07.02.2015 Views

yeni türküler söyle - Bizim Kulliye Dergisi

yeni türküler söyle - Bizim Kulliye Dergisi

yeni türküler söyle - Bizim Kulliye Dergisi

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Muhterem Okurlar,<br />

Türküler, his ve fikir coğrafyamızın temsil kabiliyeti yüksek<br />

ezgileridir. Sözleri kimilerine göre basittir; ama samimi ama derunidir.<br />

Türkü, Türk’ün adım attığı her yerdedir. Çünkü ismi ile<br />

müsemma türkü, Türk’ü en iyi anlatan musikidir. Bir bakarsınız<br />

Azerbaycanlı, Kerküklüdür bir bakarsınız Rumelili, Kafkaslıdır…<br />

Elimizi ayağımızı yanımızda nasıl taşıyorsak ‘dilimiz’ olan<br />

türküleri de öyle taşırız. Ezgilerimiz işçi olup gurbete, asker olup<br />

cepheye, yaralanıp hastaneye, cürüm işleyip dama, sevdalanıp<br />

dile düşerler. Türküler damadımızın takısı, gelinimizin yüzgörümlüğüdür.<br />

Kısaca onlar bizim hayat ve hayal hikâyemizdirler.<br />

Her hâlimize denk düşen bir atasözümüz olduğu gibi<br />

her hâlimize denk düşen bir türkümüz de vardır. Bu anlamda<br />

türkülerin doğum yerleri vardır ama belli bir yurtları yoktur. “Kar<br />

mı yağmış şu Harput’un başına” türküsüne kulak kabartmak için<br />

Elazığlı, “Şen olasın Ürgüp dumanın gitmez” türküsüne eşlik etmek<br />

için de Nevşehirli olmak kayıt ve şartı yoktur.<br />

Ve duygu derinliği sağlayan şairlerimize de öyle… Şairlerimizin<br />

şiirlerini okurken Osmaniyeli, Kahramanmaraşlı, Yozgatlı<br />

olduklarını düşünmeye ne gerek, önemli olan tesirleri!<br />

Adnan Binyazar, Mehmet Özbek ve Fatih Kısaparmak’la yapılan<br />

röportajların her okurumuzun dikkatini çekeceğine ve bizleri<br />

türkülerimize daha bir perçinleyeceğine inanıyoruz.<br />

Yazarlarımızın isimleri, isimlerinin çağrışımları buraya sığmayacağından<br />

ilkin dergimizin “Bu sayıda” bölümüne bakmanızı<br />

sonra da hiçbir yazıyı atlamadan tümünü okumanızı rica<br />

ediyoruz.<br />

Her bir yazarımızın, türkülerimize bir başka pencere açarak<br />

bizleri bazen arındırıp ferahlandırdığını bazen hüznün kıyılarında<br />

bütün türkülere el uzattırdığını göreceksiniz. En evveli de bedeli<br />

binlerce kez ödenmiş hatırlamanın, anlamanın, inanmanın<br />

kolaylığını sezeceksiniz.<br />

43. sayımızın konusu “ev, sokak, mahalle”.<br />

Kendi muhitimizde buluşmak dileğiyle Allah’a emanet olunuz.<br />

<strong>Bizim</strong> Külliye


NAZIM PAYAM<br />

Türkü terbiyemiz,<br />

paylaşılamayanı,<br />

uyumsuzluğu<br />

meclisine kabul<br />

etmez, haz verdiğine,<br />

kendini yoklama,<br />

hatıraları dinleme<br />

fırsatı da verir. Bir<br />

insandan bir yörenin<br />

fotoğrafını çekebiliyor<br />

ve bunu en azından<br />

genelin bir kısmına<br />

aktarabiliyorsa türkü<br />

vardır.<br />

Suphi Saatçi ile dergimizin dosya<br />

konusunu konuşuyoruz; “isabetli”,<br />

diyor “türkü”ye ve ekliyor:<br />

“Ömrümü Kerkük’e adadım, fakat<br />

bir Kerkük türküsü kadar etkili olamadım.”<br />

Bu söz, bana Aytmatov’un Beyaz<br />

Gemi’sindeki Mümin Dede’nin<br />

ağzından aktarılan bir hikâyeyi hatırlattı:<br />

“Geçmiş zamanların birinde, bir han başka<br />

bir hanı tutsak almış. Bu han tutsağına:<br />

-Eğer istersen benim kölem olarak yanımda<br />

kalır, uzun zaman yaşayabilirsin. İstemezsen, en<br />

büyük arzunu yerine getirir, sonra da seni öldürürüm.”<br />

demiş.<br />

Tutsak Han düşünüp cevap vermiş:<br />

-Köle olarak yaşamak istemiyorum, beni öldür<br />

daha iyi. Ancak öldürmeden önce, benim vatanımdan<br />

herhangi bir çobanı buraya getirtmeni<br />

istiyorum.<br />

-Ne yapacaksın o çobanı<br />

- Ölmeden önce ondan bir türkü dinlemek<br />

istiyorum.”<br />

İlk anda serin bir esinti taşıdığı hissi ile sesi-<br />

3<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Türkünün yaşı yaşımız; yatağı, yatağımız; ağrısı, ağrımız;<br />

ezgisi, ezgimiz; dili, dilimiz; daha n’olsun!…<br />

ne kulak verdiğimiz türkü, sarıp sarmaladıkça,<br />

mevzusuna yüzlerce kitaptan daha tesirli muhabbet<br />

aşılamaz mı bize! Dağına, çeşmesine, ovasına,<br />

gülüne, güzeline türkü yaktığımız toprağın<br />

tasası almaz mı bizi! Gesi Bağları, Çanakkale<br />

içinde aynalı çarşı, Seferberlik ve Yemen türkülerini<br />

dinlediğimizde, “Akma Tuna akma ben bir<br />

dertliyim”i mırıldadığımızda kan akışımız değişiyorsa<br />

türkülerin omuzlayıp getirdiği olaylar,<br />

olayların ardında bıraktığı sessizlik hâlâ içimizde<br />

demektir. Bir toprağın türküsü varsa orası vatan<br />

olmuştur, dersem çok mu iri konuşmuş olurum<br />

Türküye meylimiz, yalnızca tarih zemininde<br />

kalanları ses anahtarıyla açmasından, olayların<br />

acısını, sancısını üstümüze sindirmesinden mi<br />

Hayır. Her çağı yaşama biçimimiz, dünyayı algılayışımız,<br />

yunmuş yıkanmış dilimiz onun sesiyle<br />

yankılanır. Şunca zamandır evlatlarımıza<br />

hayat mirasını türküyle devşirmiş, türküyle devretmişizdir.<br />

Babamın türküsü, anamın, dayımın,<br />

ağamın türküsü demekteki kastımız onların yaşama<br />

serüvenlerine işaretimizdir. Bizi anlamak,<br />

bizden bir haber almak isteyen türkümüze kulak<br />

versin.<br />

Hayatımızı oluşturan notalar türkümüzün<br />

icrası içindedir. Türkü terbiyemiz, paylaşılamayanı,<br />

uyumsuzluğu meclisine kabul etmez, haz<br />

verdiğine, kendini yoklama, hatıraları dinleme<br />

fırsatı da verir. Bir insandan bir yörenin fotoğrafını<br />

çekebiliyor ve bunu en azından genelin bir<br />

kısmına aktarabiliyorsa türkü vardır. Radyoların<br />

türkü saatlerinde analarımızın, ablalarımızın<br />

“bundan sonraki benim bahtıma” demesi, Ali<br />

Akbaş’ın “Kerem et Mükerrem, bir türkü söyle”<br />

ricası, Bayram Bilge Tokel’in Nida Tüfekçi öldüğünde<br />

“Türküler Nidasız Kaldı” diye hayıflanması,<br />

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun türkü dinlediğinde<br />

şairliğinden utanması bu paylaşımdan.<br />

Ne yasak ne teknoloji ne de modernlik bizi<br />

türküden koparır. Vazgeçemeyiz türküden. Çoklarımız,<br />

göbek kordonuyla bağlandığı türkünün<br />

depreştirmesiyle sesini gürleştirir ve bir anda hareketlenir.<br />

Kişi sevdalıysa, sevdaya adaysa<br />

“Aşkın odu ciğerimi<br />

Yaka geldi yaka gider<br />

Garip başım bu sevdayı<br />

Çeke geldi çeke gider”<br />

söyleyişine nasıl duyarsız kalsın! Terennüm<br />

edilen ile hayat ritmini çabucak kaynaştıran<br />

türkü, yaşanılanın kalp pınarlarından beslenir.<br />

Sosyal ıstırabımızı, iç çekişlerimizi, yılgınlığımızı,<br />

yiğidi kuru soğana muhtaç edeni, aşımıza<br />

ağı katan zalim feleği, çırpınan Karadeniz’i, yâre<br />

dokunmanın şaşkınlığını en berrak yüzüyle ifşa<br />

eden türkülerdir. "Bu türkü bana söyleniyor",<br />

"bu türkü beni anlatıyor", sahiplenmesiyle onaylanır<br />

türkülerimiz. Gerçeğimize imanı onun ruh<br />

hâlimizi sarsmasıyla tazeleriz.<br />

Türkü, yalan söylemez. Türküye yalanı biz<br />

söyletiriz. Onun yalanı insanımızın gerçeğinden<br />

kopması veya gerçeğini gizlemesidir. ‘İnandığı<br />

gibi yaşamayanlar, yaşadığına inanır’, uyduruk<br />

yaşantısından saman alevi gibi uyduruk türküler<br />

çıkarır. Sonrası herkesi herkese unutturan, insan<br />

sıcaklığından yoksun, sılayı da gurbeti de boşluğa<br />

iten renksiz, kokusuz, dipsiz mekanik sözler…<br />

Boş söz ağırlığındandır ki haslarımız Karacaoğlan,<br />

Emrah, Eşrefoğlu, Kerem Dede, Derviş<br />

Himmet benzeri ustaların bestelenmiş güftelerini<br />

duygu sofralarında eksik etmez, kendince dokunan<br />

sesimize bunların ölçüsüyle ilmek atarlar.<br />

Tanpınar, Yunus Emre’yi anlatırken parçadan<br />

bütüne yolculuğumuzu şu cümlelerle açar: “Biz<br />

sevdiğimiz nispette yalnızızdır. Yalnızlığımız<br />

nispetinde kâinatla birleşir, kucaklaşırız.”<br />

Divan şairinin gazelini saraydan bey konağına,<br />

köy odasına çekip türküleştiren, nice halk<br />

ozanının varsağını, ilahisini, koşmasını saray<br />

mensubunu imrendirecek gönle sevk eden, sonra<br />

içine gömülen bu yalnızlığımızın sesidir. Sesimizin<br />

öğüttüğü türkü, sultana da çobana da aynı<br />

kederi, aynı sevinci yaşatır.<br />

Türkünün yaşı yaşımız; yatağı, yatağımız;<br />

ağrısı, ağrımız; ezgisi, ezgimiz; dili, dilimiz;<br />

daha n’olsun!… ■<br />

4<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ADNAN BİNYAZAR<br />

ile halk kültürü üzerine<br />

“aydınlanma”, toplumların, kendi kültürlerini,<br />

tarihlerini, dillerini ortaya koyma sürecini<br />

başlatmıştır. <strong>Bizim</strong>, Cumhuriyetle<br />

başlattığımız kültürel arayışların temelinde<br />

bu yatıyor.<br />

TANER NAMLI<br />

Takdim<br />

Adnan Binyazar, 7 Mart 1934 tarihinde Diyarbakır’da<br />

doğdu. Ancak 14 yaşında başlayabildiği ilköğrenimi çeşitli<br />

illerde sürdürdü. Dicle Köy Enstitüsüne girerek eğitimini<br />

Gazi Eğitim Enstitüsünde sürdürdü. Türkiye’nin çeşitli<br />

öğretmen okullarında, Hacettepe Üniversitesi, Gazi Eğitim<br />

Enstitüsü, Devlet Konservatuarı, Basın Yayın Yüksek<br />

Okulu gibi birçok eğitim kurumunda ve Türk Tarih Kurumunda,<br />

Kültür Bakanlığında, Türk Dil Kurumunda görev<br />

yaptı. 1978 yılında Kültür Bakanlığı Tanıtma ve Yayımlar<br />

Dairesi Başkanlığına getirildi. 1981 yılında Berlin Eğitim<br />

Senatosu'nun çağrısı üzerine Berlin'e gitti, bu dönemde<br />

İncila Özhan'la birlikte altı ciltlik Türkçe/Dil ve Okuma<br />

Kitabı'nı (1.-2.) yazdı.<br />

Adnan Binyazar, Masalını Yitiren Dev adlı anıromanında<br />

yoksulluk içinde geçen çocukluk dönemini, Orhan<br />

Kemal Roman Armağanı'nı kazanan Ölümün Gölgesi<br />

Yok adlı kitabında bir sevda öyküsü anlattı.<br />

Eserlerinden bazıları; Ağıt Toplumu, Ay Bazen Mavidir,<br />

Ayna, Dede Korkut, Duyguların Anakarası, Halk Anlatıları,<br />

Kan Turalı, Masalını Yitiren Dev , On Beş Türk Masalı,<br />

Ozanlar/Yazarlar/Kitaplar, Ölümün Gölgesi Yok, Şairin<br />

Kedisi, Toplum ve Edebiyat, Yazma Öğretimi Yazma Sanatı,<br />

Toplum ve Edebiyat, Kültür ve Eğitim Sorunları, Yazmak<br />

Sanatı (Emin Özdemir'le), Cumhuriyet'in 50 Yılında Atatürk<br />

Yolunda 40 Yıl, Âşık Veysel, Yazın ve Bilim Dilimiz, (Metin<br />

Öztekin'le), Yazılı Anlatım Bilgileri (Emin Özdemir'le), Türk<br />

Dilinde 25 Ünlü Eser, Dedem Korkut/Vier attürkische Nomadensagan<br />

(Türkçe-Almanca), Yaralı Mahmut’tur.<br />

Halk anlatılarının zenginliği hakkında düşüncelerinizi<br />

almak istiyorum. Halk anlatılarını<br />

görkemli ve etkileyici kılan nedir Bu duyarlılığı<br />

nereden alıyorlar Örneğin okuma yazması<br />

olmayan bir adam nasıl olur da bu kadar etkileyici<br />

şeyler anlatabiliyor diye soruyoruz bazen<br />

kendimize. Onları söyleten nedir<br />

Halklar düşünsel ve duygusal etkileşimi anlatıyla<br />

sürdürürler. Düşünün ki, üç evli bir köyde<br />

bile sevgi vardır, nefret vardır, kin vardır, düşmanlık<br />

vardır... Bu duygular kendiliğinden doğmaz,<br />

halkların yüzlerce, binlerce yıllık duygu birikimlerinin<br />

sonucudur. Kimi halklar üç beş yüz,<br />

kimileri binlerce sözcükle anlaşabilirler, ama ortada<br />

bir “anlaşma” vardır; anlaşmanın olduğu her<br />

yerde anlatımsal bir gelişme de söz konusudur.<br />

Clive Bell, Uygarlık adlı yapıtında, uygarlığın<br />

nice gelişmiş ülkede yozlaştığını, ama en ilkel<br />

toplumun yaşayışında izlerini sürdürebileceğini<br />

savunur.<br />

Halk anlatılarının etkileyiciliği, anlatılanın<br />

herkesçe kolayca anlaşılmasından doğar. Örneğin,<br />

bir romanı herkesin tam anlaması olanaksızdır.<br />

Halk öyküleri ise nerdeyse anlama çabası<br />

gerektirmeyecek denli yalındır. Çünkü yüzyıllarca,<br />

anlatıla anlatıla artık dilsel öze, yalınlığa<br />

5<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Geçmişimiz, kişiliğimizin yapı taşlarıyla örülmüştür.<br />

Yaşamak, geçmişle yaşadığımız an arasında<br />

kurduğumuz duygu köprüsüyle anlam kazanıyor. Türkü<br />

bunu gerçekleştirir.<br />

ulaşmıştır.<br />

Kolay anlaşılırlık duyarlık etkileşimini sağlamada<br />

da etkindir. Okuma yazması yoktur, ama<br />

konuşması vardır. Halk anlatılarının çoğu da konuşma<br />

ürünüdür, iç sesin yazıya dönüşmemiş anlatımıdır.<br />

Kişinin duygu derinliğine varması ise, onun<br />

yaratıcı gücüyle ilgilidir. Bu güç çok kişide vardır.<br />

Yaratıcılığın sanatsallık kazanması, kişinin<br />

kendini o işe vermesiyle ilgilidir. Yaratım süreciyle<br />

beslenmiş halk birikimleri öylesine etkilidir ki,<br />

ortaokul öğrenimini bile tamamlayamamış bir Yaşar<br />

Kemal’den dünya çapında bir romancı çıkarır.<br />

Duygu gelişimi herkeste vardır. Sanatsallığa ancak<br />

duygunun yönlendirilmesiyle varılıyor. Böyle bir<br />

alan sağlanamadığı sürece, halkın birikimleri olduğu<br />

yerde durur. Ona evrensellik kazandırmak<br />

sanatçının işidir.<br />

Halk kültürünün sizin hayatınızdaki yerini<br />

nasıl yorumluyorsunuz<br />

Halk kültürü bende dinlemeyle başladı. Çocuktum.<br />

Öykü anlatanları can kulağıyla dinlerdim.<br />

Bizde, nerdeyse şimdi ölmekte olan bir gelenek<br />

vardı. Ablalar kardeşlerine, büyükler küçüklere<br />

masallar anlatırlardı. Erkekler, askerde ya da iş<br />

yaşamında edindikleri deneyimleri, ibret alınacak<br />

öykülerle besleyerek evde anlatırlardı. İnsanın gitgide<br />

birbirinden koptuğu bir dünyada, ne yazık ki<br />

korkunç bir kültürel ilişkisizliğe doğru sürükleniyoruz.<br />

Ben, halk kültürüyle beslenmemin izlerini<br />

yazarlığımın her aşamasında görebildiğimi sanıyorum.<br />

Halk, kendine ait kültür ürünleri yaratmayı<br />

bırakmış mıdır, yoksa bu süreklilik dipten bir<br />

akıntı olarak devam ediyor mu Bu soruya bağlı<br />

olarak halk anlatılarının modernizmle olan ilişkisini<br />

de değerlendirebilir misiniz<br />

Halklar, yaşadıkça, kültürel ürünler de var olacaktır.<br />

Ama üretilen, doğal olarak bin yıl öncekine<br />

benzemeyecektir. Hayat, yaşadığımız ortamı kendimize<br />

göre biçimleme sürecidir. On bin yıl sonra<br />

ne bu dağlar böyle kalacak ne ovalar ne sular...<br />

Sizin deyiminizle, “akıntı”yı durduracak bir güç<br />

yok. Ama akıntı, akacak yer bulabilecek mi Ben<br />

bir gün, insanlığın- eğer kendisi bir teknik adama<br />

dönüştürülmezse- içinde bunalmaya başladığı bu<br />

teknik dünyayı yıkmak için kendini başka güçlerle<br />

donatacağı kanısındayım.<br />

Avrupa sanatı gökten inmedi. İyi bir araştırma<br />

yapılırsa, en çağdaş sanatçı sayılan Picasso’nun<br />

bile halk birikimlerinin kaynağı olan geleneksel<br />

ürünlerden yararlandığı görülecektir. Bu vesileyle<br />

şunu da söyleyeyim, “aydınlanma”, toplumların,<br />

kendi kültürlerini, tarihlerini, dillerini ortaya<br />

koyma sürecini başlatmıştır. <strong>Bizim</strong>, Cumhuriyetle<br />

başlattığımız kültürel arayışların temelinde bu yatıyor.<br />

O günden bugüne, yazın, bilim ve çeviri dilimizdeki<br />

gelişmeleri göz önüne getirirsek, nereden<br />

nereye geldiğimiz daha iyi anlaşılacaktır.<br />

Sözü, halk anlatılarının belki de en etkileyici<br />

olanına getirmek istiyorum. Türkü deyince hangi<br />

çağrışımlar oluşuyor zihninizde Türküler ne<br />

anlatır size<br />

Sorunun içeriğinde de görüldüğü gibi, türkü<br />

çağrışımı yoğun bir sanat dalıdır; ezgiyi, iç düzeni,<br />

anlamı içinde barındırır. Türkü, toplumların sevincinin<br />

de üzüntüsünün de eleştirisinin de ürünüdür.<br />

Anlamsal yapının bütün özelliklerini özünde taşır.<br />

Türkü anlamlıdır, ama anlatmaz, duyumsatır. Ben<br />

kimi türküleri dinlerken bir anda bütün geçmişimin<br />

orta yerinde buluyorum kendimi. Geçmişimiz,<br />

kişiliğimizin yapı taşlarıyla örülmüştür. Yaşamak,<br />

geçmişle yaşadığımız an arasında kurduğumuz<br />

duygu köprüsüyle anlam kazanıyor. Türkü bunu<br />

gerçekleştirir. Biri şöyle bir bir mırıldanıversin, ya<br />

da TV’de, radyoda duyuverelim; “Ara ver dağlar<br />

dağlar ara ver, benim bu selamım götür yâra ver”<br />

6<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


dizesi neler duyumsatmaz bize...<br />

Türkülerin edebî değeri hakkında neler düşünüyorsunuz<br />

Halk anlatıları ya da türküler bizi sanatsallıklarıyla,<br />

edebiyat değeriyle etkiler. Türkü kimi zaman<br />

bizi edebiyatın doruklarına çıkarır. Örneğin, sıradanmış<br />

görünen,<br />

Çarşamba’yı sel aldı<br />

Bir yâr sevdim el aldı<br />

Keşke sevmez olaydım<br />

Elim koynumda kaldı<br />

dizelerindeki yalınlık, yoğun, anlam, iç düzen<br />

hangi şiirde vardır! Ya da,<br />

Yenice yolları bükülür gider<br />

Zülüf al gerdana dökülür gider<br />

Yiğidin başına bir hâl gelirse<br />

Ömrü arkasından sökülür gider<br />

dizelerinde geçen “zülfün al gerdana dökülmesi”,<br />

“ömrün arkasından sökülüp gitmesi” imgeleri edebiyat<br />

sanatının en güzel örneklerinden değil midir<br />

Halk kültürü araştırmalarının yeterli derecede<br />

ve nitelikte yapıldığını düşünüyor musunuz<br />

Düşünmüyorum. Halkı düşünmeyen hükümetlerin,<br />

halkın birikimlerine önem verip araştırma<br />

enstitüleri kuracağına inanmıyorum. Bu iş, devlete<br />

bağlı üretimsiz dairelerle ya da birtakım derneklerle<br />

yürütüldüğü sürece bir sonuca varılacağına<br />

inanmıyorum. Erzurum Üniversitesinde Halk Bilimi<br />

Bölümü vardı. Çok kısa sürede bu alana yönelik<br />

çok önemli araştırmalar yapılıp yayımlanmıştır.<br />

Ben, bu konuda özerk olan kurumlaşmaları savunuyorum.<br />

Yalnızca Türk Dil Kurumu ile Türk<br />

Tarih Kurumu öyle idi, onlar da Kenan Evren döneminde<br />

devlet dairesine dönüştürülmüştür. Bu<br />

yüzden, bu kurumlarda önemli araştırmalar yapılacağına,<br />

şimdi, kim kime yakınsa, onun uydurma<br />

çalışmalarını basmakla yetiniyor.<br />

YENİ TÜRKÜLER<br />

SÖYLE<br />

Dağlardan akıp gelen,<br />

Yürekten kopup gelen,<br />

Sevda semâlarında<br />

Dalga dalga yükselen<br />

Yeni türküler söyle.<br />

Vefâsız yâr üstüne,<br />

Nazlı nigâr üstüne,<br />

Başımda dönüp duran<br />

Efkâr efkâr üstüne<br />

Yeni türküler söyle.<br />

Muhabbetle süslenen,<br />

Can evime seslenen,<br />

Her seher ter ü taze<br />

Ümitlerle beslenen<br />

Yeni türküler söyle.<br />

Kurul gönül köşküne,<br />

Yârân dönsün şaşkına,<br />

Yanık yürekler için<br />

Haydi Allah aşkına<br />

Yeni türküler söyle.<br />

Göz yaşından süzülen,<br />

Ezgilere dizilen,<br />

Her esrârı sazımın<br />

Bir telinde çözülen<br />

Yeni türküler söyle.<br />

BESTAMİ YAZGAN<br />

Sohbetiniz için teşekkür ediyorum efendim…■<br />

7<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


HÜMÂ KUŞUMUZ<br />

Yine duman almış Palandöken’i<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

Türküler bağrımda bir gül dikeni<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

Yükseklerde öten hüma kuşumuz<br />

Issız gecelerde can yoldaşımız<br />

Sen söylerken göğe değer başımız<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

İşimiz yok bizim hasetle, kinle<br />

Gam, kasavet dağıt gür nefesinle<br />

Yüce endamınla yiğit sesinle<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

Dadaş göğümüze bir velvele sal<br />

Ruhu coştur, çürük aklı yele sal<br />

Birbirine girsin gerçekle masal<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

Bir şehir bilirim taşı kehribar<br />

Erkeği Köroğlu, kızları Nigâr<br />

Ey şahin bakışlı, edası kibar<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

Bir şehir bilirim iniş yokuştur<br />

Çifte minaresi nakış nakıştır<br />

Aşılmaz yolları borandır kıştır<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

Sen susarsan göğümüzü yas alır<br />

Pasinler’i duman alır, pus alır<br />

Türkülerle uzun yollar kısalır<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

Erenler yoldaşı Mehmet Çarmaşır<br />

Bize maveradan haberler taşır<br />

O söylerken bize susmak yaraşır<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

Kar erisin yaylalara göçülsün<br />

Yamaçlarda mor menevşe açılsın<br />

Ricâ et Râci’ye o da koşulsun<br />

Kerem et Mükerrem bir türkü söyle<br />

ALİ AKBAŞ<br />

8<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


TÜRKÜLER NİDA'SIZ KALDI<br />

Nida Tüfekçi'nin Aziz Hatırasına<br />

Çamlığın başına bir inece duman<br />

Gördükçe ağlardı gözü Nida'nın<br />

Ziya'nın acısı yüreğinde dağ<br />

Nasıl dayanırdı özü Nida'nın<br />

Baba oldu türkülerin merdine<br />

Acı çekti bir sürmeli derdine<br />

Şikayet gelmedi bir gün virdine<br />

İlkbahardı kışı, yazı Nida'nın<br />

Bir gün Kırşehir'de, bir gün Banaz'da<br />

Adım adım gezdi baharda, yazda<br />

Bizi üşütmedi karda, ayazda<br />

Yandıkça büyüdü közü Nida'nın<br />

Türküler Nida'sız onulmaz hasta<br />

Halaylar üzgündür, bozlaklar yasta<br />

Ankara'da, Kayseri'de, Sivas'ta<br />

Hürmetle edilir sözü Nida'nın<br />

Yeni Kalem ile yazı yazardı<br />

Aslı Akdağ'lıydı, gurbet gezerdi<br />

Türküleri duruşundan sezerdi<br />

Görünce ışırdı yüzü Nida'nın<br />

Bir ömür adadı samaha, bara<br />

Sadamızı yaydı dört bir diyara<br />

Türküler uğruna düştüğü nâra<br />

Çıra oldu yandı sazı Nida'nın<br />

Bu ses nerden gelir, kimdir, bilinmez<br />

Alır gider bizi gayri gelinmez<br />

Yüz asır geçse de yine silinmez<br />

Bozok Yaylasından izi Nida'nın<br />

BAYRAM BİLGE TOKEL<br />

9<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


NÂMIK AÇIKGÖZ*<br />

İmparatorluğun<br />

dört bir yanından ve<br />

hatta imparatorluk<br />

dışından gelen<br />

her ses, bu<br />

kahvehanelerde<br />

yankı bulmuş<br />

ve topluma mal<br />

olmuştur. Yöreden<br />

gelen söz ve<br />

ses, medeniyetin<br />

merkezinden<br />

yayılmanın getirdiği<br />

cazibe ile taşrada<br />

daha derin bir etki<br />

bırakarak süreklilik<br />

kazanmıştır.<br />

Türküler, tabiatları icabı yereldirler; coğrafyasıyla,<br />

insanıyla, ezgisiyle, ritmiyle<br />

yöreyi yansıtırlar fakat işledikleri konu, yakaladıkları<br />

tema ve yansıttıkları duygu evrenseldir.<br />

Onları sürekli hâle getiren de, bu büyüdür. Yani,<br />

yerel otantizmle evrensel duygu ve insani özellikleri<br />

sergilemeleri…<br />

Kitle iletişim araçlarının olmadığı, mesafelerin<br />

insafsız ve sadece kervanların vicdanına terk<br />

edildiği zamanlarda, türküler yörelerinin sınırlarını<br />

aşamamışlardır. Her türkünün çığlığı, kendi<br />

yöresinde yankılanmış, yüksek dağlar ve uzak<br />

mesafe engellerine çarpmıştır. Tekkeler, zaviyeler<br />

ve dergâhlarda söylenen ilahiler, ezgiler ve<br />

semahlar bu sınırları zorlamışlarsa fakat onlar da<br />

“cemaat sınırı”nı pek aşamamışlardır.<br />

Türkülerin mesafe sınırını zorlamaları, bugün<br />

beğenmediğimiz kahvehaneler vasıtasıyla<br />

gerçekleşmiştir. 16. yüzyılın ortasına kadar, sosyalleşme<br />

mekânı olarak sadece cami ve tekke ve<br />

dergâhların bulunduğu sosyal yapıda, ortak müzik,<br />

dinî ve tasavvufi merkezli gelişmiştir. Din<br />

dışı müzik, bireysel ve en çok da ortak sosyal<br />

alan olarak düğün veya benzeri törenlerde bir<br />

*Prof. Dr., Muğla Üniv. Fen-Edebiyat Fakültesi<br />

10<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Semai kahveleri,<br />

sınıf, dil ve<br />

kültür farklarının<br />

yaşanmadığı bir<br />

merkez olma özelliği<br />

de taşır ve bu özelliği<br />

ile geniş Osmanlı<br />

coğrafyasının müzik<br />

sentezinin yapıldığı<br />

mekânlardır.<br />

“Toplumsal<br />

kendiliğindenlik”<br />

diyebileceğimiz<br />

bir geniş kabul<br />

skalasında,<br />

imparatorluğun<br />

bütün dilleri ve<br />

bütün müzikleri icra<br />

edilmiştir.<br />

gelişme alanı bulmuştur. Tabii, bir de<br />

tezkire yazarı Latifî’nin 1546 yılında<br />

söylediği gibi, “Karacaoğlan türküleri<br />

ırlayan” halk şairlerinin dillerinde ve<br />

sazlarında…<br />

1555 yılında ilk kahvehanenin<br />

İstanbul’da açılmasıyla, Türk toplumu,<br />

meyhaneye alternatif olarak <strong>yeni</strong> bir<br />

sosyalleşme mekânına kavuşmuştur.<br />

Meyhanelerin yasak olması sebebiyle,<br />

hızlı bir yayılma imkânı bulan kahvehaneler,<br />

zaman zaman siyasi otoritenin<br />

baskılarıyla karşılaşsalar da, maşerî<br />

vicdanda çok çabuk yer etmiştir. İlki<br />

Tahtakale’de açılan kahvehaneler, şüphesiz<br />

derme çatma idi fakat İstanbul’un<br />

diğer semtlerine yayıldıkça, konforu<br />

artan ve kullanım amacı genişleyen kahvehaneler,<br />

sadece kahve içilen yerler olmaktan çıkmış,<br />

bir sosyalleşme mekânı olarak günlük hayatın bir<br />

parçası durumuna gelmişlerdir.<br />

Bazen meyhanelerde bazen konaklarda ve konak<br />

bahçelerinde bazen de eşribe (alkolsüz içecek)<br />

dükkânlarında bir araya gelen okur yazarlar,<br />

buralarda edebî kültürün gelişmesine de katkıda<br />

bulunmuşlardır. Mesela, bugün Saraçhane ile Fatih<br />

arasında kalan bölgede, Büyükkaraman Caddesi<br />

varmış ve bu caddede Sübûtî mahlaslı bir<br />

şairin eşribe dükkânı bulunmaktaymış. Şairler,<br />

genellikle bu dükkânda bir araya gelir, <strong>yeni</strong> söyledikleri<br />

gazellerini okuyup tartışırlarmış. Bunu,<br />

16. yüzyıldan kalma,<br />

Şuarâ mecma’ı, gazel kânı<br />

Karaman’da Sübûtî dükkânı<br />

beyitinden öğreniyoruz.<br />

Kahvehaneler, İstanbul halkına <strong>yeni</strong> bir sosyalleşme<br />

imkânı sağlarken, mutlaka şairlerin<br />

de uğrak yerleri olmuş, meyhane ve eşribe<br />

dükkânlarına alternatif olarak bir fonksiyon ifa<br />

etmiştir ki, bugüne kadar devam edegelen bir kurum<br />

olmuşlardır.<br />

İlk zamanlar divan şairlerinin de bir araya geldiği<br />

anlaşılan kahvehanelere, 18. ve 19. yüzyıllarda,<br />

halk şairlerinin de uğramaya başladıklarını<br />

görüyoruz. Böylece, bu mekânlar, şiirde iki gele-<br />

11<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Semai kahveleri, müziğin ve elbette ki türkülerin<br />

toplumsallaşmasında, en güçlü damar olarak, sosyal<br />

genetiğimizde çok önemli bir yer tutmuştur.<br />

neğin kesiştiği nokta olma özelliği taşımaya başlamışlardır.<br />

Birisi aydın geleneğine (kalem şairleri),<br />

diğeri de halk geleneği ve irfanına dayanan<br />

şiir (meydan şairleri) anlayışı, bu mekânlarda,<br />

ortak dil ve üslup geliştirmeye başlamışlardır.<br />

Gazellerin düz şiir olarak değil de, ezgili okunması,<br />

buralarda, müzik geleneğinin de yayılmasına<br />

vesile olduğu görülür. Öbür taraftan, halk şiiri<br />

geleneğinin de saz eşliğinde icra edilmesi, kahvehanelerin,<br />

aynı zamanda birer müzik mahfili<br />

olmasını doğurmuştur.<br />

İstanbul’un bir medeniyet merkezi ve sembolü<br />

olmasının yarattığı cazibe, Anadolu ve<br />

Balkanlar’da yaşayan halk şairlerini merkeze çekmiş<br />

ve geniş coğrafyanın şiir ve müzik kültürü,<br />

kahvehanelerde harmanlanmıştır. “Semai kahveleri”<br />

adıyla anılacak olan bu kahvehaneler, sözün<br />

ve sesin biriktiği, <strong>yeni</strong>den işlendiği ve tekrar topluma<br />

yayıldığı merkez olma özelliği kazanmışlardır.<br />

İmparatorluğun dört bir yanından ve hatta<br />

imparatorluk dışından gelen her ses, bu kahvehanelerde<br />

yankı bulmuş ve topluma mal olmuştur.<br />

Yöreden gelen söz ve ses, medeniyetin merkezinden<br />

yayılmanın getirdiği cazibe ile taşrada daha<br />

derin bir etki bırakarak süreklilik kazanmıştır.<br />

Bununla, “Her türkü İstanbul’a uğramıştır.” demiyoruz;<br />

İstanbul’a uğrayan ve <strong>yeni</strong>den şekillenerek<br />

taşraya yayılan şey, müzik kültürüdür. Bundan da<br />

en çok nasibini alan gelenek türkü geleneğidir. Bu<br />

gelenek ve bu zihniyet hâlâ devam etmekte, radyonun<br />

devreye girmesiyle İstanbul ile ortak merkez<br />

olma özelliği kazanan Ankara, resmî tavrıyla<br />

müzik yaratıcılığında, hiçbir zaman İstanbul’a alternatif<br />

olamamıştır. Arabeskten pop müziğe kadar<br />

<strong>yeni</strong> tür müziğin merkezi, hâlâ İstanbul’dur.<br />

Bunda, semai kahvelerinin büyük bir rolü vardır.<br />

Çünkü semai kahveleri, müziğin ve elbette ki<br />

türkülerin toplumsallaşmasında, en güçlü damar<br />

olarak, sosyal genetiğimizde çok önemli bir yer<br />

tutmuştur. Osman Cemal Kaygılı, “İstanbul’da<br />

Semai Kahveleri ve Meydan Şâirleri” adlı küçük<br />

çalışmasını, daha da geniş bir şekilde yazabilmiş<br />

ve buralarda yaşanan tartışmaları, <strong>yeni</strong>den şekillenmeleri<br />

yazarak bugüne daha da çok bilgi aktarabilmiş<br />

olsaydı, belki gelenek <strong>yeni</strong>den inşa edilirken<br />

çok daha sağlam temellere dayanabilecek,<br />

belki de ticari amaçlı gazinoların müziği yozlaşma<br />

gibi bir olumsuz devreyi hiç yaşamayacaktık.<br />

Semai kahveleri, sınıf, dil ve kültür farklarının<br />

yaşanmadığı bir merkez olma özelliği de<br />

taşır ve bu özelliği ile geniş Osmanlı coğrafyasının<br />

müzik sentezinin yapıldığı mekânlardır.<br />

“Toplumsal kendiliğindenlik” diyebileceğimiz<br />

bir geniş kabul skalasında, imparatorluğun bütün<br />

dilleri ve bütün müzikleri icra edilmiştir. Balkanlardan<br />

İran’a, Kırım’dan Kuzey Afrika’ya kadar<br />

tüm coğrafyanın müzik sesi, semai kahvelerinde<br />

yer bulabilmiştir. Başka kültürlerle etkileşime girerek<br />

daha da zenginleşen ve doğurganlık özelliği<br />

daha da artan müzik geleneği, ritm ve ahenk<br />

olarak da zenginleşmiştir. Rumca bir ezginini<br />

yanı sıra bir levendin getirdiği Cezayir türküsü;<br />

bir Azeri “mugam”ıyla bir zeybek havası, semai<br />

kahvelerinde beraberce icra edilerek birbirlerini<br />

etkilemişlerdir. Böylece, buralarda, imparatorluğun<br />

ses sınırları belirlenmiştir.<br />

Bütün bu tespitlerden sonra şunu söyleyebiliriz:<br />

Devletin “buyurma” yerine “imkân sağlama”<br />

ilkesiyle oluşan semai kahveleri, sivil bir oluşum<br />

olma özelliği ile toplumsal bir rahatlama alanı<br />

hâline gelmiştir. Müzikoloji açısından ise semai<br />

kahveleri, yöresel müzik kültürünün <strong>yeni</strong>den işlenip<br />

zenginleştirildiği mekânlar olmuşlardır. Bu<br />

işleme ve zenginleşmeden sonra, medeniyet merkezinin<br />

yüklediği cazibe ile başta türküler olmak<br />

üzere, popüler müzik, taşraya daha etkili bir şekilde<br />

yayılarak ses ve duygu ortaklığı oluşmasına<br />

katkıda bulunmuştur. Bu yüzden semai kahvelerine<br />

“türkülerin merkez üssü” demek mümkündür.■<br />

12<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


FIRAT KIZILTUĞ<br />

Kısaca “Halk Türküleri” başlığı altında toplanan,<br />

Halk musikisi numuneleri, uzmanlar<br />

tarafından sınıflandırılırken şu başlıklar altında toplanır:<br />

türkü (Türkî-Türk tarzında), varsağı, semai,<br />

koşma, nutuk, ilahî, semah, taşlama, kırık hava, (<br />

Azerbaycan’da şikeste), zeybek, bayatı, mani, hoyrat,<br />

geraylı, maya, karşılama, divan ( özellikle Urfa<br />

divanı ve Kerkük divanı) ve ilh.<br />

Halk sazları eşliğinde çalınıp okunan, hatta oynanan<br />

halk türküleri, millî makamlarımız ve usullerimizle<br />

ölçülerek bestelenmiş, hece vezniyle söylenmiş,<br />

besteleri anonim, güftelerinin pek azı bilinen<br />

şairlerin şiirlerinden meydana gelmiştir. Bu ürünlerin<br />

hemen tamamı, yoğunlaştırılıp özetlenmiş hikâye ve<br />

romandır. Bu, araştırılmamış ve üstünde durulmamış<br />

bir konudur. “Bizde roman yok” diye geçiştirilen ve<br />

edebî yoksunluk gibi görülen ve gösterilen düşünce<br />

tamamen yanlıştır. Halk türkülerimizi yaratanlar, efsanelerimizden<br />

başlayarak, destanlarımızı, tarihimizi,<br />

sosyal hayatımızı, hem de zamanın çok ilerisinde<br />

bir tutumla, saz eşliğinde, (kopuz, çeng, çöğür, ıklığ,<br />

yatugan, nefesli çalgılar… ) dile getirmişlerdir. Halk<br />

şiirinin yedili, sekizli, on birli, on dörtlü hece ölçüleriyle<br />

okunan bu türkülerin güfteleri, edebiyat tarihimizin<br />

en seçkin örnekleridir.<br />

Divanü Lügâti’t-Türk’te, Kaşgarlı Mahmud’un<br />

parçalar hâlinde kaydettiği Alper Tunga Sagusu’nun<br />

(ağıt) kopuz eşliğinde, bestesiyle okunduğundan<br />

eminim. Zamanımızın deyişiyle bu sagu, destani bir<br />

türküdür.<br />

Rumeli türküleri, halk musikimizin, dolayısıyla<br />

halk şiirimizin, kesinlikle yüksek tabaka tarafından<br />

söylenmiş ürünleridir. Köçekçelerimiz ve tavşancalarımız<br />

da bu gruba girer ki, bunları batının oratoryo ve<br />

kantatları ile mukayese etmek hiç de yanlış olmaz.<br />

“Yine de kaynadı coştu dağların taşı<br />

Akıttım gözümden kan ile yaşı<br />

Alınca şişhaneyi seğmenler başı<br />

Arpalıktı bize Urumelleri<br />

Şimdi mesken oldu servi köyleri”<br />

Garp Ocakları Şairleri veya Çöğür Şairleri olarak<br />

da nitelendirilen, Osmanlı donanmasındaki leventlerin<br />

çöğür eşliğinde söyledikleri türküler/şiirler<br />

bilhassa 16 ve 17. yüzyılların en güzel edebî örnekleridir<br />

aslında. Bunların ne yazık ki, nağmeleri kaybolmuştur.<br />

Armutlu ve Kul Mehmed en tanınmış denizci<br />

şairlerimizdir. Fuat Köprülü, Kul Mehmed’i “Saz<br />

Şâiri” olarak işlemiştir.<br />

“Siyah ebrûleri duruben çatma<br />

Gamzen oklarını âşıka atma<br />

Sana gönül verdim beni ağlatma<br />

Benim gözüm nûru gönlüm sürûru.<br />

Öğüttür verdiğim tut benim sözüm<br />

Severim demeğe tutmadı yüzüm<br />

Ah efendim benim a iki gözüm<br />

Benim gözüm nûru gönlüm sürûru”<br />

13<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Bu şiir, eski nağmesi bilinmediğinden, Lem’i Atlı<br />

tarafından nefis bir uşşak şarkı olarak bestelenmiştir.<br />

Kayıkçı Kul Mustafa’nın ‘Genç Osman’ şiiri, türkü<br />

olarak yediden yetmişe her Türkün bildiği, sevdiği,<br />

dinlediği bir türküdür. Makam bakımından da çok<br />

orijinaldir. Şiirin tamamı edebiyat antolojilerinde yer<br />

alır. IV. Sultan Murad’ın Bağdat seferinin -hadi batı<br />

tabiriyle söyleyelim- epopesidir. Edebiyatımızı etkilemesi<br />

açısından en güzel örneklerden biridir.<br />

“Sultan Murad eydür ben de göreyim<br />

Nasıl bir yiğitmiş ben de bileyim<br />

Vezirlik isterse üç tuğ vereyim<br />

Şehitlere serdâr oldu Genç Osman”<br />

Halk türküleri, Türkçeyi, en az iki bin yıldır günümüze<br />

taşıyan en önemli kaynaktır. Hatta günümüzde<br />

az kullanılan Türkçe kelimeler bile türkülerimizde<br />

hayatiyetlerini sürdürmektedir.<br />

Mehmet Özbek dostumuzun, henüz göremediğim<br />

“Halk Türküleri” ile ilgili sözlüğü, bu konuda ihmal<br />

edilmiş büyük bir boşluğu dolduracaktır. Kendisini<br />

yürekten kutlarım.<br />

Türkülerimizin güftelerinin türleri, aynı zamanda<br />

halk edebiyatı edebî türleri olarak değerlendirilmektedir.<br />

Hatta klasik şiirimize ve Türk musikisine bile<br />

bazı terimler isim olmuştur. Meselâ, semaî, divan,<br />

kalenderî, müstezat.<br />

Yeni Türk edebiyatı akımı döneminde, Ziya Gökalp,<br />

“Türkçülüğün Destanını” halk şiiri tarzında<br />

yazmıştır. Dolayısıyla halk Türkülerinin söz varlığını<br />

örnek almıştır.<br />

“Çocuktum ufacıktım<br />

Top oynadım acıktım<br />

Yerde buldum bir erik<br />

Kaptı bir alageyik<br />

Geyik kaçtı ormana<br />

Bindim bir akdoğana<br />

Doğan yolu şaşırdı<br />

Kafdağı’ndan aşırdı…”<br />

Bu dönemin en güçlü şairlerinden Rıza Tevfik,<br />

klasik edebiyatı ve Fransız edebiyatını çok iyi bilmesine<br />

rağmen, şiirlerini halk edebiyatı neşesiyle söylemiştir.<br />

Belki de halk türkülerinin edebiyatımızdaki<br />

tesiri konusunun en güzel numunelerini Rıza Tevfik<br />

vermiştir.<br />

Hastayım yalnızım seni yanımda<br />

Sanıp da bahtiyar ölmek isterim.<br />

Mahmûr u hülyâyım câm-ı lebinden<br />

Kanıp da bahtiyar ölmek isterim.<br />

Bir olmaz emelin düştüm peşine<br />

Vuruldum hüsnünün şen güneşine<br />

Güzel gözlerinin aşk ateşine<br />

Yanıp da bahtiyar ölmek isterim.<br />

Talihin kahrı var her hevesimde<br />

Boğulmuş figanlar titrer sesimde<br />

O güzel ismini son nefesimde<br />

Anıp da bahtiyar ölmek isterim.<br />

Necip Fazıl Kısakürek de halk edebiyatı ve halk<br />

türkülerinin et tırnak misali ayrı düşünülmesi mümkün<br />

olmayan tarzını benimsemiş, bir başka manasıyla<br />

hece vezninin ölçüleriyle ihtişamını dile getirmiştir.<br />

“Uyan yârim uyan söndü yıldızlar<br />

Gün karşı tepeden doğmak üzeredir.<br />

Her sabah güneşi seyreden kızlar<br />

Mahmur gözlerini oğmak üzeredir”<br />

Âşık Veysel bizim de zamanına yetiştiğimiz ve<br />

radyo veya plaklarıyla iç içe olduğumuz şahane bir<br />

örnektir. Cennetmekân şiirlerini sazı eşliğinde söylüyordu.<br />

Sazıyla okuduğu zaman, türkü, antolojilere<br />

veya kitaplara yazıldığı zaman halk şiiri olarak vasıflandırılan<br />

bu parçalar Türk edebiyatının pırlantalarıdır.<br />

Yine o dönemin lirik ve çok yazan şairi Orhan<br />

Seyfi Orhon, türkü / halk şiiri tarzının çok güzel örneklerini<br />

vermiştir. Şiirlerinin çoğu bestelenmiştir.<br />

Bu besteler, formatlarından dolayı şarkıdır. Ama güfte<br />

bakımından halk şiiridir. Dolayısı ile de türküdür.<br />

Pekâlâ, güçlü bir bağlama sanatkârı istese türkü şeklinde<br />

çalıp söyleyebilir.<br />

Halk hikâyelerimizde bir Kervankıran hikâyesi<br />

vardır. Anadolu’muzda sekiz tane Yıldız türküsü<br />

vardır. Erzurum, Sivas, Akdağmadeni, Tokat yöresindekiler<br />

en güzelleridir. Dildeste kitabımızda bu<br />

Yıldız türkülerinden birini işlemiştim. Eflatun Cem<br />

Güney’in de bu konuda çok güzel çalışmaları vardır.<br />

Türkülerimiz aynı zamanda birer senaryodur.<br />

Eğer açıklanırsa, eskilerin deyimiyle şerh edilirse,<br />

ciltler dolusu mevzu çıkar karşımıza. Halk türkülerinin<br />

her biri bir tez konusudur. Bu açıdan da değerlendirileceğinden<br />

eminim.■<br />

14<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


A. VAHAP AKBAŞ<br />

Bu tercih türkülerle,<br />

daha doğrusu<br />

türkülerdeki ruhla<br />

entelektüeller arasına<br />

mesafe koyarken bazı<br />

<strong>yeni</strong> nesil okumuşların<br />

da türkülere<br />

yabancılaşmasına<br />

sebep oldu. Solcu<br />

edebiyatçıların türkü<br />

sevdası, denebilir<br />

ki yalnızca türkünün<br />

kökünün halk<br />

içinde olmasından<br />

kaynaklandı. Onlar<br />

türküyü yalnızca bir<br />

propaganda aracı<br />

olarak gördüler.<br />

Pertev Naili Boratav, 1930’lu yılların sonlarında<br />

yayımladığı “Eğin Türkülerinin<br />

Başlıca Temleri” başlıklı incelemesinde, halk<br />

türküleri etrafında gerek halk edebiyatı gerek<br />

halk musikisi bakımından araştırmaların epey<br />

bir yekûn tuttuğunu ifade ettikten sonra bu<br />

anonim ürünlere ait bol malzeme yayımına ve<br />

teknik incelemelere mukabil, onların mevzuları,<br />

toplumla ilişkileri, sanat ve estetik bakımından<br />

kıymetleri, sosyal fonksiyonları üzerine yapılmış<br />

araştırma ve incelemelerin hiç mesabesinde<br />

kalmasından yakınır.<br />

Türküler, yalnızca ilmî araştırma yapanların<br />

değil, sanatkâr ve sosyologların da dikkatini<br />

çeksin istiyor Boratav. Çünkü ona göre “orijinal<br />

edebiyatını, şiirini, müziğini ve genel olarak sanatını<br />

arayan bir milletin sanatkârlarının halk<br />

edebiyatından alacakları birçok dersler vardır.”<br />

(Folklor ve Edebiyat I, İstanbul 1939).<br />

Sanatkârın halk edebiyatından, özellikle türkülerden<br />

ders alması kayda değer bir tespittir.<br />

Peki, geçen bunca zaman içinde gerekli dersler<br />

alınmış mıdır Alındığını, en azından yeterince<br />

alındığını söylemenin pek mümkün olmadığını<br />

düşünüyorum. Boratav’ın bahsettiği dersleri,<br />

15<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


“memleketçilik” rüzgârıyla<br />

kaleme alınmış az sayıdaki<br />

eserle ve şiirdeki bazı şeklî<br />

çabalarla sınırlı tutmamak<br />

kaydıyla tabii. Birer istisna<br />

olarak daha sonra destan<br />

ve türkülerden beslenerek<br />

anlatım sınırlarını belirginleştiren<br />

Yaşar Kemal ve bir<br />

bakıma türkülerin dillendirdiğini<br />

“<strong>yeni</strong> görüş, söyleyiş<br />

ve şekillerle işleyen”<br />

Cahit Külebi gibi yazarları,<br />

şairleri bir kenara bırakalım.<br />

Öyle anlaşılıyor ki<br />

Cumhuriyetin birinci, ikinci<br />

kuşak edebiyatçıları, bir<br />

folklor araştırmacısı olan<br />

Boratav’ın beklentilerinden<br />

çok halk şiirini horlayan,<br />

<strong>yeni</strong> edebiyatta halkla sanatçı<br />

arasında bir mesafe<br />

gözeten Nurullah Ataç’ın seçkinci görüşlerine kulak<br />

verdiler.<br />

Bu tercih türkülerle, daha doğrusu türkülerdeki<br />

ruhla entelektüeller arasına mesafe koyarken<br />

bazı <strong>yeni</strong> nesil okumuşların da türkülere yabancılaşmasına<br />

sebep oldu. Solcu edebiyatçıların türkü<br />

sevdası, denebilir ki yalnızca türkünün kökünün<br />

halk içinde olmasından kaynaklandı. Onlar türküyü<br />

yalnızca bir propaganda aracı olarak gördüler.<br />

Asla içindeki ruhu görmeye yanaşmadılar. Yanaşsalar<br />

türküdeki tohumun onların düşündüklerinden<br />

farklı köklü bir toplumu, bu toplumun duygu<br />

ve düşüncelerini, ifade özelliklerini taşıdığını göreceklerdi.<br />

Onun için onca “köy romanı”nı yazanlar,<br />

köyün ve köylünün derin ve gerçek sesi olan<br />

türkülerden mevzu, dil, anlatım ve benzeri bakımlardan<br />

yararlanarak çağdaş eserler çıkaramadılar.<br />

Türküdeki ruhu eserlerine taşıyamadılar.<br />

Daha çok klâsik musikiye tutkun olan, medeniyetimizin<br />

ifadesini en iyi şekilde burada bulduğuna<br />

inanan Yahya Kemal bile, türkülerin bizde<br />

roman işlevi gördüğünü<br />

ifade etmişti. Bu özdeşleştirme,<br />

türkü-insan ilişkisinin<br />

diriliğiyle, sıcaklığıyla<br />

açıklanabilir ancak.<br />

Muhtevalarındaki yoğunluktan<br />

ve insan üzerindeki<br />

tesirinden yola çıkarak,<br />

Tanpınar da romanımıza<br />

türkülerimizden hareket<br />

edilerek varılabileceğini düşünür.<br />

Beş Şehir’in Konya’yı<br />

anlatan sayfalarında türkülerimizden<br />

bahseden güzel<br />

bir bölüm var. Konya<br />

Lisesi’nde çalışırken, duyduğu<br />

İç Anadolu türkülerini<br />

anlatır. Dinlediği türkülerin<br />

kendisinde uyandırdığı<br />

çağrışımlardan, üzerinde<br />

bıraktığı tesirden bahseder<br />

ve “Anadolu’nun romanını<br />

yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden<br />

gitmelidirler.” der (Beş Şehir, İstanbul,1972).<br />

Yahya Kemal de Tanpınar da temleriyle evrensel,<br />

dil ve söyleyişleriyle ve taşıdıkları kültürel<br />

unsurlarla mahallî, millî olan türkülerin nasıl değerli<br />

bir hazine olduğunun bilincindedirler.<br />

Türkü-insan ilişkisinin diriliğinden, sıcaklığından<br />

söz ettik. Belki edebiyatçının türküden<br />

alacağı en büyük ders bu sıcaklığı, diriliği özümseyerek<br />

eserine içirmek olacak. Bu ilişkiyi ne güzel<br />

açıklıyor Fethi Gemuhluoğlu. Başka vesilelerle<br />

aktarmıştım. Buraya da alıyorum: “(Türkülerimizde)<br />

İnce, yüce, ulvi, afif taraflarıyla insan var.<br />

Hafif, çılgın, şehvetli ve avâre taraflarıyla insan<br />

var. Kırılan, küsen, kaçan, dışına kaçmak istedikçe<br />

kendi içine büzülen, küçük ilgiler bekleyen<br />

yönleriyle insan var.” ( …) Sonra kıskançlıklar<br />

var, takipler var, tecessüsler var. Sonra kan gelir.<br />

Kan gelir ama türkülerde kanı kanla yunmazlar<br />

da onun peşi sıra hemen dostluklar, nefsini feda<br />

etmeler, vefalar adak olmalar, cismini nezretmeler<br />

16<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Türkü, bir toplumu bütün unsurlarıyla kabuğunun içine<br />

alan bir nar gibidir. Kabuğu kırıldığında içinden kanlı<br />

canlı, muhteşem bir dünya çıkar. Edebiyatçı için bu<br />

dünya, bu dünyanın ruhu tükenmez kaynaklardan biridir.<br />

akın eder. Türkülerde aşklar var. Suretlerde aşk<br />

var. Siyretlerde aşk var. Tabiat ana var. Dört unsur<br />

var. Toprak, su, ateş ve havaya çıkmış namları.<br />

Sonra ilahi nizam var.” Dostluk Üzerine, İstanbul,<br />

1978).<br />

Türkülerdeki bunca zenginliği görebilmek ve<br />

gösterebilmek gerekir öncelikle… Bu da, edebiyat<br />

bağlamında, bilinçli, birikimli, gayretli araştırmacı<br />

ve denemecilerin üstlenmesi gereken bir görevdir.<br />

Ne yazık ki bu konuda da durum iç açıcı değil.<br />

“Şiir, hikâye ve romanlar yetkin kişilerce tahlil<br />

ediliyor da türküler neden edilmiyor” diye<br />

sormuşumdur hep kendime. Türküleri yalnızca<br />

hikâyeleriyle değil; dil ve anlatım özellikleriyle,<br />

estetik değeriyle, içerdiği motiflerle, uyandırdığı<br />

çağrışımlarla açıklayan yazılar okumayı ne kadar<br />

istiyorum. Mehmet Kaplan’ın, Yunus Emre’nin<br />

meşhur şathiyesindeki “Bir sinek bir kartalı<br />

kaldırdı vurdu yere / Yalan değil gerçektir bende<br />

gördüm tozunu” mısralarından hareketle yazdığı<br />

yazıyı hatırlıyorum. Öğrencileri tebessüm ettiren<br />

bu mısraların onların gündelik yaşantısından<br />

örneklerle yorumlanmasının nasıl ufuk açıcı bir<br />

rol oynadığını gördükten sonra benzer yazıların<br />

türkülerin ruhuna erişmemizde ne kadar etkili<br />

olabileciğini düşünmeye başladım.<br />

Yunus’un mısralarını andıran “Manda yuva<br />

yapmış söğüt dalına” türküsünün “yöresel kültür,<br />

dil, türkünün yapılış amacı” gibi kriterler gözetilerek<br />

açıklandığı bir tebliğ metni okumuştum.<br />

Açıklamayla başlangıçta absürd görünen olaylar<br />

ince bir hicve ve mecaza ağır basan gerçeğe<br />

dönüşüveriyor.<br />

Öğrencilik yıllarımda, Hüma Kuşu<br />

türküsündeki “Sen ağlama kirpiklerin ıslanır”<br />

mısraındaki anlam inceliğini, söyleyiş güzelliğini<br />

Fethi gemuhluoğlu sayesinde görmüştüm. “Ölüm<br />

Allah’ın emri, ayrılık olmasaydı” ya da “Yüzünde<br />

göz izi var, sana kim baktı yârim” mısralarındaki<br />

sadelikle, sanki sıradanlıkla örtülmüş muhteşem<br />

inceliği farkedebilecek bilince erişebilmem için<br />

de kılavuzlara ihtiyacım olmuştu.<br />

Bir internet sitesinde “Minareden at beni, in<br />

aşağı tut beni” türküsüyle ilgili yorumlar içimi<br />

acıttı. Muhtemelen çoğu genç olan yorumcular<br />

türküyü tiye almış, abuk sabuk şeyler söylemişti.<br />

Oysa “minareden at”manın, “aşağı inip tut”manın<br />

birer mecaz olduğundan yola çıkılsa belki bugün<br />

de sıkça karşılaştığımız insanî bir tablo çıkacak<br />

ortaya. Gemuhluoğlu “Türkülerde kıskançlıklar<br />

var, takipler var, tecessüsler var” demiyor muydu<br />

Kıskanan, öfkelenen, sevgisi öfkesine baskın<br />

çıktığı için hemen barışveren sevgilileri anlattığını<br />

düşünemez miyiz bu türkünün Böyle anlayabilseler,<br />

belki kendilerinin anlatıldığını düşünecek<br />

o gençler. Ayrıca aynı türküdeki “Esvap serdim<br />

sicime” sözlerinde ne güzel bir söyleyiş güzelliği<br />

var. Ve nasıl capcanlı bir resim canlandırabiliyor<br />

gözlerimizin önünde. Yine “Yâr üstüme yâr sevdi<br />

/ O gidiyor gücüme” mısraları ne kadar arı duru,<br />

ne kadar tabiî bir bir dille söylenmiş.<br />

Şüphesiz bu örnekler artırılabilir. Uzatmadan<br />

şöyle bağlayalım: Türkü, bir toplumu<br />

bütün unsurlarıyla kabuğunun içine alan bir nar<br />

gibidir. Kabuğu kırıldığında içinden kanlı canlı,<br />

muhteşem bir dünya çıkar. Edebiyatçı için bu<br />

dünya, bu dünyanın ruhu tükenmez kaynaklardan<br />

biridir. Onu keşfetmek ve doğru tanınmasına,<br />

anlaşılmasına yardımcı olmak da edebiyatçı için<br />

bir sorumluluktur.■<br />

17<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Milli kültürümüzün<br />

en vazgeçilmez unsurlarından<br />

biri, türkülere<br />

ve şarkılara dönüşen şiirlerimizdir.<br />

Bunu halk ve divan<br />

edebiyatı ustalarının dilinden alıp<br />

halkın diline ve gönlüne düşüren, onların<br />

hayatlarını ve hasretlerini bir roman derinliğine kavuşturan<br />

insanlara hayranlığımızla birlikte minnetlerimizi<br />

de ifade edelim. Çünkü dilimizin Adriyatik’ten<br />

Çin Seddi’ne kadar yayılışında bu seslerin ve sözlerin<br />

çok büyük etkisi olmuştur.<br />

Türküleri ve şarkılarıyla musikimiz hiçbir sınır<br />

tanımıyor. Bu bakımdan en önemli kültür taşıyıcılarımız<br />

durumundadır. Buna rağmen uzunca bir zaman,<br />

Osmanlı’nın son dönemlerinden beri yöneticilerimiz<br />

kendi öz musikimizin seslerine ve sözlerine bu milletin<br />

<strong>yeni</strong> nesillerini hasret bırakmışlardır. İlk ve orta<br />

öğretim derslerinde nasılsa hep Batı müziğini öğretirler;<br />

Türk musikisini gençlerimizin derneklerde ve liseden<br />

sonra gidilebilecek konservatuarlarda öğrenebilirler.<br />

Bunun ne kadar hazin bir şey olduğunu bilenler<br />

bile bir şey yapamaz.<br />

Tarih boyunca sevinçlerimizde, acılarımızda, fetihlerimizde,<br />

şölenlerimizde ve felâketlerimizde hep<br />

onlarla kendimizi ifade etmişizdir. Hem büyük şehirlerimizde,<br />

hem de Anadolu ve Rumeli’nin kasabalarında<br />

bu türküler söylenir şarkılar meşk edilirdi. O<br />

18<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


İspanya’dan 500 yıl önce Osmanlı topraklarına göç<br />

eden Safarat Yahudilerinin müziği gibi Ermeni ve Rum<br />

müzisyenleriyle bestecilerinin de Türk musikisi ile ilgileri<br />

akıl almaz boyutlardadır.<br />

yüzden Yahya Kemal “Şarkılarımız romanlarımızdı”<br />

derken, onun bakış açısıyla Anadolu<br />

şehirlerini ve kültürlerini değerlendiren A. H.<br />

Tanpınar “Anadolu’nun romanları türküleridir”<br />

demiştir.<br />

Bütün bunlara rağmen, türkülerimizle şarkılarımız<br />

üzerine çok az kitap yazılıp yayınlanır<br />

maalesef. Şifâhi kültürümüzün en köklü ve en<br />

yaygın ürünleri olan folklor ve halk edebiyatı<br />

verimleri yalnız Türkler arasında değil, birlikte<br />

yaşadığımız Hıristiyan ve Yahudiler de bu<br />

nağmelerden etkilenmişlerdir. İspanya’dan 500<br />

yıl önce Osmanlı topraklarına göç eden Safarat<br />

Yahudilerinin müziği gibi Ermeni ve Rum müzisyenleriyle<br />

bestecilerinin de Türk musikisi ile<br />

ilgileri akıl almaz boyutlardadır. Bunların gelişmesine<br />

ve icrasına yardımcı olduğu türkülerle<br />

şarkılarımız, onların çocuklarında da yaşıyor.<br />

Komşularımızla uluslar arası sınırları kaldıracak<br />

kadar güçlü bir iletişim aracına sahibiz;<br />

bugün Osmanlı tebaası olarak bir geçmişe sahip<br />

olan komşularımız bu musikiyi dinliyor. Üstelik<br />

bunun hiçbir desteğe de ihtiyacı yoktur.<br />

Mehmet Özbek’le Fırat Kızıltuğ gibi icracı<br />

olduğu kadar müziğimizle ilgili yazı ve kitaplarıyla<br />

da bir müzikolog olduğunu ortaya<br />

koyan Bayram Bilge Tokel’in rivayetine göre,<br />

Shakespeare’in sanırım musikimizin gücünü<br />

çok güzel anlatan şöyle bir sözü var: “Bir milletin<br />

türkülerini yapanlar, kanunların yapanlardan<br />

daha güçlüdürler.”<br />

Bayram Bilge dostumuz, Bağımıza Gazel<br />

Düştü (2002) adlı kitabında topladığı müzikle<br />

ilgili yazılarında, konulara tarihi ve kültürel<br />

bir perspektiften yaklaşır. Klasik Batı Müziği<br />

yanında Klasik Türk Müziği ile Türk Halk<br />

Müziği’ni de fevkalâde icra edebilen besteci Fırat<br />

Kızıltuğ’u da anmalıyız. Dildeste (2002) adlı<br />

kitabında meşhur şarkıların hikâyesini anlattığı<br />

musikimize nasıl yöneldiğini Bandodan Klasik<br />

Müziğe (2002) adlı kitabında hatıralarıyla ortaya<br />

koyar. Böyle şahsiyetleri yetiştiren kültür birikiminin<br />

büyük kütüphaneleri var.<br />

Türkülerimiz folklorun bir bölümü sayılmasından<br />

ötürü, müzikologların eserlerinden oluşan<br />

çok zengin bir kütüphaneye sahip değildir, o<br />

bakımdan önemli. Halkın kültürel zenginliğini<br />

yansıtan türkülerimizi halk edebiyatından ayrı<br />

inceleyen veya araştırma konusu yapan çok sayıda<br />

yazarımız yok maalesef. Mehmet Özbek<br />

bunların istisnası bir şahsiyettir.<br />

İcracı olduğu kadar müzikolog kimliğiyle de<br />

tanınan Mehmet Özbek’in Folklor ve Türkülerimiz<br />

(1975) adlı defalarca basılan ve kaynak kitap<br />

niteliği taşıyan eserinin ardından, Türkülerin<br />

Dili (2009) adlı çok kapsamlı kitabını yayınlaması<br />

çok önemli bir hizmet oldu. Has bir sanatçı<br />

olduğu kadar titiz bir araştırmacı ve derlemeci<br />

olan Mehmet Özbek’in bu ansiklopedik sözlüğü<br />

gerçekten çok büyük bir emek mahsulüdür.<br />

Kapaktaki şu cümle önemli: “Türkülerimizdeki<br />

sırları çözebilmek, o sıcak anlatımların tadına<br />

varabilmek, Türk dilinin anlatım gücündeki<br />

kudret ve zenginlikle ezginin oluşturduğu âhengi<br />

birlikte hissetmek, türkülerimizi derinlemesine<br />

anlamak ve kavramak için şarttır.”<br />

Bu sırrı anlayan şairimiz, ne zaman bir türkü<br />

duysam şairliğimden utanırım diyor. Bunu anlamayan<br />

aydınlarımız kadar politikacılarımızla<br />

yöneticilerimiz de var. Onların varlığı aslında<br />

klasiklerinden habersiz aydınların yabancılığını<br />

da ifade eder. Türkülerimizle şarkılarımızın bizi<br />

söylediğini yeterince anlayıp ona kulak verebilirsek,<br />

gerçekten tarih şuurunu da idrak etmiş<br />

oluruz. Bizi biz yapan kültürel değerlerin başında<br />

bu güzel sesler geliyor.<br />

Evet, büyük şair çok haklı: “Bâki kalan bu<br />

kubbede bir hoş seda imiş”…■<br />

19<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


SUAT BULUT<br />

Müziğinizi değiştirirseniz sitenin duvarları yıkılır.<br />

Eflatun<br />

Yazılı olarak kayda<br />

geçirilemeyen,<br />

olay, olgu ve<br />

problemlerin,<br />

Türkü formunda<br />

ve müzik<br />

eşliğinde,<br />

hafızada çok kolay<br />

ve en az kayıpla<br />

tutulabilmesi,<br />

Türkülerin bir<br />

müzik olgusu<br />

olmasının<br />

yanında, kolektif<br />

hafıza olmasını da<br />

sağlamaktadır.<br />

Giriş<br />

Müziğin, toplumlar için önemine açık ve net bir<br />

vurgu yaptığı açıkça görülen Eflatun’a ait yukarıdaki<br />

bu tespitin yerindeliği tartışma götürmez gerçektir.<br />

Müziğin elbette ki insan ruhu bakımından ifade ettiği<br />

değer hakkında oldukça fazla çalışma ve araştırma<br />

yapılmıştır. Müzik bireysel/ psikolojik olarak insanı<br />

etkileyen bir olgudur. Ancak sadece bu yönüyle müziği<br />

değerlendirmek konuya eksik bir yaklaşım olacaktır.<br />

Bu sebeple oldukça önemli bir sosyolojik olgu<br />

sayılması gereken müziğin iki yönü ile değerlendirilmesi<br />

mecburiyeti söz konusudur.<br />

Müziğin, insan ruhu ve iç dünyasında meydan<br />

getirmiş olduğu etkiler müspet niteliktedir. Müziğin<br />

bireysel etkisinin yanı sıra fiziki yapımız üzerinde de<br />

etkili olduğu hususu artık tartışma konusu bile değildir.<br />

Müziğin hormonların, DNA yapısının ve özellikle<br />

hücre protoplazmasının etkilediği son yapılan<br />

bilimsel çalışmalarla tespit edilmiştir.<br />

Bu tespitin bizi götürdüğü önemli sonuçlardan<br />

birisi ise hiçbir şekilde değişmez denilen DNA’nın<br />

müziğin niteliği ve çeşidine göre değişebilmesidir.<br />

(Bu değişim bir de bilgi sağlamaktadır.) İnsan ruhu<br />

ile fiziksel bedeni arasındaki bağlantı ya da etkileşimi<br />

hormonlar sağlamaktadır. İnsan vücudunun hormon<br />

20<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


sağlama mekanizması dikkate alındığında, müziğin<br />

insanın iç dünyasındaki etkilerinin hormonsal<br />

salgıları harekete geçirdiği ve söz konusu bağlantı<br />

sebebiyle insan fiziğinin de bu yönde etkileşime<br />

açık olduğu bilinmektedir. Dinlenilen veya icra<br />

edilen müziğin etkisi ve önemi kendiliğinden ortaya<br />

çıkmaktadır.<br />

Müziğin fert üzerinde meydana getirdiği bu<br />

ruhsal / fiziksel etkinin önemi daha geniş bir çalışmayı<br />

gerekli kılmaktadır. Ancak şurası bir gerçektir<br />

ki; günlük ve sıradan bir meşgale olarak değerlendirdiğimiz<br />

ve çoğu zaman “ eğlence “ amacıyla<br />

dinlediğimiz müziğin oldukça ciddiye alınması<br />

gerekmektedir.<br />

Ülkemiz özelinde, müziğin durumuna baktığımızda<br />

ise, tıpkı eğitim, ekonomi, siyaset ve benzeri<br />

pek çok alanda olduğu gibi bu konuda da olumlu<br />

ve ciddi şeyler söyleminin zorluğu ortadadır. Müziğin<br />

kitleleri nasıl etkilediğini gerek dünyada ve<br />

gerekse ülkemizde görmek mümkündür. Bugün<br />

dünya genelinde eğlence sektörünün en fazla istismar<br />

ettiği olgu müziktir.<br />

Oysa Doğu’da bundan yüzyıllar önce, bir başka<br />

ifadeyle Batının “Orta Çağ”ında Müslümanların<br />

kurmuş oldukları üniversitelerde (medreseler) müzik,<br />

matematik, optik ve geometri ile aynı kategoride<br />

kabul edilerek (Quadrivium=Dörtlü) bir bilim<br />

dalı olarak okutulmuştur. Nitekim bu çalışmaların<br />

sonuçlarından bir musiki aleti olan “kanun” Farabi<br />

tarafından icat edilmiştir.<br />

Doğru olan da zaten müziğin bir bilim olduğudur.<br />

Müziğin bir eğlence aracı olarak algılanması<br />

ve kullanılması, amacı dışında kullanılan her<br />

şey gibi, müziği de gerçek niteliği ve amacından<br />

saptırmış ve müzik bu hâliyle insana ve insanlığa<br />

vermesi mümkün olan katkı bir yana, tahrip edici<br />

bir boyuta taşınmıştır. İşte bu sebepten olsa gerek;<br />

“Musiki âlimin ilmini, cahilin cehlini arttırır.” denilmiştir.<br />

Müziğin Toplumsal Boyutu<br />

Müziğin ortak paydayı kavraması, “duygudaşlık”<br />

kavramında kendisini bulur. Bireysel niteliği<br />

ağır basan müzik “duygudaşlık” sürecinde kitleler<br />

arasında önemli bir asgari müşterek olarak karşımıza<br />

çıkar. Müşterek algının bir adım ilerisini<br />

teşkil eden duygudaşlık, insanların bir araya gelmesinde<br />

ve bu birlikteliğin devam ettirilmesinde<br />

önemli bir etken olduğu inkâr edilemez. Aynı müziği<br />

dinleyen insanların, aralarında bir yakınlık<br />

hissettiği, harcı âlem bir bilgi olmakla beraber,<br />

dinlenen müziğin insanın kişiliği, dünyaya bakışı<br />

ve algılayışı, ruh dünyası hakkında ciddi bir ölçü<br />

ya da veri olduğu unutulmamalıdır.<br />

Bu sebeple, müziğin, eğitimde ciddi bir mevki<br />

tuttuğu “zevklerin ve renklerin tartışılamayacağı”<br />

tezinin tutarlı bir yanının bulunmadığı gözden<br />

uzak tutulmamalı. Her türlü seviyesizliğin referansı<br />

ve meşrulaştırma gerekçesi olan bu söz popülist<br />

amaçlarla kullanılan ve “kitle kültürünü “ zımnen<br />

onaylayan bir içeriğe sahiptir.<br />

Müzik gündeminin en önemli konularında birisi<br />

de “tek sesli” ve “çok sesli” müzik tartışmasıdır.<br />

Bu çerçevede “ çok sesli “ müzik lehine bir ağılık<br />

taşıyan bu tartışma konusunun en önemli argümanlarında<br />

birisi ise, “ çok sesli” müziğin daha çağdaş<br />

olduğu yönündeki tutarsız değerlendirmedir. Oysa<br />

burada her iki yapıdaki müziğin kendi içinde değerli<br />

olduğu ve bu noktada yapılacak bir tercihin,<br />

tercih edilemeyen diğer tarzı dışlamamasıdır.<br />

Müziğin tek ya da çok sesliliği elbette ki bir<br />

algı, anlayış ve kültür meselesidir. Doğulu toplumlarda<br />

müziğin, eğitim ve terbiye süreci içinde yer<br />

alarak bilim olarak kabulünün, ortak bilinçaltında<br />

yer alması ve tek sesli müziğin “telkin” etkisinin<br />

çok sesliye göre baskın oluşu bu tarzın tercih edilmesini<br />

sağlamıştır.<br />

Doğu müziklerinde ve özellikle Türkülerde,<br />

söz ile müzik bir aradadır. Tabiatla iç içe olmanın<br />

ve kâinatın armonisi ile ahenk sağlamanın amaçlandığı<br />

Türkülerde, müzikal açıdan tabii seslerin<br />

arandığı çok açık görülmektedir. Türk çalgılarının<br />

hemen tamamında (bağlama, kaval, davul, tar<br />

gibi) seslerin tabiliği ve mekanik olmayışı dikkat<br />

çeker, mesela, Âşık Veysel’in çaldığı bağlama ile<br />

Mozart’ın eserlerindeki melodik paralelliği görmemek<br />

imkânsızdır.<br />

Konumuz, Eflatun’un sözü ile birlikte değerlendirildiğinde,<br />

toplumların dinlemiş oldukları<br />

müziğin niteliği ile toplumların niteliği hakkında<br />

ciddi ipuçları vardır. O h’alde toplumsal bir yapının<br />

analizinde, müziğin de, incelenmesi gereken<br />

bir araştırma sahası olacağından hareketle, Türk<br />

toplumu hakkında, “ Türkülerimizin “ değerlendirilmesi<br />

suretiyle önemli sonuçlara ulaşmamız<br />

mümkün görünmektedir.<br />

21<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Türk’ü Söyler Türküler<br />

Dünyada hiçbir milletinin, kendi adıyla andığı,<br />

bir müzik kategorisi bulunmamaktadır. Bir başka<br />

ifadeyle, pek çok milletin “halk şarkıları” olsa da<br />

bir millet adı olarak Türkü’de olduğu gibi bir adlandırma<br />

yoktur. “Türkü”, Türk isminden türetilmiş<br />

bir başka isimdir. Yani isimden (Türk), isim<br />

(Türkü) türetilmiştir. Bunun anlamı ise, Türklerin,<br />

Türkülerini müstakil bir varlık olarak kabul edip<br />

isimlendirmişlerdir. Oysa “ halk şarkısı “ tabiri<br />

genel ve anonim bir anlamı ifade etmektedir. Bu<br />

etimolojik ve filolojik tespit bile, Türk milletinin<br />

“Türküsüne” verdiği değeri ve ona yüklediği anlamı<br />

ifade ettiği gibi, Türkünün sadece, Türklere<br />

has ve ona ait olduğunun da bir göstergesidir.<br />

Bir müzik formu olarak Türküler pek çok çalışmaya<br />

konu edilmiş, ağız, yöre, tavır, makam gibi<br />

teknik boyutuyla incelenmiştir. Bu gerekli çalışmaların<br />

yanında yukarıda da ifade ettiğimiz gibi,<br />

Türkülerin sosyolojik yönünün ihmal edildiği bir<br />

gerçek ve önemli bir eksikliktir.<br />

Tarihî süreç içinde Türk tahayyül ve tasavvurunun<br />

somutlaşmış biçimleri olan Türküler,<br />

Türklerin kadim zamanlardan bu yana taşımakta<br />

oldukları dünya görüşü ve algısının günümüze taşımasında<br />

önemli bir fonksiyon icra etmişlerdir.<br />

Türklerin gerek İslamiyet öncesindeki Şamanist<br />

/ animistik inançları ve gerekse İslamiyet sonrasında<br />

da bu anlayışları devam ederek, eşyalara<br />

ve cansız varlıklara ruh izafe etmeleri, hayatı ve<br />

evreni algılamalarına da yansımış ve bu yansıma<br />

haliyle Türkülerde de kendini bulmuştur. Kâinatın<br />

devamlı hareket halinde olduğu, varlıkların karşılıklı<br />

etkileşimi Türklerin en önemli kozmolojik<br />

inançlarından birisidir.<br />

Algı paradigması içinde, kâinatın hiçbir yönü<br />

cansız ve statik değil hep dinamik bir etkileşim<br />

içindedir. Bu yaklaşımın Türkülerde oldukça fazla<br />

örneğine rastlamak mümkündür.<br />

Öyle ki, Türkler, türküler vasıtasıyla bazen bir<br />

dağla dertleşmiş, bazen engel gördüğü bir akarsuya<br />

beddua etmiş, bazen de taşlarla konuşulmuştur.<br />

Cansız varlıklara “ruh izafe etme” inancı Şamanist<br />

bir gelenek olmakla beraber, İslamiyete de<br />

uzak olmayan bir yaklaşımdır ve bu yaklaşım çok<br />

önemlidir.<br />

Bunun yanı sıra yapılan son bilimsel araştırmalar,<br />

-Kuantum Fiziği bağlamında- cansız varlıkların<br />

(ruhları olmasa bile) dinamik olduklarını,<br />

etkilenme ve etkileme niteliklerinin bulunduğunu<br />

göstermektedir. Türkülerin, Türklerin hayatında<br />

bu derece önemli yer tutmasının en önemli sebeplerinden<br />

birisi belki de tarihî süreç içinde, sözlü<br />

kültür geleneğinin baskın oluşudur.<br />

Yazılı olarak kayda geçirilemeyen, olay, olgu ve<br />

problemlerin, Türkü formunda ve müzik eşliğinde,<br />

hafızada çok kolay ve en az kayıpla tutulabilmesi,<br />

Türkülerin bir müzik olgusu olmasının yanında,<br />

kolektif hafıza olmasını da sağlamaktadır. Gerçekten<br />

de müzikle beraber belirli bir düzen de (şiir<br />

formunda ) anlatılan olguların, akılda kalıcılığı<br />

daha kolay olmaktadır. Sadece şiir formatında bir<br />

eseri aklıda tutmak ile müzik eşliğinde akılda tutmak<br />

arasında oldukça fark olduğu bireyse tecrübe<br />

ile anlaşılabilecek bir tespittir. Bu perspektif ile<br />

Türkülerin sosyolojik olarak incelenmesinin yeterli<br />

olarak yapılmadığı yukarıda ifade edilmişti.<br />

Türkülere, antik eserler gibi bakmanın ve incelemenin<br />

doğru bir tavır olmadığını, Türkiye’de<br />

türküler ve daha pek çok şey hakkında yapılan<br />

çalışmaların bu nitelikte olduğu ifade edilebilir.<br />

Çünkü türküler, güncel ve hayatın içindedirler ve<br />

tahminlerin çok ötesinde zengin, tarihî, sosyolojik,<br />

psikolojik, kozmolojik, politik, dinî vs. veriler<br />

taşımaktadırlar. Modernleşmeyle gelen toplumsal<br />

değişimler, türkü üretimini büyük oranda ortadan<br />

kaldırmaktadır. Bu tespit her ne kadar anonim<br />

türküler için daha fazla gerçeklik payı taşısa da,<br />

bestelenmiş olanlar, âşıklık geleneği kapsamındaki<br />

türkülerimiz için de bu zorluğu kabul etmek gerekir.<br />

Ancak bu “üretim krizinin” kısmen aşılmaya<br />

başlanmış olması sevindirici gelişmelerdendir.<br />

Türk toplumundaki hızlı şehirleşme elbette ki değişik<br />

algı biçimleri oluşturmakta ve bu algı kapsamında<br />

<strong>yeni</strong> ve bireysel çabalarla, türkü formunda<br />

değişik nitelikli çalışmalara rastlanmaktadır.<br />

Konu bakımından incelendiğinde türkülerin,<br />

hayatın her alanına dair yakıldığı, görülür. Aşk, ayrılık,<br />

ölüm, hasret gibi konuları içermekle beraber,<br />

ekonomik faaliyetler, mizahi ve toplumsal konular<br />

gibi hayatın tamamını kuşatan bir muhtevaya da<br />

sahiptirler. Bu yönüyle Türkler için “hayatı türküleştirmiş<br />

millet” denilebilir. Dolayısıyla, türkülerin<br />

sadece duygusal bir temele dayanmayıp, realist<br />

bir anlayışla “kendini ifade etme” formu olarak da<br />

kullanıldığı görülmektir. ■<br />

22<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


NECATİ KANTER<br />

Bize uymazdı, ne münkir, ne de nankördü Dono<br />

Çuval omzunda gezer, alnı açık hürdü Dono<br />

H. D.<br />

dono<br />

O bir divanedir. Divanelerin<br />

bir başka yönü de ibnü’l-vakt<br />

oluşlarıdır. Onlar için gelecek<br />

ve geçmiş yoktur. Anı yaşarlar.<br />

Yaratıcı ile bir ve beraberdirler.<br />

Aralarında rint olanları da vardır.<br />

Şehrimizin en renkli en temiz delisiydi Donobet.<br />

Temizliği kendi üstüne başına değildi<br />

elbet. Bedenine cismine hiç değildi. Sanki<br />

aylarca su değmemişti eline yüzüne. Etrafınaydı,<br />

şehrine ve şehrinin cadde ve sokaklarınaydı<br />

onun temizliği. Çevre dostuydu. Görevini hiç<br />

aksatmayan iyi bir temizlik işçisi gibi cadde ve<br />

sokaklarda çöp toplar, “akşama pişmiş fasulya…<br />

ye ha, ye ha, ye!...” der, bir yandan da küfürler<br />

savurur gezerdi.<br />

Müslüman kimdir, Hristiyan kimdir, Türk,<br />

Ermeni, Süryani nedir bilmez, bilse de ayırım<br />

yapmazdı. Ne kilise ne havra ne de cami ilgilendirirdi<br />

onu. Ellinde uzun saplı bir süpürge, sırtında<br />

çuval, kendi işine bakardı Dono.<br />

Kâh odun parçası toplar, kâh arar çuval, çivi,<br />

çöp<br />

Fahri bir çöpçü olup şehre çok iş gördü<br />

Dono<br />

23<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Sıska ve uzun boyluydu. Bakışları sabit, gözleri<br />

donuk yeşil… Eğlencelere katılır, düğünleri<br />

kaçırmazdı. Çiftetelli oynarken halk bir yandan<br />

kahkahalar atar bir yandan da tempo tutardı. Düğünlerin<br />

olmazsa olmazı idi. Olur da o gün düğünde<br />

bulunmazsa mutlaka birileri gider, bulup<br />

getirirdi.<br />

Müslümanlara yakınlığı nedeni ile kendisini<br />

cuma namazına davet eden birine:<br />

“Efendi, efendi!... Senin gibi sakallı, keşiş bir<br />

dedem vardı; o da kiliseye davet ederdi beni!...<br />

Benim Allah’ım ne kilisede ne de camide… Hadi<br />

oğlum, hadi herkes işine yallaa!...”<br />

Attı hep minneti omzundaki çuvala<br />

Para indinde pul etmez, o ne bonkördü Dono<br />

Ağalığın beyliğin ardınca o hiç gam yemezdi<br />

Gezdi keyfince, sokaklarda ömür sürdü Dono<br />

“Akşama pişti fasulya, ye ha, ye ha” diyerek<br />

Bize iç derdimizin zehrini öksürdü Dono<br />

Akrabalarının çoğu, İstanbul, Paris, Fransa ve<br />

Amerika’da yaşardı. Tehcir Kanunu ile iyice azalan<br />

gayrimüslimlerin sayısı kala kala ancak beş<br />

altı hane Ermeni, bir o kadar da Süryani... En tanınanı<br />

ve en sevileni de Dono ve ailesiydi.<br />

O yıl “kara kış”ın dondurucu soğuklarında<br />

şehrin cadde ve sokaklarında görünmeyince halk<br />

onu özlüyor, “Yahu bu aralar Dono görünmüyor.<br />

Öldü möldü mü” deyip sorup soruşturuyorlardı.<br />

Sokaklarda o olmasa da veletler Dono’nun meşhur<br />

türküsünü koro hâlinde söylüyorlar, taklidini<br />

yapıp kendi aralarında şakalaşıyorlardı.<br />

“Akşama pişmiş fasulyaa… ye ha, ye ha<br />

yee!...”<br />

Kış boyunca çıkmadı Dono.<br />

Tek katlı evinin sokağa bakan penceresinin<br />

önünde oturur, güzeller güzeli Hayganuş’un saksılara<br />

diktiği çiçekleri sular, onlarla sohbet eder,<br />

gideni geleni gözler, bazen de odasının camını<br />

açar, o meşhur türküsünü mahallenin çocukları<br />

ile söylemekle yetinirdi.<br />

Böyle geçti bir kış.<br />

Mart ayının ortalarıydı. 14 Mart Paskalya<br />

Bayramı. Hz. İsa’nın dirilişini dile getiren bir<br />

bayram. Günlerden pazardı. Dono’nun ailesi papazın<br />

yönetimi altında dinî törenlerini ifa etmeye<br />

gittiler. Tabi, Dono evdedir, hastadır ve bir başınadır.<br />

Umurunda bile değildir bayram. Her gün<br />

bayramdır onun için. Ama ihtiyarlık bükmüştür<br />

belini.<br />

Pırıl pırıldı hane halkının elbiseleri.<br />

Ermeni komşularımız tabi ki o gün neşeliydi.<br />

Allah’tan tek dilekleri yağmurun yağması idi.<br />

Onun için istavroz çıkarıp dua ediyorlardı. Mahallenin<br />

bitirimleri bayramlık elbiseler içinde<br />

Hayganuş’u görebilmenin heyecanını yaşamak<br />

için pusudalar.<br />

Donobet’in yakın akrabası olan Kirkon usta<br />

iyi bir duvar ustası. <strong>Bizim</strong> evin yapımında çalışırken<br />

ara sıra sohbet ederdik onunla. O söylemişti:<br />

“Paskalya Bayramlarında haşladığımız kızıl yumurtaların<br />

kabuklarını kapımızın önüne bırakırız,<br />

Yağmur yağar da bu kabukları yağmur suları<br />

alır götürürse günahlarımızı da götürmüş olur.<br />

Böylece ettiğimiz dualarımız da Mesih Babamız<br />

tarafından kabul olur.”<br />

Hava bulutluydu ama o gün yağmur yağmadı.<br />

Dono’nun küçük oğlu Haygas, elindeki küçük<br />

bakır bir tepsi içine itina ile yerleştirilen paskalya<br />

çöreklerini ve kızıl yumurtaları Müslüman komşularına<br />

kapı kapı dağıtırken çocuğun yürüyüşü<br />

bile değişirdi. Havalı mı havalı… Biz Müslümanların<br />

Şeker ve Kurban Bayramlarında ikram ettiğimiz<br />

tatlıların, şekerlerin ve kurban etlerinin<br />

karşılığını ödüyormuş gibi bir rahatlık içinde ve<br />

gururlu.<br />

Bir torunu vardı Dono’nun. Mahallenin güzeli.<br />

Hayganuş’tu adı. On yedisindeydi… Kız Meslek<br />

Lisesinde okuyordu. Gözleri mavi, saçları sarı…<br />

Fettan… Biraz da fingirdek…<br />

O günlerde çok sevilerek söylenen, romanlara,<br />

öykülere konu olan bir Harput türküsü gençlerimizin<br />

dilinden düşmezdi. Hayganuş eşikten daha<br />

adımını atar atmaz gençlerden biri ya da bir çocuk<br />

korosu başlardı.<br />

Ahçiği yolladım Urum iline<br />

Eser bad-ı saba zülfün teline<br />

Gel seni götürem İslam iline<br />

24<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Bu bir aşk öyküsü… Sevda ve ayrılık türküsü...<br />

Harput’un Ebu Tahir Mahallesi’nde<br />

Dabaklar’ın Mustafa ile Şehroz Mahallesi’nden<br />

Ermeni Nişan’ın kızı Ahçik’’in sevdalarını anlatan<br />

hazin bir türkü.<br />

Harput’un “Şüşnaz” köyünde bir düğünde<br />

görmüştü onu Mustafa…<br />

Ortalığın bozuk olduğu yıllar...<br />

Osmanlı savaşta...<br />

Karşısında yedi düvel!...<br />

Ülke üzerine kara bulutların çöktüğü, zor zamanların<br />

yaşandığı günler…<br />

Savaşla birlikte etnik sancılar da başlamıştır.<br />

Ermeniler ayakta...<br />

Arada din farkı...<br />

Üstüne üstlük bir de Ermeni işbirlikçilerin çıkardığı<br />

“Yeprad” adlı gazetenin tahrik edici yayın<br />

ve baskısı…<br />

Ve umudun umutsuzluğa dönüştüğü bir aşk…<br />

Mustafa ile güzeller güzeli Ahçik, Harput ulemasının<br />

ve Ermeni tebaasının katı tutumu nedeniyle<br />

bir türlü kavuşamazlar. Tehcir Kanunu ile<br />

yöreyi terk ederken akıtamadığı gözyaşlarının<br />

alev damlaları Ahçik’in içini yakar… Çökmüş<br />

omuzları ve melül bakışlarıyla kaybetmişliğin<br />

yoğun hüznünü, aşkını, sevdiklerini, en kötüsü<br />

de daha seveceklerini bırakmış olmanın acısını<br />

yaşar.<br />

Omzunun üzerinden bakıp sımsıkı kapattığı<br />

dudakları arasından kendi kendine konuşur Ahçik:<br />

-Neden<br />

Mustafa’nın akıtamadığı gözyaşları bu soruya<br />

yine aynı soru ile karşılık verir:<br />

-Neden<br />

Bu hazin aşk öyküsü türkü olur, dillerde dolaşır,<br />

gönüllere yerleşir.<br />

Vardım kiliseye baktım haçına<br />

Gönlümü bağladım sırma saçına<br />

Gel seni götürem İslam içine<br />

Hayganuş cilvelenirdi bu türküyü duyunca.<br />

Gözlerini süzer, sarı saçlarını bir kısrak gibi arkaya<br />

doğru savurur, ama kimseye de pas vermezdi.<br />

Dono’nun uzaktan akrabası olduğu söylenirdi<br />

‘Ahçik’. Ondan mıdır bilinmez, Hayganuş’un<br />

yengesi Maran’ın bu türküyü Ermeni ağzı ile söylediği<br />

o güzel sesini duyardık bazı geceler. Hâlâ<br />

kulağımda onun sesinin yumuşaklığı, sıcaklığı<br />

ve yüreğime ılık bir su gibi akışı… Bugün bile<br />

ürperiyorum, hüzünlenip anılarda geziniyorum o<br />

sesi anımsadıkça. Dinlediğim her müzikte, duyduğum<br />

her seste <strong>yeni</strong>den yaşıyorum o anı...<br />

Vardım kiliseye haç suda döner<br />

Dinimden dönersem el beni kınar<br />

Mustafa bu aşka nice bir yanar<br />

Öyle yanık söylerdi ki güzel gelin Maran,<br />

kim bilir o da bir zamanlar belki Harputlu bir<br />

Gakkoş’u sevmişti. Kürsübaşı gecelerinde, düğünlerde,<br />

özel eğlence günlerinde hep bu sevda<br />

anlatılır, bu türkü okunurdu.<br />

Ahçik’i yolladım Urum eline<br />

Eser bad-ı saba zülfün teline<br />

Gel seni götürem İslam iline<br />

Yine o dumanlı günlerde Tıpkı Erzurum’da<br />

yaşanan ve dilden dile dolaşan Erzurum delikanlısı<br />

bir Dadaşla sarışın bir Ermeni kızının ferman<br />

dinlemeyen, gönüllerde şahlanan sevdalarını anlatan;<br />

Türkiye’de, Ermenistan’da ve Türkî Cumhuriyetlerde<br />

söylenen, hüzünlü, acıklı, “Erzurum<br />

çarşı pazar” dizeleri ile başlayan “Sarı Gelin”<br />

türküsü gibi.<br />

Ahçik !...<br />

Başımı sevdaya salan o Ahçik<br />

Aman o Ahçik civan o Ahçik<br />

Dono o gün keyifsizdi. “Mart kapıdan baktırır<br />

kazma kürek yaktırır.” diye geçirdi içinden. Takır<br />

takır vuruyordu dişleri. Büyük gelini Pulo’nun<br />

dediğine göre üç ayı geçkin bir süredir konuşmuyormuş…<br />

“Oğullarıma haber salın görmek istiyorum.”<br />

Günlerce dilinden düşürmemiş oğullarının<br />

adlarını. Amerika nereee... Türkiye nere!...<br />

Bu isteği yerine getirilmeyince ağzı kilitlenmiş.<br />

Dono, dut yemiş bülbül!...<br />

Kapının ardındaki uzun saplı süpürgesine<br />

baktı, sokakların çerçöpünü düşündü. Acı bir tebessümle<br />

gölgelendi ihtiyar yüzü. Boynunu bü-<br />

25<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


küp saatlerce kımıltısız oturdu çıtır çıtır yanıp<br />

nar gibi kızaran saç sobanın yanındaki çiçekli<br />

minderin üzerinde. Ne dağlardan şehre kadar<br />

inen nevruz kokusunu ne de bahçelerde açan badem<br />

çiçeklerinin güzelliğini görebilmişti bu yıl.<br />

İstemeyerek kafese girmiş kolu kanadı kırık garip<br />

bir kuşa benzetti kendini. “Kör olası bu romatizma<br />

illeti yok mu... “Ah çekti Dono, vah<br />

çekti, sonra gençlik hayalleri ile baş başa kaldı...<br />

Ne yapsındı Artık yaş da kemale ermiş, iyice takatten<br />

düşmüştü. Ama bu bayram gibi günde hiç<br />

olmazsa mahallenin sokaklarını, hele hele kapılarının<br />

önünü süpürememek onu daha da üzüyor,<br />

kahrediyordu. Ayağa kalkacak hâlde değildi ki...<br />

Kalkmak için yekindi, olmadı… Ellerini açıp çaresizliğini<br />

savarcasına boşlukta salladı. “Gözü<br />

çıksın şu ihtiyarlığın da; özlemin de hastalığın<br />

da!” diye mırıldandı. Ayağındaki terliği çıkarıp<br />

yanı başında mırıl mırıl uyuyan zavallı kediciğin<br />

sırtına indirdi.<br />

Bayram ayin’inden erken dönmüştü güzel torun<br />

Hayganuş.<br />

Mahallenin <strong>yeni</strong>yetmeleri Ahçik türküsünün<br />

nakaratı ile karşıladı onu.<br />

Başımı sevdaya salan o Ahçik<br />

Aman o Ahçik civan o Ahçik<br />

Kaçamak bir bakışın ardından tek katlı kerpiç<br />

evlerinin demir kapısına vurdu anahtarı, daha<br />

içeri girer girmez sokağa fırladı Hayganuş. Ellerini<br />

dizlerine vurdu, saçını başını yoldu, bir yandan<br />

da avaz avaz bağırdı.<br />

“Ölüooor!... dedem, dedem ölüor!... yetişin!...<br />

akrep soktu, akrep soktuuu!... can çekişior!... Ölüoor!<br />

Gittiii… Donobet dedem gitti!...”<br />

Aradan çok bir zaman geçmemişti ki, sökün<br />

etti akrabaları. Bir kızıl kıyamettir, bir velveledir<br />

koptu mahallede. Ermenice Türkçe ağıtlar, ağlamalar<br />

sızlanmalar!...<br />

Pek karanlıkta kalıp, bağrı yanık öldü yazık<br />

Ne akarsu ne de bolca bir ışık gördü Dono<br />

O gün akşama doğru kilisede bir cenaze töreni<br />

yapıp alelacele eve getirdiler Dono’yu. Bir<br />

gün sonra da sabahın erken saatlerinde “Şahinkaya”<br />

köyündeki aile mezarlıklarına götürülürken<br />

kızları ve yakınları arkasından ağlayıp<br />

gözyaşları döktüler. Acı ağıtları, feryatları, iniltileri,<br />

ahları vahları, taaa Gazi Caddesi’nde, hatta<br />

“Beşkardeşler”de duyuldu.<br />

Ben de gittim Dono’nun cenazesine. Bu gidişim<br />

biraz komşuluk hakkı biraz da meraktandı.<br />

Uzaktan da olsa papazın duasını, istavroz çıkarışını<br />

ve Donobet’in nasıl gömüldüğünü ilgi ile<br />

izlerken buruk bir tebessümün ardından nedense<br />

onun o meşhur tekerlemesi döküldü dudaklarımın<br />

arasından:<br />

Akşama pişmiş fasulya, ye ha ye ha ye!<br />

Papazın elinde “Kitabı Mukaddes” benim damarlarımda<br />

gezinen kâfir şeytan!...<br />

Hayganuş geldi aklıma… Hayganuş’un dudaklarındaki<br />

gülümseme, hafiften kaşlarını çatarak<br />

süzgün tavrıyla nazlanarak fettan bakışları ve iri<br />

yeşil gözlerinin önüne dökülen lepiska saçları…<br />

Gecenin bir vaktinde evimizin eyvanına çıkıp ay<br />

ışığında başımı avuçlarımın arasına alıp Maran<br />

Gelin’in o kadife gibi yumuşak sesinden Ahçik<br />

türküsünün öyküsüne dalışım, hayaller ülkesinde<br />

gezişim…<br />

Toprağın bol olsun Dono!...<br />

Dışı gayetle pisti amma, içi ak pakdı onun<br />

Şorşor’un çağlayanında temiz gürdü Dono<br />

Sebeb-i mevtin acep, yoksa odun kıtlığı mı<br />

Seni işletmelerin kahrı mı öldürdü Dono<br />

Caddeler sokaklar çöpten, pislikten geçilmez<br />

oldu. Günlerce Dono’yu aradı gözler.<br />

Sordular:<br />

Hasta mıydı<br />

Dediler öldü, yazık, ah dedik vah dedik<br />

Bizi bu kez bırakıp gitti o beybah dedik.<br />

Kahbe dünyada o bir mert idi mürd oldu<br />

İnan et, bizlere birdenbire dert oldu Dono* ■<br />

__________<br />

* Şiir, Haydar Duman<br />

26<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


MEHMET NURİ YARDIM<br />

Her şeyi bir tarafa bırakıp çocuklarımıza, eskimeyen<br />

güzelliklerimizin barınağı halk türkülerimizi<br />

işaret etmeli, onları okutmalıyız. Erdemli<br />

olmayı, karşı fikre tahammülü, sevgiyi, hürmeti, vefayı<br />

öğretmeliyiz. Güzel ülkemizin, Türkiye’mizin<br />

muhtelif bölgelerine ait birbirinden nefis türküleri<br />

vardır. Büyük milletimin yüksek medeniyetinden<br />

damıtılan hikmetli mısralar, yüreklere çöreklenen<br />

kasaveti darmadağın eder. Sevgiyi kaybedenlere<br />

inat sevdanın evrenine girmek gerek. “Gel ha gönül<br />

havalanma / Engin ol gönül engin ol.” Bu iki mısra<br />

dahi bütün bir hayat anlayışımızı, felsefemizi, dünya<br />

görüşümüzü özetlemeye yeter. ‘Havalanmak’tan<br />

niçin geri durmalı, niçin ‘engin ol’malı, neden mütevazı<br />

durmalıyız Muhabbet sahibi olmanın hikmeti<br />

nedir<br />

Türküler bilgi dağarcığımızı zenginleştirir, duygularımızı<br />

zarifleştirir, âsâbımızı düzeltir, bizi geniş<br />

ufuklara doğru çağırır. Masmavi bir gökyüzünde<br />

kanatlanırız. Sonra Tatyan havalarını duyarız. Güldesteler<br />

gelir: “Yiğit olur doğru söyler hile kalmaz<br />

sözüne / Yetmiş iki nur yağıyor sevdiğimiz yüzüne /<br />

Der Ömer müptelayım hem gaşınan gözüne / Hazreti<br />

Yakub’un oğlu Yusuf-u Kenan gelir.”<br />

Anadolu bir türkü tarlasıdır. Uzun havalar da<br />

bizimdir, bozlaklar da. Uçsuz bucaksız türküler derlenir<br />

memleketimden. Açın bakın kitapları ki yüreğimizdeki<br />

yangınları görün: “Uzun olur gemilerin<br />

direği / Yanık olur âşıkların yüreği / Ne sen gelin<br />

oldun ne ben güveyi” Yüreği yanık olanların gözlerinden<br />

sevgi ışır her yana. Onlar yaratılışın manasını<br />

kavrayanlardır. Muhabbetin, insanın özü olduğunu<br />

bilenlerdir.<br />

Halk şairlerini okuyun. Kul Himmet’ten çıkın<br />

Emrah’la Erciş’e varın, Köroğlu’ndan başlayın<br />

Seyrani’ye gelin, Dadaloğlu’ndan yürüyüp Âşık<br />

Veysel’e ulaşın. Karacaoğlan, sevgisini yitirenlere<br />

asırlar ötesinden bakın nasıl sesleniyor: “Dinle sana<br />

bir nasihat edeyim / Hatırdan gönülden geçici olma<br />

/ Yiğidin başına bir iş gelirse / Onu yâd ellere açıcı<br />

olma / Mecliste ârif ol kelâmı dinle / El iki söylerse<br />

sen birin söyle / Elinden geldikçe sen eylik eyle / Hatıra<br />

dokunup yıkıcı olma”<br />

Türküler, kültürümüzün en canlı, kimliğimizin<br />

en belirgin parçalarıdır. Geçmişin yaşanmışlıklarını<br />

türkülerde görür, kendimizi âdeta bir aynada seyrederiz.<br />

Çünkü neşemizi, hüznümüzü, kederimizi,<br />

sevincimizi, acımızı, mutluluğumuzu kısacası bütün<br />

duygularımızı bu metinlerde buluruz. Bazen bir<br />

aşkı anlatır bazen bir savaşı. Kimi zaman bir ailenin<br />

dramını dile getirmişlerdir ya da bir sosyal yarayı...<br />

Ama sevdalar, sevgiler ağırlıktadır türkülerde. Temaları<br />

ne olursa olsun mutlaka bizim maceramızı<br />

dillendirmiştir bu ezgili şiirler. Yüzyıllardan süzülüp<br />

günümüze ulaşan bu güzel eserleri dinleyip de<br />

coşkuya kapılmayan veya hüzünlenmeyen bir Türk<br />

27<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


düşünebilir misiniz Türküler genellikle herkesin<br />

rahatlıkla anlayabileceği ortak, sade ve doğal dille,<br />

hece vezni ile söylenmiş, yazılmıştır.<br />

Birçok bölgemizin, pek çok şehrimizin veya beldemizin<br />

birbirinden anlamlı ve güzel türküsü vardır.<br />

Her geçen gün <strong>yeni</strong> türküler derlenmekte ve geçmişten<br />

günümüze sağlam bir kültür ve folklor köprüsü<br />

kurulmaya çalışılmaktadır. Türküler geçmişin izlerini<br />

bugüne taşıyan birer hâtıra defteri gibidir. Veya<br />

zaman tünelinden günümüze aktarılan birer günlük…<br />

Bir milletin seyir defteri de diyebiliriz bu acı<br />

tatlı türkülere.<br />

Türkülerde sadece aşk-sevda duygularını mı dillendirilir<br />

Ne münasebet! Onlar bizim inancımızın,<br />

dünya görüşümüzün, ahlâk anlayışımızın, gelenek<br />

göreneklerimizin, kısacası kültür ve medeniyetimizin<br />

de birer canlı vesikasıdır. Atalarımızın neye<br />

ağlayıp neye güldüğünü anlatırlar bize. Ne zaman<br />

hüzünlere kapıldıklarını anlarız yanık bir türküye<br />

kulak verince.<br />

Türküler isimsiz kahramanların eserleridir genelde.<br />

İlk söyle<strong>yeni</strong> bilinmez çoğu zaman. Bir yöreden,<br />

bir bölgeden çıkar ve yayılır. Belki de başka bir yerden<br />

akıp gelmiştir kulaktan kulağa. Zaten türküyü<br />

kimin ortaya çıkardığına değil, nasıl söylendiğine<br />

dikkat edilir önce. Kolay gibi görünür türküler. Sanki<br />

herkesin hemen uydurabileceği şiirler sanılır. Biraz<br />

dikkatlice bakılırsa bu metinlerdeki incelikler, özellikler,<br />

geniş ufuk ve derinlik hemen fark edilebilir.<br />

Türküleri anlayabilmek, sevebilmek için çok fazla<br />

çaba harcamaya gerek yok aslında. Sadece onları biraz<br />

yürek sesimizle dinleyebilirsek daha çok sevecek<br />

ve çevremize de sevdirebileceğiz. Aslolan iç dünyamızı,<br />

gönül kapımızı türkülere tamamen açabilmek.<br />

Türküler bir olay, bir istek ve arzu ile veya bir<br />

heyecan üzerine doğarlar. Bu ürünlerin başlangıçta<br />

sahipleri bellidir. Ancak zamanla, insanların dilinde<br />

dolaşa dolaşa türkünün asıl sahipleri unutulur. Daha<br />

sonraki nesiller, türkünün sahibini bilemezler. Türküler<br />

artık halkın ortak malı olmuş, anonimleşmiştir.<br />

Önceleri mahallî iken zamanla millî bir kimlik sergilemeye<br />

başlarlar. Anonimleşmelerinde ve yaygınlaşmalarında<br />

göçlerin, savaşların, gurbete çıkanların<br />

ve gezgin halk şairlerinin büyük etkisi olduğu inkâr<br />

edilemez.<br />

Edebiyat araştırmacıları, türkülerin, Türk halk<br />

şiirinde kullanılmış en eski türlerden oldukları konusunda<br />

ortak bir görüş belirtmektedirler. Kaşgarlı<br />

Mahmut’un Divanü Lugati’t-Türk’ünde geçen türkü<br />

tarzındaki dörtlükler bu görüşü destekler mahiyettedir.<br />

Halk edebiyatımızın en çok sevilen ve yaygınlık<br />

kazanan ürünleri olan türkülerin bu kadar benimsenmesinde<br />

aşk hikâyelerini özlü biçimde anlatıyor olmaları<br />

da önemli bir rol oynar. Köroğlu, Âşık Garip,<br />

Kerem, Gevherî, Karacaoğlan, Dertli, Dadaloğlu,<br />

Ruhsatî ve Emrah’a ait pek çok şiir zamanla türküleştirilmiş<br />

ve unutulmaz müzik parçaları olarak Türk<br />

milletinin hafızasında yer etmiştir.<br />

Türküler, genelde yedi, sekiz ve on bir hece ile<br />

söylenmişler, ancak çok az sayıda da olsa beş ve on<br />

beş heceli şiirlere de rastlanır. Şiirdeki kıtalar arasındaki<br />

bağlantılar da türküleşen eserlere büyük bir<br />

ahenk katmıştır. Öte yandan vezin ve kafiye açısından<br />

serbest tarzda söylenmiş türküler de vardır.<br />

Türküleri yapılarına, kullanıldıkları yere ve yörelerine<br />

göre veya daha farklı şekilde ayıran folklor uzmanları<br />

ve edebiyat tarihçileri vardır. Yapılarına göre<br />

türküleri sınıflandıran araştırıcılar bent kavuştuklarını<br />

göz önünde bulundururlar. Bu tür sınıflama şöyle:<br />

Bentleri mani dörtlükleriyle kurulan türküler, bentleri<br />

dörtlüklerle kurulan türküler, bentleri üçlüklerle<br />

kurulan türküler ve bentleri beyitlerle (ikili) kurulan<br />

türküler. Ancak genelde türküler işledikleri konulara<br />

göre şöyle sınıflandırılır: Aşk türküleri, çocuk türküleri,<br />

derebeyi, eşkıya türküleri, iş türküleri, diyaloga<br />

dayananlar, kahramanlık türküleri, merasim (tören)<br />

türküleri, mizahî türküler, Oyun türküleri ve Tabiat<br />

türküleridir. Türküleri ninniler, aşk türküleri, nişan<br />

düğün, gelin ve güvey türküleri, gurbet türküleri, askerlik<br />

türküleri, hapishane türküleri, ölüm türküleri<br />

(ağıtlar) şeklinde tasnif edenler de bulunuyor.<br />

Türküler dar bir alanda değil toplumun değişik<br />

kesimlerinde yaygınlık kazanmış ve benimsenmiştir.<br />

Askerler, esnaf ve ilim çevreleri arasında olduğu<br />

kadar, tekkelere devam eden tasavvuf ehli tarafından<br />

da sevilerek söylenmişlerdir. Bu yönleriyle saf<br />

ve millî edebiyat ürünleridirler.<br />

Bazı türkü sözlerinde ufak tefek farklılıklar olabilir.<br />

Bu tabiidir ve şundan kaynaklanmaktadır:<br />

Türkler, yüzyıllardan beri seslendirdikleri türküleri,<br />

kendi bölgelerine, kendi şivelerine, hatta kültür,<br />

mizah vs. anlayışlarına uygun biçime dönüştürmüş<br />

ve bu şekilde yaygınlaştırmış, yazıp söylemişlerdir.<br />

Dolayısıyla Anadolu’nun bir yöresinde söylenen bir<br />

türkünün bazı söz ve nakaratları diğer bölgelerde değişik<br />

olarak seslendirilebilir.<br />

Onları seviyoruz.■<br />

28<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


KOÇAKLAMA<br />

Hey Köroğlu’m<br />

Hey Ayvaz’ım<br />

Kanımda kanın dalımda sazın<br />

Koynumda muskan alnımda yazın<br />

Er meydanında Asyalı reddiyem<br />

Bayrak avazlım<br />

Hey doratım<br />

Doratım hey<br />

Suya düşsün aksin<br />

Buluta değsin kanadın<br />

İz sür iz bırak<br />

Asırlar var ki toynağında beratım<br />

Hey Köroğlu’m<br />

Hey Ayvaz’ım<br />

İşmar edin hele bir yol ben de geleyim<br />

Nicedir bir öfke kızartır gölgemi<br />

Kında koç kılıç<br />

Bolu Dağları’nda bileğim<br />

Hey kıratım<br />

Kıratım hey<br />

Kışımda bahar baharda yazım<br />

Vursun göğsüme yelin ayazın<br />

Uç bir uçtan bir uca<br />

Hülyalarıma kon şahbazım<br />

Hey yağızım<br />

Yağızım hey<br />

Solmasın diye bu yerlerin yedi rengi<br />

Susmasın diye sözün yiğidi<br />

Kuşan gel asrı at bineyim<br />

El kim bey kim<br />

Ben de bileyim<br />

MAHMUT BAHAR<br />

29<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


NAİL TAN<br />

Âşık sanatının Cumhuriyet dönemindeki<br />

genel görünümüne geçmeden önce kısaca<br />

kam, baksı, ozan, cırav, akın, çöğür şairi, saz şairi,<br />

âşık, halk ozanı, adına ne derseniz deyiniz, pirleri<br />

her gün saz çalan Hz. Davud, ataları ilk saz şairi<br />

Hun Çuçu ve Oğuzların Bayat Boyu şairi Dede<br />

Korkut kabul edilen âşıkların / ozanlarının temel<br />

özellikleriyle sanat dünyamızdaki işlevleri / rolleri<br />

üzerinde kısaca durmak istiyorum.<br />

Milletinin dertlerini, sıkıntılarını;<br />

derneklerin, siyasi partilerin,<br />

sendikaların emriyle ve onların<br />

görüşleri doğrultusunda yaymaya<br />

çalışan kişi de gerçek âşık<br />

değildir. Âşık, şahsiyetini bulmuş,<br />

hürriyetine düşkün insandır.<br />

Âşık ve Âşıklık<br />

Âşıklık, halk şairliği Tanrı vergisidir. Yüce Tanrı<br />

her kula bu lütfü bahşetmez. Âşık yapacağı kişiye<br />

“pir” veya “pirler” elinden “bade (dolu)” içirir. Bade<br />

içen âşığın dili ve parmakları çözülür; gürül gürül<br />

şiir söylemeye, saz çalmaya başlar. Bu sebeple, badeli<br />

âşıklara halkımız “Hakk Âşığı” adını takmıştır.<br />

Hakk âşıkları genellikle dinî konularda, yiğitlik,<br />

kahramanlık konularında ve bade içerken âşık olacağı<br />

güzel gösterilmişse, aşkla ilgili konularda şiir<br />

söylerler. Bazı halk şairleri de bade içmemiştir. Bunlar<br />

usta halk şairlerine çıraklık yaparak yetişmişlerdir.<br />

Milletimiz âşığa / halk ozanına bu özellikleri<br />

dolayısıyla kutsallık vermiş; onları emre, abdal, kul,<br />

dede, ana, baba gibi unvanlara layık görmüştür. Bir<br />

Karacaoğlan söylencesine göre; kuraklıktan yakınan<br />

Çukurova köylülerinin ricası üzerine, Karacaoğlan<br />

sazıyla sözüyle Allah’a seslenmiş ve yağmur<br />

yağmıştır. Günümüzde lisede, üniversitede okuyup<br />

da âşık olduklarını ileri sürenlere rastlamaktayız.<br />

Gördükleri öğrenim sırasında okudukları halk şairlerinin<br />

şiirlerine bakarak onlar gibi şiir yazmaya çalışan,<br />

nota bilgileri dolayısıyla da kolaylıkla saz çalıp<br />

beste yapabilen bu kişiler, gerçek birer halk şairi<br />

olmayıp “âşık tarzında şiir yazan aydın şairler”dir.<br />

Başka bir deyişle çağdaş edebiyatın şairleridir.<br />

“Halktan biriyim, iyi de saz çalıyorum, o hâlde halk<br />

şairiyim.” demekle halk şairi / âşık olunmaz. Şunu<br />

çok iyi biliniz ki âşıklık çok güç bir sanattır. “Ger-<br />

30<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


çek halk şairinin / âşığının özellikleri nelerdir”<br />

diye sorarsanız şu cevabı veririm:<br />

Âşık / halk ozanı, milletinin duygu ve düşüncelerini<br />

anında şiirleştiren ve şiirlerini anında<br />

ezgiye dökebilen kişidir. Yani doğaçlaması kuvvetli,<br />

beste kabiliyeti yüksek bir sanatçıdır.<br />

Âşık / halk ozanı, milletinin “gören gözü,<br />

düşünen kafası, duyan yüreği, dinleyen kulağı,<br />

söyleyen dili”dir. Yani, milletinin sağduyusudur;<br />

ortak duygu ve düşüncelerinin derleyici ve yayıcısıdır.<br />

Âşık; ailesine, vatanına, milletine candan<br />

bağlıdır. Başka milletlerin çıkarları ve ideolojileri<br />

doğrultusunda çalıp söyleyenler, gerçek âşık<br />

değildir.<br />

Âşık / halk ozanı, Cumhuriyet idaresine, Atatürk<br />

ilkelerine ve inkılâplarına yürekten bağlı<br />

kişidir. Ancak, Cumhuriyet idaresinin getirdiği<br />

hürriyet ve huzurun, âşıklık geleneğini sürdürmesine<br />

izin verdiğini çok iyi bilir. Diğer rejimlerde<br />

âşık da yoktur, âşık sanatı da... Sadece kendilerine<br />

halk şairi süsü veren slogan / rejim şairleri<br />

vardır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde halk<br />

şairleri yetişmesinin sebebi ise halkın nispeten<br />

hür bir hava içinde bulunması, orduda halk şairlerine<br />

önem verilmesidir.<br />

Âşık / halk ozanı için, daima sanatı ön planda<br />

gelir. Büyük paraların, apartmanların, otomobillerin<br />

onun dünyasında yeri yoktur.<br />

Âşık / halk ozanı; iyiliği, sevgiyi, kardeşliği,<br />

millî birliği şiirleştiren kişidir. Kötülüğü, nefreti,<br />

düşmanlığı, bölücülüğü şiirleştiren kişi, âşık /<br />

halk ozanı olamaz.<br />

Âşık / halk ozanı, milletinin hem dertlerini<br />

hem de sevinçlerini dile getiren kişidir. Milletinin<br />

dertlerini sömürerek her şeyi kötü göstermek<br />

de her şeyi iyi gösterip hayal dünyasında yaşatmak<br />

da âşığın şahsiyetine, sanatına ters düşer.<br />

Milletinin dertlerini, sıkıntılarını; derneklerin,<br />

siyasi partilerin, sendikaların emriyle ve onların<br />

görüşleri doğrultusunda yaymaya çalışan kişi de<br />

gerçek âşık değildir. Âşık, şahsiyetini bulmuş,<br />

hürriyetine düşkün insandır.<br />

Görülüyor ki âşıklık, halk şairliği öyle her<br />

kula nasip olmayacak özellikleri gerekli kılmaktadır.<br />

Türk milleti, yediden yetmişe şair bir<br />

millettir. Beşikte ninniyle başlayan şiire düşkünlüğümüz,<br />

ölüm olayından sonra şiirli bir mezar<br />

taşıyla noktalanmaktadır. Milletimiz, bugüne<br />

kadar yukarıda saydığım özellikleri taşıyan pek<br />

çok âşık / halk şairi / ozanı yetiştirmiştir. Bundan<br />

sonra da yetiştirecektir.<br />

Âşıkların, halk ozanlarının toplumdaki eğitim<br />

ve sanat görevleri, işlevleri, Orta Asya’da olduğu<br />

gibi Selçuklu ve Osmanlı topraklarında da<br />

devam etti. Sadece dinî şiirler söyleyenleri, Türk<br />

tekke edebiyatını yarattılar. Ayetlerin, hadislerin<br />

anlamlarını şiirle halka anlattılar. Nasihat destanlarıyla<br />

güzel ahlakı yaymaya çalıştılar. Ahmet<br />

Yesevî’nin hikmetleri; Yunus Emre, Hacı Bektaş<br />

Velî, Kaygusuz Abdal, Hatayî, Pîr Sultan Abdal,<br />

Kul Nesimî ve Hacı Bayram Velî’yle Anadolu’ya,<br />

Balkanlara yayıldı. Çok sayıda Sünnî, Alevî,<br />

Bektaşî halk şairi yetişti.<br />

Aynı dönemlerde hem dinî hem de din dışı şiirler<br />

söyleyen âşıklar / halk ozanları da görüldü.<br />

Savaşlarda, ordunun moralini diri tutmak için<br />

halk şairlerinden yararlanıldı. Köroğlu, Dadaloğlu,<br />

Kuloğlu, Âşık Hasan ve Âşık Şenlik gibi kahraman<br />

âşıklar yetişti. Rus işgali altındaki Kars’ta<br />

Ermeni asıllı Rus Generali, Âşık Şenlik’i bir<br />

ordu kadar güçlü ve etkili görmüştü. Âşıkların<br />

/ halk ozanlarının 16. yüzyıldan itibaren ortaya<br />

koydukları çoğu din dışı şiirlerden oluşan bir âşık<br />

edebiyatı kolu ortaya çıktı.<br />

Âşıklar / halk ozanları, divan edebiyatının<br />

karşısında bu iki edebiyat dalında sade Türkçeyle<br />

şiirler söylediler. Anonim edebiyat dalında destanlar,<br />

halk hikâyeleri anlattılar. Şiirlerini daha<br />

etkili, hatırda kalıcı duruma getirmek için kopuz,<br />

çöğür, ıklığ, bağlama eşliğinde halka ulaştırdılar.<br />

Türküler yaktılar. Böylece; Arapça ve Farsçaya<br />

karşı Türkçeyi, divan müziğine karşı halk müziğini,<br />

mesnevilere karşı halk hikâyelerini yaratıp<br />

yaşattılar. Kahramanlık destanlarımız, onlar sayesinde<br />

günümüze ulaştı. Aynı dönemde, âşıklar<br />

/ halk ozanları sürekli seyahat ettikleri için halkın<br />

gazetesi, radyosu, televizyonu da oldular.<br />

Cumhuriyet Dönemi Âşık Sanatımız<br />

1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti kurulduğunda<br />

Millî Edebiyat dönemine girilmişti. Genç<br />

Kalemler’le dilde sadeleşme hareketi hızlanmış,<br />

halk şairleri gibi hece vezniyle şiirler yazan şairler<br />

(Ziya Gökalp, Mehmet Emin Yurdakul gibi)<br />

31<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


12 Eylül 1980 Harekâtı’na kadar, âşıkların bir bölümü<br />

ekmek parası için ideolojik derneklerin ve aşırı uçlardaki<br />

partilerin güdümünde hareket ediyorlardı. Âşıklar da diğer<br />

sanatçılar, öğrenciler, memurlar gibi sağcı ve solcu diye<br />

ikiye bölünmüşlerdi.<br />

yetişmişti. Osmanlı döneminde doğmuş, ünlenmiş<br />

veya ünlenme yolunda yürüyen âşıklar / halk<br />

ozanları vardı. Yusufelili Huzurî (1886-1951),<br />

Posoflu Zülalî (1873-1959), Noksanî (1899-1972),<br />

Karamanlı Gufrânî (1864-1926), Konyalı Âşık<br />

Mehmet (1879-1950), Derdiçok (1871-1936),<br />

Cemal Hoca (1884-1957), Yusufelili Zuhurî<br />

(1887-1949), Baba Salim (1887-1956), Yorgansız<br />

Hakkı (1898-1964), Sıtkı Pervâne (1863-1928),<br />

Altunhisarlı Kemalî Baba (1859-1926), Şemsî<br />

(1872-1968), Bardızlı Nihanî (1885-1967), Derdimend<br />

(1894-1980), Meslekî (1858-1930), Âşık<br />

Hüseyin (1884-1950), Zefil Necmi (1870-1933),<br />

Hüznî (1879-1936), Kul Sabri (1851-1931), Zaralı<br />

Halil (1906-1964), Emsalî (1900-1978), Posoflu<br />

Müdamî (1915-1968), Dursun Cevlanî (1900-<br />

1975), Talibî Coşkun (1898-1976), Âşık Veysel<br />

(1894-1973), Ali İzzet Özkan (1902-1981), İhsan<br />

Ozanoğlu (1907-1981) ve Bayburtlu Hicranî<br />

(1906-1970) gibi.<br />

Onları, Cumhuriyet döneminde doğmuş, çırakları<br />

izledi. Çoğu rahmetli olmuş, sayıları yüzü<br />

bulan bu güçlü âşıklardan bir bölümünün adlarını<br />

saymakla yetineceğim: Davut Sularî (1925-<br />

1985), Şavşatlı Deryamî (1926-1987), Hasretî<br />

(1929-2000), Mihnetî (1929-), Kul Semaî (1931-),<br />

Mevlüt İhsanî (1928-), Daimî (1932-1983), Kul<br />

Ahmet (1932-1997), Sefil Selimî (1933-2003),<br />

İbretî (1920-1976), Müslüm Sümbül (1940-), Hasan<br />

Devranî (1928-1993), İlhami Demir (1932-<br />

1987), Ferrahî (1934-1969), Metinî (1930-1996),<br />

Hüdaî (1940-2001), Rahmanî (1942-1993), Ruhanî<br />

(1931-), Mahzunî Şerif (1943-2002), Nesimî Çimen<br />

(1931-1993), Hüseyin Çırakman (1930-),<br />

Yaşar Reyhanî (1932-2006), Murat Çobanoğlu<br />

(1940-2005), Abdulvahap Kocaman (1934-2005),<br />

Şeref Taşlıova (1938-), Halil Karabulut (1926-),<br />

Kemalî Bülbül (1928-), Eminî Düştü (1943-),<br />

Feymanî (1942-). Bu güçlü âşıkların çırakları,<br />

günümüzde ustalarının izinde yürüyorlar.<br />

Cumhuriyet’in ilk yıllarında, sade dil, hece<br />

vezni ile vatan-millet-bayrak sevgisi şiirimize<br />

hâkim oldu. Türk <strong>yeni</strong>lik şiiri şairleri de (M.<br />

Emin Yurdakul gibi) halk şairlerine özendiler.<br />

Memleketçi, halkçı şiir anlayışını başlattılar.<br />

Hecenin Beş Şairi (Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf<br />

Ziya Ortaç, Halit Fahri Ozansoy, Enis Behiç<br />

Koryürek, Orhan Seyfi Orhon) hatta Yedi Meşaleciler<br />

halk şairlerini örnek aldılar. Behçet Kemal<br />

Çağlar, Ankaralı Âşık Ömer mahlasıyla şiirler<br />

yazdı. Orhan Şaik Gökyay, Ahmet Kutsi Tecer ve<br />

Rıza Tevfik Bölükbaşı gibi bazı şairler de koşmalar<br />

yazıp son dörtlükte soyadlarını, adlarını<br />

tapşırdılar.<br />

Âşıklar / saz şairleri 1931 yılına kadar Türk<br />

Ocakları, 1932 yılından sonra da Halkevlerinin<br />

itibar ettiği sanatçılar oldular. Halka, şiirleriyle<br />

Cumhuriyet’in erdemlerini, Atatürk İnkılâplarını<br />

anlattılar. Sivas’ta Ahmet Kutsi Tecer ve Muzaffer<br />

Sarısözen’in öncülüğünde 1931 yılı yazında<br />

kurulan Halk Şairlerini Koruma Derneği, 5 Kasım<br />

1931 tarihinde başlamak üzere üç gün süren<br />

bir Halk Şairleri Bayramı düzenledi. Bu bayram,<br />

âşık edebiyatımızda bir dönüm noktası oldu.<br />

Âşık Veysel, Talibî Coşkun, Âşık Süleyman bu<br />

bayram sayesinde adlarını duyurup üne kavuştular.<br />

Bayramın başarısı, sonraki yıllarda birçok<br />

ilde bu adla halk şairleri / halk ozanları / âşıklar<br />

bayramlarının / şenliklerinin düzenlenmesine yol<br />

açtı. Bu bayramlar içinde, 1966 yılından itibaren<br />

düzenlenmeye başlayan Konya Âşıklar Bayramı<br />

birçok âşığın ünlenmesine yardımcı oldu.<br />

Alevî-Bektaşî ozanlar ise Hacı Bektaş’ı anma<br />

törenleriyle Alevî-Bektaşî ulularını, erenlerini<br />

anma toplantılarında, cemlerde sanatlarını icra<br />

fırsatı buldular. Ne yazık ki, âşıklar bayramları<br />

32<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


1970’li yıllar sonrası başlayan sağ-sol bölünmesini,<br />

bütünleştiremedi. 1938 Bayburt Halk Şairleri<br />

Bayramı, 1964 II. Sivas Halk Şairleri Bayramı,<br />

1979’dan beri aralıklarla düzenlenen Erzurum<br />

Âşıklar Şenliği, 1983, 1984 ve 1986 Kayseri<br />

Âşıklar Şöleni, 2007 III. Sivas Halk Şairleri Bayramı<br />

ile yine 2007 Bursa Türkiye Âşıklar Bayramı<br />

bu konudaki en önemli düzenlemelerdir.<br />

Katılım rekoru geçen yıl Kars’ta Âşık Çobanoğlu<br />

Âşıklar Şöleni’nde 218 âşıkla kırılmıştır.<br />

Millî Folklor Enstitüsü / Millî Folklor Araştırma<br />

Dairesinde göreve başladığım 1970 ve sonraki<br />

yıllarda, 12 Eylül 1980 Harekâtı’na kadar,<br />

âşıkların bir bölümü ekmek parası için ideolojik<br />

derneklerin ve aşırı uçlardaki partilerin güdümünde<br />

hareket ediyorlardı. Âşıklar da diğer sanatçılar,<br />

öğrenciler, memurlar gibi sağcı ve solcu<br />

diye ikiye bölünmüşlerdi. Bir araya getirme çabalarım<br />

hep sonuçsuz kalıyordu. Çünkü bakanlar<br />

ve üst düzey yöneticiler de bir görüşü benimseyip<br />

bize baskı yapıyorlardı. ‘70’li yıllarda sol görüşlü<br />

âşıklarla görüşmemiz âdeta yasaklanmıştı. 1978-<br />

1979 Ecevit Hükümeti döneminde ise tersi oldu.<br />

5-7 Kasım 1979 tarihinde Ankara’da düzenlenen<br />

“Türkiye Halk Ozanları Semineri’nde iki grup<br />

âşık arasında kavga çıktı. Sorunlarını birlikte<br />

görüşüp çözüm bulamadılar.<br />

12 Eylül 1980 Harekâtı’ndan sonra âşıklar ve<br />

diğer sanatçılar arasındaki ideolojik kutuplaşma<br />

zayıfladı. Millî Güvenlik Konseyi ve bakanlar,<br />

genellikle ayrım yapmadan bütün sanatçıları<br />

desteklemek istediler. Özel Tiyatrolara Yardım<br />

Yönetmeliği çıktı. Sinema ve Müzik Eserleri Kanunu<br />

kabul edildi. Telif hakları birlikleri kuruldu.<br />

Festivallere maddi destek yönetmeliği yürürlüğe<br />

konuldu. SSK Kanununda iki defa değişiklik yapılarak<br />

binlerce sanatçının emekli edilmesi sağlandı.<br />

Her sanat dalına devlet desteği geldi. Ancak,<br />

âşıkların bir federasyon, vakıf veya dernek<br />

çatısı altında toplanamamaları, devletten isteklerini<br />

küçük, cılız örgütler vasıtasıyla ifade etmeleri,<br />

daima sorun yarattı. Hâlâ, eski kırgınlıklar<br />

devam etmekteydi. Eminî Düştü, Murtaza Yalçın,<br />

Çoban Hüseyin ve Tahir Kutsi Makal’ın âşıkları<br />

birleştirme çabaları, aradaki buzları biraz erittiyse<br />

de tam başarıya ulaşamadı. Mesut Yılmaz’ın<br />

Kültür Bakanlığı döneminde (1986-1987) Konya<br />

Âşıklar Bayramı ve Mevlânâ’yı Anma Törenleri<br />

Konya Kültür ve Turizm Derneğinden alındı.<br />

Yine de âşıklar arasındaki gruplaşma aşılamadı.<br />

Aradaki duvar alçaldı, o kadar.<br />

1990 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla<br />

âşıklar ve diğer sanatçılar üzerindeki ideolojik<br />

baskı zayıfladı. Âşıklar / halk ozanları arasındaki<br />

uygarca ilişkiler başladı derken bu kez de âşıklar<br />

/ halk ozanları ve diğer sanatçılar etnik milliyetçilik<br />

ve mezhep-tarikat baskısıyla karşılaştılar.<br />

Âşık / halk ozanı yine düşünce silahı olarak kullanılmak<br />

istendi. Elbette, her sanatçı gibi âşığın<br />

/ halk ozanının da bir siyasi görüşü, ideolojik<br />

düşüncesi olacaktır. Ancak, bu durumda âşık /<br />

halk ozanı sanatını sloganlaştırma, estetik değerlerden,<br />

dil zenginliğinden uzaklaşma tehlikesiyle<br />

daima karşı karşıya kalacaktır. Sanatını ideolojiye,<br />

siyasete kurban eden âşıkların / halk ozanlarının<br />

soluğu uzun olmayacak, edebiyat tarihinde<br />

ya yerleri bulunmayacak ya da birkaç satırla geçiştirileceklerdir.<br />

Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğünde Genel<br />

Müdür Yardımcılığı yaptığım 1984-1988 yılları<br />

ile daha sonraki yıllarda Bakanlıkta Klasik Türk<br />

Müziği, Türk Halk Müziği, Tasavvuf Müziği<br />

Koro ve Toplulukları kuruldu. İstanbul’da 1975<br />

yılında kurulan İstanbul Devlet Klasik Türk Müziği<br />

Korosu ile Devlet Halk Dansları Topluluğu<br />

sanatçılarını geçici işçi kadrosundan kurtarıp<br />

sanatçı kadrolarına kavuşturduk. Böylece Türk<br />

Müziği ve Halk Oyunları Sanatçıları senfoni orkestrası,<br />

devlet tiyatroları, devlet opera ve balesi<br />

sanatçıları gibi yüksek maaşa kavuştular. Devlet<br />

desteği, koruması dışında sadece âşıklarla<br />

Karagöz-kukla sanatçıları kalmıştı. Güzel Sanatlar<br />

Genel Müdürlüğünün bu atılımından cesaret<br />

alarak önce Halk Kültürünü Araştırma Dairesi<br />

1990 yılında Devlet Geleneksel Türk Tiyatrosu<br />

Topluluğunun kurulması, 1993 yılında da Halk<br />

Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü<br />

Devlet Halk Ozanları Topluluğunun<br />

kurulması için gerekli Bakanlar Kurulu kararlarının<br />

alınmasını sağladı. Ancak, iki müdür kadrosu<br />

dışında sanatçı kadrolarının Maliye Bakanlığından<br />

alınması konusunda ciddi bir girişimde<br />

bulunulmadı. Maliye Bakanlığına yazı göndermekle<br />

yetinildi. Çünkü HAGEM’in başına halk<br />

33<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ilimi dışından yöneticiler getirilmişti. Bakanla<br />

birlikte görevden ayrılacaklarını biliyorlardı. Bu<br />

iki topluluk, aynı yıllarda Güzel Sanatlar Genel<br />

Müdürlüğüne bağlı olarak kurulsaydı, çoktan<br />

faaliyete geçmiş olacaktı. Nitekim 1990 yılında<br />

Bakan Namık Kemal Zeybek’in isabetli bir kararı<br />

üzerine, Âşık Şeref Taşlıova ile Murat Çobanoğlu<br />

Sivas Devlet Türk Halk Müziği Korosuna<br />

sanatçı olarak atandılar. Günümüzde TRT’nin<br />

425 sanatçısının Kültür ve Turizm Bakanlığına<br />

devri için hazırlık yapılmakta. Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığının 3000 civarında sanatçısı olacak<br />

ama 30 âşığa / halk ozanına, 10 geleneksel tiyatro<br />

sanatçısına hiçbir zaman kadro verilmeyecek.<br />

Çünkü bu iki gruptaki sanatçılar, sanat güçleri<br />

oranında örgütlenemiyorlar. Alevî-Sünnî, sağ-sol<br />

ayrımı yapmadan Başbakanın, Bakanın karşısına<br />

çıkamıyorlar. Bu açıdan, Kurultay’ın ortak sorunları<br />

dile getirici bir sonuca ulaşmasını yürekten<br />

temenni ediyorum.<br />

Günümüzde Türkiye, AB’ye üye olma konumunda<br />

bir ülkedir. Kültür mevzuatının taraması<br />

2006 yılında yapılmış, devlete bağlı bu çok sayıdaki<br />

sanat topluluğu, sanat ordusu hemen dikkati<br />

çekmiştir. Böyle bir durum, ancak sosyalist ülkelerde<br />

vardır. Sanatın, ancak özgür ortamlarda<br />

gelişeceği, rekabet ortamının sanatçıların çabalarını<br />

artıracağı, çok iyi bilinen sanat ilkeleridir.<br />

AB ülkelerinde sanat toplulukları bağımsız hareket<br />

ederler. Devlet, vergi indirimi, kültür merkezi<br />

yapımı ve pahalı orkestra bale, opera, tiyatro<br />

faaliyetleri ve filmler için proje desteği yaparak<br />

sanat çalışmalarından ulusun her bireyinin yararlanmasını<br />

sağlar. Belediyeler, özel idareler, sivil<br />

toplum kuruluşları sanat etkinliklerini düzenlerler.<br />

Türkiye’de siyasi kuruluşlar (bakanlık, belediye,<br />

parti) bir sanat etkinliği düzenlediklerinde,<br />

“parayı veren son sözü söyler”, ilkesi gereği<br />

sanatçıları yönlendirmeye çalışırlar. Her siyasal<br />

görüşün şarkıcısı, türkücüsü, âşığı ayrılmıştır.<br />

Yakın dönemde âşıklarımız, kendilerine para<br />

ödeyen bakan, vali, belediye başkanı ve diğer<br />

siyasileri övmek için saz ve sözlerini kullanma<br />

mecburiyetinde kalmışlar, böylece de âşık sanatı<br />

ciddi bir darbe yemiştir. Bugün, bir âşık sahneye<br />

çıktığında, halk onun neler söyleyeceğini çok iyi<br />

bilmektedir. Oysa âşık, halkın dertlerini, acılarını,<br />

sevinçlerini dile getirmelidir. Bu işlev kaybolunca,<br />

âşık sanatı da ortadan kalkar. Kısacası,<br />

artık devlete bağlı bir Halk Ozanları Topluluğu<br />

kurulması gereksizdir. AB’ye girmek istiyorsak<br />

böyle.<br />

Âşık, saz şairi, ozan ne derseniz deyiniz, ancak<br />

halkın beyni, yüreği, gözü kulağı, ağzı dili<br />

olursa bu sanat yaşar. Türkiye’de âşıklar; halkın<br />

dertlerini, duygu ve düşüncelerini ifadeden gittikçe<br />

uzaklaşmaktadırlar. Sadece, övgü ve güzelleme<br />

veya kaba atışmayla âşık sanatı yaşatılamaz.<br />

Beste olmadıkça, söze iyi ezgi döşenmedikçe âşık<br />

sanatı ayakta kalamaz. Sazı sözü kuvvetli, halkın<br />

dili olmuş âşıklar / halk ozanları (Âşık Veysel,<br />

Davut Sularî, Âşık Daimî, Mahzunî Şerif gibi)<br />

hiçbir zaman aç kalmaz. Daima biletli müşteri<br />

bulur. Günümüzde en çok âşıklar şöleni düzenleyen<br />

kuruluşlar, siyasetin kuşattığı belediyelerdir.<br />

Âşık, ailesini geçindirmek için mecburen belediye<br />

başkanlarının huyuna suyuna göre, sazını<br />

sözünü kullanmaktadır. Bu da sanatı zayıflatmaktadır.<br />

Bugünkü âşıkların en önemli eksikliği,<br />

güzel saz çalmalarına rağmen türkü yakma<br />

yeteneklerinin zayıflığıdır. Âşıklar, bu konuya<br />

önem vermeli, gerekirse ders almalıdır. Halkın<br />

diline düşmüş bir beste, âşığın bir yıllık giderlerini<br />

rahatlıkla karşılayacaktır. Âşık Veysel, Âşık<br />

Daimî, Davut Sularî ve Mahzunî Şerif’in mirasçıları<br />

bile, bugün telif gelirinden pay alıp darlık<br />

çekmeden yaşayabilmektedirler.<br />

Günümüzde, sanatın en büyük destekçisi âşık<br />

kahveleri ancak Kars, Erzurum ve Kayseri’de<br />

kaldı. Düğünlerde halk hikâyesi anlatma geleneği<br />

bitti. Âşıklar / halk ozanları festival, anma töreni<br />

sanatçısı oldular. Özellikle Erzurumlu, Karslı,<br />

Çorumlu, Sivaslı âşıklar kolay ulaşım ve ekmek<br />

parası dolayısıyla İstanbul, Ankara, İzmir, İzmit,<br />

Bursa ve Antalya’ya yerleştiler.<br />

Türk milleti, halkı var oldukça âşık sanatı<br />

yaşayacaktır. Geçmişte bu sanatın Türk dilini,<br />

destanlarını, halk müziğini yaşatma işlevi vardı.<br />

Günümüzde de bu sanatın hâlâ bir işlevi vardır.<br />

O da halkın, acılarını, sevinçlerini dile getirme<br />

işlevidir. Âşık, bu görevini, âşık sanatı bu işlevini<br />

yerine getirmezse biliniz ki “âşık sanatı” ölecektir.<br />

Çünkü çağdaş şairler ve âşık deyişlerini<br />

söyleyen halk müziği icracıları onların yerlerini<br />

34<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


alacaklardır. Musa Eroğlu, Arif Sağ, Zülfü Livaneli<br />

gibi…<br />

Âşıklara Hitabımdır<br />

Sen ki; Selçuklu-Osmanlı yöneticileri, bilginleri,<br />

aydınları, memurları, sanatseverleri Arap<br />

ve Acemlerin peşine düşüp onların dillerinde<br />

şiir yazmaya çalışırken, Arap ve Acem’in edebî<br />

türlerini alırken; Türkçe konuştun, Türkçe şiirler<br />

söyledin. Atan Dede Korkut’un, Hoca Ahmet<br />

Yesevî’nin şiir geleneğini sürdürdün. Türk milletine<br />

dilini armağan ettin; 21. yüzyıla girerken<br />

bizi anadilimizden yoksun bırakmadın.<br />

Sen ki; Selçuklu-Osmanlı yöneticileri, bilginleri,<br />

aydınları, memurları, sanatseverleri Arap,<br />

Acem müziğinin peşine düşüp şarkı, gazel, kaside<br />

söylemeye, kanun, santur, ud, lavta, ney, kudüm<br />

çalmaya çalışırken; türküler yaktın, çöğür,<br />

bağlama, kaval, ıklığ çaldın. Davul zurnayla neşelendin.<br />

20. yüzyılda, en kalitesiz, en değersiz<br />

müzik olan “arabesk”in de tuzağına düşmedin.<br />

Konservatuvarların, TRT’nin, Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığının halk müziği derlemelerinde ilk başvurulan<br />

kaynak oldun. Türk milletine öz müziğini<br />

de armağan ettin. 21. yüzyıla girerken bizi<br />

türkülerimizden yoksun bırakmadın.<br />

Sen ki, divan edebiyatı şairleri, İran mesnevilerini<br />

tekrarlarken, Türk milletine destanlarını,<br />

halk hikâyelerin anlattın. Edebiyatımızın temellerini<br />

attın.<br />

Sen ki; şiirlerinle, türkülerinle milletimize daima<br />

hoşgörüyü, insan ve tabiat sevgisini, vatana,<br />

millete, bayrağa bağlılığı, doğruluğu dürüstlüğü,<br />

haksızlığa karşı çıkmayı ve hak aramayı öğrettin.<br />

Türk milletine atalarından gelen insani değerleri<br />

ve güzel ahlakı da armağan ettin.<br />

Sen ki; Selçuklu-Osmanlı devlet katında (Sultan<br />

Abdülaziz dışında) ve divan şairleri nezdinde<br />

daima horlandın. Söylediklerine burun kıvrıldı.<br />

Kaba saba köylü, sazı sözü çekilmez insanlar olarak<br />

görüldün. Sadece ordu sefere çıktığı zaman,<br />

askeri yüreklendirmek amacıyla hatırlandın. Yeniçeri<br />

saz şairleri bu sayede biraz itibar gördüler.<br />

21. yüzyıla girerken bu durum ne kadar değişti<br />

dersin Gene sanatçı sıralamasında en sondasın.<br />

Yılbaşı, Cumhuriyet davetlerine çağrılmazsın.<br />

Ülkemizdeki en kötü müziğin temsillerine, yani<br />

arabeskçilere “Devlet Sanatçılığı” unvanı verilir.<br />

Sana verilmez. Bütün sanat kuruluşlarına kadro<br />

dağıtılır; 1993 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla<br />

kurulması öngörülen “Devlet Halk Ozanları<br />

Topluluğu”nun kadroları bir türlü çıkmaz. Teselli<br />

için söylüyorum. 1990 yılından beri 10 Karagöz<br />

ve kukla sanatçı kadrosu da tahsis edilmedi. Onlar<br />

da sizin gibi öksüz/yetim sanatçılar...<br />

Sizin işiniz kesat dostlar! Çünkü papyon kravatınız<br />

yok, smokininiz yok. Viski içmeyi, sol<br />

elle yemek yemeyi bilmezsiniz. İngilizce, Fransızca<br />

kelimeler kullanıp entel görünemezsiniz.<br />

Altınızda cipiniz, markalı otomobiliniz olmadığından<br />

gittiğiniz yerde çamurlu ayakkabılarınızla<br />

mermerleri, halıları kirletirsiniz. 1998 yılında<br />

Veysel’in hatırına Köşk’e çıktınız ama yanınızda<br />

diğer sanatçı grupları yoktu. Oysa Veysel, Türk<br />

milletinin sanatçısıydı.<br />

Sen ki; Türk milletine anadilini, öz müziğini,<br />

halk edebiyatını, destanlarını, güzel ahlakını; kısacası,<br />

kültürel kimliğinin önemli bir bölümünü<br />

armağan ettin, ama sana diğer sanatçılara verilen<br />

hakları vermezler. Onların saygınlığına ortak<br />

olamazsın. Sen halktan gördüğün sevgi ve saygıyla<br />

yetineceksin. Halkın uzattığı kuru ekmeği,<br />

pasta niyetine yiyeceksin. Onların değerlerini,<br />

acılarını, sevinçlerini söylemeye devam edeceksin.<br />

İçinizden bazıları diyecekler ki; âşık / halk<br />

ozanı, halkın dertlerini, sıkıntılarını söylediği,<br />

devleti tenkit ettiği için sevilmiyor, diğer sanatçılara<br />

tanınan haklardan bunun için yararlanamıyor.<br />

Yanılıyorsun dostum! Türkiye’de devleti değil<br />

tenkit, hakaret eden, bu yüzden hapishanelere<br />

düşen sanatçılara, yazarlara bir göz at! Onların<br />

gördüğü itibarı, elde ettiği imkânları bir düşün!<br />

Bana hak vereceksin!<br />

Sen ki; yüzyıllar boyunca sana hor bakanlara,<br />

ilgisiz kalanlara aldırmayıp sanatını sürdürdün.<br />

Binlerce ciltlik eser ortaya koydun. Gene aynı<br />

şeyi yapacaksın! Âşık / halk şairi / ozanı çile adamıdır.<br />

Çileni çekeceksin! İçinizden biri; bakan,<br />

başbakan olup kaderinizi değiştirecek değil ya<br />

Âşıklar, ozanlar, lütfen sorunlarınızı, hiç<br />

kimseden çekinmeden dile getiriniz. Aranızdaki<br />

görüş farkını, sorunlarınızı dile getirirken lütfen<br />

bir yana bırakınız. Hacı Bektaş Velî’nin dediği<br />

gibi; daima bir olun, iri olun, diri olun!■<br />

35<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


SUPHİ SAATÇİ<br />

Türküleri bu denli<br />

özel kılan ve bütün<br />

bir toplumu sımsıcak<br />

duygularla saran<br />

gücünün başında,<br />

hiç kuşkusuz<br />

ezgilere döşenmiş<br />

olan sözleridir.<br />

Türkülerin bir<br />

toplumu sarmaktaki<br />

gücü ve becerisi,<br />

içindeki sözlerin<br />

toplumun ortak duygu<br />

ve düşünceleri ile<br />

dünya görüşünü<br />

yansıtmasından<br />

kaynaklanıyor<br />

olmasında<br />

aranmalıdır.<br />

Halk edebiyatımızın beslediği türkülerin,<br />

folklorumuzun en zengin kurumlarından<br />

birini oluşturduğu bir gerçektir. Medeniyetimizin<br />

üstün yanını sergileyen türküler, sadece özlü söz<br />

hazineleri olmakla kalmayıp, musiki sanatının da<br />

ulaşılması zor olan bir zirveyi simgeler.<br />

Türkülerde dile gelen hikmet ve atasözleri kıvamındaki<br />

sözleri ezgi eşliğinde dinlerken, kendimi<br />

her zaman bir bilge kişinin karşısında gibi hissederim.<br />

Sanki deneyimli birinin öğütlerini dinliyormuşum<br />

gibi gelir bana. Uzun zaman bunun sebeplerini<br />

araştırdım. Bu türkülerde ne gibi bir sihir veya cazibe<br />

var diye, kendi kendime sordum Yıllar sonra<br />

türkülerdeki cazibenin veya sihrin ne olduğunu<br />

kavramaya başladım.<br />

Türkülerin, aynı kaderi paylaşmış insanların<br />

geçmişten gelip geleceğe yönelen akışının terennümü<br />

olduğunu anladım. Toplumun yaşadığı maceranın<br />

destanı olduğunu hissettim. Türkülerde, doğanın<br />

getirdiği karşı konulmaz felaketlerde yaşanan<br />

faciaların dile gelişine tanık oldum. Hatta bireysel<br />

bir aşk yüzünden kanayan bir kalbin acısını paylaşan<br />

toplumun iniltisini duyabildim. Kısacası beşerî<br />

duygulara, yaşanan ıstıraplara sahip çıkan toplumun<br />

dili olmuş türküler. İçtenliği halktan yana olduğu<br />

için de haktan yana olmuştur.<br />

Yalınlığı, arılığı, duruluğu, doğallığı ondandır<br />

türkülerin. Dili saf ve yapmacıksızdır. Çünkü<br />

halk saf ve yapmacıksızdır. Dolambaçlı ve kaypak<br />

değildir. Doğrudur, içtendir ve berraktır. Damıtı-<br />

36<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


la damıtıla, süzüle süzüle ve durula durula kristal<br />

saflığında ve şairlere meydan okurcasına sözün özü<br />

hâline gelmiştir. Onun için ne zaman türkülerden<br />

söz açılsa, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun şu mısraları<br />

gelir aklıma:<br />

Şairim<br />

Zifir ikaranlıkta gelse şiirin hası<br />

Ayak seslerinden tanırım<br />

Ne zaman bir köy türküsü duysam<br />

Şairliğimden utanırım.<br />

Türkülerin gücünü, asaletini ve has şiirlerden<br />

bile üstün olan yanını ne kadar güzel anlatmış<br />

Eyüboğlu… Türküleri bu denli özel kılan ve bütün<br />

bir toplumu sımsıcak duygularla saran gücünün<br />

başında, hiç kuşkusuz ezgilere döşenmiş olan sözleridir.<br />

Türkülerin bir toplumu sarmaktaki gücü ve<br />

becerisi, içindeki sözlerin toplumun ortak duygu<br />

ve düşünceleri ile dünya görüşünü yansıtmasından<br />

kaynaklanıyor olmasında aranmalıdır. Daha sonra<br />

bu sözlerin, aynı toplumun musiki görgüsünü ve<br />

anlayışını belirli bir ezgi kalıbı içinde kazandığı kıvamı<br />

bulması ile türküler, o toplumunun ortak malı<br />

ve millî mirası hâline gelmiştir. Böylece toplumun<br />

kimliği ve aynası olmuştur.<br />

Coğrafyayı vatana dönüştüren türküler, maddî<br />

nitelikteki toprağa anlam, ruh, duygu, inanç, sıcaklık,<br />

yaşama sevinci katmıştır. Aynı coğrafya parçası<br />

üzerinde yaşayan insanların ortak duyuş, bakış ve<br />

inanışlarını perçinleştirmiştir. Coğrafyayla bütünleşen<br />

türküler, aynı topluluğu birbirine bir harç gibi<br />

tutturmuştur. Ortak hayatın, ortak maceranın ve ortak<br />

kaderin ürünü olmuştur türkü. Yaşanan macera,<br />

yaşanan tarihin ajandası türkülerdedir daim. Simgeleşen<br />

türküler, vatanın nüfus cüzdanı ve kimlik<br />

kart gibidir. Vatan onda dillenmiştir gayrı.<br />

Bu sebepledir ki türküler, kendi toplumunun<br />

kimliğini ifade eder. Coğrafyasının aynası ve zaman<br />

zaman haritasıdır türküler. Bu yüzden kimi<br />

türküler, her okunuşta belli bir bölgeyi, topluluğu<br />

ve halkı çağrıştırır.<br />

Ben de kimliğimi türkülerde buldum doğrusu.<br />

Söylenen bir türkü beni en kısa, en kestirme yoldan<br />

tanıtmıştır Türkiye’ye:<br />

Altun hızmav mülayim<br />

Seni haktan dileyim<br />

Yaz günü Temmuz tabax<br />

Sen terle men sileyim<br />

Gün gördüm günler gördüm<br />

Seni gördüm şad oldum<br />

Bu türkü duyulduğu zaman, herkes Kerkük’ü,<br />

Türkmeneli’ni ve Irak Türkmenlerini hatırlar; onların<br />

yaşadıkları dramları düşünür, çektikleri acıları<br />

ve iniltileri duyar. Birkaç kez söyledim ve anlattım.<br />

Her zaman yine ifade etmek isterim: Bunca yıl<br />

Kerkük’ü, Irak Türkmenlerini anlatmaya ve tanıtmaya<br />

çalıştım, ancak itiraf etmeliyim ki bir türkü<br />

kadar başarılı olamadım.<br />

Bir türkünün verdiği mesaj, uzandığı menzil, sınırların<br />

ötesine geçen gücü ile bir anda milyonların<br />

kalbine doğru yöneliyor ve yüreklere oturabiliyor.<br />

Türkü artık salt duygu ve mesaj olmuştur adeta.<br />

Yalan dolan bilmeyen türküler, bazen bir ananın<br />

sıcaklığı gibi sarar içimizi. Hüzünle tatlandırır<br />

sevincimizi. Bazen bir kor gibi ortaya çıkarır<br />

küllenen aşkımızı, yârimizi. Sonra usulce dağıtır<br />

efkârımızı…<br />

Kısacası;<br />

Oğlunun yolunu gözleyen anaya tesellidir türküler…<br />

Özlenen sevgili, onun gül yüzü ve sıcak elidir<br />

türküler…<br />

Uzun yolda arkadaş, gurbette yoldaş, bitmeyen<br />

gecelerde sırdaştır türküler…<br />

Baharda bülbül, lale ile sümbül yahut güldür<br />

türküler…<br />

Tarlada başak, bellerde gümüş kemer, ipek kuşaktır<br />

türküler…<br />

Sevdanın dili, özlenen sevgilidir türküler…<br />

Sözleri irfan, gezdiği vatan, yol gösteren insandır<br />

türküler…<br />

Bebenin beşiği, ananın aşı, dedenin musalla taşıdır<br />

türküler…<br />

Aşığın avazı, güzelin nazı, aşkın çıkmazı, ananın<br />

niyazıdır türküler…<br />

Dağların maralı, kalbi yaralı, yerli buralıdır türküler…<br />

Göklerde bayrak, ana gibi sımsıcak yüreği<br />

apaktır türküler…<br />

Astığım bayrak, bastığım toprak, yattığım yataktır<br />

türküler…<br />

Mehmetçiğin savaşı, yurdumun barışı, toprağımın<br />

her bir karışıdır türküler…■<br />

37<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


MUSTAFA ÖZÇELİK<br />

"...insanı müspet<br />

ve menfi tüm<br />

özellikleriyle<br />

tanımanın<br />

neredeyse<br />

tek imkânıdır<br />

türküler. Bu<br />

durum, başka<br />

hiçbir edebî<br />

türde böylesine<br />

gerçekçi<br />

değildir.<br />

Mesela şiir,<br />

ele aldığı<br />

insanı idealize<br />

ederek, tiyatro<br />

dramatize<br />

ederek,<br />

gerçeğin<br />

sınırları dışına<br />

çıkarabilir."<br />

Ne zaman bir türkü dinlesem doğal olarak aklıma bende türkü<br />

sevgisi uyandıran şu iki yazı ve üç şiir gelir: Zira bunlar, benim<br />

türkülerin gizli dünyasına girebilmemde bana imkân sağlayan,<br />

yol gösteren, onları sevmemde olumlu etki yapan metinler oldu. Bu<br />

yüzden onları da türküler kadar sever ve önemli bulurum.<br />

Bu yazılardan ilki, Tanpınar’a ait bir metin. Ama bu, türkülerden<br />

bahseden müstakil bir yazı değil. “Beş Şehir” 1 de Konya ile<br />

ilgili bölümde yer alan birkaç paragraflık kısım… Bilindiği gibi<br />

Tanpınar,”hayatımın tesadüfleri” dediği beş şehri (Bursa, Erzurum,<br />

Ankara, İstanbul ve Konya) anlatır bu kitabında… Yazılış gerekçesini<br />

de “onların arkasında kendi insanımızı ve hayatımızı, vatanın manevi<br />

çehresi olan kültürümüzü görmek” şeklinde açıklar.<br />

Tanpınar, bu şehirleri anlatırken onların mimari yapılarından, çeşitli<br />

insan ve tabiat manzaralarından ve musikiden hareket eder. Zira<br />

bütün bunlar, Anadolu topraklarında kurduğumuz kültür ve medeniyet<br />

yapımızın şifrelerini barındıran eserlerdir. Her biri kendi dilince<br />

bir toplumun dünya görüşünü, hayat tarzını, insan ve toplum yapısını<br />

anlatmaktadır. Sonuçta, Tanpınar bir Anadolu fotoğrafı çizer bize ve<br />

biz o fotoğrafa bakarak Anadolu’yu daha iyi anlama imkânı buluruz.<br />

Tanpınar, Konya’yı anlatırken Anadolu’yu tanıma ve anlama<br />

imkânlarına bir unsur daha ilave eder. Bu unsur, türkülerimizdir.<br />

Konya’da bulunduğu günlerde Konya Hapishanesinin kadınlar koğuşundan<br />

yükselen türkü sesleri, onu Anadolu’nun ve Anadolu insanının<br />

gerçekleriyle yüz yüze getirir. Şehir, taş toprak gerçekliğinin<br />

ötesine geçer. Der ki: “Bu türküleri dinlerken içimde Konya birdenbire<br />

canlanır.” Bu canlanmayla Konya’yı hem tarihî geçmişiyle hem de<br />

bugünkü hayatıyla kavrama imkânı bulur. Konya, onun için bu manada<br />

büyük bir zenginliktir. “Ben Orta Anadolu türkülerini o gurbet,<br />

keder, türlü ten yorgunluğu ve iç darlığı dolu acı dert kervanlarını bu<br />

şehirde tanıdım.” demekten kendini alamaz. Tanpınar, bütün bunlardan<br />

sonra şöyle demekten kendini alamaz: “Anadolu’nun romanını<br />

yazmak isteyenler ona mutlaka bu türkülerden gitmelidirler.”<br />

Tanpınar’ın bu yorumlarını okuduktan sonra, türküler, bizim için<br />

büyük bir daha geniş bir anlam coğrafyasının öznesi, Anadolu’yu tanımanın<br />

önemli bir malzemesi hâline gelmektedir. Şüphesiz, türkülerin<br />

bize böylesi zengin bir imkânı sunması, onların öncelikle; doğallığıyla,<br />

içtenliğiyle ilgilidir. Çünkü türküler hayatın içinden doğarlar.<br />

Olayların söze, musikiye dönüşmüş şekilleridir. Başlangıçta onları<br />

belki bir kişi söylemiştir ama zamanla anonimleşmişler ve böylece<br />

halkın ortak diline, ortak hikâyesine dönüşmüşlerdir. Dahası, hiçbir<br />

zaman eskimezler. Zaman içinde <strong>yeni</strong> söz ve beste imkânlarıyla<br />

yaşamaya devam ederler. Onlarda ne söyle<strong>yeni</strong>n sanat endişesi ne<br />

dinle<strong>yeni</strong>n estetik haz duyma arzusu vardır. Olanı, olduğu gibi yansıtırlar.<br />

Ama yürek diliyle yapılır bu anlatım. Bu yüzden öylesine yalın<br />

ve içtendirler. Bu bakımdan duygusallığının yanında aynı zamanda<br />

son derece gerçekçi metinler olarak karşımıza çıkarlar. Böyle olduk-<br />

38<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ları için de hangi toprakta, bölgede, coğrafyada doğmuşlarsa<br />

oranın tabiatına, hayat tarzına, yaşanan olaylarına<br />

ve olayların kahramanlarına ayna tutarlar. Bu yüzden<br />

Tanpınar’a katılmamak mümkün değil. Anadolu’yu ve<br />

Anadolu insanını tanımak istiyorsak, onun romanını,<br />

şiirini, tiyatrosunu yazacaksak türküler elimizin altında<br />

duran en önemli kaynaklardır.<br />

2.<br />

Bende türkü sevgisini onulmaz bir sevdaya dönüştüren<br />

ikinci yazı ise Fethi Gemuhluoğlu’na aittir. Önce,<br />

Türk Yurdu dergisinin Nisan 1959 tarihli 2. sayısında yayımlanan<br />

ve daha sonra yazarın “Dostluk Üzerine ”2 kitabına<br />

da alınan “Türkülere merhaba” başlıklı yazı da türkü<br />

güzelliğinde ve içtenliğinde bir metindir. Yazının daha<br />

ilk cümleleri, türkülerin bizim için ne anlam ifade etmesi<br />

gerektiğini belirten ifadelerdir. “ Türküler bitip tükenirse<br />

hatırasız, sevdasız ve yalnız kalırız” diyen yazar, bunun<br />

gerekçesini de şöyle açıklar. “Türküler ve şarkılarda halk<br />

var. Millet var. İnsan var.”<br />

Sözün burasında Tanpınar’ın cümlesini bir daha<br />

hatırlamak gerekir. Madem romanın-biz buna şiiri ve<br />

tiyatroyu da eklemiştik-konusu insandır öyleyse bu tür<br />

eserleri yazabilmek için insanın olduğu bu metinlere ilgi<br />

duymamız gerekir. Dahası, bu alıntının başında söylenen<br />

ve türküsüz kalmanın “hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak”<br />

olduğunu belirten ifade türkülere neden ve nasıl<br />

önem vermemiz gerektiğini açıklayan çok vurucu bir tespittir.<br />

Zira hatırasız, sevdasız ve yalnız kalmak meselesi<br />

insan olma meselemizle doğrudan ilgili konulardır. Bu<br />

demektir ki, türküler biz olduğumuz için vardırlar. Başka<br />

bir deyişle onlar varsa biz de varız. İnsanla türkü birbirinden<br />

ayrılamaz iki kavramdır.<br />

Burada “nasıl” meselesini daha iyi anlayabilmek için<br />

yazının devamına da bakmalıyız. Yazar, metnin ikinci paragrafında<br />

türkülerin çok önemli bir özelliğine daha dikkat<br />

çeker. Buna göre türkülerde anlatılan insan, gerçekçi<br />

bir portreyle sunulur. Yazar bunu “İnce, yüce, ulvi, afif taraflarıyla<br />

insan var. Hafif, çılgın, şefkatli ve avare taraflarıyla<br />

insan var.“sözleriyle belirtir. Ama türkülerde sadece<br />

bunlar yoktur. Bunu da şöyle açıklar yazar: “Türkülerde<br />

ve şarkılarda şiir var, hikmet var, yaşama kuralları var,<br />

töreler var, gelenekler var. Ve asıl mühimi yüreğimiz ve<br />

gönlümüz var.” Dolayısıyla insanı müspet ve menfi tüm<br />

özellikleriyle tanımanın neredeyse tek imkânıdır türküler.<br />

Bu durum, başka hiçbir edebî türde böylesine gerçekçi<br />

değildir. Mesela şiir, ele aldığı insanı idealize ederek, tiyatro<br />

dramatize ederek, gerçeğin sınırları dışına çıkarabilir.<br />

Ama türkülerde durum böyle değildir. Biz, nasılsak<br />

öyledir türküler... Yalansız, sansürsüz, riyasız…<br />

3.<br />

Türküler konusunda beni etkileyen şiirlere gelince…<br />

Bunlardan ilki -eminim bu, pek çok kişi için de öyledir-<br />

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun “Türküler Dolusu” 3 başlıklı<br />

şiiridir.<br />

“Kirazın derisinin altında kiraz<br />

Narin içinde nar<br />

Benim yüreğimde boylu boyunca<br />

Memleketim var”<br />

mısralarıyla başlayan bu şiirin de daha başında aynı<br />

gerçeğe vurgu yapılır. Türkülerde memleketimiz vardır.<br />

Milletimiz vardır. Onlar canımıza, ciğerimize kadar işler.<br />

Onların içine insan kokusu sinmiştir. Onlar, şiirin hasıdır.<br />

Bu yüzden şöyle der şair:<br />

“Ne zaman bir köy türküsü duysam<br />

Şairliğimden utanırım<br />

Şairim<br />

Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum<br />

Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim<br />

Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm”<br />

Peki, nedir, türkülerde şairi, şairliğinden utandıran<br />

özellik… Sahiciliği, gerçekçiliği, “memleket ahvalini”<br />

olduğu gibi yansıtmalarıdır elbette…”Ana sütü gibi<br />

temiz, ana sütü gibi candan” olmaları… Bu yüzden<br />

Eyüboğlu’na göre de tarihimizi, hayatımızı, insanımızı<br />

tanımak için kitaplardan öte birer imkândır türkülerimiz..<br />

Yine bu yüzden “memleket ahvalini”, onlardan sormak,<br />

öğrenmek gerekir. Mesela konu Yemen mi Şair doğal<br />

olarak şöyle diyecektir.<br />

“Kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i<br />

Öleni, kalanı, gidip gelme<strong>yeni</strong><br />

Ben türkülerden aldım haberi.”<br />

Eyüboğlu da türkülerin anonimliğini onların bir özelliği,<br />

güzelliği ve zenginliği olarak görür:<br />

“Ah bu türküler, köy türküleri<br />

Ne düzeni belli, ne yazanı<br />

Altlarında imza yok ama…”<br />

İşte bu “ama”dan sonrasında söylediği şu mısra türkülerin<br />

asıl gizemini fısıldamaktadır bize!<br />

“İçlerinde yürek var.”<br />

4.<br />

39<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Benim içimi bir türkü gibi titreten diğer bir şiir ise<br />

Âşık Veysel’in “Türk’üz Türkü Çağırırız” şiiridir. Şair,<br />

daha şiirinin başında “Türk” ile “türkü” arasındaki münasebete<br />

dikkat çeker. Zira kimi yorumlara göre “Türkü”<br />

kelimesi, “Türk” adının sonuna, Arapça ilgi eki olan “i”<br />

ekinin getirilmesiyle ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla “Türki<br />

(Türkü): Türk’le ilgili, Türk’e özgü” anlamına gelmektedir.<br />

Elbette başka milletlerin de bizim türkü olarak isimlendirdiğimiz<br />

tarza da ürünleri vardır. Ama türkünün<br />

Türk’le münasebetinin olduğunu söyleyenler bize meselenin<br />

başka bir yönünü de gösteriyorlar. O da şudur:<br />

Asırlar boyunca şifahi kültürle beslenmiş bir kavim olan<br />

Türkler kendilerini ifade vasıtası olarak türküyü seçmişlerdir.<br />

Nitekim Âşık Veysel de bu durumu:<br />

Bayramlarda düğünlerde<br />

Toplantıda yığınlarda<br />

Sıkılınca dar günlerde<br />

Türk’üz tünkü çağırırız<br />

Yaylalarda yataklarda<br />

Odalarda otaklarda<br />

Koyun gibi koytaklarda<br />

Türk’üz türkü çağırırız,<br />

mısralarıyla belirtir. Bu yüzden millet olarak tarih boyunca<br />

kendimizi ifade için en elverişli tür olarak seçtiğimiz<br />

türkülerimiz acımıza, sevincimize, yaşadıklarımıza ayna<br />

tuttukları gibi aynı zamanda bizi millet yapan değerlerin<br />

de taşıyıcısı ve ifadesi olan metinlerdir. Türküler, bu yüzden<br />

bu yönleriyle de incelenmesi gereken metinlerdir.<br />

5.<br />

Okuduğumda bana türküleri hatırlatan bir başka şiir<br />

ise Erdem Bayazıt’ın “ Sana, bana, vatanıma, memleketimin<br />

insanlarına dair” 4 başlıklı şiiridir. Bu şiir Âşık<br />

Veysel’inki gibi türkü kavramını doğrudan ele almaz.<br />

Fakat metin tamamen türkü duyarlığına yaslanan bir metindir.<br />

Bu şiirin türküye yaptığı vurgu daha adından başlar.<br />

Ben, sen yani biz, millet olarak hepimiz, vatanımız,<br />

memleketimiz, insanlarımız….İşte bütün bunlar bir şiirin<br />

de konusudur.. Ama şair, bizi bu manada anlatacak şiirine<br />

bir türkü mısraını “Telgrafın tellerini arşınlamalı” mısraını<br />

küçük bir değişiklikle girizgâh mısra olarak seçer.<br />

“Telgrafın tellerini kurşunlamalı…”<br />

Bu bilinçli bir tutumdur. Zira şiir baştan sona bir Anadolu<br />

hikâyesidir. Kare kare, sahne sahne bir film gerçekliğinde<br />

bütün bir Anadolu anlatılır. Aşk, hasret, gurbet,<br />

ölüm… Tarlada çapa yapan kadınlar, dağlara çıkıp nara<br />

atan yiğitler, oğullarını yitirmiş analar, gencecik âşıklar,<br />

çıplak ayaklı ırgat çocukları, mahpushanedeki mahkumlar…<br />

kısacası bütün bir hayatımız ve insanımız… Şiir,<br />

tümüyle onların türkü duyarlığıyla ve diliyle hikâyesidir.<br />

“Yazlar bilirim, memleketime özgü<br />

Yiğit köy delikanlılarının<br />

İncir çekirdeği meselelerle birbirlerini kurşunladıkları<br />

Birinin ölü dudaklarından sızan kan daha kurumadan<br />

Üstüne cehennem güneşlerde mor sinekler konup<br />

kalkan<br />

Diğeri kan-ter içinde yayla yollarında<br />

Mavzerinin demirini alnına dayamış<br />

Yüreği susuzluktan bunalan<br />

İçinden mapushane çeşmeleri akan<br />

Ansızın parlayan keklikleri jandarma baskını sanıp<br />

Apansız silahına davranan<br />

Nice delikanlıların figüranlık yaptığı<br />

Yazlar bilirim memleketime özgü”<br />

Bu bakımdan bu şiir, sadece bir şiir olarak değil çağdaş<br />

formda söylenmiş bir türkü gibi de okunmalıdır. Ve<br />

öyle okunursa hem bu şiiri anlamanın hem de bu şiirden<br />

hareketle türkülerimize uzanmanın imkânlarını buluruz.<br />

Bu imkâna kavuşmak son derece önemli… Zira türküsüz<br />

kaldık. Onlar hep vardı ama biz onlardan uzaklaştık.<br />

Kimi zaman küçümsediğimiz bile oldu. Oysa onlar,<br />

bizim aynı zamanda mazinin konuşan diliyydi. Zira<br />

Tanpınar’ın dediği gibi “Mazi daima konuşur ve hem<br />

cemiyetlerin hem de şahsiyetlerin mana ve hüviyetini,<br />

çekirdekliğini tarihilik denilen şey yapar.” Gemuhluoğlu<br />

da bu durumu, hatırasız sevdasız yalnız kalmak şeklinde<br />

ifade etmekteydi. Öyleyse hatırasız, sevdasız ve yalnız<br />

kalmak istemiyorsak “türkülere merhaba!” demenin ve<br />

tarihî şahsiyetimizin mana ve hüviyetine <strong>yeni</strong>den dönmek<br />

istiyorsak insanımızın hayatına bakarken “türkülerle<br />

merhaba!” demenin vakti gelmiş demektir.■<br />

______________<br />

1. A. Hamdi Tanpınar, Beş Şehir, Dergâh yayınları, İstanbul,<br />

2001.<br />

2. Fethi Gemuhluoğlu, Dostluk Üzerine, Boğaziçi yayınları,<br />

İstanbul, 1978.<br />

3. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Dördü Birden, Varlık yayınları,<br />

İstanbul, 1958.<br />

4. Erdem Bayazıt, Sebeb Ey, Edebiyat dergisi yayınları,<br />

Ankara, 1973.<br />

40<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Harput musikisi korosu<br />

Mektebin bacaları<br />

NURETTİN DURMAN<br />

Üç arkadaştık. Çocukluktan <strong>yeni</strong> çıkmış delikanlılığa<br />

adım atmıştık. Her birimiz bir<br />

yerde çalışıyorduk. Cıvıl cıvıl çocuklardık. İkimizin<br />

annesi ölmüştü. Diğer arkadaşımızın ise babası yoktu.<br />

Buna rağmen rahat, kendine güveni olan, bir o kadar<br />

da meraklı idik. Akşam karanlığı basınca çarşıda<br />

buluşuyor, geziyor, türkü söylüyorduk. Havalar bir<br />

hayli güzel gidiyordu. Mevsim yazdı. Gökyüzünde<br />

yıldızlar o biçimdi. Bir müddettir biz, askeri zevatın<br />

oturduğu lojmanların önünden başlayarak, Cumhuriyet<br />

Caddesi’nden, oturduğumuz Bahçelievler mahallesine<br />

doğru giderken türkü çağırmak merakına<br />

tutulmuştuk. Tek katlı bahçeli evlerdi. En çok da,<br />

“Mektebin bacaları – Ders verir hocaları” türküsünü<br />

söyler olmuştuk.<br />

Mektebin bacaları (vay lele lele lele)<br />

Ders verir hocaları (uy amman can kurban)<br />

Kim yârimi sorarsa (vay lele lele lele)<br />

Odur birincileri (uy amman can kurban)<br />

Niye söylüyorduk bu türküyü, niye hep bu türkü<br />

vardı dilimizde Üçümüz de okuldan kopmuştuk<br />

onun için miydi Peşinden, “Gamzedeler, gamzedeler”<br />

mi diyordu Halit arkadaşımız<br />

Gamzedeler gamzedeler<br />

Oğul bu gün gam vurur<br />

Kibarım gam zedeler<br />

Amman aman aman ah<br />

Hele zalım sinemi hekkak delmez<br />

Hele kurban delerse gamze deler<br />

Di gel kara gözleren kurban ben olam<br />

Onun sesi daha mı yanıktı Gökyüzünde yıldızlar,<br />

dilimizde türküler. Yürüyüp gidiyorduk.<br />

Bir gece, gene böyle, “mektebin bacaları” derken,<br />

birkaç polis memuru önümüzü kesip, “durun bakalım”<br />

demesinler mi o korkunç sesleriyle. İki arkadaş<br />

anında derdest olmuştu. Ben bir koşu sıyrılmaktayım<br />

badireden. Arkadaşlar karakola, ben sokak aralarına.<br />

Bir iki voltadan sonra yapamıyorum. Olmuyor...<br />

Var mı delikanlılığın raconunda arkadaşını yarı<br />

yolda bırakmak Doğru karakola. Kapıdan giriyorum.<br />

“Gel bakalım” diyor öfkeli bir şekilde polis<br />

amca.”Sen de bunlarla idin ha Haaa Seni gidi<br />

seni”<br />

Arkadaşlarımın suratları kızarmış vaziyette, kötü<br />

birer yağlı boya resim gibi durmakta. Bana da bir hoş<br />

geldin yapıyorlar tabi. Bu da yetmiyormuş gibi enselerimizden<br />

kıl çekmeye başlıyorlar. Bir acıyor ense<br />

kökümüz bir acıyor ki... Neden oluyordu bunlar hiç<br />

anlamıyorduk! Sesimiz çirkin miydi Yoksa güzel<br />

türküler mi yoktu repertuarımızda Neden di bilmiyorduk!<br />

İki de bir; “Siz halkı rahatsız edersiniz ha”<br />

deyip, suratımızı, ense kökümüzü kızartıyorlardı.<br />

Bingöl’de, ilk sebze halinin oradan Bahçelievler<br />

Mahallesi’ne doğru giderken Cumhuriyet<br />

Caddesi’nde oluyordu bunlar. Biz mektebi, öksüz ve<br />

yetim bir biçimde terk etmiş üç arkadaştık. Suçumuz<br />

geceye girerken türkü söylemekti... ■<br />

41<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


MEHMET ÖZBEK<br />

ile türküler üzerine<br />

Yenilik daha güzeli yaratmak için tutulan zorluklarla<br />

dolu bir yoldur. Yeninin eskiden daha iyi olması<br />

gerekir. Zaman zaman her türlü çarpıtmaya<br />

<strong>yeni</strong>lik adı verilegelmiştir. O güzelim 'Evlerinin<br />

önü boyalı direk' türküsünü birileri çarpıtarak<br />

gitarla söylediler. Hani ne kaldı onlardan<br />

geriye, işledikleri günahtan başka.<br />

TANER NAMLI<br />

İstanbul’da okunan<br />

gazellerle biçim ve<br />

tavır bakımından<br />

hiçbir ilgisi olmayan,<br />

taa Artukoğulları<br />

ve Uzun Hasan’ın<br />

Harput’taki<br />

saraylarında<br />

çalındığı ve Horasan<br />

erlerinden miras<br />

kaldığı söylenen;<br />

ağırhava adı verilen<br />

gazeller Harput<br />

musikisinin şeref<br />

belgeleridir.<br />

Türküleri, sadece söylemiş olmak onları yaşatmak<br />

anlamına gelmiyor. Siz de bu anlamda,<br />

türküleri söylemeden ziyade anlayabilmenin<br />

önemli olduğunu söylüyorsunuz. Türküleri nasıl<br />

anlamamız gerekiyor ya da yıllar önce hazırladığınız<br />

bir halk müziği programınızın adıyla<br />

size sormak istiyorum: “Türküler ne der” bizlere.<br />

Öncelikle Türkçenin en güzel en sıcak söylenişiyle,<br />

Türk toplumuna mahsus, duyguların<br />

erişilmez ölçüde derinleştiği, aşk ve ızdırabın<br />

yüksek bir hayal gücüyle sergilendiği şairane<br />

bir anlatımla karşılaşırız türkülerimizde. Tabii ki<br />

seçmesini bilmiş isek.<br />

Türküler bir yönüyle eğlendirici bir özellik<br />

taşısa da diğer yönden düşünce, his ve heyecan<br />

yüklü şiirlerdir. Bazı şairler (!) bunlara manzume,<br />

yani ölçülü biçili sıradan sözler demişlerse<br />

de rahmetli Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler<br />

Dolusu” şiirinde:<br />

Şairim<br />

Zifiri karanlıkta gelse şiirin hası<br />

Ayak seslerinden tanırım<br />

Ne zaman bir köy türküsü duysam<br />

42<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Şairliğimden utanırım<br />

Şairim<br />

Şiirin gerçeğini köy türkülerimizde bulmuşum<br />

Türkülerle yunmuş yıkanmış dilim<br />

Onlarla ağlamış, onlarla gülmüşüm…<br />

diyerek gereken cevabı vermişti.<br />

Türküleri içinde gizli olan yerel, sosyal, psikolojik<br />

ve tarihsel sırlarıyla değerlendirerek dinlemek<br />

gerekir.<br />

Örnek olarak:<br />

Çanakkale içinde aynalı çarşı<br />

Ana ben gidiyom düşmana karşı…<br />

diye başlayan türküde eğer biz düşmanı, sıradan<br />

bir savaştaki rakip olarak görürsek türküyü<br />

dinlemiş oluruz. Ama oradaki düşmanı, Anadolu<br />

üzerinde emperyalist emelleri olan, o zamana kadar<br />

eşi görülmemiş ölüm araçlarıyla hiç durmaksızın<br />

saldırarak yeri göğü, havayı suyu cehenneme<br />

çeviren Batılı güçler olarak algıladığımızda,<br />

türküyü anlamış oluruz.<br />

Çanakkale Türküsü, düşmanın Türklerle girdiği<br />

imtihan meydanından insani dersler alarak<br />

mahcup ayrılmasının hikâyesidir. Bu türküyü,<br />

olaya ait anekdotlarla değerlendirdiğimizde ortaya<br />

koca bir roman çıkar. Şöyle ki, tahta bacağıyla<br />

yaralı İngiliz askerini hastaneye taşıma<br />

gayreti ile gösterdiği insan sevgisinin, ancak<br />

“Mehmetçik”e ait bir erdem olduğunu; okumasız<br />

yazmasız köylü delikanlıların zor durumlarda<br />

kıvrak zekâlarıyla ne harikalar yaratabildiğini<br />

görürüz bu türküde.<br />

Adları bilinmeyen binlerce şehidin yasını<br />

tutan bu ağıt, bir türkü değil, meçhul askerlere<br />

adanan bir anıttır. Yaratıcısı gibi dizelerde konuşanların<br />

da adları bilinmiyor. Belli ki uzaklarda<br />

can vermiş bir kahramanın şehadetine yanan bir<br />

ananın, bir bacının ya da bir eşin duygularıydı bu<br />

sözler; belki de geleceği gören bir ermişin “Ooof<br />

gençliğim, eyvah!” diye yakınışı idi.<br />

Çanakkale Türküsünün dinleyiciye ulaşmamış<br />

dizelerinde, içli duyguların, kahreden ıstırabın<br />

yalın bir dille anlatıldığını görürüz. Türkünün<br />

kahramanı olan, daha bıyıkları terlememiş,<br />

ama göğüslerinde dev bir yürek taşıyan gençlerin<br />

birer keramet ehli olduklarına inanmamak<br />

imkânsızdır. Daha bir saat önce cephe gerisinde<br />

tüfek kullanmayı öğrenen, bir saat sonra belki de<br />

şehadet şerbetini içecek olan bu gençler, dumanla<br />

kaplı Çanakkale tablosuna hüzünle yerleştirilmiş<br />

birer melektirler bu türküde.<br />

Bir de deyişlerimizde Arapça, Farsça kelime<br />

ve tamlamalar vardır ki bunların hem manasını<br />

hem de terim olarak arka planlarını bilmeden bu<br />

deyişlerin de demek istediğini pek anlayamayız;<br />

“Filan ne güzel okudu, ne güzel sesi var.” ya da<br />

tersini söyler geçeriz. Mesela Sıtkı Baba’nın şu<br />

deyişine bakalım:<br />

Nağme nazlı yârin hâk-i payına<br />

Benim için yüzün sür kerem eyle<br />

Secde kılan kaşlarının yayına<br />

Bir dem divanına dur kerem eyle<br />

Burada nağme, mektup; nazlı yâr, Hacı Bektaşi<br />

Veli; hâk-i pay, ayak tozu toprağı; kerem eylemek,<br />

büyüklük göstermek, iyilik etmek; secde<br />

kılmak, namazda olduğu gibi yere kapanmak, niyazda<br />

bulunmak; kaşlarının yayı, mihrap, pirin<br />

bulunduğu yer. Kaş, şekli bakımından tasavvufi<br />

şiirde hem cami, mescit vb. yerlerde kıble yönündeki<br />

duvarda bulunan ve imamın durduğu girintili<br />

yer olan mihrap anlamında kullanılır hem de<br />

Arap harfleriyle yazılmış “bismillahirrahmanirrahim”<br />

ibaresine benzetilir. Dolayısıyla bunları<br />

bilmeden, Sıtkı Baba’nın: “Mektup, benim için<br />

bir iyilik yap da Hacı Bektaşi Veli hazretlerinin<br />

kapısına git, ayaklarına kapan, yüzünü ayağının<br />

tozuna sür, duada bulun ve emirlerini bekle.” demek<br />

istediğini anlayamayız.<br />

Veya:<br />

Kuyudan su çekerler tulumınan<br />

Kızı gelin ederler zulumınan...<br />

Sevmediği birine gelin giden bir kızın durumu<br />

özlü bir şekilde bundan daha güzel nasıl ifade<br />

edilebilir!<br />

Türkülerimizin ve hatta halk oyunlarımızın<br />

modern yorumlamaları, gösterimleri yapılıyor.<br />

Bu modern sunumları nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

Modernden kastınız “moda olan” ise bunları<br />

pek ciddiye almıyorum. Gelip geçici bir heves,<br />

43<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


üzgâra yazılmış bir hikâye olarak kabul ediyorum.<br />

Yok, eğer “<strong>yeni</strong>lik” ise, bence <strong>yeni</strong>lik zaten<br />

başlı başına bir amaç değildir. Yenilik daha<br />

güzeli yaratmak için tutulan zorluklarla dolu bir<br />

yoldur. Yeninin eskiden daha iyi olması gerekir.<br />

Zaman zaman her türlü çarpıtmaya <strong>yeni</strong>lik adı<br />

verilegelmiştir. O güzelim Evlerinin önü boyalı<br />

direk türküsünü birileri çarpıtarak gitarla söylediler.<br />

Hani ne kaldı onlardan geriye, işledikleri<br />

günahtan başka. Burada esas olan eski olanın<br />

nesinden kopmak istediğimizi ve <strong>yeni</strong> olanın da<br />

neyini kabul etmemiz gerektiğini çok iyi bilmemizdir.<br />

Müzik sanatında evrenselleşmek istiyorsak,<br />

yabancı biçimlerin körü körüne taklit edilmesi<br />

ve müzikteki bütün ulusal ögelerin yok edilmesi<br />

yolunda değil, müzik sanatının temel unsurları<br />

üzerine oturtulmuş ulusal müzik kültürümüzün<br />

diğer uluslarla paylaşacağımız derecede geliştirilmesi<br />

ve zenginleştirilmesi yolunda çalışmamız<br />

gerekir. Bunu bazı sanatçılarımız, öz çalgılarımız<br />

üzerinde takdir edilecek derecede yapmaktadırlar<br />

ki bunlar da eskinin geliştirilmiş <strong>yeni</strong><br />

boyutlar kazandırılmış biçimleridir. Örnek olarak,<br />

Erdal Erzincan, Erol Parlak gibi sanatçıların<br />

curada <strong>yeni</strong>den gündeme getirerek geliştirdikleri<br />

parmak ve şelpe teknikleri, bunların kullanıldığı<br />

müzikler gibi.<br />

Halk oyunu olarak değil, ondan mülhem dans<br />

sunumu, sahne sanatı olarak “Anadolu Ateşi”<br />

topluluğunu beğeniyor ve takdir ediyorum. Bilgi,<br />

estetik çaba, ciddiyet ve emek var. Boş bir<br />

heves değil.<br />

Her yörenin kendine ait türküleri var. Ama<br />

bazı türküler bütün Türkiye’ye veya bütün<br />

Türklere hitap gücünü kendinde buluyor. Bunu<br />

neye bağlıyorsunuz<br />

Anadolu insanının ortak duygu ve düşüncelerini<br />

yansıtan türküler yerellikten çıkarak bölgesel<br />

hatta ulusal olurlar. Toplumun tümünü derinden<br />

ilgilendiren olaylar üzerine yakılmış türküler…<br />

Örnek olarak, Havada bulut yok bu ne dumandır<br />

türküsü, toplumumuzun bütünü tarafından<br />

benimsenmiştir. Bir milleti toptan ilgilendiren<br />

bir olay üzerine yakılmış olan bu türkü, Yemen<br />

Harbi üzerine ve bu harbe gidenlerin arkasından<br />

yakılmış ümitsizliğin çığlığıdır.<br />

Sadece Anadolu müziklerini değil Müslüman<br />

Türk coğrafyasının türkülerini de derlediniz,<br />

incelediniz. Türkülerin Türk dünyasını<br />

birbirine bağlamadaki rolü hakkında ne düşünüyorsunuz<br />

Türküler, dil ve anlatım bakımından en yalın<br />

ve en sıcak müzik eserleridir. Millî geleneklerimizden<br />

edindiğimiz derin bilgi ve birikimi<br />

özümseyerek yaratmış olduğumuz türküler, insan<br />

varlığının bir ihtiyacı olan sanatın en kolay<br />

en yaygın; dolayısıyla en etkili dallarından olan<br />

müzik ve edebiyatın ortak ürünüdür. Bu bakımdan<br />

Türk dünyasında iletişim ve etkileşimi sağlamada<br />

başvurulması gereken en önemli araçtır.<br />

Aydın dili zamanla değişime uğrasa bile geniş<br />

topluluklara seslenen türkülerdeki halk dili değişime<br />

uğramaz.<br />

Özellikle Kerkük türkülerine olan alâkanız<br />

çok fazla. Bu ilginiz nereden geliyor<br />

Ben Urfalıyım. Araştırmış olanlar bilirler<br />

ki Urfa halkı ile Kerkük, Musul halkı arasında<br />

hem tarihî hem de sosyal bir bağ vardır. Bu, halk<br />

arasında bir efsaneye de bağlanır. Bu efsaneye<br />

göre Urfalılar Kerküklülerin dayısıdır. Kerkük’ü<br />

görmek isteyenlere eğer oraya gidemiyorlarsa<br />

Urfa’yı görmelerini öneririm. Konuşma dilinden<br />

halk kültürüne kadar her şeyin bu kadar ortak<br />

olduğu bir ilimiz yoktur. Urfa’da Bedesten’e<br />

girdiğinizde kendinizi Kerkük’teki Kayser’de<br />

(kapalı çarşı) zannedersiniz. Bu ortak kültürle<br />

birlikte 1959 yılında Kerkük’te Türkmenlere<br />

karşı girişilen hayâsız katliam ve aynı yıllar Bağdat<br />

Radyosu’ndan dinlediğim, ezilen bir milletin<br />

feryadı olan hoyratlar beni çok etkilemişti. Sanat<br />

hayatına başladığımda bu feryatları Türkiye’ye<br />

taşıma gayreti içine girdim. Bunu kendime görev<br />

edindim. Çok da etkili oldu. 60’lı yılların<br />

sonunda ülkemizde Kerkük’ün neresi olduğunu<br />

bilmeyenler çoktu. Unutturmuştuk, uyutmuştuk.<br />

Onları uyandırdık ne yazık ki şu hoyratı söylemek<br />

mecburiyetinde kaldım:<br />

O yanmadı<br />

Ben yandım o yanmadı<br />

Kırk yıl hoyrat çağırdım<br />

Ankara oyanmadı (Mehmet Özbek)<br />

44<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır bakımından<br />

hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğulları ve Uzun Hasan’ın<br />

Harput’taki saraylarında çalındığı ve Horasan erlerinden<br />

miras kaldığı söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput<br />

musikisinin şeref belgeleridir.<br />

oyanmadı, anlaşılacağı üzere halk ağzında uyanmadı<br />

demektir. Sanatçının görevi toplumu uyarmak,<br />

onun duygu ve düşünce dünyasına seslenerek<br />

onda güzel hayallerin uyanmasını sağlamak,<br />

onu uyarmak, yüreklendirmek, harekete geçirmek<br />

değil midir<br />

Harput musikisi, Türk halk müziği içerisinde<br />

çok ayrı bir yerde duruyor. Harput musikisi<br />

üzerine düşüncelerinizi alabilir miyiz<br />

Mahallî kültürün, millî kültürün bir alt basamağı<br />

olduğunu latif ezgileriyle yüzlerce yıldır<br />

vurgulayan Harput musikisi, makam fikrine ve<br />

fasıl tertibine dayalı bir musikidir. Türk müziğinin<br />

kuramını, estetiğini, anonim halk şiirinin<br />

mahiyetini ve sırlarını öğrenmek isteyenlere bir<br />

lütuftur Harput türküleri.<br />

Harput musikisi bir ibadet musikisidir. Harputlu,<br />

musikisini icra derken Tanrı huzurundadır<br />

sanki vecd hâlindedir sanki. Harput ağzını kusursuz<br />

bir şekilde kullanan tam bir Harput beyefendisi<br />

olan rahmetli Hafız Osman Öge bu söylediklerimizin<br />

simgesidir. Elazığ’ın şu dörtlüğü bende<br />

derin hayaller uyandırır:<br />

Gülde seni<br />

Kokladım gülde seni<br />

Gözlerin menevşedir<br />

Yanağın gül deseni<br />

Sevginin bu kadar zarifi, tasvirin bu kadar<br />

güzeli çok etkilemiştir beni. Hele Fransızca olan<br />

desen sözcüğü ile yapılan cinas, meçhul sanatçının<br />

ustalığını ortaya koyan bir buluştur.<br />

Büyük aşkların yaşandığı, bazen hüzünle son<br />

bulan sevdaların yarattığı ıstırap, Harput türkülerinde<br />

bolca dile getirilmiştir.<br />

İstanbul’da okunan gazellerle biçim ve tavır<br />

bakımından hiçbir ilgisi olmayan, taa Artukoğulları<br />

ve Uzun Hasan’ın Harput’taki saraylarında<br />

çalındığı ve Horasan erlerinden miras kaldığı<br />

söylenen; ağırhava adı verilen gazeller Harput<br />

musikisinin şeref belgeleridir. Kayabaşı ya da<br />

hoyrat denilen yüksekhavalar ise aşk dolu çılgın<br />

gönüllerin içli haykırışlarıdır. Burada kaynayıp<br />

coşan müzik kültürünün Azerbaycan, Harput,<br />

Urfa ve Kerkük yörelerinde ufak farklarla aynı<br />

olduğunu da belirtmeliyim…<br />

Her türkünün bir hikâyesi var mıdır<br />

Ne kadar yaygın bir yanlışlıktır bu. Bir de bilgiç<br />

bilgiç söylerler: “Her türkünün bir hikâyesi<br />

vardır” diye. Eskiler buna galat-ı meşhur derlerdi.<br />

Olur mu öyle şey! Bunu, folkloru bilmeyen<br />

ve halk müziğini tanımayan insanlar söylerler<br />

ancak.<br />

Kaşların bismillah veçhin Beytullah<br />

Seni öz nurundan yaratmış Allah<br />

Sevmişem ben seni terk etmem billâh<br />

Aşkın hançeriyle vursalar beni (Sıtkı Baba)<br />

Bunun hikâyesi olur mu! Bunlar düşünce ve<br />

sezgi mahsulü deyişlerdir. Yalnızca olay türkülerinin<br />

hikâyeleri olur. Türkülerin nasıl yakıldığını,<br />

nasıl değiştiğini bilmeyenlerin sarf edeceği<br />

bir sözlerdir bunlar.<br />

Hangi türküler sizi daha çok etkiliyor<br />

Türküleri pek ayırt etmem. Her birini başka<br />

açılardan değerlendiririm. Mahallî ve usta ağızla<br />

söylenmiş türküler başka, şiiriyeti olan türküler<br />

başka, bir olaya dayalı türküler başka yönlerden<br />

etkiler beni.<br />

Osman’ımın mendili saman sarısı<br />

Osman’ımı vurdular gece yarısı<br />

Osman’ıma gıyanlar gahpe idi hepisi…<br />

Şiiriyet yok, ama tutku ve öfke halk diliyle<br />

45<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ancak bu kadar güzel vurgulanabilir. Çok sevdiğim<br />

bir zeybek havasıdır…<br />

Bir Harput türküsünden iki dize:<br />

Lütfü geçsin telgırafın başına<br />

Bir tel çeksin Yemen’de gardaşıma…<br />

Bu iki dize beni alır götürür ta ki gözlerim<br />

doluncaya kadar.<br />

Hele usta bir ağızdan dinleyeceğim Rasih’in<br />

şu gazeli:<br />

Süzme çeşmin gelmesin müjgân müjgân üstüne<br />

Vurma zahm-ı sineme peykân peykân üstüne…<br />

tadına varılmaz bir müzik ziyafetidir.<br />

Türkü yorumlamalarını beğendiğiniz birkaç<br />

isim arz etseniz…<br />

İsim vermemin doğru olmayacağını düşünüyorum.<br />

Ayrıca sayarsam derginizin sayfaları yetmez.<br />

Bir de duyanlar: “Bunlar da kim” derler.<br />

Ancak mahallî havaları orijinal ağızla söyleyen<br />

sanatçıları ve bir de mahallî ağızla değil de eğitilmiş<br />

bir üslupla türküyü eğmeden bükmeden<br />

adam gibi okuyan sanatçıları çok beğenirim.<br />

Devlet Türk Halk Müziği Korosu ve TRT radyoları<br />

sanatçıları en çok beğendiğim sanatçılardır.<br />

Popüler sanatçılar içinde ise İbrahim<br />

Tatlıses. Yeter ki okumak istesin.<br />

Türküler üzerine yapılan akademik araştırmaların<br />

nitelik ve niceliği hakkında neler<br />

düşünüyorsunuz Yeterli mi sizce<br />

Ne yazık ki yeterli bulamıyorum. Bilineni,<br />

üstelik yanlış bilineni tekrardan başka bir<br />

şey yapıldığı yok. O kadar çok problem var<br />

ki. Daha ciddi bir terminoloji birliğimiz yok.<br />

Çalgılarımız evrensel anlamda etüt edilmemiş,<br />

çalma tekniklerimizin zenginliği ortaya<br />

konulmamış. Türkülerimizin ezgi ve ritm yönünden<br />

analizi yapılmamış, yöresel karakteristikler<br />

tespit edilmemiş. Türkülerimizin büyük<br />

bir bölümünde söz yanlışlıkları var, sanatçılar<br />

bunun farkına varmadan okuyorlar. Daha neler<br />

neler…<br />

TRT’nin, üniversitelerin ve araştırmacıların<br />

katkılarını değerlendirebilir misiniz bu anlamda<br />

Güzel sesleriyle ezgilerimizi icra eden birkaç<br />

solist dışında TRT’nin türküler üzerinde olumsuz<br />

yönde katkılarından söz edebiliriz ancak. Türkü<br />

denemeyecek saçma sapan şeyleri repertuvarlarına<br />

‘halk müziği’ diye almışlar. Bir defa bu,<br />

halka hakaret; kültürümüze ihanettir. Ben Müzik<br />

Dairesi Halk Müziği Müdürlüğünden ayrıldığımda<br />

(Haziran 1986) TRT repertuvarında 1750<br />

civarında ezgi vardı. Bugün 6000’e ulaşmış durumda.<br />

Bizden sonra Anadolu insanına aniden ilham<br />

geldi galiba. Bundan nemalananlar var tabii.<br />

Konservatuarların hâli ise yürekler acısı.<br />

Türküler üzerine nasıl çalışmalar yapılabilir<br />

Türkülerin sözleri üzerinde dil ve anlatım<br />

çalışmaları yapılmalıdır. Belli bir eser alınır,<br />

edisyon kritiği yapılır, yanlışlıklar düzeltilir,<br />

eksikler tamir edilir ve sonra dil ve anlatım<br />

özelliklerini ortaya koyan bir sözlük meydana<br />

getirilir. Örnek Olarak Âşık Veyse’lin deyişleri:<br />

Veysel’de geçen kelimeler, mecazlar, rumuzlar,<br />

motifler ve arka planları… Bunun gibi<br />

Elazığ türküleri ele alınabilir: Doğru ve geniş<br />

metinler, kelime hazinesi (unutulmuş veya<br />

unutulmaya yüz tutmuş yabancı ve yerel sözcükler),<br />

kişiler vb…<br />

Müzik açısından ise yöre yöre türkülerin dizileri,<br />

çatıları, kalıpları, yörenin karakteristik<br />

motifleri, ezgilerin metrik yapısı incelenebilir.<br />

Bunların bir kısmı makamla ifade edilemese<br />

bile çeşnilerle izah edilmelidir. Halk ezgileri<br />

özgün oldukları kadar özgürdürler de. Üç<br />

dört ses içinde dolaşan, karar sesinde değil de<br />

özelliğini taşıdığı bir makamın ya da çeşninin<br />

üç, dört veya beşinci derecesinde karar kılan<br />

türkülerimiz vardır. Bunlar bir makam özelliği<br />

taşımazlarsa da kulakta bir çeşni (basit dörtlü<br />

beşliler) etkisi bırakırlar; bunları tasnif etmek<br />

gerekir. Hâsılı daha çok işimiz var.<br />

Sayın Hocam, hem bizi hem de türkü sevdalılarını<br />

bilgilendirdiniz, aydınlattınız. Dergimiz<br />

adına çok çok teşekkür ediyoruz.<br />

Bunları bir kez daha dile getirme fırsatı verdiğiniz<br />

için ben teşekkür ederim.■<br />

46<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


FATİH KISAPARMAK<br />

ile türkü üzerine<br />

Sanatçının bilincindeki tasarım, yani alt ve<br />

üst bilincindeki taslak, yaşadığı toplumsal<br />

çevreden aldığı tesirler ve onun yaratıcılık<br />

düzeyi ile doğru orantılı biçimde hayata<br />

geçer.<br />

KEMAL BATMAZ<br />

Zirveyi hak edenler,<br />

hayallerini esere<br />

dönüştürebilmiş<br />

ve üretebilmiş<br />

olan insanlardır.<br />

Başkalarının ne<br />

düşüneceğini çok<br />

fazla umursamayan;<br />

yani yeteneklerini<br />

ve üretkenliklerini,<br />

birtakım endişelere<br />

boğdurmayan<br />

kişilerdir zirveyi hak<br />

edenler.<br />

Türküler nedir ve duyarlıkları nerden kaynaklanmaktadır<br />

Türküler, manevi coğrafyamızın sınır taşlarıdır.<br />

Halkımızın parmak izi ve ortak kimlik belgemizdir.<br />

Her biri, sosyal romanıdır insanımızın. Kültürel<br />

genetiğimizin şifresidir türküler. Ulusal yaşanmışlığımızın<br />

alüvyonlarını taşıdıklarından, fevkalade<br />

zengindirler. Duyarlıklarını, işte bu tarihsel ve kültürel<br />

serüvenin sahibi duygusal bir halktan almaktadırlar.<br />

“Türkü Baba” olarak ünlendiniz. Türkü denince<br />

hangi çağrışımlar canlanıyor zihninizde<br />

“Türkî” sözünden gelen ve Türkçe söylenen şiir<br />

anlamı taşıyan “türkü” terimi, “Türk” sözcüğüne<br />

Arapça “î” ilgi ekinin eklenmesiyle oluşmuştur.<br />

“Türk’e özgü” demektir ve halk ağzında -zamanla-<br />

“türkü”ye dönüşmüştür. Türkü terimi, ilk kez<br />

15. yüzyılda ve Doğu Türkistan’da kullanılmıştır.<br />

Hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu’daki<br />

ilk örneğine ise, 16. yüzyılda ve “Öksüz Dede” imzasıyla<br />

rastlamaktayız. Türküler genellikle toplumu<br />

sarsan önemli bir olay ve büyük bir heyecan dalgası<br />

sonunda doğarlar. Bu nedenle de, toplumsal<br />

romanıdır halkımızın ve parmak izidir. Türkülerin,<br />

başlangıçta sahibi bellidir. Ancak zamanla, türkü-<br />

47<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


nün asıl sahibi unutulur ve eser kuşaktan kuşağa<br />

aktarılırken anonimleşir. Böylece, farklı coğrafyalara<br />

yayılır ve çeşitlemeleri ortaya çıkar. Toraygırov<br />

da diyor ki, “Halk türküsüz kalırsa, edebiyatı yetim<br />

kalır; güzelliği kaybolur. Güzelliği kaybolursa da,<br />

cansız kalır.”<br />

Türkülerin çağdaş yorumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz<br />

Bu alanda, yozlaştırmayan her <strong>yeni</strong>liği desteklerim.<br />

Bir zamanlar, “gençlik türkü söylemiyor” diye<br />

yakınmıyor muyduk Şimdi gençler, tekrar söyleyeyim<br />

yozlaştırmıyorlarsa, dilediklerince türkü söyleyebilmelidir.<br />

Halk müziğimizde bir yozlaşma var mı<br />

Denizler dalgalanmadan durulmazmış. Sosyal<br />

olaylarda telaşa ve paranoyalara yer yoktur. Varsa<br />

yozlaşma, halkın büyük eleğinden ve süzgecinden<br />

zaten geçemez. Merak etmeyin.<br />

Sizce türkü dinleyicisi kimdir<br />

Türkü dinleyicisi, bu ülkenin sigortası ve omurgasıdır.<br />

İstikrarın ve dengenin sahibi, sağduyulu geniş<br />

halk kitleleridir.<br />

Türkçe olimpiyatları’ndaki türküler hakkında<br />

görüşleriniz<br />

Tarihsel önem taşıyan müthiş bir olay ve gerçekten<br />

bir büyük organizasyondan söz açıyorsunuz.<br />

Halkımıza ve topraklarımıza ait “şey”lerin, adını<br />

bile telaffuzda zorlandığımız genç insanlarca bize<br />

sunuluyor olması, hem ulusal ve hem de insan kardeşliği<br />

ideali nedeniyle evrensel bir değere sahip.<br />

Aynı çağda yaşamaktan mutluluk duyduğunuz<br />

müzik sanatçıları var mı<br />

Aynı çağda yaşamaktan veya tanışmaktan öte<br />

dostum olmalarıyla büyük onur ve kıvanç duyduğum<br />

birçok müzik sanatçımız var. Örneğin Barış<br />

Manço, Erkan Oğur ve Tuluyhan Uğurlu aklıma ilk<br />

gelenler. Çünkü bu kişiler, büyüleyici düzeyde orijinal<br />

eserler üretmiştir. Nitekim kopyalar gelip geçmiş,<br />

bu çok önemli müzisyenlerin -felsefe terimiyle<br />

konuşursak- “idea”ların bizzat kendisini yansıtabilen<br />

eserleri şimdiden klasikleşmiştir. Çünkü gerçek<br />

sanat, ideaların tasviridir. Bu ise, sanatla felsefenin<br />

temel kesişim noktasıdır. Hayatı, insanı, toplumu ve<br />

doğayı, kâh sürrealist kâh metafizik ölçülerde anlatır<br />

gerçek sanat. Yaşamı sorgular, tahlil eder ve yansıtır.<br />

Kalabalık yığınların, yaşam hayhuyu içinde pek<br />

de farkına varamadığı, farkına varsa bile etkili bir<br />

şekilde ifade edemediği şeyleri aksettirir. Sanatçının<br />

bilincindeki tasarım, yani alt ve üst bilincindeki<br />

taslak, yaşadığı toplumsal çevreden aldığı tesirler<br />

ve onun yaratıcılık düzeyi ile doğru orantılı biçimde<br />

hayata geçer. İsimlerini andığım üç değerli müzik<br />

sanatçımız, işte bunu başarabildikleri; reyting ya da<br />

tiraj kaygısıyla popüler kültürün gereklerine ve beklentilerine<br />

uygun olan işler yapmadıkları için önemlidir.<br />

Televizyonların dijital afyona, gazetelerin ise<br />

büyük boy tabloide dönüştürülmeye çalışıldığı bir<br />

süreçte, onurlu ve saygın duruşlarıyla örnek olabilmişlerdir.<br />

Kendinizi sorgular, hatta yargılar mısınız<br />

Elbette. Şaşmayan tek terazi vicdandır. İnsanı<br />

gerçekten yargılayabilen yargıç da odur. Vicdanını<br />

mutlu eden, mutlu olur. Tersinden bakarsak, vicdanını<br />

mutsuz eden, mutsuz olur. Hepimiz hata yapabiliriz.<br />

Hatanın cezası, onu telafi ettirmektir. Hatanın<br />

getirdiği pişmanlık tövbeyi, tövbe ise öğrenmeyi<br />

öğretir. Eğitim, öğrenim ve evrim, birbirlerinden<br />

ayrılmaz ve kaçınılmaz yükümlülüklerdir. Bilgi,<br />

görgü ve deneyimi çok olanın, hata yapma olasılığı<br />

azalır. Bilelim ki hayat, önüne koyduklarımızı yansıtan<br />

bir aynadır. Korku, endişe, gerginlik ve nefret<br />

ise, o aynayı karartan etkenlerin başında yer alır.<br />

Hayallerimiz nedir sizce<br />

Hayallerimiz, özgürlüğümüz ve benliğimizdir.<br />

Hayal ettiğimiz ve onlara inandığımız kadarını gerçekleştirebiliriz.<br />

Gerçekleştirdiklerimiz, inançla ve<br />

çabayla düşlediklerimizdir. Beyin ve gönül özgürlüğümüz,<br />

kişiliğimizin sınırlarını da çizer aslında.<br />

Elbette bu, sınırsızlık olarak anlaşılmamalıdır. Her<br />

türlü aşırılıktan, bir başka deyişle anarşizmden<br />

arınmış ve hayatın dengelerini keşfetmiş insanların<br />

harcı vardır uygarlık anıtında. İnsanlığın meşalesi<br />

sayılan kişilere, en azından hayalperest ve ütopyacı<br />

gözüyle bakılmıştır tarihte. Oysaki hayallerimizi<br />

fısıldayan ses, içimizdeki histir. Zirveyi hak edenler,<br />

hayallerini esere dönüştürebilmiş ve üretebilmiş<br />

olan insanlardır. Başkalarının ne düşüneceğini çok<br />

fazla umursamayan; yani yeteneklerini ve üretkenliklerini,<br />

birtakım endişelere boğdurmayan kişilerdir<br />

zirveyi hak edenler. Verimli olmakla evrimli olmak<br />

el ele büyür, yan yana yürür o kişilerin yaşam<br />

serüvenlerinde.<br />

Halkla ilişkilerinizi nasıl programlıyorsunuz<br />

Özel bir çaba harcamadım. Olduğum gibi gö-<br />

48<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ündüm. Samimi ve doğal davrandım. Tasarlanmış<br />

imajların, aslında dışı yaldızlı birer balon olduğuna<br />

inandım. Kanaat gibi zenginlik olmadığını savunageldim.<br />

Her türlü yozluk ve seviyesizlikten uzak<br />

tutmaya çalıştım kendimi. Özel hayat işportacılığı<br />

yapan malum medyadan uzak durdum. Saygılı ve<br />

ölçülü davranmama rağmen, halk dalkavukluğu da<br />

yapmadım. Ucuz popülizmden uzak durdum. Fakat<br />

ülkemiz insanlarını gerçekten çok sevdim. Onlara<br />

sevgimi gösterirken de dürüsttüm. <strong>Bizim</strong> halkımız,<br />

siz hangi işi yaparsanız yapın, önce sizi sevecek ve<br />

benimseyecek, önce sizi... Sanırım Türkiye, sesinden<br />

ve bestelerinden önce, Fatih Kısaparmak’ı sevdi<br />

ve kabul etti; Onu mazbut aile yaşamıyla kalbine<br />

koydu. Çünkü onu kendinden bildi. Gerçekten de<br />

öyleydi. Eğer öyle olmasaydı, halk bunu çok geçmeden<br />

fark ederdi.<br />

Şöhret ve ego arasındaki ilişkiyi nasıl yorumlarsınız<br />

Bu konuya bakarken, benim her fırsatta vurguladığım,<br />

gücünü bilmekten öte haddini bilmek<br />

formülünü göz ardı etmemeli. Çünkü şöhret, servet<br />

ve kudret, ayrıcalık olduğu kadar birer illüzyondur<br />

aslında... Oysa insan, kalıcı ve üst değerler uğruna<br />

çaba harcamalı. Şöhret yönetimi, risk yönetimi kavramıyla<br />

çok yakından bağlantılı. Ben, ne olacağım<br />

diye hayaller kurmadan önce, ne olmayacağım diye<br />

uzun uzun düşünüp, evvela olmamam gerekenleri<br />

belirlemeyi daha doğru bulurum. Elbette, büyük hayaller<br />

üretmekten ve onları gerçekleştirecek girişim<br />

ve faaliyetlerden de asla uzak durmam. Sürekli bir<br />

metafizik gerilim içinde bulunarak, üretkenliğimi<br />

ve yürek doğurganlığımı bileğlerim. Paylaşımı son<br />

derecede önemserim. Kişisel ve bireysel anlamda<br />

beklentisiz çalışırım. Egomu alabildiğince dizginlemeye<br />

çalışır ve takım kurabilmenin, ekip olabilmenin<br />

vazgeçilmezliğine inanırım.<br />

Yaşadığımız sosyal çalkantı, ne zaman durulur<br />

sizce<br />

İnsanlar arasındaki sevgi, hoşgörü ve anlayış<br />

köprüleri yıkılınca, o hiç istemediğimiz kutuplaşmalar<br />

meydana geliyor. Bu anlamda ciddi endişelerim<br />

var. Fakat en az o kadar da güçlü ümitler<br />

besliyorum. Tekâmül denilen şey, ağır ağır, yavaş<br />

yavaş gerçekleşen bir süreç. Sabırlı ve gayretli olmaktan<br />

başka çare yok. Oysa el ele ve emel emele<br />

olmalarında sayısız yarar bulunan insanlar, yep<strong>yeni</strong><br />

Rönesansları mayalayacak güce sahiptir. Yeter ki,<br />

en geniş ortak paydayı ve en düşük seviyeyi esas<br />

alan birtakım medya gölge etmesin.<br />

Bir sanatçı olarak “derd”iniz var mı<br />

Olmaz mı Benim derdim, ülkemizin değerler<br />

sistemine bir artı değer daha katabilmek ve halkımızın<br />

mayasına karışabilmek. Benim işim destelerle<br />

değil, bestelerle. Kültürümüzün kök hücresi<br />

saydığım değerlerle <strong>yeni</strong> bir uygarlık projesi üretilebileceğine<br />

inanıyorum. Sanat, hayatla mutlaka<br />

kesişmeli. Çünkü insanlar hayatı tercih eder. Mükemmelliği,<br />

sadelik ve samimiyette bulmalıyız. Doğallık,<br />

sahicilik, dürüstlük ve alçakgönüllülük, vazgeçilmez<br />

yol işaretlerimiz olmalı. Hele biz, çatışma<br />

ve kriz kültürüyle yetişmiş sancılı bir kuşaktanız.<br />

Barışın, hoşgörünün ve uzlaşının değerini iyi biliriz.<br />

Bize göre en büyük intikam affetmektir ve iyilik kaçınılmazdır.<br />

Bunları gerçekleştirirken de, gökkuşağı<br />

misali tüm renkleri kimliğimizde kaynaştırmayı<br />

bilmeliyiz. Ortak paydalarımızın ortak faydalarımız<br />

olduğunu haykırmalıyız. Sürekli olarak büyük pencereden<br />

bakmalı, büyük fotoğrafı ıskalamamalıyız.<br />

Söylenmemeli, söylemeliyiz.<br />

Yıllardan beri nasıl başarılı kalabildiğinizi anlatır<br />

mısınız<br />

Beni halkımın sevgisine layık gören Allah’a,<br />

her nefeste şükrediyorum. ‘Tamamen ben yaptım’<br />

diyebileceğim hiçbir şey yok. Yapıtlarımda neyi beğeniyorsanız,<br />

onun lütfüyledir ve Anadolu’ma aittir.<br />

Beğenmediğiniz ne varsa, benimdir. Siz beni tanımadan<br />

önce de ben sizi tanıyor ve çok seviyordum.<br />

Anadolu, kilim olmamı istemişti; ben de gidip gönlümü<br />

sermiştim. Dünya adlı bu gemide tesadüfen<br />

bulunmuyorduk. İster çarkçılık ister kamarotluk, ne<br />

yaparsak yapalım, mutlaka bir görevi yerine getirmiş<br />

oluyorduk. Size, her şeyin en iyisini verememiş<br />

olabilirim. Ama benim verebileceklerimin en iyisini<br />

sundum. İnsanlarımızın bize gösterdiği sevgi ve ilgiyi<br />

hak etmeliyiz. Şöhret zehirli baldır. Haddimizi<br />

bilmek ve tertemiz kalabilmek hem sorumluluğumuz,<br />

hem de görevimizdir. Reklam edilmek değil,<br />

fark edilmek önemlidir. Biz tereyağı gibiyiz. Başka<br />

yağların reklamı yapılsa da, tereyağının reklama ihtiyacı<br />

yoktur. Önemli olan, gündemi korumak değil,<br />

<strong>yeni</strong> bir gündem oluşturmaktır.<br />

Gerçek sanat eseri nedir sizce<br />

Gerçek sanat eseri ne eskidir ne de <strong>yeni</strong>. Hem<br />

eskidir hem de <strong>yeni</strong>. O, her mevsimin çiçeği ve zamanüstü<br />

olabilendir. Eski olsaydı ölmeye, <strong>yeni</strong> olsaydı<br />

eskimeye mahkûm olurdu.■<br />

49<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


BAYRAM BİLGE TOKEL*<br />

Elazığ meşk gecelerinden<br />

bir görünüm<br />

Bazı şehirlerimizin, tarihin derinliklerinden<br />

tevarüs ettikleri ortak kültürel değerleri<br />

Anadolu’ya yerleştikten sonraki süreçte işleyip<br />

geliştirerek kendilerine has bir kimlik oluşturmak<br />

konusunda, diğer şehirlerimize göre daha şanslı<br />

olduklarını düşünüyorum.<br />

Elazığ bu şehirlerimizden biridir ve onun Harput,<br />

Mamurat-ül Aziz, Elaziz, Elazık ve sonunda<br />

Elazığ’da karar kılan macerası, bugünkü şehir<br />

kimliğini oluşturan nice zenginliklerle doludur. Bu<br />

kimliği görünür kılan değerlerin başında şüphesiz<br />

Harput’un kadim sakinleri ile onların ruh ve hançeresinde<br />

yoğrulup soylu bir vakar içinde söylenerek<br />

bugünlere taşınan türküler gelir. Bir şehre asıl<br />

kimlik ve kişilik kazandıran bu türküler, bir taraftan<br />

şehri kendi özgün renkleriyle boyarken,<br />

diğer taraftan da farkında olmadan şehrin anonim<br />

rengi ile boyanırlar. Böylece, türkü ortak<br />

paydası üzerinden, ancak dışarıdan dikkatlice<br />

bakanların görebilecekleri tarzda şehrine benzeyen<br />

insanlarla, insanlarına benzeyen şehirler<br />

ortaya çıkar.<br />

Bana öyle geliyor ki, her Elazığlıda şehrine<br />

benzeyen bir şeyler olduğu kadar, şehirde de Elazığlıya<br />

benzeyen bir hâl vardır sanki. Bu durum,<br />

aynı zamanda Elazığlıları da garip bir biçimde<br />

kendiliğinden birbirlerine benzetir. İşte bundan<br />

dolayıdır ki, sadece konuşmaları değil, jest ve mi-<br />

* bayrambilgetokel@gmail.com<br />

50<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


mikleri, oturup kalkışları, hatta yürüyüş tarzları<br />

bile “Elazizce” olan insanların şehridir Elazığ.<br />

Şehir ve insan arasındaki bu hem gizli hem açık<br />

ilişkinin farklı bir yönünü, Cahit Külebi şu dizelerle<br />

anlatır:<br />

Savaştepe köprüsünden geçen trenler<br />

Sel olur İzmir’e akar<br />

İzmir’in denizi kız, kızı deniz<br />

Sokakları hem kız, hem deniz kokar<br />

İnsan Türküsüne Böyle mi Benzer...<br />

Bütün bunların farkına varmam için, Elazığ’ın<br />

hemen her biri bir türkü klasiği olan yöresel ezgilerini,<br />

mahallî havalarını, lirik, duygulu türkü<br />

ve hoyratlarını; kısacası ‘Harput Musikisi’ni ve bu<br />

musiki ile yoğrulmuş has bir Elazizliyi yakından<br />

tanımam gerekirmiş. O zaman anladım ki, aslında<br />

büyük sır, genel anlamda türkü dediğimiz halk<br />

şarkılarında gizli; çünkü Elazığ da, diğer bazı şehirlerimiz<br />

gibi, türküleri kendilerine, kendileri türkülerine<br />

benzeyen insanların şehri. Bir şehrin ve<br />

‘hemşehirli’lerin kendilerine özgü kimlik ve kişilikleri<br />

konusunda sağlam ve tutarlı bir fikir edinmek<br />

için, o şehrin “köhne” mahallelerinden yükselen<br />

kadim türkülerine bakmak gerek:<br />

Mezire’den çıkarak ince bir baş ağrısı ile yürüyen<br />

genellikle uzun yüzlü, biraz iri burunlu ve hafif<br />

kambur bu insanlar, hep “bir şûh-i sitemkâr”ın<br />

derdiyle yaşarlar sanki öyle mahzun ve masumdurlar...<br />

Çayda çıraların, yüksek minarelerde kandillerin<br />

yandığı Elaziz; divane bülbüle niçin feryat<br />

ettiğini sormadan edemeyen âşık insanlar diyarıdır<br />

hep muhayyilemde. Harput’un başına her kar<br />

yağanda ince yüzlü bir Harputlu, Kayabaşı’ndaki<br />

Hafo’nun evinde sanki durmadan Necibe’nin güzelliğine<br />

tarih düşer gibi gelir nedense… Bâd-ı<br />

sabânın güzellerin zülfünü dağıttığı her Harput<br />

seherinde, hâlâ, bir Ermeni kızına söylenen o en<br />

güzel sevda türküsü “Ahçik” yankılanır Harput’un<br />

yüksek konaklarındaki kürsübaşı meclislerinde...<br />

“Yozgat Nire, Elazığ Nire…”<br />

Ben Elazığ’ı bundan yıllarca önce, daha sonra<br />

Diyarbakır yöresine ait olduğunu öğrendiğim bir<br />

türkünün aydınlık penceresinden girerek tanıdım.<br />

Çocuktum, bir kuşluk vaktiydi ve rahmetli ebem<br />

Yozgat’ın bir dağ köyündeki evimizin avlusunda<br />

yayık yayarken, kadife gibi yumuşak, içli ve hafif<br />

titrek sesiyle, benim kendisini dinlediğimden habersiz,<br />

kendi kendine o türküyü söylüyordu:<br />

Odasına vardım kahve pişirir<br />

Kınalı parmaklar fincan devşirir<br />

O yâri görenler aklın şaşırır<br />

Ya bir mektup yolla ya bir bergüzar<br />

Gözlerim üstünde vermem intizar.<br />

Tesadüf bu ya, avludaki taşın üzerinde her sabahki<br />

tahtına kurulmuş “Günaydın” programına<br />

gelen istek türküleri yayınlayan ‘pilipis’ marka<br />

radyo, biraz sonra, sanki ebemden duymuşçasına<br />

aynı türküyü çalmasın mı… Türkünün sözleri hemen<br />

hemen aynıydı fakat radyodaki ses ebemden<br />

oldukça farklı okuyordu. İlk defa ebemin o ihtiyar<br />

sesinden duyduğum için olsa gerek çok etkisinde<br />

kaldığım ve unutamadığım bu güzel türküyü günün<br />

birinde, fakat bu sefer ebemin söylediğine<br />

daha çok benzeyen bir başka varyantını radyodan<br />

“Elazığ türküsü” anonsuyla duyduğum gün artık<br />

“Elazığ”, bir daha silinmemek üzere zihnime kazınmıştı.<br />

Kendi tabiriyle “dünya kurulalı beri” ataları<br />

gibi Bozoklu bir Türkmen olarak Yozgat’ın bu<br />

dağ köyünde yaşayan ebemin bu türküsü Elazığ’da<br />

da söyleniyordu ve demek ki yalnızca Diyarbakır<br />

ile Elazığ arasında değil, bu iki şehrimizle Yozgat<br />

arasında da bir yakınlık bir akrabalık vardı,<br />

olmalıydı. Ama bu Artukoğulları’ndan veya daha<br />

öncesinden mi; İlhanlılar, Selçuklular, Osmanlılar<br />

ya da daha büyük bir ihtimalle Dulkadirliler döneminden<br />

kalma bir akrabalık mı idi, bilmiyorum.<br />

Tabii, bütün bunları o gün için anlamam ve<br />

yorumlamam elbette mümkün değildi; ta lise yıllarına<br />

gelinceye, kadim dostum, kardeşim Palulu<br />

Zekeriya Karadayı’yı tanıyıncaya kadar...<br />

Elazığ’ın, açılır açılmaz yüzünüze divanların,<br />

hoyratların, mayaların, elezberlerin ve koşmaların<br />

ılık rüzgârları esen ışıklarla dolu kapısından içeriye<br />

bu dostun kılavuzluğunda girdim. İlk defa lise<br />

edebiyat kitaplarında karşılaştığımız ve manalarını<br />

hiç bir zaman tam olarak anlayamadığımız aruzla<br />

yazılmış şiirlere çok benzeyen güfteleri terennüm<br />

eden Elazığ havalarını da ilk olarak yine bu dostun,<br />

pek de güzel olmayan ama bütün sihrini Ela-<br />

51<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Bir şehre asıl kimlik ve kişilik kazandıran bu türküler, bir<br />

taraftan şehri kendi özgün renkleriyle boyarken, diğer<br />

taraftan da farkında olmadan şehrin anonim rengi ile<br />

boyanırlar. Böylece, türkü ortak paydası üzerinden, ancak<br />

dışarıdan dikkatlice bakanların görebilecekleri tarzda<br />

şehrine benzeyen insanlarla, insanlarına benzeyen şehirler<br />

ortaya çıkar.<br />

zığlılık ruhundan ve heyecanından alan sesinden<br />

dinlediğimi itiraf etmeliyim. Bırakın Hafız Osman<br />

Öge, Sıtkı Demirci gibi eski ustaları, dönemin en<br />

popüler mahallî sanatçısı Enver ağabeyin (Demirbağ)<br />

bile yorumundan habersiz o türküleri sevmek,<br />

herhâlde Harput havalarının sahip olduğu yüksek<br />

sanat değerinin gücüyle izah edilebilir.<br />

Harputsuz ‘Beş Şehir’<br />

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir’ini ilk<br />

okuduğumda, bir Yozgatlı olarak, masum bir<br />

mensubiyet duygusu ile, “Bu beş şehirden biri<br />

keşke Yozgat olsaydı” dediğimi iyi hatırlıyorum.<br />

Fakat doğrusunu söylemek gerekirse Elazığ’ı tanıdıkça,<br />

bunu Elazığ’ın sanki daha çok hak ettiğini<br />

düşünmeye başladım. Sonraki yıllarda İshak<br />

Sunguroğlu’nun “Harput Yollarında” ve Fikret<br />

Memişoğlu’nun Harput Âhengi adlı eserleri geçti<br />

elime. Bunları zevkle ve istifade ederek okudum<br />

fakat Tanpınar’ın Beş Şehir’inden aldığım tadı,<br />

hazzı aldığımı söyleyemem. Derken daha sonra<br />

Şemsettin Ünlü’nün Yukarışehir ve M.Önal<br />

Mengüşoğlu’nun Yerler Mühürlendi adlı romanları<br />

ile yine Mengüşoğlu’nun Harput Şehrengizi’ni<br />

okuyunca, has bir Yozgatlı olarak Elazığlılar adına<br />

demeye çekiniyorum ama Harput adına çok sevindim.<br />

Bunlara ilave olarak daha sonra merhum Niyazi<br />

Yıldırım Gençosmanoğlu ve Ahmet Kabaklı<br />

Hoca’nın şiir ve yazıları, Ali Akbaş’ın Harput Güzellemesi,<br />

Tahir Abacı’nın Harput/Elazığ Türküleri<br />

adlı denemesi, Salih Turhan’ın yöre türkülerinin<br />

notalarını bir araya topladığı derlemesi ve nihayet<br />

Savaş Ekici’nin Harput-Elazığ müzik repertuvarını<br />

kültürel, sanatsal, teknik ve estetik yönleriyle<br />

tahlil ve analiz ettiği Elazığ-Harput Müziği adlı<br />

kapsamlı çalışması; kültürü, müziği ve insanıyla<br />

bu şehrimizi daha yakından tanımama büyük katkı<br />

sağlayan eserler oldu.<br />

Fakat bütün bunlara rağmen, doğusunu söylemek<br />

gerekirse yine de Beş Şehir yazarının Elazığ’ı<br />

yazmamış olmasına hayıflanmaktan kendimi alamadım.<br />

Çünkü Tanpınar’ın “mahallî klasik” dediği,<br />

Türk halk ve klasik müzik geleneğimizin üst<br />

seviyede sentezi olan eserlerin en çarpıcı örneklerini<br />

Harput musiki geleneğinde görüyoruz. Sağlam<br />

bir Türk ve Müslüman mayası ile yoğrulmuş;<br />

Urfa, Diyarbakır, Kerkük musikileriyle de anlamlı<br />

ve derin akrabalık ihtiva eden bu yüksek musiki<br />

geleneğini eğer Tanpınar yakından tanımış olsaydı,<br />

bu birikime kim bilir ne büyük vuzuh, zenginlik<br />

ve derinlik kazandırırdı. Fuzuli’nin “Âh<br />

eylediğim servi hırâmının içündür/ Kan ağladığım<br />

gonca-i handânın içündür” beytiyle başlayan gazeline<br />

benzer daha pek çok gazelin Harput musiki<br />

fasıllarının ve geleneksel kürsübaşı meclislerinin<br />

vazgeçilmez repertuvarı arasında yer aldığından<br />

haberdar mıydı, bilmiyorum.<br />

Sabah Ezanında Elezber Okunur<br />

mu<br />

Ayrıca Elazığ o yıllarda, Diyarbakır’da askerliğini<br />

yapan Sadettin Kaynak’ın uzaktan da olsa<br />

az çok tanıma imkânı bulduğu ve bir daha da tesirinden<br />

kurtulamadığı “Harput Âhengi”nin tüm güzelliği,<br />

inceliği ve zenginliği ile yaşandığı yıllardı.<br />

Kim bilir belki de Hâfız Osman Öge’nin Bülbülüm<br />

Bağ Gezerim, Bu Dere Baştan Başa, Değirmen<br />

52<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Sala Benzer, Kim Büyüttü Böyle Bîperva Seni, Kar<br />

mı Yağmış Şu Harput’un Başına, Sinemde Bir Tutuşmuş,<br />

Yel Eser Kum Savrulur gibi her biri gerçekten<br />

birer türkü klasiği olan eserleri taş plaklara<br />

<strong>yeni</strong> okumaya başladığı yıllardı... Ve merhum<br />

Memişoğlu’nun naklettiği şu ilginç anekdot da<br />

belki tam o günlerde yaşanmıştı:<br />

“...Saray Hatun Camii müezzini Perili Hafız<br />

diye maruf Hacı Süleyman, sabah ezanından evvel<br />

Naat okurken, cemaatin sağdan soldan camiye geldiği<br />

sularda birdenbire Elezber’e geçmiş ve halk<br />

manilerinden birini söyleyerek hoyrat okumaya<br />

başlamış. Namaza gelmekte olan Büyük Beyzâde<br />

Hacı Ali Efendi’ye yaklaşanlar, ‘Perili Hafız’ın<br />

bu yaptığı küfürdür’ diye şekvacı olmuşlar. Fakat<br />

Beyzâde Hoca, ‘Acele etmeyin, sonunu bekleyelim’<br />

diyerek durup dinlemiş. Müezzinin Elezber<br />

denilen yüksek havayı bitirdikten sonra tekrar<br />

Naat’a devam ettiğini görünce yanındakilere dönerek,<br />

‘Bu vecd hâlidir, hoş görmek gerekir, vebal<br />

değil belki de sevap işlemiş oldu’ diyerek şikâyete<br />

hak vermemiş”.<br />

Harputlu Hacı Hayri’den Saadettin<br />

Kaynak’a<br />

O günleri hayal ettikçe, edebî şöhretinin<br />

Harput’la sınırlı kalmasına hep hayıflandığım<br />

merhum Harputlu Hacı Hayri’nin şiir ve musikideki<br />

ustalığını en iyi bilen insanlardan birinin de<br />

Sadettin Kaynak olduğu fikri takılır kafama kendiliğinden.<br />

Böyle düşünmemi gerektirecek hiçbir<br />

müşahhas bilgi ve belgeye sahip olmamakla beraber,<br />

Sadettin Kaynak’ın bestelerindeki o bariz ve<br />

karakteristik Harput Âhengi’ni, Elazığ hoyratlarının<br />

ve Diyarbakır mayalarının yanık nağmelerini<br />

hissettikçe istesem de başka türlü düşünemem zaten.<br />

Çünkü Klasik Türk Musikisi geleneğine<br />

mensup yirminci asırda yetişmiş en büyük<br />

bestekârlarımızdan olan Saadettin Kaynak’ın bestelerinde<br />

Harput Musikisinin tesiri çok açık hissedilir.<br />

Nerdeyse herkesin fark edebileceği kadar bariz<br />

olan bu etkinin -bırakın varlıkları tartışılır musiki<br />

eleştirmenlerimizi- bugüne kadar ciddi müzik<br />

ve sanat çevrelerince dahi fark edilmemiş olmasını<br />

nasıl izah etmeli, bilmiyorum. Mukayeseli olanından<br />

vazgeçtik, henüz doğrudan bir “musiki edebiyatı”<br />

geleneğimiz dahi olmadığı için bugüne kadar<br />

her bestekâr gibi, Kaynak’ın eserlerinin de edebî<br />

ve estetik bir tahlilinin yapılmadığını, etkilendiği<br />

ve etkilediği kaynakların irdelenmediğini biliyoruz.<br />

Gerçi “folklor musıkisi”nden istifade eden bir<br />

bestekâr olduğuna işaret edenler olmakla beraber,<br />

bugüne kadar Kaynak bestelerinin türkülerimizle<br />

ve türkü formuyla olan akrabalığına dair ciddi bir<br />

tahlile ben rastlamadım. Oysa Saadettin Kaynak’ın<br />

bestelerindeki türkü etkisi, özellikle de Elazığ türkü<br />

ve havalarının tesiri öylesine güçlüdür ki, bir<br />

kısım bestelerine sanki bazı Elazığ türkülerinin<br />

üsluba çekilmiş hâli ya da bir tür varyantı diyebilirsiniz.<br />

Mesela radyolarımızda bazen Kaynak’ın<br />

bir şarkısı olarak söylenen Bülbülüm Bağ Gezerim<br />

adlı eserin anonim bir Elazığ türküsü olduğunu<br />

ehli elbet bilir. Elazığ musiki meşklerinde sık sık<br />

Kaynak’ın bestelerinin yer almasının sebebi de bu<br />

akrabalıktan kaynaklanır elbet.<br />

Herkes Kendi Türküsünü Söylesin<br />

Zengin tarihi ve kültürel birikimden beslenen<br />

köklü musiki geleneğine sahip diğer bazı şehirlerimizde<br />

karşılaştığımız bir durum, Elazığ’da en<br />

karakteristik şekliyle çıkar karşımıza; o da şudur:<br />

Elazığlılar kendi türkülerini söyleyen yadırgı’ları<br />

kolay kolay beğenmezler ve onlarda mutlaka bir<br />

eksiklik veya yanlışlık bulmak eğilimindedirler<br />

genellikle. İlk bakışta kendini beğenmişlik gibi<br />

görünen bu yaklaşımı; zengin müzik geleneği<br />

olan, belli bir üslup ve tavrın hâkim olduğu güçlü<br />

mahallî müziğe sahip hemen her yerde görmek<br />

mümkün. Çünkü zaman içinde o yörede, artık<br />

oturmuş ve belli standartlara kavuşmuş bir üslup<br />

oluştuğu için, taklidî olanı ya da kendilerine, yani<br />

otantiğine benzemeyen icrayı hemen dışlarlar. Bunun<br />

anlamı, “Benim türküm en çok benim ağzıma<br />

yakışır” demektir ki, saygıyla karşılanmalıdır.<br />

Bu kısa yazı çerçevesinde belki daha çok işaret<br />

etmekle yetindiğimiz o zengin Harput-Elazığ musiki<br />

geleneğini günümüze taşıyan geçmiş ses ve<br />

saz ustalarını rahmetle anıyor; bu eşsiz güzellikleri<br />

bugün hâlâ bizlere yaşatarak bu tür yazıların<br />

yazılmasına vesile olan Enver Demirbağ’dan Erkan<br />

Oğur’a, Lokman Tasalı’dan Adnan Çilesiz’e,<br />

Zülfü Demirtaş’tan Hasan Öztürk’e tüm sanatçı<br />

dostları muhabbetle selamlıyorum.■<br />

53<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


TÜRKÜ BAYRAĞI<br />

Bir âşık sazını çalmayagörsün,<br />

Hüzünlerin doruğuna çıkarım.<br />

Gözlerim hicranla dolmayagörsün,<br />

Gözyaşı yerine türkü dökerim.<br />

Buram buram türkü kokar nefesim,<br />

Allı turnalara yön verir sesim.<br />

Türküler nakışım, türküler süsüm;<br />

Beşikten mezara türkü yakarım.<br />

Türkü bir ummandır, görünmez dibi;<br />

Türküdür yurdumun asıl sahibi.<br />

Tarihe anamın ak sütü gibi,<br />

Türkülerle Türk mührünü çakarım.<br />

Bin yıldır çığrılan hoyratlar benim,<br />

Maya yârim olur, bozlak yârenim.<br />

Elezberde benliğimi görenim,<br />

Türküyle çağlardan öte bakarım.<br />

Fırat kenarında yüzer bir kayık,<br />

Dalgalar oynaşır sineme layık.<br />

Değmeyin a dostlar değilim ayık,<br />

Bir nağmeden bir nağmeye akarım.<br />

Yüreğim türküyle çevrilmiş ada,<br />

Aşkın çağrısıyım Çayda Çıra’da.<br />

Mumların şavkıyla erip murada,<br />

Nazlı yâr bağına türkü ekerim.<br />

Türküler mayamdır, türküler özüm;<br />

Türküyle parıldar cihanda gözüm.<br />

Türküler, sazıma verdiğim sözüm:<br />

“Türkü bayrağını arşa dikerim.”<br />

YUSUF DURSUN<br />

54<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ÜMRAL DEVECİ*<br />

Bir insanın<br />

beklentileri,<br />

düşlemeleri ve<br />

kurgulamaları ile<br />

çelişen gerçeklik,<br />

“hüzün”e yol açar.<br />

Yani, “hüzün”,<br />

birey ile reel<br />

olgu arasındaki<br />

ilişkiyi sağlayan<br />

güçlü bir duygu<br />

köprüsü olarak,<br />

mutlak bir “insan<br />

gerçekliği”dir.<br />

İnsanlar, yaşadıkları duyguları değişik yollarla<br />

dışa vururlar. Edebiyat, resim, heykel,<br />

mimari ve müzik gibi güzel sanatlar, dışa vurumun,<br />

faydacı bir anlayışla en çok sergilendikleri<br />

alanlardır. Bunlardan ikisinin, söz ve müziğin<br />

birleştiği alan olan türküler, hem kelime olarak<br />

hem de ezgi olarak, duyguları daha da zengin<br />

ifade etme alanıdır. Ayrıca, türkülerin yüzlerce<br />

yıllık geleneksel birikimi ve sosyal psikolojiyi<br />

yansıtma özellikleri vardır. Bu yüzden, türkülerdeki<br />

ortak zihinsel üretimlerin sırrı çözüldüğünde,<br />

toplumsal şifreler de çözülmüş olur<br />

Türkülerde, pek çok bireysel ve toplumsal<br />

duygu ile beraber “hüzün” de işlenir. İşlenen<br />

hüzünlerin bir kısmı ayrılık bir kısmı da<br />

ölüm merkezlidir. İster ayrılık ister ölüm merkezli<br />

olsun, her hüzün, bireysel ve toplumsal<br />

ölçekte bir “arınma” (katharsis/ katarsis)dır.<br />

* Yard. Doç. Dr., Muğla Üniv. Fen-Ed. Fak.<br />

55<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Aristoteles, trajediyi işlerken, katarsis’e<br />

büyük bir yer verir. Ona göre trajedinin ödevi,<br />

“acıma ve korku duygularını uyandırıp<br />

ruhu tutkulardan temizlemek”tir. Yani,<br />

katarsis’in temelinde “acıma” ve “korku”<br />

vardır. Her korku ve her acıma, insanı kendisiyle<br />

yüzleştirir ve gerçek anlamda kendisiyle<br />

yüzleşebilenleri de olumsuzluktan arındırır.<br />

Hüzün, “sevinç ve mutluluk” gibi en güçlü<br />

insanî duygulardan biridir ve insan diyalektiğinin<br />

ayrılmaz bir parçasıdır. Bir insanın<br />

beklentileri, düşlemeleri ve kurgulamaları ile<br />

çelişen gerçeklik, “hüzün”e yol açar. Yani,<br />

“hüzün”, birey ile reel olgu arasındaki ilişkiyi<br />

sağlayan güçlü bir duygu köprüsü olarak, mutlak<br />

bir “insan gerçekliği”dir. Her hüzün, suje<br />

gerçekliği ile reel gerçeklik arasındaki ilişkinin<br />

sorgulanmasına yol açar ve bu sorgulama<br />

insan ile “dış olgu”lar arasındaki ilişkiyi <strong>yeni</strong>den<br />

belirlemek üzere “ruhsal arınma”yı sağlar.<br />

İnsanlığın karşı karşıya kaldığı ve “hüzün”e<br />

yol açan iki “dış olgu” vardır. Birisi ayrılık, diğeri<br />

ise ölüm’dür. Ayrılık, geçici bir olgu gibi<br />

görünse de, “kapının ardı gurbet” diyen bir<br />

kültür için, derin izler bırakabilen bir olgudur<br />

ve her ayrılık, yanında hasret/özlem duygusunu<br />

da taşır. Ayrılık türkülerinin tamamında,<br />

hüznün sevince dönüşme olasılığı da olduğundan,<br />

bir iyimserliğin olması da duygu dengesini<br />

sağlayıcı bir unsur olarak göze çarpar.<br />

Türkülerde, çoğunlukla ana baba ve sevgiliden<br />

ayrılık konusu işlenir ve türkü metinleri, içerik<br />

olarak, ayrı düşülen kişilerin belirgin insani<br />

özelliklerinin yer aldığı metinlerdir. Bunlarda,<br />

o kişilerin iyilikleri ve erdemleri dile getirilerek<br />

onlarla sözsel ve ezgisel bir özdeşleşme (identification)<br />

sağlanır. Sözlerin ve ezginin sağladığı<br />

biyo-ritm ve fiziksel etki, türküyü söyleyende bir<br />

“arınma” yaratarak “hafifleme” sağlar. Bunun sonucu<br />

olarak da ruh sükûnete ererek dinginleşir.<br />

Örneğin bir Eğin (Kemaliye) türküsünde,<br />

denilerek gurbet-sıla arasındaki duygu ilişkisi,<br />

ana baba etrafında gelişir ve gerek sözler gerekse<br />

ezgi, hüzün duygusunu yansıtır. Metindeki, “kanadın<br />

kırılması, çöl, gurbet eller, ağlamak, mahzun<br />

gönül” sözcükleri, bir yandan, kişinin içsel<br />

yansımasının göstergeleri olurken öbür yandan da<br />

ana babaya ezgisel bir göndermedir. Bu türküyü<br />

söyleyen kişi, bu sözcüklerin gerek anlam alanları<br />

ve gerekse işlevsel boyutu aracılığıyla hüznünü<br />

dile getirmekte ve ruhsal bir arınma yaşamaktadır.<br />

“Yârim İstanbul’u mesken mi tuttun” dizesiyle<br />

başlayan Kayseri türküsü, kıskançlık<br />

ve kahır ağırlıklı olmakla beraber, temelinde<br />

özlem olması dolayısıyla, özleyen ve özlenen<br />

arasındaki duygusal bağın dile getirildiği<br />

ve böylece arınma’nın yaşandığı bir türküdür.<br />

Hüzün yoğunluklu türkü metin ve ezgilerinin<br />

ortaya çıkmasına neden olan bir diğer<br />

olgu ise ölüm’dür. Ölüm, geçici bir ayrılık olmayıp<br />

mutlak bir ayrılık olduğundan; ayrıca<br />

tüm insanların karşılaşacakları kaçınılmaz bir<br />

gerçek olduğundan, ölümün yol açtığı hüzün<br />

daha derin, daha etkileyici ve daha kalıcıdır.<br />

Ölen kişinin ardından söylenen ve genel adı<br />

“ağıt” olan türkülerde, onun olumlu ve erdemli<br />

yanlarının dile getirilmesi, bir rastlantı değil, bir<br />

kurgulamanın sonucudur. Türküyü söyleyen kişi<br />

(bilindiği gibi, bunun halk arasındaki terimi “türkü<br />

yakmak”tır.), ölenin özelliklerini merkeze alırken<br />

iki şeyi göz önünde bulundurur: Birisi ölen kişi,<br />

diğeri de dinleyen kişilerdir. Ağıt metinlerinde,<br />

ölenin hayattayken yaşadıklarının hatırlatılması,<br />

ölen ile sağ kalanlar arasındaki ortaklıklardan<br />

hareketle gerçekleştirilen bir özdeşleştirmedir.<br />

Bu özdeşleştirme, sağ kalanın da bir gün, mut-<br />

56<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Ağıtlarda egemen olan beşerî özellik merhamet’tir. Doğu<br />

uygarlıkları, merhamet uygarlıklarıdırlar. En olumsuz<br />

koşullarda bile toplumsal vicdanı rahatlatan bir haslet<br />

olan merhamet, temelde bir arınma’dır.<br />

lak akıbet olan ölümle karşılaşacağı düşüncesini<br />

empoze etmekle beraber, ortak yaşanmışlıkların<br />

bir daha yaşanamayacağını duyumsatmasıyla da,<br />

insanın kendisini sorgulaması ve olumsuzluklardan<br />

arınması düşüncesini doğurur. Ayrıca ağıt<br />

metinleri, zaman zaman çaresizliğin, kimi zaman<br />

da pişmanlığın ifadesi olarak, insanın kendisiyle<br />

yüzleşmesini sağlayarak bir ruh arınma’sına yol<br />

açar. Beklenmeyen bir ölüm, örneğin genç ölümleri,<br />

beklenti ile gerçek arasında daha yoğunluklu<br />

bir gerilime yol açtığı için etkisi daha derin ve<br />

kalıcıdır. Bu da daha derin bir arınmaya yol açacak<br />

söylemin oluşmasına sebep olur. Hunharca<br />

işlenen bir cinayet, toplumsal ahlâka aykırı da<br />

olsa aşk yüzünden gerçekleşen bir öldürme, toplumsal<br />

vicdanda, derin izler bırakır ve bunlarla<br />

ilgili söylenen ağıtlar da, âdeta bir “toplumsal<br />

özür dileme” ile toplumsal arınma’yı sağlar.<br />

Bazı ağıtlarda, ölümün gerçekleşme şekline<br />

dair ifadelere yer verilerek, sanki olay<br />

<strong>yeni</strong>den yaşanır ve yaşatılır. Bununla da,<br />

ölenle sağ kalanlar arasında, duygudaşlık<br />

sağlanarak “ortak kaderi yaşama” paylaşımı<br />

sağlanır ve böylece acıya ortak olunarak<br />

bir hafifleme ve arınma sağlanmış olur.<br />

Akdağmadeni’nden derlenen “Hastane önünde<br />

incir ağacı” türküsünde veya Keskin’den<br />

derlenen “Ham meyveyi kopardılar dalından”<br />

türküsünde, çaresizliğin verdiği bir söylem<br />

egemendir ve bu türküleri yakanlar, çaresizliklerini<br />

itiraf ederek bir arınma yaşarlar.<br />

Anne beni Kırkpınar’da kestiler<br />

Cepkenimi saz dalına astılar<br />

Anam babam benden umut kestiler<br />

Dalgın uykulardan uyan Ahmedim<br />

Yağlı kamalara dayan Ahmedim<br />

bendiyle başlayan Afyonkarahisar türküsünde,<br />

türküyü yakan kişi, ölüm olayının gerçekleşme<br />

sahnesini tasvir ederek, geride kalanlara<br />

olayı <strong>yeni</strong>den yaşatır ve böylece ölümün<br />

acı gerçeği ile duyguları <strong>yeni</strong>den harekete geçirir.<br />

Bundaki amaç, tekrar yaşanan ölüm anının<br />

ruhlardaki yarattığı arınma’yı sağlamaktır.<br />

Pencereden daş geldi<br />

Ben sandım Mamoş geldi<br />

Uyan Mamoş Mamoş uyan<br />

Başımıza ne iş geldi<br />

dörtlüğüyle başlayan Elazığ türküsünde, toplumsal<br />

ahlaka aykırı da olsa, duygu yoğunluğu<br />

aşk olduğu için, yaralanmış bir toplumsal vicdanın<br />

acısı dile getirilerek bir arınma sağlanır.<br />

Ağıtlarda egemen olan beşerî özellik<br />

merhamet’tir. Doğu uygarlıkları, merhamet<br />

uygarlıklarıdırlar. En olumsuz koşullarda<br />

bile toplumsal vicdanı rahatlatan bir haslet<br />

olan merhamet, temelde bir arınma’dır.<br />

Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Ayrılık<br />

ve ölüm, insanda hüzünlenmeye yol açan iki<br />

olgudur. İkisi de, metne dönüşürken beraberlerinde<br />

hüznü ve merhameti getirirler. Ezginin de<br />

katkısıyla, bu tür türküler, söylendiğinde gerek<br />

okuyanda ve gerekse dinleyende, kendisiyle,<br />

toplumla yüzleşmeye yol açarak olumsuzluklardan<br />

arınmayı ve ruhun dinginleşmesini sağlar.■<br />

57<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


İskân türküleri<br />

VE SÖZLÜ TARİH İLİŞKİSİ<br />

ÜZERİNE BAZI DÜŞÜNCELER<br />

RUHİ ERSOY*<br />

Barak Türkmenleri,<br />

göçleri, iskânları,<br />

çatışmaları ve<br />

bu yaşananların<br />

toplumsal<br />

yaşamlarında<br />

bıraktığı izleri<br />

anlatan hikâye<br />

ve türküleri ile<br />

coğrafyadan<br />

vatana geçişin<br />

ve yurt ile göç<br />

edişin Türk kültür<br />

tarihi içerisindeki<br />

en güzel<br />

örneklerinden birini<br />

oluşturmuşlardır.<br />

Büyük usta Mehmet Özbek, ‘ustalık’ namını, sadece<br />

türkü icrasıyla değil; kişiliği, tavrı ve aynı<br />

zamanda türküler üzerinde yapmış olduğu ilmî çalışmalarıyla<br />

da hak etmiştir. Onun “Türkülerin Dili” adlı büyük<br />

çalışmasının arka kapak sayfasında şu ifadeler yer alır:<br />

“Türkülerimiz, hakikati olduğu gibi görüp söylemekten<br />

çekinmeyen ermişlerin ve cesur kimselerin söylemleridir.<br />

Türk insanının düşünen, soran, seven, küsen, gülen, ağlayan<br />

kalbinin içi görülür türkülerde. Onlar bizim hayat<br />

hikâyelerimizdir. Bizi anlatır asırlardır.”(Özbek 2009)<br />

Bu sözler aslında en yalın hâliyle türkünün, Türk’ün her<br />

şeyini anlattığını anlamak için yeterlidir belki ama biz bu<br />

ifadeleri biraz daha dillendirip ayrıntıları ile izaha çalışacağız.<br />

Tıpkı türküler gibi halkın dimağında yer bulmuş,<br />

orada tekrar tekrar üretilerek nesillere mal olmuş pek<br />

çok halk kültürü malzemesinde Türk toplumunun tarihsel<br />

hikâyesini; savaşlarını, coğrafyasını, ekonomisini,<br />

acılarını, aşklarını vs. görmek mümkündür. Çünkü söz<br />

konusu ürünler “sözlü kültür ortamının” ürünleri olup<br />

kültürün doğal akışı içerisinde, üretildikleri-yaratıldıkları<br />

toplumla birlikte yaşamış; her hâlleriyle toplumlarına<br />

benzemişler ve toplumlarını yansıtmışlardır. Toplumun<br />

tarihsel-kültürel yaşanmışlığının ispatı olan bu malzeme,<br />

asırların süzgecinden geçmiş bir türkü, bir halk hikâyesi,<br />

* Yard. Doç. Dr., Gaziantep Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi<br />

Öğretim Üyesi, Türk Musikisi Devlet Konservatuvarı Müdürü.<br />

58<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ir efsane, masal, destan veya destan parçası ya da<br />

başka bir sözlü anlatı olabilir.<br />

Bir toplumun tarihsel ve kültürel gerçekliğini<br />

saptamak, onu anlamak isteyen bir kimse, yalnızca<br />

tarihî vesikalardan yola çıkarak amacına ulaşamaz.<br />

Tarihî vesikalar uzun yüzyılların üst üste sıkıştırılmış<br />

kroki görüntüleri gibidirler; ayrıca bu noktada, yazılı<br />

kaynakların arşivlenmediği dönemlerin tarihi ne olacak<br />

sorusu da karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki Türk<br />

kültürünün-tarihinin yazılı kaynaklarla tanışması, arşivlenmesi<br />

geç döneme denk gelmektedir.<br />

Kişilerin, resmî, siyasi yapıların ya da büyük savaşların<br />

kronolojik sıralanmasının tarihini yazmak,<br />

genel anlamda tarih yazıcılığının yalnızca küçük bir<br />

parçasıdır. Tarihi zaman akışı içerisinde insanın ve<br />

onun ürettiklerinin-tükettiklerinin, yaşam biçiminin,<br />

ilişkilerinin, sanatının, estetiğinin varlığı yalnızca<br />

resmî arşivlere yansımamıştır. Bütün bunları biz,<br />

ancak o toplumun her türlü kültür malzemesini okuyarak<br />

kavrayabiliriz. Bu noktada karşımıza “sözlü<br />

tarih” kavramı çıkmaktadır ki bu kavram tarihin krokisini<br />

çizmektense onun içerisindeki insanın her türlü<br />

hikâyesini yakalama iddiasında olan genel yaklaşımın<br />

adıdır. “Sözlü tarih insanlar tarafından kurulmuş bir<br />

tarih türüdür. Hayatı tarihin içine sokar. Kahramanlarını<br />

yalnız liderler arasından değil, çoğunluğu oluşturan<br />

ve o ana kadar bilinmeyen insanlar arasından<br />

seçer. Toplumsal sınıflar ve nesiller arasındaki bağlantıyı<br />

dolayısıyla anlayışı sağlar. Ortak anlamları<br />

ortaya çıkararak tarihçiye ve sıradan insanlara bir<br />

zamana ve mekâna aidiyet duygusu kazandırabilir.<br />

Sözlü tarih, tarihin kabul edilmiş mitlerini ve baskın<br />

yargılarını <strong>yeni</strong>den değerlendirme, tarihin toplumsal<br />

anlamını kökten dönüştürme aracıdır. İnsanlara<br />

tarihlerini kendi sözleriyle geri verir. Onlara geçmişi<br />

verirken geleceği kurmak için de yol gösterir.”<br />

(Thompson 1999:18)<br />

Tarih ilmi uzun yüzyıllar ağırlıklı olarak egemenin<br />

meşrulaştırılması zemininde, merkezî figürlerin<br />

etrafında kurgulanıp sunulmuştur. Oysaki bir tarihsel<br />

olayı gerçekleştiren aktörlerin sayısı birden fazladır.<br />

Ayrıca olaylar farklı toplumsal kesimler tarafından<br />

farklı şekillerde algılanır. Sosyal yapı içerisindeki her<br />

grup, olaylara kendi penceresinden bakar ve kendi<br />

gerçeğini ve haklılığını vurgular. <strong>Bizim</strong> bu günden<br />

bakarak bu algılayış biçimlerinden herhangi birisini<br />

önceleyip diğerlerini yok sayma durumumuz olamaz;<br />

çünkü tarihsel gerçekliği, olayları bütün yönleriyle<br />

öğrenmeden kavramayız.<br />

Tarihsel dönemler içerisinde iktidarlar, geçmişi<br />

kendi algılayışı ve siyasal hedefleri doğrultusunda<br />

takdim edebilirler. Bilgi ve belgeleri, iktidarı merkeze<br />

alan bir nevi egemenin tarihini anlatacak biçimde düzenleyebilirler.<br />

Siyasal iktidarlar bununla da kalmayıp<br />

asayiş kaygısıyla tarihsel olayları ve buna ilişkin belge<br />

düzenini kendi yargılarını destekler mahiyette düzenleyebilirler.<br />

Tarihin bu tarz kayda geçirildiği ortamlarda<br />

söz konusu olayların birinci derecedeki kahramanlarının<br />

hâdiselerdeki konumu kayıt altına alınmayabilir.<br />

Bu gibi durumlarda farklı toplumsal katmanların<br />

ve tarafların edebî eserlerinde ve sözlü kültürlerinde<br />

tarihî olayların sağlıklı bir şekilde değerlendirilmesi<br />

olaylarla ilgili alternatif bilgi ve belgelerin bulunması<br />

mümkündür. Böylece bu üretimlerden tarihî bir kaynak<br />

olarak faydalanmak mümkün hâle gelir.<br />

Türk tarihinde söz konusu bu duruma örnek olarak<br />

bir kısım Türk boylarının Osmanlı Devleti döneminde<br />

Anadolu’da iskân edilişleri verilebilir. Türklerin<br />

Türkistan’dan Anadolu’ya göçleri ve Anadolu’da<br />

uygulanan iskân politikaları neticesinde muhtelif yer<br />

değiştirmeleri söz konusu olmuştur. Bu hâdiseler<br />

resmî kayıtlara yönetenin bakış açısıyla geçmiş ve yöneten<br />

açısından haklı sebeplerle iskân edilişler çeşitli<br />

belgelere kaydedilmiştir. Yönetilen yani halk- reaya<br />

bu konuda ne düşünmüş, ne hissetmiş o da sözel bellekler<br />

vasıtasıyla sazı ve sözüyle harmanlayıp türkü<br />

yakmıştır. İşte bu türkülerin dili iskân politikalarının<br />

yönetilen tarafından bakış açısını oluşturmuştur.<br />

Söz konusu bu iskân hâdiselerinden kaynaklı icra<br />

edilen türler Barak ve Bozlak olarak bilinen türlerin<br />

içinde saklı hâdiselerle kendisini göstermektedir.<br />

(Mirzaoğlu, 2003) Bunlardan Avşar Bozlağı olarak<br />

bilinen Dadaloğlu’nun (Görkem 2005), “Kalktı Göç<br />

Eyledi”si en meşhur olanıdır ve “ferman padişahın<br />

dağlar bizimdir” diyerek iskânı isyana dönüştüren en<br />

büyük nida olmuştur:<br />

Kalktı göç eyledi Avşar elleri<br />

Ağır ağır giden eller bizimdir<br />

Arap atlar yakın eder ırağı<br />

Yüce dağdan aşan yollar bizimdir<br />

Belimizde kılıcımız kirmani<br />

Taşı deler mızrağımın temreni<br />

Hakkımızda devlet etmiş fermanı<br />

Ferman padişahın dağlar bizimdir<br />

59<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Dadaloğlu’m bir gün kavga kurulur<br />

Öter tüfek davlumbazlar vurulur<br />

Nice koç yiğitler yere serilir<br />

Ölen ölür kalan sağlar bizimdir<br />

Bu türküde, yöneten-yönetilen ilişkisini, yönetilenin<br />

resmî uygulamaları algılayış biçimini, tarihsel bir<br />

olayın (iskân olayı) akışını, söz konusu coğrafyayı,<br />

iskân edilen Türk boyunun adını ve yaşam biçimini<br />

bulmamız mümkündür. Toplumun millî şairi, yani<br />

toplumun hayat algılayışını, estetik değerlerini temsil<br />

eden kişi tarafından dillendirilen bir türkü, aynı<br />

zamanda yaşanan olayların ve şartların resmini çekmiştir.<br />

Öte yandan bizim de üzerine akademik çalışmalarımızla<br />

eğildiğimiz Baraklar örneği dikkat çekicidir.<br />

Çeşitli sosyal hâdiseler ve aşklar etrafındaki<br />

kısa hikâyeleri, türkülerin haricinde sistematik olarak<br />

bir göç’ün, daha sonra iskânın türkülerle anlatılma<br />

hâdisesini rahatlıkla vesikalarla mukayese edip<br />

yöneten-yönetilen bakış açısını ortaya koyabileceğimiz<br />

zincir halkası gibi türkülerin mevcut olduğu bir<br />

alandır Barak Türkmen vadisi…<br />

Bir Türkmen boyu olarak Türk tarihine ışık tutan<br />

pek çok tarihî ve edebî kaynakta karşımıza çıkan<br />

Barakların, hem Orta Asya’dan Anadolu’ya göç<br />

hikâyelerini hem de kültürel hayatlarını söz konusu<br />

kaynaklardan ve yaşayan Barak kültüründen tespit<br />

etmek mümkündür. Barak Türkmenleri 15. yüzyılda<br />

Orta Asya’dan Horasan’a gelerek burada yaşamaya<br />

başlamışlardır. Ancak 16. yüzyıl sonlarında gerek<br />

kuraklık gerekse siyasi karışıklıklar nedeniyle Barak<br />

Türkmenlerinin huzuru bozulur. Bunun üzerine oymak<br />

beyleri toplanır ve Anadolu’ya göç kararı alırlar.<br />

Horasan’dan Orta Anadolu’ya uzun ve bir o kadar da<br />

yorucu bir göç başlar. Hem göç sırasında karşılaşılan<br />

zorluklar hem de daha sonra uygulanan iskân politikaları<br />

Barak Türkmenlerinin büyük acılar yaşamalarına<br />

sebep olmuş; Baraklar göç süresince kendi aralarında,<br />

iskâna tabi tutuldukları bölgelerde de komşu<br />

aşiretlerle uzun çatışmalara girişmişlerdir. Baraklar,<br />

Oğuz boylarından Bayat boyunun Dulkadirli koluna<br />

mensup bir Cerid obasıdır ve 17. yüzyılın sonlarında<br />

Horasan’dan başlayan uzun bir göçün ardından<br />

Rakka’ya iskâna zorlanmışlardır. Bu dönemden itibaren<br />

Barak kelimesi bir Türkmen boyunun ismi ve bu<br />

boyla beraber Beydili, Elbeyli Türkmenlerinin yaşadığı<br />

bölgenin adı olarak kullanılmıştır. (Ersoy 2003)<br />

Daha sonraki dönem içerisinde özellikle<br />

Gaziantep’in Nizip ilçesi ile Suriye bölgesindeki oymakların<br />

tamamı Barak adını almışlardır. Günümüzde<br />

bu adlandırma yöredeki tüm aşiretleri kapsayan<br />

bir isme dönüşmüştür ve Gaziantep’in bu bölgesinde<br />

yaşayan Oğuz-Türkmen aşiretleri bu genel ad altında<br />

anılmaktadır. Gaziantep’in hemen doğusunda<br />

Nizip’ten aşağıya Suriye bölgesine kadar uzanan bölgeye<br />

de Barak Ovası denilmektedir. Bununla birlikte<br />

Barak kelimesi Anadolu’nun pek çok yerinde köy,<br />

bucak, ova, dağ ve mahalle adı olarak da kullanılmaktadır.<br />

Tarih boyunca yaşadıkları acıları ve sevinçleri kilimlerine,<br />

türkülerine, halk hikâyelerine işleyen Türk<br />

boyları, Baraklar örmeğinde de aynı refleksi göstermiş<br />

ve Baraklar tarihî yolculukları boyunca yaşadıklarını,<br />

geride bıraktıkları hatıralarını hâlâ yaşamakta<br />

olan zengin bir sözlü anlatı geleneği içinde biriktirmişlerdir.<br />

Barakların sözlü geleneğinde yaşayan iskân türküleri<br />

ve diğer anlatılarından, Barakların Horasan’dan<br />

seksen dört bin çadırla göçe başladıklarını öğreniyoruz.<br />

Bu zorlu yolculuğun ve göç boyunca yaşanan acı<br />

olayların hatırası Türkmenlerin ozanları tarafından<br />

nakış nakış işlenmiş ve Barakların yıllar süren göçleri,<br />

bu göç sonrasında zorlandıkları iskân ve iskânlar<br />

süresince devam eden aşiret çatışmaları büyük bir<br />

canlılıkla günümüze kadar ulaşmıştır. Türk’ün binlerce<br />

yıllık göç hikâyesinden kendi payına düşeni Barak<br />

Türkmenlerinin millî şairi Dedemoğlu aşağıdaki dizelerle<br />

dile getirmiştir:<br />

Kalktık Horasan’dan eyledik sökün<br />

Düşürdüler bizi tozlu yollara<br />

Omuzda parlar uzun şifleler<br />

Aşırdılar bizi karlı dağlara<br />

Bölük bölük oldu yüklendi göçler<br />

Atlandı ihtiyar, yayandı gençler<br />

Başımıza geldi gördüğüm düşler<br />

Düşürdüler bizi gurbet ellere<br />

Gehi konduk gehi göçtük yollarda<br />

Bilip bilmediğim gurbet ellerde<br />

Âlem dağlarında şu daz çöllerde<br />

Bizden sonra bir nam kalsın illere<br />

Toplandık aşiret geldik Culab’a<br />

60<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Seksendörtbin hane gelmez hesaba<br />

Deve koyun çoktur insan kalaba<br />

Susuz hayvan inileşir göllere<br />

Dedemoğlu der ki aşkın bağından<br />

Aşırdılar bizi Yozgat dağından<br />

Anadolu Sivas şehri sağından<br />

Bu hâlimiz destan olsun dillere<br />

Burada Türk halk şiirinin estetik yapısını, sembol<br />

ve imaj dünyasını görmemizin yanı sıra; Barak Türkmenlerinin<br />

tarihsel serüvenlerini de takip edebilmekteyiz.<br />

Horasan’dan başlayan göçün Anadolu’da iskâna<br />

dönüşmesi ve bunun Barak Türkmen toplumundaki<br />

yansımaları, takip edilen coğrafya, kalabalık nüfus ve<br />

yaşanan acı olaylar şair Dedemoğlu’nun dilinden bize<br />

aktarılmıştır. Görüldüğü üzere bir edebiyat metni,<br />

bize ait olduğu toplumun sanat zevkini, estetik algılayışını<br />

vermenin ötesinde; o toplumun her anlamdaki<br />

yaşanmışlığının da resmini çekmektedir. Tarihi ve<br />

tarihî süreç içerisinde insanı anlama kaygısında olan<br />

bir araştırmacının bütün kültür unsurlarına birer tarih<br />

vesikası gözüyle bakması gerekmektedir.<br />

Barak Türkmenleri, göçleri, iskânları, çatışmaları<br />

ve bu yaşananların toplumsal yaşamlarında bıraktığı<br />

izleri anlatan hikâye ve türküleri ile coğrafyadan vatana<br />

geçişin ve yurt ile göç edişin Türk kültür tarihi<br />

içerisindeki en güzel örneklerinden birini oluşturmuşlardır.<br />

Bu büyük kültür birikimi daha kapsamlı araştırmalarla<br />

Türk kültür tarihine ışık tutmaya devam<br />

edecektir. Barakların iskân Türkülerinden ve sözlü<br />

geleneğinde hareketle yaptığımız geniş anlamda ve<br />

kapsayıcı sözlü tarih çalışması kitaplaşma aşamasında<br />

olup konuyu her yanıyla izah etme amacı taşımaktadır.■<br />

Kaynakça<br />

Görkem, İsmail; Yenibilgiler Işığında Dadaloğlu,<br />

E Yayınları, İstanbul 2005.<br />

Mirzaoğlu, Gülay; Çukurova Bozlağı, Binboğa<br />

Yayınları, Ankara 2003.<br />

Thompson, Paul; Geçmişin Sesi (çev. Şehnaz Layıkel),<br />

İstanbul.1999.<br />

Özbek, Mehmet; Türkülerin Dili, Ötüken Yayınları,<br />

İstanbul, 2009.<br />

Ersoy, Ruhi; Baraklı Âşık Mahgül ve Repertuvarı,<br />

Hacettepe Ü. Sos.l Bil. Enst. basılmamış doktora tezi,<br />

Ank. 2003.<br />

HAVADİS<br />

postallı bir dağ içinde<br />

göç göç olmuş köy<br />

garibin gözü yolda<br />

ne gelen var, çok giden<br />

dere boyu bağ bahçe<br />

ayrık otu çoğalır<br />

oğullar gurbet elde<br />

ne gelen var, çok giden<br />

kederli türküler evi<br />

yıkılmış duvar, kırık kapı<br />

almış yürümüş yalnızlık<br />

ne gelen var, çok giden<br />

KÖR KUYU<br />

uzak ağaç, uzak kuş<br />

karanlık içre susuz<br />

korkulu düş senelerce<br />

yaşanan derin acı<br />

kimse geçmez ki buradan<br />

çıkrık sesi solgun anı<br />

göçüyor eski toprak ile<br />

göçüyor bir bir<br />

MURAT SOYAK<br />

61<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


AHMET ULUDAĞ<br />

Iğdır Üniversitesine öğretim üyesi olarak<br />

geçme işlemlerim düşüncenin ötesine geçip<br />

fiiliyata dökülmeye başladığında, bazı dostlar hemen<br />

“Iğdır’ın al alması” türküsünün adını andılar.<br />

Müzikle amatör olarak ilgilenmeme rağmen<br />

bu meşhur türküyü bilmiyordum. Her ne kadar<br />

sanat müziği olarak adlandırdığımız geçmişin<br />

şehirli müziğiyle ilgilensem de, türküler konusunda<br />

da epeyce bilgi sahibiydim ama herkesin<br />

hemen telâffuz ediverdiği “Iğdır’ın al alması”<br />

ben de bir türlü sese dönüşemiyordu. Türküyü<br />

öğrenmeye, hançeremde nağmelerini eylemeye,<br />

al almayı bulmaya karar verdim... Öyle ya,<br />

türküye, hem de çokça bilinen bir türküye nağme<br />

olmuş al elma merak edilmez miydi İsmail<br />

Gaspıralı’nın roman kahramanının Gül Baba’yı<br />

araması gibi ben de “al alma”nın peşine düştüm.<br />

Iğdır’a daha ulaşmadan başladım “al alma”yı aramaya,<br />

allı rüyalar gördüm... Alma mıydı Iğdır’ın<br />

dağını taşını kaplamış “al topuklu beyaz kızlar<br />

mıydı” fatihlerin torunlarının şimdilerde bölük<br />

bölük bölünmüş diyarından gülümseyen, yoksa<br />

kınalı parmaklı, al duvaklı bir gelin miydi Rüyalarımı<br />

pek hatırlamam. İzmir-Kars arasındaki<br />

derin uykuyla geçen yolculuğumda al almayı<br />

mı gördüm, Ağrı Dağı’nı mı gördüm, Arazı mı<br />

(Aras Nehri) gördüm, Nahçıvan’dan Laçin üzeri<br />

Bakü’ye oradan da Karabağ’a mı gittim, bilmiyorum.<br />

Uçak inince artık tamamen uyanmıştım,<br />

şimdi yine yolu düşünme zamanıydı, al almayı<br />

görme zamanı…<br />

Kars Havaalanı’nda, önceden söylendiği gibi,<br />

bizi Iğdır’a götürmek için bekleyen yarım otobüsü<br />

görünce sevindim. Parasıyla da olsa, ülkemizde<br />

de müşteri memnuniyeti adına küçük şeylerin<br />

yapılıyor olması kıvandırdı beni. En azından<br />

‘Avrupa’da şöyle’, ‘Amerika’da böyle olurdu’<br />

geçmedi aklımdan. Gece geç yatıp sabah erken<br />

kalkmanın tesiri hâlâ devam ediyordu. Bütün<br />

uyanık kalma çabama rağmen arada bir gözlerimin<br />

kapanmasına engel olamadım. Kars ile Iğdır<br />

arasında elma ağacı gördüğümü hatırlamıyorum.<br />

Acaba benim dalgınlığımdan istifade edip geçivermişler<br />

miydi Aracımız yolda mola verdi, galiba<br />

kırk beş dakikadır yoldaydık. Çadırımsı bir<br />

yer içinde masalar var. Yan tarafta da kışlık ve<br />

belki de, ayazlı geceler de kullanılan bir bina…<br />

Elmalar duruyor kasada… Sarımsı, yeşilimsi,<br />

62<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


eyazımsı renkleriyle golden çeşidi elmalar…<br />

Aaaahh, hayallerim… Dağ taş elma ağacı, yer<br />

gök al alma değil miydi yoksa... Yine de Iğdır’a<br />

epeyi uzaktayız. Buralar daha Kars sayılır.<br />

Nihayetinde yol dediğin nedir ki, ölçülü mesafeler…<br />

Iğdır’a ulaştık. İki saat olmuş ya da<br />

olmamıştı, yolculuğumuz başlayalı. Eski Devlet<br />

Hastanesi’nde indim; burası bazı fakülte ve<br />

yüksek okullara tahsis edilmişti. Yeni bir kurum<br />

olmanın bütün sıkıntısı hissedilebiliyordu. Öğleden<br />

sonra Kültür Merkezi’nde üniversitenin<br />

açılış törenine katıldım ayağımın tozuyla. Açılış<br />

dersini emekli bir Öğretim Üyesi Prof. Dr.<br />

Seyit Mehmet Şen Hoca verdi, cevizi anlattı. O<br />

anlattı ama benim kafamda yine türküler vardı:<br />

“Cevizin yaprağı dal arasında”. Melodisini<br />

hatırlayamadığım ‘Al alma türküsü’ sanki beni<br />

esir almıştı. Acaba “elmanın yaprağı dal arasında”<br />

desek olur muydu Hem bu Kayseri türküsünü<br />

çığırmayı da biliyordum. Hoca elmayı mı<br />

anlatmalıydı diye düşündüm bir an… Cevizin<br />

uzmanına elma anlattırmak doğru olmazdı. Ama<br />

olsun, burası Iğdır, al elması var, al almalı türküsü<br />

var. Törende Nahçıvan Üniversitesi Müzik<br />

Topluluğu güzel bir konser verdi. Araznameli,<br />

Karabağnameli, bayatili , Türkiyeli, Azerbaycanlı<br />

bir konser… Buralara has tınıları duymak,<br />

yorgunluğumu almıştı. Lakin al alma türküsüne<br />

bir türlü sıra gelmemişti. İstek mi yapsaydım ne:<br />

Iğdır’ın al alması…<br />

Iğdır, Divanü Lügat-it-Türk’te Oğuz boylarından<br />

birinin adı olarak belirtilmektedir. Eseri<br />

yayına hazırlayan Besim Atalay, Iğdır’ın isminin<br />

doğrusunun ‘İgdir’ olduğunu ve ‘iğdir’ şeklinde<br />

yazılması gerektiğini belirtmektedir. Iğdır’a<br />

gelinceye kadar merak etmediğim şeylerden biriydi<br />

adı. Iğdır’la ilgili bir serhat şehri olduğu<br />

ve Doğu’nun Çukurova’sı olarak adlandırıldığı<br />

dışında bir şey bilmiyordum. Ağrı Dağı’nı bütün<br />

heybetiyle göğe değmeye ramak kalmış ak pak<br />

zirvesiyle görünce büyülendim. Belki Bahaeddin<br />

Karakoç’un aksine ilk onu görmedim (Iğdır’a<br />

inince ilk onu gördüm; / Yerle gök arasında bir<br />

tek düğüm. / Çevresi masmavi, başı bembeyaz,<br />

/ Mevsimin perçemi takvimde son yaz.) ama<br />

gördüğüm anda da büyülendim. Aslında benim<br />

gördüğüm Büyük Ağrı Dağı’nın üç zirvesinden<br />

en yükseği, Iğdır’a en yakın olanıydı. Küçük<br />

Ağrı’yı da görmek için şehrin dışına doğru gitmem<br />

gerekti. Serdarbulak Geçidi’yle birbirinden<br />

ayrılan iki dağın zirvesinin birlikte görüldüğü ilk<br />

anda Büyük Ağrı daha bir ihtişamlı duruyor. Her<br />

ikisi de tamamen görünür hâle gelince daha başına<br />

ak düşmemiş olan Küçük Ağrı büyüğünün<br />

ihtişamını biraz gölgeliyor. Belki de bu bana has<br />

bir algı, bilemiyorum…<br />

Birden günlerim mutat bir hâl aldı: Okul,<br />

misafirhane… Arada ufak tefek şeyler de yok<br />

değil, farklılık sayılabilecek. Al almayı aramak<br />

da mutatlaştı. Türkünün aslının “Quba’nın al<br />

alması” olduğunu söylediler. Genelağa baktım,<br />

hakikaten türkü bu şekilde de söyleniyor. Dinlediğimde<br />

önceden dinlemiş olduğumu fark ettim,<br />

yani bildik bir türküydü. Quba, Azerbaycan’ın<br />

bir şehri. Oraya da gitseydim arar gezer miydim<br />

al elmaları Gördüğüm starking benzeri elmalar<br />

mı acaba diye düşünüyorum, satıcılarda golden<br />

tipi çoğunlukta. Bir arkadaştan rica ettim, bahçelerinden<br />

getirdi, starking gibi bir şey. Sıkı sıkı<br />

sordum: ‘Bu mu, yerli mi’ Cevap, her seferinde,<br />

‘fidanı da buralardan’ oldu. Bir de her gün geçtiğim<br />

yolumun üzerindeki bir kavşağın orta yerindeki<br />

elma heykelciğini inceleyim, dedim. Onda<br />

da starking gibi altta dişler var. Kültür Müdürlüğünün<br />

broşüründeki elmanın altında dişler yok<br />

gibi belli belirsiz. Söylenen o ki, budur Iğdır’ın<br />

al elması. Üzerine türkü yakılan al almayı bir gün<br />

gelir bulurum, tabii elmalıklar kalırsa geriye…<br />

Mutlaka Iğdır’a has bir elma çeşidi vardır,<br />

ben bulamasam da; çünkü hemen her ilimizin,<br />

ilçemizin mahallî çeşitleri vardır. Kağızman’ın<br />

kırmızı beyaz uzun elması gibi… Uzun elmanın<br />

da bir türküsü var mı ki Bütün elmaların türküsü<br />

olmasa da türküsü olan yaşayacak, elma ağaçlarının<br />

yerine her gün <strong>yeni</strong> binalar yükselse de:<br />

Iğdır’ın al alması<br />

Yemeye bal alması<br />

Yar gelene galdı balam<br />

Yaramın sağalması<br />

Iğdır’dan alma aldım<br />

Yarımı yola saldım<br />

Yarim buradan gideli aybalam<br />

Ayva kimi sarardım■<br />

63<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


MEHMET YARDIMCI*<br />

Yazının bulunmasından önce her ulusta olduğu<br />

gibi Türk ulusunda da oldukça güçlü<br />

sözlü edebiyat geleneği vardır. Bu edebiyat geleneğinin<br />

ürünleri şölen, yuğ, sığır vb. adlarla anılan<br />

törenlerle yaygınlaşmış ve topluma mal olmuştur.<br />

Şaman, kam, oyun, baksı, ozan gibi adlarla anılan<br />

kişiler ilk edebî türlerin üretici ve uygulayıcılarıdır.<br />

İlk şiirleri oluşturup kopuz adı verilen sazı devreye<br />

sokarak yarattıkları müzikli söyleyişler türkülerimizin<br />

ilk biçimlerini oluşturmuştur. Bu nedenle<br />

türküler edebiyatımızın ilk ürünleri sayılmalıdır.<br />

Kam, baksı, ozan gibi sanatçılar müzik eşliğinde<br />

oyun türküleri ve şiirler okurken konu olarak<br />

kimi zaman efsanevi olayları kimi zaman da dinî<br />

ve toplumsal konuları dile getirerek ta başında türküleri<br />

şekillendirmişlerdir.<br />

Şekillenen bu türküler, değişik Türk kavimlerinde<br />

aynı şeyi ifade etmek üzere farklı adlarla<br />

anılmıştır. Türkü için Azerbaycan’da mahnı, Başkurtlarda<br />

halk cırı, Türkmenlerde halk aydımı, Kırgızlarda<br />

eldik, Özbeklerde halk koşigi, Uygurlarda<br />

nahşa gibi sözcükler kullanılmıştır. Değişik Türk<br />

*Yard. Doç. Dr.,Dokuz Eylül Üniversitesi Buca Eğitim<br />

Fak. Türkçe Eğitimi Bölüm Bşk.<br />

boylarında farklı sözcüklerle ifade edilen türkü<br />

kavramının Türk’e özgü anlamına gelen Türkî sözcüğünden<br />

türediği görüşü yaygındır. Türkü için<br />

yapılan bütün tanımlar da bu ortak noktada birleşmektedir.<br />

Türk halkı Orta Asya’daki sosyal yaşamından<br />

kaynaklanan müzikten hiç kopmamış, halka halka<br />

genişleyip çeşitlenen ve <strong>yeni</strong> biçimlere bürünen<br />

müzik zevki hep varlığını korumuştur. Oyunlarda,<br />

düğünlerde, şölenlerde, savaşlarda hep müzik yerini<br />

almış, duygu ve düşünceleri kamçılayıcı görev<br />

üstlenmiştir. Türk halkının her gittiği yere bu geleneği<br />

taşıdığı gerçeği, Anadolu’nun yanı sıra Balkan<br />

türkülerinin canlılığında sergilenmektedir.<br />

Türkler, İslamiyeti kabulle, sazın ana yapısını<br />

bozmadan tür ve sistemlerini geliştirerek sesi,<br />

sazı ve ezgisiyle İslamiyete dayalı Türk müziğini<br />

oluşturmuşlardır. İslamiyete dayalı Türk müziğinin<br />

bünyesinde şiirimiz <strong>yeni</strong> bir şekle girmiş, ilâhi,<br />

ayin, tapuğ, hikmet, münacat, devriye vb. dinî, tasavvufi<br />

türler ortaya çıkmıştır. Mevleviler, tasavvuf<br />

müziğini kuralcı topluluk müziğinin bir kolu<br />

olarak almışlar, Türkçe sözlü âşık müziğine ayinlerde<br />

yer vermeyip âşığı tekkelerin dışına itmiş-<br />

64<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


lerdir. Âşıklara Alevi ve Bektaşi tarikatları sahip<br />

çıkarak edebiyatımızda deme, nefes, şathiye, duvaz<br />

gibi <strong>yeni</strong> türlerin oluşmasına neden olmuşlardır.<br />

Bunların yanı sıra din dışı konulardaki âşık şiiri de<br />

güzelleme, taşlama, ağıt koçaklama adları altında<br />

şekillenmiştir. Türkü ise topluluk içindeki acıları,<br />

sevinçleri, aşkları konu alan ve her çeşit şiir biçimiyle,<br />

uzun ya da kırık hava şeklinde söylenen en<br />

yaygın halk müziği türü olarak gelişimini sürdürmüştür.<br />

Dertlerimize yoldaş, gizli sevdalarımıza sırdaş<br />

olan türkülere ilgimiz gençlik hatta çocukluk yıllarımızda<br />

başlar. Ne zaman bir köy türküsü duysak<br />

içimiz burkulur, nice anılar depreşir yüreğimizde.<br />

Anadolu halkı türkülerle yatmış, türkülerle kalkmış,<br />

acısı sevdası dillere destan olup dört bir yana<br />

yayılmıştır. Anadolu insanı çocuğunu türkülerle<br />

büyütür. Anaların beşik ardında ünlediği ninniler,<br />

nice özlemleri, nice dilekleri dile getiren nağmesi<br />

kendine özgü sazsız türkülerdir.<br />

Anadolu’da genç, bağlamasıyla yoldaş olup<br />

sevdalarını, gizli sırlarını telin ucundan seslendirir.<br />

Yaşamın her aşaması türkülerde en çarpıcı ifadelerle<br />

yansır.<br />

Acı günlerde ağıt, evlenmelerde kına türküsü,<br />

kahramanlık günlerinde koçaklama, yaşamın çeşitli<br />

durumlarında gurbet türküsü, iş türküsü, hapishane<br />

türküsü olup oyar yürekleri. Kimi zaman esen<br />

yelden kimi zaman turnalardan yararlanır sesinin<br />

ulaşması için dilediğine. Türküler, halkın yaşam<br />

savaşının dile ve tele dökülen yansımasıdır. Halkımız<br />

türkülerle ağlamış, türkülerle gülmüş, yüreğini<br />

türkülerle dışa vurmuştur.<br />

Türküler genellikle bir olay sonucu doğar.<br />

Önemli bir olay sonucu duygulanma türküyü yaratır.<br />

Cahit Öztelli’nin dediği gibi “Beşikten mezara<br />

kadar her türlü günlük yaşantı olayları türkü<br />

yakılmasına neden olabilir.” [1] Hızır Paşa’nın Pir<br />

Sultan’ı zindana attırması olayı;<br />

“Yürü bre Hızır Paşa<br />

Senin de çarkın kırılır”<br />

türküsünü, 1315 doğumluların Kurtuluş Savaşı’na<br />

gidişleri;<br />

1. Cahit Öztelli, Halk Türküleri Evlerinin Önü, 2. bas.<br />

İst. 1983, s.13.<br />

“Hey onbeşli onbeşli<br />

Tokat yolları taşlı”<br />

türküsünü, bir ananın bebeğinin çamdan yapılmış<br />

bir beşikte yitirmesi olayı;<br />

“Bebeğin beşiği çamdan<br />

Yuvarlandı düştü damdan”<br />

türküsünü, küçük bir çocukla evlendirilen genç kızın<br />

olayı;<br />

“Sabah olur çocuk gider oyuna<br />

Oynar oynar taş doldurur koynuna”<br />

türküsünü, Kızılırmak’ta bir gelinin boğulması olayı;<br />

“Kızılırmak nettin allı gelini”<br />

türküsünü yaratan olaylardandır.<br />

Türkünün doğuşuna neden olan olay kimi zaman<br />

gerçek ve yaşanan bir olay olduğu gibi kimi<br />

zaman da özlem, yurt sevgisi, doğa sevgisi, dinî<br />

duygular ve kahramanlık duygularının ön plana<br />

çıkması sonucu da olmaktadır. Kimi türküler de<br />

halk hikâyelerinden ve âşıklardan halka geçmekte,<br />

bir süre sonra türküdeki kişisel izler silinip halkın<br />

ortak malı olmaktadır. Âşık Garip, Kerem ile Aslı,<br />

İlbeylioğlu gibi halk hikâyelerindeki bazı türküler<br />

bunlardandır.<br />

Hikâyeleri bilinen pek çok olaylı türkü vardır.<br />

Bunlardan; Elazığ türkülerinden Çayda Çıra Yanıyor,<br />

Boş beşik, Muğla türkülerinden Ormancı (Çıktım<br />

Belen Kahvesine) ve Bodrum Hâkimi, Bitlis<br />

türkülerinden Bitlis’te beş minare, Bolu türkülerinden<br />

Halimem, Fatsa türkülerinden Hekimoğlu,<br />

Ankara türkülerinden Misket, Nazilli türkülerinden<br />

Yörük Ali, Malatya türkülerinden Fırat kenarı, Sarı<br />

kurdelem, Kastamonu türkülerinden Sepetçioğlu,<br />

Sivas türkülerinden Kızılırmak, Silifke türkülerinden<br />

Ham çökelek, Muş türkülerinden Havada bulut<br />

yok, Tokat türkülerinden Bağa gel bostana gel ve<br />

Minarede taş mı olur, Almus türkülerinden Burçak<br />

tarlası, İzmir türkülerinden İzmir’in kavakları sadece<br />

birkaçıdır.<br />

Kimi türküler de başka yörelerde yakıldığı hâlde<br />

65<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


olayla ilgili bir yer adı geçmesi nedeniyle o yöreye<br />

bağlanmaktadır. Örneğin, Bursa’nın ufak tefek taşları<br />

türküsü Bursa türküsü değildir. Yine Bursa’da<br />

yakılan Cezayir türküsü Cezayir’e bağlanmamalıdır.<br />

Kastamonu’da yakılan Çanakkale içinde vurdular<br />

beni türküsü Çanakkale türküsü olmadığı gibi<br />

Zile’de yakılan Hey on beşli on beşli türküsü de<br />

Tokat türküsü değildir. Türkünün yakıldığı yer ve o<br />

yerdeki olay, olayın hikâyesi önemlidir.<br />

Türküyü il bazına bağlamak doğru değildir. Bu<br />

günün ilçesi yarının ili olmaktadır.<br />

Âşığı bilinen kimi türküler de mahlası okunmayınca<br />

anonimleşmektedir.<br />

“Fırgatlı fırgatlı ne inilersin<br />

Allı turnam sinen parelendi mi”<br />

biçiminde başlayan Esirî’ye ait bir deyiş son dörtlük<br />

söylenmediği için zamanla âşığın adı unutulmuş<br />

ve semah havasında okunan anonim bir türkü<br />

olarak halka mal olmuştur.<br />

Kimi türküler de okuyucuların bazı sözcüklerin<br />

anlamını bilmeyişi nedeniyle değiştirerek okumaları<br />

sonucu gerçek anlamını yitirmektedir:<br />

Dert ehli olanlar dergâha gelir<br />

Elbette arayan dermanın bulur<br />

Sadık der ki kimde ne var kim bilir<br />

Geşt ü güzâr ettim elde neler var<br />

dörtlüğündeki gezme-tozma anlamındaki geşt ü<br />

güzar ettim sözü kimilerince çekti gülizar etti biçiminde<br />

okunup anlam yitirilmektedir.<br />

Kimi türküler de farklı kaynaklarda değişik kişilere<br />

mal edilerek okunmaktadır. Bu konuda Halil<br />

Atılgan çok önemli saptamalar yapmıştır. [2] Örneğin:<br />

El çek tabip el çek yaram üstünden<br />

dizesiyle başlayan Tokat türküsü kimi kaynaklarda<br />

Emrah kimilerinde de Veli adına kayıtlıdır.<br />

Gönül gurbet ele varma<br />

dizesiyle başlayan Gaziantep türküsü kimi kaynak-<br />

2. Halil Atılgan, Türkülerin İsyanı,<br />

larda Sefil Ali kimilerinde Emrah kimilerinde de<br />

Karacaoğlan adına kayıtlıdır.<br />

Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün dizesiyle<br />

başlayan türkü de Kul Himmet Üstadım, Pir Sultan<br />

Abdal ve Teslim Abdal adına üç değişik kaynakta<br />

görülen türkülerdendir.<br />

Kimi türküler de cönklerde Türkü adıyla kayıtlı<br />

olup uzun süre söylenmediği için nağmesi unutulduğundan<br />

düz bir şiir gibi durmaktadır. Oysa bu<br />

türküler kim bilir âşığının ne derdinin ne çilesinin<br />

ne sevdasının tercümanı olmuş ne yürekten söylenmiş<br />

türkülerdir.<br />

Cönklerin tozlu sayfalarında unutulan ve söz<br />

yerinde ise nağmelerini arayan türkü sayısı oldukça<br />

kabarıktır. Özel arşivimde bulunan Zile kaynaklı<br />

Kirampalı Davulcuoğlu Bin Memet tarafından 19.<br />

yüzyıl başlarında tutulan bir cönkte 32 adet Zile<br />

türküsü bulunmaktadır. Kaynaklarda yer almayan<br />

bu türkülerden yer darlığı nedeniyle sadece bazılarının<br />

ilk dörtlüklerini kaydediyorum. Türkülerin<br />

tümünün orijinal kayıtları arşivimizdedir.<br />

1. Türkü<br />

Ben de şu dünyaya geldim geleli<br />

Ağır çiftim döner harmanım mı var<br />

Azrail de gelmiş can talep eyler<br />

Benim vermemeye fermanım mı var<br />

…………<br />

2. Türkü<br />

Ben giderim emanetin eyvallah<br />

Selvi boylum sen bu elde gal gayrı<br />

Terk eyleyip ben bu eli giderim<br />

Kara gözlüm kadirimi bil gayrı<br />

…………<br />

3. Türkü<br />

Dostum beni niçin zarıncıdırsın<br />

Verdiğim ikrardan dönen değilim<br />

Senden başkasına meyil vermedim<br />

Uçup daldan dala konan değilim<br />

…………<br />

4. Türkü<br />

Kalktı göç eyledi gönül kervanı<br />

Göçtün gönül var inile bir zaman<br />

Ayrılıkla geçti ömrüm devrânı<br />

Düştün gönül var inile bir zaman ■<br />

66<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


LÜTFİ PARLAK<br />

Anadolu’nun kaç defa mamur, kaç defa viran<br />

olduğu bilinmez ama ölüp de burada<br />

yatan, ismi ve mazisi unutulan; komutanların, askerlerin<br />

ve milletlerin hadsiz hesapsız olduğu bilinir.<br />

Dolayısıyla Türklerin bu toprakları korumak<br />

için çektiği bin senelik çileli hayatın da destanlardan<br />

taşıp efsanelerle birleştiği kayıtlardan anlaşılır.<br />

Yaşanan acıların birinci kütüğünün tarih, ikinci kütüğünün<br />

türküler olmasına karşılık eğlenme maksadıyla<br />

okunsalar bile insanı derinden etkileyen o<br />

besteli nağmelerin, bizim ruh haritamız veya üzerinde<br />

hayallerimizin can bulduğu duygusal coğrafyamız<br />

olduğu gün gibi aşikârdır.<br />

Unutmamak gerekir ki bilincin muhtevasını<br />

oluşturan soyutlama kabiliyeti, acılarla somutlaşırken<br />

ortaya çıkanların başında ağıtlar gelir.<br />

Huzursuz ruh halini anlatan manzum eserlerdeki<br />

şikâyetler, insanı hayaller ötesine taşırken duyulan<br />

samimi iniltiler de bizim için; Türk’ü söyleyen türkülerin<br />

ana maddesini oluşturur. Dolayısıyla karışık<br />

bir bölgenin ortasında yer alan ve her zaman<br />

emniyetsiz olan Anadolu’nun ufukları karardıkça<br />

bir yandan fırtına beklerken diğer yandan yoğunlaşan<br />

hislere kulak asmak gerekir. Çünkü duygular,<br />

zekâ için kazanılmış bir kabiliyet, alışkanlıklar için<br />

başvurulan önemli bir kaynaktır. Bu sebeple zekâ<br />

denen o yüksek idrak gücüyle hisleri idare ederken<br />

yanık türkülerin ve acıklı manilerin yolu da açılmış<br />

olur.<br />

Tarih, başımızdan geçenleri yeterince tespit<br />

edemediği andan itibaren kalan boşlukları doldurma<br />

görevini sanatkârlara bilhassa şairlere bırakır.<br />

Dolayısıyla âşıklar ve yosmalar farkından olmasalar<br />

da söyledikleri türkülerle bir yandan geçmişte<br />

yaşanmış olayların sadık şahitliğini yapmış olurlar,<br />

diğer yandan mazideki acıları veya güzellikleri gizli<br />

bir lisanla dinleyenlerine hatırlamış olurlar.<br />

Her canlının ölümü tadacağı gibi şan ve şöhreti<br />

dillere destan olan ülkelerin, beldelerin ve şehirlerin<br />

de viran olup el değiştireceği açıktır. Bu gün<br />

güçlü olanların yarın kötü duruma düşeceklerini<br />

söylemek, elbette kâhinlik değildir. Çünkü büyük<br />

milletlerin büyük derdi olur ve onların ekserisi de<br />

türkülerde saklanır. Sadece milletlerin mi Aşk,<br />

sevda, gençlik, umut… kısaca beşerî olan her şey<br />

mısraların içindeki yerini alır. İşte onlardan biri:<br />

“Şebabet gitti elden başımdan gitmiyor sevda<br />

Tükendi takat ü tabım, muhabbet bitmiyor<br />

hâlâ”<br />

Öyle ya! Gençliğin gitmesine karşılık baştaki<br />

sevdanın, takatin bitmesine karşılık içteki muhabbetin<br />

bitmemesi insanı, şikâyeti ve hasreti bol olan<br />

bir yola iter ve dolayısıyla müziğe yönlendirir. Ayrıca<br />

müzik; gurbetin, aşkın, sevdanın, özlemin ve<br />

nihayet hayatımızın bir parçası olan üzerinde yaşadığımız<br />

coğrafyanın oluşturduğu önemli bir neticedir.<br />

Harputlu bir şairin yazıp yüksek sesle okuduğu<br />

şu dörtlük, söylediklerimizin kısa özeti gibidir:<br />

67<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Yara benden yara benden<br />

Yalvarın yara benden<br />

Sinemde dağ-ı hicran<br />

Sağalmaz yara benden<br />

Büyük olmanın bedelinin de büyük olacağı noktasından<br />

hareketle imparatorluklar kurmuş bir milletin<br />

tarihî maceralarının sonu olmayacaktır elbet.<br />

İşte bu efsanevî hayatı türkülerden öğrenen <strong>yeni</strong><br />

nesil; başından geçenlerle geçmişte yaşananları kıyaslamaktan<br />

geri durmayacaktır. Çünkü bir ayağı<br />

Kafkaslarda, bir ayağı Yemen’de, bir eli Cezayir’de<br />

bir eli Hindistan’da olan bir milletin düşmanları,<br />

türküleri kadar çok olacaktır. Bu sebeple geçmişte<br />

bir vilayetimiz olan Yemen’le ruhî bağımızı kuran<br />

mısralar üzerinde durmak, yaşananları ve çekilen<br />

sıkıntıları o acıklı türkülerden çıkarıp okuyucularla<br />

paylaşmak istiyorum. Çünkü o günkü hudutlarımızı<br />

koca kavuklu hakanlar çizip, çelik bilekli serdarlar<br />

korumuş olsalar da zaman içinde ne kadar değişikliklere<br />

uğradığını çok iyi biliyoruz. Ancak bu beğenilmeyen<br />

sonuca karşılık eski sınırları ilelebet muhafaza<br />

eden türkülerimiz yaşadıkça Ortadoğu’nun,<br />

Balkanların, Kafkasların… manevî tapusunun bize<br />

ait olacağını da unutmak gerekir.<br />

Şuna inanmak lazım ki her nimetin, aynı nispette<br />

bir külfeti olacaktır. Dolayısıyla büyük bir tarih<br />

oluşturan atalarımızın bu uğurda duygusal yönden<br />

neler çektiğini türkülerden öğrenmemiz gerekir.<br />

Çünkü o korkunç harp yıllarında Yemen’e gidenlerin<br />

ve onları uğurlayanların ruhunu kemiren en büyük<br />

derdin açlık ve ölüm olduğu açıktır. Bu sıkıntılı<br />

günlerde oğlunu, ağabeyini, yavuklusunu… bilinmeyen<br />

bir cepheye gönderen insanların moral bulması<br />

için türkülere sığınması belki normaldi. Ama<br />

okunanların, moral yerine ayrılığın ateşiyle herkesi<br />

dağlayıp perişan ettiği de bilinen bir gerçekti. Sesi<br />

güzel olanlarla müzik aleti çalabilenlerin bir araya<br />

gelmesiyle koparılan fırtına, açlıktan karnı sırtına<br />

yapışmış ve maneviyatı altüst olmuş dinleyicilere<br />

nasıl keyif verebilirdi ki Bilinmez ama kimsenin<br />

keyif çatmaya ihtiyacı da yoktu galiba. Çocuğunu<br />

ölüme gönderenlerin sevinmesi nasıl düşünülebilirdi<br />

Aslında talihinden ve tarihinden şikâyetçi olan<br />

askerlerin hiçbir şey dikkatini çekmiyor ve onları<br />

daha ziyade savaş ve ölüm ilgilendiriyordu. Onsuz<br />

konuşamıyor, onsuz olamıyorlardı. Ama her şeye<br />

rağmen hayat devam ediyor ve boynu bükük yetimler<br />

gibi oturdukları yerde ağlarken duygularını<br />

yanık seslerle anlatmaya çalışıyorlardı. Çünkü<br />

böylesi bir ortamda insanı diğer canlılardan ayıran<br />

soyutlama gücü, aklın ötesine geçiyor ve her kim<br />

olursa; hislerdeki yoğunluk nedeniyle acıklı türkülerin<br />

içinde buluyordu kendini. Haliyle mısralar,<br />

çok daha iyi anlatıyordu garipliklerini, fakirliklerini<br />

ve şikâyetlerini. Yanlış karar vermelerden dolayı<br />

talihe ve tarihe duyulan isyanlarını…<br />

“Yemen yolu çukurdandır<br />

Karavanam bakırdandır<br />

Zenginimiz bedel verir<br />

Askerimiz fakirdendir”<br />

Tarih asla kurumayan bir kaynak olduğu için<br />

şartlara göre o, her zaman alçak bir sesle gelecekten<br />

söz eder. Ancak söylenenleri duymak, sanıldığı<br />

kadar kolay değildir. Çünkü görmek veya duymak,<br />

manalandırmak denektir. İnsanın galipken gaddar,<br />

mağlupken mazlum olması ve hakkı tanımak yerine<br />

tayin etmesi, tecrübelere kulak asmamasındandır.<br />

Durum böyle olunca ihtilafın sebebi de sonucu<br />

da git gide artacak ve ucu, korkunç savaşlara uzanacaktır.<br />

İşte o eksiği ve ardındaki acizliği hatırlatan<br />

şair:<br />

“Gitme Yemen’e Yemen’e<br />

Yemen sıcak dayanaman<br />

Kalk borusu çalınca<br />

Sen küçüksün uyanaman” diyerek çocuk yaştaki<br />

askerlerin şansını yeriyordu. Çünkü insan kaynaklarının<br />

azlığı nedeniyle on beş yaşını dolduranlar,<br />

silâhaltına alınıp Yemen’e gönderilmişti. Bu<br />

sebeple 1915’te Elazığ Sultanîsi tamamen askerî<br />

ihtiyaçlara ayrıldığından uzun süre mezun verememiş<br />

ve son sınıfa geçenlere rütbe takılıp cephelere<br />

sevk edilmişti. İşte zehir gibi insanın içine yayılan;<br />

“Hey on beşli on beşli/Tokat yolları taşlı…” türküsüyle<br />

ortaya konan hazin tablo buydu. Bu tablonun<br />

ağudan tek farkı, ruhları kasıp kavurmasına<br />

rağmen bedenlere dokunmamasıydı. Peki, türküleri<br />

dolduran kavgalara ve savaşlara sebep olan hatalar<br />

nerelerden ve kimlerden kaynaklanıyordu Puşkin,<br />

bu soruyu; “Bütün büyük yanlışların altında gurur<br />

68<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


vardır” diyerek cevaplıyordu.<br />

Unutmamak gerekir ki gurur ve cehalet, aynı<br />

ağacın meyveleridir. Bu iki özelliğe sahip olan<br />

insanlar, maalesef cansız nesnelerden farksızdır.<br />

Nasıl ki eşya, kendinde var olan özelliklerden habersizse<br />

onlar da kendi duygularından habersizdir.<br />

Dolayısıyla düşünmeyi sevmeyen insanlar, olup<br />

biteni anlayamıyor ve hata üstüne hata yapıyordu.<br />

Haliyle ya savaşı başlatıyorlardı ya da başlayan<br />

savaşı kör inada dönüştürüyorlardı. İşte aşağıdaki<br />

dörtlük; 1905-1918 arasında yaşanan Yemen Savaşının<br />

elem verici şikâyetlerini işaret ediyordu.<br />

“Bir gemiye doldurdular<br />

İstanbul’a bildirdiler<br />

Sallar gemi döver dalga<br />

Gül benzimizi soldurdular”<br />

Değerler değişip hak kuvvetin ardından gitme<br />

mecburiyetinde kaldığı bir dünyada tesadüfler,<br />

insanı saadet arabasına bindirebilir. Ancak şansın<br />

liyakatten yana olduğu düşünülürse bu arabanın<br />

devrilmesi ve büyük acıların yaşaması kuvvetle<br />

muhtemeldir. Yemen, bizim için işte öylesine bir<br />

sonuçtur. Çünkü herkesi ferah ferah besleyebilecek<br />

durumda olan Allah’ın dünyası; bir hükümdara<br />

çok, iki hükümdara az bulununca kavgaların ve savaşların<br />

önü alınamamıştır. Haliyle aklın sustuğu<br />

noktada karar yetkisi duygulara kaldığı için destanlar,<br />

ağıtlar türküler… birbirini kovalamıştır. İşte<br />

imparatorluk hayaliyle gittiğimiz Yemen’de dört<br />

yüz senede verdiğimiz beş yüz bin şehidin acıklı<br />

hikâyesini, Memet’in veya Memiş’in üzerinde öldüğü<br />

o koca coğrafyanın haritasını eldeki türkülerden<br />

çıkarıyoruz.<br />

“Tarlada biter kamış<br />

Uzar gider, vermez yemiş<br />

Şol Yemen’de can verenler<br />

Biri Memet, biri Memiş”<br />

Tarih hiç bir milletin hakkını inkâr etmese de<br />

hükümlerin değişmesine sebep olduğu için bir ülkenin<br />

saadet telakki ettiği olayı, diğeri için felakete<br />

dönüştürmüştür. İşte İngilizlerin yardımıyla Zeydî<br />

İmamların kazandığı Yemen Savaşı, kendilerine zafer<br />

getirse de bize acıların en büyüğünü yaşatmıştır.<br />

Böylece eli kınalı taze gelinlerin uçsuz bucaksız<br />

çöllere uğurladığı eşler için söylediği içli ağıtlar da<br />

ateş olup canımıza yapışmıştır.<br />

“Mızıka çalındı düğün mü sandın<br />

Al yeşil bayrağı gelin mi sandın<br />

Yemen’e gideni gelir mi sandın<br />

Tez gel ağam tez gel dayanmiram<br />

Uyku gaflet basmış uyanamiram<br />

Ağam öldüğüne inanamiram”<br />

Şunu ilave etmeliyim ki çekilen acıların hatırlatılması,<br />

millet olma şuurumuzu bilediği için<br />

böylesine türkülerin yaşamasında ve diri tutulmasında<br />

yarar vardır. Çünkü bir toplumun ruhu zabt<br />

olunmadıkça, maneviyatı kırılmadıkça o milleti<br />

elde tutmanın imkânı yoktur. Bu sebeple türküleri<br />

sadece sanat ve maharet oyunu, sadece zekâ ve akıl<br />

nişanesi olarak görmek yerine toplumsal bilincin<br />

uyanışı olarak değerlendirmek gerekir.<br />

“Havada bulut yok bu ne dumandır<br />

Mehlede ölüm yok bu ne figandır<br />

Ah o Yemen’dir, gülü çimendir<br />

Giden gelmiyor acep nedendir”<br />

Bu demektir ki Ziya Gökalp’in altun dediği umuda<br />

kavuşmak için dünyanın öteki ucuna gitmek ve<br />

bu uğurda kahır çekmek gerekir. Aksi halde rica ve<br />

merhamet dilenmekle ne bir insanın istikbalinin, ne<br />

de bir milletin istiklalinin kurtulduğu görülmüştür.<br />

Dolayısıyla Yemen’de bir kabile şeyhi olan İmam<br />

Yahya’ya <strong>yeni</strong>ldik ama Çanakkale’de Kocatepe’de,<br />

Sakarya’da… devleri yenme bahtiyarlığına erişip<br />

milli mücadeleyi kazandık. Bu uğurda ödediğimiz<br />

ağır faturayı da <strong>yeni</strong> nesil öğrensin diye mısralara<br />

emanet ettik.<br />

“Kışlanın ardında bir kırık testi<br />

Askerin üstüne sam yeli esti<br />

Gelinlik tazeler ümidi kesti.”<br />

Dikkat edilirse yukarıdaki dörtlük; Yemen Çöllerini<br />

kat eden askerlerimizi ve arkalarındaki Anadolu<br />

insanını tarif ediyor. Taze güveyilerin bıraktığı<br />

taze gelinlerle başı dik erlerin ciğerine saplanan<br />

kara hasreti işliyor. Anadolu’nun dışarıdaki Anadolu<br />

coğrafyasının muhayyel haritasını çizip Türkü<br />

söyleyen türküleri gözler önüne seriyor…■<br />

69<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


MAHİR ADIBEŞ<br />

Biz hayatı türkülerden<br />

öğrendik, konuşmayı,<br />

dili, şiir yazmayı, sohbet<br />

etmeyi, yarenliği,<br />

şakalaşmayı, eğlenmeyi,<br />

hürriyeti öğrendik. Biz<br />

türkülerle millet olmayı,<br />

bir arada yaşamayı<br />

öğrendik. Kol kola girip<br />

halay çekerek, tek<br />

sesten türkü söyleyerek<br />

barışı, kardeşliği,<br />

birliği, bir olmayı,<br />

sevmeyi, güvenmeyi,<br />

vatan kurmayı, vatanı<br />

savunmayı öğrendik…<br />

Annemin karnındayken dinlemeye başlamışım<br />

türküleri. Göğsüne sarılmış<br />

meme emerken, üfleyerek saçlarımı düzeltir,<br />

inceden kulağıma fısıldarmış ninnileri. “Eledim<br />

eledim höllük eledim / Aynalı beşikte bebek<br />

beledim…” ya da “Bebek beni del’eyledi / Yaktı<br />

yaktı kül eyledi…” Kaç defa ninnileri dinleyerek<br />

uyumuşum, kaç defa ağlarken susmuşum, gülmüşüm,<br />

kaç defa...<br />

Ağaçtan yapılmış beşiğim, sallanırken tıkır<br />

tıkır sesler çıkarırdı. Çoğu zaman ninnilere<br />

eşlik ederdi. Ben beşiğin tıkırtılarını bile ninni<br />

sanırdım. “Elma attım yuvarlandı / Gitti beşiğe<br />

dayandı…” dedikleri işte benim küçük tahtımdı.<br />

Üç yaşına geldiğimde boyum zor sığıyordu ama<br />

ben hâlâ onun içinde yatmak istiyordum. Beşiğin<br />

başlığına takılı muskanın altında tahtadan şıkırdakları<br />

vardı, sallanırken ahenkli ağaç sesleri<br />

şıkır şıkır duyulurdu. Üstündeki uzantısından,<br />

iplerden yapılmış renk renk püsküller asılıydı.<br />

Dikmeleri, çaprazları, bağlantıları rengârenk<br />

boyalı, işlemeli ağaçlardandı. Ömrübillâh, benim<br />

diyebildiğim tek şeydi, o güne kadar içinde<br />

benden başkası yatmadı! Bir gün, “Sen büyüdün<br />

70<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


aslanım!” deyip başkasına verdiler. Kaç gün yer<br />

yatağımda uyuyamadım, hırçınlaşıp ağladım.<br />

Onsuz ninnilerin de tadı tuzu yoktu. Ninnilerim<br />

ağaç beşiğimin gitmesiyle bitti ama hâlâ yalnız<br />

kaldığımda mırıldanırım. “Bebeğin beşiği çamdan<br />

/ Yuvarlandı düştü damdan / Beybabası gelir<br />

Şam’dan…” sözlerinde ilk defa “Şam” ismini<br />

duydum. Şam, çok uzaklarda ve çok güzel bir şehir,<br />

dediler. O gün bu gün Şam aklımdan çıkmadı;<br />

acaba babamın orada ne işi vardı...<br />

Çocukluk yıllarım köyde geçti; geceleri tandır<br />

başlarında, oturma odalarında sohbet ederken...<br />

Düğünlerde oyunlar oynanırdı, türküler söylenirdi,<br />

o güzel türkülerimiz... Bazen saz çalan âşıklar<br />

uğrardı köyümüze, büyük bir hevesle onları dinlerdik.<br />

Soğuk kış gecelerinde samanlıklarda kızlı<br />

erkekli gruplar türkülerle halaylar çekerdik, “Kar<br />

yağar bardan bardan…” ya da “Yılan inceden<br />

öter…” diye karşılıklı atışırken bar oynardık.<br />

Derken askerlik çağı geldi. Neriman Altındağ<br />

Tüfekçi’nin, “Kışlalar doldu bugün / Doldu boşaldı<br />

bugün…” sesi hiç kulaklarımdan gitmiyor.<br />

O türküyü ilk defa o gün dinlememiştim elbet<br />

ama o gün farkına vardım. Sanki ilk defa dinliyordum!...<br />

İçime öylece oturmuştu. Askerlik bitene<br />

kadar bu türküyü mırıldandım. Ya sonrası<br />

Orası bir başka! “Yârim gurbet ele gitme / Ya dönülür<br />

ya dönülmez…” diye seslendi gözümden<br />

sakındığım yeşil gözlüm, adını bile başkalarına<br />

söylemeye kıyamadığım. Köyden gelen arkadaşlar<br />

haber getirdi: “Sarardım ben sarardım / Senin<br />

için sarardım…” sözlerini, kenarlarını işleyip,<br />

ismimi iğnesiyle oyaladığı mendile sarıp bana<br />

göndermiş. İçim sızlamıştı. Bir ay sonra, kime<br />

yazdırdıysa, kimle postaya attırdıysa bilmiyorum<br />

ki -bizim orada bunlar gizli yapılır- mektup geldi<br />

“Ben ağayım ben paşayım diyenler / Kapıları<br />

kitlemişler gel hele…” Beni çağırıyordu, artık dayanamadığını<br />

söylüyordu. Ya benim çektiklerim,<br />

işte o an gönlüme şöyle düştü: “Ölmeden o yârı<br />

görürse gözüm / Koyun kuzu kurban olur o zaman…”<br />

Koyun, kuzu gözümde değil, bütün aklım<br />

onda kalmıştı, onun bir teli dünyalara değerdi.<br />

Ben bu türküleri neden sevdim...<br />

Çayırlarda güreşirken, cirit oynarken, türküler<br />

söylenirdi. Kızlar gelin olurken türkülerle evden<br />

çıkarılırdı. Hangi millet askere davul zurna ile giderdi<br />

ki... Var mı savaşta bizden başka türkülerle<br />

eğlenen... Gördünüz mü oğlunun başında ağlarken<br />

bizden başka ağıt yakan <strong>Bizim</strong> gibi sevenini<br />

gördünüz mü, sevip de derdini türkülerle anlatanını...<br />

Sevdasından dertlenip ölenini duydunuz<br />

mu... Selamını turnalar ya da rüzgârla gönderen;<br />

arzuhâlini çiçeklere, kuşlara anlatanını…<br />

“Nazlı yârdan bana bir haber geldi<br />

Eğer doğru ise büktü belimi<br />

Dediler nazlı yari yad eller aldı<br />

Kadir mevlam nasip eyle ölümü…”<br />

Türkü, Türk’ü anlatır. Her türkünün söylenecek<br />

bir sözü, anlatacak bir hikâyesi vardır. Türk’ü<br />

tanımak isteyen türküleri araştırsın. Onlar bu<br />

milletin tarihini, sosyal yapısını, ekonomisini,<br />

sevdasını, edebiyatını anlatır. Türküler yalnız<br />

Türk’ündür. Bizleri en iyi onlar anlatır.<br />

Ne zaman bir türkü dinlesem, göllere dalan<br />

yeşil ördek gibi dalıp giderim. Ne zaman turnaları<br />

yükseklerden uçarken görsem türküler gelir<br />

aklıma, bir türkü mırıldanırım… Türkü dinlerken<br />

dikkatimi dağıtan bir şey olsa hırçınlaşırım,<br />

dağılırım. Bu hep böyle olur sebebini düşünmem.<br />

Ne yaşadığımı bilmem ama o hayatı <strong>yeni</strong> baştan<br />

yaşadığımı bilirim. O türkünün yazıldığı zaman<br />

canlanır, gözümün önünde. O hikâyeleri ben yaşamış<br />

gibi olurum. O zaman benim gönlüm güllerin<br />

açtığı, bülbüllerin öttüğü bir bahar bahçesine<br />

dönüşür. O zaman benim gönlüm sevgililerin<br />

dolaştığı bir sabah vakti olur. “Kar mı yağmış şu<br />

Harput’un başına / Kurban olam toprağına taşına…”<br />

Türkülerin çoğunun ne sebeple, nerede yazıldığı<br />

bilinmez. İnsanlarımız onu zamanla dilinde<br />

yoğurarak şekillendir. Aynı türküyü oyun oynarken<br />

farklı, ağıt yakarken farklı, hasretlik çekerken<br />

farklı yorumlar. Türküler ne için yakıldığı<br />

sesinden anlaşılır. Türküler bazen uzak diyarlara<br />

götürür, bazen toprakla yoğrulur ve bazen de bir<br />

çiçeği anlatır. Köy türküleri dağları, yaylaları,<br />

geceyi, ayı, yıldızları “Ay akşamdan ışıktır, yaylalar<br />

yaylalar…” diye başlar; tabiatla haşir neşir<br />

olur. Aşk türküleri, acı, dertli, firaklı, içten, “Ey<br />

gül dalı gül dalı / oldum sana sevdalı…” diye<br />

71<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Türküleri şehirliler, burjuvalar, ağalar, zenginler,<br />

devletliler yazmadı, zevkle sefayla türküler yazılmadı.<br />

Türküleri yüreği yananlar, yürekten sevenler, yürekten<br />

sevilenler yazdı.<br />

başlar, “Sevdiğime Pişman Ettin…” diye biterler.<br />

Bazısı yamaçlardan akan su sesi bazısı kuş ötüşü<br />

gibi gelir kulağımıza. Bazısında meşe dallarını<br />

okşayarak fısıldayan rüzgârın sesini duyarsınız,<br />

bazısında koyun kuzu melemesini, “Bad-ı saba<br />

selam söyle o yâre…” Türkülerimizde çoğu zaman<br />

yakarış, şikâyet, hâl anlatmak, çaresizlik<br />

vardır, “Yaradan var, yaradan var, yeri göğü yardan<br />

var…” bazısında ise dua, ya da ağıt…<br />

Askerdeki sevgiliye yazılan mektuplara baktınız<br />

mı, türküyle başlayıp türküyle biterler. Kimseye<br />

açamaz derdini, özlemiştir uzak kalan sevgilisini,<br />

“Allı turnam bizim ele varırsan / Şeker<br />

söyle kaymak söyle bal söyle…” diyerek göç eden<br />

turnalara emanet eder aşk mektubunu. Acı söylemeye,<br />

şikâyete sevgili üzülmesin diye yer vermez<br />

sözlerinde. Yerine varır mı varmaz mı bilmem<br />

ama bu türküler yüz yılların ötesinden bize çıka<br />

gelmişse demek ki yerine ulaşmış mektuplar.<br />

Gelin edip gönderince kızı kuş konmaz kervan<br />

geçmez yerlere, özler geride kalanları, “Yüksek<br />

yüksek tepelere ev kurmasınlar…” diye başlar<br />

sözlerine. Özler kızımız anasını, babasını, kardeşini…<br />

İşte türküler tarihi böyle yazar. Türkülerde<br />

tarih, kopuzun, sazın, bağlamanın tellerinde yazılır.<br />

Hafızamıza türkü olarak böyle işlenir.<br />

Türkülerimiz; asker türkülerimiz, gurbet türkülerimiz,<br />

hele o tadına doyum olmayan sevda<br />

türkülerimiz… Hepsi hakkında söylenecek o kadar<br />

çok söz ve anlatılacak hikâye var ki… Sevda<br />

türküleri, aşk türküleri var bizde. “Gönül ah<br />

o gönül…” “sebep vay sebep…” “felek sen felek…”<br />

hepsinin ucu Yaradan’a uzanır. İşte suçlu<br />

“kader!...” Nazını, serzenişini, aczini Mevla’ya<br />

nasıl ulaştırsın Nasıl şikâyet etsin, nasıl desin ki<br />

“ben sana küstüm” İşte bu kelimelerle şikâyetini<br />

dile getirir, “kader” seni kime şikâyet ede’m...<br />

Sonunda çaresizce oturup kaderine razı olur,<br />

“Akşam oldu yakamadım gazımı / Kadir Mevlâ’m<br />

böyle yazmış yazımı…”<br />

Türküler, Türk’ün tarihi kadar eski, Türk’ün<br />

varlığı kadar gerçek. <strong>Bizim</strong>le ötelerden bu yana<br />

gelen, kamusumuz, kılavuzumuz, kültürümüz,<br />

şiirimiz, edebiyatımız türkülerimiz. Türkülerimiz<br />

Yunus dilinden, Yunus’ça söylenen, Yunus<br />

gönüllü türkülerimiz. Dupduru bir Türkçeyle,<br />

tertemiz, edeple söylenen dilimiz. “Karlı dağlar<br />

karanlığın bastı mı / Kahpe felek ayrılığın vakti<br />

mi...” ve “Gitti yârim gurbet elden gelmedi…”<br />

derken insanı alıp götürür düşünce dünyasına.<br />

Koca dünyada bir varmış bir yokmuş, kime ne.<br />

Rüzgâr durur, ekinler boynunu eğer türküleri<br />

duyunca denizler bir milim kıpırdamadan dinler<br />

sonuna kadar.<br />

“Ah bu türküler<br />

Türkülerimiz<br />

Ana sütü gibi candan<br />

Ana sütü gibi temiz…”(Bedri Rahmi Eyüboğlu)<br />

Türkülerimizde aşk, sevda, özlem, hasretlik,<br />

kırılma, gücenme var. Toplum geleneği olarak<br />

bunlar bizim rahatça dillendiremediğimiz hâller.<br />

Kolay kolay sevdiğimizi söyleyemeyiz, çocuğumuzu<br />

büyüklerin yanında kucağımıza alamayız,<br />

eşimizin elinden su içemeyiz… Bunları başkasıyla<br />

paylaşamayız. Bütün bunları yüreğimizde<br />

saklarız. Sonunda da gönül tellerimizin sesi türkü<br />

olarak çıkar ortaya, “Bülbül figan eder güllere<br />

karşı / O yâr Benim gülüm değil mi…” derken<br />

olaya ne kadar da akıllı yaklaşıyor aşk sarhoşu<br />

insanımız.<br />

<strong>Bizim</strong> türkülerimiz yaşantımızın bir parçası.<br />

72<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Çoğu zaman öğüt verirken bile kırmamak için<br />

yüzüne söylenemez. Bunun için yakınlarına sıkı<br />

sıkı tembihler. Hele <strong>yeni</strong> gelinse bunlar bizim için<br />

çok önemli, ağırbaşlı olmalı, hanım hanımcık<br />

oturup kalkmalı, görenler maşallah demeli. Daha<br />

yaşı genç, bazı hâlleri düşünemez, diye aklından<br />

geçer. Büyüklerin yanında hafiflik yapmamalı,<br />

saygıyı elden bırakmamalı. Olur ya, gençtir bir<br />

ara oyuna dalar da unutur…<br />

“Güzeller bezenmiş toya giderler<br />

Sizlere emanet yâr oynamasın<br />

Ben bülürem reca minnet ederler<br />

Yengüllük edip tez oynamasın…”<br />

Bu türkü de endişeleri bir söyleme şekli var!<br />

Dikkat edilirse söyleyen kırmamak için elinden<br />

geldiğince kibar ve karşısındakinin yerine koyuyor<br />

kendini “oynamasın” demiyor ama “hafiflik<br />

edip tez oynamasın” diyor. Burada söz söyleme<br />

bir sanat…<br />

Türküleri köylüler, kasabalılar, gurbete gidenler,<br />

yüreği yananlar yazdı. Türküleri canını,<br />

cananını, yüreğinin yarısını uzaklara gönderenler<br />

yazdı. Türküleri acı çekenler yazdı. Türküleri<br />

çaresizler yazdı. Şikâyetlerini, özlemlerini, söyleyemediklerini<br />

mısralara yüklediler. Türküleri<br />

kavuşamayanlar, sevenler, gidip de dönemeyenleri<br />

bekleyenler yazdı. Bekleye bekleye gözünün<br />

kökü ağaran analar, yatak serip içine girmeyen<br />

gelinler, memleketinden uzakta olanlar yazdı.<br />

Türküleri çaresizler yazdı…<br />

“Oğul bu gün düş de gör hayalda gör<br />

Yavrum düş de gör<br />

Vala yar kadrini bilmeyen bir kötüye düş de<br />

gör…”<br />

Türküleri şehirliler, burjuvalar, ağalar, zenginler,<br />

devletliler yazmadı, zevkle sefayla türküler<br />

yazılmadı. Türküleri yüreği yananlar, yürekten<br />

sevenler, yürekten sevilenler yazdı. <strong>Bizim</strong><br />

türkülerimiz bazen çaresizlik, özlem, hasretlik,<br />

bazen de isyan, başkaldırı, meydan okumadır<br />

ama hepsi edebiyle söylenir “Oy göresim geldi<br />

sevdiğim seni…” ya da “Kahpe felek sana nettim<br />

neyledim…” veya “Benden selam olsun Bolu<br />

beyine / Çıkıp şu dağlara yaslanmalıdır…” Ağıt,<br />

dua, serzeniş vardır türkülerde, “Sunam sen güzelsin<br />

neylersin malı…” Sevdiğine kavuşmanın<br />

sözleri yer alır türküde, Emrah’ın koşmasındaki<br />

gibi: “Tutam yâr elinden tutam / Çıkam dağlara<br />

dağlara…” Bu mısralara özellikle değinmek istedim.<br />

İçerisinde derin bir aşkın söylenişini saklar.<br />

Tasavvufi bir aşk vardır altında yatan. Yolun ucu<br />

varır Mevlâ’ya Mevlâ’ya…<br />

<strong>Bizim</strong> türkülerimiz duvar yazıları gibidir. Bir<br />

kere söylendi mi kalır dillerde. Kulaktan kulağa<br />

akıp gelir yılların ötesinden. “İpek mendil dane<br />

dane / Yudular serdiler güne / Ana Celal’imi yudular<br />

/ Başucunda döne döne…” Türkülerden<br />

öğrendik geçmişimizi, savaşları, askerliği, yaşamayı,<br />

ekip biçmeyi, “Ah ne yaman zormuş burçak<br />

yolması / Burçak tarlasında gelin olması...”<br />

Geçmişten haberleri türkülerden aldık, türkülerle<br />

aydınlandık. Âşık Veysel, bize oluşumuzu, birliği<br />

anlatır, “Benim sadık yarım kara topraktır…”<br />

mısralarında. Biz hayatı türkülerden öğrendik,<br />

konuşmayı, dili, şiir yazmayı, sohbet etmeyi, yarenliği,<br />

şakalaşmayı, eğlenmeyi, hürriyeti öğrendik.<br />

Biz türkülerle millet olmayı, bir arada yaşamayı<br />

öğrendik. Kol kola girip halay çekerek, tek<br />

sesten türkü söyleyerek barışı, kardeşliği, birliği,<br />

bir olmayı, sevmeyi, güvenmeyi, vatan kurmayı,<br />

vatanı savunmayı öğrendik…<br />

Bazı türkülerimizin bir hikâyesi vardır bazısının<br />

birden çok… Türkülerimiz arasında birkaç<br />

dilde okunanı hatta birkaç millet tarafından sahipleneni<br />

vardır, “Sarı gelin” gibi. Erzurum türküsü<br />

olarak bildiğimiz “Sarı gelin” aynı ezgilerle Azerbaycan<br />

ve Ermenistan’da da bulursunuz. Oralarda<br />

da benzer hikâyeler anlatılır. Bu hikâyelerde aynı<br />

tarihî dönem yer alır. Hani derler ya “gönül bu<br />

engel tanımaz” diye, bu türküde sınır tanımamış,<br />

“Erzurum Çarşı pazar / İçinde bir kız gezer / Ah<br />

ninen ölsün / Sarı gelin…” Aşk burada saklanamamış,<br />

dillendirilmiş. Sarı kıza kıyar mı âşığın<br />

hiç, “nenen ölsün sarı gelin”…<br />

Türküler, bütün Türk kültürünün sarıp sarmalanarak<br />

korunduğu bir arşivdir. Bazen soğuktur<br />

türkülerimiz insanın içini titretir bazen yağmurda<br />

ıslatır bazen de bir kuşun kanatlarında alıp<br />

götürür... Tabiattaki seslerden ses alır, görünen<br />

73<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


görüntülerden manalar çıkarır, onlara türkü yakar<br />

“Kırmızı gül demet demet / Sevda değil bir<br />

alâmet…” diye mısralar dizilir. Kelimeleri o kadar<br />

güzel yerleştirir ki mısralar arasına dili oradan<br />

öğrenirsiniz. Bir yerde “demet demet” bir yerde<br />

“bardan bardan” dizilir kelimeler. Siz unutur almazsınız<br />

sözlüğe bile ama “Teşi bacaklı gelin…”<br />

derken ince bacaklı gelininin bacaklarını “teşi”ye<br />

(iğ, kirman) benzetmeyi unutmaz kaynana. Dil<br />

araştırması yapılırken henüz teknolojiyle kirletilmemiş<br />

ücra köylerde araştırma yapmak gerekir.<br />

Sözler oralarda tertemiz türkülerde korunur. Türk<br />

milletinin yeryüzünde yıllardır yok olmadan süre<br />

gelen sesimiz, gönül telimizdir türküler. Türküler,<br />

milletin topyekûn ortaya çıkardığı bir ortak<br />

kültürdür. Daha doğrusu milleti bir arada tutan<br />

dil harcımızdır. Kabul görmesi, tebessümle karşılanması,<br />

sevilmesi ondandır. Türkülerde herkes<br />

kendinden bir parça bulur.<br />

Yabancı müziklerin bizim milletimizce çalınıp<br />

söylenmesine karşı değilim. Sonunda onları<br />

da Türkçeleştirip kendi müziğimize benzetmişiz.<br />

Yalnız onlarda aynı coşkuyu almamız söz konusu<br />

olamaz. Hangi yabancı parça güreşirken, askere<br />

giderken, savaşırken bize heyecan verir Hâlbuki<br />

sazın her teline dokunuşta bizim gönül telimizde<br />

bir titreme olur. Davulun, zurnanın sesi bizi<br />

heyecanlandırır. Gırnatanın sesi hoşumuza gider.<br />

Kemençenin sesi kanımızı coşturur, tulumun sesi<br />

içimizi kıpır kıpır eder. Türkülerde sözlerin önemi<br />

yanında onun çıkış amacına göre söylenmesi<br />

de önem arz eder. “Kapıları kapattılar yüzüme /<br />

Mahpushane gurbete benzemez…” sözleri söylerken<br />

çok keyifli bir söyleme beklenemez ama onlarda<br />

da bir adap, bir edep, düstur, sabır olduğu da<br />

gözden kaçmaz.<br />

<strong>Bizim</strong> türkü hayatımızda önemli yer tutan savaş<br />

türkülerimiz de vardır. Savaşlar türkülerimizde<br />

oldukça derin izler bırakmıştır. Türküler, bize<br />

o zamanın içinde bulunduğu durumdan haberler<br />

verir. Bunların çoğu yolcu etme, bekleyiş, özlem,<br />

acı haberler içeren türkülerdir. Günümüzde Türk<br />

dünyasında ki vatanları işgal edilen, vatanlarını<br />

terk etmek zorunda bırakılan, sürgün edilen, soykırıma<br />

uğrayan, bölünmeye zorlanan, şehit düşen,<br />

ya da gazi olan Türklerin yaşadıkları acılar adına<br />

başkaldıranların yazdıklarına dikkat çekmek istedim.<br />

Bunlarda, Balkan türküleri; “Tuna nehri<br />

akmam diyor / Kenarımı yıkmam diyor…” Kırım<br />

türküleri; “Vatanıma hasret oldum ey güzel Kırım…”<br />

ya da “Sivastopol önünde yatan gemiler…”<br />

Kerkük türküleri; “Ah Kerkük yüz ak Kerkük / Her<br />

zaman yüz ak Kerkük / Bilseydim düşmeseydim /<br />

Men senden uzak Kerkük…” ya da “Ana baba yurdumuz<br />

/ Bilmedi kimse kadrimiz / Unudah öz derdimiz<br />

/ Yanağ Erbil’e Erbil’e…” Edebiyatımızda<br />

Yemen türküleri önemli yer tutar, “Ano yemendir<br />

gülü çemendir / Giden gelmiyor acep nedendir…”<br />

ya da “Mızıka çalındı düğün mü sandın / Al beyaz<br />

bayrağı gelin mi sandın / Yemene gideni gelir<br />

mi sandın…” Son zamanlarda Karabağ üzerine<br />

yakılan türkülere bakılırsa ne savaşlar bitecek<br />

ne de onu sebep bilerek bizim türkü yakmamız.<br />

“Karabağ’da talan var / Meni derde salan var..”<br />

ya da “Anadır arzulara her zaman Karabağ / Danışan<br />

dil dodağım tar, keman Karabağ…” Hele<br />

Azerbaycan Türklerinin 1914’te yazdığı Ermenilerin<br />

yaptığı katliama karşı bir türküleri vardır<br />

ki unutulacak gibi değil. Sonunda bütün Türk<br />

dünyasına mal olmuştur: “Çırpınırdın Karadeniz<br />

/ Bakıp Türk’ün bayrağına / Ah ölmeden bir<br />

görseydim / Düşebilsem toprağına…” Ve bizim<br />

savaş türkülerimiz: “Ordumuz gitti Muş’a dayandı…”<br />

ya da “Tıflıdır hastane karşıma karşı /<br />

Zalim düşmanların bomba atışı…” ya da “Yandı<br />

ciğer canan buna ne çare / Gitti de gelmedi<br />

canan buna ne çare…” ya da “Hoş gelişler ola<br />

/ Mustafa Kemal Paşa…” ve “Seneler seneler<br />

kötü seneler / Gide de gelmeye ille bu sene…”<br />

diye seferberlik yıllarında yazılan türkülerimiz.<br />

Dilerim Mevla’m bir daha bu türküleri bize yazdırtmaz.<br />

Ah o türküler, bizim türkülerimiz; toprak kokulu,<br />

rüzgâr fısıltılı, yağmur sesli, kar beyazı,<br />

gül kokulu, kuş ötüşlü türkülerimiz… Türküler,<br />

Türk’ü anlatır, anamızdan emanet, düşmez dilimizden<br />

yanık bahtlı türküler; hasret türküleri,<br />

gönül telimizi titreten türküler, savaşların izlerini<br />

taşıyan, seferberlik türküleri, yol türküleri dinlediğimde<br />

dalar giderim uçsuz bucaksız bir âleme…<br />

İçimde bir şeyler depreşir de kimseye açamam<br />

hâlimi… Türküler hele o sevda türküleri, omuz<br />

omuza, kol kola, birliğin, varlığın anlatıldığı türküler…<br />

Ben bu türküleri neden sevdim...■<br />

74<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


SALİH TURHAN<br />

Unkapanı kaynaklı<br />

icralar var ki, üç beş<br />

sanatçı dışında gerisi<br />

yetmiş iki milyonluk<br />

Türkiye adına ‘güruh’<br />

diye nitelenecek<br />

türden. Sanat, sanatçı,<br />

repertuvar, şiir, güfte,<br />

form, eser, beste,<br />

jest, mimik, kültür,<br />

hitabet, üslup, tavır,<br />

sahne kıyafeti, genel<br />

estetik, mikrofon<br />

kullanma vb.<br />

konularda gülünecek<br />

dahası ağlanacak<br />

konumdayız.<br />

Bir halk edebiyatı nazım türü olan türkü,<br />

halk müziği içerisinde tür, form, biçim,<br />

şekil, tema vb. belirleyici özellikleriyle müzik<br />

sanatımız, kültürümüz açısından oldukça önemli<br />

yer tutmaktadır. Kadim devirlerden beri kam, baskı,<br />

âşık ve ozanların değişik Türk coğrafyalarındaki<br />

bir kısım beylik ve hanlıklar himayesinde<br />

sanatlarını icra eden hanende ve sazende geleneği<br />

ile Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren çeşitli<br />

yöntemlerle kayıt altına alınan türküler, beraberinde<br />

kendi kurumlarını da oluşturdu.<br />

Söz konusu bu kurumları, üç ana başlık altında<br />

toplayabiliyoruz:<br />

1. Araştırma-Derleme Kurumları<br />

a) Resmî Kurumlar<br />

Bu başlık altında İstanbul Belediye<br />

Konservatuarı, Ankara Devlet Konservatuarı,<br />

TRT Kurumu Genel Müdürlüğü, Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı, Mülki İdareleri birinci dereceden ilgili<br />

kurumlar olarak değerlendirebiliriz.<br />

b) Yarı Resmî Kurumlar<br />

Tüzel kişilikleri haiz çeşitli vakıf, dernek, kulüp,<br />

çeşitli başlıklarla faaliyet gösteren sivil toplum<br />

kuruluşları…<br />

c) Özel Şahıslar<br />

75<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Türkü konusuna ilgi duyan her seviyedeki<br />

mahallî sanatçı, sanatçı, araştırmacı, derleyici,<br />

musikişinas, halk edebiyatçı, halk bilimci…<br />

Araştırma Kurumlarına Dair<br />

Değerlendirme<br />

Türkülerin derlenip toplanmasına ilişkin ilk<br />

kapsamlı çalışma 1926 yılında başlamak üzere<br />

İstanbul Belediye Konservatuarınca yapılır.<br />

Türkülerin ezgi ve metinlerini bir arada tespit<br />

etmek için derleme ekipleri oluşturulur, ses kayıt<br />

aletleri ile birlikte Türkiye’nin değişik bölgelerinde<br />

derleme çalışmaları gerçekleştirilir. Bu ezgiler o<br />

zamanın imkânları ile sade şekilde de olsa notaya<br />

alınarak yedisi eski Arap alfabesi ile olmak üzere<br />

toplam on dört fasikül / kitap hâlinde yayımlanır.<br />

Daha sonra, Ankara Devlet Konservatuarınca<br />

1936’dan 1950’li yıllara kadar yapılan derlemeler<br />

var ki, bugün orijinal kayıtları Hacettepe<br />

Üniversitesi Devlet Konservatuarı Arşivinde<br />

olup diğer iki kopyasından biri Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı Araştırma Eğitim Genel Müdürlüğü<br />

Arşivinde, bir nüshası da TRT Kurumu Müzik<br />

Dairesi Arşivinde bulunmaktadır.<br />

Söz konusu bu arşiv malzemesinin bir kısmı<br />

-yaklaşık dört bin sözlü sözsüz ezgilik kısmıgünümüze<br />

kadarki dönemde hizmete sunulmuştur.<br />

İfade edilen, yaklaşık on bin ezgi ile ilgili<br />

rivayetler yıllardan beri dolaşıp duruyor. Derlenen<br />

bu malzeme yeterince gün ışığına çıkmadı,<br />

çıkartılamadı.<br />

Bu rivayetlerin tümü değilse de bir kısmı<br />

doğrudur. Şöyle ki; merhum Muzaffer Sarısözen’den<br />

sonra Konservatuar Arşivinden çok küçük<br />

araştırma istisnaları dışında- istifade edilmediği<br />

gibi eldeki malzemenin ne tasnifi yapılmış ne de<br />

ileride kullanılmak üzere <strong>yeni</strong> teknolojik ortamlara<br />

aktarılmıştır. Kurum ve şahısların istifadesi<br />

noktasında koyu taassubî bir engel söz konusudur.<br />

Kültür ve Turizm Bakanlığı Araştırma Eğitim<br />

Genel Müdürlüğü Arşivinde, Konservatuar<br />

kadar olmasa da ona benzer bürokratik ve maddi<br />

formalitelerden dolayı ilgililer istifade etmekten<br />

imtina ediyorlar.<br />

İlk kuruluş yıllarındaki adı Millî Folklor<br />

Araştırma Dairesi olan bu kurum da değişik<br />

dönemlerde türkü konusunda saha araştırması<br />

yapmıştır. Kendi bünyesindeki personelle de<br />

malzemeyi hizmete sunmayı beceremediğinden<br />

cahilane bir yaklaşımla malzemenin üzerine<br />

oturup çocuksu bir hazla iftihar etmektedir. Ama<br />

bu kurumun Sayın Nail Tan’ın Genel Müdürlük<br />

döneminin (kongre, kurultay, sempozyum,<br />

araştırma, yayın vb. çalışmalar ile) verimli geçtiğini<br />

belirtmek gerekir.<br />

TRT Kurumuna gelince; TRT Kurumu Nida<br />

Tüfekçi, Yücel Paşmakçı, Mehmet Özbek ve şu an<br />

aynı makamda (Müzik Dairesi Merkez Halk Müziği<br />

ve Oyunları Şube Müdürlüğü) bulunan Altan<br />

Demirel dönemlerinde bu arşiv malzemesinden<br />

nispeten istifade ile bir kısım ezgiler notaya<br />

aktarılarak hizmete sunulmuştur.<br />

Ayrıca TRT Kurumu da kendi icralarında<br />

kullanılmak üzere, resmî araştırma ve derleme<br />

çalışmaları yapmıştır. Bazı valilikler kendi illeri ile<br />

ilgili özel araştırma derleme çalışmalarına ortam<br />

hazırlamaktadırlar.<br />

Yarı resmî kurumlar diye nitelendirilen<br />

üniversite, vakıf, dernek, kulüp gibi tüzel<br />

kişilikleri haiz kurumlarca, kariyer ya da hizmete<br />

yönelik araştırma, derleme çalışmalarını nitelik<br />

ve nicelikleri tartışılıyor olsa da dikkate almak<br />

durumundayız. Özellikle 1932-1952 yılları arasında<br />

faaliyet gösteren Halkevlerinin bu anlamda önemli<br />

hizmetleri olmuştur.<br />

Yukarıda zikredilen resmî ve yarı resmî<br />

kurumlara paralel bu işi kendisine şiar edinmiş ya da<br />

hobi olarak kendi adına araştırma, derleme yapan,<br />

sesli, görüntülü müzik kayıtlarından oluşan ve<br />

hatırı sayılır arşivler kuran bir kısım gönüllü insanı<br />

da yine bu manada hürmetle anmak gerekiyor.<br />

Örnek; Sivaslı Rıfat Kaya, Şanlıurfalı Halil<br />

Binbaşıoğlu, Abuzer Akbıyık, Sivaslı Kubilay<br />

Dökmetaş, Adıyamanlı Mehmet İmir, genç sanatçı<br />

Gürsoy Babaoğlu.<br />

Bu bölümde ismini zikredebileceğimiz ve kendi<br />

adına özel araştırma-derleme çalışması yapanlardan<br />

ilk akla gelenler ise şunlardır: Nida Tüfekçi<br />

(merhum), Yücel Paşmakçı, Ahmet Yamacı, Talip<br />

Özkan, Mehmet Özbek, Erkan Sürmen, Mansur<br />

Kaymak, Nihat Kaya, Muammer Uludemur<br />

(merhum), Hamit Çine, Salih Urhan, İhsan Öztürk,<br />

Soner Özbilen, Yaşar Doruk, Sabri Uysal, Musa<br />

Eroğlu, Rüstem Avcı, Hüseyin Yaltırık, İsmet Egeli,<br />

Durmuş Yazıcıoğlu (merhum), Süleyman Şenel,<br />

Doğan Kaya, Uğur Kaya, Ahmet Turan Şan, Salih<br />

Turhan, Şemsettin Taşbilek, Orhan Gazi Yılmaz,<br />

76<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


TRT ve özel kanallarda son yıllarda yapılan en fazla üç<br />

beş TV yarışması hariç hepsi saçma sapan pespaye<br />

icralardan ibarettir. Hem nicelik hem nitelik açısından<br />

koca Türkiye’yi utandıracak cinstendirler.<br />

Hale Gür, Havva Karakaş, İbrahim Can, Sümer<br />

Ezgü, Bülent Aslan, Mehmet Öcal, Oktay Öztürk,<br />

Tanju Ozan, Murat Karabulut, Süleyman Yıldız.<br />

2. Eğitim Kurumları<br />

a) Devlet Konservatuvarları<br />

Bugün için Türkiye’de devlet ve vakıf<br />

üniversitesi olmak üzere yaklaşık 130 üniversitenin<br />

40’ınına yakınında ya konservatuar ya müzik eğitim<br />

fakültesi ya da güzel sanatlar fakültesi mevcut.<br />

Hatta bazı üniversitelerde, hem konservatuar hem<br />

de müzik eğitim fakültesi var.<br />

Bilindiği üzere konservatuarların birinci görevi<br />

sanatçı-icracı yetiştirmektir.<br />

Genel olarak, aynı statü ve aynı amaç<br />

doğrultusunda kurulan Devlet Konservatuarlarının<br />

her biri ayrı telden çalıyor. Kadro, sınav yöntemi,<br />

müfredat, eğitim-öğretim yöntemi vb. konular da<br />

hak getire. Mezunlarının birçoğu ne bir enstrümanı<br />

iyi derecede çalabiliyor ne şarkı türkü söyleyebiliyor<br />

ne de teorik bilgilerden haberdarlar. Mezun olup da<br />

çok iyi durumda olanlar incelendiğinde ise başarının<br />

okuldan değil, özel yetenekten kaynaklandığını<br />

anlıyoruz.<br />

b) Özel Konservatuvarlar<br />

Örneğini İstanbul’da Müjdat Gezen Okulu<br />

olarak bildiğimiz konservatuarın disiplinli bir kurs<br />

olduğunu gıyabi olarak duyuyoruz. Henüz oradan<br />

mezun olan bir virtüöze rastlamadık.<br />

c) Müzik Eğitimi Fakülteleri<br />

Müzik öğretmeni yetiştirmek üzere kurulan<br />

bu bölümlerin atası 1926 yılında kurulan “Musiki<br />

Muallim Mektebi” bugünkü banisi Gazi Üniversitesi<br />

Müzik Eğitim Fakültesidir.<br />

Devlet üniversiteleri bünyesinde bulunan bu<br />

okullarda istisnaların dışında çoğunlukla Türk<br />

müziğinden bîhaber öğretmenlerin yetiştiği belli.<br />

Bu iddianın somut göstergesi; liseyi bitiren yüz<br />

binlerce genç ne doğru dürüst bir gam yapabiliyor<br />

ne İstiklal Marşı’nı düzgün bir sesle okuyor ne de<br />

memleketine ait bir türküyü söyleyebiliyor.<br />

d) Güzel Sanatlar Fakülteleri<br />

İçerisinde fonetik ve plastik sanatları barındıran<br />

bu eğitim kurumlarının da henüz ne yaptıkları<br />

ülkenin kültür ve sanatına ne gibi müspet neticeleri<br />

olduğu anlaşılmış değildir.<br />

e) Güzel Sanatlar Liseleri<br />

Türkiye’de geç kalınmış bir uygulama olarak<br />

yaklaşık on yıl önce kurulan Güzel Sanatlar Liseleri,<br />

resim ve müzik dalında eğitim-öğretim yapmaktadır.<br />

2009-2010 döneminden itibaren de sporun da<br />

eklenmesi ile üçlü bir statü yüklenmiştir.<br />

Ülke genelindeki sayıları 60 civarında bulunan<br />

bu okullar, henüz emekleme dönemindedirler.<br />

Bunu üniversite özel yetenek sınavlarındaki<br />

mezunlarının porte ile portrenin ayrı kavramlar<br />

olduğunu bilmeyişlerinden anlıyoruz.<br />

Dünyada bir iki ülkede uygulaması olan sanatla<br />

sporun aynı çatı altında eğitiminin yapılması nasıl<br />

bir sonuç verecek, zamanla göreceğiz.<br />

f) Belediye Konservatuarları<br />

Türkiye’deki atası Osmanlı dönemine ait olan<br />

Darül Elhan ve Cumhuriyet döneminde uzun<br />

yıllar İstanbul Belediye Konservatuarı olarak<br />

hizmet veren kurum, Türk müziğinin (THM ve<br />

TSM) araştırma, derleme, eğitim-öğretim ve icra<br />

konularında birçok başarıya imza atmıştır.<br />

Özellikle 1976 yılına kadar Türk müziği (THM-<br />

TSM) sahasında eğitim veren konservatuarların<br />

olmayışı yarı zamanlı statüde eğitim veren Belediye<br />

Konservatuarlarının doğmasına sebep olmuştur.<br />

Bu anlamda Bursa, Samsun, Adana, Kayseri ve<br />

tarafımdan kurulan Ankara-Etimesgut, Keçiören,<br />

Sincan Belediye Konservatuarlarının mütevazı<br />

hizmetlerini bu çerçevede zikretmek gerekir.<br />

g) Halk Eğitim Merkezleri<br />

İl Millî Eğitim Müdürlüklerine bağlı faaliyet<br />

gösteren Halk Eğitim Merkezlerinin çeşitli<br />

branşlardaki vermiş olduğu müzik kurslarını eğitim<br />

77<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


adına değerlendirmek mümkün.<br />

h) Vakıf, Dernek, Kulüp, Kurum / Kuruluş<br />

Bu kurumlar daha ziyade bünyesinde<br />

bulundurdukları çeşitli düzeydeki topluluk ve<br />

korolarla repertuvar ve konsere yönelik çalışma<br />

yaparlar, bunun yanında kısmen de olsa verilen<br />

teorik bilgilerle eğitime katkı sağladıkları<br />

düşünülebilir.<br />

i) Resmî ve Özel Müzik Kursları<br />

Millî Eğitim Bakanlığının ilgili yönetmeliğince<br />

kurs programı uygulayıp sınavlarını buna göre<br />

yapan kurumlar ile tamamen özel müzik kurslarını<br />

bu çerçevede değerlendirmek gerekiyor.<br />

Bu kurslar daha ziyade Güzel Sanatlar<br />

Liselerine, çeşitli müzik okullarına ön hazırlık ya<br />

da hobi düzeyindeki hizmetlere yöneliktir.<br />

Eğitim Kurumlarına Dair Değerlendirme<br />

Bu alanda hizmet veren, her seviyedeki resmî,<br />

yarı resmî, özel kurum, kuruluş ve özel kişilerin<br />

iyi niyetinden şüphe duymak yanlış olur. Ancak,<br />

istisnalar hariç birçoğunun amacı ve hedefi belli<br />

değil. Amaç ve hedefi belli olmayan hiçbir işin de<br />

başarıya ulaşması mümkün değildir.<br />

Eğitim konusunda her kurum, her kuruluş, her<br />

eğitici belge / diploma verdiği, yetiştirdiği başarılı<br />

öğrencileri ile kendi başarı düzeyini ölçebilir. Eğer<br />

bunlar yoksa, eğitici, kişilerin zamanını ve parasını<br />

boşu boşuna heba etmemelidir.<br />

3. İcra Kurumları<br />

Türkü ile ilgili ilk resmî icra kurumu, Muzaffer<br />

Sarısözen’in 1941 yılında oluşturduğu “Yurttan<br />

Sesler Topluluğu”dur. Ankara Radyosunu<br />

müteakiben İstanbul, İzmir ve Erzurum radyoları<br />

bünyesindeki topluluklar izlemiştir.<br />

Yine TRT Kurumu bünyesinde kaşeli (program<br />

başı ücret ödenmesi) olmak üzere Çukurova ve<br />

Kars Radyosu bünyelerinde de bir dönem mahallî<br />

sanatçılarla programlar üretilmiştir.<br />

1985 yılında, ilki Ankara’da, Mehmet Özbek<br />

yönetiminde Kültür ve Turizm Bakanlığı Ankara<br />

Devlet Türk Halk Müziği Korosu kuruldu.<br />

Devamında Sivas, Şanlıurfa, İstanbul’da Halk<br />

Müziği Topluluğu, Ankara ve İzmir’de Türk<br />

Dünyası Müzik Topluluğu ile Kırşehir ve<br />

Kırıkkale’de diğerlerinden farklı (4B) resmi statülü<br />

15’er kişilik küçük müzik toplulukları kuruldu.<br />

Bu topluluklar içerisine dışarıda bu alanda<br />

temayüz etmiş sanatçılardan bir kısmı da solist<br />

sanatçısı ile dâhil edildi. Bunlar; İzzet Altınmeşe,<br />

Belkis Akkale, Musa Eroğlu, Recep Kaymak, Bedri<br />

Ayseli, Süreyya Davulcuoğlu, Kâmil Sönmez,<br />

Yavuz Top, Canan Başkaya, Şeref Taşlıova, Murat<br />

Çobanoğlu (merhum).<br />

Bir Başka Müzik Topluluğu;<br />

Temeli, Sadi Yaver Ataman tarafından atılan<br />

hatta Muzaffer Sarısözen’in Yurttan Sesler<br />

Topluluğu’ndan önce kurulan ve daha sonra oğlu<br />

Adnan Ataman tarafından devam ettirilen İstanbul<br />

Belediye Konservatuarı icra heyetidir.<br />

Halk müziği adına önemli hizmetleri olan<br />

Kurumun teknik kadrosu bugün çok eksik<br />

durumdadır. Bu resmî kurumlara paralel olmak<br />

üzere İstanbul, Ankara, İzmir ve diğer birçok şehir<br />

ve ilçede Valilik, Belediye, Halk Eğitim Merkezi,<br />

Vakıf, Dernek, Kurum, Kuruluş bünyesinde<br />

icraya yönelik koro, topluluk, ses, enstrümanların<br />

kullanıldığı halk müziği icrasına yönelik faaliyetler<br />

söz konusudur.<br />

Ayrıca bu alanda kendisini bulunduğu kültür<br />

sanat ortamında hoca konumunda gören binlercesi<br />

de bu konuda kendi meşrebince icraya yönelik<br />

katkı sağlamaktadır.<br />

TRT ve özel kanallarda son yıllarda yapılan<br />

en fazla üç beş TV yarışması hariç hepsi saçma<br />

sapan pespaye icralardan ibarettir. Hem nicelik<br />

hem nitelik açısından koca Türkiye’yi utandıracak<br />

cinstendirler.<br />

İcra Kurumları ve İcraya Dair<br />

Değerlendirme<br />

TRT Kurumu; merhum Sarısözen’le başlayan<br />

“Yurttan Sesler Topluluğu”, kuruluşundan 90’lı<br />

yıllara kadar başarılı biçimde misyonunu devam<br />

ettirdi denilebilir. O tarihlerden biraz önce devreye<br />

girmiş olan özel TV ve radyolar karşısında<br />

daha ziyade sunum ve tema konusunda refleks<br />

geliştirmediğinden, ayrıca sanatçılarının kurum dışı<br />

icralarına izin verilmediğinden dolayı fonksiyonunu<br />

yitirdi. Reyting telaşına kapılıp kamu yayıncısı<br />

olduğunu unutan her yönden özel radyo, TV ve<br />

icralara özenmeye başlandı ve bugünkü noktaya<br />

gelindi.<br />

1985 yılında siyasi otoritenin tasarrufu<br />

78<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


doğrultusunda sanat faaliyetlerinin Kültür ve Turizm<br />

Bakanlığı bünyesinde toplanmasına karar verilmiş<br />

olmalı ki devlet koroları ve toplulukları şeklinde bu<br />

çatı altında yaklaşık 250 sanatçı hâlen icrayı sanat<br />

yapmaktadır. Gerek kuruluşunda gerekse daha<br />

sonraki yıllarda siyasi ve özel tavassutlarla alınan<br />

sanatçıların istisnasız yarısı yetersiz olduğu için<br />

geleceği de karanlıktır.<br />

Mehmet Özbek yönetimindeki Ankara Devlet<br />

Türk Halk Müziği Korosunun ilk on yılını başarılı<br />

sayabiliyoruz (1986-1996). Bunun dışında bu<br />

koro ve topluluklar sıradan festival, şenliklerle<br />

avunmaktadırlar.<br />

Tüm bunların yanında Unkapanı kaynaklı<br />

icralar var ki, üç beş sanatçı dışında gerisi yetmiş iki<br />

milyonluk Türkiye adına ‘güruh’ diye nitelenecek<br />

türden. Sanat, sanatçı, repertuvar, şiir, güfte, form,<br />

eser, beste, jest, mimik, kültür, hitabet, üslup, tavır,<br />

sahne kıyafeti, genel estetik, mikrofon kullanma<br />

vb. konularda gülünecek dahası ağlanacak<br />

konumdayız.<br />

Sanatçı diye takdim edilenlere dair kritik yapacak<br />

olursak; “semah” okurken kalçasıyla, elleriyle<br />

ritm, alkış tutturan bayan solistler; “Dardayım ben<br />

dardayım / Dört duvar arasındayım (Hapishane)”<br />

türküsünü hareketli final eseri seçip konuk<br />

sanatçıları ile birlikte stüdyo konuklarına göbek<br />

attıranlar, kendisini ülkenin bir numaralı sanatçısı<br />

sayıp da sıradan konuklarına; “Benim sesim senden<br />

daha tiz.” diye diapozon denemeleri ile ses yarışına<br />

girenler, sunucunun; “Sigara içiyor musunuz”<br />

sorusuna; “Maalesef, içmiyorum.” diyen sanatçılar!<br />

Sunucunun programını sunduğu sanatçının sıradaki<br />

türküsünün bir “Tatyan Havası” olduğunu anons<br />

ediyor ve okuyacak sanatçıya soruyor; “Sayın<br />

………. şimdi okuyacağınız Tatyan’ın ne demek<br />

olduğunu seyircilerimizden merak edenler için<br />

açıklar mısınız” Cevap; “Şimdi okuyacağım türkü<br />

bir Tatyan’dır.” İlmi(!) cevabını veren sanatçı…<br />

Irak-Türkmen şivesiyle “Kalenin-Kal’anın dibinde<br />

bir taş olaydım” yerine; “Kal’anun …….” diyerek,<br />

Kerkük türküsü okuduğunu zanneden ya da her<br />

Kerkük türküsü arasına mecburmuş gibi vay vay,<br />

baba, aha kelimelerinin konmasının gerekliliğini<br />

zanneden zavallılar, sahnede derviş selamı verenler,<br />

mikrofonu koltuğunun dibine koyanlar, bin voltluk<br />

elektrik çarpmış gibi titreyenler, akli dengesini<br />

yitirmiş meczuplar gibi duygulu icra adına garip<br />

hareketler yapanlar, yirmi, yirmi beş yaşında<br />

olup da ‘iki yüz bestesi olduğunu söyleyenler,<br />

sahnede, TV’de dört düğme açıp göğsünün kıllarını<br />

gösterenler, cehaletini şekille salamaya çalışarak<br />

küpe, papyon, top sakal, kot pantolonla halkın<br />

huzuruna çıkanlar, halkın saf duygularını suiistimal<br />

etmek üzere zoraki hayranlık uyandırmak için<br />

koruma, menajer, paralı göstermelik fanatikleri<br />

etrafında bulunduranlar, okuduğu şarkının, türkünün<br />

ezgi ve temasından haberdar olmayan zavallılar,<br />

sözüm ona, yorum adı altında cahilce karakteristik<br />

ezgi kalıpları ile oynayanlar, iki kelimeyi bir<br />

araya getiremeyip de TV, radyo programı sunan<br />

türkücüler kompleksinden ya da yetersizliğinden<br />

dolayı kendilerinden daha yeteneksizleri konuk<br />

olarak çağırıp ezmeye çalışanlar, hobi seviyesinde<br />

birçok insanın düzeyinde olmasına karşın sırf<br />

siyasi, ideolojik çevrelerce sahiplenilen bir şekilde<br />

yazılı ve görsel iletişim araçları ile kof şöhret<br />

konumunda olanlar, normalde sesi olmadığı hâlde<br />

teknoloji gölgesine sığınan zavallılar, birilerinin<br />

dostu postu (kadınlar için geçerli) konumunda<br />

olan zavallılar vb… İşte her şeye rağmen, belirli<br />

konularda saygınlığı olan yetmiş iki milyonluk<br />

Türkiye’nin müzik kurumları ile ilgili araştırma,<br />

eğitim ve icra!<br />

Sonuç<br />

Dünyada birçok ülkede ölü olan halk müziğine<br />

karşın ülkemizde her yönüyle çok zengin ve renkli<br />

bir konuma sahip türkü kültürü etrafında oluşmuş<br />

kurumlar ve bununla iştigal eden şahıslar oturup<br />

düşünmeli ve de refleks geliştirmeli.<br />

Konunun esas muhatapları bellidir. Bunlar,<br />

topu taca atamazlar. Devletin bütçesinden sağlamış<br />

oldukları mali, fiziki, teknik imkânlarla Türkiye’ye<br />

yakışır işler, projeler yapmak durumundadırlar.<br />

Şayet yapamıyorlarsa bunun adı bilgisizlik ve<br />

beceriksizliktir.<br />

Devlet, sağladığı imkân nispetinde bu kişi ve<br />

kurumlardan hesap sormalıdır. Buna rağmen netice<br />

alınamıyorsa her türlü bürokratik ve özel menfaate<br />

yönelik gereksiz dirençler bertaraf edilerek, çok<br />

daha düzeyli, çok daha ekonomik olacak özel sanat<br />

projelerini destekleme yolu denenmelidir.<br />

Ülkemizdeki tüm araştırma, eğitim, icra<br />

kurumlarına, Azerbaycan’ı, Özbekistan’ı hatta<br />

Türkmenistan’ı örnek almalarını öneriyorum.■<br />

79<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Hicran manifestosu<br />

OSMAN KOCA<br />

Gidiyor Müzeyyen. Şaka değil. Toplamış pılını pırtını. Eşikte bekliyor beni. Göğsü hızla<br />

çarpıyor. Şaka olsun için, rüya diyerekten kapıyorum gözlerimi. Siyah, simsiyah kokuyor<br />

nefesim. Korkuyorum. Hazır değilim. Ne hazırı! Onsuz yapamam. Bunu o da biliyor. Gitme<br />

demek geçiyor içimden. Ayaklarına kapanıp yalvarmak ve boğazımı patlatırcasına seni seviyorum<br />

diye haykırmak. Ne ki bi şeyler düğümleniyor içimde. Tepeden tırnağa zangır zangır titriyorum.<br />

Gitmelere alışık değilim ben. Hele hele Müzeyyen’siz asla yaşayamam.<br />

-Gidiyor musun gerçekten Dönmeyecek misin bi daha<br />

Katran yüklü gece. Bulutlar ağlamaklı. Ağır havası dehlizin. Genzimi yakan, içimi kasıp kavuran<br />

gelgit düşüncelerin tazyiki altında enikonu bunalıyorum. Kapüşonunu geçirip atkısını doluyor<br />

boynuna. Sırtımı dönüyorum. Bir bebek gibi, çocuk gibi hıçkıra hıçkıra ağlamak istiyorum. Dokunsalar<br />

devrilecek kadarım. Duygularım hercai, allak bullak kafam. Giderse, özkıyım kaçınılmaz.<br />

Kapıdan çıktı mı nefes almak bana haram.<br />

Çok sevdim onu. Ne çok sevdim hem. Dile kolay altı yıldır beraberiz. İlk tanıştığımız gün, dün<br />

gibi hatırımda. Yine böylesi yağmurlu bir havada, neon lambalarının titrek ve kesik karaltısında<br />

Üsküdar’dan geliyordum. Lodos hırçın mı hırçın. Martılar yatsıya çekilmiş. Sular kabarıp taşmakta.<br />

Müzeyyen en arka koltukta, masada duran romanı okuyor. İlk göz ağrısı, göz sağrısı derler.<br />

Bir bakışta vurulmuştum. Az uz, öyle böyle değil; aksine fena, müthiş vurulmuştum. Kaynağını<br />

bilmesem de içimde sökün eden duyguların tahakkümü altında tuhaf olmuştum. Akça pakça yüzü,<br />

çivit gözleri, altuni küt saçları bir bir işlenmişti genlerime.<br />

Aşk kokuyordu hava. İçim içim, sırım sırım aşk.<br />

Nasıl indiğimi, peşi sıra otobüse neden bindiğimi, evine kadar onu niçin takip ettiğimi bilmeksizin<br />

tam iki saati yollarda kat ettim. Aklını pazara çıkaran avare gibi, sersem ve andavalca dolandım<br />

durdum. Islandım, sırılsıklam oldum. Çöken avurtlarıma, titreyen bacaklarıma, narçiçeği<br />

yanaklarıma aldırış etmeden o gece hep onu düşündüm, rüyama misafir ettim.<br />

80<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Hayaliyle her gece coşuyor ve fakat her sabah gerçeği karşısında süklüm püklüm oluyordum.<br />

Nice şiirler, mektuplar buruş buruş oldu heyecandan ıslanan avuçlarımda. Açılamadım bi türlü.<br />

Açılamadıkça daha bi büyüdü içimdeki sevgi. Öyle ki haftasına varmadan ulaşılmaz, ulaşılamaz<br />

sevgilim oluverdi.<br />

-Müzeyyen, lütfen… Lütfen Müzeyyen…<br />

Yüreğim kan ağlasa da belli etmeyeceğim. Düştüğümü görsün istemiyorum. Ah Müzeyyen, ne<br />

çok sevdim seni ben. Beni bırakıp, terk edip gidersen…<br />

-Oğuz, çıkıyorum ben.<br />

Çık demesem, çıkma diye inlesem… Ne fayda!<br />

İler tutar yanı olmayan çıtkırıldım bir düşün kekremsi tortusunda boğuluyorum Müzeyyen.<br />

Anlıyor musun, boğumlanıyorum. Biliyorum birazdan gideceksin ve fakat gölgen beni bekleyecek.<br />

Eşiğe sinecek kokun, anıların terk etmeyecek.<br />

Olsun git.<br />

Ben, sensiz; evet ben, sensiz…<br />

Kahretsin, yaşayabilmem…<br />

Gidiyor musun Müzeyyen Bunun şaka olduğunu söyle yalvarırım. Hiçbir şey olmamış gibi,<br />

hiçbir şey yaşamamışız gibi böyle sorgusuz-sualsiz gitmeyeceksin di mi Az-biraz oyalan bari. En<br />

azından bi çay içimlik olsun, bekle… Ben de bekleyeyim. Bekleşelim bi çaylık. Bi koşu gidiveririm<br />

mutfağa. Ketılı hazırlar, sana o çok sevdiğin adaçayını hazırlarım bi solukta. Sen meraklanma.<br />

Yaparım.<br />

Hatırlıyor musun Sinemadan döndüydük. Yorgunduk. Koş Lola Koş’u izlemiş ve Lola’ya inat<br />

afacan çocuklar gibi sinemadan eve kadar hiç mola vermeden koşmuştuk. O akşam ne kadar da<br />

mutluyduk. Karşılıklı kanepelere uzanıp saatlerce evet saatlerce gözlerimizle konuştuyduk. Eriyorduk.<br />

Sevmenin-sevilmenin, sevenle sevilenin aşkına dışın dışın ağlaşıp ne de tatlı hayaller kurduyduk.<br />

Ve ben kalktıydım. Sana ada, kendime paşaçayı hazırladıydım. Ve biz sanki aşkı içişir gibi,<br />

çaylarımızı içişmenin heyecanıyla nasıl da coşup taşmıştık.<br />

Dış kapıya döndü Müzeyyen… Gidecek… Kararlı…<br />

Bi veda, kıyacak canıma; zamansız bi rest, darmaduman edecek kırılası kafamı.<br />

Gitme Müzeyyen, ne olursun gitme diye bar bar bağıracak kalbim. Ne ki dilim elvermeyecek<br />

söylemeye. Hüzünbaz yanlarımı beraberinde götürecek. Ve ben kahrolunmuşluğun iflah tanımaz<br />

sınırlarında bir berduş, meczup gibi yana yakıla türküler çığıracağım.<br />

-Hadi git Müzeyyen.<br />

Belki bi daha bulamayacaksın beni. Belki sıradan bir gazetenin üçüncü sayfa kepazeliğine bulaşık<br />

edeceksin beni. Bazı bazı geleceksin başıma. Kah iyicil, kah kötücül anılarımızı sereceksin<br />

yatağıma. Güç bela doğrulacağım yerimden. Can havliyle yakaracağım sana. O çok sevdiğimiz<br />

dönülmez akşamın ufkunu seyre dalacağız ve ben kan tüküreceğim asfalta. Sen ise bi gidimlik<br />

dürtüler içinde beni bi başıma bırakacak ve onatsız hülyalar içinde sırra kadem basacaksın…<br />

Öyle mi<br />

Bak işte kayıyor yıldız. Dünya kayıyor ayaklarımdan. Palas pandıras çıkmalıyım dışarı. Uzanmalıyım<br />

göğe. Ellerim değmese de gözlerim yapışmalı yakana. Fakat ilenmemeliyim asla. Göğsümü<br />

yara yara kanatacağım adını. Seni kalbime gömmenin huzuru içinde uzun, upuzun bi uykuya<br />

dalacağım. Şafakla gireceksin ruhuma. Okşayacaksın siluetimi.<br />

81<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


İşte o zaman ben, delişmen yüreğimi yuvasından söküp sana uzatacağım…<br />

-Seni sev… Müzeyyen!<br />

Ne zor söylemek. İlmek ilmek yaşa, dirhem dirhem konuş… Konuşabilirsen…<br />

Yutkunamıyorum, daralıyorum, nefes alamıyorum. Sızlıyor burnumun direkleri, genzim yanıyor,<br />

yüreğim kanıyor, gözlerim yaşarıyor. Bak işte nasıl da tir tir titriyorum…<br />

Kapıyı yavaşça araladı. Sokak lambasından sızan ışıkla loşlaştı dehliz. İçim bi hoş oldu. Fırtınalar<br />

koptu ruhumda. Buğulu gözlerle bakıyorum ardından.<br />

Duruyor, hareket ediyor… Kımıldıyor, duruyor…<br />

Gidiple gelmek arasında bocalıyor sanki ve ben umut tazeliyorum.<br />

Gitmesin için habire dua ediyorum.<br />

Gelsin diye yalvar yakar dilim.<br />

Yatsı ezanı okunuyor dışarıda. Kutsi bi havayla tütsüleniyor migrene yanık başım. Bi an duraksıyor<br />

Müzeyyen. Sırtı inip inip kalkıyor. Başını çeviriyor ağır ağır.<br />

Bakacak… Bana bakacak…<br />

Ve ben, ateşe maruz kalan buz gibi erim erim eriyeceğim.<br />

-Hadi bak Müzeyyen.<br />

Gözler asla yalan söylemez…<br />

Söyleyemez…<br />

Yemin olsun bu kez; kançanağı, buğulu gözlerimi kaçırmayacağım gözlerinden.<br />

Pusatsız, duldasız, üryan duygularımı devşireceğim.<br />

Kanaviçe gibi örgüleşip küt saçlarına konacağım.<br />

-Bu, sende kalsın…<br />

Titredi sesi… Elleri de…<br />

Kalsındı kalmasına, hem gitmesindi…<br />

-Bende kalsın.<br />

Titredi sesim... Ellerim de…<br />

Baktım, yandım, kahroldum… Ezildikçe ezildim…<br />

Üsküdar dönüşü vapurda martılara simit atarkenki fotoğrafımız.<br />

Onda mont, bende yağmurluk.<br />

Yanaklarımız apal…<br />

Sevincimiz apak…<br />

Gitti…<br />

Beni acılarımla, sancılarımla, ezik halimle bi başıma bırakıp…<br />

Çisentili yağmura ağladım alık alık…<br />

Karman çormandı düşüncelerim…<br />

Bi gün, evet bi gün bu enkazın altında kalacağımı biliyordum.<br />

Adım gibi, biliyordum…<br />

Ne ki hazırlıksız yakalanmak…<br />

Ve sevdiğini bi daha göremeyecek olmanın ayırdına varmak…<br />

İşte bu müflis yaşantı, özkıyıma gebedir…■<br />

82<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


KUKLA VE KİTABE<br />

Bu kuklalarda neyin nesi. Solgun<br />

Yüzleri. Taşınan ruhları olmalı<br />

Sağlam kutular içindeki.<br />

Güneşin doğduğunu söylesem inanmazlar ki.<br />

Bir papağan bana bakıyor. Kendine söyleneni<br />

Söylüyor. İnat içinde. Ellerim bana uzak<br />

Çocuklara alkış tutan, umut olan.<br />

Şimdi kalbim kanıyor solgun bir resimde<br />

Yağmur hafif hafif yağıyor<br />

Saçlarımı unutuyorum kan ter içinde.<br />

İşte yanıyor titreyen boş odalar<br />

Bu kitabeler kurtuluş kapısı olacak<br />

Arkasından şiirler yazılacak<br />

Siyahın beyazdan ayrıldığı vakit<br />

Kuklacı ilk görüldüğü yerde vurulacak.<br />

Dilini yutmuş adam. Pişmanlıklar içinde<br />

Alnını süslü cama dayamış. Bir harfe takılmış<br />

Yalnızlıklar içinde dönüp duruyor. Kukla<br />

Ben miyim diyor ipin ucunu kaptıran şeytana<br />

Daldığım bu tatlı rüya.<br />

Kukla kendisi olmaya kararlıydı<br />

Kitabedeki eski yazıları okudukça<br />

Az kalmıştı kendine kavuşmaya<br />

Masmavi bir gökyüzü altında<br />

Görmeseydi tuhaf bir rüya<br />

Dünyanın muammasında<br />

Islak gölgelere kanmasaydı<br />

Kendisi olacaktı.<br />

BÜNYAMİN DOĞRUER<br />

83<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


İSMAİL BİNGÖL<br />

Bir hüzün meltemi, bir esrik bakış yakaladı<br />

akşamla gecenin arasında… Bir ince sızıyla<br />

sarsıldı yüreğim... Zamanın ortasında öylesine kalakaldım.<br />

Bir efkâra tutulmuş hislerimi, bir türkünün ta<br />

derinlere ulaşan, yakan, kavuran sözleri ve yine en az<br />

onun kadar tesirli nağmeleri kül etti.<br />

Akılla yürek arasında kararsız kalanların büyük<br />

tereddüdü, iflah olmaz çelişkileri karşısında âdeta eridim,<br />

kendimden geçtim. Takatten düştüm, gözlerim<br />

buğulandı, soluğum kesildi, bağrımı sancı istila etti,<br />

gövdemi ateş bastı. Serinlemek için boz bulanık akan<br />

çaylara atasım geldi kendimi… Yüzyıllar ötesinden<br />

esip gelen sitem rüzgârları, nasıl olur da hâlâ gücünü<br />

bu kadar korur Bir türkünün mısraları arasına sıkıştırılmış<br />

bu hicran, kavuşamama karşısındaki bu hüzün,<br />

bu vurgun yemişlik nasıl olur da bu kadar tesir eder<br />

insana Nedir bunun sırrı, nedir bundaki sihir ve nedir<br />

bundaki güç Dille anlatılması, kelimelere dökülmesi,<br />

hikâye edilmesi zor durum…<br />

Ancak türkülerle aranız iyiyse ve bu konuda biraz<br />

da düşünme zahmetine katlanırsanız, az önceki sorulara<br />

bir cevabınız olabilir. Benim cevabım ve buradaki<br />

sır ve sihir şu ki; atalar mirası, yüreğin yarası<br />

türküler; anlayarak, düşünerek, hissederek dinlendiğinde,<br />

dokunanı işte böyle yakıp geçiyor. İşin özeti<br />

belki de bu…<br />

Kavgamızla inletirken meydanı, sevdamızla ağlatırken<br />

duyanı; çınlamış göğümüzde türküler… Bazen<br />

isyanlarımıza arka çıkmış, bazen bir su olup dere tepe<br />

aşarak, diyardan diyara dolaşmış… Bazen bir gülün<br />

yaprağında açmış türküler... Bazen turna kanadında<br />

sevgiliye mektup götürmüş, bazen mazlumların elemlerini<br />

dile getirmiş, bazen sözleriyle zalimlere cevap<br />

olmuş türküler… Bazen bir gelinin ağlayışına eşlik<br />

etmiş, bazen bir gelinciğin boynu büküklüğüne…<br />

Hani şair Vahap Akbaş da diyor ya “Mızrapla Tel<br />

Arasında” adlı şiirinde:<br />

Bağlamamın tellerine<br />

Üveyikler konar balam<br />

Yüreğimiz melül mahzun<br />

Türkülerde yunar balam<br />

Gönlümüzün mihverinde<br />

Sevda filiz verdiğinde<br />

Mızrapla tel arasında<br />

Gayri zaman donar balam<br />

Kara kışın ayazında<br />

Dudakta söz buz olanda<br />

Bir muhabbet alazında<br />

Ah bu şair yanar balam<br />

Güzelliği, görkemi, insanlığı çağrıştıran inceliğiyle;<br />

asırlardır yurdumuza, toprağımıza, evimize barkımıza<br />

mihman olmuş; gâh yüreğimizi ferahlatmış gâh<br />

84<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


izi birbirimize bağlamış türküler… Gâh ağıt olup<br />

acımıza konmuş gâh sevgi olup yüzümüzde parlamış;<br />

gâh ayrılanların üzüntüsünü gâh kavuşanların sevincini<br />

temsil etmiş türküler… Öleni yiteni, geçip gideni,<br />

ağlayanı güleni, daha başka birçok şeyi hatırlatmadan<br />

geri durmamış ve bunları; kültür ve zihin coğrafyamıza<br />

silinmeyecek bir şekilde kazımış türküler… Ve<br />

bütün bunların sesini duymadan, duyurmadan, adına<br />

kayıt düşmeden geçip gitmemiş türküler…<br />

Sözleri ve nağmeleriyle esip gitmiş Anadolu coğrafyasında<br />

bir baştan bir başa… Gece denmemiş,<br />

gündüz denmemiş; söylenir olmuş yedi iklim dört<br />

köşede… Bazen Ağrı’nın doruklarından ses vermiş,<br />

bazen Allahüekber’i mekân tutmuş; orada sonsuza<br />

kadar, vatan uğruna can vermenin büyük kıvancıyla<br />

yatacak olan ulu şehitlerimizden, bıyıkları henüz<br />

<strong>yeni</strong> terlemiş civanlardan haber getirmiş. Bazen Aras<br />

boylarında gezinmiş turna katarlarıyla; bazen çekmiş<br />

gitmiş ta Hazar’a ve daha ötelere…<br />

Bir mısraı Ardahan’ın payına düşmüş türkünün,<br />

bir mısraı Iğdır’a… Bir kıtasıyla serhaddı bekleyen<br />

Kars’ın derdini taşımış ırmaklarca, vadilerce doğudan<br />

batıya… Bir kıtası; Erzurum’dan Erzincan’a<br />

ulaşmış, bir kıtası Bayburt’ta bir güzele kul olmuş,<br />

bir kıtası Sivas’ta bir âşığın sazından dökülmüş; sesinden<br />

ses, renginden renk, nakışından nakış vermiş<br />

duyana, işitene, dilinden anlayana… Mahmur bir geceden<br />

kalkmış, özge bir gündüze hayal uçurmuş, bu<br />

toprağın sesini duyurmuş, gerçeğini bildirmiş; oradan<br />

öteye sevgiliye sitem, sevene dil olmuş türküler… Ve<br />

daha nice yerde durmuş, dinlenmiş; nice yeri inletmiş,<br />

kaç yüreğe inci dizip kaç yüreğe gözyaşı akıtmış<br />

türküler…<br />

Nesilden nesile bozulmadan aktarılmak suretiyle,<br />

dilimizin sade ve berrak bir hâlde günümüze kadar<br />

gelmesinde önemli pay sahibi olan… Erliğimizi,<br />

mertliğimizi bütün bir cihana anlatan; kültürümüzün<br />

sacayaklarından biri olarak bizleri yüce bir millet olmanın<br />

şuuruna vardıran ve bütün bunların gönencini<br />

yaşatan türküler…<br />

Bazen; yüreğe sığmayıp taşan, akacak yer bulamayan<br />

ve dokunduğunda yakan bir büyük isyanı<br />

yüklenir gönlümüzün tercümanı türküler… Yıllar<br />

yılı kor ateşlerde pişerek sevda çekilen, uğruna bin<br />

cefaya tahammül gösterilip, çileden geçilip, her acıya<br />

göğüs gerilen sevgili; bütün bunları elinin tersiyle bir<br />

yana itip vefasızlık ederek, bir anda çekip gitmiş ve<br />

ellerin olmuştur.<br />

Âşık için anlatılması ve katlanılması çok zor bir<br />

acıdır bu… Ferhat olup; bu hışımla, bu hınçla, bu<br />

hüzünle; gürzüyle vurup dağları yarmak ister âşık…<br />

Kerem olup; bu acıyla yanmak, kavrulmak, kül olmak<br />

ister ki; belki bir kıvılcımı da ona erişsin ve onu<br />

da yaksın… Köroğlu gibi; bağrını dağlayan ateşle<br />

Çamlıbel’de nara savurmak ister…<br />

Ne hazindir ki; verilen sözlerin yerine getirilmesi<br />

için, dağları aşıp, yıllarca gurbet elleri mesken tutan<br />

âşığın düşündüklerini yapması mümkün değildir.<br />

Hem de faydası da yoktur bundan sonra yapacaklarının…<br />

Zira ortada; ne sevgili kalmıştır kavilleştiği<br />

ne de ünü dört bir yanı tutan sevda… Bütün bunların<br />

önem arz etmediği kişilerce, “uğruna ölümlere gidilip<br />

gelinen”, uzak bir diyara göçürülmüş ve ellerin<br />

olmuştur. Artık olan olmuş ve bu durum ağır bir yük<br />

gibi merhametli yüreklere oturmuştur. Ne yazık ki<br />

onların da; çaresi imkansız bu dert yüzünden âşığın<br />

yüreğinden kopup gelen feryada verecek cevapları<br />

yoktur.<br />

Ömür çiçeğini sevda yolunda solduran kederli<br />

âşık; ıstıraplarını söze ve nağmeye dökerek, bunun<br />

hesabını en yakınındakinden bir türkü vasıtasıyla<br />

sorar ve yüzyıllar öncesinden bir ayrılığın hikâyesini<br />

bizlere ulaştırır. Hem öyle ki söyledikçe zaman ortadan<br />

kalkar, mekân o mekân olur ve bu türkü; daha<br />

nice bunun gibi kavuşamayanların, yâri başkaları tarafından<br />

alınan kişilerin hâline tercüman olur.<br />

İşte bir türkü ki… Tertemiz bakışlardan süzülüp<br />

yanaklardan aşağı türkü sadeliği ve yürek delici bir<br />

nağme eşliğinde inen gözyaşlarıyla; kavuşamamanın,<br />

vuslata erememenin resmini ne de güzel çiziyor.<br />

Şakir Şener’den alınan Bayburt türküsünde olduğu<br />

gibi… Hani diyor ya türküyü yakanlar:<br />

Odam kireçtir benim<br />

Yüzüm güleçtir benim<br />

Soyun da gel yanıma<br />

Terim ilaçtır benim<br />

Baba ben derviş miyem<br />

Kürkümü giymiş miyem<br />

Ben sevdim eller aldı<br />

Niye ben ölmüş müyem<br />

Söylendikçe dillenir, dillendikçe yayılır Anadolu<br />

coğrafyasına bu türküler… Atalar mirası gönül yarası<br />

türkülerimiz… Ve bilinmelidir ki bu coğrafyayı yurt<br />

tutanlar; dilinin ve türkülerinin kadrini bildikçe, daha<br />

nice yıllar söylenip dinlenecektir. ■<br />

85<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ÖMER FARUK YALDIZKAYA<br />

Türkçe söylenmiş şiir anlamına gelen<br />

“Türkü”nün “Türkî” sözcüğünden geldiği<br />

görüşü bilim adamları tarafından genel olarak kabul<br />

edilmektedir. Yani, “Türk” kelimesine Farsça<br />

“-î” ilgi ekinin getirilmesiyle meydana gelmiştir.<br />

“Türk’e has” anlamına gelen bu söz, halk ağzında<br />

“Türkü” şekline dönüşmüştür.<br />

İslamiyet öncesi Türk edebiyatında genel olarak<br />

ezgi ile söylenen şiirlerin, başka bir ifade ile<br />

türkü ve koşmaların genel adı “yır” olup Divanü<br />

Lûgati’t -Türk’te ise bu kelime “ır” [1] şeklinde<br />

geçmektedir. Türkü sözüne, bazı Türk boylarında,<br />

bugün, aşağıda sayacağımız kelimeler karşılık<br />

olarak kullanılmaktadır.<br />

Türküye; Azerbaycan Türkleri; mahnı, Başkurt<br />

Türkleri; halk yırı, Kazak Türkleri; türki,<br />

türik, halık eni, Kırgız Türkleri; eldik ır, türkü,<br />

Özbek Türkleri; türki, halk koşiği, Tatar Türkleri;<br />

halık cırı, Türkmen Türkleri; halk aydımı,<br />

Uygur Türkleri; nahşa, koça nahşisi, [2] Kumuk<br />

1. Divanü Lûgati’t-Türk Dizini “Endeks”, (çev: Besim<br />

Atalay), IV. Cilt, 3.bas. TDK yayını, Ankara, 1991.<br />

2. Karşılaştırmalı Türk Lehçeleri Sözlüğü I, Ank., 1991,<br />

s. 908-909.<br />

Türkleri; yır, [3] Nogay Türkleri; yır, [4] Karaçay<br />

– Malkar Türkleri; cır, [5] Irak Türkleri; beste,<br />

mahnı, halk türküsü, [6] Gagauz Türkleri türkü, [7]<br />

Tuva Türkleri; kojamık,kojañ, [8] Saha (Yakut )<br />

Türkleri; ırıa, [9] Kosova Türkleri; türkü, [10]<br />

Bulgaristan Türkleri; türkü, [11] Altay Türkle-<br />

3. Dr. Çetin Pekacar, Kumuk Türkleri Edebiyatı, Türk<br />

Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, 3.b., Ankara, 1998, s.320.<br />

4. N.A. Baskakova (Red.) Rusşa-Nogayşa Slovar’,<br />

Moskova, 1956, s.420<br />

5. Dr. Wilhelm Pröhle (çev. Prof. Dr. Kemal Aytaç),<br />

Karaçay Lehçesi Sözlüğü, Kültür Bakanlığı yayını,<br />

Ankara, 1991, s.22.<br />

6. Prof. Dr. Gazanfer Paşayev (Aktaran Doç. Dr. Mahir<br />

Nakip), Irak Türkmen Folkloru, İstanbul, 1998, s.501.<br />

7. Harun Güngör – Mustafa Argunşah, Gagauz Türkleri,<br />

(Tarih - Dil -Folklor ve Halk Edebiyatı), Kültür Bakanlığı<br />

yayını, Ankara, 1991, s.53- 45, 108.<br />

8. E.R. Tenişev (Red.), Tıva – Orus Slovar’, Moskova,<br />

1968, s.245.<br />

9. M. Fatih Kirişoğlu, Saha (Yakut) Türkleri Edebiyatı,<br />

Türk Dünyası El Kitabı, IV. Cilt, 3.bas., Ankara, 1998,<br />

s.501.<br />

10. Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Kosova Türk Halk<br />

Edebiyatı Metinleri, Priştine, 1985, s.86 – 109.<br />

11. Prof. Dr. Nimetullah Hafız, Bulgaristan Türk Halk<br />

Edebiyatı Metinleri – I, Ankara, 1990, s.14.<br />

86<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


i; kojon, [12] Kırım Tatar Türkleri; cır, [13] Çuvaş<br />

Türkleri; yuri, [14] adını vermişlerdir.<br />

Türkü terimi, ilk defa XV. yüzyılda Doğu<br />

Türkistan’da aruz vezniyle yazılmış ve özel bir<br />

ezgi ile söylenmiş şiirler için kullanılmıştır. [15] Bu<br />

kitapta esas itibariyle konu edilen türden, yani<br />

hece vezni ile söylenmiş türkülerin Anadolu’daki<br />

ilk örneğini ise XVI. yüzyılda buluruz. Türkü<br />

şekline uygun ve türkü adını taşıyan, sözünü ettiğimiz,<br />

bu parça, XVI. yüzyıl halk şairlerinden<br />

Öksüz Dede’ye aittir.<br />

Çeşitli kaynaklar ve araştırmacılar türküyü bir<br />

tür olarak ele aldıklarında çoğu ortak bir noktada<br />

birleşen tanımlar yapmışlardır. Yararlı olacağı düşüncesiyle<br />

bunlardan bazılarını burada zikretmeyi<br />

uygun buluyoruz:<br />

Türkçe Sözlük: “Hece ölçüsüyle yazılmış ve<br />

halk ezgileriyle bestelenmiş manzume.” [16]<br />

Meydan Larousse: “Güfte olarak halk şiirini<br />

alan ve halk ezgileriyle beslenmiş şarkı çeşidi.” [17]<br />

Edebiyat Lügati: “Çoğu 11 hece ile nazmedilmiş<br />

ve umumiyetle Anadolu’da bestelenip söylenilmeğe<br />

başlanmış olan milli nağmeli şarkılardır.”<br />

[18]<br />

Edebiyat Terimleri Kılavuzu: “Türk’e özgü<br />

anlamındaki Türkî’den gelmektedir. En çok sekizli,<br />

on birli ölçülerle söylenir. Çoğu anonim halk<br />

edebiyatında yer alan bu türkülerde aşk, güzellik,<br />

tabiat, gençlik ve acıklı konular işlenir.” [19]<br />

Fuad Köprülü: “Türklere mahsus bir beste ile<br />

söylenen halk şarkılarıdır.” [20]<br />

Ahmet Talât Onay: “Türklere mahsus lahin<br />

ile söylenen şarkılardır. Şekilden ziyade lahne,<br />

12. Emine Gürsoy – Naskali, Muvaffak Duranlı, Altayca –<br />

Türkçe Sözlük, TDK yayını, Ankara, 1999, s.114.<br />

13. Zsuzsa Kakuk, Kırım Tatar Şarkıları, TDK yayını,<br />

Ankara, 1993, s.93<br />

14. H. Paasonen, Çuvaş Sözlüğü, TDK yayını, İstanbul,<br />

1950, s.217.<br />

15. Cevdet Kudret, Örneklerle Edebiyat Bilgileri I,<br />

İstanbul, 1980, s.295.<br />

16. Türkçe Sözlük, 1. bas., Ankara 1989, s.1504.<br />

17. Meydan Larousse, “2.bas., İstanbul 1990, s.390.<br />

18. Tahir-ül Mevlevî, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973,<br />

s.176.<br />

19. Edebiyat Terimleri Kılavuzu, İstanbul 1975, s.395.<br />

20. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, 4.<br />

bas., Ankara 1981 s.246.<br />

besteye benzer.” [21]<br />

Şemsettin Sami: “En asıl Türklere mahsus lahinde<br />

şarkı,”<br />

Ahmet Kutsi Tecer: “Varsağı, Türkmani gibi<br />

türkü de eski yırlardan yani millî musiki kaynaklarından<br />

doğmakla beraber yabancı kültürle karşılaşılan<br />

bölgelerde (mesela Irak, Suriye, Mısır<br />

gibi) ona verilmiş bir isim olsa gerek,”<br />

Türkü, Edmon Soussey’in deyimiyle, “ farklı<br />

isimleri olan çok çeşitli mahsullere verilen<br />

addır.” [22]<br />

Cem Dilçin: “Türkü, türlü ezgilerle söylenen,<br />

bir anonim halk şiiri nazım biçimidir. Söyle<strong>yeni</strong><br />

belli, kişisel halk şiiri biçimleri arasına giren türküler<br />

de vardır. Türkü, her iki bölüğe de girebildiğinden<br />

halk edebiyatının en zengin alanıdır.” [23]<br />

Pertev Naili Boratav: “Düzenleyicisi bilinmeyen,<br />

halkın sözlü geleneğinde oluşup gelişen,<br />

çağdan çağa ve yerden yere içeriğinde olsun,<br />

biçiminde olsun değişikliklerle (zenginleşmelere,<br />

bozulmalara, kırpılmalara) uğrayabilen ve her<br />

zaman bir ezgiyle söylenen şiirler.” biçiminde tanımlar.<br />

Pertev Naili Boratav’ın “Türk Dili <strong>Dergisi</strong> ”nin<br />

“Türk Halk Edebiyatı Özel Sayısı”nda yayımlanan<br />

“Halk Şiiri” başlıklı yazısının “Halk Türküleri”<br />

bölümünde ise türkü hakkında şu bilgi verilmiştir;<br />

“Türkiye’nin sözlü geleneğinde, folklor<br />

ezgilerinin her çeşidi için en çok kullanılan terim<br />

türküdür. Bölgelerle konulara bağlı özel durumlara,<br />

ya da ezginin, sözlerin çeşidine göre, türkü<br />

sözcüğü yerine şarkı, deyiş, deme, hava, ağız terimleri<br />

kullanılır.” [24]<br />

Türküler için Eflatun Cem Güney: “Köroğlu,<br />

Kerem, Karacaoğlan, Emrah gibi, belli âşıkların<br />

türkü havasına bürünen bazı parçaları bir yana,<br />

asıl türkülerin yaşı başı belli değildir. Sahipleri<br />

bilinmeyen sözlü halk verimleridir.” [25] görüşünü<br />

21. Ahmet Talât Onay (hzl. Prof. Dr. Cemal Kurnaz), Türk<br />

Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, Akçağ yayınları, 1.bas.,<br />

Ankara, 1996, s.63.<br />

22. Hikmet Dizdaroğlu, Halk Şiirinde Türler, Ankara,<br />

1969, s.102.<br />

23. Cem Dilçin, Örneklerle Türk Şiir Bilgisi, Ankara,<br />

1997, s.289.<br />

24. Dr. Mehmet Yardımcı, Başlangıcından Günümüze Halk<br />

Şiiri, Âşık Şiiri, Tekke Şiiri, Ankara, 1998, s.57.<br />

25. Eflatun Cem Güney, Folklor ve Halk Edebiyatı,<br />

87<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


ileri sürmektedir.<br />

Mehmet Özbek “Türküler başlangıçta bir<br />

olay üzerine yakılırlar. Bu olaylar bütün bir milleti<br />

ilgilendirecek kadar büyük nitelikler taşıyabileceği<br />

gibi, dar çevrelerde meydana gelen cinsten<br />

de olabilir.” [26] demektedir.<br />

Cahit Öztelli: “Halkın ortak malı olan bir<br />

edebiyat türüdür. Ağızdan ağıza dolaşan, kuşaktan<br />

kuşağa aktarılan sözlü edebiyatın en güzeli<br />

türkülerdir. Türkü, genel edebiyat türleri içinde<br />

bir nazım türüdür. Yani, ölçülü (vezin), uyaklı (kafiye)<br />

dizelerle (mısra) meydana gelir. Halk edebiyatı<br />

içinde toplumun iç alemini beşikten mezara<br />

dek bütün yaşantısını kapsayan, en dikkate değer<br />

sanat verisi türkülerdir.” [27]<br />

Nihat Sami Banarlı: “Koşma şeklindeki bir<br />

manzumenin her dörtlüğünde bir (beşinci) veya<br />

bir (beşinci-altıncı) mısra ilavesiyle söylenilen bir<br />

halk şiiridir.” [28]<br />

Muzaffer Uyguner: “Her mısraı kafiyeli üçer<br />

mısralı kıtalar ile yine kafiyeli ve iki beyitten müteşekkil<br />

ara nağmeleri olan ve çalınıp söylenen<br />

folklorik halk edebiyatı mahsulleridir.” [29]<br />

Herbert Jansky’e, göre türkü: “Büyük tarihi<br />

hadiseler karşısında halk kitlesinin sevinçlerini<br />

veya ümitsizliklerini; büyük şahsiyetler hakkındaki<br />

saygılarını veya nefretlerini; gençler arasında<br />

geçen hazin aşk hikâyelerini, millî hece veznini<br />

ölçü alan ve kalpleri fetheden mısralarla, derin bir<br />

muhteva içinde dile getiren edebî, aynı zamanda<br />

mûsiki bakımdan ehemmiyete haîz olan bu kendine<br />

öz bestelerle söylenen; dar manâsıyla ise tarihi<br />

bir vesika mahiyeti gösteren Türk halk şiirinin en<br />

eski türlerinden biri.” [30]<br />

Dr. Doğan Kaya türküyü şöyle tanımlamaktadır:<br />

“Halkın ruh halini, derdini, neşesini, zevkini,<br />

dünya görüşünü, inancını, karşılaştığı hadiseleri<br />

İstanbul 1971, s.235.<br />

26. Mehmet Özbek, Folklor ve Türkülerimiz, 2.bas.,<br />

İstanbul, 1983, s.63.<br />

27. Cahit Öztelli, Halk Türküleri, 2.bas., İstanbul,1983,<br />

s.11-12<br />

28. Nihat Sami Banarlı, Metinlerle Edebî Bilgiler I, İst.,<br />

1950, s.82.<br />

29. Muzaffer Uyguner, Türkü Üzerine, TFA, III (66).<br />

1.1955, s.1042.<br />

30. Herbert Jansky, Türk Halk Şiiri (çev. Abdurrahman<br />

GÜZEL), Dünya Edebiyatından Seçmeler,<br />

yansıtan; hece ölçüsüyle ve bir veya dört mısralı<br />

bentlere çoğu defa bağlantıların getirilmesiyle,<br />

söylenen; manzum ve ezgili anonim ürünlere türkü<br />

denir.” [31]<br />

Alman müzik bilimci Hugo Riemann, halk<br />

müziği kapsamına şu ögeleri alır:<br />

“1. Ezgi ve sözlerinin yaratıcısı belli olmayanlar,<br />

anonim bir yapıda olanlar.<br />

2. Çeşitli nedenlerle oluşan olaylar karşısında<br />

halk tarafından benimsenmiş ve halk ezgisi niteliğine<br />

bürünmüş ürünler.<br />

3. Halk diliyle oluşmuş, ezgisel ve uyumsal yapısı<br />

kolayca anlaşılan, belleğe kolayca yerleşen,<br />

bu nedenle, popüler (herkes tarafından benimsenen<br />

ve tutulan) bir özellik taşıyan ezgiler.”<br />

Fransız halk müziği uzmanı Michell Benet’e<br />

göre halk müziği ise, “Halk tarafından benimsenen<br />

ve sözlü gelenek biçiminde kulaktan kulağa<br />

yayılan ezgilerdir.”<br />

İngiliz halk müziği uzmanı Prat’a göre; “Halk<br />

müziği, köylü ve halk arasında çıkıp, gelenek haline<br />

gelen ezgilerdir.” Yine bir İngiliz araştırmacı<br />

olan Bremers’e göre ise halk müziği; “halkın müşterek<br />

malı olan, sâde, samimi, düz ve yalın ezgilerdir.<br />

Bestecisi olmaz, anonimdir.”<br />

Türk halk müziği araştırmacısı ve Türk halk<br />

türkülerinin derlenmesinde ilklerden olan Muzaffer<br />

Sarısözen ise, halk müziğini şöyle tanımlıyor:<br />

“İlk bakışta monoton gibi görünen halk türküleri,<br />

araştırdıkça, ezgi ve ritim yönünden renklilik<br />

ve çeşitlilik gösteren nefis bir sanat ürünleri olduğu<br />

görülür. Dünyada ne kadar doğal ve sosyal<br />

olaylar varsa, tümü halk müziğine konu olmuştur.<br />

Türk insanının doğumundan ölümüne (beşiktenmezara)<br />

tüm yaşamını, acısını, sevincini, duygu ve<br />

düşüncesini, yurt sevgisini türkülerimizde görmek<br />

mümkündür. Özetle, halk müziğimiz, Türk halkının<br />

ortak malı ve milli kültürüdür.”<br />

Müzikolog ve halk bilim araştırmacısı Halil<br />

Bedii Yönetken, “Türk halk müziği, çok orijinal<br />

ve zengin bir müziktir. Modalmetrik yönden olduğu<br />

kadar, yapı ve form bakımından da büyük<br />

özellik ve güzellik taşımaktadır. Zengin ve çeşitli<br />

çalgılara sahiptir. Diğer taraftan, vokal müziğin<br />

31. Dr. Doğan Kaya, Anonim Halk Şiiri, Ankara, 1999,<br />

s.132.<br />

88<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


terennüm etmediği konu yok gibidir. En basit konulardan,<br />

en yüksek konu ve olaylara kadar her<br />

şey, Türk Halk Müziğinin terennüm alanına girmiş<br />

bulunmaktadır. Halkımız, bazen; Estergon, Belgrat,<br />

Selânik, Budin, Cezayir gibi Türk egemenliğinin<br />

sürdüğü ve at üstünde kılıç oynattığı yerler<br />

için, bazen; Köroğlu, Genç Osman, Murat Reis<br />

ve Gazi Osman Paşa gibi yiğitler üstüne türküler<br />

yakmıştır. Gün olmuş, yurdun dağına-taşına, uçan<br />

kuşuna, gün olmuş, burcu burcu Anadolu kokan<br />

çiçeğine ve nice güzellikler, sevgiler üstüne türküler<br />

söylenmiş, bununla da yetinilmemiş, ahlâk,<br />

fazilet, felsefe, türkülere konu olmuştur. Görülüyor<br />

ki, Türk halkı, muazzam bir sosyal fonksiyona<br />

sahip, halk rûhunun ses halinde aynası ve ifâdesi<br />

olan bir sanat yaratmıştır.”<br />

Türk halk müziği araştırmalarının önde gelen<br />

isimlerinden olan araştırmacı Mahmut Râgıp<br />

Gazimihal ise, “Kendi halk şarkılarımıza (folk<br />

song), genellikle türkü diyoruz. Anadolu’da şarkı<br />

adı pek bilinmez ve kullanılmaz. Genellikle, kulaktan<br />

kulağa geçmek sûretiyle halk arasında yayılan<br />

ve yaşayan türkülerimizin ne düzeni bellidir, ne<br />

yakıcısı.” demektedir.<br />

Veysel Arseven’in görüşleri şöyledir: “Halk<br />

türküleri; koşma, yiğitleme, taşlama, ağıt, ninni,<br />

destan gibi halk edebiyatı türlerini işler. Sevgi,<br />

özlem, gurbet, ayrılık, doğum, ölüm, askere gidiş,<br />

düğün-dernek, yerleşme(iskân), göç, kan dâvası<br />

gibi temaları konu alır. İçtenlik, sâdelik, gösterişten<br />

arınmışlık, alçak gönüllülük niteliği gösterir<br />

ve gerçekçi bir renk ve özellik taşırlar. Hiçbir halk<br />

türküsünün sözünde veya bir halk oyunu havasında,<br />

yapmacık, iki yüzlülük ve kabalık görülmez.<br />

Şakacılık temasını işleyen türkülerin sözlerinde<br />

bile, insanı çabucak kavrayan sıcak bir görüntü<br />

vardır.” [32]<br />

Türküler şiir şekli bakımından genellikle koşmaya<br />

benzer. Ancak bu ifade bütün türkülerin<br />

koşma şeklinde olduğu anlamında alınmamalıdır.<br />

Çünkü bazı türküler mani şeklinde de olabilir.<br />

Genel olarak bir türkü iki bölümden meydana<br />

gelir. Birinci bölümde bir türkünün asıl sözleri<br />

yer alır ve bu bölüme “bend” adı verilir. İkincisi<br />

32. Mustafa Hoşsu, Geleneksel Türk Halk Müziği<br />

Nazariyatı, İzmir, 1997, s.4 -7.<br />

ise, tekrarlanan kısımlardır ve her bendin sonunda<br />

tekrarlanan bu “nakarat” kısımlara da “kavuştak”<br />

denir. Öbür halk şiiri türleri gibi, türkünün<br />

de en büyük ve önemli ayırıcı özelliği ezgisinde<br />

görülmektedir.<br />

Koşma ve mani tipindeki bazı şiirler, ezgilerinin<br />

değişmesiyle türkü olmaktadırlar. Türkünün<br />

ayırıcı özelliği şeklinde değil, ezgi ve bestesindedir.<br />

Türkülerin tasnifi<br />

Türkülerin tasnifi konusu, Türk halk şiirinde ve<br />

müziğinde hâlâ hâlledilmemiş bir problem olarak<br />

durmaktadır. Bununla ilgili olarak Ahmet Talât<br />

Onay; “Halk şiirlerinde yalnız şekillerine ve nevilere<br />

göre yapılacak tasnifler noksan olur. Çünkü,<br />

teganniyi de gözden uzak tutmamalıdır.” [33] derken,<br />

Petrev Naili Boratav, “Halk türküleri, hem<br />

müziği, hem de şiiri alâkadar ettikleri için folklor<br />

tetkiklerinde hususi bir yer tutarlar. Onların iki<br />

sahaya ait bulunmaları, evvelâ hususi bir metotla<br />

incelenmelerini icap ettirir. Halk türküleri üzerinde<br />

çalışanlar, halk müziği kadar halk edebiyatını<br />

da göz önünde tuttukları takdirde izâhlarında<br />

muvaffak olabileceklerdir; aynı müdekkikin her<br />

iki sahada vukufu olmadığı takdirde kolektif bir<br />

çalışma zarureti hâsıl olacaktı.” [34] diyerek problemin<br />

halk biliminin daha çok edebiyat kısmı ile<br />

uğraşan bir uzmanın veya sadece halk müziği ile<br />

uğraşan bir uzmanın çözebileceğinden daha zor<br />

bir iş olduğunu belirtir ve bu noktada edebiyat<br />

alanından gelen uzman ve müzik alanından gelen<br />

uzmanın ortak bir çalışma yapmaları gerektiğini<br />

tavsiye eder.<br />

Bugüne kadar; gerek edebiyatçılar gerekse<br />

müzikologlar, kimi ortak noktada birleşen türkü<br />

tasnifi yapmışlardır. Biz, bu konuyu uzmanlarına<br />

bırakıp, Mehmet Özbek’in “Folklor ve Türkülerimiz”<br />

adlı eserinde yapmış olduğu tasnifi, bizim<br />

derlemiş olduğumuz türküler için de geçerli olduğu<br />

için burada aynen vermeyi uygun buluyoruz.<br />

Buna göre türküler üç ana başlık altında toplanmaktadır:<br />

33. Onay,8.<br />

34. Petrev Naili Boratav, Halk Türkülerine Dair Folklor<br />

ve Edebiyat – 2, 2.bas., 1991, s.337.<br />

89<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


I. Ezgilerine göre,<br />

II. Konularına göre,<br />

III. Yapılarına göre,<br />

Mehmet Özbek yapmış olduğu bu ana tasnifteki<br />

grupların her birini kendi içinde alt gruplara<br />

ayırarak ve her alt gruba örnekler vererek tasnifini<br />

şöyle sürdürür:<br />

I. Ezgilerine göre:<br />

Ezgide esas olan usul ve ritimdir. Bu bakımdan<br />

ezgilerine göre türküleri de ikiye ayırıyoruz:<br />

I.1. Usulsüz Olanlar:<br />

Bunlara uzun hava diyoruz. Uzun havaların da<br />

çeşitleri vardır: Bozlak, Hoyrat, Divan, Koşma,<br />

Kayabaşı, Maya, Çukurova, Garip, Kerem, Kesik<br />

Kerem, Aydos, Eğin, Müstezat, Türkmani gibi.<br />

Bu havalar ayrıca ağızlara göre de ayrılırlar: Urfa<br />

Ağzı, Kerkük Ağzı, Erzurum Ağzı, Acem Ağzı vb.<br />

I.2. Usullü Olanlar:<br />

Genellikle oyun havaları bu gruba girer. Bu<br />

ritimli, usulü türkülere Urfa’da “Kırık Hava”,<br />

Konya’da “Oturak” adı verilir. Kırık havalar bölgelere<br />

göre değişik adlar alırlar: Karadeniz’de<br />

“Horon” ve denizci türkülerine “Yalı Havası”,<br />

Harput yöresinde “Şıkıltım”, Ege’de “Zeybek”,<br />

Ordu, Giresun, Marmara ve Trakya’da “Karşılama”,<br />

Erzurum ve Kars yöresinde “Sümmani Ağzı”,<br />

Isparta ve Eğridir yöresinde “Dattiri” adı verilir.<br />

II. KONULARINA GÖRE:<br />

II.1. Lirik Türküler:<br />

İnsanî duyguların çok etkili ve coşkun bir şekilde<br />

anlatıldığı türküler bu gruba girer.<br />

II.1.1. Aşk, sevda türküleri.<br />

II.1.2. Gurbet türküleri (Ayrılık, asker, mapushane<br />

türküleri).<br />

II.1.3. Ağıtlar (ölüm, tabii afetler üzerine).<br />

II.1.4. Ninniler.<br />

II.2. Satirik Türküler:<br />

Kişiyi veya toplumu kınayan, yeren türküler<br />

bu gruba girer.<br />

II.2.1.Güldürücü türküler (mizahi türküler).<br />

II.2.2.Taşlamalar, ilenmeler.<br />

II.3. Olay Türküleri:<br />

Belli bir olaya dayanan türküler bu gruba girer.<br />

II.3.1. Tarihî türküler (destanlar, kahramanlık<br />

ve serhat türküleri).<br />

II.3.2. Eşkıya türküleri (derebeyi, cinayet türküleri).<br />

II.4. Tören ve Mevsim Türküleri:<br />

Belirli anlarda, söylenen türküler bu gruba girer.<br />

II.4.1. Kına, düğün, esvap giydirme töreni türküleri.<br />

II.4.2. İtikat ve mezhep törenleri türküleri.<br />

II.5. İş ve Meslek Türküleri:<br />

Çeşitli meslek kuruluşları için yakılmış türküler<br />

bu gruba girer.<br />

II.5.1. Esnaf türküleri.<br />

II.6. Pastoral Türküler:<br />

Çoban ve kır hayatını anlatan, tabiat güzelliklerini<br />

konu edinen türküler bu gruba girer.<br />

II.6.1. Tabiat türküleri.<br />

II.7. Didaktik Türküler:<br />

Dinleyene ders veren, bir şeyler öğreten türküler<br />

bu gruba girer.<br />

II.7.1. Öğretici türküler.<br />

II.8. Oyun Türküleri:<br />

II.8.1. Ritmik dans türküleri.<br />

II.8.2. Temsilî oyun türküleri.<br />

III. Yapılarına göre:<br />

III.1. Bentleri mani dörtlüklerden kurulu<br />

türküler:<br />

Anonim halk edebiyatında en yaygın olan<br />

şekildir. Her dörtlüğün kafiye şekli mani gibidir.<br />

Hecenin 7, 8’li kalıplarıyla yazılırlar.<br />

III.2. Bentleri iki mısralı türküler:<br />

Bunlar, bağlantı (kavuştak) mısraların eklenmesi<br />

ve bu mısraların sayısına göre de değişik şekillerde<br />

bulunur.<br />

III.3. Bentleri üç mısralı türküler:<br />

Bunlara da bağlantı (kavuştak) mısraları ekler<br />

ve bunların sayısına göre değişik şekiller arz ederler.<br />

III.4. Bentleri dört mısra olup, bağlantıları<br />

(kavuştakları) mısra sayısı olarak değişen türkü<br />

şekilleridir.<br />

III.5. Bağlantıları her mısradan sonra tekrar<br />

edilen türküler.<br />

III.6. Bağlantısı başta olan türküler.<br />

III.7. Her bentten sonra değişik kalıpta iki bağlantısı<br />

olan türküler.■<br />

90<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Bir süredir yürütmekte olduğum<br />

“kitapvitrin” sayfası sizlerden<br />

gelen olumlu-olumsuz eleştirilerle<br />

sürekli <strong>yeni</strong>lenerek sizlere<br />

hitap etmekte. Bize ulaşan<br />

kitapların çokluğu ve sayfa sayısının<br />

sınırlı olması nedeniyle<br />

tüm kitaplara yer verememekteyiz.<br />

“Bize Gelenler” alt başlığı<br />

altında mümkün mertebe bu<br />

kitapların isimlerini de zikredeceğiz.<br />

Kitapvitrin köşemizle<br />

ilgili olarak her türlü görüş ve<br />

düşünceleriniz için e-posta adresimiz<br />

kitapvitrin@gmail.com<br />

A. FARUK GÜLER<br />

Şair ve yazar kimliğiyle tanıdığımız ve<br />

Türkçeye gösterdiği hassasiyetle gönüllerde<br />

taht kuran Yavuz Bülent Bakiler’in Türk<br />

Edebiyatı Vakfı tarafından üç kitabı yayınlandı.<br />

Türk kültürüne verdiği önem ve milli, manevi<br />

değerleri ön plana alan çizgisiyle yıllardır sürdürmekte<br />

olduğu sanat yaşamında birbirinden<br />

değerli eserlere imza atan Yavuz Bülent Bakiler,<br />

“Elçibey” (2.Basım), “Muhsin Başkan” ve<br />

“Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır” adlı<br />

üç eseriyle karşımızda.<br />

Elçibey (Azerbaycan’ın unutulmaz<br />

lideri)<br />

Yavuz Bülent Bakiler’in bu eseri Azerbaycan<br />

Sovyeti’nin son yirmi yılına etki etmiş bir lider<br />

ve onun görüşleri ışığında şekillenmiş düşünceleri<br />

anlatması bakımından önemli. Kitapta gerek<br />

Elçibey ile yapılan yüz yüze görüşmelere gerek<br />

Elçibey üzerine yapılan konuşmalara yer verilmesi<br />

esere bir belgesel havası katmakta.<br />

Elçibey’in yetişmesinde ve gelişmesinde<br />

etkili olan etmenlere de yer verilen kitap,<br />

lider portresinin nasıl ortaya çıktığını da göstermekte.<br />

Kitabın son bölümünde Eliçibey’in<br />

vefatından sonra Türk basınında çıkan yazılara<br />

yer verilmekte. Son bölümde yer alan bu yazılar<br />

birçok yazı arasından seçilerek bir kısmı buraya<br />

nakledilmiş. Bu yazılara nazar edilirse dikkatli bir<br />

seçimin yapıldığını görebiliriz. Kitap, Elçibey ve<br />

davasını bize tanıtmakta ve anlaşılır kılmakta.<br />

Elçibey (Azerbaycan’ın unutulmaz lideri), Yavuz<br />

Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,<br />

2.Baskı, İstanbul, 2009<br />

91<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Muhsin Başkan<br />

Yavuz Bülent Bakiler’in derlediği ikinci kitap<br />

olan “Muhsin Başkan” adlı eser, yakın dönem<br />

Türk siyasetinin etkin isimlerinden olan Muhsin<br />

Yazıcıoğlu’na bir vefa örneği. Kimilerine göre<br />

elim bir kaza sonucu, kimilerine göre de bir kurgu<br />

sonucu hayatını kaybeden Muhsin Yazıcıoğlu’nun<br />

yaşamını bütün yönleriyle anlatması bakımından<br />

önemli. Kitapla birlikte Muhsin Yazıcıoğlu’nun<br />

mücadelesi ve siyasi vizyonu işlendiği gibi yer<br />

yer küçük anekdotlarla kaygıları, umutları da verilmeye<br />

çalışılmış. Muhsin Başkan’ın elim helikopter<br />

kazası sonucu enkazı arama sırasında yazılan<br />

yazıların da yer aldığı kitapta hatıralar ağırlıklı<br />

olarak yer almakta. Muhsin Yazıcıoğlu’nun<br />

ebediyete uğurlanması sonrası bir saygı duruşu<br />

niteliğinde olan eser için Yavuz Bülent Bakiler<br />

büyük bir vefa örneği sergilemekte.<br />

Muhsin Başkan, Yavuz Bülent Bakiler, Türk<br />

Edebiyatı Vakfı Yayınları, İstanbul 2009<br />

Azerbaycan yüreğimde bir<br />

şahdamardır<br />

Eserin ithaf kısmında Karabağ’dan başlayarak<br />

Anadolu coğrafyasında devam eden vefat etmiş<br />

atalarının ruhlarına bir Fatiha okunmasını belirten<br />

yazar 1980 yılından itibaren Azerbaycan’a yaptığı<br />

seyahatler sonrası intibalarını kaleme almakta. 25<br />

yıllık bir özlemin vücut bulmuş hali olan eserde<br />

Azerbaycan’daki Türklerin acılarını, sevinçlerini,<br />

yaşadıkları dramları, çekilen zulümleri Yavuz<br />

Bülent’in eşsiz kaleminden okumak mümkün.<br />

Satır aralarında Azerbaycan’ın Türkiye’ye olan<br />

özlemi, beklentileri, hayal kırıklıklarının yanı sıra<br />

sosyalist rejimin kendi üzerlerinde kurduğu baskı<br />

ve şiddetin boyutlarını, yaşanan insanlık dramlarını<br />

da görmekteyiz. Azerbaycan’ı yüreğindeki<br />

bir şah damar kadar yakın gören yazar her Türk<br />

gencinin okuması gereken bir Azerbaycan resmi<br />

çizmekte.<br />

Azerbaycan Yüreğimde Bir Şahdamardır,<br />

Yavuz Bülent Bakiler, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları,<br />

İstanbul 2009<br />

Sekizinci şehir<br />

İz Bırakanlar<br />

Bir şehrin iç dünyasına girebilmek, onun kültürel<br />

değerlerine nüfuz edebilmek ancak ve ancak<br />

o şehirde yaşayan insanları tanıma süreciyle gerçekleşebilir.<br />

Çünkü şehir, sadece betonarme yapılardan<br />

örülmüş bir sistem değildir. Nevval Çizgen,<br />

“Kent ve Kültür” adlı kitabında: “Yani kent anlamsız<br />

bir yığın değildir. Zaman boyutu üstünde<br />

tutunmuş bir organizmadır. Devinimdir. Hareket<br />

edebilen veya edemeyen her şeyin ortak devinimidir<br />

kent imgesi.” Şehri anlayabilmek, onu yorumlayabilmek<br />

için de o şehre damgasını vurmuş,<br />

adını kazımış kültür insanlarının ayak izlerini takip<br />

etmek gerekmektedir. Bu düşüncelerle yola<br />

çıkan Zekeriyya Bican, yazmış olduğu Sekizinci<br />

Şehir’in ikinci kitabı olan “İz Bırakanlar” alt başlıklı<br />

eserinde Elazığ’la adları özdeş olmuş, şehrin<br />

kültürel dokusuna nüfuz etmiş insanlarını anlatmayı,<br />

onları <strong>yeni</strong> nesillere aktarmayı kendisine<br />

vazife bilmiş.<br />

211 kişinin biyografilerine yer verildiği çalışmada<br />

yazar, isimleri belirlerken hangi kriterleri<br />

kıstas aldığına dair bir açıklama yapmamakta.<br />

Öznel bir değerlendirme neticesinde kişilerin<br />

92<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


elirlenmesi, Elazığ için yazarın gözüyle bir “İz<br />

Bırakanlar” listesi hazırlanmasına sebep olmuş.<br />

Ayrıca yer alan bazı isimlerin Elazığ’da ne derece<br />

iz bıraktığı da hayli sorgulanabilir nitelikte. Ancak<br />

bazı isimlere yer verilmemesi de ayrı bir soru işareti.<br />

Elazığ için hazırlanmış böylesi güzel bir kitabın<br />

daha titiz araştırmalar sonucunda isim tespiti<br />

yapılarak yazılmasını gönül arzu ederdi. Elazığ<br />

için “İz Bırakanlar” alt başlığını kullanan yazar,<br />

kişi seçimlerinde sadece Elazığ doğumluları değil<br />

uzun süre Elazığ’a hizmet etmiş insanları da<br />

değerlendirmekte. “Yazardan Birkaç Söz” bahsinde<br />

yazar keşke eseriyle ve isimlerin tespitiyle<br />

ilgili daha açıklayıcı bilgiler verseydi.<br />

Eserin başında “Harput ‘Kale Mahallesi’nde<br />

Bir Düğün Alayı” başlıklı hikâye ile başlayan<br />

yazar tarihi bir olayı kendi iç dünyasında<br />

kurgulayarak yorumlamakta. Prof. Dr. Esma<br />

Şimşek’in sunuş yazısında belirttiği üzere şahısların<br />

doğum tarihlerine göre bir tasnife gidilmesi<br />

Elazığ’ın son yüz yıl içindeki gelişim ve<br />

değişimini de göz önüne sermekte. Ancak eserin<br />

içinde bu söyleme aykırı bir sıralamanın da söz<br />

konusu olduğu görülmekte. Kişiler anlatılırken<br />

kuru bir anlatım tercih edilmemesi, şahısların<br />

yakın akrabalarının yazılarına yer verilmesi;<br />

eserlerden alıntılar yapılması, hatıralara yer verilmesi<br />

güzel düşünülmüş. Tarihe tanıklık eden<br />

fotoğraflara yer verilmesi ise içeriği zenginleştirmiş.<br />

Birtakım eksikliklerine rağmen gelecek nesillere<br />

bırakılacak başvuru eser konumunda olan<br />

Zekeriyya Bican’ın kaleme aldığı “Sekizinci Şehir<br />

İz Bırakanlar”, şehri şehir yapan Elazığ insanını<br />

anlatması bakımından güzel bir çalışma.<br />

Sekizinci Şehir ‘İz Bırakanlar’, Zekeriyya<br />

Bican, Örnek Ofset Matbaacılık, Elazığ 2009,<br />

Tel:0424 2121732<br />

Zamansız bahçeler<br />

Mustafa Miyasoğlu yalnızca şiir, hikâye ve roman<br />

gibi edebiyatın ana türlerinde eser vermiyor; deneme,<br />

inceleme ve biyografi gibi öteki türlerde de teklif<br />

tenkitlerini ortaya koyuyor. Bu kitaptaki yazılar, ülkemizin<br />

temel kültür ve edebiyat meseleleri üzerine<br />

kafa yoran bir sanatçının görüşlerini ve tespitlerini bir<br />

araya getiriyor.<br />

Zamansız Bahçeler, sosyal ve siyasi şartları da<br />

dikkate alan kültürel yazılardan oluşuyor. Bu yazılar,<br />

geçtiğimiz yüzyılın kültür hayatında herkesi ilgilendirdiği<br />

halde yeterli birikim ve sağduyulu bakış açılarıyla<br />

ele alınmadığı için, hâlâ vuzuha kavuşamayan<br />

hususları <strong>yeni</strong>den ele almaya çalışıyor. O yüzden de<br />

bu kitaptaki görüşlerin, elbette birer tesbit ve teklif<br />

olarak, her bakımdan tartışmaya açık ufuk arayışı gibi<br />

karşılanması beklenir.<br />

Sağlıklı bir kültür ve sanat hayatı oluşturmak<br />

yolunda, herkesten çok düşünür ve sanatçılara iş<br />

düştüğü ortadadır. Yerli bir bakış açısıyla tutarlı bir<br />

zihniyetin oluşması bizim için çok önemli. Zamansız<br />

Bahçeler’in yerli bir kültür hayatı oluşmasına katkısı<br />

bizi sevindirecektir.<br />

Zamansız Bahçeler, Mustafa Miyasoğlu, Konak<br />

Yayınları, İstanbul, Eylül 2009<br />

İsteme Adresi: Ticarethane Sok. Merkezefendi<br />

Mah. G/55. Sk. No: 6A. Zeytinburnu / İSTANBUL<br />

Tel: (0212) 638 18 51<br />

93<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


Mahatma Gandhi<br />

Emre Miyasoğlu tarafından tercüme edilen eser,<br />

“silahsız savaşçı”, “taçsız kral” gibi kavramlarla<br />

anılan Gandhi’nin farklı kimliği ve kişiliğinin<br />

üçüncü şahısların kaleminde yeterince yer bulamamıştır.<br />

Bu kitap, onun hayatının kendi kaleminden<br />

ele alındığı bir eser olması sebebiyle önemlidir.<br />

Emre Miyasoğlu, dünyaca tanınmış bu önemli ismin<br />

eserini Türkçeye çevirerek Gandhi ile zaman ve mekan<br />

ötesi bir bağ kurmakta.<br />

Mahatma Gandhi (Otobiyografi), Çev. Emre Miyasoğlu,<br />

Konak Yayınları, İstanbul 2009<br />

Ay düşleri<br />

Şair ve yazar İsmail Bingöl, şiirlerini “Ay<br />

Düşleri” adlı kitapta topladı. “Şair, çağının kültürünün<br />

etkisi altındadır ve zamana bağlıdır. Ancak<br />

yine de şairin baş ka başka çağlarda, başka<br />

başka biçimde yargılandığı çok gö rülmüştür.<br />

(…) Şairin var lığı, ancak estetik duyuşla sezilebilir.<br />

Bundan ötü rü de şair hiçbir zaman tam<br />

olarak tanıtılamaz, ona ancak işaret edilebilir.”<br />

diyor yazar.<br />

Şiir, sıradan insanların yaşantısı dışında yakalanan<br />

geniş bir âlemin; Yahya Kemal’in ses<br />

diye isimlendirdiği ‘estetik’le birleşmesinden<br />

doğar. Şair; bütün insanlardan ayrı bir dil konuşur;<br />

çünkü kendine bir keçi yolu bulmuştur o,<br />

orada yürümektedir. “Velhasıl, şairlik geniş bir<br />

evren ve dolgun bir yaşantı ister. Kılavuzu ise<br />

önce kendi gönlüdür şairin... ”<br />

Yirmi beş yıla yaklaşan bir zaman diliminde,<br />

yazının yanı sıra, değişik dergilerde şiirleri<br />

de yayımlanan İsmail Bingöl, uzun bir aradan<br />

sonra, şiirlerinin bir bölümünü, “Ay Düşleri”<br />

adını verdiği kitapta bir araya getirdi. Ares<br />

Yayınları tarafından basılan kitaptaki şiirler;<br />

yıllar içerisinde Kırağı, Akademi, Kalem<br />

ve Onur, Düşünce ve Sanatta Adım, Çizgi, Ay<br />

Vakti Türk Edebiyatı, Dergâh, Lika, Sühan,<br />

Mortaka, Beyazdoğu, Tarih Yolunda Erzurum,<br />

Erzurum Sevdası, <strong>Bizim</strong> Külliye, Az Edebiyat,<br />

Buruciye gibi değişik dergilerde; edebistan,<br />

dergibi, turkedebiyatı, turkuler, sanatalemi.<br />

net, ögretmenlersitesi, şiraze gibi edebiyat ve<br />

kültür sitelerinde yayımlandı.<br />

“Ay Düşleri”; deneme, şehir yazıları, röportaj<br />

tarzında yayına hazır başka eserleri de olan<br />

Bingöl’ün, daha önce yaşadığı şehirle ilgili<br />

olarak yazdığı portre ve denemelerini bir araya<br />

getirdiği “Türkülerde Yaşayan Şehir Erzurum”<br />

adlı kitabının ardından yayımladığı ikinci kitabı.<br />

Ay Düşleri, İsmail Bingöl, Ares Yayınları<br />

2009<br />

_______________________<br />

Bize gelenler<br />

Mücahit Koca’nın “Ebcedhan”, “Ermiş<br />

Sevinci”, “Alaturka Divan” ve “Kılıç ve<br />

Kelebek” adlı şiir kitapları ile yazar İmdat<br />

Avşar'ın "Çiğdemleri Solan Bozkır" adlı hikâye<br />

kitabı elimize ulaşmıştır. Bu kitaplar ile ilgili daha<br />

geniş bir değerlendirmeyi bir sonraki sayımızda<br />

okuyabilirsiniz.<br />

94<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


NAMIK YUSUF<br />

Bu sayımızda öncelikle Bestami Yazgan’ın<br />

Nar ve Gonca Yayınlarından <strong>yeni</strong> çıkan dört<br />

kitabını tanıtmaya çalışacağız.<br />

Yazar ve şair Bestami Yazgan’ın Nar Yayınlarından,<br />

Yağmur Kuşları isimli masal ve Gökkuşağı<br />

Sevinci isimli şiir kitabı; Gonca Yayınlarından da<br />

Hazinenin Şifresi ve Sıcak Ekmek Kokusu isimli<br />

hikâye kitapları çıktı. Ayrıca Erdem Yayınları, yazarın<br />

Güneşle Ay Duymasın isimli şiir kitabının ikinci<br />

baskısını yaptı.<br />

42. sayımızın bir diğer kitabı Ünver Oral’a ait<br />

Karagöz’den Hikâyeler:<br />

Karagözcü Amca Ünver ORAL, dolu dolu 15<br />

hikâye ve 145 sayfadan oluşan bir kitap yazmış çocuklarımız<br />

için. Okudukça Karagöz’ü analım ve<br />

Karagöz’ü yaşatalım diye.<br />

Kıymetini bilemediğimiz, köklerimizin kendisi<br />

olan bir çift kahramanı Karagöz ve Hacivat’ı yaşatmayı<br />

görev edinmiş Ünver ORAL. Çocuklarımızın<br />

büyük bir zevk ve heyecanla izlediği Karagöz’e <strong>yeni</strong><br />

oyunlar yazarak sahip çıkıyor. Zamana ve sahiplenmeye<br />

çalışanlara karşı. Bizden tek istediği ise onları<br />

okumak, okutturmak...<br />

Hikâyeler Karagözcü Amca Ünver Oral’dan, okumak<br />

çocuklardan… Yanağımızda sonsuz tebessümler<br />

vaat ediyor bu okumalar.<br />

Nar yayınları çocuklarımızı hiçbir zaman unutmayacak<br />

ve unutmadığını da bastığı <strong>yeni</strong> kitaplarla<br />

bize göstermekten de geri durmayacak.<br />

Yayınevimizin diğer yayınlarına gelince:<br />

Mehmet Nuri Yardım’a ait Yıldızlarla Uyumak romanı,<br />

Hasan Latif Sarıyüce’ye ait, Beyaz Kanatlı Kuş<br />

romanı ve yayınevinin kendisine ait 40 Hadis (İnsan<br />

İlişkileri Üzerine.)<br />

Yazgan Bestami; Gökkuşağı Sevinci, Nar Yay.<br />

İstanbul. 2009<br />

Yazgan Bestami; Yağmur Kuşları, Nar Yay. İstanbul.<br />

2009<br />

İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />

Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />

10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769<br />

Yazgan Bestami; Hazinenin Şifresi, Gonca<br />

Yay. İstanbul. 2009<br />

Yazgan Bestami; Sıcak Ekmek Kokusu, Gonca<br />

Yay. İstanbul. 2009<br />

İsteme Adresi: Gonca Yay. Tel:(0216)3184288<br />

Oral Ünver, Karagöz’den Hikâyeler, Nar Yay.<br />

İstanbul. 2009<br />

İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />

Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />

10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769<br />

Yardım Mehmet Nuri, Yıldızlarla Uyumak,<br />

Nar Yay. İstanbul. 2009<br />

İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />

Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />

10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769<br />

Sarıyüce Hasan Latif, Beyaz Kanatlı Kuş, Nar<br />

Yay. İstanbul. 2009<br />

İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />

Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />

10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769<br />

Nar Yayınları, 40 Hadis İnsan İlişkileri Üzerine<br />

( Esprili İllüstrasyon ve Fotoğraflarla), Nar Yay.<br />

İstanbul. 2009<br />

İsteme Adresi: Nar Yayınları Müzik Film ve<br />

Reklâmcılık Ltd. Şti. Ankara Cad. Vilayet Han.<br />

10/202 Cağaloğlu İstanbul. Tel: (0212) 5123769■<br />

95<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10


96<br />

aralık-ocak-şubat<br />

2009-10

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!