Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
ODTÜLÜ<br />
ISSN: 1309 - 2626<br />
SAYI 51 OCAK-ŞUBAT-MART 2014<br />
Spor Nasıl Spor Oldu?<br />
Oyunların, statların, seyircilerin anatomisi<br />
Sporun, Latince disportare’den yani boş zaman işinden<br />
skor ve rekor rakamlarına ulaşma serüveni...<br />
ODTÜ’DEN HABERLER... ODTÜ REKORLARI VE SPOR TOPLULUKLARI... ÇETİN YILMAZ’LA SPOR ÜZERİNE... ODTÜ’LÜLER DÜNYANIN ZİRVESİNDE...
C<br />
M<br />
Y<br />
CY<br />
CMY<br />
K<br />
Kariyer Fuarı ilanı<br />
CM<br />
MY
Sevgili ODTÜ’lüler ve<br />
ODTÜ Dostları,<br />
2014, ODTÜLÜ dergisi için yeni bir<br />
dönemin başlangıcı oldu. Bu yılın ilk<br />
sayısı ile birlikte hem yüzümüzü hem<br />
içeriğimizi yeniledik. Ayrıca bundan<br />
böyle yılda 4 sayı ile karşınızda olacağız.<br />
Bu dönüşümü geçirirken, birkaç kritik<br />
nokta belirlemiştik:<br />
Dünyanın en saygın 60 üniversitesinden<br />
biri olmasının yanı sıra sayılı tasarım<br />
okullarından arasında yer alan ODTÜ’nün<br />
dergisini özel olarak tasarlamalıydık.<br />
Türkiye’nin entelektüel birikiminin<br />
oluşmasına öncülük eden bir<br />
üniversitenin dergisi olarak içeriğimizi<br />
elden geçirmeli, ele aldığımız<br />
her konuya, tıpkı üniversitemizin<br />
geleneğinde olduğu gibi 360 derecelik<br />
bir bakış açısıyla yaklaşmalı, “yeni bir<br />
söz” üretebilmeliydik.<br />
Tıpkı ODTÜ gibi, ODTÜLÜ de bir çekim<br />
merkezi olmalı, farklı alanlarda söz<br />
üretenleri de bir araya getirmeliydi.<br />
Bu bakış açısıyla, her sayımızın, dosya<br />
konusu bağlamında bir “meselesi”<br />
olmalıydı.<br />
İşte bu noktadan çıkarak hazırladığımız<br />
ilk sayımızı elinizde tutuyorsunuz. Bu<br />
sayıda dosya konumuz “Spor”, anahtar<br />
sorumuz ise “Spor nasıl spor oldu?”<br />
ODTÜLÜ, üniversiteden haberlerin yanı<br />
sıra işte bu sorunun etrafına örülen,<br />
farklı kalemlerin sıra dışı bakış açılarını<br />
bir araya getiriyor ve okuyucularını spor<br />
üzerine düşünmeye davet ediyor.<br />
Başta değerli hocamız Prof. Dr. Bilgehan<br />
Ögel olmak üzere ODTÜLÜ Dergisi’ne<br />
daha önce emeği geçmiş herkese<br />
teşekkür ediyor, bir sonraki sayımızda,<br />
bambaşka bir mesele üzerine yine<br />
birlikte düşünmeyi diliyoruz...<br />
Doç. Dr. Barış Sürücü<br />
İÇİNDEKİLER<br />
02 ODTÜ’DEN HABERLER<br />
14 DOSYA: SPOR NASIL<br />
SPOR OLDU?<br />
Tanıl Bora<br />
20 STADYUM MİMARİSİ VE<br />
SOSYOLOJİK YANSIMASI<br />
Dr. Adnan Aksu<br />
24 OYUN AŞKINA<br />
İsmail Başöz, Turgut Yüksel<br />
28 TÜRKIYE’NİN GÖNÜLSÜZ<br />
SEVDASI: SPOR<br />
Mehmet Ali Çalışkan, Pınar Altun<br />
34 KUSURSUZ İNSAN<br />
TAHAYYÜLÜ<br />
Dr. Adnan Akçay<br />
36 SPORDA BAŞARI<br />
VE DOPİNG<br />
Mesut Nalçakan<br />
40 YENİ SPORUN<br />
YENİ SPORCULARI<br />
Yrd. Doç. Dr. Psikolog Ozanser Uğurlu<br />
Orta Doğu Teknik<br />
Üniversitesi Mezunlarla<br />
İletişim Dergisi<br />
Ocak - Şubat - Mart 2014<br />
Sayı 51<br />
ISSN: 1309 - 2626<br />
“ODTÜLÜ Dergisi, ODTÜ<br />
Kariyer Planlama Merkezi’nin<br />
mali desteği ile yılda dört<br />
kez yayınlanmaktadır.”<br />
Yazışma Adresi<br />
Mezunlarla İletişim<br />
Müdürlüğü<br />
ODTÜ Rektörlük 1.Kat<br />
06800 Ankara<br />
Tel: (0312) 210 71 07<br />
Fax: (0312) 210 13 58<br />
mezun@metu.edu.tr<br />
www.mezun.metu.edu.tr<br />
ODTÜ Adına Sahibi<br />
Prof. Dr. Ahmet Acar<br />
Yazı İşleri Müdürü<br />
Doç. Dr. Barış Sürücü<br />
Yayın Kurulu<br />
Doç. Dr. Barış Sürücü<br />
Damla Özlüer (Myra)<br />
Nokta Çelik<br />
Rauf Kösemen (Myra)<br />
Katkıda Bulunanlar<br />
Dr. Aydın Tiryaki<br />
Gökhan Tan<br />
Haluk Mesci<br />
E. Neşe Öztürk<br />
Serpil Savaş<br />
Sinan Kadife<br />
42 SPOR EKONOMİSİ<br />
Yrd. Doç. Dr. Bülent Anıl<br />
46 BÖYLE BİR SEVMEK<br />
GÖRÜLMEMİŞTİR<br />
Kıvanç Koçak<br />
48 FUTBOL AVRUPA’NIN<br />
ORTAK DİLİ OLABİLİR Mİ?<br />
Röportaj<br />
52 ÇETİN YILMAZ<br />
Röportaj<br />
56 SPOR MU DEĞİL Mİ?<br />
Utku Gökerküçük, Volkan Ağır<br />
58 EVEREST’E İLK TIRMANIŞ<br />
ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporları Kolu (DKSK)<br />
60 GÖKYÜZÜNDE SÜZÜLMEK<br />
ODTÜ Yamaç Paraşütü Topluluğu<br />
62 ODTÜ REKORLARI<br />
VE SPOR KULÜPLERİ<br />
68 ERDEMLİ’DEN HABERLER<br />
70 KUZEY KIBRIS KAMPUSU<br />
Ufuk Batum<br />
Z. Emir Özer<br />
Koordinasyon<br />
Nokta Çelik<br />
Reklam Sorumlusu<br />
Z. Emir Özer<br />
Yapım<br />
MYRA<br />
www.myra.com.tr<br />
Editör<br />
Turgut Yüksel<br />
Damla Özlüer<br />
Tasarım Danışmanı<br />
Rauf Kösemen<br />
Yayın Tasarımı<br />
Çağlar Atalay<br />
Sayfa Uygulama<br />
Serhan Baykara<br />
Yardımcı Proje<br />
Sorumlusu<br />
Burcu Tunakan<br />
Röportaj Fotoğrafları<br />
Bingül Özcan<br />
Deşifre<br />
Resul Ayaz<br />
Baskı<br />
İmak Ofset<br />
www.imakofset.com.tr
ODTÜLÜ<br />
kısa kısa<br />
ODTÜ’den Haberler<br />
ODTÜ geçtiğimiz dönemi hareketli geçirdi. Etkinliklerin yanı sıra<br />
alınan ödüller üniversiteyi onurlandırdı.<br />
Mart 2013<br />
ODTÜ DÜNYANIN ILK 60 ÜNIVERSITESI<br />
ARASINDA<br />
ODTÜ, Times Higher Education (THE) tarafından<br />
ilan edilen ”World Reputation Rankings 2013”<br />
listesinde dünyanın ilk 60 üniversitesi arasına girdi.<br />
Nisan 2013<br />
ODTÜ TEKNOKENT’E<br />
BIRINCILIK<br />
ODTÜ Teknokent, Bilim, Sanayi<br />
ve Teknoloji Bakanlığı tarafından<br />
ilk kez gerçekleştirilen Teknoloji<br />
Geliştirme Bölgeleri (TGB)<br />
Performans Endeksi’ne göre<br />
32 teknoloji geliştirme bölgesi<br />
arasında, 57.39 puanla birinci oldu.<br />
Ödülü, ODTÜ Rektörü Prof. Dr. Ahmet<br />
Acar; Bilim, Sanayi ve Teknoloji Eski<br />
Bakanı Nihat Ergün’den aldı.<br />
Mayıs 2013<br />
ODTÜ MEZUNLAR GÜNÜ<br />
2013<br />
Geleneksel ODTÜ Mezunlar Günü,<br />
29 Haziran 2013 Cumartesi günü<br />
yapıldı. Tüm mezunlarımızın<br />
davetli olduğu törende 1963,<br />
1968, 1973, 1983, 1993 ve 2003<br />
yılı mezunlarımıza madalyaları<br />
takdim edildi.<br />
Nisan 2013<br />
ODTÜ’YE A’ DESIGN AWARD’ DAN<br />
12 AYRI ÖDÜL<br />
Orta Doğu Teknik Üniversitesi Mimarlık Fakültesi,<br />
Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü Öğretim<br />
Görevlisi Dr. Hakan Gürsu ve ekibi; Avrupa Birliği’nin<br />
en önemli ve kapsamlı yeni tasarım yarışması<br />
kabul edilen ve tasarımın başkenti Milano’da her yıl<br />
düzenlenen A’ Design Award yarışmasında 12 tasarım<br />
ödülü aldı.<br />
Ekim 2013<br />
GIRIŞIMCI<br />
VE YENILIKÇI<br />
ÜNIVERSITE!<br />
ODTÜ, TÜBİTAK ve ilgili<br />
kuruluşların katılımıyla<br />
hazırlanan Girişimci<br />
ve Yenilikçi Üniversite<br />
endeksinde 136<br />
üniversite arasında 86<br />
puanla 1. sırada yer aldı.<br />
2<br />
ODTÜ’DE GEÇEN DÖNEM
Ekim 2013<br />
12. ODTÜ<br />
ULUSLARARASI<br />
CUMHURIYET KUPASI<br />
ODTÜ Eşli Danslar<br />
Topluluğu organizasyonu<br />
ile her yıl Cumhuriyet<br />
Haftası etkinlikleri<br />
kapsamında<br />
gerçekleştirilen,<br />
Türkiye’nin en büyük<br />
ve tek uluslararası dans<br />
sporu etkinliği olan ODTÜ<br />
Uluslararası Cumhuriyet<br />
Kupası’nın 12.’si bu yıl,<br />
26 Ekim 2013<br />
Cumartesi günü ODTÜ<br />
Spor Merkezi’nde<br />
gerçekleştirildi.<br />
Ekim 2013<br />
Ekim 2013<br />
ODTÜ-İGEM TAKIMI’NA ALTIN MADALYA<br />
ODTÜ Lisansüstü<br />
Programları Tanıtım Günleri<br />
31 Ekim - 1 Kasım 2013<br />
tarihlerinde gerçekleşti.<br />
ODTÜ İstatistik Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Zeynep Işıl Kalaylıoğlu ile<br />
Biyolojik Bilimler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Meral Kence’nin<br />
danışmanlığında ve Biyolojik Bilimler Bölümü Öğretim Üyesi<br />
Doç. Dr. Mesut Muyan’ın takım koordinatörlüğündeki METU-Turkey<br />
Takımı; “Bee Subtilis” adlı proje ile; 11-13 Ekim 2013 tarihleri arasında<br />
Fransa’nın Lyon kentinde gerçekleştirilen iGEM (International<br />
Genetically Engineered Machines) Avrupa Şampiyonası’nda altın<br />
madalya kazandı.<br />
Ekim 2013<br />
ODTÜ DÜNYANIN EN İYILERI ARASINDA<br />
ODTÜ, İngiltere merkezli Quacquarelli Symonds<br />
(QS) kuruluşunun hazırladığı “Dünyanın En İyi 800<br />
Üniversitesi” listesinde, 431-440 bandına yükseldi.<br />
ODTÜ, QS tarafından yapılan bilim alanlarına göre<br />
dünya üniversiteleri 2013 yılı sıralamasında da,<br />
toplam 8 bilim alanıyla temsil edilerek, dünyanın<br />
ilk 200 üniversitesi arasına girmişti.<br />
Kasım 2013<br />
YENI FIKIRLER YENI İŞLER 2013 KAZANANLARI<br />
BELLI OLDU<br />
Genç girişimcilerin teknoloji tabanlı projelerini hayata<br />
geçirmesine destek olan Yeni Fikirler Yeni İşler’in 2013 yılı<br />
dönemi görkemli bir final organizasyonu ile tamamlandı.<br />
SAYI 51 3
ODTÜLÜ<br />
HABER<br />
ODTÜ’den Kıpkırmızı Tasarım Başarısı!<br />
ODTÜ, Red Dot Tasarım 2013 Sıralamasında (Red Dot Design Ranking 2013) üniversitelerin yarıştığı Amerika<br />
ve Avrupa bölgeleri için ilan edilen “En Başarılı 15 Tasarım Okulu” arasında 6. sırada yer aldı. ODTÜ,<br />
elde ettiği dereceyle listede dünyanın en ünlü tasarım okullarından olan Pratt Institute (ABD), Royal College of<br />
Art (İngiltere) ve Rhode Island School of Design’ın (ABD) üzerinde yer aldı.<br />
Üniversitelerin son<br />
5 yıl içerisindeki<br />
“Kavramsal<br />
Tasarım” kategorisinde<br />
kazandıkları Red Dot<br />
ödülleri dikkate alınarak<br />
oluşturulan sıralamada,<br />
İsveç’ten bir, Fransa’dan bir,<br />
ABD’den beş, Türkiye’den<br />
bir, Almanya’dan dört,<br />
İngiltere’den iki, Brezilya’dan<br />
bir ve Polonya’dan bir eğitim<br />
kurumu yer alıyor. Red<br />
Dot Tasarım Ödülleri,<br />
1955 yılından beri merkezi<br />
Almanya Essen’de bulunan<br />
Design Zentrum Nordrhein<br />
Westfalen tarafından<br />
veriliyor. Red Dot Design<br />
Ranking, uluslararası ortamda<br />
bilinen en prestijli tasarım<br />
ödül sistemlerinden biri.<br />
ODTÜ’nün bu başarısının<br />
temellerinde geçtiğimiz<br />
yıllarda “Red Dot Award:<br />
Design Concept Best of the<br />
Best” ödülünü alan projeler<br />
var. ODTÜ Endüstri Ürünleri<br />
Tasarımı Bölümü 2009 yılı<br />
mezunu Mehrafza Mirzazad<br />
Barijough “kopan<br />
uzuvlar için acil taşıma<br />
ünitesi” konulu<br />
mezuniyet<br />
projesiyle 2010 yılında “Red<br />
Dot Award: Design Concept<br />
Best of the Best” ödülünü<br />
kazanmıştı. Bu eğitim<br />
projesi, ODTÜ’nün, 2011<br />
yılı Red Dot tasarım<br />
sıralamasında yer almasında<br />
önemli katkı sağlamıştı.<br />
Bu yıl ise, sıralamada 6. olan<br />
ODTÜ’den iki proje ödül<br />
kazandı. 2013’ün Best of<br />
the Best ödülü, RoPo isimli<br />
tasarımı ile ODTÜ Endüstri<br />
Ürünleri Tasarımı Bölümü<br />
öğrencisi Berk İlhan’ın<br />
oldu. Kendi kendine ayakta<br />
durabilen ve asla devrilmeyen<br />
bir fırça-faraş seti olan<br />
RoPo, sıradan fırça-faraş<br />
ikililerindeki yükseklik<br />
“Hayal gücünüzü serbest bırakın!”<br />
ve küçük altlık nedeniyle<br />
oluşan devrilme eğilimini<br />
ortadan kaldırıyor. Berk İlhan,<br />
bu sorunu ortadan kaldırmak<br />
için hacıyatmaz oyuncağından<br />
esinlenmiş ve alta bir su tankı<br />
yerleştirmiş.<br />
2013 ödülüne layık görülen<br />
proje ise yine ODTÜ Endüstri<br />
Ürünleri Tasarımı Bölümü<br />
öğrencisi Adem Önalan’ın Life<br />
Box’ıydı. Life Box,<br />
afetzedelerin barınak ve gıda<br />
gibi temel ihtiyaçlarını, hızlı<br />
ve etkili bir şekilde karşılamak<br />
için tasarlandı ve özellikle,<br />
afet sonrası ulaşılamayan<br />
bölgelere paraşüt ile yardım<br />
gönderme fikri üzerine<br />
kurgulandı. Ürün,<br />
“Henüz 2. sınıf tasarım stüdyosunda verilmiş bir proje<br />
olmasına rağmen bu proje dünyanın en prestijli tasarım<br />
ödüllerinden biri olan Red Dot: Best of the Best’i almamı<br />
sağladı. Ayrıca kazandığım İMMİB ödülü sayesinde aldığım<br />
burs ile New York’ta School of Visual Arts’ta bir tasarım master<br />
programına başladım. Yani bu fırça faraş tasarımı bana önemli<br />
kapıları açmış oldu. Bu başarının arkasında, bu proje sırasında<br />
tasarıma dair bakış açımı değiştirmem yer alıyor. Bu yeni<br />
bakış açısını şöyle özetleyebilirim: Tasarımcı olarak bir ürün<br />
ya da yeni adıyla bir ‘deneyim’ tasarlamaya kalkışıyorsanız<br />
büyük hamleler yapmaktan ya da risk almaktan korkmamanız<br />
gerekiyor. Hayal gücünüzü serbest bıraktığınızda ve özgürce<br />
düşünmeye başladığınızda, önceden kabul edilmiş bazı<br />
kuralları yıkıp yeni fikirler öne sürebiliyorsunuz ve daha<br />
önemlisi yaptığınız işi sevmeye başlıyorsunuz.” Berk İlhan<br />
4<br />
ODTÜ’DEN KIPKIRMIZI TASARIM BAŞARISI!
Life Box afet<br />
bölgelerine<br />
hızla yardım<br />
ulaştırabilmek<br />
amacıyla tasarlandı.<br />
yardım malzemelerini<br />
içerisinde barındıran<br />
ve açıldığında dört<br />
kişilik şişme barınağa<br />
dönüşen bir kutu ile daha<br />
sonra barınağın dış yüzeyi<br />
olarak kullanılan bir<br />
paraşütten oluşuyor.<br />
Ürünün üzerindeki grafik<br />
yönlendirmeler ve bir<br />
dakikadan kısa bir sürede<br />
kurulması, kullanımı<br />
kolaylaştırıyor. Polietilen<br />
köpükten üretilen kutu, çadır<br />
tabanı için konfor ve izolasyon<br />
sağlarken, darbe emen yapısı<br />
ise paraşüt ile havadan<br />
bırakıldığında yardım<br />
malzemelerini koruyor. Life<br />
Box’ın, “air”, “land” ve “water”<br />
olmak üzere, hava ve kara<br />
kullanımı ile suda yüzebilen<br />
üç farklı çeşidi bulunuyor.<br />
Bir Kutunun İçinde Hayat!<br />
“Eski bir afetzede olarak, mezuniyet projemde küresel bir<br />
sorun olan doğal afetler ve afetzedelerin ihtiyaçları<br />
üzerinde çalışmaya karar verdim. Kızılay, Akut ve AFAD<br />
gibi kurumlarda yaptığım araştırmalar ve afetzedelerle<br />
yaptığım röportajlar tutarlı problem tespitleri yapmamı<br />
sağladı. Danışman firmamın da yönlendirmeleriyle Life<br />
Box’ı tasarladım. Mezuniyet sonrası hem hocalarımdan<br />
hem de profesyonellerden aldığım olumlu tepkiler Red Dot<br />
tasarım yarışmasına katılmam için cesaret verdi.<br />
Kazandıktan sonra ise projemi Tokyo Tasarımcılar<br />
Haftası’nda da sergileme imkânı buldum. Tokyo’da çok iyi<br />
geri dönüşler oldu, güçlü bağlantılar kurdum.<br />
Hâlâ Life Box ile ilgilenen kişi ve kurumlardan e-mail’ler<br />
alıyorum. Umarım Life Box gerçeğe dönüşür.”<br />
Adem Önalan<br />
SAYI 51 5
ODTÜLÜ<br />
haber<br />
İstanbul Avrasya Maratonu’nda “ODTÜ için KOŞ!”<br />
ODTÜ’lüler, 35. İstanbul Avrasya Maratonu’nda dayanışma için koştu. Koşu sırasında elde<br />
edilen gelir, İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği’nce burs olanakları için değerlendirilecek.<br />
koşusunu organize ederek onlarla birlikte<br />
koştu.<br />
ODTÜ mezunları,<br />
çalışanları ve<br />
öğrencileri<br />
İstanbul Avrasya<br />
Maratonu’nda<br />
bir aradaydı.<br />
Haberin içeriğine<br />
katkıları nedeniyle<br />
Baraka dergisine<br />
teşekkür ederiz.<br />
2012 yılında Golden Marathon seviyesine çıkan<br />
İstanbul Maratonu, bu yıl ODTÜ’den kalabalık<br />
bir ekibi ağırladı. 17 Kasım 2013 Pazar günü<br />
maratona katılan ODTÜ’lüler, İstanbul ODTÜ<br />
Mezunları Derneği’nin organizasyonu ile burs<br />
olanakları yaratmak için koştu. Maratona<br />
katılanlar arasında ODTÜ mezunları, öğretim<br />
üyeleri ve öğrencilerinin yanı sıra Rektör Prof.<br />
Dr. Ahmet Acar, Mühendislik Fakültesi Dekanı<br />
Prof. Dr. Uğurhan Akyüz, Rektör Danışmanı<br />
Doç. Dr. Barış Sürücü de vardı.<br />
Kimi ODTÜ’lünün kırmızı göğüs numarası ile<br />
42 km, kiminin mavi göğüs numarası ile 15 km<br />
kiminin de yeşil göğüs numarası ile 10 km<br />
koştuğu maratonda, bir mezun da engelliler<br />
Rektör Prof. Dr. Ahmet Acar, maraton<br />
sonrası yaptığı açıklamada “Birliktelik ve<br />
dayanışma duygusu ODTÜ kültürünün önemli<br />
bir parçasıdır. ODTÜ birlikteliği İstanbul<br />
Maratonu’nda da güzel bir ilk yaratmış<br />
ve çeşitli illerden gelen mezunlarımız,<br />
çalışanlarımız ve hocalarımız birlikte<br />
koşmuşlar, sportmence yarışmışlardır. Maddi<br />
desteğe ihtiyacı olan öğrencilerimize sağlanan<br />
burs ve yardımlar ODTÜ dayanışmasının<br />
en güzel örneklerinden biridir. Bu burslar,<br />
ailelerinin güçlükle okuttuğu çok sayıda<br />
ODTÜ öğrencisinin başarısında önemli<br />
rol oynuyor. Bu kapsamda ODTÜ<br />
mezunlarının ODTÜ öğrencilerine<br />
verdiği bursların da özel bir anlamı var.<br />
Mezunlarımızın ve mezun derneklerimizin<br />
bursları, öğrencilerimize ‘mezunlar olarak<br />
yanınızdayız’ mesajını verdiği için manevi<br />
açıdan çok değerli ve yalnız burslu öğrencilere<br />
değil hepimize güç veriyor,” dedi.<br />
ODTÜ mezunlarından Nilüfer Ağırdır (Man ’79)<br />
ise “Bunu saymayız ya da haberimiz olsaydı biz<br />
de koşardık diyenler için, seneye bu çok keyifli<br />
organizasyona ODTÜ camiasının daha geniş<br />
katılımını heyecanla bekliyoruz,” dedi.<br />
Bu sene çok farklı!<br />
Engelli arkadaşlarımızın yaşadıkları zorluklara dikkat<br />
çekmek için başlattığımız bu organizasyon, geçtiğimiz koşuda<br />
beşinci yılına girdi. Üst seviye koşucu arkadaşlarımız engelli<br />
arkadaşlarımızın ekibinde olmaktan duydukları mutluluğu ve<br />
gururu birçok kez dile getirdiler. Bu sene ODTÜ için, çok kısa<br />
bir zaman içinde benzer bir oluşum için bir araya geldik. Bize<br />
ayrı bir gurur yaşatan konuğumuz ise rektörümüz Sayın Ahmet<br />
Acar’dı. Ahmet Hocamız sinerjimizin en üst noktaya ulaşmasını<br />
sağladı. Selçuk Koçum, METE ’92<br />
5 saat 15 dakika okulum için koştum!<br />
Hayatımda hep yapmaya çalıştığım gibi<br />
bu maratonda da “İyilik peşinde koş”maya<br />
çalıştım. 42 km’nin sonunda kendi hayatıma<br />
yeni bir yön kazandırırken, ihtiyacı olan<br />
insanların da hayatlarına dokunabilmek<br />
istedim ve Avrasya Maratonu’nda 5 saat 15<br />
dakika süresince mezun olduğum okulum için<br />
koştum. Sinem Kural, FDE ’08<br />
6<br />
HABER
ODTÜ Geliştirme Vakfı<br />
30. Yaşında<br />
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin<br />
eğitim-öğretim, bilimsel ve teknolojik<br />
araştırma-geliştirme ve topluma hizmet<br />
etkinliklerine ve kurumun ulusal<br />
ve uluslararası tanınırlığına, maddi kaynak<br />
yaratarak katkıda bulunmak amacıyla<br />
1983 yılında kurulan ODTÜ Geliştirme Vakfı<br />
30. yaşını kutladı.<br />
ODTÜ ailesinin, dostları ve sevenlerinden<br />
aldığı maddi ve manevi destekle amaçları<br />
doğrultusunda sürekli büyüyen Vakıf, kamusal<br />
nitelikteki faaliyetleri ile bilimsel, kültürel,<br />
sosyal ve sportif alanlarda destekleyici<br />
çalışmalar ve işbirlikleri de geliştiriyor.<br />
Üniversitenin bilimsel, teknolojik ve<br />
kültürel gelişimine destek olmayı birincil<br />
hedeflerden biri olarak belirleyen Vakıf,<br />
senedinde öngörülen kuruluş hedeflerini<br />
gerçekleştirmek için öncelikle bağlı şirketler<br />
kurarak maddi kaynak yaratmak adına 1983<br />
yılında EBİ (Elektronik Bilgisayar İnşaat<br />
Turizm Yatırım Ticaret ve Sanayi) A.Ş. ve<br />
GÜDAŞ (Gıda Üretim ve Dağıtım Ticaret)<br />
A.Ş.’yi kurdu. Daha sonraki yıllarda Eğitim<br />
Hizmetleri A.Ş., ODTÜ Teknokent Yönetim<br />
A.Ş. Yayıncılık ve İletişim A.Ş. ve son olarak<br />
OTEST (Otomotiv Test ve Taşıt Araştırma<br />
Geliştirme Danışmanlık San. ve Tic.) A.Ş.<br />
kuruldu. Vakıf, bugün faal olan beş şirketle<br />
birlikte bir bütünlük ve dayanışma içinde,<br />
yeni ve değişen gereksinimleri karşılayacak<br />
yaklaşımla büyümeye devam ediyor.<br />
Yıllardır gerek kendi olanakları, gerekse<br />
kurum, kuruluş ve kişiler ile birlikte yaratılan<br />
maddi olanaklar sayesinde, binlerce ODTÜ<br />
öğrencisine karşılıksız burs veren ODTÜ<br />
Geliştirme Vakfı’nın son beş yıl için verdiği<br />
toplam burs tutarı, yaklaşık 5.500.000 TL oldu.<br />
30. Yıla Özel Proje<br />
ODTÜ, üzerinde kurulduğu 40.000 dekarlık kıraç<br />
arazinin ağaçlandırılması amacıyla, 1958’den<br />
beri gerçekleştirdiği ağaçlandırma projeleri<br />
sayesinde Ankara’ya bir orman kazandırmıştı.<br />
Bu geleneği sürdüren ODTÜ Geliştirme Vakfı,<br />
30. yıl etkinlikleri kapsamında ODTÜ 1 ve ODTÜ<br />
3 ormanları içerisinde yer alan bozuk orman<br />
alanları ve ağaçsız bölgelerin ağaçlandırılması<br />
ve rehabilitasyonu amacıyla Bir Ağaç Sizden Bir<br />
Orman Bizden Kampanyası’nı başlatıyor. Proje,<br />
orman varlığını artırmak, şehrin etrafında yeşil<br />
kuşaklar oluşturmak, gelecek nesillere yeşil ve<br />
yaşanabilir bir ülke bırakmak yolunda önemli bir<br />
kilometre taşı olmayı amaçlıyor. Proje kapsamında;<br />
• 256 hektar (2560 dekar) bozuk orman alanının<br />
rehabilite edilerek verimli hale getirilmesi,<br />
• 100 hektar (1000 dekar) ormansız alanın<br />
ağaçlandırılarak orman varlığının artırılması,<br />
• Orman ekolojisinin gelişimi ve korunmasına<br />
katkıda bulunulması,<br />
• Erozyonun önlenmesi,<br />
• Hava kirliliğini önlemeye katkıda bulunulması,<br />
• Gürültü kirliliğini önlemeye katkıda<br />
bulunulması,<br />
• Göl çevresinin estetik görünümüne katkıda<br />
bulunulması,<br />
• Estetik amaçlı yol korumasının sağlanması,<br />
• Doğa yürüyüş alanlarının artırılarak,<br />
iyileştirilmesi hedefleniyor.<br />
Soldan sağa:<br />
Prof. Dr. Ramazan Aydın,<br />
Prof. Dr. Ural Akbulut,<br />
Prof. Dr. Ahmet Acar,<br />
Prof. Dr. Ömer Saatcioğlu<br />
Nasıl destek verebilirsiniz?<br />
• 6056’ya kısa mesaj<br />
(Bir ağaç için bir SMS=10 TL)<br />
• Havale/EFT yoluyla<br />
• Kredi kartıyla online<br />
• Ayrıntılı bilgi için:<br />
biragacsizdenbirormanbizden.org.tr<br />
SAYI 51 7
ODTÜLÜ<br />
TEKNOKENT<br />
Tekno Girişimcilerin Dünyası<br />
X Yazı<br />
UFUK BATUM<br />
ODTÜ Teknokent<br />
Genel Müdür Yardımcısı<br />
Dünyada söz sahibi bir güç olmak isteyen Türkiye’de girişimcilik<br />
ekosistemi hızla gelişmeye başladı. Belki bazı işlerin henüz arzu edilen<br />
derinlikte ve kalitede olduğunu söyleyemeyiz; ancak hem kamunun<br />
hem de özel sektörün önemli katkıları ve çabalarının olduğu biliniyor.<br />
Yatırımcılar iş<br />
fikirlerini hayata<br />
geçirmek<br />
ve var olan işleri<br />
geliştirmek,<br />
büyütmek için<br />
genç beyinlere,<br />
yenilikçi<br />
girişimcilere<br />
ihtiyaç duyar.<br />
Yapılmaya çalışılanların önemli bir<br />
kısmının “özendirici ve yönlendirici<br />
politikalar” olduğunu memnuniyetle<br />
tecrübe ediyoruz. Üniversiteler girişimcilik<br />
ve yenilikçilikleriyle değerlendiriliyor. Endeksler<br />
açıklanıyor, kurumlar arasında hoş bir rekabet<br />
gelişiyor. Herkes daha iyisini yapma peşinde<br />
olduğundan, birbirinden öğrenme ve birbiriyle<br />
işbirliği yapma yolu da açılıyor. İşte burası bence<br />
çok önemli, çünkü Türkiye’de 10 yıldır yaşanan<br />
GSMH artışını sürdürülebilir kılmanın ve “orta<br />
gelir tuzağı”ndan kurtulmanın yolu, gelişen<br />
teknolojiler ve tecrübeler ile üretilen değeri<br />
paylaşmakta yatıyor.<br />
Girişimcilik ekosistemi genişledikçe, bu alanda<br />
faaliyet gösteren kurum ve bireylerin sayısı<br />
arttıkça, Türkiye öğreniyor, gelişiyor, çeşitleniyor.<br />
Bu ekosistemin içinde uzunca bir süredir faaliyet<br />
gösteren bir üniversite ve teknopark olarak yeni<br />
kurulan şirketleri (start-up) ve akademisyen<br />
şirketlerini (spin-off) destekliyoruz. Bu alanda<br />
çeşitli eğitimler, seminerler ve destekler<br />
veriyoruz. Yüzlerce şirketle etkileşim halindeyiz.<br />
Durum böyle olunca bu yeni alanın fotoğrafını<br />
çekmek, belli bir düzeyde durum analizi yapmak<br />
olanaklı hale geliyor. Tabii tek bir köşe yazısında<br />
bütün detayları aktarabilmek pek de mümkün<br />
değil. Ancak yine de özellikle genç girişimcilerde<br />
temelde gördüğümüz ortak (ve sıklıkla yapılan)<br />
hataları sıralamak sanırım yerinde olacaktır.<br />
“İş fikri her şeydir!”<br />
Temel yanlışların başında bu yargı geliyor. Genç<br />
girişimciler iş fikirlerini fazlaca kutsuyor, sonra da<br />
adeta onun esiri oluyor. Durum böyle olunca da<br />
işin gerektirdiği “pivot”lamayı yapamıyorlar.<br />
Dış dünya ve daha da önemlisi piyasalar<br />
(müşteriler, kullanıcılar, dağıtıcılar, rakipler vb.) o<br />
iş fikrini kabul etmeyebiliyor; girişimcinin bu iş<br />
fikrini belli doğrultuda değiştirmesini,<br />
yenilemesini bekliyor. Ama yok, bizim girişimciler<br />
bu konuda tam bir Ortodoks! İlla yola ilk çıktığı iş<br />
fikrini piyasaya dayatacak! Tabii bir de iş fikrini<br />
kimseyle paylaşamama psikolojisi var. Sanki<br />
birileri alıp kaçacak! Çoğu zaman tecrübe ettiğimiz<br />
8<br />
TEKNO GIRIŞIMCILERIN DÜNYASI
şey, doğal olarak iş fikrinin beslenememesi,<br />
gelişememesi, başarılı olamaması! Sonuçta<br />
piyasada birbirini tekrar eden, “ben de” diyen<br />
taklitçiler çoğalıyor; rekabet değer üzerinden<br />
değil, çıplak fiyat üzerinden yapılıyor.<br />
“İş fikrim var, hemen şirket kurayım!”<br />
Girişimcilerimiz ön araştırma, analiz<br />
ve planlama yapmayı pek sevmiyor. Ayrıca<br />
iş fikrini sahada, piyasada küçük çaplı<br />
denemeden, test etmeden, pazar araştırması<br />
yapmadan, en basit bir anketle mevcut veya<br />
potansiyel müşterilere soru sormadan hemen<br />
şirketleşmek ve zenginleşmek istiyorlar. Oysaki<br />
biraz emek verip iş modeli geliştirmeleri, iş planı<br />
yazmaları gerekiyor. Müşteri beklentilerini<br />
çok iyi anlamaları ve gerçek bir ihtiyacı karşılıyor<br />
olmaları gerekiyor. Piyasayı test ettikten,<br />
prototipleri piyasanın kabul edeceği son ürün<br />
haline dönüştürebildikten sonra şirket kurmak,<br />
çoğu zaman daha akıllıca duruyor.<br />
“Önemli olan üründür, teknolojidir; zaten iyi<br />
ürün/hizmet pazarlama gerektirmeden kendi<br />
kendine satar!”<br />
Mazide kalan söylemlerden, yanlış kanaatlerden<br />
biri de ne yazık ki bu. Özellikle mühendislik veya<br />
teknik kökenli girişimcilerde işin AR-GE sürecine<br />
fazla dalıp kolay kolay çıkamama, kendilerini iyi<br />
hissettikleri laboratuvarlarda 3-5 yıl debelenme,<br />
sadece kamu destekleriyle ayakta durmayı<br />
hedefleme ve sonuçta yeni bir ürün çıkartamama<br />
gibi durumlarla sıklıkla karşılaşıyoruz. Hiçbir<br />
kamusal destek olmaması ne kadar yanlışsa,<br />
mevcut desteklerin özensiz kullanılması, adeta<br />
genç girişimcileri afyonlaması, uyuşturması da<br />
bir o kadar yanlış olabiliyor. Ayrıca bu durum<br />
ekonomiye verimsizlik olarak da geri dönebiliyor.<br />
Teknik kökenli girişimciler çoğu zaman<br />
“mükemmel ürünü” arıyor. Bu da gereğinden<br />
uzun bir süre ve finansman gerektiriyor. Kaldı ki<br />
müşteriler belki de o mükemmel ürünün peşinde<br />
değil de, daha sade ve kolay, ücreti de daha<br />
mütevazı bir ürün arıyor olabilir. Bir de<br />
unutmayalım ki “az üreticili çok müşterili” çağ<br />
çoktan kapandı ve rekabette fark atmanın en<br />
önemli yolu “müşteri sadakati” yaratmak oldu.<br />
Girişimcilik gerçekten de<br />
çok disiplinli, farklı<br />
dinamiklerin yer aldığı zor<br />
ama zevkli bir iştir.<br />
Bu nedenle girişimci müşteriyi bulmalı, geliştirmeli<br />
ve onun ihtiyaçlarını çok iyi anlayarak karşılamaya<br />
çalışmalı.<br />
“Takım kurmaya gerek yok, ben her şeyi tek<br />
başıma yaparım!”<br />
Yapamazsın arkadaş; gücün yetmez, paran yetmez,<br />
bilgin yetmez, tecrüben yetmez! Girişimcilik<br />
gerçekten de çok disiplinli, farklı dinamiklerin yer<br />
aldığı zor ama zevkli bir iştir. İyi kurulmuş ve etkin<br />
çalışan bir takımın başarılı olma şansı çok daha<br />
yüksektir.<br />
“Ne yatırımcılara ne de mentorlara güven<br />
olmaz, arkanı döndüğün an iş fikrini çalarlar,<br />
altını oyarlar!”<br />
Genç girişimlerin ve teknoloji tabanlı<br />
start-up’ların büyüme safhalarında pazarlama<br />
bütçesi (sadece pazarlama değil, diğer alanlarda da<br />
olabilir) önemli bir ihtiyaçtır. Bazen bunun için<br />
melek yatırımcı, risk sermayesi gibi<br />
mekanizmalara ihtiyaç olabilir. Şüphesiz ki<br />
işimizin belli alanlarını, püf noktalarını koruma<br />
ihtiyacı varsa tescillerle, patentlerle, faydalı<br />
modellerle korumalıyız. Hatta gerekiyorsa<br />
yatırımcılarla gizlilik anlaşmaları bile<br />
imzalanabilir. Ondan sonra da artık güven<br />
duymaktan başka yapacak bir şey kalmıyor.<br />
Yatırımcılar iş fikirlerini hayata geçirmek<br />
ve var olan işleri geliştirmek, büyütmek için genç<br />
beyinlere, yenilikçi girişimcilere ihtiyaç duyar.<br />
Üniversiteler arasında yapılan Girişimcilik<br />
ve Yenilikçilik Endeksi’nde de Teknoparklar<br />
Endeksi’nde de birinci çıkan ODTÜ’nün<br />
bir mensubu olarak, ülkemizde nitelikli girişimcilik<br />
için büyük bir potansiyel olduğuna inanıyorum.<br />
Yeter ki tecrübeden ve bilgiden yararlanalım,<br />
sıklıkla yapılan hataları tekrarlamayalım.<br />
Türkiye’de<br />
10 yıldır yaşanan<br />
GSMH artışını<br />
sürdürülebilir<br />
kılmanın yolu,<br />
gelişen teknoloji<br />
tecrübeleri ile<br />
üretilen değeri<br />
paylaşmakta<br />
yatıyor.<br />
SAYI 51 9
ODTÜLÜ<br />
haber<br />
Eymir’de Şenlik Var!<br />
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’nin Ankara’ya ODTÜ Ormanı’nı kazandırdığı<br />
Geleneksel Eymir Gölü Şenliği ve Ağaç Dikme Bayramı, 3 Kasım 2013 Pazar günü,<br />
Eymir Gölü’nde yapıldı.<br />
Geleneksel şenlik kapsamında, 25 Ekim<br />
2013 Cuma günü ODTÜ yerleşkesinde<br />
yapılan ağaç dikme etkinliği ile Ekim<br />
ayında 10 binden fazla fidan, ODTÜ arazisine<br />
dikilmiş oldu. Öte yandan, “Bir Ağaç Sizden,<br />
Bir Orman Bizden” kampanyasıyla 300 bin<br />
ağacın ODTÜ ormanına kazandırılması<br />
hedefleniyor.<br />
Kayıkhane bölgesinde düzenlenen şenlikte,<br />
Eymir Gölü, Gölbaşı giriş kapısında yapılan<br />
ağaç dikiminin ardından değişik gösteriler<br />
yapıldı. ODTÜ öğrenci topluluklarından<br />
Capoeira Topluluğu, Eşli Danslar Topluluğu,<br />
Jonglörler Topluluğu ve Türk Halk Bilimleri<br />
Topluluğu’nun gösterilerinden sonra, her yıl<br />
Cumhuriyet Haftası etkinlikleri kapsamında<br />
gerçekleştirilen Cumhuriyet Koşusu ile kürek<br />
yarışı yapıldı.<br />
Rektör Prof. Dr. Ahmet Acar, ağaç dikimi<br />
öncesinde yaptığı konuşmada; ODTÜ’de ağaç<br />
dikme geleneğinin 52 yıl önce, 1961 yılında<br />
başladığını; ağaç ve doğa sevgisinin ODTÜ<br />
kimliğinin bir parçası olarak bugün de aynı<br />
güçle devam ettiğini belirterek, Türkiye’nin<br />
farklı bölgelerinden gelen ODTÜ’lülere<br />
ve Ankaralı doğaseverlere teşekkür etti.<br />
Şenlik<br />
kapsamında Ekim<br />
ayında 10.000’den<br />
fazla fidan dikildi.<br />
Bugün ODTÜ’nün yarattığı ve koruduğu<br />
tescilli ODTÜ ormanının, Ankaralılar’a temiz<br />
hava, iyileşmiş bir mikroklima ve çok zengin<br />
bir doğa ve ekosistem sunduğunu kaydeden<br />
Rektör Acar, sözlerini şöyle sürdürdü:<br />
“ODTÜ, devraldığı araziyi ve gölü hiçbir şekilde<br />
bir rant aracı, gelir kapısı olarak görmemiştir.<br />
ODTÜ, çorak Ankara bozkırını ormana<br />
10<br />
EYMİR’DE ŞENLİK VAR!
dönüştürerek Eymir Gölü ve çevresini en bakir<br />
haliyle korurken, topluma ve doğaya karşı<br />
duyduğu sorumlulukla hareket etmiştir.”<br />
Eymir Gölü’nün, ODTÜ doğasının,<br />
ekosisteminin ayrılmaz bir parçası olduğunu<br />
vurgulayan Rektör, ODTÜ’nün Eymir Gölü’nün<br />
çarpık yapılaşmaya ve çevre kirliliğine karşı<br />
titizlikle koruduğunu belirterek, bugün<br />
binlerce Ankaralı’nın Eymir’in doğal,<br />
betonlaşmamış, bakir halini tercih ettiğini<br />
vurguladı.<br />
Bazı basın organlarında yer alan, Eymir<br />
Gölü’nün halka kapalı olduğu, ODTÜ’nün<br />
Eymir’den rant elde ettiği ve restoran işlettiği<br />
iddialarının doğru olmadığını açıklayan<br />
Prof. Dr. Acar, Eymir Gölü’nün halka açık<br />
olduğunu, yaya ve bisikletli olarak her zaman<br />
girilebildiğini, Nisan-Kasım aylarının hafta<br />
sonu ve bayram günlerinde, araç trafiğinin<br />
kısıtlandığı saatlerde Rektör olarak kendisi<br />
dahil hiçbir ODTÜ’lünün özel aracı ile göle<br />
girmediğini kaydetti. ODTÜ’nün Eymir<br />
Gölü’nde işlettiği hiçbir restoran olmadığını,<br />
göle gelen Ankaralılar’a hizmet veren<br />
restoranların sayısında, son 15 yıldır<br />
bir artış olmadığını ve yasal olarak alınan<br />
kiranın son derece cüzi olduğunu açıklayan<br />
Rektör; “ODTÜ, Eymir Gölü’nü korumaya,<br />
doğal çevresini ve ortam kalitesini artırmaya<br />
devam edecektir. Bu konuda kesinlikle<br />
kararlıyız,” dedi.<br />
Şenlik<br />
kapsamında<br />
Cumhuriyet<br />
Koşusu ve kürek<br />
yarışları da yapıldı.<br />
SAYI 51 11
ODTÜLÜ<br />
REKTÖRDEN<br />
X Yazı<br />
PROF. DR.<br />
AHMET ACAR<br />
Rektör<br />
Yol inşaatı<br />
nedeniyle<br />
kaybettiğimiz 3.017<br />
ağaç yerine, Ekim<br />
ayından bu yana<br />
kampusun değişik<br />
bölgelerinde<br />
düzenlediğimiz<br />
etkinliklerde<br />
48.000 kadar<br />
yeni fidan diktik. Bu<br />
kapsamda,<br />
3 Kasım Pazar günü<br />
düzenlediğimiz<br />
“Eymir Gölü<br />
Şenliği ve Ağaç<br />
Bayramı”na katılan<br />
10.000’den fazla<br />
ODTÜ’lü<br />
ve doğasever ile<br />
birlikte gerçek bir<br />
şenlik yaşadık.<br />
ODTÜ Ormanı, Eymir<br />
Gölü ve “ODTÜ Yolu”<br />
Değerli ODTÜ’lüler,<br />
ODTÜLÜ Dergisi’nin bu sayısında, “ODTÜ<br />
Ormanı” ve “ODTÜ Eymir Gölü” konularındaki<br />
duyarlılıklarımıza ve 2013 yılının Sonbahar<br />
aylarında Üniversitemizin ve ülkemizin<br />
gündeminde önemli yer tutan “Yol” tartışmasına<br />
değinmek istiyorum. “ODTÜ Ormanı”, herhangi<br />
bir yeşil alan değildir; boş bir bozkır yıllarca<br />
emek verilerek yeşertilmiştir. Bugün “Ankara’nın<br />
akciğeri” olarak tanımlanan ODTÜ Ormanı, bize<br />
geçmiş kuşaklardan emanettir ve onu geliştirerek<br />
geleceğe taşımak görevimizdir.<br />
Yaklaşık otuz yıl önce Anadolu Bulvarı’nın<br />
devamı niteliğindeki yolun ODTÜ arazisinin<br />
sınır bölgesinden geçmesi gündeme geldiğinde,<br />
Üniversitemiz aynı toplumsal sorumluluk<br />
duygusuyla, yine Ankaralılar’ın ihtiyaçlarını<br />
düşünerek bu güzergaha onay vermiştir. Son<br />
yirmi yıl içinde kabul edilen ve en son olarak 2013<br />
yılında hazırlanan imar planlarının tümünde,<br />
ODTÜ söz konusu yol projesine iyi niyet<br />
ve sorumlulukla yaklaşmış, her aşamada kamu<br />
yararını gözeterek bu güzergaha onay vermeyi<br />
sürdürmüştür. Ancak, yol yapımının ertelendiği<br />
yirmi yıl içinde güzergahın ODTÜ arazisi<br />
dışındaki bölümünde mahalleler kurulmuş,<br />
yoğun yapılaşma olmuştur. Geçtiğimiz yılın bahar<br />
aylarında Çiğdem ve 100. Yıl mahallelerinde<br />
başlayan yol inşaatına karşı tepkiler ortaya<br />
çıktığında, sorunun güç kullanarak değil, taraflar<br />
arasında hukuka bağlı kalınarak, diyalogla<br />
ve proje değişiklikleriyle çözülmesini savunduk.<br />
Konunun kamuoyunda anlaşılması ve sorunun<br />
bir demokratik topluma yakışacak şekilde katılım<br />
ve uzlaşma ile çözülmesi için elimizden gelen<br />
gayreti gösterdik. Ancak, protestoların yer yer<br />
şiddete dönüşmesi ve protestoculara karşı aşırı<br />
güç kullanılması önlenemedi. Belediye ekiplerinin<br />
yasal süreci beklemeksizin, Bayram tatilinin son<br />
günü olan 18 Ekim günü, bir gece baskınıyla ODTÜ<br />
arazisine girmesi, ülkemizde yasaların, demokrasi<br />
ve meşruiyet anlayışının ne kadar tartışmalı<br />
olduğunu gösterdi. Son yirmi yıldır ODTÜ imar<br />
planlarında yer alan bir yolun açılması için; gerekli<br />
yasal süreç beklenmeden bir baskınla yerleşkeye<br />
girilmesi ve bazıları nakledilecek 3.000’den fazla<br />
ağacın belediye ekipleri tarafından bir gecede yok<br />
edilmesi, başta ODTÜ’lüler ve doğaseverler olmak<br />
üzere çok geniş toplum kesimlerinin tepkisine<br />
neden oldu. Bu kabul edilemez hukuksuz müdahale<br />
hakkında Üniversitemiz tarafından başlatılan idari<br />
ve adli işlemler sürmektedir. ODTÜ, tüm yasal,<br />
meşru zeminlerde haklarını savunacak<br />
ve konunun takipçisi olacaktır.<br />
Sevgili ODTÜ’lüler,<br />
Bu son olayla birlikte, ODTÜ Ormanı’nı, Eymir<br />
Gölü’nü ve doğayı korumamızın önemi ve gereği<br />
daha da hissedilir hale geldi. ODTÜ’lüler<br />
ve doğaseverler bu süreçte hep yanımızda oldu.<br />
ODTÜ Ormanı’na destek vermek isteyen<br />
ve özellikle ağaçlandırma şenliklerimize katılma<br />
olanağı bulamayan ODTÜ’lülerin sevinecekleri<br />
güzel bir haberim var. ODTÜ Geliştirme Vakfı<br />
işbirliği ile 300.000 fidan dikme hedefiyle<br />
bir ağaçlandırma kampanyası başlatıyoruz.<br />
Tüm ODTÜ’lüler, internet üzerinden, SMS<br />
ve banka havalesi ile verdikleri desteklerle<br />
yurt içinden ve yurt dışından “Bir Ağaç Sizden,<br />
Bir Orman Bizden” kampanyasına katılabilecekler.<br />
Vereceğiniz desteklerle sağlanan fidanların<br />
dikildiği etkinliklerde davetlimiz olacaksınız;<br />
fidanları katılabilenlerle birlikte dikeceğiz.<br />
ODTÜ öğrencileri, mensupları, mezunları ve tüm<br />
doğaseverlerle birlikte ODTÜ Ormanı’na, Eymir<br />
Gölü’ne ve doğaya sahip çıkmaya devam edeceğiz.<br />
En iyi dilek, sevgi ve saygılarımla.<br />
12<br />
ODTÜ ORMANI, EYMIR GÖLÜ VE “ODTÜ YOLU”
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Yazı<br />
TANIL BORA<br />
Spor<br />
Nasıl<br />
Spor<br />
Oldu?
Sporun, Latince disportare’den yani kafayı<br />
dağıtmak, dağılmak’tan yani boş zaman<br />
işinden, sanayileşme-kapitalistleşme<br />
ve milliyetçilik-militarizm ikilisinin kol kola<br />
girerek bu eylemin neredeyse aslı esası<br />
haline gelen skor ve rekor rakamlarına<br />
ulaşma serüveni...
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
erkekler yıllarca<br />
birkaç meraklının oluşturduğu<br />
“İngiltere’de<br />
küçük çemberin ortasında çıplak<br />
yumruklarıyla birbirlerinin kemiklerini<br />
kırdılar ama hiçbir zaman spor denmedi buna;<br />
ta ki boks eldiveni icat edilip de bu seyirlik<br />
oyunu on beş raunda kadar uzatmaya ve böylece<br />
piyasaya uygun bir düzenlemeye kavuşturmaya<br />
imkân verene kadar. İnsanlar yüz yıllarca sürat<br />
ve mukavemet koşucusu, atlayıcı ve binici<br />
olarak kendilerini gösterdiler ama hep ‘cambaz,<br />
soytarı’ olarak kaldılar, çünkü seyircileri sportif<br />
bir şekilde ‘örgütlenmiş’ değildi.”<br />
Niteliksiz Adam’da 20. yüzyıl edebiyatının<br />
klasiklerinden olan Avusturyalı romancı Robert<br />
Musil, 1931’de yazmış bu cümleleri. Modern<br />
çağda sporun doğuşunun ne kadar özlü bir<br />
anlatımı, değil mi! Evet, insanlar doğrulup<br />
iki ayakları üzerinde durmazdan,<br />
yani homo erectus olmazdan<br />
önce bile atlıyor, zıplıyor, belki<br />
bir şeyler de<br />
fırlatıyorlardı.<br />
Bedensel<br />
hareketlerinde<br />
ustalaştıkça,<br />
evet, bunları<br />
teşhir etmeye,<br />
becerilerini birbirleriyle<br />
yarıştırmaya da yöneldiler;<br />
ama “arkadaş arasında”<br />
ya da bir dar muhit içinde<br />
yapılıyordu bu. Dar muhit<br />
derken, soyluların seçkin<br />
çevresinde de olabilir, Musil’in<br />
bahsettiği gibi işçi sınıfından<br />
erkekler arasında da…<br />
Modern zamanlar öncesinde,<br />
spora benzer etkinliklerin<br />
ayrı bir faaliyet olarak<br />
örgütlenmesinin örneklerini<br />
de biliyoruz. İlk akla gelen,<br />
Eski Yunan’daki antik<br />
olimpiyatlardır. Bu, ruh-beden<br />
bütünlüğünü ve bunun “güzelliğini”<br />
teşhir eden bir kamusal etkinlikti. Yarışmacıları<br />
tasvir eden ve öven edebiyat da bu etkinliğin<br />
bir parçasıydı; hatta bazı araştırmacılar, şiirin<br />
doğuşunu, kahramanların yanı sıra sporculara<br />
duyulan hayranlığı işleyen övgü geleneğine<br />
dayandırırlar. Antik olimpiyatlar, spor<br />
felsefesinin temel sorularının da kaynağıdır:<br />
Arete mi, Agon mu? Yani, yetkinleşme<br />
çabası mı, yarışma mı? İnsanın kendini<br />
geliştirme, yüceltme azmi mi, rakibi alt etmek<br />
mi? Platon’un biçimlendirici, nizam verici,<br />
disipline edici oyun anlayışı ile Aristoteles’in<br />
bir eylemin anlatısına dahil olarak deneyimi<br />
genişletmeye dayalı oyun anlayışı da rekabet<br />
ederler, antik olimpiyat sahnesinde.<br />
Modern öncesi spor örgütlenmelerinin bir<br />
başka tarihsel örneği, Roma’nın gladyatör<br />
dövüşleri ve Bizans’ın araba yarışlarıdır. Her<br />
ikisi de kitlesel seyirliklerdir; iktidarların<br />
ahaliyi coşturup “eğleme” kabiliyetlerini<br />
geliştirmesine yaramışlardır.<br />
Bir başka örnek, ortaçağda Avrupa’nın birçok<br />
ülkesinde oynanan halk futboludur. İki köy<br />
veya iki mahalle ahalisinin cümbür cemaat<br />
bir topu ötekinin kalesinden içeri sokmaya<br />
çalıştığı, tekme yumruk saymadan saatlerce<br />
sürdürülen bu oyun, bir nevi karnavaldır. Halka<br />
ayda yılda bir serbestçe “azma” fırsatı sağlar.<br />
Modern sporun ruhuna bu gelenekten de bir<br />
soluk üflenmiştir.<br />
Spor kelimesi, Latince disportare’den geliyor:<br />
Kafayı dağıtmak, dağılmak demek. Yani<br />
boş zaman işidir. Nitekim modern sporun<br />
tohumları, 17. yüzyılda İngiltere’de okullar<br />
çevresinde atıldı. Boş vakitlerinde beden<br />
hareketleriyle uğraşan öğrenciler<br />
ve öğretmenleri, ilk spor kulüplerini kurdular.<br />
Bu spor kulüpleri, 18. yüzyılda sadece beden<br />
eğitimi ve jimnastikle meşguldüler. Yarışma,<br />
rekabet içermeyen, ölçüm yapılmayan, derece<br />
verilmeyen, soylu ve burjuva muhitlere mahsus<br />
bir faaliyetti. Kıta Avrupası’nda ise spor<br />
deyince, 19. yüzyılın ortalarına kadar, at yarışı,<br />
avcılık ve kürek çekmek anlaşılıyordu.<br />
16<br />
SPOR NASIL SPOR OLDU?
Spor bir<br />
seyirlik olarak<br />
örgütlendikçe,<br />
eğlence ve kültür<br />
endüstrisinin<br />
gitgide büyüyen<br />
bir sektörü haline<br />
geldi.<br />
Sporun örgütlenmesini, ayrı bir toplumsal<br />
faaliyet alanı olarak ayrışmasını<br />
ve yaygınlaşmasını sağlayan, sanayileşmekapitalistleşme<br />
ve milliyetçilik-militarizm<br />
ikilileri oldu. Sportif faaliyetler, nüfusu<br />
sanayileşmeye uygun bir şekilde disipline<br />
etmeye yarıyordu. Hem bedenleri verimli<br />
ve güçlü kılmaya, hem hareket<br />
koordinasyonunu geliştirmeye katkısı vardı.<br />
Takım sporları, sanayi emeğinin gerektirdiği<br />
işbölümlü çalışmanın bir mecazı gibiydi. Spor<br />
faaliyetleri, kapitalizmin standartlaştırıcı<br />
ve nicelleştirerek rasyonelleştirici mantığının<br />
sirayet etmesine de çok uygundu; böylece skor<br />
ve rekor rakamları, giderek sporun neredeyse<br />
aslı esası haline geldiler. Bugün birçok<br />
“sporsever”, performansın estetik tecrübesine<br />
falan değil neticesine, skoruna meraklıdır.<br />
Spor aynı zamanda bir seyirlik olarak<br />
örgütlendikçe, eğlence ve kültür endüstrisinin<br />
gitgide büyüyen bir sektörü haline geldi.<br />
20. yüzyıl boyunca boş zaman arttıkça ve kitle<br />
iletişim araçları geliştikçe, sporun kapladığı<br />
alan da genişledi. Birçok beden hareketi<br />
ve oyun sporlaştırıldı. 1891’de basketbol,<br />
1892’de hentbol, 1895’te voleybol icat edildi.<br />
Spor yönetimleri, bugüne kadar, her branşın<br />
yarışmacı ve seyirlik yanını geliştirmek<br />
için tetiktedirler. Mesela geçen sene, antik<br />
olimpiyatların bileşenlerinden biri olan<br />
güreşin, artık “sıkıcı” göründüğü için olimpiyat<br />
programından çıkarılması gündeme geldi,<br />
tartışıldı. Son yıllarda medya bu bakımdan<br />
gittikçe daha fazla söz sahibi oluyor, kurallara<br />
ve organizasyonlara müdahale ediyor.<br />
Spor, cezbettiği seyirci kitlesiyle, medyada<br />
kapladığı yerle, reklam yatırımlarıyla, bahis<br />
oyunlarıyla, kılık kıyafetleriyle iştahlı bir<br />
endüstriye dönüştükçe, sporcular da giderek<br />
daha fazla profesyonelleştiler. Sporculuk,<br />
SAYI 51 17
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Mahalle arasında<br />
oynanan futbol<br />
ile bir eğlence<br />
endüstrisi olan<br />
profesyonel futbol<br />
aynı sayılabilr mi?<br />
bir meslek seçeneğine, özellikle yoksullar için<br />
(tabii büyük kitle içinde birkaç olağanüstü<br />
yetenekli ve aynı zamanda talihliye nasip<br />
olan) bir sınıf atlama fırsatına dönüştü.<br />
Profesyonelliğin artması, rekabet<br />
ve performans baskısını tetikledi; psişik baskı,<br />
aşırı yükleme ve doping, “elit” sporcuların<br />
sağlığını tehdit edecek noktaya geldi.<br />
Gladyatörleri hatırlatan bir durum!<br />
Spor müsabakalarını izlemek için hayranlık<br />
ve heyecanla seferber olan seyirci kitlelerinin,<br />
piyasayla ve iktidarlarla beraber, milliyetçiliğin<br />
de ilgisini çekmesi kaçınılmazdı. Milliyetçi<br />
ideoloji, 19. yüzyıl sonlarından 20. yüzyıl<br />
ortalarına kadar, sporu, “topyekûn savaş”<br />
konseptine uygun bir milli bünye yaratmanın<br />
aleti olarak gördü. Askerlikle beden eğitimi,<br />
iç içeydiler. 20. yüzyılın ikinci yarısında<br />
milliyetçilik açısından sporun daha çok seyirlik<br />
yanı işlevsel hale geldi. Spor yarışmaları,<br />
halkı millî ruhla seferber etmenin, millî<br />
böbürlenme ve rekabetlerin hem teşhir sahası<br />
hem jeneratörü oldu. (Ülkelere göre madalya<br />
sıralamasının, Nazi Almanyası’nın düzenlediği<br />
1936 Berlin Olimpiyatları’nda başladığını<br />
bilir miydiniz?) Burada da Bizans’ta araba<br />
yarışlarında “Maviler” ve “Yeşiller” takımlarının<br />
birbirlerine ölümüne husumet besleyen<br />
taraftarları geliyor akla. Sporun, özellikle<br />
futbolun, sadece ulusal kimlikler arasında<br />
Ortaçağ Avrupası’nda<br />
halk futbolu, iki<br />
köy veya mahalle<br />
ahalisinin cümbür<br />
cemaat, bir topu<br />
ötekinin kalesine<br />
sokmaya çalıştığı<br />
bir nevi karnavaldır.<br />
değil, kulüplerin taraftarları arasında da sert<br />
husumetlerin jeneratörü olabildiğini biliyoruz.<br />
Bu husumetlerin zaman zaman, kâh etno-dinsel<br />
kâh politik ve sınıfsal husumetlerin temsilini<br />
üstlendiğini de biliyoruz. Ortaçağ halk futbolu<br />
geleneğini hatırlatmıyor mu biraz?<br />
Sporun hayatın içindeki “öylesine” bir etkinlik<br />
olmaktan ayrılıp müstakil olarak örgütlenmesi,<br />
modern çağın ve kapitalizmin icadı değil. Bazı<br />
tarihsel örneklerde, bu icadın eski çağlardaki<br />
bazı safhalarını hatırlatmaya çalıştık. Bir insan<br />
etkinliğinin “doğal” biçimde yapılmaktan çıkıp<br />
bir düzenleme içinde yürütülür olması<br />
ve üzerine düşünülen bir “konu” haline gelmesi,<br />
onun yetkinleşmesinin ve genelde medenileşme<br />
sürecinin bir parçasıdır. Kapitalizm, elbette<br />
bu sürece kendi damgasını vurdu. Spor<br />
örgütlenmesinin tarihsel tecrübelerini de<br />
kullanarak, dönüştürerek, bu alana kendi<br />
suretinde nizam verdi, veriyor. Yani öncelikle<br />
bir business olarak…<br />
Ama unutmayın, başka bir spor anlayışı, başka<br />
bir spor ruhu, yine de çatlaklardan sızar ara ara.<br />
Hem tarihin 90 dakikasının sona erdiğini, son<br />
setinin oynandığını, finiş çizgisinin geçildiğini<br />
kim söyleyebilir? Zamanlar değişir, toplumlar<br />
değişir, spor da değişir. Antik olimpiyatlara<br />
kadar izini sürebileceğimiz bir spor felsefesi<br />
baki kalmak üzere…<br />
18<br />
SPOR NASIL SPOR OLDU?
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Günümüzde spor,<br />
toplumların<br />
gelişmesinde<br />
giderek artan<br />
bir önem taşıyor.<br />
Bu artış içinde<br />
sporun eylem<br />
olarak içerdiği<br />
anlam da<br />
çeşitlilikler<br />
gösteriyor.<br />
Stadyum Mimarisi<br />
ve Sosyolojik Yansıması<br />
X Yazı<br />
DR. ADNAN AKSU<br />
G.Ü. Mimarlık Fakültesi<br />
Mimar<br />
Dr. Adnan Aksu, en popüler eylemlerimizden olan sporu ve onun<br />
etkinlik olarak mekanını oluşturan stadyumları, yaygın kabuller<br />
üzerinden sorular sorarak ODTÜLÜ okuyucuları için değerlendirdi.<br />
Spor Yararlı mıdır?<br />
Beden kültürel bir eylem<br />
olarak spor, her kültürde<br />
saygın bir algıya sahiptir.<br />
Bu algı, bireyleri cezbeder<br />
ve eylem olarak spor gündelik<br />
hayatın vazgeçilmezleri<br />
arasında önemli bir yer tutar.<br />
Buna rağmen, etkinlik<br />
bağlamında<br />
değerlendirildiğinde,<br />
çok değişken ve çelişkili<br />
içeriklerle kuşatılmış bir olguya<br />
dönüşür. Etkinlik olarak spor<br />
bireysel yapısından uzaklaşarak<br />
toplumsal bir içerik kazanır<br />
ve her toplumsal olguda var olan<br />
çelişkileri bünyesinde<br />
barındırır. Giderek eylemin<br />
doğasından uzaklaşan, biraz da<br />
tanımlanması güç bir anlam<br />
kaymasıyla karşı karşıyayız.<br />
Antik Yunan döneminde barışın<br />
ve kardeşliğin tesis edilmesi<br />
için düzenlenen ilk etkinlikler,<br />
artan oranlarla, politik<br />
ve sermaye gruplarının tekeline<br />
doğru kayıyor. Bu kayma, beden<br />
kültürel eylemi gösteri<br />
etkinliğine dönüştürüyor<br />
ve seyirlik bir etkinliğin<br />
içeriğindeki değişimlerin tüm<br />
göstergelerini sunuyor. Spor<br />
etkinlikleri artık tamamen<br />
gösteri içerikli ele alınıyor<br />
ve boş zaman etkinliğinden,<br />
oynayan ve organize eden için<br />
iş, izleyen için ise eğlencelik<br />
20<br />
STADYUM MIMARISI VE SOSYOLOJIK YANSIMASI
ir tüketim gösterisine<br />
dönüşüyor. Özellikle az gelişmiş<br />
ve gelişmekte olan ülkelerde<br />
karşılaşılan, kültürün<br />
özgüvenini kaybettiği<br />
konumlarda, hızla başka<br />
araçların devreye girdiği. Kültür<br />
üretemeyen topluluk kendini<br />
kanıtlamak için aşırı gayret<br />
içinde göstergelere tutunuyor.<br />
Spor da bunun önemli bir ayağı<br />
olarak rol alıyor. “Herkes için<br />
spor” yaklaşımının modası<br />
geçeli çok oldu. Şimdi “gösterge<br />
olarak spor” zamanı; spor<br />
ve boş zaman arasındaki sınır,<br />
giderek bulanık bir şekil almaya<br />
başladı.<br />
Stadyumlar Niçin<br />
İnşa Edilir?<br />
Sporun doğasından uzaklaşan<br />
anlam kayması, etkinliğin<br />
sahnesi olan mekanlarda da<br />
kaçınılmaz olarak kendisini<br />
gösteriyor. Stadyumlar da<br />
bu anlayışın sahneleri olarak<br />
sporu, -özellikle de son<br />
dönemlerde sadece futbolutemsil<br />
eden göstergelerle<br />
kuşatılmış durumda.<br />
Buna rağmen, geniş bir zaman<br />
dilimi ve perspektiften<br />
bakıldığında, farklı gruptan<br />
insanların, çeşitlenen amaçlar<br />
için değişik zamanlarda<br />
bir araya geldikleri kamusal<br />
alanlar olarak<br />
değerlendirilebilir.<br />
Kalabalıkların toplanma alanı<br />
olan stadyumlar, paylaşım,<br />
ortak duygu edinme, haberdar<br />
olma ve dayanışma ortamları<br />
sağlıyor. Bu ortamlar,<br />
kalabalıklara ortak davranış<br />
ve tavır alma yetisi<br />
kazandırarak sosyal bir kimlik<br />
çatısı altında bir araya<br />
gelebilme olanağı sunuyor.<br />
Etkinlik olarak spor, kitleler<br />
arasında dinsel bağların<br />
benzerini kuruyor, böylelikle<br />
stadyumlara mabet<br />
yakıştırması rahatlıkla<br />
yapılabiliyor. Büyüklükleri<br />
ve biçimleriyle de kentsel<br />
peyzajda önemli bir odak<br />
oluşturuyorlar. Aslında<br />
stadyumlar, ilk yapıldıkları<br />
günden beri, kamusal alanlar<br />
olarak işlev görmüş, kentlerde<br />
yer almış ve kentselleşme ile<br />
birlikte var olarak dönüşmüştür.<br />
Stadyumların soyağacına<br />
baktığımızda; farklı<br />
dönemlerde değişen işlevler<br />
yüklendiklerini görebiliyoruz.<br />
Dönüşümü gündelik yaşam<br />
pratikleri bağlamında<br />
değerlendirdiğimizde<br />
beş ayrı döneme ayırabiliriz. Bu<br />
ayrım dünya sosyal ve siyasi<br />
tarihindeki dönüşümlerle<br />
örtüşmektedir. Başka bir deyişle;<br />
uygarlıklar tarihindeki<br />
sosyokültürel, sosyoekonomik<br />
ve siyasal değişimleri stadyumlar<br />
üzerinden okuyabiliriz.<br />
“Herkes için spor”<br />
yaklaşımının modası<br />
geçti. Şimdi “gösterge<br />
olarak spor” zamanı.<br />
Antik Yunan Dönemi: İlk<br />
yapılan stadyumlar, sporla<br />
birlikte festival niteliğindeki<br />
kültürel oyunlara ev sahipliği<br />
yaptılar. Bu dönemden<br />
başlayarak daima politik<br />
arenalar olmuş, savaşı önlemek<br />
için barışçıl oyunların<br />
ve gösterilerin organize<br />
edildiği olimpiyatlara mekan<br />
oluşturmuştur.<br />
Roma Dönemi : Günümüzdeki<br />
kullanımlara en yakın<br />
örnekler bu dönemde inşa<br />
edilmeye başlandı. İktidar<br />
erkinin ifade aracı olarak<br />
gösteri mekanlarına dönüştü;<br />
görkem ve anıtsallık, gücün<br />
simgeselleştirilmesinde<br />
kullanıldı.<br />
Orta Çağ: Kilisenin etkisiyle<br />
stadyumlardaki gösterilerin<br />
son bulduğu, kamusal alanların<br />
ve kent merkezlerinin kilise<br />
etrafında örgütlendiği<br />
bu dönemde, stadyum<br />
yerine gösteri ve eğlenceler<br />
meydanlarda ve kilise önlerinde<br />
gerçekleştiriliyordu.<br />
Not: Tüm<br />
fotograflar<br />
http://www.<br />
businessinsider.<br />
com/most-stunni<br />
ng-europeansoccer-stadiumsphotos-2013-<br />
8?op=1 den<br />
24.02.2014’te<br />
alınmıştır.<br />
SAYI 51 21
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Üstte sağda<br />
Bükreş Arena,<br />
Romanya. Altta<br />
Donetsk, Ukrayna.<br />
Endüstri Devrimi ve Modern<br />
Dönem: Stadyumlar futbol<br />
müsabakalarına giderek daha<br />
çok sahne olmaya başladı.<br />
İdeolojik içerik artarken,<br />
otoriter yönetimler de sporu<br />
insanları yönlendirmek için<br />
kullandılar. Kitlelerin afyonu<br />
kabul edilen futbol maçlarına<br />
sahne olan stadyumlar,<br />
ulusal bayramların görkemli<br />
kutlamalarıyla da ulus<br />
devletlerin ulusal kimliğinin<br />
sahnelendiği alanlar oldu.<br />
Bugün dahi yeni kurulan<br />
veya bağımsızlığını kazanan<br />
devletlerin ilk inşa ettiği<br />
yapılar arasında, stadyumlar<br />
ilk sırada yer alıyor.<br />
21. Yüzyıl: Dijital çağ olarak da<br />
tanımlanan 21. yüzyıl,<br />
stadyumların sivilleşmeye<br />
başladığı bir süreçtir. Her<br />
alanda olduğu gibi stadyum<br />
mimarisinde de teknolojiden<br />
alınan cesaretle sınırlar<br />
zorlanır. Yeni teknoloji sadece<br />
geleneksel spor alanlarındaki<br />
olmayan şeyleri ilave etmekle<br />
kaldı, yapının şekillenmesinde<br />
de etkin rol oynadı. Özellikle<br />
hareket ettirilebilen çatı<br />
ve portatif oyun alanlarının da<br />
oluşması ile konfor koşulları<br />
artırılarak, gösteri alanlarının<br />
kullanım çeşitlenmesine<br />
olanak sağlandı. İnternet ve Tv<br />
yayınlarının yaygınlaşması<br />
etki alanını genişletti.<br />
Tarihin her döneminde olduğu<br />
gibi günümüzde de stadyumlar<br />
uluslararası kimliğiyle ülkeler<br />
arası ve ülke içi politikanın<br />
en önemli aracı oldu.<br />
Stadyumlar Gerçekten<br />
Kamusal Alanlar mıdır?<br />
Günümüzde yüklendiği<br />
anlam, işlev ve uygulamalara<br />
bakıldığında, stadyumlar<br />
bağlamında kurgulanan<br />
sorunlu bir yapısal görünüm<br />
ortaya çıkar. Kenti işgal<br />
etmeyi hedefleyen politik<br />
uygulamaların aracı olarak<br />
kullanılıyor olmasının<br />
yanında, arzulanan kamusal<br />
kimliğiyle de bir türlü<br />
örtüşemez durumda. Kamusal<br />
alan pratiklerinin tersine,<br />
kamunun serbest kullanımına<br />
olanak veremiyorlar.<br />
Bu kapalılık, sadece<br />
etkinliklere bilet alarak<br />
giriliyor olmasından<br />
kaynaklanıyor. Çoğu<br />
uygulamada, sadece<br />
15 günde bir, futbol maçları için<br />
kullanımla sınırlandırılmış<br />
olması, günün değişken<br />
saatlerinde kalabalıkların<br />
bir araya geldiği ortamlar<br />
yaratmasına olanak tanımaz.<br />
Stadyumlar belki de en yoğun,<br />
Antik Yunan Dönemi’nde<br />
kentsel ve kamusal yaşamın<br />
odağı olmuştur.<br />
Oysa yarattığı fırsatlar<br />
açısından, alternatif kamusal<br />
alanlar tasarlamayı hedefleyen<br />
mimarlık ve mimarlar için<br />
şans olarak görülebilir.<br />
Öncelikle, stadyumlar<br />
program verileriyle<br />
çeşitlenebilen kamusal<br />
kullanım senaryoları<br />
kurgulamaya olanak<br />
sağlıyorlar. Ayrıca biçimsel<br />
büyüklükleriyle de kentsel<br />
imge, estetik değerler ve yapı<br />
teknolojisi üzerinden yaratıcı<br />
tasarım olanakları sunuyorlar.<br />
İşlevsel olmak gibi temel<br />
görevlerinin yanı sıra,<br />
anlamlarla yüklenmiş<br />
biçimleri ile de simgesel<br />
bir öneme sahiptirler.<br />
Dönemsel geçişlerdeki işlev<br />
ve simgesel değişim, biçimsel<br />
farklılaşmayı da beraberinde<br />
getirmiştir. Bu farklılaşma<br />
sosyal yapıya uygun olarak<br />
plan düzleminde ve yüzeylerde<br />
belirgin bir dönüşüm<br />
yaşamıştır.<br />
Stadyumlar, kentsel<br />
planlamalarda, sosyal<br />
ve fiziki bütünleşmenin<br />
yeni elemanları olarak<br />
değerlendirilebilir; kentin<br />
rutin gündelik hayat pratikleri<br />
içinde ve bu pratiklerin<br />
merkezinde konumlandırılma<br />
potansiyeli taşırlar. Bu özellik,<br />
22<br />
STADYUM MIMARISI VE SOSYOLOJIK YANSIMASI
doğal olarak, gündelik yaşam<br />
pratiklerini yönlendirmek<br />
isteyen politik ve sermaye<br />
gruplarının da iştahını<br />
kabartır.<br />
Her şeye rağmen, kamusallık<br />
bağlamında stadyumların<br />
sosyal ortamlar yaratan, açık<br />
ve kapalı alanlarıyla kentsel<br />
peyzajın jeneratörü kılınma<br />
olasılıklarının<br />
değerlendirilmesi gerekir.<br />
Bu değerlendirmede mimari<br />
değer üretilip<br />
üretilememesini de gündeme<br />
taşıyarak tartışmak, mimarlık<br />
disiplini içindeki aktörlerin<br />
sorumluluğudur. Aslında tüm<br />
dünyada, tek bina ölçeğinde<br />
iyi mimari örnekler<br />
tasarlanıyor. Harcanan<br />
kamusal kaynaklar ve kentte<br />
işgal ettiği yer göze<br />
alındığında, her zaman ve<br />
koşulda, kamuya açık<br />
alanların yaratılması<br />
zorunludur.<br />
Stadyumlar<br />
uluslararası<br />
kimliğiyle<br />
ülkeler arası<br />
ve ülke içi<br />
politikanın en<br />
önemli aracı<br />
olmuştur.<br />
Bu yapı, kullanım ve görsel<br />
nitelikleriyle ve teknolojisiyle<br />
modern stadyum mimarisinin<br />
nadir örneklerindendir.<br />
Stadyumlar Kentsel<br />
Peyzajda Dönüştürücü<br />
Rol Oynayabilir mi?<br />
Stadyumların, bulundukları<br />
kentin en göze çarpan<br />
elemanlarından biri olduğu<br />
yadsınamaz. Artan bir şekilde<br />
çok yerleşim birimleri<br />
dışında konumlanıyordu.<br />
Yeni eğilimler ise tekrar<br />
kent merkezlerinde veya<br />
yakın bölgelerdeki yerleşim<br />
alanları içinde konumlanması<br />
yönündedir. Özellikle<br />
yerleşik kentlerde gelecek<br />
için bir jeneratör, kentsel<br />
dönüşüm için de araç kılınıp<br />
kılınamayacağı verilecek<br />
politik kararların başarısına<br />
bağlıdır. Kullanım çeşitliliği<br />
ve sosyal çekim alanı<br />
yaratılabilmesi için evrensel<br />
kabullerden çok, yerel koşullar<br />
belirleyici rol oynar.<br />
Stadyumlar, sosyalleşmenin<br />
en etkin aracı olan serbest<br />
zaman etkinliklerine sahne<br />
olarak, gündelik yaşamın<br />
sürdürülebilmesinin zeminini<br />
oluşturma potansiyeline<br />
sahiptirler. Kamusal<br />
yapılar olarak kentin odağı<br />
olabilmeleri için, gündelik<br />
yaşam pratiklerinin<br />
içine katılmalarının önü<br />
açılmalıdır. Çok işlevlilik<br />
ve ulaşılabilirlilik bunun<br />
en temel belirleyicileridir.<br />
Münih Olimpiyat Stadyumu,<br />
tasarım kararları, park<br />
içindeki yerleşimi ve biçimsel<br />
diliyle bunun en iyi örneğidir.<br />
kentin sosyal altyapısını<br />
oluşturan vazgeçilmez<br />
elemanlarından birisi olarak,<br />
o kentin boş zaman ve ticari<br />
gelişimi için odak teşkil<br />
ederler. Özellikle gelişmekte<br />
olan ve bağımsızlığını yeni<br />
kazanmış ülkelerin ilk<br />
yaptıkları kamusal yapılar<br />
olarak jeneratör görevi<br />
üstlenirler. Bağımsızlık<br />
törenleri ve kutlamalar<br />
buralarda yapılır.<br />
Yakın zamana kadar<br />
kent merkezleri ve yoğun<br />
trafik sirkülasyonundan<br />
kurtulmak amacı ile daha<br />
Kentlerin bugün en çok<br />
gereksinimi olan şey<br />
bir olanaklar duygusu,<br />
hayal gücü ve geniş kavramsal<br />
düşünüştür. Türkiye’de kentler<br />
hakkında kavramsal düşünüş<br />
ve önermeler yoksunluğu<br />
olduğu yadsınamaz. Önemli<br />
kamusal binaların mimari<br />
ortamda fazla yer bulmaması<br />
ve tartışılamaması yapısal bir<br />
problem olabilir. Stadyumlar da<br />
mimari tartışmaların içinde<br />
en azından alışveriş merkezleri<br />
kadar yer almalıdır.<br />
Aviva Stadyumu,<br />
İrlanda.<br />
SAYI 51 23
ODTÜLÜ<br />
DOSYA<br />
“Önemli Olan Kazanılan<br />
Misketler Değil, Oyundur.”<br />
X Yazı<br />
İSMAIL BAŞÖZ<br />
TURGUT YÜKSEL<br />
Futbol ya da lastik ya da seksek oynamak için sokağa çıkmış çocuk<br />
grubuna, oyun oynanmadan sorsak:<br />
“‘Tamam, siz kazandınız, 3-0 galipsiniz’ desek kabul eder misiniz?<br />
Oynamaktan vazgeçer misiniz?”<br />
“Oyun oynamak için” geldilerse bu sorunun cevabı açıktır: Hayır.<br />
24<br />
“ÖNEMLI OLAN KAZANILAN MISKETLER DEĞIL OYUNDUR.”
Sokakta oynayan çocuklar, başlarında<br />
hakem, öğretmen, veli gibi karar verici<br />
bir iktidar olmadan nasıl oluyor da<br />
oyunun tüm kurallarına uyabiliyorlar?<br />
İsyancı olması beklenen çocuk, nasıl oluyor da<br />
kurallara uyarak bir oyunu tamamlayabiliyor?<br />
İrrasyonel bir durum değil mi?<br />
Zorunlu olmadığı halde<br />
insanlığın tüm tarihinde icra<br />
etmekten asla vazgeçmediği<br />
“oyun” nasıl açıklanabilir?<br />
Oyunun insanlarda başlangıçtan beri var<br />
olduğunu, hemen her yaşta icra edilen<br />
bir eylem olduğunu söylemek yanlış da olmaz,<br />
kimseyi de şaşırtmaz herhalde. İnsanlığın<br />
bu önemli, biraz da gizemli eylemini tanımlamak<br />
ise çok da kolay görünmüyor. Bunun en önemli<br />
nedenlerinden biri, oyunun yaşamsal/biyolojik<br />
bir ihtiyaca karşılık olarak düzenlenmiş<br />
olmaması. Yani yemek, barınmak, üremek gibi<br />
gerçekleştirilmediğinde ölümcül sonuçları olan<br />
bir eylem değildir oyun; onsuz da doğum ile<br />
ölüm arası zamanın geçirilmesi, daha doğrusu<br />
tüketilmesi mümkün olabilir. Peki, bu durumda,<br />
aslında yapılması zorunlu olmadığı halde<br />
insanlığın tüm tarihinde icra etmekten asla<br />
vazgeçmediği “oyun” nasıl açıklanabilir?<br />
“Oyunun yaşam enerjisinin fazlalığından<br />
kurtulmanın bir biçimi” olarak tanımlanabileceği<br />
düşünülmüş mesela. Bazı tanımlarda “Canlı<br />
varlık oyun oynarken doğuştan gelen taklit<br />
etme eğiliminin hükmü altındadır,” denirken;<br />
“zararlı eğilimlerden masum bir şekilde kurtulma<br />
yolu olarak oynamak” gibi unsurlar üzerinden<br />
tanımlandığı da görülüyor.<br />
Oyun hakkındaki tüm bu tanımların kabul<br />
edilebileceği ama aynı zamanda sadece “biyolojik<br />
beklentilere cevap verdiği” savında Johan<br />
Huizinga*. Bu durumda gerçekten bizim de<br />
hemen aklımıza gelen soruları eklemiş yazar<br />
kitabında: “Peki o zaman oyuncunun neden<br />
hırstan gözü döner? Neden binlerce kişi kalabalık<br />
bir futbol maçında çılgınlığa varan bir heyecan<br />
yaşayabilir?” Bu noktanın biyolojik<br />
çözümlemelerle açıklanamayacağını söylüyor<br />
Huizinga. Gerçi zamanımızda bu anları “hormon<br />
hareketleri”, “beynin elektriksel aktiviteleri” vb.<br />
kimyasal, fiziksel yaklaşımlarla tanımlama<br />
çabaları oldukça artmış durumda. Bu tartışmalar<br />
bu yazının konusu dışında. Ancak her nasıl<br />
gerçekleşiyorsa gerçekleşsin, gerek oynayanlarda<br />
gerekse seyredenlerde duyumsal/psikolojik<br />
bir boyuttan söz etmek mümkün: Zevk almak.<br />
Yaşamsal hiçbir karşılığı olmadığı halde; yaşam<br />
bir oyun, oyun da yaşam olmadığı halde; “oyunun<br />
bize verdiği heyecan, gerilim, sevinç, matraklık gibi<br />
temel duygular” zevk alma unsurunu besler.<br />
Bununla beraber bu zevkin sadece çocuksu<br />
bir haz olmadığı yönünde akla yatkın savlar da<br />
bulunmakta. Oyunu kazandığımızda “toplumsal<br />
itibar”, “prestij”, “başarı”, “ödüllendirilme”,<br />
“beğenilme” gibi yetişkin taleplerimizi tatmin<br />
etmek ya da “ego”muzu beslemek de haklı<br />
görünen iddialardır. Sahi prestije neden bu kadar<br />
ihtiyaç duyarız ki?<br />
Oyuna devam:<br />
Olmazsa olmazları vardır. Oyunun alan/<br />
mekan sınırlaması vardır. Süresi vardır, sınırlı.<br />
Ve kuralları vardır mutlaka. Alan, zaman,<br />
kural sınırları içinde hedeflenen beceriyi<br />
*Johan Huizinga<br />
Homo Ludens,<br />
Oyunun Toplumsal<br />
İşlevi Üzerine Bir<br />
Deneme.<br />
Çev. Mehmet Ali<br />
Kılıçbay, Ayrıntı<br />
Yayınları<br />
SAYI 51 25
ODTÜLÜ<br />
DOSYA<br />
“Sahte oyuncu oyunbozan<br />
değildir, oyunun kurallarına<br />
uyuyormuş gibi yapar maskesi<br />
düşünceye kadar oynar.”<br />
gerçekleştirebilme (iyi saklanmak ve ebeden<br />
önce koşmak, topu filenin arkasına ustalıkla<br />
geçirmek vb.) ve bunu rakibine karşı daha iyi veya<br />
daha çok yapabilme çabası da oyunun gerilimini<br />
getirecektir.<br />
Bu sıkıcı sınırlamalar, oyunun zevk veren gerilim<br />
sürecinin oluşabilmesi için gereklidir. Peki,<br />
sınırlanmış ve kuralları koyulmuş bir eylem içinde<br />
“yaratıcılık” ve “özgürleşme” nasıl mümkün<br />
oluyor? Yaratıcılık ve özgürleşmenin, “diğerleri”<br />
ile beraber gerçekleştirilen bir eylemle, kurallarla,<br />
zaman ve mekân sınırlaması ile bağlantısı nedir?<br />
Bu soruları da aklımızın bir köşesine not edip<br />
Huizinga ’dan devam edelim:<br />
“Oyun bilgelikle aptallık arasındaki<br />
bağlantısızlığın dışında kaldığı kadar, doğru ile<br />
yanlış arasındaki zıtlıktan da uzaktır. Aynı şekilde,<br />
iyi ile kötü arasındaki zıtlığın da uzağındadır.<br />
Bizatihi oyun bir zihinsel faaliyet meydana<br />
getirse de ahlâki işlev taşımaz, yani ne erdem<br />
ne günah içerir.”<br />
Tartışmaya oldukça açık bir yaklaşım.<br />
Tüm insanlaşma süreci, bir yandan da “iyi ile<br />
kötünün, doğru ile yanlışın çekişmesi” ise oyunu<br />
bunlardan nasıl azade tutabiliriz? Tamam, oyun<br />
hayat değildir ve ahlâk, hayatın parçası<br />
bir kavramdır. Ancak ahlâksızca oynanan oyun<br />
nasıl kabul edilebilir ki?<br />
Yazar oyunun bu çelişkiler üzerine oturmadığı,<br />
bu sorunsalların oyunun temel belirleyenleri<br />
olmadığını söylüyor. Oyuncular oyun sonucunda<br />
aptal ya da bilge, iyi ya da kötü, erdemli ya da<br />
erdemsiz addedilemezler. Oyunun kendisinin<br />
böyle bir mekanizması yoktur. Oyun hedeflenen<br />
becerinin gerçekleştirilmesi temelinde<br />
sürdürülür.<br />
Oyun sırasında hile yapmak, gündeme bile<br />
gelmemesi gereken bir harekettir. Ahlâki bir<br />
olgudan öte, oyunun oyun olarak kalabilmesi için<br />
gereklidir. Hile yapana “ahlâksız” yakıştırması<br />
yapabiliriz. Ancak ahlâk oyunun temel bileşeni<br />
değildir. Hilenin yaygınlaştığı, kazanmak için<br />
her şeyin mübah olduğu ve daha kötüsü bunun<br />
meşrulaştığı bir zamanda “ahlâklı oyuncu”,<br />
nadirliğinden belki de, daha çok dikkatimizi<br />
çeker. Bu bağlamda verilen “fair play” ödülleri<br />
aslında acizliğimizi gözler önüne serer. Olması/<br />
yapılması gerekeni nadir gördüğümüz için<br />
ödüllendiriyoruz sanki.<br />
Oyuna bütün dikkatini vermiş, rakibini alt<br />
edebilmek için tüm kurallara uymakla beraber<br />
elinden geleni sonuna kadar yapan “namuslu<br />
oyuncu” daha önemli bir aktör olarak yer<br />
almalıdır oyun dünyasında. Oyunun asıl istediği<br />
oyuncu karakteri budur; oyuna hakkını veren<br />
oyuncu. Oynamayı da seyrini de zevkli kılan<br />
oyunu tüm ciddiyetiyle oynayan oyuncudur.<br />
Bu aynı zamanda rakibine de saygı göstergesidir.<br />
Rakip olmadan oyun olabilir mi?<br />
Diğerine, oyunu ciddiye almayana, sahte oyuncu<br />
diyor Huizinga . “Sahte oyuncu oyunbozan<br />
değildir, oyunun kurallarına uyuyormuş gibi<br />
yapar, maskesi düşünceye kadar oynar.”<br />
İşte bu noktada oyuncunun ve seyircinin oyunla<br />
kurduğu ilişki gündeme gelir. Ve karşımıza temel<br />
tercih ikilemi ortaya çıkar:<br />
Oyunun Sonucu mu? Oyunun Kendisi mi?<br />
Futbol ya da lastik ya da seksek oynamak için<br />
sokağa çıkmış çocuk grubuna, oyun oynanmadan<br />
sorsak: “‘Tamam, siz kazandınız, 3-0 galipsiniz’”<br />
desek kabul eder misiniz? Oynamaktan vazgeçer<br />
misiniz?” “Oyun oynamak için” geldilerse<br />
bu sorunun cevabı açıktır: “Hayır.”<br />
Bu noktada oyunun sonucundan daha önemli<br />
bir motivasyon olduğu akla geliyor; oyunun,<br />
oynamanın kendisi. E ama nasıl olur da<br />
galibiyetten daha önemli olabilir ki bir başka<br />
durum?<br />
26<br />
“ÖNEMLI OLAN KAZANILAN MISKETLER DEĞIL OYUNDUR.”
12 Ekim 2012 tarihinde İnönü stadında oynanan<br />
Beşiktaş-Trabzonspor futbol maçı 1-1 devam<br />
ederken çok yüksek bir motivasyon ile oynayan<br />
Beşiktaş futbol takımı oyuncuları seyircinin de<br />
bir o kadar sempatisini ve desteğini almışlardı.<br />
Son saniyeye kadar oyun namusundan ödün<br />
vermeden, ellerinden gelen her şeyi fazlası<br />
ile çimlere yansıtan Beşiktaş oyuncuları son<br />
saniyede, atılabilme ihtimali çok çok yüksek<br />
bir golü kaçırdı. Oyun bitti. O anda sahada<br />
dikkat çeken görüntü 7-8 oyuncunun çime yatıp<br />
kalmasıydı. Maçın spikeri: “Sahaya yıldırım<br />
düştü adeta” sözleriyle tarif ediyordu manzarayı.<br />
Ama sessizlik eşliğinde bir yıldırım. Hiçbir<br />
şüphe bırakmayacak dürüstlükle, “ayaklarından<br />
geleni” sonuna kadar oynayan oyuncular<br />
saniyeler sonra tribüne çağırıldı. Ve takımını<br />
gerektiği zaman protesto etmekten çekinmeyen<br />
Beşiktaş tribünleri şöyle bağırdı: “Böyle oynayın<br />
canımızı verelim.” Maç kazanılmamıştı oysa.<br />
Oyun güzeldi sadece.<br />
03 Mayıs 1989’da oynanan ve futbolseverlerin asla<br />
unutamayacağı Galatasaray-Fenerbahçe futbol<br />
karşılaşması ise başka bir oyun örneğine tanıklık<br />
etmemizi sağlamıştı. İlk yarı 3-0 Galatasaray’ın<br />
üstünlüğü ile kapanmıştı. Maçı daha sonra<br />
anlatan spiker şu cümleleri sıralıyordu: “Tam bir<br />
şok yaşanıyordu Fenerbahçe takımında ve<br />
tribünlerde (üç gol yemişlerdi). Sarı kırmızı<br />
takımdaysa “beş, beş” sesleri yükseliyordu. Öyle ki<br />
bu duruma sahadaki Galatasaraylı futbolcular da<br />
katılıyor ve futbolun manevi altın kuralı ‘rakibini<br />
asla küçümseme, onunla dalga geçme’ maddesine<br />
ihanet ediyorlardı. Kaleci Simoviç topu göğsüyle<br />
stop ederek, Prekazi topu orta sahada sektirerek,<br />
Tanju röveşatalar atarak Fenerbahçeli<br />
meslektaşlarıyla alay ediyorlardı.” Dikkat edelim,<br />
spikerin bu anlattıklarında oyun kuralına<br />
uymayan hiçbir hareket bulunmuyor. Sonraki<br />
yıllarda, o maçın iyi oynayanlarından Aykut<br />
Kocaman ile Açık Radyo’da Libero programında<br />
yaptığımız bir söyleşide kendisi de bu anı asla<br />
unutmadığını, kişisel/erkeksi bir ezilme<br />
hissinden çok, “oyunun” içine bu yaklaşımın<br />
girmesinden duyduğu öfkeyi dile getirmişti.<br />
İkinci yarı (o maç için) oyun namusu, becerisi<br />
ve hırsı tartışmasız daha yüksek olan takım,<br />
oyunun en önemli özelliklerinden “ritm ve<br />
armoni” ile de birleşiyor ve maçın son düdüğü ile<br />
galip ayrılıyordu sahadan. GS:3 - FB:4. Elbette<br />
bu tür iyi oyun her seferinde böyle bir sonuçla<br />
bitmeyebilir fakat her seferinde seyircisinden<br />
olumlu tezahürat alma olasılığı çok yüksektir.<br />
Görüldüğü gibi ahlâk kriteri oyunun sürmesine<br />
engel değildir. Rakibini oyun içinde yenmekten<br />
öte “erkeksi” hırslarla, toplum gözünde küçük<br />
düşürecek trüklerle, kurallara uymaya devam<br />
edebilirsiniz. Oyun sürebilir. Böyle bir oyun<br />
oynama, prestij getirir mi?<br />
Oyunun sürecinden bağımsız sadece sonucuna<br />
odaklanan, “her ne olursa olsun galibiyet” hedefli<br />
pozisyon alan oyuncu ve seyirci de zevk alıyor<br />
mudur acaba? Birçok filmde final sahnesinin,<br />
tarafını tuttuğumuz kahramanın büyük zaferi ile<br />
sonuçlanması ile duyduğumuz haz gibi.<br />
Mağlubiyet durumlarını asla hak edilmeyen<br />
bir olgu olarak karşılamak, karşı takımın/<br />
oyuncunun daha iyi oynamış olabileceği<br />
ihtimalini hiç gündeme getirmemek,<br />
desteklediğin takımın/oyuncunun o oyunda kötü<br />
oynadığını görmezlikten gelmek de aynı zevki<br />
veriyor mudur acaba?<br />
Karşısındakinin ne hale düştüğü değil, kendinin/<br />
takımının ne kadar iyi ya da kötü oynadığı izlense<br />
mesela, oyunun zevki bu mecrada aransa daha mı<br />
az zevk alınır?<br />
Kazanamamasına<br />
rağmen oyunun<br />
güzelliği nedeniyle<br />
taraftarın kutsadığı<br />
takım, oyun<br />
bitiminde çime<br />
yığılıp kalmıştı.<br />
SAYI 51 27
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
X Yazı<br />
MEHMET ALI ÇALIŞKAN<br />
PINAR ALTUN<br />
Küresel spor<br />
organizasyonlarının<br />
önemli<br />
ayaklarından biri de<br />
seyirci potansiyeli.<br />
Türkiye’de ise futbol<br />
maçları haricinde<br />
biletlerin tükendiği<br />
bir spor etkinliği<br />
bulmak güç.<br />
Türkiye’nin Gönülsüz<br />
Sevdası: Spor<br />
Türkiye’nin, 5 kez aday olduğu olimpiyatlar, küresel spor organizasyonlarının<br />
kaderini tartışmak için elverişli bir vesile olarak karşımıza çıkıyor.<br />
Ancak tartışmaların çoğunlukla ihmal ettiği konu, Türkiye toplumunun sporla<br />
izleyici ve katılımcı olarak ilgisi.<br />
28<br />
TÜRKIYE’NIN GÖNÜLSÜZ SEVDASI: SPOR
Olimpiyatlar, küresel spor<br />
organizasyonlarının kaderini<br />
tartışmak için elverişli bir vesile.<br />
fırsatı oluşturmak gibi eksenlerde konuşuluyor.<br />
Öte yandan sporun sağlık, zindelik, eğlence,<br />
mutluluk gibi kavramlarla ilişkilendirilmesiyle<br />
gündelik hayatını spor ve fiziksel aktivite<br />
odaklı etkinliklerle zenginleştiren, yeni sportif<br />
hobiler edinen insanların sayısı hızla artıyor.<br />
Böylece yurttaşlar hem sporun izleyicisi<br />
olmaya hem de katılımcısı olmaya teşvik<br />
ediliyor. Evde, sokakta, iş yerinde, okulda spor<br />
etkinlikleri ve kampanyaları da sivil toplum<br />
kuruluşlarının, hükümetlerin ve özel sektörün<br />
gündemlerinde sporun daha fazla yer almasını<br />
sağlıyor. Bu durum yurttaşların izleyici<br />
olmaktan ziyade katılımcı olduğu, yeni tip spor<br />
organizasyonlarına talebi artırıyor. Küresel spor<br />
organizasyonları kalkınma, iletişim ve siyasi<br />
tartışmalar merkezinde ele alınırken, alternatif<br />
spor faaliyetleri ve organizasyonları spor hakkı<br />
ekseninde sessiz sedasız bir yükseliş yaşıyor.<br />
Türkiye’nin, 5 kez aday olduğu olimpiyatlar,<br />
küresel spor organizasyonlarının kaderini<br />
tartışmak için elverişli bir vesile olarak<br />
karşımıza çıkıyor.<br />
Küresel spor organizasyonları<br />
hükümetler, sivil toplum kuruluşları,<br />
şirketler, yurttaşlar gibi farklı özneler<br />
için farklı önceliklerle görünür hale geliyor.<br />
Geçmişte daha sık ifade edilen fırsat eşitliği<br />
sağlamak, dil, din, ırk, mezhep farklılığı<br />
gözetmeden tüm insanların evrensel etik<br />
ilkeler doğrultusunda spor yapmalarına<br />
olanak sağlamak, spor branşlarını tanıtmak<br />
ve yaymak gibi amaçlar öncelikler arasında<br />
kendilerine daha az yer buluyor. Buna<br />
karşın daha çok ekonomide yeni yatırım<br />
motivasyonları ve imkânları yaratmak ya da<br />
hükümetler ve şirketler için itibar inşa etme<br />
Türkiye’nin resmen katıldığı ilk olimpiyat<br />
1924 Paris Oyunları oldu. Olimpiyatlara<br />
katılma kararını Bakanlar Kurulu verdi.<br />
Bundan yaklaşık 80 sene sonra, 2012 sonunda,<br />
Bağdat Caddesi’nde yapılan bisiklet yolunun<br />
kaldırılması kararını ise, yurttaşların yoğun<br />
talebi üzerine, belediye verdi. Yani aslında<br />
1924’te olimpiyatlara katılma konusunda<br />
yurttaş talebi olduğuna ilişkin bir işaret yok<br />
ama İstanbul’un bisiklet yollarının kaldırılması<br />
için yurttaşların talebi var.<br />
O halde büyük spor organizasyonları ile ilgili,<br />
hükümeti/devleti bir yana bırakıp, Türkiye<br />
toplumunun spor, spor organizasyonları,<br />
SAYI 51 29
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Türkiye’nin<br />
katıldığı ilk<br />
olimpiyatlar, 1924<br />
Paris oyunları oldu.<br />
olimpiyatlar gibi konularla alakasını ve bunun<br />
arkasındaki motivasyonları tartışmamız gerek.<br />
Olimpiyatlara beşinci kez aday olduğumuzun<br />
açıklandığı günden itibaren, olimpiyatların<br />
bizim hakkımız olduğuna dair derin ve yaygın<br />
bir inanç vardı. Bu “hak” kavramının altı ise<br />
yükselen Türkiye ekonomisi ve altyapı<br />
imkânlarının artması ile dolduruldu. Yani biz<br />
yükselen ekonomisi ve güçlü altyapısı ile<br />
olimpiyat düzenlemeye hazırdık. Buna<br />
İstanbul’un tarihsel mirası ve kıtalararası<br />
coğrafi karakteri de eklenince daha iyisinin<br />
bulunamayacağına olan inancımız iyice pekişti.<br />
Türkiye’nin olimpiyatlara ilişkin yürüttüğü<br />
ekonomi, kalkınma<br />
ve insan hakları temelli<br />
siyasi tartışmanın bir<br />
benzeri Brezilya’da<br />
2014’te düzenlenecek<br />
FIFA Dünya Kupası<br />
finalleri ile ilgili olarak<br />
ortaya çıktı. Büyük spor<br />
organizasyonlarının<br />
düzenlenmesine karşı çıkan<br />
yaygın ve kitlesel eylemler<br />
düzenlendi. Her iki tartışma büyük<br />
spor organizasyonlarının<br />
tarihsel bir kırılma<br />
noktasında olduğuna<br />
ve spor endüstrisinin<br />
gözden geçirilmesinin<br />
gerekliliklerine işaret<br />
ediyor.<br />
Sonuçta İstanbul kaybetti.<br />
Madrid, Tokyo<br />
ve İstanbul arasındaki yarışı Tokyo kazandı.<br />
2020 Olimpiyatları ya da resmi adıyla XXXII.<br />
Yaz Olimpiyat Oyunları’nın, 24 Temmuz-<br />
9 Ağustos 2020 tarihleri arasında Japonya’nın<br />
başkenti Tokyo’da yapılmasına karar verildi.<br />
Türkiye’nin 2020 Olimpiyatları’na ev sahipliği<br />
yapma şansını finalde kaybetmesi, türlü<br />
tartışmaları da beraberinde getirdi.<br />
Sporcunun antik olimpiyatlarda şehri, modern<br />
olimpiyatlarda da ülkeyi temsil etmesi,<br />
olimpiyatları tarihinin ilk zamanlarından<br />
bugüne politik bir konu yapıyor. Lakin<br />
olimpiyat şehri seçiminin politik indirgemeci<br />
bir yaklaşımla yapıldığını söylemek yanlış olur.<br />
Tesis, ulaşım ve iletişim gibi altyapı kapasitesi,<br />
beslenme, sağlık, konaklama gibi üstyapı<br />
kapasitesi ve bunların yanı sıra yetişmiş insan<br />
unsuru ve spor kültürü gibi kriterler de karar<br />
üzerinde etkili.<br />
Buna karşın Türkiye’nin adaylığı tartışmasına<br />
katılanların çoğunluğu olimpik tavrını<br />
siyasi pozisyonuna göre belirledi. Ancak bu<br />
tartışmanın ihmal ettiği bir konu var.<br />
O da Türkiye toplumunun sporla izleyici<br />
ve katılımcı olarak alakası. Bununla bağlantılı<br />
bir konu da olimpiyatların toplumları spora<br />
katılmaya ne ölçüde teşvik ettiği.<br />
Neden olimpiyatlara ev sahipliği yapmak<br />
istiyoruz? Ev sahibi olma isteğinin ne kadarını<br />
olimpik sporları canlı izleme, sevdiğimiz<br />
ve takip ettiğimiz spor branşları ve/veya<br />
sporcularını görme heyecanı oluşturuyor?<br />
Türkiye, sporu nasıl okuyor, izliyor? Nasıl<br />
katılıyor? Büyük spor organizasyonları, “spora,<br />
harekete teşvik” gibi amaçlarına<br />
30<br />
TÜRKIYE’NIN GÖNÜLSÜZ SEVDASI: SPOR
ne kadar yaklaşıyor? Tartışmayı ekonomi<br />
ve siyasi alandan arındırmadan ancak<br />
merkezine sporu koyarak olimpiyat yarışı<br />
esnasında pek gündeme gelmeyen bir soruyu<br />
bu yazının konusu yapalım. Olimpiyat<br />
düzenlemeye 5 kez aday olup kaybeden Türkiye<br />
toplumunun ve yurttaşlarının sporla izleyici<br />
ve katılımcı olarak nasıl bir ilişkisi var?<br />
Önce izleyici olarak performansımıza<br />
bakalım. Türkiye son 10 yılda bazı büyük spor<br />
organizasyonlarına ev sahipliği yaptı; 2013<br />
Medyada spora<br />
hızlıca bir göz<br />
atınca futbol<br />
programlarının<br />
egemenliğini<br />
görüyoruz.<br />
17. Akdeniz Oyunları – Mersin, 2011<br />
Universiade Kış Olimpiyatları – Erzurum,<br />
2011 Avrupa Olimpik Gençlik Yaz Festivali<br />
– Trabzon, 2005 ve 2011 arasında 7 kez<br />
F1 – İstanbul, 2005 23. Universiade İzmir<br />
Oyunları bunlardan bazıları. Bu büyük<br />
spor organizasyonlarında bu heyecanı<br />
gözlemleyemedik.<br />
Spor etkinlikleri izlemede tribünlerin dışında<br />
bir gösterge de medyada spor. Medyada spora<br />
hızlıca bir göz attığımızda futbol programlarının<br />
egemenliğini görüyoruz. Spor yayını yapan<br />
kanal sayısının az olması ve yayın yapan<br />
kanalların çoğunun yalnızca futbol yayını<br />
yapması, toplumun spora erişiminin önünde<br />
bir engel sayılabileceği gibi, toplumsal bir talep<br />
olarak da yorumlanabilir. Futbolun ekranlardaki<br />
hakimiyeti, popülaritesi nedeniyle anlaşılabilir<br />
bir durum. Yadırgatıcı olan neredeyse başka bir<br />
sporun ekranlara yansımaması ve toplumun da<br />
bu konuda bir talep sahibi olmaması, hatta spor<br />
yayınlarının azaltılmasına ilişkin taleplere daha<br />
sıcak bakması.<br />
Sporla olan<br />
ilişkimizi farklı<br />
spor dallarını<br />
düşünerek ele<br />
almalıyız.<br />
SAYI 51 31
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Toplumun %53’ü izlenen<br />
spor programlarının spor<br />
yapmaya özendirmediğini<br />
ifade ediyor.<br />
RTÜK’ün 2008 yılında yaptığı “Televizyondaki<br />
Spor Programlarını İzleme Eğilimleri<br />
Araştırması”na göre; spor programları,<br />
televizyonlarda yayınlanması istenmeyen<br />
program türleri sıralamasında %22,7 ile üçüncü<br />
sırada. İzlenen spor programlarında en çok<br />
izlenen spor dalı ise futbol. Futbol<br />
ve futbolla ilgili konuları izleme oranı %81 iken<br />
bunu %6 ile basketbol ve %3 ile voleybol takip<br />
ediyor. Bunlar spor izleyiciliğine ilişkin birkaç<br />
sayısal veri. Spor izleyiciliğinin niteliğine<br />
ilişkin verilere de ihtiyaç var. Ancak yine de<br />
birkaç gözlem ile spor izleme motivasyonuna<br />
ilişkin tartışmaya katkıda bulunmak mümkün.<br />
İlk gözlemimiz dünyanın en popüler spor<br />
organizasyonu olan FIFA Dünya Kupasına<br />
ilişkin. Futbol izleyiciliğinin yaygın olduğu<br />
ülkelerde, ülkenin milli takımı kupaya<br />
katılmamış bile olsa, kupa izleme yaygın bir<br />
davranış olarak karşımıza çıkıyor. Kafeler,<br />
publar, barlar kupa zamanını maç yayınları<br />
ile geçiriyor. Sokaklarda maçlar izleniyor.<br />
İnsanlar büyük kalabalıklar oluşturarak kupayı<br />
takip ediyor. Türkiye’de ise milli takım kupada<br />
yoksa, maçlar meraklıların evlerinde ve bazı<br />
turistik kafeler ve publarda izlenebiliyor.<br />
Toplumda yaygın bir futbol izleme eğilimi<br />
ya da spor medyasında aktif bir takip ve<br />
haberleştirme görülmüyor. Futbol dışı spor<br />
organizasyonlarının, misal kış olimpiyatlarının<br />
ise, sadece otel, berber vs. gibi mekânların<br />
bekleme salonlarında izlendiğine tanık<br />
oluyoruz. Türkiye’de spor izleyiciliğinin böyle<br />
bir fotoğraf ortaya koyuyor olması, olimpiyat<br />
oyunlarının ne kadar ilgi çekeceği ve göreceği<br />
muhtemel ilginin motivasyonları konusunda<br />
soru işaretleri oluşturuyor.<br />
Spor izleyiciliğinin, toplumun fiziksel<br />
aktiviteye ve spora katılımını artırmak<br />
anlamında teşvik edici bir yanı olması beklenir.<br />
Ne var ki yine RTÜK’ün araştırmasında,<br />
toplumun %53’ü izlenen spor programlarının<br />
spor yapmaya özendirmediğini ifade ediyor. Bu<br />
sonuç performans odaklı spor yaklaşımının,<br />
toplumu fiziksel aktiveye katılma konusunda<br />
teşvik etmek yerine uzaklaştırdığına işaret<br />
ediyor.<br />
Spor izleyiciliğinin<br />
niteliksel ve<br />
niceliksel<br />
verileri üzerinde<br />
düşünmeye<br />
değer soruları<br />
beraberinde<br />
getiriyor.<br />
Bir de katılım açısından durumu gözden<br />
geçirelim. Toplumun spora katılımını<br />
sorgulamak, bariyerleri ve motivasyonları<br />
tespit etmek, ülkelerin spor stratejilerinin<br />
belirlenmesinde önemli bir yönlendirici.<br />
Aktif Yaşam Derneği’nin 2010 yılında yaptığı<br />
“Türkiye Toplumunun Fiziksel Aktivite Düzeyi<br />
Araştırması” toplumun fiziksel aktiviteye<br />
katılımıyla ilgili fikir veriyor. Uluslararası<br />
karşılaştırmalara imkân veren bir ölçme<br />
birimi olan ve PAL’nin (physical activity level)<br />
kullanıldığı araştırmaya göre Türkiye toplumu<br />
32<br />
TÜRKIYE’NIN GÖNÜLSÜZ SEVDASI: SPOR
hareketsiz. İşe, okula giderken kullanılan<br />
araçlar, temizlik yapmak vb. gündelik<br />
faaliyetlerden düzenli egzersize kadar her<br />
tür aktiviteye puan verilerek katılımcıların<br />
fiziksel aktivite seviyesini aramaya dönük<br />
olarak tasarlanmış araştırmaya göre Türkiye<br />
toplumunun sadece %25’i yeterli fiziksel<br />
aktivite seviyesine sahip. Aktif olanların<br />
büyük çoğunluğunu ise iş yaşamında emek<br />
yoğunluklu çalışanlar, mavi yakalılar<br />
oluşturuyor. İş ve okul dışı zamanlar ise<br />
toplumun en hareketsiz olduğu zaman dilimini<br />
oluşturuyor. Bu bize Türkiye toplumunun<br />
kendi inisiyatifiyle fiziksel aktivite<br />
yapmadığını gösteriyor. Öte yandan spor<br />
yaptığını söyleyenlerin %43’ü en çok yürüyüş<br />
yaptığını, %10’u ise en çok futbol oynadığını<br />
söylüyor. Fırsat olsa en çok yapılmak istenen<br />
sporların başında ise %37 ile yüzme geliyor.<br />
Yüzmeyi %25 ile at binme,<br />
%18 ile de balık tutma/avlanma izliyor.<br />
Buna karşılık son yıllarda katılım açısından<br />
hayli dikkat çeken etkinlikler var: Avrasya<br />
Maratonu, Antalya ve İstanbul triatlonları,<br />
Boğazı yüzerek, köprüyü bisikletle geçme<br />
etkinlikleri. Bu tür, izlemenin yerini katılımın<br />
aldığı örneklerin en dikkat çekenleri bunlar.<br />
Dünyada da çoğunluğunu hobi sahiplerinin<br />
oluşturduğu sivil inisiyatiflerce gerçekleştirilen<br />
etkinliklerle, yerel düzeyde görünür hale gelen<br />
spor etkinlikleri var.<br />
Bir yandan büyük spor organizasyonlarına<br />
ekonomik ve politik gerekçelerle itirazların<br />
yükselmesi, yaygın ve kitlesel protesto<br />
eylemlerine yol açması, öte yandan insan üstü<br />
sporcuların yarıştığı büyük yarışların yanında<br />
farklı bedensel hallerden insanların katılımına<br />
imkân veren etkinliklerin artması ve katılımın<br />
dikkat çeken sayısal gücü, spor konusunda<br />
yeni bir dönemin açıldığının işaretleri. Kentli<br />
yurttaşlar yaşadıkları şehirlerde, kendilerini<br />
izleyici olarak konumlandıran, büyük spor<br />
yarışlarının düzenlendiği arenalardan ziyade<br />
spor yapabilecekleri alanların artmasını, spora<br />
erişimin kolaylaştırılmasını, şehrin mimarisinin<br />
de, tasarımının da buna uygun kriterlerle<br />
geliştirilmesini bekliyor. Kent hakkı kavramı,<br />
spora erişim talebini de kapsayarak genişliyor.<br />
Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi (TMOK)<br />
Genel Sekreter Yardımcısı Bilal Porsun, “Biz<br />
olimpiyatları tesis yok diye değil, toplumdaki<br />
olimpik eğitim ve kültürün az olmasından<br />
dolayı alamadık,” diyor. Ne izleyici ne de<br />
uygulayıcı olarak yeteri kadar yakınlık<br />
kurmadığımız bir olguyu siyasetin ve/veya<br />
ekonominin kurbanı ilan etmek, bizleri<br />
bugünden öteye taşımayacaktır. Bundan<br />
sonrasını olimpiyatı neden kaybettik, sonrakini<br />
nasıl kazanırız diye tartışarak değil, spora<br />
katılımı teşvik edecek ve artıracak politikaları<br />
tartışarak geçirmek daha hayırlı.<br />
Bağdat Caddesi esnaf ve sakinlerinin bisiklet<br />
yolunun kaldırılması için değil, olimpiyat yerine<br />
bisiklet yolu yapılması için imza topladığı, lobi<br />
yaptığı zaman, Türkiye’de spor organizasyonları<br />
üzerine konuşmaya başlayabiliriz. Odağımızı<br />
Bakanlar Kurulu kararları ile katıldığımız ve<br />
düzenlediğimiz etkinliklerden, yurttaşların<br />
tribünden sahaya indiği etkinliklere kaydırmak<br />
bu açıdan daha kıymetli.<br />
Kent hakkı<br />
kavramı, spora<br />
erişim talebini<br />
de kapsayarak<br />
genişliyor.<br />
SAYI 51 33
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Mükemmel İnsan mı,<br />
Yok Daha Neler!<br />
Başarı, üstünlük ve ille de mutluluğa kilitlenmiş bir kurgu, giderek kendi<br />
amaçladıklarının dışında sonuçlar vermeye başladı ve bundan pek memnun<br />
olan da yok. Başarıdan başımız dönse de canımız sıkılıyor ve ne yapacağımızı<br />
bilemiyoruz. O zaman bu kibirli takıntıları bir kenara bırakıp eksikliklerimizle<br />
yüzleşmeye ve onları olduğu gibi kabul etmeye dönebiliriz.<br />
İnsan olmak hep şüphede olmaktır. Kendinden<br />
emin olan yalnızca Doğa’dır.<br />
X Yazı<br />
DR. ADNAN AKÇAY<br />
ODTÜ Sosyoloji<br />
Öğretim Üyesi<br />
İnsan bırakın kusursuz olmayı, kusurun<br />
bizzat kendisidir. Doğa’nın penceresinden<br />
bakıldığında görülen basitçe budur: İnsan<br />
doğa açısından gelmiş geçmiş en zararlı ve<br />
tehlikeli ”tür”dür ve artık tür bile değildir.<br />
İnsan, olmakta eksiktir ve bu nedenle trajik<br />
bir varoluşa sahiptir. Dövünmeye gerek yok,<br />
çünkü tüm medeniyetini de bu eksikliğe<br />
borçludur. Hayvanlar, küçük adımlar dışında<br />
medeniyet falan kurmazlar. Onlar doğuştan<br />
mükemmeldirler ya da neyse sadece odurlar.<br />
İnsanın olmakta eksikliği, fazlalıklarını mümkün<br />
kılar ve fazlalıkları eksikliğimizi yeniden üretir.<br />
İnsanın doğuştan gelen mutlak bir gerçekliği<br />
yoktur; bunu inşa etmek zorundadır. İnsani<br />
gerçeklik Doğa’da karşılığı olmayan bir yapaylığa<br />
sahiptir ve bu onu diğer bütün türlerden üstün,<br />
fazla ama aynı zamanda da eksik kılar. Kültür,<br />
sanat, bilim ve din insana özgü pratiklerdir ve<br />
hepsi de insanın Doğa’dan kopuşunun hem ödülü<br />
hem de cezalarıdırlar. Ödediğimiz, cennetten<br />
kovulmanın bedelidir: Bilmenin, farkında<br />
olmanın ve bir gerçeğe sahip olmamanın.<br />
Cennetten kovulmuştur ama hep cennete<br />
dönmeyi arzular. Oysa cennet bu dünyada<br />
mümkün değildir; cennet ertelenmiş, ötelenmiş<br />
ve bu dünyanın dışına konumlandırılmıştır.<br />
İnsani varoluş, Doğa’ya nanik yapmanın en trajik<br />
hikâyesidir. Uygarlık tarihi, doğal kısıtlardan<br />
kurtulma çabasından başka bir şey değildir.<br />
Uçamıyorsa uçak, yavaşsa araba, göremiyorsa<br />
teleskop, üşüyorsa kalorifer icat eder. Ve yaptığı<br />
her şey onu biraz daha Doğa’nın kenarına,<br />
giderek de dışına iter. Nesillerin birikimiyle de,<br />
giderek bunların içine doğmaya başlar, çok<br />
uğraşması bile gerekmez yani. Sonunda, onun<br />
için Doğa yalnızca bir mühendislik kategorisi ve<br />
korunması gereken acınacak bir şey haline gelir.<br />
Tıp, bu konuda en tahrik edici darbeyi vurur ve<br />
insanın kibirini iyice ışıltılı hale getirir: sonsuz<br />
34<br />
MÜKEMMEL İNSAN MI, YOK DAHA NELER!
gençlik ve ölümsüzlük konusundaki kadim<br />
beklentilere ulaşmaya çok az kaldığını gizlice<br />
fısıldar kulağımıza.<br />
Tüm başarılarına, böbürlenmelerine, neredeyse<br />
başını döndüren ilerlemelerine rağmen, “küçük”<br />
bir sonun onu hep beklediğini bilir ve ölür!<br />
Kısmen doğum, ama büyük oranda ölüm, insanı<br />
Doğa’ya kaçınılmaz biçimde iliştirmeyi sürdürür.<br />
Diyet, spor, sigara içmeme ya da “doğal” beslenme<br />
takıntısı, hep ölüm karşısındaki o iflah olmaz<br />
kaygımızla başa çıkma çabamızın tezahürleridir.<br />
Oysa ne mükemmel sağlık ne de mükemmel<br />
beden mümkündür. Tersine, her mükemmellik<br />
arayışı hem bireysel hem toplumsal düzeyde<br />
olmadık belalar açar başımıza. Aslolan ölçüdür<br />
ve ölçüyü kaçırdığımızda her türlü zarar yanı<br />
başımızda demektir. Fazla sağlık ölümcül olabilir:<br />
arı su içilemez. Toplumsal düzeydeyse, bugün<br />
genetik biliminin yüzdüğü tehlikeli suların<br />
sonunda Hitler’in birincil amacı olan ırk ıslahına<br />
(öjeni’ye) varmamız hiç de zor değildir. Hitler’in<br />
yaptığı tüm kötülüklerin arkasında gayet “iyi”<br />
bir niyet vardı: Mükemmel insanı yaratmak.<br />
Sakatlardan, eşcinsellerden, bağımlılardan,<br />
fahişelerden, çirkinlerden ve tabii Yahudilerden<br />
ve Çingenelerden azade bir hayat… Unutmayın,<br />
cehenneme giden yollar iyi niyet taşlarıyla<br />
döşelidir. İyilik aşırılaştığında, kötülük hiç de hoş<br />
olmayan bir sürpriz olarak sizi bekliyor olabilir.<br />
İyilik de kötülük de insandadır, dışında ya da<br />
nesnede değil. Oysa insan, kendine atfettiği<br />
mükemmellik (“kamil-i beşer”) illüzyonunu<br />
ayakta tutabilmek için kötülüğü hep kendi dışına<br />
atar: sigaraya, içkiye, trafik canavarına, vs.’ye.<br />
Doğa’daki hiç bir şey size iyilik ya da kötülük<br />
yapmak gibi öznel bir niyete sahip değildir. Bir<br />
şeyi iyi ya da kötü yapan sizin onunla kurduğunuz<br />
ilişkidir. Yerlilerin sağaltım nesnesi olan tütün,<br />
kimyasal özellikleri nedeniyle değil, sizin onunla<br />
kurduğunuz anlamsız ilişki nedeniyle birden<br />
zehir haline gelir. Oysa içtiğiniz ilaçların çoğu<br />
doğrudan zehirdir, ama sizi tedavi eder.<br />
Yaşam ve sağlık, dinamik bir denge halidir,<br />
aslolan bu dengenin bozulmamasıdır. Denge<br />
bozulduğu içindir ki, kimi bitkiler zararlı ota,<br />
kimi hayvanlar haşerata ve kimi hücreler de<br />
kansere dönüşür. Televizyonları dolduran sağlık<br />
şarlatanlarının size söyleyebileceği yegane şey,<br />
yaşamanın sağlığa zararlı olduğudur. Unutmayın,<br />
son tahlilde sadece ve sadece yaşadığımız için<br />
ölüyoruz.<br />
Ne yapmalı? İnsan olarak, hem Doğa’ya hem de<br />
birbirimize karşı, daha alçak gönüllü olduğumuzda<br />
çok daha keyifli bir hayatımız olacağını<br />
garanti edebilirim. Başarı, üstünlük ve ille de<br />
mutluluğa kilitlenmiş bir kurgu, giderek kendi<br />
amaçladıklarının çok dışında sonuçlar vermeye<br />
başladı ve bundan pek memnun olan da yok.<br />
İnsan olmak hep şüphede<br />
olmaktır. Kendinden emin olan<br />
yalnızca Doğa’dır.<br />
Başarıdan başımız dönse de canımız sıkılıyor ve<br />
ne yapacağımızı bilemiyoruz. O zaman bu kibirli<br />
takıntıları bir kenara bırakıp eksikliklerimizle<br />
yüzleşmeye ve onları olduğu gibi kabul etmeye<br />
dönebiliriz. İlle de galip gelenin ya da birinci<br />
olanın değil, paylaşanların hep birlikte mutlu<br />
olabildiği deneyimler bizi daha doğru bir insanlığa<br />
taşıyabilir. Rekabet, yarışma, üstünlük takıntısı<br />
bizi ilerletiyor gibi görünse de aslında geriletiyor,<br />
insanlığımızı kaybediyoruz.<br />
Geç olmadan doğal ritmimize dönmek gibi<br />
bir şansımız varsa onu kullanalım derim. Üstün,<br />
kusursuz, mükemmel falan değil, sadece insan<br />
olun yeter. Bir de, bunun verili bir reçetesinin<br />
olmadığını ve ancak diğerleriyle ilişkilerimiz<br />
içinde şekilleneceğini atlamayın. Spor bizi bir<br />
araya getiren en keyifli faaliyetlerdendir, ama<br />
birbirimizi hunharca yemenin bahanesi haline<br />
gelebildiğini ve bunun nedenlerini sorgulamayı da<br />
ihmal etmeyin…<br />
Unutmayın, hiçbirimiz insan olarak doğmadık,<br />
yalnızca olma şansımız vardı, göründüğü<br />
kadarıyla pek azımız kullandık.<br />
SAYI 51<br />
35
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
X Yazı<br />
MESUT NALÇAKAN<br />
Spor Hekimi MD PhD<br />
TMOK Dopingle Mücadele Kurulu Eğitim Komisyonu Üyesi<br />
TFF Dopingle Mücadele Kurulu Üyesi<br />
Mersin Akdeniz Oyunları Dopingle Mücadele Komisyonu Direktörü<br />
Sporda Başarı<br />
ve Doping<br />
Bir araştırmada elit düzeyde çok sayıda<br />
sporcuya; yeni bulunan bir maddeyi<br />
kullanması halinde birkaç yıl tüm<br />
müsabakalarda derece yapacağı ve şampiyon<br />
olacağı garantisi verileceğini, ancak birkaç<br />
yıl içerisinde kullandığı madde nedeni ile<br />
öleceğini buna rağmen gene de o yasak<br />
maddeyi kullanıp kullanmayacağı soruldu.<br />
Sporcuların yarıdan fazlasının yanıtı “Evet,<br />
kullanırım,” oldu.<br />
Citius, Altius, Fortius bu üç Latince kelime Pier de Coubertin<br />
tarafından olimpiyatların sloganı olarak kazandırılmıştır.<br />
Daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü anlamında olan bu<br />
kelimeler sporcuların yaşam felsefesi niteliğindedir. Sporcunun<br />
ulaşabileceği en yüksek performans düzeyini temel olarak genetik<br />
yapısı, fiziksel özellikleri belirler. Sahip olduğu kapasitesinin<br />
en üst noktasına ulaşabilmek için de düzenli antrenman yapar,<br />
düzenli beslenir, psikolojik açıdan en üst düzeyde güdülenme için<br />
çalışır.<br />
Spor müsabakaları eşit şartlarda mücadeleyi amaçlar. Yarışmalarda,<br />
ilaç etkilerinin değil sporcuların fiziksel performanslarının<br />
ölçülmesi hedeftir. Sporcuların performanslarını farklı yöntem<br />
ve maddelerle artırmaları adil yarışma ortamını engelleyip,<br />
haksız rekabete yol açarak “fair play” anlayışını ihlal edecektir.<br />
Diğer taraftan performans artırmak için kullanılan bu maddeler<br />
36<br />
SPORDA BAŞARI VE DOPİNG
sporcu sağlığı açısından ölüme kadar gidebilen<br />
ciddi riskler oluşturmaktadır. Sporcuların<br />
başarma hırsı o denli yüksektir ki, başta sağlığı<br />
olmak üzere başarı için birçok riski göze<br />
alabilmektedirler. Yapılan bir başka araştırmada<br />
yasaklı madde kullanan sporcuların dörtte<br />
üçünün, kullandıkları yasaklı maddenin vücuda<br />
zarar verdiğini bildiği ama buna rağmen doping<br />
maddesini kullanmaktan vazgeçmeyeceğini<br />
ortaya koyuyor.<br />
Tüm kurallara, yasaklara ve caydırıcı olduğu<br />
düşünülen cezalara karşın sporcular neden<br />
doping yapmaktan vazgeçmiyor? Bunun<br />
açıklamasını yapabilmek her zaman çok da<br />
kolay olmuyor. Birçok neden ortaya sürülebilir:<br />
Sporcunun kişilik yapısı, sosyal çevresi,<br />
antrenörü, başarı için olması gereken yüksek<br />
motivasyon, kazanma hırsı, tanınma isteği,<br />
yüksek ekonomik kazanç beklentisi gibi birçok<br />
faktör sporcunun sağlığını hiçe sayarak dopinge<br />
yönelmesinde rol oynayabilmektedir.<br />
Doping Nedir?<br />
Kısaca yasaklanmış madde veya yöntemlerin<br />
sporcu tarafından bilinçli veya bilinçsiz<br />
olarak kullanımı diye tanımlanabilen<br />
ve günlük yaşantımıza da girmiş olan<br />
doping kelimesinin kökeninin Afrika yerli<br />
dillerinden Flamenkçe’ye geçen “dop”<br />
sözcüğünden geldiği düşünülmektedir. Dop,<br />
Zulu savaşçılarının cesaret artırmak için<br />
aldıkları üzüm kabuğundan yapılan alkollü bir<br />
içeceğin ismidir. İngilizce “Dope” kelimesi,<br />
uyuşturucu, ilaç, ilaç uygulaması anlamında<br />
kullanılmaktadır. 20. yüzyıl başlarında<br />
at yarışlarında yasadışı ilaç kullanımını<br />
tanımlamak için kullanılmıştır.<br />
Performans artırma amaçlı çeşitli maddelerden<br />
yararlanmanın başlangıcı neredeyse sportif<br />
mücadele kadar eskidir. Eski Yunan sporcuların<br />
kuvvetlenmek için özel karışımlar ve diyet<br />
yaptığı bilinmektedir. 19. yüzyılda bisikletçiler<br />
dayanıklılıklarını artırmak için sıklıkla striknin,<br />
kafein, kokain ve alkol, boksörler ise morfin<br />
kullanmışlardır.<br />
Kayıtlara geçen ilk doping vakasının 1865 tarihinde<br />
yüzme, maraton ve bisiklet yarışlarında yapıldığı<br />
kayıtlara geçmiştir. 1896’da Galli bisikletçi<br />
Arthur Linton morfin kullanmış, 1904 Saint-Luis<br />
Olimpiyatları’nda ABD’li Thomas Hick’in maraton<br />
yarışı sırasında yaptığı iğnelerle kazandığı<br />
bildirilmiş.<br />
1920’lerden itibaren sporda bu tür ilaç kullanımına<br />
karşı çalışmalar gündeme gelmiştir. İkinci Dünya<br />
Savaşı’nda ve sonrasında amfetaminler yaygın<br />
kullanılmıştır. Müsabaka sırasında amfetamine<br />
bağlı olduğu bilinen ölümler, kamuoyunun<br />
Performans artırma amaçlı çeşitli<br />
maddelerden yararlanmanın<br />
başlangıcı, neredeyse sportif<br />
mücadele kadar eskidir.<br />
dikkatini bu konuya yöneltmiştir. 1955’de Fransa<br />
Bisiklet Turu’nda Fransız bisikletçi Mallejac’ın<br />
ve 1960 Roma Olimpiyatları’nda Danimarkalı<br />
bisikletçi Knut Enemark’ın ölümü aşırı doz<br />
alınan uyarıcılardan (amfetamin) olmuştur. Aynı<br />
olimpiyatlarda 400 metre engellide 3. olan ABD’li<br />
Nick Howard aşırı doz eroinden ölür. 1963’te<br />
ölen iki boksörün de teşhisleri aşırı doz eroin<br />
kullanımıdır.<br />
1920’lerde başlayan doping ile mücadele, 1999’da<br />
IOC’nin (Uluslararası Olimpiyat Komitesi)<br />
öncülük ettiği toplantıda doping ile mücadelede<br />
ortak bir platform ve hareket birliği oluşturmak<br />
amacı ile bağımsız bir kuruluş olan WADA’nın<br />
(Dünya Antidoping Ajansı) kurulması kararı<br />
alınmıştır. Bugün WADA dünyada doping ile<br />
mücadelede bağımsız en üst düzeyde kuruluş<br />
olarak kabul edilir.<br />
WADA tarafından 2003 yılında dopingle<br />
mücadelenin yasası olarak kabul edilen “Anti-<br />
Doping Code” tüm branşlarda, tüm sporcular<br />
için dopingle mücadeleyi düzenleyen kuralların<br />
SAYI 51<br />
37
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Spor müsabakaları eşit<br />
şartlarda mücadeleyi amaçlar.<br />
Doping spor ruhuna aykırıdır.<br />
ve yönetmeliklerin aynı olmasını sağlayan<br />
bildirgedir. Buna göre dopingin spor ruhuna<br />
aykırı olduğu vurgulanarak, sporcudan alınan bir<br />
test materyalinde yasaklanmış bir maddenin<br />
ya da yıkım ürünlerinin tespitinden, yasaklı<br />
madde veya yöntemin kullanılması veya<br />
kullanılmaya teşebbüs edilmesi, numune alım<br />
işlemini reddetmek veya bildirim sonrası<br />
kaçmak, yarışma dışı testler için sporcunun<br />
bulunabilirlik bildirimini yapmaması, doping<br />
kontrolü işlemlerinin herhangi bir kısmının<br />
değiştirilmesi veya teşebbüsü, yasaklı<br />
maddelere sahip olmak, doping yapmaya ya da<br />
teşebbüsüne yardımcı olmak, bu tür bilgileri<br />
gizlemek ve bildirmemek de dahil birçok<br />
madde kural ihlali olarak kabul edilerek doping<br />
sınıfına sokulmaktadır. Bu maddelerden en<br />
az birinin gerçekleşmesi doping suçu olarak<br />
kabul edilir. Doping maddelerinin ticaretini<br />
yapmak, uygulanmalarını kolaylaştırmak<br />
gibi bazı durumlar da doping suçu kapsamına<br />
sokulmuştur. Bu da olayın hukuksal boyutunu<br />
daha çok belirgin hale getirmiştir.<br />
Doping kontrol analizleri halen en sık olarak<br />
idrar örneklerinde yapılmaktadır. Yakın<br />
bir gelecekte doping kontrol analizlerinin<br />
daha hızlı ve kesin sonuç vermesi için, idrar<br />
örnekleri yerine kan veya benzeri diğer vücut<br />
materyali örneklerinin alınması ve bu işlemin<br />
yaygınlaşması planlanmaktadır.<br />
Bir laboratuvarın doping kontrol analizlerini<br />
yapabilmesi için WADA tarafından<br />
uygunluğunun kabul edilmiş ve onaylanmış<br />
olması gereklidir. Halen dünyada WADA<br />
tarafından akredite edilmiş laboratuar sayısı<br />
32’dir. 2011 Kasım ayında da “Ulusal Dopingle<br />
Mücadele Kuruluşu”nun oluşturulması<br />
sonrasında Türkiye, “Dünya Dopingle Mücadele<br />
Kurallarına” uyumlu ülkeler listesine alınmıştır.<br />
Doping yaptığı saptanıp onaylanmış sporcuya<br />
ilgili kuruluşlarca, kullanılan madde ve yöntemin<br />
cinsine göre farklı ağırlıkta ceza uygulanır.<br />
Genellikle ilk kez dopingli olduğu saptandığında<br />
sporcu 2 yıl spordan men, ikinci kez dopingli<br />
olduğu saptandığında ise ömür boyu spordan<br />
men cezası verilmektedir.<br />
“Gen dopingi” son dönemlerin önemli çalışma<br />
alanlarından biridir. Çeşitli hastalıkların<br />
tedavilerinde kullanılmak için üzerinde çalışılan<br />
çeşitli gen tedavilerinin sporda performans<br />
artırımı amacı ile kullanıma uygun olabileceği<br />
nedeni ile WADA yayınladığı yasaklı yöntemler<br />
listesine “gen dopingi”ni de almıştır. Şu anda<br />
geliştirilmiş gen tedavi yöntemlerinden en az<br />
üçünün sporda doping amaçlı kullanıma uygun<br />
olduğu söylenmektedir. Ancak “gen dopingi”ni<br />
saptamak için henüz herhangi bir rutin kontrol,<br />
tarama analizi uygulaması yoktur.<br />
Biyolojik Pasaport<br />
Son zamanlarda medyada da çok sık duyulan<br />
biyolojik pasaport; sporcuların kan ve idrar gibi<br />
biyolojik maddelerine ait değerlerin kaydedildiği<br />
ve profilinin çıkarılarak veri tabanına<br />
kaydedildiği bilgi bankası olarak düşünülebilir.<br />
Bu bir tür parmak izi gibi kişiye ait özelliklerdir.<br />
Düzenli yapılan kontrollerle bu değerlerde<br />
normal değerlere oranla bir sapma varsa sporcu<br />
incelemeye alınır. Numunelerde yasaklı madde<br />
saptanmadan da sporcunun doping yapıp<br />
yapmadığı ile ilgili karar verilebilir.<br />
Doping ile ilgili skandallar<br />
Ben Johnson, 1988 Seul Olimpiyatları’nda<br />
100 metre yarışında dünya rekoru kırmıştı.<br />
Ancak daha sonra doping yaptığı için madalyası<br />
geri alındı ve ikinci olan Carl Lewis’e verildi, tabii<br />
ki rekoru da iptal edildi. Daha sonra başka yasaklı<br />
maddeleri de kullandığını itiraf etmişti.<br />
Macar disk atıcısı Robert Fezekas 2004<br />
Olimpiyatları’nda erkekler rekorunu kırmıştı.<br />
Ancak daha sonra dopingle mücadele kuralları<br />
ihlali nedeni ile madalyası geri alındı. Rekoru<br />
iptal edildi.<br />
38<br />
SPORDA BAŞARI VE DOPİNG
1998 yılında Fransa Bisiklet Turu’nda İspanyol<br />
Festina Takımı’ndan Belçikalı sporcu doping<br />
ilaçları ile yakalandı. Olayın boyutları ve organize<br />
bir olay olarak değerlendirilmesi sonucunda<br />
doktoru ve teknik direktörü gözaltına alındı.<br />
Ancak tura katılan diğer takımların da organize<br />
bir şekilde dopinge bulaştığı tespit edildi. Bu<br />
olay WADA’nın kurulmasına yol açan olay olarak<br />
değerlendirilmektedir.<br />
Bisiklet sporcusu Lance Armstrong, Fransa<br />
bisiklet turunu 7 kez üst üste kazanmış,<br />
kanserle mücadelesi ile gönüllerde taht<br />
kurmuştu. Ara verdiği spora 2009 yılında<br />
döndü. 2012 yılında ABD Anti-Doping Ajansı<br />
(USADA), doping yaptığı gerekçesiyle Lance<br />
Armstrong’un 1 Ağustos 1998’den bu yana<br />
elde ettiği bütün başarılarla, 1999 ile 2005<br />
yılları arasındaki 7 Fransa Bisiklet Turu<br />
şampiyonluğunu elinden aldı ve sporcuya ömür<br />
boyu spordan men cezası verdi. Daha sonra<br />
bir programda Armstrong doping yaptığını<br />
itiraf etmişti.<br />
Süreyya Ayhan Kop; orta mesafe koşucusu.<br />
Dünya atletizm şampiyonasında finale kalmış<br />
ve Avrupa atletizm şampiyonasında 2002 yılında<br />
altın madalya kazanan ilk Türk sporcusudur.<br />
2004 yılında doping kontrolü yapmaya gelen<br />
görevlileri engellediği için 2 yıl ceza almıştır.<br />
2008’de yapılan kontrolde numunesinde yasaklı<br />
madde bulunması nedeni ile cezası CAS tarafından<br />
ömür boyu men olarak onaylanmıştır.<br />
Kırkpınar’da 2013 yılında 3 kez şampiyon olan Ali<br />
Gürbüz’ün örneklerinde yasaklı madde çıkması<br />
sonucunda ömür boyu sahip olduğu kemer geri<br />
alındı.<br />
Halil Mutlu, 3 kez Olimpiyat Şampiyonu, 5 kez<br />
Dünya Şampiyonu, 9 kez Avrupa Şampiyonu olmuş,<br />
52 kg, 54 kg ve 56 kg’da 20’den fazla dünya rekoru<br />
kırmıştır. 2005 yılında alınan numunenin pozitif<br />
çıkması sonucu 2 yıl ceza aldı.<br />
Ülkemizde Durum<br />
Türkiye Milli Olimpiyat Komitesi Dopingle<br />
Mücadele Komisyonu tarafından yapılan<br />
kontrollerin sonuçlarına göre; 2013 yılında kontrole<br />
alınan 1550 sporcudan 17’si (%1.09) Dopingle<br />
Mücadele Kural ihlali olarak işlem görmüştür.<br />
Bu rakamlar atletizmde 363’te 46 sporcu, (%12.7)<br />
halterde 313’te 47 sporcu (%15), güreşte ise 216’da<br />
22 sporcu (%10.2) olmuştur. Önemli bir ayrıntı da<br />
numunesi pozitif çıkan 33 sporcunun yaşının 18’in<br />
altında olması. Bunların 11’inin yaşları ise 15’ten<br />
küçük olarak bildirilmiştir.<br />
Futbolda bu oran %0.31 iken, basketbolda da %0.88<br />
olarak belirlendi.<br />
“Gen dopingi”<br />
son dönemlerin<br />
önemli çalışma<br />
alanlarından biri.<br />
SAYI 51<br />
39
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
Endüstrileşen<br />
spor, sporcuların<br />
ruh sağlığını da<br />
etkiliyor mu?<br />
Yeni Sporun<br />
Yeni Sporcuları<br />
Ünlü İngiliz iktisatçı Adam Smith, “Demiryollarının %5’i demirse %95’i<br />
insandır,” demiş. Peki ya spor, sizce yüzde kaçı insandır?<br />
40<br />
YENI SPORUN YENI SPORCULARI
X Yazı<br />
YRD. DOÇ. DR. PSIKOLOG<br />
OZANSER UĞURLU<br />
ODTÜ Psikoloji<br />
’89<br />
Stadyumlarda, salonlarda ya da televizyonun<br />
karşısında kadın ve erkeklerin rekabetini<br />
izliyor ve bundan keyif alıyor, iyi zaman<br />
geçiriyor, eğleniyor, üzülüyor ya da seviniyoruz.<br />
Peki ya o izlediğimiz insanlar, onlar neler<br />
yaşıyor, neler hissediyor? Uluslararası medya<br />
devi Eurosport “All Sports All Emotions” sözü ile<br />
sporun bir duygular bütünü olduğunu çok güzel<br />
özetliyor, çünkü insan duyguları ile var olan bir<br />
varlıktır.<br />
Performans söz konusu olduğunda elbette<br />
bütün mesele duygular değildir ancak duygular<br />
performans üzerinde önemli bir etkiye<br />
sahiptir; çünkü duygular düşüncelerimizi<br />
ve davranışlarımızı derinden etkiler. Örneğin;<br />
seyirci için rekabetin kazanılması mutluluk,<br />
kaybedilmesi mutsuzluk ile eşanlamlıysa<br />
desteklediği sporcu rekabeti kaybettiğinde<br />
seyirci kendisini mutsuz edene olumsuz anlamlar<br />
yükleyebilir, hatta düşman kesilebilir. Diğer<br />
taraftan sporcu için rekabetin sonunda kazanmak<br />
başarı hissi yaratırken, kaybetmek başarısızlık<br />
hissi yaratıyorsa, sporcu rekabeti kaybettiğinde<br />
kendisini değersiz görebilir ve anlamsızlık hissine<br />
kapılabilir. Ve işte sporun yüzde kaçının insan<br />
olduğu, bu noktada şekil almaya başlar.<br />
Kazanmak ya da Kaybetmek,<br />
Bütün Mesele Bu mu?<br />
Uzun yıllardır farklı yaş gruplarından farklı spor<br />
branşlarında profesyonel ve amatör sporcular ile<br />
çalışıyorum. Performanslarını psikolojik olarak<br />
nasıl yöneteceklerine dair onlara danışmanlık<br />
yapıyorum. Ve gördüm ki, spor sadece “spor”<br />
olduğunda sporcular psikolojik süreçleri<br />
başarıyla yönetebiliyorlar. Kendilerine hedefler<br />
koyup, hatalarından dersler çıkartabiliyor<br />
ve süreci bir gelişim evresine dönüştürebiliyorlar.<br />
Ancak ne zamanki spor artık bir “iş” haline<br />
geliyor, aldıkları her sonuç birer rakama<br />
dönüşüyor, kazandıkları madalyalar<br />
ve kaldırdıkları kupalar “başarı” için belirleyici<br />
bir kritere dönüşüyor, işte o zaman “kazanmak”<br />
ya da “kaybetmek” psikolojilerinde derin yaralar<br />
açan kırılma noktaları haline gelebiliyor.<br />
O yüzdendir ki, yeni “spor” sporcudan daha fazla<br />
“kazanmasını” istedikçe, sporcu başarıyı daha<br />
fazla kupa ve madalya ile ölçen bu sistemin içinde<br />
insan olmaktan çıkıp, makineye dönüşüyor. Belki<br />
artan doping ve şike vakaları bu yüzden çoğalıyor.<br />
Çünkü herkes “kazanmak” istiyor. Oysa sporda<br />
kaybetmek ve kazanmak, başarılı olmak ya<br />
da olmamak anlamına gelmez. Çünkü sporun<br />
kendisi, kendi başına bir başarıdır zaten; çünkü<br />
rekabet için meydana çıkmak başlı başına bir<br />
hayata meydan okumadır ve bu meydan okuma<br />
bir canlının varoluşu için baştan sona büyük bir<br />
başarıdır.<br />
Ne zaman spor artık<br />
bir “iş” haline geliyor,<br />
her sonuç birer<br />
rakama dönüşüyor.<br />
Performansı; hedefe yürünen yoldaki<br />
davranış, düşünce ve duyguların tamamı ile<br />
elde edilen sonucun toplamı oluşturur. Sportif<br />
performansın günümüz modern yaşamında<br />
her açıdan ele alındığı, ölçüldüğü ve üzerinde<br />
manipülasyonlar yapılabildiği bir zaman<br />
diliminde yaşıyoruz ancak performansın<br />
tutku, anlam ve doyumla yoğurulmadan,<br />
hayatın içerisinde sadece rakamsal ifadeler<br />
halinde kalması bizi insan olmaktan çıkaran<br />
bir yaklaşım yaratıyor.<br />
Sporun insanca kalabilmesi için başarının<br />
tanımını insandan ve onun varoluşundan<br />
uzaklaştırmamamız gerekiyor. Çünkü insan<br />
makine değildir ve ondan bir makinenin<br />
üretimini beklemek haksızlık olacaktır;<br />
hele de hayata meydan okuyup sahalara çıkan<br />
bir sporcudan hep kazanmasını beklemek,<br />
ne insanca bir yaklaşımdır ne de insana<br />
yakışır. Bırakalım spor, hem aktörleri hem<br />
de izleyicileri için hayata keyif katan, tutku,<br />
anlam ve doyumla var olabilmek için bir fırsat<br />
olsun.<br />
SAYI 51 41
ODTÜLÜ<br />
DOSYA<br />
Krizlerden<br />
Etkilenmeyen<br />
Ekonomi<br />
“Bir spor kulübü nasıl gelir kazanıyor olmalı ki<br />
bir oyuncu için bu parayı verebiliyor?”<br />
X Yazı<br />
YRD. DOÇ. DR. BÜLENT ANIL<br />
ODTÜ Sosyoloji<br />
’99<br />
BAU İktisadi ve İdari<br />
Bilimler Fakültesi<br />
Ekonomi<br />
Öğretim Üyesi<br />
Gareth Bale’e ödenen<br />
yaklaşık 100 milyon<br />
Avro, futbolla ilgisi<br />
olsun olmasın, her kesimden<br />
insanın konuştuğu bir konu<br />
haline geldi. “100 milyon<br />
Avro eder mi?” merkezli<br />
tartışmaların yanı sıra,<br />
piyasada daha pahalı olduğu<br />
kabul edilen Messi veya<br />
Ronaldo’nun kaç milyon<br />
Avro edeceğini hesaplayanlar<br />
oldu. Amatör bir oyundan<br />
bir endüstri haline evirilen<br />
futbol, 2015’de 145 milyar<br />
Dolara ulaşması beklenen<br />
toplam geliri, yılda ortalama<br />
%4’lük büyümesi ve diğer<br />
sektörlere oranla ekonomik<br />
krizlerden daha az etkilenmesi<br />
ile küresel ekonomide aktif bir<br />
oyuncu olma yolunda ilerliyor.<br />
“Bir spor kulübü nasıl gelir<br />
kazanıyor olmalı ki bir oyuncu<br />
için bu parayı verebiliyor?”<br />
sorusunu bu yazının merkezine<br />
alarak, spor endüstrisine bir<br />
ışık tutmaya çalışalım.<br />
Bir kulübün gelir kalemleri<br />
içerisinde en önemli yeri yayın<br />
gelirleri kaplıyor. Yayını talep<br />
eden izleyici sayısı, bu gelirlerin<br />
büyüklüğünü de belirliyor.<br />
Öyle ki, kulüpler ülke dışında da<br />
tanınırlıklarını artırarak bu<br />
talebi de artırmaya çalışıyorlar.<br />
Manchester United, Real<br />
Madrid, Barcelona gibi takımlar<br />
Uzakdoğu turnelerine çıkarak<br />
hem kendi markalarının<br />
tanıtımını yapıyorlar hem de<br />
oynadıkları ligin seyredilme<br />
oranını, dolayısı ile de yayın<br />
gelirlerini artırmış oluyorlar.<br />
Kuzey Amerika’da popülerlik<br />
oranında üçüncü sırada bulunan<br />
Amerikan Profesyonel Basketbol<br />
Ligi (NBA) yayın gelirleri,<br />
uluslararası yayın anlaşmaları<br />
sayesinde ciddi gelir artışı<br />
sağlayarak ikinci sıradaki (ve<br />
uluslararası düzeyde fazla rağbet<br />
görmeyen) beyzbol gelirlerine<br />
yaklaşmaya başladı. Bunu örnek<br />
alan Amerikan Ulusal Futbol<br />
Ligi de 2007’den itibaren<br />
Londra’da karşılaşmalar<br />
düzenlemeye başladı. Üstelik bu<br />
uluslararası açılım, artan yayın<br />
gelirleri dışında, seyredilen<br />
ülkelerdeki ürün satışları ile de<br />
ekstra gelir kapısı anlamına<br />
geliyor. Türkiye Futbol Ligi de,<br />
her ne kadar uluslararası<br />
düzeyde az izleyiciye hitap<br />
42<br />
KRIZLERDEN ETKILENMEYEN EKONOMI
Bir endüstri haline gelen futbol, küresel<br />
ekonomide aktif bir oyuncu olma yolunda.<br />
ediyor olsa da, kendi içinde<br />
hızla artan bir yayın gelirine<br />
sahip. En son 2010 yılında<br />
yapılan yayın ihalesi 321 milyon<br />
dolara alıcı buldu. Uluslararası<br />
izlenirlik bu rakamın daha da<br />
yükseklere çekilmesinde en<br />
önemli faktör gibi görünüyor ki<br />
son dönemde sıkça duyulan<br />
“ligin marka değerinin<br />
yükseltilmesi” tartışmaları da<br />
buna işaret ediyor.<br />
“Marka değeri” tartışması,<br />
dolaylı yoldan da olsa,<br />
yayın gelirlerinin dağılımı<br />
tartışmasına da ışık tutmakta.<br />
Farklı ülkeler farklı modeller<br />
oluşturarak bu geliri<br />
katılan takımlar üzerinde<br />
paylaştırıyorlar. Buradaki<br />
temel ayrım, ligin marka<br />
değerini artıran faktörlerin<br />
belirlenmesinde ortaya çıkıyor.<br />
“Ligin marka değeri, gelirlerin<br />
daha eşit paylaşıldığı daha<br />
rekabetçi bir lig ile mi artar,<br />
yoksa uluslararası arenadaki<br />
başarılarla mı?” sorusu bu<br />
noktada önem kazanıyor.<br />
Türkiye’nin de içinde<br />
olduğu bir grup, gelirlerin<br />
önemli bir kesimini marka<br />
değerinin temel taşı olarak<br />
gördüğü kulüpler arasında<br />
dağıtıyor. Türkiye’de 4 kulüp<br />
(Fenerbahçe, Galatasaray,<br />
Beşiktaş ve Trabzonspor) yayın<br />
gelirlerinin üçte birinden<br />
fazlasını alıyorlar. Bu dağılımın<br />
altında, bu kulüplerin getirdiği<br />
pahalı yabancı futbolcular ve<br />
bu futbolcularla kazanılan<br />
uluslararası düzeydeki<br />
başarılar ligin marka değerini<br />
ve tanınırlığını artırıyor<br />
varsayımı yatıyor. Son yıllarda,<br />
bu görüşe karşıt olarak, yayın<br />
gelirlerinden daha fazla pay<br />
alan diğer 14 takımın güçlü<br />
ekipler kurarak rekabeti<br />
artırdığı ve uluslararası<br />
arenadaki sürdürülebilir<br />
başarının bu sayede sağlandığı<br />
iddiası da yüksek sesle dile<br />
getirilmeye başlandı.<br />
Uluslararası arenadaki<br />
rekabetten bahsederken<br />
yabancı sınırlamasına da<br />
değinmeden geçmemek gerekir.<br />
Yabancı oyuncu sayısındaki<br />
sınırlama yerli oyuncuların<br />
fiyatlarının artmasına neden<br />
olurken, savunucuları milli<br />
takıma oyuncu yetişmesini<br />
desteklemek amacı ile bu<br />
kuralın yanında olduklarını<br />
iddia ediyorlar. Bu görüşün<br />
karşısında ise yabancı<br />
oyuncu sınırlamasının<br />
kulüp takımlarının aleyhine<br />
çalıştığını, yükselen yerli<br />
oyuncu maliyetleri nedeni ile<br />
hem giderlerin arttığını hem de<br />
kalitenin düştüğünü ve kulüp<br />
takımları için uluslararası<br />
rekabette bir dezavantaj<br />
oluştuğunu iddia edenler<br />
yer alıyor. Son dönemde,<br />
sınırlamak yerine ekstra<br />
yabancı oyuncuya ekstra vergi<br />
uygulaması da spor çevrelerinde<br />
dillendirilmeye başlandı.<br />
SAYI 51 43
ODTÜLÜ<br />
DOSYA<br />
varlığının şehre kattığı ekonomik ve sosyal artı<br />
değeri gerekçe olarak gösterirken, karşı çıkanlar<br />
bu spora ilgi duymayanların vergilerinin bu<br />
stadyumların yapımında kullanılıyor olmasının<br />
adil olmadığını savunuyorlar.<br />
Yayın gelirlerinden sonraki en önemli gelir<br />
kalemi maç günü gelirleri. Bu gelirler bilet parası<br />
ve stadyumda yapılan alışverişleri içeriyor.<br />
Bu gelirlerin büyüklüğü stadyumun kalitesi ve<br />
büyüklüğü ile de doğru orantılı olduğundan her<br />
takım stadyumunu yenilemek, büyütmek ve<br />
teknolojik hale getirmek için elinden geleni<br />
yapıyor. Türkiye’de stadyumların hepsi yasa<br />
gereği Gençlik ve Spor Müdürlüğü’ne ait<br />
ve kulüpler uzun süreli kiralama yoluyla işletim<br />
haklarına sahip oluyorlar. Avrupa’da kamuya ait<br />
stadyumlar olabileceği gibi kulüplerin kendi<br />
stadyumları da olabiliyor. Kuzey Amerika’da ise<br />
stadyumlar kulübün varlığı olmakla birlikte<br />
yapımında yerel idarelerin önemli katkısı söz<br />
konusu. Bu konuda ciddi tartışmalar da<br />
dönmekte. Örneğin, 1980’lerde Atlanta Braves<br />
beyzbol takımının, kulübü başka bir şehre<br />
taşımakla tehdit edip, Atlanta yerel<br />
yönetiminden kendisine yeni bir stadyum<br />
yapmasını talep ettiği, Atlanta yerel<br />
yönetiminin de 1996 olimpiyatları için yapılan<br />
stadı (Turner Field) Atlanta Braves’e bırakmak<br />
karşılığında takımı Atlanta’da tuttuğu söylenir.<br />
Geçtiğimiz senelerde benzeri bir durum Seattle<br />
için de yaşanmıştı. Seattle yerel yönetimi yeni bir<br />
basketbol salonu yapma ve bunu kulübe bırakma<br />
önerisini reddettiği için Seattle Supersonics NBA<br />
takımı Seattle’ı bırakıp Oklahoma’ya (Oklahoma<br />
Thunders) yerleşti. Yerel yönetimin katkı<br />
yapmasını savunanlar profesyonel bir takımın<br />
Gelirlerdeki üçüncü büyük kalem, ürün<br />
satışından elde edilen gelirler. Bu gelir grubu<br />
hem dünyada hem de Türkiye’de gittikçe artan bir<br />
öneme sahip olmaya başlamış durumda. Taraftarı<br />
heyecanlandıran transferler forma satışlarında<br />
öylesine bir artışa sahip oluyor ki kimi zaman bu<br />
forma satışlarından gelen gelir bir futbolcunun<br />
transfer bedelini ödeyebiliyor bile. Real Madrid<br />
ve Manchester United takımlarının Uzakdoğu<br />
seyahatlerinin, bu ülkelerdeki pazara girme<br />
anlamı taşıdığı biliniyor. Çinli Yao Ming adlı<br />
NBA oyuncusunun Houston Rockets tarafından<br />
1. sırada seçilmesinin de benzeri kaygılarla<br />
yapıldığına dair söylentiler zamanında NBA<br />
çevrelerinde sıkça dile getirilmişti.<br />
Yayın gelirlerinden<br />
sonraki en önemli<br />
gelir kalemi maç günü<br />
gelirleri.<br />
İzleyici yayını ve takım ürünlerini talep ederek<br />
bu gelirlere katkı yapmış oluyor. Türkiye ve<br />
Avrupa’daki izleyici için aidiyet merkezli taraftar<br />
profili öncelikli görülüyor. Endüstrinin büyümesi<br />
ile birlikte kulüpler/ligler bunun dışındaki<br />
izleyiciyi de hedeflemeye başladılar. ABD’nin<br />
gelmiş geçmiş en fazla seyirci çeken programları<br />
listesinde her zaman Amerikan Futbol Ligi<br />
finallerinin olması, oyunun herkes tarafından<br />
takip edilen bir eğlenceye dönüştüğünün de<br />
kanıtı. Öyle ki, firmalar sadece o gün için özel<br />
ve eğlenceli TV reklamları hazırlıyorlar ve<br />
sporun kendisi ile ilgilenmeyen insanları bile<br />
o gün için TV başına çekmeyi başarabiliyorlar.<br />
“Taraftar” kavramı yerini tüketiciye bırakmaya<br />
başlıyor ki, bu dönüşüm oyunun dinamiklerini de<br />
etkileyecekmiş gibi görünüyor.<br />
44<br />
KRIZLERDEN ETKILENMEYEN EKONOMI
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
“Böyle Bir Sevmek<br />
Görülmemiştir” *<br />
Bir takımın taraftarı olmanın nedenlerini bilimsel bir çerçevede izah etmek,<br />
akla uygun sebepler bulmak kolay değildir. Ama her durumda işin arkasında<br />
karşılıksız bir sevgi hali yatmaktadır.<br />
X Yazı<br />
KIVANÇ KOÇAK<br />
V İllüstrasyon<br />
TURGUT YÜKSEL<br />
*Attila İlhan<br />
Öyle ya da böyle hepimiz hemen her zaman bir<br />
şeyin taraftarı oluyoruz; görüşün, ideolojinin,<br />
rengin, müzik grubunun... Akla gelebilecek<br />
her şeyde mevcut taraf olmak. Otomatik<br />
olarak kendi karşıtını yaratan taraf tutmanın<br />
en göze battığı hallerden birisi de şüphesiz,<br />
bir takımın taraftarı olmak. Nasıl olmasın<br />
ki? Stadyumlarda ya da takımınızın maçını<br />
seyretmek için evde arkadaşlarınızla bir araya<br />
geldiğinizde sizin gibi düşünmeyenleri, sizin<br />
tarafınızda olmayanları, “karşıtları” en net<br />
şekilde görebiliyor, cisimleştirebiliyorsunuz:<br />
Oradan birileri sizin en kıymetlinize ağız<br />
dolusu küfür ediyor, şuradan birisi ne kadar<br />
kötü bir takım olduğunuzu haykırıyor,<br />
arkalardan takımınızın aleyhinize yapılmış bir<br />
beste söyleniyor hep bir ağızdan...<br />
Bir takımın taraftarı olmanın nedenlerini<br />
bilimsel bir çerçevede izah etmek, akla uygun<br />
sebepler bulmak kolay değildir. Her durumda işin<br />
arkasında karşılıksız bir sevgi hali yatmaktadır.<br />
Siz takımınız için her şeyinizi verebilirsiniz<br />
ama karşılığında şampiyonluk garantisi<br />
bekleyemezsiniz; bulduğunuz gözyaşı, hüzün,<br />
mağlubiyetin kekre tadı olur. Arada sırada gelen<br />
başarılarla avunmayı öğrenmek kadar, daha<br />
iyisini isteme hakkını şuursuzca da olsa kendinde<br />
görmektir bir takımın taraftarı olmak. Bir<br />
yandan kendini çok önemsemek ama öte yandan<br />
aslında etkinin zayıflığını fark etmektir: Sonuçta<br />
kupayı getirecek golü, taraftar atacak değildir,<br />
stadın yıkılıp yenisinin yapılmasına kararı<br />
yöneticiler verir, transfer komitelerinde taraftar<br />
temsilcisinin varlığı pek görülmüş şey değildir!<br />
46<br />
“BÖYLE BİR SEVMEK GÖRÜLMEMİŞTİR”
Geleneksel taraftarı,<br />
holiganlardan ayıran<br />
çizgi neresi?<br />
Peki geleneksel taraftarı, holiganlardan ayıran<br />
çizgi neresi? Gündüz Vassaf, bir yazısında<br />
holigan kavramının sözlüklere ilk kez 1900’lerin<br />
başında girdiğini anlatır: “Sözcüklere ilk olarak<br />
1898’de girmiş. Londra’da yaşayan, gittikleri<br />
yerde içip içip kavga çıkaran İrlandalı bir ailenin<br />
adı. Bay ve Bayan Hooligan’ın çocuklarının<br />
adı bir kere kavgacıya çıkınca artık hangi<br />
meyhanede bir olay çıksa ‘Hooliganlar’ın<br />
işi’ diye bilinmeye başlamış.” Literatürde bu<br />
anlatının doğruluğu net değil ama her halükârda<br />
işin içinde “kavga” olduğu kesin. Zaten holigan<br />
kültürünün ayrılmaz parçası, taraftarı olunan<br />
takımın rakiplerinden daha güçlü ve üstün<br />
olduğunu fiziksel olarak da kanıtlamak.<br />
Bunu göstermenin en kestirme yolu da rakip<br />
taraftarları öldüresiye dövmek, onlar üzerindeki<br />
tahakkümü açıkça ortaya koymak. Kışın<br />
ayazında, yağmurun altında, sıradan taraftarlar<br />
evlerinde bile üşürken üstleri çıplak, çoğu zaman<br />
alkollü şekilde tribünleri doldurup girişilen güç<br />
gösterisi “sert adamların” yaptığı bir fiziksel<br />
üstünlük şovu aslında. Takımları için canlarını<br />
verme noktasına gelen çoğu holiganın, sahada<br />
oynanan maçla neredeyse hiç ilgilenmiyor<br />
oluşuysa büyük paradokslardan biri!<br />
kültürel ve sosyal programlarla holiganlığın<br />
altyapısı çökertilmeye çalışılıyor. Sosyolojik ve<br />
kültürel açıdan çoklukla az gelirli ya da işsiz,<br />
reaksiyoner milliyetçi damara çok yakın duran,<br />
kendilerini sadece bir futbol takımı kimliğiyle<br />
ifade edebilen insanların spora/futbola bir<br />
eğlence, oyun olarak bakabilmelerini sağlamak<br />
kolay değil ve fakat kararlı bir mücadeleyle,<br />
özellikle sahici bir futbol kültürü yaratarak hiç<br />
olmayacak şey de değil (özellikle Almanya’da<br />
kulüplerin ve federasyonun işbirliğiyle ortaya<br />
çıkarılan programlar bu anlamda ders olacak<br />
nitelikte).<br />
Kabul etmesi zor gibi gözükse de holiganlık işin<br />
özünde bir “sevme biçimi”. Ancak her “şiddetli”<br />
sevme biçiminde olduğu gibi sağlıklı ve doğru<br />
olduğunu söylemek zor. Zira bilinir, şiddetli sevgi<br />
hem karşındaki boğar hem akıl tutulmasına<br />
götürür hem de “güzel” sevmenin önündeki en<br />
büyük engeldir. Çünkü aslında -her ne kadar aksi<br />
iddia edilse de- tamamen ben-merkezcidir. Oysa<br />
“ben yoksam takım da yok” diyenler unutulur<br />
ya da sevdadan yorgun düşerken, mesela 40 yıldır<br />
Vefa’nın hiçbir maçını kaçırmayan Melkon Amca<br />
gibi, Şekersporlu Bruno gibi sahici taraftarlar artık<br />
takımın kimliğinin de bir parçasıdır. Sayıları az da<br />
olsa; “başarıyı”, kupaları bir türlü göremeseler de...<br />
Bugün tüm dünyada futboldaki holiganizmle<br />
mücadele çok ciddiye alınıyor; kampanyalar<br />
yapılıyor, yasal düzenlemeler hayata geçiriliyor,<br />
SAYI 51<br />
47
ODTÜLÜ<br />
SÖYLEŞİ<br />
Bize FREE projesini ve nasıl<br />
yola çıktığını anlatır mısınız?<br />
Futbol Avrupa’nın<br />
Ortak Dili Olabilir mi?<br />
FREE (Football Research in an Enlarged Europe),<br />
Avrupa sathında bir futbol kimliğinden bahsedilip<br />
bahsedilemeyeceğini araştıran bu kadar kapsamlı<br />
ilk futbol araştırması. Proje fikrini tasarlayan ODTÜ<br />
Avrupa Çalışmaları Merkezi’nden Doç. Dr. Özgehan<br />
Şenyuva ve Doç. Dr. Başak Zeynep Alpan ile projeyi ve<br />
futbolun büyüsünü konuştuk...<br />
Başak Zeynep Alpan:<br />
Her şey 2008 yılında başladı.<br />
Ben doktora yapıyordum.<br />
Özgehan da Edinburgh’de post<br />
doktora. Profesör Alfred Sontag<br />
ile futbolla kimlik meselesini<br />
birleştiren bir proje hazırlayıp<br />
AB’nin Yedinci Çerçeve<br />
Programı’na sunmayı konuştuk.<br />
Özgehan Şenyuva: 2009<br />
sonunda ilk başvurumuz<br />
reddedilmişti. Ondan sonraki<br />
çağrıya daha güçlü ve büyük<br />
bir ekiple başvurduk ve kabul<br />
edildi. FREE Projesi 8 ülkeden<br />
-Polonya, Fransa, Birleşik<br />
Krallık, İspanya, Danimarka,<br />
Avusturya, Almanya, Türkiye-<br />
10 kurumla yürütülüyor.<br />
Temel olarak 4 sosyal disiplini<br />
bir araya getirmesi önemli.<br />
Antropoloji, sosyoloji, siyaset<br />
bilimi ve yönetişim ve tarih.<br />
Her biri kendi disiplini<br />
çerçevesinde Avrupa’da Futbol<br />
konusunda çalışıyor. FREE<br />
Projesi Avrupa çapında bu<br />
kadar çok ülkenin dahil olduğu,<br />
bu kadar kapsamlı ilk futbol<br />
araştırma projesi.<br />
Futbol kimliğin bu kadar<br />
belirleyici bir parçası mı?<br />
Futbolda biz neleri görünür<br />
kılıyoruz ki futbol böyle bir<br />
araştırma konusu oluyor?<br />
Özgehan Şenyuva: Avrupa’da<br />
bir futbol kimliği olduğu<br />
düşüncesinden yola çıkarak<br />
başladık. Çünkü Soğuk Savaş’ın<br />
sona ermesiyle Avrupa<br />
coğrafyası genişledi. Çoğu kişi<br />
bilmez mesela, logosunda<br />
Avrupa haritası taşıyan tek<br />
48<br />
FUTBOL AVRUPA’NIN ORTAK DILI OLABILIR MI?
kuruluş UEFA’dır. Sınırları en<br />
geniş olan Avrupa coğrafyası da<br />
UEFA üzerinden kurulur.<br />
Avrupa futbol kimliğinin<br />
oluşmasında kuşaklar arasında<br />
bir bağ var. Büyükbaba ya da<br />
büyükanneden torununa geçen<br />
bir miras var. O takımı aile<br />
7 cettir tutuyor ve aralarında<br />
konuşacak bir konu oluyor.<br />
Soğuk Savaş döneminde bile,<br />
Demirperde’nin iki tarafında<br />
ekonomik ve siyasi ilişkiler<br />
sınırlanmışken, maçlar devam<br />
etmekteydi. Avrupa<br />
şampiyonalarına iki tarafın<br />
takımları da katılmaktaydı.<br />
‘80’lerde Dinamo Kiev için uzay<br />
futbolu oynuyor denirdi ve<br />
Batı’da da Dinamo Kiev<br />
taraftarları ve hayranları vardı.<br />
Soğuk Savaş döneminde futbol<br />
dışında olamayacak bir<br />
etkileşim, ortak kültür ve tarih<br />
yaratma süreci vardı.<br />
Başak Zeynep Alpan:<br />
ODTÜ’nün katkıda bulunduğu<br />
iki çalışma paketi var. Biri<br />
futbol antropolojisi. Öteki de<br />
futbolun kadınlaşması. Bundan<br />
hem kadın taraftarların<br />
çoğalmasını hem de kadın<br />
futbolunu anlayabiliriz. Alan<br />
çalışmasını futbol antropolojisi<br />
üzerinden yapıyoruz. Projenin<br />
en temel derdi şu: Acaba<br />
Avrupa düzeyinde bir futbol<br />
algısı, bir futbol kimliği, bir<br />
futbol kamusal alanı var mı?<br />
Nisan ayında ODTÜ’de<br />
düzenlenecek uluslararası<br />
konferansta futbol ve kamusal<br />
alan meselesini düşüneceğiz<br />
örneğin. Akademik çevrede,<br />
özellikle İngiliz akademisinde<br />
futbol denilince, akla ilk gelen<br />
Rastgele iki<br />
Avrupalıyı<br />
yan yana<br />
getirdiğinizde,<br />
paylaştıkları<br />
şey futbol<br />
olabilir mi?<br />
şey futbol -şiddet, futbolholiganizm<br />
ilişkisi ve futbolun<br />
endüstrileşmesi. Ki bütün<br />
bunlar yanlış değil, ama futbol<br />
sadece bunlardan ibaret değil.<br />
Özgehan’ın demin bahsettiği<br />
kuşaklar arası belli bir iletişimi<br />
sağlayan, bir ülkeye gittiğinizde<br />
kimseyi tanımıyorken bir bara<br />
gidip üzerine insanlarla<br />
en fazla sohbet edebileceğiniz<br />
konudur futbol. Ayrıştırıcı<br />
ve birleştirici bir gücü var<br />
insanlar üzerinde. Futbol<br />
antropolojisi çalışma paketinde<br />
bunu anlamaya çalışıyoruz.<br />
Bunu da taraftar gözlemek<br />
yoluyla yapıyoruz.<br />
İki sezondur Gençlerbirliği<br />
maçlarına gidiyoruz. Kimliklerin<br />
dönüşümünde ve iç içe<br />
geçmesinde, bireylerin<br />
aidiyetlerinde ve ilişkilerinde<br />
futbol acaba ne derece rol<br />
oynuyor? Üstelik bu sadece<br />
bir özsel kimlik meselesi değil.<br />
Yani Türkiye’de doğup Türkiyeli<br />
olmak gibi bir şey değil. Biraz da<br />
seçilmiş bir kimlik aslında.<br />
Örneğin Gençlerbirliği kimliği<br />
seçilmiş bir kimlik. Şiddete,<br />
cinsiyetçi küfürlere karşılar,<br />
kendilerini bu şekilde<br />
tanımlıyorlar. Acemi hakem<br />
diyorlar mesela en fazla.<br />
Özgehan Şenyuva: Avrupa<br />
çalışmalarında hep eksik kalan<br />
bir alan, Avrupalı kimliği. Yani<br />
Avrupalıları bir araya getiren,<br />
Avrupalıyı tanımlayan nedir?<br />
Türkiye olarak bu tartışmanın<br />
tam göbeğindeyiz. Dinsel<br />
anlamda bir tartışma var, kültürel<br />
ve tarihsel anlamda bir tartışma<br />
var, coğrafi anlamda bir tartışma<br />
var. Avrupa nerede başlar nerede<br />
biter? Bizi onlardan ayıran<br />
nedir sorusunu bir türlü tam<br />
cevap veremediğimiz bir alan.<br />
Avrupa geleneği olarak ne var<br />
mesela? Rastgele iki Avrupalı’yı<br />
yan yana getirdiğiniz zaman<br />
ortak değerleri ne? Futbol<br />
bunun bir cevabı olabilir mi?<br />
Yani rastgele iki Avrupalı’yı yan<br />
yana getirdiğinizde, tarihsel,<br />
geleneksel olarak paylaştıkları<br />
şey futbol olabilir mi? 2000’li<br />
yıllarla beraber futbol makul<br />
bir cevap olabilir. Avrupa’da<br />
futbolcu hareketliliği muazzam<br />
rakamlara ulaştı. Her takımda<br />
farklı milliyetlerden insanlar<br />
bulabiliyorsunuz.<br />
SAYI 51 49
ODTÜLÜ<br />
SÖYLEŞİ<br />
Futbol,<br />
beraberliğin<br />
olduğu ender<br />
sporlardan<br />
biri. Bu da<br />
hayatın güzel<br />
bir yansıması.<br />
Futbol öyle bir spor ki, futbolu<br />
sevmeyen bile yarım saat niye<br />
sevmediğini anlatabiliyor.<br />
Yani sevmeyenin bile futbol<br />
hakkında geniş bir haznesi<br />
vardır niye sevmediğine dair.<br />
Avrupa sathında seyredilen<br />
ve kendi popüler kültürünü<br />
icat eden, etki alanı gittikçe<br />
genişleyen bir şeyden<br />
bahsediyoruz. Bu durum bize<br />
ne söylüyor?<br />
(http://www.free-project.eu)<br />
Seyircilerin hareketliliği<br />
çok arttı. Artık 7-8 tane<br />
lig Türkiye’de canlı<br />
yayınlanabiliyor. Yani zaman<br />
ve mekan sınırları kırıldı.<br />
Bu da bir taraftar hareketliliği<br />
sağladı. Sınır ötesi taraftarlık<br />
olmasa bile sempati yarattı.<br />
Üçüncü bir değişken de<br />
düzenlenen organizasyonların<br />
çok daha geniş kapsamlı olması.<br />
Etkileşim sayısı ve yoğunluğu<br />
arttı. Norveç’ten bir takım<br />
çıktığında kapalı kutu derdik<br />
eskiden, şimdi o takım 3 Türk<br />
takımıyla maç yapabiliyor.<br />
Düzenlenen organizasyonların<br />
sayısı ve yoğunluğu arttığı için<br />
Avrupalı kimliğinde futbolun<br />
önemi arttı.<br />
Yabancı tanımını ve onunla<br />
girilen ilişkiyi de değiştirdi<br />
mi peki bu durum?<br />
Özgehan Şenyuva:<br />
Bizim argümanlarımızdan<br />
biri de bu; evet değiştirdi.<br />
Çünkü maç yoğunluğu,<br />
futbolcu hareketliliği, taraftar<br />
hareketliliği artınca bu gevşeme<br />
çok kimlilik yaratmaya<br />
başladı. Öğrencilere, mülakat<br />
yaptığımız kişilere soruyoruz,<br />
hangi takımı tutuyorsunuz diye,<br />
Gençlerbirliği, Fenerbahçe vs<br />
takımlar söyleniyor. Almanya’da<br />
hangi takımı tutuyorsunuz<br />
dediğimizde %70’i cevap veriyor.<br />
İspanya’dan da bir takım<br />
tutuyor. Sadece “tutmanın<br />
şiddeti” değişiyor. Mesela<br />
kombine almıyor, kulüp<br />
üyesi olmuyor. Ama maçları<br />
hiç kaçırmıyor. En azından<br />
sonucunu takip ediyor.<br />
Avrupalılar kamusal alanda<br />
ne konuşuyor? Avrupa<br />
Parlamentosu oturumu<br />
izlenmiyor. Ama salı ve<br />
çarşamba gecesi Şampiyonlar<br />
Ligi gecesi, bütün ülkelerde<br />
izleniyor. Bir güzel tarafı da<br />
bu, Şampiyonlar Ligi’nde<br />
kendi takımı oynamasa bile,<br />
bir futbol şenliği, Avrupa<br />
şenliği. İcat edilmiş bir gelenek<br />
(invented tradition) var artık.<br />
Şampiyonlar gecesi müziğini<br />
Avrupa’da herkes tanıdı. Bir<br />
Asyalı’ya bir şey ifade etmiyor<br />
belki, ama Avrupa’da o 3-5<br />
saniyelik müziği duyduğumuzda<br />
hepimizin aklına Şampiyonlar<br />
Ligi ve maç geliyor.<br />
Başak Zeynep Alpan: Bize<br />
söylediklerinden biri şu. Bir<br />
geleneğin icad edilmiş olması<br />
onun kıymetinden ya da çok<br />
kullanılır olmasından<br />
ya da iletişim sağlamasından<br />
herhangi bir şey götürmüyor.<br />
Bence bu açıdan futbolun<br />
en önemli kudreti bunun ucu<br />
açık bir süreç olması. Belli<br />
kimliklerle doğuyoruz, ama<br />
bu değişecek bir şey. Futbol<br />
milliyetçiliğin, şiddetin<br />
karşısında da durabilir.<br />
Cinsiyetçiliğin karşısında da<br />
durabilir. Dönüştürücü bir<br />
kudreti var futbolun. Eğer böyle<br />
bir kamusal alan yaratıyorsa,<br />
böyle bir iletişime sebep<br />
oluyorsa, bu her zaman için<br />
özgürleştirici de olabilir.<br />
Genişletilmiş Avrupa<br />
ölçeğinden bakıldığında,<br />
futbol dışında bu kadar söz<br />
üretebilen başka ne var?<br />
Özgehan Şenyuva: Avrupa’ya<br />
özgü Eurovizyon şarkı<br />
yarışması için çok deneyler<br />
yapıldı. Ama dikkat edin<br />
Eurovizyon’a katılmayan birçok<br />
ülke var artık. Türkiye<br />
3 yıldır katılmıyor, çoğu<br />
50<br />
FUTBOL AVRUPA’NIN ORTAK DILI OLABILIR MI?
insanın umurunda değil.<br />
Sıkıyorsa Türkiye, Şampiyonlar<br />
Ligi’ne katılmıyor densin<br />
bakalım. Yakarlar orayı.<br />
Mesela AB’ye duyulan güven<br />
sürekli düşüşte. Üye olalım mı<br />
olmayalım mı diye bir tartışma<br />
var. Ama mesela Avrupa<br />
değil de Asya Şampiyonası’na<br />
katılalım diye bir tartışma<br />
kesinlikle yok. Yani siyaset<br />
üzerinden Avrupalı kimliğimiz<br />
tartışılırken, futbol üzerinden<br />
böyle bir tartışma yok.<br />
Futbolun neden böyle bir gücü<br />
var?<br />
Özgehan Şenyuva: Küresel<br />
olarak bu kadar gücünün<br />
olmasının temelindeki<br />
nedenlerden biri, bence en<br />
basit oyunlardan biri olması.<br />
Yani 10-15 tane kuralı var<br />
temelde. Çok komplike bir oyun<br />
değil futbol. İkincisi herkesin<br />
her yaşta oynayabileceği bir<br />
oyun. Evde çoraptan top yapıp<br />
oynayabiliyor insanlar.<br />
Uzun, kısa, zayıf, şişman<br />
ya da yetenekli olup olmamanız<br />
bile fark etmez oynamak için.<br />
Kolay bir özdeşleşme var.<br />
Kobe Bryant’la kendimi asla<br />
özdeşleştiremem mesela.<br />
Bir basket maçında; “Ben<br />
olsam smacı basardım,”<br />
diye hissetmezsiniz. Ama<br />
futbol maçı izlerken, ben bile<br />
atardım, dersiniz. Futbol feci<br />
şekilde hayata benziyor. Hiç<br />
beklenmedik bir şekilde küçük<br />
bir takım, milyarlık bir takımı<br />
akıllıca oynayarak, kalbiyle<br />
oynayarak yenebiliyor. Son<br />
olarak, beraberliğin olduğu<br />
ender sporlardan biri. Bu da<br />
hayatın güzel bir yansıması<br />
bence.<br />
2015’te proje bittiğinde ne<br />
olacak?<br />
Başak Zeynep Alpan: Projede<br />
bir sürü kitap ve yayın çıkıyor.<br />
Bizim içinde olduğumuz<br />
4-5 tane kitap projesi var.<br />
Bir kere bunlar Avrupa’nın<br />
ve özellikle İngiltere’nin<br />
önemli yayınevlerinden çıkmış<br />
olacak. Ve bitiş çerçevesinde<br />
Nisan’da Brüksel’de bir<br />
toplantı olacak. Avrupa kimliği<br />
üzerinden neler gördüğümüz<br />
konusunda düşündüklerimizi,<br />
gördüklerimizi, yazdıklarımızı<br />
ve dertlerimizi Avrupa<br />
Komisyonu’yla ve<br />
Eurokratlar’la paylaşacağız.<br />
Özgehan Şenyuva: Bunlar<br />
akademik ve siyasi çıktıları.<br />
Ama toplum ve iletişim<br />
önemli bir parçası. Bu proje<br />
çerçevesinde ilk günden<br />
itibaren bir blog kurduk.<br />
Avrupa’da nerdeyse haftada<br />
20-30 bin tıklamaya ulaşan<br />
bir blogumuz var. Araştırma<br />
bulgularını bilimsel olmayan<br />
genel kitleye yönelik bir şekilde<br />
paylaşıp tartışmalar yapıyoruz.<br />
Bu paylaşım devam edecek.<br />
Her ülkede de proje ortağının<br />
bir toplumsal iletişim planı var.<br />
Bizim bu çerçevede Türkiye’de<br />
hem ana medyayla hem de<br />
sosyal medya ile bağlantılarımız<br />
var. O yüzden hem ana medya<br />
hem de sosyal medya üzerinden<br />
futbolla ilgilenen herkesle<br />
paylaşacağız. Hem akademik,<br />
hem siyasi, hem de toplumsal<br />
çıktılarımız olacak.<br />
SAYI 51 51
ODTÜLÜ<br />
SÖYLEŞİ<br />
Hayat Bir<br />
Basketbol<br />
Maçı!<br />
Basketbolda birçok “ilk”e imza<br />
atmış ünlü koç Çetin Yılmaz ile<br />
basketbolu ve hayatı konuştuk...<br />
V Fotoğraf<br />
BINGÜL ÖZCAN<br />
Sporun ahvalini sizin maceranız<br />
ve deneyimleriniz üzerinden konuşalım...<br />
Olaya şöyle bakmak istiyorum. Sporun büyük<br />
endüstri olduğu tartışılmaz. Ben koçluk<br />
yaparken -koçluk, antrenörlük demek, eğitimci<br />
olmak demektir- sadece çocuklara basketbol<br />
öğretmedim. Yani benim için basketbol sadece<br />
bir turuncu top ve o topun metal bir çemberden<br />
içeri geçirilmesi gereken bir spor değil. Basketbol<br />
scoreboard’da bizim tarafımızın galip geldiğini<br />
gösteren rakamlar değildir. Benim için başka bir<br />
şeydir.<br />
Çok erken başladım basketbola. Çok kısa bir<br />
adam olduğum için kendimle hiç uyuşmayacak<br />
bir spor dalına gönül vermişim, basketbolcu<br />
olmaya karar veriyorum. Çok seviyorum.<br />
Arkadaşlarım, kuzenim basketbola gidiyor<br />
ODTÜ’de ve ben de heveslendim. Ama<br />
basketbolcu olmak için temel 4 özellikten bir<br />
tanesinin çok iyi olması lazım; fiziğiniz çok<br />
iyi olacak. Benim ise çok kötü. Yani basketbol<br />
camiasında cüce denilecek bir boyum var.<br />
Çok çabuk olmanız lazım. Çok çabuk da<br />
değilim. Normal çabukluktayım. Ve de çok güçlü<br />
olacaksınız. Sıçrayan, güçlü kuvvetli bir adam<br />
olacaksın. NBA’da var benim boyumda oyuncular,<br />
52<br />
HAYAT BIR BASKETBOL MAÇI!
smaç yapıyor falan, o olacak iş değildi benim<br />
için, olağanüstü bir özelliğim de yok. Ya da çok<br />
yetenekli olacaksınız. Ama benim yeteneğim de<br />
sıradandı. Bir tek artım vardı, istekliydim. Yani<br />
aslında benim masa tenisi, boks, güreş falan<br />
yapmam lazım bu boyumla. Fakat kafaya taktım,<br />
seçmelere gittim.<br />
Seçmelerde koç Timur Göksel’di. Tabii ki<br />
seçmediler beni. Kapıya yazmışlar, Pazartesi<br />
saat 6’da antrenman olacak diye. Ben de kafama<br />
koymuşum, ODTÜ’lü olmak istiyorum.<br />
15 yaşındayım. Seçilmiş gibi antrenmana gittim.<br />
Koç düdüğü çaldı, yeni seçilen oyuncuları<br />
tanıştırdı. Sen kimsin dedi. Ben Çetin’im dedim.<br />
Sen yoksun bu listede dedi. Otur dedi, kibarca,<br />
kalbimi kırmadan oturttu. ODTÜ Yıldız Takımı<br />
antrenmanı yaptı. Ertesi gün gene antrenman,<br />
gene koç sahada, gene düdük çaldı, ben gene<br />
geldim. Üçüncü gün, bir hafta, on gün, bir ay...<br />
Artık takıma nüfuz etmiştik. Her antrenmana<br />
gidiyorum, çocuklarla arkadaş oldum, derken<br />
takımın istatistiğini tutmaya başladım.<br />
Çok araştırdım, takip ettim istatistik tutmayı<br />
ve yavaş yavaş o takımın vazgeçilmezi olmaya<br />
başladım.<br />
Sonuçta beni aralarına almayabilirlerdi.<br />
Yeteneklerim bu spora hiç müsait değildi.<br />
17-18 yaşlarında bana anlattılar basketbol<br />
oynayamayacağımı. Hadi sen yavaş yavaş başka<br />
işlere geç, minik takımı verdiler, küçükler<br />
takımını verdiler. Derken Yıldız ve Genç takım<br />
derken, A Milli Takıma kadar giden bir serüvenim<br />
oldu. Böyle bir hayatım oldu.<br />
Anlattığınız hikâyede de var olana karşı özel<br />
bir mücadele hali var. Spor deyince zaten kendi<br />
varoluşunuzun ötesine geçebilmek için sürekli<br />
bir mücadele halinden bahsetmiyor muyuz?<br />
Evet. Eniştem, Prof. Sadun Aren bir kitap<br />
yazmıştı. Onu ODTÜ’lüler bilir, Puslu Camın<br />
Arkasında diye bir kitap. Politik bir insandı.<br />
TİP milletvekili falandı. Teyzem de ODTÜ’de<br />
çalışırdı, kütüphanede. Orada o bahsettiğiniz<br />
inatçılığı, kararlılığı gösteren kişinin ben olup<br />
olmadığımdan emin değilim. Çünkü o kadar<br />
geride kaldı ki, o puslu camın arkasından<br />
bakıyorum o kişiye. 15 yaşındaki Çetin, ben<br />
miyim, değil miyim, emin değilim. Düşünsenize<br />
düdük çalıyor, bütün takım ortaya geliyor<br />
ve küçük Çetin o sırada 38. defa kenara<br />
oturtuluyor. Bütün bunlara rağmen o günkü<br />
Çetin’de direnmeyi sağlayan şeyin ne olduğunu<br />
bilmiyorum. Ama bugünkü Çetin’de bildiğim<br />
bir şey var. O takım herhangi bir takım da değil,<br />
Türkiye şampiyonu bir takım, Türkiye’nin<br />
en iyi takımıydı. Ben oranın içine girebildiğim<br />
vakit, yapabildiğime inandıktan sonra, hayatım<br />
boyunca bana yol gösteren bir pusula oldu.<br />
Şu anda hayatta yapamayacağıma inandığım<br />
hiçbir şey yok. O yüzden her şeyi yapabileceğime<br />
inanıyorum.<br />
Ama daha önemli parametreler var benim<br />
açımdan, daha değerli olan. Esasında bir topu<br />
paylaşmaya çalışan sahadaki 5 kişi ve kenarda<br />
sırasını bekleyen 7 kişi, toplam 12 kişilik bir grup<br />
var. Bir tane topu paylaşmaya çalışıyor hücumda.<br />
Topu çeviriyor, pas veriyor, şut atıyor. Aslında<br />
basketbola 7-8 yaşlarda başlayan bir çocuk veya<br />
10-13 yaşlarında basketbol sahasına adım atan<br />
bir insan bu yaşlarda paylaşmayı öğrenmeye<br />
başlıyor. En önemli şey bu. Bence basketbol 3<br />
boyutlu. Biz iki boyutunu televizyonda görüyoruz.<br />
Top çembere giriyor, uzun uzun adamlar oynuyor.<br />
Üçüncü boyutunda ise duygular ve bizim ne<br />
öğrendiğimiz var.<br />
Çetin Yılmaz ve<br />
Kerem Gönlüm.<br />
SAYI 51 53
ODTÜLÜ<br />
SÖYLEŞİ<br />
Bizde herkes, sahanın her<br />
yerinden sorumludur.<br />
Biz hayatın her alanında<br />
sorumluluk duygusu taşıyan<br />
insanlar yetiştirdiğimizi<br />
düşünüyoruz.<br />
Ben ODTÜ’ye geldiğimde, spor kulübünde<br />
bir yapı vardı. O yapıyı bana miras olarak<br />
bıraktılar. Timur Göksel’lerden, Rüştü<br />
Baba’lardan, Erdal Abi’lerden gelen<br />
bir miras var. O mirası alıyorsun ve sonrakilere<br />
devrediyorsun. Biz de bizden sonrakilere<br />
devrettik. Şimdi burada o üçüncü boyut<br />
çok önemli ve yaşım ilerledikçe görüyorum ki,<br />
oyuncularıma bu paylaşımı aktarmışım.<br />
Oyun müsabakaya dönüştükçe, paylaşmadan<br />
ziyade rekabete doğru bir dönüşüm oluyor.<br />
Oysa oyunun keyfi sürmeli...<br />
Evet, keyif de çok önemli. Bir de<br />
profesyonelleşmenin getirdiği istatistiki<br />
rakamlar, kariyerinizdeki rakamlar, banka<br />
hesabındaki rakamlara dönüştüğü zaman, spor<br />
olma özelliğinden çıkıyor, zevkini kaybediyor<br />
olabilir. Ama benim vurgulamak istediğim<br />
önemli bir şey daha var. Bu sporun bir felsefesi<br />
var esasında. Ben bu felsefenin üzerinde ısrarla<br />
durmaya çalışıyorum ve bunu en üst düzeyde<br />
verebiliyorsunuz çocuklara. İnsana hitap<br />
eden bir teknik yapı ve koç varsa, gene sonuç<br />
alıyorsunuz.<br />
Bunu spor psikoloğu hocamız da yazmıştı.<br />
Yani sonuç almak için kurulmuş makineler<br />
değiliz. Bu işi paylaşarak ve eğlenerek<br />
yapmak gerekiyor.<br />
Basketbol sporunun felsefesinde bir ikinci<br />
nokta var: yardımlaşma. Basketbol hücumda<br />
paylaşma, savunmada yardımlaşma üzerine<br />
kurulmuştur. Düşünün, ben 14-15 yaşımda<br />
basketbolcu olacağım diye spor salonuna<br />
girmişim, bunu hayal etmişim; ama öğrendiğim<br />
şeyler yardımlaşma ve paylaşma. Üçüncü<br />
bir nokta ise, basketbolun diğer sporlardan<br />
bir farkının olması. Faul yaptığınızda elinizi<br />
kaldırmanız lazım. Başka hiçbir sporda elini<br />
kaldırma yok. Basket sahasına 7 yaşında<br />
başlayan bir çocuğun ilk öğrendiği şey, “hatalı<br />
benim, özür dilerim,” demek. Koç olarak bunu<br />
oyuncularınıza vermeniz lazım. Basketbolda<br />
yardıma geç gittiği vakit, paylaşmada geç<br />
kaldığı vakit özür dilemesini bilen bir insanın<br />
toplumsal hayatta, iş hayatında, aile hayatında,<br />
sevgilisiyle, eşiyle, komşusuyla, kayınvalidesiyle<br />
54<br />
HAYAT BIR BASKETBOL MAÇI!
ne kadar sağlıklı bir ilişki kurabileceğini<br />
düşünebiliyor musunuz? Ben sporun insana<br />
kazandırdığı en önemli şeyin bu olduğuna<br />
inanıyorum.<br />
Basketbolun şöyle bir avantajı daha var.<br />
Diyelim ki, kötü oynuyorsunuz. Ben ikinci<br />
dakikada sizi çıkartırım, başka bir oyuncuyu<br />
oyuna sokarım. Fakat o da oyuna girer ama<br />
yorgundur, fecaat gibi bir gece geçirmiş, sorunu<br />
var, yani oynayamıyor. Onu çıkartır, tekrar sizi<br />
oyuna alırım. Siz tekrar fecisiniz, çıkartırım<br />
tekrar onu sokarım, ta ki iyiyi bulana kadar...<br />
İnsanlara birinci, ikinci, üçüncü, dördüncü şansı<br />
verme özelliklerine sahip oluyorsunuz. Sporcu<br />
da hayatta birincide olmazsa ikincide, ikincide<br />
olmazsa üçüncü veya dördüncüde başarılı bir<br />
insan olacağına, bu hayattaki sorunu neyse,<br />
eninde sonunda üstesinden geleceğine inanıyor.<br />
“Tekrar dene, yine yenil, daha güzel yenil!”<br />
Ve sonunda kazanabileceğine inanır hale gelen<br />
bir programdan çıkmış oluyorsun. Mesela<br />
basketbolda şöyle bir şey daha var. Bizdeki<br />
oyuncular, sağ savunmadan, sol savunmadan,<br />
ortadan vs. sorumlu değildir. Bizde herkes,<br />
sahanın her yerinden sorumludur. Biz hayatın<br />
her alanında sorumluluk duygusu taşıyan<br />
insanlar yetiştirdiğimizi düşünüyoruz.<br />
Sabrı da öğreniyorsunuz bu sporda. Basketbolda<br />
5 kişi oynuyor, diğer 7 kişi oturuyor.<br />
Ne zaman koç sizi oyuna sokarsa, o zaman<br />
oynayabiliyorsunuz. Ve öyle bir şey oluyor ki,<br />
39 dakika 30 saniye hiçbir şey yapmadan sadece<br />
ve sadece seyrediyorsunuz ve oyuna girmek için<br />
sabırsızlıkla bekliyorsunuz, bunun için köle<br />
olmaya razısınız. Yıllarca çalışıyorsunuz ve<br />
“öyle bir hazır olacağım ki, sıra geldiğinde çıkıp<br />
en iyisini yapacağım ve vazgeçilmez olacağım,”<br />
diyorsun. Sana sabır ve çalışmayı öğretiyor. Beni<br />
niye oynatmıyorsun diye bağıran çağıran bir<br />
oyuncum hiç olmadı. Sabırla beklediler.<br />
Esasında hayat, bu. Buradaki oyuncu değişikliği<br />
vs. küçük katkıların ne kadar önemli olduğunu<br />
anlatıyor. Fedakarlığı öğreniyorsunuz ve en<br />
Artık takımla maç<br />
kazanmaya çalışıyorsun.<br />
Senin kişisel menfaatlerin<br />
ön planda değil artık. Takım<br />
kazandıkça sen büyüyorsun.<br />
önemlisi, ben değil biz demeyi<br />
öğreniyorsunuz. Çünkü bir müddet<br />
sonra artık takımla maç kazanmaya<br />
çalışıyorsun. Senin kişisel<br />
menfaatlerin ön planda değil artık.<br />
Takım kazandıkça sen büyüyorsun.<br />
Hayalimi bile kendimle ilgili<br />
kurmaz oldum. Çünkü biz diye<br />
kuruyorsunuz. Basketbolun<br />
felsefi olarak bana verdiği<br />
şeyler bunlar. Ben de bunları<br />
40 yıldır iyi-kötü, birlikte<br />
çalıştığım, oyunculara<br />
aktarmakla yükümlüyüm.<br />
Saydıklarımı özetlersem;<br />
paylaşan, yardımlaşan,<br />
ikinci bir şansı veren,<br />
kıskanmayı bırakmış, ben<br />
değil biz diyen, egosentrik<br />
olmayan, hata yaptığında özür<br />
dileyen, sabırla bekleyen, sahanın<br />
her yerinden sorumlu olduğunu<br />
düşünen, toplumun her kesiminden<br />
sorumlu olduğunu düşünen<br />
bir sporcu karakteri yaratıyor<br />
basketbol.<br />
Şunu da son olarak söyleyeyim.<br />
Eğer hayat bir basketbol maçıysa, ben<br />
bu maçı kazandım diyorum.<br />
Çünkü bunların fakındaydım.<br />
Bu farkındalığımı oyuncularıma, yakın<br />
çevreme, aileme, çocuğuma vermek<br />
için mümkün olduğunca vermeye<br />
çalıştım. Yani hayatla oynadığım maçta<br />
başarılıyım.<br />
SAYI 51 55
ODTÜLÜ<br />
dosya<br />
V İllüstrasyon TURGUT YÜKSEL<br />
Spor mu Değil mi?<br />
Satranç veya briç spor mu değil mi? Bedensel bir eylem olmadığı için<br />
spor olarak kabul etmeyenler var; ama bir spor dalı gibi, federasyonları<br />
ve yarışmaları da bulunuyor. Bu paradoks nereden kaynaklanıyor?<br />
Bu kafa karıştıran soruya, Açık Radyo’da Efektif Pas programının<br />
yapımcıları olan Utku Gökerküçük ve Volkan Ağır iki ayrı açıdan bakarak<br />
iki farklı tezi savundular:<br />
Satranç Spordur Çünkü...<br />
Utku Gökerküçük<br />
İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemden<br />
itibaren spor karşılaşmalarının iki türlü<br />
misyonu oldu: Bir dünya savaşını daha<br />
kaldıramayacak toplumlara, birbiriyle<br />
yarışabilecekleri alan yaratmak ve sporu<br />
pazarlanabilir hâle getirip endüstrinin parçası<br />
kılmak. Her iki durum da aşırı milliyetçilikle<br />
birlikte, doping ve şike gibi gayriahlâkî<br />
yöntemleri yaratır. Her alanda kutsanan,<br />
“daha hızlı, daha yüksek, daha güçlü” gibi<br />
dogmatik bir sloganı bulunan olimpiyatlar,<br />
içine spor dışı bütün öğelerin dahil edildiği<br />
“spor” düzeninin zirvesini temsil edip, alt<br />
katmanlardaki yozlaşmanın yukarıdaki ufak<br />
bir yansımasını ifade eder. Öyleyse sporun<br />
ne olduğu veya neyin spor olduğu sorularının<br />
cevabını, bugünkü “olimpik ruh” ekseninde<br />
değil, bilinen ilk spor müsabakalarının<br />
yapıldığı Antik Yunan döneminde aramalıyız.<br />
Antik Yunan döneminde spor, sadece<br />
fiziksel performansı değil, stratejileri ve<br />
konsantrasyonu da ödüllendiren bir kavramdı.<br />
Hatta eski olimpiyatlarda şiir okuma, tiyatro gibi<br />
müsabakalar vardı. Modern sporun kayıp parçası<br />
mental mücadelenin itibarı, satrancın kabul<br />
edilmesiyle yerine gelebilir. Bugün tamamen<br />
fiziksel yeterliliği sınayan spor dalları mevcutsa,<br />
tamamen zihinsel yeterlilik sorgulayıcı<br />
satranç neden spor olmasın? “Büyük ölçüde”<br />
stratejilerin yarıştığı körling oyunu bugün<br />
olimpikken, satranç da aynı yolu izleyebilir.<br />
Satrancın olimpiyatlarda spor olarak kabul<br />
edilebilmesi, pazarlanabilirliğinin düşüklüğü<br />
nedeniyle kısa vadede pek mümkün<br />
görünmüyor. Yine de Uluslararası Satranç<br />
Federasyonu’nun 1995’ten bu yana süren<br />
çalışmaları sonucu, IOC tarafından tanınan<br />
sporlar listesine alındığını ve 2006 ve 2010<br />
Asya Oyunları’nda yer aldığını hatırlatalım.<br />
Ancak asıl mesele oyunu spor olarak kabul<br />
etmek. Cinsiyetini değiştirecek kadar<br />
ilaçlanan Doğu Alman makine-atletlerin<br />
yaptığına spor dediğimiz ortamda satranca da<br />
biraz yüz vermek ne kaybettirebilir ki?<br />
“Sporda fiziksel aktivite olmazsa olmaz”<br />
görüşünde olanlara özel dipnot: Satrancın<br />
kalori yaktırdığı da bilimsel olarak<br />
ispatlanmıştır!<br />
56<br />
SPOR MU DEĞIL MI?
Kalori Yakmak Yeter mi?<br />
Volkan Ağır<br />
Her şeyden önce bu yazının bilimsel kanıtlarla<br />
satrancın spor olmadığını ispatlamak üzere<br />
yazılmadığını, tamamen kişisel savunuları<br />
ortaya sürerek bir tartışma yaratma niyetli<br />
olduğunu belirtmeliyim.<br />
Bence spor, hem fiziği hem de aklı eşit derecede<br />
kullanıp efor sarfedilerek takım ya da bireysel<br />
olarak bir rakibe karşı yapılan yarışmadır.<br />
Satranç ise stratejik analiz ve matematik<br />
zekâyı üst düzeylere taşıyabilecek, hamle<br />
sayısı matematiksel hesaplarla sınırlı olan<br />
bir masa oyunundan daha fazlası değildir<br />
bence. Spor olduğunu kanıtlamak için, “Ama<br />
satranç oynarken düşünerek kalori yakıldığı<br />
kanıtlanmıştır ve bu da onu spor yapar” tezini<br />
hemen çürütelim. Vücut uyuyorken de, ders<br />
çalışıyorken de kalori yakıyor, bunlar da spor<br />
mudur? Hem mevzu sadece kalori yakmak<br />
değil ki, kim dedi bunu? Çünkü spor da sadece<br />
kalori yakmaktan ibaret bir şey değil. Birçok<br />
hastalığın nedeninin spor yapmamak olduğunu<br />
düşünürsek, ki doktorlar tedavi olarak spor<br />
yapın derken “satranç oynayın” demez, spor<br />
uzun ve sağlıklı bir yaşam için gerekli olan<br />
temel unsurdur.<br />
Satranç ve benzeri şekilde minimum fiziki gücün<br />
kullandığı oyunlar spor olsaydı, bu oyunlardan<br />
bahsederken “Bir zekâ sporu olan ...” denmezdi.<br />
Yani bu oyunları spor olarak nitelemek için<br />
bir özelliği öne çıkarmak gereği hissedilmiş<br />
olacak, ki bunu söylüyorlar. Hem zekâ sporu da<br />
ne demek? Bu kategori altında olmayan oyunlar<br />
zekâsız sporu mu? Bir basketbol maçında<br />
24 saniye içinde 4 takım arkadaşını, 4 rakip<br />
marke ederken hangisine pas vereceğine karar<br />
vermek, bir hamleye dakikalarca karar verilen<br />
satranç oyunundan daha mı az zekâ gerektiriyor?<br />
Sponsorları zengin etme amacı güden kapitalist<br />
sporun en büyük parçası Uluslararası Olimpiyat<br />
Komitesi tarafından satrancın spor olarak<br />
tanınması ve son iki Asya Oyunları’nda yer<br />
alması onu spor yapmaktansa metalaştırır,<br />
ki bir sporu gerçekten sporluktan çıkaran<br />
ilk şey de budur.<br />
Ve en son olarak bir bilgisayar programının<br />
bir insanı yendiği oyuna, ben spor diyemem<br />
dostlar üzgünüm.<br />
SAYI 51 57
ODTÜLÜ<br />
Söyleşi<br />
Everest’e neden çıkılır?<br />
Çünkü orada!<br />
ODTÜ Dağcılık ve Kış Sporlar Kulübü’nden (DKSK) 10 kişi, 2006 yılında Everest’e Türkiye’den<br />
ilk takım tırmanışını ve kadın tırmanışını gerçekleştirdi. Bu zorlu mücadeleyi takımın<br />
iki üyesi, ODTÜ Bilgi İşlem Daire Başkanlığı’nda uzman olarak çalışan Suna Yılmaz ve<br />
Enertech International Erbil ülke müdürü Meltem Çolak’tan dinledik.<br />
Everest’e tırmanma yolculuğu nasıl başladı?<br />
Meltem Çolak: Everest’e tırmanan 4 kadından<br />
biriyim. Dağcılığa 1990’da ODTÜ’de DKSK’de<br />
başladım. Birbirimizi de ODTÜ’de DKSK<br />
vasıtasıyla bulduk. Everest bizim için bir projeydi.<br />
Bir amaçtı, ulaşılacak bir noktaydı. 4’ü kadın<br />
10 kişilik bir takım tırmanışı yaptık. Ayrıca bir<br />
lojistik kamp müdürümüz ve belgeselcimiz vardı.<br />
Çok uzun süre beraber dağcılık yaptığınız zaman<br />
pek çok projeyi gerçekleştiriyorsunuz.<br />
Her gerçekleşen projeyle daha yükseğine, daha<br />
zoruna ilerliyorsunuz.<br />
Everest’e daha önce takım tırmanışı ve kadın<br />
tırmanışı yapılmamıştı. Dolayısıyla biz de<br />
bunu önümüze hedef olarak koyduk. 2001’den<br />
2006’ya, 5 yıl süresince başka tırmanışlar yaptık.<br />
Kendimizi buna hazır hissettiğimiz zaman<br />
sponsor arayışına girdik. Bir sponsor bulduktan<br />
sonra da zaten önümüzdeki en önemli engel<br />
kalkmış oldu. Ve 2006 Mayıs’ında tırmanışı<br />
gerçekleştirdik. Hem Türkiye’den Everest’e ilk<br />
defa bir takım tırmanışı gerçekleştirmiş hem de<br />
ilk defa Türk kadınlarının o zirvenin tepesine<br />
çıkmasını sağlamış olduk.<br />
58<br />
EVEREST’E NEDEN ÇIKILIR? ÇÜNKÜ ORADA!
Planlama, tırmanışın en önemli kısmı. Bize<br />
biraz da planlama sürecinizi anlatır mısınız?<br />
Suna Yılmaz: Öncelikle ne kadar süredir<br />
dağcılık yapıyor olursanız olun, bir günde haydi<br />
Everest’e çıkalım diye ortaya çıkmazsınız. Bu<br />
çok uzun bir süreç. Aşama aşama hedeflerinizi<br />
büyütüyorsunuz. En sonunda Everest’e<br />
tırmanmaya karar veriyorsunuz. Biz de<br />
6000’lik 7000’lik ve daha yüksek 8000’lik<br />
dağlarda tırmanışlar gerçekleştirip kendimizi<br />
hazır hissedince nihai olarak 2005’te “Tamam<br />
artık hedefimiz Everest, önümüzdeki sezon<br />
Everest’e tırmanacağız,” diye karar verdik. Karar<br />
verildikten sonra sponsor çalışmaları başladı.<br />
Çok kapsamlı bir antrenman programı çıkarıldı.<br />
Tırmanışa uygun, çok farklı ekipmanların<br />
tedarik edilmesi gerekiyordu. Bu iş için<br />
bir sorumlu atandı. Orada ne yiyeceğiz ne<br />
içeceğiz, Türkiye ile nasıl iletişim kuracağız,<br />
web sayfamız var onun güncellenmesi nasıl<br />
yapılacak, hangi yerel firmanın desteği ile bu<br />
tırmanışı gerçekleştireceğiz, o zor iklim ve<br />
hava koşullarında götürdüğümüz elektronik<br />
ekipmanların korunmasını nasıl başaracağız,<br />
bunların hepsi aslında detaylı birer kalem. Bu<br />
kadar iş kaleminin olduğu yerde de mutlaka<br />
bir iş bölümü yapmanız gerekiyor. Biz de<br />
kendi aramızda iş bölümü yaptık. Bir yandan<br />
profesyonel işlerimizi yürütürken diğer yandan<br />
da antrenman yapıp saydığımız tüm diğer<br />
hazırlıkları sürdürdük.<br />
Meltem Çolak: Elektronikten sorumlu<br />
arkadaşımız, makinelerimizi şarj etmek için<br />
güneş panellerimizle ilgilenen bir arkadaşımız<br />
vardı. İlk yardımdan sorumlu bir arkadaşımız<br />
vardı. Bu iş bölümü sadece dağla sınırlı kalmadı,<br />
bizimle birlikte dağa gelmeyen ama burada<br />
kalan arkadaşlarımız da görev aldı. Tırmanışın<br />
kendisi 65 gün sürdü. Net 65 gün dağda geçirdik.<br />
Türkiye’den çıkış ve Türkiye’ye tekrar dönüş<br />
toplam 75 gün sürdü. Onun öncesinde de en az<br />
6 aylık bir antrenman sürecimiz oldu. Sonuçta<br />
Everest’e tırmanmak bizim için bir ödevdi. Takım<br />
tırmanışı yapmak bir ödevdi. Kadın tırmanışı<br />
yapmak bir ödevdi. Biz de bu ödevi yerine<br />
getirdik. Umarız bunu egale edecek, bunu aşacak<br />
başka kadınlar da çıkar Türkiye’den.<br />
Peki neden yapıyorsunuz bunları? Yüksek irtifa<br />
dağcılığının temel etkisi ne?<br />
Meltem Çolak: Bunun için Edmund Hillary şöyle<br />
demiş: “Çünkü orada!”<br />
Bir başka röportajımızda George Orwell’ın bir<br />
sözünü alıntıladılar, 1984’ten; “spor mermileri<br />
olmayan savaştır”...<br />
Meltem Çolak: Baktığınızda evet, doğru, spor<br />
mermileri olmayan savaştır. Ama bu savaşı nasıl,<br />
hangi araçlarla yürüttüğünüz önemli. Biz takım<br />
olmayı tercih ettik. Dünyada başarı oranı çok az<br />
olan bir şeyi takım olarak gerçekleştirdik.<br />
Bir yüksek irtifa dağcısı, tırmanacağı dağla<br />
nasıl bir ilişki kuruyor?<br />
Meltem Çolak: İlişkiyi çok öncesinde kuruyoruz.<br />
Yani bir dağa tırmanmadan önce, ister Everest<br />
olsun isterse Erciyes olsun, bir kere o dağı<br />
hatmetmeniz gerekiyor. O dağda daha iyi<br />
hissedebilmeniz için fiziksel olarak hazırlıyorsunuz,<br />
psikolojinizi hazırlıyorsunuz. Psikolojik olarak<br />
hazırlanırken kendi imgeleminizde birkaç kez çıkıp<br />
iniyorsunuz. O konu ile ilgili kitaplar okuyorsunuz.<br />
Takım içerisine kurallar koyuyorsunuz.<br />
Suna Yılmaz: Niye yüksek irtifa dağcılığı, neden bu<br />
zor koşullar altında gidip tırmanmaya çalışıyoruz?<br />
Ben kendimi böyle ifade ettiğimi düşünüyorum.<br />
Doğayla, o vahşi güzellikle bir arada olmak, onun<br />
bize sunduğu zor koşulları değerlendirip yaptığımız<br />
bir planla kendimize bir yol açabilmek, o zor<br />
yolculukta kendimi tanıyabilmek bana çekici<br />
geliyor. Ve bunu tek başına değil, bir takımla<br />
yapmak, bana çok çok daha çekici geliyor.<br />
Suna Yılmaz<br />
ve Meltem Çolak<br />
SAYI 51 59
ODTÜLÜ<br />
Söyleşi<br />
V Fotoğraf BINGÜL ÖZCAN<br />
Olcay Öztürk,<br />
Dora Göksal,<br />
Ayşe Kaplan,<br />
Yağmur Ağcalı,<br />
Beril Beşpınar,<br />
Umut Yetiştiren,<br />
Sahra Altay,<br />
Volkan Orhan<br />
“Hayalgücünün Saf Disiplini”: Yamaç Paraşütü<br />
ODTÜ Yamaç Paraşütü Topluluğu Türkiye’de bu sporun ilk topluluğu. Topluluk üyeleri ile<br />
bu sıradışı sporu ve insanın doğaya meydan okumasını konuştuk...<br />
Topluluğun hikâyesini anlatır mısınız?<br />
Olcay Öztürk (ODTÜ İstatistik Mezunu):<br />
Topluluğumuz 1991’de kuruldu. O süreçten beri<br />
aktif bir şekilde devam ediyor. Tabii o zamanlar<br />
Türkiye’de yamaç paraşütü bu seviyede değildi,<br />
çok daha başlangıç seviyesinde sürdürülüyordu.<br />
Biz Türkiye’nin ilk yamaç paraşütü topluluğuyuz<br />
100 km’nin üzerinde birçok uçuşumuz var.<br />
Topluluğumuzun mezunlarından Basat Okay,<br />
bu yaz Türkiye rekorunu tekrar egale etti. Daha<br />
önceki rekorlar da kendi elindeydi. Bu alanda da<br />
Türkiye rekorları elimizde.<br />
Yamaç paraşütü gibi ekstrem sporlar<br />
konvansiyonel spor dallarından neden farklı?<br />
Müsabakası da olan sporlardan bir tanesi.<br />
Yamaç paraşütü mesafe yarışmaları var ya da<br />
akrobasi dalında yarışmalar var. Ama bir<br />
noktada bildiğimiz anlamda sporlardan,<br />
tamamen ayrılıyor. Bunu yapmak için müthiş<br />
bir fiziki yapıya ve bedensel bir kondisyona<br />
sahip olmayabilirsiniz.<br />
Yakın zamanda ilk uçuşunu yapan var mı?<br />
Yağmur Ağcalı (ODTÜ Kimya 1. Sınıf):<br />
Hayatımda hiç bu kadar heycanlanmamıştım<br />
diyebilirim. İlk ayaklarım yerden kesildiğinde<br />
bir korku geldi, sonra biraz daha yükselince<br />
o kadar güzel bir duygu hissettim ki gerçekten<br />
çok güzeldi.<br />
C<br />
M<br />
Y<br />
CM<br />
MY<br />
CY<br />
CMY<br />
K<br />
Dora Göksal (ODTÜ Sosyoloji Mezunu,<br />
Eğitmen): Aslında bu sorduğunuz bizim de<br />
çok tartıştığımız meselelerden bir tanesi.<br />
Yaptığımız şey sporun temel özelliklerinin<br />
çoğunu barındırıyor. İnsanların normal<br />
koşullarda yapamayacakları durumları<br />
zorluyoruz. Bu zorladığımız durum bir uçma<br />
eylemi ve bunu da mümkün olan muhtemelen<br />
icat edilmiş en kolay yöntemle yapıyoruz:<br />
üstümüzde bir kumaş parçası var. Devamlı<br />
olarak kendini geliştirmeye çalışıyorsun ama<br />
onun dışında birbirimizle de yarışıyoruz.<br />
Yamaç paraşütü için gerekli üç sıfat desek...<br />
Ayşe Kaplan (ODTÜ İşletme 1. Sınıf): Azim<br />
olabilir bence. Merak ve cesaret.<br />
Dora Göksal: Disiplin kesinlikle maddelerden<br />
bir tanesi. Ama bence hayalgücü de en önemli<br />
maddelerden biri. Uçma eylemi insan hayal<br />
gücünün en disipline edilmiş hallerinden<br />
bir tanesi. Çok disiplinli olmanız şart ki<br />
güvenli bölge dediğimiz yerde kalabilin. Hayal<br />
gücünüzün kuvvetli olması lazım ki kendi<br />
kendiyle yarışma halini devam ettirebilin.<br />
60<br />
“HAYALGÜCÜNÜN SAF DISIPLINI”: YAMAÇ PARAŞÜTÜ
ODTÜLÜ<br />
DOSYA<br />
ODTÜ, pek çok spor dalının<br />
Türkiyede ilk kez organize<br />
olduğu çok farklı alanlardan<br />
spor topluluklarına ev<br />
sahipliği yapıyor.<br />
ODTÜ’de Spor<br />
Hayatın Bir Parçası!<br />
ODTÜ spor toplulukları ve imkânları ile Türkiye’nin göz bebeği<br />
üniversitesi. Türkiye’de pek çok spor dalının ilk kez kendine yer bulduğu,<br />
rekortmenlerin yetiştiği ünversitede spor yaşamın bir parçası.<br />
62<br />
ODTÜ’DE SPOR HAYATIN BIR PARÇASI!
ODTÜ Spor Müdürlüğü; öğrencilerin<br />
akademik bilgilerinin yanında sosyal,<br />
kültürel ve sportif alanlarda yer<br />
almalarını sağlayarak onların kolektif çalışmaya<br />
uyumlu, özgüveni gelişmiş sağlıklı bireyler<br />
olmaları hedefleniyor. Mezun olan öğrencilerin<br />
topluluk ve takım faaliyetleri sırasında<br />
edindikleri birikimlerin iş yaşamlarına katkıları,<br />
yapılan faaliyetlerin değerini ve önemini<br />
gösteriyor. Teknik üniversite olmamıza rağmen<br />
üniversitelerarası yarışmalarda en fazla spor<br />
dalında katılım sağlandı. Son iki yılda Üniversite<br />
Sporları Federasyonu tarafından ilan edilen<br />
istatistiklerde, ODTÜ, ünilig ve diğer yarışmalara<br />
katılım sıralamasında lider üniversite.<br />
ODTÜ’de neredeyse sınırsız spor olanakları var.<br />
Kapalı ve açık spor alanları on binlerce kişiye<br />
hizmet veriyor. ODTÜ’nün spor başarılarının itici<br />
gücü ise, spor toplulukları.<br />
Aikido Topluluğu: 2001 yılında kurulan<br />
topluluk ile her yıl ulusal ve uluslararası aikido<br />
seminerlerine katılım sağlanıyor veya ev sahipliği<br />
yapılıyor.<br />
İzcilik Topluluğu: 1986 yılında kurulan ve 200’ün<br />
üzerinde üyesi bulunan topluluk köy okullarına<br />
yardımda bulunuyor, engelli öğrencilere destek<br />
veriyor ve doğal koruma adına çok önemli<br />
organizasyonlara imza atıyor.<br />
İnsanın tükendim dediği anda,<br />
vücudunun daha fazlasına<br />
el vermediği zamanlarda bile<br />
ayağa kalkıp inandığı şey uğruna<br />
savaş verebileceğini öğrendim.<br />
Okan Okyay, ODTÜ Rugby Takımı<br />
Dağcılık ve Kış Sporları Topluluğu: 1963 yılında kurulan en köklü<br />
tarihe ve geleneğe sahip topluluk, her yıl ulusal ve uluslararası<br />
organizasyonlara katılıyor. Ayrıca, Ağrı Dağı ve dünya zirvesi olan<br />
Everest çıkışı gerçekleştirdi.<br />
Satranç Topluluğu: ODTÜ’nün köklü topluluklarından olan<br />
Satranç Topluluğu üniversitede satrancı geliştirmek amacıyla<br />
kuruldu. Düzenlediği kurslarla ve resmi- il çapı turnuvalarla<br />
ODTÜ’de satrancı geliştirmeyi misyon edinen topluluk, verdiği<br />
eğitimlerle ODTÜ Satranç Takımı’na sporcu yetiştiriyor.<br />
Briç Topluluğu: 1986 yılında kurulan topluluk, kuruluşundan<br />
itibaren her yıl Türkiye birincisi oldu. Üyelerinin çoğunluğunu<br />
milli takım sporcularından oluşturan topluluk, uluslararası önemli<br />
başarılar elde ediyor.<br />
Capoeira Topluluğu: 2004’te kurulan topluluk, gösteri grubu olarak<br />
da faaliyet gösteriyor.<br />
Başarılarımızın Temeli Takım Ruhu!<br />
Hazırlık yıllarımdan beri ODTÜ Briç<br />
Topluluğu aktif üyesiyim. Bu süreçte iki kez<br />
Türkiye Üniversiteler Şampiyonu, bir kez de<br />
Fransa’da yapılan Dünya Üniversitelerarası<br />
Şampiyonası’nda 9. olduk. Bu başarıların<br />
kazanılmasında bireysel performansların yanı<br />
sıra bir takım olabilmek de çok önemli. Spor<br />
müsabakalarının dışında geçirdiğimiz vakitler<br />
bizleri gerçek anlamda bir takım yaptı. Bu<br />
takım ruhu, kazanılmış ve kazanılacak olan<br />
başarıların temelinde yatıyor.<br />
Erkmen Aydoğdu, ODTÜ Endüstri<br />
Mühendisliği , 3. sınıf lisans öğrencisi, ODTÜ<br />
Briç Topluluğu Üyesi<br />
EDT Beni Hayata Hazırladı!<br />
ODTÜ EDT Türkiye’deki en prestijli ve sürekli uluslararası<br />
dans organizasyonunu düzenlemekte ve giderek dünyaya<br />
ismini yaymaktadır. Ayrıca ODTÜ’nün Türkiye Dans Sporları<br />
Federasyon’unda da büyük bir etkinliği vardır. ODTÜ bana bir<br />
meslek kazandırdı ama belki bundan daha da önemlisi, beni<br />
üyesi olduğum spor topluluğu ile “Eşli Danslar Topluluğu”<br />
ile tanıştırdı. Topluluk bana spor disiplini aşıladı, yaşam<br />
felsefemi, yaşama bakış açımı değiştirdi. Topluluk üyeliğimin<br />
beni her yönden yaşama nasıl hazırladığına şaşkınlık ile<br />
bakıyorum. ODTÜ EDT olmasaydı şu anki ulusal ve uluslararası<br />
çevremi, yönetimsel yetkinliklerimi, tecrübelerimi, sporcu<br />
ruhunu ve etiğini aynı seviyede elde edemezdim.<br />
Berkan Alanbay, ODTÜ Mezunu, Eşli Danslar Topluluğu Üyesi<br />
SAYI 51 63
ODTÜLÜ<br />
DOSYA<br />
ODTÜ Hep Destek!<br />
ODTÜ’de okuyan ve okumuş olan herkes, ODTÜ’nün öğrencisine<br />
yalnız iş hayatında değil, sosyal ve spor hayatında da çok<br />
geniş kapılar açtığını bilir. ODTÜ Buz Hokeyi Takımı bana,<br />
zamanımı nasıl koordine edeceğimi, takım ruhunun önemini ve<br />
zor durumlarla başa çıkabilmeyi öğretti. Turnuvalar sayesinde,<br />
hem sosyal ve kültürel olarak unutulmaz deneyimler yaşadım,<br />
hem de saygın bir kurumu en iyi şekilde temsil edebilmenin<br />
önemini anladım. ODTÜ’nün spora ve sporcuya verdiği desteği,<br />
katıldığım her turnuvada yanımda hissettim.<br />
Erdi Emekli, Çevre Mühendisliği, ODTÜ Buz Hokeyi Takımı<br />
Motor Sporları ve Trafik Topluluğu: 2000<br />
yılında kurulan topluluk, Türkiye Motor Sporları<br />
Federasyonu ile işbirliği yaparak ulusal<br />
ve uluslararası yarışmaların organizasyonunda<br />
yer alıyor. Topluluk, 2012 yılından itibaren<br />
Go-kart takımını da oluşturdu.<br />
Sualtı Topluluğu: 1985 yılında kurulan topluluk<br />
kendi içinde Akdeniz fokları, Batık araştırma,<br />
Ekoloji, Mağara, Fotoğrafçılık gruplarından<br />
oluşuyor. Sualtı Topluluğu, her yıl ulusal<br />
ve uluslararası dergilerde bilimsel yayınlar<br />
yapıyor.<br />
Can Kurtarma ve İlk Yardım Topluluğu: 1998<br />
yılında kurulan topluluk, kampusta ilk yardım<br />
bilincinin oluşması için eğitim faaliyetleri<br />
düzenliyor.<br />
Doğa Sporları Topluluğu: 2002 yılında<br />
kurulan topluluk, binicilik, paintball, doğa<br />
yürüyüşleri, kamp ve rafting organizasyonları<br />
yapıyor.<br />
Eşli Danslar Topluluğu: 1988 yılında<br />
kurulan topluluk, Türkiye’deki ilk<br />
üniversite dans topluluğu. 2010 yılı<br />
dans liginde Türkiye birinciliği,<br />
2012 yılında üniversiteler<br />
Türkiye birinciliği bulunan<br />
topluluğu birçok üniversite<br />
toplulukları örnek aldı.<br />
Her yıl Cumhuriyet’in<br />
kuruluş yıl dönümünde<br />
topluluk tarafından yapılan “Cumhuriyet Kupası<br />
Uluslararası Dans Yarışması” Türkiye’de yapılan<br />
en prestijli Latin dansları yarışması.<br />
Tenis Topluluğu: 2009’da kurulan topluluk<br />
kampusta turnuvalar ve eğitimler düzenliyor.<br />
Jonglörler Topluluğu: 2009’da kurulan topluluk<br />
gösteri grubu olarak da faaliyet gösteriyor.<br />
Sualtı Sporları Topluluğu: 2009 yılında kurulan<br />
topluluk sualtı ragbisi, sualtı hokeyi, monopalet<br />
gruplarından oluşuyor. Sualtı federasyonu ile<br />
işbirliği yaparak Türkiye organizasyonları yapan<br />
topluluk, her yıl ilk üç içerisinde dereceler elde<br />
ediyor. Topluluğun desteği ile derin dalış dünya<br />
rekorları kırıldı.<br />
Denizcilik ve Yelken Topluluğu: 2012 yılında<br />
kurulan topluluk, denizcilik ve yelken branşında<br />
üniversitelerarası yarışmalara katılıyor, eğitim<br />
faaliyetleri düzenliyor.<br />
Amerikan Futbolu Takımı (Bay): 1996 yılında<br />
kurulan takım, Türkiye’nin ilk Amerikan Futbolu<br />
takımı. Federasyon ve üniversiteler liglerinde<br />
önemli başarıları bulunan takım, bu yıl<br />
üniversiteler liginde çeyrek finalde maçlarına<br />
devam ediyor.<br />
Badminton Takımı (Bay-Bayan): 1995 yılında<br />
kurulan takım, üniversite ve federasyon<br />
organizasyonlarına katılıyor.<br />
Basketbol Takımı (Bay-Bayan): 1971 yılında<br />
kurulan takımın geçmişinde Basketbol<br />
Federasyonu Ligi’nde çok önemli başarıları<br />
bulunuyor. Halen Üniversiteler 1. Ligi’nde<br />
yer alan takım, başarılı çalışmalarına<br />
devam ediyor.<br />
Bilardo Takımı (Bay-Bayan): 1999 yılında<br />
kurulan takım, üniversitelerarası yarışmalarda<br />
her yıl ilk üç derecede yer alıyor ve kampus içi<br />
bilardo turnuvaları düzenliyor.<br />
Briç Takımı (Bay-Bayan): 1981 yılında kurulan<br />
takım, 1986 yılında da Topluluk statüsünü aldı.<br />
Buz Hokeyi Takımı (Bay-Bayan): 2003 yılında<br />
64<br />
ODTÜ’DE SPOR HAYATIN BIR PARÇASI!
kurulan takımın Üniversiteler Ligi’nde bayan<br />
şampiyonluğu ve erkek ikinciliği bulunuyor.<br />
Aynı zamanda Buz Hokeyi Federasyonu Birinci<br />
Ligi’nde müsabakalara devam ediyor.<br />
Cimnastik Takımı (Bay-Bayan): 1992 yılında<br />
kurulan takım, estetik cimnastik alanında<br />
calışmalarını sürdürüyor ve üniversitelerarası<br />
yarışmalara katılıyor.<br />
Futsal Takımı (Bay-Bayan): 2010 yılında kurulan<br />
takım, Üniversiteler Ligi’nde yer alıyor. Takım,<br />
2012 yılında çeyrek finale yükseldi.<br />
Güreş Takımı (Bay): 2011 yılında kurulan takımda<br />
çoğunluğunu yabancı öğrencilerin oluşturduğu 50<br />
sporcu bulunuyor. Üniversitelerarası yarışmalara<br />
ve Güreş Federasyonu tarafından yapılan<br />
yarışmalara katılıyor.<br />
ODTÜ Eşli Danslar<br />
Topluluğu ve Ragbi<br />
Takımı.<br />
Dağ Bisikleti Takımı (Bay): 2001 yılında<br />
kurulan takım, Bisiklet Federasyonu tarafından<br />
düzenlenen yarışmalara katılıyor ve tescilli.<br />
Türkiye’deki üniversiteler arasındaki tek dağ<br />
bisikleti takımı.<br />
Eskrim Takımı (Bay-Bayan): 1978 yılında<br />
kurulan takım, her yıl üniversitelerarası<br />
yarışmalarda ilk üçten dereceler elde ediyor.<br />
Takım aynı zamanda Eskrim Federasyonu<br />
organizasyonlarına katılıyor ve tescilli.<br />
Frizbi Takımı (Bay-Bayan): 2010 yılında<br />
kurulan takım diğer üniversite takımları ile ikili<br />
müsabakalar yapıyor.<br />
Futbol Takımı (Bay): 1970 yıllarında kurulan<br />
takımın 1986 yılında Üniversiteler Ligi’nde<br />
şampiyonluğu bulunuyor. Halen Üniversiteler<br />
1. Ligi’nde müsabakalarını sürdürüyor.<br />
Hentbol Takımı (Bay-Bayan): 1990’da kurulan<br />
takım, Üniversiteler 1. Ligi’nde yer alıyor.<br />
Judo Takımı (Bay-Bayan): 1998 yılında kurulan<br />
takım, Üniversitelerarası Türkiye Birincilikleri’ne<br />
katılıyor. 2012 yılında bir bayan sporcusu gümüş<br />
madalya kazandı.<br />
Topluluk İkinci Aile Gibi<br />
Ultimate Frizbi bana sportif müsabakalarda centilmenliğin<br />
ve rakibe saygının her şeyden daha önemli olduğunu<br />
öğretti. Fiziksel gelişimimin yanı sıra yoğun ve stresli sınav<br />
dönemlerinde üzerimde biriken stresi atmama yardımcı oldu<br />
ve bana ikinci bir aile kazandırdı. Üniversitemizin şehir içi<br />
ve özellikle şehir dışındaki aktivitelerde takımımıza maddi,<br />
manevi destek sağlaması birçok oyuncuyu mutlu ediyor,<br />
oyuncuların spora ve ODTÜ’ye daha çok bağlanmasını sağlıyor.<br />
Mert Çetin, Malzeme ve Metalurji Mühendisliği / Odtu<br />
Ultimate Frizbi Takımı<br />
SAYI 51 65
ODTÜLÜ<br />
DOSYA<br />
ODTÜ’nün spor geleneği<br />
madalya ve rekorlarla dolu.<br />
2o12-2013 ise Sualtı Sporları<br />
Topluluğu’nun Türkiye ve<br />
dünya rekorlarına sahne oldu.<br />
Kürek ve Su Sporları Takımı (Bay-Bayan):<br />
1976 yılında kurulan takım, üniversitenin önemli<br />
ve köklü takımlarından biri. Üniversitelerarası<br />
yarışmaların yanında Kürek Federasyonu<br />
yarışmalarına katılan takımın, birçok Türkiye<br />
derecesi bulunuyor.<br />
Masa Tenisi Takımı (Bay-Bayan): 1984 yılında<br />
kurulan takım, Üniversitelerarası Türkiye<br />
Birincilikleri’ne katılıyor.<br />
Şahika Ercümen<br />
ve Derya Can’ın<br />
rekor dalışları<br />
başarı ile<br />
sonuçlandı.<br />
Karate-Do Takımı (Bay-Bayan): 1995’te kurulan<br />
takım, Üniversitelerarası Türkiye Birincilikleri’ne<br />
katılıyor.<br />
Karting Takımı (Bay-Bayan): 2012 yılında<br />
kurulan takım, özel yarışmalara katılıyor. Ankara<br />
içi pek çok derece kazandı.<br />
Kayak Takımı (Bay-Bayan): 1989 yılında<br />
kurulan takım, Üniversitelerarası Türkiye<br />
Birincilikleri’ne katılıyor. Antrenmanlarını<br />
üniversitenin Uludağ tesislerinde yapıyor.<br />
Korfbol Takımı (Bay-Bayan): 2010 yılında<br />
kurulan takım, Üniversitelerarası Türkiye<br />
Birincilikleri’ne katılıyor.<br />
Okçuluk Takımı (Bay-Bayan): 2001 yılında kurulan<br />
takım, Üniversitelerarası Türkiye Birincilikleri’ne<br />
ve Okçuluk Federasyonu faaliyetlerine katılıyor.<br />
Orienteering Takımı (Bay-Bayan): 2000 yılında<br />
kurulan takım, üniversitelerarası yarışmalarda her<br />
yıl ilk üçten derece elde ediyor. Türkiye Oryantring<br />
Federasyonu tarafından yapılan yarışmalara<br />
katılıyor.<br />
Ragbi Takımı (Bay-Bayan): 2008 yılında<br />
kurulan takım, daha çok yabancı öğrencilerin ilgi<br />
duyduğu bir branşta çalışıyor. 2011 yılında Ragbi<br />
Federasyonu’nca düzenlen ligde şampiyon oldu.<br />
Türkiye’deki tek üniversite ragbi takımı.<br />
ODTÜ Satranç Takımı: Yerel ve ulusal turnuvalarda<br />
ODTÜ’yü temsil eden ve her yıl üniversiteler<br />
arasında Türkiye’de ilk üç derecede yer alan takım,<br />
iki yıldır katıldığı tüm turnuvalarda birinciliği<br />
kaptırmıyor.<br />
Sutopu Takımı (Bay): 1970’li yılların başında<br />
kurulan takım, bu sporun öncülerinden.<br />
ODTÜ Ruhunun Yeri Başka!<br />
Kriket Takımı (Bay): 2010 yılında kurulan<br />
takımın çoğunluğu yabancı üniversite<br />
öğrencilerinden oluşuyor. Herkes için Spor<br />
Federasyonu tarafından düzenlen liglere katılıyor.<br />
Hayatım boyunca devam edecek dostluklar kazanmamın, takımın<br />
bana sağladığı en büyük fayda olarak görüyorum. Yaşadığımız<br />
şampiyonluklar sayesinde aldığımız hazın ve kaybettiğimiz maçlar<br />
neticesinde duyduğumuz üzüntünün çok büyük birer tecrübe<br />
olduğunu ve bunlar sayesinde ODTÜ ruhunun bende büyük bir yer<br />
ettiğini ve hayatımın her alanına etki edeceğini düşünüyorum.<br />
Abdullah GÜNEŞ, İktisat Bölümü Öğrencisi, Ragbi Takımı Kaptanı<br />
Sualtı Ragbisi (Bay): 2004 yılında kurulan takım,<br />
müsabakalara devam ediyor.<br />
Serbest Dalış (Bay-Bayan): 2004 yılında kurulan<br />
takım, ODTÜ’nün en çok ulusal ve uluslararası<br />
derece alan takımı ve bireysel sporcusunu yetiştiren<br />
topluluğu. Takım, her yıl bu alandaki milli takımlara<br />
birçok sporcu veriyor.<br />
Squash Takımı (Bay-Bayan): 2012 yılında kurulan<br />
takım, üniversitelerarası müsabakalara katılıyor.<br />
Taekwon-Do Takımı (Bay-Bayan): Üniversitenin<br />
minderli spor salonunda antrenmanlarını sürdüren<br />
takımı, üniversiteler arası müsabakalara katılıyor.<br />
66<br />
ODTÜ’DE SPOR HAYATIN BIR PARÇASI!
ekoru denemesini başarı ile tamamladı ve sporcu<br />
kendisine ait olan rekoru 1metre daha ilerleterek 61<br />
metreye çıkardı.<br />
ODTÜ Spor Kulübü SAS-Sualtı Sporları sporcusu<br />
Derya Can, Paletsiz Değişken Ağırlık (Variable<br />
Weight without Fin) 71 metre ve İp Destekli Serbest<br />
Dalış’ta (Free Immersion) 71 metre ile dünya<br />
rekorlarını kırdı.<br />
Tenis Takımı (Bay-Bayan): 1989 yılında kurulan<br />
takım, Üniversiteler 1. lig ve süper ligde önemli<br />
başarılar elde etti.<br />
Voleybol Takımı (Bay-Bayan): Takım, Üniversite<br />
Sporları Federasyonu tarafından düzenlenen<br />
müsabakalara katılıyor.<br />
Yelken Takımı (Bay-Bayan): Takımımız ilk<br />
yarışmasında Türkiye üçüncülüğünü kazandı.<br />
Yüzme Takımı (Bay –Bayan): 1970’li yılların<br />
başında kurulan takımımız haftada dört gün<br />
antrenman yaparak müsabakalara hazırlanıyor.<br />
Takımımızın üniversiteler arasında dereceleri<br />
bulunmaktadır.<br />
Rekorlar, Başarılar Arka Arkaya<br />
Topluluk ve takımlara verilen destek böyle<br />
olunca, ODTÜ’nün spor geleneği madalya ve<br />
rekorlarla taçlandı. Yıllardır birçok rekortmen<br />
sporcu ve takım çıkaran ODTÜ’nün başarıları için<br />
sayfalarımız az, yerimiz dar. Biz sığdırabildiğimiz<br />
kadarı ile 2013’ün şampiyonlarını sıralayalım.<br />
2013: Şampiyonlukların Yılı<br />
2013’te Rusya’da yapılan Dünya Serbest Dalış<br />
Şampiyonası’nda Hız Apnea Bireysel sıralamada,<br />
Ziya Volkan Aksu Dünya 3.cüsü oldu ve aynı<br />
zamanda Türkiye Rekoru kırdı. Derya Can ise<br />
Dünya 4.’sü oldu ve aynı zamanda Türkiye<br />
Rekoru kırdı. Paletsiz Dinamik Apnea Bireysel<br />
sıralamada, Mete Tarık Salman Türkiye<br />
rekoru kırdı.<br />
ODTÜ SAS – Su Altı Sporları milli sporcusu<br />
Şahika Ercümen 1 Haziran 2013 tarihlerinde Van<br />
Gölü’nde Serbest Dalış Değişken Ağırlıklı dünya<br />
10. Geleneksel Sualtı Hokeyi Türkiye<br />
Şampiyonası’nda ODTÜ SAS Erkek 1. Takımı<br />
Şampiyon oldu. Üniversitelerarası Bilardo Türkiye<br />
Birinciliği’nde Erkek Takım şampiyon oldu.<br />
Üniversitelerarası Basketbol Ligi Ayva Kupası’nda<br />
Erkek Takım şampiyonluğu kazandı. Büyükler<br />
Türkiye Şampiyonası 1. Etap Kürek Yarışları’nda<br />
Hafif Kilo Umit Erkekler 4X birinciliği Barış<br />
Karakuş, Fatih Sezer, Deniz Akyürek ve Ali Oğuz<br />
Yüksel’den oluşan takımın oldu. Üniversitelerarası<br />
Briç Türkiye Birinciliği’nde Bayan Takımı<br />
şampiyonluğu aldı. Üniversitelerarası Satranç<br />
Türkiye Şampiyonası’nda yine Bayan Takım<br />
şampiyondu.<br />
10. Geleneksel Serbest Dalış Türkiye<br />
Şampiyonası’nda Dinamik Apnea’da Mete Tarık<br />
Salman ODTÜ SAS Erkekler 1.’si, Hız Apnea’da<br />
Ziya Volkan Aksu ODTÜ SAS Erkekler 1.’si oldu.<br />
Statik Apnea’da Hakan Erkal ODTÜ SAS Erkekler<br />
1.’siydi. Sualtı Hokeyi Türkiye Şampiyonu ise ODTÜ<br />
Takımı idi. Kadın ve Erkek Hentbol Takımları,<br />
Üniversitelerarası Plaj Hentbolu Şampiyonası’na<br />
katıldı ve Erkek Takım ikinci oldu.<br />
Erkek Futbol Takımı, bu yıl<br />
Avrupa ikincisi oldu.<br />
Soldan Sağa:<br />
Sinan Kaya,<br />
Hüseyin Can Doğan,<br />
Mehmet Gürel,<br />
Oğuz Peker,<br />
Özgür Norman,<br />
İskender Atakan,<br />
Deniz Şengül,<br />
Hüseyin Meriç Aydın<br />
Antrenör: Özgür Norman<br />
SAYI 51 67
ODTÜLÜ<br />
ERDEMLİ<br />
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü<br />
Karadeniz’in Zenginliğini Araştırıyor<br />
X Yazı<br />
ALI C. GÜCÜ<br />
GÜLCE SAYDAM<br />
Karadeniz<br />
hamsisi Türkiye’de<br />
avlanan balıkların<br />
%60’ını oluşturuyor.<br />
Karadeniz hamsisi Türkiye’de avlanan balıkların<br />
%60’ını oluşturur. Dahası 1980’li yıllarda<br />
bir milyon tonu geçtiği tahmin edilen bu kaynak<br />
1990’lı yılların başından bu yana neredeyse<br />
sadece Türkiye tarafından kullanılıyor.<br />
Ancak Karadeniz’in kuzeyinde yumurtlayıp<br />
güneyinde kışlayan bu balık, aslında “sınır<br />
aşan”, “paylaşılan kaynaklar” sınıfına girer.<br />
Romanya ve Bulgaristan’ın AB’ye katılması ile<br />
AB’nin Bilimsel, Teknik ve Ekonomik Balıkçılık<br />
Komitesi, STECF Karadeniz hamsi stoklarının<br />
zarar görmeden avlanabilmesi amacıyla ülkeler<br />
arası kota belirleme çalışmalarına başlamıştır.<br />
Diğer taraftan Türkiye’de bu büyük kaynak<br />
üzerinden beslenen avcısından tersanesine,<br />
nakliyecisinden balık unu ve yağı fabrikasına<br />
kadar önemli bir sektör oluşmuştur. Bu kaynağın<br />
bilimsel yaklaşımla yönetilerek en yüksek<br />
sürdürülebilir ürünün elde edilmesi sadece<br />
AB süreci ya da ülkenin ekonomisi açısından<br />
değil, bu kaynağın kullanım hakkının elde<br />
tutulabilmesi açısından da önem kazanmıştır.<br />
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü<br />
bu noktadan hareketle 2011 yılında balıkçılığın<br />
yönetilmesinden sorumlu Gıda Tarım<br />
ve Hayvancılık Bakanlığı Tarımsal Araştırmalar<br />
ve Politikalar Genel Müdürlüğü ile TÜBİTAK<br />
KAMAG programınca desteklenen<br />
bir projeye başlamıştır. Projenin temel amacı<br />
ekosistemdeki iklimsel dalgalanmalardan<br />
önemli derecede etkilenen bu türün izlenmesi<br />
ile avcılığına yönelik öngörülerde bulunabilmeyi<br />
hedefleyen bilimsel altyapı oluşturmak<br />
ve Ulusal Balıkçılık Veri Toplama Programı’nı<br />
oluşturmaktır. Bu amaçla üniversitemizin<br />
RV Bilim 2 Araştırma Gemisi ile İğneada’dan<br />
Hopa’ya, tüm Karadeniz Münhasır Ekonomik<br />
Alanımızı kapsayacak şekilde araştırma<br />
seferleri yapılır. Yıl boyunca toplanan<br />
veriler analiz edilir ve sonuçlar uluslararası<br />
komisyonlara sunulur. Bu yolla Türkiye’nin<br />
hamsiye sahip çıkması sağlanmış olurken,<br />
bu stoktan sürdürülebilir yüksek ürün elde<br />
edilebilmesi için önemli yönetsel kararların<br />
alınmasına da olanak sağlanır.<br />
“Denizimi Tanıyorum ve Koruyorum”<br />
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü “Denizimi Tanıyorum<br />
ve Koruyorum” başlıklı Bilim ve Toplum Projesi ile<br />
birikimlerini genç kuşaklara aktarıyor. 23 Eylül – 4 Ekim<br />
2013 tarihlerinde bu yıl ikincisi gerçekleştirilen proje<br />
kapsamında 500’den fazla öğrenci, çevresel farkındalık<br />
ve koruma eğitimi aldı. “Geleceğin Deniz Bilimcisi Adayı”<br />
sertifikası verilen öğrenciler, kazandıkları bilimsel bakış<br />
açısı ve çevre koruma farkındalığı ile denizlerimizin<br />
korunmasına katkıda bulunacaklar.<br />
68<br />
HABER
RGO profilleyicileri, en kötü deniz koşullarında dahi başarıyla<br />
çalışıyor, ucuz ve sürekli ölçümler sağlıyor.<br />
X Yazı<br />
BETTINA FACH SALIHOĞLU<br />
ANIL AKPINAR<br />
DEVRIM TEZCAN<br />
BARIŞ SALIHOĞLU<br />
HASAN ÖREK<br />
ODTÜ’den Deniz Nöbeti<br />
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü, ARGO robotik<br />
ölçüm cihazları ile denizlerimizi izliyor.<br />
ODTÜ Deniz Bilimleri Enstitüsü (DBE),<br />
denizlerimizde sürekli ölçümler yapabilmek<br />
amacıyla, Deniz Ekosistem ve İklim<br />
Araştırmaları Merkezi (DEKOSİM, http://<br />
dekosim.ims.metu.edu.tr/) kapsamında 6 adet<br />
ARGO olarak adlandırılan robotik oşinografik<br />
ölçüm cihazlarından aldı.<br />
Deniz araştırmaları çok büyük bütçeler<br />
gerektirebiliyor ve hava koşulları nedeniyle<br />
bilimsel seferler sekteye uğrayabiliyor.<br />
Fakat ARGO profilleyicileri, en kötü deniz<br />
koşullarında dahi başarıyla çalışıyor, ucuz<br />
ve sürekli ölçümler sağlıyor. Herhangi bir itme<br />
gücü olmayan ARGO’lar, akıntılarla birlikte,<br />
önceden programlanan derinliklere inerek<br />
burada sürükleniyor (amaca ve programlamaya<br />
bağlı olarak 5-10 gün) ve bu süre sonunda yüzeye<br />
çıkarken (çıkış boyunca sıcaklık, tuzluluk vb.<br />
ölçümleri yaparak) verileri uydular aracılığıyla<br />
veri merkezlerine iletiyor. Bu şekilde ortalama<br />
3-4 yıl boyunca çalışan ARGO’lar çalışma süreleri<br />
boyunca sürekli ölçüm sağlamış oluyor. Dünya<br />
denizlerinde 3500’den fazla bulunan bu cihazlar,<br />
su kolonu boyunca (profil) topladıkları sıcaklık,<br />
tuzluluk, yoğunluk ve akıntı ölçümleriyle ,<br />
denizlerin ve iklimin araştırılmasında büyük<br />
rol oynuyor. Her geçen gün gelişmekte olan<br />
sensör teknolojisi sayesinde bu cihazlarla farklı<br />
parametreler ölçülebiliyor. DBE de bu çerçevede,<br />
satın aldığı ARGO profilleyicilerine, Çözünmüş<br />
Oksijen Sensörleri dahil ederek, denizlerdeki<br />
değişen oksijen seviyelerini ve ekosisteme olan<br />
etkilerini araştırmayı amaçladı.<br />
Özellikle oksijen seviyeleri çok düşük olan<br />
ve yalnızca yüzeyden yaklaşık 200 m’ye kadar<br />
bulunan Karadeniz’de, oksijenli tabakanın<br />
ve altında bulunan oksijensiz tabakanın sürekli<br />
gözlemlenmesi, Karadeniz ekosistemi açısından<br />
çok önemli. DEKOSİM kapsamında alınan<br />
ARGO’lardan 2 tanesi Karadeniz’e (1’i İstanbul<br />
açıklarında, 1 tanesi de Sinop açıklarında),<br />
2 tanesi de Akdeniz’e (Taşucu ve Kıbrıs arasında)<br />
denize bırakıldı. Herhangi bir problem<br />
yaşamayan cihazlar, başarıyla çalışıyor ve veri<br />
iletiyor.<br />
SAYI 51 69
ODTÜLÜ<br />
kuzey kıbrıs kampusu<br />
Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda<br />
Mükemmel Spor Fırsatları<br />
Yüksek teknolojiye dayalı altyapısı, modern eğitim bina<br />
ve laboratuvarları, kültürel tesisleri, yeşil alanları ve özgün mimarisi ile<br />
nitelikli bir eğitim-öğrenim ortamı için her türlü olanağı barındıran ODTÜ<br />
Kuzey Kıbrıs Kampusu, yaklaşık 22 bin metrekarelik alana yayılmış spor<br />
tesislerinde hemen her çeşit spor için mükemmel fırsatlar sunuyor.<br />
Daha kuruluş aşamasında<br />
mimari ödüller kazanan<br />
ODTÜ Kuzey Kıbrıs<br />
Kampusu’nun spor tesislerinde basketboldan<br />
voleybola, Uzakdoğu sporlarından plaj voleyboluna,<br />
squash’tan atletizme, hentboldan mini golfe kadar, hemen her<br />
alanda spor aktivitesi gerçekleştirmek mümkün. Öğrencilerin<br />
yanı sıra mezun, misafir ve personelin kullanımına da açık olan<br />
spor tesislerinde öğrenciler, spor toplulukları ve spor takımları<br />
bünyesinde basketbol, futbol, yüzme, voleybol, masa tenisi,<br />
satranç, tenis, futsal, shotakan karate ve badminton gibi spor<br />
branşlarında aktif olarak faaliyet gösterebiliyor, spor<br />
yarışmalarına katılabiliyorlar.<br />
Öte yandan, Spor ve Rekreasyon Müdürlüğü tarafından step<br />
aerobik dersleri, Latin dans dersleri, tango dans dersleri, tenis<br />
dersleri, fitness ve vücut geliştirme programları, tüplü dalış<br />
sertifika programları, cankurtaran sertifika programları,<br />
mini golf yarışmaları gibi bireysel ya da grup spor programları<br />
düzenleniyor, bu faaliyetlerle birlikte yıl boyu halı saha,<br />
streetball, tenis, masa tenisi, basketbol, squash, satranç, mini golf,<br />
plaj voleybolu, plaj futbolu, dart turnuvaları ve kros yarışması da<br />
organize ediliyor.<br />
Basketbol, badminton, futbol, futsal, hentbol, masa tenisi,<br />
satranç, tenis, voleybol ve yüzme branşlarında spor takımlarının<br />
bulunduğu ODTÜ Kuzey Kıbrıs Kampusu’nda spor toplulukları da<br />
öğrenciler tarafından büyük ilgi görüyor. Arama-Kurtarma<br />
Topluluğu, Bisiklet Topluluğu, Break, Hip-Hop Dans Topluluğu,<br />
Latin Dansları Topluluğu, Shotakan Karate Topluluğu, Sualtı<br />
70<br />
KUZEY KIBRIS KAMPUSU’NDE MÜKEMMEL SPOR FIRSATLARI
Topluluğu, Tango Dans Topluluğu, Tırmanma<br />
Topluluğu, Uçurtma Sörfü Topluluğu, e-sport<br />
Topluluğu ve Yamaç Paraşütü Topluluğu, kampus<br />
bünyesinde bulunan spor toplulukları…<br />
Spor ve Rekreasyon Müdürlüğü; yoğun<br />
geçen günün ardından öğrencilerin fiziksel<br />
ve zihinsel olarak yeniden yapılanmalarını,<br />
sportif becerilerini göstermelerini, özgüven,<br />
sorumluluk, takım çalışması ve kazanma<br />
hislerinin gelişmesi için planlı ve etkili spor<br />
faaliyetleri düzenliyor.<br />
Kuruluş aşamasında<br />
mimari ödüller<br />
kazanan ODTÜ Kuzey<br />
Kıbrıs Kampusu’nun<br />
spor tesislerinde<br />
hemen her alanda<br />
spor aktivitesi<br />
gerçekleştirmek<br />
mümkün.<br />
Sualtı Topluluğu 200’ün üzerinde<br />
dalgıç yetiştirdi…<br />
2007 yılından bu yana faaliyette olan ve en eski<br />
spor topluluklarından biri olan Sualtı Topluluğu,<br />
öğrencilerin en fazla ilgi gösterdiği<br />
topluluklardan… Kurulduğu günden bu yana<br />
200’ün üzerinde dalgıç yetiştiren Sualtı<br />
Topluluğu’nun Yönetim Kurulu Başkanı Barbaros<br />
Küçük ile Başkan Yardımcısı Mert Polater’le,<br />
topluluğun aktiviteleri ve dalış sporuna dair<br />
sohbet ettik:<br />
Dalışa başlama hikâyenizden söz eder misiniz?<br />
Barbaros Küçük: Dalışla ODTÜ KKK’de eğitime<br />
başlamadan yıllar önce tanıştım, ancak uzunca<br />
bir süre ara vermiştim. Okula başlar başlamaz,<br />
topluluğumuz sayesinde dalışlara geri döndüm.<br />
Mert Polater: Barbaros’tan farklı olarak ben<br />
ilk dalış deneyimimi ODTÜ KKK’de yaşadım.<br />
Önceleri bu spor ile ilgili hiçbir fikrim yoktu.<br />
Şu an ise hayatımın önemli bir parçası…<br />
Topluluk, ne tür aktiviteler gerçekleştiriyor?<br />
Mert Polater: Topluluk olarak başlıca<br />
aktivitemiz, gelenek hale getirdiğimiz ve her yıl<br />
düzenlediğimiz sertifika programı. Bu program<br />
çerçevesinde anlaşmalı olduğumuz Girne’deki bir<br />
SAYI 51 71
ODTÜLÜ<br />
kuzey kıbrıs kampusu<br />
Sualtı Topluluğu<br />
kuruluşundan<br />
bugüne 200’ün<br />
üzerinde dalgıç<br />
yetiştirdi.<br />
dalış okulu ile ilk seviyeden başlamak üzere<br />
çeşitli seviyelerde ve uzmanlıklarda dalgıçlar<br />
yetiştiriyoruz. Bugüne kadar 200’ün üzerinde<br />
dalgıç yetiştirdik. Sertifika programımız dışında<br />
ise olabildiğince KKTC ve Türkiye’deki çevreci<br />
aktivitelere katılıyoruz. Örneğin, son olarak<br />
Mersin’de gerçekleştirilen “Çöpsüz Deniz<br />
Gönüllüleri” aktivitesinde etkin rol aldık.<br />
Geçtiğimiz yıllarda, gerçekleştirdiğimiz birçok<br />
dalıştan çekilmiş görüntüleri derleyerek, “Sualtı<br />
Fotoğrafları Sergisi” düzenledik ve bu serginin<br />
bir örneğini yaklaşık 1.5 yıl önce Ankara<br />
Kampusumuzda da gerçekleştirdik. Sergimiz,<br />
gerçekten büyük ilgi gördü.<br />
Barbaros Küçük: Topluluğumuz, kampusumuzun<br />
en eski topluluklarından biri. Kampusumuzun<br />
kuruluşundan bir yıl sonra, 2007 yılında faaliyete<br />
geçmiş. Amaçlarımızdan biri, öğrenciler, öğretim<br />
görevlileri ve personelinden başlamak üzere<br />
sualtını yurt ve dünya çapında tanıtmak<br />
ve sevdirmek. Bir diğer amacımız ise her seviyede<br />
dalış eğitimi vererek sualtı dünyasına bilinçli<br />
ve donanımlı balıkadamlar yetiştirmek.<br />
ODTÜ ruhunun gerekliliklerinden birini<br />
Adamız’da yaşatmaya çalışıyoruz.<br />
Düzenlediğiniz aktivitelere, eğitim ve sertifika<br />
programlarına ilgi nasıl?<br />
Mert Polater: Açıkçası, tahminimizden<br />
çok daha fazla ilgi görüyor. Hatta, özellikle<br />
öğrenci sayımızda son iki yılda meydana gelen<br />
artışla birlikte okul içi aktivitelerimize ve PADI<br />
lisanslı dalgıç yetiştirmek üzere oluşturduğumuz<br />
sertifika programımıza belli bir kontenjan sınırı<br />
getirmek zorunda kaldık.<br />
Barbaros Küçük: İlgiden son derece<br />
memnunuz. Kıbrıs’ta oluşumuz<br />
ve Kampusumuzun, dalış için mükemmel<br />
diyebileceğimiz noktalara bir saatlik mesafede<br />
oluşu, dalışın bir sosyal aktivite, hatta hayatın<br />
bir parçası olarak görülmesini de beraberinde<br />
getiriyor.<br />
72<br />
KUZEY KIBRIS KAMPUSU’NDE MÜKEMMEL SPOR FIRSATLARI