You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
wÜstüngel Arı wOnurcan Yılmaz wEren Öztürk<br />
wMetin Sonsuz wLevent Kaan Gündoğdu<br />
wAyşegül Açar wSapphİnanna
PARRHESIA<br />
Parrhesia E-dergi<br />
İçindekiler<br />
Genel Yayın Yönetmeni<br />
Üstüngel Arı<br />
Kocaeli Üniversitesi Arkeoloji / Felsefe - Lisans<br />
ustungel_ari@yahoo.com<br />
Yayın Kurulu / Editörler<br />
Onurcan Yılmaz<br />
İstanbul Üniversitesi Sosyal Psikoloji - Master<br />
onurcanyilmazz@hotmail.com<br />
Eren Öztürk<br />
Hacettepe Üniversitesi Felsefe - Master<br />
ernoztrk@gmail.com<br />
Levent Kaan Gündoğdu<br />
İstanbul Üniversitesi Hukuk - Lisans<br />
leventkaan_1@hotmail.com<br />
Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarak<br />
yayınlanan bir e-dergidir.<br />
Dergimize gönderilen yazıların sorumluluğu<br />
yazarlarına aittir.<br />
(Bkz. Yazım ve Yayın Kuralları)<br />
Web<br />
http://www.parrhesiadergi.net/<br />
E-mail<br />
parrhesiadergi@yahoo.com<br />
Facebook<br />
http://www.facebook.com/groups/452084778141<br />
082/<br />
Üstüngel ARI<br />
Kapak’tan............................................................... 3<br />
Onurcan YILMAZ<br />
Transandantal Mantık Temelinde Saf Aklın<br />
Eleştirisi’ne Genel Bir Bakış ................................. 4<br />
Üstüngel ARI<br />
Altamira ve Lascaux Örnekleriyle Paleolotik<br />
Dönem Resim Sanatının Platon ve Aristoteles<br />
Estetiği Perspektifinden Günlük Yaşamdaki<br />
İşlevselliği Üzerine...............................................10<br />
Metin SONSUZ<br />
Metin Sonsuz’un Günlükleri -1- ..........................16<br />
Eren ÖZTÜRK<br />
anakent ya da babanın terekesi .............................17<br />
Ayşegül AÇAR<br />
Madam K. ............................................................ 18<br />
Onurcan YILMAZ<br />
Psikanaliz ve Antropoloji tartışmaları:<br />
Malinowski'nin Trobriand Adaları....................... 26<br />
Sapphİnanna<br />
Demokratik Ormantizm ...................................... 32<br />
Levent Kaan Gündoğdu / Röportaj<br />
Prof. Dr. Bahadır Erdem ile Sosyal Medya,<br />
Sosyal Adalet ve Sosyal Devlet Üzerine.............. 33<br />
Yazım ve Yayın Kuralları .................................... 45<br />
Twitter<br />
https://twitter.com/parrhesiadergi<br />
Çıkış tarihi: 06.09.2012<br />
twitter.com/parrhesiadergi
PARRHESIA<br />
Kapak’tan..<br />
Öncelikle dergimizin ikinci sayısı ile karşınıza çıkıyor olmaktan –kendi adıma- büyük bir<br />
hoşnutluk duyarak merhabalar diyorum. Bu platformu oluşturma kararı alırken dile getirmiş<br />
olduğumuz “yazmaya meraklı, bir şeylere karşı derdi olan insanların kendilerini geliştirebilmeleri ve<br />
seslerini duyurabilmeleri için bir platform oluşturabilme” fikri, hiç kuşkusuz dergimizin kuruluşunda<br />
ve yayına hazırlanışı sırasında yer alan, emek harcayan çekirdek kadro –yani bizler- için de geçerlidir.<br />
Dolayısıyla, ilk sayının önünde, 3. sayının gerisinde olduğumuzu umut ettiğimizi de belirtmek isteriz.<br />
Öncelikle bu sayıda kapak resmi olarak Caravaggio’nun Aziz Matta çizimini kullanmamızın<br />
nedeni, bu tablonun “parrhesia” perspektifinden değerlendirilebilecek bir hikayesinin olmasıdır.<br />
Hikaye kısaca şu şekilde; 1600’lü yıllarda bir Roma kilisesinin sunak masasına konmak üzere İtalyan<br />
ressam Caravaggio’ya bir Aziz Matta tablosu sipariş edilmiştir. Aziz, vahiyleri yazarken betimlenecek<br />
ve vahiylerin Tanrı’nın sözü olduğunu kanıtlamak için Aziz’in yanına esin perisi bir melek<br />
konulacaktır. Caravaggio, Aziz Matta’yı, hiç beklemediği bir anda, kitap yazma olayıyla karşı karşıya<br />
kalan yaşlı, yoksul bir emekçi; sıradan bir halk adamı olarak tasarlamaya çalışmış ve sonunda, koca<br />
bir kitabı kabaca tutmaya çabalayan ve alışmadığı yazma eylemi nedeniyle tedirginlikle alnını<br />
kırıştıran, ayakları çıplak ve kirli, başı kel bir Aziz Matta çizmiş, yanına da hemen o an göklerden<br />
inip, öğretmenin küçük bir öğrenciye yaptığı gibi, azizin elini yumuşakça yöneten genç bir melek<br />
koymuştur. Caravaggio, tabloyu kiliseye teslim ettiğinde, halk bunu azize karşı yapılmış bir saygısızlık<br />
olarak saymış ve ortalık birbirine girmiştir. Tablo kilise tarafından geri çevrilmiş ve Caravaggio yeni<br />
bir çalışma yapmak zorunda kalmıştır. Başına yeni bir bela gelmesini önlemek isteyen sanatçı da,<br />
melek veya azizlerin nasıl görünmeleri gerektiğiyle ilgili en geleneksel ve aykırı olmayan kalıp<br />
düşüncelere bağlı kalarak yeni bir tablo (arka kapak resmimiz) çizmiştir. Kuşkusuz ortaya -estetik<br />
açıdan- yine iyi bir tablo çıkmıştır fakat gündelik yaşamında problemlerle karşılaşmamak uğruna<br />
Cara vaggio, ilk tablosunu savunarak “doğruyu söylemek” ve “doğruya bağlı kalmak” fikrinden caymış<br />
ve bir bakıma “parrhesia”dan ödün vermiştir. Burada eleştirdiğim/iz elbette ki Caravaggio yahut onun<br />
kişiliği değildir, çünkü yaptığı, aslında “insan doğası”na aykırı bir davranış değildir. Çünkü insan<br />
tarih sel süreç boyunca nerede ve hangi zamanda olursa olsun “hayatta kalmak” için çabalar. Doğasının<br />
gereği budur. Caravaggio da bir nevi “hayatta kalmak” olarak nitelendirebileceğimiz “toplumsal<br />
yaşamda zorlanmamak, kınanmamak ve problem yaşamamak” adına ilk tablosunun arkasında<br />
dur(a)mamıştır. Bu bilgiler ışığında her ne kadar estetik ve öznel bir değerlendirim olacak olsa da<br />
söylemek isterim ki; ilk tablonun çok daha içten ve dürüst olduğunu ve aslında tüm bunlara ek olarak<br />
-her ne kadar ikinci bir tablo yapmış olsa da- bugün hala bu ilk tabloyu görüp üzerine konuşabiliyorsak<br />
bu “parrhesia”nın –bir şekilde- kendini olumladığının göstergesidir diye düşünmekteyim. İyi okumalar<br />
efendim...<br />
Üstüngel Arı<br />
4<br />
10 18 33
PARRHESIA<br />
Transandantal Mantık Temelinde<br />
Saf Aklın Eleştirisi’ne<br />
Genel Bir Bakış<br />
Onurcan YILMAZ<br />
onurcanyilmazz@hotmail.com<br />
ABSTRACT<br />
Our age – Kant says- is a critique age and if Kant’s philosophy is really a critique<br />
philosophy, this is a critique of the all previous metaphysical activities begins with Plato,<br />
Leibniz, Locke and Hume. Thus, his critical philosophy is a critique of both empiricism and<br />
rationalism. In this paper, I am going to work on the area of the ‘Transcendental Logic’ of<br />
Kant’s ‘Transcendental Philosophy’. One of the permanently intriguing questions regarding<br />
Kant’s approach to the human sciences is the relation between his understanding of ‘General<br />
Logic’ and ‘Transcendental Logic’. Especially, I compare his analysis of the a priori<br />
conditions of human cognition in the ‘Critique of Pure Reason’ with his empirical account of the<br />
human cognitive faculties in comparing with his approach to sensibility, imagination, and understanding.<br />
Also, in his work of ‘Critique of Pure Reason’, I argue that how Kant<br />
distinguishes the ‘Transcendental Logic’ from the ‘General Logic’. Finally, I characterize<br />
the argument of ‘category’ on the ‘Transcendental Logic’ in his first Critique as an account of<br />
the faculties that are required for a mind to be an agent or subject of cognition.<br />
Kant’ın Transandantal Mantık Bölümü<br />
“Nesnelere ilişkin olmaktan çok, a priori<br />
olanaklı olduğu ölçüde, nesnelere ilişkin bilgi<br />
türümüz ile ilgilenen tüm bilgiyi ‘transandantal’<br />
olarak adlandırıyorum”[1]<br />
Nesneler bizim bilgi (Erkenntnis)’ mize<br />
görü yoluyla verilir ve tüm bu görüler a priori<br />
olarak uzay ve zaman formlarına sahip olmak<br />
zorundadırlar. Buna ek olarak görülerin bilgiolabilmeleri<br />
için kavramsallaştırılmaları gerekir.<br />
Kant bu bağlantı için şöyle der: “İçeriği olmayan<br />
kavramlar boş, kavramı olmayan görüler<br />
kördür”[2]. Hayal gücü ise hissetme yetisiyle<br />
düşünme yetisi arasındaki bağlantıyı sağlayan yetidir.<br />
Yani, hayal gücünün Kant için temel yeti<br />
olduğunu söyleyebiliriz. Bu yüzden Kant, SAE’ne<br />
görünün uzay ve zaman formlarına tabi olarak<br />
tecrübeyi nasıl mümkün kıldığını araştırdığı<br />
“Transandantal Estetik” bölümünü koyar ve buna<br />
ek olarak, düşünmenin a priori koşullarıyla<br />
ilgilendiği “Transandantal Mantık” bölümünü<br />
ekler.<br />
Kant kesin bilginin tek kaynağı saydığı<br />
sentetik a priori yargılarla doğa adını verdiğimiz<br />
fenomenler dünyasını bilgide nasıl kurduğumuzuyani<br />
fizik denilen bilimin nasıl mümkün<br />
olduğunu- öteden beri alışılmış olan bir anlayışın<br />
tersine, duyu bilgisine temel olan, onu tecrübeye<br />
uygulamamızı sağlayan a priori kavramlarla<br />
açıklar.Çünkü transandantal felsefeye göre, bizler<br />
deneye önsel olan a priori kavramlara (kategorilere)<br />
sahibiz. Aklın yetilerinin yaptığı şey bu a<br />
priori kavramları tecrübenin içine yer leş tir -<br />
mek.Tecrübeden gelen duyu verisi ancak bu salt<br />
4
PARRHESIA<br />
“<br />
Çünkü öteden beri, düşünmenin kendini objelere göre<br />
ayarladığı, yani nasıl düşünmesi gerektiğini özneye,<br />
objelerin dikte ettiği ileri sürülüyordu. Şimdi Kant, bu<br />
oranı tersine çevirerek objelerin bizim öznemize ayak<br />
uydurmak zorunda olduğunu söylüyor.<br />
kavramlar ile bir düzen kazanıp bir bilgi olabilirler.<br />
Yani kategoriler, ‘kırmızı bir elma duyumluyorum’un<br />
yerine, ‘bu, kırmızı bir elmadır’ demeye<br />
olanak sağlamaktadır. Örneğin elimizde tavşan<br />
şeklinde sönük bir balon var. Biz ancak tecrübeden<br />
aldığımız verileri(havayı) bu balonun içine<br />
doldurursak bize bir şey ifade edebilir, çünkü<br />
tavşan şeklinde olan bir balon hiçbir şey ifade etmiyor.<br />
Aynı şekilde balon olmadan da hava tek<br />
başına bir şey ifade etmiyor. ‘Transandantal<br />
Mantık’ -en basit anlamıyla- bu amaçla<br />
düşünülmüş bir şey (yani dışarıdan aldığımız duyu<br />
verilerini belli bir kaba -kategorilereyerleştirebilmemiz<br />
için). İşte ‘Transandantal<br />
Felsefe’nin anlamı da burada ilk ipuçlarını<br />
veriyor, çünkü Kant bu mantığı Aristoteles<br />
mantığı gibi kendi içine kapanıp kalmayan, duyu<br />
verilerine doğru da yol alan bir mantık olarak<br />
düşündüğü için ‘transandantal’ olarak<br />
adlandırmıştır. Onun için Kant, “genel mantık”<br />
anlayışını altüst eden bu düşüncesini “Copernicus<br />
Devrimi”ne benzetir. Freud’a göre Copernicus<br />
Devrimi insanlık tarihindeki ilk narsisist<br />
kırılmadır[3]. Hiç kuşkusuz felsefe tarihini ele<br />
aldığımızda Kant’ın da Copernicus’tan aşağı kalır<br />
yanı olmadığını söyleyebiliriz. Çünkü öteden beri,<br />
düşünmenin kendini objelere göre ayarladığı, yani<br />
nasıl düşünmesi gerektiğini özneye, objelerin<br />
dikte ettiği ileri sürülüyordu. Şimdi Kant, bu oranı<br />
tersine çevirerek objelerin bizim öznemize ayak<br />
uydurmak zorunda olduğunu söylüyor. Sonuç<br />
olarak Kant, düşünmenin içinde kapanıp<br />
kalmayan, tersine dışarıya çıkıp deneyim<br />
dünyasına da el uzatan bir mantık geliştirir. Bunun<br />
adı ‘Transandantal Mantık’tır. Ancak bu ‘Transandantal<br />
Mantık’ mümkün olan tecrübe çerçevesinde<br />
durup kalır, bunun ötesine geçerek ‘nesnenin kendisine’,<br />
‘kendinde şey’e kadar uzanmaya<br />
”<br />
çalışmaz. Çünkü ‘kendinde şey’ deneyimin<br />
konusu değildir ve hatta aşkın olana ilişkin bir<br />
hakikatin varlığından da söz edemeyiz, çünkü söz<br />
ettiğimizde bu yine insanın tesis ettiği bir hakikat<br />
olacak, yani Kant’ın terminolojisiyle bu bir<br />
yanılsama (schein) olacaktır. Bu Tanrı mevzusu<br />
için de geçerlidir. Yani burada Kant’ın metafizikten<br />
anladığı şeyin kendinden öncekilerden rPlaton’da<br />
filozof aşkınlığı aşabilirdi, oysa metafizik<br />
Kant için aşkın olanın bilgisine ulaşmak değil, aksine<br />
metafizik kavramlar artık Kant’ta aklımızın<br />
kavramları olur, yani akla dışsal değildir, aklın<br />
kendi yapısal kavramlarıdır. Tanrı açısından bakacak<br />
olursak; Tanrı kavramı benim aklımın<br />
ayrılmaz bir parçası, aklın bir ideası. Metafiziğin<br />
hatası ise aklımızın kendi gücünü hakikatin kendisi<br />
olarak görmektir. İspatlar da keza bu yüzden<br />
problemlidir. Bu bağlamda metafiziğe, insan<br />
aklının sınırlarının bilimi de denebilir.<br />
Diğer yandan Kant, yaşadığı zamanda<br />
formel mantık filozoflar arasında oldukça<br />
popülerdi ve bu açıdan işi de hiç kolay değildi.<br />
Kant hem Locke’u hem Leibniz’i teorik akıl<br />
yürütme açısından sınırlı buluyordu. Zaten Kant<br />
için genel mantıktan transandantal mantığa geçiş<br />
de bir tür empirisizmin ve rasyonalizmin reddi demektir.<br />
Bunu Saf Aklın Eleştirisi’nden bir alıntıyla<br />
da görebiliriz:<br />
Tek bir sözcükle, Leibniz belirişleri<br />
düşünselleştirdi (intellectualized), tıpkı Locke’un<br />
da zihnin (Verstand) saf kavramlarını bir noogoni<br />
dizgesine göre (eğer bu anlatımı kullanmama izin<br />
verilirse), toplu olarak duyusallaştırmış -başka bir<br />
deyişle- onları yalnızca empirik ya da soyutlanmış<br />
derin düşünce kavramları olarak bildirmiş olması<br />
gibi. Bütünüyle ayrı olmalarına karşın ancak<br />
‘birleşim’(Verknüpfung) içindeyken şeyler üzerine<br />
nesnel olarak geçerli yargılar üretebilen iki tem-<br />
5
PARRHESIA<br />
sil kaynağını zihinde ve duyusallıkta aramak yerine,<br />
bu büyük insanlardan her biri ikisinden<br />
yalnızca birine sarılmış ve bunu dolaysızca<br />
kendinde şeylerle bağıntılı olarak ve ötekini ise<br />
birincinin temsillerini karıştırmaktan ya da düzenlemekten<br />
başka bir şey yapmıyor olarak<br />
görmüşlerdi.[4]<br />
Bunlara ek olarak, Kant Saf Aklın<br />
Eleştirisi’nin başlarında bilginin konusunun<br />
doğrudan doğruya veri olmadığını söyler. Görü<br />
bilginin maddesini verir, idrak ise yargılama fiili<br />
ile gerçekleşir. Yargıda bir düzenlemenin belirli<br />
bir şemaya (hayal gücünün şemaları) göre meydana<br />
gelmesi gereklidir. Görü, duyumdan<br />
maddeyi alan form'dur, demek ki görü, sentetik bir<br />
şeydir, fakat ancak kategori, yani yargıdır ki, bilgiyi<br />
meydana getirir. Bilginin konusu demek ki<br />
“kendinde şey” değil, bir kuruluş(construction) tur<br />
ve bu kuruluş görüye dayanmakta ve kategoriler<br />
tarafından gerçekleştirilmektedir. Özetle, kategoriler<br />
her zaman için geçerlidir (apodiktik<br />
geçerlilik) ve objenin kavramının kurucusudur.[5]<br />
Bunun yanında, düşünme yetisinin kendine<br />
özgü a priori formlara sahip olduğu düşüncesi<br />
Aristoteles’ten başlayıp Kant’a kadar gelmiştir.<br />
Bu formlar yargı ortaya koymak için birincil<br />
öneme sahip olan mantığın temel yasalarıdır.<br />
Fakat Kant “Transandantal Mantık”ta mantığın<br />
yasalarını araştırmaz. O, sentetik yargılarda,<br />
şeylerin kavranmasında rol oynayan kavrama<br />
yetisinin -zihnin- (Verstand) form kavramlarını ve<br />
düşünmenin işlevlerini araştırır. Kant’a göre<br />
düşünme yetisi sadece duyulardan gelen verilerle<br />
bağlantı kurmakla yetinmez; idrak olabilmesi için<br />
zihnin (Verstand) devreye girmesi gerekmektedir.<br />
Empirisistlerin ise bu noktayı göremediklerini,<br />
atladıklarını söyler. Oysaki Descartes daha balmumu<br />
örneğinde bu noktayı göstermişti.[6] Heimsoeth<br />
Kant üzerine verdiği derslerin<br />
toplanmasından oluşan kitabında şu örneği verir:<br />
“Sadece tek tek verilerin duyumlanmasına<br />
dayanan ‘duyu-algısı yargısı’ şöyle olacaktı:<br />
Güneş var ve taş ısınıyor. Deneyime dayanan<br />
‘deneyim yargısı’ ise şöyle olacaktı: Güneş taşı<br />
ısıtıyor.”[7] Buradaki ikinci örnekte gördüğümüz<br />
üzere taş Güneş sebebiyle ısınmıştır, başka bir<br />
deyişle Güneş ısı yaydığı için ve taş da Güneşin<br />
altında kaldığı için ısınmıştır. Dolayısıyla bizim<br />
bu çıkarımı yapmamızı sağlayan kavrama<br />
yetimizin kavramlarından başka bir şey değildir.<br />
Burada temel bir kavram saklıdır: “nedensellik<br />
kategorisi.” Özetle kavrama yeteneği, fiziksel<br />
özellikleri değişen, balmumunda değişmeyen şeyi<br />
gören, taşın ısınmasının sebebini Güneş’in ısı<br />
yaymasına bağlayan bir tür düşünme eylemidir.<br />
Bizler bu türden bir a priori bağlantıyı sadece bilimde<br />
değil, günlük yaşantımızda karşılaştığımız<br />
her türlü olayda da kullanırız.<br />
Buna göre, tecrübeyi mümkün kılan bu<br />
düşünmenin formlarına Kant “kategoriler” diyecektir.<br />
Aristoteles’ten beri gelen bu kategori<br />
anlayışı Kant’ta bambaşka bir anlama bürünecektir.<br />
Aslında Kant’ın Aristoteles’in kategoriler<br />
tablosuna eklemek istediği tek şey, bu tabloyu bir<br />
sistem altına sokmaktır. Aristoteles ifadelerin<br />
çözümlemesinden kategorileri elde ettiğini<br />
söylüyordu ve bu kategoriler varlığın esaslarını<br />
oluşturuyordu. Kant’ta ise varlık kavramı yerini<br />
düşünen özneye bırakır. Yani, uzay ve zaman<br />
formları nasıl bizim dışımızda olan varlık<br />
boyutları değilse, düşünmenin birincil formları<br />
olarak gördüğü kategoriler de öyledir.<br />
Kant kategorileri yargılara bakarak<br />
bulmuştur, “Transandantal Diyalektik” bö lü mün -<br />
de tartışacağı aklın idealarını ise mantıksal çı -<br />
karım türlerine bakarak karar vermiştir.<br />
Fakat bununla birlikte Kant, varlığı yalnız<br />
kavramlarla kavrayamayacağımızı söyler Yalnız<br />
kavramlarla çalışan klasik rasyonalizm –örneğin-<br />
“ruhun ölümsüzlüğünü” şöyle kanıtlayacaktır:<br />
“Ruh maddi olmayan bir tözdür, maddi olmadığı<br />
için yer kaplamaz, yer kaplamayınca bölünemez,<br />
bölünemeyince de yok edilemez, dolayısıyla ruh<br />
ölümsüzdür” Bu kanıtlama “çelişmezlik ilkesi” ne<br />
dayanmaktadır. Leibniz bütün bilginin kavram<br />
çözümlemelerinden kaynaklandığını düşünü -<br />
yordu, ona göre analitik yargılardaki en yüksek<br />
ilke çelişmezlik ilkesidir. Bir başka deyişle; önce<br />
eldeki kavramın bir tanımı yapılıyor, sonra da<br />
bundan kendisiyle çelişik olmayan sonuçlar<br />
çıkarılıyor. Kant’a göre, böyle salt düşüncenin<br />
içine kapanıp kalmış bir mantığı bırakıp, objelere<br />
ve “olanaklı tecrübeye” uzanan bir mantık<br />
geliştirilmesi gerekir. Bunun adı da “Transandantal<br />
Mantık”tır.<br />
Kategorilere geri dönecek olursak; doğa<br />
bilgisinde mümkün deneye, uzay ile zaman’dan<br />
başka birtakım a priori formlar, Kant’ın deyişiyle<br />
6
PARRHESIA<br />
kategoriler aktararak, deneyin dağınık verilerini<br />
ve çeşitliliğini bunların içinde derleyip toplarız ve<br />
birleştirip düzenleriz Kategorilerin gördüğü iş,<br />
deney verilerini birbirine bağlamak, birleştirmek<br />
işidir, bu sentezdir[8]. Böyle bir görevleri olan<br />
kategorileri Kant, Aristoteles’ten beri gelen<br />
‘yargılar çizelgesi’ne paralel olarak türetir ve bu<br />
çizelgedeki 12 yargının her birinin karşısına belli<br />
bir kategori koyar Yani, Kant deney verilerini 12<br />
bakımdan birbirine bağlar (synthesis), bu da<br />
deneyin ham malzemesini bu 12 kategoriye göre<br />
şekillendiriyoruz demektir.<br />
Buna ek olarak, Aristoteles’te kategoriler<br />
varlığa ilişkin bir şeyken, Kant’ta kökleri varlığın<br />
kendisinde değil, onun temsilini edinen ‘ben’<br />
dedir.[9] Aristoteles zaman ve mekanı, ortaya<br />
koyduğu on kategorisi arasına koyar ve bunları<br />
‘nerede’ ve ‘ne zaman’ sorularının cevapları<br />
olarak görür. Kant ise Newton’ın doğa biliminin<br />
ilkeleri içinde zaman ve mekanın genel formlar<br />
olarak önemle vurgulanmasına sadık kalır ve<br />
zaman ve mekanı kategoriler arasına sokmaz.<br />
Çünkü zaman ve mekan bizim alma gücümüz (receptivity)<br />
dür ve kavrama yetisinin işlevlerinden<br />
doğmazlar. Her türlü bilginin olmazsa olmaz ön<br />
koşuludur, başka bir deyişle bir bilgi benim ‘mind<br />
topos’ umda temsil ediliyorsa zaman ve mekan<br />
formlarına tabi olmak zorundadır.<br />
Kant’ın kategorileri toplamda dört grupta<br />
olmak üzere on iki tanedir. Birinci grupta ‘nicelik’<br />
(quantity) kategorileri vardır; birlik (unity), çokluk<br />
(plurality) ve bütünlük (totality) olarak üç gruba<br />
ayrılır. Bu kategoriler bizim evrendeki olayları her<br />
ne olursa olsun kavramamızın ön koşuludurlar,<br />
yani biz evrendeki herhangi bir objeyi, ister<br />
deneyim yoluyla olsun, ister aklın sınırlarını aşıp<br />
gerçekleştirdiği ‘aşkın’ metafizikle; biz onu daima<br />
‘birlik’, ‘çokluk’ ya da ‘bütünlük’ içinde kavrarız.<br />
İkinci grup ise ‘nitelik’ (quality) kategorileridir.<br />
Bu kategori de üç gruba ayrılır; bunlar<br />
gerçeklik (reality), olumsuzlama( negation), ve<br />
sınırlandırmadır (limitation). Bu alan ‘şeylerin’<br />
niteliklerini birbirinden ayırt etmemize imkan<br />
sağlar ve nesnelere bazı anlamlar yükleyip<br />
çıkararak –onu ifade eden şeyin alanını belirleyerek,<br />
ne olup olmadığına dair sınırlamalar yaparak,<br />
sınırını çizerek- onları tanımlamamızı<br />
mümkün kılar.<br />
Üçüncü grup ise ‘bağlantı’ (relation) kategorileridir.<br />
Bu kategoriler Kant için en çok önem<br />
arz eden kategorilerdir, çünkü modern doğa bilimlerine<br />
ve matematikteki yasalara baktığımızda<br />
hep birbirleriyle ilişki içerisinde olduklarını, birbirleriyle<br />
bağlantılı kurallara sahip olduklarını<br />
görebiliriz. Kant’ın da SAE’nde cevabını aradığı<br />
sorulardan biri doğa bilimleri ve doğa alanındaki<br />
bilginin nasıl kurulduğu olduğuna göre, bu kategorilerin<br />
önemi açıktır. Bu kategoriler de; cevher<br />
(inherence and subsistence), neden-etki (causality<br />
and dependence) ve karşılıklı bağlılık ( receprocity<br />
between agent and patient) olarak üçe ayrılır.<br />
Aristoteles’te ‘cevher’ kategorisi büyük bir önem<br />
taşımaktadır ve onda kategorilerin birincisidir.<br />
Kant’ta ise nedenselliğin (dolayısıyla bağlantı kategorisinin)<br />
büyük önem taşıdığını söyleyebiliriz.<br />
Diğer bir yandan, nedenselliğin kategorilere<br />
koyulması onun üzerindeki Hume etkisini bize<br />
göstermektedir. Fakat Hume bir yerde yanılmıştır<br />
ve nedenselliği tecrübeden çıkarmaya çalışmıştır<br />
( sonunda da nedenselliği alışkanlığa bağlamıştır).<br />
Kant’ta ise ‘ben’im temsil mekanıma tabi olarak,<br />
dışsal olanı nedensellik biçimi altında görmemi<br />
sağlar ve bu durumda ‘ben’im dışımdaki bir nedensellikten<br />
bahsedemeyiz. ‘Karşılıklı bağlılık’<br />
7
PARRHESIA<br />
durumu ise evrendeki her şeyin karşılıklı olarak<br />
birbirlerine bağlı olma durumu anlamında<br />
kullanılmıştır, yani her şey birbirinden<br />
etkilenir.[10] Yani genel olarak bağlantı kategorileri,<br />
şeylerin aralarındaki bağları kurmaya<br />
yardımcı olur.<br />
Dördüncü ve son grup kategoriler ise ‘tarz’<br />
(modality) kategorileridir. Bunlar da olanak (possibility),<br />
varlık (existence)[11] ve zorunluluk (necessity)<br />
olarak üç gruba ayrılır. Örneğin bir şeyin<br />
gerçekleşmesi olanaklı iken meydana gelebilir ve<br />
bu şey gerçekleşir. Zorunluluk da bir nedenin etkisi<br />
olmak durumudur. Ancak bu kategorilerin akla<br />
a priori olarak var olması doğuştan bir takım bilgilere<br />
sahip olduğumuz anlamına gelmez.<br />
Descartes Tanrı kavramının doğuştan bizde var<br />
olduğunu düşünüyordu. Bizde mükemmellik fikri<br />
var ve bu fikir ise ancak Tanrı tarafından zihnime<br />
yerleştirilebilir.[12] Kant’ta ise doğuştan bir bilgi<br />
yoktur, deneyimle oluşur ancak deneyimden<br />
çıkarılamaz. Aklın diyalektik kullanımıyla<br />
oluşur[13] ve daha sonra biz bu Tanrı fikrini buluruz.<br />
Bilindiği gibi Kant SAE’ni uzun yıllar<br />
boyunca üzerinde düşündükten (deyim<br />
yerindeyse, ince eleyip sık dokuduktan) sonra<br />
yayımlar. Ancak felsefe tarihinin en zor<br />
metinlerinden olan bu kitabı pek kimse anlamaz.<br />
İki sene sonra[14] daha anlaşılır bir şekilde<br />
Prolegomena’yı yayınlar (önsöz anlamına<br />
gelmektedir). Ve bu kitaba şu şekilde başlar: “Bu<br />
Prolegomena, çıraklar için değil, geleceğin<br />
öğretmenleri için yazılmıştır; bu öğretmenlere de,<br />
zaten ortada olan bir bilimin sunduğunu düzenlemeleri<br />
için değil, ilk önce bu bilimin kendisini<br />
kurmaları için yardımcı olmalı”. [15] Bu<br />
çıraklıktan öğretmenliğe yükselme mefhumuna<br />
ise biz sıradan öznelerin ulaşmasını beklememeliyiz,<br />
çünkü ulaşmak demek onun da ilerisine<br />
bir adım daha atmak demektir.[16]<br />
Notlar<br />
[1] Bu alıntı için bkz.: Immanuel Kant, Arı Usun<br />
Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul,:<br />
1993. B25 Gerekli görülen yerlerde çeviri<br />
gözden geçirilmiştir.<br />
[2]Kant, I., Critique of Pure Reason (1998) Çev.<br />
P. Guyer, A. W. Wood, Cambridge Un. Press,<br />
1998, A/51-B75. (Bundan sonra SAE olarak<br />
anılacak.)<br />
[3] Freud, S., (2006) Psikanaliz Üzerine, Çev. Kamuran<br />
Şipal, Cem Yayınevi, s. 96<br />
[4] Bu alıntı için bkz.: Immanuel Kant, Arı Usun<br />
Eleştirisi, çev. Aziz Yardımlı, İdea Yayınevi, İstanbul,:<br />
1993. A271/B327. Gerekli görülen yerlerde<br />
çeviri gözden geçirilmiştir.<br />
[5] “Bir şey bilmek istiyorsam, kavramlarımı<br />
görünün salt formları ile duyu verilerine bağlamak<br />
zorundayım Sadece salt olan görüler, kavramlar<br />
ve yargılar ile bir şey elde edemem. Objelerle<br />
ilişki kurmuş kavramlarımız olmalıdır”<br />
[6] Descartes balmumu örneğinde balmumunu<br />
ateşe yaklaştırır ve tümüyle erimeye başladığında<br />
eski balmumunun yok olduğunu gözlemler. Peki,<br />
burada erimiş olanla daha önce tecrübe ettiğim<br />
balmumu bir ve aynı şey midir sorusunu sorar.<br />
Cevabı ise; duyu verileri değişse bile objenin<br />
özdeşliği değişmeyen bir şey olarak bizim<br />
tarafımızdan algılanır. (“sola inspectio mentis” –<br />
“Bunu, anlama yeteneği tek bir bakışla saptar”.)<br />
[7] Heimsoeth, H., (2007), Çev. Takiyettin<br />
Mengüşoğlu; Doğu Batı Yayınları, s.85-86<br />
[8] Tabii ki bu ‘sentez’in gerçekleşmesi için hayal<br />
gücüne ihtiyaç vardır.<br />
[9]Bir not: Aristoteles’te kategorilerin varlığa<br />
ilişkin bir şey olmasını Heideggerci anlamda ontik<br />
olanlarla karşılayabiliriz. Kant’taki nesnenin ‘ben’<br />
mekanımda temsil edilme meselesi ise transandantal<br />
olanı, bunun yanında Heideggerci ifadeyle<br />
söyleyecek olursak ontolojik olanı belirtir.<br />
8
PARRHESIA<br />
[10] Karşılıklı bağlılığın ‘kaos teorisi’yle arasında bir ‘bağlantı’nın<br />
olduğunu söyleyebiliriz. “Bir kelebeğin kanat çırpması, Dünya’nın<br />
yarısını dolaşabilecek bir kasırganın ortaya çıkmasına neden olabilir”.<br />
[11] “Kant buna, var olma da der”. Bkz. Heimsoeth, H., (2007),<br />
Çev. Takiyettin Mengüşoğlu; Doğu Batı Yayınları, s.89<br />
[12] Platon’un ‘anımsama teorisi’ de bu bağlamda düşünülebilir.<br />
Aslında bu genel anlamda aşkın olanla transandantal olanın meselesidir.<br />
Yani en genel anlamda mesele; aklın kendi yapısından çıkan<br />
kavramları, akla dışsalmış gibi göstermek, bir başka deyişle aklın<br />
kendi kavramlarına nesne tesis etmek. Kant’tan önceki metafiziğin<br />
de yaptığı tam olarak budur. Metafizik, duyusal olanı aşmaktır, Platon’dan<br />
gelen bir şey bu. Platon’da görünüş ve idealar ayrımı vardır<br />
ve metafizik, akıl yoluyla varlığın-duyusal olanın yanıltmalarını<br />
aşarak- doğanın kendisini görebilmektir. Platon’un mağara alegorisinde<br />
filozof duyular dünyasından idealar dünyasına doğru yolculuk<br />
eder ve mağaranın tek bir kapısı vardır. İnsanlar o mağaraya<br />
zincirleriyle bağlıdır ve gerçek dünyanın yalnızca duvara yansıyan<br />
gölgesini görürler. Ancak filozof bu zincirlerden kurtulabilir. Kant’ta<br />
ise formu kazandıran biziz. Bunun yanında, Platon Timaeus<br />
diyaloğunda evrenin ve dünyanın nasıl meydana geldiğinin bir<br />
açıklamasını yapıyor. ‘İdea’lar bir olan, değişmez olan formlardır.<br />
‘Demiourgos’ ise ‘Tanrı adı’dır, yapan Tanrı’dır (Greklerde yoktan<br />
var eden bir Tanrı anlayışı yok). Fenomenin ise görüntü olarak ortaya<br />
çıkabilmesi için bir zemine ihtiyacı var, bu zemin de ‘chora’dır.<br />
Hiçbir biçime sahip değildir. İdealarla, sadece bir ortam ve biçim<br />
kazanma özelliğine sahip olan ‘chora’ bir araya geldiğinde Dünya<br />
ortaya çıkıyor. Burada ‘Demiourgos’un yaptığı hareket ‘idea’larla<br />
‘chora’yı bir araya getirmek ve Dünya’yı yaratmak. Kant’ta ise<br />
Demiourgos’un yerini insan aklı alacak, yani artık ilahi bir ahlak<br />
yerine, insanın kendisinin kurabileceği yeni bir ahlak kavramı ortaya<br />
çıkacaktır.<br />
PARRHESIA<br />
E-DERGİ<br />
http://parrhesiadergi.net<br />
[13] Kant SAE’nin Giriş bölümünde insan bilgisinin iki ayrı yetisi<br />
olduğunu söyler (duyarlık ve kavrama yetisi). Hayalgücü ise hissetme<br />
yetisiyle düşünme yetisi arasında sentezleme yaparak<br />
bağlantıyı sağlar.<br />
[14] 1783’te.<br />
[15] Kant, I. (1995). Gelecekte Bilim Olarak Ortaya Çıkabilecek<br />
Her Metafiziğe Prolegomena, Türkiye Felsefe Kurumu. Çev. İoanna<br />
Kuçuradi–Yusuf Örnek<br />
[16] Bu bağlamda Nietzsche’yi ve Heidegger’i öğretmenlik vasfını<br />
elde etmiş kişiler olarak görebiliriz. En azından ben öyle görüyorum.<br />
9
PARRHESIA<br />
Altamira ve Lascaux Örnekleriyle Paleolotik<br />
Dönem Resim Sanatının Platon ve Aristoteles<br />
Estetiği Perspektifinden Günlük Yaşamdaki<br />
İşlevselliği Üzerine<br />
Üstüngel ARI<br />
ustungel_ari@yahoo.com<br />
http://twitter.com/ustungelari<br />
10<br />
Neden Platon ve Aristoteles?<br />
Öncelikle sanatın bu estetik değerlen di rimini yaparken,<br />
neden Platon ve Aristoteles’i bir ölçüt<br />
olarak aldığımı belirtmek isterim. Bu, en basit<br />
şekliyle, Platon ve Aristoteles’in, düşünüm<br />
dünyasındaki en temel kırılma noktaları olmuş<br />
olmaları ile açıklanabilir. Çünkü onlar, felsefenin<br />
günümüze kadar ilgilendiği neredeyse her konuyu,<br />
ilk araştıran –araştırma girişiminde bulunaninsanlardır<br />
ve bu yönleri ile günümüzde dahi<br />
yazılan pek çok felsefe metnini kendilerine refe -<br />
rans göstermek zorunda bırakmışlardır. Dola -<br />
yısıyla temel bir çıkarım yapılacaksa, -her ne<br />
kadar kendimizi günümüzün bakış açılarıyla bakmaktan<br />
bir şekilde “tümüyle” alı koyamayacak<br />
olsak da- felsefenin köklerini salması yolunda ilk<br />
tohumları atan bu iki filozofu kendimize rehber<br />
almamız ve geçmişe bakarken, şimdinin bir<br />
parçası olan gözlerimize, onların gözlüklerini<br />
takmamızın yanlış olmayacağını düşünüyorum.<br />
Paleolitik dönem “sanatı”<br />
İkinci olarak da belirtmek isterim ki başlığından<br />
da anlaşıldığı üzere bu metin, Paleolotik dönem<br />
mağara resimlerini birer “sanat eseri” şeklinde<br />
nitelemeyi/görmeyi doğru kabul ederek, bu fikri<br />
kendine çıkış noktası olarak belirlemiş ve ancak<br />
bu şekilde yazınsal düzlemde kendine bir aktarım<br />
yolu edinmiş bir metindir. Çünkü takdir edersiniz<br />
ki, “görmek” ve “bir şey olarak görmek” arasında<br />
kavramsal bir ayrım bulunmaktadır. Gördüğümüz<br />
şeyin ne’liğine dair bilgi, ancak ve ancak<br />
yazarın/araştırmacının eğitimi, eğilimi ve bilgisi<br />
doğrultusunda ve bu bağlamda da ancak öznel bir<br />
şekilde kendine bir anlam alanı bulabilmektedir.<br />
Dolayısıyla başlangıç/çıkış noktası olarak kabul<br />
edilen “mağara resimlerinin sanat eseri olması”<br />
fikri, tarafınızdan, yanlış bir çıkış noktası ve yanlış<br />
bir kabul şekli olarak da değerlendirilebilir, fakat<br />
kabul edersiniz ki; yapılacak olan her çıkarım,<br />
öncelikle kendine bir çıkış noktası atfetmek<br />
durumundadır, keza günümüzde dahi net bir<br />
tanımlaması ol(a)mayan ve aslında bir bakıma<br />
ol(a)maması da normal olan “sanat nedir?” sorusu<br />
temelinde düşünürsek, hak vereceksinizdir ki her<br />
birey kendi kişisel şimdi’lerinin öznelliğiyle<br />
belirlenmiş olan eğilimleri doğrultusunda, bu<br />
soruyu farklı bir şekilde cevaplayacak ve düşünsel<br />
süreçte yol kat edebilmek için kendine farklı çıkış<br />
noktaları belirleyecektir.<br />
Sanat nedir?<br />
Tam da bu noktada en genel hatlarıyla sanatın<br />
tanımını yapmak gerekirse şöyle diyebilirim:<br />
“Sanat; ihtiyaç, gereksinim ve sahip olunan<br />
koşullar doğrultusunda, estetik kaygı güdülen<br />
düşünsel bir sürecin, bir işlevsellikle pekiştirilmesi<br />
işidir.” Burada önemle vurgulamak istediğim<br />
temel özellik “estetik bir kaygı güdülüyor”
“<br />
olmasıdır. Çünkü bana kalırsa var olan her<br />
yapı/nesne ancak ve ancak ihtiyaç, gereksinim ve<br />
sahip olunan koşullar doğrultusunda<br />
işlevselleşerek var olabilmektedirler. Dolayısıyla<br />
bir sanat nesnesini, diğer nesnelerden ayıran temel<br />
özellik -bilinçli ya da bilinçsizce- güdülen, estetik<br />
bir kaygıdır. Pratik anlamda günümüzde<br />
uygulaması pek de mümkün olmasa da ifade<br />
etmek istediğim fikri bir örnekle açıklamam<br />
gerekirse şunu söyleyebilirim: Örneğin, evi olmayan<br />
bir insanı ele alalım. Bu kişi bir barınma<br />
gereksinimi içindedir, bu doğrultuda kendisini dış<br />
etkenlerden (yağmur, kar, soğuk) koruma işlevi<br />
olan bir eve ihtiyaç duyar fakat bunu yapabilmek<br />
için de elindeki -yahut çevresinden bir şekilde<br />
temin edebileceği- malzemelerden yararlanmak<br />
durumundadır. Bu noktada kişi, kendine sadece ve<br />
PARRHESIA<br />
Sihirsel davranış ve düşünüş, gerçek nedenlerle değil<br />
gölge nedenlerle (epifenomenlerle) uğraştığı için, örneğin<br />
doğadaki hayvanların sayısı artmaz. Ama avlanan<br />
hayvanların sayısını artırabilir. Şöyle ki; ava çıkmadan<br />
önce yapılan av sihirli töreni, avcıları fizik ve psikolojik<br />
olarak ava hazırlar. Törende mutlaka başaracakları inancı<br />
ve bu inancın bilediği azim güçlenir. (4)<br />
”<br />
sadece barınma gereksinimi ile dış etkilerden korunma<br />
işlevi olan bir ev/baraka/barınak inşa<br />
ettiğinde, bu bir sanat nesnesi olarak<br />
değerlendirilemez. Ancak kişi yine aynı gerek -<br />
sinim, ihtiyaç ve kullanılan malzeme doğrul -<br />
tusunda yapılacak olan evi, örneğin düz bir<br />
kerpiçle yapmak yerine, pembe panjurları olan,<br />
mekan ve çevre ile uyumlu(…) estetik bir kaygı<br />
güderek yapar ise (evet belki iki evin de<br />
yapımında temel olarak aynı gereksinim ve ihtiyaç<br />
olmuş olsa da), bu ev artık estetik bir kaygı<br />
güdülerek işlevselleştirilmiş bir sanat malzemesi<br />
konuma gelmiştir. Verdiğim örnekten yola<br />
çıkarsak, birisinin çıkıp –aslında çok da haklı<br />
olarak- “iyi ama sırf pembe panjurlu diye bir eve<br />
neden sanat eseri diyelim?” şeklinde bir soru sorabilir.<br />
İşte tam da bu noktada karşımıza “güzel” ve<br />
“güzellik” kavramları çıkmaktadır. Çünkü estetik<br />
kaygı güdülerek üretilmiş olan her nesne, insana<br />
güzel gelmeyebilir ve dolayısıyla kendisine güzel<br />
gelmeyen bir nesne de insana bir sanat eseri olarak<br />
görünmeyebilir. Bana kalırsa bu kavram<br />
kargaşasının temel sebebi aslında günümüzde<br />
güzellik ile estetik kavramlarının bir arada ve aynı<br />
anlamda kullanılıyor oluşundan kaynaklan -<br />
maktadır.<br />
Platon’da sanat anlayışı ve ide’ler<br />
“Estetik” kelimesini ilk defa 18. yüzyılda<br />
kullanmış olan Alman Alexander Gottlieb Baumgarten,<br />
Yunanlıların, sanatın bilgiyle olan ilişkisini<br />
göremediğini söylemiş ve estetiği “güzel üzerine<br />
düşünme, onun ne olduğunu araştırma sanatı”<br />
olarak ifade etmiştir.(1) Baumgarten’ın yaptığı bu<br />
11
PARRHESIA<br />
çıkarım (Yunanlıların, sanatın bilgiyle olan<br />
ilişkisini göremediği) aslında doğru bir çıkarım<br />
olarak kabul edilebilir. Çünkü Devlet adlı eserinde<br />
Platon, temelde kendine adaleti sorun etmiş ve<br />
“adalet nedir?” sorusunu kendine başlangıç<br />
noktası olarak belirleyerek ideal devletini kurma<br />
girişiminde bulunmuştur. Adalet kavramından<br />
yola çıkan Platon, eğitimin gerekliliği ve nasıl<br />
olması gerektiği aşamalarından sonra, sanat<br />
alanına gelmiştir. Çünkü ona göre eğitimin içinde<br />
matematik, beden (fiziksel eğitim) ve sanat vardır.<br />
İşte bu noktada kendisine “sanat nedir?” sorusunu<br />
sormuş ve ilerleyen süreçte sanatın bizlere bilgi<br />
ya da kanı adına bir şey vermediği sonucuna<br />
varmıştır. Çünkü ona göre sanat “mimesis” yani<br />
taklittir. Platon sanatın, insanları duyusal şeylerin<br />
kanısının kopyalarıyla, duyuları ön plana çıka -<br />
rarak “akıl” kullanımlarının önüne geçmekte ve<br />
insanları hakikatten uzaklaştırarak erdemsizleş -<br />
tirmekte olduğunu söylemiştir. Çünkü ona göre<br />
erdem idedir ve idelere ancak akıl ile ulaşılır.<br />
Bu noktada Platon’un ide kavramı ile kast ettiği<br />
şeyi bir iki örnekle açıklamanın uygun olacağını<br />
düşünüyorum. Örneğin “İNSAN var mıdır?”<br />
sorusuna karşılık olarak kendimizi,<br />
karşımızdakini, sokaktan geçen birisini yahut bir<br />
başka kişiyi örnek olarak göstererek “tabi vardır”<br />
dersek, Platon’a göre yanılgıya düşeriz. Çünkü<br />
karşımızdaki, yanımızdaki, sokaktaki vb. insan,<br />
“İNSAN” değildir. O, sadece insan türünün bir<br />
üyesidir. Yani bir “kişi”dir. Oysaki bir kavram<br />
olarak “İNSAN nedir?” sorusu, bizi ide olan İN-<br />
SAN’a götürür. Çünkü tüm insanları ortak bir<br />
insan idesi altında toplayan o temel/asıl “İNSAN”<br />
kavramı, aslında bir düşünceden ibarettir. Yani<br />
örneğin birisi çıkıp da bize “bana bir ağaç göster”<br />
dediğinde, aslında ona bir ağaç gösteremeyiz. Ona<br />
gösterebileceğimiz sadece ve sadece “bir tane”<br />
ağaçtır ve o ağaç, asıl ide olan AĞAÇ türünün<br />
sadece bir üyesidir. Tüm ağaçları ağaç yapan o<br />
temel “AĞAÇ”, yalnızca bir fikir/idedir.<br />
12<br />
Platon’a göre nesneler “duyusal şeyler” ve doğada<br />
yer almayan ancak insan zihninde var olan<br />
“düşünsel şeyler” olarak ikiye ayrılır. Duyusal<br />
şeylerin kapsamına imgeler girerken, düşünsel<br />
şeylerin kapsamına ise hipotezler ve ideler<br />
girmektedir. Burada sanat ile bağlantılı olan kısım,<br />
imgelerdir. Çünkü Platon’a göre imge, bir tür zihinsel<br />
tasarımdır. İmgelemek, duyusal şeylerden<br />
kopya yapmaktır, duyusal şeyler ise idelerin<br />
kopyasıdır ve dolayısıyla ona göre aslında<br />
imgeler; kopyanın kopyasıdır ve zaten kopyanın<br />
kopyası olmaları doğrultusunda da bizi bilgiden<br />
yani erdemden yani ide’den uzaklaştırır.<br />
Yukarıdaki örneklerden yola çıkarsak aslında Platon<br />
temel olarak şunu söylemektedir: Bir İNSAN<br />
idesi vardır. Biz etrafımızda gördüğümüz insanları<br />
insan olarak algılarken aslında temel olan o<br />
İNSAN idesine göndermede bulunuyoruzdur.<br />
Dolayısıyla örneğin bir heykeltıraş, bir insan<br />
heykeli yaptığında, bu, temel bilgi olan ide bilgisinin<br />
kopyasının kopyasıdır. Çünkü gördüğü -
PARRHESIA<br />
müz insanlar, zaten ide olan insan fikrinin<br />
kopyalarıdır ve dolayısıyla heykeltıraşın insana<br />
bakarak yaptığı heykel (yani sanat eseri) de ide<br />
olan İNSAN’ın değil, ide’nin kopyası olan bir<br />
insanın kopyasıdır. Bu noktada Platoncu bir bakış<br />
açısıyla kendimize şunu sorabiliriz: “Peki o halde<br />
biz güzele nasıl güzel diyoruz?” Ve Platon bize<br />
diyecektir ki; “Birçok şeye güzel diyoruz, güzel<br />
kadın, güzel tablo, güzel heykel vb. fakat tüm<br />
bunları güzel yapan o temel olan, o ortak olan<br />
GÜZEL idesinden pay alıyor olmalarıdır.”<br />
Sihirsel düşünüş,<br />
rastlantısal çağrışım ve mimesis<br />
Burada tekrar Paleolitik dönem resim sanatı<br />
konusuna dönecek olursak, öncelikle yapmamız<br />
gerekenin, “dönemin insanının düşünüş biçimlerini<br />
anlamak” olması gerektiğini söylemek isterim.<br />
Bu noktada Paleolotik dönem insan<br />
düşünüşünü Alaeddin Şenel’in kitabında kullan -<br />
dığı ayrımlamadan yararlanarak(2) üç bölüme<br />
ayırmanın doğru olacağını düşünüyorum: Somut<br />
düşünüş, Analojik düşünüş ve Sihirsel düşünüş.<br />
İlk iki bölümün konumuz ile doğrudan alakalı<br />
olmaması dolayısıyla, üçüncü bölüm olan sihirsel<br />
düşünüşü açıklamak sanırım daha doğru olacaktır.<br />
Öncelikle belirtmek gerekir ki mağara resimlerinde<br />
yer alan av sahneleri, ilkel topluluk için av<br />
olgusunun önemini belirtmektedir. Bu resimler<br />
aslında, sanatsal işlevinden ziyade ritüel(törensel,<br />
inançsal) bir amaca hizmet etmekte ve rastlantısal<br />
bir çağrışım(3) ile, yapılacak olan ava hizmet etmektedir.<br />
Rastlantısal çağrışım, aslında birbiriyle<br />
alakasız olan durumlar arasında ilkel düşünüm<br />
biçiminin, bir neden-sonuç ilişkisi ile anlamlan -<br />
dırmaya çalıştığı durumlar olarak nitelendi -<br />
rilebilir. Örneğin Fransız antropologu F. Sagard’ın<br />
Amerika yerlilerine Fransa’da bulunan bir hayvan<br />
türünü anlatmak için, ateşin karşısında tavşanların<br />
biçimini gölge oyunları ile duvara yansıtmaya<br />
çalışması ve bunun üzerine ertesi gün ava giden<br />
kabilenin bir rastlantı sonucu o gün, her zamankinden<br />
daha fazla balık tutması durumunu,<br />
yerliler bir neden-sonuç ilişkisi içinde<br />
değerlendirmiş ve her balığa çıkışlarında<br />
antropologdan aynı şeyi yapmasını istemiş -<br />
lerdir.(4) Dolayısıyla benzer şekilde mağara re -<br />
simlerinin de bir rastlantı sonucu kurulmuş olan<br />
neden-sonuç ilişkisinin bir getirisi olarak, ava<br />
bereket getirmesi adına yapıldığı düşünül -<br />
mektedir.(5) Aslında bu noktada tekrar Platon’a<br />
dönecek olursak diyebiliriz ki, her ne kadar ritüel<br />
işlevli de yapılıyor olsa, bu, o sanat eserlerinin<br />
yapılması sürecinde bir taklit etme olgusunun<br />
varlığını kanıtlamaktadır. Platon’un ağzından<br />
konuşacak olursak diyebiliriz ki; ilkel insanlar, AV<br />
idesinin doğadaki görünümü olan avlanacak<br />
hayvanları -yani aslında idelerin kopyalarını-, taklit<br />
etme (mimesis) yolu ile düşünsel süreçten<br />
geçirerek somut bir sonuca, yani duvara işleme<br />
aşamasına ulaştırmaktadırlar. Keza birçok kabilenin<br />
bu hayvanları canlandıran -taklit eden-<br />
13
maskeleri olduğu(6) ve günümüzde hala yalnızca<br />
taş araç kullanan ilkel toplulukların dinsel<br />
şenliklerinde hayvan kılığına girerek ve onlar gibi<br />
hareket ederek -onları taklit ederek- kutsal danslar<br />
yaptıkları da bilinmektedir.(7)<br />
Altamira ve Lascaux<br />
PARRHESIA<br />
14<br />
Yukarıda değinilen tüm bu inanışların günümüze<br />
dek ulaşan en eski örnekleri 19. yüzyılda İspanya’da<br />
ve Güney Fransa’da bulunan MÖ 15000<br />
– 10000 arasına tarihlenen Altamira ve Lascaux<br />
mağaralarındaki duvar resimleridir.(8) Bu bölge -<br />
lerde bulunan arkeolojik veriler -kemik ve taştan<br />
yapılmış kaba araçlar-; bizon, mamut ve ren<br />
geyiği resimlerini, onları avlayan, bu yüzden de<br />
onları çok iyi tanıyan kimseler tarafından<br />
resmedildiğini kesin bir biçimde ortaya<br />
koymuş(9) olmasının yanı sıra, kullanılan boyalardan<br />
ve uygulanan incelikli çalışmalarından da<br />
aslında –bilinçli ya da bilinçsizce- estetik bir kaygı<br />
güttüklerini düşündürmektedir. “Lascaux mağarası<br />
dışında pek az yerdeki resimler net bir şekilde<br />
dağılmışlardır. Çoğunlukla birbirlerinin üzerine<br />
düzensiz bir şekilde boyanmış ya da kazın -<br />
mışlardır. Bu bulguların daha iyi bir açıklaması,<br />
bunların, resim yapmanın insana güç verdiğine<br />
ilişkin evrensel inanışın en eski örnekleri<br />
olmasıdır. Bir başka deyişle bu ilkel avcılar, belki<br />
de sadece zıpkınları ve taş baltalarıyla haklarından<br />
gelebildikleri bu hayvanların resimlerini yaparlarsa<br />
gerçek hayvanların da kendi güçlerine<br />
boyun eğeceğine inanıyorlardı.”(10) der E.H.<br />
Gombrich.<br />
Aristoteles, katharsis ve sanatın işlevi<br />
Ancak taklit, yani mimesis, işlevini Aristoteles’e<br />
göre burada bitirmemektedir. Aristoteles’e göre<br />
insanlar iki nedenle sanat yap mak tadırlar: taklit<br />
yapma içgüdüsüne sahip oldukları ve bu yetiden<br />
haz aldıkları için. Ona göre sanatçı, eseri ile tabiata<br />
ayna tutmaktadır, (11) tıpkı ilkel insanların -<br />
ilkel sanatçıların- doğada gördüklerini mağara<br />
duvarlarına işlemiş olmaları gibi. Aristoteles’e<br />
göre sanatın en gerçek amacı; ruhu üzüntülerden,<br />
tutkulardan kurtarmak ve bir ahlak kültürü vererek<br />
zihin sevinçlerini tattırmaktır.(12) O bu sevince<br />
katharsis -arınma- demektedir. Yani Aristoteles’e<br />
göre sanat, faydalı bir faaliyettir çünkü arınma,<br />
ruhu bozan ve ruha hükmeden bir tutkuyu<br />
kaldırmak demektir.(13) Bu noktada yapılan<br />
ritüeller ile katharsise ulaşan ilkel topluluklar<br />
aslında bilinçsiz bir şekilde ya da farkında olmadan<br />
da olsa, gerçekten de avlarını daha<br />
bereketli kılabilmekte yahut kıldıkları<br />
düşünülebilmektedir. “Sihirsel davranış ve<br />
düşünüş, gerçek nedenlerle değil gölge nedenlerle<br />
(epifenomenlerle) uğraştığı için, örneğin doğadaki<br />
hayvanların sayısı artmaz. Ama avlanan<br />
hayvanların sayısını artırabilir. Şöyle ki; ava<br />
çıkmadan önce yapılan av sihirli töreni, avcıları<br />
fizik ve psikolojik olarak ava hazırlar. Törende<br />
mutlaka başaracakları inancı ve bu inancın<br />
bilediği azim güçlenir.”(14) demektedir A.Şenel.<br />
Bu bağlamda diyebiliriz ki, kendisini yaptığı<br />
ritüeller ile hem psikolojik hem de fiziksel olarak<br />
ava hazırlayan ilkel insan, adeta bir terapi görmüş<br />
gibi, bunun sonucunda av karşısında kendisini<br />
hem bedensel hem de düşünsel açıdan daha güçlü<br />
hissedecek ve dolayısıyla büyüsel yahut sihirsel<br />
olmasa da psikolojik olarak etki eden bu işlem,<br />
gerçekten de avın bereketini arttıracaktır.<br />
Sonuç Yerine<br />
Sonuç olarak aslında diyebiliriz ki, ilkel sanat,<br />
Platoncu bakış açısıyla dönemin insanını gerçeklerden<br />
uzaklaştırıp rastlantısal ve büyüsel/sihirsel
PARRHESIA<br />
bir gerçekliğe (gerçek-dışılığa) doğru itiyor olsa<br />
da, aslında Aristotelesçi bakış açısıyla<br />
değerlendirirsek, taklit ederken yaşanılan arınma<br />
duygusu, verdiği/yarattığı psikolojik etki<br />
bakımından bir şekilde onların pratik hayatta<br />
başarı sağlamalarını, yani bilinçdışı bir şekilde de<br />
olsa sanata günlük yaşama katkı sağlayan bir<br />
işlevsellik atfetmelerini olanaklı kılmış gibi<br />
görünmektedir.<br />
Notlar<br />
(1) http://tr.wikipedia.org/wiki/Alexander_Gottlieb_Baumgarten<br />
05.03.2012 14:37<br />
(2) Şenel, 2008, ss. 27-34<br />
(3) Şenel, 2008, s. 32<br />
(4) Şenel,2008, s.32<br />
(5) Alternatif yorumlar için bkz. Şenel,2008,s.33<br />
(6) Gombrich, 2009, s.43<br />
(7) Gombrich, 2009, s.42<br />
(8) Gombrich, 2009, s.40<br />
(9) Gombrich, 2009, s.40<br />
(10) Gombrich, 2009, s.43<br />
(11) Sena, 1972, s.23<br />
(12) Sena, 1972, s.23<br />
(13) Sena, 1972, s.23<br />
(14) Şenel, 2008, ss. 33,34<br />
Kaynakça<br />
Şenel, A. (2008). Siyasal Düşünceler Tarihi Tarihöncesinde<br />
İlkçağda Ortaçağda ve Yeniçağda<br />
Toplum ve Siyasal Düşünüş (Kısaltılmış ve gözden<br />
geçirilmiş basım). Ankara: Bilim ve Sanat<br />
Yayınları<br />
Gombrich, E. H. (2009). Sanatın Öyküsü (E. Erduran,<br />
Ö. Erduran, Çev.). İstanbul: Remzi<br />
Kitabevi,<br />
Sena, C. (1972). Estetik: Sanat ve Güzelliğin<br />
Felsefesi. İstanbul: Remzi Kitabevi<br />
Önerilen Kaynakça<br />
Aristoteles (2011). Poetika (İ. Tunalı, Çev.). İstanbul:<br />
Remzi Kitabevi<br />
Platon (2011). İon Şiir Üzerine (N.P. Boyacı,<br />
Çev.). İstanbul: Kabalcı Yayıncılık<br />
Platon (1999) Devlet (S. Eyüboğlu, M.A. Cimcoz,<br />
Çev.). İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür<br />
Yayınları<br />
İnsanlar okumayı öğrenmenin insanoğlunun ilerlemesine kanıt teşkil ettiğini düşünmeye<br />
alıştırıldı. Okuma-yazma bilmeyenlerin oranının düşmesini hala büyük bir zafer olarak<br />
kutluyorlar; okuryazarlık oranı düşük olan ülkeleri lanetliyorlar, okumanın özgürlüğe<br />
giden yol olduğunu düşünüyorlar. Bütün bunlar tartışmaya açıktır, çünkü önemli olan<br />
okumayı başarmak değil, kişinin okuduğunu anlaması, anladığını aktarması ve<br />
okuduğunu yargılayabilmesidir. Bunun dışında okumanın bir anlamı yoktur.<br />
- M.Mcluhan<br />
http://benideoku.wordpress.com<br />
15
PARRHESIA<br />
METİN SONSUZ’UN<br />
GÜNLÜKLERİ<br />
-1-<br />
Metin SONSUZ<br />
metinsonsuz@hotmail.com<br />
O kahveyi koydu ve ekmeği kesti. Yine ve bir kere<br />
daha unuttu her şeyi. Sanıyorum bir gün öleceğini<br />
düşünmeye hiç fırsatı olmadı. Belki hiç<br />
düşünmedi. Ben umursamadım ve yürüdüm.<br />
Fakat artık tütün saramıyordum. Yalamadım,<br />
tükürdüm. Uykusuzlukla Nietzsche arasında bir<br />
yerde tütünsüz olarak yürüdüm. Koştum biraz,<br />
sonra insanlardan nefret ettiğimi düşünmenin<br />
verdiği ürpertiyle nefret ettim. Onlardan nefret<br />
ettim. Evet, bugün oldu. Aslında hayatımda<br />
hissettiğim en gerçek duyguydu bu ve aslında o<br />
ana kadar tanıdığım tek insandı, ama ettim. Sonra<br />
biraz daha koştum ama çabaladım. Aslında<br />
çabaladığımdan dolayı pişmanım. Yanlış<br />
yaptığımı biliyorum, mutlu olan herkesin şu an<br />
uyuduğunu da. Sevmenin kalpten geldiğini...<br />
Aslında bir kalbe sahip değilim. Varsa da kırık<br />
olmasından korkuyorum. Ondan dolayı sevmiyorum<br />
insanları. Hiç korkmadım, galiba artık<br />
özgürüm. Aslında bazen olduğumu hissediyorum,<br />
sonra başkalarına acıdığımdan değil ama bir anda<br />
dişlerimi gıcırdattığımda tutkulu oluyorum.<br />
Umutsuzluğa kapılıyorum. Tam bu anda sandalyemden<br />
doğrulup uçsuz bucaksız denizi görüyorum.<br />
Ne demek bu? Evet, evet, gidip gitmemem<br />
fark etmez biliyorum. Bakmak da çok keyifli!<br />
Evet, insan fazla bilinçli olmamalı! Galiba artık<br />
yazacak bir şeyim yok. Keşke bu sözü daha önce<br />
düşünseydim. Ben dinlerden ve tanrıdan da nefret<br />
ediyorum. Aslında susmak en iyisi, ben aslında<br />
hep susmak niyetindeyim. Aslında tüm bunlar<br />
hiçbir şey anlamına gelen hiçbir şeyler. Susmak<br />
aslında hastalık karşıtı bir şey. ‘Gerçek ise tam bir<br />
hastalık’. İnsan bilinçsiz olmalı. Evet, ahlak, suç,<br />
vicdan… Yani insan bilinçsiz olmalı. İşte ben bu<br />
acıdan zevk duyuyorum. Ben o diş ağrısını çektim,<br />
tokadı da yedim. ‘Belki hiç tokat yememişler<br />
anlamazlar’, biliyorum. Ama o zevki tattım. ‘Acı<br />
çekenin duyduğu haz vardır bu iniltilerde. O hazzı<br />
duymayacak olsa inlemez’ sevgili dostum. Ama<br />
çekmediysen anlamazsın biliyorum. Anlamamaya<br />
mahkumsun, aslında ölmelisin. Karşı koymak ve<br />
meydan okumak niyetindeyim. Hem de susmak.<br />
Şüpheden doğan düşünceler peşindeyim,<br />
düşünüyorum işte. Bazen öylesine ölüyor gibi<br />
hissediyorum ki şüphesiz aslında ben ölmek istiyorum.<br />
Kahkahalar atarak ayıplıyorsun değil mi<br />
beni? İnandın değil mi? Yalan söylemek istemiyorum,<br />
ben o hazzı duydum, inledim. Ama ölmek<br />
mi yaşamak mı konusunda düşünmezsem intihar<br />
edeceğimi biliyorum. Olumlamak için<br />
düşünüyorum. Gerçek bir acı bu. Saf olan bir acı.<br />
Sadece acı yani, sadece ben ya da sadece sen gibi.<br />
Gerçeklik hissi de öyle. Metin de hep sonsuz,<br />
yıkım da öyle!<br />
Meseleyi metne bağlamış olsa da beni etkileyen tarafı bay Sonsuz'un Dostoyevskiyan yapısı<br />
oldu. Yaşadığından ya da herşeyin olup bittiğinden emin olmak için nabzını kontrol edermiş<br />
gibi bir hali var. Varoluşunu şenlendirecek eylemi bulamadığından, yani başkaldı ra ma -<br />
dığından, kendi başkaldırı çabası altında ezilmekten yorulduğundan tamamen dışa yönelim<br />
kurbanı olmuş bitik ego.<br />
- Eren ÖZTÜRK<br />
16
PARRHESIA<br />
anakent ya da babanın terekesi<br />
Eren ÖZTÜRK<br />
uferaffe@hotmail.com<br />
tüm şehirler terk ediliyor. altına gizlediği şuursuz belleği<br />
sürüyerek, altın hızmalı boğa sürülerini aşındırıyorlar. geride<br />
bıraktıkları: asimile olmuş bir bataklık ve kozalarını kaynayan<br />
baloncukların içine saklayan kurnaz kelebekler. içgüdülerinin<br />
avuçları boylu boyunca gezinip, çizgi çizgi renkler bırakmış<br />
da, öncesi olmayan narsisist bir varoluş patlatıvermişler<br />
asiliğin boyunduruğunda.<br />
tüm şehirler plebisitten kırılıyor. dişleri kırık dökük kakalaklar,<br />
cırtlak kayış seslerini betonarme defterine nota ediyorlar<br />
–ki tüm ailesini yanan bir mancınık kurşunu olarak izleyenler,<br />
veda ağıtlarını söyleyip mertçe ağlayabilsinler. kuytunun bodrumunda<br />
provoke edilen damgalar, düşmanlığın parmak izi<br />
olarak miras kalmış.<br />
tüm şehirler kokain çorbası. kaç kişi burnundan akan kanlı<br />
lağım sularında orgazm olarak boğuldu. namağlup irade,<br />
anlamsızlık sıfır. aort delik deşik; huzursuzluğu atacak; yırtık<br />
pırtık; yoğunluğu kesecek; adi ve içtenpazarlıklı; demir<br />
kokulu şerbetten kurtulmak için gidilecek yere değin takip<br />
edecek sümkürmeleri.<br />
tüm şehirler sahte karası. mozaiklemiş göz kapaklarını ve<br />
umursamazlığı koruma altına almış. gereksiz hareketler,<br />
duvağı balıkçı ağlarından örülü anıtların sapasağlam<br />
vazolarında arısız. nakkaş kendini süslüyor, erotizm kayıp.<br />
içten içe körelen bir yolculuk. envanter uzayıp gider: yönelme<br />
sıkıntısı, ayni aksaklıklar, alkol ve ekonominin libidinal<br />
çöküşü olarak büyüme grafikleri.<br />
tüm şehirler asil, nazik, şatafatlı ve istihbarat problemi<br />
yaşayan birer sınıf karakolu.<br />
*<br />
derler ki bir uygarlık taşınırsa<br />
ve temellerindeki en eski lahit açılırsa<br />
lanet kendiliğindenciliği benimser.<br />
17
PARRHESIA<br />
MADAM K.<br />
Ayşegül AÇAR<br />
aysegul.acar.10@gmail.com<br />
Bir isteriğe âşık olmak nasıl bir şeydir bilir<br />
misiniz? Asla size ait olmayacak bir kadını,<br />
sayısız aşığı olan bir kadını taparcasına sevmek...<br />
Madam K ile tanıştığımda o İstanbul Tıp Fakültesi’ni<br />
bitirmiş, psikiyatri asistanlığının 1. senesinde,<br />
25 yaşında güzeller güzeli bir kadındı.<br />
Uzun dalga dalga alev kırmızısı saçları her zaman<br />
açıkta bırakmaya özen gösterdiği beyaz narin<br />
omuzlarının üzerine dökülür, insanı çileden<br />
çıkarırdı. Lacivert iri gözleri yoğun kirpikleri ile<br />
müthiş bir gizemi barındırır, insan o gözlere<br />
baktıkça kaybolur giderdi. Sahip olduğu fizik<br />
hayatım boyunca tanıdığım hiçbir kadının sahip<br />
olamayacağı kusursuzluktaydı. Dolgun göğüsleri,<br />
ince narin beli, hacimli kalçaları, uzun bacakları,<br />
narin ayakları ve elleri, bembeyaz çıldırtıcı teni,<br />
kalın, şehvetli her daim kırmızı dudakları ile<br />
baştan çıkaramayacağı insan evladı yoktu. Ancak<br />
bilmelisiniz ki onu bu denli çekici ve tehlikeli<br />
yapan şey salt dış görünüşü değildi. O, aynı zamanda<br />
hayatımda tanıdığım insanlar arasında en<br />
karmaşık ve en etkileyici kişiliğe sahip kadındı.<br />
Bir ortama girdiği anda kimsenin gözü ondan<br />
başka şey görmez olurdu. O harika ağzını açıp<br />
konuşmaya başladığında susmasın diye yalvarmak<br />
isterdiniz. Hiçbir zaman çok konuşmazdı. Ancak<br />
söyleyecek bir şeyleri olduğunda öyle cümleler<br />
kurardı ki onu anlamak için üzerinde birkaç gün<br />
düşünmeniz gerekirdi. Geçmişi hakkında hiçbir<br />
zaman fazla bilgiye sahip olamadım. Bana açıldığı<br />
nadir anlarda Teşvikiye’de doğup büyüdüğünü<br />
söylemişti. Aslen Polonyalıymış. Babası<br />
Polonyalı, Avrupa’da ün yapmış bir kalp cerrahı<br />
iken, 1940ların İstanbul’unda dönemin ünlü milletvekillerinden<br />
biri kalbinden rahatsızlanınca özel<br />
olarak Türkiye’ye davet edilmiş. Görev için<br />
geldiği İstanbul’da Madam K’nın annesi ile<br />
tanışınca bir daha İstanbul’u terk edememiş. Yine<br />
geçmişi hakkında biraz daha açılmaya karar<br />
verdiği nadir anlarda öğrendiğime göre hiç<br />
akrabası yokmuş Madam K’nın. Annesi onunla<br />
tanıştığım sene vefat etmiş. Anneannesi ile dedesi<br />
ise daha o beş yaşındayken bir trafik kazasında<br />
hayatlarını kaybetmişler. Babaannesi ve diğer<br />
dedesi ise babasının Türkiye’de kalma kararını<br />
hoş karşılaşamayıp oğullarını evlattıktan reddedince<br />
Polonya’daki akrabaları da onun için birer<br />
yabancı olmuşlar. Dedim ya o tanıdığım en<br />
mükemmel kişiliğe sahip kadındı diye, aslında<br />
aynı zamanda tanıdığım en yalnız, en yaralı<br />
insandı da...<br />
***<br />
Puslu bir kış günüydü. Günlerden Pazar...<br />
Normalde ben her Cumartesi içki içerim. O<br />
Cumartesi evi yeniden dekore etmekten fazlaca<br />
yorgun düşmüş, dışarı çıkamamıştım. Ertesi gün<br />
saat 12 gibi uyandım. Kıvanç’ı aradım ve hadi<br />
dışarı çıkıp bir şeyler içelim dedim. Kıvanç bu<br />
isteğim karşısında şaşırdı önce. Sabah 12’de dışarı<br />
çıkıp içelim diyorum. Ama can dosttu en nihayetinde,<br />
kırmadı beni. Parlak güneş mavi<br />
gökyüzünde havayı ısıtamadığından üzgün bir<br />
halde öylece duruyordu. Biraz Moda sahilinde<br />
oyalandık. Soğuktan titreyene kadar yürüdük, bir<br />
yerlerde bir şeyler yedik. Zaman akıp geçti,<br />
akşamüzeri beş olunca Kıvançla çok sevdiğimiz<br />
bir bar olan Arkaoda’ya gitmeye karar verdik. İlerleyen<br />
saatlerde Altuğ ile Cem’de yanımıza gelecekti.<br />
Dört kafadar kafa çekmekti niyetimiz.<br />
Arkaoda’ya girip her zamanki yerimize<br />
kurulmuştuk ki yan masada oturan zırtapoz kılıklı<br />
gençten çocuk dikkatimi çekti. Benim canım deli<br />
gibi rakı içmek istiyordu. Şu hayatta bir rakıyı<br />
sevdim çılgınlar gibi bir de Madam K’yı... Tek<br />
buzla renklerdirdiğim sek rakımı yudumlarken o<br />
girdi içeri. Zırtapoz kılıklıyla merhabalaştılar, tak<br />
18
PARRHESIA<br />
yanımızdaki masaya oturdu. Tanrım o ne müthiş<br />
surattı öyle. Ben öyle barlarda kızlara göz dikip,<br />
gidip yavşayan, telefon numarası isteyen adamlardan<br />
değilimdir. Onu gördüğüm güne dek otuz<br />
yıllık yaşantımda daha gidip de bir kızın telefonunu<br />
istemiş değildim. Bir şekilde tanışırdı<br />
kadınlar benimle ve onlar alırdı numaramı, benim<br />
uğraşmam gerekmezdi. Ancak onun için daha pek<br />
çok istisna yaratacaktım. Masalarımız fazlasıyla<br />
yakındı, tüm konuşmalarını duyabiliyordum. Kendini<br />
taşıyacak birini bulamamaktan yakınıyordu.<br />
İnsanların onu anlamadığını, artık kimseye tahammülü<br />
olmadığını söylüyordu. Bunları duydukça<br />
daha fazla ilgimi çekiyordu bu esrarengiz kadın.<br />
Kurduğu her cümlede daha fazla merak ediyordum<br />
onu. Kulaklarım sesine aç bir şekilde onu<br />
dinlerken gözlerim yüzünde, gözlerinde geziniyordu.<br />
Kıvanç benim ciddi ciddi birini kestiğimi<br />
görünce şoka girmişti. Dedim ya ben sahiden de<br />
böyle olaylara giren bir adam değildim. Ancak bu<br />
kadına bakmadan duramıyordum. Az sonra ben de<br />
onun dikkatini çekmiş olmalıyım ki o da gözlerini<br />
üzerimde gezdirmeye başlamıştı. Yarabbi ne gözlerdi<br />
onlar... Göğün laciverdi çökmüş, içinde sonsuz<br />
gizemler barındıran gözler... Bir bakışın insanı<br />
bu denli etkileyebileceğini ilk kez deneyimliyordum.<br />
O gecenin sonunda tam hayallerimin kadını<br />
mekândan kalkarken peşinden gidip telefon<br />
numarasını isteme cesaretinde bulundum. Şansım<br />
varmış beni reddetmedi. İşte Madam K’nın<br />
hayatıma girmesi böyle sıradan bir Pazar günü<br />
gerçekleşti.<br />
***<br />
Çok farklıydık aslında onunla... Kâğıt üzerinde<br />
müthiş uyumsuz bir çifttik. O caz manyağı, ben<br />
elektronik müzik hastası. O Shakespeare, Kafka,<br />
Oscar Wilde okuru, ben bu adamların adlarını bile<br />
bilmeyen bir adam. O klasik müzik ve operadan<br />
anlayan burjuva, ben hayatında tek bir canlı opera<br />
izlememiş proleter. O bir şarap uzmanı, bense<br />
şarabı ancak berduş takıldığı zamanlarda gazete<br />
kâğıdına sarılı bir halde içen görgüsüz. O ileride<br />
başarılı bir psikiyatrist olacak İstanbul Tıp<br />
Mezunu bir kadın, ben Açık Öğretim’den iki yıllık<br />
Halkla İlişkiler bitirmiş, babasından kalma mirasla<br />
ömür boyu çalışmasına gerek olmayan bir mirasyedi.<br />
Ancak öyle bir noktada buluşuyorduk ki<br />
geri kalan hiçbir şeyin önemi kalmıyordu. Onunla<br />
geçirdiğim her an bir diğeri için yalvarmama<br />
neden oluyordu. Zihnimi kaybetmiş gibiydim.<br />
Onu tanıdığım andan itibaren kabuğum kırılmıştı.<br />
Ben ki ağzından tek bir aşk cümlesi çıkmamış<br />
adam, bu kadının kollarında aşkı yeni baştan yazar<br />
hale geliyordum. Üzerimdeki etkisi korkutucuydu.<br />
Daha önce varlığından haberdar bile olmadığım<br />
huylarımı ortaya çıkarıyordu. İnsanları etkisi<br />
altına alan Baküs Perisi gibiydi sevgilim. İstediği<br />
kıvama, istediği anda getiriyordu beni. Ellerinde<br />
oyuncak olmuştum fakat şikâyet etmiyordum.<br />
Aşkın teslimiyet olduğunu onunla öğrendim.<br />
Biliyordum o da bana deliler gibi âşıktı. Üzerime<br />
titriyor, fazlasıyla sahipleniyordu beni. Birbirimizden<br />
uzak kaldığımız zamanlarda saatlerce telefonda<br />
tutuyor, özlemin acısını paylaşıyordu.<br />
Sayısız sevişmelerimizde içten dokunuşları ile<br />
duyguları elle tutulur somut nesneler haline geliyordu.<br />
Nasıl da teslim oluyordu bana... Sonra nasıl<br />
da aniden vahşileşip parçalarcasına üzerime<br />
çıkıveriyordu. Sevişmelerimiz boyunca beni en<br />
çok etkileyen şey kulaklarımdaki sesi olurdu. İsmimi<br />
kalbinden kopan bir nağme ile haykırır ve<br />
onu bırakmamam için öyle çılgınca inlerdi ki o an<br />
erkeklik gururumla birlikle içim parçalanırdı. Ne<br />
kadar kırılgan ve hassas olduğunu gizleyemediği<br />
nadir anlardan biriydi ona yaşattığım orgazm<br />
seansları. Varlığına ne kadar çok sahip olsam da<br />
19
PARRHESIA<br />
20<br />
asla yetmiyordu. Nitekim bir süre sonra<br />
dayanamayıp ona beraber yaşamayı teklif<br />
etmiştim. Yanıma taşındığı gün bir çocuk kadar<br />
heyecanlı ve mutluydum. Beraberliğimizin ilk<br />
senesi dolmuştu. Eve döndüğümde onu benden<br />
önce eve varmış buldum. Harap bir haldeydi. Tüm<br />
ev Gary Moore Parisienne Walkways ile<br />
çınlıyordu. Sevgilimi salonumuzda o çok sevdiği<br />
köşe koltuğunda ikinci şişe Cabernet Sauvignon<br />
Merlot’unu yudumlarken buldum. Gözleri<br />
yaşlarla sırılsıklam olmuştu. Madam K ile bilmeniz<br />
gereken önemli bir ayrıntı onu ağlarken ilk<br />
kez o zaman görmüş olmamdır. O hiçbir zaman<br />
gözyaşlarına yenilen kadınlardan olmamıştı.<br />
Ağlıyorsa bile bunu ben hiç görmemiştim. Bu nedenle<br />
o gece onu o halde gördüğümde yaşadığım<br />
dehşeti size anlatamam. Zihnimde beni<br />
terkedeceğine dair bir sürü paranoya belirmişti.<br />
Onu o gece bana neler olduğunu anlatması için<br />
sayısız kere zorladım. Fakat o ağlayışına hemen<br />
bir son verip kendisini benim kollarıma<br />
bırakmıştı. Yalnızca bana sarılmak istediğini, zor<br />
bir gün geçirdiğini söyleyip sorularımın önünü<br />
kesmişti. O gece sanki bir başka kadınla<br />
sevişiyordum. Aynı kadın değildi yatağımdaki.<br />
Biz erkekler sanırım gerçekten fazla aptal<br />
yaratıklarız. Şimdi düşününce birlikteliğimizin<br />
beş yılı boyunca beni bir bebek gibi uyutmuş<br />
olması tüylerimi diken diken ediyor. Onun sıkça<br />
gelmeye başlamış bunalımlı hallerini önemsemeyip,<br />
işinde karşılaştığı bir vaka yüzünden bu<br />
halde olduğunu sanmakla ne büyük hata etmişim.<br />
Nasıl farkedememiştim aslında hasta olanın<br />
dünyalar güzeli sevgilim olduğunu. Keşke ona<br />
yardım edebilseydim. Keşke... Hayatta üzerime<br />
yapışıp kalan kalleş kelime.<br />
***<br />
Günden güne çöküşüne şahit oluyordum. Çok<br />
yoğun çalıştığını, bu yüzden fazlaca yorgun<br />
olduğunu söyleyip geçiştiriyordu beni. Ben de<br />
safça inanıyordum ona. Psikiyatrist çıkmak için<br />
geçmesi gereken beş yıllık asistanlık sürecinin<br />
stresine veriyordum garip hallerini. Bazı geceler<br />
eve neredeyse sabaha karşı dönüyordu. Ben yine<br />
safça onun hastanede çalıştığını zannediyordum.<br />
Sonra çok sık çıktığı seyahatler başladı. Katılması<br />
gereken konferanslar olduğunu biliyordum.<br />
Mesleğinde hızla yükselen genç bir psikiyatrist<br />
adayıydı o. Ancak son senesinde işler çığrından<br />
çıkmıştı. O gece gibi bir geceyi en zalim<br />
düşmanlarımın dahi yaşamasını istemem.<br />
Ankara’da bir konferansa gitmişti. Dönmesine<br />
daha iki gün olduğunu sanıyordum bu sebeple o<br />
gece Kıvançlara kafa çekmeye gitmiştim. Geri<br />
döneceğim evde onun olmadığını bildiğimden eve<br />
dönüş saatimi iyice geciktiriyordum. Kıvanç onda<br />
kalmam için ısrar ediyordu ancak ben onun<br />
olmadığı bir eve dönmek istemediğim halde, onun<br />
kokusunun olmadığı bir evde kalmayı da<br />
beceremediğimden sabaha karşı dört gibi<br />
Kıvanç’tan ayrıldım ve evime geri döndüm.<br />
Kapıyı açtığımda içeride ışık yanıyordu. Önce<br />
ışığı unutmuş olabileceğimi düşündüğümden fazla<br />
umursamadım, patlamak üzere olan mesanemi<br />
boşaltmak için bir hışımla kendimi banyoya attım.<br />
Rahatladıktan sonra salona yollandım. Hiç<br />
kıpırdamadan öylece yine o çok sevdiği köşe<br />
koltuğunda oturuyordu kızıl saçlım. Bu kez yerde<br />
boş viski şişesi...<br />
- Erken döneceğini bilsem seni almaya gelirdim<br />
sevgilim. Neden bana haber vermedin?<br />
- Sürpriz yapmak istedim, ama sen evde yoktun.<br />
- Bebeğim neden aramadın? Kıvançlaydım.
PARRHESIA<br />
Hemen gelirdim.<br />
- Ben Ankara’ya falan gitmedim.<br />
- Nasıl yani? Neredeydin?<br />
- Bebek tarafında bir evde...<br />
- Ne işin vardı orada? Tanrı aşkına neler olduğunu<br />
anlatacak mısın?<br />
Sabrım tükenmeye başlamıştı. Ölgün yüzü, bir<br />
anda birkaç sene yaşlanmış hali beni fazlasıyla tedirgin<br />
ediyordu. Artık yoğun çalışma temposunun<br />
onu bu hale getirdiğine inanmaktan vazgeçmiş,<br />
cevaplar istiyordum. Bir şişe viskiyi tek başına<br />
bitirmiş olmasına rağmen biraz bile sendelemeden<br />
ayağa kalktı, yanıma yaklaştı. Ellerini kot pantolonumun<br />
cebine soktu. Böyle bir durumda bile<br />
tek bir dokunuşu bedenimin alev almasına neden<br />
oluyordu. Ancak onun amacı beni tahrik etmek<br />
değil, cebimdeki sigaraya ulaşmaktı. Paketi<br />
kavrayıp, narin ellerine sigarayı yerleştirdi. Sonra<br />
o hala dayanılmaz şehvetler barındıran mükemmel<br />
ağzı ile sigarayı kavrayıp ateşi beklemeye başladı.<br />
Bir an ne yapmam gerektiğini kestirememiştim,<br />
sonra hemen kendimi toparlayıp sigarasını yaktım.<br />
-Konuşmayacak mısın?<br />
- Konuşacağım. Ancak bir içkiye ihtiyacın olabilir,<br />
hatta şişelerce içkiye. Çünkü bu gece seninle<br />
gerçekten konuşacağım Tuna. Ve sen söylediklerimin<br />
tek bir kelimesini bile duymak istemeyeceksin<br />
ama ben seni dinlemeye mecbur edeceğim.<br />
Bu sözcükler ağzından döküldükten sonra derin<br />
bir nefes çekti sigarasından. Aslında o sigara<br />
içmezdi. Benim de içiyor olmamdan nefret ederdi.<br />
Fakat tek tük paketimden otlandığı olurdu.<br />
Orgazmlarımızdan sonra, sarhoş olduktan sonra,<br />
arada bir tüttürürdü. O gece yıllardır sigara içen<br />
bir bağımlı gibi sömürüyordu sigarasını. Bir an<br />
onu aslında hiç tanımadığım duygusuna<br />
kapılıvermiştim.<br />
- Dediklerinden hiçbir şey anlamıyorum. Ancak<br />
seni dinleyeceğim konusunda haklısın. Artık bu<br />
gizemli tavırların fazlaca sinirime dokunmaya<br />
başladı.<br />
Bu sırada içki dolabından bir şişe daha viski<br />
çıkarmış, bardak getirmeye tenezzül etmeden<br />
kapağını açıp, büyük bir yudum almştım.<br />
- İşte hazırım, dinliyorum seni...<br />
- Sana daha önce babamın nasıl öldüğünden hiç<br />
söz etmedim değil mi?<br />
- Hayır. Bana yalnızca sen iki yaşındayken vefat<br />
ettiğini söylemiştin.<br />
- Benim babam intihar etti... diye uzun uzun<br />
yanıtlamaya başladı...<br />
Bunu söylerken yüzünün aldığı ifade öyle korkunçtu<br />
ki. Daha önce o güzel suratta böylesine<br />
tiksindirici bir biçimi hiç görmemiştim. Dudakları<br />
zalimlikle kıvrılmış, gözleri acı ile kısılmıştı.<br />
Sigarayı tutan parmakları titremeye başlamıştı.<br />
- Ne diyeceğimi bilemiyorum inan. Neden gizledin<br />
ki bunu benden? Bu bir insanın yalnız<br />
başına taşıması için fazlasıyla ağır bir yük senin<br />
için bile.<br />
- Taşıdığım diğer yükleri öğrendiğinde vereceğin<br />
tepkiyi gerçekten merak ediyorum.<br />
O çok sevdiğim şuh kahkahalarına hiç benzemeyen<br />
müptezel bir kadının sahte kahkahalarını<br />
patlattı, ardından konuşmaya devam etti:<br />
- Sakladım bunu senden, çünkü bana öldürdüğüm<br />
bir geçmişten başka hiçbir şeyi hatırlatmıyordu.<br />
Ve inan bana o geçmişle yüz yüze gelmeyi hiç istemiyordum.<br />
Seni tanıdığımdan beridir başka biri<br />
olmuştum ben ve eskiden olduğum kişiyi<br />
hatırlatacak en ufak anı iskeletine tahammülüm<br />
yoktu. Ne yazık, insanın kendisinden sonsuza dek<br />
kaçamayacağını en acı yoldan deneyimlemiş<br />
oldum.<br />
- Ne demek istiyorsun?<br />
-Bölme beni Tuna. Yalnızca dinle. Tüm söyleyeceklerim<br />
bitene dek, yalnızca dinle beni. Sonra<br />
21
PARRHESIA<br />
nasılsa konuşmak ya da beni terk etmek için yeterlice<br />
vaktin olacak. Fakat şimdi susmalısın. Yoksa<br />
bir daha sana bunları hiç anlatamayabilirim.<br />
İşte hayatım boyunca katlanmak zorunda olduğum<br />
en dayanılmaz itirafları o gece duydum. Her<br />
duyduğum cümle ile içimdeki bir parça, sonra bir<br />
parça daha ölüyordu. Anlattıkları bittiğinde<br />
yaşayan hiçbir şeyim kalmamıştı. Babasının<br />
intiharının tek sorumlusunun annesi olduğunu<br />
anlatmıştı. Daha sonra annesinin babasına çılgınca<br />
âşık olmasına rağmen hasta bir kadın olduğundan,<br />
bir isterik, bir seks bağımlısı olduğundan bahsetti.<br />
Sayısız kereler aldatmıştı zavallı adamı. Her<br />
günahından sonra müthiş bir vicdan azabıyla bir<br />
daha kocasını aldatmamak üzere yeminler ediyor<br />
ancak bu yeminleri elinde olmadan yeniden<br />
bozuyordu. Madam K’nın babası karısının onu<br />
aldatışlarının farkındaydı. Onun hasta olduğunun,<br />
kocasını sevmesine rağmen bir müptela gibi kendisini<br />
engelleyemediğinin bilincindeydi. Sevgisi<br />
ile onarmaya çalışmıştı hasta karısının ruhunu.<br />
Onu birçok psikiyatriste, psikoloğa götürmüş, tedavi<br />
olmasını sağlamaya çalışmıştı. Ancak Caroline<br />
bir süre düzelme gösterdikten sonra tekrar<br />
aynı günahları işlemeye devam ediyordu. Madam<br />
K dünyaya geldiğinde en sonunda gerçekten tedavi<br />
olmuş gibiydi. Ancak daha sonraları kızı<br />
dünyaya geldikten sonra bile Caroline’ın kendisini<br />
aldatmaya devam ettiğini öğrenen zavallı adam bu<br />
yükü daha fazla taşıyamamış, bir gece yarısı yine<br />
karısının hangi adamla düzüştüğünü düşünmekten<br />
çıldırmış bir halde bileklerini keserek bu eziyete<br />
bir son vermişti. Eve ertesi gün dönen Caroline<br />
eşini beyaz bıraktığı çarşafları kırmızıya bulamış<br />
bir halde cansız bulmuştu.<br />
Duyduğum en tüyler ürpertici hikâyeydi bu.<br />
Madam K’nın annesinden şimdi neden nefret<br />
ettiğini, neden onun mezarını ölüm<br />
yıldönümlerinde bile hiç ziyarete gitmediğini<br />
anlıyordum. Üstelik annesi zavallı sevgilim 18<br />
yaşına gelene dek babasının intihar ettiğini ondan<br />
gizlemişti. Kocasının intiharının ardında yatan sebebi<br />
ise ölüm döşeğinde itiraf etmişti. Annesi<br />
öldüğünde Madam K. asistanlık sürecinin ilk<br />
yılındaydı. Yani bu itirafı öğrenmesi aslında benimle<br />
tanıştığı zamanlara denk geliyordu.<br />
- Annemin itirafı hayatımı yerle bir etmişti.<br />
Yıllarca aradığım soruların cevabını elde etmiş<br />
olmak sandığım gibi tatmin getirmemişti. Tüm<br />
üniversite hayatım boyunca karşıma kim çıktıysa,<br />
kiminle beraber oldumsa hepsini aldatmıştım.<br />
Önceleri bu aldatışları birer zararsız oyun gbi<br />
görüyordum. Altında ciddi bir nevrozun yattığının<br />
bilincinde değildim. Fazla özgür ruhluydum ben<br />
ve kimseye âşık olamıyordum. Bu sebeple kaçamaklar<br />
bende suçluluk duygusu uyandırmıyordu.<br />
Erkekler sürekli kız arkadaşlarını aldatıyorlardı.<br />
Ben de erkek gibi yaşamaya cesaret edebilen nadir<br />
kızlardandım işte. Ancak daha sonra barların tuvaletlerinde<br />
hiç tanımadığım adamlarda<br />
sevişmeye başlayınca fazla ileri gitmeye<br />
başladığımı anlamıştım. Fakat gençlik ile bunların<br />
üzerinde durmamıştım. Bohem yaşama merak<br />
saldığımı düşünüyordum. Gelip geçecek bir<br />
hevesti bu en nihayetinde. Fakat geçmedi. Günden<br />
güne daha beter bir hal aldı. İçimde ben onu<br />
besledikçe daha fazla kurban isteyen bir canavar<br />
vardı sanki. Seks ihtiyacım bir türlü dinmiyordu.<br />
Ne zaman biriyle düzenli bir ilişki yaşamaya kalksam<br />
o ilişkiye olan ilgimi kaybediyor farklı fanteziler<br />
peşinde koşuyordum. Geceleri yalnız<br />
başıma dışarı çıkıp, lüks gece kulüplerinden, barlardan,<br />
restoranlardan kendime yeni partnerler<br />
seçmeye bu şekilde başladım. Her gece farklı bir<br />
mekâna gidip bir içki söylüyordum kendime.<br />
Önce dikkatlice etrafımı süzüyordum. Önüme gelenle<br />
yatıyormuşum gibi gelebilir sana ama hayır<br />
ben partnerlerimi her zaman belli kıstaslara göre<br />
seçiyordum. Her kurbanımın ayrı bir özelliği<br />
vardı. Kimlerle beraber olmadım ki. Mesleğinde<br />
ün yapmış doktorlar… Çılgın müzisyenler...<br />
Oyuncular... İş adamları... Futbolcular... Gittiğim<br />
mekânlara belli seviyede insanlar girebiliyordu<br />
ancak bu tabi ki seçtiğim her adayın düzgün<br />
olduğu anlamına gelmiyordu. Para insanların<br />
gerçekte kim olduklarını saklamalarına yarayan<br />
en güzel giysidir. Artık tedavi olmam gerektiğini<br />
22
PARRHESIA<br />
anlamam için acı bir deneyim yaşamam<br />
gerekmişti. Yine her zaman gittiğim lüks barların<br />
birinde kendime yem arıyordum ki Bay X bana<br />
içki ısmarlamak için benden önce davrandı. Ön<br />
sevişmeyi hızla geçip onun evine gelmiştik, bana<br />
sert sevip sevmediğimi sormuştu. Ben de asıl onun<br />
ne kadar sert olabileceğini sormuştum. Bu<br />
hayatımda hiç sormamam gereken bir soru, o evse<br />
hayatımda hiç adım atmamam gereken bir evdi.<br />
Adam bir sadistti. Hiç hoşuma gitmeyen<br />
şekillerde cinsel ilişkiye girdi benimle. İşini<br />
bitirdiğinde ağzım yüzüm dağılmış, darp edilmiş<br />
haldeydim. Bir hafta hastanede yatmak zorunda<br />
kaldım. Utancımdan kimseye doğruyu<br />
söyleyememiştim. Yolda bir tinercinin bana<br />
saldırdığı yalanını atmıştım. Yüzümün eski haline<br />
gelmesi de iki hafta sürmüştü. O olaydan sonra bir<br />
süre duruldum. Yaşadığım şey yüzümde bir tokat<br />
gibi patlamıştı. Annemin itirafının üzerimdeki<br />
yükü ve yaşadığım bu hayvani deneyim sonucu<br />
uzunca bir süre uslu kaldım. Zaten kısa bir süre<br />
sonrasında seninle tanışmıştık. Sen adeta hayatımı<br />
kurtarmıştın. Seni tanıyana dek yaşamıyormuşum<br />
ben. Hayatımı değiştirmiştin. Senin sayende eski<br />
benliğimi fırlatıp atabilmiştim. Kendimin de annemin<br />
kaderini paylaştığına ait olan düşüncem<br />
yerle bir olmuştu. Ben onun gibi değildim işte.<br />
Yalnızca sen vardın artık benim için. Beraber<br />
olmak istediğim tek adam sendin. Ancak içten içe<br />
içimdeki inzivaya çekilmiş hayvanın bilincindeydim.<br />
Yaratık tamamen gitmemişti. İçimde bir yerlerde<br />
zayıf bir anımı bekliyor, beni yeniden alaşağı<br />
etmenin yollarını arıyordu. Günlerim kontrolümü<br />
nerede ve ne şekilde kaybedeceğimin paranoyası<br />
ile geçiyordu. İşte sen bu anlarımı yoğun çalışma<br />
tempomun üzerimde yarattığı bunalımlar olarak<br />
algılıyordun. Aslında beni elimde bir şişe içkiyle<br />
aklını kaçırmak üzere köşe koltuğumda bulduğun<br />
zamanlar ben zihnimdeki bu paranoyalarla günden<br />
güne günaha koşuyordum. Ne kadar direnmeye<br />
çalıştımsa olmadı, yenildim. Asistanlığımın ikinci<br />
yılından itibaren sayısız kereler ihanet ettim sana.<br />
Onlarla, bunlarla. Daha üzerimde bir başka<br />
adamın spermleri yeni kurumuşken utanmadan<br />
seviştim seninle gecelerce.<br />
Daha fazlasını duymaya dayanamamıştım.<br />
Farkında olmadan elimdeki bir şişe viskiyi<br />
bitirmiştim. Karşımdaki kadın, sevdiğim kadın,<br />
yıllarca koynumda uyuttuğum kadın, ilişkimizin<br />
ilk bir yılı hariç son dört senesinde beni<br />
aldatmadığı adam kalmadığını söylüyordu. Benim<br />
kadınım... Benim Katherine’im... Benim olduğunu<br />
sandığım kadın... Bir adam için aldatıldığını<br />
öğrenmek fazlaca zor bir şeydir. Bir adam için<br />
sayısız kereler kim olduğu bile belli olmayan<br />
adamlarla aldatılmak... İşte onu sakın sormayın.<br />
O evde daha fazla durmaya tahammül edemezdim.<br />
Bir anda paramparça olmuştu içimdeki<br />
her şey. İçimdeki her bir parçanın, birlikteliğimize<br />
ait her bir anının teker teker öldüğünü, birer birer<br />
beni terkettiğini hissetmek taşınmaz bir yüktü.<br />
Hışımla kapıyı çarpıp sokağa attım kendimi.<br />
Ancak artık her şey bitmişti. Ne yüzüme çarpan<br />
keskin sabah sakinleştirebilirdi yaralı hayvan misali<br />
uluyan ruhumu, ne de birden yağmaya<br />
başlayan yağmur arındırabilirdi kirletilmiş aşkımı.<br />
***<br />
Tam iki ay dönemedim evimize. Tam iki ay<br />
giremedim onunla paylaştığım o eve. Topuklu<br />
ayakkabılarının parkelere kazınmış izleriyle, eve<br />
buram buram sinmiş kokusuyla yüzleşmeye<br />
gücüm yoktu. Dokunduğu eşyalara yeniden bak-<br />
23
PARRHESIA<br />
maya, kıyafetleriyle karşılaşmaya, üzerinde ruj izi<br />
kalmış kahve içtiği o çok sevdiği fincanı görmeye<br />
mecalim yoktu. Anahtarı Kıvanç’a vermiştim. O,<br />
eve girip birkaç eşya getiriyordu bana. Katherine’in<br />
evi çoktan terketmiş olduğunu Kıvanç<br />
vasıtasıyla öğrenmiştim. Ancak hiçbir eşyasını<br />
yanında götürmemişti. Ev Kıvanç’ın anlattığına<br />
göre o son gece terk edip gittiğimdeki gibi duruyor<br />
olmalıydı. Neden sonra iki ayın sonunda kendimi<br />
Cihangir’deki küçük apartman dairemizin önünde<br />
buldum. Koşar adımlarla girdim apartmandan<br />
içeri ve adımımı attım son sahnede takılı kalmış<br />
yuvamıza. Eşyalar bıraktığım yerlerinde<br />
duruyorlardı. Az ötede iki boş viski şişesi, izmaritlerle<br />
dolu kül tablaları, onun kokusuna karışmış<br />
kitap ve havasızlık kokusu. Ne kadar saat o evde<br />
kaldım, gözlerimde yaş kalmayana dek ne kadar<br />
saat ağladım hatırlamıyorum.<br />
O günden sonra tam 30 senem Madam K.’yı aramakla<br />
geçti. Ona ait elimdeki her türlü bilgi<br />
kırıntısını didik didik etmiş olmama rağmen izini<br />
bulmam tam 30 sene sürmüştü. Onu aramak bir<br />
hayaleti aramaktan farksızdı. Eğitim gördüğü İstanbul<br />
Tıp Fakültesi’ndeki insanlardan, Bakırköy<br />
Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi’nden onu<br />
sormadığım kimse kalmamıştı. Ancak onu<br />
tanıyanlar ya vefat etmişler ya emekli olmuş ya da<br />
başka yerlerde çalışmaya başlamışlardı. Ayrıca hiç<br />
kimse benimle fazladan bilgi paylaşma hevesi<br />
içinde değildi. Onu arama çalışmalarım süresince<br />
asosyal biri olduğunu keşfetmiştim, çok az<br />
arkadaşı vardı.<br />
Onsuz geçen yıllarım boyunca denedimse de bir<br />
daha hiçbir kadınla duygusal bir ilişki<br />
kuramamıştım. Tek yaptığım o bedenden diğerine<br />
atlamak, kendimi uyuşturmaktı.<br />
Yine günlerden bir Pazar, beni dürten şeytanın etkisiyle<br />
tekrardan Bakırköy Ruh ve Sinir<br />
Hastalıkları Hastanesi’ne bir ziyarette bulunmaya<br />
karar vermiştim. Oraya yeni atanmış genç bir<br />
psikiyatrist benimle ve Madam K’nın hikâyesi ile<br />
yakından ilgilenmişti. Benim Katherine’imin ortadan<br />
kaybolmasına denk gelen bir tarihte bir<br />
kadın Ankara’dan Bakırköy’e sevk edilmişti.<br />
Kadın şimdilerde 60larındaydı. Şizofreni ve paranoid<br />
hezeyanlarla seyrettiği gerekçesiyle tedavi<br />
altına alınmıştı. Bana eğer istersem hastayı<br />
görmemi sağlayabileceğini söylemişti genç doktor.<br />
Hiç tereddütsüz içimdeki umut ışığıyla<br />
tutunmuştum bu teklife. Uzun koridorları geçtikten<br />
sonra kadının konakladığı odaya gelmiştik,<br />
yaşlı kalbim inanılmaz bir hızla atıyordu. Odanın<br />
kapısı açılıp onu karşımda gördüğümde bunca<br />
yıldır bu hastaneye gidip geldiğim halde ona tam<br />
30 sene sonra kavuşabilmiş olmanın acısı ile<br />
kendimi kaybetmiştim. Doktor oturmamı tavsiye<br />
ettiyse de ben aşkıma doğru bir adım atmıştım<br />
bile. Gözlerindeki boş bakışlar yüreğimi<br />
sızlatıyordu. Sanki karşımdaki kadın Katherine<br />
değildi. Öylece cam kenarındaki sandalyeye<br />
oturmuş, dışarıyı seyrediyordu. İçeri girişim onda<br />
hiçbir değişiklik yaratmamıştı. Sesim titreyerek<br />
adını çağırdım.<br />
–Katherine? Sevgilim... Bak ben geldim. Beni<br />
hatırlamadın mı? Bak bana güzel gözlüm. Bak<br />
geldim işte sonunda. Lütfen konuş benimle.<br />
Konuş benimle Katherine!<br />
Bir süre sonra kendimi tutamayıp onu sarsmaya<br />
başlamıştım, doktor araya girdi. Katherine hiç<br />
tepki vermiyor, halen boş gözlerle yüzüme<br />
bakıyordu.<br />
- Doktor neden hiç tepki vermiyor? Neden hiç<br />
konuşmuyor? Neden tanımadı beni? Neden doktor,<br />
nesi var onun?<br />
- Tuna bey lütfen kendinize hakim olun. Madam<br />
K. katatonik şizofrendir. Bu tip hastalarda sırayla<br />
aşırı ve az hareketlilik arası değişen durumlar<br />
görülür. Çoğunlukla hasta belirli bir duruşta uzun<br />
24
PARRHESIA<br />
süre kalır, dışarıdan yapılan ilişki kurma<br />
girişimlerine tepkisiz gibidir. Yemez, içmez, uyumaz,<br />
konuşmaz, verilen öğütlere uymaz. Bazen<br />
birden atak, aşırı hareketli bir durumu olabilir.<br />
Bazen yatağında kımıldamadan komadaymış gibi<br />
yatar. Gelin odama geçelim, orada daha rahat<br />
konuşuruz. Hem siz de biraz sakinleşmiş olursunuz.<br />
O gün öğrendiğime göre Katherine 1973 yılında<br />
Ankara’da bulunduğu sırada aniden<br />
rahatsızlanmış ve Bakırköy’e sevk edilmişti. Onu<br />
buradaki hastaneye sevk eden doktor okuldaki<br />
sınıf arkadaşlarından Cenk adlı başarılı bir<br />
psikiyatırmış. Doktor Cenk’in o yıllar hazırladığı<br />
rapora göre Katherine 1973 yılının Ekim ayında<br />
arkadaşının Ankara’daki bir seminerini izlemeye<br />
gitmiş. Seminerden sonra iki arkadaş eski günleri<br />
yâd etmek hem de özlem gidermek için<br />
Ankara’nın o yıllardaki meşhur restoranlarından<br />
birine gitmişler. İlk saat tatlı tatlı muhabbet ettikten<br />
sonra Katherine bir anda huysuzlanmış ve<br />
anlaşılmaz bir dilde konuşmaya başlamış. Daha<br />
sonra kendisini toparlayıp Cenk’e uzun yıllar Tuna’dan<br />
sakladığı gerçekleri, isteri problemini anlatmaya<br />
başlamış. Cenk Katherine’e bir süre daha<br />
Ankara’da kalmasını teklif etmiş. Gerekirse tedaviyi<br />
üstlenebilecek güvendiği doktor tanıdıkları<br />
olduğunu söylemiş. Bu şekilde Katherine’in ilaç<br />
tedavisine ve terapilerine başlamışlar. Katherine<br />
başından geçen her olayı, yattığı adamların isim<br />
ve soyadlarına kadar her şeyi, bunların içinde ünlü<br />
doktorlardan, futbolculara kadar pek çok tanınmış<br />
isim varmış, anlatmış doktoruna. Cenk’in Madam<br />
K’nın tedavisiyle ilgilenen psikiyatrist arkadaşı bir<br />
gün tesadüf eseri Madam K’nın yatmış olduğunu<br />
söylemiş olduğu ünlü iş adamlarından biriyle<br />
karşılaşmış. Adam kızının kleptomani tedavisinde<br />
kendisinden yardım istemekteymiş. Bu adamla<br />
aralarında oluşan dostluktan cesaret alarak, etiği<br />
falan boş verip ona Katherine diye bir kadınla bir<br />
dönem ilişki yaşayıp yaşamadığını sormuş.<br />
Adamın bunu şiddettle yalanlamasını bir savunma<br />
olarak görüp, Madam K.’nın tedavisine devam<br />
etmiş. Ancak bu olay doktorun içine bir şüphe<br />
düşürmüş ve Madam K’nın yatmış olduğunu<br />
söylediği bütün adamları araştırıp onlarla irtibata<br />
geçmeye başlamış. Hangi adamla konuştuysa, bu<br />
adamlardan bazıları Katherine’i arkadaş<br />
toplantılarından, okuldan, tıp konferanslarından,<br />
lüks barlardan tanıyor çıkıyor ancak hepsi de<br />
Katherine ile aralarında hiçbir şey geçmediğine ki<br />
bazıları bunu cidden istemiş olduklarını itiraf<br />
ediyorlarmış, yemin etmişler. İşte o zaman doktor<br />
taşları yerli yerine oturtmaya başlamış. Aralık<br />
1973’te Katherine’e tehşisi koymuş. Katherine’nin<br />
paranoid hezeyanlarla seyreden bir<br />
şizofren olduğunu savcılığa bildirmiş ve onun<br />
Bakırköy’e sevkiyatını sağlamış.<br />
***<br />
Siz hiç kendisinin isterik olduğunu zanneden bir<br />
kadına âşık olmak nedir bilir misiniz? Ya da<br />
yıllarca aldatılmış olduğunuzu düşünerek<br />
yaşadıktan sonra aslında sevdiğinizin size tamamen<br />
sadık olduğunu öğrenmenin etkisi ile<br />
başetmek zorunda kalmanın nasıl birşey<br />
olduğunu? Hayat bu denli saçmaydı işte. Bu denli<br />
acımasız ve de adi. Bize oynadığı oyunlar<br />
karşısında hiçbir yaptırım gücümüz yok. Dünya<br />
sahnesi üzerindeki zavallı piyonlardan başka bir<br />
şey değiliz aslında. Tanrı gerçekten de ölmüş<br />
olmalı. İçimdeki diğer her şey gibi o da ölmüş.<br />
***<br />
Ne satmaya ne de içine girmeye dayanamadığım<br />
Cihangir’deki o evin kapısından içeri süzüldüm<br />
bir Pazar günü. Sokakta çocuk sesleri... Salona<br />
geçtim. Bir sigara yaktım. Derin bir nefes çektim<br />
içime, bir taraftan ona ait kitaplara bakmaya<br />
başladım. Rastgele birini elime aldım. William<br />
Shakespeare, Othello... Sararmış sayfaları<br />
kokladım, altını çizdiği cümleleri okudum. Sonra<br />
yatak odasına geçtim. En son birlikteliğimizin izleri<br />
hala rutubet tutmuş, böcekler tarafından<br />
pisletilmiş çarşaflarımızda duruyordu. Bir acele<br />
banyoya koşup nuh nebiden kalma jiletimi aldım.<br />
Sonra tekrar yatak odasına geçtim. Kendimi toz<br />
ve pislik kaplı, sararmış çarşafların üzerine<br />
bıraktım. Aklımda Jefferson Airplane, White Rabbit.<br />
Yaşam arzusu ile atan damarımı buldum ve<br />
gaddarca susturdum atışını. Yavaş yavaş<br />
süzülürken damarlarımdaki kan, sararmış<br />
yatağımızı kızıla boyamanın verdiği sersemlilikle,<br />
burnumda halen onun tarçınımsı kokusu, yavaş<br />
yavaş yumdum gözlerimi bir daha<br />
aydınlanmayacak geceye.<br />
25
PARRHESIA<br />
Psikanaliz ve Antropoloji tartışmaları:<br />
Malinowski'nin Trobriand Adaları<br />
Onurcan YILMAZ<br />
onurcanyilmazz@hotmail.com<br />
26<br />
“Her kuşakta soyu kadın sürdürür, erkek temsil<br />
eder; ya da başka sözcüklerle: bir ailenin gücü<br />
ve asaleti, kadınlarca miras alınmasına rağmen<br />
her kuşağın erkeklerindedir”.[1]<br />
Bu araştırmanın konusu Papua Yeni<br />
Gine’nin doğusunda kalan Trobriand adaları<br />
hakkında yapılmış etnografik çalışmalarda<br />
ulaşılan bazı sonuçları antropolojik ve psikolojik<br />
açılardan irdelemektir. Öncelikle kendi<br />
ulaşabildiğim iki etnografik çalışmadan<br />
bahsedeceğim; bunlar Malinowski’nin Birinci<br />
Dünya Savaşı’na denk gelen 1915-18 arasında<br />
yaptığı katılımcı gözlemci araştırmayla, ondan<br />
seneler sonra (1988’de) tekrar adaya giden Weiner’in<br />
yaptığı katılımcı gözlemci araştırmadır.<br />
Öncelikle belirtmek isterim ki Malinowski<br />
Trobriand Adalıları’yla ilgili birden çok kitap<br />
yazmış ve oldukça derin konulardan bahsetmiştir.<br />
Ancak bu konuların hepsini bu yazının içerisinde<br />
ele almamız mümkün olmadığından, belli başlı ilgimi<br />
çeken konuları sistematik bir şekilde<br />
birleştirmeye çalışacağım. Bu yazı içerisinde<br />
odaklanacağım ana konu ise yerlilerin toplumsal<br />
yaşamında kadının yeri ve onların cinsel<br />
yaşamlarıdır. Bunlarla bağlantılı olarak evlilik<br />
öncesi cinsel ilişki ve evlilik sonrası ilişkiler –bir<br />
nebze de olsa- ekonomik ilişkiler ve din konuları<br />
da odaklanılacak konular arasındadır.<br />
Malinowski, Trobriandlıların cinsel yaşamı<br />
hakkında birkaç kitap yazmıştır. Bu konu ilgisini<br />
çekmiştir çünkü o dönem Freud’un psikanalizi<br />
genç Malinowski’nin oldukça ilgisini çekmekteydi.<br />
Ancak o Oedipus Karmaşası’nın evrensel<br />
olduğunu düşünen Freud gibi düşünmüyordu.<br />
Malinowski’nin Trobriand Adaları’nda<br />
yaptığı bu araştırması entelektüel çevrede en az<br />
Freud’un ilk çıktığında yarattığı etki gibi bir etki<br />
yarattı. Malinowski Trobriand Adaları’nda<br />
anaerkil bir toplum olduğunu ve Oedipus<br />
Karmaşası’nın Freud’un betimlediği biçimde<br />
gelişmediğini –daha doğrusu- böyle bir fenomenin<br />
Trobriand Adaları’nda olmadığını söylüyordu.<br />
Çünkü bu toplumda dinamik annedir. Batı<br />
toplumunda gördüğümüz babanın otorite ve güçlerini,<br />
anne ve onun erkek kardeşi –yani dayıüstlenmiştir.<br />
Baba, çocukları için yalnızca sevgi<br />
gösteren bir arkadaştır. Yani baba bir “yabancı”<br />
olarak adlandırılıyordu ve babanın çocukları üzerindeki<br />
otoritesi oldukça zayıftı. Otorite<br />
dayınındı, çünkü bu çocuklar babalarının değil<br />
dayılarının soyuna mensuptu (Weiner, 1988).<br />
Böyle bir durumda –Malinowski’nin de söylediği<br />
gibi- klasik psikanalizin bize belirttiği bir Oedipus<br />
Karmaşası’ndan bahsedemeyiz.<br />
Malinowski’nin bu tezi üzerine Ernest
PARRHESIA<br />
“<br />
Malinowski’nin Trobriand Adaları’nda yaptığı bu<br />
araştırması entelektüel çevrede en az Freud’un ilk<br />
çıktığında yarattığı etki gibi bir etki yarattı. Malinowski<br />
Trobriand Adaları’nda anaerkil bir toplum olduğunu ve<br />
Oedipus Karmaşası’nın Freud’un betimlediği biçimde<br />
gelişmediğini –daha doğrusu- böyle bir fenomenin Trobriand<br />
Adaları’nda olmadığını söylüyordu.<br />
Jones (1925) yazdığı bir makaleyle ona cevap<br />
verdi ve ortaya “sembolik baba” diye bir kavram<br />
attı. Bu psikanaliz için bir çözümdü ancak bir<br />
kompleksin ya da bir fenomenin ataerkil toplumda<br />
böyleyken, anaerkil bir toplumda başka bir boyut<br />
kazanmasından daha doğal hiçbir şey olamaz<br />
sanıyorum. Bildiğimiz gibi kültür, hastalıkları,<br />
davranış kalıplarını, dinsel inanışları, ticaret<br />
stilini, vs. her şeyi yapılandırır. Dolayısıyla Oedipus<br />
Karmaşası’nın kültürden kültüre çeşitlilik<br />
gösterdiğini kabul etmek, olsa olsa bilimsel bir olgunluk<br />
olurdu bana göre.[2] Malinowski’nin<br />
yarattığı entelektüel etki bununla sınırlı değildi.<br />
Wilhelm Reich, Malinowski'nin Trobriand<br />
Adaları’nda yaptığı bu araştırmalardan yola<br />
çıkarak kendi kuramında taşları yerine<br />
oturtmuştur. Reich (1995) Malinowski'nin yaptığı<br />
araştırmayı esas alan incelemesinde cinsel özgürlük<br />
ile yaşayan bir toplumda tecavüz, hırsızlık gibi<br />
sözcüklerin dilde karşılığı bulunmadığını anlatır.<br />
Genel psikiyatride varolan bir dogmayı da<br />
eleştirmiştir. Bu “sorunsuz ergenlik çağı olmaz”<br />
dogmasıdır. Ancak Malinowski’nin bize gösterdiklerinden<br />
biliyoruz ki böyle olması bir yana<br />
böylesi ilkel topluluklarda ergenlik çağının en<br />
mutlu hayat dönemleri olduğunu görüyoruz (Malinowski,<br />
2002).<br />
Malinowski’nin araştırması ilk katılımcı<br />
gözlemci araştırma olmasına rağmen, seneler<br />
sonra kendi meslektaşları tarafından<br />
eleştirilmekten kurtulamamıştır. Weiner (1988)<br />
Malinowski’nin Trobriand kadınlarının toplum<br />
içinde yüksek bir konuma sahip olduklarını fark<br />
etmesine karşın, bu durumu soyun kadından<br />
geçtiğini kabul ettikleri için anasoylu bir toplum<br />
”<br />
olmalarına bağlamıştır. Ancak Weiner Trobriandlı<br />
kadınların, ölen birinin anısına muz yaprakları ve<br />
muz lifinden yapılma eteklerden ibaret olan mal<br />
varlıklarını değiş tokuş ettiklerini söylemektedir.<br />
Bu da hiç kuşkusuz bize kadınların ekonomide<br />
yüklendikleri bir rol olduğunu gösterir. Aslında<br />
tam da bu noktada Marx’a ve altyapıya da göz<br />
kırpmaktayız.<br />
Trobriandlılarda yaygın inanç sistemlerinden<br />
biri de erkeğin doğurucu olmadığına<br />
inanmasıdır. Öyle ki bir kadının hamile kalması<br />
demek, atalarının onun ruhuna girip onu dölleyerek<br />
hamile bırakması demektir. Hatta çocuğun,<br />
doğduktan sonra bile; dayının, kız kardeşine<br />
verdiği patatesleri yiyerek beslendiği kabul edilir.<br />
Böylece Malinowski, babadan, farklı bir anasoyundan<br />
gelmesinden ötürü üreme sürecinden<br />
dışlanan bir figür olarak bahseder ve aslında tüm<br />
psikanaliz eleştirisini bu argüman üzerine kurar.<br />
Ancak Weiner’ın (1988) araştırmasında baba bir<br />
yabancı veya aile içi ilişkilere dışarıdan bakan bir<br />
figür değildir. Çocuğun, büyüyüp evlendikten sonraki<br />
döneme kadar uzanan çok önemli bir role<br />
sahiptir. Weiner’e göre Trobriand’lı bir baba<br />
çocuğunun kendi anasoyundan da bir şeyler alıp<br />
27
PARRHESIA<br />
zenginleşmesini ister. Hatta çocuk babasının kendisine<br />
sunduğu bu imkanlara karşılık onun<br />
ölümünden sonra bile kendisini babasına karşı sorumlu<br />
hisseder. Ayrıca, baba çocuğu büyütmek ve<br />
beslemek için ilk olarak, hamileyken anneyle cinsel<br />
ilişkiye girer, çünkü Trobriandlılar hamilelik<br />
dönemindeki cinsel ilişkinin ceninin büyümesini<br />
hızlandırdığını düşünmektedir (Haviland, 2008).<br />
Ancak başka bir görüş ise bir Trobriand erkeğinin<br />
karısının yerine kendi kız kardeşlerine destek olup<br />
ona yardım etmesinin beklendiği üzerinedir. Bu<br />
görüş –ayrıca- erkeğin, karısının ve çocuklarının<br />
geçimini sağlamak konusunda sınırlı bir<br />
yükümlülüğe sahip olduğunu da söyler. (Bates,<br />
2009)<br />
Malinowski’nin yaptığı bu alan<br />
çalışmasında incelediği konulardan biri de evlilik<br />
öncesi cinsel ilişki ve evlilik deneyimleridir.<br />
Trobriandlıların geleneklerine göre, 7-8 yaşına<br />
gelmiş çocuklar birbirleriyle erotik oyunlar oynar<br />
ve yetişkinlerin bu türlü tavırlarını taklit etmeye<br />
başlarlar. Bundan sonraki 4-5 yıl içinde ise gençler<br />
ciddi bir şekilde eş arayışına girerler. Batı<br />
toplumunda olduğu gibi tek eşlilik olumlanan bir<br />
davranış değildir. Tersine, cinsel ilişkiye girilen<br />
eşler sık sık değiştirilir ve biriyle yaşanan cinsel<br />
deneyimden sonra bir diğeri ile deneyim yaşamak<br />
hedeflenir. Onlu yaşların ortasına gelindiğinde ise<br />
aşık gençlerin buluşmaları gece olmaya başlar.<br />
Aynı eşle buluşmalar tekrar tekrar olmaya<br />
başladıktan sonra başkalarının teklifleri reddedilir.<br />
Çiftler evlenmeye karar verdiklerinde ise bunu<br />
duyurmak için bir sabah erkenden erkeğin evinin<br />
önünde boy gösterirler. (Haviland, 2008)<br />
Trobriandlılar için cinsel eşlerine çekici<br />
görünmek oldukça önemsenen bir şeydir ve hatta<br />
zamanlarının büyük bir bölümünü çekici ve baştan<br />
çıkarıcı görünebilmek için harcarlar. İlginç bir<br />
nokta ise gençlerin gün boyunca yaptığı sohbetlerin<br />
cinsel imalarla ve baştan çıkarıcı sözlerle<br />
yüklü olmasıdır (Haviland, 2008). Bu tür<br />
şakaların, esprilerin ve fantezilerin yapılmasının<br />
sebebinin bilinçdışı bastırma savunma<br />
mekanizması olduğunu biliyoruz (bu<br />
bastırdığımız dürtülerimiz ise cinsellik ve<br />
saldırganlık dürtüleridir.) Freud Victoria dönemine<br />
bakıp haklı olarak bu sonuçları çıkarmıştır, ancak<br />
Trobriandlılarda bastırılmış bir cinselliğin<br />
olmamasına karşın bu tür şakaların, eğlencelerin<br />
olması bizi iki farklı sonuca götürmektedir. Ya<br />
günlük hayatta bile çevremde<br />
deneyimleyebildiğim bu davranış örüntüleri[3]<br />
Freud’un dediği gibi bir sonuç doğurmuyor, ya da<br />
cinselliği serbest bir şekilde yaşamak bile<br />
cinselliği bastırmamıza engel olmuyor. İkincisinin<br />
bana daha yakın geldiğini söylemek isterim.<br />
Çünkü Trobriandlı bir kişi için cinsellik her ne<br />
kadar tabu olmasa da “object a”yı ya da arzulanan<br />
kayıp ötekiyi her şartta bastıracaktır.[4]<br />
Bu bağlamda, Trobriandlı bir gencin<br />
cinselliğini rahatça ve özgür bir şekilde yaşadığını<br />
söyleyebiliriz. Ancak bu özgürlükten onların insandan<br />
çok hayvan gibi yaşadığı ya da ahlaksız bir<br />
toplum oldukları sonuçlarını çıkarmak büyük bir<br />
ahlaksızlıktır. Malinowski (1992) “Vahşilerin Cinsel<br />
Yaşamı” adlı kitabında şöyle der:<br />
“Trobriandlıların cinsel özgürlüğü asla<br />
‘ahlaksızlık’ diye adlandırılıp olmayan bir kategoriye<br />
yerleştirilemez. Ne kural, ne değer, ne de<br />
28
PARRHESIA<br />
sınırlama olmaması anlamında ‘ahlaksızlık’, ne<br />
kadar bozulmuş ve çökmüş olursa olsun aslında<br />
kültür değildir. Ama kendi uyguladığımızı ileri<br />
sürdüğümüzden farklı bir ahlakın egemen olması<br />
anlamında ‘ahlaksızlık’, bizimkinden, yani<br />
Hıristiyan ve batı etkisindeki kültürlerden farklı<br />
olan her toplumda beklenebilecek bir şeydir”.<br />
Bundan 50 yıl öncesine kadar Batılı<br />
ülkelerin çoğunda ergenlikte yaşanılan cinselliğe<br />
olan tutum Trobriandlılarınkilerle tam bir terslik<br />
gösteriyordu. Türkiye’yi düşünecek olursak<br />
evlilik öncesi cinsel ilişkinin tabu olarak yıkılması<br />
-ki hala tam yıkılıp yıkılmadığından emin<br />
değilim- maksimum 20 sene öncesine rastlar.<br />
Başka bir örnek de Katolik ülkeler olabilir. Onlar<br />
da evlilik öncesi cinsel ilişkiyi ve ergenlikte<br />
yaşanılacak cinsel ilişkiyi olumlayıcı bir tavırları<br />
yoktur. Ancak ne acıdır ki hep vahşi toplumları<br />
ilkel gören ve kendimizin daha “modern”<br />
olduğunu söyleyip onların yaşayışlarını kendi<br />
“modern” kültürümüze uydurmak isteyen batı<br />
toplumu, son 50 yıldır cinsel yaşayış açısından<br />
Trobriandlılara benzemiş gözüküyor. Kanımca bu<br />
iyi ki de öyle olmuş çünkü eğer biz onlara<br />
bezemeseydik muhtemelen onları sapıklıkla<br />
yaftalayıp, kendi kültürümüzü üstün görüp onları<br />
kendimize benzetecek ve cinselliğin<br />
baskılanmasından ortaya çıkan çoğu nevrotik<br />
hastalığı da onlara bulaştıracaktık.<br />
Diğer bir konu ise, Trobriand Adalılar daha<br />
çok komün hayatına benzetebileceğimiz bir yaşam<br />
sürmektedir. Mesela, Trobriand Adası’nda<br />
yaşayan insanlar için bir kanonun yapımı ortak bir<br />
iştir ve köyün tümünü ilgilendirir. Ayinin ve<br />
şölenin de damgasını vurduğu bu işte onlarca<br />
insan hep beraber işbirliği yaparlar (Bates, 2009).<br />
Bir işte uzmanlaşma da kendi yiyeceğini üreten<br />
toplumlar için oldukça önem arz eden bir durumdur.<br />
Günümüz sanayi toplumunu düşünecek olursak<br />
kimsenin uzmanlaşmadığı bir işte<br />
çalışmayacağını söyleyebiliriz. Ancak bu<br />
uzmanlaşma teknolojinin de getirdiği bir takım<br />
şeyler sayesinde cinsiyete bağlı iş bölümünü<br />
anlamsız hale getirmiştir. Sanayileşmemiş toplumlarda<br />
ise iş bölümü büyük oranda yaş ve cinsiyete<br />
bağlı belirlenir. Uzmanlaşmanın içeriği ise –hiç<br />
kuşkusuz- toplumdan topluma değişiklik gösterir.<br />
Örneğin, Trobriand Adası’ndan bir kişi, balta sapı<br />
yapmak için taşa ihtiyaç duyar ve bu taşı<br />
almasının tek yolu taşın fırınlandığı uzak<br />
mesafedeki bir adaya gitmektir. Kil çanak almak<br />
istendiğinde ise başka bir adada oturan insanlara<br />
başvurmak zorundadır (Haviland, 2008).<br />
Trobriandlıların ekonomik ilişkileri ise<br />
“Kula Halkası” denen bir ticaret sistemine<br />
dayanmaktadır. Malinowski (1922) bunu, büyük<br />
bir halka oluşturacak şekilde dizilmiş adalarda<br />
yaşayan ve gemicilikle uğraşan Malenezyalılar<br />
arasında gelişen ticari ilişkilerin altında yatan bir<br />
tür dengeli karışıklık olarak tanımlar. Kula bir tür<br />
değiş tokuş sistemidir. Kulalı erkekler Trobriand<br />
halkası içindeki adalara yolculuk ederler ve ürettikleri<br />
kırmızı deniz kabuklarından kolyeleri<br />
(soulava) ve beyaz kabuktan kelepçeleri (mwali)<br />
değiş tokuş amaçlı birbirlerine verirler. Kula’daki<br />
her erkek kendininkine komşu adadaki<br />
ortaklarıyla ilişki kurar. Bir tarafa mwali verirken,<br />
geriye soulava alır. Diğer taraftaki komşusuna ise<br />
aldığı soulavayı verirken, mwali alır. Böylece kabilelerin<br />
kendi ürettiği kolyeler ve diğer şeyler bir<br />
tür sirkülâsyona girer. Burada önemli olan bir<br />
diğer şey ise kimsenin aldığı kolyeyi uzun süre<br />
elinde tutmayışıdır. Çünkü eğer uzun bir süre<br />
elinde tutarsa, ticaret yolunu kesintiye uğratabilir<br />
29
PARRHESIA<br />
(Haviland, 2008). Bu eşyalar kabileler için değerli<br />
eşyalardır ve belli bir eşyanın gelmesi toplulukta<br />
heyecana sebep olabilir. Ancak buradaki bir diğer<br />
nokta da Kula yolculuklarında erkeklerin temel<br />
amacı değiş tokuş yapmaktan çok belli bir düzenin<br />
koruyuculuğunu yapmaktır diye düşünüyorum.<br />
Bu sistem adalar arasında güzel toplumsal ilişkiler<br />
kurmaya sebep olurken, maddi alışverişlerinin de<br />
barışçıl şekillerde yapılmasına neden oluyor.<br />
Trobriandlılar bunu bir tören- bir gelenek - haline<br />
getirerek ise sistematik bir hale dönüştürmüşlerdir.<br />
Yani demek istediğim, kültürün altyapıyla<br />
(ekonomiyle) ne kadar ilgili olduğunu bir kez<br />
daha görmemize yardımcı olan bir sistemdir Kula.<br />
Mesela, bir kıtlık ya da doğal felaket olsa ve birbirleriyle<br />
paylaşacakları ürünler kalmasa Kula sistemi<br />
de o şekilde evrilmeye başlayacaktır.<br />
Ayrıca, Kula halkası çok önemli gibi<br />
gözükse de Trobriand kadınlarının da kendilerine<br />
has değiş tokuş yöntemleri vardır. Mesela, bir<br />
ölüm olayında, komşu mezralardaki kadınlar ölü<br />
evine yiyecek getirirler. Ölen kişinin yakınları<br />
olan kadınlar ise onlarca muz yaprağı hazırlarlar<br />
ve getirilen yiyeceklere karşılık vermek amacıyla<br />
liflerden etek dokurlar. (Weiner, 1976)<br />
Bunun yanında, Trobriandlılar büyüsel ve<br />
dinsel ayinlere de sahiptirler. Mesela, Trobriand<br />
Adalılar denizcilik ve balıkçılık yeteneklerinin<br />
gelişmesine karşın, uzun okyanus yolculuklarına<br />
çıkmadan önce bir takım dinsel ayinler<br />
gerçekleştirirler. Fakat gündelik çıktıkları<br />
balıkçılık faaliyetleri için bu ayinlere ihtiyaç duymazlar<br />
(Bates, 2009). İhtiyaç duydukları yer ise<br />
dinin kökenine dair bir takım cevaplar veriyor<br />
sanıyorum bizlere. Kırılgan bir kanoda gidilen<br />
okyanus yolculuğu tehlikelidir ve Trobriandlılar<br />
yolculuğun tehlikeli olduğu zamanlar dine<br />
gereksinim duyuyorlar. Yani bir tür yatıştırıcı etki<br />
görüyor din. Malinowski’nin ise din tanımı şöyle:<br />
“Din spekülasyon ve tefekkürden, ya da yanılsama<br />
veya yanlış değerlendirmeden değil, insan<br />
hayatının gerçek trajedilerinden, insan<br />
tasarımlarıyla gerçeklerin çatışmasından doğar”<br />
(Malinowski, 1931). Yani dinler insanın aciz<br />
kaldığı durumlarda bir çıkış yolu sağlar ve kaygıyı<br />
azaltmaya yardımcı olur. Ayrıca, neden ölüyoruz,<br />
neden doğuyoruz, nereden geldik ve nereye<br />
gideceğiz gibi varoluşsal sorulara ve genelde<br />
insanı korkuya sürükleyen belirsiz konulara kesin<br />
ve kolay çözümler bulur. Bu bağlamda Malinowski’nin<br />
din çözümlemesiyle Marx’ın çözümlemesi<br />
arasında pek bir fark göremiyorum. Yani<br />
“din halkın afyonudur” sözüyle aynı yere çıkan bir<br />
çözümleme bu.<br />
Sonuç olarak görüldüğü üzere, Trobriand<br />
yerlileri oldukça ilgi çekici özelliklere ve kendilerine<br />
has bir özgünlüğe sahip bir kültür.<br />
Dolayısıyla bu kültürü incelemek, bildiğimiz bir<br />
takım ezber insan doğası fikirlerine ters düşebilir<br />
ya da onu tam tersine destekleyebilir. Yani her<br />
antropoloğun alan çalışması yapmak isteyeceği bir<br />
yer olmasına karşın, gitmek için bir o kadar da cesaret<br />
isteyen bir yer.<br />
Son olarak belirtmek isterim ki, bu yazıda<br />
daha çok yerlilerin cinsel yaşamına ve kadının bu<br />
toplumdaki yerine değinmeye çalıştım. Malinowski’nin<br />
bu konuya özellikle ilgi duyması,<br />
gençlik yıllarında psikanalize ilgi duymasından<br />
kaynaklandığını daha önce belirtmiştim. Bilindiği<br />
üzere Malinowski, Oedipus Karmaşası’nın<br />
evrenselliğini sorgulamıştır bu alan çalışmasında.<br />
Bunun dışında dinin görevinin de batı toplumunda<br />
olduğu gibi yerlilerin yaşamında da benzer özelliklere<br />
sahip olduğunu görüyoruz. Nasıl normal<br />
hayatında dinle ilgilenmeyen biri oğlu tehlikeli bir<br />
yere –askere- gittiğinde dua etmeye başlıyorsa,<br />
30
onlarda uzun okyanus yolculuklarına çıkmadan<br />
önce kendi ayinlerini gerçekleştiriyorlar. Bu<br />
değişmeyen bir insan doğası kavramı açısından<br />
olumlu bir bulgu olmasına rağmen, hala tarihsel<br />
bir insan doğasının olduğunu kabul etmekle birlikte<br />
bunun tarihsel ve toplumsal dinamiklerle beraber<br />
değişebileceğini düşünüyorum. Bu değişimi<br />
yaratan en büyük etki de –sanıyorum- kültürün ta<br />
kendisi.<br />
PARRHESIA<br />
Malinowski, B. (2002). Argonauts of the Western<br />
Pacific. Routledge, London, s. 94<br />
Weiner, B. (1976). Women of Value, Men of<br />
Renown: New Perspectives in Trobriand<br />
Exchange. University of Texas Press, Texas, s.201<br />
Malinowski, B. (1931). ‘Culture’, Encyclopedia<br />
of the Social Sciences, c.4. Macmillan, New York,<br />
s.99<br />
Kaynakça<br />
Malinowski, B. (1992). Vahşilerin Cinsel Yaşamı,<br />
çev. Saadet Özkal. Kabalcı Yayınevi, İstanbul,<br />
s.39 – 333<br />
Weiner, B. (1988). The Trobrianders of Papua<br />
New Guinea. Holt, Rinehart and Winston, New<br />
York , 4 – 7<br />
Jones, E. (1925). Mother-Right and the Sexual Ignorance<br />
of Savages. International Journal of Psychoanalysis,<br />
6 (2), 30 – 109<br />
Reich, W. (1995). Cinsel Ahlakın Boygöstermesi,<br />
çev. Bertan Onaran. Kabalcı Yayınevi, İstanbul s.<br />
51<br />
Malinowski, B. (2002). Sex and Repression in<br />
Savage Society. Routledge, London, s.66<br />
Haviland, W. A., Prins, H. L., Walrath, D. &<br />
Mcbride, B. (2008). Kültürel Antropoloji, çev.<br />
İnan Sarıoğlu. Kaknüs Yayınları, s.419 – 417 –<br />
418 – 375 – 386<br />
Bates, D. G. (2009). 21. Yüzyılda Kültürel<br />
Antropoloji, ed. Suavi Aydın. İstanbul Bilgi<br />
Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s.292 – 374 – 460<br />
Notlar:<br />
[1] Malinowski(1992)’nin ‘Vahşilerin Cinsel<br />
Yaşamı’ adlı kitabında yerlilerin toplumsal<br />
yaşamında kadının yeriyle ilgili sarf ettiği bir söz.<br />
Trobriandlıların anaerkil bir toplum olmalarına ve<br />
kadının toplumsal yaşamda etkin bir rol<br />
oynamalarına rağmen aile üzerindeki velayet<br />
kadına değil, erkek kardeşe veriliyor. Bütün bunlar<br />
üzerine Malinowski Trobriandlıların toplumsal<br />
ilişkilerini bu şekilde formüle ediyor.<br />
[2] Fakat görüyoruz ki Jones ve arkadaşları bunu<br />
başaramamış. Ancak, günümüz psikanalistlerinin<br />
kültürü, hastalığı şekillendiren bir dinamik olarak<br />
göz önünde bulundurduğunu da belirtmekte fayda<br />
görüyorum.<br />
[3] Bastırılmış dürtülerin şakalarla ya da dil<br />
sürçmeleriyle açığa çıkması gibi.<br />
[4] Burada Lacan’a girmek yazının amacından<br />
sapmak olacağından, bunu başka bir yazının<br />
konusu olarak açmadan bırakıyorum.<br />
[5] Metinde bir kaynak birden fazla kullanıldığı<br />
için referans sayfasında tam referans bir defa<br />
yazılıp sayfa numaraları metindeki sıraya göre -<br />
kullanılış sırasıyla - yazılmıştır.<br />
PARRHESIA<br />
E-DERGİ<br />
http://parrhesiadergi.net<br />
31
PARRHESIA<br />
Demokratik Ormantizm<br />
Sapphİnanna<br />
sapphinanna@yahoo.com.tr<br />
Mavi ve sarı tonlarındaki kamu duvarları eşliğinde<br />
öğretmen hayat bilgisi anlatıyordu. Sınıf,<br />
beslenme saatinden kalan yumurta ve sabunlu bez<br />
kokularına altmış beş çocuğun nefes kokularının<br />
da eklenmesiyle tam bir koku cümbüşüne<br />
bürünmüştü.<br />
Kepekli öğretmen, maydanoz salkımlı sınıfta<br />
çocuklara şu ödevi verdi:<br />
“Demokrasi nedir araştırınız ve ailenizle<br />
tartışınız”<br />
X çocuk servisten indi, zile bastı, kapı açıldı. Anne<br />
ve baba akşam yemeğini hazırlamış, gülümser bir<br />
halde çocuğu karşılamışlardı. Yenen akşam<br />
yemeği geceye devrolmuş ve nihayet sabah<br />
olmuştu. Kahvaltıda Zımba Lisesi’nde müdür<br />
olarak çalışan baba; “Oğlum X, Kepekli öğretmen<br />
hafta sonu tatili için sana ne ödevi verdi” diye<br />
soruverdi. Bir fabrikada “delgeç” olarak çalışan<br />
anne ise gözlerini baba oğuldan ayırmıyordu bile.<br />
Çocuk utanmaya ve kızarmaya başladı, masanın<br />
altında ayaklarını sallıyor ödev yerine aklına izbe<br />
bir oda ve birbirinden renkli kadınlar geliyordu.<br />
Kadınlar çok çıplaktılar ve büyüyen elleriyle X<br />
çocuğu kahkahalarla kucaktan kucağa atıyorlardı.<br />
“Oğluummmm Xxxxx” diyen babasının sesiyle<br />
ürken çocuk kekeleyerek “Deemmokk”, “Rassiii”<br />
diyiverdi. Çocukluğunda “delgeç” hastalığına<br />
yakalanan anne kahvaltı masasındaki kağıtları<br />
delmeye başladı, baba ise ödevden hoşnut<br />
olmuştu. Çocuk demokrasi kelimesini<br />
tanımamasına rağmen bir hinlik seziyordu,<br />
yabancıların eline tutuşturacağı bir şeker olsa asla<br />
almaz ve demokrasiden kaçardı ama inatçı baba<br />
çocuğa anlatmaya başladı. Kahvaltı masasını<br />
işaret etti “İşte bu parlamento; çatal ve bıçaklar da<br />
devletlerdir. Krem peynir ekonomi, domatessalatalık-biber<br />
üçlüsü uluslararası siyasi kurumlar,<br />
zeytinler ülkelerin askerleri, reçel kadınlar, bal<br />
çocuklar, ekmek ise erkeklerdir ama ekmek<br />
kırıntıları ise tüm dünya halklarıdır. Bir dilim<br />
ekmeğe çok reçel, çok bal sürer üzerine ‘medya’<br />
adını verdiğimiz çayı yudumlarız. Ama tat dengesi<br />
için zaman zaman bir dilim ekmeğe zeytinleri<br />
sıkıştırır salata tabağına dadanırız. Çiğner çiğner,<br />
yutar yutar ve karnımızı doyurarak ‘demokrat’<br />
oluruz doyma noktamız demokrasidir. Yani ne<br />
denli çok ekmek kırıntısı varsa o denli çok<br />
demokrasi kavramı yaygınlaşmıştır” dedi.<br />
X çocuk hiçbir şey anlamamıştı. Zaten<br />
bilinmeyenliği temsil etmesi açısından adını X<br />
koymuşlardı ve her yaş arttığında, bir üst x bilinmeyenli<br />
denkleme dönüşüyordu. Ruh hastası Beta<br />
Nenesi yatak odasında inlemelerle evi ses<br />
sarsıntısına boğmuştu. Kahvaltı masasından<br />
fırlayan çocuk Beta nenesinin oda kapısına vardı,<br />
delikten içeri gözlemeye başladı. Nenesi<br />
demokrasi kavramını aşağılayan Eflatun’un<br />
kollarında derin ve hızlı inliyordu; neye<br />
benzeteceğini şaşırdı ve o şaşkınlık esnasında üç<br />
çocuk gördü. Karyolanın etrafında küçük Hitler,<br />
küçük Mussoluni ve küçük Franco “kutu kutu<br />
pense “adlı oyunu oynuyorlardı.<br />
Kahvaltı masasında demokrasi yüceltiliyor,<br />
nenenin yatak odasında ise demokrasi karşıtları ile<br />
nene derin derin, tuhaflaşan inilti ve nefes sesleri<br />
eşliğinde eğleniyorlardı. Anne ve baba şaşkın aynı<br />
zamanda kıs kıs gülümsemeli bir halde çocuğu<br />
sarsıyorlardı; çünkü çocuk sarsılan zihnine<br />
rağmen bedensel açıdan sakinlikte yüz derece<br />
fokurduyordu.<br />
Saatlerce sustular, saatlerce inledi öteki oda,<br />
32
PARRHESIA<br />
saatlerce çarpıştı çocuk içindeki x bilinmeyeni ile<br />
hem kendindeki bilinmezlikten hem de şu<br />
demokrasiyi bir türlü bilememekten sıkılmış,<br />
huzursuzlanmıştı. Derken kararan hava ile birlikte<br />
yatağına varıp uyumak istedi.<br />
Uykuya dalmış hatta uyumuş ama birden<br />
uyanmıştı da. Gözleri kapalı ve bedeni uyku<br />
sistematiğine ilişmişken ağzı uyanıktı, saymaya<br />
başladı:<br />
1, 2, 3, 4, 5, 6, 7, 8, 9, 10, 11, 12, 13, 14, 15.... 31<br />
İçinde bir tüfek patlamış, kasıklarında bir<br />
tanker devrilmiş ve yatağı kirlenmişti. Ter içinde<br />
kalmıştı ve çok utanıyordu. Odanın kapısı açıldı;<br />
baba, anne, Beta nene ve kucağındaki üç yaramaz<br />
velet kahkahalar atıyorlardı, adeta çocuğu<br />
alkışlıyorlardı. Babası “Bizim mahallede çocuklardan<br />
ilk benimki demokrat oldu herkes bunu<br />
bilmeli” dedi. Annesi “Ben oğlumun zaten büyük<br />
bir demokrat olacağını seziyordum. Demokrasi,<br />
oğlum, sana feda olsun” dedi. Beta nene<br />
kucağındaki üç küçük faşist ile zıplıyordu. “Ben<br />
de zamanında demokrasi ile büyümüş ama<br />
demokrasiyi popoma kuyruk olsun diye<br />
bağlamıştım sonra da tarih beni küçük bir çocuk<br />
yaptı ve bana faşist dedi” diye ağlamaya başladı<br />
küçük Adolf.<br />
Gözleri büyüyen X, ödev defterini eline aldı öteki<br />
elindeki çarşafla sıska bacaklarının arasında<br />
devrilmiş olan küçük makiye bakıp ürkerek şöyle<br />
yazdı:<br />
“Yaşasın Demokratik Ormantizm”<br />
Prof. Dr. Bahadır Erdem ile Sosyal Medya,<br />
Sosyal Adalet ve Sosyal Devlet Üzerine<br />
Levent Kaan Gündoğdu<br />
leventkaan_1@hotmail.com<br />
Parrhesia derginin ikinci sayısındaki<br />
konuğum İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi<br />
Milletlerarası Özel Hukuk Anabilim Dalı Öğretim<br />
Üyesi Prof. Dr. B. Bahadır Erdem. Kendisi<br />
okuduğum fakültenin hocalarından olmasına<br />
rağmen henüz dersini almadığımdan<br />
tanışmışlığımız yok, ancak etkili bir Twitter<br />
kullanıcısı. Sayısal bir veri isterseniz belki sadece<br />
881 takipçisi (14.08.2012 itibariyle) olduğunu<br />
görürsünüz(@BBahadirErdem). Ama öğrencitakipçileriyle<br />
diyalogu ve sakınmadan yazıya<br />
döktüğü muhalif söylemleriyle ilgi odağı olmayı,<br />
aldığı RTler sayesinde yazdıklarını on binlere<br />
duyurmayı başarabilen; kendisini “profesyonel kız<br />
babası ve karısına aşık bir profesör” olarak<br />
tanımlayan bir akademisyen karşınızdaki.<br />
Hem bir sosyal bilim emekçisi hem de sosyal<br />
medya aktörü olmasından ötürü dergimizin objektifini<br />
Prof. Dr. Bahadır Erdem’e doğrultmayı ve<br />
sosyal medya, toplum ve hukuk üzerine bir röportaj<br />
yapmayı istedim. Beni kırmadığı için teşekkür<br />
ederek röportajımıza başlayalım.<br />
1.Madem Twitter üzerinden sizi tanıdık ilk<br />
soru oradan gelsin: Sosyal medyayı<br />
günümüzün bir gerekliliği mi yoksa bir keyfi<br />
olarak mı kullanıyorsunuz?<br />
Bu sorunun cevabı kişiden kişiye, kişinin<br />
ihtiyacına ve ana göre değişiyor. Sosyal medyayı<br />
33
PARRHESIA<br />
34<br />
ne amaçla kullandığınıza bağlı. Eğer facebook’un<br />
arkadaş bulma fonksiyonlu kullanılmasından<br />
bahsedersek bu bana göre sosyal medyanın sadece<br />
keyfi olarak kullanılmasıdır. Ama bana göre keyfi<br />
olan kişiyi hayattan kopartan ve sanal bir dünyada<br />
vakit kaybı olarak gelen bu kullanım çoğu kişi için<br />
belki bir gerekliliktir.<br />
Twitter’a gelince ben Twitter’ın kesinlikle<br />
herkes için öncelikle bir gereklilik olduğunu<br />
düşünüyorum. An itibariyle söyleyecek sözü olan<br />
ve birilerine bu sözünü ulaştırmaya çalışanlar için<br />
faydalı bir kullanım. İnsanların çoğu zaman<br />
şikâyet ettiği şey kendilerini kimsenin<br />
dinlemediği, kimseye ulaşamadıklarıdır. Hâlbuki<br />
Twitter sayesinde her kullanıcı kendisini birilerinin<br />
dinlediğini, söyleyecek ne sözü varsa onu<br />
birilerine ulaştırdığını sanıyor. Sanıyor diyorum<br />
zira bu duygunun bir kısmı gerçek bir kısmı bütün<br />
sosyal medya araçları gibi sanal. Ancak işe<br />
yaradığı tarafları olduğu kesin. Zira neyle<br />
ilgileniyorsanız hangi konuda söyleyecek sözünüz<br />
varsa o konudaki bütün fikirlerinizi, olumlu olumsuz<br />
eleştirilerinizi, öfkelerinizi yani kısaca<br />
içinizde kalsa sizi rahatsız edecek bütün sözlerinizi<br />
ortaya döküyorsunuz. Kişiler bakımından<br />
önemi olduğunu düşündüğüm ve aslında kişinin<br />
ruhu bakımından da bir nevi tedavi sayılabilecek<br />
bu paylaşım, kişiye hizmet ederken aynı zamanda<br />
topluma da hizmet ediyor. Zira herkes Twitter’da<br />
kendine benzeyen birilerini bulabiliyor.<br />
Ulusalcılar, Atatürkçüler, muhafazakarlar, milliyetçiler,<br />
iktidar ye da muhalefet partilerinin<br />
bütün yandaşları ya da nefret edenleri, kanarya<br />
sevenler, cazdan hoşlananlar, tuttuğu futbol<br />
takımına adeta aşkla bağlı taraftarlar, tutmadığı<br />
takımın düşmanları, hayvan sevenler vb. akla ne<br />
gelirse, herkes kendine benzer birilerini buluyor.<br />
Bu birlikteliğin, paylaşmanın ve özellikle de hedef<br />
neyse o hedefe olan eleştiri ve kızgınlığın Twitter<br />
sayesinde bir şekilde ufak ufak dışa vurulmasının<br />
demokrasinin işlemesi bakımından da faydası var.<br />
Bana göre Twitter sivil demokrasinin gerçekten<br />
önemli bir parçası.<br />
2.Aslında sadece internete değil televizyonlardaki<br />
tartışma programlarına ya da gazetelere<br />
baktığımızda da gündemin sürekli olarak<br />
değiştiğini görüyoruz. Hızla değişen bu gündemi<br />
toplum olarak yeterince takip edebiliyor<br />
muyuz sizce? Ele alınan gündemi çözüp mü<br />
diğerine geçiyoruz yoksa oluşan sadece çözümsüz<br />
kafa karışıklıkları mı?<br />
Bu soruya verilecek tek cevap hiçbir şeyi çözmeden<br />
büyük bir karmaşa içinde önemli ya da önemsiz<br />
her konuyu medya vasıtasıyla ağzımızda adeta<br />
gargara yapar gibi bir müddet çevirip ondan sonra<br />
da tükürdüğümüzdür. Zira daha medya konuyu<br />
ağzında çalkalarken çoktan Türkiye’nin gündemine<br />
düşen ki çoğu zaman yapay bir şekilde bilinçli<br />
olarak düşürülen bir başka konu sırada bekliyor.<br />
Medyanın derdi hiçbir zaman bir konuyu sağlıklı<br />
bir şekilde tartışmak ya da çözüme kavuşturmak<br />
değil. Bunu söylerken medyada haber yapan ya da<br />
açık oturum düzenleyen sayısı az da olsa birkaç<br />
gerçek gazeteciden bahsetmiyorum. Bir sektör<br />
olarak sadece reyting derdinde olan medyadan söz<br />
ediyorum. Bu memlekette televizyon kanalları<br />
kendilerine uygun buldukları kişileri adeta medya<br />
maymunu haline getiriyorlar. Zekeriya Beyaz ile<br />
birlikte ciddi ciddi “acaba cinsel ilişki ile oruç<br />
açılır mı yoksa açılmaz mı” diye günlerce<br />
tartışıyorlar. Ne güzel konu değil mi? Baldan tatlı.<br />
En eğitimsiz en cahil olanı bile televizyon başına<br />
mıhlayabilir. Ya da deprem konusunu, çözmek<br />
için halkı bilinçlendirmek için değil bu konuda<br />
birbirine zıt bilimsel görüşleri olan üniversite<br />
hocalarını ekran karşısında kavga ettirmek için<br />
gündemde tutuyorlar. Televizyonun bir büyüsü<br />
var. Tartışma programlarında tartışırken eğer kendini<br />
tutmaz sinirlerine hakim olmazsan kariyerine<br />
yakışmayacak şekilde medya maymunu haline<br />
gelmen çok kolay. Ancak şunu unutmayalım ki<br />
Türkiye’de bilinçli olan herkesin farkında olduğu<br />
gerçek, konusunda uzman olanların sakin sakin<br />
doğruları söylemeleri durumunda reytinglerinin<br />
fazla olmayacağı. Yani bağırmalısın. Bağır<br />
bağırabildiğin kadar. Hatta bağıra bağıra bir yıl<br />
sonra bir partiden milletvekilliği teklifi alman ya<br />
da baro başkanı olman gayet mümkün. Gerçekten<br />
makbul bir kişiysen televizyonda makbul olman<br />
çok zor. Ayrıca lafının dinlenmesi için güzel ya da<br />
yakışıklı olman da şart. Beyazcama yakışacaksın.<br />
Şimdi bütün bu söylediklerimin arasında, ülkenin<br />
gerçekten derdi olan bir konuyu gerçekten çözmeye<br />
ilişkin sözler var mı? Yok. Zira kimsenin<br />
böyle bir derdi yok. Ama zaten televizyonda dert<br />
mi çözülür. Hayır çözülmez. Böyle bir fonksiyonu<br />
da yok. Ama halka gerçekleri, doğruları ulaştırma,
“<br />
doğru bir şekilde bilinçlendirme fonksiyonu olabilir<br />
ki o da bizde yok.<br />
3.Sosyal medyada karşılaştığımız üyelerinin bu<br />
gündemlere olan tepkileri sizce “gerçek” mi,<br />
“var” mı? Sorunları çözemesek de onlara karşı<br />
konumlanabiliyor muyuz?<br />
İşte gerçekten sanal olmayan ve var olan gerçek,<br />
sosyal medyadaki üyelerin yani halkın gündemdeki<br />
konulara olan tepkileri. Bu tepkiler<br />
gerçek. Hem de en saf ve en süzgeçten geçmeyen<br />
haliyle gerçek. Zaten onun için sivil toplum<br />
anlayışının yok denecek kadar az olduğu ülkemiz<br />
bakımından bu tepkilerin dile getirilip, gün<br />
yüzüne çıkması, birbirini bulması çok önemli.<br />
Twitter’ın bu anlamda kullanımı gerçek<br />
demokrasiye inanan bir hukukçu olarak benim<br />
için çok önemli.<br />
Türkiye’de halkın olaylara yaklaşımı<br />
benim çocukluğumdan beri genelde “aman zaten<br />
söyle söyle ne olacak bir şey değişmez, imam yine<br />
bildiğini okur” şeklindedir. Bu yaklaşım bir<br />
PARRHESIA<br />
Arap baharı olarak adlandırdığımız, on yıllardır<br />
devrilmeyen diktatörlerin devrilmesinde bile önemli bir<br />
rol oynadığına göre Twitter, gerçekten 21.yy’da halkın<br />
elindeki farklı ve faydalı bir imkan.<br />
”<br />
kabulleniştir. Halkın tabiatında olan bu yaklaşım<br />
aslında Türkiye’deki iktidarların çok işine gelir.<br />
Halkın ruhuna sinmiş olan bu yaklaşım aslında<br />
biat kültürünün sonucudur. Bu biat sol anlayışta<br />
pek yoktur. Zaten onun için her zaman sağ ya da<br />
muhafazakar sağ partiler lider çıkarır. İyi ya da<br />
kötü lider olarak kabul ettikleri bir kişi her zaman<br />
politika sahnesinde mevcut olmuştur. Zira sağ<br />
kültür, muhafazakar kültür, birine biat etmeyi<br />
doğal karşılar. Ancak solcular bir türlü kendinden<br />
daha fazla birini beğenemedikleri için Bülent Ecevit<br />
hariç gerçekten halk tarafından kabul gören bir<br />
lider çıkaramamışlardır. Belki izin verilse lider<br />
olabilecek, halk tarafından kabul görecek kişiler,<br />
politika sahnesinden kendi parti mekanizmaları,<br />
parti organları ya da en yakın arkadaşları görünen<br />
diğer partililerce silinmiştir. CHP, bu söylediklerimin<br />
en bariz örneğidir.<br />
Twitter öyle ya da böyle yeni bir imkan<br />
yeni bir yol ve bana sorarsanız işe yarıyor. Zira<br />
Twitter sayesinde ve diğer sosyal medya araçları<br />
sayesinde artık herkes dünyanın en uzak yerinde<br />
35
PARRHESIA<br />
olan her şeyden anında haberdar olabiliyor. Yani<br />
artık hiçbir şey halktan saklanamıyor. Gerçeklerin<br />
üzeri örtülemiyor. İnsan hakkı ihlalleri bir şekilde<br />
dünyanın en uzak köşelerine kadar ulaştırılıyor.<br />
Bu noktada tabi yine bilinçli bir şekilde belirli<br />
odaklar tarafından sosyal medya kullanılarak<br />
yanlış yönlendirilme riskini de göz ardı etmemek<br />
gerekiyor. Sonucu maalesef ki çok tartışmalı ve<br />
beklenenden farklı olsa da ki aslında o coğrafya<br />
bakımından tarihsel süreçte yaşanan onca olaydan<br />
sonra böyle olması da belki doğal. Arap baharı<br />
olarak adlandırdığımız, on yıllardır devrilmeyen<br />
diktatörlerin devrilmesinde bile önemli bir rol<br />
oynadığına göre Twitter, gerçekten 21.yy’da<br />
halkın elindeki farklı ve faydalı bir imkan.<br />
Şüphesiz ki halkın bir araya gelmesi her seferinde<br />
illaki iktidar değiştirmek amacıyla olmaz.<br />
Fransa’da et fiyatları arttığında bütün Fransız<br />
kadınların örgütlenip bir araya gelerek bir hafta et<br />
almayıp, kasapların et fiyatlarına yaptıkları zammı<br />
geri çektirmeleri bunun en güzel örneğidir. Ya da<br />
yine Avrupa’da zaman zaman öğrenci harçları için<br />
bütün öğrencilerin hatta bazen lise öğrencilerinin<br />
bir araya gelerek ülkeyi salladıklarını görürüz.<br />
Diyeceksiniz ki Türkiye’de bugün 800 civarında<br />
üniversite öğrencisi hapiste. Çeşitli protestolara<br />
katıldığı için Fransa’dan kalkıp vatandaşı olduğu<br />
ülkeye erasmus öğrencisi olarak gelen aynı zamanda<br />
Fransız vatandaşı olan öğrenci hapiste altı<br />
ay tutuklu kalıp zar zor tahliyesinden sonra<br />
hakkında 32.5 yıl hapis cezası isteniyor. Bu durum<br />
bizim bir türlü yerleşmeyen yerleşemeyen<br />
demokrasimizin gerçeğidir. Ancak unutmayalım<br />
ki demokrasi toplumlara gökten zembille düşmez.<br />
Cumhuriyet rejimi Atatürk tarafından Türk milletinin<br />
başına gökten zembille indirilmiştir. Bu<br />
durum aslında işin tabiatına aykırıdır. Cumhuriyet<br />
rejimi Türk halkına hediye edilmiştir ancak<br />
demokrasi kültürü ve anlayışı bugün halâ geniş<br />
halk kitleleri tarafından bir türlü hazmedile -<br />
memiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan beri geçen<br />
süreçte gerçek demokrasi ya da en azından<br />
herkesin hissettiği yerleşmiş insan hakları ülkemizde<br />
maalesef ki mevcut hale gelememiştir.<br />
Twitter 21.yy’da Türkiye’de belki halkın<br />
bilinçlenmesinde rol oynar. Belki demokrasi<br />
talebi, insan hakları talebi, kişi hakları talebi,<br />
eşitlik, özgürlük, insanca yaşama talebi halktan<br />
gelirse o zaman bu talebin önünde hiçbir<br />
statükocu sistem duramaz.<br />
4. Son zamanların tartışma konusu sosyal<br />
medya ve özgürlük. Sizce sosyal medya bize<br />
“fazladan” bir özgürlük sağlıyor mu? Burada<br />
4 Temmuz 2012 tarihli Hürriyet Gazetesinden<br />
bir alıntı yapmak istiyorum:<br />
“Kanunların, kişilere düşüncelerini Twitter üzerinden<br />
paylaşma hakkını verdiğini ancak bunu<br />
belli sayının üzerinde kişi tarafından takip<br />
edilmesinin bazı olumsuz sonuçları<br />
doğurabileceğine işaret eden Manhattan Ceza<br />
36
PARRHESIA<br />
Mahkemesi Yargıcı Matthew Sciarrino, ‘Halkla<br />
paylaşılan şey halka aittir. Kendiniz için saklı<br />
tuttuğunuz ise sadece size ait. Camı açıp,<br />
dışarıya çığlık atar gibi bir tweet atarsanız,<br />
bunun kişisel özgürlükle bağdaştırılmasını<br />
bekleyemezsiniz’ açıklamasını yaptı. “<br />
Tamamı için:<br />
(http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/Show<br />
New.aspx?id=20909510)<br />
Dolayısıyla sosyal medya paylaşımları<br />
kolluk güçlerinin takibine konu olmalı mı<br />
olmamalı mı?<br />
Sosyal medya paylaşımları eğer bir suç teşkil<br />
ediyorsa hiç şüphesiz ki takibe konu olmalı.<br />
Çünkü eğer ortada işlenen gerçek bir suç varsa o<br />
suçun sosyal medya vasıtasıyla işlenmesi suç unsurunu<br />
ortadan kaldırmaz. Bugün için internet<br />
yolu ile işlenen suç kavramı ve bu suçun ne<br />
şekilde, hangi hukuka göre cezalandırılacağı çok<br />
yeni ve üzerinde tartışılmakta olan hukuk<br />
konularıdır. İnternet yolu ile işlenen suçların ceza<br />
hukuku boyutunun yanından milletlerarası özel<br />
hukuk boyutu da bulunmaktadır. Kişilik haklarının<br />
ihlali internet yolu ile yapılıyorsa üçüncü kişilerin<br />
de bu ihlalden haberdar olmaları nedeniyle çok<br />
daha ağır bir ihlal teşkil etmektedir. Kısaca eğer<br />
internet yolu ile işlenen fiil bir suç teşkil ediyorsa<br />
bu suçun soruşturulmasının gerekli olduğu açıktır.<br />
Kişilik hakları ihlal edilenlerin özel hukuka ilişkin<br />
tazminat talepleri de yine hukuk tarafından<br />
korunacaktır.<br />
5.Siyasi iktidar toplumun sosyo-kültürel<br />
hayatına müdahale etmeli mi? (Örnek verecek<br />
olursak burada hem alkol yasağından hem<br />
yasaklı sitelerden bahsediyorum.) Siyasi<br />
iktidarı buna meşruiyet sağlar mı?<br />
Hiçbir toplumdaki hiçbir iktidar, hiçbir toplumun<br />
sosyo-kültürel hayatına müdahale etmemeli. Hele<br />
de bu müdahaleyi din ve ahlak gibi üstün<br />
değerlerin arkasına sığınarak hiç yapmamalı. Zira<br />
bu değerlerin arkasına sığınarak yapılan bütün bu<br />
müdahaleler aslında az ya da çok çoğu insan için<br />
kendi inancı çerçevesinde büyük önem taşıyan<br />
bütün bu değerleri de kirletiyor. Toplumların<br />
sosyo-kültürel değerleri de şüphesiz ki zaman<br />
içinde değişebilir. Bu değişim ancak hiçbir gücün<br />
müdahalesi olmaksızın dünyanın değişmesi ile ya<br />
da eskilerin tabiriyle zamanın değişmesi ile<br />
oluşabilir. Bu tabii değişimlerin dışında<br />
iktidarların baskısıyla yapılmaya çalışılan bütün<br />
değişimler geri teper ve bir gün o iktidarın başına<br />
patlar.<br />
Ayrıca iktidar dediğiniz kuvvet halktan<br />
emaneten aldığınız bir mühürdür. Yani o iktidarın<br />
gerçek sahibi halktır. Demek ki aslında kendini iktidar<br />
sahibi sayan hükümetlerin iktidarı da bir anlamda<br />
sanaldır. Bugün vardır. Yarın yoktur. Eğer<br />
bugün halktan emanet olarak aldığınız iktidarın<br />
mührünü kendinizin sanıp halka eziyet ederseniz<br />
ya da yaptıklarınızı üstün bir takım değerlerin<br />
arkasına saklayarak sunarsanız gün gelir hiç<br />
ummadığınız bir anda iktidarın elinizden gerçek<br />
sahibi tarafından alındığını görürsünüz. Onun için<br />
iktidar denen bu güce, seçimlerde yüzde kaç oy<br />
alarak sahip olursanız olun fazla güvenmemek<br />
gerekir. Zira iktidarın gerçek sahibi halkın<br />
tümüdür. Yani gerçek iktidar sahibi o dönemdeki<br />
iktidara, hükümete oy verenlerle birlikte vermeyen<br />
halkın bütünüdür.<br />
Ayrıca unutulmamalı ki her yasak, istek<br />
doğurur. Eskilerin çok sevdiğim bir iki lafı bütün<br />
durumu özetliyor. Öncelikle denir ki, ‘isteyen,<br />
iğne deliğinden geçer yine de istediğini yapar’ ve<br />
bir de ‘yerde duran delik düğme bile boş kalmaz’.<br />
Dolayısıyla yasakla masakla hiçbir şey engellenmez.<br />
Tam tersi yasaklanan her şey daha cazip daha<br />
kıymetli hale gelir.<br />
Ayrıca din ve ahlak kültürü çocukluktan<br />
itibaren ailede alınır. Devletin yetişen nesillere din<br />
öğretmek gibi bir görevi yoktur, olmamalıdır. Devletin<br />
görevi ne dindar nesiller yetiştirmek ne de<br />
dinsiz nesiller yetiştirmektir. Özellikle İslam<br />
anlayışında din, Allah’la kul arasındadır ve bu birliktelik<br />
içinde ne devletin ne de başka bir gücün<br />
yeri yoktur.<br />
6. “Adalet” niteliği gereği tartışmaya<br />
açık bir kavramdır. Ancak ülkemizdeki kadar<br />
çok tartışılması ortada bir problem olduğunu<br />
gösteriyor. İyi niyetli olup bu durumun bilinçli<br />
olarak yaratılmadığını düşünürsek; ortada bir<br />
yasama ya da yargılama beceriksizliği<br />
bulunduğundan mı söz etmeliyiz? Sorun<br />
nerededir?<br />
37
PARRHESIA<br />
38<br />
“<br />
İnternet yolu ile işlenen suçların ceza hukuku<br />
boyutunun yanından milletlerarası özel hukuk<br />
boyutuda bulunmaktadır. Kişilik haklarının ihlali<br />
internet yolu ile yapılıyorsa üçüncü kişilerin de bu<br />
ihlalden haberdar olmaları nedeniyle çok<br />
daha ağır bir ihlal teşkil etmektedir.<br />
Adalet özellikle ülkemizde son günlerde çok<br />
tartışılsa da aslında tartışılacak bir tarafı yoktur.<br />
Bir yargılama ya adildir ya da değildir. Yapılan<br />
yargılamanın, bir kanun maddesinin ya da kanun<br />
maddesinin uygulanmasının adil olmaması<br />
halinde her gören göz ve yürek bunun<br />
adaletsizliğini görür. Bunu görmek için hukukçu<br />
olmaya da gerek yoktur. O yargılamanın ya da kanunun<br />
maddesinin ya da uygulamasının adil<br />
olduğunu savunanlar da aslında ortadaki<br />
adaletsizliği gayet güzel görmekle birlikte işlerine<br />
öyle geldiği için, çıkarlarının o şekilde<br />
davranmalarını gerektirdiğini düşündükleri için<br />
”<br />
ortadaki ayan beyan belli olan adaletsizliğe seslerini<br />
çıkarmıyorlardır.<br />
Adaletin gelmesi için öncelikle gerçek<br />
demokrasinin ülkeye yerleşmesi gerekir. Sadece<br />
kanundan, mevzuattan bahsetmiyorum. Halkta<br />
yerleşen demokrasi anlayışından bahsediyorum.<br />
Devletin dindar nesiller yetiştirmek görevi yoktur<br />
ama halka demokrasi kültürünü yerleştirme görevi<br />
vardır. Demokrasinin kesinlikle askeri darbelerle<br />
kesilmemesi gerekir. Demokrasiye aykırı olan,<br />
halkın zararına olan yanlış olan her iktidarın yine<br />
demokrasi içinde temizlenmesi gerekir.<br />
Demokratik sistem içinde halk bunu muhakkak<br />
başarır. Bu anlamda halkın sağduyusuna güvenmek<br />
şarttır. Anti demokratik uygulamalarla nehrin<br />
yatağını ne kadar değiştirirseniz değiştirin gün<br />
gelir o su yolunu muhakkak bulur. Nitekim<br />
AKP’nin Türkiye’de ilk seçimleri kazanmasının<br />
ve ikinci seçim döneminde oylarını daha da<br />
arttırmasının en büyük nedenlerinden biri o<br />
dönem itibariyle özellikle yargının üst<br />
kademelerinin ve de ordunun antidemokratik yorumlar<br />
ve davranışlarla AKP’yi hep mazlum durumuna<br />
düşürmeleridir. Gereksiz bir şekilde<br />
yaratılan mazlumlar her zaman kahraman mertebesine<br />
erişir. Ancak özellikle son dönem<br />
itibariyle dünün mazlumları bugünün zalimleri haline<br />
dönüşmüştür. Son dönemdeki insan haklarını<br />
yerle bir eden, adalete hatta kanuna aykırı, kesin<br />
ve inandırıcı delillere dayanmayan tutuklamalar,<br />
yargılamalar, sivil demokrasinin en tabi gereği<br />
olan kişilerin yaptığı her itirazda gösterdiği her<br />
tepkide savcılar tarafından suç arama çabaları,<br />
yargının savcıların neredeyse her talebini haklı<br />
görüp anında davaların açılması, savunma<br />
haklarının yerine yeteri kadar getirilememesi vb.<br />
çeşitli adalete aykırı uygulamalar, iktidarı bile
PARRHESIA<br />
isyan eden açıklamalar yapmaya yöneltmiştir.<br />
Ancak iktidarın en üst kademeleri tarafından hayli<br />
gecikmeli de olsa yargıdaki insan hakları ihlallerine<br />
karşı yapılan itirazlar iktidarı, kendi dönemindeki<br />
adaletsiz uygulamaların siyasi<br />
sorumluluğundan kurtarmaz.<br />
Ben her zaman derslerde hukukçu<br />
adaylarına şunu söylerim; sakın bulunduğunuz<br />
makamın gücüne aldanmayın, başınız dönmesin,<br />
hakim ya da savcı olduğunuz için kendinizi bir şey<br />
sanmayın. Hakim ve savcı olmak, elinizdeki o<br />
muhteşem gücü vatandaş aleyhine kullanmak<br />
demek değildir. Tam tersine vatandaş ile devlet bir<br />
ihtilafta karşı karşıya geldiğinde vatandaşın<br />
yanında olmak, zaten her türlü güce mutlak<br />
kuvvete sahip devletin karşısında vatandaşı korumak<br />
demektir. Türkiye’de hiçbir savcının, “canım<br />
ne var ben yazarım iddianameyi gitsin mahkeme<br />
halletsin işini” deme lüksü yoktur. Zira maalesef<br />
ki bizim ülkemizde en haklı vatandaş bile<br />
mahkemede o kadar kolaylıkla işini halledemez.<br />
Savcılık ve hakimlik niteliği itibariyle gerçekten<br />
çok vebali olan bir meslektir. Bana göre hakim ve<br />
savcıların “canım ne yapalım kanun böyle<br />
yazıyor, mevzuat böyle” şeklinde de kendilerini<br />
kandırmamaları gerekir. Zira, bir şekilde<br />
kanunlaşmasını tamamladığı için yürürlükte olan<br />
her kanun maddesi, adalete hizmet ediyor demek<br />
değildir. Unutulmamalıdır ki toplumun gerçeklerine<br />
uymayan, topluma hizmet etmeyen her kanun<br />
ya da kanun maddesi gün gelir mutlaka ya kadük<br />
olur ya da değişir. Hiç şüphesiz ki bu söylediklerimin<br />
kanunlara uymayalım şeklinde anlaşılması<br />
saçma olur. Söylemek istediğim kimi zaman gücü<br />
elinde bulunduranların yapmak istedikleri adaletsizliklere<br />
kanunu alet ettikleridir.<br />
7.Yeni anayasa tartışmalarına vatandaşlık<br />
kavramı üzerinden katıldınız (detaylı bilgi<br />
isteyenler için :<br />
http://erdemhukuk.com/press.html) Kısa bir<br />
özetle; “Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı”<br />
tanımının anayasaya geçmesini, aksi halde<br />
üniter yapının sarsılabileceğini söylemişsiniz.<br />
Anayasa tartışmasına girmek değil niyetim.<br />
Ben, içinde bulunulan durum-sorun üzerinde<br />
uzlaşılan bir anayasa metniyle giderilebilir mi<br />
onu merak ediyorum. Problem daha çok zihinlerde<br />
gibi duruyor. Metnin faydası olur mu?<br />
Evet metnin faydası olur. Zira insan haklarına<br />
uygun, devletin bütün vatandaşlarını eşit bir<br />
şekilde, şefkatle kucakladığı, toplumun her kesiminden<br />
gelen, farklı kökene, farklı anadile, farklı<br />
din ve mezhebe sahip olan vatandaşlarının kendisini<br />
içinde bulacağı, “evet bu vatandaşlık tanımı<br />
beni de kapsıyor” diye inanacağı, yeni bir<br />
vatandaşlık tanımını Anayasaya koymadan, siz<br />
devlet olarak vatandaşınızdan bir şey bekleyemezsiniz.<br />
Bugün artık herkesin inanması gereken<br />
içine sindirmesi gereken bakış açısı, devletin<br />
vatandaşın hizmetinde olduğu, devletin vatandaş<br />
için var olduğu bir devlet anlayışıdır. Günümüzde<br />
vatandaşın devletten beklentilerini çok daha özgür<br />
ve korkmadan talep edebilmesi gerekir.<br />
Vatandaşı, yabancıdan devlete karşı ayıran<br />
en önemli hukuki fark, yabancıların sadece<br />
bulundukları devletin kanunlarına uymakla<br />
yükümlü olmalarına rağmen, vatandaşın devletin<br />
kanunlarına uyma yükümlülüğünün yanı sıra devletine<br />
karşı “sadakat bağı duyma borcu” altında<br />
olmasıdır. Devletin vatandaştan beklediği en<br />
önemli yükümlülük, vatandaşın devlete karşı<br />
duyması gereken “sadakattir”. Devletin vatan -<br />
daşına karşı olan en önemli borcu da vatandaşı korumak<br />
ve kollamaktır. Bu söylediklerim<br />
vatandaşlık hukukunun en temel prensiplerinin<br />
başında gelir. Ancak kanaatimce, vatandaşından<br />
kendisine karşı sadakat duyma borcunu beklerken<br />
devletin vatandaşına karşı öncelikle yerine getirmesi<br />
gereken en temel borcu, vatandaşı ile<br />
arasındaki ‘gönül bağını tesis etmektir’.<br />
Eğer Anayasanın 66. maddesine Türkiye<br />
Cumhuriyeti vatandaşlarının önemli bir<br />
çoğunluğunun itirazı varsa, “bu madde bizi temsil<br />
etmiyor, ben kendimi bu maddedeki vatandaşlık<br />
tanımının içinde bulmuyorum” diyorlarsa, o<br />
takdirde biz bu maddeyi nasıl anlarsak, hukuken<br />
nasıl yorumlarsak, nasıl izah edersek edelim ve<br />
bütün bu yorumlarımızda da hukuken ne kadar<br />
haklı olursak olalım, bir şey fark etmez. Zira bu<br />
madde hükmünün muhatabı olan Türkiye<br />
Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümü bu<br />
itirazlarını sürdürdükleri müddetçe Anayasanın<br />
66. maddesi hükmü, Türkiye Cumhuriyetinin<br />
bütün vatandaşlarını kapsama işlevini yerine getirmiyor<br />
demektir.<br />
Türkiye Cumhuriyeti belki de kuruldu -<br />
39
PARRHESIA<br />
ğundan beri en önemli tarihsel dönemlerinden<br />
birini geçirmektedir. Kanaatimce ülkemizin,<br />
demokratik, özgürlükçü, eşitlikçi, kişi hakları ve<br />
insan haklarını koruyan, devlete karşı vatandaşın<br />
yanında ve en önemlisi toplumun her kesimince<br />
maximum mutabakatla kabul edilmesi gereken<br />
yeni bir anayasaya gerçekten ihtiyacı vardır.<br />
Anayasamızdaki vatandaşlık tanımının her<br />
vatandaş tarafından kabul görecek şekilde yeniden<br />
tanımlanması ise toplumun ihtiyaç duyduğu bu<br />
yeni anayasanın en önemli maddesidir. Toplumsal<br />
mutabakatla çıkacak yeni bir anayasa Türkiye’nin<br />
ihtiyacı olan toplumsal barışa hizmet edecektir.<br />
Yeni bir anayasa çıktığı ya da Anayasadaki<br />
vatandaşlık tanımı genel kabul gören şekilde<br />
kabul edildiği için ülkeye hemen barış gelir mi, ya<br />
da terör biter mi? Tabi ki hemen bitmez. Zira<br />
barışın bu topraklara tam olarak gelememesinin<br />
terörün bitmemesinin ve artık ülkede adeta bir iç<br />
savaş ortamının yaratılmaya çalışılmasının pek<br />
çok nedeni bulunmaktadır. Hiç şüphesiz ki devlet<br />
her zaman terörle mücadelesine her devlet gibi<br />
devam edecektir. Ancak bu mücadelenin teröristle<br />
mücadele boyutunda kalmaması, terörle mücadele<br />
şeklinde yapılması, terörün kaynaklarının kurutul -<br />
ması, Kürt kökenli vatandaşlarımızla terör örgütü -<br />
nün arasına Türkiye Cumhuriyeti devletinin her<br />
türlü koruması, hukuku ve şefkatiyle girmesi<br />
gerekmektedir. İşte yeni vatandaşlık tanımı, devletin<br />
bütün vatandaşlarına göstereceği şefkatin,<br />
kucaklamanın, son yıllarda bazı vatandaşları ile<br />
kopan gönül bağının yeniden tesisinin sağlanması<br />
için önemli bir hukuki fırsattır. Devlet terörü bahane<br />
ederek, vatandaşlarına insan haklarının<br />
gereklerini, kişi haklarının gereklerini vermekten<br />
kaçınamaz. Terör, insana insanca davranmanın<br />
önüne geçemez. Hocam Prof. Dr. Kemal<br />
Oğuzman’ın her zaman her yerde söylediğim ve<br />
çok doğru olan bir sözü vardır: “Hukukta şekil<br />
esasın yarısıdır.” İşte toplumsal mutabakatla kabul<br />
edilecek eşitlikçi, özgürlükçü, insan haklarına, kişi<br />
haklarına saygılı ve her kesimden vatandaşı koruyup<br />
kollayan, kucaklayan yeni bir anayasa ve<br />
yeni bir vatandaşlık tanımı ile devletin bu şekli<br />
yerine getirmesi gerekmektedir. Devletin yerine<br />
getirdiği bu “hukuki şekil” toplumsal ihtiyacımız<br />
olan barışın yani “esasın” yerine gelmesine de<br />
hizmet edecektir.<br />
8.Sosyal medya kavramını yeniden hatırlarsak,<br />
oluşan yeni bir toplum düzeni var: sınırların<br />
kalktığı, devrimlerin organize edildiği bir internet<br />
ortamı. Yeni anayasa çalışmaları bu yeni<br />
toplum düzenini ne kadar göz önüne alıyor?<br />
Almalı mı? Geleceğin hukuk düzeni nasıl<br />
yapılanacaktır?<br />
Geleceğin hukuk düzeni muhakkak ki bugüne<br />
göre çok daha fazla vatandaşı koruyan, vatandaşın<br />
lehine olan, kişi ve insan haklarına çok daha fazla<br />
saygılı bir hukuk düzeni olacaktır. Olmak<br />
zorundadır. Zira suyu tersine çeviremezsiniz. Cin<br />
şişeden bir kere çıktıktan sonra bir daha içeriye<br />
girmez. İnsanların eskiden gerçekleri öğrenmesi<br />
çok daha zordu. Bundan sadece 40 sene evvel<br />
Türkiye’de tek kanallı siyah beyaz televizyonu<br />
hafta da sadece belirli günlerde seyrederken<br />
herkes, daha televizyon açılmadan karşısına geçer,<br />
askerlerin Anıtkabirde göndere Türk bayrağını<br />
çekmelerini seyreder, ti borusunun ardından çalmaya<br />
başlayan istiklal marşını dinler ve akşam<br />
televizyonun kapanmasına kadar başından<br />
kalkmazdı. O yıllardaki tek haber kaynağı devletin<br />
40<br />
“<br />
Bugün artık herkesin inanması gereken içine<br />
sindirmesi gereken bakış açısı, devletin<br />
vatandaşın hizmetinde olduğu, devletin vatandaş<br />
için var olduğu bir devlet anlayışıdır. Günümüzde<br />
vatandaşın devletten beklentilerini çok daha özgür<br />
ve korkmadan talep edebilmesi gerekir.<br />
”
PARRHESIA<br />
resmi yayın organları ile halka sunduğu tek taraflı<br />
haberlerdi. Bizim çocukluğumuzda herkes<br />
Türkiye’nin düşmanıydı. Dünyadaki hiçbir devlet<br />
ve hiçbir halk bir ikisi hariç bizi sevmezdi. Bütün<br />
komşularımız bize düşmandı. Şüphesiz ki gündemdeki<br />
bütün olaylarda da her zaman Türkiye<br />
haklıydı. Bizler bunun dışındaki bir fikri hayal<br />
bile etmez ve devletin tek taraflı söylediğinden<br />
farklı bir gerçek olabileceğini düşünmezdik. 1980<br />
ihtilalinden sonra yapılan ilk seçimlerde ihtilali<br />
yapan askerlerin inadına Türkiye’nin başbakanı<br />
olan Turgut Özal, ilk özel televizyonun<br />
kurulmasını, renkli televizyona geçilmesini<br />
sağladı. Şu anda televizyonu açtığınızda yüzlerce<br />
yerli ya da yabancı kanalı seyreden, ilk okuldaki<br />
çocuklarının elinde bilgisayar ve internetin olduğu<br />
Türk insanı ile bundan sadece 30 sene önceki Türk<br />
insanının imkanları arasında çok büyük bir fark<br />
var.<br />
Bugün dünyadaki hiçbir olayın<br />
duyulmaması, saklanması mümkün değil. Bütün<br />
bunların sebebi hiç şüphesiz ki internet. İnternet<br />
sayesinde her şeyin araştırılması mümkün. Bana<br />
göre 19.yy ve öncesi imparatorluklar çağı. 20.yy,<br />
cumhuriyetlerin kurulduğu ama bu yönetim biçiminde<br />
devletlerin ağırlığının vatandaş üzerinde<br />
çok bariz bir biçimde hissedildiği, devletin güçlü<br />
olduğu bir çağ. 21.yy ise artık vatandaşın devlete<br />
karşı güçlü olduğu, ferdin çağı, kişinin çağı. Hiç<br />
şüphesiz ki bu değişimin en önemli nedenlerinden<br />
biri internet.<br />
İnternet kullanımı son yıllarda<br />
çeşitlendikçe, sosyal medya dediğimiz iletişim<br />
imkanları çeşitlenip, çoğalıp yayıldıkça, ferdin devlete<br />
karşı olan imkanları ve gücü her geçen gün<br />
daha da artıyor. Devlet neyi ne kadar kısıtlamaya,<br />
engellemeye çalışırsa çalışsın gerçeklerin<br />
öğrenilmesini engelleyemez. Bunun en güzel<br />
örneği Arap baharı dediğimiz Arap yarımadasında<br />
on yıllardır devrilmeyen, devrilmez denilen yönetimlerin,<br />
diktatörlerin devrilmesinde Twitter ve<br />
diğer sosyal medya araçlarının kullanımı.<br />
İnsanlar bilgisayar başında bir tuşa basarak<br />
kendi yaşadıkları çağda başka milletlerin sahip<br />
oldukları insanca yaşamı gördüğü müddetçe<br />
kendileri için de aynı hakları, aynı güzellikleri<br />
isteyeceklerdir, ki bu haklı talebin önünde hiçbir<br />
sistem duramaz. Bu talep bir gün muhakkak yerine<br />
gelir. Aynı şekilde Türkiye’de bana sorarsanız<br />
mesela kadın hakları hiçbir zaman geriye gitmez.<br />
Her zaman daha ileri gidecektir. Zira köyde ya da<br />
şehirde varoşta yaşayan bir genç kız ya da kadın,<br />
sadece televizyon seyrederek bile büyük<br />
şehirlerde ekonomik güce sahip, eğitimli<br />
kadınların sahip olduğu hakları seyrettikçe, aynı<br />
hakkı muhakkak talep edecektir. Aynı hakları elde<br />
etmek için savaş verecektir. Dayak yiyecektir ama<br />
yine de yılmayacaktır. Hatta kimi zaman çok acı<br />
bir şekilde en yakınları tarafından öldürülecektir.<br />
Ancak yine de kadın hakları hiçbir zaman geriye<br />
gitmeyecektir. Çünkü bu insan tabiatına aykırıdır.<br />
Özetle yeni hukuk mevzuatı, anayasada<br />
dahil olmak üzere teknoloji sayesinde toplumun<br />
geçirdiği bu evrimi göz önüne almak ve toplumun<br />
değişen ihtiyaçlarına uygun bir şekilde düzenlenmek<br />
zorundadır.<br />
41
PARRHESIA<br />
42<br />
9.Ekşisözlük’te hakkınızda Whitney<br />
Houston’ın ölümünün ardından girdiğiniz derste<br />
ipad’inizi çıkarıp “i will always love you”<br />
şarkısını amfiye dinlettirdiğiniz ve ardından<br />
mutluluk üzerine bir konuşma yaptığınız<br />
yazıyor. Sanki Türkiye’de yaşayan bir profesörü<br />
değil de Holywood filmlerinden bir sahneyi<br />
anlatıyor. O gün aklınızdan geçenler<br />
neydi, neler hissettiniz? Neler hissettirmek istediniz?<br />
O gün yaptığımı aslında Whitney Houston’dan<br />
çok kısa bir zaman önce Amy Winehouse<br />
öldüğünde yapacaktım. Amy öldüğünde de<br />
gerçekten üzülmüştüm ancak bilmiyorum neden<br />
bir nedenle yapamadım. Whitney Houston<br />
öldüğünde de çok üzüldüm. Ayrıca her iki<br />
sanatçının öldüğü dönemlerde annem de çok ağır<br />
hastaydı. Hastanede dört ay yattığı bir dönemin<br />
ortalarıydı ve ben de zaten annemle birlikte hastanede<br />
yaşıyordum. Yani duygusal bakımdan<br />
yoğun olduğum, hayat, ölüm, mutluluk ve mutsuzluk<br />
kavramlarının kafamda devamlı döndüğü<br />
günlerdi. Ben üniversitede derslerimi verirken<br />
sadece hukuk öğretmem. Bütün hukuki bilgiler<br />
nasıl olsa yazdığımız kitaplarda zaten var ve<br />
hukuk fakültesinin son sınıfına gelen bir hukukçu<br />
adayı zaten o kitapları okuyup anlayabilir ve kendini<br />
akademik bakımdan iyi kötü bir şekilde<br />
yetiştirebilir. Ancak bana göre üniversal eğitim,<br />
hocanın derse girerek kaç yaşına gelmiş aklı<br />
başında insanlara bır bır bır bir şekilde hukuki bilgileri<br />
tekrarlaması değildir. Üniversal eğitim,<br />
kürsüye çıkan hocanın öğrencilerine öğrettiği<br />
hukuki bilgilerin yanı sıra kendi dünya<br />
görüşlerini, politik görüşlerini, ülkenin dertlerine,<br />
sorunlarına bakış açısını, çözüm önerilerini<br />
anlattığı, hatta hayata, aşka, evliliğe, çocuklara,<br />
bakış açısını gösterdiği yani o güne kadar<br />
heybesinde biriktirdiği ne değeri varsa iyi kötü<br />
onları öğrenciye verdiği bir eğitimdir. Aslında işin<br />
bu tarafı bir eğitim değil hocanın kendi dünyasını<br />
mümkün olduğunca şeffaf bir şekilde öğrenciyle<br />
paylaşmasıdır. Bir anlamda onlara yüreğini<br />
açmasıdır. Benim akademisyen olarak kalmamın<br />
en önemli nedeni öğrencilere ders anlatmaktan<br />
duyduğum zevktir. Onlarla bir şeyler paylaşmak,<br />
onlara bir şeyler verebildiğimi hissetmektir. Bu<br />
şekilde davrandığınızda, yani yüreğinizi cesurca<br />
açtığınızda öğrenci, sizin samimiyetinizi ve kendinizce<br />
onlara bir şeyler vermeye çabaladığınızı<br />
anlarsa sizi kabul eder ama öncelikle insan olarak<br />
kabul eder. Yoksa illaki sizin dünya görüşlerinizi<br />
ya da politik görüşlerinizi paylaşmaz. Zaten<br />
paylaşması da beklenemez. Üniversal eğitim her<br />
hocanın gelip çorbaya bir tutam kendi tadından<br />
katmasıdır bana göre. Öğrenci sizin tadınızı<br />
beğenir ya da beğenmez. Ama samimiyetinize iyi<br />
niyetinize inanırsa sizi sayar hatta sever.<br />
Sayılmadan ve eğer mümkünse sevilmeden o yaşa<br />
gelmiş insanlara hiçbir şey veremezsiniz. Olsa<br />
olsa içlerinden bir küfür yersiniz o kadar. Ancak<br />
şunu da söyleyeyim ki öğrenci milleti çok<br />
akıllıdır. Hayatta kandırılamaz ve samimiyeti çok<br />
iyi fark eder.<br />
Ayrıca devamlı üniversite gençliği ile birlikte<br />
olmak sizin çağı yakalamanıza vesile olur.<br />
Akıllı hocalar, gençlere dikkat eder, onları dinler<br />
ve onlardan çok şey öğrenir. Zira mesleğiniz<br />
sayesinde doğmadığınız bir çağa ki bu çağ da ortalama<br />
her beş ya da altı yılda bir değişir, bir<br />
şekilde kıyısından köşesinden dahil olursunuz.<br />
Ipadle Witney Houston’ı dinlettiğim gün sınıfa<br />
mutluluğun çok izafi olduğunu, insanın içinde<br />
olduğunu, paranın, pulun, başarının, şanın,<br />
şöhretin kesinlikle insanların mutlu olması için<br />
yetmediğini, mutluluğun para ile satın alınmasının<br />
mümkün olmadığını, çağımızda insanların her<br />
şeyi, her duyguyu, her değeri tüketip, kirlettiğini<br />
anlatmak istedim. Mutluluğun çok basit şeylerde<br />
olduğunu söylemek istedim. Hayatta en büyük<br />
başarının aslında sadece mutlu olmayı başarmak<br />
olduğunu söylemek istedim. Tabi ki<br />
bencilleşmeden ve başkalarını mutsuz etmeden.<br />
Sadece bu.<br />
10.Dergimizin adının anlamını açıkladığımız<br />
yazıda “ genel itibariyle, parrhesia, bir hakikati<br />
söylemenin risk ya da tehlike arz ettiği durumlarda<br />
kullanılan bir söylem biçimidir” dedik.<br />
Ben sizde bunu gördüm. Ancak günümüzde,<br />
meslektaşlarınızın birçoğunda maalesef bunu<br />
göremiyoruz. Siz bu söylemleri ortaya koyarken<br />
akademik konumuzun size yüklediklerini<br />
gerçekleştirdiğinizi düşünerek mi (yani<br />
bir görev bilinci de dahil olarak mı) yoksa<br />
kariyerinizi bir kenara koyarak mı hareket<br />
ediyorsunuz?
PARRHESIA<br />
Ben nasıl düşünüyorsam açıkça söylüyorum.<br />
Akademik kariyer falan kesinlikle bildiğim<br />
doğruları savunurken aklıma gelmiyor. Zaten<br />
bildiğim doğruları söylemeden de duramıyorum<br />
ve kabul ediyorum ki bu bazen risk de teşkil<br />
ediyor. Hatta ailemden kimi zaman uyarı<br />
alıyorum. Özellikle televizyonda ya da gazetelere<br />
konuşurken biraz risk aldığımı da kabul ediyorum.<br />
Hatta bazen derslerde bile aynı duyguyu<br />
hissettiğim olmuştur ki bu duyguyu yine en az<br />
derste hissediyorum. Bu noktada öğrencilerin<br />
samimiyete olan saygısına güveniyorum. Özellikle<br />
son zamanlarda konuştuğumuz konular ülke<br />
bakımından hassas konular. Ama ülkenin bütün bu<br />
dertleri çözülmek zorunda. Türkiye’nin bu dertleri<br />
çözmekten başka şansı yok. Aksi hal bir felaket.<br />
Düşünmek bile istemiyorum. Peki bu konular<br />
tehlikeli, riskli diye ne yapayım? Konuşmayayım<br />
mı, bir hukukçu, bir akademisyen, bir vatandaşlık<br />
hukukçusu olarak mesela bu ülkenin yıllardır<br />
çözülemeyen en gerçek, en büyük derdinde kendi<br />
hukuki, siyasi, ahlaki, insani görüşlerimi,<br />
inandığım doğruları insanlara söylemeyeyim mi?<br />
O zaman neden hukukçu oldum? Neden hoca<br />
oldum? Ben söylemeyeceksem kim söyleyecek?<br />
Beğenilir ya da beğenilmez ama tartışılır. İnsanlarda<br />
belki bir soru işareti uyanır. Belki bir işe<br />
yarar.<br />
İnsanlara meslekleri, unvanları elbette ki<br />
önemli nitelikler katar ama insan her zaman<br />
karakteriyle vardır. Yani bir adam karakter olarak<br />
adam değilse profesör de olsa, doktor da olsa,<br />
bakan da olsa ne olursa olsun adam değildir. Ben<br />
neysem oyum. Evde de dost sohbetinde de,<br />
üniversitedeki kürsüde de, televizyondaki açık<br />
oturumda da bütün inandığım doğrularımla<br />
karşımdaki herkese ve her fikre saygı duyarak<br />
aynı yerdeyim. Bu arada 21 yaşından beri emek<br />
verdiğim ve gerçekten sahip olmaktan dolayı da<br />
büyük mutluluk duyduğum İ.Ü.Hukuk Fakültesinin<br />
profesörü olmanın, inandığım doğruları<br />
söyleme konusunda bana tanıdığı kolaylığın da<br />
hiç şüphesiz ki farkındayım.<br />
11.Son olarak sizin gibi hareket etmeye çalışan,<br />
tüm risklere rağmen hakikatin peşinde koşan<br />
biz gençlere neler söylemek istersiniz?<br />
Gençlere özellikle de hukukçu gençlere hep<br />
söylediğim, öncelikle adil olmaları. Adalet gerçekten<br />
bir insanda olması gereken en önemli<br />
duygudur ve hukukçular bakımından mutlaka<br />
taşımaları gereken bir özelliktir. İnsan her zaman<br />
kendisi haklı olamaz. Hiç kimse, hiçbir fikir her<br />
zaman doğru ve haklı olamaz. Muhakkak<br />
karşımızdaki dinlemek zorundayız. Kendimizi<br />
karşımızdakinin yerine koymak zorundayız. Anlamaya<br />
çalışmak, saygı duymak zorundayız. Hatta<br />
eğer mümkünse karşımızdaki sevmeye de<br />
çalışmalıyız. Bu şekilde davrandığımız müddetçe<br />
öncelikle kendi aile yaşantımızda, mesleki<br />
yaşantımızda, bir fert olarak yaşadığımız<br />
toplumda doğruya, yaklaşırız.<br />
Gençlerin özellikle de hukukçu gençlerin<br />
Türkiye’nin dertleri ile ilgilenmeleri gerekiyor.<br />
Araştırmaları, okumaları, kendi dünya görüşlerini,<br />
kendi doğrularını bulmaları gerekiyor. Bu ülkenin<br />
dertleri ile hukukçular ilgilenmeyecekse,<br />
hukukçular söz söylemeyecekse, kim söyleyecek?<br />
İnanın ki hukuk çok önemli bir üniversal<br />
eğitimdir. Kişiye çok şey katar. Aldığınız eğitimin<br />
kıymetini bilin ve eğitiminize kendi karakterinizi<br />
katın. Farklılığınızı yaratın. Kendinizi sevin. Kendisini<br />
sevmeyen gerçek anlamda kimseyi sevemez.<br />
Olmayan, eksik olan şeylere değil, var olana,<br />
sahip olduğunuz değerlere odaklanın. Eksik olan<br />
taraflarınızı çalışarak tamamlayın ama bunalıma<br />
girmeden, kendinizi küçümsemeden. Kendinize<br />
inanın. Kendinize duyduğunuz inanç, bildiğiniz<br />
doğrularınızı çekinmeden savunma konusunda<br />
size cesaret verir. Ancak en önemlisi yine<br />
tekrarlıyorum hep kendinizin doğru olduğu<br />
yanılgısına düşmemenizdir. Demokrasi en farklı,<br />
en absürt, en rahatsız edici fikirlerin bile özgürce<br />
korkmadan söylenebildiği, çoğunluğun azınlığı<br />
ezmediği, herkesin hakkının eşit şekilde<br />
korunduğu rejimin adıdır. Yaşadığımız bilgi<br />
çağında bütün gençlerin bir şekilde kendi yollarını<br />
bulacaklarına eminim.<br />
LKG: Evet, sorularımızın sonuna geldik.<br />
Zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.<br />
B.E: Ben tşekkür ederim.<br />
43
PARRHESIA<br />
ELEŞTİRİ<br />
Her ne kadar dergimiz editörlerinden Levent Kaan Gündoğdu’nun röportaj<br />
dahilinde sorduğu soruların yönlendiriciliği bakımından Bahadır Erdem’i<br />
mazur görmek zorunda olsak da, verilen cevapların “politik doğruculuk”<br />
bağlamında sorunlu olduğunu da belirtmek gerektiğini düşünüyoruz.<br />
Demokrasi anlayışının liberal anlamda çöküşünü -yani halkların kendi kaderlerini<br />
tayin etmesinin Lenin’den bu yana çok değişmiş olmasını- kabul etmiş<br />
olmamız dolayısıyla sosyal medyanın bireylerin, iktidarın oluşumundaki<br />
karar mekanizmasını doğrudan belirlediğine dair kanının yanlışlığını (daha<br />
doğrusu devletin ideolojik aygıtlarının toplumsala sirayet etmesinin<br />
yanlışlığını), hitap edilen öznenin temelde belirsizliğine (sosyal medyanın<br />
anonimliğine) sığınarak belirtmenin, aslında kişisel tatmine yönelik olduğunu<br />
söylemek istiyoruz. Adalet nasıl ki “halkın oy verme eylemiyle” gerçekleş -<br />
meyecekse, o halkın muktedirler aleyhinde kamuoyu oluşturmaya yönelik<br />
eleştirilerinin de bir karşılığı olduğunu düşünmüyoruz. Keza burada<br />
tartışılması ve üzerine düşünülmesi gereken temel sorun “yeni medya” olarak<br />
adlandırılan bu medya düzeninin demokratik bir özgürlükten ziyade, iktidarlara<br />
-Orwell’ın 1984’ündeki Büyük Biradervari- bir denetim ve gözetim<br />
imkanı veriyor olmasıdır. Burada Foucault’nun işçi sınıfının yasadışılığına<br />
dair yorumunu hatırlatmakta fayda var; “İşçi sınıfına iyi bakarsan, sonuçta,<br />
yasadışılıktan yanadır” der Foucault ve ekler; “Yasaya karşıdır çünkü yasa<br />
her zaman ona karşı yapılmıştır.” Bu denetim ve gözetim ağını da bir “yasa”<br />
olarak değerlendirecek olursak diyebiliriz ki, bizler de aslında yasadışı olmak<br />
zorundayız çünkü yasa, ancak ve ancak beraberinde getireceği yasadışılık<br />
ile bizlere yeni çözüm yolları bulmamız konusunda -dolaylı da olsa- bir<br />
destekleyicilik mekanizması görevini üstlenmiş olacaktır. Yani bize göre<br />
aslında uygulanan/uygulanmaya çalışılan bu baskı, denetim ve gözetim<br />
karşısındaki özne yasadışı olmalıdır ki, kendisine yeni söylem/eylem biçimleri<br />
bulabilsin.<br />
YAYIN KURULU<br />
(Eren Öztürk, Onurcan Yılmaz, Üstüngel Arı)<br />
BU ALAN<br />
ASLINDA BOŞ DEĞİL<br />
44
PARRHESIA<br />
Yazım ve Yayın Kuralları<br />
1. Parrhesia Dergisi, senede altı sayı olarak<br />
yayınlanan bir e-dergidir. Dergimiz hem online<br />
olarak hem de bilgisayara indirilerek (pdf) okumaya<br />
müsait şekilde hazırlanmaktadır.<br />
2. Yazarlara, yazılar için telif ücreti ödenmez ve<br />
yazarlar kendi yazılarından sorumludurlar.<br />
3. Yazılar iletişim mailimize word dosyası<br />
şeklinde gönderilmelidir. Gönderilen yazıların<br />
elimize geçmesinin ardından, yazının elimize<br />
geçtiğine dair yazara yazılı bir bildirimde (e-mail)<br />
bulunulur. Bunun ardından yayın kurulu<br />
tarafından inceleme aşamasına alınan yazıların,<br />
olumlu-olumsuz sonucu yazara bildirilir. Olumlu<br />
bir değerlendirme ile sonuçlandığı taktirde<br />
yayınlanır. Aksi durumda yazardan yazısı tekrar<br />
değerlendirilmesi istenir yahut nedenler gösterilerek<br />
neden yayınlanamayacağı hakkında kendisine<br />
bilgi verilir. İletişim maili:<br />
(parrhesiadergi@yahoo.com)<br />
Edebiyat çalışmaları gönderim hususları<br />
8. Tıpkı makale ve bilimsel çalışma metinlerinde<br />
olduğu gibi edebiyat çalışmalarında da bir<br />
alıntılama söz konusu ise, dipnot ve kaynakça<br />
kullanılmalıdır.<br />
9. Edebiyat çalışmaları gönderimlerinde,<br />
metinlerin daha önce başka bir yerde<br />
yayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır.<br />
10. Dergimizde ağırlıklı olarak edebiyat bilimi,<br />
akımları ve ürünleri üzerine deneme ve eleştiri<br />
yazılarına yer verilecektir. Burada önemli olan<br />
yazarların/şairlerin uğraştıkları alan üzerine bir<br />
düşünceye sahip ve bunları aktarabiliyor<br />
olmalarıdır.<br />
11. Öykü ve şiirler, bir amaç çerçevesinde, üzerine<br />
kurulu oldukları düşünüm biçimini yansıttığı<br />
ölçüde yayınlanmaya değer bulunacaktır.<br />
4. Yazıların daha önce başka bir yerde<br />
yayınlanmamış olması gerekmektedir. Ancak bazı<br />
özel/istisnai durumlarda “bu durum belirtilmek<br />
koşuluyla” kabul edilebilir.<br />
Makale ve bilimsel çalışma<br />
gönderim hususları<br />
5. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde,<br />
metinlerin daha önce başka bir yerde<br />
yayınlanmamış olması hususu (madde 4) esastır.<br />
6. Dergimizde, tarih, ekonomi-iktisat, sosyoloji,<br />
psikoloji, felsefe, siyaset bilimleri, edebiyat,<br />
iletişim-medya bilimleri vb. disiplinler ile ilgili<br />
bilimsel-derleme makaleler, kitap tanıtım yazıları<br />
vb. çalışmalara yer verilmektedir.<br />
7. Makale ve bilimsel çalışma gönderimlerinde<br />
dipnot ve kaynakça kullanımı esastır. Makale<br />
yahut bilimsel çalışma adı altında gönderilen fakat<br />
kaynakça ve dipnot kullanımı olmayan metinler<br />
değerlendirmeye alınmayacaktır.<br />
(Bkz. Dipnot ve kaynakça kullanım hususları)<br />
Dipnot ve Kaynakça Kullanım Hususları<br />
13. Dipnotlar sayfa altlarında yahut yazının sonunda<br />
verilebilir. Kaynakça yazının sonunda<br />
olmalıdır.<br />
Dipnot Kullanımı:<br />
Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın Yılı :<br />
Alıntılanan sayfa ya da sayfa aralığı<br />
Dipnot Örneği:<br />
Childe 2007: 15<br />
Kaynakça Kullanımı:<br />
Yazarın soyadı (bir boşluk) Yayın yılı : Yazarın<br />
tam adı, Kitabın adı (yabancı bir eserse parantez<br />
içinde çevirenin adı), Yayın evi, Yeri, Yılı.<br />
Kaynakça Örneği: Childe 2007: Gordon Childe,<br />
Tarihte Neler Oldu? (çev. Alaeddin Şenel – Mete<br />
Tunçay), Kırmızı Yayınları, İstanbul, 2007<br />
45