15.06.2014 Views

BÜYÜ LÜ GER ÇEK ÇİLİK

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

En büyük gerçek...<br />

...büyülü gerçek!<br />

<strong>BÜYÜ</strong><br />

<strong>LÜ</strong><br />

<strong>GER</strong><br />

<strong>ÇEK</strong><br />

<strong>ÇİLİK</strong><br />

BU SAYIDA:<br />

Soma için: gidenlerin ardından (Harman),<br />

Deneme (Ö. Kabacaoğlu)<br />

Dosya: Kırmızı Pazartesi üzerine<br />

Fotoğraf-desen (E. Elmastaş, D. Moralıgil)<br />

Şiirler (Ö. Alptekin, U. Büyükâşık),<br />

Öyküler (P. Üretmen, G. Ocak, K. B. Selvin,<br />

N. Taze, E. Kayın, b. me.tez.)<br />

Haikular (E. Temur),<br />

Öykü Rafı (C. Fidaner)<br />

Aykırı 1<br />

Haber Жuş (O. Esgin)<br />

Tarifi mümkün edebiyat dergisi


Bu sayıda<br />

Aykırı Kuş'un bu sayısında iki ağırlık noktamız var, birincisi Soma katliamının uyandırdığı<br />

izlenimler. Bu konuda çok sayıda arkadaşımızın katkısıyla hazırlanmış kolaj ya da “harman” ilginizi<br />

çekecektir, umuyoruz. İkincisi ise Marquez Usta'nın ölümü nedeniyle yeniden gözden geçirilmeyi<br />

hak eden büyülü gerçekçilik. Dergi kapağımızı kimi ünlü kitapların ilk baskılarının kapak<br />

resimleriyle zenginleştirmeye çalıştık, böylece büyülü gerçekçiliğe saygılarımızı sunuyoruz. Ayrıca<br />

Kırmızı Pazartesi'yi yeniden okuduk, bu roman üzerine çeşitli notları ve yorumları da iç<br />

sayfalarımızda bulacaksınız.<br />

Bu sayımızı haikular, şiirler, öyküler, fotoğraflar ve desenler ile çeşitlendirmeye çalıştık,<br />

görsel malzemelere her zamankinden fazla yer verdik. ”Öykü Rafı”nda ise yakın zamanda kitapçı<br />

raflarında yerini almış birkaç öykü kitabını sizlere anımsatmak istedik.<br />

İyi okumalar.<br />

Bir not: Márquez, ilk dört kitabını yazdıktan sonra elinin durduğunu, ancak 1961'de Pedro<br />

Páramo'yu keşfetmesiyle hayatının değiştiğini söylemişti. Yazarın bu keşfinden yalnızca altı yıl<br />

sonra,1967'de Yüzyıllık Yalnızlık yayımlanacaktır.<br />

Kapaktaki görseller (Sol üst köşeden, saat yönünde):<br />

(1) Pedro Parámo (Juan Rulfo, 1955, Meksika): İlk baskısının kapağı.<br />

(2) Kırmızı Pazartesi (Cronaca di una morte annunciata, Francesca Rosi'nin yönettiği 1987<br />

tarihli filmin afişi)<br />

(3) Görünmez Kentler (Le città invisibili, Italo Calvino, 1971, İtalya): İlk baskının kapağı.<br />

René Magritte'tin, “Pirenelerdeki Kale” adlı 1959 tarihli tablosu kullanılmış.<br />

(4) Yüzyıllık Yalnızlık (Cien años de soledad, Gabriel García Márquez, 1967 Kolombiya):<br />

İlk baskının kapağı.<br />

(5) Artemio Cruz'un Ölümü (La muerte de Artemio Cruz, Carlos Fuentes, 1962, Meksika):<br />

İlk baskının kapağı<br />

Aykırı Kuş, Sayı 6, Temmuz – Ağustos 2014<br />

Katkıda bulunanlar: Demet Aksu, Özer Alptekin, Müge Buluç, Utkun Büyükaşık, Mehtap Çakır,<br />

Figen Uğur Dölek, Efe Elmastaş, Oktay Esgin, Caner Fidaner, Özgün Kabacaoğlu, Seher Kaya<br />

Kayacık, Emel Kayın, Gonca Keskin, Deniz Moralıgil, Gönül Ocak, Seher Sarıoğlu, Kadir Burak<br />

Selvin, Aydın Şimşek, Sabri Şiriner, Naime Taşdöğen, Nilgün Taze, Evrim Temur, Burcu M. Tez,<br />

Pınar Üretmen, Hikmet K. Yılmaz.<br />

Bu sayının sanat yönetmeni: Caner Fidaner<br />

Aykırı 2 Жuş


Haikular<br />

geceye sarhoş<br />

uykuya uzak gözler<br />

sızmış, lacivert<br />

"tutmaz mayamız<br />

senin saçların uzun<br />

benim hikayem"<br />

söz bitti dünden<br />

gölgesi var seslerin<br />

şimdilerimde<br />

benekli fincan<br />

uzatma vakitleri<br />

yol yarılandı<br />

Zehir<br />

söz oluyor bak<br />

aman çalmadan gelme<br />

düş kapısını<br />

bir eylem vakti<br />

özgür oldu mavi kuş<br />

kuzeye uçtu<br />

elimde kaldı<br />

ruhuma taç yaptığım<br />

yüreğin sapı<br />

Eylem Temur<br />

denizi yitik<br />

bir yakamoz ağlıyor<br />

gözbebeğimde<br />

sildi pasını<br />

yürek gıcırtısının<br />

lacivert gece<br />

mitlerden söz et<br />

tanrıların aşkından<br />

bizi sonsuz kıl<br />

al gözlerimi<br />

mavi bak yüce tanrı<br />

azad et bizi<br />

Pınar Üretmen<br />

İşte bu sesle kırılıyor şişe. Cam kırıkları saçılıyor yere. Ve kara bir sıvı. Ölümün gözyaşları. Zehir.<br />

Parmaklarının ucuyla toplayıp yerden, sürüyorsun dudaklarına. İçmeden yudumluyorsun acıyı. Bir<br />

nefeste lanetler çıkıyor boğazından.<br />

Kadere, kedere, öfkeye öfkeleniyorsun.<br />

Oyuncaklarına veda edemeden çocukluklarına veda etmek zorunda bırakılan sabiler.<br />

Karabatakları petrole bulayan caniler.<br />

Kendi ölümlerinden kaçmak için yeni ölüler yaratan katiller. Kara elmas. Hayatı yeşil kağıtlar<br />

ederince sanan hain yürekler.<br />

Terk etmeyi ve ihaneti erkek-kadın ilişkilerine sığdıracak kadar sığ beyinler. Özüne ihanet edenler.<br />

Sözüne sırt çeviren hainler. Şerefi ve haysiyeti bacak arasına sokan arsızlar.<br />

Yürekteki inancı yüzdeki sakalda arayanlar. Sakalı olmayan diğer cinsi hiçlikten sayanlar. Hayatı<br />

devam ettirme gücüne sahip olanı, yılan kıvrımlı büyüsünü gözler önüne sermesin diye, siyah<br />

örtülerle örtenler. Kendini yok sayabilmek için kara örtülerle örtünenler.<br />

Renkleri tende sınayanlar. Özü, gözde değil de gösterişte arayanlar. İçeri bakmayı bilmeyenler.<br />

İçindeki karanlık kuyudan korkanlar. Kendi karanlıklarında kaybolanlar.<br />

Yedi iklimi sanal çizgilerle sınırlayanlar. Aidiyet ödülü için komşusunu boğazlayanlar. Yedi kıtayı<br />

yatırıp bir masa üzerine, parça parça ufalayanlar. Bir parça toprak için savaş naraları atarak<br />

çocukları oyuncaklarından koparanlar.<br />

Öyle bir çığlık kopuyor ki yüreğinden. İşte bu sesle kırılıyor şişe. Yere saçılıyor zehir. Tüm<br />

kötülükler. Ve yerden toplayıp cam kırıklarını. Can kırıklarına ekleyerek. Kanatarak parmak<br />

uçlarını. İçinden yükselen derin bir nefesle. Kanayarak ve ağlayarak tekrar şekil veriyorsun şişeye.<br />

Ve içine bir mektup koyuyorsun. Ölüm olmasın diye. Belki de bir şiir, kimbilir. Ama inadına ve<br />

mutlaka yaşama dair…<br />

6 Haziran 2014<br />

Aykırı 3 Жuş


Emrivaki<br />

ey kutsal halı!<br />

bütün pislik senin başının altındadır<br />

Özer Alptekin<br />

Fotoğraf:<br />

Efe Elmastaş<br />

Yaşanan<br />

yazın bunu<br />

alınlarınızın kenarına<br />

alanların tozuyla<br />

temizlenir dünya<br />

metresi kaçtan satılır<br />

umudun kumaşı<br />

ekmeğe kan doğrayan yüreğin<br />

dipsiz denize ulaşabilme telaşı<br />

Utkun Büyükâşık<br />

çok üşümüş<br />

karanlık tünellerdir girdiğim<br />

suriyeli çocuk dilenir<br />

eşiğinde günlerimin<br />

kıyıda öylece çaresiz kalamaz şiir<br />

oturur yazdırır kendini<br />

bir ağacın kanayan topuğundan<br />

öptü milyonlar<br />

gözler yaşardı<br />

yaşlandı analar<br />

Mayıs 2014<br />

Aykırı 4 Жuş


Hırsız<br />

Gönül Ocak<br />

Adam arka masada telefonla konuşanın “Onun düşlerini çaldım abi” lafını duyar duymaz o<br />

tarafa döndü. Kalkıp yanına gitti. Kendini tanıtmasına gerek yoktu, herkes tanırdı onu. “Düş hırsızı<br />

mısın sen?” diye sordu. Hırsız gözlerini karşıdakinin gözünden ayırmadan, “Evet” dedi. Adam elini<br />

kalbinin üstüne götürdü. Göğsünde bir kıpırtı olmuştu sanki. Sık aralıklarla solumaya başladı.<br />

Avuçlarının içi terlemişti. Buluşmaları gerekiyordu.<br />

Buluştular, konuştular...<br />

İlk paketini bir deniz kıyısında verdi hırsız. Adam heyecanla kaptı elinden. Parasını verip<br />

gönderdi. Genç bir çocuğa aitti düş. Tazeydi, canlıydı, hesapsızdı. Uzandı ağaçların altına, yumdu<br />

gözlerini. Uzun uzun hayal kurdu. O hayali yaşayıp hayata geçirmek değildi amaç, daha çok zihinsel<br />

süreci keyif veriyor, o insanların düşsüz kalması eğlendiriyordu onu.<br />

Birkaç gün sonra yeniden aradı hırsızı. “Çabuk bir tane daha,” dedi. Bu kez bir dağın başında<br />

yaşlı bir adamın hayali vardı elinde. Ertesi gün ormanın içinde genç bir kızın hayaliydi uzatılan. Issız<br />

yolların birinde annenin, teknede bir babanın, sürüp gidiyordu böyle.<br />

Adam istemeye, hırsız getirmeye doymuyordu. Ölümler, sakatlıklar, bitkisel hayatlar yarım<br />

kalmış ya da düşü tükenmiş insanlardan ibaretti şehir. Başka kentlere, köylere, kasabalara, uzaklara en<br />

uzaklara ulaşmaya başladılar.<br />

Derken adam, hırsızın kendisi gibi hırslı olmasının yanında dipsiz hayalini de gördü. Ona da<br />

sahip olmalıyım diye düşündü...<br />

Ekim 2009<br />

Kollarımın Çapı Kadar Mutluluk<br />

Kadir Burak Selvin<br />

Çok gençtim. O kadar gençtim ki hangi meyvenin hangi ayda yeneceğini bilmiyordum. İnsanları<br />

göz renklerine göre ayırıp onları gruplaştırabilecek kadar gençtim. Büyüyünce annemin yanında<br />

sigara içebilecektim. Öyle zannediyordum. Bunu basit bir yaş sorunu zannediyordum. Kırk yaşına<br />

geldim annemin yanında hala sigara içemiyorum. İçtiğimi biliyor saklamıyorum ama yanında<br />

içmiyorum. On yedi yaşındayken de böyleydi biliyor ama birbirimize bahsetmiyorduk bazı<br />

şeylerden. Saklıyor gibiydik birbirimizden, gizli anlaşmalarımız çoktu.<br />

Anneler ile çocukları arasında hep gizli anlaşmalar olur. Sessizce. Birbirimize hissettirmeden.<br />

Odamda yakaladığı porno dergilerinden hiç bahsetmediğinde anlamıştım bu gizli anlaşmayı.<br />

Ben ağlayınca çirkinleşirim. Annem yine de alırdı beni kollarının arasına. Annemi kan tutardı ama<br />

her zaman yıkadı musluğun altında kanayan burnumu. Başka yöne bakıyordu ama sorun değildi.<br />

Benden değil kandan tiksiniyordu. Kandan herkes iğrenmeliydi zaten. Akan insan kanıysa yas ilan<br />

edilmeliydi. Hiçbir insan ölmeyi hak etmiyordu belki de. Fakat o zamanlar insanın vurulabilecek bir<br />

canlı olduğunu bilmiyordum. Hatta canlılara şiddet göstermenin ne demek olduğunu bile<br />

bilmiyordum. Babam anneme tokat attığında öğrenmiştim bir insana şiddet gösterilebileceğini<br />

annelere de vurulabileceğini. Bir insana şiddet gösterebileceğimi bilmiyordum anneme tokat atan<br />

babama saldırdığımda öğrenmiştim bunu da. Yine aynı şekilde içimdeki, nefretimi, sevgimi de bu<br />

sayede öğrenmiştim.<br />

Dünyayı bile değiştirebileceğimi zannetmiştim. Bunu düşünen tek kişi olduğumu zannetmiştim.<br />

Sonradan öğrendim zaten insanın o yaşlarda dünyayı değiştirebileceğini zannettiğini.<br />

Aykırı 5 Жuş


OKURKEN: Kırmızı Pazartesi'nin ardından<br />

Gönül Ocak<br />

Cinayetin işleneceği herkes tarafından bilinen bir roman Kırmızı Pazartesi. Yarı ciddi<br />

yarı komik haliyle Gabriel'in bu romanına aldırmazlık ve kabulleniş romanı dersek<br />

aslında hiç abartmış olmayız. Romanda ikizleri kullanarak insanların vicdanı ve aklıyla<br />

olan hesaplaşmasını ve aslında batıl inançların, namus kavramının insanların vicdanını<br />

nasıl da kör edip aklı devre dışı bıraktığını anlatır.<br />

Kahramana öleceği sabah beyaz giydirerek asıl tecavüz edenin aslında o olmadığını,<br />

gerçek suçlunun gizlendiğini anlatmaya çalışır. Genç ikizlerin cinayeti işlememek için<br />

kendilerini durdurmaları adına toplumdan yardım istediklerini, herkese bağıra çağıra<br />

İlk özgün baskı: öldüreceklerini söylediklerini, yine uyuşup kalmak için içkiye bile başvurduklarını,<br />

1981 ancak toplumun onları durdurmak için hiç bir çaba sarfetmediğini görürüz.<br />

Kırmızı renk, aşk ve şidettin rengi, bunu son derece bilinçli kullanan Marquez aslında her bir satırını<br />

oya işler gibi işleyerek, boşuna dünyaca ünlü GABO olmadığını gösterir.<br />

Kızın aşık olduğu adam tarafından baba evine getirilmesi, tüm hayallerinin yerle bir olmasıyla<br />

toplumdan intikam almak istercesine, suçu masum birine yüklemesi ayrıca ince bir kurgudur. Marquez bu<br />

toplumu; hem kadın kahramanıyla, hem de kendisi bilinçli olarak cezalandırmıştır kanımca.<br />

Naime Taşdöğen<br />

Marquez “Kırmızı Pazartesi” romanında insan olma hallerinin bireysel ve toplumsal psikolojisini bir<br />

cinayetin işlenişi üzerinden anlatmış. Romanda birey-toplum ilişkisi ve etkileşmesi de gözler önüne seriliyor<br />

Olay tekdüze bir yaşamın hüküm sürdüğü, küçük değişikliklerin büyük etkilere yol açtığı bir<br />

kasabada geçiyor. Bu durağanlığın kasaba insanlarının düşünce ve davranışlarını belirlemesi kaçınılmazdır.<br />

Kasabalarda katı kurallar, dedikodu ve “başkaları ne der” baskısı vardır. Namus kavramı kadının cinselliği<br />

üzerine odaklanır, bekaret evlenene kadar korunması gereken bir tabudur. Nitekim cinayet, evlendiğinde<br />

bekaretini kanıtlayamamış bir kadın yüzünden işlenmiştir. O gün ziyareti beklenen piskopos nedeniyle<br />

hareketlenen kasabada, işleneceği önceden duyurulmasına rağmen bu cinayet, kendi küçük dünyalarına<br />

hapsolmuş insanların vurdumduymaz tavırları nedeniyle engellenememiştir. Herkesin birbirini tanıdığı küçük<br />

ve kapalı toplumlarda beklenenin aksine iletişim zayıf, ön yargılar güçlü olmaktadır. Özellikle farklı etnik<br />

kökenli insanların ve farklı kültürlerin bir arada yaşamak durumunda olduğu topluluklarda bu durum daha<br />

belirgin oluyor. Üç-dört kuşaktır kasabada yaşayan ve artık oralı olmuş ancak yine de daha çok birbirleriyle<br />

iletişim kuran bir Arap olan Santiago Nasar’ın ölümünden sonra kasabada oluşan misilleme beklentisi,<br />

Albayın Arap ailelerini ziyaretiyle aşılıyor.<br />

Cinayetin gerçekleşmesinde tesadüflerin rolü de küçümsenemez. Yine de Santiago Nasar’ın annesinin<br />

oğlunun evde olduğunu düşünüp, kasap kardeşlerin ve arkalarındaki kalabalığın eve doğru koştuğunu<br />

görmesi ama kaçan oğlunu görmeyip kapıyı kapatması, oğlunun ölümünü engelleyememesi de romanda<br />

okuyanı sarsan bir trajedidir. Belki de sadece gördüklerimizle yetinmememiz gerektiğini, birçok bakış<br />

açısına ihtiyaç duyduğumuzu hissettirmesi açısından da bence romanın önemli bir bölümüdür.<br />

İkiz kardeşlerden Pedro Vicario’nun sorgu yargıcına cinayeti anlatırken "Ona en az üç kez vurdum, tek<br />

bir damla kan bile akmadı" şeklindeki ifadesi de dikkat çeken bölümlerindendir. Yazar kurbanın<br />

suçsuzluğunu anlatmak için mi böyle yazmıştır, yoksa insanın öfkenin ve şartlanmışlığın şehveti içindeyken<br />

yaptıklarının sonucunu değerlendiremediğini mi anlatmak istemiştir?<br />

Angela Vicario’nun bakire olmadığı için kendisini babaevine gönderen, birçok insanın acı çekmesine<br />

neden olan Bayardo Roman’a yanıt alamamasına rağmen yıllarca mektup yazması da insanın kendisine acı<br />

çektirenlere karşı duyduğu tuhaf ve anlaşılmaz ilgiyi anlatır.<br />

Romanda insanın ve insan topluluklarının çoğu zaman yaşanan, gözlenen, hissedilen halleri usta yazarın<br />

anlatımıyla okuyucuyu şaşırtarak çarpıcı bir etki yaratmaktadır.<br />

Aykırı 6 Жuş


Gonca Keskin<br />

Kitap “işleneceğiniz herkesin bildiği bir cinayet öyküsü” diye başlar. İlk cümle de bunu doğrular<br />

niteliktedir. Santiago Nasar’ın öldürüleceği, okura en başından söylenmiştir. Cinayetin kim ya da kimler<br />

tarafından ve ne yolla işleneceği detaylarını da daha sonra öğreniyoruz. Cinayetin işleneceğini, duyduğu,<br />

bildiği, hissettiği halde bunu önlemek için kimse bir çaba göstermiyor. Kaderi değiştirmek istemiyorlar. Bir<br />

dizi tesadüf sonucu Santiago Nasar hem de kaçabilecek olmasına rağmen kendi evinin kapısında öldürülüyor.<br />

Bu olanlar bir namus davasıdır ve Angela Vicario, Nasar’ın adını fısıldamıştır.<br />

Sorgu yargıcı anlatılanlardan Nasar’ın aleyhine kanıt bulamamış ve şöyle bir not düşmüştür: “Bana<br />

bir ön yargı verin, dünyayı yerinden oynatayım.”<br />

Ayrıca o gün olanlardan yola çıkarak Nasar'ı gören bir kişi aramış ama anlatıcı gibi o da<br />

bulamamıştır. Düştüğü not “Kader bizi görünmez kılar” olacaktır.<br />

En çarpıcı olansa Santiago Nasar’ın “Beni öldürdüler Wene Hala” dedikten sonra Wene Hala’nın<br />

ifade ettiği gibi dışarıya sarkan bağırsaklarını temizleme titizliği göstermesiydi. Öldürüldüğüne inanmıyor<br />

olması, yazılmış kaderini yaşamasıydı.<br />

Figan Uğur Dölek<br />

...Pedro Vicaro, kasap bileğinin gücüyle bıçağı geri çekmiş, neredeyse aynı yere ikinci bir darbe indirmişti.<br />

“İşin tuhafı, bıçak her defasında tertemiz çıkıyordu,” diye sorgu yargıcına ifade vermişti Pedro Vicaro. “Ona<br />

en az üç kez vurdum, tek bir damla kan bile akmadı.”... Üç yıl cezasını çektikten sonra yeniden Silahlı<br />

Kuvvetler’e dönen Pedro, ... “Allah kahretsin, kuzenim, bir insanı öldürmenin ne kadar zor bir şey olduğunu<br />

tahmin edemezsin!”... Üç yıl cezasını çektikten sonra işe-eşe sahip olan Pablo, sanki korkuyu da aşıp öte<br />

yanda buldukları göz kamaştırıcı bir su birikintisinin üzerinde yüzercesine, sanki dörtnala giden bir atın<br />

sırtındaymışcasına, sayısız bıçak darbeleriyle öldürdükleri Santiago Nasar’dan neden ilk üç vuruşta kan<br />

çıkmadığı, sorusunu kucağımıza bırakıp gitti Usta Gabo (izniyle), Türkçeleştirilmiş adını daha çok sevdiğim<br />

“Kırmızı Pazartesi” romanında, hınzırca gülümsüyordur, mutlaka.<br />

Caner Fidaner<br />

Márquez Kolombiya'da 1981'de yeni bir kitap çıkardı. Ertesi yıl Nobel alması ile dikkatleri üzerine<br />

çeken bu kitabın özgün adı "Crónica de una muerte anunciada" idi, yani "Önceden haber verilmiş bir<br />

cinayetin güncesi". Kitap Türkçeye ilk kez Faik Baysal tarafından çevrildi ve 1982'de basıldı, fakat Türkçe<br />

baskıda kitabın adı Kırmızı Pazartesi olmuştu. Okurlar kısa sürede yeni baskılar yapan bu kitabı çok sevdi,<br />

birçoğu Márquez'i Kırmızı Pazartesi ile tanımıştı. Bugün aynı isimle ve İnci Kut'un çevirisi ile kitabın<br />

kırkıncı baskısını raflarda bulabilirsiniz. Fakat İnci Kut başlığa bir alt başlık eklemiş:<br />

"İşleneceğini Herkesin Bildiği Bir Cinayetin Öyküsü".<br />

Çeviride konan ad pek az durumda özgün adı unutturacak kadar baskın olur,<br />

Kırmızı Pazartesi bu nadir örneklerden biri. Herhalde yazarın koyduğu ad ile amaçladığı<br />

bir şey vardı, okura sürpriz olmayan bir cinayet öyküsü anlatmayı vaad ediyordu. Bu<br />

şekilde yazar adeta okura meydan okuyor, sonu bilinen bir cinayet öyküsünü de okutmayı<br />

başaracağını iddia ediyordu. Bu iddiayı ortadan kaldırmaya, çevirinin hakkı var mı?<br />

Tartışılır. Yine de konuya çok uygun olduğu olan Kırmızı Pazartesi adı, Türkiye'de hem<br />

Márquez'in hem de bu kitabın yaygın biçimde okunmasında ciddi bir pay sahibidir, diye<br />

düşünüyorum.<br />

Kitabın okura asıl seslenen yönü, yazarın “Bir cinayetin müsebbbibi katil değil,<br />

ona fırsat veren toplumdur” der gibi bize sorumluluklarımızı hatırlatması olsa gerek.<br />

İlk Türkçe<br />

baskı: 1982<br />

Aykırı 7 Жuş


Yazık<br />

Nilgün Taze<br />

Hava soğuk ve yağmurluydu. Sıcacık yatağında keyifli olduğundan başını yastıktan<br />

kaldırmak istemedi. “Burada her şey ne kadar güzel. Sorumluluklar, isteklerinin yerine getirilmesini<br />

bekleyen yaşları kırkı geçmiş çocuklar yok” diye geçirdi içinden. Huzur dolu bu kucakta birazcık<br />

daha vakit geçirebilmek için saatini akşamdan otuz dakika erkene kuran başka biri daha var mıydı<br />

acaba?<br />

Annesi, Sevgi’yi sıcacık sarmalayan sığınağını hızla kaldırırken üstünden, yine yüzüne<br />

vuracaktı bu halini, “Ellerin çocukları gibi neden zamanında kalkıp işine gidemiyorsun? Allah akıl<br />

dağıtırken benimkiler nerdeydi bilmem ki?”<br />

Sevgi annesinin her zamanki serzenişlerine yine içerledi; “Annemin beni olduğum gibi<br />

kabul edebilmesini beklerken ben de onun benim istediğim gibi bir anne olmasını bekliyorum. Ne<br />

komik bir kısır döngü. Belki sevgili annem hayatı boyunca beni eleştirmeye devam edecek. Bence<br />

artık bu tutumuna üzülmeyi bırakma zamanı geldi.”<br />

Kat kat giyinerek dışarı çıktı. Arabasının yanına geldiğinde sileceklerine sıkıştırılmış park<br />

cezasını gördü. Park yasağı olmayan bu yerde bu ceza da neyin nesiydi? Geceden yağan yağmurun<br />

yollarda oluşturduğu su birikintilerini etrafa saça saça ilerlerken telefonu çaldı. Bir eli direksiyonda<br />

diğeri çantada telefonunu aramaya başladı. Gözünü bir anlık yoldan ayırmasının ardından ani bir<br />

bağırışla irkildi; “Hay Allah senin belanı versin!” Dikiz aynasından baktığında kendisinden gitgide<br />

uzaklaşan, üstü başı çamur içinde kalmış, sinirle belalar okumaya devam eden kadını gördü. “Ne<br />

yapacağım şimdi? Durup özür dilesem özürüm kabul edilmeyecek, daha çok gerildiğim, küfür<br />

yediğimle kalacağım. Devam etsem vicdanım…”<br />

Birden arabayı geri vitese aldı. Issız sokağın başına doğru ilerledi. Altmışlı yaşlarında, hafif<br />

kamburu çıkmış, gözlerini dışarıdan kocaman gösteren gözlükleriyle bakan kadının yanında durdu.<br />

Kadın bir taraftan üstünü başını temizlemeye çalışıyor bir taraftan da nefret dolu bakışlarla<br />

söylenmeye devam ediyordu. Sevgi tüm cesaretini toplayarak “Özür dilerim sizi görmedim.<br />

İsterseniz evinize üstünüzü değiştirebilmeniz için bırakabilirim” dedi. Sözleri biter bitmez kadın hiç<br />

beklemediği bir ruh haline girerek; “A yok aslında çok da önemli değil. Aslında iyi olur, çünkü<br />

hastanede yatan eşimin yanına gitmem gerekiyor.” Bu sözler üzerine kendisinin de aniden<br />

rahatladığını fark etti. “Öyleyse lütfen sizi hastaneye bırakmama izin verin” dedi. Kadın<br />

gülümseyerek arabaya bindi. Önce adının Emine olduğunu öğrendiği kazazedenin evine gittiler.<br />

Döndüğünde kadın yeni kıyafetleriyle yanında oturuyordu. Derin bir sessizlik içinde hastaneye<br />

bıraktığı Emine Hanım’ı dikiz aynasından izledi.<br />

Akşam işten eve döndüğünde mis gibi kokan ev yemeklerini derin derin kokladı. “İşte hayat<br />

bu” diye geçirdi içinden. Günlük sohbetlerini yaparken annesi kendisi için sıradışı mahalle<br />

dedikodusunu anlatmaya başladı. “Biliyor musun? Bugün bizim arka mahallede oturan Emine<br />

Hanım’ın üstünü başını bir kız çamur içinde bırakmış. Kız, kız olacak bir de. Yaşlı kadıncağıza<br />

gidip özür dileyeceğine üstüne üstlük “Kör müsün be moruk, o büyüteçleri boşa mı takıyorsun?”<br />

diyerek bir de dalga geçmiş. Dünyanın çivisi çıkıyor. Artık ne edep kaldı ne haya. Büyük, küçük<br />

hak getire. İnsanlar nasıl evlat yetiştiriyorlar böyle anlamıyorum. Yazık.”<br />

Aykırı 8 Жuş


Sağırlaşmış Bir Adamın Hayat Hikâyesi<br />

Emel Kayın<br />

Hayatını, daima açık duran dört gözleri olduğu halde hiçbir şey göremeyen insanların<br />

yaşadığı kör bir kentin sokaklarında duvarlara çarparak yürürken karanlığın içinde saklanan<br />

hakikate dair tek bir cümle bile duyamadığı için sağırlaşmış biri olarak geçirdi.<br />

Fotoğraf:<br />

Efe Elmastaş<br />

Yengeç<br />

burcu me.tez.<br />

Hastalığının adını duyunca, suda yansımasını gördü: Asık suratlı, hantal bir yengeç.<br />

Kendisinden kaçmaya çalıştı. Beceremedi.<br />

Eskiden okyanusları hayal ederdi. Ömrü sularda geçse de derinlere açılmaya cesaret<br />

edemememişti. İki taş arasında ölümü bekledi.<br />

Ziyaretçileri oldu. Haline acıyıp telaşlandılar. Aralarına katıp götürmek istediler. Kabuğuna<br />

pansuman yaptılar. İyileşmedi. Ne de olsa yarası derindeydi. Bu şefkat ayinleri çok da uzun<br />

sürmedi. Kocaman kıskaçlarını fark eden herkes gidiverdi.<br />

Sonra yabancı kıyılardan tatlı tuzlu melodiler esti. Yosun kokusuna karışıp sarhoş etti<br />

yengeci. Dalgalar da onlarla işbirliği yaptı. Sürüklendi. Kayboldu, kendisini yeni bir kayalıkta<br />

bulana kadar. Bu yeni ıssızlıkta deli güneş bir uyudu bir uyandı. Bir daha bir daha.<br />

Ardından çok sevdiği yağmur başladı.Yıkanmaya karar verdi o zaman. Lime lime olmuş<br />

zırhını değiştirdi. Yarasına bastı acı suları. İyi geldi.<br />

Aykırı 9 Жuş


gidenlerin ardından<br />

…evde bir silah sesi çınladı. Kan, kapının altından süzüldü, oturma odasına geçti, sokağa çıktı, inişli çıkışlı<br />

yoldan karşıya ulaştı, kaldırımları indi çıktı, Türkler Sokağı'nı geçti, once sağa, sonra sola saptı, Buendiaların<br />

evinin tam karşısına geldi, kapalı kapıların altından sızdı, halıları kirletmemek için duvar diplerinden<br />

dolanarak salonu geçti, oturma odasına girdi, yemek masasının çevresinde geniş bir kavis çizdi, begonyalı<br />

terasa uzandı, Aureliano Jose'ye matematik dersi veren Amaranta'nın sandalyesinin altından görünmeden<br />

süzüldü, kileri geçti, ekmek pişirmek için tam otuzaltı yumurta kırmak üzere olan Ursula'nın bulunduğu<br />

mutfağa girdi.<br />

Ursula, "AmanTanrım! Vay anacığım!" diye haykırdı.<br />

Kanın geçtiği yolları ters yüzüne izleyerek kilerden geçti…<br />

*<br />

Hangi kıta, hangi ana, hangi dil; tek tek duydum.<br />

*<br />

Ecelimizle ölmek yasaktı nicedir<br />

buydu bize çizilen tarihin resmi<br />

bütün harflerde ölüydük<br />

*<br />

...Çelikten bir gün, ansızın bin parçaya bölündü. Bir hayvan gibi masaya yapıştım, yararsız pençelere<br />

benzeyen ellerimse düz, ahşap yüzeyde kasılmıştı. Kuytulardan ve ruhlarımızdan ruhsuz bir ışık fışkırmıştı<br />

ve hemen yakındaki tepelerden bir dağ çatırtısı yuvarlanmış, uçurumun ipeklerini bir çığlıkla yırtmıştı.<br />

Kalbim durdu, nabzım gırtlağımda atıyordu. Bilincim, bir kağıttaki mürekkep lekesinden başka bir şey<br />

göremedi...<br />

*<br />

Maden, az önce çökmüş madenin altında,<br />

Lamba söndükten sonra yıkılmış tavanın<br />

Ve duvarı tutan kalasın altında<br />

Tek başınaydı işçi, karanlık<br />

Yok etmiş gözlerini ama<br />

Kendindeydi daha ufak bir güneş,<br />

Dünyanın en ufak güneşi,<br />

Çocukluk gibi, düşüncesiz kuşlar gibi,<br />

Duydu demir aldığını geminin<br />

Gürültülerle.<br />

*<br />

…böyle evlerde herkes gerçeği fark etmemiş gibi yapıyordu. Ayrıca hiçbiri bahçesinde, sokağında öylece<br />

dikilip durmaktan başka bir şey yapmadığını sandığı ağaçlardan kaçının uzadığını, kaç dalın kırıldığını ya da<br />

çürüdüğünü, kaç yaprak döküp kaç meyve verdiğini merak da etmiyordu. O ağaçlardaki sessiz kuş doğum ve<br />

ölümlerini de… Geceleri de gündüzleri de her zamanki gibiydi: Zaman işçiliğinde vardiyaları hiç aksamıyor,<br />

kimsenin kimseye en ufak bir zararı dokunmuyordu. Zaten şimdiye kadar onların, bir kez bile nöbeti<br />

birbirlerine yıktığını bilen gören olmamıştı ki.<br />

*<br />

Kaldırımlarda kömür tozları<br />

Bacalarda koyu bir duman var<br />

Kara bir gökyüzü tek özelliği bu kentin<br />

Çiçekçi bana bir gül ver ....<br />

- Beyim, gül olmaz ki bu mevsimde!<br />

*<br />

...Uyumuyorum, bekliyorum. Köy meydanına salıvermediler ki beni, tutup babamı getireyim. Küçüksün,<br />

diyorlar. Büyük eller, amcalar, beyler çıkartamadılar babamı. Ben olsam şöyle güçlü bir tekme atar tepeliğe,<br />

yarar geçerdim içeri. Elimi uzatıp çekerdim babamı sonra. Büyüdüm ki ben, güçlendim. Hem kamyonlarım,<br />

kepçelerim var benim. Küreğim bile var. Babam söz verdi, yeni araba alacak bana, kırmızı...<br />

Aykırı 10 Жuş


*<br />

az gittiler uz gittiler<br />

ana avrat düz gittiler<br />

buralara bir daha gelmeyelim anne<br />

*<br />

*<br />

Sizin hiç babanız öldü mü?<br />

Benim bir kere öldü kör oldum<br />

Yıkadılar aldılar götürdüler<br />

Babamdan ummazdım bunu kör oldum…<br />

*<br />

Madenci karısı olmanın en zor yanı, yıllarca evinin direğinin işten sağ salim bekledikten sonra, artık oğlunun<br />

da yolunu beklemeye başlamaktır.<br />

*<br />

...onu vurdular, gözümle gördüm onu ak bir zambağa binmiş<br />

gidiyordu<br />

zambak dur, sana da bulaştı kan.<br />

bir damla gözyaşından doğurmuştu anası onu...<br />

*<br />

C.Z. kendisi gibi sabah vardiyasına yetişecek MÇ, SA, KO, TF VE EG ile her zamanki durakta Kader adını<br />

taktıkları minibüsü bekliyordu. Belki de tam şu anda babasının ayak izlerinin üstündeydi. Karşı kaldırımdan<br />

eski sınıf arkadaşları geçti…<br />

*<br />

*<br />

Çocuk çek kaşlarını<br />

Onursuz şeyler üstünden<br />

Kirpiğin yüzüne düşürme<br />

Bütün dünyaya gövdenle<br />

Gülümseme öyle<br />

Ağıdımı bozacaksın<br />

*<br />

Ve, fırtınalı gecelerde, gözlerim çakmak çakmak, saçlarım fırtınada kamçı gibi savrulurken, ben, tıpkı yol<br />

ortasında yapayalnız bir taş gibi, insan konutlarının çevresinde dolaştığım sırada, bacaların içine sıvanan<br />

kurum gibi kapkara bir kadife parçasıyla örterim yıpranmış yüzümü:Yüce Yaratıcı'nın güçlü bir kin<br />

gülümsemesiyle bana bağışladığı çirkinliği kimsenin görmesi gerekmez.<br />

*<br />

Elden ayaktan oldun kardeşim<br />

Kalem parmaktan, tırnaktan<br />

Bir canın vardı cıvıl cıvıl<br />

Candan oldun kardeşim.<br />

*<br />

Aykırı 11 Жuş


Kalk oğul! Hadi kalk o taşın üstünden. Oku bize o güzel şiirlerinden birini.<br />

Hem, öyle boylu boyunca yatarken, ne kadar yükseğe atabilirsin ki kepini.<br />

Cerrahpaşa TıpFakültesi 2014 mezunlar ı<br />

...Ardından çok sevdiği yağmur yağmaya başladı. Yıkanmaya karar verdi o zaman. Lime lime olmuş zırhını<br />

değiştirdi. Yarasına bastı acı suları. İyi geldi.<br />

*<br />

Ocağı tüter, çocuğu güler, karısı onu koca bilir.<br />

Allah'ı sever, patronu sayar.<br />

Bıyıklıları hem sever, hem sayar, hem korkar.”<br />

*<br />

ilaç milaç bok püsür.<br />

şuramda bir şeyler var<br />

sahiden bir şeyler var<br />

haykırmadan anlatamam.<br />

*<br />

Onları hep düşünüyorum, yediğim ekmekte içtiğim suda zerrelerini görüyorum... Düşündükçe Borges' n<br />

yeraltındaki Alef'te gördükleri geliyor aklıma onları düşündükçe genişleyen ufukları ile bizimde dünyamızı<br />

genişletebilmelerini diliyorum.<br />

*<br />

... Ben bir dev saniye içinde hem fevkalade hem korkunç olan milyonlarca eylem gördüm; hiç biri beni hepsi<br />

mekanda aynı noktayı kapladıkları halde birbirlerini gölgelememeleri, örtmemeleri kadar etkilemedi...<br />

Denizin dalgalanışını gördüm, günün doğuşunu, batışını gördüm... Amerika'daki insan yığınlarını gördüm,<br />

siyah bir piramidin ortasındaki örümcek ağını gördüm. Parçalanmış bir labirentgördüm, bitmez tükenmez<br />

sayıda gözün bir aynaya bakar gibi bende kendilerine baktıklarını gördüm; yeryüzünün bütün aynalarını<br />

gördüm, hiçbiri beni yansıtmıyordu.<br />

*<br />

Özgürce uzat ayağını<br />

Ruhunun yorganı sandığından da, söylediklerinden de uzundur belki.<br />

*<br />

Ölümün ruhunu yumuşatıyor ellerimiz<br />

Biz kardeşiz, ölülerimiz aynı kefende kardeş<br />

Gökyüzü, su ve topraktan geliyoruz<br />

Ödünç aldığımız her şeyi götüreceğiz barışa<br />

Güneşin evine aşka ait olan ne varsa<br />

Ilgarlar inecek vahşi atların tırnaklarıyla<br />

Ey tanrı! Sus, bu kez sus!<br />

Sırtımızı dayadığımız kutsal orman<br />

Ve tek ağaç<br />

Biz kardeşiz.<br />

*<br />

Serin, nemli ve küf kokulu karanlığın sonsuzluğuna indiler. Orada ne bir çiçek, ne bir kedi, ne de bir çocuk<br />

vardı. Öylece düşsüz, dilsiz bir geceye yitip gittiler...<br />

Aykırı 12 Жuş


*<br />

Siz çok daha yaşlısınız bizden,<br />

gün görmüş, umur görmüşsünüz,<br />

dağlar, taşlar ayıplamayın bizi kurtlar, kuşlar bizi ayıplamayın,<br />

bizi ayıplamayın komşular;<br />

öfkeden ağlanasıya sersem,<br />

gaddarcasına bedbahtız<br />

fakat asla umutsuz değil.<br />

•[Gabriel Garcia Marquez]•[F.U.D.]•[U.B.]•[Fernando Pessoa]•[Melih Cevdet Anday]<br />

•[H.K.] • [Ahmet Erhan]•[G.K.]•[Ö.A.]•[CemalSüreya]•[D.M.]•[Behçet Aysan]•[H.K.]• [S.Ş.]•[Gülten<br />

Akın]•[Comte de Lautréamont]•[Oktay Rıfat Horozcu]•[S.S.]• [B.M.T]•[S.K.]•[Turgut Uyar]•[D.B.Ş.]•[Jorge<br />

Luis Borges] •[M.Ç.]•[Aydın Şimşek]• [G.O.]•[Nâzım Hikmet Ran]•<br />

Soma'dan Sinop'a Nükleer Kaza<br />

Özgün Kabacaoğlu<br />

Elbette sizler bu yazıyı okurken gündem ya değişmiş olacaktır ya da çok hafiflemiş fakat<br />

bizler yine de hatırlatmalı, hatırlamalıyız.<br />

Soma maden kazasında(Ben kaza değil, ihmal, facia demeyi tercih ederim) çok can yandı,<br />

çok can gitti. Analar ağladı elbette. Kaza olduğu yönünde görüş bildirildi, buyruldu. Yine türlü<br />

gruplar işin içine girdi, çekildi. Olaylar insani boyuttan, kirli siyasi, iktisadi çıkarlara doğru<br />

kaymaya başladı bile. Biz ise bu noktada bir mevzuya dikkat çekmeliyiz.<br />

Olası nükleer kaza…<br />

Bu işin kaderinde bu var mı?<br />

Bu soruya cevap evettir(Kaderci bakarsak) Zira nükleer tarihimiz gösterir ki Çernobil,<br />

Fukuşima gibi bir çok elim hadise yaşanmıştır. Nasıl ki İngiltere’de, Hollanda’da türlü maden<br />

kazaları yaşanmışsa nükleer santrallerde de yaşanabilir.<br />

İşin boyutu bu kadar basit mi yani? Elbette hayır. Nükleer enerjiyi ilke olarak savunan<br />

benim için hayır. Mevzu ihmallere, insan hatalarına, kader – kaza diye bakmamızda ya da böyle<br />

dillendirmemizde. Kader ile kaderciliği ayırt edemememizde. Marmara depremini yaşadı bu ülke,<br />

peki ne oldu. İnsanlar öldü. Çok küçüktüm hatırlıyorum. Depremin sonunda ölenleri, o bahriyeli<br />

subayları türlü iğrençliklerle suçlayanları. O gün deprem dedemiz rahmetli Ahmet Metin Işıkara<br />

güzel hatırlatmıştı; “Depremler değil, binalar insanları öldürür” Literatürde yaygın bir deyimdir.<br />

Nükleer enerji bence bu ülke için gerekli. Böyle olup olmadığının tartışmasıda buranın yeri<br />

değil. Mevzu ise şuan başka… Birgün ülkedeki bir nükleer santral, iki torpilci siyasinin rant hesabı<br />

uğruna, yetkin olmayan mühendislerin ve patronların eline düşünce ne olur. “Düşmez abi”<br />

diyebiliyor muyuz? Ben diyemiyorum. Hatta düşer zaten şimdiden düşmüştür diyorum.<br />

Kıssadan hisse; Nükleer enerji şakaya gelmez. Çocuklarınızın ulaşamayacağı yerde<br />

saklayınız.<br />

Aykırı 13 Жuş


Aykırı 14 Жuş<br />

Desen: Deniz Moralıgil


Caner Fidaner<br />

ÖYKÜ<br />

RAFI<br />

"Yalnızlık Yengen Olur" (Onur Akyıl): Yalnız, ama çevresindekilerle iletişim çabasından hiç vaz<br />

geçmeyen insanlar tanıyoruz bu kitapta. Öykü adlarıyla akrostiş yapmak gibi hoş buluşlar da var.<br />

"Hiç Kuşu" (Yıldız İlhan): Her mahalle gibi her öykü kitabı da eninde sonunda insanlardan<br />

oluşur. Bu kitapta da kanlı canlı komşular sayfalardan fırlayıp sohbet etmeye yanımıza geliyorlar.<br />

"Antabus" (Seray Şahiner): Başarılı iki öykü kitabıyla tanıdığımız yazar bu uzun öyküsüne<br />

bağımlılığı tedavi eden ilacın adını vermiş. İki farklı son ile kadere karşı koymayı öğütlüyor sanki.<br />

"Yüklük" (Ahmet Büke): Kendi dilini oluşturmuş yazarımızın bu kitabının ilk bölümünde son<br />

derece akıcı öyküler var, son bölümde ise geçmişin yeniden tanımlanması ile ustalarla buluşuyoruz.<br />

"İşte Deniz, Maria" (Ferit Edgü): 35 öyküyü derleyen ve eylül 1999'da ilk kez yayımlanmış bu<br />

kitabı Sel Yayıncılık güzel bir kapakla yeniden bastı. Girişte anlattığına göre öykü için "minimal"<br />

sözcüğünü ilk kullanan Ferit Edgü imiş, 1991'de, Binbir Gece adlı kitabında. Yazarın şu cümleleri<br />

"çok kısa öykü" yazanların ilgisini çeker: 'Yontuç, mermerin içinde saklı biçime (yoksa cevhere mi<br />

demeliydim?) ulaşmaya çalışıyor; bense "dil"in içindeki cevhere. Hiçbir zaman varamayacağımı<br />

bile bile. Ama gene de--' Kitap (kendi başına bir öykü sayılabilecek) şu sözlerle bitiyor:<br />

"(...) Ama havadaki o üç sözcük ve ayağını suya değdiren yaşlı, küçük kadın imgesi<br />

orda, havada asılı duruyordu.<br />

- Ecco il mare, Maria!"<br />

Fotoğraf:<br />

Efe Elmastaş<br />

Aykırı 15 Жuş


Haber: Oktay Esgin<br />

Aykırı 16 Жuş

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!