05.04.2014 Views

nisansayisi.pdf

Nisansayisi Bilakis Dergisi Nisan Sayısıyla Yayın Hayatına Devam Ediyor. Siz De Bilakis Ailesine Katılın. bilakisdergi@gmail.com Bu sayımızda Biyografi köşemizde; Behice Boran'a Sinema köşemizde; Ed wood ve Psycho filmlerine Kitap köşemizde; 1984 ve Oniki kitaplarına Röportaj köşemizde; Charles Emir Richards röportajına Ve birbirinden güzel yazılara ve şiirlere yer verdik. Keyifli okumalar dileriz. Okumak için kapağa tıklayınız ya da buradan okuyabilirsiniz.

Nisansayisi
Bilakis Dergisi Nisan Sayısıyla Yayın Hayatına Devam Ediyor. Siz De Bilakis Ailesine Katılın. bilakisdergi@gmail.com

Bu sayımızda
Biyografi köşemizde; Behice Boran'a
Sinema köşemizde; Ed wood ve Psycho filmlerine
Kitap köşemizde; 1984 ve Oniki kitaplarına
Röportaj köşemizde; Charles Emir Richards röportajına
Ve birbirinden güzel yazılara ve şiirlere yer verdik.
Keyifli okumalar dileriz.
Okumak için kapağa tıklayınız ya da buradan okuyabilirsiniz.

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

1910 yılında Bursa’da doğan Behice Boran orta öğrenimini<br />

Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’nde, yükseköğrenimi Amerika’da<br />

tamamlamıştır. Türkiye’ye döndüğünde sosyoloji öğretmenliği yaptı ve<br />

1939 yılında Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Sosyoloji<br />

Bölümü’ne doçent olarak atandı. 1946 yılında Nevzat Hatko ile evlenen<br />

Boran, 1948’de üniversiteden siyasi görüşleri nedeniyle uzaklaştırıldı.<br />

1950 yılında kurucusu ve başkanı olduğu Barışseverler Cemiyeti’nin<br />

yayınladığı Kore Savaşı’na karşı yaptığı bir bildiriden dolayı 15 ay ceza<br />

aldı. Türkiye Komünist Partisi ile ilgili davadan da 1953 yılında 3 ay<br />

tutuklu kaldı. 1962’de Türkiye İşçi Partisi’ne üye olup, 1965 seçimlerinde<br />

Urfa’dan milletvekili seçildi. 12 Mart 1971 ile birlikte tutuklandı partisi<br />

kapatıldı ve 15 yıl hapis cezası aldı. 1974 yılında ilan edilen genel aftan<br />

yararlanıp serbest bırakıldı. 1975 yılında tekrar kurulan Tip’in genel<br />

başkanı seçildi 80 darbesinin ardından kısa süreli ev hapsinde tutulup<br />

daha sonra yurtdışına çıktı. 1981’de yurttaşlıktan çıkarıldı.<br />

Yurtdışındayken TKP ve Tip’in birleşme kararı aldıklarını duyurdu ve iki<br />

gün sonra vefat etti.<br />

Siyaset ve kadın denince akla gelen ilk isimlerdendir Boran. Oya<br />

Köymen “Türkiye’deki cinsiyetçi ayrımcılığın ve baskıcılığın, gündelik ya<br />

da sıradan faşizm gibi, ne kadar görünmez olduğunu, kadınları ve<br />

başarılarını görünmez kıldığını” belirtir. Ancak Boran’ın görünmez<br />

kılınmasının nedeni kadın olmasına bağlanamaz. Boran her şeyden<br />

önce kendisini sosyalist olarak tanımlayan ve son nefesine kadar da<br />

inandığı yoldan sapmayan bir kadındı. Türk siyasal hayatında çok fazla<br />

adı anılmayan ‘sıra dışı’ kadın, Türkiye’nin ilk kadın Marksist<br />

kuramcısıdır.<br />

Öncelikle Behice Boran’ın akademisyen ve siyasetçi olarak doğru<br />

bildiklerini savunmaktan çekinmeyen, hapishane koşullarında dahi dik<br />

durabilmiş, inançlı ve korkusuz bir kadın olduğunu söylemeliyiz.<br />

Fikirlerini pratiğe yani mücadeleye aktarmanın şart olduğuna inanan,<br />

fikirleri uğruna da bedel ödemekten kaçmayan ve siyasi hayatı boyunca<br />

da hep tutarlı olmuş bir insandı. Aynı zamanda vatan özlemiyle öldüğü<br />

son ana kadar hep inandıkları, doğru bildiklerinin arkasında olmuştu.


Tip’li milletvekillerinin dövülmesi ve onlara silah çekilmesine<br />

kadar vardığında da korkusuzluğunu ortaya koymuştu:<br />

‘’kim ne derse desin, ister beğensin, ister beğenmesin halk<br />

yoluyla bu milletin güvenliği, bağımsızlığı ve halkın mutluluğu<br />

yolunda cesaretle sonuna kadar yürüyeceğiz. Ne şüpheler, ne<br />

iftiralar ne de dün akşamki gibi hadiseler, kan akıtmalar bizi<br />

sindiremeyecektir. Çünkü biz vicdanımızı hiçbir çıkar için satmış<br />

değiliz. Biz bütün hayatımızı halkımızın ve memleketimizin<br />

uğruna sunmuş, feda etmiş bulunuyoruz’’<br />

Boran’ın siyasetteki uzlaşmaz duruşu kadınsı olmaktan çok<br />

“erkeksi” olarak algılanıyordu. Bunun nedeni de devrimci<br />

kadınların da “erkek gibi” olması gerektiğinin kabulüydü. Filiz<br />

Karakuş:<br />

‘Erkekleşmiş’ bir kadındı. Zaten erkek egemen zihniyette, o<br />

dönemde de okuyanlar, iyi eğitim alanlar, güçlü olanlar parti<br />

başkanı olurdu. Bir kadın için zordu Hepimiz o dönem<br />

öyleydik. Sonradan Boran’ın evli, çocuklu olduğunu<br />

öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Benim için sadece parti<br />

başkanıydı, çünkü.”


1 967’de evlendiği Turgut<br />

Uyar’dan bir çocuğu vardır .<br />

Benim de çok sevdiğim şair için<br />

şunları söylemiştir : “ Çok<br />

yakışıklı , çok zeki , çok duyarlı bir<br />

insandı . Belki bana göre aşırı<br />

ciddiydi . Tipik edebiyatçı özelliği<br />

taşıyan , kendi içine kapalı ,<br />

dışarısıyla fazla alışverişi<br />

olmayan , şiiriyle mutlu biriydi .<br />

Ben öyle değilim . Denizi de<br />

severim , dolaşmayı da Daha<br />

canlı , daha hareketli olmayı<br />

isterim . Belki bu bakımdan pek<br />

uyuşmuyoruz.”<br />

Behice Boran’ın, siyasetçi ve sosyolog olmanın dışında kadın<br />

kimliği ne ifade ediyordu? Boran, Fatmagül Berktay’ın tarifini<br />

yaptığı “süper kadınlar”dandı. Meclisteki görevlerinin yanında<br />

patriyarkanın kadına yüklediği anne eş ev kadını rolünü de<br />

başarıyla yerine getiren Behice Boran, “bir koltuğa iki karpuzdan<br />

fazlasını sığdırmıştır”. Ancak Boran, meclisteki diğer kadın<br />

milletvekillerinin aksine, bir baba ya da eş vasıtasıyla değil, bilgi<br />

birikimi ve deneyimleriyle meclise girmiştir. Dolayısıyla kendi<br />

ayakları üzerinde duran, güçlü bir kadındır. Bunun yanında Boran,<br />

Medeni Hukukun kadınlara tanımadığı bir hakkı kullanmakta<br />

direnerek bekârlık soyadını kullanır yıllarca. Boran ayrıca bilgi<br />

birikimi ve nitelikleriyle de “olağandışı bir kadın”dı.


Two lonely people We were<br />

strangers in the night Up to the<br />

moment When we said our first<br />

hello.”<br />

Bu dizeler gibi olan yaşantılarımız<br />

artıyor. Daha ilerisine geçemiyor,<br />

“Ever since that night we’ve been<br />

together “ kısmına ulaşamıyor.<br />

Arıyoruz. Alt üst olmuş dünyamızı<br />

yeniden alt üst edip eski haline<br />

getirecek olanı arıyoruz.<br />

Hislerimizi kaybetmeye başladığımızı anladığımız<br />

an paniğe kapılıyoruz. “Birini sevmeliyim!”<br />

koşuşturmaları başlıyor. Gel vakit git vakit akrep<br />

yelkovanın koluna girerken kırışık çarşaflar<br />

üstünde tanımadığımız tenleri okşarken buluyoruz<br />

kendimizi. Biliyoruz, artık sevemeyiz. Sevgiye en<br />

yakın ne varsa içimizde, seviştiğimiz adamların,<br />

kadınların gözlerine bakmadan yaşamaya<br />

çalışıyoruz sabah çıkıp bir daha girmeyeceğimiz<br />

kapıların ardında. Şefkatle yaklaşıyoruz zevk<br />

noktalarına şefkatle yaklaşsınlar diye sol<br />

kaburgamızın altındaki boşluğa. İnsanları da<br />

tüketiyoruz raflara nizamla yerleştirilmiş ürünler<br />

gibi. Gün geliyor doymuş oluyoruz. Asıl mesele de<br />

bundan sonra başlıyor. Ter yok, ten yok, iniltiler<br />

yok. Sonu gelmeyen geceler var, hüzünlü şarkılar<br />

var, yalnızlık var. Beklemeler ellerinde valizleriyle<br />

çalmaya başlar kapımızı. Ruhumuzun hastane<br />

kokulu koridorlarında voltalar atarak yavaş yavaş<br />

öldürürüz kendimizi ve seveceğimiz güzel<br />

kadınları, yakışıklı adamları. Oysa ne de güzel<br />

gelir çocukken kalbimizi yerinden çıkarırcasına<br />

attırması için göz göze gelmemizin yettiği o<br />

insanların hayali. Ama ne yazık ki bizler büyürken<br />

çocukluğumuzu ulaşamayacağımız yerlere<br />

saklamayı öğreniriz. Hal buyken elimizde<br />

şarabımız, fonda bir Frank Sinatra şarkısı ve<br />

sıcacık evimizin güzelim kanepesinde o muhteşem<br />

insanın kolları arasında huzuru bulmak yanlış<br />

anahtarla doğru kapıyı açmak kadar imkanlı<br />

olacaktır. Elbette umut her zaman vardır. İyi şeyler<br />

olacağından değil de tutunacak bir dal olmasından<br />

ileri gelen bir bekleyiş sadece bu. O da olmasa<br />

yağmur bu denli hiddetle çarparken cama, üşürken<br />

insanın elleri en az içi kadar neyi düşünüp hayal<br />

edecek? Tiktaklar arasında çıldırmamayı ancak bu<br />

şekilde başarır. Zihni gelecekten yana boşsa<br />

yelkovanın birinci noktadan ikinciye sekişi<br />

esnasında 60 kez boğazlar yalnızlığını ve<br />

altmışıncıda kendi gırtlağına atar düğümü. Çünkü<br />

yalnızlık güçlendirirken bir yarını, diğer yarını<br />

darağacına götürürüp yarınlarına çizik atar. Her<br />

çiziği, her yara bereyi bir bir silen, temizleyen<br />

Yalnızca umut ve onun çocukları hayallerdir. Ve<br />

işte bu yüzden bütün yağmur damlalarının<br />

doğumunu izleyebileceği bir penceresi olmalı<br />

kanmaksa niyeti<br />

Kayra Umut


YASEMİN PFORR<br />

yaseminpforr.tumblr.com<br />

aynı<br />

ığımda sadece tek şey görüyorum. Evlat acısı<br />

yor. Koca bir boşluk ve koca bir acı<br />

i sol görüşlü diğeri sağ görüşlü muhtemelen. Ne<br />

luşmuşlar. Bundan ötesi var mı? Soruyorum, var<br />

davet ediyor insanları. İkisi de insanlığa davet<br />

erine taşınamaz bir ağırlık binmiş bu insanların<br />

p yıksalar hakları, sayıp sövseler hakları ama<br />

? Sizin evladınız var mı? Hiç evladınızı kara<br />

im ama anneyim. Sanırım ben de girmek isterdim<br />

lmiş ki bu acı, başkaları da pay almasın istiyorlar<br />

iki babaya da. İkisini de yüreğime alıyorum<br />

ına inanıyorum. Berkin, Burak ve diğerlerinin<br />

ınlatacağına inanıyorum. Değerli bir okulumuzun<br />

bir hiç uğruna ölen “ sözüne asla inanmıyorum.<br />

anlığa ışık tutacaktır. İçimizde kalmış insanlık<br />

Türk Kürt demeden, Alevi Sünni demeden, elimizi<br />

çanak tutan zihniyetlere dur demek zorundayız.<br />

kardeşlerimizi toprağa verirken, insanlıktan çıkıp<br />

limize! Siyasi düşünce farklılıklarımızı bu acıya<br />

e inandığımız siyasi düşünceye faydamız olur ne<br />

leri farklı da olsa hedefi aynıdır. İnsan refahını,<br />

le sağlayacağına inanır kimi sosyalizmle. Eğer<br />

dece belirli bir kesimin hizmetine dönüşüyorsa<br />

örüşte olursak olalım, en özümüzde insanlık<br />

taviz verilmemesi gerekir.<br />

lı, günümüzde yükselen bölücülük ve ayırımcılığa<br />

u günkü iktidar nasıl bu kadar yandaş buldu<br />

alarak, hatalarımızı düzeltmeliyiz. Karşı tarafı<br />

yıp sövmeden ziyade sevmeyi öğrenmeliyiz.<br />

kimlikler yüklemeden, gözyaşlarımız insan-<br />

Yalçın. Ne kadar güzel ve doğru demiş.<br />

deşlerimin mekanları ışık olsun. Kara toprağa<br />

gelecek aydınlık günlerde çocuklarının<br />

zur bulmalarını umuyorum.


Türkiye'de yaşayan yarı Türk yarı Amerikan olan Charles Emir<br />

Richards, uzun yıllardır Moda fotoğrafçılığı ve Reklam yönetmenliği<br />

yapan deneyimli bir isim olmasına rağmen, tek bir gecede bambaşka<br />

bir alana geçiş yaptı. Çatışmaların en çetrefilli geçtiği alanlarda,<br />

direnişi ölümsüzleştiren isimlerden biri olan Charles kendisinin de<br />

sonradan ‘hayat değiştirici bir tecrübe’ olarak tasvir ettiği o günlerden<br />

çektiği fotoğraflar ve yeni çıkacak olan kitabı Barikat hakkında<br />

konuştuk.<br />

Charles Emir Richards kimdir , ne yapar,<br />

biraz bahseder misiniz ?<br />

Kariyerime klip yönetmeni olarak başladım<br />

fakat sonrasında reklam yönetmenliğine<br />

geçtim. Meselenin fotoğraf boyutuysa,<br />

denemediğim bir alan olmasına rağmen,<br />

Rolling Stones dergisine çektiğim portre<br />

fotoğraflarıyla başladı.<br />

Rolling Stone dergisinde çalıştığınız<br />

dönemde ne tarz işler yapıyordunuz ?<br />

Rolling Stone müzik dergisi için yaptığım işler<br />

ilk profesyonel fotoğraf işlerim. Ondan önce<br />

sadece reklam yönetmenliği yapıyordum.<br />

Rolling Stone’dan ilk çalışma teklifi geldiği<br />

zaman artık yavaş yavaş dijital çağın<br />

başlangıcı, filmin bitişi olduğunu biliyordum.<br />

O yüzden Rolling Stone’a çektiğim her<br />

fotoğrafın aşırı grenli olmasına özen<br />

gösteriyordum çünkü artık bu tip fotoğrafın<br />

sonunun geldiğini anlamıştım. Rolling Stone<br />

dergisi benim için bir nevi filme veda oldu.


Türkiye'de kimlerle çalıştınız ?<br />

Türkiye’de hemen hemen herkesle çalıştım. Fazıl Say'dan CemYılmaz’a, Milli Basketbol takımından<br />

Milli Futbol takımına, geçen Olimpiyatlarda da Vogue moda dergisi için tüm Olimpiyat takımımızla.<br />

Uzun yıllar Reklam, klip yönetmenliği ve moda fotoğrafçılığı yaptınız. Stüdyodan sokağa<br />

çıkma eylemi nasıl başladı ?<br />

31 Mayıs’ta Harbiye ve Taksim’deydim. Ertesi sabah gazetelere baktığımda Gezi ile ilgili hiçbir şey<br />

yoktu. Ben de olayları kaydedip facebook ve twitter üzerinden paylaşmaya karar verdim.<br />

Kendinizi bu durumda tedirgin hissettiniz mi ?<br />

Fotoğraf çekmeye hazırlanırken inanılmaz tedirgin oluyordum ve hala da oluyorum ama olaylar<br />

başlayınca bir şekilde unutuyorsun ve sadece yaptığın işe konsantre oluyorsun.<br />

" Ne Üç Silahşörler ne Dartanyan kazanıyor"<br />

Neden sokağı tercih ettiniz ve kendinizi<br />

orada hangi konumda nereye koydunuz ?<br />

Kendimden daha büyük bir olayın parçası<br />

olmak beni tatmin etti. Hiçbir tarafta<br />

olmamaya çalıştım ama barikatlara gidip<br />

gelirken oradaki insanlarla arkadaş oldum.<br />

Gezi direnişi boyunca atlattığınız<br />

tehlikeler nelerdi ?<br />

Herkes gibi toma, gaz kapsülü, taş ve cam<br />

şişeye maruz kaldım. İki kere polis tarafından<br />

gözaltına alınıp serbest bırakıldım. Taksim<br />

Meydanı’nda polis tarafından yere fırlatıldım.<br />

Dirseğime isabet eden gaz kapsülü ana<br />

damarımı ezdi ve hala tedavi görüyorum ama<br />

şükrediyorum ki plastik mermi bana isabet<br />

etmedi.


Barikat'ı çıkarma fikriniz nasıl ortaya çıktı ?<br />

Kitap fikri aslında Ece Esmer’den çıktı. Barikat adını eşim Gamze koydu. Gezi<br />

olayları sırasında 99 GB fotoğraf çektim ve bu fotoğraflar arasından seçim<br />

yapmak süreçle birlikte gelişti. Türkiye tarihinde unutulmayacak bir yeri olan bu<br />

direnişe tanıklık etmek ve kanıt tutmak bence çok önemliydi. Barikat’ın yıllar geçse<br />

de herkesin kütüphanesinde tutmak isteyeceği bir kitap olmasını istiyorum.<br />

Sergilenen fotoğraflarınızla aldığınız tepkiler nasıldı ?<br />

Aslında fotoğraflar Barikat kitabı çıktıktan sonra sergilenecek. Yazın Roskile Müzik<br />

Festivali’nde sergilendi. Şu anda bazı fotoğraflar Fransa’da geziyor. Fotoğraflara<br />

tepkiler şimdiye kadar empatik ve sağduyulu.<br />

İnsanların kitapta ne bulmasını, fotoğraflarını gördükten sonra ne<br />

hissetmesini bekliyorsunuz ?<br />

Üniversitede güzel şeyler öğrendim. Fakat hayata atılınca görüyorsun ki, gerçek<br />

pek de tasvir edildiği gibi değil. Ne Üç Silahşörler ne Dartanyan kazanıyor, hep<br />

böyle garip bir bankacı adam alıyor oyunları. Kendini normal düzene, sisteme<br />

kaptırıyorsun ve dünya düzenini düzeltmeye çalışmaktan vazgeçiyorsun ama<br />

sonra yerini sorguluyorsun ve o çarkın içinde nasıl döndüğünü... Gençken<br />

öğrendiğimiz o duygu kaybolmadı, iyi insanlar da kazanabiliyor. Benim için Gezi<br />

Parkı hareketinin temeli bu. Gezi, her bir sesin çok önemli olduğunu gösterdi ve<br />

kitaptan duyurmak istediğimiz ses de tam olarak bu.<br />

Tekrar aynı şeyler olsa ya da olduğun da sokağa çıkar mısınız ?<br />

Evet, zaten 27 Aralık’ta İstiklal Caddesi’nde çıkan çatışmaları belgelemek için<br />

oradaydım.


yasadisigulumseyis.tumblr.com


‘Parti'nin dünya görüşü, onu hiç<br />

anlayamayan insanlara çok daha kolay<br />

dayatılıyordu. (...) Her şeyi yutuyorlar ve<br />

hiçbir zarar görmüyorlardı çünkü tıpkı bir<br />

mısır tanesinin bir kuşun bedeninden<br />

sindirilmeden geçip gitmesi gibi,<br />

yuttuklarından geriye bir şey kalmıyordu.’<br />

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, George<br />

Orwell’in en ünlü romanı, distopik roman<br />

türünde bir başyapıt, yazarın geleceğe ilişkin<br />

bir kâbus senaryosudur. Kitapdaki ‘Big<br />

Brother’ dünyada totaliter ve polisiye<br />

yönetimin en bilindik metaforudur.<br />

Orwell bizlere Büyük Britanya’nın, sözde<br />

1 950 lerde, Doğu ve Batı arasında geçen<br />

nükleer savaştan otuz sene sonraki halini<br />

anlatır. Bireyselliğin yok edildiği, zihnin<br />

kontrol altına alındığı, insanların<br />

makineleşmiş kitlelere dönüştürüldüğü<br />

totaliter bir dünya düzeni, romanda<br />

inanılmaz bir hayal gücüyle, en ince<br />

ayrıntısına kadar kurgulanmıştır.<br />

Yazarın kurguladığı dünya ile günümüz<br />

dünyasının arasındaki gerçeklerden<br />

etkilenmemek mümkün değil, sonuçta<br />

geçmişte ve günümüzde dünya sahnesinde<br />

tezgâhlanan oyunlar düşünüldüğünde, ütopik<br />

olduğu kadar gerçekçi bir romandır da aynı<br />

zamanda.<br />

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört. Güncelliğini<br />

hiçbir zaman yitirmeyen bir başyapıt ;<br />

‘yalnızca yarına değil, bugüne de ilişkin bir<br />

uyarı çığlığıdır.’<br />

Hikaye 1 984’de Londra’da geçiyor, büyük<br />

nükleer savaşlardan sonra dünya üç büyük<br />

bloğa bölünmüştür ; Oceania, Eurasia ve<br />

Eastasia. Bu üç büyük güç birbirleriyle<br />

sürekli olarak savaştadırlar ve üçü de farklı<br />

totaliter rejimler tarafından<br />

yönetilmektedirler.<br />

Yayınlandığı dönemde kitap sosyalizm<br />

karşıtı olarak algılanmıştır ancak Orwell bu<br />

iddaları 1 949’da yaptığı konuşmada<br />

reddetmiştir , yazar kitabını şöyle<br />

yorumluyor; "Yeni romanımda sosyalizme ya<br />

da İngiliz İşçi Partisi'ne bir saldırı<br />

kastetmedim, ama komünizm ve faşizmde<br />

kısmen gerçekleşmiş bozukluklara değindim.<br />

Kitabın konusunun İngiltere'de geçmesi<br />

İngilizce konuşan ırkların doğuştan<br />

diğerlerine göre daha üstün olmadığını ve<br />

baskıcı rejimlerin karşı konulmadığı sürece<br />

herhangi bir yerde zafer kazanabileceğini<br />

vurgulamak içindir."


Jasper Kent’in oniki’si ; ‘tarihi romanla kara<br />

fantezinin kusursuz birleşimi’, The Times'dan<br />

Lisa Tuttle’ın da dediği gibi. Yazar ikisinide<br />

yerlerine öyle güzel yerleştirilmiş ki, gerçeğin<br />

nerde başladığını ve fantazinin nerde<br />

gerçeğe dahil olduğu çok net. Eser hem bir<br />

tarihi roman kadar gerçekci ( dekor, tarihler,<br />

haritalar ve mekanların hepsi gerçek ) ve bir<br />

fantastik roman kadar sürükleyici. Ben<br />

okurken böylesi bir karışımdan çok zevk<br />

aldım, açık konuşmak gerekirse tarihi<br />

kıtaplar her ne kadar bilgilendirici olsalarda<br />

bazen ağır ve yorucu olabiliyorlar. Bu kitap<br />

bana 1 81 2 katastrofunun hiç bilmediğim<br />

detaylarını ve yanlarını öğretti diyebilirim.<br />

Büyük Fransız ordusunun korkunç sonu,<br />

askerlerin çaresizlikleri ve sefaleti...<br />

Bu kitapın fransızca dersinde bana bu kadar<br />

faydalı olucağı hiç aklıma gelmezdi, Victor<br />

Hugo, Expiation şiirinde aynı olayı<br />

III.Napoleon’u eleştirmek için kullanmış.<br />

Olay 1 9.yy’lın Rusya'sında geçiyor.<br />

Ülke Napoleon’un Büyük Ordusuna karşı<br />

çaresizdir ve rus şehirleri fransızlara birer<br />

birer teslim olmuştur.<br />

Buna karşın bir grup üst rütbeli rus askeri,<br />

ülkeyi kurtarmak için Opriçniki adı verilen, on<br />

iki savaşçı’nın yardımına baş vururlar. Ancak<br />

çok zaman geçmeden Yüzbaşı Aleksey bir<br />

takım olaylardan şüphelenir. Bir beladan<br />

kurtulmak için aslında başlarına çok daha<br />

korkunç bir bela açtıklarının çok geçmeden<br />

farkına varır.<br />

Kitapın uzun olması hoşuma giden<br />

diğer bir ayrıntı. Yazar hiç bir olayı aceleye<br />

getirmiyor, ancak ritmide yuksek tuttuğundan<br />

hiç sıkılmıyorsunuz. Sevdığiniz bir filmi iki<br />

saatte tüketmek yerine zamana yayarak<br />

tadını almak gibi.


Bu hafta yine bir Tim Burton filmiyle karşınızdayız.<br />

Bu sefer biraz daha geriye gidiyoruz. İyi bir<br />

yönetmenin “rezalet” bir yönetmenin hayatını<br />

anlattığı film, “Ed Wood”<br />

O tüm zamanların en berbat yönetmeni seçilen bir<br />

“fiyasko”. Filmleri zırvalık, saçmalık olarak algılandı.<br />

Ama o yine de, yılmadan, sıkılmadan filmlerini<br />

yapmaya devam etti. Hakkında yapılan olumsuz<br />

eleştiriler onu hiç durdurmadı onun yapacak hep bir<br />

filmi daha vardı. Onun adı “Ed Wood”<br />

Filmi değerlendirmeye Tim Burton’ın neden “en<br />

berbat yönetmen” seçilen Edward D. Wood Jr’nin<br />

hikayesini anlattığından başlayalım. Bunu<br />

açıklmadan önce bir isimden daha bahsetmemiz<br />

gerekiyor; Bela Lagusi! O da bir kaybeden tıpkı Ed<br />

Wood gibi. Aslında tüm dünya onu “Drakula” olarak<br />

tanıyor. Fakat sinemanın acımasızlığı olsa gerek,<br />

yaşlanınca bir kenara itiliyor, artık ona rol verilmez<br />

oluyor ve şöhreti bir işe yaramıyor. İşte tam da bu<br />

dönemde Ed Wood ile tanışıyor ve ikilinin arasında<br />

samimi bir arkadaşlık başlıyor. İşte Tim Burton’ın<br />

ilgisini çeken de tam olarak bu. Çünkü onunda<br />

Vincent Price’le bu arkadaşlığa çok benzer bir<br />

arkadaşlığı var.<br />

Kendisi de tıpkı Ed Wood gibi<br />

filminde Vincent Price’i de<br />

oynatmış (Edward Scissorhands).<br />

Bu yüzden Ed wood filmini<br />

yapmaya karar veriyor. Peki filmi<br />

neden siyah- beyaz yapıyor?<br />

Çünkü “Drakula” ile özdeşleşmiş<br />

Bela Lagusi’nin renkli bir<br />

filmde nasıl görüleceğine<br />

dair hiçbir fikir yok! Sadece<br />

bunun için tüm filminin renksiz<br />

olması size saçma gelebilir<br />

ama onun adı<br />

Tim Burton!<br />

Film, alışılmış Tim Burton filmleri gibi<br />

olağan dışı bir görselliğe sahip değil.<br />

Makyaj konusunda da aşırıya kaçıldığı<br />

söylenemez. Sanırım Burton bu filmde<br />

biraz daha gerçeğe yakın durmak istemiş.<br />

Filmin en çok öne çıkan bir diğer<br />

özelliğiyse Johnnye Depp. Rolünün<br />

hakkını öylesine iyi vermiş ki; Bayan Wood<br />

(Kathy Wood) bir gün seti ziyarete gelir ve<br />

Depp’i oynarken izler. Verdiği tepkiyse tam<br />

olarak şudur; “İşte benim Eddie’m”.<br />

Filmde Depp’e Martin Landau eşlik<br />

ediyor. Landua’da, Bela Lagusi’yi<br />

canlandırıyor. Sinema tarihine efsane<br />

sahne olarak kazınmış uçak sahnesinin<br />

deva oyuncusu (North by Northwest)<br />

Landua, işe bakın ki, kendisi gibi bir<br />

efsanenin sönüşünü canlandırdığı bir<br />

filmle alabiliyor ilk Oscar’ını. Evet, Landua,<br />

kariyerinde ilk Oscar’ını, Ed Wood filmiyle<br />

almaya başarıyor. Performansını<br />

gerçekten muazzam<br />

Filmde mükemmel bir sinema tutkusu<br />

var. Ed Wood’un yaptığı filmler ne kadar<br />

rezalet olursa olsun, onlara aşkla<br />

tutunması işte tam olarak da filmin<br />

anlatmak istediği şey. Bazen hayalleriniz<br />

için yaşarsınız bazen de başkalarının<br />

hayalleri için. Ed, kendi hayalleri için<br />

yaşadı ve bu onun berbat<br />

hayatının muazzam<br />

hikâyesi!<br />

ataksiya.tumblr.com


Dünya sinema tarihinin en önemli baş<br />

yapıtlarından biri; Pyscho (Sapık). Phoenix’de<br />

sekreterlik yapan, Marione Crane (Janet<br />

Leigh) 40 000 Usd çalmıştır. Hiç vakit<br />

kaybetmeden sevgilisine doğru yola çıkar.<br />

Uzun ve yorucu yolu tamamlamak<br />

pek de kolay olmaz üstelik bir de yanlış<br />

yola sapınca, bir de yağmur bastırınca<br />

Çareyi Bates Otel’ine sığınmakta bulur. Otel<br />

sahibi Norman Bates (Anthony Perkins), ona<br />

1 numaralı odayı verir ve tanışabilmek için<br />

de uğraşır.<br />

Bu çabasını sonuçlandırmak için<br />

yemeğe davet eder fakat<br />

Norman’ın annesi bu davete pek<br />

de sıcak bakmamaktadır.<br />

Norman, annesinden gelen bu<br />

sert tepkinin ardından sandviç<br />

hazırlayarak Marione’e götürür.<br />

Yemek sırasında ettikleri kısa<br />

Film adeta bir Alfred Hitchcock<br />

şöleni halinde geçiyor. Ekrandan<br />

içimize işleyen gerilim, olaylar<br />

sohbette, Marione yaptığından örüldükçe bizi iyice tırmandırıyor ve<br />

pişman olmaya başlar. Norman’a en sonunda rahatlatmayı başarıyor.<br />

yarın sabah çıkacağını Hitchcock’un filmin üzerindeki etkisi<br />

söyleyerek odasına çekilir ve ilk sahnede başlıyor. Filmin<br />

olaylar gelişmeye başlar. açılışıyla Marione’u sevgilisiyle<br />

Gerilim filmerinin dâhiyane birlikteyken görüyoruz. Çift<br />

yönetmeni Alfred Hitchkok, birbirilerine aşk dolu sözler<br />

Pyscho’yu 1 960 yılında, Robert ederken, aşklarının da<br />

Bloch’un aynı isimli romanından olumsuzluklarından dem vuruyorlar.<br />

uyarlamış. Filmin sonunun Bu sahnede Marione karakteri tüm<br />

gizemli kalması için de, kitabın masumluğuyla resmedilirken beyaz<br />

haklarını satın almakla kalmayıp, sütyen giyiyor. Paraları çaldıktan<br />

piyasada bulunan kitaplardan sonra, bavulunu toplarken onu yine<br />

pek çoğunu toplatmış.<br />

Yönetmen bu farkı; şeytan-melek farkı olarak<br />

özetliyor.<br />

Filmdeki duş sahnesiyse sinema tarihinin en<br />

çok konuşulan ve en çok bilinen sahnelerinden<br />

biri... Marione pişman olup geri dönmeye karar<br />

verdiği zaman öncelikle duş almak istiyor.<br />

Buradaki duş fikri de bir arınma<br />

yöntemi olarak kullanılmış. Duşa<br />

girmeden önce harcadığı paranın<br />

küçük bir hesabını yapmak istiyor<br />

fakat sonrasındaysa hesap yaptığı<br />

kağıdı yırtıp klozete atıyor.<br />

İşte tam burada izlediğiniz şifon<br />

çekme sahnesi Amerikan<br />

sinema tarihinde ilk şifon<br />

sahnesi! Hemen arkasından da<br />

efsane duş sahnesi geliyor.<br />

Hitchcock ilk olarak bu<br />

sahnenin sessiz çekilmesini<br />

istemiş fakat ses yönetmeni<br />

onun fikrini değiştirmiş.<br />

Söylentiye göre Hitchcock,<br />

sütyenle görüyoruz fakat bu sefer<br />

rengi siyaha dönüyor.<br />

çığlıkların yeterince gerçekçi<br />

olmadığını düşündüğü içinde<br />

Janet Leigh’in üstüne buz gibi<br />

su dökmüş. Artık gerilimin<br />

içindesiniz, artık filmin<br />

içindesiniz.<br />

Film 4 dalda Oscar’a aday<br />

olmasına rağmen bunlardan hiç<br />

birini<br />

kazanamamış;<br />

Hitchcock’un en iyi yönetmen<br />

ödülü dâhil.<br />

Ve son olarak filmin son<br />

sahnesinde, kamera Norman’a<br />

doğru “zoom”lanırken, geriye<br />

doğru götürülüyor. Geriye giden<br />

bir kameranın zoom yapması<br />

da sinema tarihinde bir ilk.<br />

İyi seyirler dilerim.


Geçen ayki yazımda sanat müziğinin hissiyatından bahsetmiştim. Şimdi sözü fazla uzatmadan en sevdiğim<br />

diyebileceğim büyük usta Selahattin Pınar’dan söz edeceğim.<br />

Selahattin Pınar, Türk müziğimizin büyük bestekarlarından biri, udi, tanburi ve aynı zamanda Mustafa<br />

Alabora’nın dayısıdır. Kim olduğundan ziyade aşkından söz açmak istiyorum.<br />

Selahattin Pınar, 1 902 tarihinde Üsküdar, Altunizade’de doğdu. Babası Sadık Bey eski hukukçulardandı ve<br />

oğlunun da bu yolda ilerlemesini istiyordu. Ancak Selahattin Pınar’ın müziğe olan büyük ilgisi aralarını<br />

bozmaya yetmişti. Bir gün Denizli'den gelen eşraf için kurulmuş bir sofrada Sadık Bey'e oğlunu sordular;<br />

Selahattin Pınar'da sofradaydı. Sadık Bey, o yokmuş gibi "Selahattin çalgıcı oldu" dedi.<br />

Selahattin Pınar ayağa fırladı ve "Babacığım, rica ederim, ben çalgıcı değil, sanatkârım" diye itiraz etti. Sadık<br />

Bey, pek sevimsiz bir kelime ile yanıtladı bu çıkışı... Bunun üzerine Selahattin Pınar, ceketini alıp sofrayı terk<br />

etti. Kapıdan çıkarken döndü ve şöyle dedi; "Babacığım, bir gün gelecek, benim adımla anılacaksınız."<br />

Sadık Bey, yanı başında bulunan gaz lambasını oğluna doğru fırlattı. Çıkan yangını güç<br />

bela söndürüldüler. Selahattin Pınar o günden sonra bir daha baba evine dönmedi.<br />

1 902 doğumlu Afife Jale ise İstanbul Kız Sanayi Mektebi'nde okuyordu. Ama onun<br />

aklı tiyatrodaydı. Oysa Müslüman kadınlara sahneye çıkmak yasaktı. Buna<br />

rağmen 1 6 yaşında talebe olarak Darülbedai'ye başvurdu ve kabul edildi. Babası<br />

Hidayet Bey, kızını bu sevdadan vazgeçirmek için çok uğraştı. Başaramayınca<br />

sertleşti. Bir gün "Benim Afife diye bir kızım yok" diye gürledi. Zaten<br />

Afife artık sahnede, "Jale" adını kullanıyordu. Sanatı için baba evini terk etti.<br />

Babası onun tiyatrocu olmasına çok karşıydı ve Afife`nin oyuncu olmasını<br />

hafiflik olarak görmekteydi. Afife evden ayrı yaşamak zorunda kaldı.<br />

‘Bir bahar akşamı rastladım size’<br />

Hicaz makamındaki o Selahattin Pınar bestesindeki gibi, "Bir Bahar Akşamı",<br />

rastlaştılar. İstanbul Kuşdili çayırında... Hafız Burhan konserinde... Selahattin<br />

Pınar, üstadın arkasında tambur çalıyordu.<br />

Bu bahar akşamından sonra aşkları büyüdü ve evlenmeye karar verdiler.<br />

Gençliklerini acılar içinde harcamışlardı. Evlenince hayat boyu ıskaladıkları<br />

her şeyi birlikte yapmaya çalıştılar. Evde saklambaç oynadılar. Bahçede enginar<br />

yetiştirip yarıştırdılar. "Bir çocuk resmi" kıvamında şiirler yazdılar. Pınar<br />

çaldı; Afife dinledi. Ancak güzel günler uzun sürmedi.<br />

Afife, kadın tiyatrocu olarak büyük tepkiler topladı, zaptiyelerin Darülbedai’yi<br />

kapatmasından sonra tiyatrosuz yaşayamıyordu ve tiyatronun boşluğunu uyuşturucularla<br />

dolduruyordu. Suriyeli bir eczacı onu morfine alıştırmıştı. Selahattin Pınar,<br />

bir gün eşinin öğle uykusu için çekildiği odasının anahtar deliğinden içeri baktığında,<br />

damarına morfin şırınga ettiğini gördü ve çöktü. Morfin için<br />

eczacıyla arkadaş olmuştu Afife.


Ama Pınar, eşine öfkeden çok, merhamet<br />

duyuyordu Onu, hayata döndürebilmek için<br />

çırpınmaya başladı. Sürekli melankolik besteler<br />

yapar bir hale gelmişti. Çırpındılar, bu gidişi geri<br />

çevirebilmek için...<br />

Olmadı!<br />

Selahattin Pınar, kendisi de morfin tuzağına<br />

düşer gibi oldu. Bunun üzerine Afife, "Terk et<br />

beni" diye yalvardı ona... "Yoksa sen de<br />

mahvolacaksın, bırak beni gideyim" dedi.<br />

Pınar, 6 ay sonra Afife Jale'yi terk etti. Şimdi<br />

ikisi için de en kötü yıllar başlıyordu.<br />

Selahattin Pınar’ın sevdiği kadının ardından<br />

bestelediği sayısız eserin içinde, belki de en<br />

güzelidir; nereden sevdim o zalim kadını, bana<br />

zehir etti hayatin tadını, söylemem sormayın<br />

asla adini, bana zehir etti hayatin tadını.<br />

Afife, kimsesiz ve beş parasız, tenha parklarda<br />

yatıp kalkar, aşevlerinde karnını doyururken<br />

ayrıldığı eşinin kendisinin ardından yazdığı<br />

şarkıları taş plaktan dinleyip ağladı. Ayrılık<br />

acısını yeni bir evlilikte dindirmeyi deneyen<br />

Selahattin Pınar ise hiç birlikte yatmayacağı bu<br />

kadından kısa sürede ayrıldı.<br />

Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar<br />

Dolanıp kalayım bir an boynunuza hatıralar<br />

Yeriniz ne, yurdunuz ne, benden böyle<br />

korkunuz ne<br />

Duyuyorum sesinizi bazen derin bir uykudan<br />

Dinliyorum uzakları kalkıp derin bir uykudan<br />

Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar<br />

Bu ömür tükenecek yolunuza hatıralar<br />

Bir süre sonra müdavimi olduğu Todori<br />

meyhanesine gitti; doktorların yasak ettiği ne<br />

varsa hepsini ısmarlayıp sofrayı döşetti. Bir<br />

süre sonra orada Kalp krizi geçirdi ve hayata<br />

veda etti.<br />

Anlattığım bu hikayenin üzerine edilecek söz<br />

bulunmuyor.<br />

Ne diyelim, aşkla kalın<br />

FUKRINIAN<br />

FUKRINIAN.TUMBLR.COM<br />

fukrinian.tumblr.com<br />

Afife Jale, kimsesizliğinin,<br />

terk edilmiş-liğinin,<br />

yoksulluğunun son durağı<br />

Balıklı<br />

Rum<br />

Hastanesi'nde, bir deri bir<br />

kemik hayata veda etti.<br />

Ölümü, gazetelere ha-ber<br />

bile olmadı. Cenazesine<br />

4 kişi katıldı. Mezar yeri<br />

de mektupları ve<br />

fotoğraflarıyla birlikte<br />

kaybolup gitti. Unutuldu.<br />

Selahattin Pınar, Afife'nin<br />

ölümünün ardından<br />

paraladı kendini... Nice<br />

ölümsüz, hicran dolu<br />

besteye imza attı. Son<br />

katıldığı<br />

radyo<br />

programında "Hatıralar"<br />

şarkısını seslendirdi:


Kreşenko<br />

4. Bölüm<br />

Şaşkınlık Hamit’in gözlerinden tüm bedenine hızlıca yayıldı. Üstüne soğuk su<br />

dökülmüşçesine toparlayarak düşüncelerini, elindeki bavullara sarıldı Ezgi’nin.<br />

Pınar’la göz göze geldiler. Hiç de zamanı değildi ama kalbi aşkla çarpmaya<br />

başlamıştı. Tüm güzel hisler kendisini teslim alıyordu. Otel kapısını aralarken,<br />

bavulları yere bırakırken, ellerini birbirleriyle kavuşturup “Neler oldu?” derken<br />

derin anlamlar yüklü bir şekilde baktı Pınar’a. Pınar, başlarından geçenleri bir<br />

solukta anlatıp oturdu lobideki kanepeye. Pelin ve Hülya odalarından çıkıp<br />

aşağıya indiler. Onlar olanları üstün körü dinlerken, hayal Osman ve Sami<br />

abide öğrenmişlerdi merdiven başında sigaralarını dumanlarken.<br />

Ezgi annesini alıp odasına geçti. Pelin ve Hülya’da odasına çekilince yalnız<br />

kalmanın verdiği hürriyetle Hamit, yapıştı Ferit’in yakasına. “Başka bir şey oldu<br />

mu?” diye sordu. Olanlar o kadardı. Derin bir nefes alıp kısık sesle öğrenmek<br />

istediği şeyi başka bir soruyla yineledi; “Pınar’a o adam bir şey mi yaptı? O<br />

yüzden mi döndüler?”. “Bilmiyorum Hamit abi, anlattıkları gibi işte. Zaten<br />

yanıyorduk az daha”<br />

Olayın etkisi tüm otele yayılırken, bu etkiden nasiplenmeyen tek insan<br />

yatağının köşesine oturmuş sigara içen Oğuz’du. Yusuf yeni kız arkadaşıyla<br />

buluşmaya giderken, o yalnızlığına teslim etmişti kendisini. Sigarasının yarısına<br />

geldiğinde sigara dumanının da yalnız kalmasına içerledi. Daha fazla<br />

tükenmeden sigarası Zeki Müren’e sarıldı. Zeki Müren’in ses dalgaları ve sigara<br />

dumanı havada birbirlerine karışırken Oğuz, “Ben yalnızım” sözlerini<br />

olabildiğince içten tekrarlıyordu. Ne buraya nasıl geldiğini, ne dışarıdaki savaşı,<br />

ne dün gece telaşla çıkıp giden Ezgi ve Ferit’i merak ediyordu. Sigara ve müziği<br />

morfin gibi kullanmaya çalıştığı şu saatlerde aklına gelen tek şey dört duvar<br />

arasındaki yalnızlığıydı.<br />

Dışarıda insanlar, iyi kötü bir hayatın peşinden koşarken onun böylesine bir<br />

hayatı yoktu. Her gün başka bir koşuşturmacadan kaçıp sığınabileceği bir diz,<br />

rakıdan sarhoş olup da başını koyabileceği bir göğüs,hayatını adayabileceği bir<br />

düş yoktu. Biten sigarasının ucundaki son ateşle ötekini yaktı. Şarkılar değişti,<br />

sigaralar değişti ama yalnızlığı hiç değişmedi. Yatağın ucuna oturup da geçirdiği<br />

saatlerden sonra açılan kapıdan içeri giren, sırıtık suratıyla Yusuf’tu. Oğuz’u<br />

anlayabilecek hali yoktu. Şömine başında oturanlar, dışarıdaki soğuğu<br />

hissedemezler. Oğuz’u hissetmek bir kenara bir de sevgilisini nerede, nasıl<br />

öptüğünü, neler yaptıklarını utanmadan anlattı. Bir insanı sevmek, hobi olacak<br />

kadar ayağa düşerse, yaşananları anlatmakta bu kadar sıradanlaşırdı zaten.<br />

Oğuz, kendisine anlatılan tüm olayları dinlerken, Yusuf’un bunları hisleri<br />

olmadan yaşadığını düşünmemeye çalıştı. Anlatılan her olaya, dudakların her<br />

kavuşmasına manalar yükledi masumca. Böylesine düşündüğünde kendi<br />

yalnızlığını da silip atmak istedi bir kadın bedenindeki silgiyle.<br />

O anda aklına Pelin geldi. Aynı anda kapıdan çıktıklarında göz göze gelişleri,<br />

çarşıda karşılaştıklarında birbirlerilerini görmenin gözlerden okunan sevinçleri,<br />

sabah kahvaltısına ilk oturulduğu anda birbirlerine tebessümleri “Pelin” dedi.<br />

“Olur mu acaba onunla sence?” diye sordu. Pelin, Yusuf’un teklif ettiği ve<br />

olumsuz yanıt aldığı kızlardan sadece biriydi.


EDİTÖRYEL SIKINTILARIMIZDAN DOLAYI GEÇEN AY 3. BÖLÜM YERİNE 4. BÖLÜM<br />

YAYINLANMIŞTIR. SÖZ KONUSU SAYI DÜZELTİLMİŞTİR. ÖZÜR DİLERİZ. GEÇEN AY<br />

YAYINLANMASI GEREKEN 3. BÖLÜMÜ OKUMAK İÇN LÜTFEN LİNKE TIKLAYINIZ.<br />

http://issuu.com/bilakis/docs/martsayisi/24<br />

Kendisinin olmayan şeyin başkasının olmasına tahammül edemeyeceğinden, konuyu hemen<br />

başka tarafa çekmek istedi; “Aman be oğlum, ortalık yangın yeri bizim konuşmalarımıza<br />

bak.” dedi. “Sahi neymiş dün ki olaylar?” diye sordu Oğuz. “Evleri, yenilikçiler yakmış.<br />

Dangalağın biri akıl vermiş bunlara. Yok efendim bu yatırın yerini değiştirmek isteyen<br />

insanların evlerini falan yakıp yıkarsak mecbur yenisini yapacaklar, o sırada da biz de<br />

istediğimiz şekli veririz köye. Çünkü onlar güçsüz kalacak demiş. Aslında en temel amaçları<br />

şu yatırı yakmakmış. Bütün planları da ona göre yapmışlar. Bir sürü evi yaktılar ama yatır<br />

hala sapasağlam duruyor. Bizim Hüseyin’de oralarda. Yatırın başında dua edip duruyor.” diye<br />

yanıtladı Yusuf. Bir süre savaşın etkilerini konuştular. Gün artık kepenklerini indirmeye<br />

başlamıştı. Yan odanın kapı tıkırtısını duydular. Pelin ve Hülya gelmiş olmalıydı. Oğuz tekrar<br />

o konuyu açmak istedi ama Yusuf çoktan eline telefonunu alıp birileriyle mesajlaşmaya<br />

başlamıştı.<br />

Pelin yatağına oturup bir sigarasını yaktı. Hülya üstünü değiştirdi. Salaş pijamasıyla<br />

Pelin’in dizine yattı. Pelin’de saçlarını okşadı Hülya’nın. Bir yandan sigarası düşmesin diye<br />

telaşlanıp, bir yandan parmaklarını daha çok kaybetmek istiyordu Hülya’nın saçlarında.<br />

Hülya sordu;<br />

-Ne zaman bitecek bu savaş?<br />

-Bilmiyorum.<br />

-Neden güzel bir dünyada yaşamıyoruz biz? Neden, herkesin huzurlu olabildiği bir<br />

dünyada Ben artık korkuyorum. Yoruldum her gün acaba eve dönebilecek miyim diye<br />

düşünmekten.<br />

-Ama yorulmak yok. Ben yanındayım. Biz bu yüzden biz olduk. Bu dünyaya direnebilmek<br />

için.<br />

-Biz? Bu dünya bizi kabul edecek mi? El ele tutuşsak mesela o yenilikçiler bile bizi<br />

taşlamayacaklar mı? Biz ne olacağız onu da bilmiyorum. Seninle sadece şu dört duvar<br />

arasında biz olabilmekten sıkıldım. İnsanlar aşk diyorlar ama aşkın ne olduğunu bilmiyorlar.<br />

İlla erkeğin kadına, kadının erkeğe aşkı mıdır aşk? Seni tamamlayan bir kalp varsa, bunun<br />

adı neden aşk olmasın?<br />

-Aslında benim kafamda bir plan var.<br />

-Nedir?<br />

-Gidelim seninle buralardan. Bizi kabul edebilecek bir ülke arayalım. İnsanların, herkesi kendi<br />

istediği şekle sokmak istemediği bir dünya. İnsanların kendi dünya görüşüne uymayan<br />

insanları dışlamadığı bir dünya. Bizi görünce midesi bulanmayanların yaşadığı bir dünya.<br />

-Kalıpları yıkmış bir kent.<br />

-İnsan olabilmiş bir şehir.<br />

-Özgürlüğün anlam kazandığı topraklar<br />

-Neden seni sevmem ayıp, neden?<br />

-Ayıp desinler, tüm edepsizliğimle seviyorum seni.<br />

Sami abi, Ferit’le lobide oturuyordu. Hayal Osman yeni uyandığı için uykusunu<br />

yanaklarından silkelerken esneyip duruyordu. Gömleğinin pantolonundan taşmış eteklerini<br />

içeriye sıkıştırıp, Ferit’in yanına oturdu. Bir süre bir günün daha bittiğinden, böyle geçip giden<br />

günlerle ömrün tükendiğinden bahsettiler. Sami’nin kedisi Cafer ayaklarının dibinde<br />

dolanmaya başladı. Sami tek eliyle kucağına çıkarıp kedinin kafasını okşamaya başladı.


Odasından çıkan Ezgi, boyu dizlerinde kan kırmızı bir elbise giymişti. Ferit onu görünce<br />

ortaya bırakılmış “Merhaba”yı tek başına sahiplenip yanına gitti. Kısa bir konuşmadan sonra<br />

çarşıya gideceğini öğrenip beraber gitmeyi teklif etti. Oyalanmadan evden çıktılar. Gece<br />

yavaş yavaş yaklaşırken, yaklaşanın yalnızca gece olmadığı herkes tarafından aşikardı. Ferit<br />

böylesine bir telaşla dışarı çıkmalarının nedenini ancak yüzü peçeli birini görünce<br />

sorabilmişti. Pınar’ın kocasında bıraktığı altınları vardı. Kocası pek de tekin bir adam<br />

olmadığı için kaçabilirdi. Fakat neden bu kadar çok beklenmişti. İşte Ferit bu soruyu<br />

soramamıştı. Ezgi’nin yanındayken hep bir çekingenlik vardı üzerinde. Davranması gerektiği<br />

gibi davranamıyor, söylemek istediklerini söyleyemiyordu. Sanki içinde sürekli onu<br />

engelleyen bir şey vardı. Hep onun adımları atmasını istiyordu, hep onun söylemesini<br />

istiyordu aklından geçenleri. Olduğu kişinin onun tarafından pek önemseneceğini<br />

düşünmüyordu belki de. Onun için olması gerektiği kişi olmak istiyordu. Savaş başlamadan<br />

eve ulaştılar. Üvey babası, içeriye girdiklerinde ağzına peçesini doluyordu. Ezgi yere bakarak<br />

konuya girip hızlıca altınları istedi. Adam lafını uzatmaya o kadar meraklıydı ki bir türlü<br />

anlamıyormuş gibi davrandı. Ferit’in kim olduğunu sorup oradan zaman kazanmaya çalıştı.<br />

Fakat Ezgi, zaten pek de bu adamı sevmediği için konunun uzamasına elinden geldiğince<br />

engel olmaya çalıştı. Sert bir ses tonuyla isteğini yineledi. Adam; “karım neden gelmedi?”<br />

diye sordu. “O artık senin karın değil. Boşanacak senden.”. Ağzına yarım yamalak<br />

dolayabildiği peçesini söküp attı. Israrla tekrar duymak istedi. Terkedilmeyi kabullenemiyordu.<br />

Ferit savaşın başlamasına doğru hızla akıp giden zamanı fark edip de isyan etti; “Haydi<br />

abicim, ver şu altınları da gidelim biz artık!” dedi. Adam; “Sen de kim oluyorsun?” diyerek<br />

kavga çıkarmak istediyse de sadece yumruğunu sıkmakla yetindi. Genellikle kendini kontrol<br />

etme de sıkıntı yaşamayan bir adamdı. Pek çok olayda sakin kalmanın en mantıklı duruş<br />

olacağını bilerdi.<br />

Altınları getirdi. Ezgi’nin avucuna bırakırken, kaçmayacağına dair sözler söyleyip altınların<br />

alınmasının ne anlama geldiğini fark ettiğini ve bunun da onu ne kadar çok kırdığını belirtti.<br />

Ezgi, duyduklarını pek de önemsemeden, adamın ne çektiğiyle hiç de alakadar olmadan<br />

başını salladı. Ferit, birazcık da olsa anlar gibi oldu. Zaten son zamanlarda anlayabileceği bir<br />

dert bulmaya görsün, hemen üzerine düşünmeye başlıyordu. telaşla evden çıktıklarında<br />

dışarıda muazzam bir sessizlik vardı. Güneş şehri tamamen terk etmiş, sanki giderken<br />

insanları da götürmüştü. Ferit, sadece şaşkınca yürüyordu. Ezgi’yse ufacık bir sesle<br />

kıyametin kopacağından haberdardı. O ses çıkmadan evinde olabilmeyi umuyordu. Koşmaya<br />

başladılar. Eve giden yolları azalmaya başladıkça içlerini huzur kaplaması gerekirken, içleri<br />

daha da kararıyordu. Ortalığı kana bulayacak ses hala duyulmuyordu. Ferit nefessiz kaldı.<br />

Ezgi’yse böyle koşmalara oldukça alışıktı. . Ferit, Ezgi’nin elini tuttu. Ezgi, birden dönüp baktı<br />

Ferit’in yüzüne. “Koşmamız lazım.” dedi. Demeye kalmadan o küçücük ses duyuldu. yere<br />

düşen çelimsiz bir eşyanın sesiydi bu. Fakat sonra heybetli silahlar çığlık atmaya başladı.<br />

Bahsedilen kıyamet kopuvermişti birden. Ferit, oteldeyken alışık olduğu mermi seslerini<br />

yadırgamıyordu ama mermilerin yanından geçerken çıkardığı uhultuya çok şaşırtmıştı. . İçi<br />

su dolu bir inşaat bidonunun arkasına saklandılar. Tam çatışmanın ortasına düşmüşlerdi.<br />

Mermiler peşi sıra geçerken üstlerinden, Ezgi çatık kaşlarıyla bakış attı Ferit’e.


Ferit, hiç bir şey hissetmiyordu, korku iliklerine kadar işlemiş, iliklerinden taşmıştı. Silahların<br />

bir anlık susmasını fırsat bilip fırlamak istedi yerinden. Fakat ilk adımı atarken çıkardığı sesle<br />

tekrar başladı silahlar konuşmaya. Ezgi, çığlık çığlığa ağlamaya başladı. Silahların sesinden<br />

onun çığlığı duyulmuyordu. Silahların sustuğu bir anda o da hemen bir telaşla sildi göz<br />

yaşlarını, boğdu çığlıklarını. “Ben buradayım.” dedi Ferit. Ezgi zaten alışmıştı artık başı ne<br />

zaman belada olsa yanında Ferit’in olmasına. Elini tuttu, gözlerine baktı. Ferit; “Korkma.”<br />

dedi ama neredeyse kendisi altına edecekti korkudan. Oldukça sabrettiler inşaat bidonunun<br />

arkasında sığınarak mermilere. Fakat Ezgi bir anlık gafletle ok gibi fırladı yerinden. Sımsıkı<br />

tuttuğu elinden Ferit’te geldi hemen peşinden. Mermiler vızır vızır geçerken başlarının bir<br />

karış üzerlerinden ya da 7-8 santim sağlarından ya da sollarından korka korka ulaştılar daha<br />

güvenli bir yere. Buradan kaçmak daha kolaydı. Onlarda öyle yaptılar. Bu daha güvenli yerde<br />

ufacık bir yarım soluk alıp da koşmaya yeniden başladılar. Bomboş caddenin ortasından<br />

koşmaya başladığında Ezgi, birden kolundan tutup kenara çekti Ferit. Evlere daha yakın<br />

koşarlarken ağızları peçeli adamları gördüler. Durup yapıştılar bir duvara. O anda Ezgi, içine<br />

birden doğan kocaman bir inançla “Bu savaşı biz bitireceğiz.” dedi fısıldayarak. Ferit, bu<br />

korkunç ve çılgın cümleyi duymamış gibi davranmaya çalışırken ensesinde patlayan bir sesle<br />

irkildi;<br />

"KALDIRIN ULAN ELLERİNİZİ!"<br />

4. Bölümün sonu<br />

ataksiya.tumblr.com


Yurt dışına çıkanlar için en<br />

r biri. Reklâm yapmamak<br />

firmalarının isimleri ve<br />

hakkında bilgi<br />

Bunları araştırabilirsiniz<br />

leyebilirim ki, Türkiye’deki<br />

ışında genelde size bir<br />

ğlamaz. Sevdiklerimle<br />

a olur diyorsanız ya da<br />

nların uygulamalarıyla<br />

orsanız telefon işini çok<br />

erek yok demektir. Pek çok<br />

nında bile bulabileceğiniz<br />

Roaming charges” yazılı<br />

ilirsiniz. Sadece internet<br />

elefon hattını çok cazip bir<br />

iz. Zaten size yurt dışında<br />

önemli şey internettir.<br />

emleri ile ilgili de küçük bir<br />

payım; içeri girer girmez,<br />

harcını yatırıp pulunuzu<br />

Check-in sırasına girip<br />

ptırın. Online Check-in<br />

ama bu işlem sırasında<br />

internet arızasında tüm<br />

ait olur. Biletiniz yanar mı<br />

heck-in yapıp da, barkodu<br />

s dolu bir süreç sizi<br />

ir.<br />

emektir<br />

Bu zahmetli hazırlık sürecini tamamlayıp kendimi havaalanında bulduğumda<br />

şaşkındım. Bitmek bilemeyecek gibi gelen onca prosedür bir anda bitirivermiş ve ben<br />

artık uçağımın kalkmasını bekliyordum. Sabırla bekleyişimin sonunda uçağa biniş<br />

kapımın açılmasıyla maceram başlamış oldu.<br />

Roma’ya indiğim zaman her şeyin tamam olduğunu düşünüyordum. O an ki<br />

heyecanla beni bir pasaport kontrolünün beklediğini unutmuştum. Suratsız İtalyan<br />

memurlarını görünce birden stres oldum. Sıra bana gelince hiç konuşmayan İtalyan<br />

memur, yüzüme bile bakmadan mührü basıp pasaportumu geri verdi. Ben en azından bir<br />

“hoş geldiniz “ lafını bekliyordum ama sorunsuz geçtiğime şükreder oldum.<br />

Ve artık yılışık taksicilerin yanındasınız demektir. Birden etrafımı saran onlarca<br />

adam, ısrarla taksiye davet ediyordu. Yavaş yavaş sinirim bozulmaya başlamıştı.<br />

Onlardan kaçarken kendimi –Roma Pass Card- alabileceğim bir turizm acentesine<br />

atıverdim ve hayatımdaki en rezil, en berbat İngilizcemi orada konuştuğuma eminim. O<br />

kadar kötüydü ki, dediğimden ben de bir şey anlamıyordum. Derin bir nefes aldım ve<br />

kendimi toparlayarak derdimi anlatmaya çalıştım, kartI alabilmiş olmam bana biraz<br />

moral verse de tam anlamıyla bütün hevesim kırılmıştı. İlk uçakla dönmeyi bile<br />

düşündüm ama pes etmedim.<br />

İkinci İngilizce skandalımı da, şehir merkezine giden otobüs biletini alırken yaşadım.<br />

Görevli “Gidiş dönüş mü yoksa tek yön mü?” diye soruyordu ama her nedense ben bu<br />

soruyu 4 kez tekrarlatmıştım. Görevli bayanın da siniri bozulmuş olmalı ki, bileti önüme<br />

koyup hiçbir şey demeden yüzünü çevirdi. Ben elimde biletle kalakalmıştım. Kendime<br />

gelebilmem için dışarı çıkmam gerekiyordu ve dışarı çıkınca o ilk şoku tamamen<br />

atlattığımdan emindim.<br />

Roma’da iki tane havaalanı bulunuyor. Bunlardan biri Leonardo Da Vinci havaalanı<br />

daha yaygın adıyla Fiumicino bir diğeriyse Ciampino. İki havalanından şehir merkezine<br />

tren ve otobüs yoluyla ulaşım mevcut. Ciampino biraz daha küçük ama şehir merkezine<br />

daha yakın bir havaalanı. Tren ile ulaşım daha pahalı ve daha kısa sürede olabiliyor,<br />

otobüs ise ucuz ve daha fazla vakit alıyor. Tren yaklaşık yarım saat sürerken otobüsle 1<br />

saatle gidiyorsunuz. Ciampino’da bu süreler 15 dakika kadar daha kısa olabiliyor.<br />

Roma’da şehir merkezinde ulaşım için Pass Card alabilirsiniz. Bu kart size 3 gün<br />

boyunca tüm toplu taşıma araçlarından (havaalanı – şehir merkez trenleri hariç)<br />

yararlanmanızı ve 2 tane müzeyi gezmenizi sağlıyor. (müze ücretleri yaklaşık 10 euro ve<br />

toplu taşıma araçları yaklaşık 1,40 euro Passcard’sa yaklaşık 34 Euro). 3 gün veya daha<br />

az kalacaksanız Pass Card işinizi hayli hayli görebilir. - DEVAM EDECEK<br />

ataksiya.tumblr.com

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!