ve<br />
üst bilincindeki taslak, yaşadığı toplumsal<br />
çevreden aldığı tesirler ve onun yaratıcılık<br />
düzeyi ile doğru orantılı biçimde hayata<br />
geçer.<br />
KEMAL BATMAZ<br />
Zirveyi hak edenler,<br />
hayallerini esere<br />
dönüştürebilmiş<br />
ve üretebilmiş<br />
olan insanlardır.<br />
Başkalarının ne<br />
düşüneceğini çok<br />
fazla umursamayan;<br />
yani yeteneklerini<br />
ve üretkenliklerini,<br />
birtakım endişelere<br />
boğdurmayan<br />
kişilerdir zirveyi hak<br />
edenler.<br />
Türküler nedir ve duyarlıkları nerden kaynaklanmaktadır<br />
Türküler, manevi coğrafyamızın sınır taşlarıdır.<br />
Halkımızın parmak izi ve ortak kimlik belgemizdir.<br />
Her biri, sosyal romanıdır insanımızın. Kültürel<br />
genetiğimizin şifresidir türküler. Ulusal yaşanmışlığımızın<br />
alüvyonlarını taşıdıklarından, fevkalade<br />
zengindirler. Duyarlıklarını, işte bu tarihsel ve kültürel<br />
serüvenin sahibi duygusal bir halktan almaktadırlar.<br />
“Türkü Baba” olarak ünlendiniz. Türkü denince<br />
hangi çağrışımlar canlanıyor zihninizde<br />
“Türkî” sözünden gelen ve Türkçe söylenen şiir<br />
anlamı taşıyan “türkü” terimi, “Türk” sözcüğüne<br />
Arapça “î” ilgi ekinin eklenmesiyle oluşmuştur.<br />
“Türk’e özgü” demektir ve halk ağzında -zamanla-<br />
“türkü”ye dönüşmüştür. Türkü terimi, ilk kez<br />
15. yüzyılda ve Doğu Türkistan’da kullanılmıştır.<br />
Hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu’daki<br />
ilk örneğine ise, 16. yüzyılda ve “Öksüz Dede” imzasıyla<br />
rastlamaktayız. Türküler genellikle toplumu<br />
sarsan önemli bir olay ve büyük bir heyecan dalgası<br />
sonunda doğarlar. Bu nedenle de, toplumsal<br />
romanıdır halkımızın ve parmak izidir. Türkülerin,<br />
başlangıçta sahibi bellidir. Ancak zamanla, türkü-<br />
47<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
nün asıl sahibi unutulur ve eser kuşaktan kuşağa<br />
aktarılırken anonimleşir. Böylece, farklı coğrafyalara<br />
yayılır ve çeşitlemeleri ortaya çıkar. Toraygırov<br />
da diyor ki, “Halk türküsüz kalırsa, edebiyatı yetim<br />
kalır; güzelliği kaybolur. Güzelliği kaybolursa da,<br />
cansız kalır.”<br />
Türkülerin çağdaş yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz<br />
Bu alanda, yozlaştırmayan her <strong>yeni</strong>liği desteklerim.<br />
Bir zamanlar, “gençlik türkü söylemiyor” diye<br />
yakınmıyor muyduk Şimdi gençler, tekrar söyleyeyim<br />
yozlaştırmıyorlarsa, dilediklerince türkü söyleyebilmelidir.<br />
Halk müziğimizde bir yozlaşma var mı<br />
Denizler dalgalanmadan durulmazmış. Sosyal<br />
olaylarda telaşa ve paranoyalara yer yoktur. Varsa<br />
yozlaşma, halkın büyük eleğinden ve süzgecinden<br />
zaten geçemez. Merak etmeyin.<br />
Sizce türkü dinleyicisi kimdir<br />
Türkü dinleyicisi, bu ülkenin sigortası ve omurgasıdır.<br />
İstikrarın ve dengenin sahibi, sağduyulu geniş<br />
halk kitleleridir.<br />
Türkçe olimpiyatları’ndaki türküler hakkında<br />
görüşleriniz<br />
Tarihsel önem taşıyan müthiş bir olay ve gerçekten<br />
bir büyük organizasyondan söz açıyorsunuz.<br />
Halkımıza ve topraklarımıza ait “şey”lerin, adını<br />
bile telaffuzda zorlandığımız genç insanlarca bize<br />
sunuluyor olması, hem ulusal ve hem de insan kardeşliği<br />
ideali nedeniyle evrensel bir değere sahip.<br />
Aynı çağda yaşamaktan mutluluk duyduğunuz<br />
müzik sanatçıları var mı<br />
Aynı çağda yaşamaktan veya tanışmaktan öte<br />
dostum olmalarıyla büyük onur ve kıvanç duyduğum<br />
birçok müzik sanatçımız var. Örneğin Barış<br />
Manço, Erkan Oğur ve Tuluyhan Uğurlu aklıma ilk<br />
gelenler. Çünkü bu kişiler, büyüleyici düzeyde orijinal<br />
eserler üretmiştir. Nitekim kopyalar gelip geçmiş,<br />
bu çok önemli müzisyenlerin -felsefe terimiyle<br />
konuşursak- “idea”ların bizzat kendisini yansıtabilen<br />
eserleri şimdiden klasikleşmiştir. Çünkü gerçek<br />
sanat, ideaların tasviridir. Bu ise, sanatla felsefenin<br />
temel kesişim noktasıdır. Hayatı, insanı, toplumu ve<br />
doğayı, kâh sürrealist kâh metafizik ölçülerde anlatır<br />
gerçek sanat. Yaşamı sorgular, tahlil eder ve yansıtır.<br />
Kalabalık yığınların, yaşam hayhuyu içinde pek<br />
de farkına varamadığı, farkına varsa bile etkili bir<br />
şekilde ifade edemediği şeyleri aksettirir. Sanatçının<br />
bilincindeki tasarım, yani alt ve üst bilincindeki<br />
taslak, yaşadığı toplumsal çevreden aldığı tesirler<br />
ve onun yaratıcılık düzeyi ile doğru orantılı biçimde<br />
hayata geçer. İsimlerini andığım üç değerli müzik<br />
sanatçımız, işte bunu başarabildikleri; reyting ya da<br />
tiraj kaygısıyla popüler kültürün gereklerine ve beklentilerine<br />
uygun olan işler yapmadıkları için önemlidir.<br />
Televizyonların dijital afyona, gazetelerin ise<br />
büyük boy tabloide dönüştürülmeye çalışıldığı bir<br />
süreçte, onurlu ve saygın duruşlarıyla örnek olabilmişlerdir.<br />
Kendinizi sorgular, hatta yargılar mısınız<br />
Elbette. Şaşmayan tek terazi vicdandır. İnsanı<br />
gerçekten yargılayabilen yargıç da odur. Vicdanını<br />
mutlu eden, mutlu olur. Tersinden bakarsak, vicdanını<br />
mutsuz eden, mutsuz olur. Hepimiz hata yapabiliriz.<br />
Hatanın cezası, onu telafi ettirmektir. Hatanın<br />
getirdiği pişmanlık tövbeyi, tövbe ise öğrenmeyi<br />
öğretir. Eğitim, öğrenim ve evrim, birbirlerinden<br />
ayrılmaz ve kaçınılmaz yükümlülüklerdir. Bilgi,<br />
görgü ve deneyimi çok olanın, hata yapma olasılığı<br />
azalır. Bilelim ki hayat, önüne koyduklarımızı yansıtan<br />
bir aynadır. Korku, endişe, gerginlik ve nefret<br />
ise, o aynayı karartan etkenlerin başında yer alır.<br />
Hayallerimiz nedir sizce<br />
Hayallerimiz, özgürlüğümüz ve benliğimizdir.<br />
Hayal ettiğimiz ve onlara inandığımız kadarını gerçekleştirebiliriz.<br />
Gerçekleştirdiklerimiz, inançla ve<br />
çabayla düşlediklerimizdir. Beyin ve gönül özgürlüğümüz,<br />
kişiliğimizin sınırlarını da çizer aslında.<br />
Elbette bu, sınırsızlık olarak anlaşılmamalıdır. Her<br />
türlü aşırılıktan, bir başka deyişle anarşizmden<br />
arınmış ve hayatın dengelerini keşfetmiş insanların<br />
harcı vardır uygarlık anıtında. İnsanlığın meşalesi<br />
sayılan kişilere, en azından hayalperest ve ütopyacı<br />
gözüyle bakılmıştır tarihte. Oysaki hayallerimizi<br />
fısıldayan ses, içimizdeki histir. Zirveyi hak edenler,<br />
hayallerini esere dönüştürebilmiş ve üretebilmiş<br />
olan insanlardır. Başkalarının ne düşüneceğini çok<br />
fazla umursamayan; yani yeteneklerini ve üretkenliklerini,<br />
birtakım endişelere boğdurmayan kişilerdir<br />
zirveyi hak edenler. Verimli olmakla evrimli olmak<br />
el ele büyür, yan yana yürür o kişilerin yaşam<br />
serüvenlerinde.<br />
Halkla ilişkilerinizi nasıl programlıyorsunuz<br />
Özel bir çaba harcamadım. Olduğum gibi gö-<br />
48<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ündüm. Samimi ve doğal davrandım. Tasarlanmış<br />
imajların, aslında dışı yaldızlı birer balon olduğuna<br />
inandım. Kanaat gibi zenginlik olmadığını savunageldim.<br />
Her türlü yozluk ve seviyesizlikten uzak<br />
tutmaya çalıştım kendimi. Özel hayat işportacılığı<br />
yapan malum medyadan uzak durdum. Saygılı ve<br />
ölçülü davranmama rağmen, halk dalkavukluğu da<br />
yapmadım. Ucuz popülizmden uzak durdum. Fakat<br />
ülkemiz insanlarını gerçekten çok sevdim. Onlara<br />
sevgimi gösterirken de dürüsttüm. <strong>Bizim</strong> halkımız,<br />
siz hangi işi yaparsanız yapın, önce sizi sevecek ve<br />
benimseyecek, önce sizi... Sanırım Türkiye, sesinden<br />
ve bestelerinden önce, Fatih Kısaparmak’ı sevdi<br />
ve kabul etti; Onu mazbut aile yaşamıyla kalbine<br />
koydu. Çünkü onu kendinden bildi. Gerçekten de<br />
öyleydi. Eğer öyle olmasaydı, halk bunu çok geçmeden<br />
fark ederdi.<br />
Şöhret ve ego arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız<br />
Bu konuya bakarken, benim her fırsatta vurguladığım,<br />
gücünü bilmekten öte haddini bilmek<br />
formülünü göz ardı etmemeli. Çünkü şöhret, servet<br />
ve kudret, ayrıcalık olduğu kadar birer illüzyondur<br />
aslında... Oysa insan, kalıcı ve üst değerler uğruna<br />
çaba harcamalı. Şöhret yönetimi, risk yönetimi kavramıyla<br />
çok yakından bağlantılı. Ben, ne olacağım<br />
diye hayaller kurmadan önce, ne olmayacağım diye<br />
uzun uzun düşünüp, evvela olmamam gerekenleri<br />
belirlemeyi daha doğru bulurum. Elbette, büyük hayaller<br />
üretmekten ve onları gerçekleştirecek girişim<br />
ve faaliyetlerden de asla uzak durmam. Sürekli bir<br />
metafizik gerilim içinde bulunarak, üretkenliğimi<br />
ve yürek doğurganlığımı bileğlerim. Paylaşımı son<br />
derecede önemserim. Kişisel ve bireysel anlamda<br />
beklentisiz çalışırım. Egomu alabildiğince dizginlemeye<br />
çalışır ve takım kurabilmenin, ekip olabilmenin<br />
vazgeçilmezliğine inanırım.<br />
Yaşadığımız sosyal çalkantı, ne zaman durulur<br />
sizce<br />
İnsanlar arasındaki sevgi, hoşgörü ve anlayış<br />
köprüleri yıkılınca, o hiç istemediğimiz kutuplaşmalar<br />
meydana geliyor. Bu anlamda ciddi endişelerim<br />
var. Fakat en az o kadar da güçlü ümitler<br />
besliyorum. Tekâmül denilen şey, ağır ağır, yavaş<br />
yavaş gerçekleşen bir süreç. Sabırlı ve gayretli olmaktan<br />
başka çare yok. Oysa el ele ve emel emele<br />
olmalarında sayısız yarar bulunan insanlar, yep<strong>yeni</strong><br />
Rönesansları mayalayacak güce sahiptir. Yeter ki,<br />
en geniş ortak paydayı ve en düşük seviyeyi esas<br />
alan birtakım medya gölge etmesin.<br />
Bir sanatçı olarak “derd”iniz var mı<br />
Olmaz mı Benim derdim, ülkemizin değerler<br />
sistemine bir artı değer daha katabilmek ve halkımızın<br />
mayasına karışabilmek. Benim işim destelerle<br />
değil, bestelerle. Kültürümüzün kök hücresi<br />
saydığım değerlerle <strong>yeni</strong> bir uygarlık projesi üretilebileceğine<br />
inanıyorum. Sanat, hayatla mutlaka<br />
kesişmeli. Çünkü insanlar hayatı tercih eder. Mükemmelliği,<br />
sadelik ve samimiyette bulmalıyız. Doğallık,<br />
sahicilik, dürüstlük ve alçakgönüllülük, vazgeçilmez<br />
yol işaretlerimiz olmalı. Hele biz, çatışma<br />
ve kriz kültürüyle yetişmiş sancılı bir kuşaktanız.<br />
Barışın, hoşgörünün ve uzlaşının değerini iyi biliriz.<br />
Bize göre en büyük intikam affetmektir ve iyilik kaçınılmazdır.<br />
Bunları gerçekleştirirken de, gökkuşağı<br />
misali tüm renkleri kimliğimizde kaynaştırmayı<br />
bilmeliyiz. Ortak paydalarımızın ortak faydalarımız<br />
olduğunu haykırmalıyız. Sürekli olarak büyük pencereden<br />
bakmalı, büyük fotoğrafı ıskalamamalıyız.<br />
Söylenmemeli, söylemeliyiz.<br />
Yıllardan beri nasıl başarılı kalabildiğinizi anlatır<br />
mısınız<br />
Beni halkımın sevgisine layık gören Allah’a,<br />
her nefeste şükrediyorum. ‘Tamamen ben yaptım’<br />
diyebileceğim hiçbir şey yok. Yapıtlarımda neyi beğeniyorsanız,<br />
onun lütfüyledir ve Anadolu’ma aittir.<br />
Beğenmediğiniz ne varsa, benimdir. Siz beni tanımadan<br />
önce de ben sizi tanıyor ve çok seviyordum.<br />
Anadolu, kilim olmamı istemişti; ben de gidip gönlümü<br />
sermiştim. Dünya adlı bu gemide tesadüfen<br />
bulunmuyorduk. İster çarkçılık ister kamarotluk, ne<br />
yaparsak yapalım, mutlaka bir görevi yerine getirmiş<br />
oluyorduk. Size, her şeyin en iyisini verememiş<br />
olabilirim. Ama benim verebileceklerimin en iyisini<br />
sundum. İnsanlarımızın bize gösterdiği sevgi ve ilgiyi<br />
hak etmeliyiz. Şöhret zehirli baldır. Haddimizi<br />
bilmek ve tertemiz kalabilmek hem sorumluluğumuz,<br />
hem de görevimizdir. Reklam edilmek değil,<br />
fark edilmek önemlidir. Biz tereyağı gibiyiz. Başka<br />
yağların reklamı yapılsa da, tereyağının reklama ihtiyacı<br />
yoktur. Önemli olan, gündemi korumak değil,<br />
<strong>yeni</strong> bir gündem oluşturmaktır.<br />
Gerçek sanat eseri nedir sizce<br />
Gerçek sanat eseri ne eskidir ne de <strong>yeni</strong>. Hem<br />
eskidir hem de <strong>yeni</strong>. O, her mevsimin çiçeği ve zamanüstü<br />
olabilendir. Eski olsaydı ölmeye, <strong>yeni</strong> olsaydı<br />
eskimeye mahkûm olurdu.■<br />
49<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
BAYRAM BİLGE TOKEL*<br />
Elazığ meşk gecelerinden<br />
bir görünüm<br />
Bazı şehirlerimizin, tarihin derinliklerinden<br />
tevarüs ettikleri ortak kültürel değerleri<br />
Anadolu’ya yerleştikten sonraki süreçte işleyip<br />
geliştirerek kendilerine has bir kimlik oluşturmak<br />
konusunda, diğer şehirlerimize göre daha şanslı<br />
olduklarını düşünüyorum.<br />
Elazığ bu şehirlerimizden biridir ve onun Harput,<br />
Mamurat-ül Aziz, Elaziz, Elazık ve sonunda<br />
Elazığ’da karar kılan macerası, bugünkü şehir<br />
kimliğini oluşturan nice zenginliklerle doludur. Bu<br />
kimliği görünür kılan değerlerin başında şüphesiz<br />
Harput’un kadim sakinleri ile onların ruh ve hançeresinde<br />
yoğrulup soylu bir vakar içinde söylenerek<br />
bugünlere taşınan türküler gelir. Bir şehre asıl<br />
kimlik ve kişilik kazandıran bu türküler, bir taraftan<br />
şehri kendi özgün renkleriyle boyarken,<br />
diğer taraftan da farkında olmadan şehrin anonim<br />
rengi ile boyanırlar. Böylece, türkü ortak<br />
paydası üzerinden, ancak dışarıdan dikkatlice<br />
bakanların görebilecekleri tarzda şehrine benzeyen<br />
insanlarla, insanlarına benzeyen şehirler<br />
ortaya çıkar.<br />
Bana öyle geliyor ki, her Elazığlıda şehrine<br />
benzeyen bir şeyler olduğu kadar, şehirde de Elazığlıya<br />
benzeyen bir hâl vardır sanki. Bu durum,<br />
aynı zamanda Elazığlıları da garip bir biçimde<br />
kendiliğinden birbirlerine benzetir. İşte bundan<br />
dolayıdır ki, sadece konuşmaları değil, jest ve mi-<br />
* bayrambilgetokel@gmail.com<br />
50<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
mikleri, oturup kalkışları, hatta yürüyüş tarzları<br />
bile “Elazizce” olan insanların şehridir Elazığ.<br />
Şehir ve insan arasındaki bu hem gizli hem açık<br />
ilişkinin farklı bir yönünü, Cahit Külebi şu dizelerle<br />
anlatır:<br />
Savaştepe köprüsünden geçen trenler<br />
Sel olur İzmir’e akar<br />
İzmir’in denizi kız, kızı deniz<br />
Sokakları hem kız, hem deniz kokar<br />
İnsan Türküsüne Böyle mi Benzer...<br />
Bütün bunların farkına varmam için, Elazığ’ın<br />
hemen her biri bir türkü klasiği olan yöresel ezgilerini,<br />
mahallî havalarını, lirik, duygulu türkü<br />
ve hoyratlarını; kısacası ‘Harput Musikisi’ni ve bu<br />
musiki ile yoğrulmuş has bir Elazizliyi yakından<br />
tanımam gerekirmiş. O zaman anladım ki, aslında<br />
büyük sır, genel anlamda türkü dediğimiz halk<br />
şarkılarında gizli; çünkü Elazığ da, diğer bazı şehirlerimiz<br />
gibi, türküleri kendilerine, kendileri türkülerine<br />
benzeyen insanların şehri. Bir şehrin ve<br />
‘hemşehirli’lerin kendilerine özgü kimlik ve kişilikleri<br />
konusunda sağlam ve tutarlı bir fikir edinmek<br />
için, o şehrin “köhne” mahallelerinden yükselen<br />
kadim türkülerine bakmak gerek:<br />
Mezire’den çıkarak ince bir baş ağrısı ile yürüyen<br />
genellikle uzun yüzlü, biraz iri burunlu ve hafif<br />
kambur bu insanlar, hep “bir şûh-i sitemkâr”ın<br />
derdiyle yaşarlar sanki öyle mahzun ve masumdurlar...<br />
Çayda çıraların, yüksek minarelerde kandillerin<br />
yandığı Elaziz; divane bülbüle niçin feryat<br />
ettiğini sormadan edemeyen âşık insanlar diyarıdır<br />
hep muhayyilemde. Harput’un başına her kar<br />
yağanda ince yüzlü bir Harputlu, Kayabaşı’ndaki<br />
Hafo’nun evinde sanki durmadan Necibe’nin güzelliğine<br />
tarih düşer gibi gelir nedense… Bâd-ı<br />
sabânın güzellerin zülfünü dağıttığı her Harput<br />
seherinde, hâlâ, bir Ermeni kızına söylenen o en<br />
güzel sevda türküsü “Ahçik” yankılanır Harput’un<br />
yüksek konaklarındaki kürsübaşı meclislerinde...<br />
“Yozgat Nire, Elazığ Nire…”<br />
Ben Elazığ’ı bundan yıllarca önce, daha sonra<br />
Diyarbakır yöresine ait olduğunu öğrendiğim bir<br />
türkünün aydınlık penceresinden girerek tanıdım.<br />
Çocuktum, bir kuşluk vaktiydi ve rahmetli ebem<br />
Yozgat’ın bir dağ köyündeki evimizin avlusunda<br />
yayık yayarken, kadife gibi yumuşak, içli ve hafif<br />
titrek sesiyle, benim kendisini dinlediğimden habersiz,<br />
kendi kendine o türküyü söylüyordu:<br />
Odasına vardım kahve pişirir<br />
Kınalı parmaklar fincan devşirir<br />
O yâri görenler aklın şaşırır<br />
Ya bir mektup yolla ya bir bergüzar<br />
Gözlerim üstünde vermem intizar.<br />
Tesadüf bu ya, avludaki taşın üzerinde her sabahki<br />
tahtına kurulmuş “Günaydın” programına<br />
gelen istek türküleri yayınlayan ‘pilipis’ marka<br />
radyo, biraz sonra, sanki ebemden duymuşçasına<br />
aynı türküyü çalmasın mı… Türkünün sözleri hemen<br />
hemen aynıydı fakat radyodaki ses ebemden<br />
oldukça farklı okuyordu. İlk defa ebemin o ihtiyar<br />
sesinden duyduğum için olsa gerek çok etkisinde<br />
kaldığım ve unutamadığım bu güzel türküyü günün<br />
birinde, fakat bu sefer ebemin söylediğine<br />
daha çok benzeyen bir başka varyantını radyodan<br />
“Elazığ türküsü” anonsuyla duyduğum gün artık<br />
“Elazığ”, bir daha silinmemek üzere zihnime kazınmıştı.<br />
Kendi tabiriyle “dünya kurulalı beri” ataları<br />
gibi Bozoklu bir Türkmen olarak Yozgat’ın bu<br />
dağ köyünde yaşayan ebemin bu türküsü Elazığ’da<br />
da söyleniyordu ve demek ki yalnızca Diyarbakır<br />
ile Elazığ arasında değil, bu iki şehrimizle Yozgat<br />
arasında da bir yakınlık bir akrabalık vardı,<br />
olmalıydı. Ama bu Artukoğulları’ndan veya daha<br />
öncesinden mi; İlhanlılar, Selçuklular, Osmanlılar<br />
ya da daha büyük bir ihtimalle Dulkadirliler döneminden<br />
kalma bir akrabalık mı idi, bilmiyorum.<br />
Tabii, bütün bunları o gün için anlamam ve<br />
yorumlamam elbette mümkün değildi; ta lise yıllarına<br />
gelinceye, kadim dostum, kardeşim Palulu<br />
Zekeriya Karadayı’yı tanıyıncaya kadar...<br />
Elazığ’ın, açılır açılmaz yüzünüze divanların,<br />
hoyratların, mayaların, elezberlerin ve koşmaların<br />
ılık rüzgârları esen ışıklarla dolu kapısından içeriye<br />
bu dostun kılavuzluğunda girdim. İlk defa lise<br />
edebiyat kitaplarında karşılaştığımız ve manalarını<br />
hiç bir zaman tam olarak anlayamadığımız aruzla<br />
yazılmış şiirlere çok benzeyen güfteleri terennüm<br />
eden Elazığ havalarını da ilk olarak yine bu dostun,<br />
pek de güzel olmayan ama bütün sihrini Ela-<br />
51<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Bir şehre asıl kimlik ve kişilik kazandıran bu türküler, bir<br />
taraftan şehri kendi özgün renkleriyle boyarken, diğer<br />
taraftan da farkında olmadan şehrin anonim rengi ile<br />
boyanırlar. Böylece, türkü ortak paydası üzerinden, ancak<br />
dışarıdan dikkatlice bakanların görebilecekleri tarzda<br />
şehrine benzeyen insanlarla, insanlarına benzeyen şehirler<br />
ortaya çıkar.<br />
zığlılık ruhundan ve heyecanından alan sesinden<br />
dinlediğimi itiraf etmeliyim. Bırakın Hafız Osman<br />
Öge, Sıtkı Demirci gibi eski ustaları, dönemin en<br />
popüler mahallî sanatçısı Enver ağabeyin (Demirbağ)<br />
bile yorumundan habersiz o türküleri sevmek,<br />
herhâlde Harput havalarının sahip olduğu yüksek<br />
sanat değerinin gücüyle izah edilebilir.<br />
Harputsuz ‘Beş Şehir’<br />
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ini ilk<br />
okuduğumda, bir Yozgatlı olarak, masum bir<br />
mensubiyet duygusu ile, “Bu beş şehirden biri<br />
keşke Yozgat olsaydı” dediğimi iyi hatırlıyorum.<br />
Fakat doğrusunu söylemek gerekirse Elazığ’ı tanıdıkça,<br />
bunu Elazığ’ın sanki daha çok hak ettiğini<br />
düşünmeye başladım. Sonraki yıllarda İshak<br />
Sunguroğlu’nun “Harput Yollarında” ve Fikret<br />
Memişoğlu’nun Harput Âhengi adlı eserleri geçti<br />
elime. Bunları zevkle ve istifade ederek okudum<br />
fakat Tanpınar’ın Beş Şehir’inden aldığım tadı,<br />
hazzı aldığımı söyleyemem. Derken daha sonra<br />
Şemsettin Ünlü’nün Yukarışehir ve M.Önal<br />
Mengüşoğlu’nun Yerler Mühürlendi adlı romanları<br />
ile yine Mengüşoğlu’nun Harput Şehrengizi’ni<br />
okuyunca, has bir Yozgatlı olarak Elazığlılar adına<br />
demeye çekiniyorum ama Harput adına çok sevindim.<br />
Bunlara ilave olarak daha sonra merhum Niyazi<br />
Yıldırım Gençosmanoğlu ve Ahmet Kabaklı<br />
Hoca’nın şiir ve yazıları, Ali Akbaş’ın Harput Güzellemesi,<br />
Tahir Abacı’nın Harput/Elazığ Türküleri<br />
adlı denemesi, Salih Turhan’ın yöre türkülerinin<br />
notalarını bir araya topladığı derlemesi ve nihayet<br />
Savaş Ekici’nin Harput-Elazığ müzik repertuvarını<br />
kültürel, sanatsal, teknik ve estetik yönleriyle<br />
tahlil ve analiz ettiği Elazığ-Harput Müziği adlı<br />
kapsamlı çalışması; kültürü, müziği ve insanıyla<br />
bu şehrimizi daha yakından tanımama büyük katkı<br />
sağlayan eserler oldu.<br />
Fakat bütün bunlara rağmen, doğusunu söylemek<br />
gerekirse yine de Beş Şehir yazarının Elazığ’ı<br />
yazmamış olmasına hayıflanmaktan kendimi alamadım.<br />
Çünkü Tanpınar’ın “mahallî klasik” dediği,<br />
Türk halk ve klasik müzik geleneğimizin üst<br />
seviyede sentezi olan eserlerin en çarpıcı örneklerini<br />
Harput musiki geleneğinde görüyoruz. Sağlam<br />
bir Türk ve Müslüman mayası ile yoğrulmuş;<br />
Urfa, Diyarbakır, Kerkük musikileriyle de anlamlı<br />
ve derin akrabalık ihtiva eden bu yüksek musiki<br />
geleneğini eğer Tanpınar yakından tanımış olsaydı,<br />
bu birikime kim bilir ne büyük vuzuh, zenginlik<br />
ve derinlik kazandırırdı. Fuzuli’nin “Âh<br />
eylediğim servi hırâmının içündür/ Kan ağladığım<br />
gonca-i handânın içündür” beytiyle başlayan gazeline<br />
benzer daha pek çok gazelin Harput musiki<br />
fasıllarının ve geleneksel kürsübaşı meclislerinin<br />
vazgeçilmez repertuvarı arasında yer aldığından<br />
haberdar mıydı, bilmiyorum.<br />
Sabah Ezanında Elezber Okunur<br />
mu<br />
Ayrıca Elazığ o yıllarda, Diyarbakır’da askerliğini<br />
yapan Sadettin Kaynak’ın uzaktan da olsa<br />
az çok tanıma imkânı bulduğu ve bir daha da tesirinden<br />
kurtulamadığı “Harput Âhengi”nin tüm güzelliği,<br />
inceliği ve zenginliği ile yaşandığı yıllardı.<br />
Kim bilir belki de Hâfız Osman Öge’nin Bülbülüm<br />
Bağ Gezerim, Bu Dere Baştan Başa, Değirmen<br />
52<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Sala Benzer, Kim Büyüttü Böyle Bîperva Seni, Kar<br />
mı Yağmış Şu Harput’un Başına, Sinemde Bir Tutuşmuş,<br />
Yel Eser Kum Savrulur gibi her biri gerçekten<br />
birer türkü klasiği olan eserleri taş plaklara<br />
<strong>yeni</strong> okumaya başladığı yıllardı... Ve merhum<br />
Memişoğlu’nun naklettiği şu ilginç anekdot da<br />
belki tam o günlerde yaşanmıştı:<br />
“...Saray Hatun Camii müezzini Perili Hafız<br />
diye maruf Hacı Süleyman, sabah ezanından evvel<br />
Naat okurken, cemaatin sağdan soldan camiye geldiği<br />
sularda birdenbire Elezber’e geçmiş ve halk<br />
manilerinden birini söyleyerek hoyrat okumaya<br />
başlamış. Namaza gelmekte olan Büyük Beyzâde<br />
Hacı Ali Efendi’ye yaklaşanlar, ‘Perili Hafız’ın<br />
bu yaptığı küfürdür’ diye şekvacı olmuşlar. Fakat<br />
Beyzâde Hoca, ‘Acele etmeyin, sonunu bekleyelim’<br />
diyerek durup dinlemiş. Müezzinin Elezber<br />
denilen yüksek havayı bitirdikten sonra tekrar<br />
Naat’a devam ettiğini görünce yanındakilere dönerek,<br />
‘Bu vecd hâlidir, hoş görmek gerekir, vebal<br />
değil belki de sevap işlemiş oldu’ diyerek şikâyete<br />
hak vermemiş”.<br />
Harputlu Hacı Hayri’den Saadettin<br />
Kaynak’a<br />
O günleri hayal ettikçe, edebî şöhretinin<br />
Harput’la sınırlı kalmasına hep hayıflandığım<br />
merhum Harputlu Hacı Hayri’nin şiir ve musikideki<br />
ustalığını en iyi bilen insanlardan birinin de<br />
Sadettin Kaynak olduğu fikri takılır kafama kendiliğinden.<br />
Böyle düşünmemi gerektirecek hiçbir<br />
müşahhas bilgi ve belgeye sahip olmamakla beraber,<br />
Sadettin Kaynak’ın bestelerindeki o bariz ve<br />
karakteristik Harput Âhengi’ni, Elazığ hoyratlarının<br />
ve Diyarbakır mayalarının yanık nağmelerini<br />
hissettikçe istesem de başka türlü düşünemem zaten.<br />
Çünkü Klasik Türk Musikisi geleneğine<br />
mensup yirminci asırda yetişmiş en büyük<br />
bestekârlarımızdan olan Saadettin Kaynak’ın bestelerinde<br />
Harput Musikisinin tesiri çok açık hissedilir.<br />
Nerdeyse herkesin fark edebileceği kadar bariz<br />
olan bu etkinin -bırakın varlıkları tartışılır musiki<br />
eleştirmenlerimizi- bugüne kadar ciddi müzik<br />
ve sanat çevrelerince dahi fark edilmemiş olmasını<br />
nasıl izah etmeli, bilmiyorum. Mukayeseli olanından<br />
vazgeçtik, henüz doğrudan bir “musiki edebiyatı”<br />
geleneğimiz dahi olmadığı için bugüne kadar<br />
her bestekâr gibi, Kaynak’ın eserlerinin de edebî<br />
ve estetik bir tahlilinin yapılmadığını, etkilendiği<br />
ve etkilediği kaynakların irdelenmediğini biliyoruz.<br />
Gerçi “folklor musıkisi”nden istifade eden bir<br />
bestekâr olduğuna işaret edenler olmakla beraber,<br />
bugüne kadar Kaynak bestelerinin türkülerimizle<br />
ve türkü formuyla olan akrabalığına dair ciddi bir<br />
tahlile ben rastlamadım. Oysa Saadettin Kaynak’ın<br />
bestelerindeki türkü etkisi, özellikle de Elazığ türkü<br />
ve havalarının tesiri öylesine güçlüdür ki, bir<br />
kısım bestelerine sanki bazı Elazığ türkülerinin<br />
üsluba çekilmiş hâli ya da bir tür varyantı diyebilirsiniz.<br />
Mesela radyolarımızda bazen Kaynak’ın<br />
bir şarkısı olarak söylenen Bülbülüm Bağ Gezerim<br />
adlı eserin anonim bir Elazığ türküsü olduğunu<br />
ehli elbet bilir. Elazığ musiki meşklerinde sık sık<br />
Kaynak’ın bestelerinin yer almasının sebebi de bu<br />
akrabalıktan kaynaklanır elbet.<br />
Herkes Kendi Türküsünü Söylesin<br />
Zengin tarihi ve kültürel birikimden beslenen<br />
köklü musiki geleneğine sahip diğer bazı şehirlerimizde<br />
karşılaştığımız bir durum, Elazığ’da en<br />
karakteristik şekliyle çıkar karşımıza; o da şudur:<br />
Elazığlılar kendi türkülerini söyleyen yadırgı’ları<br />
kolay kolay beğenmezler ve onlarda mutlaka bir<br />
eksiklik veya yanlışlık bulmak eğilimindedirler<br />
genellikle. İlk bakışta kendini beğenmişlik gibi<br />
görünen bu yaklaşımı; zengin müzik geleneği<br />
olan, belli bir üslup ve tavrın hâkim olduğu güçlü<br />
mahallî müziğe sahip hemen her yerde görmek<br />
mümkün. Çünkü zaman içinde o yörede, artık<br />
oturmuş ve belli standartlara kavuşmuş bir üslup<br />
oluştuğu için, taklidî olanı ya da kendilerine, yani<br />
otantiğine benzemeyen icrayı hemen dışlarlar. Bunun<br />
anlamı, “Benim türküm en çok benim ağzıma<br />
yakışır” demektir ki, saygıyla karşılanmalıdır.<br />
Bu kısa yazı çerçevesinde belki daha çok işaret<br />
etmekle yetindiğimiz o zengin Harput-Elazığ musiki<br />
geleneğini günümüze taşıyan geçmiş ses ve<br />
saz ustalarını rahmetle anıyor; bu eşsiz güzellikleri<br />
bugün hâlâ bizlere yaşatarak bu tür yazıların<br />
yazılmasına vesile olan Enver Demirbağ’dan Erkan<br />
Oğur’a, Lokman Tasalı’dan Adnan Çilesiz’e,<br />
Zülfü Demirtaş’tan Hasan Öztürk’e tüm sanatçı<br />
dostları muhabbetle selamlıyorum.■<br />
53<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
TÜRKÜ BAYRAĞI<br />
Bir âşık sazını çalmayagörsün,<br />
Hüzünlerin doruğuna çıkarım.<br />
Gözlerim hicranla dolmayagörsün,<br />
Gözyaşı yerine türkü dökerim.<br />
Buram buram türkü kokar nefesim,<br />
Allı turnalara yön verir sesim.<br />
Türküler nakışım, türküler süsüm;<br />
Beşikten mezara türkü yakarım.<br />
Türkü bir ummandır, görünmez dibi;<br />
Türküdür yurdumun asıl sahibi.<br />
Tarihe anamın ak sütü gibi,<br />
Türkülerle Türk mührünü çakarım.<br />
Bin yıldır çığrılan hoyratlar benim,<br />
Maya yârim olur, bozlak yârenim.<br />
Elezberde benliğimi görenim,<br />
Türküyle çağlardan öte bakarım.<br />
Fırat kenarında yüzer bir kayık,<br />
Dalgalar oynaşır sineme layık.<br />
Değmeyin a dostlar değilim ayık,<br />
Bir nağmeden bir nağmeye akarım.<br />
Yüreğim türküyle çevrilmiş ada,<br />
Aşkın çağrısıyım Çayda Çıra’da.<br />
Mumların şavkıyla erip murada,<br />
Nazlı yâr bağına türkü ekerim.<br />
Türküler mayamdır, türküler özüm;<br />
Türküyle parıldar cihanda gözüm.<br />
Türküler, sazıma verdiğim sözüm:<br />
“Türkü bayrağını arşa dikerim.”<br />
YUSUF DURSUN<br />
54<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ÜMRAL DEVECİ*<br />
Bir insanın<br />
beklentileri,<br />
düşlemeleri ve<br />
kurgulamaları ile<br />
çelişen gerçeklik,<br />
“hüzün”e yol açar.<br />
Yani, “hüzün”,<br />
birey ile reel<br />
olgu arasındaki<br />
ilişkiyi sağlayan<br />
güçlü bir duygu<br />
köprüsü olarak,<br />
mutlak bir “insan<br />
gerçekliği”dir.<br />
İnsanlar, yaşadıkları duyguları değişik yollarla<br />
dışa vururlar. Edebiyat, resim, heykel,<br />
mimari ve müzik gibi güzel sanatlar, dışa vurumun,<br />
faydacı bir anlayışla en çok sergilendikleri<br />
alanlardır. Bunlardan ikisinin, söz ve müziğin<br />
birleştiği alan olan türküler, hem kelime olarak<br />
hem de ezgi olarak, duyguları daha da zengin<br />
ifade etme alanıdır. Ayrıca, türkülerin yüzlerce<br />
yıllık geleneksel birikimi ve sosyal psikolojiyi<br />
yansıtma özellikleri vardır. Bu yüzden, türkülerdeki<br />
ortak zihinsel üretimlerin sırrı çözüldüğünde,<br />
toplumsal şifreler de çözülmüş olur<br />
Türkülerde, pek çok bireysel ve toplumsal<br />
duygu ile beraber “hüzün” de işlenir. İşlenen<br />
hüzünlerin bir kısmı ayrılık bir kısmı da<br />
ölüm merkezlidir. İster ayrılık ister ölüm merkezli<br />
olsun, her hüzün, bireysel ve toplumsal<br />
ölçekte bir “arınma” (katharsis/ katarsis)dır.<br />
* Yard. Doç. Dr., Muğla Üniv. Fen-Ed. Fak.<br />
55<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Aristoteles, trajediyi işlerken, katarsis’e<br />
büyük bir yer verir. Ona göre trajedinin ödevi,<br />
“acıma ve korku duygularını uyandırıp<br />
ruhu tutkulardan temizlemek”tir. Yani,<br />
katarsis’in temelinde “acıma” ve “korku”<br />
vardır. Her korku ve her acıma, insanı kendisiyle<br />
yüzleştirir ve gerçek anlamda kendisiyle<br />
yüzleşebilenleri de olumsuzluktan arındırır.<br />
Hüzün, “sevinç ve mutluluk” gibi en güçlü<br />
insanî duygulardan biridir ve insan diyalektiğinin<br />
ayrılmaz bir parçasıdır. Bir insanın<br />
beklentileri, düşlemeleri ve kurgulamaları ile<br />
çelişen gerçeklik, “hüzün”e yol açar. Yani,<br />
“hüzün”, birey ile reel olgu arasındaki ilişkiyi<br />
sağlayan güçlü bir duygu köprüsü olarak, mutlak<br />
bir “insan gerçekliği”dir. Her hüzün, suje<br />
gerçekliği ile reel gerçeklik arasındaki ilişkinin<br />
sorgulanmasına yol açar ve bu sorgulama<br />
insan ile “dış olgu”lar arasındaki ilişkiyi <strong>yeni</strong>den<br />
belirlemek üzere “ruhsal arınma”yı sağlar.<br />
İnsanlığın karşı karşıya kaldığı ve “hüzün”e<br />
yol açan iki “dış olgu” vardır. Birisi ayrılık, diğeri<br />
ise ölüm’dür. Ayrılık, geçici bir olgu gibi<br />
görünse de, “kapının ardı gurbet” diyen bir<br />
kültür için, derin izler bırakabilen bir olgudur<br />
ve her ayrılık, yanında hasret/özlem duygusunu<br />
da taşır. Ayrılık türkülerinin tamamında,<br />
hüznün sevince dönüşme olasılığı da olduğundan,<br />
bir iyimserliğin olması da duygu dengesini<br />
sağlayıcı bir unsur olarak göze çarpar.<br />
Türkülerde, çoğunlukla ana baba ve sevgiliden<br />
ayrılık konusu işlenir ve türkü metinleri, içerik<br />
olarak, ayrı düşülen kişilerin belirgin insani<br />
özelliklerinin yer aldığı metinlerdir. Bunlarda,<br />
o kişilerin iyilikleri ve erdemleri dile getirilerek<br />
onlarla sözsel ve ezgisel bir özdeşleşme (identification)<br />
sağlanır. Sözlerin ve ezginin sağladığı<br />
biyo-ritm ve fiziksel etki, türküyü söyleyende bir<br />
“arınma” yaratarak “hafifleme” sağlar. Bunun sonucu<br />
olarak da ruh sükûnete ererek dinginleşir.<br />
Örneğin bir Eğin (Kemaliye) türküsünde,<br />
denilerek gurbet-sıla arasındaki duygu ilişkisi,<br />
ana baba etrafında gelişir ve gerek sözler gerekse<br />
ezgi, hüzün duygusunu yansıtır. Metindeki, “kanadın<br />
kırılması, çöl, gurbet eller, ağlamak, mahzun<br />
gönül” sözcükleri, bir yandan, kişinin içsel<br />
yansımasının göstergeleri olurken öbür yandan da<br />
ana babaya ezgisel bir göndermedir. Bu türküyü<br />
söyleyen kişi, bu sözcüklerin gerek anlam alanları<br />
ve gerekse işlevsel boyutu aracılığıyla hüznünü<br />
dile getirmekte ve ruhsal bir arınma yaşamaktadır.<br />
“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun” dizesiyle<br />
başlayan Kayseri türküsü, kıskançlık<br />
ve kahır ağırlıklı olmakla beraber, temelinde<br />
özlem olması dolayısıyla, özleyen ve özlenen<br />
arasındaki duygusal bağın dile getirildiği<br />
ve böylece arınma’nın yaşandığı bir türküdür.<br />
Hüzün yoğunluklu türkü metin ve ezgilerinin<br />
ortaya çıkmasına neden olan bir diğer<br />
olgu ise ölüm’dür. Ölüm, geçici bir ayrılık olmayıp<br />
mutlak bir ayrılık olduğundan; ayrıca<br />
tüm insanların karşılaşacakları kaçınılmaz bir<br />
gerçek olduğundan, ölümün yol açtığı hüzün<br />
daha derin, daha etkileyici ve daha kalıcıdır.<br />
Ölen kişinin ardından söylenen ve genel adı<br />
“ağıt” olan türkülerde, onun olumlu ve erdemli<br />
yanlarının dile getirilmesi, bir rastlantı değil, bir<br />
kurgulamanın sonucudur. Türküyü söyleyen kişi<br />
(bilindiği gibi, bunun halk arasındaki terimi “türkü<br />
yakmak”tır.), ölenin özelliklerini merkeze alırken<br />
iki şeyi göz önünde bulundurur: Birisi ölen kişi,<br />
diğeri de dinleyen kişilerdir. Ağıt metinlerinde,<br />
ölenin hayattayken yaşadıklarının hatırlatılması,<br />
ölen ile sağ kalanlar arasındaki ortaklıklardan<br />
hareketle gerçekleştirilen bir özdeşleştirmedir.<br />
Bu özdeşleştirme, sağ kalanın da bir gün, mut-<br />
56<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Ağıtlarda egemen olan beşerî özellik merhamet’tir. Doğu<br />
uygarlıkları, merhamet uygarlıklarıdırlar. En olumsuz<br />
koşullarda bile toplumsal vicdanı rahatlatan bir haslet<br />
olan merhamet, temelde bir arınma’dır.<br />
lak akıbet olan ölümle karşılaşacağı düşüncesini<br />
empoze etmekle beraber, ortak yaşanmışlıkların<br />
bir daha yaşanamayacağını duyumsatmasıyla da,<br />
insanın kendisini sorgulaması ve olumsuzluklardan<br />
arınması düşüncesini doğurur. Ayrıca ağıt<br />
metinleri, zaman zaman çaresizliğin, kimi zaman<br />
da pişmanlığın ifadesi olarak, insanın kendisiyle<br />
yüzleşmesini sağlayarak bir ruh arınma’sına yol<br />
açar. Beklenmeyen bir ölüm, örneğin genç ölümleri,<br />
beklenti ile gerçek arasında daha yoğunluklu<br />
bir gerilime yol açtığı için etkisi daha derin ve<br />
kalıcıdır. Bu da daha derin bir arınmaya yol açacak<br />
söylemin oluşmasına sebep olur. Hunharca<br />
işlenen bir cinayet, toplumsal ahlâka aykırı da<br />
olsa aşk yüzünden gerçekleşen bir öldürme, toplumsal<br />
vicdanda, derin izler bırakır ve bunlarla<br />
ilgili söylenen ağıtlar da, âdeta bir “toplumsal<br />
özür dileme” ile toplumsal arınma’yı sağlar.<br />
Bazı ağıtlarda, ölümün gerçekleşme şekline<br />
dair ifadelere yer verilerek, sanki olay<br />
<strong>yeni</strong>den yaşanır ve yaşatılır. Bununla da,<br />
ölenle sağ kalanlar arasında, duygudaşlık<br />
sağlanarak “ortak kaderi yaşama” paylaşımı<br />
sağlanır ve böylece acıya ortak olunarak<br />
bir hafifleme ve arınma sağlanmış olur.<br />
Akdağmadeni’nden derlenen “Hastane önünde<br />
incir ağacı” türküsünde veya Keskin’den<br />
derlenen “Ham meyveyi kopardılar dalından”<br />
türküsünde, çaresizliğin verdiği bir söylem<br />
egemendir ve bu türküleri yakanlar, çaresizliklerini<br />
itiraf ederek bir arınma yaşarlar.<br />
Anne beni Kırkpınar’da kestiler<br />
Cepkenimi saz dalına astılar<br />
Anam babam benden umut kestiler<br />
Dalgın uykulardan uyan Ahmedim<br />
Yağlı kamalara dayan Ahmedim<br />
bendiyle başlayan Afyonkarahisar türküsünde,<br />
türküyü yakan kişi, ölüm olayının gerçekleşme<br />
sahnesini tasvir ederek, geride kalanlara<br />
olayı <strong>yeni</strong>den yaşatır ve böylece ölümün<br />
acı gerçeği ile duyguları <strong>yeni</strong>den harekete geçirir.<br />
Bundaki amaç, tekrar yaşanan ölüm anının<br />
ruhlardaki yarattığı arınma’yı sağlamaktır.<br />
Pencereden daş geldi<br />
Ben sandım Mamoş geldi<br />
Uyan Mamoş Mamoş uyan<br />
Başımıza ne iş geldi<br />
dörtlüğüyle başlayan Elazığ türküsünde, toplumsal<br />
ahlaka aykırı da olsa, duygu yoğunluğu<br />
aşk olduğu için, yaralanmış bir toplumsal vicdanın<br />
acısı dile getirilerek bir arınma sağlanır.<br />
Ağıtlarda egemen olan beşerî özellik<br />
merhamet’tir. Doğu uygarlıkları, merhamet<br />
uygarlıklarıdırlar. En olumsuz koşullarda<br />
bile toplumsal vicdanı rahatlatan bir haslet<br />
olan merhamet, temelde bir arınma’dır.<br />
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Ayrılık<br />
ve ölüm, insanda hüzünlenmeye yol açan iki<br />
olgudur. İkisi de, metne dönüşürken beraberlerinde<br />
hüznü ve merhameti getirirler. Ezginin de<br />
katkısıyla, bu tür türküler, söylendiğinde gerek<br />
okuyanda ve gerekse dinleyende, kendisiyle,<br />
toplumla yüzleşmeye yol açarak olumsuzluklardan<br />
arınmayı ve ruhun dinginleşmesini sağlar.■<br />
57<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
İskân türküleri<br />
VE SÖZLÜ TARİH İLİŞKİSİ<br />
ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER<br />
RUHİ ERSOY*<br />
Barak Türkmenleri,<br />
göçleri, iskânları,<br />
çatışmaları ve<br />
bu yaşananların<br />
toplumsal<br />
yaşamlarında<br />
bıraktığı izleri<br />
anlatan hikâye<br />
ve türküleri ile<br />
coğrafyadan<br />
vatana geçişin<br />
ve yurt ile göç<br />
edişin Türk kültür<br />
tarihi içerisindeki<br />
en güzel<br />
örneklerinden birini<br />
oluşturmuşlardır.<br />
Büyük usta Mehmet Özbek, ‘ustalık’ namını, sadece<br />
türkü icrasıyla değil; kişiliği, tavrı ve aynı<br />
zamanda türküler üzerinde yapmış olduğu ilmî çalışmalarıyla<br />
da hak etmiştir. Onun “Türkülerin Dili” adlı büyük<br />
çalışmasının arka kapak sayfasında şu ifadeler yer alır:<br />
“Türkülerimiz, hakikati olduğu gibi görüp söylemekten<br />
çekinmeyen ermişlerin ve cesur kimselerin söylemleridir.<br />
Türk insanının düşünen, soran, seven, küsen, gülen, ağlayan<br />
kalbinin içi görülür türkülerde. Onlar bizim hayat<br />
hikâyelerimizdir. Bizi anlatır asırlardır.”(Özbek 2009)<br />
Bu sözler aslında en yalın hâliyle türkünün, Türk’ün her<br />
şeyini anlattığını anlamak için yeterlidir belki ama biz bu<br />
ifadeleri biraz daha dillendirip ayrıntıları ile izaha çalışacağız.<br />
Tıpkı türküler gibi halkın dimağında yer bulmuş,<br />
orada tekrar tekrar üretilerek nesillere mal olmuş pek<br />
çok halk kültürü malzemesinde Türk toplumunun tarihsel<br />
hikâyesini; savaşlarını, coğrafyasını, ekonomisini,<br />
acılarını, aşklarını vs. görmek mümkündür. Çünkü söz<br />
konusu ürünler “sözlü kültür ortamının” ürünleri olup<br />
kültürün doğal akışı içerisinde, üretildikleri-yaratıldıkları<br />
toplumla birlikte yaşamış; her hâlleriyle toplumlarına<br />
benzemişler ve toplumlarını yansıtmışlardır. Toplumun<br />
tarihsel-kültürel yaşanmışlığının ispatı olan bu malzeme,<br />
asırların süzgecinden geçmiş bir türkü, bir halk hikâyesi,<br />
* Yard. Doç. Dr., Gaziantep Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi<br />
Öğretim Üyesi, Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Müdürü.<br />
58<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ir efsane, masal, destan veya destan parçası ya da<br />
başka bir sözlü anlatı olabilir.<br />
Bir toplumun tarihsel ve kültürel gerçekliğini<br />
saptamak, onu anlamak isteyen bir kimse, yalnızca<br />
tarihî vesikalardan yola çıkarak amacına ulaşamaz.<br />
Tarihî vesikalar uzun yüzyılların üst üste sıkıştırılmış<br />
kroki görüntüleri gibidirler; ayrıca bu noktada, yazılı<br />
kaynakların arşivlenmediği dönemlerin tarihi ne olacak<br />
sorusu da karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki Türk<br />
kültürünün-tarihinin yazılı kaynaklarla tanışması, arşivlenmesi<br />
geç döneme denk gelmektedir.<br />
Kişilerin, resmî, siyasi yapıların ya da büyük savaşların<br />
kronolojik sıralanmasının tarihini yazmak,<br />
genel anlamda tarih yazıcılığının yalnızca küçük bir<br />
parçasıdır. Tarihi zaman akışı içerisinde insanın ve<br />
onun ürettiklerinin-tükettiklerinin, yaşam biçiminin,<br />
ilişkilerinin, sanatının, estetiğinin varlığı yalnızca<br />
resmî arşivlere yansımamıştır. Bütün bunları biz,<br />
ancak o toplumun her türlü kültür malzemesini okuyarak<br />
kavrayabiliriz. Bu noktada karşımıza “sözlü<br />
tarih” kavramı çıkmaktadır ki bu kavram tarihin krokisini<br />
çizmektense onun içerisindeki insanın her türlü<br />
hikâyesini yakalama iddiasında olan genel yaklaşımın<br />
adıdır. “Sözlü tarih insanlar tarafından kurulmuş bir<br />
tarih türüdür. Hayatı tarihin içine sokar. Kahramanlarını<br />
yalnız liderler arasından değil, çoğunluğu oluşturan<br />
ve o ana kadar bilinmeyen insanlar arasından<br />
seçer. Toplumsal sınıflar ve nesiller arasındaki bağlantıyı<br />
dolayısıyla anlayışı sağlar. Ortak anlamları<br />
ortaya çıkararak tarihçiye ve sıradan insanlara bir<br />
zamana ve mekâna aidiyet duygusu kazandırabilir.<br />
Sözlü tarih, tarihin kabul edilmiş mitlerini ve baskın<br />
yargılarını <strong>yeni</strong>den değerlendirme, tarihin toplumsal<br />
anlamını kökten dönüştürme aracıdır. İnsanlara<br />
tarihlerini kendi sözleriyle geri verir. Onlara geçmişi<br />
verirken geleceği kurmak için de yol gösterir.”<br />
(Thompson 1999:18)<br />
Tarih ilmi uzun yüzyıllar ağırlıklı olarak egemenin<br />
meşrulaştırılması zemininde, merkezî figürlerin<br />
etrafında kurgulanıp sunulmuştur. Oysaki bir tarihsel<br />
olayı gerçekleştiren aktörlerin sayısı birden fazladır.<br />
Ayrıca olaylar farklı toplumsal kesimler tarafından<br />
farklı şekillerde algılanır. Sosyal yapı içerisindeki her<br />
grup, olaylara kendi penceresinden bakar ve kendi<br />
gerçeğini ve haklılığını vurgular. <strong>Bizim</strong> bu günden<br />
bakarak bu algılayış biçimlerinden herhangi birisini<br />
önceleyip diğerlerini yok sayma durumumuz olamaz;<br />
çünkü tarihsel gerçekliği, olayları bütün yönleriyle<br />
öğrenmeden kavramayız.<br />
Tarihsel dönemler içerisinde iktidarlar, geçmişi<br />
kendi algılayışı ve siyasal hedefleri doğrultusunda<br />
takdim edebilirler. Bilgi ve belgeleri, iktidarı merkeze<br />
alan bir nevi egemenin tarihini anlatacak biçimde düzenleyebilirler.<br />
Siyasal iktidarlar bununla da kalmayıp<br />
asayiş kaygısıyla tarihsel olayları ve buna ilişkin belge<br />
düzenini kendi yargılarını destekler mahiyette düzenleyebilirler.<br />
Tarihin bu tarz kayda geçirildiği ortamlarda<br />
söz konusu olayların birinci derecedeki kahramanlarının<br />
hâdiselerdeki konumu kayıt altına alınmayabilir.<br />
Bu gibi durumlarda farklı toplumsal katmanların<br />
ve tarafların edebî eserlerinde ve sözlü kültürlerinde<br />
tarihî olayların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi<br />
olaylarla ilgili alternatif bilgi ve belgelerin bulunması<br />
mümkündür. Böylece bu üretimlerden tarihî bir kaynak<br />
olarak faydalanmak mümkün hâle gelir.<br />
Türk tarihinde söz konusu bu duruma örnek olarak<br />
bir kısım Türk boylarının Osmanlı Devleti döneminde<br />
Anadolu’da iskân edilişleri verilebilir. Türklerin<br />
Türkistan’dan Anadolu’ya göçleri ve Anadolu’da<br />
uygulanan iskân politikaları neticesinde muhtelif yer<br />
değiştirmeleri söz konusu olmuştur. Bu hâdiseler<br />
resmî kayıtlara yönetenin bakış açısıyla geçmiş ve yöneten<br />
açısından haklı sebeplerle iskân edilişler çeşitli<br />
belgelere kaydedilmiştir. Yönetilen yani halk- reaya<br />
bu konuda ne düşünmüş, ne hissetmiş o da sözel bellekler<br />
vasıtasıyla sazı ve sözüyle harmanlayıp türkü<br />
yakmıştır. İşte bu türkülerin dili iskân politikalarının<br />
yönetilen tarafından bakış açısını oluşturmuştur.<br />
Söz konusu bu iskân hâdiselerinden kaynaklı icra<br />
edilen türler Barak ve Bozlak olarak bilinen türlerin<br />
içinde saklı hâdiselerle kendisini göstermektedir.<br />
(Mirzaoğlu, 2003) Bunlardan Avşar Bozlağı olarak<br />
bilinen Dadaloğlu’nun (Görkem 2005), “Kalktı Göç<br />
Eyledi”si en meşhur olanıdır ve “ferman padişahın<br />
dağlar bizimdir” diyerek iskânı isyana dönüştüren en<br />
büyük nida olmuştur:<br />
Kalktı göç eyledi Avşar elleri<br />
Ağır ağır giden eller bizimdir<br />
Arap atlar yakın eder ırağı<br />
Yüce dağdan aşan yollar bizimdir<br />
Belimizde kılıcımız kirmani<br />
Taşı deler mızrağımın temreni<br />
Hakkımızda devlet etmiş fermanı<br />
Ferman padişahın dağlar bizimdir<br />
59<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Dadaloğlu’m bir gün kavga kurulur<br />
Öter tüfek davlumbazlar vurulur<br />
Nice koç yiğitler yere serilir<br />
Ölen ölür kalan sağlar bizimdir<br />
Bu türküde, yöneten-yönetilen ilişkisini, yönetilenin<br />
resmî uygulamaları algılayış biçimini, tarihsel bir<br />
olayın (iskân olayı) akışını, söz konusu coğrafyayı,<br />
iskân edilen Türk boyunun adını ve yaşam biçimini<br />
bulmamız mümkündür. Toplumun millî şairi, yani<br />
toplumun hayat algılayışını, estetik değerlerini temsil<br />
eden kişi tarafından dillendirilen bir türkü, aynı<br />
zamanda yaşanan olayların ve şartların resmini çekmiştir.<br />
Öte yandan bizim de üzerine akademik çalışmalarımızla<br />
eğildiğimiz Baraklar örneği dikkat çekicidir.<br />
Çeşitli sosyal hâdiseler ve aşklar etrafındaki<br />
kısa hikâyeleri, türkülerin haricinde sistematik olarak<br />
bir göç’ün, daha sonra iskânın türkülerle anlatılma<br />
hâdisesini rahatlıkla vesikalarla mukayese edip<br />
yöneten-yönetilen bakış açısını ortaya koyabileceğimiz<br />
zincir halkası gibi türkülerin mevcut olduğu bir<br />
alandır Barak Türkmen vadisi…<br />
Bir Türkmen boyu olarak Türk tarihine ışık tutan<br />
pek çok tarihî ve edebî kaynakta karşımıza çıkan<br />
Barakların, hem Orta Asya’dan Anadolu’ya göç<br />
hikâyelerini hem de kültürel hayatlarını söz konusu<br />
kaynaklardan ve yaşayan Barak kültüründen tespit<br />
etmek mümkündür. Barak Türkmenleri 15. yüzyılda<br />
Orta Asya’dan Horasan’a gelerek burada yaşamaya<br />
başlamışlardır. Ancak 16. yüzyıl sonlarında gerek<br />
kuraklık gerekse siyasi karışıklıklar nedeniyle Barak<br />
Türkmenlerinin huzuru bozulur. Bunun üzerine oymak<br />
beyleri toplanır ve Anadolu’ya göç kararı alırlar.<br />
Horasan’dan Orta Anadolu’ya uzun ve bir o kadar da<br />
yorucu bir göç başlar. Hem göç sırasında karşılaşılan<br />
zorluklar hem de daha sonra uygulanan iskân politikaları<br />
Barak Türkmenlerinin büyük acılar yaşamalarına<br />
sebep olmuş; Baraklar göç süresince kendi aralarında,<br />
iskâna tabi tutuldukları bölgelerde de komşu<br />
aşiretlerle uzun çatışmalara girişmişlerdir. Baraklar,<br />
Oğuz boylarından Bayat boyunun Dulkadirli koluna<br />
mensup bir Cerid obasıdır ve 17. yüzyılın sonlarında<br />
Horasan’dan başlayan uzun bir göçün ardından<br />
Rakka’ya iskâna zorlanmışlardır. Bu dönemden itibaren<br />
Barak kelimesi bir Türkmen boyunun ismi ve bu<br />
boyla beraber Beydili, Elbeyli Türkmenlerinin yaşadığı<br />
bölgenin adı olarak kullanılmıştır. (Ersoy 2003)<br />
Daha sonraki dönem içerisinde özellikle<br />
Gaziantep’in Nizip ilçesi ile Suriye bölgesindeki oymakların<br />
tamamı Barak adını almışlardır. Günümüzde<br />
bu adlandırma yöredeki tüm aşiretleri kapsayan<br />
bir isme dönüşmüştür ve Gaziantep’in bu bölgesinde<br />
yaşayan Oğuz-Türkmen aşiretleri bu genel ad altında<br />
anılmaktadır. Gaziantep’in hemen doğusunda<br />
Nizip’ten aşağıya Suriye bölgesine kadar uzanan bölgeye<br />
de Barak Ovası denilmektedir. Bununla birlikte<br />
Barak kelimesi Anadolu’nun pek çok yerinde köy,<br />
bucak, ova, dağ ve mahalle adı olarak da kullanılmaktadır.<br />
Tarih boyunca yaşadıkları acıları ve sevinçleri kilimlerine,<br />
türkülerine, halk hikâyelerine işleyen Türk<br />
boyları, Baraklar örmeğinde de aynı refleksi göstermiş<br />
ve Baraklar tarihî yolculukları boyunca yaşadıklarını,<br />
geride bıraktıkları hatıralarını hâlâ yaşamakta<br />
olan zengin bir sözlü anlatı geleneği içinde biriktirmişlerdir.<br />
Barakların sözlü geleneğinde yaşayan iskân türküleri<br />
ve diğer anlatılarından, Barakların Horasan’dan<br />
seksen dört bin çadırla göçe başladıklarını öğreniyoruz.<br />
Bu zorlu yolculuğun ve göç boyunca yaşanan acı<br />
olayların hatırası Türkmenlerin ozanları tarafından<br />
nakış nakış işlenmiş ve Barakların yıllar süren göçleri,<br />
bu göç sonrasında zorlandıkları iskân ve iskânlar<br />
süresince devam eden aşiret çatışmaları büyük bir<br />
canlılıkla günümüze kadar ulaşmıştır. Türk’ün binlerce<br />
yıllık göç hikâyesinden kendi payına düşeni Barak<br />
Türkmenlerinin millî şairi Dedemoğlu aşağıdaki dizelerle<br />
dile getirmiştir:<br />
Kalktık Horasan’dan eyledik sökün<br />
Düşürdüler bizi tozlu yollara<br />
Omuzda parlar uzun şifleler<br />
Aşırdılar bizi karlı dağlara<br />
Bölük bölük oldu yüklendi göçler<br />
Atlandı ihtiyar, yayandı gençler<br />
Başımıza geldi gördüğüm düşler<br />
Düşürdüler bizi gurbet ellere<br />
Gehi konduk gehi göçtük yollarda<br />
Bilip bilmediğim gurbet ellerde<br />
Âlem dağlarında şu daz çöllerde<br />
Bizden sonra bir nam kalsın illere<br />
Toplandık aşiret geldik Culab’a<br />
60<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Seksendörtbin hane gelmez hesaba<br />
Deve koyun çoktur insan kalaba<br />
Susuz hayvan inileşir göllere<br />
Dedemoğlu der ki aşkın bağından<br />
Aşırdılar bizi Yozgat dağından<br />
Anadolu Sivas şehri sağından<br />
Bu hâlimiz destan olsun dillere<br />
Burada Türk halk şiirinin estetik yapısını, sembol<br />
ve imaj dünyasını görmemizin yanı sıra; Barak Türkmenlerinin<br />
tarihsel serüvenlerini de takip edebilmekteyiz.<br />
Horasan’dan başlayan göçün Anadolu’da iskâna<br />
dönüşmesi ve bunun Barak Türkmen toplumundaki<br />
yansımaları, takip edilen coğrafya, kalabalık nüfus ve<br />
yaşanan acı olaylar şair Dedemoğlu’nun dilinden bize<br />
aktarılmıştır. Görüldüğü üzere bir edebiyat metni,<br />
bize ait olduğu toplumun sanat zevkini, estetik algılayışını<br />
vermenin ötesinde; o toplumun her anlamdaki<br />
yaşanmışlığının da resmini çekmektedir. Tarihi ve<br />
tarihî süreç içerisinde insanı anlama kaygısında olan<br />
bir araştırmacının bütün kültür unsurlarına birer tarih<br />
vesikası gözüyle bakması gerekmektedir.<br />
Barak Türkmenleri, göçleri, iskânları, çatışmaları<br />
ve bu yaşananların toplumsal yaşamlarında bıraktığı<br />
izleri anlatan hikâye ve türküleri ile coğrafyadan vatana<br />
geçişin ve yurt ile göç edişin Türk kültür tarihi<br />
içerisindeki en güzel örneklerinden birini oluşturmuşlardır.<br />
Bu büyük kültür birikimi daha kapsamlı araştırmalarla<br />
Türk kültür tarihine ışık tutmaya devam<br />
edecektir. Barakların iskân Türkülerinden ve sözlü<br />
geleneğinde hareketle yaptığımız geniş anlamda ve<br />
kapsayıcı sözlü tarih çalışması kitaplaşma aşamasında<br />
olup konuyu her yanıyla izah etme amacı taşımaktadır.■<br />
Kaynakça<br />
Görkem, İsmail; Yenibilgiler Işığında Dadaloğlu,<br />
E Yayınları, İstanbul 2005.<br />
Mirzaoğlu, Gülay; Çukurova Bozlağı, Binboğa<br />
Yayınları, Ankara 2003.<br />
Thompson, Paul; Geçmişin Sesi (çev. Şehnaz Layıkel),<br />
İstanbul.1999.<br />
Özbek, Mehmet; Türkülerin Dili, Ötüken Yayınları,<br />
İstanbul, 2009.<br />
Ersoy, Ruhi; Baraklı Âşık Mahgül ve Repertuvarı,<br />
Hacettepe Ü. Sos.l Bil. Enst. basılmamış doktora tezi,<br />
Ank. 2003.<br />
HAVADİS<br />
postallı bir dağ içinde<br />
göç göç olmuş köy<br />
garibin gözü yolda<br />
ne gelen var, çok giden<br />
dere boyu bağ bahçe<br />
ayrık otu çoğalır<br />
oğullar gurbet elde<br />
ne gelen var, çok giden<br />
kederli türküler evi<br />
yıkılmış duvar, kırık kapı<br />
almış yürümüş yalnızlık<br />
ne gelen var, çok giden<br />
KÖR KUYU<br />
uzak ağaç, uzak kuş<br />
karanlık içre susuz<br />
korkulu düş senelerce<br />
yaşanan derin acı<br />
kimse geçmez ki buradan<br />
çıkrık sesi solgun anı<br />
göçüyor eski toprak ile<br />
göçüyor bir bir<br />
MURAT SOYAK<br />
61<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
AHMET ULUDAĞ<br />
Iğdır Üniversitesine öğretim üyesi olarak<br />
geçme işlemlerim düşüncenin ötesine geçip<br />
fiiliyata dökülmeye başladığında, bazı dostlar hemen<br />
“Iğdır’ın al alması” türküsünün adını andılar.<br />
Müzikle amatör olarak ilgilenmeme rağmen<br />
bu meşhur türküyü bilmiyordum. Her ne kadar<br />
sanat müziği olarak adlandırdığımız geçmişin<br />
şehirli müziğiyle ilgilensem de, türküler konusunda<br />
da epeyce bilgi sahibiydim ama herkesin<br />
hemen telâffuz ediverdiği “Iğdır’ın al alması”<br />
ben de bir türlü sese dönüşemiyordu. Türküyü<br />
öğrenmeye, hançeremde nağmelerini eylemeye,<br />
al almayı bulmaya karar verdim... Öyle ya,<br />
türküye, hem de çokça bilinen bir türküye nağme<br />
olmuş al elma merak edilmez miydi İsmail<br />
Gaspıralı’nın roman kahramanının Gül Baba’yı<br />
araması gibi ben de “al alma”nın peşine düştüm.<br />
Iğdır’a daha ulaşmadan başladım “al alma”yı aramaya,<br />
allı rüyalar gördüm... Alma mıydı Iğdır’ın<br />
dağını taşını kaplamış “al topuklu beyaz kızlar<br />
mıydı” fatihlerin torunlarının şimdilerde bölük<br />
bölük bölünmüş diyarından gülümseyen, yoksa<br />
kınalı parmaklı, al duvaklı bir gelin miydi Rüyalarımı<br />
pek hatırlamam. İzmir-Kars arasındaki<br />
derin uykuyla geçen yolculuğumda al almayı<br />
mı gördüm, Ağrı Dağı’nı mı gördüm, Arazı mı<br />
(Aras Nehri) gördüm, Nahçıvan’dan Laçin üzeri<br />
Bakü’ye oradan da Karabağ’a mı gittim, bilmiyorum.<br />
Uçak inince artık tamamen uyanmıştım,<br />
şimdi yine yolu düşünme zamanıydı, al almayı<br />
görme zamanı…<br />
Kars Havaalanı’nda, önceden söylendiği gibi,<br />
bizi Iğdır’a götürmek için bekleyen yarım otobüsü<br />
görünce sevindim. Parasıyla da olsa, ülkemizde<br />
de müşteri memnuniyeti adına küçük şeylerin<br />
yapılıyor olması kıvandırdı beni. En azından<br />
‘Avrupa’da şöyle’, ‘Amerika’da böyle olurdu’<br />
geçmedi aklımdan. Gece geç yatıp sabah erken<br />
kalkmanın tesiri hâlâ devam ediyordu. Bütün<br />
uyanık kalma çabama rağmen arada bir gözlerimin<br />
kapanmasına engel olamadım. Kars ile Iğdır<br />
arasında elma ağacı gördüğümü hatırlamıyorum.<br />
Acaba benim dalgınlığımdan istifade edip geçivermişler<br />
miydi Aracımız yolda mola verdi, galiba<br />
kırk beş dakikadır yoldaydık. Çadırımsı bir<br />
yer içinde masalar var. Yan tarafta da kışlık ve<br />
belki de, ayazlı geceler de kullanılan bir bina…<br />
Elmalar duruyor kasada… Sarımsı, yeşilimsi,<br />
62<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
eyazımsı renkleriyle golden çeşidi elmalar…<br />
Aaaahh, hayallerim… Dağ taş elma ağacı, yer<br />
gök al alma değil miydi yoksa... Yine de Iğdır’a<br />
epeyi uzaktayız. Buralar daha Kars sayılır.<br />
Nihayetinde yol dediğin nedir ki, ölçülü mesafeler…<br />
Iğdır’a ulaştık. İki saat olmuş ya da<br />
olmamıştı, yolculuğumuz başlayalı. Eski Devlet<br />
Hastanesi’nde indim; burası bazı fakülte ve<br />
yüksek okullara tahsis edilmişti. Yeni bir kurum<br />
olmanın bütün sıkıntısı hissedilebiliyordu. Öğleden<br />
sonra Kültür Merkezi’nde üniversitenin<br />
açılış törenine katıldım ayağımın tozuyla. Açılış<br />
dersini emekli bir Öğretim Üyesi Prof. Dr.<br />
Seyit Mehmet Şen Hoca verdi, cevizi anlattı. O<br />
anlattı ama benim kafamda yine türküler vardı:<br />
“Cevizin yaprağı dal arasında”. Melodisini<br />
hatırlayamadığım ‘Al alma türküsü’ sanki beni<br />
esir almıştı. Acaba “elmanın yaprağı dal arasında”<br />
desek olur muydu Hem bu Kayseri türküsünü<br />
çığırmayı da biliyordum. Hoca elmayı mı<br />
anlatmalıydı diye düşündüm bir an… Cevizin<br />
uzmanına elma anlattırmak doğru olmazdı. Ama<br />
olsun, burası Iğdır, al elması var, al almalı türküsü<br />
var. Törende Nahçıvan Üniversitesi Müzik<br />
Topluluğu güzel bir konser verdi. Araznameli,<br />
Karabağnameli, bayatili , Türkiyeli, Azerbaycanlı<br />
bir konser… Buralara has tınıları duymak,<br />
yorgunluğumu almıştı. Lakin al alma türküsüne<br />
bir türlü sıra gelmemişti. İstek mi yapsaydım ne:<br />
Iğdır’ın al alması…<br />
Iğdır, Divanü Lügat-it-Türk’te Oğuz boylarından<br />
birinin adı olarak belirtilmektedir. Eseri<br />
yayına hazırlayan Besim Atalay, Iğdır’ın isminin<br />
doğrusunun ‘İgdir’ olduğunu ve ‘iğdir’ şeklinde<br />
yazılması gerektiğini belirtmektedir. Iğdır’a<br />
gelinceye kadar merak etmediğim şeylerden biriydi<br />
adı. Iğdır’la ilgili bir serhat şehri olduğu<br />
ve Doğu’nun Çukurova’sı olarak adlandırıldığı<br />
dışında bir şey bilmiyordum. Ağrı Dağı’nı bütün<br />
heybetiyle göğe değmeye ramak kalmış ak pak<br />
zirvesiyle görünce büyülendim. Belki Bahaeddin<br />
Karakoç’un aksine ilk onu görmedim (Iğdır’a<br />
inince ilk onu gördüm; / Yerle gök arasında bir<br />
tek düğüm. / Çevresi masmavi, başı bembeyaz,<br />
/ Mevsimin perçemi takvimde son yaz.) ama<br />
gördüğüm anda da büyülendim. Aslında benim<br />
gördüğüm Büyük Ağrı Dağı’nın üç zirvesinden<br />
en yükseği, Iğdır’a en yakın olanıydı. Küçük<br />
Ağrı’yı da görmek için şehrin dışına doğru gitmem<br />
gerekti. Serdarbulak Geçidi’yle birbirinden<br />
ayrılan iki dağın zirvesinin birlikte görüldüğü ilk<br />
anda Büyük Ağrı daha bir ihtişamlı duruyor. Her<br />
ikisi de tamamen görünür hâle gelince daha başına<br />
ak düşmemiş olan Küçük Ağrı büyüğünün<br />
ihtişamını biraz gölgeliyor. Belki de bu bana has<br />
bir algı, bilemiyorum…<br />
Birden günlerim mutat bir hâl aldı: Okul,<br />
misafirhane… Arada ufak tefek şeyler de yok<br />
değil, farklılık sayılabilecek. Al almayı aramak<br />
da mutatlaştı. Türkünün aslının “Quba’nın al<br />
alması” olduğunu söylediler. Genelağa baktım,<br />
hakikaten türkü bu şekilde de söyleniyor. Dinlediğimde<br />
önceden dinlemiş olduğumu fark ettim,<br />
yani bildik bir türküydü. Quba, Azerbaycan’ın<br />
bir şehri. Oraya da gitseydim arar gezer miydim<br />
al elmaları Gördüğüm starking benzeri elmalar<br />
mı acaba diye düşünüyorum, satıcılarda golden<br />
tipi çoğunlukta. Bir arkadaştan rica ettim, bahçelerinden<br />
getirdi, starking gibi bir şey. Sıkı sıkı<br />
sordum: ‘Bu mu, yerli mi’ Cevap, her seferinde,<br />
‘fidanı da buralardan’ oldu. Bir de her gün geçtiğim<br />
yolumun üzerindeki bir kavşağın orta yerindeki<br />
elma heykelciğini inceleyim, dedim. Onda<br />
da starking gibi altta dişler var. Kültür Müdürlüğünün<br />
broşüründeki elmanın altında dişler yok<br />
gibi belli belirsiz. Söylenen o ki, budur Iğdır’ın<br />
al elması. Üzerine türkü yakılan al almayı bir gün<br />
gelir bulurum, tabii elmalıklar kalırsa geriye…<br />
Mutlaka Iğdır’a has bir elma çeşidi vardır,<br />
ben bulamasam da; çünkü hemen her ilimizin,<br />
ilçemizin mahallî çeşitleri vardır. Kağızman’ın<br />
kırmızı beyaz uzun elması gibi… Uzun elmanın<br />
da bir türküsü var mı ki Bütün elmaların türküsü<br />
olmasa da türküsü olan yaşayacak, elma ağaçlarının<br />
yerine her gün <strong>yeni</strong> binalar yükselse de:<br />
Iğdır’ın al alması<br />
Yemeye bal alması<br />
Yar gelene galdı balam<br />
Yaramın sağalması<br />
Iğdır’dan alma aldım<br />
Yarımı yola saldım<br />
Yarim buradan gideli aybalam<br />
Ayva kimi sarardım■<br />
63<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
MEHMET YARDIMCI*<br />
Yazının bulunmasından önce her ulusta olduğu<br />
gibi Türk ulusunda da oldukça güçlü<br />
sözlü edebiyat geleneği vardır. Bu edebiyat geleneğinin<br />
ürünleri şölen, yuğ, sığır vb. adlarla anılan<br />
törenlerle yaygınlaşmış ve topluma mal olmuştur.<br />
Şaman, kam, oyun, baksı, ozan gibi adlarla anılan<br />
kişiler ilk edebî türlerin üretici ve uygulayıcılarıdır.<br />
İlk şiirleri oluşturup kopuz adı verilen sazı devreye<br />
sokarak yarattıkları müzikli söyleyişler türkülerimizin<br />
ilk biçimlerini oluşturmuştur. Bu nedenle<br />
türküler edebiyatımızın ilk ürünleri sayılmalıdır.<br />
Kam, baksı, ozan gibi sanatçılar müzik eşliğinde<br />
oyun türküleri ve şiirler okurken konu olarak<br />
kimi zaman efsanevi olayları kimi zaman da dinî<br />
ve toplumsal konuları dile getirerek ta başında türküleri<br />
şekillendirmişlerdir.<br />
Şekillenen bu türküler, değişik Türk kavimlerinde<br />
aynı şeyi ifade etmek üzere farklı adlarla<br />
anılmıştır. Türkü için Azerbaycan’da mahnı, Başkurtlarda<br />
halk cırı, Türkmenlerde halk aydımı, Kırgızlarda<br />
eldik, Özbeklerde halk koşigi, Uygurlarda<br />
nahşa gibi sözcükler kullanılmıştır. Değişik Türk<br />
*Yard. Doç. Dr.,Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim<br />
Fak. Türkçe Eğitimi Bölüm Bşk.<br />
boylarında farklı sözcüklerle ifade edilen türkü<br />
kavramının Türk’e özgü anlamına gelen Türkî sözcüğünden<br />
türediği görüşü yaygındır. Türkü için<br />
yapılan bütün tanımlar da bu ortak noktada birleşmektedir.<br />
Türk halkı Orta Asya’daki sosyal yaşamından<br />
kaynaklanan müzikten hiç kopmamış, halka halka<br />
genişleyip çeşitlenen ve <strong>yeni</strong> biçimlere bürünen<br />
müzik zevki hep varlığını korumuştur. Oyunlarda,<br />
düğünlerde, şölenlerde, savaşlarda hep müzik yerini<br />
almış, duygu ve düşünceleri kamçılayıcı görev<br />
üstlenmiştir. Türk halkının her gittiği yere bu geleneği<br />
taşıdığı gerçeği, Anadolu’nun yanı sıra Balkan<br />
türkülerinin canlılığında sergilenmektedir.<br />
Türkler, İslamiyeti kabulle, sazın ana yapısını<br />
bozmadan tür ve sistemlerini geliştirerek sesi,<br />
sazı ve ezgisiyle İslamiyete dayalı Türk müziğini<br />
oluşturmuşlardır. İslamiyete dayalı Türk müziğinin<br />
bünyesinde şiirimiz <strong>yeni</strong> bir şekle girmiş, ilâhi,<br />
ayin, tapuğ, hikmet, münacat, devriye vb. dinî, tasavvufi<br />
türler ortaya çıkmıştır. Mevleviler, tasavvuf<br />
müziğini kuralcı topluluk müziğinin bir kolu<br />
olarak almışlar, Türkçe sözlü âşık müziğine ayinlerde<br />
yer vermeyip âşığı tekkelerin dışına itmiş-<br />
64<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
lerdir. Âşıklara Alevi ve Bektaşi tarikatları sahip<br />
çıkarak edebiyatımızda deme, nefes, şathiye, duvaz<br />
gibi <strong>yeni</strong> türlerin oluşmasına neden olmuşlardır.<br />
Bunların yanı sıra din dışı konulardaki âşık şiiri de<br />
güzelleme, taşlama, ağıt koçaklama adları altında<br />
şekillenmiştir. Türkü ise topluluk içindeki acıları,<br />
sevinçleri, aşkları konu alan ve her çeşit şiir biçimiyle,<br />
uzun ya da kırık hava şeklinde söylenen en<br />
yaygın halk müziği türü olarak gelişimini sürdürmüştür.<br />
Dertlerimize yoldaş, gizli sevdalarımıza sırdaş<br />
olan türkülere ilgimiz gençlik hatta çocukluk yıllarımızda<br />
başlar. Ne zaman bir köy türküsü duysak<br />
içimiz burkulur, nice anılar depreşir yüreğimizde.<br />
Anadolu halkı türkülerle yatmış, türkülerle kalkmış,<br />
acısı sevdası dillere destan olup dört bir yana<br />
yayılmıştır. Anadolu insanı çocuğunu türkülerle<br />
büyütür. Anaların beşik ardında ünlediği ninniler,<br />
nice özlemleri, nice dilekleri dile getiren nağmesi<br />
kendine özgü sazsız türkülerdir.<br />
Anadolu’da genç, bağlamasıyla yoldaş olup<br />
sevdalarını, gizli sırlarını telin ucundan seslendirir.<br />
Yaşamın her aşaması türkülerde en çarpıcı ifadelerle<br />
yansır.<br />
Acı günlerde ağıt, evlenmelerde kına türküsü,<br />
kahramanlık günlerinde koçaklama, yaşamın çeşitli<br />
durumlarında gurbet türküsü, iş türküsü, hapishane<br />
türküsü olup oyar yürekleri. Kimi zaman esen<br />
yelden kimi zaman turnalardan yararlanır sesinin<br />
ulaşması için dilediğine. Türküler, halkın yaşam<br />
savaşının dile ve tele dökülen yansımasıdır. Halkımız<br />
türkülerle ağlamış, türkülerle gülmüş, yüreğini<br />
türkülerle dışa vurmuştur.<br />
Türküler genellikle bir olay sonucu doğar.<br />
Önemli bir olay sonucu duygulanma türküyü yaratır.<br />
Cahit Öztelli’nin dediği gibi “Beşikten mezara<br />
kadar her türlü günlük yaşantı olayları türkü<br />
yakılmasına neden olabilir.” [1] Hızır Paşa’nın Pir<br />
Sultan’ı zindana attırması olayı;<br />
“Yürü bre Hızır Paşa<br />
Senin de çarkın kırılır”<br />
türküsünü, 1315 doğumluların Kurtuluş Savaşı’na<br />
gidişleri;<br />
1. Cahit Öztelli, Halk Türküleri Evlerinin Önü, 2. bas.<br />
İst. 1983, s.13.<br />
“Hey onbeşli onbeşli<br />
Tokat yolları taşlı”<br />
türküsünü, bir ananın bebeğinin çamdan yapılmış<br />
bir beşikte yitirmesi olayı;<br />
“Bebeğin beşiği çamdan<br />
Yuvarlandı düştü damdan”<br />
türküsünü, küçük bir çocukla evlendirilen genç kızın<br />
olayı;<br />
“Sabah olur çocuk gider oyuna<br />
Oynar oynar taş doldurur koynuna”<br />
türküsünü, Kızılırmak’ta bir gelinin boğulması olayı;<br />
“Kızılırmak nettin allı gelini”<br />
türküsünü yaratan olaylardandır.<br />
Türkünün doğuşuna neden olan olay kimi zaman<br />
gerçek ve yaşanan bir olay olduğu gibi kimi<br />
zaman da özlem, yurt sevgisi, doğa sevgisi, dinî<br />
duygular ve kahramanlık duygularının ön plana<br />
çıkması sonucu da olmaktadır. Kimi türküler de<br />
halk hikâyelerinden ve âşıklardan halka geçmekte,<br />
bir süre sonra türküdeki kişisel izler silinip halkın<br />
ortak malı olmaktadır. Âşık Garip, Kerem ile Aslı,<br />
İlbeylioğlu gibi halk hikâyelerindeki bazı türküler<br />
bunlardandır.<br />
Hikâyeleri bilinen pek çok olaylı türkü vardır.<br />
Bunlardan; Elazığ türkülerinden Çayda Çıra Yanıyor,<br />
Boş beşik, Muğla türkülerinden Ormancı (Çıktım<br />
Belen Kahvesine) ve Bodrum Hâkimi, Bitlis<br />
türkülerinden Bitlis’te beş minare, Bolu türkülerinden<br />
Halimem, Fatsa türkülerinden Hekimoğlu,<br />
Ankara türkülerinden Misket, Nazilli türkülerinden<br />
Yörük Ali, Malatya türkülerinden Fırat kenarı, Sarı<br />
kurdelem, Kastamonu türkülerinden Sepetçioğlu,<br />
Sivas türkülerinden Kızılırmak, Silifke türkülerinden<br />
Ham çökelek, Muş türkülerinden Havada bulut<br />
yok, Tokat türkülerinden Bağa gel bostana gel ve<br />
Minarede taş mı olur, Almus türkülerinden Burçak<br />
tarlası, İzmir türkülerinden İzmir’in kavakları sadece<br />
birkaçıdır.<br />
Kimi türküler de başka yörelerde yakıldığı hâlde<br />
65<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
olayla ilgili bir yer adı geçmesi nedeniyle o yöreye<br />
bağlanmaktadır. Örneğin, Bursa’nın ufak tefek taşları<br />
türküsü Bursa türküsü değildir. Yine Bursa’da<br />
yakılan Cezayir türküsü Cezayir’e bağlanmamalıdır.<br />
Kastamonu’da yakılan Çanakkale içinde vurdular<br />
beni türküsü Çanakkale türküsü olmadığı gibi<br />
Zile’de yakılan Hey on beşli on beşli türküsü de<br />
Tokat türküsü değildir. Türkünün yakıldığı yer ve o<br />
yerdeki olay, olayın hikâyesi önemlidir.<br />
Türküyü il bazına bağlamak doğru değildir. Bu<br />
günün ilçesi yarının ili olmaktadır.<br />
Âşığı bilinen kimi türküler de mahlası okunmayınca<br />
anonimleşmektedir.<br />
“Fırgatlı fırgatlı ne inilersin<br />
Allı turnam sinen parelendi mi”<br />
biçiminde başlayan Esirî’ye ait bir deyiş son dörtlük<br />
söylenmediği için zamanla âşığın adı unutulmuş<br />
ve semah havasında okunan anonim bir türkü<br />
olarak halka mal olmuştur.<br />
Kimi türküler de okuyucuların bazı sözcüklerin<br />
anlamını bilmeyişi nedeniyle değiştirerek okumaları<br />
sonucu gerçek anlamını yitirmektedir:<br />
Dert ehli olanlar dergâha gelir<br />
Elbette arayan dermanın bulur<br />
Sadık der ki kimde ne var kim bilir<br />
Geşt ü güzâr ettim elde neler var<br />
dörtlüğündeki gezme-tozma anlamındaki geşt ü<br />
güzar ettim sözü kimilerince çekti gülizar etti biçiminde<br />
okunup anlam yitirilmektedir.<br />
Kimi türküler de farklı kaynaklarda değişik kişilere<br />
mal edilerek okunmaktadır. Bu konuda Halil<br />
Atılgan çok önemli saptamalar yapmıştır. [2] Örneğin:<br />
El çek tabip el çek yaram üstünden<br />
dizesiyle başlayan Tokat türküsü kimi kaynaklarda<br />
Emrah kimilerinde de Veli adına kayıtlıdır.<br />
Gönül gurbet ele varma<br />
dizesiyle başlayan Gaziantep türküsü kimi kaynak-<br />
2. Halil Atılgan, Türkülerin İsyanı,<br />
larda Sefil Ali kimilerinde Emrah kimilerinde de<br />
Karacaoğlan adına kayıtlıdır.<br />
Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün dizesiyle<br />
başlayan türkü de Kul Himmet Üstadım, Pir Sultan<br />
Abdal ve Teslim Abdal adına üç değişik kaynakta<br />
görülen türkülerdendir.<br />
Kimi türküler de cönklerde Türkü adıyla kayıtlı<br />
olup uzun süre söylenmediği için nağmesi unutulduğundan<br />
düz bir şiir gibi durmaktadır. Oysa bu<br />
türküler kim bilir âşığının ne derdinin ne çilesinin<br />
ne sevdasının tercümanı olmuş ne yürekten söylenmiş<br />
türkülerdir.<br />
Cönklerin tozlu sayfalarında unutulan ve söz<br />
yerinde ise nağmelerini arayan türkü sayısı oldukça<br />
kabarıktır. Özel arşivimde bulunan Zile kaynaklı<br />
Kirampalı Davulcuoğlu Bin Memet tarafından 19.<br />
yüzyıl başlarında tutulan bir cönkte 32 adet Zile<br />
türküsü bulunmaktadır. Kaynaklarda yer almayan<br />
bu türkülerden yer darlığı nedeniyle sadece bazılarının<br />
ilk dörtlüklerini kaydediyorum. Türkülerin<br />
tümünün orijinal kayıtları arşivimizdedir.<br />
1. Türkü<br />
Ben de şu dünyaya geldim geleli<br />
Ağır çiftim döner harmanım mı var<br />
Azrail de gelmiş can talep eyler<br />
Benim vermemeye fermanım mı var<br />
…………<br />
2. Türkü<br />
Ben giderim emanetin eyvallah<br />
Selvi boylum sen bu elde gal gayrı<br />
Terk eyleyip ben bu eli giderim<br />
Kara gözlüm kadirimi bil gayrı<br />
…………<br />
3. Türkü<br />
Dostum beni niçin zarıncıdırsın<br />
Verdiğim ikrardan dönen değilim<br />
Senden başkasına meyil vermedim<br />
Uçup daldan dala konan değilim<br />
…………<br />
4. Türkü<br />
Kalktı göç eyledi gönül kervanı<br />
Göçtün gönül var inile bir zaman<br />
Ayrılıkla geçti ömrüm devrânı<br />
Düştün gönül var inile bir zaman ■<br />
66<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
LÜTFİ PARLAK<br />
Anadolu’nun kaç defa mamur, kaç defa viran<br />
olduğu bilinmez ama ölüp de burada<br />
yatan, ismi ve mazisi unutulan; komutanların, askerlerin<br />
ve milletlerin hadsiz hesapsız olduğu bilinir.<br />
Dolayısıyla Türklerin bu toprakları korumak<br />
için çektiği bin senelik çileli hayatın da destanlardan<br />
taşıp efsanelerle birleştiği kayıtlardan anlaşılır.<br />
Yaşanan acıların birinci kütüğünün tarih, ikinci kütüğünün<br />
türküler olmasına karşılık eğlenme maksadıyla<br />
okunsalar bile insanı derinden etkileyen o<br />
besteli nağmelerin, bizim ruh haritamız veya üzerinde<br />
hayallerimizin can bulduğu duygusal coğrafyamız<br />
olduğu gün gibi aşikârdır.<br />
Unutmamak gerekir ki bilincin muhtevasını<br />
oluşturan soyutlama kabiliyeti, acılarla somutlaşırken<br />
ortaya çıkanların başında ağıtlar gelir.<br />
Huzursuz ruh halini anlatan manzum eserlerdeki<br />
şikâyetler, insanı hayaller ötesine taşırken duyulan<br />
samimi iniltiler de bizim için; Türk’ü söyleyen türkülerin<br />
ana maddesini oluşturur. Dolayısıyla karışık<br />
bir bölgenin ortasında yer alan ve her zaman<br />
emniyetsiz olan Anadolu’nun ufukları karardıkça<br />
bir yandan fırtına beklerken diğer yandan yoğunlaşan<br />
hislere kulak asmak gerekir. Çünkü duygular,<br />
zekâ için kazanılmış bir kabiliyet, alışkanlıklar için<br />
başvurulan önemli bir kaynaktır. Bu sebeple zekâ<br />
denen o yüksek idrak gücüyle hisleri idare ederken<br />
yanık türkülerin ve acıklı manilerin yolu da açılmış<br />
olur.<br />
Tarih, başımızdan geçenleri yeterince tespit<br />
edemediği andan itibaren kalan boşlukları doldurma<br />
görevini sanatkârlara bilhassa şairlere bırakır.<br />
Dolayısıyla âşıklar ve yosmalar farkından olmasalar<br />
da söyledikleri türkülerle bir yandan geçmişte<br />
yaşanmış olayların sadık şahitliğini yapmış olurlar,<br />
diğer yandan mazideki acıları veya güzellikleri gizli<br />
bir lisanla dinleyenlerine hatırlamış olurlar.<br />
Her canlının ölümü tadacağı gibi şan ve şöhreti<br />
dillere destan olan ülkelerin, beldelerin ve şehirlerin<br />
de viran olup el değiştireceği açıktır. Bu gün<br />
güçlü olanların yarın kötü duruma düşeceklerini<br />
söylemek, elbette kâhinlik değildir. Çünkü büyük<br />
milletlerin büyük derdi olur ve onların ekserisi de<br />
türkülerde saklanır. Sadece milletlerin mi Aşk,<br />
sevda, gençlik, umut… kısaca beşerî olan her şey<br />
mısraların içindeki yerini alır. İşte onlardan biri:<br />
“Şebabet gitti elden başımdan gitmiyor sevda<br />
Tükendi takat ü tabım, muhabbet bitmiyor<br />
hâlâ”<br />
Öyle ya! Gençliğin gitmesine karşılık baştaki<br />
sevdanın, takatin bitmesine karşılık içteki muhabbetin<br />
bitmemesi insanı, şikâyeti ve hasreti bol olan<br />
bir yola iter ve dolayısıyla müziğe yönlendirir. Ayrıca<br />
müzik; gurbetin, aşkın, sevdanın, özlemin ve<br />
nihayet hayatımızın bir parçası olan üzerinde yaşadığımız<br />
coğrafyanın oluşturduğu önemli bir neticedir.<br />
Harputlu bir şairin yazıp yüksek sesle okuduğu<br />
şu dörtlük, söylediklerimizin kısa özeti gibidir:<br />
67<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Yara benden yara benden<br />
Yalvarın yara benden<br />
Sinemde dağ-ı hicran<br />
Sağalmaz yara benden<br />
Büyük olmanın bedelinin de büyük olacağı noktasından<br />
hareketle imparatorluklar kurmuş bir milletin<br />
tarihî maceralarının sonu olmayacaktır elbet.<br />
İşte bu efsanevî hayatı türkülerden öğrenen <strong>yeni</strong><br />
nesil; başından geçenlerle geçmişte yaşananları kıyaslamaktan<br />
geri durmayacaktır. Çünkü bir ayağı<br />
Kafkaslarda, bir ayağı Yemen’de, bir eli Cezayir’de<br />
bir eli Hindistan’da olan bir milletin düşmanları,<br />
türküleri kadar çok olacaktır. Bu sebeple geçmişte<br />
bir vilayetimiz olan Yemen’le ruhî bağımızı kuran<br />
mısralar üzerinde durmak, yaşananları ve çekilen<br />
sıkıntıları o acıklı türkülerden çıkarıp okuyucularla<br />
paylaşmak istiyorum. Çünkü o günkü hudutlarımızı<br />
koca kavuklu hakanlar çizip, çelik bilekli serdarlar<br />
korumuş olsalar da zaman içinde ne kadar değişikliklere<br />
uğradığını çok iyi biliyoruz. Ancak bu beğenilmeyen<br />
sonuca karşılık eski sınırları ilelebet muhafaza<br />
eden türkülerimiz yaşadıkça Ortadoğu’nun,<br />
Balkanların, Kafkasların… manevî tapusunun bize<br />
ait olacağını da unutmak gerekir.<br />
Şuna inanmak lazım ki her nimetin, aynı nispette<br />
bir külfeti olacaktır. Dolayısıyla büyük bir tarih<br />
oluşturan atalarımızın bu uğurda duygusal yönden<br />
neler çektiğini türkülerden öğrenmemiz gerekir.<br />
Çünkü o korkunç harp yıllarında Yemen’e gidenlerin<br />
ve onları uğurlayanların ruhunu kemiren en büyük<br />
derdin açlık ve ölüm olduğu açıktır. Bu sıkıntılı<br />
günlerde oğlunu, ağabeyini, yavuklusunu… bilinmeyen<br />
bir cepheye gönderen insanların moral bulması<br />
için türkülere sığınması belki normaldi. Ama<br />
okunanların, moral yerine ayrılığın ateşiyle herkesi<br />
dağlayıp perişan ettiği de bilinen bir gerçekti. Sesi<br />
güzel olanlarla müzik aleti çalabilenlerin bir araya<br />
gelmesiyle koparılan fırtına, açlıktan karnı sırtına<br />
yapışmış ve maneviyatı altüst olmuş dinleyicilere<br />
nasıl keyif verebilirdi ki Bilinmez ama kimsenin<br />
keyif çatmaya ihtiyacı da yoktu galiba. Çocuğunu<br />
ölüme gönderenlerin sevinmesi nasıl düşünülebilirdi<br />
Aslında talihinden ve tarihinden şikâyetçi olan<br />
askerlerin hiçbir şey dikkatini çekmiyor ve onları<br />
daha ziyade savaş ve ölüm ilgilendiriyordu. Onsuz<br />
konuşamıyor, onsuz olamıyorlardı. Ama her şeye<br />
rağmen hayat devam ediyor ve boynu bükük yetimler<br />
gibi oturdukları yerde ağlarken duygularını<br />
yanık seslerle anlatmaya çalışıyorlardı. Çünkü<br />
böylesi bir ortamda insanı diğer canlılardan ayıran<br />
soyutlama gücü, aklın ötesine geçiyor ve her kim<br />
olursa; hislerdeki yoğunluk nedeniyle acıklı türkülerin<br />
içinde buluyordu kendini. Haliyle mısralar,<br />
çok daha iyi anlatıyordu garipliklerini, fakirliklerini<br />
ve şikâyetlerini. Yanlış karar vermelerden dolayı<br />
talihe ve tarihe duyulan isyanlarını…<br />
“Yemen yolu çukurdandır<br />
Karavanam bakırdandır<br />
Zenginimiz bedel verir<br />
Askerimiz fakirdendir”<br />
Tarih asla kurumayan bir kaynak olduğu için<br />
şartlara göre o, her zaman alçak bir sesle gelecekten<br />
söz eder. Ancak söylenenleri duymak, sanıldığı<br />
kadar kolay değildir. Çünkü görmek veya duymak,<br />
manalandırmak denektir. İnsanın galipken gaddar,<br />
mağlupken mazlum olması ve hakkı tanımak yerine<br />
tayin etmesi, tecrübelere kulak asmamasındandır.<br />
Durum böyle olunca ihtilafın sebebi de sonucu<br />
da git gide artacak ve ucu, korkunç savaşlara uzanacaktır.<br />
İşte o eksiği ve ardındaki acizliği hatırlatan<br />
şair:<br />
“Gitme Yemen’e Yemen’e<br />
Yemen sıcak dayanaman<br />
Kalk borusu çalınca<br />
Sen küçüksün uyanaman” diyerek çocuk yaştaki<br />
askerlerin şansını yeriyordu. Çünkü insan kaynaklarının<br />
azlığı nedeniyle on beş yaşını dolduranlar,<br />
silâhaltına alınıp Yemen’e gönderilmişti. Bu<br />
sebeple 1915’te Elazığ Sultanîsi tamamen askerî<br />
ihtiyaçlara ayrıldığından uzun süre mezun verememiş<br />
ve son sınıfa geçenlere rütbe takılıp cephelere<br />
sevk edilmişti. İşte zehir gibi insanın içine yayılan;<br />
“Hey on beşli on beşli/Tokat yolları taşlı…” türküsüyle<br />
ortaya konan hazin tablo buydu. Bu tablonun<br />
ağudan tek farkı, ruhları kasıp kavurmasına<br />
rağmen bedenlere dokunmamasıydı. Peki, türküleri<br />
dolduran kavgalara ve savaşlara sebep olan hatalar<br />
nerelerden ve kimlerden kaynaklanıyordu Puşkin,<br />
bu soruyu; “Bütün büyük yanlışların altında gurur<br />
68<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
vardır” diyerek cevaplıyordu.<br />
Unutmamak gerekir ki gurur ve cehalet, aynı<br />
ağacın meyveleridir. Bu iki özelliğe sahip olan<br />
insanlar, maalesef cansız nesnelerden farksızdır.<br />
Nasıl ki eşya, kendinde var olan özelliklerden habersizse<br />
onlar da kendi duygularından habersizdir.<br />
Dolayısıyla düşünmeyi sevmeyen insanlar, olup<br />
biteni anlayamıyor ve hata üstüne hata yapıyordu.<br />
Haliyle ya savaşı başlatıyorlardı ya da başlayan<br />
savaşı kör inada dönüştürüyorlardı. İşte aşağıdaki<br />
dörtlük; 1905-1918 arasında yaşanan Yemen Savaşının<br />
elem verici şikâyetlerini işaret ediyordu.<br />
“Bir gemiye doldurdular<br />
İstanbul’a bildirdiler<br />
Sallar gemi döver dalga<br />
Gül benzimizi soldurdular”<br />
Değerler değişip hak kuvvetin ardından gitme<br />
mecburiyetinde kaldığı bir dünyada tesadüfler,<br />
insanı saadet arabasına bindirebilir. Ancak şansın<br />
liyakatten yana olduğu düşünülürse bu arabanın<br />
devrilmesi ve büyük acıların yaşaması kuvvetle<br />
muhtemeldir. Yemen, bizim için işte öylesine bir<br />
sonuçtur. Çünkü herkesi ferah ferah besleyebilecek<br />
durumda olan Allah’ın dünyası; bir hükümdara<br />
çok, iki hükümdara az bulununca kavgaların ve savaşların<br />
önü alınamamıştır. Haliyle aklın sustuğu<br />
noktada karar yetkisi duygulara kaldığı için destanlar,<br />
ağıtlar türküler… birbirini kovalamıştır. İşte<br />
imparatorluk hayaliyle gittiğimiz Yemen’de dört<br />
yüz senede verdiğimiz beş yüz bin şehidin acıklı<br />
hikâyesini, Memet’in veya Memiş’in üzerinde öldüğü<br />
o koca coğrafyanın haritasını eldeki türkülerden<br />
çıkarıyoruz.<br />
“Tarlada biter kamış<br />
Uzar gider, vermez yemiş<br />
Şol Yemen’de can verenler<br />
Biri Memet, biri Memiş”<br />
Tarih hiç bir milletin hakkını inkâr etmese de<br />
hükümlerin değişmesine sebep olduğu için bir ülkenin<br />
saadet telakki ettiği olayı, diğeri için felakete<br />
dönüştürmüştür. İşte İngilizlerin yardımıyla Zeydî<br />
İmamların kazandığı Yemen Savaşı, kendilerine zafer<br />
getirse de bize acıların en büyüğünü yaşatmıştır.<br />
Böylece eli kınalı taze gelinlerin uçsuz bucaksız<br />
çöllere uğurladığı eşler için söylediği içli ağıtlar da<br />
ateş olup canımıza yapışmıştır.<br />
“Mızıka çalındı düğün mü sandın<br />
Al yeşil bayrağı gelin mi sandın<br />
Yemen’e gideni gelir mi sandın<br />
Tez gel ağam tez gel dayanmiram<br />
Uyku gaflet basmış uyanamiram<br />
Ağam öldüğüne inanamiram”<br />
Şunu ilave etmeliyim ki çekilen acıların hatırlatılması,<br />
millet olma şuurumuzu bilediği için<br />
böylesine türkülerin yaşamasında ve diri tutulmasında<br />
yarar vardır. Çünkü bir toplumun ruhu zabt<br />
olunmadıkça, maneviyatı kırılmadıkça o milleti<br />
elde tutmanın imkânı yoktur. Bu sebeple türküleri<br />
sadece sanat ve maharet oyunu, sadece zekâ ve akıl<br />
nişanesi olarak görmek yerine toplumsal bilincin<br />
uyanışı olarak değerlendirmek gerekir.<br />
“Havada bulut yok bu ne dumandır<br />
Mehlede ölüm yok bu ne figandır<br />
Ah o Yemen’dir, gülü çimendir<br />
Giden gelmiyor acep nedendir”<br />
Bu demektir ki Ziya Gökalp’in altun dediği umuda<br />
kavuşmak için dünyanın öteki ucuna gitmek ve<br />
bu uğurda kahır çekmek gerekir. Aksi halde rica ve<br />
merhamet dilenmekle ne bir insanın istikbalinin, ne<br />
de bir milletin istiklalinin kurtulduğu görülmüştür.<br />
Dolayısıyla Yemen’de bir kabile şeyhi olan İmam<br />
Yahya’ya <strong>yeni</strong>ldik ama Çanakkale’de Kocatepe’de,<br />
Sakarya’da… devleri yenme bahtiyarlığına erişip<br />
milli mücadeleyi kazandık. Bu uğurda ödediğimiz<br />
ağır faturayı da <strong>yeni</strong> nesil öğrensin diye mısralara<br />
emanet ettik.<br />
“Kışlanın ardında bir kırık testi<br />
Askerin üstüne sam yeli esti<br />
Gelinlik tazeler ümidi kesti.”<br />
Dikkat edilirse yukarıdaki dörtlük; Yemen Çöllerini<br />
kat eden askerlerimizi ve arkalarındaki Anadolu<br />
insanını tarif ediyor. Taze güveyilerin bıraktığı<br />
taze gelinlerle başı dik erlerin ciğerine saplanan<br />
kara hasreti işliyor. Anadolu’nun dışarıdaki Anadolu<br />
coğrafyasının muhayyel haritasını çizip Türkü<br />
söyleyen türküleri gözler önüne seriyor…■<br />
69<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
MAHİR ADIBEŞ<br />
Biz hayatı türkülerden<br />
öğrendik, konuşmayı,<br />
dili, şiir yazmayı, sohbet<br />
etmeyi, yarenliği,<br />
şakalaşmayı, eğlenmeyi,<br />
hürriyeti öğrendik. Biz<br />
türkülerle millet olmayı,<br />
bir arada yaşamayı<br />
öğrendik. Kol kola girip<br />
halay çekerek, tek<br />
sesten türkü söyleyerek<br />
barışı, kardeşliği,<br />
birliği, bir olmayı,<br />
sevmeyi, güvenmeyi,<br />
vatan kurmayı, vatanı<br />
savunmayı öğrendik…<br />
Annemin karnındayken dinlemeye başlamışım<br />
türküleri. Göğsüne sarılmış<br />
meme emerken, üfleyerek saçlarımı düzeltir,<br />
inceden kulağıma fısıldarmış ninnileri. “Eledim<br />
eledim höllük eledim / Aynalı beşikte bebek<br />
beledim…” ya da “Bebek beni del’eyledi / Yaktı<br />
yaktı kül eyledi…” Kaç defa ninnileri dinleyerek<br />
uyumuşum, kaç defa ağlarken susmuşum, gülmüşüm,<br />
kaç defa...<br />
Ağaçtan yapılmış beşiğim, sallanırken tıkır<br />
tıkır sesler çıkarırdı. Çoğu zaman ninnilere<br />
eşlik ederdi. Ben beşiğin tıkırtılarını bile ninni<br />
sanırdım. “Elma attım yuvarlandı / Gitti beşiğe<br />
dayandı…” dedikleri işte benim küçük tahtımdı.<br />
Üç yaşına geldiğimde boyum zor sığıyordu ama<br />
ben hâlâ onun içinde yatmak istiyordum. Beşiğin<br />
başlığına takılı muskanın altında tahtadan şıkırdakları<br />
vardı, sallanırken ahenkli ağaç sesleri<br />
şıkır şıkır duyulurdu. Üstündeki uzantısından,<br />
iplerden yapılmış renk renk püsküller asılıydı.<br />
Dikmeleri, çaprazları, bağlantıları rengârenk<br />
boyalı, işlemeli ağaçlardandı. Ömrübillâh, benim<br />
diyebildiğim tek şeydi, o güne kadar içinde<br />
benden başkası yatmadı! Bir gün, “Sen büyüdün<br />
70<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
aslanım!” deyip başkasına verdiler. Kaç gün yer<br />
yatağımda uyuyamadım, hırçınlaşıp ağladım.<br />
Onsuz ninnilerin de tadı tuzu yoktu. Ninnilerim<br />
ağaç beşiğimin gitmesiyle bitti ama hâlâ yalnız<br />
kaldığımda mırıldanırım. “Bebeğin beşiği çamdan<br />
/ Yuvarlandı düştü damdan / Beybabası gelir<br />
Şam’dan…” sözlerinde ilk defa “Şam” ismini<br />
duydum. Şam, çok uzaklarda ve çok güzel bir şehir,<br />
dediler. O gün bu gün Şam aklımdan çıkmadı;<br />
acaba babamın orada ne işi vardı...<br />
Çocukluk yıllarım köyde geçti; geceleri tandır<br />
başlarında, oturma odalarında sohbet ederken...<br />
Düğünlerde oyunlar oynanırdı, türküler söylenirdi,<br />
o güzel türkülerimiz... Bazen saz çalan âşıklar<br />
uğrardı köyümüze, büyük bir hevesle onları dinlerdik.<br />
Soğuk kış gecelerinde samanlıklarda kızlı<br />
erkekli gruplar türkülerle halaylar çekerdik, “Kar<br />
yağar bardan bardan…” ya da “Yılan inceden<br />
öter…” diye karşılıklı atışırken bar oynardık.<br />
Derken askerlik çağı geldi. Neriman Altındağ<br />
Tüfekçi’nin, “Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı<br />
bugün…” sesi hiç kulaklarımdan gitmiyor.<br />
O türküyü ilk defa o gün dinlememiştim elbet<br />
ama o gün farkına vardım. Sanki ilk defa dinliyordum!...<br />
İçime öylece oturmuştu. Askerlik bitene<br />
kadar bu türküyü mırıldandım. Ya sonrası<br />
Orası bir başka! “Yârim gurbet ele gitme / Ya dönülür<br />
ya dönülmez…” diye seslendi gözümden<br />
sakındığım yeşil gözlüm, adını bile başkalarına<br />
söylemeye kıyamadığım. Köyden gelen arkadaşlar<br />
haber getirdi: “Sarardım ben sarardım / Senin<br />
için sarardım…” sözlerini, kenarlarını işleyip,<br />
ismimi iğnesiyle oyaladığı mendile sarıp bana<br />
göndermiş. İçim sızlamıştı. Bir ay sonra, kime<br />
yazdırdıysa, kimle postaya attırdıysa bilmiyorum<br />
ki -bizim orada bunlar gizli yapılır- mektup geldi<br />
“Ben ağayım ben paşayım diyenler / Kapıları<br />
kitlemişler gel hele…” Beni çağırıyordu, artık dayanamadığını<br />
söylüyordu. Ya benim çektiklerim,<br />
işte o an gönlüme şöyle düştü: “Ölmeden o yârı<br />
görürse gözüm / Koyun kuzu kurban olur o zaman…”<br />
Koyun, kuzu gözümde değil, bütün aklım<br />
onda kalmıştı, onun bir teli dünyalara değerdi.<br />
Ben bu türküleri neden sevdim...<br />
Çayırlarda güreşirken, cirit oynarken, türküler<br />
söylenirdi. Kızlar gelin olurken türkülerle evden<br />
çıkarılırdı. Hangi millet askere davul zurna ile giderdi<br />
ki... Var mı savaşta bizden başka türkülerle<br />
eğlenen... Gördünüz mü oğlunun başında ağlarken<br />
bizden başka ağıt yakan <strong>Bizim</strong> gibi sevenini<br />
gördünüz mü, sevip de derdini türkülerle anlatanını...<br />
Sevdasından dertlenip ölenini duydunuz<br />
mu... Selamını turnalar ya da rüzgârla gönderen;<br />
arzuhâlini çiçeklere, kuşlara anlatanını…<br />
“Nazlı yârdan bana bir haber geldi<br />
Eğer doğru ise büktü belimi<br />
Dediler nazlı yari yad eller aldı<br />
Kadir mevlam nasip eyle ölümü…”<br />
Türkü, Türk’ü anlatır. Her türkünün söylenecek<br />
bir sözü, anlatacak bir hikâyesi vardır. Türk’ü<br />
tanımak isteyen türküleri araştırsın. Onlar bu<br />
milletin tarihini, sosyal yapısını, ekonomisini,<br />
sevdasını, edebiyatını anlatır. Türküler yalnız<br />
Türk’ündür. Bizleri en iyi onlar anlatır.<br />
Ne zaman bir türkü dinlesem, göllere dalan<br />
yeşil ördek gibi dalıp giderim. Ne zaman turnaları<br />
yükseklerden uçarken görsem türküler gelir<br />
aklıma, bir türkü mırıldanırım… Türkü dinlerken<br />
dikkatimi dağıtan bir şey olsa hırçınlaşırım,<br />
dağılırım. Bu hep böyle olur sebebini düşünmem.<br />
Ne yaşadığımı bilmem ama o hayatı <strong>yeni</strong> baştan<br />
yaşadığımı bilirim. O türkünün yazıldığı zaman<br />
canlanır, gözümün önünde. O hikâyeleri ben yaşamış<br />
gibi olurum. O zaman benim gönlüm güllerin<br />
açtığı, bülbüllerin öttüğü bir bahar bahçesine<br />
dönüşür. O zaman benim gönlüm sevgililerin<br />
dolaştığı bir sabah vakti olur. “Kar mı yağmış şu<br />
Harput’un başına / Kurban olam toprağına taşına…”<br />
Türkülerin çoğunun ne sebeple, nerede yazıldığı<br />
bilinmez. İnsanlarımız onu zamanla dilinde<br />
yoğurarak şekillendir. Aynı türküyü oyun oynarken<br />
farklı, ağıt yakarken farklı, hasretlik çekerken<br />
farklı yorumlar. Türküler ne için yakıldığı<br />
sesinden anlaşılır. Türküler bazen uzak diyarlara<br />
götürür, bazen toprakla yoğrulur ve bazen de bir<br />
çiçeği anlatır. Köy türküleri dağları, yaylaları,<br />
geceyi, ayı, yıldızları “Ay akşamdan ışıktır, yaylalar<br />
yaylalar…” diye başlar; tabiatla haşir neşir<br />
olur. Aşk türküleri, acı, dertli, firaklı, içten, “Ey<br />
gül dalı gül dalı / oldum sana sevdalı…” diye<br />
71<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Türküleri şehirliler, burjuvalar, ağalar, zenginler,<br />
devletliler yazmadı, zevkle sefayla türküler yazılmadı.<br />
Türküleri yüreği yananlar, yürekten sevenler, yürekten<br />
sevilenler yazdı.<br />
başlar, “Sevdiğime Pişman Ettin…” diye biterler.<br />
Bazısı yamaçlardan akan su sesi bazısı kuş ötüşü<br />
gibi gelir kulağımıza. Bazısında meşe dallarını<br />
okşayarak fısıldayan rüzgârın sesini duyarsınız,<br />
bazısında koyun kuzu melemesini, “Bad-ı saba<br />
selam söyle o yâre…” Türkülerimizde çoğu zaman<br />
yakarış, şikâyet, hâl anlatmak, çaresizlik<br />
vardır, “Yaradan var, yaradan var, yeri göğü yardan<br />
var…” bazısında ise dua, ya da ağıt…<br />
Askerdeki sevgiliye yazılan mektuplara baktınız<br />
mı, türküyle başlayıp türküyle biterler. Kimseye<br />
açamaz derdini, özlemiştir uzak kalan sevgilisini,<br />
“Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker<br />
söyle kaymak söyle bal söyle…” diyerek göç eden<br />
turnalara emanet eder aşk mektubunu. Acı söylemeye,<br />
şikâyete sevgili üzülmesin diye yer vermez<br />
sözlerinde. Yerine varır mı varmaz mı bilmem<br />
ama bu türküler yüz yılların ötesinden bize çıka<br />
gelmişse demek ki yerine ulaşmış mektuplar.<br />
Gelin edip gönderince kızı kuş konmaz kervan<br />
geçmez yerlere, özler geride kalanları, “Yüksek<br />
yüksek tepelere ev kurmasınlar…” diye başlar<br />
sözlerine. Özler kızımız anasını, babasını, kardeşini…<br />
İşte türküler tarihi böyle yazar. Türkülerde<br />
tarih, kopuzun, sazın, bağlamanın tellerinde yazılır.<br />
Hafızamıza türkü olarak böyle işlenir.<br />
Türkülerimiz; asker türkülerimiz, gurbet türkülerimiz,<br />
hele o tadına doyum olmayan sevda<br />
türkülerimiz… Hepsi hakkında söylenecek o kadar<br />
çok söz ve anlatılacak hikâye var ki… Sevda<br />
türküleri, aşk türküleri var bizde. “Gönül ah<br />
o gönül…” “sebep vay sebep…” “felek sen felek…”<br />
hepsinin ucu Yaradan’a uzanır. İşte suçlu<br />
“kader!...” Nazını, serzenişini, aczini Mevla’ya<br />
nasıl ulaştırsın Nasıl şikâyet etsin, nasıl desin ki<br />
“ben sana küstüm” İşte bu kelimelerle şikâyetini<br />
dile getirir, “kader” seni kime şikâyet ede’m...<br />
Sonunda çaresizce oturup kaderine razı olur,<br />
“Akşam oldu yakamadım gazımı / Kadir Mevlâ’m<br />
böyle yazmış yazımı…”<br />
Türküler, Türk’ün tarihi kadar eski, Türk’ün<br />
varlığı kadar gerçek. <strong>Bizim</strong>le ötelerden bu yana<br />
gelen, kamusumuz, kılavuzumuz, kültürümüz,<br />
şiirimiz, edebiyatımız türkülerimiz. Türkülerimiz<br />
Yunus dilinden, Yunus’ça söylenen, Yunus<br />
gönüllü türkülerimiz. Dupduru bir Türkçeyle,<br />
tertemiz, edeple söylenen dilimiz. “Karlı dağlar<br />
karanlığın bastı mı / Kahpe felek ayrılığın vakti<br />
mi...” ve “Gitti yârim gurbet elden gelmedi…”<br />
derken insanı alıp götürür düşünce dünyasına.<br />
Koca dünyada bir varmış bir yokmuş, kime ne.<br />
Rüzgâr durur, ekinler boynunu eğer türküleri<br />
duyunca denizler bir milim kıpırdamadan dinler<br />
sonuna kadar.<br />
“Ah bu türküler<br />
Türkülerimiz<br />
Ana sütü gibi candan<br />
Ana sütü gibi temiz…”(Bedri Rahmi Eyüboğlu)<br />
Türkülerimizde aşk, sevda, özlem, hasretlik,<br />
kırılma, gücenme var. Toplum geleneği olarak<br />
bunlar bizim rahatça dillendiremediğimiz hâller.<br />
Kolay kolay sevdiğimizi söyleyemeyiz, çocuğumuzu<br />
büyüklerin yanında kucağımıza alamayız,<br />
eşimizin elinden su içemeyiz… Bunları başkasıyla<br />
paylaşamayız. Bütün bunları yüreğimizde<br />
saklarız. Sonunda da gönül tellerimizin sesi türkü<br />
olarak çıkar ortaya, “Bülbül figan eder güllere<br />
karşı / O yâr Benim gülüm değil mi…” derken<br />
olaya ne kadar da akıllı yaklaşıyor aşk sarhoşu<br />
insanımız.<br />
<strong>Bizim</strong> türkülerimiz yaşantımızın bir parçası.<br />
72<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Çoğu zaman öğüt verirken bile kırmamak için<br />
yüzüne söylenemez. Bunun için yakınlarına sıkı<br />
sıkı tembihler. Hele <strong>yeni</strong> gelinse bunlar bizim için<br />
çok önemli, ağırbaşlı olmalı, hanım hanımcık<br />
oturup kalkmalı, görenler maşallah demeli. Daha<br />
yaşı genç, bazı hâlleri düşünemez, diye aklından<br />
geçer. Büyüklerin yanında hafiflik yapmamalı,<br />
saygıyı elden bırakmamalı. Olur ya, gençtir bir<br />
ara oyuna dalar da unutur…<br />
“Güzeller bezenmiş toya giderler<br />
Sizlere emanet yâr oynamasın<br />
Ben bülürem reca minnet ederler<br />
Yengüllük edip tez oynamasın…”<br />
Bu türkü de endişeleri bir söyleme şekli var!<br />
Dikkat edilirse söyleyen kırmamak için elinden<br />
geldiğince kibar ve karşısındakinin yerine koyuyor<br />
kendini “oynamasın” demiyor ama “hafiflik<br />
edip tez oynamasın” diyor. Burada söz söyleme<br />
bir sanat…<br />
Türküleri köylüler, kasabalılar, gurbete gidenler,<br />
yüreği yananlar yazdı. Türküleri canını,<br />
cananını, yüreğinin yarısını uzaklara gönderenler<br />
yazdı. Türküleri acı çekenler yazdı. Türküleri<br />
çaresizler yazdı. Şikâyetlerini, özlemlerini, söyleyemediklerini<br />
mısralara yüklediler. Türküleri<br />
kavuşamayanlar, sevenler, gidip de dönemeyenleri<br />
bekleyenler yazdı. Bekleye bekleye gözünün<br />
kökü ağaran analar, yatak serip içine girmeyen<br />
gelinler, memleketinden uzakta olanlar yazdı.<br />
Türküleri çaresizler yazdı…<br />
“Oğul bu gün düş de gör hayalda gör<br />
Yavrum düş de gör<br />
Vala yar kadrini bilmeyen bir kötüye düş de<br />
gör…”<br />
Türküleri şehirliler, burjuvalar, ağalar, zenginler,<br />
devletliler yazmadı, zevkle sefayla türküler<br />
yazılmadı. Türküleri yüreği yananlar, yürekten<br />
sevenler, yürekten sevilenler yazdı. <strong>Bizim</strong><br />
türkülerimiz bazen çaresizlik, özlem, hasretlik,<br />
bazen de isyan, başkaldırı, meydan okumadır<br />
ama hepsi edebiyle söylenir “Oy göresim geldi<br />
sevdiğim seni…” ya da “Kahpe felek sana nettim<br />
neyledim…” veya “Benden selam olsun Bolu<br />
beyine / Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır…” Ağıt,<br />
dua, serzeniş vardır türkülerde, “Sunam sen güzelsin<br />
neylersin malı…” Sevdiğine kavuşmanın<br />
sözleri yer alır türküde, Emrah’ın koşmasındaki<br />
gibi: “Tutam yâr elinden tutam / Çıkam dağlara<br />
dağlara…” Bu mısralara özellikle değinmek istedim.<br />
İçerisinde derin bir aşkın söylenişini saklar.<br />
Tasavvufi bir aşk vardır altında yatan. Yolun ucu<br />
varır Mevlâ’ya Mevlâ’ya…<br />
<strong>Bizim</strong> türkülerimiz duvar yazıları gibidir. Bir<br />
kere söylendi mi kalır dillerde. Kulaktan kulağa<br />
akıp gelir yılların ötesinden. “İpek mendil dane<br />
dane / Yudular serdiler güne / Ana Celal’imi yudular<br />
/ Başucunda döne döne…” Türkülerden<br />
öğrendik geçmişimizi, savaşları, askerliği, yaşamayı,<br />
ekip biçmeyi, “Ah ne yaman zormuş burçak<br />
yolması / Burçak tarlasında gelin olması...”<br />
Geçmişten haberleri türkülerden aldık, türkülerle<br />
aydınlandık. Âşık Veysel, bize oluşumuzu, birliği<br />
anlatır, “Benim sadık yarım kara topraktır…”<br />
mısralarında. Biz hayatı türkülerden öğrendik,<br />
konuşmayı, dili, şiir yazmayı, sohbet etmeyi, yarenliği,<br />
şakalaşmayı, eğlenmeyi, hürriyeti öğrendik.<br />
Biz türkülerle millet olmayı, bir arada yaşamayı<br />
öğrendik. Kol kola girip halay çekerek, tek<br />
sesten türkü söyleyerek barışı, kardeşliği, birliği,<br />
bir olmayı, sevmeyi, güvenmeyi, vatan kurmayı,<br />
vatanı savunmayı öğrendik…<br />
Bazı türkülerimizin bir hikâyesi vardır bazısının<br />
birden çok… Türkülerimiz arasında birkaç<br />
dilde okunanı hatta birkaç millet tarafından sahipleneni<br />
vardır, “Sarı gelin” gibi. Erzurum türküsü<br />
olarak bildiğimiz “Sarı gelin” aynı ezgilerle Azerbaycan<br />
ve Ermenistan’da da bulursunuz. Oralarda<br />
da benzer hikâyeler anlatılır. Bu hikâyelerde aynı<br />
tarihî dönem yer alır. Hani derler ya “gönül bu<br />
engel tanımaz” diye, bu türküde sınır tanımamış,<br />
“Erzurum Çarşı pazar / İçinde bir kız gezer / Ah<br />
ninen ölsün / Sarı gelin…” Aşk burada saklanamamış,<br />
dillendirilmiş. Sarı kıza kıyar mı âşığın<br />
hiç, “nenen ölsün sarı gelin”…<br />
Türküler, bütün Türk kültürünün sarıp sarmalanarak<br />
korunduğu bir arşivdir. Bazen soğuktur<br />
türkülerimiz insanın içini titretir bazen yağmurda<br />
ıslatır bazen de bir kuşun kanatlarında alıp<br />
götürür... Tabiattaki seslerden ses alır, görünen<br />
73<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
görüntülerden manalar çıkarır, onlara türkü yakar<br />
“Kırmızı gül demet demet / Sevda değil bir<br />
alâmet…” diye mısralar dizilir. Kelimeleri o kadar<br />
güzel yerleştirir ki mısralar arasına dili oradan<br />
öğrenirsiniz. Bir yerde “demet demet” bir yerde<br />
“bardan bardan” dizilir kelimeler. Siz unutur almazsınız<br />
sözlüğe bile ama “Teşi bacaklı gelin…”<br />
derken ince bacaklı gelininin bacaklarını “teşi”ye<br />
(iğ, kirman) benzetmeyi unutmaz kaynana. Dil<br />
araştırması yapılırken henüz teknolojiyle kirletilmemiş<br />
ücra köylerde araştırma yapmak gerekir.<br />
Sözler oralarda tertemiz türkülerde korunur. Türk<br />
milletinin yeryüzünde yıllardır yok olmadan süre<br />
gelen sesimiz, gönül telimizdir türküler. Türküler,<br />
milletin topyekûn ortaya çıkardığı bir ortak<br />
kültürdür. Daha doğrusu milleti bir arada tutan<br />
dil harcımızdır. Kabul görmesi, tebessümle karşılanması,<br />
sevilmesi ondandır. Türkülerde herkes<br />
kendinden bir parça bulur.<br />
Yabancı müziklerin bizim milletimizce çalınıp<br />
söylenmesine karşı değilim. Sonunda onları<br />
da Türkçeleştirip kendi müziğimize benzetmişiz.<br />
Yalnız onlarda aynı coşkuyu almamız söz konusu<br />
olamaz. Hangi yabancı parça güreşirken, askere<br />
giderken, savaşırken bize heyecan verir Hâlbuki<br />
sazın her teline dokunuşta bizim gönül telimizde<br />
bir titreme olur. Davulun, zurnanın sesi bizi<br />
heyecanlandırır. Gırnatanın sesi hoşumuza gider.<br />
Kemençenin sesi kanımızı coşturur, tulumun sesi<br />
içimizi kıpır kıpır eder. Türkülerde sözlerin önemi<br />
yanında onun çıkış amacına göre söylenmesi<br />
de önem arz eder. “Kapıları kapattılar yüzüme /<br />
Mahpushane gurbete benzemez…” sözleri söylerken<br />
çok keyifli bir söyleme beklenemez ama onlarda<br />
da bir adap, bir edep, düstur, sabır olduğu da<br />
gözden kaçmaz.<br />
<strong>Bizim</strong> türkü hayatımızda önemli yer tutan savaş<br />
türkülerimiz de vardır. Savaşlar türkülerimizde<br />
oldukça derin izler bırakmıştır. Türküler, bize<br />
o zamanın içinde bulunduğu durumdan haberler<br />
verir. Bunların çoğu yolcu etme, bekleyiş, özlem,<br />
acı haberler içeren türkülerdir. Günümüzde Türk<br />
dünyasında ki vatanları işgal edilen, vatanlarını<br />
terk etmek zorunda bırakılan, sürgün edilen, soykırıma<br />
uğrayan, bölünmeye zorlanan, şehit düşen,<br />
ya da gazi olan Türklerin yaşadıkları acılar adına<br />
başkaldıranların yazdıklarına dikkat çekmek istedim.<br />
Bunlarda, Balkan türküleri; “Tuna nehri<br />
akmam diyor / Kenarımı yıkmam diyor…” Kırım<br />
türküleri; “Vatanıma hasret oldum ey güzel Kırım…”<br />
ya da “Sivastopol önünde yatan gemiler…”<br />
Kerkük türküleri; “Ah Kerkük yüz ak Kerkük / Her<br />
zaman yüz ak Kerkük / Bilseydim düşmeseydim /<br />
Men senden uzak Kerkük…” ya da “Ana baba yurdumuz<br />
/ Bilmedi kimse kadrimiz / Unudah öz derdimiz<br />
/ Yanağ Erbil’e Erbil’e…” Edebiyatımızda<br />
Yemen türküleri önemli yer tutar, “Ano yemendir<br />
gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir…”<br />
ya da “Mızıka çalındı düğün mü sandın / Al beyaz<br />
bayrağı gelin mi sandın / Yemene gideni gelir<br />
mi sandın…” Son zamanlarda Karabağ üzerine<br />
yakılan türkülere bakılırsa ne savaşlar bitecek<br />
ne de onu sebep bilerek bizim türkü yakmamız.<br />
“Karabağ’da talan var / Meni derde salan var..”<br />
ya da “Anadır arzulara her zaman Karabağ / Danışan<br />
dil dodağım tar, keman Karabağ…” Hele<br />
Azerbaycan Türklerinin 1914’te yazdığı Ermenilerin<br />
yaptığı katliama karşı bir türküleri vardır<br />
ki unutulacak gibi değil. Sonunda bütün Türk<br />
dünyasına mal olmuştur: “Çırpınırdın Karadeniz<br />
/ Bakıp Türk’ün bayrağına / Ah ölmeden bir<br />
görseydim / Düşebilsem toprağına…” Ve bizim<br />
savaş türkülerimiz: “Ordumuz gitti Muş’a dayandı…”<br />
ya da “Tıflıdır hastane karşıma karşı /<br />
Zalim düşmanların bomba atışı…” ya da “Yandı<br />
ciğer canan buna ne çare / Gitti de gelmedi<br />
canan buna ne çare…” ya da “Hoş gelişler ola<br />
/ Mustafa Kemal Paşa…” ve “Seneler seneler<br />
kötü seneler / Gide de gelmeye ille bu sene…”<br />
diye seferberlik yıllarında yazılan türkülerimiz.<br />
Dilerim Mevla’m bir daha bu türküleri bize yazdırtmaz.<br />
Ah o türküler, bizim türkülerimiz; toprak kokulu,<br />
rüzgâr fısıltılı, yağmur sesli, kar beyazı,<br />
gül kokulu, kuş ötüşlü türkülerimiz… Türküler,<br />
Türk’ü anlatır, anamızdan emanet, düşmez dilimizden<br />
yanık bahtlı türküler; hasret türküleri,<br />
gönül telimizi titreten türküler, savaşların izlerini<br />
taşıyan, seferberlik türküleri, yol türküleri dinlediğimde<br />
dalar giderim uçsuz bucaksız bir âleme…<br />
İçimde bir şeyler depreşir de kimseye açamam<br />
hâlimi… Türküler hele o sevda türküleri, omuz<br />
omuza, kol kola, birliğin, varlığın anlatıldığı türküler…<br />
Ben bu türküleri neden sevdim...■<br />
74<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
SALİH TURHAN<br />
Unkapanı kaynaklı<br />
icralar var ki, üç beş<br />
sanatçı dışında gerisi<br />
yetmiş iki milyonluk<br />
Türkiye adına ‘güruh’<br />
diye nitelenecek<br />
türden. Sanat, sanatçı,<br />
repertuvar, şiir, güfte,<br />
form, eser, beste,<br />
jest, mimik, kültür,<br />
hitabet, üslup, tavır,<br />
sahne kıyafeti, genel<br />
estetik, mikrofon<br />
kullanma vb.<br />
konularda gülünecek<br />
dahası ağlanacak<br />
konumdayız.<br />
Bir halk edebiyatı nazım türü olan türkü,<br />
halk müziği içerisinde tür, form, biçim,<br />
şekil, tema vb. belirleyici özellikleriyle müzik<br />
sanatımız, kültürümüz açısından oldukça önemli<br />
yer tutmaktadır. Kadim devirlerden beri kam, baskı,<br />
âşık ve ozanların değişik Türk coğrafyalarındaki<br />
bir kısım beylik ve hanlıklar himayesinde<br />
sanatlarını icra eden hanende ve sazende geleneği<br />
ile Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çeşitli<br />
yöntemlerle kayıt altına alınan türküler, beraberinde<br />
kendi kurumlarını da oluşturdu.<br />
Söz konusu bu kurumları, üç ana başlık altında<br />
toplayabiliyoruz:<br />
1. Araştırma-Derleme Kurumları<br />
a) Resmî Kurumlar<br />
Bu başlık altında İstanbul Belediye<br />
Konservatuarı, Ankara Devlet Konservatuarı,<br />
TRT Kurumu Genel Müdürlüğü, Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı, Mülki İdareleri birinci dereceden ilgili<br />
kurumlar olarak değerlendirebiliriz.<br />
b) Yarı Resmî Kurumlar<br />
Tüzel kişilikleri haiz çeşitli vakıf, dernek, kulüp,<br />
çeşitli başlıklarla faaliyet gösteren sivil toplum<br />
kuruluşları…<br />
c) Özel Şahıslar<br />
75<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Türkü konusuna ilgi duyan her seviyedeki<br />
mahallî sanatçı, sanatçı, araştırmacı, derleyici,<br />
musikişinas, halk edebiyatçı, halk bilimci…<br />
Araştırma Kurumlarına Dair<br />
Değerlendirme<br />
Türkülerin derlenip toplanmasına ilişkin ilk<br />
kapsamlı çalışma 1926 yılında başlamak üzere<br />
İstanbul Belediye Konservatuarınca yapılır.<br />
Türkülerin ezgi ve metinlerini bir arada tespit<br />
etmek için derleme ekipleri oluşturulur, ses kayıt<br />
aletleri ile birlikte Türkiye’nin değişik bölgelerinde<br />
derleme çalışmaları gerçekleştirilir. Bu ezgiler o<br />
zamanın imkânları ile sade şekilde de olsa notaya<br />
alınarak yedisi eski Arap alfabesi ile olmak üzere<br />
toplam on dört fasikül / kitap hâlinde yayımlanır.<br />
Daha sonra, Ankara Devlet Konservatuarınca<br />
1936’dan 1950’li yıllara kadar yapılan derlemeler<br />
var ki, bugün orijinal kayıtları Hacettepe<br />
Üniversitesi Devlet Konservatuarı Arşivinde<br />
olup diğer iki kopyasından biri Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı Araştırma Eğitim Genel Müdürlüğü<br />
Arşivinde, bir nüshası da TRT Kurumu Müzik<br />
Dairesi Arşivinde bulunmaktadır.<br />
Söz konusu bu arşiv malzemesinin bir kısmı<br />
-yaklaşık dört bin sözlü sözsüz ezgilik kısmıgünümüze<br />
kadarki dönemde hizmete sunulmuştur.<br />
İfade edilen, yaklaşık on bin ezgi ile ilgili<br />
rivayetler yıllardan beri dolaşıp duruyor. Derlenen<br />
bu malzeme yeterince gün ışığına çıkmadı,<br />
çıkartılamadı.<br />
Bu rivayetlerin tümü değilse de bir kısmı<br />
doğrudur. Şöyle ki; merhum Muzaffer Sarısözen’den<br />
sonra Konservatuar Arşivinden çok küçük<br />
araştırma istisnaları dışında- istifade edilmediği<br />
gibi eldeki malzemenin ne tasnifi yapılmış ne de<br />
ileride kullanılmak üzere <strong>yeni</strong> teknolojik ortamlara<br />
aktarılmıştır. Kurum ve şahısların istifadesi<br />
noktasında koyu taassubî bir engel söz konusudur.<br />
Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma Eğitim<br />
Genel Müdürlüğü Arşivinde, Konservatuar<br />
kadar olmasa da ona benzer bürokratik ve maddi<br />
formalitelerden dolayı ilgililer istifade etmekten<br />
imtina ediyorlar.<br />
İlk kuruluş yıllarındaki adı Millî Folklor<br />
Araştırma Dairesi olan bu kurum da değişik<br />
dönemlerde türkü konusunda saha araştırması<br />
yapmıştır. Kendi bünyesindeki personelle de<br />
malzemeyi hizmete sunmayı beceremediğinden<br />
cahilane bir yaklaşımla malzemenin üzerine<br />
oturup çocuksu bir hazla iftihar etmektedir. Ama<br />
bu kurumun Sayın Nail Tan’ın Genel Müdürlük<br />
döneminin (kongre, kurultay, sempozyum,<br />
araştırma, yayın vb. çalışmalar ile) verimli geçtiğini<br />
belirtmek gerekir.<br />
TRT Kurumuna gelince; TRT Kurumu Nida<br />
Tüfekçi, Yücel Paşmakçı, Mehmet Özbek ve şu an<br />
aynı makamda (Müzik Dairesi Merkez Halk Müziği<br />
ve Oyunları Şube Müdürlüğü) bulunan Altan<br />
Demirel dönemlerinde bu arşiv malzemesinden<br />
nispeten istifade ile bir kısım ezgiler notaya<br />
aktarılarak hizmete sunulmuştur.<br />
Ayrıca TRT Kurumu da kendi icralarında<br />
kullanılmak üzere, resmî araştırma ve derleme<br />
çalışmaları yapmıştır. Bazı valilikler kendi illeri ile<br />
ilgili özel araştırma derleme çalışmalarına ortam<br />
hazırlamaktadırlar.<br />
Yarı resmî kurumlar diye nitelendirilen<br />
üniversite, vakıf, dernek, kulüp gibi tüzel<br />
kişilikleri haiz kurumlarca, kariyer ya da hizmete<br />
yönelik araştırma, derleme çalışmalarını nitelik<br />
ve nicelikleri tartışılıyor olsa da dikkate almak<br />
durumundayız. Özellikle 1932-1952 yılları arasında<br />
faaliyet gösteren Halkevlerinin bu anlamda önemli<br />
hizmetleri olmuştur.<br />
Yukarıda zikredilen resmî ve yarı resmî<br />
kurumlara paralel bu işi kendisine şiar edinmiş ya da<br />
hobi olarak kendi adına araştırma, derleme yapan,<br />
sesli, görüntülü müzik kayıtlarından oluşan ve<br />
hatırı sayılır arşivler kuran bir kısım gönüllü insanı<br />
da yine bu manada hürmetle anmak gerekiyor.<br />
Örnek; Sivaslı Rıfat Kaya, Şanlıurfalı Halil<br />
Binbaşıoğlu, Abuzer Akbıyık, Sivaslı Kubilay<br />
Dökmetaş, Adıyamanlı Mehmet İmir, genç sanatçı<br />
Gürsoy Babaoğlu.<br />
Bu bölümde ismini zikredebileceğimiz ve kendi<br />
adına özel araştırma-derleme çalışması yapanlardan<br />
ilk akla gelenler ise şunlardır: Nida Tüfekçi<br />
(merhum), Yücel Paşmakçı, Ahmet Yamacı, Talip<br />
Özkan, Mehmet Özbek, Erkan Sürmen, Mansur<br />
Kaymak, Nihat Kaya, Muammer Uludemur<br />
(merhum), Hamit Çine, Salih Urhan, İhsan Öztürk,<br />
Soner Özbilen, Yaşar Doruk, Sabri Uysal, Musa<br />
Eroğlu, Rüstem Avcı, Hüseyin Yaltırık, İsmet Egeli,<br />
Durmuş Yazıcıoğlu (merhum), Süleyman Şenel,<br />
Doğan Kaya, Uğur Kaya, Ahmet Turan Şan, Salih<br />
Turhan, Şemsettin Taşbilek, Orhan Gazi Yılmaz,<br />
76<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
TRT ve özel kanallarda son yıllarda yapılan en fazla üç<br />
beş TV yarışması hariç hepsi saçma sapan pespaye<br />
icralardan ibarettir. Hem nicelik hem nitelik açısından<br />
koca Türkiye’yi utandıracak cinstendirler.<br />
Hale Gür, Havva Karakaş, İbrahim Can, Sümer<br />
Ezgü, Bülent Aslan, Mehmet Öcal, Oktay Öztürk,<br />
Tanju Ozan, Murat Karabulut, Süleyman Yıldız.<br />
2. Eğitim Kurumları<br />
a) Devlet Konservatuvarları<br />
Bugün için Türkiye’de devlet ve vakıf<br />
üniversitesi olmak üzere yaklaşık 130 üniversitenin<br />
40’ınına yakınında ya konservatuar ya müzik eğitim<br />
fakültesi ya da güzel sanatlar fakültesi mevcut.<br />
Hatta bazı üniversitelerde, hem konservatuar hem<br />
de müzik eğitim fakültesi var.<br />
Bilindiği üzere konservatuarların birinci görevi<br />
sanatçı-icracı yetiştirmektir.<br />
Genel olarak, aynı statü ve aynı amaç<br />
doğrultusunda kurulan Devlet Konservatuarlarının<br />
her biri ayrı telden çalıyor. Kadro, sınav yöntemi,<br />
müfredat, eğitim-öğretim yöntemi vb. konular da<br />
hak getire. Mezunlarının birçoğu ne bir enstrümanı<br />
iyi derecede çalabiliyor ne şarkı türkü söyleyebiliyor<br />
ne de teorik bilgilerden haberdarlar. Mezun olup da<br />
çok iyi durumda olanlar incelendiğinde ise başarının<br />
okuldan değil, özel yetenekten kaynaklandığını<br />
anlıyoruz.<br />
b) Özel Konservatuvarlar<br />
Örneğini İstanbul’da Müjdat Gezen Okulu<br />
olarak bildiğimiz konservatuarın disiplinli bir kurs<br />
olduğunu gıyabi olarak duyuyoruz. Henüz oradan<br />
mezun olan bir virtüöze rastlamadık.<br />
c) Müzik Eğitimi Fakülteleri<br />
Müzik öğretmeni yetiştirmek üzere kurulan<br />
bu bölümlerin atası 1926 yılında kurulan “Musiki<br />
Muallim Mektebi” bugünkü banisi Gazi Üniversitesi<br />
Müzik Eğitim Fakültesidir.<br />
Devlet üniversiteleri bünyesinde bulunan bu<br />
okullarda istisnaların dışında çoğunlukla Türk<br />
müziğinden bîhaber öğretmenlerin yetiştiği belli.<br />
Bu iddianın somut göstergesi; liseyi bitiren yüz<br />
binlerce genç ne doğru dürüst bir gam yapabiliyor<br />
ne İstiklal Marşı’nı düzgün bir sesle okuyor ne de<br />
memleketine ait bir türküyü söyleyebiliyor.<br />
d) Güzel Sanatlar Fakülteleri<br />
İçerisinde fonetik ve plastik sanatları barındıran<br />
bu eğitim kurumlarının da henüz ne yaptıkları<br />
ülkenin kültür ve sanatına ne gibi müspet neticeleri<br />
olduğu anlaşılmış değildir.<br />
e) Güzel Sanatlar Liseleri<br />
Türkiye’de geç kalınmış bir uygulama olarak<br />
yaklaşık on yıl önce kurulan Güzel Sanatlar Liseleri,<br />
resim ve müzik dalında eğitim-öğretim yapmaktadır.<br />
2009-2010 döneminden itibaren de sporun da<br />
eklenmesi ile üçlü bir statü yüklenmiştir.<br />
Ülke genelindeki sayıları 60 civarında bulunan<br />
bu okullar, henüz emekleme dönemindedirler.<br />
Bunu üniversite özel yetenek sınavlarındaki<br />
mezunlarının porte ile portrenin ayrı kavramlar<br />
olduğunu bilmeyişlerinden anlıyoruz.<br />
Dünyada bir iki ülkede uygulaması olan sanatla<br />
sporun aynı çatı altında eğitiminin yapılması nasıl<br />
bir sonuç verecek, zamanla göreceğiz.<br />
f) Belediye Konservatuarları<br />
Türkiye’deki atası Osmanlı dönemine ait olan<br />
Darül Elhan ve Cumhuriyet döneminde uzun<br />
yıllar İstanbul Belediye Konservatuarı olarak<br />
hizmet veren kurum, Türk müziğinin (THM ve<br />
TSM) araştırma, derleme, eğitim-öğretim ve icra<br />
konularında birçok başarıya imza atmıştır.<br />
Özellikle 1976 yılına kadar Türk müziği (THM-<br />
TSM) sahasında eğitim veren konservatuarların<br />
olmayışı yarı zamanlı statüde eğitim veren Belediye<br />
Konservatuarlarının doğmasına sebep olmuştur.<br />
Bu anlamda Bursa, Samsun, Adana, Kayseri ve<br />
tarafımdan kurulan Ankara-Etimesgut, Keçiören,<br />
Sincan Belediye Konservatuarlarının mütevazı<br />
hizmetlerini bu çerçevede zikretmek gerekir.<br />
g) Halk Eğitim Merkezleri<br />
İl Millî Eğitim Müdürlüklerine bağlı faaliyet<br />
gösteren Halk Eğitim Merkezlerinin çeşitli<br />
branşlardaki vermiş olduğu müzik kurslarını eğitim<br />
77<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
adına değerlendirmek mümkün.<br />
h) Vakıf, Dernek, Kulüp, Kurum / Kuruluş<br />
Bu kurumlar daha ziyade bünyesinde<br />
bulundurdukları çeşitli düzeydeki topluluk ve<br />
korolarla repertuvar ve konsere yönelik çalışma<br />
yaparlar, bunun yanında kısmen de olsa verilen<br />
teorik bilgilerle eğitime katkı sağladıkları<br />
düşünülebilir.<br />
i) Resmî ve Özel Müzik Kursları<br />
Millî Eğitim Bakanlığının ilgili yönetmeliğince<br />
kurs programı uygulayıp sınavlarını buna göre<br />
yapan kurumlar ile tamamen özel müzik kurslarını<br />
bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.<br />
Bu kurslar daha ziyade Güzel Sanatlar<br />
Liselerine, çeşitli müzik okullarına ön hazırlık ya<br />
da hobi düzeyindeki hizmetlere yöneliktir.<br />
Eğitim Kurumlarına Dair Değerlendirme<br />
Bu alanda hizmet veren, her seviyedeki resmî,<br />
yarı resmî, özel kurum, kuruluş ve özel kişilerin<br />
iyi niyetinden şüphe duymak yanlış olur. Ancak,<br />
istisnalar hariç birçoğunun amacı ve hedefi belli<br />
değil. Amaç ve hedefi belli olmayan hiçbir işin de<br />
başarıya ulaşması mümkün değildir.<br />
Eğitim konusunda her kurum, her kuruluş, her<br />
eğitici belge / diploma verdiği, yetiştirdiği başarılı<br />
öğrencileri ile kendi başarı düzeyini ölçebilir. Eğer<br />
bunlar yoksa, eğitici, kişilerin zamanını ve parasını<br />
boşu boşuna heba etmemelidir.<br />
3. İcra Kurumları<br />
Türkü ile ilgili ilk resmî icra kurumu, Muzaffer<br />
Sarısözen’in 1941 yılında oluşturduğu “Yurttan<br />
Sesler Topluluğu”dur. Ankara Radyosunu<br />
müteakiben İstanbul, İzmir ve Erzurum radyoları<br />
bünyesindeki topluluklar izlemiştir.<br />
Yine TRT Kurumu bünyesinde kaşeli (program<br />
başı ücret ödenmesi) olmak üzere Çukurova ve<br />
Kars Radyosu bünyelerinde de bir dönem mahallî<br />
sanatçılarla programlar üretilmiştir.<br />
1985 yılında, ilki Ankara’da, Mehmet Özbek<br />
yönetiminde Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara<br />
Devlet Türk Halk Müziği Korosu kuruldu.<br />
Devamında Sivas, Şanlıurfa, İstanbul’da Halk<br />
Müziği Topluluğu, Ankara ve İzmir’de Türk<br />
Dünyası Müzik Topluluğu ile Kırşehir ve<br />
Kırıkkale’de diğerlerinden farklı (4B) resmi statülü<br />
15’er kişilik küçük müzik toplulukları kuruldu.<br />
Bu topluluklar içerisine dışarıda bu alanda<br />
temayüz etmiş sanatçılardan bir kısmı da solist<br />
sanatçısı ile dâhil edildi. Bunlar; İzzet Altınmeşe,<br />
Belkis Akkale, Musa Eroğlu, Recep Kaymak, Bedri<br />
Ayseli, Süreyya Davulcuoğlu, Kâmil Sönmez,<br />
Yavuz Top, Canan Başkaya, Şeref Taşlıova, Murat<br />
Çobanoğlu (merhum).<br />
Bir Başka Müzik Topluluğu;<br />
Temeli, Sadi Yaver Ataman tarafından atılan<br />
hatta Muzaffer Sarısözen’in Yurttan Sesler<br />
Topluluğu’ndan önce kurulan ve daha sonra oğlu<br />
Adnan Ataman tarafından devam ettirilen İstanbul<br />
Belediye Konservatuarı icra heyetidir.<br />
Halk müziği adına önemli hizmetleri olan<br />
Kurumun teknik kadrosu bugün çok eksik<br />
durumdadır. Bu resmî kurumlara paralel olmak<br />
üzere İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer birçok şehir<br />
ve ilçede Valilik, Belediye, Halk Eğitim Merkezi,<br />
Vakıf, Dernek, Kurum, Kuruluş bünyesinde<br />
icraya yönelik koro, topluluk, ses, enstrümanların<br />
kullanıldığı halk müziği icrasına yönelik faaliyetler<br />
söz konusudur.<br />
Ayrıca bu alanda kendisini bulunduğu kültür<br />
sanat ortamında hoca konumunda gören binlercesi<br />
de bu konuda kendi meşrebince icraya yönelik<br />
katkı sağlamaktadır.<br />
TRT ve özel kanallarda son yıllarda yapılan<br />
en fazla üç beş TV yarışması hariç hepsi saçma<br />
sapan pespaye icralardan ibarettir. Hem nicelik<br />
hem nitelik açısından koca Türkiye’yi utandıracak<br />
cinstendirler.<br />
İcra Kurumları ve İcraya Dair<br />
Değerlendirme<br />
TRT Kurumu; merhum Sarısözen’le başlayan<br />
“Yurttan Sesler Topluluğu”, kuruluşundan 90’lı<br />
yıllara kadar başarılı biçimde misyonunu devam<br />
ettirdi denilebilir. O tarihlerden biraz önce devreye<br />
girmiş olan özel TV ve radyolar karşısında<br />
daha ziyade sunum ve tema konusunda refleks<br />
geliştirmediğinden, ayrıca sanatçılarının kurum dışı<br />
icralarına izin verilmediğinden dolayı fonksiyonunu<br />
yitirdi. Reyting telaşına kapılıp kamu yayıncısı<br />
olduğunu unutan her yönden özel radyo, TV ve<br />
icralara özenmeye başlandı ve bugünkü noktaya<br />
gelindi.<br />
1985 yılında siyasi otoritenin tasarrufu<br />
78<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
doğrultusunda sanat faaliyetlerinin Kültür ve Turizm<br />
Bakanlığı bünyesinde toplanmasına karar verilmiş<br />
olmalı ki devlet koroları ve toplulukları şeklinde bu<br />
çatı altında yaklaşık 250 sanatçı hâlen icrayı sanat<br />
yapmaktadır. Gerek kuruluşunda gerekse daha<br />
sonraki yıllarda siyasi ve özel tavassutlarla alınan<br />
sanatçıların istisnasız yarısı yetersiz olduğu için<br />
geleceği de karanlıktır.<br />
Mehmet Özbek yönetimindeki Ankara Devlet<br />
Türk Halk Müziği Korosunun ilk on yılını başarılı<br />
sayabiliyoruz (1986-1996). Bunun dışında bu<br />
koro ve topluluklar sıradan festival, şenliklerle<br />
avunmaktadırlar.<br />
Tüm bunların yanında Unkapanı kaynaklı<br />
icralar var ki, üç beş sanatçı dışında gerisi yetmiş iki<br />
milyonluk Türkiye adına ‘güruh’ diye nitelenecek<br />
türden. Sanat, sanatçı, repertuvar, şiir, güfte, form,<br />
eser, beste, jest, mimik, kültür, hitabet, üslup, tavır,<br />
sahne kıyafeti, genel estetik, mikrofon kullanma<br />
vb. konularda gülünecek dahası ağlanacak<br />
konumdayız.<br />
Sanatçı diye takdim edilenlere dair kritik yapacak<br />
olursak; “semah” okurken kalçasıyla, elleriyle<br />
ritm, alkış tutturan bayan solistler; “Dardayım ben<br />
dardayım / Dört duvar arasındayım (Hapishane)”<br />
türküsünü hareketli final eseri seçip konuk<br />
sanatçıları ile birlikte stüdyo konuklarına göbek<br />
attıranlar, kendisini ülkenin bir numaralı sanatçısı<br />
sayıp da sıradan konuklarına; “Benim sesim senden<br />
daha tiz.” diye diapozon denemeleri ile ses yarışına<br />
girenler, sunucunun; “Sigara içiyor musunuz”<br />
sorusuna; “Maalesef, içmiyorum.” diyen sanatçılar!<br />
Sunucunun programını sunduğu sanatçının sıradaki<br />
türküsünün bir “Tatyan Havası” olduğunu anons<br />
ediyor ve okuyacak sanatçıya soruyor; “Sayın<br />
………. şimdi okuyacağınız Tatyan’ın ne demek<br />
olduğunu seyircilerimizden merak edenler için<br />
açıklar mısınız” Cevap; “Şimdi okuyacağım türkü<br />
bir Tatyan’dır.” İlmi(!) cevabını veren sanatçı…<br />
Irak-Türkmen şivesiyle “Kalenin-Kal’anın dibinde<br />
bir taş olaydım” yerine; “Kal’anun …….” diyerek,<br />
Kerkük türküsü okuduğunu zanneden ya da her<br />
Kerkük türküsü arasına mecburmuş gibi vay vay,<br />
baba, aha kelimelerinin konmasının gerekliliğini<br />
zanneden zavallılar, sahnede derviş selamı verenler,<br />
mikrofonu koltuğunun dibine koyanlar, bin voltluk<br />
elektrik çarpmış gibi titreyenler, akli dengesini<br />
yitirmiş meczuplar gibi duygulu icra adına garip<br />
hareketler yapanlar, yirmi, yirmi beş yaşında<br />
olup da ‘iki yüz bestesi olduğunu söyleyenler,<br />
sahnede, TV’de dört düğme açıp göğsünün kıllarını<br />
gösterenler, cehaletini şekille salamaya çalışarak<br />
küpe, papyon, top sakal, kot pantolonla halkın<br />
huzuruna çıkanlar, halkın saf duygularını suiistimal<br />
etmek üzere zoraki hayranlık uyandırmak için<br />
koruma, menajer, paralı göstermelik fanatikleri<br />
etrafında bulunduranlar, okuduğu şarkının, türkünün<br />
ezgi ve temasından haberdar olmayan zavallılar,<br />
sözüm ona, yorum adı altında cahilce karakteristik<br />
ezgi kalıpları ile oynayanlar, iki kelimeyi bir<br />
araya getiremeyip de TV, radyo programı sunan<br />
türkücüler kompleksinden ya da yetersizliğinden<br />
dolayı kendilerinden daha yeteneksizleri konuk<br />
olarak çağırıp ezmeye çalışanlar, hobi seviyesinde<br />
birçok insanın düzeyinde olmasına karşın sırf<br />
siyasi, ideolojik çevrelerce sahiplenilen bir şekilde<br />
yazılı ve görsel iletişim araçları ile kof şöhret<br />
konumunda olanlar, normalde sesi olmadığı hâlde<br />
teknoloji gölgesine sığınan zavallılar, birilerinin<br />
dostu postu (kadınlar için geçerli) konumunda<br />
olan zavallılar vb… İşte her şeye rağmen, belirli<br />
konularda saygınlığı olan yetmiş iki milyonluk<br />
Türkiye’nin müzik kurumları ile ilgili araştırma,<br />
eğitim ve icra!<br />
Sonuç<br />
Dünyada birçok ülkede ölü olan halk müziğine<br />
karşın ülkemizde her yönüyle çok zengin ve renkli<br />
bir konuma sahip türkü kültürü etrafında oluşmuş<br />
kurumlar ve bununla iştigal eden şahıslar oturup<br />
düşünmeli ve de refleks geliştirmeli.<br />
Konunun esas muhatapları bellidir. Bunlar,<br />
topu taca atamazlar. Devletin bütçesinden sağlamış<br />
oldukları mali, fiziki, teknik imkânlarla Türkiye’ye<br />
yakışır işler, projeler yapmak durumundadırlar.<br />
Şayet yapamıyorlarsa bunun adı bilgisizlik ve<br />
beceriksizliktir.<br />
Devlet, sağladığı imkân nispetinde bu kişi ve<br />
kurumlardan hesap sormalıdır. Buna rağmen netice<br />
alınamıyorsa her türlü bürokratik ve özel menfaate<br />
yönelik gereksiz dirençler bertaraf edilerek, çok<br />
daha düzeyli, çok daha ekonomik olacak özel sanat<br />
projelerini destekleme yolu denenmelidir.<br />
Ülkemizdeki tüm araştırma, eğitim, icra<br />
kurumlarına, Azerbaycan’ı, Özbekistan’ı hatta<br />
Türkmenistan’ı örnek almalarını öneriyorum.■<br />
79<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Hicran manifestosu<br />
OSMAN KOCA<br />
Gidiyor Müzeyyen. Şaka değil. Toplamış pılını pırtını. Eşikte bekliyor beni. Göğsü hızla<br />
çarpıyor. Şaka olsun için, rüya diyerekten kapıyorum gözlerimi. Siyah, simsiyah kokuyor<br />
nefesim. Korkuyorum. Hazır değilim. Ne hazırı! Onsuz yapamam. Bunu o da biliyor. Gitme<br />
demek geçiyor içimden. Ayaklarına kapanıp yalvarmak ve boğazımı patlatırcasına seni seviyorum<br />
diye haykırmak. Ne ki bi şeyler düğümleniyor içimde. Tepeden tırnağa zangır zangır titriyorum.<br />
Gitmelere alışık değilim ben. Hele hele Müzeyyen’siz asla yaşayamam.<br />
-Gidiyor musun gerçekten Dönmeyecek misin bi daha<br />
Katran yüklü gece. Bulutlar ağlamaklı. Ağır havası dehlizin. Genzimi yakan, içimi kasıp kavuran<br />
gelgit düşüncelerin tazyiki altında enikonu bunalıyorum. Kapüşonunu geçirip atkısını doluyor<br />
boynuna. Sırtımı dönüyorum. Bir bebek gibi, çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Dokunsalar<br />
devrilecek kadarım. Duygularım hercai, allak bullak kafam. Giderse, özkıyım kaçınılmaz.<br />
Kapıdan çıktı mı nefes almak bana haram.<br />
Çok sevdim onu. Ne çok sevdim hem. Dile kolay altı yıldır beraberiz. İlk tanıştığımız gün, dün<br />
gibi hatırımda. Yine böylesi yağmurlu bir havada, neon lambalarının titrek ve kesik karaltısında<br />
Üsküdar’dan geliyordum. Lodos hırçın mı hırçın. Martılar yatsıya çekilmiş. Sular kabarıp taşmakta.<br />
Müzeyyen en arka koltukta, masada duran romanı okuyor. İlk göz ağrısı, göz sağrısı derler.<br />
Bir bakışta vurulmuştum. Az uz, öyle böyle değil; aksine fena, müthiş vurulmuştum. Kaynağını<br />
bilmesem de içimde sökün eden duyguların tahakkümü altında tuhaf olmuştum. Akça pakça yüzü,<br />
çivit gözleri, altuni küt saçları bir bir işlenmişti genlerime.<br />
Aşk kokuyordu hava. İçim içim, sırım sırım aşk.<br />
Nasıl indiğimi, peşi sıra otobüse neden bindiğimi, evine kadar onu niçin takip ettiğimi bilmeksizin<br />
tam iki saati yollarda kat ettim. Aklını pazara çıkaran avare gibi, sersem ve andavalca dolandım<br />
durdum. Islandım, sırılsıklam oldum. Çöken avurtlarıma, titreyen bacaklarıma, narçiçeği<br />
yanaklarıma aldırış etmeden o gece hep onu düşündüm, rüyama misafir ettim.<br />
80<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Hayaliyle her gece coşuyor ve fakat her sabah gerçeği karşısında süklüm püklüm oluyordum.<br />
Nice şiirler, mektuplar buruş buruş oldu heyecandan ıslanan avuçlarımda. Açılamadım bi türlü.<br />
Açılamadıkça daha bi büyüdü içimdeki sevgi. Öyle ki haftasına varmadan ulaşılmaz, ulaşılamaz<br />
sevgilim oluverdi.<br />
-Müzeyyen, lütfen… Lütfen Müzeyyen…<br />
Yüreğim kan ağlasa da belli etmeyeceğim. Düştüğümü görsün istemiyorum. Ah Müzeyyen, ne<br />
çok sevdim seni ben. Beni bırakıp, terk edip gidersen…<br />
-Oğuz, çıkıyorum ben.<br />
Çık demesem, çıkma diye inlesem… Ne fayda!<br />
İler tutar yanı olmayan çıtkırıldım bir düşün kekremsi tortusunda boğuluyorum Müzeyyen.<br />
Anlıyor musun, boğumlanıyorum. Biliyorum birazdan gideceksin ve fakat gölgen beni bekleyecek.<br />
Eşiğe sinecek kokun, anıların terk etmeyecek.<br />
Olsun git.<br />
Ben, sensiz; evet ben, sensiz…<br />
Kahretsin, yaşayabilmem…<br />
Gidiyor musun Müzeyyen Bunun şaka olduğunu söyle yalvarırım. Hiçbir şey olmamış gibi,<br />
hiçbir şey yaşamamışız gibi böyle sorgusuz-sualsiz gitmeyeceksin di mi Az-biraz oyalan bari. En<br />
azından bi çay içimlik olsun, bekle… Ben de bekleyeyim. Bekleşelim bi çaylık. Bi koşu gidiveririm<br />
mutfağa. Ketılı hazırlar, sana o çok sevdiğin adaçayını hazırlarım bi solukta. Sen meraklanma.<br />
Yaparım.<br />
Hatırlıyor musun Sinemadan döndüydük. Yorgunduk. Koş Lola Koş’u izlemiş ve Lola’ya inat<br />
afacan çocuklar gibi sinemadan eve kadar hiç mola vermeden koşmuştuk. O akşam ne kadar da<br />
mutluyduk. Karşılıklı kanepelere uzanıp saatlerce evet saatlerce gözlerimizle konuştuyduk. Eriyorduk.<br />
Sevmenin-sevilmenin, sevenle sevilenin aşkına dışın dışın ağlaşıp ne de tatlı hayaller kurduyduk.<br />
Ve ben kalktıydım. Sana ada, kendime paşaçayı hazırladıydım. Ve biz sanki aşkı içişir gibi,<br />
çaylarımızı içişmenin heyecanıyla nasıl da coşup taşmıştık.<br />
Dış kapıya döndü Müzeyyen… Gidecek… Kararlı…<br />
Bi veda, kıyacak canıma; zamansız bi rest, darmaduman edecek kırılası kafamı.<br />
Gitme Müzeyyen, ne olursun gitme diye bar bar bağıracak kalbim. Ne ki dilim elvermeyecek<br />
söylemeye. Hüzünbaz yanlarımı beraberinde götürecek. Ve ben kahrolunmuşluğun iflah tanımaz<br />
sınırlarında bir berduş, meczup gibi yana yakıla türküler çığıracağım.<br />
-Hadi git Müzeyyen.<br />
Belki bi daha bulamayacaksın beni. Belki sıradan bir gazetenin üçüncü sayfa kepazeliğine bulaşık<br />
edeceksin beni. Bazı bazı geleceksin başıma. Kah iyicil, kah kötücül anılarımızı sereceksin<br />
yatağıma. Güç bela doğrulacağım yerimden. Can havliyle yakaracağım sana. O çok sevdiğimiz<br />
dönülmez akşamın ufkunu seyre dalacağız ve ben kan tüküreceğim asfalta. Sen ise bi gidimlik<br />
dürtüler içinde beni bi başıma bırakacak ve onatsız hülyalar içinde sırra kadem basacaksın…<br />
Öyle mi<br />
Bak işte kayıyor yıldız. Dünya kayıyor ayaklarımdan. Palas pandıras çıkmalıyım dışarı. Uzanmalıyım<br />
göğe. Ellerim değmese de gözlerim yapışmalı yakana. Fakat ilenmemeliyim asla. Göğsümü<br />
yara yara kanatacağım adını. Seni kalbime gömmenin huzuru içinde uzun, upuzun bi uykuya<br />
dalacağım. Şafakla gireceksin ruhuma. Okşayacaksın siluetimi.<br />
81<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
İşte o zaman ben, delişmen yüreğimi yuvasından söküp sana uzatacağım…<br />
-Seni sev… Müzeyyen!<br />
Ne zor söylemek. İlmek ilmek yaşa, dirhem dirhem konuş… Konuşabilirsen…<br />
Yutkunamıyorum, daralıyorum, nefes alamıyorum. Sızlıyor burnumun direkleri, genzim yanıyor,<br />
yüreğim kanıyor, gözlerim yaşarıyor. Bak işte nasıl da tir tir titriyorum…<br />
Kapıyı yavaşça araladı. Sokak lambasından sızan ışıkla loşlaştı dehliz. İçim bi hoş oldu. Fırtınalar<br />
koptu ruhumda. Buğulu gözlerle bakıyorum ardından.<br />
Duruyor, hareket ediyor… Kımıldıyor, duruyor…<br />
Gidiple gelmek arasında bocalıyor sanki ve ben umut tazeliyorum.<br />
Gitmesin için habire dua ediyorum.<br />
Gelsin diye yalvar yakar dilim.<br />
Yatsı ezanı okunuyor dışarıda. Kutsi bi havayla tütsüleniyor migrene yanık başım. Bi an duraksıyor<br />
Müzeyyen. Sırtı inip inip kalkıyor. Başını çeviriyor ağır ağır.<br />
Bakacak… Bana bakacak…<br />
Ve ben, ateşe maruz kalan buz gibi erim erim eriyeceğim.<br />
-Hadi bak Müzeyyen.<br />
Gözler asla yalan söylemez…<br />
Söyleyemez…<br />
Yemin olsun bu kez; kançanağı, buğulu gözlerimi kaçırmayacağım gözlerinden.<br />
Pusatsız, duldasız, üryan duygularımı devşireceğim.<br />
Kanaviçe gibi örgüleşip küt saçlarına konacağım.<br />
-Bu, sende kalsın…<br />
Titredi sesi… Elleri de…<br />
Kalsındı kalmasına, hem gitmesindi…<br />
-Bende kalsın.<br />
Titredi sesim... Ellerim de…<br />
Baktım, yandım, kahroldum… Ezildikçe ezildim…<br />
Üsküdar dönüşü vapurda martılara simit atarkenki fotoğrafımız.<br />
Onda mont, bende yağmurluk.<br />
Yanaklarımız apal…<br />
Sevincimiz apak…<br />
Gitti…<br />
Beni acılarımla, sancılarımla, ezik halimle bi başıma bırakıp…<br />
Çisentili yağmura ağladım alık alık…<br />
Karman çormandı düşüncelerim…<br />
Bi gün, evet bi gün bu enkazın altında kalacağımı biliyordum.<br />
Adım gibi, biliyordum…<br />
Ne ki hazırlıksız yakalanmak…<br />
Ve sevdiğini bi daha göremeyecek olmanın ayırdına varmak…<br />
İşte bu müflis yaşantı, özkıyıma gebedir…■<br />
82<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
KUKLA VE KİTABE<br />
Bu kuklalarda neyin nesi. Solgun<br />
Yüzleri. Taşınan ruhları olmalı<br />
Sağlam kutular içindeki.<br />
Güneşin doğduğunu söylesem inanmazlar ki.<br />
Bir papağan bana bakıyor. Kendine söyleneni<br />
Söylüyor. İnat içinde. Ellerim bana uzak<br />
Çocuklara alkış tutan, umut olan.<br />
Şimdi kalbim kanıyor solgun bir resimde<br />
Yağmur hafif hafif yağıyor<br />
Saçlarımı unutuyorum kan ter içinde.<br />
İşte yanıyor titreyen boş odalar<br />
Bu kitabeler kurtuluş kapısı olacak<br />
Arkasından şiirler yazılacak<br />
Siyahın beyazdan ayrıldığı vakit<br />
Kuklacı ilk görüldüğü yerde vurulacak.<br />
Dilini yutmuş adam. Pişmanlıklar içinde<br />
Alnını süslü cama dayamış. Bir harfe takılmış<br />
Yalnızlıklar içinde dönüp duruyor. Kukla<br />
Ben miyim diyor ipin ucunu kaptıran şeytana<br />
Daldığım bu tatlı rüya.<br />
Kukla kendisi olmaya kararlıydı<br />
Kitabedeki eski yazıları okudukça<br />
Az kalmıştı kendine kavuşmaya<br />
Masmavi bir gökyüzü altında<br />
Görmeseydi tuhaf bir rüya<br />
Dünyanın muammasında<br />
Islak gölgelere kanmasaydı<br />
Kendisi olacaktı.<br />
BÜNYAMİN DOĞRUER<br />
83<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
İSMAİL BİNGÖL<br />
Bir hüzün meltemi, bir esrik bakış yakaladı<br />
akşamla gecenin arasında… Bir ince sızıyla<br />
sarsıldı yüreğim... Zamanın ortasında öylesine kalakaldım.<br />
Bir efkâra tutulmuş hislerimi, bir türkünün ta<br />
derinlere ulaşan, yakan, kavuran sözleri ve yine en az<br />
onun kadar tesirli nağmeleri kül etti.<br />
Akılla yürek arasında kararsız kalanların büyük<br />
tereddüdü, iflah olmaz çelişkileri karşısında âdeta eridim,<br />
kendimden geçtim. Takatten düştüm, gözlerim<br />
buğulandı, soluğum kesildi, bağrımı sancı istila etti,<br />
gövdemi ateş bastı. Serinlemek için boz bulanık akan<br />
çaylara atasım geldi kendimi… Yüzyıllar ötesinden<br />
esip gelen sitem rüzgârları, nasıl olur da hâlâ gücünü<br />
bu kadar korur Bir türkünün mısraları arasına sıkıştırılmış<br />
bu hicran, kavuşamama karşısındaki bu hüzün,<br />
bu vurgun yemişlik nasıl olur da bu kadar tesir eder<br />
insana Nedir bunun sırrı, nedir bundaki sihir ve nedir<br />
bundaki güç Dille anlatılması, kelimelere dökülmesi,<br />
hikâye edilmesi zor durum…<br />
Ancak türkülerle aranız iyiyse ve bu konuda biraz<br />
da düşünme zahmetine katlanırsanız, az önceki sorulara<br />
bir cevabınız olabilir. Benim cevabım ve buradaki<br />
sır ve sihir şu ki; atalar mirası, yüreğin yarası<br />
türküler; anlayarak, düşünerek, hissederek dinlendiğinde,<br />
dokunanı işte böyle yakıp geçiyor. İşin özeti<br />
belki de bu…<br />
Kavgamızla inletirken meydanı, sevdamızla ağlatırken<br />
duyanı; çınlamış göğümüzde türküler… Bazen<br />
isyanlarımıza arka çıkmış, bazen bir su olup dere tepe<br />
aşarak, diyardan diyara dolaşmış… Bazen bir gülün<br />
yaprağında açmış türküler... Bazen turna kanadında<br />
sevgiliye mektup götürmüş, bazen mazlumların elemlerini<br />
dile getirmiş, bazen sözleriyle zalimlere cevap<br />
olmuş türküler… Bazen bir gelinin ağlayışına eşlik<br />
etmiş, bazen bir gelinciğin boynu büküklüğüne…<br />
Hani şair Vahap Akbaş da diyor ya “Mızrapla Tel<br />
Arasında” adlı şiirinde:<br />
Bağlamamın tellerine<br />
Üveyikler konar balam<br />
Yüreğimiz melül mahzun<br />
Türkülerde yunar balam<br />
Gönlümüzün mihverinde<br />
Sevda filiz verdiğinde<br />
Mızrapla tel arasında<br />
Gayri zaman donar balam<br />
Kara kışın ayazında<br />
Dudakta söz buz olanda<br />
Bir muhabbet alazında<br />
Ah bu şair yanar balam<br />
Güzelliği, görkemi, insanlığı çağrıştıran inceliğiyle;<br />
asırlardır yurdumuza, toprağımıza, evimize barkımıza<br />
mihman olmuş; gâh yüreğimizi ferahlatmış gâh<br />
84<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
izi birbirimize bağlamış türküler… Gâh ağıt olup<br />
acımıza konmuş gâh sevgi olup yüzümüzde parlamış;<br />
gâh ayrılanların üzüntüsünü gâh kavuşanların sevincini<br />
temsil etmiş türküler… Öleni yiteni, geçip gideni,<br />
ağlayanı güleni, daha başka birçok şeyi hatırlatmadan<br />
geri durmamış ve bunları; kültür ve zihin coğrafyamıza<br />
silinmeyecek bir şekilde kazımış türküler… Ve<br />
bütün bunların sesini duymadan, duyurmadan, adına<br />
kayıt düşmeden geçip gitmemiş türküler…<br />
Sözleri ve nağmeleriyle esip gitmiş Anadolu coğrafyasında<br />
bir baştan bir başa… Gece denmemiş,<br />
gündüz denmemiş; söylenir olmuş yedi iklim dört<br />
köşede… Bazen Ağrı’nın doruklarından ses vermiş,<br />
bazen Allahüekber’i mekân tutmuş; orada sonsuza<br />
kadar, vatan uğruna can vermenin büyük kıvancıyla<br />
yatacak olan ulu şehitlerimizden, bıyıkları henüz<br />
<strong>yeni</strong> terlemiş civanlardan haber getirmiş. Bazen Aras<br />
boylarında gezinmiş turna katarlarıyla; bazen çekmiş<br />
gitmiş ta Hazar’a ve daha ötelere…<br />
Bir mısraı Ardahan’ın payına düşmüş türkünün,<br />
bir mısraı Iğdır’a… Bir kıtasıyla serhaddı bekleyen<br />
Kars’ın derdini taşımış ırmaklarca, vadilerce doğudan<br />
batıya… Bir kıtası; Erzurum’dan Erzincan’a<br />
ulaşmış, bir kıtası Bayburt’ta bir güzele kul olmuş,<br />
bir kıtası Sivas’ta bir âşığın sazından dökülmüş; sesinden<br />
ses, renginden renk, nakışından nakış vermiş<br />
duyana, işitene, dilinden anlayana… Mahmur bir geceden<br />
kalkmış, özge bir gündüze hayal uçurmuş, bu<br />
toprağın sesini duyurmuş, gerçeğini bildirmiş; oradan<br />
öteye sevgiliye sitem, sevene dil olmuş türküler… Ve<br />
daha nice yerde durmuş, dinlenmiş; nice yeri inletmiş,<br />
kaç yüreğe inci dizip kaç yüreğe gözyaşı akıtmış<br />
türküler…<br />
Nesilden nesile bozulmadan aktarılmak suretiyle,<br />
dilimizin sade ve berrak bir hâlde günümüze kadar<br />
gelmesinde önemli pay sahibi olan… Erliğimizi,<br />
mertliğimizi bütün bir cihana anlatan; kültürümüzün<br />
sacayaklarından biri olarak bizleri yüce bir millet olmanın<br />
şuuruna vardıran ve bütün bunların gönencini<br />
yaşatan türküler…<br />
Bazen; yüreğe sığmayıp taşan, akacak yer bulamayan<br />
ve dokunduğunda yakan bir büyük isyanı<br />
yüklenir gönlümüzün tercümanı türküler… Yıllar<br />
yılı kor ateşlerde pişerek sevda çekilen, uğruna bin<br />
cefaya tahammül gösterilip, çileden geçilip, her acıya<br />
göğüs gerilen sevgili; bütün bunları elinin tersiyle bir<br />
yana itip vefasızlık ederek, bir anda çekip gitmiş ve<br />
ellerin olmuştur.<br />
Âşık için anlatılması ve katlanılması çok zor bir<br />
acıdır bu… Ferhat olup; bu hışımla, bu hınçla, bu<br />
hüzünle; gürzüyle vurup dağları yarmak ister âşık…<br />
Kerem olup; bu acıyla yanmak, kavrulmak, kül olmak<br />
ister ki; belki bir kıvılcımı da ona erişsin ve onu<br />
da yaksın… Köroğlu gibi; bağrını dağlayan ateşle<br />
Çamlıbel’de nara savurmak ister…<br />
Ne hazindir ki; verilen sözlerin yerine getirilmesi<br />
için, dağları aşıp, yıllarca gurbet elleri mesken tutan<br />
âşığın düşündüklerini yapması mümkün değildir.<br />
Hem de faydası da yoktur bundan sonra yapacaklarının…<br />
Zira ortada; ne sevgili kalmıştır kavilleştiği<br />
ne de ünü dört bir yanı tutan sevda… Bütün bunların<br />
önem arz etmediği kişilerce, “uğruna ölümlere gidilip<br />
gelinen”, uzak bir diyara göçürülmüş ve ellerin<br />
olmuştur. Artık olan olmuş ve bu durum ağır bir yük<br />
gibi merhametli yüreklere oturmuştur. Ne yazık ki<br />
onların da; çaresi imkansız bu dert yüzünden âşığın<br />
yüreğinden kopup gelen feryada verecek cevapları<br />
yoktur.<br />
Ömür çiçeğini sevda yolunda solduran kederli<br />
âşık; ıstıraplarını söze ve nağmeye dökerek, bunun<br />
hesabını en yakınındakinden bir türkü vasıtasıyla<br />
sorar ve yüzyıllar öncesinden bir ayrılığın hikâyesini<br />
bizlere ulaştırır. Hem öyle ki söyledikçe zaman ortadan<br />
kalkar, mekân o mekân olur ve bu türkü; daha<br />
nice bunun gibi kavuşamayanların, yâri başkaları tarafından<br />
alınan kişilerin hâline tercüman olur.<br />
İşte bir türkü ki… Tertemiz bakışlardan süzülüp<br />
yanaklardan aşağı türkü sadeliği ve yürek delici bir<br />
nağme eşliğinde inen gözyaşlarıyla; kavuşamamanın,<br />
vuslata erememenin resmini ne de güzel çiziyor.<br />
Şakir Şener’den alınan Bayburt türküsünde olduğu<br />
gibi… Hani diyor ya türküyü yakanlar:<br />
Odam kireçtir benim<br />
Yüzüm güleçtir benim<br />
Soyun da gel yanıma<br />
Terim ilaçtır benim<br />
Baba ben derviş miyem<br />
Kürkümü giymiş miyem<br />
Ben sevdim eller aldı<br />
Niye ben ölmüş müyem<br />
Söylendikçe dillenir, dillendikçe yayılır Anadolu<br />
coğrafyasına bu türküler… Atalar mirası gönül yarası<br />
türkülerimiz… Ve bilinmelidir ki bu coğrafyayı yurt<br />
tutanlar; dilinin ve türkülerinin kadrini bildikçe, daha<br />
nice yıllar söylenip dinlenecektir. ■<br />
85<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ÖMER FARUK YALDIZKAYA<br />
Türkçe söylenmiş şiir anlamına gelen<br />
“Türkü”nün “Türkî” sözcüğünden geldiği<br />
görüşü bilim adamları tarafından genel olarak kabul<br />
edilmektedir. Yani, “Türk” kelimesine Farsça<br />
“-î” ilgi ekinin getirilmesiyle meydana gelmiştir.<br />
“Türk’e has” anlamına gelen bu söz, halk ağzında<br />
“Türkü” şekline dönüşmüştür.<br />
İslamiyet öncesi Türk edebiyatında genel olarak<br />
ezgi ile söylenen şiirlerin, başka bir ifade ile<br />
türkü ve koşmaların genel adı “yır” olup Divanü<br />
Lûgati’t -Türk’te ise bu kelime “ır” [1] şeklinde<br />
geçmektedir. Türkü sözüne, bazı Türk boylarında,<br />
bugün, aşağıda sayacağımız kelimeler karşılık<br />
olarak kullanılmaktadır.<br />
Türküye; Azerbaycan Türkleri; mahnı, Başkurt<br />
Türkleri; halk yırı, Kazak Türkleri; türki,<br />
türik, halık eni, Kırgız Türkleri; eldik ır, türkü,<br />
Özbek Türkleri; türki, halk koşiği, Tatar Türkleri;<br />
halık cırı, Türkmen Türkleri; halk aydımı,<br />
Uygur Türkleri; nahşa, koça nahşisi, [2] Kumuk<br />
1. Divanü Lûgati’t-Türk Dizini “Endeks”, (çev: Besim<br />
Atalay), IV. Cilt, 3.bas. TDK yayını, Ankara, 1991.<br />
2. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü I, Ank., 1991,<br />
s. 908-909.<br />
Türkleri; yır, [3] Nogay Türkleri; yır, [4] Karaçay<br />
– Malkar Türkleri; cır, [5] Irak Türkleri; beste,<br />
mahnı, halk türküsü, [6] Gagauz Türkleri türkü, [7]<br />
Tuva Türkleri; kojamık,kojañ, [8] Saha (Yakut )<br />
Türkleri; ırıa, [9] Kosova Türkleri; türkü, [10]<br />
Bulgaristan Türkleri; türkü, [11] Altay Türkle-<br />
3. Dr. Çetin Pekacar, Kumuk Türkleri Edebiyatı, Türk<br />
Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, 3.b., Ankara, 1998, s.320.<br />
4. N.A. Baskakova (Red.) Rusşa-Nogayşa Slovar’,<br />
Moskova, 1956, s.420<br />
5. Dr. Wilhelm Pröhle (çev. Prof. Dr. Kemal Aytaç),<br />
Karaçay Lehçesi Sözlüğü, Kültür Bakanlığı yayını,<br />
Ankara, 1991, s.22.<br />
6. Prof. Dr. Gazanfer Paşayev (Aktaran Doç. Dr. Mahir<br />
Nakip), Irak Türkmen Folkloru, İstanbul, 1998, s.501.<br />
7. Harun Güngör – Mustafa Argunşah, Gagauz Türkleri,<br />
(Tarih - Dil -Folklor ve Halk Edebiyatı), Kültür Bakanlığı<br />
yayını, Ankara, 1991, s.53- 45, 108.<br />
8. E.R. Tenişev (Red.), Tıva – Orus Slovar’, Moskova,<br />
1968, s.245.<br />
9. M. Fatih Kirişoğlu, Saha (Yakut) Türkleri Edebiyatı,<br />
Türk Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, 3.bas., Ankara, 1998,<br />
s.501.<br />
10. Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Kosova Türk Halk<br />
Edebiyatı Metinleri, Priştine, 1985, s.86 – 109.<br />
11. Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Bulgaristan Türk Halk<br />
Edebiyatı Metinleri – I, Ankara, 1990, s.14.<br />
86<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
i; kojon, [12] Kırım Tatar Türkleri; cır, [13] Çuvaş<br />
Türkleri; yuri, [14] adını vermişlerdir.<br />
Türkü terimi, ilk defa XV. yüzyılda Doğu<br />
Türkistan’da aruz vezniyle yazılmış ve özel bir<br />
ezgi ile söylenmiş şiirler için kullanılmıştır. [15] Bu<br />
kitapta esas itibariyle konu edilen türden, yani<br />
hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu’daki<br />
ilk örneğini ise XVI. yüzyılda buluruz. Türkü<br />
şekline uygun ve türkü adını taşıyan, sözünü ettiğimiz,<br />
bu parça, XVI. yüzyıl halk şairlerinden<br />
Öksüz Dede’ye aittir.<br />
Çeşitli kaynaklar ve araştırmacılar türküyü bir<br />
tür olarak ele aldıklarında çoğu ortak bir noktada<br />
birleşen tanımlar yapmışlardır. Yararlı olacağı düşüncesiyle<br />
bunlardan bazılarını burada zikretmeyi<br />
uygun buluyoruz:<br />
Türkçe Sözlük: “Hece ölçüsüyle yazılmış ve<br />
halk ezgileriyle bestelenmiş manzume.” [16]<br />
Meydan Larousse: “Güfte olarak halk şiirini<br />
alan ve halk ezgileriyle beslenmiş şarkı çeşidi.” [17]<br />
Edebiyat Lügati: “Çoğu 11 hece ile nazmedilmiş<br />
ve umumiyetle Anadolu’da bestelenip söylenilmeğe<br />
başlanmış olan milli nağmeli şarkılardır.”<br />
[18]<br />
Edebiyat Terimleri Kılavuzu: “Türk’e özgü<br />
anlamındaki Türkî’den gelmektedir. En çok sekizli,<br />
on birli ölçülerle söylenir. Çoğu anonim halk<br />
edebiyatında yer alan bu türkülerde aşk, güzellik,<br />
tabiat, gençlik ve acıklı konular işlenir.” [19]<br />
Fuad Köprülü: “Türklere mahsus bir beste ile<br />
söylenen halk şarkılarıdır.” [20]<br />
Ahmet Talât Onay: “Türklere mahsus lahin<br />
ile söylenen şarkılardır. Şekilden ziyade lahne,<br />
12. Emine Gürsoy – Naskali, Muvaffak Duranlı, Altayca –<br />
Türkçe Sözlük, TDK yayını, Ankara, 1999, s.114.<br />
13. Zsuzsa Kakuk, Kırım Tatar Şarkıları, TDK yayını,<br />
Ankara, 1993, s.93<br />
14. H. Paasonen, Çuvaş Sözlüğü, TDK yayını, İstanbul,<br />
1950, s.217.<br />
15. Cevdet Kudret, Örneklerle Edebiyat Bilgileri I,<br />
İstanbul, 1980, s.295.<br />
16. Türkçe Sözlük, 1. bas., Ankara 1989, s.1504.<br />
17. Meydan Larousse, “2.bas., İstanbul 1990, s.390.<br />
18. Tahir-ül Mevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973,<br />
s.176.<br />
19. Edebiyat Terimleri Kılavuzu, İstanbul 1975, s.395.<br />
20. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4.<br />
bas., Ankara 1981 s.246.<br />
besteye benzer.” [21]<br />
Şemsettin Sami: “En asıl Türklere mahsus lahinde<br />
şarkı,”<br />
Ahmet Kutsi Tecer: “Varsağı, Türkmani gibi<br />
türkü de eski yırlardan yani millî musiki kaynaklarından<br />
doğmakla beraber yabancı kültürle karşılaşılan<br />
bölgelerde (mesela Irak, Suriye, Mısır<br />
gibi) ona verilmiş bir isim olsa gerek,”<br />
Türkü, Edmon Soussey’in deyimiyle, “ farklı<br />
isimleri olan çok çeşitli mahsullere verilen<br />
addır.” [22]<br />
Cem Dilçin: “Türkü, türlü ezgilerle söylenen,<br />
bir anonim halk şiiri nazım biçimidir. Söyle<strong>yeni</strong><br />
belli, kişisel halk şiiri biçimleri arasına giren türküler<br />
de vardır. Türkü, her iki bölüğe de girebildiğinden<br />
halk edebiyatının en zengin alanıdır.” [23]<br />
Pertev Naili Boratav: “Düzenleyicisi bilinmeyen,<br />
halkın sözlü geleneğinde oluşup gelişen,<br />
çağdan çağa ve yerden yere içeriğinde olsun,<br />
biçiminde olsun değişikliklerle (zenginleşmelere,<br />
bozulmalara, kırpılmalara) uğrayabilen ve her<br />
zaman bir ezgiyle söylenen şiirler.” biçiminde tanımlar.<br />
Pertev Naili Boratav’ın “Türk Dili <strong>Dergisi</strong> ”nin<br />
“Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı”nda yayımlanan<br />
“Halk Şiiri” başlıklı yazısının “Halk Türküleri”<br />
bölümünde ise türkü hakkında şu bilgi verilmiştir;<br />
“Türkiye’nin sözlü geleneğinde, folklor<br />
ezgilerinin her çeşidi için en çok kullanılan terim<br />
türküdür. Bölgelerle konulara bağlı özel durumlara,<br />
ya da ezginin, sözlerin çeşidine göre, türkü<br />
sözcüğü yerine şarkı, deyiş, deme, hava, ağız terimleri<br />
kullanılır.” [24]<br />
Türküler için Eflatun Cem Güney: “Köroğlu,<br />
Kerem, Karacaoğlan, Emrah gibi, belli âşıkların<br />
türkü havasına bürünen bazı parçaları bir yana,<br />
asıl türkülerin yaşı başı belli değildir. Sahipleri<br />
bilinmeyen sözlü halk verimleridir.” [25] görüşünü<br />
21. Ahmet Talât Onay (hzl. Prof. Dr. Cemal Kurnaz), Türk<br />
Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, Akçağ yayınları, 1.bas.,<br />
Ankara, 1996, s.63.<br />
22. Hikmet Dizdaroğlu, Halk Şiirinde Türler, Ankara,<br />
1969, s.102.<br />
23. Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara,<br />
1997, s.289.<br />
24. Dr. Mehmet Yardımcı, Başlangıcından Günümüze Halk<br />
Şiiri, Âşık Şiiri, Tekke Şiiri, Ankara, 1998, s.57.<br />
25. Eflatun Cem Güney, Folklor ve Halk Edebiyatı,<br />
87<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
ileri sürmektedir.<br />
Mehmet Özbek “Türküler başlangıçta bir<br />
olay üzerine yakılırlar. Bu olaylar bütün bir milleti<br />
ilgilendirecek kadar büyük nitelikler taşıyabileceği<br />
gibi, dar çevrelerde meydana gelen cinsten<br />
de olabilir.” [26] demektedir.<br />
Cahit Öztelli: “Halkın ortak malı olan bir<br />
edebiyat türüdür. Ağızdan ağıza dolaşan, kuşaktan<br />
kuşağa aktarılan sözlü edebiyatın en güzeli<br />
türkülerdir. Türkü, genel edebiyat türleri içinde<br />
bir nazım türüdür. Yani, ölçülü (vezin), uyaklı (kafiye)<br />
dizelerle (mısra) meydana gelir. Halk edebiyatı<br />
içinde toplumun iç alemini beşikten mezara<br />
dek bütün yaşantısını kapsayan, en dikkate değer<br />
sanat verisi türkülerdir.” [27]<br />
Nihat Sami Banarlı: “Koşma şeklindeki bir<br />
manzumenin her dörtlüğünde bir (beşinci) veya<br />
bir (beşinci-altıncı) mısra ilavesiyle söylenilen bir<br />
halk şiiridir.” [28]<br />
Muzaffer Uyguner: “Her mısraı kafiyeli üçer<br />
mısralı kıtalar ile yine kafiyeli ve iki beyitten müteşekkil<br />
ara nağmeleri olan ve çalınıp söylenen<br />
folklorik halk edebiyatı mahsulleridir.” [29]<br />
Herbert Jansky’e, göre türkü: “Büyük tarihi<br />
hadiseler karşısında halk kitlesinin sevinçlerini<br />
veya ümitsizliklerini; büyük şahsiyetler hakkındaki<br />
saygılarını veya nefretlerini; gençler arasında<br />
geçen hazin aşk hikâyelerini, millî hece veznini<br />
ölçü alan ve kalpleri fetheden mısralarla, derin bir<br />
muhteva içinde dile getiren edebî, aynı zamanda<br />
mûsiki bakımdan ehemmiyete haîz olan bu kendine<br />
öz bestelerle söylenen; dar manâsıyla ise tarihi<br />
bir vesika mahiyeti gösteren Türk halk şiirinin en<br />
eski türlerinden biri.” [30]<br />
Dr. Doğan Kaya türküyü şöyle tanımlamaktadır:<br />
“Halkın ruh halini, derdini, neşesini, zevkini,<br />
dünya görüşünü, inancını, karşılaştığı hadiseleri<br />
İstanbul 1971, s.235.<br />
26. Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, 2.bas.,<br />
İstanbul, 1983, s.63.<br />
27. Cahit Öztelli, Halk Türküleri, 2.bas., İstanbul,1983,<br />
s.11-12<br />
28. Nihat Sami Banarlı, Metinlerle Edebî Bilgiler I, İst.,<br />
1950, s.82.<br />
29. Muzaffer Uyguner, Türkü Üzerine, TFA, III (66).<br />
1.1955, s.1042.<br />
30. Herbert Jansky, Türk Halk Şiiri (çev. Abdurrahman<br />
GÜZEL), Dünya Edebiyatından Seçmeler,<br />
yansıtan; hece ölçüsüyle ve bir veya dört mısralı<br />
bentlere çoğu defa bağlantıların getirilmesiyle,<br />
söylenen; manzum ve ezgili anonim ürünlere türkü<br />
denir.” [31]<br />
Alman müzik bilimci Hugo Riemann, halk<br />
müziği kapsamına şu ögeleri alır:<br />
“1. Ezgi ve sözlerinin yaratıcısı belli olmayanlar,<br />
anonim bir yapıda olanlar.<br />
2. Çeşitli nedenlerle oluşan olaylar karşısında<br />
halk tarafından benimsenmiş ve halk ezgisi niteliğine<br />
bürünmüş ürünler.<br />
3. Halk diliyle oluşmuş, ezgisel ve uyumsal yapısı<br />
kolayca anlaşılan, belleğe kolayca yerleşen,<br />
bu nedenle, popüler (herkes tarafından benimsenen<br />
ve tutulan) bir özellik taşıyan ezgiler.”<br />
Fransız halk müziği uzmanı Michell Benet’e<br />
göre halk müziği ise, “Halk tarafından benimsenen<br />
ve sözlü gelenek biçiminde kulaktan kulağa<br />
yayılan ezgilerdir.”<br />
İngiliz halk müziği uzmanı Prat’a göre; “Halk<br />
müziği, köylü ve halk arasında çıkıp, gelenek haline<br />
gelen ezgilerdir.” Yine bir İngiliz araştırmacı<br />
olan Bremers’e göre ise halk müziği; “halkın müşterek<br />
malı olan, sâde, samimi, düz ve yalın ezgilerdir.<br />
Bestecisi olmaz, anonimdir.”<br />
Türk halk müziği araştırmacısı ve Türk halk<br />
türkülerinin derlenmesinde ilklerden olan Muzaffer<br />
Sarısözen ise, halk müziğini şöyle tanımlıyor:<br />
“İlk bakışta monoton gibi görünen halk türküleri,<br />
araştırdıkça, ezgi ve ritim yönünden renklilik<br />
ve çeşitlilik gösteren nefis bir sanat ürünleri olduğu<br />
görülür. Dünyada ne kadar doğal ve sosyal<br />
olaylar varsa, tümü halk müziğine konu olmuştur.<br />
Türk insanının doğumundan ölümüne (beşiktenmezara)<br />
tüm yaşamını, acısını, sevincini, duygu ve<br />
düşüncesini, yurt sevgisini türkülerimizde görmek<br />
mümkündür. Özetle, halk müziğimiz, Türk halkının<br />
ortak malı ve milli kültürüdür.”<br />
Müzikolog ve halk bilim araştırmacısı Halil<br />
Bedii Yönetken, “Türk halk müziği, çok orijinal<br />
ve zengin bir müziktir. Modalmetrik yönden olduğu<br />
kadar, yapı ve form bakımından da büyük<br />
özellik ve güzellik taşımaktadır. Zengin ve çeşitli<br />
çalgılara sahiptir. Diğer taraftan, vokal müziğin<br />
31. Dr. Doğan Kaya, Anonim Halk Şiiri, Ankara, 1999,<br />
s.132.<br />
88<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
terennüm etmediği konu yok gibidir. En basit konulardan,<br />
en yüksek konu ve olaylara kadar her<br />
şey, Türk Halk Müziğinin terennüm alanına girmiş<br />
bulunmaktadır. Halkımız, bazen; Estergon, Belgrat,<br />
Selânik, Budin, Cezayir gibi Türk egemenliğinin<br />
sürdüğü ve at üstünde kılıç oynattığı yerler<br />
için, bazen; Köroğlu, Genç Osman, Murat Reis<br />
ve Gazi Osman Paşa gibi yiğitler üstüne türküler<br />
yakmıştır. Gün olmuş, yurdun dağına-taşına, uçan<br />
kuşuna, gün olmuş, burcu burcu Anadolu kokan<br />
çiçeğine ve nice güzellikler, sevgiler üstüne türküler<br />
söylenmiş, bununla da yetinilmemiş, ahlâk,<br />
fazilet, felsefe, türkülere konu olmuştur. Görülüyor<br />
ki, Türk halkı, muazzam bir sosyal fonksiyona<br />
sahip, halk rûhunun ses halinde aynası ve ifâdesi<br />
olan bir sanat yaratmıştır.”<br />
Türk halk müziği araştırmalarının önde gelen<br />
isimlerinden olan araştırmacı Mahmut Râgıp<br />
Gazimihal ise, “Kendi halk şarkılarımıza (folk<br />
song), genellikle türkü diyoruz. Anadolu’da şarkı<br />
adı pek bilinmez ve kullanılmaz. Genellikle, kulaktan<br />
kulağa geçmek sûretiyle halk arasında yayılan<br />
ve yaşayan türkülerimizin ne düzeni bellidir, ne<br />
yakıcısı.” demektedir.<br />
Veysel Arseven’in görüşleri şöyledir: “Halk<br />
türküleri; koşma, yiğitleme, taşlama, ağıt, ninni,<br />
destan gibi halk edebiyatı türlerini işler. Sevgi,<br />
özlem, gurbet, ayrılık, doğum, ölüm, askere gidiş,<br />
düğün-dernek, yerleşme(iskân), göç, kan dâvası<br />
gibi temaları konu alır. İçtenlik, sâdelik, gösterişten<br />
arınmışlık, alçak gönüllülük niteliği gösterir<br />
ve gerçekçi bir renk ve özellik taşırlar. Hiçbir halk<br />
türküsünün sözünde veya bir halk oyunu havasında,<br />
yapmacık, iki yüzlülük ve kabalık görülmez.<br />
Şakacılık temasını işleyen türkülerin sözlerinde<br />
bile, insanı çabucak kavrayan sıcak bir görüntü<br />
vardır.” [32]<br />
Türküler şiir şekli bakımından genellikle koşmaya<br />
benzer. Ancak bu ifade bütün türkülerin<br />
koşma şeklinde olduğu anlamında alınmamalıdır.<br />
Çünkü bazı türküler mani şeklinde de olabilir.<br />
Genel olarak bir türkü iki bölümden meydana<br />
gelir. Birinci bölümde bir türkünün asıl sözleri<br />
yer alır ve bu bölüme “bend” adı verilir. İkincisi<br />
32. Mustafa Hoşsu, Geleneksel Türk Halk Müziği<br />
Nazariyatı, İzmir, 1997, s.4 -7.<br />
ise, tekrarlanan kısımlardır ve her bendin sonunda<br />
tekrarlanan bu “nakarat” kısımlara da “kavuştak”<br />
denir. Öbür halk şiiri türleri gibi, türkünün<br />
de en büyük ve önemli ayırıcı özelliği ezgisinde<br />
görülmektedir.<br />
Koşma ve mani tipindeki bazı şiirler, ezgilerinin<br />
değişmesiyle türkü olmaktadırlar. Türkünün<br />
ayırıcı özelliği şeklinde değil, ezgi ve bestesindedir.<br />
Türkülerin tasnifi<br />
Türkülerin tasnifi konusu, Türk halk şiirinde ve<br />
müziğinde hâlâ hâlledilmemiş bir problem olarak<br />
durmaktadır. Bununla ilgili olarak Ahmet Talât<br />
Onay; “Halk şiirlerinde yalnız şekillerine ve nevilere<br />
göre yapılacak tasnifler noksan olur. Çünkü,<br />
teganniyi de gözden uzak tutmamalıdır.” [33] derken,<br />
Petrev Naili Boratav, “Halk türküleri, hem<br />
müziği, hem de şiiri alâkadar ettikleri için folklor<br />
tetkiklerinde hususi bir yer tutarlar. Onların iki<br />
sahaya ait bulunmaları, evvelâ hususi bir metotla<br />
incelenmelerini icap ettirir. Halk türküleri üzerinde<br />
çalışanlar, halk müziği kadar halk edebiyatını<br />
da göz önünde tuttukları takdirde izâhlarında<br />
muvaffak olabileceklerdir; aynı müdekkikin her<br />
iki sahada vukufu olmadığı takdirde kolektif bir<br />
çalışma zarureti hâsıl olacaktı.” [34] diyerek problemin<br />
halk biliminin daha çok edebiyat kısmı ile<br />
uğraşan bir uzmanın veya sadece halk müziği ile<br />
uğraşan bir uzmanın çözebileceğinden daha zor<br />
bir iş olduğunu belirtir ve bu noktada edebiyat<br />
alanından gelen uzman ve müzik alanından gelen<br />
uzmanın ortak bir çalışma yapmaları gerektiğini<br />
tavsiye eder.<br />
Bugüne kadar; gerek edebiyatçılar gerekse<br />
müzikologlar, kimi ortak noktada birleşen türkü<br />
tasnifi yapmışlardır. Biz, bu konuyu uzmanlarına<br />
bırakıp, Mehmet Özbek’in “Folklor ve Türkülerimiz”<br />
adlı eserinde yapmış olduğu tasnifi, bizim<br />
derlemiş olduğumuz türküler için de geçerli olduğu<br />
için burada aynen vermeyi uygun buluyoruz.<br />
Buna göre türküler üç ana başlık altında toplanmaktadır:<br />
33. Onay,8.<br />
34. Petrev Naili Boratav, Halk Türkülerine Dair Folklor<br />
ve Edebiyat – 2, 2.bas., 1991, s.337.<br />
89<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
I. Ezgilerine göre,<br />
II. Konularına göre,<br />
III. Yapılarına göre,<br />
Mehmet Özbek yapmış olduğu bu ana tasnifteki<br />
grupların her birini kendi içinde alt gruplara<br />
ayırarak ve her alt gruba örnekler vererek tasnifini<br />
şöyle sürdürür:<br />
I. Ezgilerine göre:<br />
Ezgide esas olan usul ve ritimdir. Bu bakımdan<br />
ezgilerine göre türküleri de ikiye ayırıyoruz:<br />
I.1. Usulsüz Olanlar:<br />
Bunlara uzun hava diyoruz. Uzun havaların da<br />
çeşitleri vardır: Bozlak, Hoyrat, Divan, Koşma,<br />
Kayabaşı, Maya, Çukurova, Garip, Kerem, Kesik<br />
Kerem, Aydos, Eğin, Müstezat, Türkmani gibi.<br />
Bu havalar ayrıca ağızlara göre de ayrılırlar: Urfa<br />
Ağzı, Kerkük Ağzı, Erzurum Ağzı, Acem Ağzı vb.<br />
I.2. Usullü Olanlar:<br />
Genellikle oyun havaları bu gruba girer. Bu<br />
ritimli, usulü türkülere Urfa’da “Kırık Hava”,<br />
Konya’da “Oturak” adı verilir. Kırık havalar bölgelere<br />
göre değişik adlar alırlar: Karadeniz’de<br />
“Horon” ve denizci türkülerine “Yalı Havası”,<br />
Harput yöresinde “Şıkıltım”, Ege’de “Zeybek”,<br />
Ordu, Giresun, Marmara ve Trakya’da “Karşılama”,<br />
Erzurum ve Kars yöresinde “Sümmani Ağzı”,<br />
Isparta ve Eğridir yöresinde “Dattiri” adı verilir.<br />
II. KONULARINA GÖRE:<br />
II.1. Lirik Türküler:<br />
İnsanî duyguların çok etkili ve coşkun bir şekilde<br />
anlatıldığı türküler bu gruba girer.<br />
II.1.1. Aşk, sevda türküleri.<br />
II.1.2. Gurbet türküleri (Ayrılık, asker, mapushane<br />
türküleri).<br />
II.1.3. Ağıtlar (ölüm, tabii afetler üzerine).<br />
II.1.4. Ninniler.<br />
II.2. Satirik Türküler:<br />
Kişiyi veya toplumu kınayan, yeren türküler<br />
bu gruba girer.<br />
II.2.1.Güldürücü türküler (mizahi türküler).<br />
II.2.2.Taşlamalar, ilenmeler.<br />
II.3. Olay Türküleri:<br />
Belli bir olaya dayanan türküler bu gruba girer.<br />
II.3.1. Tarihî türküler (destanlar, kahramanlık<br />
ve serhat türküleri).<br />
II.3.2. Eşkıya türküleri (derebeyi, cinayet türküleri).<br />
II.4. Tören ve Mevsim Türküleri:<br />
Belirli anlarda, söylenen türküler bu gruba girer.<br />
II.4.1. Kına, düğün, esvap giydirme töreni türküleri.<br />
II.4.2. İtikat ve mezhep törenleri türküleri.<br />
II.5. İş ve Meslek Türküleri:<br />
Çeşitli meslek kuruluşları için yakılmış türküler<br />
bu gruba girer.<br />
II.5.1. Esnaf türküleri.<br />
II.6. Pastoral Türküler:<br />
Çoban ve kır hayatını anlatan, tabiat güzelliklerini<br />
konu edinen türküler bu gruba girer.<br />
II.6.1. Tabiat türküleri.<br />
II.7. Didaktik Türküler:<br />
Dinleyene ders veren, bir şeyler öğreten türküler<br />
bu gruba girer.<br />
II.7.1. Öğretici türküler.<br />
II.8. Oyun Türküleri:<br />
II.8.1. Ritmik dans türküleri.<br />
II.8.2. Temsilî oyun türküleri.<br />
III. Yapılarına göre:<br />
III.1. Bentleri mani dörtlüklerden kurulu<br />
türküler:<br />
Anonim halk edebiyatında en yaygın olan<br />
şekildir. Her dörtlüğün kafiye şekli mani gibidir.<br />
Hecenin 7, 8’li kalıplarıyla yazılırlar.<br />
III.2. Bentleri iki mısralı türküler:<br />
Bunlar, bağlantı (kavuştak) mısraların eklenmesi<br />
ve bu mısraların sayısına göre de değişik şekillerde<br />
bulunur.<br />
III.3. Bentleri üç mısralı türküler:<br />
Bunlara da bağlantı (kavuştak) mısraları ekler<br />
ve bunların sayısına göre değişik şekiller arz ederler.<br />
III.4. Bentleri dört mısra olup, bağlantıları<br />
(kavuştakları) mısra sayısı olarak değişen türkü<br />
şekilleridir.<br />
III.5. Bağlantıları her mısradan sonra tekrar<br />
edilen türküler.<br />
III.6. Bağlantısı başta olan türküler.<br />
III.7. Her bentten sonra değişik kalıpta iki bağlantısı<br />
olan türküler.■<br />
90<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Bir süredir yürütmekte olduğum<br />
“kitapvitrin” sayfası sizlerden<br />
gelen olumlu-olumsuz eleştirilerle<br />
sürekli <strong>yeni</strong>lenerek sizlere<br />
hitap etmekte. Bize ulaşan<br />
kitapların çokluğu ve sayfa sayısının<br />
sınırlı olması nedeniyle<br />
tüm kitaplara yer verememekteyiz.<br />
“Bize Gelenler” alt başlığı<br />
altında mümkün mertebe bu<br />
kitapların isimlerini de zikredeceğiz.<br />
Kitapvitrin köşemizle<br />
ilgili olarak her türlü görüş ve<br />
düşünceleriniz için e-posta adresimiz<br />
kitapvitrin@gmail.com<br />
A. FARUK GÜLER<br />
Şair ve yazar kimliğiyle tanıdığımız ve<br />
Türkçeye gösterdiği hassasiyetle gönüllerde<br />
taht kuran Yavuz Bülent Bakiler’in Türk<br />
Edebiyatı Vakfı tarafından üç kitabı yayınlandı.<br />
Türk kültürüne verdiği önem ve milli, manevi<br />
değerleri ön plana alan çizgisiyle yıllardır sürdürmekte<br />
olduğu sanat yaşamında birbirinden<br />
değerli eserlere imza atan Yavuz Bülent Bakiler,<br />
“Elçibey” (2.Basım), “Muhsin Başkan” ve<br />
“Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” adlı<br />
üç eseriyle karşımızda.<br />
Elçibey (Azerbaycan’ın unutulmaz<br />
lideri)<br />
Yavuz Bülent Bakiler’in bu eseri Azerbaycan<br />
Sovyeti’nin son yirmi yılına etki etmiş bir lider<br />
ve onun görüşleri ışığında şekillenmiş düşünceleri<br />
anlatması bakımından önemli. Kitapta gerek<br />
Elçibey ile yapılan yüz yüze görüşmelere gerek<br />
Elçibey üzerine yapılan konuşmalara yer verilmesi<br />
esere bir belgesel havası katmakta.<br />
Elçibey’in yetişmesinde ve gelişmesinde<br />
etkili olan etmenlere de yer verilen kitap,<br />
lider portresinin nasıl ortaya çıktığını da göstermekte.<br />
Kitabın son bölümünde Eliçibey’in<br />
vefatından sonra Türk basınında çıkan yazılara<br />
yer verilmekte. Son bölümde yer alan bu yazılar<br />
birçok yazı arasından seçilerek bir kısmı buraya<br />
nakledilmiş. Bu yazılara nazar edilirse dikkatli bir<br />
seçimin yapıldığını görebiliriz. Kitap, Elçibey ve<br />
davasını bize tanıtmakta ve anlaşılır kılmakta.<br />
Elçibey (Azerbaycan’ın unutulmaz lideri), Yavuz<br />
Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,<br />
2.Baskı, İstanbul, 2009<br />
91<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Muhsin Başkan<br />
Yavuz Bülent Bakiler’in derlediği ikinci kitap<br />
olan “Muhsin Başkan” adlı eser, yakın dönem<br />
Türk siyasetinin etkin isimlerinden olan Muhsin<br />
Yazıcıoğlu’na bir vefa örneği. Kimilerine göre<br />
elim bir kaza sonucu, kimilerine göre de bir kurgu<br />
sonucu hayatını kaybeden Muhsin Yazıcıoğlu’nun<br />
yaşamını bütün yönleriyle anlatması bakımından<br />
önemli. Kitapla birlikte Muhsin Yazıcıoğlu’nun<br />
mücadelesi ve siyasi vizyonu işlendiği gibi yer<br />
yer küçük anekdotlarla kaygıları, umutları da verilmeye<br />
çalışılmış. Muhsin Başkan’ın elim helikopter<br />
kazası sonucu enkazı arama sırasında yazılan<br />
yazıların da yer aldığı kitapta hatıralar ağırlıklı<br />
olarak yer almakta. Muhsin Yazıcıoğlu’nun<br />
ebediyete uğurlanması sonrası bir saygı duruşu<br />
niteliğinde olan eser için Yavuz Bülent Bakiler<br />
büyük bir vefa örneği sergilemekte.<br />
Muhsin Başkan, Yavuz Bülent Bakiler, Türk<br />
Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2009<br />
Azerbaycan yüreğimde bir<br />
şahdamardır<br />
Eserin ithaf kısmında Karabağ’dan başlayarak<br />
Anadolu coğrafyasında devam eden vefat etmiş<br />
atalarının ruhlarına bir Fatiha okunmasını belirten<br />
yazar 1980 yılından itibaren Azerbaycan’a yaptığı<br />
seyahatler sonrası intibalarını kaleme almakta. 25<br />
yıllık bir özlemin vücut bulmuş hali olan eserde<br />
Azerbaycan’daki Türklerin acılarını, sevinçlerini,<br />
yaşadıkları dramları, çekilen zulümleri Yavuz<br />
Bülent’in eşsiz kaleminden okumak mümkün.<br />
Satır aralarında Azerbaycan’ın Türkiye’ye olan<br />
özlemi, beklentileri, hayal kırıklıklarının yanı sıra<br />
sosyalist rejimin kendi üzerlerinde kurduğu baskı<br />
ve şiddetin boyutlarını, yaşanan insanlık dramlarını<br />
da görmekteyiz. Azerbaycan’ı yüreğindeki<br />
bir şah damar kadar yakın gören yazar her Türk<br />
gencinin okuması gereken bir Azerbaycan resmi<br />
çizmekte.<br />
Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır,<br />
Yavuz Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,<br />
İstanbul 2009<br />
Sekizinci şehir<br />
İz Bırakanlar<br />
Bir şehrin iç dünyasına girebilmek, onun kültürel<br />
değerlerine nüfuz edebilmek ancak ve ancak<br />
o şehirde yaşayan insanları tanıma süreciyle gerçekleşebilir.<br />
Çünkü şehir, sadece betonarme yapılardan<br />
örülmüş bir sistem değildir. Nevval Çizgen,<br />
“Kent ve Kültür” adlı kitabında: “Yani kent anlamsız<br />
bir yığın değildir. Zaman boyutu üstünde<br />
tutunmuş bir organizmadır. Devinimdir. Hareket<br />
edebilen veya edemeyen her şeyin ortak devinimidir<br />
kent imgesi.” Şehri anlayabilmek, onu yorumlayabilmek<br />
için de o şehre damgasını vurmuş,<br />
adını kazımış kültür insanlarının ayak izlerini takip<br />
etmek gerekmektedir. Bu düşüncelerle yola<br />
çıkan Zekeriyya Bican, yazmış olduğu Sekizinci<br />
Şehir’in ikinci kitabı olan “İz Bırakanlar” alt başlıklı<br />
eserinde Elazığ’la adları özdeş olmuş, şehrin<br />
kültürel dokusuna nüfuz etmiş insanlarını anlatmayı,<br />
onları <strong>yeni</strong> nesillere aktarmayı kendisine<br />
vazife bilmiş.<br />
211 kişinin biyografilerine yer verildiği çalışmada<br />
yazar, isimleri belirlerken hangi kriterleri<br />
kıstas aldığına dair bir açıklama yapmamakta.<br />
Öznel bir değerlendirme neticesinde kişilerin<br />
92<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
elirlenmesi, Elazığ için yazarın gözüyle bir “İz<br />
Bırakanlar” listesi hazırlanmasına sebep olmuş.<br />
Ayrıca yer alan bazı isimlerin Elazığ’da ne derece<br />
iz bıraktığı da hayli sorgulanabilir nitelikte. Ancak<br />
bazı isimlere yer verilmemesi de ayrı bir soru işareti.<br />
Elazığ için hazırlanmış böylesi güzel bir kitabın<br />
daha titiz araştırmalar sonucunda isim tespiti<br />
yapılarak yazılmasını gönül arzu ederdi. Elazığ<br />
için “İz Bırakanlar” alt başlığını kullanan yazar,<br />
kişi seçimlerinde sadece Elazığ doğumluları değil<br />
uzun süre Elazığ’a hizmet etmiş insanları da<br />
değerlendirmekte. “Yazardan Birkaç Söz” bahsinde<br />
yazar keşke eseriyle ve isimlerin tespitiyle<br />
ilgili daha açıklayıcı bilgiler verseydi.<br />
Eserin başında “Harput ‘Kale Mahallesi’nde<br />
Bir Düğün Alayı” başlıklı hikâye ile başlayan<br />
yazar tarihi bir olayı kendi iç dünyasında<br />
kurgulayarak yorumlamakta. Prof. Dr. Esma<br />
Şimşek’in sunuş yazısında belirttiği üzere şahısların<br />
doğum tarihlerine göre bir tasnife gidilmesi<br />
Elazığ’ın son yüz yıl içindeki gelişim ve<br />
değişimini de göz önüne sermekte. Ancak eserin<br />
içinde bu söyleme aykırı bir sıralamanın da söz<br />
konusu olduğu görülmekte. Kişiler anlatılırken<br />
kuru bir anlatım tercih edilmemesi, şahısların<br />
yakın akrabalarının yazılarına yer verilmesi;<br />
eserlerden alıntılar yapılması, hatıralara yer verilmesi<br />
güzel düşünülmüş. Tarihe tanıklık eden<br />
fotoğraflara yer verilmesi ise içeriği zenginleştirmiş.<br />
Birtakım eksikliklerine rağmen gelecek nesillere<br />
bırakılacak başvuru eser konumunda olan<br />
Zekeriyya Bican’ın kaleme aldığı “Sekizinci Şehir<br />
İz Bırakanlar”, şehri şehir yapan Elazığ insanını<br />
anlatması bakımından güzel bir çalışma.<br />
Sekizinci Şehir ‘İz Bırakanlar’, Zekeriyya<br />
Bican, Örnek Ofset Matbaacılık, Elazığ 2009,<br />
Tel:0424 2121732<br />
Zamansız bahçeler<br />
Mustafa Miyasoğlu yalnızca şiir, hikâye ve roman<br />
gibi edebiyatın ana türlerinde eser vermiyor; deneme,<br />
inceleme ve biyografi gibi öteki türlerde de teklif<br />
tenkitlerini ortaya koyuyor. Bu kitaptaki yazılar, ülkemizin<br />
temel kültür ve edebiyat meseleleri üzerine<br />
kafa yoran bir sanatçının görüşlerini ve tespitlerini bir<br />
araya getiriyor.<br />
Zamansız Bahçeler, sosyal ve siyasi şartları da<br />
dikkate alan kültürel yazılardan oluşuyor. Bu yazılar,<br />
geçtiğimiz yüzyılın kültür hayatında herkesi ilgilendirdiği<br />
halde yeterli birikim ve sağduyulu bakış açılarıyla<br />
ele alınmadığı için, hâlâ vuzuha kavuşamayan<br />
hususları <strong>yeni</strong>den ele almaya çalışıyor. O yüzden de<br />
bu kitaptaki görüşlerin, elbette birer tesbit ve teklif<br />
olarak, her bakımdan tartışmaya açık ufuk arayışı gibi<br />
karşılanması beklenir.<br />
Sağlıklı bir kültür ve sanat hayatı oluşturmak<br />
yolunda, herkesten çok düşünür ve sanatçılara iş<br />
düştüğü ortadadır. Yerli bir bakış açısıyla tutarlı bir<br />
zihniyetin oluşması bizim için çok önemli. Zamansız<br />
Bahçeler’in yerli bir kültür hayatı oluşmasına katkısı<br />
bizi sevindirecektir.<br />
Zamansız Bahçeler, Mustafa Miyasoğlu, Konak<br />
Yayınları, İstanbul, Eylül 2009<br />
İsteme Adresi: Ticarethane Sok. Merkezefendi<br />
Mah. G/55. Sk. No: 6A. Zeytinburnu / İSTANBUL<br />
Tel: (0212) 638 18 51<br />
93<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
Mahatma Gandhi<br />
Emre Miyasoğlu tarafından tercüme edilen eser,<br />
“silahsız savaşçı”, “taçsız kral” gibi kavramlarla<br />
anılan Gandhi’nin farklı kimliği ve kişiliğinin<br />
üçüncü şahısların kaleminde yeterince yer bulamamıştır.<br />
Bu kitap, onun hayatının kendi kaleminden<br />
ele alındığı bir eser olması sebebiyle önemlidir.<br />
Emre Miyasoğlu, dünyaca tanınmış bu önemli ismin<br />
eserini Türkçeye çevirerek Gandhi ile zaman ve mekan<br />
ötesi bir bağ kurmakta.<br />
Mahatma Gandhi (Otobiyografi), Çev. Emre Miyasoğlu,<br />
Konak Yayınları, İstanbul 2009<br />
Ay düşleri<br />
Şair ve yazar İsmail Bingöl, şiirlerini “Ay<br />
Düşleri” adlı kitapta topladı. “Şair, çağının kültürünün<br />
etkisi altındadır ve zamana bağlıdır. Ancak<br />
yine de şairin baş ka başka çağlarda, başka<br />
başka biçimde yargılandığı çok gö rülmüştür.<br />
(…) Şairin var lığı, ancak estetik duyuşla sezilebilir.<br />
Bundan ötü rü de şair hiçbir zaman tam<br />
olarak tanıtılamaz, ona ancak işaret edilebilir.”<br />
diyor yazar.<br />
Şiir, sıradan insanların yaşantısı dışında yakalanan<br />
geniş bir âlemin; Yahya Kemal’in ses<br />
diye isimlendirdiği ‘estetik’le birleşmesinden<br />
doğar. Şair; bütün insanlardan ayrı bir dil konuşur;<br />
çünkü kendine bir keçi yolu bulmuştur o,<br />
orada yürümektedir. “Velhasıl, şairlik geniş bir<br />
evren ve dolgun bir yaşantı ister. Kılavuzu ise<br />
önce kendi gönlüdür şairin... ”<br />
Yirmi beş yıla yaklaşan bir zaman diliminde,<br />
yazının yanı sıra, değişik dergilerde şiirleri<br />
de yayımlanan İsmail Bingöl, uzun bir aradan<br />
sonra, şiirlerinin bir bölümünü, “Ay Düşleri”<br />
adını verdiği kitapta bir araya getirdi. Ares<br />
Yayınları tarafından basılan kitaptaki şiirler;<br />
yıllar içerisinde Kırağı, Akademi, Kalem<br />
ve Onur, Düşünce ve Sanatta Adım, Çizgi, Ay<br />
Vakti Türk Edebiyatı, Dergâh, Lika, Sühan,<br />
Mortaka, Beyazdoğu, Tarih Yolunda Erzurum,<br />
Erzurum Sevdası, <strong>Bizim</strong> Külliye, Az Edebiyat,<br />
Buruciye gibi değişik dergilerde; edebistan,<br />
dergibi, turkedebiyatı, turkuler, sanatalemi.<br />
net, ögretmenlersitesi, şiraze gibi edebiyat ve<br />
kültür sitelerinde yayımlandı.<br />
“Ay Düşleri”; deneme, şehir yazıları, röportaj<br />
tarzında yayına hazır başka eserleri de olan<br />
Bingöl’ün, daha önce yaşadığı şehirle ilgili<br />
olarak yazdığı portre ve denemelerini bir araya<br />
getirdiği “Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum”<br />
adlı kitabının ardından yayımladığı ikinci kitabı.<br />
Ay Düşleri, İsmail Bingöl, Ares Yayınları<br />
2009<br />
_______________________<br />
Bize gelenler<br />
Mücahit Koca’nın “Ebcedhan”, “Ermiş<br />
Sevinci”, “Alaturka Divan” ve “Kılıç ve<br />
Kelebek” adlı şiir kitapları ile yazar İmdat<br />
Avşar'ın "Çiğdemleri Solan Bozkır" adlı hikâye<br />
kitabı elimize ulaşmıştır. Bu kitaplar ile ilgili daha<br />
geniş bir değerlendirmeyi bir sonraki sayımızda<br />
okuyabilirsiniz.<br />
94<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
NAMIK YUSUF<br />
Bu sayımızda öncelikle Bestami Yazgan’ın<br />
Nar ve Gonca Yayınlarından <strong>yeni</strong> çıkan dört<br />
kitabını tanıtmaya çalışacağız.<br />
Yazar ve şair Bestami Yazgan’ın Nar Yayınlarından,<br />
Yağmur Kuşları isimli masal ve Gökkuşağı<br />
Sevinci isimli şiir kitabı; Gonca Yayınlarından da<br />
Hazinenin Şifresi ve Sıcak Ekmek Kokusu isimli<br />
hikâye kitapları çıktı. Ayrıca Erdem Yayınları, yazarın<br />
Güneşle Ay Duymasın isimli şiir kitabının ikinci<br />
baskısını yaptı.<br />
42. sayımızın bir diğer kitabı Ünver Oral’a ait<br />
Karagöz’den Hikâyeler:<br />
Karagözcü Amca Ünver ORAL, dolu dolu 15<br />
hikâye ve 145 sayfadan oluşan bir kitap yazmış çocuklarımız<br />
için. Okudukça Karagöz’ü analım ve<br />
Karagöz’ü yaşatalım diye.<br />
Kıymetini bilemediğimiz, köklerimizin kendisi<br />
olan bir çift kahramanı Karagöz ve Hacivat’ı yaşatmayı<br />
görev edinmiş Ünver ORAL. Çocuklarımızın<br />
büyük bir zevk ve heyecanla izlediği Karagöz’e <strong>yeni</strong><br />
oyunlar yazarak sahip çıkıyor. Zamana ve sahiplenmeye<br />
çalışanlara karşı. Bizden tek istediği ise onları<br />
okumak, okutturmak...<br />
Hikâyeler Karagözcü Amca Ünver Oral’dan, okumak<br />
çocuklardan… Yanağımızda sonsuz tebessümler<br />
vaat ediyor bu okumalar.<br />
Nar yayınları çocuklarımızı hiçbir zaman unutmayacak<br />
ve unutmadığını da bastığı <strong>yeni</strong> kitaplarla<br />
bize göstermekten de geri durmayacak.<br />
Yayınevimizin diğer yayınlarına gelince:<br />
Mehmet Nuri Yardım’a ait Yıldızlarla Uyumak romanı,<br />
Hasan Latif Sarıyüce’ye ait, Beyaz Kanatlı Kuş<br />
romanı ve yayınevinin kendisine ait 40 Hadis (İnsan<br />
İlişkileri Üzerine.)<br />
Yazgan Bestami; Gökkuşağı Sevinci, Nar Yay.<br />
İstanbul. 2009<br />
Yazgan Bestami; Yağmur Kuşları, Nar Yay. İstanbul.<br />
2009<br />
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769<br />
Yazgan Bestami; Hazinenin Şifresi, Gonca<br />
Yay. İstanbul. 2009<br />
Yazgan Bestami; Sıcak Ekmek Kokusu, Gonca<br />
Yay. İstanbul. 2009<br />
İsteme Adresi: Gonca Yay. Tel:(0216)3184288<br />
Oral Ünver, Karagöz’den Hikâyeler, Nar Yay.<br />
İstanbul. 2009<br />
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769<br />
Yardım Mehmet Nuri, Yıldızlarla Uyumak,<br />
Nar Yay. İstanbul. 2009<br />
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769<br />
Sarıyüce Hasan Latif, Beyaz Kanatlı Kuş, Nar<br />
Yay. İstanbul. 2009<br />
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769<br />
Nar Yayınları, 40 Hadis İnsan İlişkileri Üzerine<br />
( Esprili İllüstrasyon ve Fotoğraflarla), Nar Yay.<br />
İstanbul. 2009<br />
İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />
Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />
10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769■<br />
95<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10
96<br />
aralık-ocak-şubat<br />
2009-10