14.05.2014 Views

Bilakis Dergisi mayıs sayısı

Dergimiz mayıs sayısıyla da sizinle! Bu sayımızda Biyografi köşemizde; Van Gogh’u Kitap köşemizde; Masumiyet Müzesi’ni Film köşemizde; Stalker’ı, Gezi köşemizde; Roma şehrini yazdık. Bu sayımız, Soma’daki maden işçilerine ithaf edilmiştir. İyi okumalar dileriz

Dergimiz mayıs sayısıyla da sizinle!
Bu sayımızda Biyografi köşemizde; Van Gogh’u
Kitap köşemizde; Masumiyet Müzesi’ni
Film köşemizde; Stalker’ı,
Gezi köşemizde; Roma şehrini yazdık.
Bu sayımız, Soma’daki maden işçilerine ithaf edilmiştir.
İyi okumalar dileriz

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Merhaba <strong>Bilakis</strong> okuru;<br />

Her geçen ay daha da büyüyerek, her sayıda farklı bir<br />

heyecanla, ,Mayıs sayımızla birlikte karşınızdayız. Yeni yazarlar,<br />

yeni yazılar ve yeni okurlarla her ay bir öncekinden daha iyi<br />

olmaya çalışıyoruz.<br />

Günlük koşuşturmalar, insan kalabalığı, ruh halinizin<br />

halsizliği, sizi iki saat beklettikten sonra ‘yarın gel’ diyen memur<br />

samimiyetsizliği, düşüncelerinizin azizliğini, yaşamak için<br />

ayaklarına kapanmak zorunda olduğumuz,( artık ayakkabı<br />

kutularında olduğunu biliyoruz) para varlığının yokluğunu,<br />

hiçlik duygusu, çokluk olgusu… Tüm bunların yorgunluğunu<br />

kimi zaman harika bir müzik, kimi zaman birkaç kadeh içki,<br />

bazen uyku alıp götürür. Biz dedik ki yaşamın yorgunluğundan<br />

bir nebze de olsa sıyrılıp, sahip olmayı istemeden, ait olmadan,<br />

düşüncelerini ifade edip biraz eğlenmek, biraz hüzünlenmek,<br />

biraz tekdüzelikten sıyrılmak, e biraz da bilmek istiyorsan şiirini,<br />

yazını, hikâyeni, bir anını, içinden geleni, umudunu inancını<br />

fikirlerini hatta içinden gelmeyenleri, yorgunluğunu kırgınlığını<br />

al gel.<br />

<strong>Bilakis</strong> ailesi olarak biliyoruz ki her ay daha da genişleyip<br />

büyüyoruz. Bizce aranızda bu dergiye destek olmak isteyecek<br />

yeni fikirler, yeni projelerle aramızda olmak isteyecek birçok<br />

yazar ve okuyucumuz var, mesaj atmak istersen elbette<br />

buradayız ;<br />

bilakisdergi@gmail.com<br />

www.bilakisdergi.com<br />

www.facebook.com/bilakisdergisi<br />

Mayıs sayımız Soma'daki maden işçilerine ithaf edilmiştir.<br />

İlk söz; Ezgi Yağcı


BİYOGRAFİ BİYOGRAFİ<br />

VİNCENT VAN GOGH<br />

Vİ<br />

“Bana gelince, benim<br />

genelde endişeli ve kaygılı<br />

bir yapım var, çünkü<br />

yaşamımın hiç de durgun<br />

geçmediğini düşünüyorum; ve<br />

bütün bu acı hayal<br />

kırıklıkları zorluklar ve<br />

değişimler ressamlığımı tam<br />

anlamıyla geliştirmeme<br />

engel oldu”


Vincent van Gogh 30 Mart 1853’te Hollanda’nın Groot<br />

Zundert kasabasında bir papazın oğlu olarak dünyaya geldi.<br />

Maalesef yaşamının ilk on yılına ait neredeyse hiç bilgi yoktur.<br />

Zevenbergen’deki yatılı okula iki yıl devam ettikten sonra, iki yıl<br />

Tilburg’daki King Willem ortaokuluna devam etti. 15<br />

yaşındayken okul eğitimini bıraktı ve bir daha geri dönmedi.<br />

NCENT VAN GOGH<br />

Babası tarafından 1869 yılında 16 yaşında önce La Haye’deki<br />

sonra Brüksel’deki Goupil galerilerine resim satış memuru olarak<br />

yerleştirildi.Vincent’ın amcaları ve Vincent zaten sanat<br />

taciriydiler, erkek kardeşi Theo da sanat tacirliği işiyle uğraştı.<br />

Bu Vincet’ın daha sonraki resim kariyerinde etkisini göstermiştir.<br />

1873’te şirketin Londra ofisine atandı ve aynı yılın Ağustos’unda<br />

87 Hackford Road’da Ursula Loyer ve kızı Eugenie’nin yanına<br />

taşındı. Londra’da iki yıl daha kaldı bu süre boyunca birçok sanat<br />

galerisi ve müze gezdi. İngiliz yazarlar George Eliot ve Charles<br />

Dickens’a büyük hayranlık beslemeye başladı. Eserleri The<br />

Graphic gibi dergilerde yer alan İngiliz gravür sanatçılarını da<br />

beğeniyle izlemiş, bu eserle Van Gogh’u ressamlık kariyerinde<br />

kendisine ilham verecek kadar derinden etkilemiştir.<br />

Boş zamanlarında galerileri gezmeye devam etti , bu sırada<br />

önemli sanat eserlerini inceleme fırsatı bulan Vincent aynı<br />

zamanda İncil çalışmaları yapmıştır. Reverend Jones’dan<br />

kendisine ruhban sınıfına ait daha çok sorumluk vermesini talep<br />

etti ancak rahip olmak için hevesli olmasına rağmen vaazları<br />

canlı ve etkileyici olmaktan uzaktı. 9 Mayıs’ta Amsterdam’a<br />

doğru yola çıktı ve Yunanca, Latince, Matematik dersleri aldı<br />

fakat yeterince donanımlı olmadığı için çalışmalarını durdurmak<br />

zorunda kaldı.


1 967’de evlendiği Turgut<br />

Uyar’dan bir çocuğu vardır .<br />

Benim de çok sevdiğim şair için<br />

şunları söylemiştir : “ Çok<br />

yakışıklı , çok zeki , çok duyarlı bir<br />

insandı . Belki bana göre aşırı<br />

ciddiydi . Tipik edebiyatçı özelliği<br />

taşıyan , kendi içine kapalı ,<br />

dışarısıyla fazla alışverişi<br />

olmayan , şiiriyle mutlu biriydi .<br />

Ben öyle değilim . Denizi de<br />

severim , dolaşmayı da Daha<br />

canlı , daha hareketli olmayı<br />

isterim . Belki bu bakımdan pek<br />

uyuşmuyoruz.”


Turgut Uyar’ın ölümü üzerine yazdığı bir şiir ;<br />

pencerenin biri açık kalmış,<br />

hava sıcak , temmuz bıkkınlığı işte<br />

tomris uyar yazı masasında oturuyor<br />

masanın bittiği kitapların başladığı yerde<br />

kafka ile dostoyevski'nin fotoğrafları<br />

masanın kitaplara aktığı yalnızlıkta<br />

sahi kaç yıl oldu ,<br />

tanrı'nın eli<br />

şiirden ve öyküden kopalı?<br />

sadece senin için geçiyorum bu sokaktan<br />

okur musun ,<br />

gözlerimden akan<br />

kelimeleri ?<br />

EZGİ YAĞCI<br />

sarpimoleni.tumblr.com


19. yüzyılın yazgısı en trajik sanatçılarından biri olan<br />

Van Gogh dünyada kendisini alçalmış, sevgilerden<br />

uzaklaşmış görmüştür. İçinde sürekli bulantılar yaşamış<br />

ve hiçbir işe yaramadığına olan inancı, bir şeyler yapma<br />

bir çıkış bulma isteğidir bunaltılarının sebebi.<br />

Yazgısının çizdiği olaylar dizisi sonucu bir kafese<br />

tıkıldığını bir şeyler yapmak istediğini ama bunun<br />

yolunu bulamadığını Theo’ya yazdığı mektuplarında<br />

defalarca dile getirmiştir. Amsterdam’da soylu<br />

düşünceleri kilise tarafından da hoş karşılanmayınca<br />

bölgeden ayrılmayarak Cuesmes köyüne yerleşti ve burada<br />

büyük sıkıntılar içinde yaşamaya başladı. Burada<br />

madencilerin ve ailelerin zorlu koşullarını yansıtan<br />

çizimler yapmaya başlamıştır.


Sien ile yaşamaya başladığı dönemde çocuklarını ve onu düzinelerce<br />

çizimde model olarak kullanmış ressamlık yeteneğini hızla geliştirmiştir.<br />

Örneğin kızıyla sepette oturan Sien’de ustalıkla betimlenmiş, altında<br />

yatan keder duygusu Van Gogh’un Sien ile yaşadığı 19 ayın tam<br />

anlamıyla bir yansımasıdır. 1883’ün Eylül ayında Sien’le ilişkisi iyice<br />

kötüleşti ve ayrıldılar. Nuenen’de ailesinin yanında dönmüş ve sonraki yıl<br />

boyunca sanatını geliştirmeye devam etmişti. Resmetmeyi en çok sevdiği<br />

insanlar köylülerdi. Yıllar süren yoğun çalışmalar sonucunu verdi ve ilk<br />

önemli resmi Patates Yiyenler ortaya çıktı. Patates Yiyenler Vincent van<br />

Gogh’un ilk önemli başyapıtı kabul edilir. Onun için artık yeni bir<br />

yolcuğun zamanı gelmiş sanatını daha da ilerletmek için Paris’e Theo’nun<br />

yanına gitmişti. Paris’te geçen 1887 yılı boyunca sanatı açısından çok<br />

önemli ilerleme kaydetmesine rağmen oldukça sağlıksız koşullar altında<br />

yaşamış kardeşiyle de arası bozulmuştur. Büyük şehir hayatından mutlu<br />

olmamış güneşin sıcaklığını hissedebileceği Arles’e gitmeye karar<br />

vermiştir. Artık morali düzelen Vincent en sevilen resimlerinden bazılarını<br />

yapmaya koyuldu. Ressamlar birliğini kurma amacını gerçekleştirmek için<br />

Paul Gauguin’i yanına gelmesi için ikna etti. Başlangıçta araları çok iyiydi<br />

fakat Vincent’in değişken mizacı nedeniyle ateşli tartışmalarına sık<br />

rastlanır oldu. Bu tartışmalardan birinde bir delilik anında sol kulağının<br />

alt kısmını kesti polis tarafından yerde yatarken bulunup hastaneye<br />

kaldırıldı. İyileştikten sonra Sarı Ev’ine geri döndü (kendi deyimiyle iyiyi<br />

umut ederek). Ocak ve Şubat aylarında oldukça üretken olan ressam en<br />

ünlü resimlerinden Ninni ve Ayçiçekler’ini yaptı. Zehirlendiğini<br />

zannettiğini bir kriz anı daha yaşadı gözlem altına alınıp bir akıl<br />

hastanesine yatırıldı.<br />

İlerleyen haftalarda, Vincent’in akli dengesini sürdürmesi sayesinde resim<br />

yapmasına izin verildi. Gösterdiği gelişmeden en azından yeni ataklar<br />

geçirmemesinden doktorlar çok memnundu. Van Gogh Haziran ortasında<br />

en ünlü eseri Yıldızlı Gece’yi üretti. Theo Vincent için en iyisinin Paris’e<br />

geri dönmesi ve kentin yakınlarında Auvers-sur-Oise’de yaşayan terapist<br />

Paul Gachet’in gözetiminde tedavi olması gerektiğine karar verdi. Van<br />

Gogh burada bir aile tarafında işletilen küçük bi handa kendine bir oda<br />

tuttu ve zaman kaybetmeden resim yapmaya başladı. Burada en tanınmış<br />

resimlerinden bazılarını yaptı (Dr. Gachet’in portresi, Auvers kilisesi gibi).


Şöhret için oyuncu olunmaz, oyuncu olunduğu için<br />

şöhret kazanılır. Aslında işin özüne bakarsak, iyi bir<br />

oyuncu şöhreti önemsemez fakat alkış önemlidir. Siz<br />

sahnede elinizden geleni yaptıktan sonra istediğiniz tek<br />

şey alkıştır ama gerçek bir oyuncu için, sokakta<br />

durdurulacak kadar büyük bir şöhret, hiç önemli<br />

olmamakla kalmaz, zarar vericidir de aynı zamanda.<br />

Oyuncunun özüne doğru bir yolculuk yapmak<br />

gerekirse, ilk olarak bu işin bir intihar olduğundan<br />

bahsetmek gerekir. Çünkü oyuncu, kendi bedenine<br />

sığmayan, başka ruhları da kendi içine alabilecek ve bunu<br />

yaparken de kendini hiç korkmadan öldürebilecek biridir.<br />

Bir başka karakteri canlandırabilmeniz için öncelikle kendi<br />

benliğinizi tamamen yok etmeniz gerekir ki bu da tam<br />

anlamıyla bir intihardır.<br />

Sahneye doğru attığınız her adımda bir parça<br />

ölmelisiniz, bir parçanız gitmeli ve sahneye vardığınızda<br />

kendinize dair hiç bir şey kalmamalı ortada. Siz kimi<br />

canlandırıyorsanız artık o olmalısınız, artık bedeniniz ona<br />

ait olmalı. Tabi, kusursuz bir intihar, bir ön hazırlık sürecini<br />

de peşinde getirir.<br />

Dünyanın en tatlı intiharına nasıl hazır olabilir bir<br />

insan?<br />

Öncelikle oynadığınız karakteri, en az kendinizi<br />

tanıdığınız kadar iyi tanımanız gerekir. Bir oyuncunun<br />

olmazsa olmaz bir gözlem yeteneği olmalı ve sonsuz bir<br />

hayal gücüyle bunu desteklemeli. Çevredeki tüm olaylar,<br />

bir adamın bacak bacak üstüne atmasından, bir kadının<br />

sigara yakmasına kadar; görüp görebildiği evrendeki tüm<br />

hareketler, onun için bir örnektir ve iyi bir oyuncu bütün bu<br />

gördüklerini beyninde toplar. O an gelip, metni eline<br />

aldığındaysa yapması gereken tek şey parçaları<br />

birleştirmektir. Sadece, canlandırdığı karakterin<br />

konuştuğu andaki tepkilerine bakmaz bir oyuncu, bedenini<br />

hangi ruha kiralayacaksa onun her şeyini bilmek ister.<br />

Nasıl oturduğu, nasıl kalktığı, nasıl güldüğü, nasıl nefes<br />

aldığı, nasıl sigara içtiği, nasıl öksürdüğü kısacası her<br />

şeyini bilmelidir. Eline aldığı metindeyse neredeyse<br />

bunların hiç birini bulamayacaktır. İşte burada iş oyuncuya<br />

düşmektedir. Canlandırdığı karakterin, söylediği<br />

sözlerden, davranışlarından tüm bunları bulacak olan<br />

oyuncunun kendisidir. Karakterin nasıl nefes alıp verdiğine<br />

kadar tüm detaylarını bulabilmek için bu zamana kadar<br />

gözlemlediği her şeye ihtiyaç duyar.


Oyuncu karakterini de tanıdıktan sonra,<br />

geriye sadece zevkle intihar edip, o karakteri<br />

bedenine taşımak kalmaktadır. Canlandırdığı<br />

karakteri iyi tanıyan bir oyuncu sahnede olduğu<br />

süre içinde kendisinden hiçbir şey barındırmaz,<br />

çünkü bedeni tamamen ona aittir.<br />

Bir oyuncunun bedenini ne zaman teslim<br />

edeceğini ve ne zaman geri alacağını da çok<br />

iyi bilmesi gerekir. İntiharını sahneye bir adım<br />

kala yapmalı ve alkış sesleriyle de bedenini<br />

geri almalıdır. Canlandırdığı karakteri tüm<br />

hayatına taşıyan oyuncular, meslek<br />

hayatlarının ileriki yaşamlarında ve kendi özel<br />

hayatlarında pek çok soruna gebe kalmışlardır.<br />

Çünkü unutulmaması gereken altın kural,<br />

oyuncun karakterinin kişiliğini geçici olarak<br />

kiraladığıdır.<br />

Bir oyuncunun tüm bunları yapabilmesi<br />

için, işin teknik bilgilerinden çok tutkuya ihtiyacı<br />

vardır. İyi bir oyuncu tutkusuz kaldığı zaman<br />

çok kötü olabileceği gibi, kötü bir oyuncuyu da<br />

tutkuyla oynadığı zaman iyi bir performans<br />

ortaya koyabilir. Sahnede olmak, başka bir<br />

bedene bürünmek, tam anlamıyla bir aşktır ve<br />

tutkunuz olmadan bu işi yapabilmeniz de<br />

mümkün değildir. Her meslekte profesyonelce<br />

o işin kurallarına göre çalışılabilirken<br />

oyunculukta genel olarak bu mümkün değildir.<br />

Çünkü sahnede nasıl durulacağını, sesinizi<br />

nasıl ayarlayacağınızı bilseniz bile, tutkuyla o<br />

karaktere bürünmedikçe vasatı aşmanız asla<br />

mümkün olmayacaktır. Seyircinin sizin hala<br />

kendi ruhunuzla sahnede olduğunuzu ve “rol”<br />

yaptığınızı anlaması hiç de zor olmayacaktır.<br />

İyi bir oyuncu asla “rol” yapmaz, yaşamayı<br />

seçer; tutkuyla yaşamayı. Dolayısıyla başta<br />

yaptığım tanımlamaya bir ilave de bulunmak<br />

isterim; Oyuncu olmak tutkulu bir intihardır.<br />

Öyle ki; ruhunuzu zevkle teslim eder ve<br />

bugüne kadar varlığından hiç haberdar<br />

olmadığınız ve belki de hiç sevmediğiniz bir<br />

ruhu zevkle bedeninize sindirirsiniz.<br />

ataksiya.tumblr.com


Yaşanamamış kocaman bir aşkın<br />

öyküsünü bize sunan kitap, hiçbir zaman<br />

elden bırakılamayacak, okunmaya<br />

başlandı mı kendine bağımlı edecek,<br />

zaman zaman çok sıkacak ama kendine<br />

hayran bıraktıracak. Biraz Orhan<br />

Pamuk’un kalemine değinmek gerekirse,<br />

İlk önce İstanbul’u çok seven bir yazar<br />

olduğunu söylemek lazım. Anılarında<br />

İstanbul’u öyle taze, öyle güzel tutmuş ki<br />

buna hayran olmamak mümkün değil.<br />

Kültürleri, konuşmaları hayatın içinden<br />

alıyor Orhan Pamuk. Kitaplarında hiçbir<br />

konuşmayı okurken “Aaa böyle cevap mı”<br />

olur deme şansınız yok. Kurgularken<br />

uçan sineği bile hesaba katabilecek kadar<br />

dikkatli. Mesela iki anneyi<br />

konuşturduğunu düşünelim Pamuk’un;<br />

aralarındaki diyalog mutlaka sık sık<br />

bölünecek, anneler arada bir çocuklarına<br />

seslenecek ve bu sesler bizim gündelik<br />

hayatta hep duyduğumuz sesler olacak.<br />

İşte Orhan Pamuk benim için tam olarak<br />

budur. Hayatın içidir.<br />

Zengin bir ailenin oğlu olan<br />

Kemal, nişanlanmak üzeredir.<br />

Nişanlanmadan önce, ailesinin<br />

kullanmadıkları bir eve (Merhamet<br />

Apartma'nında) öğle aralarında gidip<br />

kafa dinlemektedir. Bir gün nişanlısına<br />

çanta almaya karar verir. Gittiği<br />

dükkânda Füsun’la karşılaşır ve hayatı<br />

değişir. Artık hayatında Füsun’dan<br />

başka bir şey olması mümkün değildir<br />

ama nişanlısı Sibel’le de ayrılmaya<br />

niyeti yoktur. Kemal artık Füsun’u<br />

bıraktığı izlerde anacaktır. Ruj izini<br />

barındıran izmaritlerde, kahve içtiği<br />

fincanlarda, tuttuğu kalemde ve inci<br />

küpelerinde O satırlar bazen o kadar<br />

ağır geliyor ki, okurken acıyı<br />

hissediyorsunuz. Füsun’un yokluğu<br />

öylesine harika kaleme alınmış ki,<br />

etkilenmeden kitabı tamamlamak ve<br />

kitap boyunca Kemal’le beraber<br />

Füsun’u aramamak mümkün değil.


. Zaman zaman çok sıkacak demiştim. Evet, Baze o kadar sıkıcı ki, okurken<br />

daralıyorsunuz. Bu bazı bölümleri kötü yazdığı anlamına gelmez. Bazı bölümleri<br />

rahatsız edecek kadar gerçekçi yazdığı anlamına gelir. Ben mesela düğünlere,<br />

nişanlara tahammül edebilen bir insan değilim. Masumiyet müzesinde sayfalarca<br />

anlatılan nişan törenini okurken, sanki o nişan töreninin içindeymişim gibi sıkıldım.<br />

Hatta o kadar sıkıldım ki, nişan töreni sayfalarında Orhan Pamuk’un roman<br />

karakterleri geçiyormuş fark etmemişim. İşte ben de zaten Orhan Pamuk’da en<br />

çok bunu seviyorum. Kendisine yine de ufak bir eleştiriyi dile getirmek isterim.<br />

Bazen o kadar çok detaya boğuyor ki, olaylar geride kalıyor. Olaylardan çok<br />

detayları, ayrıntıları okuyoruz. Birazcık olayları da ön plana çıkarsa bence çok<br />

daha güzel olabilir.<br />

Kitaba dönersek, Masumiyet Müzesi Orhan<br />

Pamuk’un kendine has detaycılığını en çok kullandığı<br />

kitabıdır sanırım. Pek çok ayrıntıya titizlikle yer<br />

verirken, olay örgüsü yavaş yavaş yavaş işlemektedir.<br />

Kitabın her sayfasında umutla beklenirken, kitap tıpkı<br />

hayat gibi yavaş yavaş akmakta ızdırapların da,<br />

zevklerin de hazzını okura duyurmaktadır.<br />

Bir yandan bu büyük aşka tanık olurken, aynı<br />

zamanda kendimizi de eski İstanbul’da buluveriyoruz.<br />

Yazarın bahsettiği her yer, okundukça gözlerimizde<br />

canlanacak kadar detaylarla dolu ve anlatımı o kadar<br />

masalsı ki, gözlerimizin önünde bir Çukurcama<br />

canlanmaması mümkün değil.<br />

Pamuk, kitabı<br />

tamamlayabilmek için<br />

fazlaca müze gezmiş.<br />

Nobel ödülünü de aldıktan<br />

sonra<br />

kitabını<br />

bastırabilmiş. Kitap büyük<br />

bir ilgiyle karşılandı. Diğer<br />

kitapları gibi başka dillere<br />

çevrildi hatta bu sefer<br />

Nazan Öncel Kemal ve<br />

Füsun için “Canım benim<br />

nasılsın?” şarkısını yazdı.<br />

Şarkıyı kitaba ithaf<br />

ederken de Hürriyet’e<br />

şunları söylüyordu Öncel;<br />

"Duygularımı nasıl ifade edeceğimi bilmemekle beraber, romanı okurken<br />

Kemal'le Füsun'un nefeslerini hissedip, kalplerinin nasıl çarptığını duyar gibi<br />

oldum. Hayatın asıl amacının mutluluk olduğunu bizlere bir kere daha hatırlatan<br />

Orhan Pamuk, tavan arasında çoktan unutup gittiğimiz bir sürü şeyi, kalbin<br />

ötelerine itelediğimiz aşkı, hayatın derinlerinden bulup çıkarınca onun eşsiz<br />

edebiyatı bana bu şarkıyı yazdırdı. Orhan Pamuk'un son başyapıtı ve<br />

edebiyatının sevdalısı olduğum için “Canım Benim Nasılsın?”ı Masumiyet<br />

Müzesi'ne armağan etmek istedim."


canım benim nasılsın<br />

iyi misin oralarda<br />

kimse sana söyleyemedi mi ?<br />

başa gelen çekilir demedi mi ?<br />

Bir yürüdüm bir durdum<br />

Denize bir kıyı buldum<br />

Bıraktın içimde<br />

Gece ile kardeş oldum<br />

Ne gözdeyim ne kaşta<br />

bir oradayım bir burda<br />

tatlı acı anılarla<br />

merhamet apartmanında<br />

bir sen varsın aklımda<br />

kedim bile farkımda<br />

canım benim nasılsın<br />

daha daha nasılsın<br />

ikimizin adı yanyana<br />

duvarlara yazılsın<br />

gülüm benim nasılsın<br />

daha daha nasılsın<br />

ikimizin resmi yanyana<br />

su duvara asılsın<br />

İstanbul dolaylarında<br />

taksim olaylarında<br />

bildiklerimi unuttum<br />

çukurcumalarında<br />

Ne gözdeyim ne kaşta<br />

bir oradayım bir burada<br />

tatlı acı anılarla<br />

merhamet apartmanında<br />

bir sen varsın aklımda<br />

Limon bile farkında<br />

canım benim nasılsın<br />

daha daha nasılsın<br />

ikimizin adı yanyana<br />

duvarlara yazılsın<br />

kibrit kutusu, gazoz şisesi<br />

ayva rendesi, inci küpesi<br />

iki anahtar, süs köpeği<br />

mavi çarşaflar, ayakkabılar<br />

Yağmurluk, şemsiye,yüksük, cetvel<br />

Fincan, kurşun kalemi<br />

3 tekerli bisiklet<br />

Elinin değdiği herşeyi topladım<br />

Aşkın oldugu yerde mantık ne gezer<br />

Yarım akılla değil çeyrek akılla gezer<br />

bir yerdeyim bir gökte<br />

bir sendeyim bir bende<br />

tatlı acı anılarla<br />

merhamet apartmanında<br />

canım benim nasılsın<br />

daha daha nasılsın<br />

ikimizin adı yanyana<br />

duvarlara yazılsın<br />

gülüm benim nasılsın<br />

daha daha nasılsın<br />

ikimizin resmi yanyana<br />

şu duvara asılsın<br />

Masumiyet Müzesi pek çok övgü alırken<br />

aynı zamanda pek çok eleştiriyle de<br />

karşılaştı. Radikal gazetesinden Ömer<br />

Türkeş kitabı Proust’un Kayıp zamanın<br />

izinde romanına benzetirken, kitap aynı<br />

zamanda Jame Joyce’in Ulysses’ine,<br />

Tostoy’un Anna Karenina’sına ve<br />

Nabokov’un Lolita’sına benzetildi.<br />

Pamuk’sa tüm bu eleştirilere kulak<br />

asmayıp kitaptaki müzeyi gerçeğe<br />

dönüştürmek istedi. Uzun uğraşları sonunda<br />

da bunu başardı. Müzeyi ziyaret ettiğinizde<br />

sadece Kemal ve Füsun’un varlığına bir<br />

adım olsun yaklaşmakla kalmayıp aynı<br />

zamanda Orhan Pamuk’un nasıl yazdığına<br />

dair bir fikir sahibi de olabiliyorsunuz.<br />

Bitirdiği kurşun kalemleri, yazı taslaklarını ve<br />

yazarken yüksek ihtimalle onlardan<br />

esinlendiği gazete küpürleri ve pek çok<br />

eşyayı da çekinmeden müzenin içine<br />

koymuş Orhan Pamuk. Son olarak yazarın<br />

müze hakkında şu sözleriyle yazımı bitirmek<br />

isterim;<br />

“Müze bekçilerinin görevi sanıldığı gibi<br />

eşyaları korumak, (tabi ki Füsun ile ilgili her<br />

şey sonsuza kadar korunmalıdır) gürültü<br />

edenleri susturmak, çiklet çiğneyenleri ve<br />

öpüşenleri uyarmak değil, müze gezere cami<br />

gibi alçakgönüllülük, saygı ve huşu duyması<br />

gereken bir tapınakta bulunduğunu<br />

hissettirmektir. Masumiyet Müzesi’nde<br />

bekçiler, koleksiyonun havasına ve Füsun’un<br />

zevkine uygun olarak koyu ahşap rengi<br />

kadife elbiseler, içine açık pembe renkli<br />

gömlekler giymeli, müzemize özel-Füsun’un<br />

sevdiği-kravatlar takmalı ve tabi çiklet<br />

çiğneyen ya da öpüşen ziyaretçilere de asla<br />

karışmamalı. Masumiyet Müzesi, İstanbul’da<br />

öpüşecek bir yer bulamayan âşıklara<br />

sonsuza kadar açık kalacaktır.”<br />

Bir Sen yoksun yanımda<br />

Pamuk bunun farkında<br />

Aşk ayağıma kadar gelmişti<br />

Kendi elimde tepmiştim<br />

ataksiya.tumblr.com


Kreşenko<br />

5. Bölüm<br />

Ferit ve Ezgi ellerini kaldırdılar. Ferit korkakça ve ağır ağır arkasını<br />

dönmek istedi fakat peçesini takmış adam sert bir tepkiyle bu dönüşü<br />

engelledi; “Olduğun yerde kal!”. Uzun boylu, kirli sakallı, iri yarı adam<br />

son derece ağır adımlarla yaklaştı. Silahını beline koyup Ferit’in üzerini<br />

aramaya başladı. Kaba bir üst araması yaptıktan sonra Ezgi’yi aramaya<br />

başladı. Fakat Ezgi’yi araması Ferit kadar kısa sürmedi. Koltuk altını<br />

ezerek kontrol ettikten sonra göğüslerini iyice sıktı. Göğüslerinin altına<br />

indirirken elini birden tekrar yukarı çıkarıp göğüslerini sıktı. Kalçasını ve<br />

bacaklarını üst aramaktan çok taciz edercesine elledi. Ayak bileklerini<br />

de iyice kontrol ettikten sonra ellerini iyice bastırarak yukarıya çıkardı.<br />

Eteğinden yukarıya doğru çıkarıp küloduna kadar uzattı ellerini. Sonra<br />

hızlıca çekip “temiz” dedi. Ezgi “Orospu çocuğu” diye mırıldandı. Adam<br />

bunu gayet net bir şekilde duymasına rağmen yaptığının farkında<br />

olmanın bilinciyle duymamazlıktan geldi. “Dönün arkanızı, ne işiniz var<br />

burada?” dedi. Ferit konuşmak için ağzını açarken Ezgi konuşmasına<br />

fırsat vermedi;<br />

-Sizin ne işiniz var? Ne için bunu yapıyorsunuz?<br />

-Daha güzel bir dünya için<br />

-Daha güzel bir dünya kadınları ellemekle mi kuruluyor?<br />

-Ben sadece üstünü aradım. Burada ne işiniz var!<br />

-Sizin aptal savaşınızın saatini hesaplayamayıp dışarıda kaldık sadece.<br />

Sen de soruma doğru düzgün cevap verir misin? Sizin burada ne işiniz<br />

var? Belinizde silah ve bu azgınlıkla mı aydınlatacaksınız buraları?<br />

-Evine git!<br />

Ezgi, uzun uzun konuşmak, bağırmak istiyordu. Az önce yaşadığı<br />

şüphesiz ki kendisine çok ağır geliyordu. Ferit ellerinden tutup tabiri<br />

uygun düşerse sürükledi Ezgi’yi. Adam, onlar gözden kaybolana kadar<br />

baktı.<br />

Otele ulaşana kadar hiç konuşmadılar. Ezgi kapıdan içeri girer girmez<br />

odasına gidecekti fakat Ferit kapıdan içeri girmelerine izin vermedi.<br />

“Biraz konuşalım” dedi. Ezgi, bir yanıt vermedi ama olduğu yerde<br />

bekledi. Ferit, otelin kapısındaki merdivenlere oturdu. “İyi misin?” diye<br />

sordu. “Pek değil.”. “Bu savaşı bitireceğiz demiştin, nasıl?”. “Yarın<br />

konuşalım”. Ezgi cümlesini bitirir bitirmez içeriye girdi. Ferit biraz etrafa<br />

bakıp gecenin sessizliğine banıp gözlerini girdi içeriye. Lobide bir tek<br />

Sami abi oturuyordu. “Gel” dedi. Sami abi, her zamanki gibi sigarasını<br />

içiyor ve derin derin düşünüyordu. Ferit’le yarım saat kadar hiç<br />

konuşmadılar. Sami abi kafasını pencereden izlediği gecenin<br />

manzarasından kaldırmadan sessizliği bozuverdi.


-Ne çok konuştuk öyle değil mi?<br />

-Nasıl?<br />

-Susarak. Farkında değil misin yoksa?<br />

-Hiç o açıdan bakmamıştım aslında. Yani evet, susarken daha çok<br />

konuşuyor sanki insan.<br />

-Evet, daha fark edemediğimiz pek çok an var buna benzer. Yaşarken<br />

bir isim koymuyoruz, farkına varmadığımız için. Sonra o anı<br />

yaşamadığımız bir zamanda, o anın bir isminin olduğunu öğreniyoruz.<br />

O isim çok karizmatik geliyor, kıskanıyoruz ve zamanında bizim de o anı<br />

yaşadığımızı her nasılsa hatırlamıyoruz.<br />

-Garip değil mi abi?<br />

-Garip kelimesi bile garip kalıyor bazen. Bizim kızla nasıl gidiyor?<br />

-Kim? Ezgi mi? Yok be abi, aramızda bir şey yok.<br />

-Değirmende ağartmadık biz bu sakalı diyecektim de sakalım yok.<br />

-İnan ki, henüz hiç bir şey yok aramızda. Biraz daha vakte ihtiyacımız<br />

var galiba.<br />

-Kalbinle iletişiminde kopukluk var o zaman. Çünkü dediğinden<br />

anlaşılan şu ki; emin değilsin.<br />

-Hiç değilim.<br />

-İnsan pek çok konuda ikileme düşebilir ama sevda konusunda değil.<br />

Mesela o koltuğu alırken acaba dersin öteki daha mı güzel. Ya da biraz<br />

daha araştırayım dersin ama konu aşksa eğer, sen aşkı değil de aşk<br />

seni seçtiği için pek böyle şeyler söz konusu değildir.<br />

-Anlamadım yani anlayamadım. Ne demek şimdi bunlar?<br />

-Aslında ne kadar açıklasam da kaybettiğinde anlayacaksın. Ezgi’yi ya<br />

da bir başkasını kaybetmekten bahsetmiyorum. Gençliğinden<br />

bahsediyorum, genç ruhundan. Yani demek istediğim eğer emin<br />

değilsen, acabalar varsa kafanda aşk seni seçmemiş sen zorluyorsun<br />

demektir. Bu şekilde başlayan hiç bir ilişkide mutlu sonla bitmez.<br />

-Hmm Değişik bir genelleme. Ben bir de şu kaybedince anlama<br />

meselesine takıldım.<br />

-Hiç bir yol haritası yere ayakların basarken çizilemez. Yolların akışını,<br />

hangi seçeneğin seni nereye götüreceğini görebilmek için yukarıdan<br />

bakmak zorundasındır. İçindeyken bu şehir karmakarışık gelir ya heh<br />

işte yukarıdayken her şey oldukça nettir. Fakat sen yukarıda olabilmek<br />

için ayaklarının yere basmasından vazgeçmek zorundasın. Buradan<br />

yola çıkarak beni anlayabilirsin sanırım.<br />

-Açıkçası biraz kafam karıştı Sami abi. Yani, Ezgi ve ben


Sami abi her zamanki bilgiçliğiyle hayata dair bilebildiği ne varsa<br />

Ferit’in önüne sermekten çekinmiyordu. Ferit’se şaşkınca dinliyordu.<br />

Sami abiyle vedalaşıp odasına çekildi. Yatağına oturup odasının<br />

sessizliğine gömdü kendini. Şimdi uzun bir düşünme serüvenine<br />

hazırdı. Sami abinin yanında susarken ne çok şey geçmişti aklından.<br />

Aslında olan her şeyi şöyle etraflıca kafasından geçirmeliydi başka türlü<br />

yapbozun parçaları birleşmiyordu. Öncelikle Hatice’nin boynuna<br />

yapıştığı ana yuvarladı belleğini. O kadının yakasında küfürler yağdıran<br />

herif, kedi gibi süt liman oluvermişti birden. Böylesine değişmesine<br />

neden olan şey neydi? Acaba Zeynep’le otogarda karşılaşması mıydı?<br />

Uğruna cinayet işlemeye hazır olduğu kız, sidik kokan bir otogarda<br />

yanına oturuvermişti. Her şey bunun için miydi? Belki de bunu<br />

düşündüğü için olgundu bu kadar. Tarif edilemez bir büyümüşlük<br />

hissinin içine düşüvermişti. O an sorabildi, sahi Zeynep’in orada ne işi<br />

vardı? Neden karşısına çıkmıştı otogarda. Bu sıradan öylesine bir<br />

tesadüf müydü? Evine kapandığı 3 haftalık süreçten sonra bir daha asla<br />

açmama sözü verdiği konulara dalıvermişti. O kadar inançlıydı ki<br />

Zeynep’i görünce bile bu konuları aydınlatmak istememişti. Ama şuan<br />

içinde kocaman bir boşluk hissediyordu. Bu boşluk öyle alışılagelmiş bir<br />

şeye benzemiyordu. İçinde her şey tamamdı da bir o boşluk kocamandı<br />

sanki. O boşluk, ışığın yokluğu diye tanımlanabilirdi. İçinde her şey<br />

kapkaranlıktı. Tüm bu bilinmezliği yıkıp geçecek bir gerçeklik ışığını<br />

aradığını fark etti. Bu arada her ne kadar bir savaşın içine düşse de<br />

duyguları Ezgi’ye üşüşse de, içinde hala aydınlatma isteği vardı.<br />

Arkadaşlarına ne olursa olsun güvenmediği için suçlu muydu? Belki de<br />

sadece vicdanını rahatlatmak istiyordu.<br />

Bir sigara yaktı. İyice içine çekti dumanını. Odanın duvarlarını<br />

süzdü. Pencereye doğru yöneldi. Dışarıda savaş yine şiddetlenmişti.<br />

Pencereden uzaklaşıp odasında dönmeye başladı. Kapıya doğru gidip<br />

dönüyor, pencereye biraz yaklaşınca tekrar kapıya doğru gidiyordu.<br />

Aklına bir kere düşmüştü acaba ile başlayan sorular. Şimdi onlara<br />

cevaplar lazımdı, içindeki zifiri karanlığa ışık lazımdı. Bitmek üzere olan<br />

sigarasının ucundaki ateşle ötekini yaktı. Sigarayı dudaklarında iyice<br />

kıstırıp ellerini arkada bağladı ve voltasına öyle devam etti. Sigaranın<br />

düşen külü bile umurunda olmadan düşünmeye devam ediyordu. “O<br />

zaman” dedi, “Gidip öğrenmeli.”. Sonra içinden bir ses ona “dur!” dedi.<br />

“Peki ya gidersen, Ezgi ne olacak?”. Evet, Ezgi önemliydi. Hem de<br />

oldukça önemliydi artık. Öylesine sıradan bir kız gibi bahsedemezdi<br />

ondan. Çünkü onun için zırt pırt ölümlere atlıyordu. İnsan biriyle her<br />

yere gidiyorsa dile getirmese de içinde çok güzel şeyler besliyordur o<br />

insana karşı.


Zaten önce kendine sonra o insana itiraf etmesi epey bir zaman alır.<br />

“Birkaç günlüğüne” dedi “Hem zaten annem ve babamla vedalaşırım.”<br />

Öyleyse karar alınmıştı. Bavullar uykularından uyandırılmalı, karınları<br />

doyurulmalıydı. Odanın görüntüsü belleğin güzel bir yere konulmalı,<br />

Ezgi’nin gözleri belleğin en önüne yerleştirilmeliydi. Yarın sabah<br />

çıkabilirim diye düşündü. Soyunup yatağına uzandı verdi. Uykunun<br />

gelip gelip gittiği saatlerde gidince yapacaklarına dair planlar yapıyordu.<br />

Oğuz, Pelin’in kapısının önünde dikiliyordu. Elini sık sık kapıyı<br />

vurmak için kaldırıyor fakat bir türlü çalamıyordu. Kalbinin çırpıntısını<br />

azcık kulak kabartan her insan dünyanın neresinde olursa olsun<br />

duyabilirdi. Saçlarını özenle taramış, yeni ütülediği gömleğini giymiş,<br />

elinde çiçek olan genç adam; Oğuz, Pelin’e açılabilmek için dikiliyordu o<br />

kapıda. Fakat bir türlü cesaretini toplayamıyordu. Aklında türlü türlü<br />

filmler çekiliyordu. Bir seferinde o kapıyı pencereden girmiş sakallı,<br />

uzun boylu bir adam açıyor, ötekinde Pelin “ne var” diye soruyor, en<br />

güzelindeyse onu görür görmez boynuna atlıyordu. İnsan, sevilmek<br />

istediğini söylemeye çalıştığı an insandır en çok. Oğuz, öylesine insandı<br />

ki o an, tarifi epeyce zordu. Birden bire kapıyı vuruverdi. İçeriden ses<br />

gelmedi. Elleri titredi. Üst üste yutkundu. Ayakkabılarına baktı.<br />

Ayakkabısının ayrıntılarını inceledi. Sonra başını kaldırıp kapıya baktı.<br />

Kapı duvardı. Ama vazgeçmeye niyeti yoktu. Daha sertçe vurdu kapıya.<br />

Bu sefer daha çok yutkundu, daha çok oynadı gömleğinin düğmeleriyle,<br />

daha hızlı çarptı kalbi. Birden içeriden bir ses geldi. Ayak sesleri arttıkça<br />

kalbi nasıl da hızlı çarpıyordu. Kapıyı Pelin açtı. Mahmur gözlerle<br />

Oğuz’un yüzüne bakıyordu. Üstüne boğa oturmuş ses tonu “Oğuz?”<br />

diyiverdi. Birine ismiyle hitap etmek aslında çok üşengeç soruları<br />

sorabilmekti. Adını söyler ve o soruyu sordum farz edebilirdiniz. Oğuz,<br />

sessizce Pelin’e bakıyordu. Pelin sadece isim söylemenin işe<br />

yaramadığını anlayınca “Hayırdır, gece gece?” diye soruverdi. Ses<br />

tonuna oturan boğa henüz kalkmamıştı. Oğuz’un ses tonuysa kuzuları<br />

feyiz almış gibiydi. “Biraz konuşalım mı?” dedi. Pelin şaşkınlıkla<br />

bakarken yine tam bir cümle ifade etmeyen bir şeyler söyledi; “Bu<br />

saatte”. Oğuz içinden öyle güzel şeyler söyledi ki Pelin duyabilse<br />

sesindeki boğa kanatlanıp uçardı ama dışından söyleyebildiği sadece<br />

son cümlesini tekrarlamaktı. . Pelin, anahtarını alıp kapıyı çekti. Oğuz<br />

elindeki çiçekleri verdi. İkisi de gülümsediler birbirlerine. “Oğuz” dedi<br />

yine Pelin. Bu sefer, ismiyle hitap etmesi bir soru değildi. İsim dili diye<br />

bir şey olmalıydı. İsmiyle hitap etmek pek çok anlama gelebiliyordu.<br />

Oğuz da bunu düşündü. “keşke salak olsaydık, hep masum kalırdık. Bu<br />

dili öğrenmek acı veriyor çoğu zaman. Ben o yüzden nefret ederim<br />

isimlerle hitap edenlerden. Benim adım benliğimdir işte o kadar.” Diye<br />

geçirdi aklından.


Oğuz sesindeki kuzuyu kovaladı ve uzun uzun tane tane konuşmaya<br />

başladı;<br />

“Sana karşı anlatmak istediğim çok şey var. Seni seviyorum<br />

kelimesinin önüne koymam gereken harflerden oluşan kocaman ordular<br />

var. Fakat bu ordular, ne kadar heybetli olursa olsun ne kadar cesur ne<br />

kadar çılgın gözlerinin karşısında yoklar. O uzun cümlelerden sonra<br />

kendimi bir noktalama işareti olarak değil de boş bir yuvarlak olarak<br />

koymak istiyorum cümlenin sonuna. Ya da serilip giden üç nokta, artık<br />

adına sen ne dersen. İstersen karala, istersen boş bırak. Lütfen, bölme,<br />

bırak konuşayım. Ben yalnızken seni düşünüyorum, otobüsteyken seni<br />

düşünüyorum, gece yatarken falan da düşünüyorum ama en garibi<br />

mermiler kulağımın dibinde sıyrılıp giderken ben seni düşünüyorum.<br />

Düşünebiliyor musun? Ben hep seni düşünüyorum. Ölüm bana<br />

geldiğinde bile. Bu sana verdiğim çiçekler içimden gelenlerin yanında<br />

hiçbir şey. Keşke anlatabilsem. Ben seninle bir geleceğim olsun<br />

istiyorum. Beraber yıkıp geçelim yalnızlığını insanoğlunun. Cevabın<br />

hayır olacaksa da şimdi söyleme, biraz düşün. Sonra bir gece de sen<br />

çal kapımı. Ya ölümü bırak kollarıma ya da kendini.”<br />

Ezgi afallamıştı. Hiç beklemediği bir şeyle karşı karşıyaydı. Tam<br />

cevap vermek için ağzı açtığında Ezgi’nin çığlığını duydu; “Babam!<br />

Babam yok!”. Hamit’i o gece otelde gören olmamıştı, bir kişi hariç.<br />

5. Bölümün sonu<br />

ataksiya.tumblr.com<br />

ataksiya.tumblr.com


Tefrika roman Kreşenko tüm bölümler;<br />

1 . Bölüm;<br />

http://issuu.com/bilakis/docs/bilakis_dergi_ocak/8<br />

2. Bölüm;<br />

http://issuu.com/bilakis/docs/2._say__/1 4<br />

3. Bölüm;<br />

http://issuu.com/bilakis/docs/martsayisi/24<br />

4. Bölüm;<br />

http://issuu.com/bilakis/docs/nisansayisi/32


HER YOL ROMA’YA ÇIKAR!<br />

Yaşanılası kentler sıralamasında gönlümün birincisi<br />

Roma’ya şükür ki, geçen sayımızda ayak basabilmiştim.<br />

Havaalanından kalkan otobüste şehre doğru yavaş yavaş<br />

yaklaşırken içimde kocaman bir heyecan oluştu. Yanımdaki<br />

İtalyan ağbizimin uzun uzun telefonda konuşması benim için<br />

güzel bir dil alıştırması oldu. Camdan bakarken dikkatimi<br />

çeken ilk şey, bu şehirde herkesin küçücük arabalar<br />

kullanmasıydı. Ufak tipli arabalardan kullanmayansa<br />

neredeyse yoktu. Sanırım böylece park sorununu<br />

çözüyorlardı<br />

Otobüs Termini’de durduktan sonra bana otelimi bulmak<br />

kalıyordu. Önceden harita üzerinde bir yol planması<br />

yapmıştım. Etraftaki binalar sayesinde de yönümü çıkarıp,<br />

kafamdaki tarife uygun yürümeye başladım ve haritayı<br />

açmadan, kimseye sormadan otelimi buluverdim. İlk kez yurt<br />

dışında olmanın ve tek başına olmanın heyecanını yendiğimi<br />

hissediyordum. Şu an olsa, ilk macerama tek başıma kolay<br />

kolay çıkmam diyemiyorum, ben yine yaparım, biliyorum. İlk<br />

başta rezervasyonumun olmadığını söyleseler de sonra otelle<br />

anlaşmayı başardım. Adam odamın kapısını gösterirken<br />

otelden dışarı çıktık. 200m kadar yürüdük ve oldukça büyük<br />

bir han kapısından içeri girdik. Yanılmıyorsam içeride 6<br />

apartman ve ortada ufak bir havuz vardı. Girdiğimiz han<br />

kapısına benzer kapılar hemen hemen her yerde vardı. O<br />

yüzden eğer böyle bir kapıdan girerseniz ve hafızanız iyi<br />

değilse mutlaka fotoğrafını çekin sonra benim gibi kaybolup<br />

da gördüğünüz her kapıya anahtar sokmak zorunda<br />

kalmayın<br />

Otelime yerleştikten sonra hiç dinlemeden kendimi sokağa<br />

atıverdim. Termini’de kalacaksanız oldukça geniş bir cadde<br />

olan Cavour yolu üzerinden Kolezyum’un olduğu alana<br />

kolayca çıkabilirsiniz. Ben de öyle yaptım. Güneş batmak<br />

üzereydi ama sokak sanatçıları her yerdeydi. Her taraftan<br />

kulağıma yöresel bir ezgi geliyordu. İnsanları sıcaktı,<br />

sıcacıktı. Birkaç kere iletişim kurmayı denediysem de pek<br />

başarılı olamadım. İlk önce şehri şöyle bir dolaşayım diye<br />

çıkmıştım ama, kalabalığa karışınca hiç oradan ayrılmak<br />

istemedim. Kendinizi unutup dalıp gidiyorsunuz sonra


Roma’yı görme sırama göre anlatayım;<br />

İspanyol Merdivenleri;<br />

Tee İtalya’da, üstelik geniş bir merdivende kendini evinde gibi<br />

hissedeceksin deseler inanmazdım ama bu merdivenlerde<br />

ben tam da öyle hissettim. Herkes kendi halinde, kimsenin<br />

kimseyle en ufak bir alakası yok. İnsanlar iç içe de<br />

oturmuyorlar. Gece ilk gittiğim yer bu merdivenlerdi. Saate<br />

rağmen merdivenler doluydu. 1 723’de yapımına başlanan ve<br />

1 35 basamakla 2 sene de tamamlana merdivenler benim için<br />

hayatın temsili gibi. İnsanların nasıl da birbiride yaşayıp bir<br />

birine bu kadar az temas ettiğini gösteren bir minyatür gibiydi.<br />

Avrupa gezimde ben en çok burayı sevdim.


Aşk çeşmesi;<br />

Sanırım Roma diyince pek çoklarının aklına doğrudan burası<br />

gelir. Ben İspanyol merdivenlerinden yürüyerek gittim<br />

çeşmeye. Zaten Roma’da her yere yürüyerek gittim. Açıkçası<br />

Roma’nın tadı da anca böyle çıkıyor çünkü sokakları çok<br />

güzel. Daracık, eski tip sokaklarda kaybolmanız mutlaka şart.<br />

Aşk çeşmesine vardığımda inanılmaz bir kalabalık vardı.<br />

Burası hem turistlerin hem yerli halkın varz geçilmez durağı<br />

olmalıydı. Çeşmenin önündeki merdivenlerde dertleşen, içen,<br />

öpüşen çok sayıda insan gördüm. Taşkınlık yapan, kavga<br />

eden, etrafındaki bakışlarıyla rahatsız eden kimseleri<br />

görmedim. Aşk çeşmesinin güzelliğinin yanında bir özelliği<br />

daha var, o da para atıp dilek dilemeniz. Dileğiniz gerçek olur<br />

mu bilinmez ama, bir inanışa göre eğer Trevi çeşmesine (Aşk<br />

çeşmesi) para atarsanız ölmeden mutlaka bir kere daha<br />

Roma’ya gidersiniz.


Piazza N<br />

Buraya d<br />

yolların<br />

bomboşk<br />

yer bulm<br />

oradaydı<br />

bu olma<br />

insanlar


avona;<br />

a aşk çeşmesinden yürüyerek gittim. Yol biraz uzun ve oldukça tenhaydı. Zaten İtalya’da<br />

bu kadar tenha olmasını hiç anlayamadım çünkü bir yere giderken girdiğiniz yollar<br />

en gittiğiniz meydan hınca hınç dolu oluyor. Navona meydanı da öyleydi. Barlarda oturacak<br />

ak zordu. İnsanlar sokaklarda şarkı söylüyor, dans ediyordu. Sokak sanatçıları yine<br />

. Roma’nın en sıcak, en samimi yeri belki de burasıydı. Sokak kültürü dedikleri tam olarak<br />

lıydı. Roma’lılar eğlenmesini çok iyi biliyorlar. Cıvıl cıvıl bir meydan, dolu barlar ve neşeli<br />

gördüm, çok neşeli insanlar gördüm.


Bu üç yeri ötekilerden ayırmak istedim çünkü<br />

Roma’dan aklımda en çok bu üçü kaldı. Ertesi gün<br />

ilk iş olarak Kolezyum’a gittim. Kalezyum’u zaten<br />

hepiniz bilirsiniz, uzun uzadıya anlatıp sizi sıkmak<br />

istemem fakat şunu söylemek isterim ki, saatlerce<br />

sıra beklemek istemiyorsanız Pass Card alın.<br />

Kolezyum ve civarındaki müzelerde tarihi bir gezi<br />

yaptım. Bunları anlatmayacağım çünkü zaten pek<br />

çok yerde bulabilirsiniz.<br />

Ulaşımdan bahsedecek olursam, şehirde her yere<br />

giden otobüsler ve tramvay var. Eğer Pass Card’ınız<br />

varsa 2 gün boyunca bunlara binebilirsiniz. Otobüse<br />

ya da tramvaya binerken kimse size biletinizi falan<br />

sormaz. Otobüsün içindeki makineye gidip paranızı<br />

verip alacaksınız ya da biletinizi okutacaksınız. Hiç<br />

biletiniz yokken de seyahat etmeniz mümkün çünkü<br />

dediğim gibi binerken ya da inerken kimse size bilet<br />

sormuyor fakat eğer bilet kontrolü yapan görevliye<br />

denk gelirseniz epeyce yüksek bir cezayı ödemek<br />

zorunda kalırsınız.<br />

Yeme içme konusuna gelirsek, Roma’da İngilizce<br />

pek bir işe yaramayacaktır. Çünkü çoğu yerde<br />

İngilizce bilen personel bulmak zor. Ancak turistlerin<br />

bol olduğu, pahalı restoranlarda bu sorunu<br />

yaşamazsınız sanırım. Bunun için, kesinlikle<br />

yemeyeceğiniz şeylerin İtalyancasını öğrenin.<br />

Domuz eti mesela, ya da neyi asla yemezseniz<br />

İtalyancasını öğrenip bunu söyleyen sonra “No”<br />

demeyi unutmayın. Mutlaka anlayacaklardır.<br />

Mönülerde genellikle İtalyanca gelir, o yüzden<br />

yanınızda bir sözlük bulundurmanızda sizin<br />

yararınıza olur.<br />

Son olarak Roma’yı yürüyerek gezin. Çünkü<br />

Roma’da ne varsa sokaklarında var.


ataksiya.tumblr.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!