Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Karkerên jin û mêr!<br />
Ji xeynî zencîrên we tiştekî<br />
we yê wendakirinê tune!<br />
Hûn dikanin cîhanekê<br />
nu wergirin!<br />
AYLIK<br />
SİYASİ<br />
GAZETE<br />
Kadın ve erkek işçiler!<br />
Zincirlerinizden başka<br />
kaybedecek birşeyiniz yok!<br />
Kazanacağınız<br />
yeni bir dünya var!<br />
OCAK 2010/01 ❍ FİYATI 1 TL ❍ ISSN 1302-692X140<br />
İşçi düşmanlığında sınır yok!<br />
Tekel işçileri direniyor...<br />
2009’dan 2010’a<br />
Açılımdan tutuklamalara, kapitalizmin krizinden, Tekel’e...<br />
1936-1938‘de<br />
Dersim’de ne olmuştu?<br />
‘Katsayı farkı’ savaşı...<br />
Yüksek Yargı iktidar dalaşında
• editörden - içindekiler<br />
Değerli okuyucu,<br />
2009 yılını geride bıraktık. Geride bıraktığımız bir<br />
yıl, ezilenler açısından egemenlerin saldırılarının<br />
yoğunlaşarak devam ettiği bir yıl oldu. 2009 yılına<br />
damgasını vuran ekonomik kriz, sömürüyü daha<br />
da katmerleştirdi. Binlerce işçi işten atılırken geri<br />
kalanlar da işten çıkarılmakla tehdit edilerek kötü<br />
şartlarda çalışmaya mecbur bırakıldılar. Bunun<br />
karşısında 2009 yılı aynı zamanda işçi sınıfının<br />
mücadelesinde cılız da olsa bir hareketlenmenin<br />
yaşandığı bir yıl oldu. 2009 yılının başından bu<br />
yana sendikalı olmak için direnişe geçen işçilerin<br />
bir bölümü 1 yılı aşkın bir süredir direnişilerine<br />
devam ediyorlar. 2009 yılının son günlerinde<br />
Ankara’da biraraya gelen Tekel işçileri özelleştirmeyi<br />
ve kölelik sözleşmesi 4-C kapsamında çalışmayı<br />
kabul etmedikleri için kışın soğuğuna aldırmadan<br />
eylemlerini sürdürüyorlar. Tekel işçilerine yönelik<br />
bu saldırıyı konu alan bir yazıyı sayfalarımızda<br />
bulabilirsiniz.<br />
2009 yılında burjuvazinin iki kesimi arasında<br />
yürüyen iktidar dalaşı devam etti. Ergenekon<br />
soruşturmaları ve AKP hükümetinin ‘Kürt Açılımı’<br />
siyaseti, egemenlerin bu iktidar dalaşını daha da<br />
kızıştırdı. 2010 yılının da bu dalaşta önemli bir yıl<br />
olacağını şimdiden söyleyebiliriz.<br />
EDİTÖRDEN<br />
Kürt halkının demokratik taleplerine yönelik<br />
saldırılar 2009’da da artarak devam etti. En<br />
son DTP kapatıldı, onlarca Kürt milletvekiline<br />
siyaset yasağı getirildi. Onlarcası gözaltına alındı,<br />
tutuklandı. DTP’nin kapatılmasının perde arkasını<br />
ortaya koyan bir makaleyi Halkların Kardeşliği<br />
sayfalarımızda okuyabilirsiniz.<br />
CHP’li Onur Öymen’in Dersim Katliamını savunan<br />
açıklamaları ve ardından yükselen tepkiler<br />
2009 yılının sonlarına damgasını vuran önemli<br />
gelişmelerden biri idi. Bu sayımızda Paris’ten bir<br />
okurumuzun yapılan bir Dersim Konferansının<br />
izlenimlerini sizlerle paylaşıyoruz.<br />
Bunlar dışında Kadın, Panorama, Çevre ve diğer<br />
sayfalarımızda yer verdiğimiz güncel konulardaki<br />
tavırları ilgiyle okuyacağınızı düşünüyoruz.<br />
2010 yılının işçi sınıfının mücadelesinin daha da<br />
gelişip güçlendiği bir yıl olması dileğiyle... ❦<br />
ÖZÜR:<br />
Geçen sayımızın Gençlik sayfalarında yayınladığımız<br />
‘Sermayenin gelişme yasalarıyla birlikte Üniversiteler’<br />
başlıklı yazımızı teknik bir hata sonucu eksik bastık.<br />
Yazının tam metnini Yeni Dünya Gençliği dergimizin<br />
22. sayısında okuyabileceğinizi belirtir, özür dileriz.<br />
İÇİNDEKİLER<br />
GÜNDEM<br />
2009’dan 2010’A Açılımdan tutuklamalara, kapitalizmin<br />
krizinden, Tekel’e... .......................................3<br />
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN<br />
DTP kapatıldı . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 5<br />
GÜNCEL<br />
İşçi düşmanlığında sınır yok! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 8<br />
4-C = Kölelik sözleşmesi…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9<br />
Katledilişinin 3. yılında Hrant Dink mücadelemizde yaşıyor!. . . . 10<br />
Kadıköy’de Dersim katliamı lanetlendi ......................11<br />
1936-1938‘de Dersim’de ne olmuştu? .......................12<br />
Esenyurt’ta katliam lanetlendi! ............................14<br />
Kaza değil cinayet! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 15<br />
Türkiye doğuya mı kayıyor? ...............................16<br />
İsviçre’de minare yasağı!”Burjuva siyasetçilerinin ikiyüzlülüğü . 18<br />
Gözaltında katletmeler, yargısız infazlar sürüyor! . . . . . . . . . . . . 21<br />
Cinsel Tacize Hayır! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 21<br />
YENİ KADIN DÜNYASI<br />
8 kadın işçinin can bedeli 190 bin TL! .......................22<br />
PANORAMA<br />
Eski gerilla, yeni başkan! -URUGUAY- . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23<br />
Darbecilerin seçimi yapıldı! -HONDURAS-...............25<br />
Morales yeniden başkanlığa seçildi!-BOLİVYA- ...............26<br />
YAŞAMA TEMELLERİNİ KORUMA MÜCADELESİ<br />
BM İklim Konferansı yapıldı! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 28<br />
YENİ DÜNYA GENÇLİĞİ<br />
Yüksek Yargı iktidar dalaşında. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30<br />
2<br />
ÇAĞRI Basın Yayın Ltd. Şti Adına Sahibi ve Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Aziz Özer • Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt / İstanbul •<br />
Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Banka Hesap: Türkiye İş Bankası Galatasaray-İstanbul, Hesap No: 1022 0 738654 • Sayı: 140· Ocak2009 • ISSN 1301-692X140 • Fiyatı: Türkiye: 1 TL · Türkiye Dışı: 1,50 Euro •<br />
Baskı: Uğur Matbaacılık Tel.: (212) 501 81 09 Litros Yolu 2. Matbaacılar Sitesi 6. Kat A Blok 4 NA 8-10-11-23 · Topkapı - İstanbul • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.org • mail@ydicagri.org
2009’dan 2010’a<br />
Açılımdan tutuklamalara, kapitalizmin<br />
krizinden, Tekel’e...<br />
gündem<br />
2009 aslında yenilikleri de<br />
beraberinde getirdi. Örneğin<br />
ilk defa kuvvet komutanları<br />
Ergenekon davası kapsamında<br />
darbe suçlaması ile sorgulandılar.<br />
Emekli ve muvazzaf askerler<br />
tutuklandı, askeri bölgeler sivil<br />
yargı tarafından arandı, subaylar<br />
ve askerler gözaltına alındı.<br />
2009<br />
yılı yükü işçilerin, emekçilerin<br />
sırtına b<strong>indir</strong>ilen krizin gölgesinde<br />
başlayarak, “iyi şeyler olacak” aldatmacasıyla<br />
devam etmişti. Cumhurbaşkanı Gül’ün tarihi bir fırsattan<br />
bahsettiği ve “iyi şeyler olacak” dediği şey, hükümetin<br />
Kürt açılımı açıklamalarıyla hız kazanmış<br />
ve bir anda yıllardır süren savaşın sona ereceğine dair<br />
umutlar yeşermişti. TRT Şeş’in açılmış olması, üniversitelerde<br />
Kürdoloji bölümü açılabileceğinin sinyallerinin<br />
verilmesi ve nihayet Maxmur ve Kandil’den<br />
gelen PKK’lilerin serbest bırakılması yeşeren umutları<br />
destekliyordu. Ancak 2010’a yaklaşırken bu<br />
umutların yerini umutsuzluk almaya başladı, dağ<br />
fare doğurdu. Her fırsatta açılımın bir devlet siyaseti<br />
olduğunu açıklayan AKP, bu konuda TC’nin kırmızı<br />
çizgilerinin aşılmayacağını da gösterdi. Yapılmak istenen<br />
şeyin açılım adı altında Kürtlerin taleplerinin bir<br />
kısmının kabul edilmesi, bu yapılırken ise Kürtlerin<br />
andaki temsilcisi olan siyasetlerin muhatap alınmaması,<br />
yani aslında PKK’nin savaşan silahlı güç <strong>olarak</strong><br />
tasfiye edilmek istenmesinin olduğu ortaya çıktı. Her<br />
ne kadar AKP Hükümeti parti kapatmalarının onaylamadıklarını<br />
söylese de DTP’nin kapatılması yolundaki<br />
taşları bizzat kendisi döşedi. Kürtler ve DTP üzerindeki<br />
baskılar, saldırılar, linç girişimleri arttırıldı,<br />
Anayasa Mahkemesi’ne Batasuna örneği hatırlatıldı,<br />
mahkemenin kararına günler kala hükümet temsilcileri<br />
ile Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç<br />
ve üyeler Antakya’da aynı otelde tatil yaptı. DTP kapatıldıktan<br />
sonra ise hem Cumhurbaşkanı’nın, hem<br />
Hükümetin hem de muhalefetin ortak açıklaması<br />
“herkes bu karara saygı göstermeli” oldu.<br />
DTP’nin kapatılması ve milletvekilleri de dahil<br />
birçok kişiye siyasi yasak getirilmesi kararı ardından<br />
DTP meclisten çekilme kararı aldı. Ancak Abdullah<br />
Öcalan’ın “parlamento zemininin terk edilmemesi<br />
gerektiği” yönlü müdahalesi ile bu karar değiştirilerek<br />
milletvekilleri ve belediye başkanları Barış ve<br />
Demokrasi Partisi’ne geçtiler. Geçer geçmezde gözaltına<br />
alındılar. 24 Aralık’ta Diyarbakır Cumhuriyet<br />
Başsavcılığı’nın talimatı ile aralarında DTK ve İHD<br />
yöneticilerinin, belediye başkanlarının bulunduğu 80<br />
kişi gözaltına alındı. BDP yaptığı açıklamada Gül’ün<br />
“iyi şeyler olacak” açıklamasından bu yana yapılan<br />
operasyonlar ile yaklaşık 500 Kürt siyasetçinin tutuklu<br />
olduğunu açıkladı.<br />
3
gündem<br />
4<br />
Kürt sorunu iktidar dalaşının, AKP’nin sandık hesaplarının,<br />
muhalefet partilerinin ırkçı-şovenist açıklamalarının<br />
gölgesi altında, hiç de iyi olmayan gelişmelerle<br />
sürüyor. 2010’da da gündemdeki esas yerini<br />
koruyacak.<br />
2009’un son günleri ilk günleri gibi işçi ve emekçilerin<br />
eylemlerinin artmasına sahne oldu. 25 Kasım’da<br />
memur sendikalarının bir günlük iş bırakma eylemi<br />
katılım açısından olduğu kadar, iki konfederasyonun<br />
(KESK’in ve Kamu-Sen’in) ortak eylemi olmasıyla da<br />
önemliydi. Son yıllarda ilk kez iki memur konfederasyonu<br />
bu denli büyük bir eylemi birlikte örgütledi.<br />
Hem eylemler sırasında hem de sonraki günlerde<br />
devlet emekçilerden bir günlük grevin hesabını<br />
sormaya başladı. Birçok memur greve katıldığı için<br />
soruşturmaya uğradı, TCDD’de olduğu gibi bazı memurlar<br />
görevden uzaklaştırıldı. Ancak buna karşı da<br />
memurların kararlı mücadelesi sonucu TCDD yönetimi<br />
geri adım attı.<br />
Bu yılın en önemli eylemlerinden biri ise Alevilerin<br />
düzenlediği eylem oldu. Yüzbinlerce kişinin katıldığı<br />
mitingde diyanetin kaldırılması, Aleviliğin ve Cem<br />
evlerinin resmen tanınması, zorunlu din derslerinin<br />
kaldırılması vb. talepler yanında, 12 Eylül anayasasının<br />
kaldırılması gibi demokratik, ilerici talepler haykırıldı.<br />
Krize karşı verilen mücadelelerin 2009’da iyice hız<br />
kesmesi, lokal birkaç direniş dışında işçi direnişlerinin<br />
2009’da görece zayıflığı derken Tekel işçilerinin<br />
mücadelesi havayı iyice ısıttı. 12 gündür işleri için<br />
Ankara’nın ayazında, yağmura, devletin copuna, biber<br />
gazına, tazyikli suyuna karşı direnen Tekel işçileri<br />
sınıfı hareketlendirdi. Tekel işçilerinin direnişinin soğuğa<br />
ve devlete rağmen sürmesi Türk-İş’i de harekete<br />
geçmeye zorladı. 25 Aralık günü Türk-İş’e bağlı sendikaların<br />
üyesi olan işçiler fabrikaları, işyerleri önünde<br />
eylemler yaparak, işe bir saat geç başlayarak Tekel<br />
işçilerinin yanında olduklarını gösterdiler. Özellikle<br />
bazı işyerlerinde ve bazı sendikaların üyelerinin yüksek<br />
katılımı işçi sınıfının Tekel işçilerinin direnişine<br />
destek olmak istediğini, Türk-İş’in ise bunu ağırdan<br />
aldığını gösterdi. Eylemlere DİSK ve Memur sendikaları<br />
ile siyasi partiler, demokratik kitle örgütleri<br />
de destek verdi. Türk-İş aldığı karar doğrultusunda<br />
eylemleri sürekli arttıracağını açıkladı. Türk-İş Çukurova<br />
Bölge Başkanı Edip Gülnar ise Türk-İş’in uzlaşma<br />
yanlısı bir federasyon olduğunu, ancak AKP ile<br />
artık uzlaşma olamayacağını, Türk-İş’in artık “eskisi<br />
gibi sessiz kalmayacağını” söyleyerek, Tekel işçilerinin<br />
mücadelesini desteklemek için her Cuma günü<br />
eylemi bir saat arttıracaklarını açıkladı. Bu sürecin<br />
nasıl işleyeceğini hep birlikte göreceğiz. Ancak şimdi<br />
görünen, çok farklı bir durum yaşanmazsa Tekel işçileri<br />
2010’u direniş ile karşılayacaklar. 2009’u direnişle<br />
karşılayan Sinter Metal işçileri gibi.<br />
2009 aslında yenilikleri de beraberinde getirdi.<br />
Örneğin ilk defa kuvvet komutanları Ergenekon davası<br />
kapsamında darbe suçlaması ile sorgulandılar.<br />
Emekli ve muvazzaf askerler tutuklandı, askeri bölgeler<br />
sivil yargı tarafından arandı, subaylar ve askerler<br />
gözaltına alındı. 2009 biterken olan bu gelişmeler<br />
iktidar dalaşının 2010’da da tüm hızıyla süreceğini,<br />
suikast iddiaları/girişimlerinin gösterdiği biçimde<br />
mücadelenin de sertleşeceğini, boyut değiştireceğini<br />
gösteriyor.<br />
Tüm bunların yanında değişmeyen şeyler de var.<br />
Emek ve sermaye arasındaki çelişki, işçi sınıfının<br />
burjuvazi tarafından sömürülmesi ve bu sömürünün<br />
sürekli arttırılması değişmedi. Tüm dünyada yoksullar<br />
hala açlıktan ölüyorlar, devrimciler açık veya<br />
gizli katlediliyorlar, sendikacılar gözaltına alınarak,<br />
tutuklanarak, zaten az olan sınıf hareketi tamamen<br />
yok edilmeye çalışılıyor. Yani burjuvazi ve onun devleti<br />
bir an bile duraksamaksızın sınıfının çıkarlarının<br />
gerektirdiğini, kendisi için sınıf olma gerekliliğini yerine<br />
getiriyor, işçi ve emekçilere karşı her alanda savaş<br />
yürütüyor.<br />
2010’da devrimcilerin, komünistlerin, sınıf bilinçli<br />
işçi ve emekçilerin kendisine sorması gereken asıl<br />
soru şu: “Peki ya biz, uyuyan devi uyandırmak için<br />
ne yapıyoruz?”<br />
27.12.2009 ✓
Kürtlerin iradesine saldırı, ‘Açılım’a yüksek yargı darbesi<br />
Beklenen oldu. 2 yıl boyunca “Demokles’in kılıcı”<br />
misali DTP’nin boynunda sallandırılan kapama<br />
tehdidi gerçekleştirildi. DTP kapatıldı.<br />
Abdullah Öcalan’nın İmralı’da şartlarının kötüleştirilmesi,<br />
buna karşı gerçekleştirilen kitlesel protesto<br />
gösterileri, DTP’nin kapatılması vb. ekseninde yaşanılan<br />
gelişmelere tavır takınmak istiyoruz.<br />
İmralı’da yeni yapılan F tipine konulan Abdullah<br />
Öcalan, şartları iyileştirme adına iyice kötüleştirildi.<br />
Öcalan kendi ifadesi ile “ölüm çukuruna” konuldu.<br />
2 Aralık’tan itibaren Öcalan’ın yaşam şatlarının<br />
kötüleştirilmesini protesto eden gösteriler yapılmaya<br />
başlandı. Öcalan’ın şartlarının düzeltilmesi talep<br />
edildi. Türk devletinin kitlesel gösterilere verdiği cevap<br />
kurşun, gaz, cop, gözaltı, tutuklama terörü vs.<br />
oldu.<br />
‘Serhildan’ların yaşandığı bu ortamda, Anayasa<br />
Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, iki yıla yakın<br />
süredir açılmış ve 1 yıla yakın süredir Anayasa<br />
Mahkemesi’nde duruşma/karar aşamasında bekleyen<br />
DTP kapatma davasına 8. Aralıkta başlanacağını<br />
duyurdu.<br />
Bu yaygına körükle gitmek anlamına gelen, Kürt<br />
yığınları tahrik anlamına gelen bir zamanlama idi.<br />
Bu açıklama yapıldığı gün sokaklarda “serihildan”<br />
lar sürüyor, çocuk yaşta insanlar çatışmalarda ön saflarda<br />
yer alıyordu.<br />
Sivil faşist güçler de “Şehitler ölmez/Vatan bölünmez”<br />
şiarı ve Türk bayrakları ile sokaklara dökülmeye<br />
başlıyordu.<br />
Irkçı ve faşist saldırılar<br />
Medyanın kışkırtması ve devletin göz yumması ile<br />
çeşitli yerlerde DTP’ye, Kürtlere saldırılar yapıldı. Bu<br />
saldırılardan birkaç örnek:<br />
*DTP’nin İzmir’de yaptığı mitinge sivil faşistler<br />
saldırdı. Miting yerine giden arabalar taşlandı.<br />
DTP’lilere taşlarla, sopalarla saldırıldı. Bu faşist saldırılar<br />
medyada halkın kendiliğinden tepkisi <strong>olarak</strong><br />
tanıtıldı. DTP konvoyunda “gerilla kıyafeti giydirilmiş<br />
çocuklar”ın olduğu, “halkın” buna tepki gösterdiği<br />
vb. masalı anlatıldı.<br />
DTP kapatıldı<br />
*Medya sokaklardaki çatışma görüntülerini tekrar<br />
tekrar göstererek “Bütün bunlar pul kadar yer için yapılıyor”<br />
kampanyası yürütmeye başladı. Bir yandan<br />
vatandaşlara “sabır” çağrıları yapılırken, bir yandan<br />
da açıkça “sabırlar taşabilir” propagandası ile Kürtlere<br />
karşı “sivil” şiddet eylemleri tahrik edildi. DTP<br />
üzerinde ise “kendini PKK’dan açıkça ayır”, “sokakta<br />
şiddet eylemlerini sen durdur” baskısı yapıldı.<br />
*Amed’de polisin dağıtmaya çalıştığı protesto gösterisinde<br />
üniversiteli Aydın Erdem vurularak öldürüldü.<br />
*DTP Keçiören İlçe Başkanlığı kurşunlandı. Olayın<br />
ardından gelen polis ekiplerinin incelemesi sonucunda<br />
ilçe başkanlığının camlarına 10 kurşun<br />
isabet ettiği belirlendi. Kızılay’daki DTP Ankara İl<br />
Başkanlığı’na molotofkokteyli atıldı. İl Başkanlığının<br />
camını kırarak içeriye düşen molotofkokteylinin çıkardığı<br />
yangın, İtfaiye ekiplerinin zamanında müdahalesiyle<br />
büyümeden söndürüldü. Yangın nedeniyle<br />
binada maddi hasar meydana geldi.<br />
Saldırıyı düzenledikleri suçlaması ile gözaltına alınan<br />
4 kişiden Olcay A.’nın Tunceli, Hakkı Y.’nin ise<br />
ise Şırnak Gabar’daki çatışmalarda yaralandıkları<br />
ortaya çıktı. Gözaltına alınan 2 gazinin Keçiören Gaziler<br />
Derneği’ne üye oldukları anlaşıldı. 4 saldırgan<br />
serbest bırakıldı.<br />
*İstanbul Dolapdere’de DTP’nin kapatılmasını protesto<br />
eden bir gösteriye sivil faşistler saldırdı. Burjuva<br />
medyanın “sokak sakinleri”, “sabrı taşan esnaflar”<br />
vb. <strong>olarak</strong> tanıttığı elleri sopalı, döner bıçaklı, beyzbol<br />
sopalı bir grup “Ya Allah Bismillah Allahü Ekber”,<br />
“Hepimizi Mehmetiz PKK’ya yeteriz” sloganları ve<br />
kurt başı işaretleri ile saldırıya geçti. Saldırganların<br />
üçünün elinde saldırdıklarına doğrultulmuş ateşli<br />
silahlar vardı! Açıkça hazırlıklı bir faşist saldırı söz<br />
konusu idi. Bu saldırı sırasında bir protestocu kurşun<br />
yarası alarak hastaneye kaldırıldı.<br />
Polis saldırganlara müdahale etmedi. Söz konusu<br />
olan işçi hareketlerini, hak arama mücadelelerini,<br />
DTP’nin kapatılmasını protesto vb. gösterilerini bastırma<br />
olduğunda gaz kullanmada çok cömert olan<br />
polis, bu olayda gaz kullanmadı. Polis sözcüleri son-<br />
✌<br />
halkların kardeşliği için<br />
5
✌ radan “ semt pazarı kurulduğu için biber gazı kullanılmadığı”<br />
açıklamasını yaptılar.<br />
Silahlı saldırganlar gözaltına alınıp serbest bırakıldı.<br />
Saldırganlar tarafından yaralanan kişi ise gözaltına<br />
alındı. “Taşların bağlanıp, itlerin salındığı köy”<br />
böyle olsa gerek!<br />
*Muş’un Bulanık İlçesi’nde bir grup DTP’nin kapatılmasını<br />
protesto için gösteri yaptı. İlçe merkezinde<br />
yapılan basın açıklamasının ardından, 700. Yıl<br />
Caddesi’ne doğru yürüyüşe geçen göstericiler içinden<br />
bir grup söz konusu cadde üzerinde kepenk <strong>indir</strong>me<br />
çağrısına uymayan, bazı işyerleri ile bir bankaya<br />
taş attı. Bu sırada Turan Bilen isimli köy koruyucusu<br />
devletin verdiği ruhsatlı kalaşnikofla göstericilere<br />
ateş açtı. Ortalık bir anda kan gölüne döndü.<br />
Saldırı sonucu Kemal Aycan ve Nejmi Oral hayatını<br />
kaybetti. Hamdullah Güvercin, Sadık Çiftçi, Cüneyt<br />
Çelik, Kenan Gündüz, Heybet Kondu, Abdulkerim<br />
Çelik ve Lokman Sönmez isimli kişiler yaralandı.<br />
Bulanıktaki katliam burjuva medya tarafından saldırıya<br />
uğrayan esnaf bir vatandaşın “itidalli” olmaması<br />
sonucu çıkan basit bir olaymış gibi gösterildi.<br />
Hayır, olan bilinçli bir katliamdır. Derin devlet işbaşındadır.<br />
Kan dökerek ortamı gerginleştirmeye çalışmaktadır.<br />
halkların kardeşliği için<br />
duyduklarını açıkladı, ve bu eylemi “barış sürecine<br />
darbe vuran” bir provokasyon <strong>olarak</strong> değerlendirdi.<br />
Eylemi bir provokasyon eylemi <strong>olarak</strong> değerlendiren<br />
DTP Eş Başkanı Ahmet Türk PKK’nin saldırıyı<br />
üstlenmesiyle ilgili <strong>olarak</strong> “Çok üzgünüz, önceki sözlerimin<br />
arkasındayım. Cana yönelik olayları tasvip<br />
etmiyoruz” açıklamasında bulundu.<br />
DTP kapatıldı<br />
Anayasa Mahkemesi Yargıtay Cumhuriyet<br />
Başsavcılığı’nın 2007 yılı sonunda “DTP’nin kapatılması”<br />
talebiyle hazırladığı iddianameyi 8 Aralık<br />
Salı günü esastan görüşmeye başladı. Anayasa<br />
Mahkemesi’nin kararı 11 Aralık 2009 Cuma günü 9<br />
saat süren toplantının ardından akşam saatlerinde<br />
açıklandı. Mahkeme oy birliğiyle; DTP’nin “eylemleri<br />
yanında terör örgütüyle olan bağlantıları da değerlendirildiğinde<br />
devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez<br />
bütünlüğüne aykırı nitelikteki fiillerin işlendiği<br />
6<br />
Tokat/Reşadiye<br />
Tokat’ın Reşadiye ilçesinde hareket halindeki bir askeri<br />
birliğe yapılan saldırıda 7 asker öldürüldü, üç asker<br />
yaralandı. Erdoğan’ın yanında bir heyetle ABD’de<br />
görüşmeler için bulunduğu bir sırada bu eylem yapıldı.<br />
Türkiye’nin içinde savaş tamtamlarının çalındığı,<br />
sokak eylemleri bahane edilerek Kürtlere karşı genel<br />
bir kışkırtıcılık ortamının hazırlandığı, bir gün sonra<br />
DTP kapatma davasının başlayacağı günde yapılan<br />
bu eylem medyada “teröre” ve “teröristlere”- genelde<br />
Kürtlere- karşı kışkırtıcılığı arttırmak için, ordu etrafında<br />
kenetlenme çağrıları için tepe tepe kullanıldı.<br />
Eylemin zamanlaması eylemin bir provokasyon eylemi,<br />
ortamı bilinçli <strong>olarak</strong> germek için, savaş ortamını<br />
daha da geliştirmek için, savaşın sürmesini sağlamak,<br />
atılan cılız barış adımlarını torpillemek için<br />
yapılmış bir eylem olma olasılığını güçlendiriyordu.<br />
HPG adına üstlenilen eylem, objektif <strong>olarak</strong> savaşın<br />
sürmesinden yana, Kürtlerle Türklerin karşı karşıya<br />
gelip çatışmasından yana çıkarı olan güçlerin işine<br />
gelen, onların ekmeğine yağ süren bir eylemdi.<br />
DTP adına eylemi değerlendiren Eş Başkan Ahmet<br />
Türk’de “Tokattaki şehitlerin acısını yürüklerinde<br />
bir odak haline geldiği” gerekçesiyle, Anayasa’nın<br />
68. ve 69. maddeleri ile 2820 sayılı Siyasi Partiler<br />
Kanunu’nun 101 ve 103. maddeleri gereğince kapatılmasına<br />
karar verdi.<br />
Mahkeme, “beyan ve eylemleriyle partinin kapatılmasına<br />
neden oldukları” için DTP Eş Başkanı ve Mardin<br />
Milletvekili Ahmet Türk ile Diyarbakır Milletvekili<br />
Aysel Tuğluk’un da milletvekilliklerini düşürdü.<br />
Mahkeme yine aynı gerekçeyle aralarında Tuğluk ve<br />
Türk ile Siirt Belediye Başkanı Selim Sadak, Batman
Belediye Başkanı Necdet Atalay, Cizre Belediye Başkanı<br />
Aydın Budak ve Kızıltepe Belediye Başkanı Ferhan<br />
Türk ile birlikte toplam 37 DTP’li hakkında “5 yıl<br />
süreyle bir başka partinin kurucusu, üyesi, yöneticisi<br />
ve denetçisi olamayacakları” yönünde karar verdi.<br />
Kararı titizlikle aldıklarını ifade eden Anayasa<br />
Mahkemesi, DTP kurucusu ve parti üyesi olmayan<br />
Leyla Zana’nın açıklamalarını da kapatma gerekçesi<br />
sayarak, ne kadar ‘ciddi’ karar verdiklerini gösterdi.<br />
Siyasi yasaklılar arasında DTP Şırnak İl Örgütü yöneticisi<br />
<strong>olarak</strong> gösterilen Abdullah İsnaç’da ‘titiz’ biçimde<br />
alınan karar doğrultusunda, siyasi yasaklı ilan<br />
edildi. İsnaç, Şırnak İl Yöneticisi değil, Belediyenin<br />
taşeron bir firmasında çalışan bir işçi. Bu iki örnek<br />
Anayasa Mahkemesi’nin kararının hukuki değil, siyasi<br />
olduğunu göstermeye yeter.<br />
DTP’nin kapatılması kararı bürokrat burjuva elitin<br />
“açılım” a doğrudan müdahalesi anlamına gelen bir<br />
karar olup, yüksek yargının “açılım”a darbesidir.<br />
Bu karar ile Kürtlere verilen mesaj “size hiçbir zaman<br />
kendi ulusal kimliğinizle siyaset yapma izni<br />
vermeyeceğiz” mesajı, silahlı çatışmada ezmek için<br />
sokağa ve dağa davet mesajıdır. Bu davanın sonuçlandırılmasının<br />
bu kadar uzatılması ve sonuçlandırılmasının<br />
tam da “açılım” denen korkak burjuva barış<br />
siyasetinin tartışıldığı, bitirilmek için her türlü melanetin<br />
gündemde olduğu bir döneme denk getirilmesi<br />
tesadüf değildir.<br />
Bugünkü Anayasa ve yasalarla Anayasa<br />
Mahkemesi‘nin DTP hakkında yasaklama dışında<br />
bir karar vermesi mümkün değildir. Eğer AB’ne<br />
uyum vb. isteniyorsa siyasi parti yasaklamalarını zorlaştıracak<br />
yasalar çıkarılmalı, Anayasal değişiklikler<br />
yapılmalıdır.<br />
Haşim Kılıç basın toplantısında bir gazetecinin<br />
sorusu üzerine, İspanya Bask Bölgesi ile Batasuna<br />
kararını da incelediklerini söylüyor, o karara atıfta<br />
bulunarak aldıkları kararın AB normlarına uygun<br />
olduğunu söylüyor.<br />
Başta Cemil Çiçek olmak üzere AKP’nin bazı kurmayları<br />
kapatma kararından önce ellerinde İspanya<br />
Anayasa Mahkemesi’nin Herri Batasuna kararıyla<br />
dolaştılar. Bask dilinde “birlik” demek olan Batasuna,<br />
ETA ile bağı olduğu gerekçesiyle kapatılmıştı. AİHM<br />
de bu kararı uygun bulmuştu.<br />
Bu bağlamda Bask Bölgesinin İspanya devleti içinde<br />
özerk bir bölge olduğu, orda resmi dilin Bask dili<br />
olduğu, Bölgenin iç işlerinde bütünüyle bağımsız<br />
hareket ettiği, kendi parlamentosu, hükümeti, polisi<br />
olduğu vb. unutuluyor. Önce Kürtler bu hakları elde<br />
etsinler ondan sonra bu karşılaştırmayı yapalım!<br />
DTP kapatma kararı açıklanmadan önce “sine-i<br />
millete döneriz” açıklamasını yapmıştı. Kapatma<br />
kararına tepki gösteren Ahmet Türk şu açıklamayı<br />
yaptı: ”Demokratik siyaseti önemsiyoruz. Bu konuda<br />
arkadaşlarım kararlılıklarını çok açık ifade ettiler.<br />
Grubumuz fiili <strong>olarak</strong> parlamentodan çekilmiştir.<br />
Çalışmalara katılmayacaktır. Ama umut ediyorum<br />
ki herkes bugünü yarını, geleceği yeniden düşünür.<br />
Geçmişte aldığımız kararımızın arkasındayız. Ama<br />
tabi bu ülkede dostlarımız, demokrasi mücadelesi veren<br />
insanımız var. Her şeyi daha geniş paylaşacağız.”<br />
Diyarbakır toplantısı ertesinde “Sine-i millete dönme”,<br />
parlamentodan tamamen çekilme kararı, esas<br />
<strong>olarak</strong> Öcalan’nın “parlamentoda kalınması gerektiği”<br />
yönlü tavrı ertesinde değiştirildi. DTP, yoluna<br />
Barış ve Demokrasi Partisi <strong>olarak</strong> devam etme kararı<br />
aldı. BDP bağımsız vekil Ufuk Uras’ın katılımı ile<br />
mecliste grup oluşturabilecek.<br />
Çözüm devrimde!<br />
Söz konusu Kürtler ve devrimciler olduğunda şahin<br />
kesilen devlet güçleri, ırkçı ve faşist saldırılara “halkın<br />
tepkisi” diye kayıtsız kalması, devletin bugüne<br />
kadar uyguladığı faşist siyasetin bir sonucudur. Demokratik<br />
hakları için mücadele eden Kürtler cezaevlerini<br />
dolduruyor. 2009 yılı itibarı ile Türkiye cezaevlerinde<br />
2700 çocuk bulunuyor. Suçları ise taş atmak.<br />
Taş atan çocuklara onlarca yıl ceza verilirken, silah<br />
ile ateş edenler, insan yaralayanlar mahkemeye çıkarılmadan<br />
serbest bırakılıyor.<br />
DTP’nin kapatılması ve tüm bu faşist saldırılarla<br />
devlet Kürtlere adeta, “ayağınızı denk alın, biz açılım<br />
diyeceğiz ama bunun içeriğini de biz doldururuz.<br />
Size düşen görev bunu onaylamak olacaktır’ diyor.<br />
Dersim’i, Koçgiri’yi, Seyh Sait’i… unutmayın dercesine<br />
saldırıyor.<br />
Tüm bu faşist saldırılar ve baskıların hesabı bir<br />
gün mutlaka sorulacaktır. Halklar hapishanesi olan<br />
Türkiye’de, her türlü ulusal baskı, katliam, soykırımın<br />
sorumlusu faşist devlettir. Burjuvazinin iktidarı<br />
şartlarında ezilen ulusların gerçek anlamda ulusal<br />
haklarını elde etmesi mümkün değildir. Ulusların<br />
tam eşitliği için de devrim gerekli. Çeşitli milliyetlerden<br />
işçi ve emekçiler ancak demokratik halk iktidarı<br />
koşullarında kardeşçe bir arada yaşayacaklardır.<br />
21 Aralık 2009 ✓<br />
✌<br />
halkların kardeşliği için<br />
7
gündem<br />
İşçi düşmanlığında sınır yok!<br />
Tekel işçilerinin bu kararlı mücadelesi sermaye partileri tarafından da kendi siyasi çıkarları<br />
için kullanılmaya çalışılıyor. CHP ve MHP büyük bir ikiyüzlülükle Tekel işçilerinin direnişini<br />
AKP’ye karşı kullanıyor, AKP ise işçilerin taleplerine ve direnişine aldırmadan, bu partilere laf<br />
yetiştiriyor. Oysa tüm bu partilerin iktidarı döneminde de özelleştirmeler vardı, o zamanlarda<br />
da binlerce işçi aynı şekilde hak gaspına uğramıştı. Şimdi ise işçi dostuymuş gibi davranıyorlar.<br />
8<br />
Binlerce Tekel işçisi yıllardır özelleştirmelere,<br />
işyerlerinin kapanmaması, onurlu bir şekilde<br />
çalışmak ve hak ederek ücret almak için mücadele<br />
ediyor. Ancak yürütülen mücadeleye rağmen özelleştirilen<br />
Tekel Sigara fabrikalarından, Yaprak tütün<br />
işletmelerine aktarılan işçiler, sigara fabrikalarının<br />
kapatılmasının ardından işlevsiz kalan Yaprak Tütün<br />
işletmelerinin de kapatılacağının açıklanması ile<br />
4-C’li <strong>olarak</strong> başka kurumlara aktarılmak isteniyor.<br />
12.000 Tekel işçisi kölelik şartlarında çalışmak veya<br />
işsiz kalmak tehlikesi ile karşı karşıya.<br />
4-C’li olmayı haklı <strong>olarak</strong> kabul etmeyen işçiler,<br />
kazanılmış haklarını korumak ve şimdiki hakları ile<br />
birlikte başka kurumlara geçmek istiyorlar.<br />
Bu talep için günlerdir Ankara’da bulunan işçilere<br />
devletin güçleri azgınca saldırdı, saldırıyor. Soğuğa<br />
rağmen 12 gündür eylemlerini sürdüren işçilere polis<br />
geçtiğimiz günlerde gaz bombaları, tazyikli su ve<br />
coplarla saldırdı. Provokasyon ihtimalini önlemek<br />
için işçilerin eylem yaptıkları Güven Park’tan çıkarılması<br />
gerektiğini ve bu nedenle müdahale edildiğini<br />
savunan Ankara Valisi ise provokasyonun ne olduğunu<br />
açıklamadı. Ancak işçilere yapılan müdahalenin<br />
kendisinin bir provokasyon olduğu açık.<br />
Saldırı sırasında havuza atlayan işçiler bile tazyikli<br />
sudan ve biber gazlarından kurtulamadılar. İşçileri<br />
“terörist” <strong>olarak</strong> gören polis gözaltına aldığı 29 işçiyi<br />
Terörle Mücadele Şubesi’nde sorguladı. Polis aynı zamanda<br />
Tek Gıda-İş Sendikası Genel Başkanı Mustafa<br />
Türkel ile Genel Sekreter Mecit Amaç’ı da gözaltına<br />
aldı. Polisin saldırısı sonucu yaralanan ve felç kalma<br />
tehlikesi bulunan Tek-Gıda-İş Muş Şubesi üyelerinden<br />
Ali Can Akyel’in tedavisi Numune Hastanesi’nde<br />
sürüyor. Birçok işçi ise saldırıdan sonra soğuk hava<br />
üzerine tazyikli su yüzünden hastalandı, iki işçi ise<br />
kalp krizi geçirdi.<br />
Eylemlerini kararlılıkla sürdüren Tekel işçileri<br />
Ankara’yı eylem alanına çevirdiler. İşçilerin kararlı-
lıkları karşısında eylem kararı almak zorunda kalan<br />
Türk-İş ise işe bir saat geç gitme eylemleri örgütledi.<br />
Eylemlere katılan işçilerin kalabalıklığı işçi sınıfının<br />
Tekel işçilerine destek olmak için eylem kararlarını<br />
hayata geçirmekte ne kadar istekli olduklarını gösterdi.<br />
Görünen Tekel işçilerinin eylemlerini sürdürecekleri<br />
ve yeni yılı direniş ile karşılayacakları anlaşılıyor.<br />
Tekel işçilerinin bu kararlı mücadelesi sermaye<br />
partileri tarafından da kendi siyasi çıkarları için kullanılmaya<br />
çalışılıyor. CHP ve MHP büyük bir ikiyüzlülükle<br />
Tekel işçilerinin direnişini AKP’ye karşı<br />
kullanıyor, AKP ise işçilerin taleplerine ve direnişine<br />
aldırmadan, bu partilere laf yetiştiriyor. Oysa tüm<br />
bu partilerin iktidarı döneminde de özelleştirmeler<br />
vardı, o zamanlarda da binlerce işçi aynı şekilde hak<br />
gaspına uğramıştı. Şimdi ise işçi dostuymuş gibi davranıyorlar.<br />
Tekel işçileri, sermayenin değişik kesimlerinin sözcülüğünü<br />
yapan CHP, MHP vb. partilerin gerici ve<br />
işçi düşmanı AKP’den hiçbir farkı olmadığını görmelidirler.<br />
Tekel işçilerinin ve bu mücadelenin gerçek<br />
dostları, gerçek destekleyicileri işçi sınıfı ve emekten<br />
yana olan, devrimci parti ve örgütlerdir. İşçi sınıfı sadece<br />
kendi gücüne güvenerek bu saldırıları geri çevirebilir.<br />
Zafer direnen Tekel işçilerinin olacaktır.<br />
24 Aralık 2009 ✓<br />
gündem<br />
4-C = Kölelik sözleşmesi…<br />
4-C<br />
özelleştirmeler ile birlikte gündeme getirilen<br />
ve özelleştirilen işyerlerindeki<br />
işçilerin başka kurumlara aktarılması için 657 sayılı<br />
Devlet Memurları Kanunu’na eklenen bir madde. Kanunun<br />
4. maddesinin C fıkrası Bakanlar Kurulu tarafından<br />
14.02.2005 tarihinde kararlaştırıldı. 10 Ocak<br />
2009 tarihli 27106 sayılı Resmi Gazetede yayınlanan<br />
karar ile Bakanlar Kurulu 4-C’li personelin 2009 yılındaki<br />
çalışma esaslarını belirledi.<br />
Buna göre işçiler sözleşme ile geçici <strong>olarak</strong> işe alınacak<br />
ve eğitim durumlarına göre ücret verilecek.<br />
Yasada belirtilen gösterge rakamlarına göre Yükseköğrenim<br />
mezunu bir işçi 830 TL (Gösterge rakamı:<br />
19.000), Lise mezunu bir işçi 750 TL (Gösterge rakamı:<br />
17.000), İlköğretim mezunu bir işçi ise 650 TL<br />
(Gösterge rakamı: 15.000)ücret alabilecek. Bu ücrete<br />
de herhangi bir ek ödeme vb. yapılamayacak.<br />
4-C kapsamında çalıştırılan işçiler bir yıl içerisinde<br />
sözleşmelerine göre 10 veya 11 ay çalıştırılıyorlar ve<br />
işçi veya memur değil yasa tarafından Geçici Personel<br />
<strong>olarak</strong> adlandırılıyorlar. Bu nedenle de 4-c kapsamında<br />
çalışan işçilerin sendikaya üye olmaları da engelleniyor.<br />
Bu konuda açılan davalar reddediliyor.<br />
Bakanlar Kurulu kararının 5. maddesi ise aynen<br />
şöyle; “Geçici personelin çalışma saat ve sürelerinin<br />
belirlenmesinde, Devlet memurları için tespit edilen<br />
çalışma saat ve süreleri dikkate alınır. Ancak, geçici<br />
personel kendisine verilen görevleri çalışma saatlerine<br />
bağlı kalmaksızın sonuçlandırmak zorundadır.<br />
Bu çalışma karşılığında herhangi bir ek ücret ödenmez.”<br />
Yani işçiye saat 4’te 3 saat sürecek bir iş verilirse<br />
işçi bu işi bitirmeden işyerinden çıkamaz ve işçiye<br />
mesai ücreti de ödenmez. İşçinin işten çıkarılması<br />
durumunda da ihbar, kıdem veya başka bir tazminat<br />
ödenmiyor.<br />
Yasaya göre Geçici personel, kurumda çalıştırıldığı<br />
sürece dışarıda kazanç getirici başka bir iş yapamaz.<br />
4-C’li personelin hasta olmaya da hakkı yoktur.<br />
Eğer 4 aylık çalışma süresi içerisinde 2 günden fazla<br />
rapor alırsa işçiye ücretli izin verilmez. Yani rapor<br />
süresinin 2 günü aşması hâlinde aşan kısım için ücret<br />
ödenmez. İşçiye çalıştığı her ay için en fazla 1 gün ücretli<br />
izin verilebilir.<br />
4c’li personelin çalışabilmesi için de sözleşmesinin<br />
Maliye Bakanlığı tarafından vize ettirilmesi gerekiyor.<br />
Eğer Maliye Bakanlığı vize vermezse sözleşme<br />
yapılamıyor ve işçiye ücret ödenmiyor. Yani işçinin<br />
sürekli çalıştırılıp çalıştırılmayacağı da belli değil.<br />
Tüm bunlara rağmen sözleşmelerin her yıl yeniden<br />
yenilenip yenilenmeyeceği de kesin değil. Bu Bakanlar<br />
Kurulunun kararına bağlı. Bir yıl sonunda bütçe<br />
açığı veya başka bir gerekçe gösterilerek sözleşmeler<br />
yenilenmezse binlerce işçi işsiz kalabilir.<br />
Şu anda yaklaşık 22.000 4-C’li personelin hemen<br />
hemen yarısı Milli Eğitim Bakanlığı’nda, 3.500’ü<br />
İçişleri Bakanlığında, 2.640’ı Adalet Bakanlığında,<br />
1.750’si Sağlık Bakanlığında çalıştırılıyor.<br />
24.12.2009 ✓<br />
9
✌<br />
halkların kardeşliği için<br />
Katledilişinin 3. yılında Hrant Dink<br />
mücadelemizde yaşıyor!<br />
Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp<br />
hesabı sorulana kadar, “Hepimiz Hrantız,<br />
hepimiz Ermeniyiz” sloganına uygun<br />
davranarak, halkların kardeşliğinin<br />
bayrağını yükseklerde tutup, halklar<br />
arasındaki düşmanlıkların son bulması için<br />
mücadeleyi sürdüreceğiz.<br />
10<br />
19<br />
Ocak 2007, bu tarih, bu ülke tarihinde kara<br />
bir leke <strong>olarak</strong> kalacak. Katledilişinin 3. yılında,<br />
Ermeni kökenli, kendini halkların kardeşliğine<br />
adamış Hrant Dink’i anıyoruz. Onun eksikliğini her<br />
gün biraz daha fazla duyuyoruz. Irkçılığın, şovenizmin<br />
ayyuka çıktığı, Türk olmayanların kendilerini<br />
ifade etmeye kalkıştıklarında linç edilmeye başlandığı<br />
günümüzde, bir kez daha “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz<br />
Ermeniyiz” demeye devam edeceğiz. 19 Ocak<br />
2007 tarihinde, Cuma günü saat 14.58 sularında kafasına<br />
sıkılan kurşunlarla katledip onu aramızdan alanlar<br />
ondan kurtulduklarını zannettiler. Onu yüzbinler<br />
“Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ile<br />
bağrına basacağını, bu katil caniler düşünmemişti.<br />
Hrant’ı bedenen aramızdan aldılar. Fakat onu, onun<br />
dostlarının kalbinden söküp atamadılar. O uğrunda<br />
mücadele ettiği “Halkların kardeşliğini” milyonlarca<br />
insanın beynine kazıyarak aramızdan ayrıldı.<br />
Hrant’ın katledilmesinin sorumlusu devlettir!<br />
Hrant kalleşçe katledilmeden önce, “vatan hainliği”<br />
ile suçlanarak ünlü kötü 301 ile neredeyse yazdığı her<br />
yazıdan dolayı yargılanmıştı. Bu da yetmemiş, İstanbul<br />
Valiliği’ne çağrılarak tehdit edilmişti. Hrant’a suikast<br />
düzenleneceği açık/belli olmasına ve bu konuda<br />
istihbarat bilgisi olmasına rağmen, önlem alınmayarak<br />
kiralık katillerin elini kolunu sallayarak Hrant’ı<br />
katletmesine göz yumulmuştur.<br />
Hrant’ın katledilmesinin hemen arkasından yüz<br />
binlerin ona sahip çıkacağını beklemeyen devlet yetkilileri<br />
ve burjuva kalemşorlar, sorumlu ve suçluların<br />
hemen yakalanıp “adalet”e teslim edilmesini istediler.<br />
Hatta katillerin “vatan haini” olduğunu, Hrant’a sıkılan<br />
kurşunun “Türkiye’ye sıkılmış kurşun” olduğunu,<br />
“Türkiye’nin itibarının zedelendiği”ni söylediler.<br />
Cenaze merasimine devlet yetkilileri katılarak timsah<br />
gözyaşı döktüler. Cinayetin hemen arkasından<br />
devlet yetkililerinin gerçek suçluları gizleyen, hedef<br />
şaşırtan açıklamaları ile gidişatın hangi yönde olacağının<br />
işareti verilmişti. Katiller için “Zanlı milliyetçi<br />
duygularla cinayeti işlemiştir”, diyerek devlet içinde<br />
cinayetten sorumlu ve suçluları gizlemeye çalışmışlardı.<br />
Cinayetin gerçek sorumluları bugün hala elin<br />
kolunu sallayarak geziyor. Ve terfi ettirilerek ödüllendiriliyor.<br />
Hrant’ın gerçek katilleri ortaya çıkarılıp hesabı sorulana<br />
kadar, “Hepimiz Hrantız, hepimiz Ermeniyiz”<br />
sloganına uygun davranarak, halkların kardeşliğinin<br />
bayrağını yükseklerde tutup, halklar arasındaki düşmanlıkların<br />
son bulması için mücadeleyi sürdüreceğiz.<br />
Hrant’ı mücadelemizde yaşatacağız.<br />
28.12.2009 ✓
Kadıköy’de Dersim Katliamı lanetlendi<br />
güncel<br />
CHP’li Onur Öymen’in 1938 Dersim Katliamını<br />
savunan açıklamalarının ardından oluşan tepkiler<br />
sürüyor. Bu tepkinin bir ifadesi <strong>olarak</strong> Dersim<br />
katliamının 74. yıldönümünde, 13 Aralık’ta İstanbul<br />
Kadıköy’de bir miting düzenlendi. Tunceli Dernekleri<br />
Federasyonu’nun (TUDEF) çağrısıyla gerçekleştirilen<br />
mitinge siyasi partiler, birçok devrimci çevre, gençlik<br />
grupları ve Dersim’li alevi dernekleri katıldı. Soğuk<br />
ve kötü hava koşullarına rağmen binlerce insan sadece<br />
İstanbul’dan değil Ankara, Bursa, Eskişehir gibi<br />
illerden gelerek mitingde yerlerini aldılar.<br />
Sabah saatlerinde bir araya gelmeye başlayan kitle<br />
saat 13’de Kadıköy Meydanına doğru yürüyüşe geçti.<br />
Yürüyüş sırasında atılan sloganlar ve taşınan dövizlerle<br />
Dersim katliamı lanetlenirken, halkların kardeşliğine<br />
vurgu yapıldı. Devrimci gruplar attıkları sloganlarla<br />
devletin katliamcılığını teşhir ettiler.<br />
Bizler de Yeni Dünya İçin Çağrı ve Yeni Dünya<br />
Gençliği <strong>olarak</strong> bir kortejle mitinge katıldık. Biz taşıdığımız<br />
dövizler ve pankartla Dersim katliamı ve<br />
tüm katliamların hesabının ancak devrimle sorulacağı<br />
propagandasını ön plana çıkardık.<br />
Ayrıca miting alanında Yeni Dünya İçin Çağrı gazetesinin<br />
satışını yaptık.<br />
Miting tüm kortejlerin alana girmesiyle başladı.<br />
Kürsüden yapılan konuşmalarda öne çıkan talepler<br />
öncelikle şunlardı:<br />
1. Dersim katliamı kabul edilsin, Genelkurmay ve<br />
devletin arşivleri açılsın. Sorumlular hesap versin.<br />
2. Dersim ismi iade edilsin,<br />
3. Evlatlık verilen kız çocuklarının akıbeti araştırılıp<br />
ortaya çıkarılsın,<br />
4. Tüm mezar yerleri ve özellikle Seyit Rıza ve arkadaşlarının<br />
mezar yerleri ortaya çıkarılsın.<br />
5.Dersim’de inşa edilmek istenen barajlardan vazgeçilsin.<br />
Miting alanında sık sık ‘faşist CHP, onursuz Öymen’<br />
sloganları atılırken Öymen’in Hitler’e benzetildiği<br />
resimler dikkat çekti.<br />
Yapılan konuşmalarda CHP’nin yaklaşımı teşhir<br />
edilirken hükümete de bu konuda laftan öteye gitmediği<br />
eleştirisi getirildi. Kürt halkının ulusal isyanının<br />
kanla bastırılması olan bu katliamın bir devlet siyaseti<br />
olduğundan ise kimse sözetmedi. Hatta Dersim<br />
katliamının, Cumhuriyetin karanlık sayfalarından<br />
biri olduğu vurgulanarak bu katliamın açığa çıkarılmasıyla<br />
Cumhuriyetin de temize çıkacağı yönlü görüşler<br />
savunuldu. Adalet, hukuk talep edildi.<br />
Mitingde ayrıca DTP’nin kapatılması protesto edildi<br />
ve 13 Aralık 1980’de 12 Eylül faşist darbesinin bir sonucu<br />
<strong>olarak</strong> yaşı büyütülerek idam edilen Erdal Eren<br />
ve daha birkaç gün önce özel bir maden ocağında iş<br />
cinayetine kurban giden 19 maden işçisi de anıldı.<br />
Miting, Ferhat Tunç, Rojin ve Aynur’un da aralarında<br />
bulunduğu müzisyenlerin dinletileriyle sona erdi.<br />
Havanın çok soğuk ve yağmurlu olması mitinge katılımı<br />
olumsuz yönde etkiledi.<br />
13 Aralık 2009 ✓<br />
11
güncel<br />
1936-1938‘de Dersim’de ne olmuştu?<br />
12<br />
“Günlerden bir gün alayımıza emir geldi... Tren yoluyla Elazığ’a intikal edilecek, bir<br />
süre orada eğitim gördükten sonra o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz.<br />
Tren yolculuğumuz 40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında pek ilkel ve zor<br />
koşullar altında gerçekleşti. Elazığ’ın biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı<br />
ordugâh kurduk ve bir müddet sonra ilk durak Pertek olmak üzere harekete geçtik<br />
ve iki ayı aşkın bir süre özel görev yaptık. okuyucularımızdan özür diliyor ve<br />
yaşantımın bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum...”<br />
Paris Kürt Enstitüsü 27 Kasım 2009 tarihinde<br />
“Dersim: 1936-1938” konulu bir konferans düzenledi.<br />
Konferans Fransız Parlamentosu Victor<br />
Hugo salonunda yapıldı. Onur Öymen’in 10 Kasım<br />
2009 tarihinde TBMM’de yaptığı konuşmadan çok<br />
önce, konferansın planlandığı bilgisi verildi. Toplantıya<br />
akademisyen, yazar ve araştırmacı <strong>olarak</strong> tanınanlar<br />
davet edilmişti. Toplam üç oturum yapıldı.<br />
Akşam saat 18.00 sularında konferans sona erdi.<br />
Saat 10.00-11.30 arası birinci oturum yapıldı. Birinci<br />
oturumda, Dr. Uğur Ümit Üngör (Kolej Üniversitesi,<br />
Dublin) “Jön Türkler ve Ermeni soykırımı,<br />
Jön Türkler ve Dersim katliamı”, Hovsep Hayreni<br />
(araştırmacı, Brüksel) “Ermeni soykırımı ve Dersim’e<br />
sığınma”, Mehmet Bayraktar (araştırmacı, yazar, İstanbul)<br />
“Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine<br />
Alevi katliamı”, Evin Çiçek (araştırmacı,<br />
yazar, Cenevre) “Koçgiri katliamı ve Dersim olaylarının<br />
başlangıcı” başlıklı sunumlar yapıldı.<br />
Saat 11.30-13.00 arası ikinci oturum yapıldı. İkinci<br />
oturumda, Dr. Hans Lukas Kieser (araştırmacı,<br />
Cenevre) “Kemalist Türkiye’de Dersim kampanyası:<br />
bağlam, çerçeve ve ucu açık sorular”, Dr. Ali Murat<br />
Irat (Alevi Enstitüsü, Ankara) “Devlet prizmasından<br />
Dersim”, Erdoğan Aydın (araştırmacı, yazar, İstanbul)<br />
“Devletin Dersim politikasında inanç alanı ve<br />
direnişin niteliği”, Mete Tekin (araştırmacı, Paris)<br />
“Dersim olaylarının kronolojisi”, Dr. Ali Kılıç (araştırmacı,<br />
Paris) “Fransız arşivlerinde Dersim” konulu<br />
sunumlar yapıldı.<br />
Saat 15.00-17.30 arası üçüncü oturum yapıldı.<br />
Üçüncü oturumda, Bilgin Ayata (Johns Hopkins<br />
Üniversitesi, ABD) “Amnezi ülkesinde bellek arayışı”,<br />
Prof. Dr. Mithat Sancar (Ankara Üniversitesi Hukuk<br />
Fakültesi) “Kürt ve Türklerin toplu belleğinde Dersim”,<br />
Dr. Marie Le Ray “Keşişen bellekler, yerel söylemlerde<br />
Dersim 1938’in yeniden üretimi”, Şerafettin<br />
Halis (DTP Dersim Milletvekili) “Tarih ve Dersim<br />
Katliamı ile yüzleşme”, Prof. Andre Poupart (Montreal,<br />
Kebek) “Dersim ve uluslararası hukuk” başlıklı<br />
sunumlar yapıldı. Üçüncü oturumda İhsan Sabri<br />
Çağlayangil’in kendi sesinden Dersim anlatımları<br />
dinlettirildi. İsmail Beşikçi’nin gönderdiği mesajın<br />
okunmasının ardından, Paris Kürt Enstitüsü başkanı<br />
Kendal Nezan’ın yaptığı kapanış konuşması ile konferans<br />
sona erdi.<br />
Her konuşmacının anlatımlarını özetlemek yerine,<br />
konferansta anlatılan ve öne çıkan konuların bir özetini<br />
yapmak istiyorum.<br />
Dersim denilince akla “Dersim İsyanı” geliyor.<br />
“Dersim İsyanı” kavramı doğru bir kavram değildir.<br />
Dersim’de isyan değil bir direniş hareketi gelişmiştir.<br />
TC devleti planlı, programlı bir katliamın hazırlıklarına<br />
çok önceden başlamıştır. Dersim katliamından<br />
bahsederken, ‘isyan’ nitelemesini yakıştırmak tarihi<br />
bir yanılgıdır. Dönemin İçişleri Bakanı Şükrü Kaya,<br />
Tunceli kanununu meclise sunarken, şu belirlemeyi<br />
yapıyor. “Dersim’de olağanüstü bir olay şu anda yoktur.<br />
Bu güne kadar yapılan 11 askeri harekattan sonuç<br />
alınamamış. Bu kez Dersim sorununu kökten çözme<br />
tedbirlerini yasayla alıp uygulamaya koymaktadır<br />
hükümetimiz” Dersim’de “olağanüstü bir olayın “ olmadığını<br />
dönemin içişleri bakanı söylüyor. 1936-1938<br />
yıllarında TC’nin Dersim’de yaptığı katliama karşı<br />
bir direniş başlamıştır. Gerçek budur.<br />
24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı adlı kararname,<br />
Kürtlere karşı uygulanacak tedbirleri içeriyordu.<br />
Bu da Kürtler açısından büyük bir tehlikenin
geleceğine işaret etmekteydi. Çünkü bu kararname,<br />
bir plan çerçevesinde Kürt milli iradesini önlemek<br />
amacıyla hazırlanmış bir Türkleştirme ve yoketme<br />
programıydı. Umumî Müfettişliklerin kuruluşu ve<br />
sıkıyönetim kararını da içeren bu plana göre tehlikeli<br />
bulunan Kürt aileleri batıya sürülecekti. Planda özellikle<br />
kadınlara ve kız çocuklarına acilen Türkçe öğretilmesi<br />
önerilmekte ve Kürtlüğe dair bütün unsurlar<br />
hedef alınmaktaydı.<br />
Planın öngördükleri özetlenecek olursa; bu plan ile<br />
Türkiye 5 ayrı müfettişliğe bölünecekti ve Kürt illerinden<br />
Hakkâri, Van, Muş, Bitlis, Siirt, Genç, Diyarbekir,<br />
Mardin, Urfa, Siverek, Elaziz, Dersim, Malatya,<br />
Ergani, Bayezit ile Pülümür, Kiğı ve Hınıs kazaları 5.<br />
müfettişliğin emrine alınmıştı. Söz konusu mıntıkalarda<br />
kurulacak mahkemelerde yer alacak tüm yargı<br />
üyelerinin sivil ve Kürt olmaması istenmiş ve bölgeye<br />
dair yeni kanun tekliflerine ihtiyaç duyulduğu belirtilmişti.<br />
Plan çerçevesinde Kürtlerin izole edilmesi isteniyordu.<br />
Yerlerinden edilerek batıya sürülen Kürtler,<br />
aynı zamanda herhangi bir görevlendirme içinde yer<br />
alamayacaklardı. Küçük memuriyetlere dahi atanamayacak<br />
ve bölgeye gönderilecek memur ve askerler,<br />
ancak merkezden seçilebilecekti. Türk oldukları iddia<br />
edilen ve giderek Kürtleşen il ve ilçelerde hükümet ve<br />
belediye dairelerinde, okullarda, çarşı ve pazarlarda<br />
Kürtçe konuşanlar hükümet emri ve kuvvetiyle cezalandırılacaktı.<br />
Arapça konuşan bölgelerde Türk<br />
Ocakları ve okulların açılması ve her türlü imkana<br />
sahip kız okullarının kurulması ve özellikle kızların<br />
okullara gönderilmesi sağlanacaktı. Dersim’de, yatılı<br />
okullar açılacak Kürtlük ve Kürtleşmenin önüne<br />
geçilecekti. Yine Fırat’ın batısındaki vilayetlerde dağınık<br />
<strong>olarak</strong> yerleşmiş olan Kürtlerin, Kürtçe konuşmaları<br />
derhal yasaklanacak ve kız okullarına önem<br />
verilerek kadınların Türkçe konuşmaları sağlanacaktı.<br />
Kürt bölgelerinde hızlı bir şekilde karakol, askeriye<br />
ve sınır karakolları inşa edilecekti. Umum Müfettişliğin<br />
belirlediği yerlere yol yapılacak ve Doğu treninin<br />
Erzincan, Sivas, Elaziz-Diyarbekir, Elaziz-Çapakçur-<br />
Muş ve Van Gölü’ne mümkün olduğunca az sefer<br />
düzenlemesi sağlanacak ve Kürt bölgelerine yabancı<br />
şahıs ve kuruluşlar hükümetin izni olmaksızın giremeyeceklerdi.<br />
Şark Islahat Kararnamesinde ortaya konulan plan<br />
ve yapılan hazırlıklar Dersim’de yapılacak katliamın<br />
çok önceden planlandığını gösteriyor. İsmet İnönü,<br />
“Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar<br />
talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle<br />
bir hakkı yoktur” diyordu. (Milliyet, 31 Ağustos 1930)<br />
Hukukçu ve Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt<br />
şöyle diyordu: “Biz Türkiye denen dünyanın en hür<br />
ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle<br />
bahsetmek için buradan daha müsait bir ortam<br />
bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım.<br />
Türk bu ülkenin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf<br />
Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları<br />
vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.”<br />
(Milliyet, 19 Eylül 1930) Dersim’den önce, Türkleştirme<br />
politikası diğer Kürt illerinde hayata geçiriliyordu.<br />
Kürtler için iki seçenek doğuyordu; ya dayatılan<br />
yeni Türk kimliğini kabul edecekler ve öğrenmek için<br />
batıya sürülecekler ya da bir şekilde yok olacaklardı.<br />
Aralık 1935’de Tunceli kanunu çıkarılır ve Dersim’in<br />
adı Tunceli <strong>olarak</strong> değiştirilir. Tunç eli Dersim’de yürütülen<br />
operasyonun adı idi. Operasyonun adının<br />
Dersim’e verilmesi ile bir mesaj veriliyordu. Devletin<br />
Tunç eli her zaman Dersim’lilerin üzerinde olacaktı!<br />
Tunceli Kanunu’nun 1. maddesinde, yeni oluşturulan<br />
Tunceli iline ‘Korkomutan’ rütbesinde bir kişinin vali<br />
ve kumandan <strong>olarak</strong> atanacağı; bu valinin aynı zamanda<br />
4. Umumi müfettişi olacağı hususu yer alıyordu.<br />
Vali aynı zamanda komutandı ve geniş yetkilerle<br />
donatılmıştı. Ocak 1936’da Elazığ, Tunceli, Erzincan,<br />
Bingöl, Sivas, Malatya, Erzurum ve Gümüşhane illerini<br />
kapsayan Elazığ merkezli Dördüncü Genel Valilik<br />
kurulur. Başına Dersim Valisi ve Kumandanı sıfatıyla,<br />
Koçgiri şahini Sakallı Nurettin Paşa’nın damadı<br />
Abdullah Alpdoğan atanır. Dersim yasak bölge ilan<br />
edilir, giriş çıkışlar özel izine tabi tutulur.<br />
Harçik deresi üzerindeki tahta köprü 20-21 Mart<br />
1937 gecesi yakılır. Söylendiğine göre askerlerin kadınlara<br />
tecavüz etme girişimleri köprünün yakılmasına<br />
vesile olur. Devlet zaten hazırlıklarını yapmıştı.<br />
Bu köprünün yakılması bahane edilerek Dersim’de<br />
katliam yapılır. 50 bin ile 90 bin arasında insan katledilir.<br />
Diyarbakır’dan kalkan uçaklar (Mustafa<br />
Kemal’in manevi kızı Sabiha Gökçen de pilotlardan<br />
biridir) yöreye bombalar yağdırır. 31 Ağustos 1938’e<br />
kadar isyanın liderleri ele geçirilir ve bölge tümüyle<br />
insansızlaştırılır. 12 bin kişi batı illerine gönderilir.<br />
Seyit Rıza yakalanır. Elazığ’da yargılamalar başlar.<br />
Yargılamalarda hiç bir hukuk kuralı işletilmez.<br />
Sanıklara iddianame verilmez. Sanıklar ne ile suçlandıklarını<br />
bilmemektedir. Duruşmalarda Kürtçe<br />
tercüme yapılmaz. Mahkemenin verdiği cezalar kes<strong>indir</strong>.<br />
Temyiz hakkı yoktur. Mahkemenin verdiği<br />
güncel<br />
13
güncel<br />
14<br />
11 idam cezasının dördü yaşlılık gerekçesi ile 30 yıla<br />
çevrilir. Seyit Rıza ve altı arkadaşı 15 Kasım 1937’de<br />
Elazığ Buğday Meydanı’nda idam edilir. Ölülerin bedenleri<br />
ise Elazığ’da dolaştırılır ve “mezarları türbe<br />
olmasın diye” yakılır.<br />
Onur Öymen, 71 yıldır kanayan bir yaraya parmak<br />
bastı. Öymen 10 Kasım 2009 tarihinde, TBMM’de<br />
yaptığı konuşmada, “Dersim isyanında da analar ağladı<br />
ama hiç kimse mücadeleyi bırakmadı o dönem”<br />
şeklindeki sözleri, Dersim katliamının hatırlanmasına<br />
vesile oldu. Öymen çok açık <strong>olarak</strong> bugün de<br />
Kürtlere karşı bir katliamın yapılması gerektiğini savunuyor.<br />
Dersim’li olan Kemal Kılıçdaroğlu, Dersim<br />
katliamının korkunç yönlerini ilk ağızdan duymuş<br />
bir kişiydi. 1987 yılında İhsan Sabri Çağlayangil ile<br />
buluşmuş ve Çağlayangil’in söylediklerini kayda almıştı.<br />
Çağlayangil, “Dersimlileri fare gibi boğdular,<br />
gaz kullandılar” demişti. Kılıçdaroğlu ilk başta “Öymen<br />
gereğini yapmalı” dedi, Baykal’ın uyarısı üzerine<br />
geri adım atmak zorunda kaldı.<br />
Muhsin Batur, 1985 Yılında Yayınlanan “Anılar Ve<br />
Görüşler” Adlı Kitabında Şunları Yazıyordu. “Günlerden<br />
bir gün alayımıza emir geldi... Tren yoluyla Elazığ’a<br />
intikal edilecek, bir süre orada eğitim gördükten sonra<br />
o zamanlar Dersim denilen bölgeye gideceğiz. Tren yolculuğumuz<br />
40 kişinin paylaştığı kapalı yük vagonlarında<br />
pek ilkel ve zor koşullar altında gerçekleşti. Elazığ’ın<br />
biraz uzağında Harput’un eteklerinde çadırlı ordugâh<br />
kurduk ve bir müddet sonra ilk durak pertek olmak<br />
üzere harekete geçtik ve iki ayı aşkın bir süre özel görev<br />
yaptık. okuyucularımızdan özür diliyor ve yaşantımın<br />
bu bölümünü anlatmaktan kaçınıyorum...” Muhsin<br />
Batur yaşadıklarını kendisine saklamıştı. Dersim’de<br />
neler olduğu artık biliniyor. 71 yıl önce bir katliam<br />
yaşanmıştı Dersim’de. Muhsin Batur katliamı anlatmak<br />
istemiyor.<br />
Gelinen aşamada burjuvazinin bir kesimi ve Recep<br />
Tayip Erdoğan bile, Dersim’de yaşananların bir katliam<br />
olduğunu söylemektedir. Katliamlar yapılmıştır<br />
ama sistem yapılanları hep unutturmaya çalışmıştır.<br />
İsmail Beşikçi’nin Konferansa gönderdiği mesajda diğer<br />
şeylerin yanısıra yaptığı doğru bir saptama var.<br />
Dersim’li aleviler 680 yılında Kerbela’da başta imam<br />
Hüseyin olmak üzere öldürülen 72 kişinin yasını tutarlar.<br />
Kerbela olayı hiç bir zaman unutulmaz. Ama<br />
71 yıl önce yaşanan Dersim katliamı hatırlanmaz.<br />
Yaşananlar çabuk unutuluyor, unutturuluyor. Unutmayalım,<br />
unutturmayalım.<br />
Paris’ten YDİ Çağrı okuru ✓<br />
Esenyurt’ta katliam<br />
lanetlendi!<br />
CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in<br />
mecliste yaptığı bir konuşmada, Dersim katliamını<br />
savunan sözler sarf etmesi, katliamın kamuoyunda<br />
yoğun bir şekilde tartışılmasını da beraberinde<br />
getirdi. Öymen dil sürçmesi ya da gaf yapmamış,<br />
bilinen bir gerçeği meclis kürsüsünden bir kez daha<br />
dile getirmişti. Öymen’in sözleri ve katliam çeşitli<br />
yerlerde olduğu gibi, Esenyurt’ta da yapılan bir basın<br />
açıklaması ile protesto edildi.<br />
Esenyurt Dersimliler Derneği tarafından Esenyurt<br />
Cumhuriyet Meydanı’nda yapılan basın açıklamasında<br />
şu talepler dile getirildi:<br />
“Başbakan Erdoğan “dersim katliamını savunanlar<br />
insanlıktan nasibini almamıştır” dedi. Başbakan<br />
samimiyetine inanmak istiyoruz. Gerçekten samimi<br />
ise;<br />
“1- 72 yıl önce 14/15 Kasım 1937 tarihinde idam<br />
edilen Dersim Seyitlerinin mezarlarının yerlerini<br />
açıklamalıdır.<br />
2- Döneme ait arşivler açılmalıdır.<br />
3- 1938 tarihinde evlatlık verilen veya Çocuk Esirgeme<br />
Kurumları’na teslim edilen Dersim’li yetim<br />
çocukların tam listesini açıklamalıdır.<br />
4- Dersim de yaşanan bu katliamdan dolayı özür<br />
dilenmelidir.<br />
5- Dersim’de yapılmak istenen baraj projelerini iptal<br />
etmelidir.<br />
6- Tunceli adının yeniden Dersim <strong>olarak</strong> değiştirilmesini<br />
talep etmekteyiz.”<br />
Bu talepler demokratik ve haklı taleplerdir. İnkar<br />
ve imha temel siyaseti üzerine kurulu devletin bu talepleri<br />
yerine getirmesi için mücadele etmek yetmez.<br />
Katliamların hesabını soracak olan devrim için mücadele<br />
etmek, örgütlenmek görevdir.<br />
Bu talepler doğrultusunda 13 Aralık Pazar günü<br />
Kadıköy’de yapılacak mitinge çağrı yapıldı.<br />
Basın açıklaması sırasında, “Dersim onurdur, onuruna<br />
sahip çık!, Munzur da barajlara hayır!, arşivler<br />
açılsın, hesap verilsin!” sloganları atıldı.<br />
Basın açıklamasına, YDİ Çağrı, BDSP, DHF, SO-<br />
DAP, Emek-İş, ESP katılarak destek verdi.<br />
6 Aralık 2009 ✓
Kaza değil cinayet!<br />
10<br />
Aralık Perşembe günü, Bursa’nın Mustafakemalpaşa<br />
ilçesine 30 kilometre uzaklıktaki<br />
Alpagut<br />
Köyü yakınlarında bulunan Bükköy Madencilik<br />
İşletmesi’ne ait kömür ocağında metan gazı sıkışması<br />
sonucu, meydana gelen grizu patlamasında 19 işçi<br />
hayatını kaybetti.<br />
Patlamanın ardından ortaya çıkan gerçekler, yaşananın<br />
cinayet olduğunu ortaya koyuyor. Kaza, önce<br />
grizu patlaması sonucu oluşmuş normal bir kaza<br />
<strong>olarak</strong> gösterilmeye çalışıldı. Basının olayın üzerine<br />
gitmesiyle, alınmayan önlemler nedeniyle kazanın<br />
meydana geldiği ortaya çıktı. Madenin Mayıs ayında<br />
yapılan denetimde eksikler tespit edildiği ortaya<br />
çıktı. Olayın ardından kazaya müdahale edecek bir<br />
ekibin dahi bulunmaması nedeniyle göçük altında<br />
kalan işçilere saatlerce ulaşılamadı. Göçük altında<br />
kalanlara madenci arkadaşları yardım etmek istedi.<br />
Bu kez de madene girenler zehirlenerek hastaneye<br />
kaldırıldı. Bu madende çalışan işçilerin çevre köylerde<br />
yaşayan köylüler olduğu, eğitim düzeyleri düşük<br />
ve ucuz çalıştırıldıkları ve sendikalı olmadıkları<br />
belirlendi. Kaza yerine gelen Çalışma Bakanı Ömer<br />
Çelik, Enerji Bakanı Taner Yıldız ve Devlet Bakanı<br />
Faruk Çelik kaza ile ilgili açıklamalarda bulundular,<br />
üzüntülerini ifade ettiler. Faruk Çelik yaptığı açıklamada<br />
“Yeterli önlem alınmadığı ve gaz ölçümünün<br />
tam yapılmadığı için” bu kazanın olduğunu açıkladı.<br />
Bakan, çalışan işçileri suçlayarak, onların da yeterli<br />
önlem almadıklarını söyledi. Bakan yaptığı bu açıklama<br />
ile devletin ve maden patronunun suçunu örtbas<br />
etmeye çalıştı. Madende yeterli maden mühendisinin<br />
olmadığı, maden mühendislerinin yaptığı açıklama<br />
ile ortaya çıktı. Devlet yetkilileri, her kazadan sonra<br />
aldıkları bilgilerle önlem aldıklarını söyleyerek işçilerin<br />
gözünü boyamaya çalıştıklarını bir kez daha ortaya<br />
koydular. Çalışma Bakanı, Mayıs ayında yaptıkları<br />
incelemelerde eksiklikleri tespit ettiklerini söyledi.<br />
Bu eksikliklerin giderilip giderilmediği bugüne kadar<br />
denetlenmemiş ki bakan, ‘Kesin raporlar çalışmalar<br />
tamamlandıktan sonra ortaya çıkacak’ açıklamasını<br />
yapıyor. Önce Madenin kapatılıp kapatılmayacağı<br />
sorularına “gülüp geçtiğini” söyleyen Bakan Taner<br />
Yıldız, daha sonra yaptığı açıklamada “Madenin yeterli<br />
önlem alınmadığı için kapatıldığını” kamuoyuna<br />
açıkladı. İşçilerin ölümüne bugüne kadar önlem<br />
almayarak neden olan devlet, işçilerin ailelerine 5’er<br />
bin TL para verilerek ve ölen işçileri emekli edeceklerini<br />
söyleyerek, böylece suçlarını da ortadan kaldırmış<br />
oldular. Aynı zamanda maden ocağının müdürü<br />
ve diğer yetkilileri de tutuklandı. Patron ise hala bu<br />
yazıyı yazdığımız sırada kaçaktı.<br />
Yeterli önlem alındı mı?<br />
Maden Mühendisleri Odası, Türkiye’de yüksek risk<br />
taşıyan, gözetim ve denetimden uzak maden ocaklarında<br />
her an kaza olabileceği uyarısında bulundu.<br />
Maden Mühendisleri Odası, yaptığı açıklamada<br />
Bursa’daki maden ocağında her vardiyada bulunması<br />
gereken maden mühendisi sayısının yeterli olmadığına<br />
dikkat çekti. Açıklamada çalışan işçilerin çevre<br />
köylerden sağlandığı, sendikalı olmadıkları, genellikle<br />
eğitim seviyelerinin düşük olduğu ve düşük ücretlerle<br />
çalıştırıldığı tespitinde bulunuldu. Kazanın,<br />
16-24 vardiyasında ayakta kömür üretimi yapılması<br />
esnasında ortamda bulunan grizunun patlamasıyla<br />
meydana geldiğinin anımsatıldığı açıklamada, “Maden<br />
Mühendisleri Odası, yapılan ilk tespitlerden olayın,<br />
çalışma ortamında belirli bir oranın üzerinde<br />
bulunmaması gereken metan gazının, muhtemelen<br />
patlayıcı madde kullanılması sonucu tetiklendiği ve<br />
grizunun patladığı anlaşılıyor” denildi.<br />
Maden ocağında metan gazının hangi oranda olup<br />
olmadığını dinamit atılmadan önce tespit etmesi gerekenlerin<br />
bu işte uzman olan kişiler olması gerekiyor.<br />
Patronlar için önemli olan kalifiye eleman çalıştırmak<br />
yerine daha az kalifiye eleman ile daha fazla iş<br />
yapmak ve böylelikle karlarını katlayarak daha fazla<br />
kazanmaktır.<br />
19 maden işçisinin ihmaller zinciri sonucu ölmeleri<br />
de gösteriyor ki, kapitalizmde işçilerin, emekçilerin<br />
insan <strong>olarak</strong> bir değerleri yok. Önemli olan patronlar<br />
için daha fazla kardır. ✓<br />
güncel<br />
15
gündem<br />
Türkiye doğuya mı kayıyor?<br />
16<br />
Kasım ayı içinde Türkiye’nin nereye gittiği, yönünü<br />
mü değiştirdiği vb. soruları, dünya basınında<br />
hararetli tartışmalara konu oldu. Hükümetin<br />
Türkiye’de yapılan bir NATO tatbikatına alışılmışın<br />
dışında İsrail’i davet etmemesi, Başbakan Erdoğan’ın<br />
Gazze konusunda İsrail’in Gazze’de savaş ve insanlık<br />
suçu işlediği tespitlerini yapan Goldstone raporuna<br />
sahip çıkması, Erdoğan’ın Pakistan ve İran gezileri,<br />
bu gezilerde verdiği kimi demeçler Batı’da yer yer<br />
kaygı ile karşılandı.<br />
Bu bağlamda batıda çeşitli dergi ve gazetelerde bir<br />
dizi yazı yayınlandı.<br />
“The Economist” teki bir yazıda şu tespitler var:<br />
“Türkiye’nin Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleriyle<br />
ticaret hacmi son yedi yılda 7 kat artıp 31 milyar<br />
dolar düzeyine geldi. Ayrıca kuru incirden, televizyon<br />
dizilerine kadar Türk mallarının on yıl öncesine kadar<br />
gözükmedikleri Cezayir’den Tahran’a uzanan bir<br />
coğrafyada, her yerde görülmeye başlandı. Bu pragmatik<br />
diplomasi Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından<br />
şevkle izleniyor, ama bu değişim Türkiye’deki<br />
önemli değişikliklerden ayrı düşünülemez. Çoğu Arap<br />
da, İran’a karşı ılımlı bir denge unsuru ve Batı’ya açılan<br />
bir pencere <strong>olarak</strong> görmeleri nedeniyle, Türkiye’yi<br />
olumlu karşılıyor. Türk yetkililer Türkiye’yi kullanışlı<br />
bir köprü, bölgesel bir barış gücü ve İslam’la birlikte yaşayabilecek<br />
bir demokrasi modeli <strong>olarak</strong> sunuyor. Batılı<br />
ülkeler genel <strong>olarak</strong> bu görüşe katılıyor ve Türkiye’nin<br />
Doğu’ya kayışına karşı çıkmıyor. Ancak Türkiye’nin AB<br />
üyesi olma umudu ölür ve Ankara İran’a baskı girişimlerinin<br />
önünde bir engel gibi görünürse, bu yumuşak<br />
tavır değişebilir. Türkiye Doğu’ya yönelmesi nedeniyle<br />
şimdiden bazı bedeller ödemeye başladı. Bunun en<br />
açık örneği de İsrail’le ilişkiler... Türk yetkililer İsrail’le<br />
ilişkileri koparma niyetinde olmadıklarını söylüyor<br />
ancak Başbakan Tayyip Erdoğan’ın bir danışmanı “Biz<br />
İsrail’le ilişkilerimizi Ortadoğu sorunundaki ilerlemeye<br />
bağlıyoruz. Batı da bunu yapmalı” diyor.”<br />
“Wall Street Journal” de “Şeytana uyan Türkiye”<br />
(Turkish Temptation) başlığı altında yayınlanan yorum<br />
Türkiye’nin dış politikadaki önceliklerinin değiştiği<br />
temel tezi üzerine kurulu. Batının bugünkü<br />
Türkiye’ye kuşkucu bakışını iyi ifade eden bu yorumda<br />
aynen şunlar söyleniyor:<br />
“Türk dış politikasında ve bu politikaya eşlik eden<br />
değerlerde yaşananlar, ülkenin stratejik önceliklerinde
köklü bir değişimi yansıtıyor.<br />
Türkiye’nin Kürt terör örgütü PKK’nın lideri Abdullah<br />
Öcalan’ı Şam’da barındırdığı için Suriye’ye işgal<br />
tehdidi savurmasının üzerinden 10 yıl geçti. O günlerde<br />
bir Türk gazetesinin kullandığı ifadeler ülkenin<br />
ruh halini ve Suriye’yle İsrail’e yaklaşımını yansıtması<br />
açısından manidardı: “Golan Tepeleri’ndeki İsraillilere<br />
‘şalom’ diyeceğiz.”<br />
Zaman değişti, ülkeler de. Bu ay başında Türkiye,<br />
çokuluslu bir hava kuvvetleri tatbikatını, İsrail’in<br />
de katılması planlandığı için ve iki ülke ordusu arasındaki<br />
sıkı tarihsel ilişkilere rağmen iptal etti. The<br />
Guardian’la kısa süre önce yaptığı söyleşide Başbakan<br />
Tayyip Erdoğan, İran Cumhurbaşkanı Mahmud<br />
Ahmedinecad’la ilgili ‘dostumuz olduğuna kuşku yok’<br />
ifadesini kullandı.<br />
Hazirandaki hileli seçimin ardından Ahmedinecad’ı<br />
ilk kutlayanlar arasında olan Erdoğan, İran’ın nükleer<br />
programını da ‘barışçı ve insani’ diye niteliyor.<br />
Suriye’yle ilişkiler de giderek daha sıcak hale geliyor:<br />
Hatta iki ülke ortak askeri tatbikatlar yapmayı bile<br />
planlıyor.<br />
Ulusların komşularını seçme lüksü yoktur ve Türklerin<br />
sınırlarında düşman istememesi kesinlikle anlaşılabilir<br />
bir tutum. Fakat Erdoğan ve AKP’nin iktidara<br />
geldiği 2002’den bu yana Türkiye’nin dış politikasında<br />
ve bu politikalara eşlik eden değerlerde yaşananlar,<br />
sadece bölgesel gerilimleri yumuşatmaktan ziyade<br />
Türkiye’nin stratejik önceliklerinde köklü bir değişimi<br />
yansıtır görünüyor.<br />
Sözgelimi Ocak’ta Erdoğan, Davos’ta İsrail Cumhurbaşkanı<br />
Şimon Peres’i herkesin önünde azarladı. Erdoğan<br />
ona ‘yalancı’ deyip, Gazze’deki savaşla ilgili <strong>olarak</strong><br />
“Öldürmeye gelince siz öldürmeyi gayet iyi bilirsiniz”<br />
diye konuştu. Bundan kısa süre sonra da Erdoğan Sudan<br />
devlet başkanı yardımcısı Ali Osman Taha onuruna<br />
bir akşam yemeğine evsahipliği yaptı. Görünen o ki<br />
yemekte Darfur konusunda ders vermedi.<br />
Ortadoğu’da Türkiye’nin değişen yaklaşımlarından<br />
etkilenen tek ülke İsrail değil. Washington<br />
Enstitüsü’nün Yakındoğu Politikası analisti Soner<br />
Çağaptay şu noktaya dikkat çekiyor: “AKP’nin dış<br />
politikası bütün Müslüman ülkelere yönelik sempatiyi<br />
teşvik ediyor değil. Parti daha ziyade İslamcı, Batı<br />
karşıtı rejimlerle (sözgelimi Katar ve Sudan) dayanışmayı<br />
teşvik ederken, laik, Batı yanlısı Müslüman<br />
yönetimlere (Mısır, Ürdün ve Tunus) mesafeli davranıyor.”<br />
Filistinlilere karşı da aynı tutum söz konusu;<br />
Erdoğan dünyaya Hamas’ı tanıma çağrısı yaparken,<br />
Filistin Yönetimi’nin daha laik eğilimli başkanı Mahmud<br />
Abbas’ı dikkate almıyor.<br />
Erdoğan’ın İsrail aleyhine dönmesi daha genel bir<br />
değişimin belirtisi; Amerikan çıkarlarıyla çok uyuşan<br />
bir değişim de değil bu. Laik bir Müslüman ülke <strong>olarak</strong><br />
Türkiye NATO’nun ana direklerinden biri ve çeşitli<br />
komşularının siyasi radikalizmine (Komünist, Baasçı,<br />
İslamcı) karşı bir kale olageldi. Şimdi Erdoğan belki de,<br />
Türkiye’nin geleceğinin Batılı muhataplarının kuyruğunda<br />
değil, Müslüman dünyanın tepesinde olduğu<br />
düşüncesiyle kumar oynuyor.<br />
Avrupa’nın Türkiye’nin üyelik arzusuna bunca uzun<br />
zamandır darbe üstüne darbe vurduğu düşünülürse,<br />
bütün bu gelişmeler pek şaşırtıcı gelmemeli belki de.<br />
Laiklik, hoşgörü, özgürlük gelenekleriyle ve Doğu’yla<br />
Batı arasındaki köprü olmalarıyla uzun yıllar gurur<br />
duyan Türklerin, karanlık zaferler uğruna bütün bunları<br />
feda edecek kadar baştan çıkmamasını umut edelim.<br />
»<br />
Ekim ayı sonunda İstanbul’da yapılan “İstanbul<br />
Forum” paneller dizisine katılan Amerikalı gazeteci<br />
Flynt ve Hillary Mann Everet çiftinin imzasını taşıyan<br />
“Ciddi Türk Diplomasisi” başlıklı bir yazıda ise<br />
bugünkü Türk Dış Politikası Obama’nın öğreneceği<br />
bir politika <strong>olarak</strong> gösterilip, şunlar söyleniyor :<br />
“Burada Obama yönetimi için önemli bir ders var.<br />
Amerika artık Ortadoğu’da stratejik sonuçları dikte<br />
edebileceği ekonomik ve siyasal konumda değil. Dahası,<br />
eğer Washington bu kritik bölgede ABD çıkarlarını<br />
geliştirmek ve korumak istiyorsa, bunu ciddi diplomasi<br />
yoluyla ve evrilmekte olan güç dengelerine saygı göstererek,<br />
diğerlerinin meşru çıkarlarıyla ABD’ninkileri<br />
uyum haline getirerek yapabilir. Türkiye’nin Ortadoğu<br />
politikası o tür bir diplomasinin neye benzemesi gerektiği<br />
konusunda değerli bir model sunuyor.”<br />
Görüldüğü gibi batı medyasında Türk dış politikası<br />
konusunda kafalar karışık, rivayet muhtelif ve bir bölümü<br />
için kaygılar belirleyici. Tabii Türk medyası da<br />
bu tartışmanın dışında kalmadı. İdeolojik Kemalist<br />
kanat kaygıları paylaşıp, bakın bizim yıllardır söylediğimizi<br />
şimdi batılılar da söylüyor diyerek, kendi<br />
korkularına batılı tanık gösterirken, AKP yanlısı<br />
medya da Türk dış siyasetini öven batılıları kendilerine<br />
tanık gösterdiler.<br />
Türk dış siyasetinde şimdi yüzünü batıdan, batı ile<br />
sıkı ittifaktan, Müslüman dünyanın liderliği adına<br />
doğuya dönme şeklinde bir “eksen kayması” olduğu<br />
tezini savunan ve kaygılarını dile getirenlerin bu kaygıların<br />
temeli <strong>olarak</strong> gösterdiği verilere göz atıldığın-<br />
gündem<br />
17
güncel<br />
18<br />
da görünen şu:<br />
İsrail konusunda: Türk dış siyasetinde İsrail’e karşı<br />
tavır takınılmış olan tüm konularda (‘One minute’<br />
çıkışı, NATO tatbikatına çağırmama, Goldztone raporuna<br />
sahip çıkış) söz konusu olan diplomatik/siyasi<br />
tavırlardır. Bunların hepsinde Türkiye esasta dünyada<br />
halkların da, devletlerin de büyük çoğunluğunun<br />
açıkça savunduğu pozisyonlarda durmaktadır. Bu<br />
tavrın İsrail ile Türkiye arasında çok sıkı olan ekonomik<br />
ve askeri ilişkilere dönük bir maliyeti, bunlara<br />
zarar veren bir yanı yoktur.<br />
Suriye konusunda: Türkiye’nin Suriye ile olan ilişkilerini<br />
düzeltmesinin, düşmanca olan ilişkileri iyi<br />
komşuluk ilişkilerine dönüştürmesinin gerçekte batının<br />
yaşamsal çıkarlarına ters bir yanı yoktur. Tersine<br />
Suriye’nin batıya bağlanması konusunda bu iyi ilişkiler<br />
kullanılabilir ilişkilerdir.<br />
İran konusunda: Türkiye ile İran arasındaki iyi<br />
ilişkilerin de batılı emperyalistlerin yaşamsal çıkarları<br />
ile çelişen bir yanı yoktur. Görünürde bu iyi ilişkiler<br />
ABD’nin siyaseti ile çelişiyor gibi görünse de, İran’ın<br />
içine etki yapabilmek için batı dünyasının güvenilir<br />
bir üyesinin İran ile iyi ilişkilerin içinde olmasının<br />
yararı vardır.<br />
Filistin konusunda: Türkiye’nin Hamas’la da görüşebilir<br />
konumda olmasının da batılı emperyalistlerin<br />
yaşamsal çıkarına ters bir yanı yoktur. Tersine<br />
Hamas’ı da emperyalist çözümün bir parçası haline<br />
getirebilmenin mümkün olup olmadığı ancak böyle<br />
ilişkiler üzerinden sınanabilir.<br />
Böyle bakıldığında eksen kayması konusunda kopartılan<br />
fırtınanın gerçek değeri ortaya çıkmaktadır:<br />
Bir avuç suda fırtına!<br />
Türkiye batılı emperyalistlerin, en başta da ABD<br />
emperyalizminin Ortadoğu’daki en önemli ve en güvenilir<br />
(tabii emperyalizmde güvenilirlik çıkarla, karşılıklı<br />
çıkarla olan bir şeydir, vefa filan semt adıdır)<br />
müttefiklerinden biri, İsrail ile birlikte batının bölgedeki<br />
esas temsilcisidir. Bu anlamda eksen kayması,<br />
batıdan kopma, yüzünü doğuya dönme filan söz<br />
konusu değildir. Ancak AKP döneminde izlenen dış<br />
politikada Türk egemen sınıflarının kendi öz çıkarları<br />
çok daha net ifade edilmekte, geçmişe oranla daha<br />
çok çıkış noktası alınmaktadır. Böyle olduğu için de<br />
yer yer ABD emperyalizmi ve diğer batılı emperyalistlerin<br />
politikası ile çelişir görünen edimler ortaya<br />
çıkabilmektedir.<br />
Aralık 2009 ✓<br />
İsviçre’de minare yasağı...<br />
Burjuva siyasetçilerinin<br />
ikiyüzlülüğü<br />
Referandumdan çıkan karar, İsviçre’de<br />
birçok miting ve yürüyüşle protesto edildi.<br />
Referandumun yolunu açan ırkçı İsviçre<br />
Halk Partisi (SVP) bile sonuca şaşırdığını<br />
açıklarken, Yeşiller kararın farklı dinler<br />
arasında ayrımcılık yaratacağı sebebiyle<br />
AİHM’e götürme kararı aldı. ‘Hayır’<br />
çıkacağına kesin gözle baktıkları için sandığa<br />
gitmeyen İsviçreliler de sokaklara döküldü.<br />
İsviçre’de ırkçı partinin tek başına yürüttüğü “Minareye<br />
Hayır” kampanyası, yapılan halk oylamasında<br />
başarıya ulaştı. Oylamaya katılan İsviçreli seçmenlerin<br />
yaklaşık % 58’i, İsviçre’de bundan böyle<br />
yeni minare yapılmasına karşı oy kullandı. Referandumda<br />
İsviçre’deki 26 kantondan sadece 4’ü minare<br />
yasağına hayır diyen tavır takındı.<br />
İsviçre, söz konusu olan sermayenin “hakları” olduğunda<br />
Avrupa’nın en liberal demokratik ülkesi. İsviçre<br />
aynı zamanda 20. yüzyılın başında kendi içindeki<br />
ulusal sorunu şiddetsiz ve en demokratik tarzda<br />
çözmüş olan burjuva ülkesi. Ülkede İsviçre’nin kurucu<br />
uluslarının dilleri eşit şartlara sahip. İsviçre<br />
emperyalist dünya savaşlarında savaşa katılmayan<br />
bir ülke. İsviçre ülke savunmasını esas <strong>olarak</strong> halk<br />
silahlanmasına dayandıran az sayıdaki burjuva ülkesinden<br />
biri. İsviçre doğrudan demokrasinin en çok<br />
kullanıldığı burjuva ülkesi. Halkının kültür düzeyi<br />
en yüksek olan ülkelerden biri. İşte böyle bir ülkede<br />
yapılan referandumda, oy kullananların çoğunluğu<br />
ırkçı partinin “Müslümanlar Hristiyan Avrupa’yı fethetmeye<br />
yöneliyorlar”, “Batı demokrasisinin evrensel<br />
değerlerini ret eden İslam, bugün Avrupa kültürünü<br />
tehdit ediyor”, “Minare bu fetih hareketinin en önemli<br />
sembollerinden biridir”, “Bugün minare, yarın şeriat”<br />
temelinde yürüttüğü kampanyaya onay veren bir
güncel<br />
tavır takındılar. Gerçekle ilgisi olmayan -İsviçre’nin<br />
nüfusu 7.5 milyon, yaklaşık 400 bin Müslüman nüfus<br />
var. İsviçre’de 150 cami var, 4 tane minare var.- İslami<br />
fetih öcüsünü Irkçı Parti (oy oranı % 20 civarında)<br />
-bütün diğer burjuva partileri bu referandumda minare<br />
yasağına şu veya bu ölçüde karşı çıktılar- güçlenmek<br />
için bir araç <strong>olarak</strong> kullandı. Bu referandum<br />
Avrupa’nın göbeğinde, uygarlığın en gelişmiş olduğu<br />
düşünülen, Avrupa’nın en “liberal” ülkesinde bile<br />
ırkçılığın ne kadar yaygın olduğunu, ırkçı bir kampanyanın<br />
bugün de Avrupa’nın göbeğinde doğrudan<br />
demokrasi şartlarında başarı şansının büyük olduğunu<br />
gösterdi.<br />
Referandum ertesinde, minare yasağına değişik<br />
tepkiler geldi. İsviçre Adalet Bakanı Eveline Schlumpf<br />
“sonuç Müslümanları değil, köktenciliği hedefliyor”<br />
sözleriyle kırılmış çömleği yamamaya çalışırken, sonuç<br />
Avrupa’da açık ırkçı ve faşist güçler tarafından<br />
“İsviçre’den öğrenelim” şiarıyla coşku ile karşılanır<br />
ve kutlanırken, bunlar dışındaki tüm burjuva partiler<br />
tarafından eleştirildi. Referandumdan çıkan karar,<br />
İsviçre’de birçok miting ve yürüyüşle protesto edildi.<br />
Referandumun yolunu açan ırkçı İsviçre Halk Partisi<br />
(SVP) bile sonuca şaşırdığını açıklarken, Yeşiller<br />
kararın farklı dinler arasında ayrımcılık yaratacağı<br />
sebebiyle AİHM’e götürme kararı aldı. ‘Hayır’ çıkacağına<br />
kesin gözle baktıkları için sandığa gitmeyen<br />
İsviçreliler de sokaklara döküldü.<br />
İsviçre’de referandumda çıkan minare yapımına<br />
hayır kararı Türkiye’de de büyük tepkiyle karşılandı.<br />
Siyasetçiler, medya Avrupa’nın ikiyüzlülüğünü, demokrat<br />
olmadığını vb. keşfettiler!<br />
İsviçre’de bulunan Devlet Bakanı Çağlayan, ülkede<br />
minarelerin yasaklanmasına yönelik referandum<br />
için “İsviçre’yi medeni, modern bir ülke bilirdim, öyle<br />
değilmiş. Hoşgörü sınavında sınıfta kaldılar. Burada<br />
referandumun da suyu çıkmış. Bizim ülkemizde dini<br />
yapılar bir bütündür. Müslüman bir ülkede kilisenin<br />
çan kulesi ile ilgili böyle bir karar alınsaydı da aynı<br />
tepkiyi gösterirdim” dedi. Ve yalan söyledi.<br />
Kültür ve Turizm Bakanı Günay: “Çok talihsiz.<br />
Böyle bir referandum olamaz bence 2000’li yıllarda.<br />
Bir Avrupa ülkesi bile temel insan haklarıyla, inanç<br />
özgürlükleriyle ilgili olmaması gereken çağ dışı halk<br />
oylamaları yapılabiliyor ve böyle sonuçlar çıkabiliyor.”<br />
dedi.<br />
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül “İsviçre ayıp etmiştir”<br />
dedi,.<br />
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ise partisinin<br />
grup toplantısında yaptığı konuşmada, “Bu durum,<br />
Avrupa’da yükselen ırkçı ve aşırı milliyetçi dalgaların<br />
tezahür etmesi bakımından oldukça manidardır” diye<br />
konuştu. Daha önce antisemitizmin insanlık suçu olduğunu<br />
söylerken, “Antisemitizm ne kadar insanlık<br />
suçu ise İslamofobya da o denli insanlık suçudur” dediklerini<br />
hatırlatan Erdoğan, şöyle devam etti:<br />
“Temenni ediyorum ki başta AB üyesi ülkeler, AİHM,<br />
ilgili merciler, -bu konuda duyarlılıklarını ortaya koyan<br />
ülkeler var- hep birlikte duyarlılıklarını ortaya<br />
koysunlar ve dünyayı başta Avrupa olmak üzere böyle<br />
19
güncel<br />
20<br />
bir gerilime sevk etmesinler. Medeniyetler İttifakının<br />
bir eş başkanı ve kurucusu olan ülkenin Başbakanı<br />
<strong>olarak</strong> bu yanlıştan bir an önce dönülmesinin gereğini<br />
hatırlatmak, bizim görevimiz. İsviçre Adalet Bakanı,<br />
gelen uluslararası tepkiler üzerine yasaklamanın<br />
Müslümanları değil, İslamcı köktenciliği hedeflediğini<br />
söyledi. Caminin minaresinin köktencilikle ne alakası<br />
var? Yani, O da şecaat arz ederken sirkatin söylemiş.<br />
Bu ifadeyi kurmak, birbiriyle mütenasip iki ayrı<br />
yanlıştır. Tehlikelidir, kabul edilemez bir değerlendirmedir.<br />
İsviçre gibi güya demokrasinin beşiği sayılan,<br />
özgürlüklerin rahatça yaşanabildiği bir ülkede böyle<br />
bir referandum sadece İslam dünyasını değil, medeniyetler<br />
çatışması noktasında endişesi olan büyük bir kesimi<br />
de rahatsız etmiştir. Bu tür konular referanduma<br />
götürülemez. Yanlış buradadır. Ülkemizde de zaman<br />
zaman böyle bu tür konuları konuşanlar oluyor. Bunlar<br />
doğuştan verilmiş, alınmış haklardır, bunu referanduma<br />
götüremezsiniz.”<br />
Dışişleri Bakanlığı da yaptığı açıklamada, girişiminin<br />
onaylanmasının hayal kırıklığı yarattığı, bu<br />
çerçevede İsviçre’nin, gelenekleriyle bağdaşmayan<br />
bu durumu düzeltici adımlar atmasının, Türkiye’nin<br />
yanı sıra uluslararası kamuoyunca da beklendiğini<br />
vurguladı:<br />
“Bu karar, temel insani değerler ve özgürlüklere aykırı<br />
talihsiz bir gelişmedir. Birleşmiş Milletler Medeniyetler<br />
İttifakı Girişimi’nin iki eş sunucusundan biri<br />
olan Türkiye, farklı kültür ve inançlar arasında karşılıklı<br />
anlayış ve hoşgörü ortamının güçlendirilmesi<br />
yönünde yoğun çaba içerisindedir. İsviçre halkının bu<br />
kararı ülkemizde büyük bir üzüntü ile karşılanmıştır.<br />
Çeşitliliğe saygı ve uzlaştırıcı geleneğiyle uluslararası<br />
alanda saygın bir yer edinmiş olan İsviçre’nin, gelenekleriyle<br />
bağdaşmayan bu durumu düzeltici adımlar<br />
atması Türkiye’nin yanı sıra uluslararası kamuoyunca<br />
da beklenmektedir.”<br />
Yani bu konuda şimdi Türk politikacıları- hükümetiyle<br />
muhalefetiyle birleşmiş, bir ağızdan, görünürde<br />
“ din ve ibadet özgürlüğünü” genel <strong>olarak</strong> özgürlükleri<br />
savunur bir konumda Avrupa’yı, en başta da<br />
İsviçre’yi eleştiriyorlar.<br />
Gerçekten ilginç bir durum. Kendi ülkelerinde ırkçılığın<br />
her türünün savunucusu ve uygulayıcısı olanlar<br />
şimdi ırkçılığa karşı mücadeleci pozlara bürünebiliyorlar.<br />
Şimdi böyle “Dini özgürlükler” konusunda atıp<br />
tutanların, atıp tuttukları konudaki karneleri hiç de<br />
parlak değil.<br />
2009 yılının AB İlerleme Raporu ve ABD<br />
Dışişleri’nin Uluslararası Dini Özgürlükler<br />
Raporu’nda, Türkiye’nin inanç özgürlüğü alanında<br />
‘ilerleme kaydettiğini’ belirtilse de bazı eleştiriler getiriliyor.<br />
Avrupa Komisyonu’nun Ekim ayında yayımladığı<br />
İlerleme Raporu’ndaki bazı eleştiriler şöyle: “Gayrimüslim<br />
cemaatler ibadet yerleriyle ilgili <strong>olarak</strong> sık<br />
sık ayrımcılığa tabi tutulduklarını ve idari belirsizlikle<br />
karşı karşıya kaldıklarını belirtiyor. Kendilerine<br />
ibadethane için yer tesis edilmesi yönünde yaptıkları<br />
başvurular reddediliyor. Mevcut Protestan kiliseleri<br />
ve Yehova Şahitleri’nin dua odaları davalarla karşı<br />
karşıya. Alevi cem evleriyle ilgili iki dava sürüyor, biri<br />
Danıştay’da görülüyor. Üç belediyenin üç tane Alevi<br />
cem evini ibadethane <strong>olarak</strong> tanımasına rağmen, cem<br />
evlerini tanımayan genel politika devam ediyor.”<br />
ABD Dışişleri raporunda ise şu eleştirilere yer veriliyor:<br />
“..Dini azınlıklar ibadet yerlerini açmak, muhafaza<br />
etmek ve işletmekte güçlüklerle karşılaştıklarını rapor<br />
etmiştir. Yasalara göre dini ibadetler sadece ibadet<br />
yeri <strong>olarak</strong> tayin edilen yerlerde yapılabilir. Belediye<br />
yasaları sadece hükümetin bir ibadet yeri tayin edebileceğini<br />
öngörür. Gayrimüslim gruplar, özellikle de<br />
Vakıflar Genel Müdürlüğü’nce resmen tanınan mülke<br />
sahip olmayan dini gruplar, ibadetlerini genellikle<br />
diplomatik alanda ya da özel evlerde yapmıştır.”<br />
“..Yehova Şahitleri’ne ait iki ibadet yerine (krallık<br />
salonu) karşı imar yasalarına dayanan mahkeme<br />
kararları, 2009’un başında temyizde feshedildi. İki<br />
krallık salonu daha imar yasaları nedeniyle ibadeti<br />
sınırlayan mahkeme hükümlerine itiraza devam etmiştir.”<br />
“Aleviler kendi inançlarını serbest uyguladı ve ibadet<br />
yeri <strong>olarak</strong> yasal statüsü olmamasına rağmen cem<br />
evleri inşa etti. Bunlar genellikle ‘kültür merkezleri’<br />
<strong>olarak</strong> sınıflandırıldı. Alevi örgütlerinin temsilcileri<br />
yine de, cem evleri kurma girişimleri sırasında sık sık<br />
engellerle karşılaştıklarını, ayrıca ülkede yaklaşık 100<br />
cem evi bulunduğunu ve bunun da sayılarına oranla<br />
ihtiyaçlarını karşılamadığını belirtiyor.”<br />
Kısacası aslında burjuva siyasetçilerinin hiç birinin<br />
bir diğerine söyleyecek lafı olmamalı. Bunların hepsi<br />
şu veya bu ölçüde kendi dinlerinin tek doğru olduğunu<br />
savunan, din özgürlüğü ve diğer tüm özgürlükleri<br />
savunduklarında, bunu ancak kendileri için savunan<br />
sahte demokratlardır.<br />
Aralık 2009 ✓
Gözaltında<br />
katletmeler, yargısız<br />
infazlar sürüyor!<br />
Avcılar/Esenyurt’ta polis terörü sürüyor! Gözaltında<br />
katletme, sokak ortasında infazlar, baskınlar,<br />
tutuklamalar, işkence vb. Avcılar/Esenyurt<br />
polisinin kötü olan sicilini daha da kötüleştiren uygulamalar.<br />
19 Kasım 2009 tarihinde Alaattin Karadağ Esenyurt<br />
Saadetdere Mahallesi’nde polis tarafından katledildi.<br />
Kısa bir süre önce Osman Aslı adlı kişi Avcılar Firuzköy<br />
karakolunda, “kendini astığı” iddiası ile ölü<br />
bulundu.<br />
Polis terörü, yargısız infazlar, BDSP, DHP, ESP-G,<br />
YDİ Çağrı tarafından 27 Aralık Pazar günü Esenyurt<br />
Depo durağında ortak örgütlenen basın açıklaması<br />
ile protesto edildi.<br />
Basın açıklamasında, Alaattin Karadağ’ın katledilmesi,<br />
gözaltında işkencede ölümler, sokak infazları<br />
protesto edildi. Saldırıların, işkencelerin, baskıların,<br />
katliamların hesabının işçi ve emekçiler tarafından<br />
mutlaka bir gün sorulacağı vurgulandı.<br />
Basın açıklaması sırasında, Gün gelecek, devran<br />
dönecek, katiller halka hesap verecek!, Polis terörüne<br />
son!, Devrim şehitleri ölümsüzdür!, Yaşasın devrimci<br />
dayanışma!, Alaattin Karadağ ölümsüzdür!, Faşizmi<br />
döktüğü kanda boğacağız!, Katil polis hesap verecek!,<br />
Halkımız sokağa hesap sormaya! sloganları atıldı.<br />
27 Aralık 2009 ✓<br />
Cinsel tacize hayır!<br />
Bu saldırı devrimci mücadele içerisinde yer alan<br />
bütün kadınlara karşı yapılmış bir saldırıdır.<br />
Burada amaç, bilinçli, erkek egemen sisteme karşı<br />
başkaldırmış kadınları s<strong>indir</strong>ip, korkutmaktır.<br />
Fakat hiçbir saldırı devrimci mücadele<br />
içerisinde yer alan biz kadınları yıldırmadı,<br />
yıldırmayacaktır!<br />
Erkek egemen sistemin silahlı bekçileri olan polisin,<br />
kadınlara yönelik cinsel tacizine bir yenisi<br />
daha eklendi. Taciz ve tecavüz, kadınlara yönelik saldırıların<br />
her zaman ve her dönemde en temel biçimlerinden<br />
biri olmuştur ve olmaya da devam etmektedir.<br />
Bunun bir örneğini 7 Aralık’ta yaşadık. Kıraç’ta<br />
işten eve dönen; ‘’Yeni Demokratik Kadınlar’’ içerisinde<br />
faaliyet gösteren Songül Araç adlı bir kadın<br />
devrimci, polisin yönlendirmesinden emin olunduğu<br />
bir taciz olayı ile karşılaşmıştır. Songül Araç oturduğu<br />
mahallede, polis tarafından devrimci kimliği<br />
ile bilinen bir kadın. Songül, 7 Aralık akşamı işten<br />
eve dönerken, önce devriye gezen bir polis arabası tarafından<br />
gözle taciz edilmiş daha sonra tam evinin<br />
kapısının önünede geldiğinde, nereden geldiğini fark<br />
etmediği bir anda arkadan birisi eliyle ağzını kapatıp,<br />
taciz etmiştir. Şimdiye kadar böyle bir olayın o mahallede<br />
gerçekleşmemiş olması ve tacizcinin kaçmaya<br />
bile çalışmaması,rahat tavırları dikkat çekicidir.<br />
26 Aralık’ta, Esenyurt’ta, diğer devrimci kurumlardan<br />
kadınların da katılarak destek verdiği bir basın<br />
açıklaması yapıldı. Basın açıklamasında polisin son<br />
dönemde muhalif kesime yönelik artan şiddet, katliam,<br />
taciz olayları teşhir edildi. Eylemde ‘Kadına yönelik<br />
cinsel şiddette Hayır!’ pankartı taşınırken öne<br />
çıkan sloganlar şunlardı: ‘Devlet elini emeğimizden,<br />
bedenimizden, kimliğimizden çek! Cinsel, ulusal, sınıfsal<br />
sömürüye son! Jin, jiyan, azadi!’<br />
Bu saldırı devrimci mücadele içerisinde yer alan<br />
bütün kadınlara karşı yapılmış bir saldırıdır. Burada<br />
amaç, bilinçli, erkek egemen sisteme karşı başkaldırmış<br />
kadınları s<strong>indir</strong>ip, korkutmaktır. Fakat hiçbir<br />
saldırı devrimci mücadele içerisinde yer alan biz kadınları<br />
yıldırmadı, yıldırmayacaktır!<br />
Bir YDİ Çağrı okuru<br />
26.12.09 ✓<br />
güncel<br />
21
yeni kadın dünyası<br />
22<br />
8 kadın işçinin can bedeli 190 bin TL!<br />
Ezilenlerin hayatları karşılığında yaptıkları<br />
bu utanç verici pazarlıkların sorumlusu,<br />
asıl suçlanması gerekenler parayı kabul<br />
eden aileler değil, bu ailelerin yoksulluğunu<br />
istismar eden kar hırsından gözü dönmüş<br />
kapitalistler ve onların sermaye düzenidir.<br />
9<br />
Eylül’de kapalı kasa minibüs ile işe götürülürken<br />
yaşanan sel felaketi sırasında İstanbul<br />
İkitelli’de boğularak ölen 8 kadın işçi ile ilgili açılan<br />
dava Pameks patronlarının beraatı ile sonuçlandı. 17<br />
Aralık günü Bakırköy Adliyesinde görülen davanın<br />
ilk duruşmasında ölen kadın işçilerinin aileleri davadan<br />
çekildiklerini belirtmeleri üzerine firma sahibi<br />
Mehmet Cevdet Karahasanoğlu ve idari amir Ferit<br />
Öncü ilk duruşmada tahliye edildiler.<br />
Kadın işçilerin ölümünden birinci dereceden sorumlu<br />
olan Pameks patronları, ölen işçilerin aileleri<br />
ile anlaşarak ödedikleri tazminatlarla ceza almaktan<br />
kurtuldular. Daha önce ailelere kişi başına 60 bin TL<br />
öneren ve bunu da 4-5 taksit ile ödeyeceğini söyleyen<br />
patronun bu teklifini ailelerin kabul etmemesi ve<br />
dava açması üzerine, patron ödeyeceği miktarı arttırarak<br />
aileler ile anlaştı. Ölen 8 işçinin ailelerine peşin<br />
<strong>olarak</strong> ödenen miktar 185 bin ile 113 bin TL arasında<br />
değişiyor.<br />
Yaşanan bu olay ile ilgili gazetemizin 137. sayısında<br />
yazmıştık. Pameks patronlarının, aslında genelde kapitalistlerin,<br />
yanında çalıştırdıkları işçilere karşı nasıl<br />
bir yaklaşım içerisinde olduklarını Pameks yetkilisi<br />
Ahmet Alkan’ın yaptığı şu alıntı ile ortaya koymuştuk:<br />
‘Burada beslediğimiz köpek bile bir aracın üzerine<br />
çıkıp kendisini kurtardı. Onlar da araçtan inseydi<br />
bir şey olmayacaktı. İçlerinde bana hizmet eden çaycım<br />
vardı; (kastettiği kaldırıldığı hastanede hayatını<br />
kaybeden Fikriye Özentürk’dür. bn) bir tek ona çok<br />
üzüldüm.’<br />
Pameks patronları bu olaydan kolaylıkla sıyrılabileceklerini<br />
düşünmüş olacaklar ki kaza ertesinde<br />
işçileri aşağılayan ve adeta ölen işçileri suçlu çıkaran<br />
açıklamalarda bulunabilme cesareti gösterdiler.<br />
Her aileye 60 TL ödeyerek kurtulacağını hesaplayan<br />
patronun hesabı çarşıya uymadı ve toplam 1 milyon<br />
TL’ye yakın tazminat ödemek zorunda kaldı. Ödenmek<br />
zorunda kalınan tazminat ertesinde Pameks AŞ.<br />
adına yapılan yazılı açıklamada ödenen paranın kan<br />
parası <strong>olarak</strong> nitelendirilmemesi, ölen sekiz kadın<br />
çalışanın şirketleri için büyük değer taşıdığı(!), belirtildikten<br />
sonra şunlar dile getiriliyor: “Meydana gelen<br />
felaket ve kayıplarımız nedeniyle tarifi imkansız<br />
üzüntü içinde olduğumuzu belirtmek isteriz. Öngörülemeyen<br />
ve önlenemeyen boyutlara ulaşan yıkıcı<br />
sel felaketi nedeniyle oluşan kayıpların telafisi mümkün<br />
değil. (‘kayıpların’ nedeni işçilerin normalde yük<br />
taşınan kapalı kasa minibüs ile eşya gibi taşınması<br />
değil de ‘öngörülemeyen ve önlenemeyen boyutlara<br />
ulaşan yıkıcı sel felaketi’ imiş!) Ancak bugüne kadar<br />
her zaman çalışanlarımızın yanında olduğumuz ve<br />
haklarını koruduğumuz gibi, felaketin yıkıcı etkilerinin<br />
giderilmesi ve yaraların bir nebze olsun sarılması<br />
adına Pameks A.Ş. <strong>olarak</strong> tüm imkanlarımızı seferber<br />
etmiş bulunuyoruz.”<br />
Pameks yetkililerinin bu ikiyüzlüce sahtekarlığı bir<br />
yana, ölen işçilerin ailelerin çocuklarına karşılık kan<br />
parasına razı olup davadan çekilmiş olmaları insanların<br />
bu düzende ne kadar büyük bir çaresizlik içerisinde<br />
olduğunu da gösteriyor aynı zamanda. Yasaların<br />
ve devletin patronlardan yana olduğunun bilindiği<br />
yerde buna bir de elindeki parasal güçle yapamayacak<br />
şeyi olmayan patronlar eklenince bu çaresizlik anlaşılırdır<br />
da. Aileler bu paraları kabul etmeyip davadan<br />
çekilmeselerdi o zaman ne olacaktı? Çok büyük ihtimalle<br />
dava yıllarca sürecekti ve dava sonuçlandığında<br />
da en iyi halde işvereni fazla zorlamayacak bir karar<br />
ile sorun kapanacaktı.<br />
Ezilenlerin hayatları karşılığında yaptıkları bu<br />
utanç verici pazarlıkların sorumlusu, asıl suçlanması<br />
gerekenler parayı kabul eden aileler değil, bu ailelerin<br />
yoksulluğunu istismar eden kar hırsından gözü<br />
dönmüş kapitalistler ve onların sermaye düzenidir.<br />
Bu pazarlık da bir kez daha gösterdi ki bu sistemde<br />
yeteri kadar paran varsa 8 insanın ölümüne sebebiyet<br />
vermiş olman onca önemli değildir. Parayı basıp<br />
kurtulabilirsin!<br />
Kapitalist sermaye düzeni var oldukça bu tür can<br />
pazarlıkları da kaçınılmaz olacaktır. Bunu ortadan<br />
kaldırmanın tek yolu yoksul insanları bu tür anlaşmalara<br />
mecbur bırakmayacak günlerin gelmesidir,<br />
bu günlerin mücadelesini vermektir!<br />
Aralık 2009 ✓
PANORAMA<br />
panorama<br />
Eski gerilla, yeni<br />
başkan!<br />
- URUGUAY -<br />
Mujica’nın başkanlık seçimini<br />
kazanması, kimi kesimlerce genelde<br />
Latin Amerika’da “estiği” söylenen<br />
“sol rüzgar”a bir yenisinin eklendiği<br />
biçiminde yorumlandı. Hele Mujica’nın<br />
askeri diktatörlüğe karşı mücadele eden<br />
bir gerilla olması da işe eklenince, bu<br />
yönlü propaganda daha çok yutuluyor!<br />
Uruguay’ı, Uruguay’ın bağımsızlığının tarihi <strong>olarak</strong><br />
kabul edilen 1828 tarihinden, 31 Ekim 2004<br />
tarihinde yapılan seçime (meclis ve senato seçimi de<br />
yapıldı) ve sözkonusu seçimde seçilen başkanın görevi<br />
devraldığı 1 Mart 2005 tarihine kadar iki parti yönetmiştir:<br />
Partido Colorado (PC) [Renkliler Partisi]<br />
ve Partido Nacional (PN) [Ulusal Parti].<br />
Bu iki partinin yönetimde olmadığı dönemler ordunun<br />
darbelerle yönetime el koyduğu açık askeri<br />
diktatörlüğün yaşandığı dönemler olmuştur. 1985’ten<br />
beri askeri yönetim yoktur. Bu partiler arasındaki esas<br />
fark PC’nin “sosyalliberal” olması ile PN’nin “muhafazakar”<br />
olmasıdır. Özde ikisi de “sol”a karşıdır.<br />
Kendisine “sol” diyen kesim ise<br />
“Hristiyandemokratlar”dan eski Tupamaros’lara ve<br />
kendine komünist diyenlere kadar genişlemektedir.<br />
Askeri diktatörlüğe karşı mücadele dönemini bir<br />
kenara bırakırsak, kendisine “sol” diyen bu kesim<br />
“Orta-Solbirlik Geniş Cephe” (Encuentro Progresista<br />
- Frente Amplio (EP-FA) çatısı altında birleşmişlerdir.<br />
Kısaca adı Geniş Cephe (FA) olan bu cephe<br />
içinde “Hristiyandemokratlar, Sosyaldemokratlar,<br />
Sosyalistler, Komünistler ve eski Tupamaros”lar yer<br />
almaktadır.<br />
31 Ekim 2004 tarihindeki seçimlerde bu cephenin<br />
adayı Tabare Vazquez oyların %51,67’sini alarak ilk<br />
turda başkan seçildi. Aynı zamanda Parlamento’da<br />
99 sandalyenin 52’sini, Senato’da ise 31 sandalyenin<br />
17’sini alarak çoğunluğu elde etti.<br />
Vazquez Sosyalist Parti’li biri <strong>olarak</strong> “ılımlı sol” bir<br />
siyaset yürüttü. Neoliberalizm siyasetine karşı ama<br />
neoliberalistlerle birlikte yürüyebilen bir siyasetti bu.<br />
Bu siyaset kendisini örneğin ABD emperyalizmine<br />
karşı tavırda gösteriyordu. Ne ABD’nin karşısında ne<br />
de onun emrinde… “Barış içinde” birlikte, yanyana<br />
yaşamak! Buna rağmen ama Vazquez, uyguladığı siyasetle<br />
ülkedeki yoksulların sayısını azaltmış, işsizliğin<br />
oranını düşürmüş ve ekonomik <strong>olarak</strong> ülkeyi kalkındırmıştı.<br />
İlk anda çelişkili görünse de, zenginlerle<br />
yoksullar arasındaki uçurum da bu dönemde giderek<br />
büyüdü.<br />
Bu seneki başkanlık seçimlerinde sorulan esas soru,<br />
Vazquez’in 1 Mart 2005 tarihinden bu yana yürüttüğü<br />
politikayı sürdürmek mi, yoksa açıkça neoliberal<br />
ekonomik siyasete geri dönmek mi sorusuydu.<br />
Uruguay’da başkanlık seçiminden önce, adayların<br />
belirlenmesi için seçim yapılmaktadır. Geniş<br />
Cephe’nin adayının belirlenmesinde öne çıkan iki<br />
kişi vardı. Biri, Vazquez’in siyasetini sürdürecek olan<br />
eski Tupamaros gerilla önderlerinden Jose Mujica, diğeri<br />
ise liberalizmi savunan ve ABD ile Serbest Ticaret<br />
Anlaşması imzalamaktan yana olan eski Ekonomi<br />
ve Maliye Bakanı Danilo Astori idi. Mujica oyların<br />
23
panorama<br />
24<br />
%52’sini alarak Geniş Cephe’nin adayı oldu. Böylece<br />
Geniş Cephe, Vazquez ile yürüttüğü siyasetine devam<br />
demişti.<br />
25 Ekim 2009 tarihinde Başkanlık seçiminin birinci<br />
turu ve parlamento ile senato seçimi yapıldı. Geniş<br />
Cephe’nin adayı Mujica, PC ve PN adaylarıyla yarıştı.<br />
Resmi verilere göre hiç bir aday gerekli çoğunluğu<br />
(%50 artı) sağlayamamıştı. Geniş Cephe adayı<br />
%48,16, PN adayı 28,94 ve PC adayı %16,9 oranında<br />
oy almışlardı. Bu sonuca göre başkanlık seçiminin<br />
ikinci turunda Mujica ile PN adayı Luis Alberto Lacalle<br />
yarışacaktı.<br />
Parlamento ve Senato’da ise az bir kayıpla da<br />
olsa Geniş Cephe çoğunluğu yeniden elde etti.<br />
Parlamento’da 99 sandalyenin 50’sini ve Senato’da<br />
ise 30 sandalyenin 16’sını elde etmişti (bir önceki seçimde<br />
31 senato sandalyesi sözkonusuydu). Bu sonuca<br />
göre 2004 seçimleri baz alındığında Parlamento’da 2,<br />
Senato’da 1 sandalye kaybedilmiştir.<br />
Başkanlık seçimlerinin ikinci turu 29 Kasım<br />
2009 tarihinde gerçekleşti. Mujica oyların yaklaşık<br />
%53’ünü, PN adayı Lacalle ise yaklaşık %43’ünü aldı.<br />
Yeni Başkan Mujica 1 Mart 2010 tarihinde görevine<br />
başlayacak.<br />
Mujica’nın başkanlık seçimini kazanması, kimi kesimlerce<br />
genelde Latin Amerika’da “estiği” söylenen<br />
“sol rüzgar”a bir yenisinin eklendiği biçiminde yorumlandı.<br />
Hele Mujica’nın askeri diktatörlüğe karşı<br />
mücadele eden bir gerilla olması da işe eklenince, bu<br />
yönlü propaganda daha çok yutuluyor!<br />
Gerçekten de Mujica geçmişte Tupamaros hareketinin<br />
şehir gerillası ve önderlerinden biri olmuştur.<br />
Askeri diktatörlüğe karşı direniş mücadelesinde yer<br />
almıştır. Yıllarca hapsedilmiş, işkencelere maruz<br />
kalmıştır. Askeri diktatörlüğün son bulmasına bağlı<br />
<strong>olarak</strong> da hapsedilmiş diğer Tupamaros liderleri gibi<br />
özgürlüğüne kavuştu.<br />
Mujica’nın ulusal bağımsızlık için ve askeri diktatörlüğe<br />
karşı mücadele vermesi O’nun geçmişteki<br />
olumlu tarafı <strong>olarak</strong> tespit edilmek zorundadır. Fakat,<br />
Mujica’nın bugünkü konumuna bakmadan, geçmişinden<br />
dolayı, Mujica’nın bugün “devrimci” <strong>olarak</strong><br />
gösterilmesi tümüyle yanlış bir yaklaşımdır. Böylesi<br />
bir yaklaşıma örnek <strong>olarak</strong> Latin Amerika hakkında<br />
sık sık yazan Metin Yeğin verilebilir.<br />
Geniş Cephe’nin programını Mujica “Bir reform<br />
programı etrafında, sistemin içinde ama halkçı bir<br />
program” (Gündem Gazetesi, 5 Kasım 2005, M.<br />
Yeğin’in Mujica ile röportajından) <strong>olarak</strong> değerlendirmektedir.<br />
Gerçekten de bu programın sistem içi<br />
bir program olduğu tespiti doğrudur ve Mujica da bu<br />
sistem içi program temelinde oluşan cephenin temsilcisidir.<br />
Ama M. Yeğin Mujica’ya övgüler düzmektedir.<br />
(Günlük Gazetesi, 29 Ekim 2009)<br />
Hapisten çıktıktan sonra daha çok “ortanınsolu”nda<br />
yer alan Mujica, 1994 seçimlerinde milletvekili oldu,<br />
Vazquez yönetimi altında Tarım Bakanlığı yaptı ve<br />
seçimlerden önce de Senatör <strong>olarak</strong> görevini icra ediyordu.<br />
“İlkemiz ulusal bağımsızlıktır” diyen Mujica, bunu<br />
da esasta ABD’nin baskılarına karşı gelmek <strong>olarak</strong><br />
anlıyor, bu nedenle de liberalizme karşı çıkıyor. Ama<br />
Mujica aynı zamanda Geniş Cephe içinde yer alan ve<br />
başkanlık adayı için ön seçimde rakibi olan Astori ile<br />
çalışmaktan yana, Astori’yi Başkan Yardımcısı olmaya<br />
çağıran bir tavır sergilemektedir. Ne şiş, ne kebap<br />
yansın!<br />
Mujica başkan <strong>olarak</strong> kendisine zenginlerle yoksullar<br />
arasındaki uçurumun kapatılması, daha doğrusu<br />
azaltılmasını hedef <strong>olarak</strong> koymuştur. Bu hedefine<br />
nasıl ve ne kadar ulaşacağını ise, görev süresi sona erdiğinde<br />
göreceğiz.<br />
2014 yılındaki seçimler için başkan adayı daha şimdiden<br />
düşünülüyor: Vazquez! Yasaya göre bir başkan<br />
peşpeşe iki kere seçimlere katılamıyor. Bu yüzden de<br />
anda popüler olan Vazquez’in gelecek seçimlerde yeniden<br />
aday olacağı konusunda tahminler yapılıyor. O<br />
zamana kadar neler yaşanacak? Göreceğiz.<br />
Açık olan Mujica’nın başkanlığındaki Geniş Cephe<br />
yönetiminin de sistem içi bir yönetim olduğu, buna<br />
uygun da davranacağıdır. PC ya da PN’e göre daha<br />
halkçı olması, ya da “sol” olması FA’yı devrimci yapmaya<br />
yetmemektedir.<br />
18 Aralık 2009 ✓
Darbecilerin seçimi<br />
yapıldı!<br />
panorama<br />
- HONDURAS -<br />
Dergimizin 138. sayısında Honduras’ta “post modern<br />
darbe” sonrası gelişmelere değinmiş ve yazımızın<br />
sonunda şu değerlendirmeyi yapmıştık:<br />
“Gelişmeler darbecilerin zamana oynadığını, 29<br />
Kasım’da seçimlerin yapılmasının büyük olasılık<br />
olduğunu ve 27 Ocak 2010 tarihinde seçilmiş, ya da<br />
seçtirilmiş yeni başkanın koltuğuna oturacağını gösteriyor.”<br />
(Sayfa 19)<br />
Bu tespitimizden sonraki süreç, yaptığımız tespiti<br />
yeniden onayladı. Kasım ayı başında medyaya darbecilerle<br />
Zelaya arasında anlaşma sağlandığı ve böylece<br />
Honduras’ta siyasi krizin sona erdiğine yönelik haberler<br />
yayınlandı.<br />
Sözkonusu haberlerin kaynağı, gerçekten de darbecilerle<br />
Zelaya arasında görüşme yürütenlerin üzerinde<br />
birleştiği ve sözkonusu sorunu çözme amaçlı<br />
anlaşmaydı. Buna göre Zelaya’nın görevine dönmesi<br />
Parlamento’nun kararına bağlıydı. Parlamento, Yüksek<br />
Mahkemenin tavrını da gözönüne alacaktı. 28<br />
Haziran darbesini incelemek ve bu anlaşmaya uymayı<br />
kontrol etmek için komisyonlar oluşturulacaktı.<br />
Zelaya başkanlığında “ulusal birlik hükümeti” kurulacaktı.<br />
Bunlar olmuş olsaydı, darbeciler Zelaya ve<br />
taraftarları tarafından da meşru kılınmış olacaktı.<br />
Gelişmeler ama bizim dediklerimizi doğruladı. Darbeciler<br />
gerçekten de zamana oynuyordu. Zelaya’nın<br />
görevine geri dönmesi konusu sürüncemede bırakıldı.<br />
Darbecilerin Başkanı Micheletti tam bir tiyatro<br />
oyunu sergileyerek 25 Kasım ile 2 Aralık tarihleri<br />
arasında Başkanlık görevini uygulamayı durdurma<br />
kararı aldı ve ama kendi başkanlığında “ulusal birlik<br />
hükümeti” kurduğunu ilan etti…<br />
Böylece darbecilerin zamana oynadığını gören Zelaya,<br />
anlaşmanın geçersiz olduğunu ilan etti. Bu arada<br />
darbeciler 29 Kasım’da seçimleri yapmaya kararlı<br />
olduklarını gösterdiler. Zelaya ve darbecilere karşı<br />
Direniş Cephesi seçimleri boykot etme çağrısı yaptı.<br />
Seçimlerden önce parlamentonun Zelaya hakkındaki<br />
tavrı takınmayacağı da belirlenmişti. Böylece milletvekillerinin<br />
renklerini belirtme zorunluluğu yoktu.<br />
Başkanlık adaylarından kimileri, seçimlere meşruiyet<br />
kazandırmamak için adaylığını geri çekti. 29<br />
Kasım’da darbecilerin yoğun saldırganlığı, en ufak<br />
protestoyu boğma yönlü yaklaşımı gölgesinde seçimler<br />
yapıldı. Esas yarış Ulusal Parti adayı Porfirio Lobo<br />
ile Zelaya’nın partisi Liberal Parti adayı Elvin Santos<br />
arasında geçti. Seçimler aynı zamanda da Parlamento<br />
ve Belediye Başkanları seçimiydi.<br />
Zelaya’nın görevden alınmasına bağlı <strong>olarak</strong> Liberal<br />
Parti’nin darbecilerle Zelaya yanlısı <strong>olarak</strong> bölünmesi<br />
Santos’un kazanma şansını azaltmıştı. Seçimlere katılım<br />
oranı konusunda yürüyen tartışmalar bize kesin<br />
bir rakam verme imkanı tanımamaktadır. Resmi<br />
sonuçlara göre Ulusal Parti adayı Porfirio Lobo seçimleri<br />
kazandı.<br />
Darbecilerin resmi Seçim Komisyonu seçimlere katılım<br />
oranını %61 <strong>olarak</strong> vermektedir. Bu oran 2004<br />
yılındaki seçimlere katılım oranından bile daha yüksektir.<br />
Muhalefet ise seçime katılım oranının en fazla<br />
üçte bir olduğunu savunmaktadır. Tartışmalara ve<br />
verilen rakamlara bakıldığında üçte ikilik bir protestonun<br />
gerçeğe daha yakın olduğunu göstermektedir.<br />
Buna rağmen kesin bir şey söylemek mümkün değildir.<br />
Kimileri seçime katılımın %21,5 oranında olduğunu<br />
söylemektedir. Sonuçta söylenebilecek esas şey,<br />
seçime katılımın düşük olduğu ve darbecilere karşı<br />
boykot tavrının seçmenlerin önemli bölümünün tavrı<br />
olduğudur.<br />
Tartışmalar ne kadar katılım olduğu üzerine yürürken<br />
ve meşruluğun da katılım oranına göre belirlenmeye<br />
çalışıldığı ortamda, seçimlerin bu haliyle zaten<br />
darbecilerin dayattığı bir seçim olduğunu ve bunun<br />
gayrimeşru olduğunu söyleyenler de oldu. Yani gerçekte<br />
seçimlere katılım yüzde 61 ya da daha da yüksek<br />
olsa da, seçimlerin kendisi özgür koşullarda yapılan,<br />
serbest ve hür seçimler değildi. Bu yüzden de katılı-<br />
25
panorama<br />
26<br />
mın oranı bu gerçeği değiştirmemektedir. Darbecilerin<br />
baskı altında gerçekleştirdiği seçimler en başında<br />
antidemokratik seçimler <strong>olarak</strong> reddedilmesi gereken<br />
bir oyundu.<br />
Zelaya ve darbecilere karşı Direniş Hareketi’nin seçimleri<br />
boykot etme tavrı, onların siyasi yaklaşımlarından<br />
bağımsız <strong>olarak</strong> doğru bir tavırdı.<br />
Seçimlerden sonra öne çıkan esas nokta, seçimlerin<br />
ve sonuçlarının tanınıp tanınmayacağı sorunuydu.<br />
Latin Amerika’nın ülkelerinin büyük bölümü seçimi<br />
ve sonuçlarını tanımama tavrı takındı. ABD emperyalizmi<br />
ve Panama, Peru ve Kolombiya gibi kimi işbirlikçileri<br />
seçimleri tanıdığını açıkladı.<br />
Seçimlerden sonra oluşan Parlamento’da, 2 Aralık<br />
2009 tarihinde Zelaya’nın görevine dönüp dönmemesi<br />
konusunda görüşüldü ve oylama yapıldı. 14 oya<br />
karşı 111 oyla Zelaya’nın görevine dönmesi reddedildi.<br />
Böylece bu konudaki tartışmalar sürse de, prosedür<br />
bitmiş, Zelaya’nın görevine dönmesi artık sözkonusu<br />
değildi.<br />
Bunun bilincinde olan Zelaya da zaten artık başkanlık<br />
koltuğuna oturmayı sağlayacak herhangi bir<br />
kararı kabul etmeyeceğini, darbecileri meşru kılmayacağını<br />
açıkladı.<br />
Aslında Zelaya yenilgiyi kabul ederken, Direniş<br />
Hareketi darbecilere karşı mücadeleyi sürdürme kararı<br />
alıyordu. Buna göre Direniş Hareketi darbecilere<br />
karşı mücadeleyi sürdürecek ve yeni bir anayasa<br />
oluşturacak bir Kurucu Meclisi oluşturmak için çaba<br />
gösterecektir.<br />
Bu olgu da Zelaya’nın isteğinin ötesinde gelişen mücadelenin,<br />
somut <strong>olarak</strong> Direniş Hareketi şahsında<br />
Zelaya’yı solladığını göstermektedir. Egemenler için<br />
Zelaya “iki partili sistem içinde bir kaza” olmuştur.<br />
Fakat Direniş Hareketi kazadan öte, darbecilere karşı<br />
demokrasi için mücadelenin bir merkezi olma olasılığına<br />
sahiptir. Yeter ki tutarlı bir tavır takınılsın.<br />
Sonuçta Zelaya ve destekleyicileri darbecilere karşı<br />
bir yenilgi yaşamıştır. Bu yenilginin esas kaynak ya da<br />
nedenlerinden biri, belki de en önemlisi, darbecilere<br />
karşı mücadelede şiddetin reddedilmesidir. Darbeciler<br />
devletin tüm şiddet araçlarını ellerinde tutarken,<br />
buna karşı mücadelede “barışçıl protesto” yönlü tavır,<br />
yenilgiyi en başında ilan eden tavır olmuştur. Direniş<br />
Hareketi eğer bu yönlü tavırdan uzaklaşırsa, başarı<br />
şansı vardır, yoksa onların da yenileceği garantilidir.<br />
Darbecilerin seçimi ve seçtirdiği başkanının süreç<br />
içinde meşru ilan edileceği, devletler arası ilişkilerin<br />
buna bağlı kılınmayacağı aslında açıktır. Honduras’ta<br />
gerçekleştirilen bu postmodern darbenin başka ülkelere<br />
transport edilmesinin olasılığı da vardır. Görev,<br />
sömürücülerin sistemine son vermek için devrim<br />
mücadelesini yükseltmeye çalışmaktır. Yoksa onların<br />
darbelerinden kurtulma imkanı yoktur.<br />
18 Aralık 2009 ✓<br />
Morales yeniden<br />
başkanlığa seçildi!<br />
- BOLİVYA -<br />
6<br />
Aralık 2009 tarihinde Bolivya’da seçimler yapıldı.<br />
Sözkonusu seçimler, 25 Ocak 2009 tarihinde<br />
yapılan Anayasa referandumu ve referandumda yeni<br />
Anayasa’nın kabul edilmesi sonucunda gündeme geldi.<br />
Böylece bir nevi erken seçim yaşandı. Başkanlık<br />
seçimi ile birlikte parlamento ve senato seçimleri de<br />
yapıldı.<br />
Seçimlere katılım oranı %94,67 <strong>olarak</strong> açıklandı.<br />
Morales ve yardımcısı Linera oyların %64,08’ini alarak<br />
galibiyetlerini ilan ettiler. Böylece Morales, 2005<br />
yılı Aralık ayında yapılan seçimlerden yaklaşık %10<br />
kadar fazla oy alarak yeniden başkanlığa seçildi. 2005<br />
yılında oyların %53,7’sini almıştı. Morales’in esas rakibi<br />
ise Reyes Villa idi. Villa oyların ancak %26,59’unu<br />
aldı.
Evet, önümüzdeki beş senelik dönemde<br />
Morales’in Bolivya’da gerçekte<br />
neyi değiştireceği merak edilen bir<br />
şeydir. Normal koşullarda Morales<br />
herhalükarda Ocak 2015’e kadar<br />
Başkanlık koltuğunda kalacak, 2014 yılı<br />
sonlarına doğru yapılacak seçimlerde<br />
ise yeniden aday olup olmayacağını<br />
–şimdiki haberlere göre Morales bir<br />
dahaki seçimlerde aday olmayacakmış–<br />
göreceğiz…<br />
Özellikle Santa Kruz merkezli muhalefet Morales’e<br />
zor bir süreç yaşatmıştı. Anayasa referandumu sürecinde<br />
Morales yönetiminin verdiği kimi tavizlerle<br />
muhalefetin sertliği biraz d<strong>indir</strong>ildi. Fakat muhalefet<br />
varlığını sürdürüyor ve aslında fırsat kolluyor. Morales<br />
ile Villa arasındaki oy oranı farkının bu kadar<br />
yüksek olması, muhalefetin seçimdeki yenilgisini itirazsız<br />
kabul etmesini de beraberinde getirdi.<br />
Morales 21 Ocak 2006 tarihinde başkanlık koltuğuna<br />
oturduktan sonra özellikle muhalefetle mücadele<br />
etmek zorunda kaldı. Aslında Morales’in koltuğunu<br />
koruyabilmesi bile onun hanesine başarı <strong>olarak</strong> yazılabilir.<br />
Fakat koltuğunu korumasının da esasta orta<br />
yolu seçmesi sayesinde olduğu bilince çıkarılmak zorundadır.<br />
Kimi “solcularımız” Morales’e Chavez yanında<br />
yer ayırıp onu “sosyalizmin savunucusu” <strong>olarak</strong><br />
göstermeye çalışsa da, Chavez gibi Morales’in de<br />
gerçekte sosyalistlikle alakası yoktur.<br />
Buna rağmen ama, hem İndigen kökenli ilk Bolivya<br />
Başkanı <strong>olarak</strong>, hem de kendinden önceki başkanlardan<br />
daha çok halkçı olması; 21 Ocak 2006 tarihinden<br />
sonraki süreçte halkın yararına olan kimi siyaset<br />
ve uygulamalarıyla, örneğin Küba ve Venezüela’nın<br />
desteğiyle gerçekleştirdiği okuma-yazma kampanyası<br />
yürütmesi, toplam 820.000 Bolivyalı’ya okumayazma<br />
öğretilmesi; sağlık alanında, özellikle de göz<br />
tedavisinde kimi önemli hizmetler vermesi; sağlık<br />
hizmetlerinden yoksun kalan bölgelere değişik biçimlerde<br />
sağlık hizmeti sunması; devlet mülkü olan<br />
araziden yoksul köylülere az da olsa toprak dağıtılması<br />
vb. vb. hizmetlerle bu süreçte halkın kendisine<br />
verdiği desteği daha da güçlendirmiştir.<br />
Bunun doğrudan sonuçlarından biri Morales’in<br />
aldığı oy oranı iken, bir diğeri de 36 sandalyelik<br />
Senato’da 25 sandalye kazanıp çoğunluğu elde etmesidir.<br />
Parlamentoda önceki dönemde de çoğunluğu<br />
elde tutuyordu, bu sefer de çoğunluğu korudu. 130<br />
sandalyeden 85’ini Morales’in partisi MAS kazandı.<br />
Özellikle Senato’da azınlık olduğundan Morales Başkan<br />
<strong>olarak</strong> istediği yasal değişiklikleri yapamıyordu.<br />
Muhalefetin işine gelmeyen her adım Senato tarafından<br />
bloke ediliyor, engelleniyordu. Seçim sonuçları<br />
Morales’in lehinedir. Böylece aslında Morales’in halk<br />
için ne yapmak istediği daha net açığa çıkacaktır.<br />
Çünkü, önünde engel çıkarabilecek bir çoğunluk ne<br />
parlamentoda ne de senatoda var.<br />
Evet, önümüzdeki beş senelik dönemde Morales’in<br />
Bolivya’da gerçekte neyi değiştireceği merak edilen<br />
bir şeydir. Normal koşullarda Morales herhalükarda<br />
Ocak 2015’e kadar Başkanlık koltuğunda kalacak,<br />
2014 yılı sonlarına doğru yapılacak seçimlerde ise<br />
yeniden aday olup olmayacağını –şimdiki haberlere<br />
göre Morales bir dahaki seçimlerde aday olmayacakmış–<br />
göreceğiz…<br />
Göreceğimiz bir başka şey de, Morales’in önderliğinde<br />
Bolivya’da kapitalist sistemin varlığını sürdüreceğidir.<br />
Morales’ten sosyalizmin savunuculuğunu<br />
ve başkan <strong>olarak</strong> sosyalizmi kurmasını bekleyenlerin<br />
abesle iştigal ettiği, edeceği de bu süreçte görülecektir.<br />
19 Aralık 2009 ✓<br />
panorama<br />
27
Katledilişinin 3. yılında Hrant Dink<br />
mücadelemizde yaşıyor!<br />
Seni unutmadık, unutturmayacağız<br />
Seni katleden sistem yerle bir<br />
olana kadar mücadelemiz sürecek!