14.02.2014 Views

ve İnsan - Yeni Ümit

ve İnsan - Yeni Ümit

ve İnsan - Yeni Ümit

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Dinî Ýlimler <strong>ve</strong> Kültür Dergisi YIL: 24 SAYI: 96 NİSAN - MAYIS - HAZİRAN 2012 / 106702 - 2012/2<br />

www.yeniumit.com.tr<br />

FİYATI: 7.00 TL<br />

Mazi hep böyleydi o zamanlar ne güzeldik,<br />

Bayat beyanlar karşısında taptaze dildik;<br />

Muhalif bir rüzgârla sağa sola serpildik,<br />

Günü geldi yeniden kendimize çevrildik...<br />

•<br />

•<br />

•<br />

•<br />

Fesat<br />

Kadın-Erkek İlişkilerinde Nikâhın Önemi<br />

Kabir Azabı<br />

Mukaddes Yolculuğun İkliminde<br />

Bediüzzaman'ın Kur'ân'ın<br />

Câmiiyetine Yaklaşımı


YENi ÜMiT<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

FESAT *<br />

Yeryüzünde karışıklık, kargaşa, fitne <strong>ve</strong> fesat, insanoğlu<br />

yaratıldığı günden bu yana her zaman var<br />

olmuş <strong>ve</strong> kıyamete kadar da var olacaktır. Bazen<br />

sulh erlerinin karşı koymasıyla duraklayacak, bazen<br />

Cenâb-ı Hakk’ın ekstra inayetleriyle engellenecek,<br />

ama her zaman yeniden zaaflarımızın, ihtiraslarımızın<br />

bağrında boy atıp gelişecektir. Bugüne kadar hep<br />

böyle oldu; bundan sonra da böyle olacağa benzer.<br />

Fesat, bazen şahıslar mabeyninde dar alanlı olarak<br />

cereyan etmiş, bazen gruplar arasında oldukça<br />

geniş bir mahiyette ortaya çıkmış, bazen de bütün<br />

bir toplumu sarsacak <strong>ve</strong> her şeyi alt üst edecek bir<br />

vüs’atte meydana gelmiştir. Yerinde akl-ı selim,<br />

kalb-i selim <strong>ve</strong> hiss-i selimle engellenebilmiş, hiç<br />

olmazsa tahribatı azaltılmış ise de çok defa en korkunç<br />

tsunamiler gibi kontrolsüz yığınları birbirine<br />

düşürmüş, kargaşaya sebebiyet <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> arkada bir<br />

sürü kinler, nefretler <strong>ve</strong> kabil-i iltiyam olmayan iftiraklar<br />

bırakmıştır.<br />

Din, fesat çıkarana “müfsit” demiş <strong>ve</strong> onu lânetlemiş;<br />

devletler, milletler değişik kanun <strong>ve</strong> nizamlarla<br />

onu önlemeye çalışmış <strong>ve</strong> ahlâkçılar da ona<br />

karşı sürekli mücadele <strong>ve</strong>rmişlerdir; ama, her şeye<br />

rağmen o, varlığını sürdüregelmiştir.<br />

Kur’ân-ı Kerim, fesadın insan tabiatında meknî<br />

bulunduğuna işaret eder <strong>ve</strong> ona karşı iman <strong>ve</strong> amel-i<br />

salih yolunu salıklar.(Bkz.: Mâide sûresi, 5/64-66.)<br />

İnsan, iman <strong>ve</strong> salihâtla kalbî <strong>ve</strong> ruhî hayata yönelerek<br />

nefsanî <strong>ve</strong> hayvanî hislerini baskı altına alabildiği<br />

ölçüde fesada karşı başarılı sayılır. Aksine o, din <strong>ve</strong><br />

diyanet adına tam donanımlı olmazsa, her zaman fesada<br />

yenik düşer <strong>ve</strong> çevresini de ifsat eder.<br />

Kendini ifsada salmış fertlerden sağlıklı bir toplum<br />

oluşturmanın mümkün olmadığı/olamayacağı<br />

açıktır. Böyle bir toplumda sürekli hercümerç yaşanır,<br />

kaoslar kaosları takip eder, yığınlar heva <strong>ve</strong><br />

he<strong>ve</strong>slerine göre davranır; anarşi başını alır gider <strong>ve</strong><br />

müfsitler bir baştan bir başa milleti kendilerine benzetirler.<br />

Ne gü<strong>ve</strong>n kalır ne huzur, ne saygı kalır ne<br />

de itibar; bütün değerler alt üst olur, her yanda sadece<br />

müfsitlerin edip eyledikleri konuşulur.. ihtimal,<br />

meleklerin mahiyet-i Âdem karşısında istifsar edalı<br />

endişeleri de böyle bir âkıbete bakıyordu.(Bkz.: Bakara<br />

sûresi, 2/30.) Eğer, bu endişenin altında, Allah’ın<br />

vaz’ettiği teşriî <strong>ve</strong> tekvînî emirlere baş kaldırma, fıtrî<br />

<strong>ve</strong> tabiî nizamı ihlâl <strong>ve</strong> şimdilerde olabildiğine yaygınca<br />

görüldüğü gibi kin, nefret, zulüm <strong>ve</strong> bohemce<br />

yaşamanın mevcudiyeti söz konusu idiyse, bugün<br />

bunların hepsi var; olmasını beklediğimize gelince,<br />

o da meleklerin göremedikleri <strong>ve</strong> sadece Allah’ın<br />

bildiği kalb <strong>ve</strong> ruh insanlarının mevcudiyetidir.<br />

Bugün, yeryüzünde Allah’ın tesis buyurduğu <strong>ve</strong><br />

yaşanmasını istediği hayat tarzına, peygamberlerle<br />

gerçekleştirilen semavî anlayış <strong>ve</strong> telâkkiye, insanca<br />

yaşamaya <strong>ve</strong> hayatı ukbâ derinlikleriyle yorumlamaya<br />

karşı ciddî bir tavır var. Bir tavır var lâhûtîliğe <strong>ve</strong><br />

insanın iç derinlikleriyle kendini ifade etmesine.. <strong>ve</strong><br />

prim <strong>ve</strong>riliyor âsîye, fesatçıya, bozguncuya. Her yan-<br />

2 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


da kalbini şeytana satmış bir sürü insan bozması var;<br />

bunlar, vuruyor-kırıyor, çalıyor-çırpıyor; vicdanlara<br />

baskı yapıyor, hakları çiğniyor; meşru sistemleri<br />

yıkıyor, yerine despotizmalar ikame ediyor; kinle,<br />

nefretle gürlüyor, kan döküyor; sonra da kalkıp bütün<br />

bunları insanlık <strong>ve</strong> insanî değerler adına yaptıklarından<br />

dem vuruyorlar.. bin nefrin fesadı salâh sayanlara<br />

<strong>ve</strong> yazıklar olsun bu müfsitlere aldananlara!..<br />

Aslında hiçbir müfsit “Ben müfsidim!” demez<br />

<strong>ve</strong> hiçbir bozguncu kendini bozguncu kabul etmez.<br />

Bunlar, ağızlarını her açışlarında ıslahtan, imardan<br />

bahisler açar; kendilerini ifadeden, iradelerinin<br />

hakkını eda etmekten dem vururlar. (Bkz.: Bakara<br />

sûresi, 2/11.) Böyle deyip böyle düşündükleri aynı<br />

anda vicdanlara baskı yapar, başkalarının hakkını<br />

çiğner, zulmün en hunharcasını irtikâp eder, insanlar<br />

arasındaki münasebetleri kırar döker, azgınlıktan<br />

azgınlığa koşar <strong>ve</strong> herkesi sindirmeye çalışırlar. Dahası,<br />

bunca fezâyi <strong>ve</strong> fecâyii mâzur göstermek için<br />

sürekli paranoyalar icat ederler: “Nükleer santral”<br />

der birine saldırır; “Kara tehdit” der, diğerini ortadan<br />

kaldırır; “irtica” der, tiranlar döneminde bile<br />

eşine rastlanmayan kanunlar çıkarır; gelir gelir meşru<br />

<strong>ve</strong> yerleşik nizamlara toslarlar. İşe vaziyet edince<br />

isyanlarına, baş kaldırmalarına meşruiyet kazandırmak<br />

için demagojilere girer, gerekli görürlerse<br />

bütün yasaları temelden değiştirir; kanunlara göre<br />

hareket edeceklerine, heva <strong>ve</strong> he<strong>ve</strong>s edalı hareketlerine<br />

göre kanunlar çıkarır <strong>ve</strong> herkesi aldattıklarını<br />

sanırlar.. gerçi bütün bunlara hiç kimse inanmaz<br />

ama korkudan da sesini çıkaramaz.<br />

Hiçbir zaman meşruiyet tanımayan <strong>ve</strong> fesat düşüncelerini<br />

başkalarına bir nizam gibi dayatan bu<br />

müfsitler, kuv<strong>ve</strong>tlerini korudukları <strong>ve</strong> stratejik davrandıkları<br />

sürece mefsedetlerine devam edegelmişler<br />

<strong>ve</strong> kimseye de hesap <strong>ve</strong>rmemişlerdir; hatta çok<br />

defa bir kısım şakşakçılar tarafından alkışlandıkları<br />

dahi olmuştur. Bu şekilde ortamı müsait buldukça<br />

bunlar daha da küstahlaşmış, Allah’a isyan etmiş,<br />

dine-diyanete sövüp saymaya durmuş, hukuku <strong>ve</strong><br />

insanî değerleri hiçe saymış, istediklerini ezmiş,<br />

istediklerinin sesini kesmiş; kan düşünmüş, kan<br />

dök müş, anarşiye zemin hazırlamış, cismâniyeti<br />

şahlan dır mış, bohemliği körüklemiş; sonra da bütün<br />

bunları yararlı, gerekli <strong>ve</strong> çağın icapları gibi göstermişlerdir.<br />

Eskiden beri bütün münkiri, mülhidi <strong>ve</strong> mürtediyle<br />

bir kısım din <strong>ve</strong> iman düşmanları hep böyle<br />

davrandılar. İfsadı ıslah gösterdi, fesadı salâh saydı;<br />

sürekli bozgunculukta bulundu, kitleleri birbirine<br />

düşürdü; farklılıkları kavga <strong>ve</strong>silesi yaptı, tahrik<br />

edilebilecek saf yığınları provoke etti; kan, irin <strong>ve</strong><br />

gözyaşı üzerine saltanatlar kurarak kendi zevk <strong>ve</strong> sefalarına<br />

baktılar.<br />

Müfsit, Allah kuralları dahil hiçbir nizama saygılı<br />

olmamış, hep başına buyruk hareket etmiş <strong>ve</strong> her<br />

zaman bir anarşist gibi davranmıştır. O bir dinsizdir<br />

ama dindar görünür; tam bir bozguncudur, ancak<br />

hep ıslahtan dem vurur. Bir despottur, fakat ağzını<br />

her açısında “demokrasi” der durur; sürekli terör<br />

estirdiği halde hiç sıkılmadan “insan hakları”ndan<br />

söz eder. Aslında farklı coğrafyalarda terörün asıl<br />

mimarı da işte odur.. odur yeryüzünde fitne <strong>ve</strong> fesadı<br />

körükleyen; odur masum insanların kanına giren;<br />

odur diktatörlük tesis etmek için uluslararası<br />

kuralları kendine benzetmek isteyen; odur çıkarları<br />

uğruna canlara kıyan <strong>ve</strong> hânümanları yerle bir eden<br />

<strong>ve</strong> odur siyasî, idarî, iktisadî, kültürel bunalımlara<br />

sebebiyet <strong>ve</strong>ren…<br />

Hele bir de bunların arkasında –Âkif’in ifadesiyle–<br />

zulmü alkışlayan, zalimi se<strong>ve</strong>n, şirretleri sevindirmek<br />

için kalkıp kendi değerlerine sö<strong>ve</strong>n tâli’siz<br />

bir güruh vardır ki, onlar da, duruşları itibarıyla öncekilerden<br />

daha geri değillerdir; böyleleri, her şeye<br />

bir “E<strong>ve</strong>t!” çeker, ellerini göğsünde kenetler, “Eyvallah!”<br />

der <strong>ve</strong> akıllı davrandıklarını, herkesi idare<br />

ettiklerini sanırlar.. oysaki fesadın kanunu, kuralı<br />

olmadığı gibi müfsidin de belli bir çizgisi yoktur.<br />

O, bugün böyle, yarın başka türlü, öbür gün ayrı<br />

bir fanteziye dilbeste <strong>ve</strong> bir başka zaman da farklı<br />

bir hezeyan peşindedir. İşte, bunları alkışlayanların<br />

hâlleri bunlardan daha utandırıcı <strong>ve</strong> daha acıdır.<br />

Bunlar, farkına varmadan bir gün “demokrasi”,<br />

“hürriyet” <strong>ve</strong> “insan hakları” sözcüklerini alkışlarlar;<br />

bir başka gün ise, müfsitlerin darbelerine, zalimce<br />

savaşlarına, kan döküp kan içmelerine yahşi çekme<br />

mecburiyetinde kalırlar.<br />

Öyle görülüyor ki, insanlık Allah’a yönelip, her<br />

şeyi bir kere daha Hak divanındaki mukadder duruşuna<br />

göre gözden geçireceği âna kadar ne fesat<br />

denen bu mel’anet dinecek, ne yeryüzündeki kargaşalar<br />

sona erecek ne de asırlardan beri hayal edip<br />

durduğumuz huzur <strong>ve</strong> umumî saadet rüyaları gerçekleşecektir;<br />

zira:<br />

“Ne irfandır <strong>ve</strong>ren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,<br />

Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.<br />

Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın…<br />

Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.”<br />

(M. Âkif)<br />

Bu itibarla da bize, <strong>ve</strong>rilen çerçe<strong>ve</strong>de her zaman<br />

fesada karşı, onunla baş edebilecek dinamiklerle<br />

dimdik durmak, ıslah düşüncesine kilitli bulunmak,<br />

zulümden fersah fersah uzaklaşmak, adaletin yanında<br />

olmak <strong>ve</strong> en korkunç fesat girdapları karşısında<br />

dahi “pes” etmeden hakkı tutup kaldırmak düşer.<br />

* Bu yazı <strong>Yeni</strong> Ümit dergisinin Ekim-Kasım-Aralık<br />

2005 sayısından (70.) iktibas edilmiştir.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 3


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Suat YILDIRIM*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ’NDE<br />

“MÜSTEŞRİKLER”<br />

Bu makalede Batı’da İslâm araştırmaları yapan<br />

müsteşriklerin çalışmalarını değerlendiren<br />

iki önemli metni ele alacağım.<br />

Bunlardan biri 1954–2006 arasında tamamlanıp<br />

Leiden’de yayımlanan yeni Encyclopedie<br />

de l’Islam’daki “Mustashrıkun” bölümü, 1 diğeri ise<br />

Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nde yayımlanan “Oryantalizm”<br />

bölümüdür. 2 Bu iki metni makalemin<br />

hacminin el<strong>ve</strong>rdiği ölçüde karşılaştırıp sonunda<br />

temennimi dile getireceğim. Önce Mustashrıkun<br />

(Müsteşrikler) makalesini özetleyeceğim.<br />

Bölümün yazarı J. D. J. Waardenburg, önce oryantalizmin<br />

çalışma alanlarını bildirir. Ona göre 3<br />

müsteşrik 20. yüzyıl başlarına kadar filolog <strong>ve</strong> tarihçi<br />

tarzında çalışan bir Batılı idi. Batı’da oryantalist,<br />

“Şark incelemelerinde uzmanlaşmış ilim<br />

adamı” mânâsına gelirdi. Oysa “müsteşrik” terimi,<br />

çağdaş Batı kullanımında, “oryantalist” teriminden<br />

daha geniş mânâlar yelpazesini yansıtmaktadır. 4<br />

Şimdiki müsteşrikler, eskiden olduğu gibi içtimâî<br />

hâdiselerden uzak, kuru bilimsel çalışmalar yapan<br />

araştırıcılar olmadılar, yaşayan toplum ile daha sıcak<br />

münasebetler kurmaya başladılar. Artık müsteşrik,<br />

ister Batılı olsun ister olmasın, ister Müslüman<br />

olsun ister olmasın, İslâm dini ile Müslüman<br />

toplumların kültürleri hakkında tarafsız araştırmalar<br />

yapan uzman demektir. Bu alanlarda çalışan<br />

ilim adamları; dinlerine, memleketlerine <strong>ve</strong> çalıştıkları<br />

kurumlardaki farklılıklara bakmaksızın işbirliği<br />

yaparlar. Müslüman araştırmacıların başlıca<br />

farkı onların, araştırmalarının neticelerini –kendi<br />

toplumlarının faydalanmaları için- kısa zamanda<br />

uygulamaya geçirilmesini arzu etmelerinde ortaya<br />

çıkabilir. 5<br />

Bu makalede müsteşrik kelimesi eski dönem söz<br />

konusu olduğunda Doğu dilleri, edebiyatları <strong>ve</strong><br />

tarihleri uzmanlarını; şimdiki zaman söz konusu<br />

olduğunda ise bunlara ilâ<strong>ve</strong>ten, Müslüman toplumlar<br />

<strong>ve</strong> onların kültürleri hakkında bilgilerimize<br />

4 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


katkıda bulunan diğer ilmî disiplinlerin de uzmanlarını<br />

kapsayacaktır. Şimdilerde oryantalistlerin<br />

sosyal fonksiyonları da değişti. Onlar hem İslâm<br />

dini, hem de Müslüman toplumlar <strong>ve</strong> onların kültürleri<br />

hakkında Batı ülkelerinde danışman oldular.<br />

Öğretim kurumlarında ders <strong>ve</strong>rme <strong>ve</strong> araştırma<br />

yapma dışında medyada ihtiyaç hâlinde, haber <strong>ve</strong><br />

yorumlarla aktif çalışmalar yapmaktadırlar. Bazı<br />

durumlarda onlara özel hizmetler <strong>ve</strong>rilmektedir.<br />

Kendi toplumları, birikimlerini en iyi şekilde ortaya<br />

koymaları hususunda, eskisine nazaran şimdi<br />

onlardan daha fazla şeyler beklemektedir. 6<br />

Müsteşriklerden bazıları, incelemelerinin,<br />

üçüncü dünya ile alâkalı aktüel neticelerini hesaba<br />

katmaz. Bu tip bilginler -gerek Müslümanlar, gerek<br />

gayrimüslimler tarafından- İslâm’ın, ideolojik<br />

bir tarzda takdim edilmesi <strong>ve</strong>ya çeşitli maksatlarla<br />

politik bir şekilde kullanılması hususunda bir endişe<br />

taşımazlar. Hattâ onlar İslâm’ın savaş çağrısı<br />

yapan <strong>ve</strong>ya siyasî-sosyal programlar ihtiva eden<br />

yahut sadece ütopik bir düzen olarak sunulmasının<br />

sıkıntıları ile bunların ortaya çıkaracağı sosyal<br />

gerginliklerin farkında görünmezler. Oysa bunu<br />

düşünmeleri gerekir.<br />

Geçmişte <strong>ve</strong> günümüzde, başka toplum <strong>ve</strong> kültürleri<br />

inceleme konumunda olan müsteşriklerin<br />

çalışmalarının şu boyutları vardır: 1- Tarafsız bilimsel<br />

inceleme ile meseleler hakkında teknik bilgiler<br />

toplama; 2- Araştırmacının özel tutumu <strong>ve</strong> bu<br />

tutumunun araştırma boyunca ele alınan konuya<br />

muhtemel tesirleri; 3- Yapılan incelemenin muhtemel<br />

maksatları; romantik, insanî, dinî vb. sâikleri.<br />

Araştırma konusunda araştırmacının şahsî gayeleri,<br />

şahsî tecrübeleri <strong>ve</strong> şahsî meşrebi gözden uzak tutulmamalıdır;<br />

4- Araştırmanın yürütüldüğü alanın<br />

sosyal çerçe<strong>ve</strong>si, onun toplumdaki yeri, falan <strong>ve</strong>ya<br />

filan Müslüman topluluk ile münasebeti; 5- Araştırmacının<br />

iki <strong>ve</strong>ya daha fazla kültür arasında aracılık<br />

fonksiyonunu hangi ölçüde gerçekleştirdiği<br />

<strong>ve</strong> bunu yaparken kendi yetiştiği ortam ile mesafesini<br />

ayarlaması, başka deyişle kendi toplumuna<br />

mesafeli durarak, toplumundaki insanlardan farklı<br />

bir yönden yaklaşımda bulunma başarısı <strong>ve</strong> öteki<br />

toplumlar hakkında <strong>ve</strong>rdiği hükümlerde, gittikçe<br />

ilerleyen tarafsızlığını ortaya koyup koymadığı.<br />

Bir de şunu bilmek gerekir: Müsteşrikin, İslâm<br />

<strong>ve</strong> Müslümanlar hakkında yaptığı tanıtım ile kendi<br />

toplumunun beklentileri arasında uygunluk var<br />

mıdır? 7 Bazı oryantalistler farkında olarak <strong>ve</strong>ya olmayarak,<br />

kendi toplumları ile İslâm <strong>ve</strong> Müslümanlar<br />

arasında –Müslümanları çok farklı, âdeta tehlike<br />

gibi <strong>ve</strong>ya misyonerliğe muhtaç göstererek- büyük<br />

bir mesafe meydana getirdiler. Bazıları ise bilerek<br />

<strong>ve</strong>ya bilmeyerek, ortak taraflar üzerinde durup,<br />

kültürel alış<strong>ve</strong>rişlerin rahatlıkla kurulabileceğini<br />

düşünürler. Fakat kendi ülkelerinde mevcut peşin<br />

hükümlerden bağımsız olarak, güçlü bir araştırma<br />

iradesi olmayan durumlarda, müsteşriklerin İslâm<br />

hakkındaki hüküm <strong>ve</strong> değerlendirmeleri büyük<br />

ölçüde kendi çevrelerindeki fikirlerin <strong>ve</strong> kabullenmelerin<br />

tesiri altında kalmıştır. 8<br />

11. asır ortalarında İspanya’da, Sicilya’da <strong>ve</strong> Papa<br />

Urbain II’nin çağrısı üzerine bütün Batı Avrupa’da<br />

Haçlı savaşları öncesinde “Hristiyanlığın baş düşmanı<br />

İslâm” imajı ortaya çıkarıldı. M. Watt bu<br />

imajın şu dört unsurdan ibaret olduğunu söyler:<br />

1- İslâm dini, hakikatin kasıtlı olarak ters yüz edilmesinden<br />

ibarettir; 2- İslâm saldırganlık, şiddet <strong>ve</strong><br />

kılıç dinidir; 3-İslâm, ahlâkî yönden gevşek, gayr-ı<br />

ciddi bir dindir; 4-Muhammed Deccal’dır. 9 M.<br />

Watt burada, haklı olarak, İslâm’ın tamamen yanlış<br />

tanıtıldığına dikkat çeker ki, Avrupa’daki bu İslâm<br />

algısı N. Daniel tarafından 10 iyice tahlil edilmiştir. 11<br />

Müteakiben yazar Waardenburg, Ortaçağ’da<br />

İslâm <strong>ve</strong> Avrupa münasebetlerini, Rönesans dönemini<br />

12 , 19. <strong>ve</strong> 20. yüzyılda Fransa, İngiltere,<br />

Almanya, Hollanda, Rusya, İtalya <strong>ve</strong> Amerika’daki<br />

şarkiyat kurumlarını <strong>ve</strong> merkezlerini bildirir. 13<br />

Bundan sonra oryantalizm hakkında gerek bazı<br />

Batılılar, gerek bazı Müslümanlar tarafından geliştirilen<br />

eleştirilere girişir. 14 Şimdi sözü yine ona<br />

bırakalım:<br />

A-Bilimsel Eleştiriler<br />

Oryantalizm, daha çok dinî tesirler altında kaldı.<br />

Ekonomik, sosyal, teknik faktörleri hiç hesaba<br />

katmadı. Irkçı zihniyetin tesiri ile Avrupalıların<br />

üstünlüğüne inandı. N. Daniel <strong>ve</strong> M. Rodinson<br />

gibi Batılılar bu tavrı eleştirdiler. Sadece filolog <strong>ve</strong><br />

tarihçi formasyonu olan müsteşrikler, çağdaş Müslüman<br />

toplumlardaki değişimleri anlayıp yorumlamakta<br />

eksik kaldılar, sömürgeci psikolojisinin tesirine<br />

kapıldılar. 15 Sadece oryantalistler değil Batılı<br />

seyyahlar, tüccarlar, politikacılar, misyonerler <strong>ve</strong><br />

askerî uzmanlar da, İslâm dünyasındaki gelişmeleri<br />

olduğu gibi görmekten uzak kaldılar. Onlar daha<br />

çok, inceledikleri dönemdeki hâdise <strong>ve</strong> bilgileri<br />

gün ışığına çıkarmakla yetindiler. Ama zaten bilinen<br />

bu hâdiseler arasındaki yapısal <strong>ve</strong> derin münasebetleri,<br />

sebep-netice münasebetlerini nadiren<br />

sorguladılar.<br />

B-Müslüman İlim Adamlarının Tenkitleri 16<br />

Bu tenkitler en fazla Mısır’da görülür. E. Renan’a<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 5


karşı C. Efgani, Hanotaux’ya karşı M. Abduh çıktı.<br />

Ezher hocaları E. Dermenghem, J. Wensinck,<br />

Taha Hüseyn <strong>ve</strong> M. H. Heykel gibi kişilerin görüşlerini<br />

tenkit ettiler. I. Goldziher gibi oryantalistlerin<br />

Kur’ân <strong>ve</strong> Hadîs’e eleştirel yaklaşımlarına,<br />

Mustafa Sibâî, Muhammed Gazzalî cevap <strong>ve</strong>rdiler.<br />

Sömürgeci, misyoner <strong>ve</strong> Siyonist yaklaşıma karşı<br />

Ömer Ferruh, Muhammed Behiyy, En<strong>ve</strong>r Cündi,<br />

Malik Bin Nebi, Aişe Abdurrahman Bint Şati’ karşı<br />

çıktılar. 1960’lardan itibaren oryantalizm, açıkça<br />

ideolojik bir mahiyet kazandı <strong>ve</strong> İslâm’ın ideolojik<br />

düşmanı sayıldı. Onlar, Müslüman yazarlar tarafından<br />

insaflı <strong>ve</strong> insafsız olarak iki grupta mütalaa<br />

edildiler. Çoğu, İslâm’a hücum edip Müslümanlara<br />

hâkim olmak için Haçlı <strong>ve</strong> sömürgeci zihniyetine<br />

sahip şeklinde değerlendirildi. Lübnanlı gayrimüslim<br />

Arap Edward Said, oryantalizme yönelttiği<br />

ithamlarla bu tenkitlere bir ivme kazandırdı.<br />

Batı’da çalışma yapan Müslüman aydınların<br />

tenkitleri şöyle özetlenebilir:<br />

1. Müsteşriklerde, İslâm <strong>ve</strong> Müslümanlar hakkında<br />

liyakatli değerlendirme yapacak ilmî formasyon<br />

eksiktir. Meselâ sosyal bilimler alanında bu<br />

durum görülmektedir; müsteşriklerin başvurduğu<br />

metinler Müslüman toplumlar <strong>ve</strong> onların kültürleri<br />

hakkında yeterli çıkarımlar yapmaya el<strong>ve</strong>rişli<br />

değildir.<br />

2. Müsteşrikler, soğuk bir objektiflik iddiası <strong>ve</strong><br />

peşin hükümlerin beslediği bir kibir içindedir; bu<br />

sebeple Müslümanlara sempati duymamakta, bunun<br />

da ötesinde İslâm’ı <strong>ve</strong> Müslümanları küçümseyici<br />

bir tutum, gizli bir antipati taşımaktadırlar.<br />

3. Müsteşrikler, inceledikleri toplumları gerçekten<br />

kalkındıracak, daha iyiye taşıyacak bir gayretten<br />

uzak durmaktadırlar. Hülâsa: Müslüman<br />

için en yüce değer olan İslâm dininin değerini bilmeme<br />

<strong>ve</strong> Müslümanlara insanî bir yaklaşım içinde<br />

olmama algısına yol açmaktadırlar.<br />

Oryantalistlerin bir kısmı ise iyi niyetle yaptıkları<br />

çalışmaların takdir edilmemesinden üzüntü<br />

duymaktadır. Özetle, her iki tarafta da yanlış anlamaların<br />

olduğunu söyleyebiliriz.<br />

C-Şarkiyat incelemeleri, kültürlerin buluşmasında<br />

üstlenebileceği olumlu rolü oynamada başarılı<br />

olmadı 17<br />

Batılı uzmanlar, karşılaşacakları kültürlerarası<br />

ilişkilerin problemlerine hazırlıklı değillerdi. Müslüman<br />

toplumlar, kendilerini incelemek isteyen bu<br />

yabancılara gü<strong>ve</strong>n duymadıklarından, müsteşrikler<br />

de nasıl davranacaklarını ayarlamada zorlandılar.<br />

D- Başta Araplar <strong>ve</strong> Türkler olmak üzere, Batı’yı<br />

tanıyıp diğer din <strong>ve</strong> kültürleri araştıran çeşitli ülkelerden<br />

müslümanların ortaya çıkması 18<br />

Batı’lı oryantalistler İslâm medeniyetini incelemekte<br />

fayda gördükleri gibi, Müslümanlardan da<br />

Avrupa’yı tanımak isteyenler ortaya çıkıp mukabelede<br />

bulunma cihetine gittiler.<br />

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslâmî incelemeler<br />

ise başlıca şu üç alanda görüldü: a- Kurumlar<br />

<strong>ve</strong> organizasyonlar; b- Keşfedilen yeni çalışma<br />

sahaları; c- <strong>Yeni</strong> yönelişler. Bizim İslâm hakkındaki<br />

vizyonumuz köklü bir değişikliğe uğradı. Artık<br />

meselâ bir Goldziher <strong>ve</strong>ya S. Hurgronje mentalitesinin<br />

terk edildiğini söyleyebiliriz. (Mezkûr<br />

alanlarda meselâ İslâm sosyolojisi, popüler İslâm,<br />

tarikatlar, Şiilik, mukayeseli dinler tarihi, azınlıklar,<br />

İslâm dünyası dışında yaşayan göçmen Müslümanlar,<br />

Müslümanlar arasında çıkan yeni İslâm<br />

yorumları sahalarında çok sayıda çalışma vardır) 19 .<br />

Dil <strong>ve</strong> edebiyat incelemeleri yanında sanat, musiki,<br />

kültür, dinler tarihi, bibliyografya <strong>ve</strong> tarih çalışmaları.<br />

Meselâ: J. D. Pearson, Cl. Cahen, G.E.<br />

Von Grunebaum, H.A.R. Gibb, Fuad Sezgin, J.<br />

Sauvaget, W.M. Watt, H. Laoust, M. Arkoun, B.<br />

Lewis vb. isimler. Filolojik tahliller <strong>ve</strong> edebiyat<br />

alanında: J. Wansborough, A. Neuwirth, T. İzutsu,<br />

J. Van Ess, P. Crone, M. Cook, W.A. Graham<br />

vb. isimler. İslâm ümmeti sahasında L. Gardet, G.<br />

Makdisi, A. Fattal, E. Fernea, G. Ascha, N. Keddie,<br />

A. Hourani, S.D. Goitein vb. isimler. Hindistan<br />

<strong>ve</strong> Pakistan incelemeleri sahasında: A. Schimmel,<br />

A. Ahmad, W.C. Smith vb. isimler. Afrika İslâm’ı<br />

hakkında J. Cuoq, J. Spencer Trimingham gibi<br />

isimler. İslâm dünyasındaki çağdaş gelişmeler alanında:<br />

H.A. R. Gibb, W. Ende, U.Steincbah, W.C.<br />

Smith gibi isimler. Popüler İslâm alanında: L. R.<br />

Ve H.Kriss, Klaus E. Müller, C. Padwick. Sosyoloji<br />

<strong>ve</strong> siyaset alanında: J. Berque, O. Carre, J. Piscatori,<br />

M. Gilsenan, F. De Jong, Richard P. Mitchell, A.<br />

Hussain, M. H. Kerr vb. isimler. Müslümanların<br />

diğer dinlere bakışları konusunda: G. Monnot, J.<br />

Waardenburg vb. isimler. İslâm dünyası <strong>ve</strong> Avrupa<br />

ilişkileri alanında: M. Canard, G.E. von Grunebaum,<br />

B. Lewis, A. Hourani gibi isimler. 20 L. Massignon,<br />

W.C. Smith, C. Geertz, M.G.S. Hodgson, M.<br />

Rodinson gibi Müslüman dünyaya yeni kanallardan<br />

giriş yapan isimler oldu. “Ulus devletlerin ortaya<br />

çıkması, önemli bir perspektif değişmesine yol<br />

açtı. Eski oryantalistler, genellikle İslâm’ın siyasî<br />

söyleminden habersizdiler <strong>ve</strong> Müslüman toplumlar<br />

da Batı’nın ihtiyaç <strong>ve</strong> talimatlarıyla hareket eden<br />

6 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


ülkeler görme alışkanlığı içinde idiler. Son dönemde<br />

ise Müslüman ülkelerin iç dinamizme sahip olduklarını<br />

anladılar.” 21<br />

Peters, Batı'lı araştırmacılara, Müslüman araştırmacılarla<br />

işbirliği yapmayı önerir ki doğrusu bu,<br />

yerinde bir tekliftir. 22 Batı ülkelerindeki öğretim<br />

<strong>ve</strong> araştırma merkezlerinde azımsanmayacak sayıda<br />

çalışan Müslüman ilim adamı bulunmaktadır.<br />

Avrupa Birliği Teşkilâtı <strong>ve</strong> Kuzey Amerika’daki<br />

Ortadoğu araştırma merkezlerinde Müslümanlarla<br />

birlikte çalışma gerçeği ortaya çıktı. Kanada’da<br />

Montreal Mc Gill Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Amerika’da Hartford,<br />

İngiltere’de Birmingham, Roma’da (Papalık<br />

Arap <strong>ve</strong> İslâm Etüdleri Enstitüsü) bunlara birer örnek<br />

teşkil eder. Maalesef son dönemde Batı’da bu<br />

alanlarda yapılan araştırmalara ayrılan fonlarda ekonomik<br />

kısıntılar başladı. Meselâ Taberi Tarihi’nin<br />

İngilizceye tercümesi Columbia Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde<br />

zora girmiş iken, petrol üreticisi bazı İslâm ülkelerindeki<br />

kurumlar sayesinde tamamlandı. Bu son<br />

dönemde Batı’daki bazı akademik kuruluşların<br />

Müslümanlardan destek aldığını gözlemliyoruz.<br />

Fakat bu desteklerin özgür araştırmayı garanti etmesi<br />

konusunda titiz davranmak gerekir. 23<br />

İhtiyaçlar <strong>ve</strong> Bazı Teklifler<br />

Eskiden İslâmî alanlarda araştırma yapmak daha<br />

kolay idi. Tarih, fikir, inanç <strong>ve</strong> uygulamalar yönünden<br />

çalışmalar yapılırdı. Fakat tarihin akışının<br />

hükmüyle <strong>ve</strong> bilimsel uzmanlık alanlarındaki araştırmaların<br />

gelişmesiyle bu imaj yıkıldı. İslâm konusunda<br />

dini, ideolojik, siyasî <strong>ve</strong> başka yönlerden<br />

farklı okumalar ortaya çıktı. Hattâ bizzat Müslümanlar<br />

arasında bile İslâm’ı yorumlamada gittikçe<br />

artan bir çoğulculuk ortaya çıktı. Beşerî ilimler<br />

alanındaki gelişmelerden, eskiye nazaran daha fazla<br />

faydalanan uzmanlar yetişti. Araştırma metot <strong>ve</strong> teorilerinin<br />

problemleri hususunda geliştirilmiş bir<br />

söylem, İslâmî tetkiklerle diğer ilmî disiplinler <strong>ve</strong><br />

din bilimleri arasındaki işbirliğini kesinlikle kolaylaştıracaktır.<br />

Hâsılı, ‘İslâm’ın kendine mahsus kapalı bir din<br />

<strong>ve</strong> kültür yapısı teşkil ettiği şeklindeki klâsik imajın<br />

yıkıldığı şimdiki dönemde; tarihi, toplumları<br />

<strong>ve</strong> İslam’ın dini söylemlerini, tüm insanlığın daha<br />

geniş <strong>ve</strong> çok yönlü söylemlerini içeren günümüz<br />

dünyasına yeniden yerleştirmek için gayret gösterilmesi<br />

yerinde olur. Mukayeseli incelemeler sayesinde,<br />

medeniyetler arası benzerlikler <strong>ve</strong> farklılıklar<br />

kadar, tarihteki karşılıklı etkileşimlere de dikkat<br />

edilmesi gerekir. 24<br />

***<br />

Bölümün yazarının ifadeleri özetle burada tamamlandı.<br />

Yazar, çalışmasının sonunda şu başlıklar<br />

altında yüzden fazla kitabı ihtiva eden zengin bir<br />

bibliyografya sunmaktadır: 1-Genel olarak İslâmî<br />

etüdler tarihi; 2- Ortaçağda İslâm-Avrupa ilişkileri;<br />

3- 1500-1800 dönemi ilişkileri; 4- XIX <strong>ve</strong> XX. yüzyıllarda<br />

Almanya, İspanya, Fransa, İsrail, İngiltere,<br />

Rusya, Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde<br />

yapılan çalışmalar ayrı alt başlıklar hâlinde; 5- Metodoloji;<br />

6- Müslümanların oryantalizme tepkileri<br />

<strong>ve</strong> cevapları; 7- Çağdaş Batı’daki İslâm vizyonu;<br />

8- 1980 yılına kadar oryantalizm hakkında yayınlar;<br />

9- 1980 yılından sonra oryantalizm hakkında<br />

yayınlar. 25<br />

Bu özet, metinde olanların onda biri bile değildir.<br />

Bu kadarından da anlaşılacağı üzere, yazar konunun<br />

tarihî <strong>ve</strong> kültürel tarafına da temas etmekle<br />

beraber daha ağırlıklı olarak:<br />

— Oryantalistlerin ortaya koydukları çalışmaları<br />

metot <strong>ve</strong> zihniyet açısından değerlendirmiş,<br />

— Çeşitli yönlerden tahlil etmiş,<br />

— Eski dönemde birikim yetersizlikleri <strong>ve</strong> formasyon<br />

eksikliğine temas etmiş,<br />

— Avrupa’da İslâm hakkında yayılan peşin hükümlerin<br />

ortaya çıktığı zemini incelemiş,<br />

— Oryantalistlerin, kendi toplumlarının peşin<br />

hükümleri ile aralarına mesafe koyup koymadıklarını<br />

irdelemiş,<br />

— Toplumlarının eski <strong>ve</strong> şimdiki dönemde kendilerinden<br />

beklentileri üzerinde durmuş,<br />

— İnceledikleri İslâm’ı <strong>ve</strong> ondan ortaya çıkmış<br />

kültürü Batı’ya ne ölçüde aslına uygun tarzda tanıttıklarını<br />

sorgulamış, oryantalizme Batı’da yöneltilen<br />

bilimsel eleştirileri belirttikten sonra,<br />

— Müslüman aydınlardan gelen tenkitleri tespit<br />

edip değerlendirmiş,<br />

— Son dönemde müsteşrikler ile bazı Müslümanlar<br />

arasında bilimsel yardımlaşma tezahürlerine<br />

değinmiş,<br />

— Ve bir gelecek perspektifi de tasarlamaya çalışmıştır.<br />

Bölümü yazan J. D. J. Waardenburg’un<br />

değerlendirmelerini mükemmel görerek rahatlamamız<br />

elbette doğru olmaz. Ama yaptığı çalışmayı<br />

<strong>ve</strong> tahlillerini takdire değer bulduğumu belirtmem<br />

gerekir.<br />

Fakat DİA “Oryantalizm” bölümünü okuduğumuzda<br />

bu önemli <strong>ve</strong> hayatî tahlillere dâir fazla bir<br />

şey bulamıyoruz. Oryantalizmin daha çok tarihî,<br />

kültürel yönleri, sömürgeci yönetimlerle işbirliği<br />

tarafı üzerinde durulmuş olduğunu görüyoruz.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 7


Sayın madde yazarının <strong>Yeni</strong> İslâm Ansiklopedisi’ndeki<br />

Mustashrıkun bölümünü göz önünde bulundurmaması<br />

bu noksanlığa yol açmış görünüyor.<br />

Ama bu metin, kenarda köşede kalmış bir malzeme<br />

olmadığından, bu gözden kaçırmayı anlamak çok<br />

zor. Zîrâ yazarın, devamlı göz önünde bulundurması<br />

gereken bu ansiklopediyi görmemesi olacak<br />

şey değil. Dİ Ansiklopedisi, kurullar ile çalıştığından,<br />

yazar görmese hatırlatan başkasının çıkması beklenirdi.<br />

Şu ihtimal kalıyor: Makaleyi yazan hocamız<br />

bu metne muttali olmakla beraber onu nazar-ı itibara<br />

almamıştır. Bu normal karşılanabilir. Ama bu<br />

takdirde makale yazarının Mustashrıkun maddesinde<br />

ele alınan <strong>ve</strong>ya alınmayan, akla gelebilecek hususlara<br />

dâir tespitler <strong>ve</strong> değerlendirmeler yapması<br />

beklenirdi. Çünkü işin esasına yönelik bu sorulara<br />

cevap arama son derece önemlidir.<br />

Oryantalizmin harekete geçirmesiyle İslâm<br />

dünyasında birtakım ilmî müesseseler kurulmuş,<br />

önemli yayınlar yapılmıştır. Ezcümle: Hindistan’ın<br />

Lecknow şehrinde Ned<strong>ve</strong>tu’l-Ulema’ya bağlı İslâmî<br />

İlimler Akademi’si 1959’da kurulup müsteşriklere<br />

cevap mahiyetinde 200 kadar kitap yayımlamıştır.<br />

Delhi’deki Ned<strong>ve</strong>tu’l-musannifin Kurumu<br />

da çok sayıda kitap yayımlamış, 1982 yılında oryantalizm<br />

hakkında uluslararası kapsamlı bir sempozyum<br />

düzenlemiştir. Bu sempozyum hakkında bir<br />

fikir <strong>ve</strong>rmek üzere sadece Ebu’l-Hasan en-Nedvi<br />

tarafından sunulan İntacu’l-müsteşrikîn tebliğini<br />

hatırlatabiliriz (Küçük bir kitap hâlinde basılan bu eser<br />

“Batı’da İslâm Tetkikleri” adıyla A. Hatip tarafından<br />

dilimize çevrilip 1993’te yayımlanmıştır). İstanbul’da<br />

1941-1948 arasında nâtamam İslâm-Türk Ansiklopedisi<br />

yayımlanmıştır. Leiden’de 1939’da tamamlanan<br />

ansiklopedinin Türkçesi 1940-1987 arasında İslâm<br />

Ansiklopedisi adı ile yayımlanmıştır. Bu Ansiklopedinin<br />

Arapça, Farsça <strong>ve</strong> Urducaya da tercümeleri<br />

vardır. Medine Da’<strong>ve</strong> Fakültesi’nde 1984’te başlı<br />

başına bir bölüm olarak İstişrak (oryantalizm) bölümü<br />

açılmış <strong>ve</strong> bu bölüm, o zamandan beri yüksek<br />

lisans <strong>ve</strong> doktora programları <strong>ve</strong> tezleri yürütmektedir.<br />

DİA Oryantalizm maddesinde bunlara hiç değinilmemiştir.<br />

Hele İstanbul’daki İslâm Araştırmaları Merkezi’ne<br />

(İSAM) <strong>ve</strong> onun hazırlatıp yayımladığı İslâm<br />

Ansiklopedisi’ne yer <strong>ve</strong>rilmemesini anlamak mümkün<br />

değildir. Zîrâ bu ansiklopedinin başta gelen<br />

işlevi oryantalistlerin çalışmalarını göz önünde bulundurarak<br />

İslâm medeniyetini tanıtmadır. Gerekli<br />

yerlerde onlardan yararlanıp, gereken yerlerde de<br />

onların görüşlerini tenkit etmedir.<br />

Son dönemde Türkiye’de oryantalizmi incelemeye<br />

önem <strong>ve</strong>rildiğini görüyoruz. Meselâ 2002<br />

yılında Sakarya İlâhiyat Fakültesi <strong>ve</strong> Diyanet İşleri<br />

Başkanlığı’nın düzenlediği “Batı’da İslâm Araştırmaları:<br />

Oryantalizmi <strong>Yeni</strong>den Okumak” sempozyumu<br />

anılmaya değer. Bu toplantıda dikkate değer 35 tebliğ<br />

sunulmuş <strong>ve</strong> bunlar DİB’nca yayımlanmıştır.<br />

Ülkemizde oryantalizm alanında yayınlanmış<br />

kitap sayısı fazla değildir. Bunlardan takriben on<br />

kadarına bu maddede atıfta bulunmak gerekirdi.<br />

Fakat yazdığımız daha önemli ihmallerin olduğu<br />

bir yerde, artık bu kitapların isimlerini yazmaya<br />

pek gerek bulmuyorum.<br />

Makalemin sonunda şunu belirtmek istiyorum.<br />

“Oryantalizm” bölümü, İslâm Ansiklopedisi’nin en<br />

önemli üç-beş maddesinden biri durumundadır.<br />

Gördüğüm eksikleri ilmî emanet adına ortaya koymaya<br />

çalıştım. Ansiklopedinin zeylinin yayımlanacağını<br />

öğrenmiştim. Değerli ilgili hocalarımızın<br />

mezkûr hususları göz önünde bulundurarak bu<br />

maddeye de bir ek yayımlamalarını temenni ediyorum.<br />

*Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi<br />

syildirim@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. J. D. J. Waardenburg, Encyclopedie de l’Islam, c.VII,<br />

s.736-754.<br />

2. Yücel Bulut, DİA (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi),<br />

c.XXXIII, s.428-437.<br />

3. Makalemiz boyunca Encyclopedie de l’Islam’ın bu bölümünü<br />

özetlemeye çalışacağım. İndirek üslup yorucu <strong>ve</strong><br />

bazen karışıklığa sebep olacağından, buradan itibaren yazarının<br />

ağzından nakl edeceğim (Suat Yıldırım).<br />

4. Encyclopedie de l’Islam, VII, s.736/a.<br />

5. A.g.e., s.736/ b.<br />

6. A.g.e., s,737/ a.<br />

7. A.g.e., s.737/ a.<br />

8. A.g.e., s.737/ b.<br />

9. Biz nakl etmeye mecbur olduğumuzdan bunu aktarıp<br />

“Hâşâ” diyoruz (S.Y).<br />

10. Islam and The West, 1960.<br />

11. E I 2, Mustashrıkun bölümü, s.738/ b.<br />

12. A.g.e., s.737-743.<br />

13. A.g.e., s.743-746.<br />

14. A.g.e., s.746/ a.<br />

15. A.g.e., s.746/ b.<br />

16. A.g.e., s.747/ a <strong>ve</strong> b.<br />

17. A.g.e., s.748/ b.<br />

18. A.g.e., s.749/ a.<br />

19. A.g.e., s.751/ a <strong>ve</strong> b.<br />

20. A.g.e., s.750/ a <strong>ve</strong> b.<br />

21. A.g.e., s.751/ b.<br />

22. A.g.e., s.748/ a.<br />

23. A.g.e., s.749/ b.<br />

24. A.g.e., s.752/ b.<br />

25 A.g.e., s.752/ b- 754/ b.<br />

8 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Salim ÖĞÜT*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Kadın-Erkek İlişkilerinde<br />

Nikâhın Önemi<br />

Düşünülmeden-taşınılmadan izdivaç adına ortaya konan evlilikler <strong>ve</strong> bir<br />

araya gelmeler, arkada ağlayıp sokaklarda sürünen eşler,<br />

“öksüzler yuvası”na bırakılan yetimler <strong>ve</strong> aileleri yüreklerinden yaralayan<br />

caniliklerle neticelenmiştir.<br />

Nikâh konusunun dindeki yerini anlamak,<br />

beşerî davranışların kaynağını kavramakla<br />

mümkündür. Baştan belirtelim ki, modern<br />

düşüncenin davranışlarımızı rasyonellikle<br />

açıklaması isabetli değildir. Çünkü insanların davranışlarını<br />

ya arzu <strong>ve</strong> he<strong>ve</strong>s, <strong>ve</strong>ya inançları belirler.<br />

Akılları da bu esaslar çerçe<strong>ve</strong>sinde oluşur <strong>ve</strong> gelişir.<br />

Bu demektir ki, sadece davranışlarımızın değil,<br />

davranışlarımızın değer hükmünü belirleyici<br />

olan düşüncelerimizin de kaynağı, ya arzu <strong>ve</strong> he<strong>ve</strong>slerimiz<br />

<strong>ve</strong>ya inançlarımızdır. Yani bir davranışı<br />

iyi <strong>ve</strong>ya kötü olarak nitelememiz de son tahlilde<br />

inançlarımıza <strong>ve</strong>ya dürtülerimize dayanmaktadır.<br />

Bu yüzden Yüce Allah’ın:“Eğer hak, onların kötü<br />

arzu <strong>ve</strong> isteklerine uysaydı, mutlaka gökler <strong>ve</strong> yer ile bunlarda<br />

bulunan kimseler bozulur giderdi…” (Mü’minûn<br />

Sûresi, 23/71) beyanını çok önemli buluyoruz.<br />

Nikâh akdi de insan nev’inin İlâhî yardım almak<br />

zorunda olduğu konulardan biridir. Öncelikle iki<br />

karşıt cinsin birbirinden yararlanmak için bir araya<br />

gelmesi, nikâh akdini gerektirir mi? Bu akit, taraflara<br />

hangi yükümlülükleri yükler? Bu yükümlülüklerin<br />

ihmal edilmesi hâlinde uygulanacak müeyyideler<br />

nelerdir? Bu <strong>ve</strong> benzeri konularda modern<br />

düşüncenin <strong>ve</strong> bu düşünce üzerine inşa edilen<br />

ahlâk <strong>ve</strong> hukuk anlayışının anlaşılır bir dil kullandığını<br />

görmek mümkün değildir. Bu yüzden modern<br />

dünyanın, aile kurumuna dâir en ciddi problemi<br />

budur: Belirsizlik… muğlaklık <strong>ve</strong> bu durumun<br />

tabiî bir neticesi olarak hiyerarşik boşluk <strong>ve</strong> kaos…<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 9


Mümin insanın düşünce<br />

tarzı şudur: İnsan nev’i,<br />

kendi hakkında sağlıklı<br />

karar <strong>ve</strong>rebilmesi için bir üst<br />

varlığa muhtaçtır. O varlık ona<br />

rehberlik etmeli, onun kılavuzu<br />

olmalı, yol haritasını çizmeli,<br />

kısaca ona bir hayat tarzı<br />

belirlemelidir.<br />

Bu çerçe<strong>ve</strong>den baktığımızda nikâh akdi, dinî bir<br />

düzenlemedir <strong>ve</strong> rasyonalite ile açıklanamaz. Yüce<br />

Allah nikâhlanmayı emretmiş, Hz. Peygamber<br />

(sallallâhu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bu emri hem uygulamış<br />

hem de ümmetini bu konuda uyarmıştır.<br />

Ayrıca Cenab-ı Hak nikâh sözleşmesiyle birbirine<br />

helâl olan eşler arasında ülfet, ünsiyet, muhabbet,<br />

merhamet <strong>ve</strong> şefkat duyguları yaratmayı vaat<br />

etmiş; bunu da varlığının, kudretinin <strong>ve</strong> vahdaniyetinin<br />

âyetlerinden/sembollerinden <strong>ve</strong> işaretlerinden<br />

biri olarak beyan buyurmuştur.<br />

כ א א <br />

אא כ כ א <br />

<br />

כ <br />

<br />

א <br />

כ <br />

<br />

<br />

<br />

כ <br />

<br />

“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler<br />

yaratıp aranızda sevgi <strong>ve</strong> merhamet peydâ etmesi<br />

de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu<br />

bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.”<br />

(Rûm Sûresi, 30/21)<br />

Bu iman sebebiyle Muhammed ümmeti arasında,<br />

her konuda olduğu gibi kadın-erkek münasebetlerinde<br />

de bir çerçe<strong>ve</strong> oluşmuş <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong><br />

dışındaki münasebet şekilleri meşru görülmemiştir.<br />

Buna göre, kadınlar <strong>ve</strong> erkekler ancak nikâh<br />

sözleşmesiyle bir araya gelebilirler. Ve bu bir araya<br />

geliş ile aile denen kurum oluşur. Bu kurumun da<br />

hem kuruluşunda hem işleyişinde birtakım kurallara<br />

riayet edilir.<br />

Böyle olması hâlinde, yani İlâhî kaynaklı olduğuna<br />

inandığımız kurallara riayet edilmesi hâlinde,<br />

dünya hayatı “cennet” olmaz; yine birtakım sıkıntılar,<br />

mihnetler <strong>ve</strong> meşakkatler yaşanır; çünkü bu hayat<br />

imtihan meydanıdır. Ancak beşerî müdahaleler<br />

neticesi ortaya çıkan kaos/kriz/buhran/bunalım gibi<br />

depresif rahatsızlıklara da bu ölçüde rastlanmaz.<br />

Bu konu üç başlık altında ele alınabilir:<br />

1. Modern dönemde değişen nikâh <strong>ve</strong> aile algısının<br />

yol açtığı sıkıntılar.<br />

2. Özellikle üni<strong>ve</strong>rsite gençliğini ciddi şekilde<br />

tesiri altına alan “gizli nikâh” meselesi.<br />

3. Müt’a (geçici nikâh) konusu.<br />

1-Modern Dönemde Değişen Nikâh <strong>ve</strong> Aile Algısının<br />

Yol Açtığı Sıkıntılar<br />

Bu başlık altında, beşerî müdahaleler neticesi<br />

ortaya çıkan sevimsiz aile manzaralarının sebepleri<br />

üzerinde kısaca durmak istiyoruz.<br />

Modern ailenin yaşadığı sıkıntıların temelinde<br />

şu noktaların bulunduğu kanaatini taşımaktayım:<br />

A- Cinsler Arası Farklılık: Yüce Allah, erkek<br />

<strong>ve</strong> dişi olarak iki cins yaratmışken, modern paradigma<br />

bu farklılığı iptal etme peşine düşmüştür.<br />

Bu bakış açısıyla hareket eden insanlarda artık, kadın-erkek<br />

farklılığından söz etmek imkânı kalmamış,<br />

her şeye rağmen bunda ısrar edenler marjinallikle<br />

suçlanır hâle gelmiştir.<br />

Ancak üzülerek görüyoruz ki, modern dünya,<br />

ekonomik alanda elde ettiği üstünlükten yararlanarak,<br />

her alana nüfuz etmeye, hattâ egemen olmaya<br />

çalışmakta, bu cümleden olmak üzere aile yapısını<br />

da yeniden inşa etmeye yönelmiş bulunmaktadır.<br />

Bunu yaparken, ardından da kadın erkek eşitliğini<br />

sağlama iddiasıyla, kadını da erkek kadar sorumlu<br />

tutmuştur. Bu durum ise kadının da erkek gibi her<br />

yükün altına girmesi neticesini doğurmuş, tabiatıyla,<br />

yaratılış özelliklerinde birtakım bozulmalar<br />

olmuş <strong>ve</strong> erkekleşme temayülü göstermeye başlamıştır.<br />

Bu durum, tabiî olarak erkeğin karakterini<br />

de etkilemiş <strong>ve</strong> o da kadınlaşma temayülü göstermeye<br />

başlamıştır.<br />

1933 yılında Hüseyin Rahmi Gürpınar tarafından<br />

kaleme alınan “Kadın Erkekleşince” adlı tiyatro<br />

oyununda tam da bu nokta canlandırılmış <strong>ve</strong> oyunun<br />

kadın kahramanı Nebahat Hanım’ın kocası<br />

Ali Süreyya’ya söylediği şu sözler meselenin özetini<br />

ortaya koymuştur:<br />

“İkimizin aldığı para da hemen hemen birbirine<br />

eşit… İçinde yaşadığımız yüzyıl kadını erkekleştiriyor...<br />

Mademki biz erkek işlerine atılıyoruz.<br />

Siz erkekler neden kadın hizmetine el sürmekten<br />

çekiniyorsunuz?… Kadının erkekleşmesi biraz da<br />

erkeğin kadınlaşmasını gerektirmez mi? İş dengesi<br />

başka türlü nasıl düzelebilir?” (s. 69)<br />

Şimdilik sözüne <strong>ve</strong> düşüncesine itibar edilir<br />

çevreler bu konuya mesafeli durdukları için sanki<br />

bir problem teşkil etmiyormuş gibi gözükse de, ha-<br />

10 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


kikatte çok önemli bir mesele ile karşı karşıya bulunduğumuz,<br />

izahtan vârestedir. Çünkü nikâhtan<br />

söz edebilmek için iki farklı cinsin varlığını kabul<br />

etmek gerekir. Yüce Allah’ın, âyetlerinden/sembollerinden<br />

biri olarak sunduğu “kendi (cinsi)mizden<br />

eşler yaratıp aramızda sevgi <strong>ve</strong> merhamet peydâ etmesi”<br />

ancak bu suretle gerçekleşir. Bunun anlamı,<br />

cinslerin, kendi cinsiyet özelliklerini korumaları <strong>ve</strong><br />

o konuda herhangi bir yozlaşmaya imkân <strong>ve</strong>rmemeleridir.<br />

B- Kefâet: Erkeğin bazı açılardan kadından<br />

geri olmaması mânâsına gelir <strong>ve</strong> İslâm fıkhında<br />

kadın tarafının hukukunu koruyucu bir şart olarak<br />

konulmuştur. Bunun için de esas itibariyle erkeğin<br />

evleneceği kadından bu yönlerden daha aşağı bir<br />

durumda bulunmaması gerekir. Erkeğin kadından<br />

daha iyi bir seviyede bulunması ise kadının lehine<br />

bir durum olup, denkliğe aykırı sayılmaz.<br />

Kefâet konusunda en sıkı kriterleri Hanefiler<br />

koymuştur. Çünkü bu mezhep kadına, <strong>ve</strong>lisinin<br />

izni olmadan nikâhlanma yetkisi tanımıştır. Ancak<br />

kadın kefâet konusunda yeterli duyarlılığı gözetmez<br />

<strong>ve</strong> ailesinin de iznini almadan evlenirse, <strong>ve</strong>liye<br />

bu akdi feshetme hakkı, yetkisi tanımışlardır.<br />

Günümüzde ise bu şart da yeterince gözetilmemekte,<br />

artık birçok bakımdan kocasından daha<br />

başarılı <strong>ve</strong>ya kariyer sahibi, daha iyi ücretle çalışan<br />

kadınlar görmek de mümkündür. Fakat bu tür ailelerde<br />

problemler artmaktadır. Evliliklerde kefâete<br />

riayetin pek çok faydaları izahtan vârestedir.<br />

C- Hiyerarşi: Ailede reis, erkektir. Ancak, reislik,<br />

yetki kullanmak değil, mesuliyet üstlenmektir.<br />

Yetki kullanmak ise, sadece mesuliyeti yerine getirmeye<br />

yetecek miktarla sınırlandırılmıştır. Diğer<br />

bütün riyaset makamları da böyledir.<br />

D- Görev Taksimi: Erkek, nafaka yükümlülüğünün<br />

tamamını üzerine almıştır. Kadın ise kocasına<br />

hizmet yükümlülüğü altına sokulmuştur.<br />

Böylece kadın <strong>ve</strong> erkek birbirine maddî <strong>ve</strong> hissî<br />

bağlarla da bağlanmışlardır.<br />

Bu esaslara riayet edilerek kurulan bir ailede,<br />

mihnet <strong>ve</strong> meşakkatlerin asgarî seviyede kalacağını<br />

düşünüyoruz. Yaşadığımız <strong>ve</strong> içinde büyüdüğümüz<br />

modern hayat, bu kanaatimizi her geçen gün<br />

daha da pekiştirmektedir. Çünkü modern insan,<br />

küçümsediği <strong>ve</strong> reddettiği aile düzeninden daha<br />

sağlam <strong>ve</strong> sağlıklısını kurabilmiş değildir. Günümüzün<br />

eğitimli, varlıklı <strong>ve</strong> hatta kariyer sahibi bireyleri<br />

dahi, ümmî annelerinin <strong>ve</strong> ümmî babalarının<br />

başardıkları ailevî başarıyı ortaya koyamadıklarını<br />

Cenab-ı Hak nikâh<br />

sözleşmesiyle birbirine helâl<br />

olan eşler arasında ülfet,<br />

ünsiyet, muhabbet, merhamet<br />

<strong>ve</strong> şefkat duyguları yaratmayı<br />

vaat etmiş; bunu da varlığının,<br />

kudretinin <strong>ve</strong> vahdaniyetinin<br />

âyetlerinden/sembollerinden <strong>ve</strong><br />

işaretlerinden biri olarak beyan<br />

buyurmuştur.<br />

herhâlde kabul ederler. Ne var ki bu durumu sorgulamayı<br />

bir türlü düşünmezler. Hâlbuki artık bu<br />

durumun sorgulanmasının vakti çoktan gelmiştir.<br />

Sözünü ettiğimiz sorgulamaya bir ilk adım olarak<br />

kısaca işarette bulunmamız gerekirse şunları<br />

söyleyebiliriz:<br />

Kadının iş hayatına atılmasıyla bir zihniyet devrimi<br />

yaşanmaya başlamıştır. Geçmişte “Maşa kadar<br />

eri olanın paşa kadar yeri olur.” anlayışının yerine,<br />

“iş, maaş <strong>ve</strong> bordro gü<strong>ve</strong>ncesi” ikâme edilmiştir.<br />

Bu durumun tabii bir neticesi olarak da kadınlar,<br />

kocalarından çok patronlarına gü<strong>ve</strong>nmek <strong>ve</strong> yönelmek<br />

durumunda kalmışlardır. Böyle olunca kadının<br />

alâkası, hizmeti <strong>ve</strong> hürmeti birinci derecede<br />

patron merkezli bir karaktere bürünmüştür. Bu<br />

durum ise aile hayatına maalesef menfî yönde tesir<br />

etmektedir. Bu anlayışın tabiî bir neticesi olarak, iş<br />

hayatında her türlü sıkıntıyı kolaylıkla göğüslemeyi<br />

başaran kadın, aile hayatında en küçük sıkıntıyı bile<br />

göğüslemeye yanaşmamaktadır.<br />

E- Bazıları için çok önemli gözükmese de kanaatimce<br />

aile hayatımız adına önemli konulardan<br />

biri de, erkek cinsinin, geçmişin günahını ödemeye<br />

mahkûm edilmesi sebebiyle, kolayca aşağılanır bir<br />

konuma düşürülmesidir. Modern çağın belirleyici<br />

özelliklerinden biri de bu olsa gerektir.<br />

F- Bütün bu karmaşadan kurtulabilmenin tek<br />

yolu olarak şu inancı görmekteyim: Bu konu, sadece<br />

insan denen varlığın aklı <strong>ve</strong> tecrübesiyle çözebileceği<br />

konulardan değildir. Çünkü Yüce Allah ne<br />

kadındır, ne erkektir; ne de çocuk <strong>ve</strong>ya ebe<strong>ve</strong>yndir.<br />

Dolayısıyla koyduğu hükümlerde ne kadının <strong>ve</strong>ya<br />

erkeğin yanında <strong>ve</strong>ya karşısındadır; ne ebe<strong>ve</strong>ynin<br />

<strong>ve</strong>ya çocukların yanında <strong>ve</strong>yahut karşısındadır.<br />

Onun hükümleri hem kadınlar, hem erkekler,<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 11


hem ebe<strong>ve</strong>ynler hem de çocuklar için en adil, en<br />

ahlâklı <strong>ve</strong> hakkâniyete en uyun olandır.<br />

Bizim konumumuzdaki kimselere düşen asıl görev<br />

ise, Yüce Allah’ın <strong>ve</strong> O’nun Sevgili Resulü’nün<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bu konulardaki emir <strong>ve</strong><br />

tavsiyelerini dürüstçe anlamak <strong>ve</strong> anlatmaktır.<br />

Bu <strong>ve</strong>sile ile şu hususu da arz etmek isterim:<br />

Modern çağın hâkim hususiyeti, sosyal konularda,<br />

yani insanî/beşerî problemlerde, dayanabileceği sabitelerden<br />

mahrum bulunmasıdır. Daha da kötüsü,<br />

bu durumu olumlaması, hattâ kutsama derecesinde<br />

benimsemesidir. Çünkü kendisini, değişim,<br />

dönüşüm, ilerleme, gelişme gibi kavramların büyüsüne<br />

öylesine kaptırmıştır ki, bu konulara ait bazı<br />

sınırların bulunması gerektiğine dâir bir düşünce<br />

bile geliştirememiştir. Yapabildiği tek şey, mevcut<br />

beşerî temayülleri yoklamak, bu alandaki istatistikleri<br />

değerlendirmek <strong>ve</strong> belli felsefî görüşlere <strong>ve</strong> belli<br />

düzeyde ekonomik güce sahip çevrelerin arzu <strong>ve</strong><br />

isteklerini antropoloji, sosyoloji <strong>ve</strong> psikoloji gibi disiplinlerin<br />

desteğiyle meşrulaştırmaya çalışmaktır.<br />

Hâlbuki mümin insanın düşünce tarzı şudur:<br />

İnsan nev’i, kendi hakkında sağlıklı karar <strong>ve</strong>rebilmesi<br />

için bir üst varlığa muhtaçtır. O varlık ona<br />

rehberlik etmeli, onun kılavuzu olmalı, yol haritasını<br />

çizmeli, kısaca ona bir hayat tarzı belirlemelidir.<br />

Hem de insanların kendi aralarındaki münasebetlerin<br />

mahiyet <strong>ve</strong> karakterini belirlemekle<br />

yetinmemeli, insan ile eşya arasındaki münasebetin<br />

yönünü <strong>ve</strong> şeklini de belirlemelidir. Yani erkek-kadın<br />

arasındaki münasebetin meşruiyet noktalarını<br />

gösterdiği gibi, insan ile altın <strong>ve</strong> gümüş arasındaki<br />

münasebetin de meşruiyet ölçüsünü belirlemelidir.<br />

Özellikle bu iki misâli zikretmemin sebebi, her<br />

tarihte <strong>ve</strong> her coğrafyada, bütün insanlığın en ağır<br />

iki imtihan konusu olmaları sebebiyledir.<br />

2. Özellikle Üni<strong>ve</strong>rsite Gençliğini Ciddi Şekilde<br />

Tesiri Altına Alan “Gizli Nikâh” Meselesi<br />

Öncelikle iki şahit huzurunda kıyılan nikâhın<br />

geçerliliği ile, başkalarından gizlemek maksadıyla<br />

sadece iki şahidin dışındakilerden saklanan <strong>ve</strong><br />

gizlenen nikâhın geçerliliğinin birbirinden farklı<br />

şeyler olduğunu belirtmek gerekir. Kazâ/hukuk<br />

açısından iki şahidin şehadetiyle kıyılan nikâhın<br />

sıhhatine kâil olurken, başta aile olmak üzere, yakın<br />

<strong>ve</strong> uzak çevreden gizlemek maksadıyla <strong>ve</strong> bazen bu<br />

durumdan başkalarına bahsetmemeleri yönünde<br />

şahitlere de telkinde bulunarak yapılan nikâh sözleşmelerinin,<br />

bu akdin özüne/cevherine/ruhuna <strong>ve</strong><br />

maksadına aykırı düştüğünü düşünüyor, bu yüzden<br />

şer’an tecviz edilmesinin mümkün olduğunu<br />

sanmıyoruz.<br />

Çünkü:<br />

A. Hanefilerin dışındaki üç mezhep, nikâhın<br />

sıhhati için, değil yalnız <strong>ve</strong>linin bilgisinin<br />

bulunmasını, rızasının alınmasını da şart koşmuşlardır.<br />

Cumhur tabir edilen kâhir ekseriyetin<br />

bu görüşünü dayandırdıkları çok güçlü deliller<br />

olduğunu hatırda tutup, Hanefi mezhebine mensup<br />

Müslümanların da bu konuyu önemsemeleri<br />

gerekmektedir. Dolayısıyla özellikle babanın bilgisinden<br />

gizlenen bir evliliğin sıhhati kesinlikle savunulamaz.<br />

Bu konuda Hanefi mezhebinin kadına irade<br />

serbestliği tanıdığını görmekteyiz. Ancak <strong>ve</strong>liye,<br />

erkeğin bayana denk olmadığı gibi gerekli durumlarda<br />

evliliği feshettirme yetkisi tanınarak kadının<br />

karşılaşabileceği bazı sıkıntılı durumlara karşı onu<br />

koruma esası getirilmiştir.<br />

B. Nikâhta şahitlerin hazır olması şarttır<br />

<strong>ve</strong> bu konuda icma (görüş birliği) vardır.<br />

Şahitlerin olması, nikâhın sıhhat şartlarındandır.<br />

Yani şahitsiz nikâh geçerli değildir. Şahitlerin hazır<br />

olmasının hikmetlerinden biri de nikâhın duyurulmasıdır.<br />

Ancak, şahitlerin varlığının, nikâhın<br />

duyurulması için yeterli olup olmadığında ihtilâf<br />

vardır. İmam Âzam <strong>ve</strong> İmam Şafii Hazretleri, şahitlerle<br />

yapılan fakat ilân edilmeyen evlilik için<br />

“mekruh olsa da sahihtir” derken; İmam Malik, şahitlerin<br />

huzurunda yapılsa da halka ilân edilmeyen<br />

<strong>ve</strong> şahitlere “Bu evliliğimizi kimseye söylemeyin.”<br />

denilen nikâhın geçersiz olduğu görüşündedir.<br />

Ona göre, bu şekilde evlenenlerin nikâhı, yetkili<br />

merci tarafından bozulmalıdır. Çünkü bu durum,<br />

Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

“Nikâhı ilân ediniz, onu mescidlerde akdediniz<br />

<strong>ve</strong> nikâhta def çalınız.” emrine aykırıdır. (Tirmizi,<br />

Nikâh 6) Bir diğer hadîslerinde Peygamber Efendimiz<br />

(sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle buyururlar:<br />

“Nikâhta, haramla helâli birbirinden ayıran şey, def<br />

çalmak <strong>ve</strong> ses (çıkarmak)tır.” (Tirmizi, Nikâh 6; Nesai,<br />

Nikâh 72) Yani, o nikâhın ilân edilmesidir. Günümüzde<br />

gizli nikâh meselesinin önüne geçmek<br />

adına nikâhın ilânı da ayrı bir önem kazanmaktadır.<br />

C. İhtilâflı durumlarda ihtiyatlı olanı almak,<br />

dindarlığın gereğidir. Yani fıkhî bir meselede<br />

âlimler arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmışsa,<br />

bu durumda ihtilaftan kurtulacak görüşü almak,<br />

daha uygun bir davranıştır.<br />

Nikâh gibi hayatî bir konuda, bazı kîl (zayıf) ka-<br />

12 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


villerle amel etmeye yönelmek son derece riskli bir<br />

durumdur.<br />

3. Müt’a (Geçici Nikâh) Konusu<br />

Müt’a nikâhının sıhhatine dâir bugüne kadar<br />

söylenenlerle alâkalı olarak sadece şu kadarına işaret<br />

etmek istiyorum: Bilindiği üzere Sünnî mezheplerin<br />

tamamı müt’a nikâhının son kertede kıyamete<br />

kadar yasaklandığını kabul etmişlerdir.<br />

Peygamber Efendimiz, ilk defa Hayber Savaşı'ndan<br />

önce üç gün müt’aya izin <strong>ve</strong>rmiş; daha sonra da<br />

onu yasaklamıştır. Allah Resûlü'nün ikinci kez<br />

izin <strong>ve</strong>rişi de Mekke'nin Fethi'nde vuku bulmuş;<br />

üç günlük izinden sonra Resûlullah Müt'a'yı tekrar<br />

ama bu defa Kıyamet Günü'ne kadar yasaklamıştır.<br />

Her çizgide ruha işleyen engin bir mana,<br />

Ötelerden ne sırlar fâş ediyor insana;<br />

Bir zamanlar bu esrarı sunmuştuk cihâna;<br />

Dil âciz ifadeden, gelmez onlar lisâna...<br />

Bu konuda en açık <strong>ve</strong> güçlü delil olarak er-Rabî<br />

b. Sebra el-Cühenî'nin rivayet ettiği şu hadîse dayanmışlardır:<br />

Râvî'nin babası Sebra, Mekke fethinde<br />

Resûlullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ile beraber<br />

bulunmuş, müt'a nikâhı ruhsatından istifade etmiş,<br />

böyle bir nikâh içinde yaşarken Resûlullah'ın (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle buyurduğunu işitmiştir:<br />

"Ey insanlar! Sizin, kadınlardan müt'a nikâhı<br />

ile faydalanmanıza izin <strong>ve</strong>rmiştim. Biliniz ki Allah<br />

Teâlâ bunu, kıyâmet gününe kadar haram kılmıştır,<br />

kimin yanında böyle bir kadın varsa bıraksın,<br />

onlara <strong>ve</strong>rdiğiniz mehirlerden hiçbir kısmını da<br />

geri almayın." (Müslim, "Nikâh", 22) Allah Rasûlü<br />

bu yasağı <strong>ve</strong>da haccında tekrar etmiştir. (Ebû Davud,<br />

"Nikâh", 13; İbn Mâce, "Nikâh", 44)<br />

Hz. Ali <strong>ve</strong> Hz. Ömer gibi sahâbîler de bu iznin<br />

geçici olduğunu <strong>ve</strong> daha sonra kesinlikle haram<br />

kılındığını vurgulamıştır. Mesela, bir defasında,<br />

müt'anın helâl olduğuna inanan birisi Hz. Ali<br />

(r.a.) ile bu konuda tartışınca, Hz. Ali ona, Allah<br />

Resûlü'nün Müt'a'yı <strong>ve</strong> evcil eşeğin etinin yenmesini<br />

Hayber günü yasakladığını söylemiştir.<br />

(Buhârî, "Nikâh", 31; Müslim, "Nikâh", 29-32; İbn<br />

Mâce, "Nikâh", 44) Üstelik bu rivayet bizzat Şiî kaynaklarda<br />

da yer almaktadır. (Kitabu't-Tehzib, 7/251)<br />

Ne gariptir ki kitabın yazarı bu hadisle alâkalı Hz.<br />

Ali'nin takiyye yaptığını iddia etmektedir. Ayrıca,<br />

Müt'a'nın haram olduğuna dair Hz. Ali'nin bizzat<br />

kendi ifadesi de mevcuttur. (Kitabu'l-İstibsar, 3/142)<br />

Eğer iddia edildiği gibi Allah’ın aslanı o dönemde<br />

takiyye yapmışsa halife olduğunda müt’anın caiz<br />

olduğunu söylemesine, takiyye yapmasına bir mani<br />

mi vardı? Halife iken serbest olduğunu ilan ederdi.<br />

*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

salim.ogut@yeniumit.com.tr<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 13


YENi ÜMiT<br />

Yrd. Doç. Dr. Musa Kazım GÜLÇÜR*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Kabir Azabı<br />

Mü’minin dünyada çektiği sıkıntılar, onun günahlarına keffaret olduğu gibi, ölüm<br />

esnasındaki ızdırapları, kabirde maruz kaldığı/kalacağı tecziye türü hususlar da<br />

ahiret azabını hafifletme adına arındıran birer ameliye oldukları söylenebilir.<br />

Bilindiği üzere müminlerin en temel özelliklerinden<br />

birisi gaybe inanmalarıdır.<br />

Cenâb-ı Hak Bakara Sûre-i Celîlesinde:<br />

“Gerçek müminler gaybe inanır, namazlarını<br />

kılar, kendilerine <strong>ve</strong>rdiğimiz rızıktan da infak<br />

ederler” (Bakara, 2/3) buyurmaktadır. Gayb kelimesi<br />

Türkçemizde, göz önünde olmayan, gözle<br />

görülmeyen, gizli olan <strong>ve</strong> hazırda olmayan; vahiy<br />

gibi yüksek bir bilgi kanalı olmaksızın akıl <strong>ve</strong> duyular<br />

yolu ile hakkında bilgi edinilemeyen varlık<br />

alanı mânâsına gelmektedir. Yine, henüz içinde yaşanılmayan<br />

gelecek zaman, gelecek zaman içerisinde<br />

meydana gelecek olan hâdiseler; öldükten sonra<br />

dirilme, Cennet, Cehennem, hesap günü gibi insanın<br />

haklarında doğrudan bilgi edinemeyecekleri<br />

âlemler 1 gibi mânâlara da gelmektedir. Kabir azabı<br />

konusu da herkesin rahatlıkla bileceği üzere doğrudan<br />

gaybe iman ile alâkalıdır. Ehl-i sünnet ulemasının<br />

neredeyse tamamı, bu dünyada Allah’ın<br />

rızası istikameti dışında davranış sergileyenler için<br />

kabir azabının varlığı konusunda ittifak hâlindedir.<br />

Şer'î delillere dikkatleri çekmek için başta Kur’ân-ı<br />

Kerîm, sonra da Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem) aydınlatıcı beyanları ışığında konuyu ele<br />

almaya çalışacağız. Önce âyet-i kerîmeleri sıralayacak<br />

<strong>ve</strong> müfessirîn-i kirâmın açıklamalarına yer<br />

<strong>ve</strong>receğiz. Daha sonra da kütüb-ü sahîhada kabir<br />

azabı hususunda Efendimiz’den (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem) bizlere nakledilmiş hadîs-i şerîfleri belirtmeye<br />

çalışacağız.<br />

14 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Âyet-i Kerîmeler<br />

אכ‎1. <br />

<br />

<br />

א <br />

א <br />

אא <br />

<br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

א כ <br />

א <br />

א <br />

כ <br />

א <br />

כ <br />

א א כ א <br />

“Ölümün şiddetleri içinde kıvranırken, ölüm<br />

meleklerinin de yakalarına yapışıp kendilerine:<br />

‘Haydi, derhal ruhlarınızı çıkarıp teslim edin! Bugün<br />

zillet azabıyla cezalanacaksınız; çünkü Allah<br />

hakkında gerçek dışı şeyler söylüyordunuz <strong>ve</strong> çünkü<br />

kibirlenerek O’nun âyetlerinden yüz çeviriyordunuz!’<br />

diye haykırdıkları sırada sen o zalimlerin<br />

halini bir görsen!” (En’âm, 6/93)<br />

Büyük müfessir Zemahşeri bu âyet-i kerîmede<br />

berzah hayatından haber <strong>ve</strong>rilmekte olduğunu kabul<br />

eder. 2 İbn Kayyim el-Cevziyye de şöyle demektedir:<br />

“Zalimlere bu, ölüm anlarında söylenmiştir<br />

<strong>ve</strong> Melekler, zalimlerin ölümleri ile birlikte korkunç<br />

bir kabir azabı göreceklerini bildirmişlerdir.<br />

Şayet kıyamete kadar azapları geciktirilmiş olsaydı,<br />

onlara: “Bugün cezalandırılacaksınız” denmezdi. 3<br />

2. <br />

א א <br />

א א כ <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

א א <br />

<br />

א <br />

<br />

“Çevrenizdeki bedevîlerden <strong>ve</strong> Medine ahalisinden<br />

öyle münafıklar vardır ki onlar nifak işinde<br />

mahir olmuşlardır. Pek sinsi hareket ettikleri için<br />

sen onları bilemezsin, ama Biz pekiyi biliriz. Biz<br />

onları iki defa azaba çarptıracağız. Sonra da büyük bir<br />

azaba itileceklerdir.” (Tevbe, 9/101)<br />

Müfessirler, âyetin sonunda zikredilen “Büyük<br />

azap”tan maksadın, Ce hennem azabı olduğu<br />

hakkında” ittifak etmişler, ondan önce zikredilen<br />

“iki azap”tan neyin kastedildiği hususunda ise<br />

farklı görüşler zikretmişlerdir. Bu ‘iki azap’tan birinin,<br />

kabir azabı olduğu, Ashaptan Abdullah b.<br />

Abbas’tan nakledilmiştir. 4<br />

Tâbiinden Ebu Malik, İbni Cüreyc, Süddî,<br />

Mücahid, Katâde, Hasan el-Basrî, İbnu Zeyd,<br />

Ferra <strong>ve</strong> Muhammed b. İshak gibi âlimlerimiz,<br />

ayet-i kerîmede yer alan iki cezadan birincisinin<br />

dünyevî azap, ikincisinin de “kabir azabı” olduğunu<br />

ifade etmişlerdir. 5<br />

Büyük müfessir İmam Taberi, âyetin sonunda<br />

zikredilen “azîm azap”tan maksadın, Ce hennem<br />

azabı olduğu hakkında âlimlerin ittifak hâlinde olduğunu<br />

belirterek şunları söylemektedir: “Allah<br />

Teâlâ, âyetin sonunda, münafıkları Cehennem’de<br />

büyük bir azaba uğratacağını zaten beyan etmiştir.<br />

Bu durumda daha önce zikrettiği “iki azap”tan birisinin<br />

kabir azabı olması büyük bir ihtimaldir.” 6<br />

Bu durumda azap; dünya, kabir (berzah) <strong>ve</strong> ahiret<br />

azabı olmak üzere üçe ayrılmaktadır.<br />

א א 3.<br />

<br />

א <br />

<br />

א כא <br />

<br />

<br />

<br />

א א <br />

א <br />

<br />

א <br />

א <br />

א <br />

א <br />

א <br />

<br />

א <br />

<br />

כאא <br />

<br />

“De ki: Dini inkâr edenlere Rahmân biraz mühlet<br />

<strong>ve</strong>rsin, bundan ne çıkar? Ama onlar, kendilerine<br />

vaat olunan ister azabı isterse de kıyamet vaktini<br />

görünce, kimin şerli bir mekânda bulunduğunu<br />

<strong>ve</strong> kimin askerî güç itibarı ile en zavallı bir durumda<br />

olduğunu öğrenecekler.” (Meryem, 19/75)<br />

Âyetteki “ister azabı” ifadesi, kıyametten önce<br />

olacak bir azabın kastedildiğine açıkça delâlet eder.<br />

Çünkü âyette “isterse de kıyamet” ifadesi ile kıyamet<br />

günü kastedildiğine göre, kıyamet gününden<br />

önce olacak o azap ile kabir azabı kastedilmiş<br />

olmalıdır. 7<br />

כא 4.<br />

כ <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

“Ama kim Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı<br />

dinlemez <strong>ve</strong> Beni anmaktan gaflet ederse,<br />

muhakkak ki ona sıkıntılı bir yaşayış vardır <strong>ve</strong> Biz<br />

onu kıyamet günü kör bir şekilde diriltiriz.” (Tâhâ,<br />

20/124)<br />

Bu âyet-i kerîmede yer alan “sıkıntılı yaşayış”<br />

Ebu Said el-Hudrî <strong>ve</strong> Abdullah b. Mes’ud'a göre<br />

kabir azabıdır. 8<br />

אא 5.<br />

כ <br />

א כ כ א <br />

אא<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

“Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (<strong>ve</strong> hareketler)<br />

yapayım. Hayır! Bu onun ağzından çıkan<br />

(boş) bir laftan ibarettir. Onların önünde ise, yeniden<br />

dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah hayatı<br />

vardır.” (Mü’minun, 23/100)<br />

“Onların önünde berzah vardır” cümlesi,<br />

onlarla dünyaya dönüş arasına girecek bir perde<br />

vardır mânâsındadır. Bu da kabirlerinden haşre<br />

gönderildikleri güne, yani Kıyamet’e kadar devam<br />

eder. Bu âyet on ların dünyaya dönüşlerinin<br />

imkânsız olduğunu belirtiyor. Yani bu perdenin<br />

varlığı, dünyaya tekrar dönmelerine kesin bir engeldir<br />

<strong>ve</strong> bu perde asla kalkmaz. Bu kesinlik, tıpkı<br />

“Kâfirler, de<strong>ve</strong> iğnenin deliğinden geçmedikçe<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 15


Cennet’e dâhil olamazlar” mealindeki ayette olduğu<br />

gibidir. 9<br />

6. <br />

<br />

א א א א א א א <br />

א <br />

<br />

אא<br />

<br />

<br />

“Ya Rabbenâ!” derler, “Sen bizi iki defa öldürdün,<br />

iki defa dirilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik.<br />

Şimdi, telâfi etme için buradan çıkmaya bir yol yok<br />

mudur?”(Mü’min, 40/11)<br />

“Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün <strong>ve</strong> iki<br />

kez dirilttin” mealindeki âyeti âlimlerimiz kabir<br />

azabına delil olarak göstermişlerdir. İmam Süddî<br />

âyet-i kerîmeyi şu şekilde tefsir eder: Kâfirler bu<br />

dünyada öldürülecek, daha sonra kabirlerde sorgu<br />

için diril tileceklerdir. (Yani kabirde bir berzah hayatı<br />

olacaktır.) Daha sonra tekrar öldürülecek <strong>ve</strong> âhirette<br />

yeniden diriltileceklerdir. Böylece âyet-i kerîme,<br />

kabir hayatına doğrudan delâlet etmiş olmaktadır. 10<br />

7. א <br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

א א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א א<br />

א <br />

א <br />

<br />

א <br />

“Sabah <strong>ve</strong> akşam ateşin karşısına getirilerek<br />

onlara azap edilir. Kıyamet koptuğunda ise:<br />

“Firavun hanedanını şimdi de en şiddetli azaba sokun!”<br />

denilir.” (Mü’min, 40/46)<br />

Cumhurun kanaatine göre burada “sabahakşam<br />

ateşin karşısına getirilme”, Berzah’ta<br />

gerçekleşmek tedir. Mücahid, İkrime, Mukatil <strong>ve</strong><br />

Muhammed b. Ka’b da: “Bu âyet-i kerîme dünyada<br />

iken kabir azabına delil teşkil etmektedir” demektedirler.<br />

11<br />

8. <br />

<br />

כ כ כ אא <br />

א <br />

<br />

<br />

“Muhakkak ki zalimler için bundan daha başka<br />

bir azap da vardır; fakat onların çoğu bunu bilmezler.”<br />

(Tûr, 52/47)<br />

Surenin 45 <strong>ve</strong> 46. âyet-i kerîmelerinde mealen:<br />

“Öyleyse sen onları en dayanılmaz bir azapla<br />

çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak.<br />

O gün hile <strong>ve</strong> tuzakları kendilerine asla fayda<br />

sağlamaz <strong>ve</strong> asla yardım da edilmez.” denilerek,<br />

kıyamette karşılaşacakları büyük azaptan bahsedilmiş,<br />

arkasından gelen bu âyet-i kerîmede ise,<br />

zulmedenlere, âhiretteki büyük azapları dışında<br />

daha başka bir azabın da <strong>ve</strong>ri leceği zikredilmiştir.<br />

Berâ b. Âzib, Abdullah b. Abbas <strong>ve</strong> Katade’ye<br />

göre bu başka azaptan maksat, kabir azabıdır. 12<br />

Kurtubi, Hz. Ali (r.a)’in de bu görüşte olduğunu<br />

nakletmektedir. 13<br />

9. <br />

<br />

א <br />

<br />

א <br />

א א א <br />

א א <br />

<br />

א<br />

א <br />

א <br />

“Hâsılı, birçok suçları sebebiyle suda boğuldular<br />

<strong>ve</strong> ateşe tıkıldılar! Allah’a karşı, kendilerine<br />

yardım edecek bir tek yardımcı bile bulamadılar.”<br />

(Nuh, 71/25)<br />

א (<strong>ve</strong> ateşe tıkıldılar) ifadesinin başındaki א <br />

“fa” edatı, ateşe girdirilme işinin, boğulmanın hemen<br />

peşinden geldiğine, dolayısı ile kabir azabına<br />

delalet etmektedir. Âyetin bu ifadesini, âhiret azabı<br />

mânâsına almak mümkün değildir. Aksi halde, “fâ”<br />

edatının delaleti yok olmuş olur. 14<br />

10. <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

כ אא <br />

<br />

אכא אכ <br />

א <br />

א <br />

<br />

<br />

כ <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א א <br />

<br />

<br />

“Dünyalıklarla böbürlenmek, oyaladı sizleri.<br />

Hatta kabirleri ziyaret ettiniz! Hayır, (geçici dünya<br />

zevklerine bağlanmak doğru değil) ileride kesinlikle<br />

bileceksiniz. Sonra, yine kesinlikle ileride bileceksiniz.<br />

Hayır! Siz şayet ilme’l-yakîn bir tarzda<br />

bilseydiniz, cehennem ateşini kesinlikle görürdünüz.<br />

Daha sonra zaten o cehennem ateşini mutlaka<br />

ayne’l-yakîn bir tarzda göreceksiniz. Sonra da o<br />

kıyamet gününde <strong>ve</strong>rdiğimiz nimetlerden kesinlikle<br />

hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/1–8)<br />

כ<br />

Hz. Ali (r.a): “Bu âyetler inince kabir azabı konusundaki<br />

kanaatimiz kesinlik kazandı.” 15 demektedir.<br />

Hz. Ali de (r.a) kesin kanaat meydana getiren<br />

âyet-i kerîmelere daha yakından bakmak, –şayet<br />

varsa– birtakım tereddütleri mutlaka giderecektir.<br />

Şimdi sûrede yer alan cümlelere dikkatlice bakmaya<br />

çalışalım:<br />

“Gerçekten kesin bir bilgi (ilme’l-yakîn) ile bilseydiniz.”<br />

Yani, bugün dünyada iken, kabir hayatı<br />

<strong>ve</strong> âhirete müteallik ileride göreceğinizi anlattığımız<br />

hususları kesin olarak bilseydiniz “andolsun siz<br />

ateş azabını kalb gözlerinizle görecektiniz.” İlme’lyakîn<br />

mertebesinin, bir insanın Cehennem’i kalb<br />

gözüyle görmesini sağladığı anlaşılmaktadır. Bu da<br />

kıyamet hâllerinin, kişinin kalb gözü önünde canlanmasıyla<br />

olur. “Yine and olsun onu zaten ayne’l<br />

yakîn olarak göreceksinizdir.” Yani Cehennem ateşi<br />

kesin olarak baş gözüyle ileride görülecektir. 16<br />

Kurtubî şöyle demektedir: “Bu sûre kabir azabının<br />

varlığını göstermektedir. Kabir azabına iman<br />

<strong>ve</strong> onu tasdik farzdır. Yüce Allah, mükellef olan<br />

kulunu kabrinde diriltecek <strong>ve</strong> ona hayatta iken sahib<br />

olduğu nitelikteki bir aklı orada da <strong>ve</strong>recektir.<br />

Böylece kişi kendisine sorulacak so ruları anlaya-<br />

16 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


cak, ne cevap <strong>ve</strong>receğini bilecek, Rabbinden geleni<br />

kavraya cak, kabrinde kendisine hazırlanmış olan<br />

lütuf ya da aşağılatıcı halleri anlayabilecektir. Ehl-i<br />

sünnet’in kabul ettiği görüş <strong>ve</strong> bu din mensuplarının<br />

bü yük cemaatinin benimsediği kanaat budur. 17<br />

Hadîs-i Şerîfler<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) buyurdular<br />

ki: “Sizden biri ölünce, kendisine akşam <strong>ve</strong> sabah<br />

Cennet <strong>ve</strong>ya Cehennem’deki yeri arz edilir. Cennet<br />

ehlinden ise, yeri Cennet ehlinin, ateş ehlinden<br />

ise yeri ateş ehlinin yeridir. Kendisine: ‘Allah seni<br />

kıyamet günü diriltinceye kadar, senin yerin işte<br />

budur!’ denilir.” 18<br />

Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) “Kabir<br />

azabı haktır. Kabirde azap çekenleri, hayvanlar<br />

işitir!” buyurmuştur. Hz. Aişe (r. anhâ) der ki:<br />

“Resülullah’ın (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) namaz kılıp<br />

da namazında kabir azabından istiâze etmediğini<br />

hiç görmedim.” 19<br />

Bir defasında Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem) iki kabre uğradı <strong>ve</strong>: “Bu kabirdekiler azap<br />

çekiyorlar. Azapları büyük bir günahtan dolayı değil.<br />

Kabirdekilerden birisi, laf getirip götürmeden<br />

diğeri de idrar sıçramasına karşı korunmamaktan<br />

azap görüyor.” buyurdu. Resülullah (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong> sellem) daha sonra yaş bir hurma dalı istedi <strong>ve</strong><br />

onu ikiye böldü. Bir dalı kabrin birisine, diğer dalı<br />

da ikincisinin üzerine dikti <strong>ve</strong>: “Belki bu fidanlar<br />

taze kaldıkça onların azapları hafifler” buyurdu. 20<br />

Ebû Said el-Hudrî’den rivayet edilen bir hadis-i<br />

şerifte Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem):<br />

“Kabrinde kâfire doksan dokuz tinnîn saldırtılır <strong>ve</strong><br />

kıyamet gününe kadar onu ısırır <strong>ve</strong> sokarlar. Eğer<br />

onlardan birisi yeryüzüne tıslayacak olsa, orada hiç<br />

bir yeşillik kalmazdı.” 21 buyurmaktadır.<br />

Yine Ebu Hüreyre’den yapılan benzer bir rivayette<br />

ise Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />

“Muhakkak ki ona sıkıntılı bir hayat vardır.” cümlesinin<br />

kabir azabı hakkında indiğini haber <strong>ve</strong>rerek:<br />

“Allah’a yemin olsun ki, ona doksan dokuz tinnîn<br />

gönderilir. Tinnîn nedir bilir misiniz? Her birinin<br />

dokuz başı olan doksan dokuz yılan. Bu tinnîndeki<br />

yılanbaşları, Kıyamet gününe kadar onun bedenine<br />

tıslar, sokar <strong>ve</strong> ısırırlar.” 22 buyurmuştur.<br />

Hz. Osman (r.a), kabir konusu açılınca sakalı<br />

ıslanıncaya kadar ağlar, kendisine: “Cenneti <strong>ve</strong><br />

cehennemi hatırladığın vakit ağlamıyorsun, fakat<br />

kabri hatırlayınca ağlıyorsun!” denildiğinde de<br />

Resülullah’ın (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şu sözlerini<br />

aktarırdı: “Kabir, ahiret menzillerinin ilk durağıdır.<br />

Kişi ondan kurtulabilirse, ondan sonrakiler<br />

daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa ondan sonrakiler<br />

bundan daha zordur, daha şiddetlidir. Ahiret<br />

âleminden gördüğüm manzaraların hiçbirisi kabir<br />

kadar korkutucu <strong>ve</strong> ürkütücü değildi!” 23<br />

Kabir Azabının Diğer Canlılarca İşitilmesi<br />

Zeyd İbn Sabit’ten (r.a): Resülullah (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem), bizimle birlikte, Beni Neccar’a ait<br />

bir bahçede bulunduğu sırada biniti aniden yoldan<br />

çıktı. Nerdeyse Allah Rasûlü'nü sırtından yere atacaktı.<br />

Karşımızda beş <strong>ve</strong>ya altı kabir görünüyordu.<br />

Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem):<br />

– “Bu kabirlerin sahiplerini bilen var mı?” buyurdular.<br />

Bir adam:<br />

– “Ben biliyorum!” deyince, (Resülullah (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem):<br />

– “Ne zaman öldüler?” dedi. Adam:<br />

– “Şirk devrinde” deyince Efendimiz (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem):<br />

– “Bu ümmet kabirde fitneye maruz kılınacak.<br />

Eğer birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım,<br />

şahsen işitmekte olduğum kabir azabını, size<br />

de işittirmesi için Allah’a dua ederdim. Kabir azabından<br />

Allah’a sığınınız!” Oradakiler:<br />

– “Kabir azabından Allah’a sığınırız!” dediler. 24<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) akşam<br />

olunca duasında: “Rabbim! Cehennem azabından,<br />

kabir azabından sana sığınıyorum!” derdi. 25<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bir gün güneş<br />

battıktan sonra dışarı çıkmıştı ki bir ses işitti <strong>ve</strong>:<br />

“Bu ses, kabirlerinde azap çeken Yahudilerin sesidir!”<br />

buyurdular. 26<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) buyurdular<br />

ki: “Kul kabrine konulup, yakınları da ondan ayrılınca<br />

-ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitirkendisine<br />

iki melek gelir. Onu oturtup:<br />

– “Muhammed (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) hakkında<br />

ne diyordun?” diye sorarlar. Mümin kimse<br />

bu soruya:<br />

– “Şahadet ederim ki. O, Allah’ın kulu <strong>ve</strong> elçisidir!”<br />

diye cevap <strong>ve</strong>rir. Ona:<br />

– “Cehennem’deki yerine bak! Allah orayı,<br />

cennette bir mekâna tebdil etti” denilir. Adam<br />

Cennet'i de Cehennem’i de görür. Allah ona, kabrinden<br />

Cennet’e bakan bir pencere açar. Eğer ölen<br />

kâfir <strong>ve</strong> münafık ise meleklerin sorusuna:<br />

– “Sorduğunuz zatı bilmiyorum. Ben de herkesin<br />

söylediğini söylüyordum!” diye cevap <strong>ve</strong>rir.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 17


Kendisine:<br />

– “Anlamadın <strong>ve</strong> uymadın!” denilir. Sonra kulaklarının<br />

arasına demirden bir sopa ile vurulur.<br />

Sopanın acısıyla öyle bir çığlık atar ki, onu insan<br />

<strong>ve</strong> cinlerden ibaret olan iki varlık dışında kendisine<br />

yakın olan bütün mahlûklar işitir.” 27<br />

Kabir Sıkması<br />

Hakîm-i Tirmizi, İbni Ömer’den (r.a) rivayet<br />

ettiğine göre şöyle demiştir: Resülullah (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Sa’d bin Muâz’ın kab rine girdi <strong>ve</strong><br />

içinde biraz fazlaca durdu. Çıktığında orada bulunan<br />

ashab hazerâtı:<br />

– “Yâ Resülallah kabirden niçin geç çıktınız?”<br />

diye sordular. Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

cevaben:<br />

– “Kabir Sa’d’ı sıkmıştı. Genişletmesi için<br />

Allah’a dua ettim.” buyurdular.<br />

Hz. Aişe validemizden rivayet edildiğine göre<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle buyurmuştur:<br />

“Muhakkak kabrin bir sıkması vardır<br />

ki, eğer ondan kimse kurtulacak olsaydı Sa’d<br />

b. Mu’âz kurtulurdu.” 28 Sa’d’ın bazı akrabalarına,<br />

“Resülullah’ın ‘Kabir Sa’d'ı sıktı’ sözünden ne anladınız?”<br />

diye sorulmuş, onlar cevaben: Bu konuda,<br />

Resülullah’a (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ne kastettiği<br />

soruldu <strong>ve</strong>: “Küçük taharette kusurlu davrandığından<br />

dolayı kabir Sa’d’ı sı kıştırdı.” cevabı alındı demişlerdir.<br />

29<br />

Hz. Aişe validemiz Resul-i Ekrem (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Efendimiz’e bir gün şöyle diyor:<br />

“Ey Allah’ın Resulü, sen bana Münker <strong>ve</strong> Nekir’in<br />

seslerini <strong>ve</strong> kabir sıkmasını anlattığın günden beri<br />

hiçbir şeyden tat alamaz oldum.” Bunun üzerine<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem): “Ey Aişe,<br />

Münker <strong>ve</strong> Nekir’in sesleri mümine, gözdeki sürme<br />

gibi gelir. Kabir sıkması da mümine, şefkatli bir<br />

annenin yavrusunun başını okşaması gibidir. Ama<br />

ya Aişe, şakîlere yazıklar olsun ki onlar kabirlerinde,<br />

düz <strong>ve</strong> sert taş üzerine yumurtanın çarpılıp kırılması<br />

gibi sıkıştırılacaklardır.” 30<br />

Kabir Azabından Korunma İçin Dua Etme<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem): “Allah’ım,<br />

ben Cehennem azabından sana sığınırım. Kabir<br />

azabından da sana sığınırım” 31 şeklinde dua ederdi.<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bir cenazenin<br />

namazını kıldırdı. Okuduğu duada şunları ezberledik:<br />

“Allah’ım, şunu mağfiret et <strong>ve</strong> şuna rahmet<br />

eyle. Afiyet <strong>ve</strong>r, affeyle, vardığı yerde ikramda<br />

bulun, girdiği yeri genişlet. Onun günahlarını kar<br />

<strong>ve</strong> buzla yıka, hatalardan pâk eyle, tıpkı elbisenin<br />

kirden pâk edilmesi gibi. Onu dünyadaki evinden<br />

daha iyi bir e<strong>ve</strong>, ailesinden daha hayırlı bir aileye<br />

koy, eşinden daha hayırlı bir eşe ulaştır. Onu kabir<br />

azabından, ateş azabından sakındır.” 32<br />

Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Mülk<br />

Sûresi ile alâkalı olarak şöyle demiştir: “Bu sûre<br />

(kabir azabına <strong>ve</strong>ya kabir azabına sebep olan günahlara<br />

karşı) engeldir, bu sûre kurtuluş sebebidir, kişiyi<br />

kabir azabından kurtarır.” Benzer bir rivayette de:<br />

“Mülk Sûresi, kabirde, onu okumayı itiyat hâline<br />

getiren kişinin yerine mücadele eder <strong>ve</strong> onu azaptan<br />

korur.” 33 denilmektedir.<br />

Netice<br />

Temel olarak üç âlem ya da boyut vardır: Dünya<br />

yurdu, berzah yurdu <strong>ve</strong> ebedî kalınacak ahiret<br />

yurdu. Allah (celle celâlühü) her bir yurda ait özel<br />

hükümler tespit etmiştir. Kabirdeki ateş ile kabirdeki<br />

nimetler, ne dünyadaki ateş, ne de dünyanın<br />

nimetleri türündendir. Yüce Allah onun toprağını,<br />

üstündeki <strong>ve</strong> altındaki taşları, dünyadaki kor<br />

ateşten çok daha sıcak olacak hâle gelinceye kadar<br />

kızdırır da, dünya ehlinden hiç kimse bunu hissedemeyebilir.<br />

Bir kısım hadîslerden öğrendiğimize göre, Hazreti<br />

Abbas (radıyallâhu anh), şiddetle arzu etmesine<br />

rağmen, Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh) ancak <strong>ve</strong>fatından<br />

tam altı ay sonra rüyasında görebilir <strong>ve</strong> sorar:<br />

“Neredeydin yâ Ömer?” Hazreti Ömer, “Sorma,<br />

hesabı henüz <strong>ve</strong>rebildim.” der. Belki, orada<br />

üzerinde en ufak bir iz kalmaması için Mevlâ, onu<br />

böyle bir ameliyeye tâbi tutmuştur; şu kadar var ki<br />

onun hesabı kendi seviyesi <strong>ve</strong> mukarrebînden olması<br />

açısından değerlendirilmelidir. E<strong>ve</strong>t, günah<br />

<strong>ve</strong> zellelerin küçüklerini temizlemede kabrin sıkması<br />

<strong>ve</strong> tazyiki büyük bir rol oynar. Kabir hayatına<br />

inanmak esastır. Fakat onun keyfiyeti ile alâkalı<br />

yakışıksız iddialar Allah’a karşı saygısızlıktır. Kabir<br />

hayatı, halk-ı cedid, yani yepyeni bir yaratılış eseridir.<br />

Hazreti Âdem’in melekleri hayran bırakan<br />

yaratılışı gibi, kabir ehlinin yaşayışı da insanların<br />

dünyevî ölçü <strong>ve</strong> kâidelerle idrak edemeyecekleri,<br />

anlamakta zorluk çekecekleri bir hayattır. 34<br />

Dünden bugüne ulemanın neredeyse tamamı<br />

telâkki bi’l-kabûl şeklinde kabir azabının varlığını<br />

kabul etmişlerdir. Elbette ki Yüce Allah’ın<br />

kudreti geniş <strong>ve</strong> hayret <strong>ve</strong>ricidir. Şu kadar var ki<br />

bazı emmâre nefisler, bilgisini kuşatamadıkları,<br />

ilme’l-yakîn bir tarzda anlayamadıkları hususları<br />

yalanlama eğilimindedirler. Yüce Allah, kudretinin<br />

akıllara durgunluk <strong>ve</strong>recek yönlerini bazı yüksek<br />

şahsiyetlere göstermeyi dilediği takdirde gösterir.<br />

18 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Bu yüksek şahsiyetler, yerin <strong>ve</strong> göklerin perde arkasına<br />

Allah’ın izni ile muttali olur, onlardaki ilim<br />

kendilerinde bir yakîn hâsıl eder de Allah’ın izni<br />

ile ilmelyakîn sahibi olurlar. Başkalarına ise bu incelikler<br />

gösterilmez <strong>ve</strong> bu husus onlar için sadece<br />

gaybe ait bir konu olarak kalır. Her şeyin en doğrusunu<br />

Allah bilir. Bizler de Cehennem <strong>ve</strong> kabir<br />

azabından azametince Cenâb-ı Hakk’ın rıza, af <strong>ve</strong><br />

mağfiretine sığınır, bizleri daimî istikamette bulundurmasını<br />

<strong>ve</strong> bilgimizi artırmasını dileriz.<br />

*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

mkgulcur@yeniumit.com.tr<br />

Her çizgide farklı bir mana hecelenmekte,<br />

Manalar sathi değil, içten de öte içte...<br />

Bilinmez ne der sanat erbabı gelecekte,<br />

Nâdânlar hep dolaşıp dursalar da bir hiçte.<br />

DİPNOTLAR<br />

1. MEB Din Öğretimi Gen. Md. Dini Terimler Sözlüğü, Gayb<br />

maddesi, s. 105.<br />

2. Zemahşeri, Keşşaf, 1/517.<br />

3. İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh, İz Yayıncılık, s. 100.<br />

4. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar<br />

Yayınevi: 4/350-353.<br />

5. Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları,<br />

12/152–153.<br />

6. Taberi, 4/353.<br />

7. Râzi, 15/398.<br />

8. İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Büruc Yayınları:<br />

11/438-442.<br />

9. Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/32-39.<br />

10. Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları, 12/371.<br />

11. Kurtubi, 15/271-274.<br />

12. Taberi, 8/21.<br />

13. Kurtubi, 16/422.<br />

14. Râzi, 22/161.<br />

15. Tirmizi, Tefsir, Tekasür, (3352).<br />

16. Kurtubi, 19/319.<br />

17. Kurtubi, 19/317.<br />

18. Buhari, Cenaiz 90, Bed’ül-Halk 8, Rikak 42; Müslim, Cennet 65,<br />

(2866); Muvatta, Cenaiz 47, (1, 239); Tirmizi, Cenaiz 70, (1072);<br />

Nesai, Cenaiz 116, (4, 107).<br />

19. Buhari, Cenaiz 89; Müslim, Mesacid 123, (584); Nesai, Cenaiz<br />

115, (4, 104, 105).<br />

20. Buhari, Vudu 65, 56, Cenaiz 82, 89, Edeb 46, 49; Müslim, Taharet<br />

111, (292); Tirmizi, Taharet 53, (70); Ebu Davud, Taharet 11,<br />

(20, 21); Nesai, Taharet 27, (1, 28–30).<br />

21. A. b. Hanbel, Müsned, III/38; Dârimî, Sünen, Rikâk, 94, II/238.<br />

22. İbn Kesîr, Tefsir, Kahraman Yayınları, 5/317.<br />

23. Tirmizi, Zühd 5, (2309).<br />

24. Müslim, Cennet 67, (2867); Nesai, Cenaiz 114, (4, 102).<br />

25. Müslim, Zikr 75, (2723); Tirmizi, Da’avat 13, (3387); Ebu Davud,<br />

Edeb 110, (5071).<br />

26. Buhari, Cenaiz 88; Müslim, Cennet 69, (2869); Nesai, Cenaiz<br />

114, (4, 102).<br />

27. Buhari, Cenaiz 68, 87; Müslim, Cennet 70, (2870); Ebu Davud,<br />

Cenaiz 78, (3231); Nesai, Cenaiz 110, (4, 97, 98); Tirmizi, Cenaiz<br />

70, (1071) (Ebu Hureyre’den).<br />

28. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/55, 98.<br />

29. Suyuti, s.196.<br />

30. İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, III/62, Beyrut 1971.<br />

31. Ebu Davud, Salât 184, (984).<br />

32. Müslim, Cenaiz 86, (963); Tirmizi, Cenaiz 38, (1026); Nesai, Cenaiz<br />

77, (4, 73).<br />

33. Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an 9, (2892).<br />

34. Gülen, Fethullah, Bambaşka Bir Âlem <strong>ve</strong> Kabir Hayatı (Bamteli,<br />

25.05.2009).<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 19


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Davut AYDÜZ*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, sık sık nazarlarımızı kâinat kitabına tevcih etmekte,<br />

kader, kudret, ilim <strong>ve</strong> irade kaleminin kâinattaki icraatına dikkatlerimizi<br />

çekmekte <strong>ve</strong> mü’minleri tefekküre, araştırmaya sevk etmektedir.<br />

ZİKREDİLEN MEYVELER<br />

Kur’ân, insanlara dinî, ahlâkî, hukukî kanunlar<br />

<strong>ve</strong> kaideler getirmekle kalmamış,<br />

aynı zamanda şu âna kadar bilinebilen en<br />

mükemmel koruyucu hekimlik kaidelerini<br />

<strong>ve</strong> prensiplerini de vaz’etmiştir. Hattâ diyebiliriz<br />

ki Kur’ân, sadece koruyucu hekimlik ile alâkalı sahalarda<br />

değil, diğer bütün alanlarda da getirdiği hükümlerle<br />

insan sağlığını korumayı hedef edinmiştir.<br />

İslâm <strong>ve</strong> onun yüce kitabı Kur’ân, her şeyden<br />

önce insanı muhatap almakta <strong>ve</strong> her şeyi ile ona<br />

hitap etmektedir. Bu sebeple de Kur’ân, her türlü<br />

bedenî <strong>ve</strong> ruhî hastalıktan insanların korunmasını<br />

istemekte <strong>ve</strong> bu konularda da sağlam <strong>ve</strong> esaslı<br />

prensipler <strong>ve</strong> kanunlar getirmektedir. Kur’ân’ın<br />

gösterdiği bu sağlam <strong>ve</strong> temel esaslar, öncelikle insanın<br />

rûhen <strong>ve</strong> bedenen hastalanmamasını emniyet<br />

altına almakta; fakat hastalandığında da tedavi<br />

yollarını <strong>ve</strong> usullerini insanlara işaret etmektedir.<br />

Kur’ân’da bazı gıda maddeleriyle birlikte bazı<br />

mey<strong>ve</strong>lerin adı zikredilmiş; fakat geniş <strong>ve</strong> tafsilâtlı<br />

bir biçimde bu maddelerin özelliklerine yer <strong>ve</strong>rilmemiştir.<br />

Bu ölçüde geniş <strong>ve</strong> tafsilâtlı bir besin<br />

bilgisinin bulunması da zaten onun gayesine ters<br />

düşerdi. Ancak bu konuda dikkat çekici bir husus<br />

vardır ki, o da bu gıda maddeleri <strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>lerin<br />

adıdır. Kur’ân’da zikredilen bu gıda maddeleri <strong>ve</strong><br />

mey<strong>ve</strong>ler, insan sağlığı için mutlaka lüzumlu olan<br />

protein, karbonhidrat <strong>ve</strong> yağları ihtiva etmektedir.<br />

Proteinli yiyeceklerden et, balık <strong>ve</strong> sütü zikreden<br />

Kur’ân, karbonhidratlı yiyeceklerden ise, buğday,<br />

soğan, sarımsak, mercimek, hurma <strong>ve</strong> üzüm gibi<br />

sebze <strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>leri zikretmekte <strong>ve</strong> nebatî yağlardan<br />

bahsetmektedir.<br />

Pek çok yiyecek maddesinin arasında bunların<br />

zikredilmesi tesadüfî değildir. Çağımızda çok daha<br />

iyi anlaşılmıştır ki, bu maddelerin insan sağlığında<br />

çok önemli bir yeri bulunmaktadır. Hattâ diyebiliriz<br />

ki, insan sağlığını koruyan bu gıda maddeleridir.<br />

Kur’ân, bunları zikretmekle, insan sağlığını korumaya<br />

<strong>ve</strong>sile olan maddeleri zikretmiş olmakta <strong>ve</strong><br />

insanların, bu gıda maddelerine dikkatlerini çekmiş<br />

<strong>ve</strong> bunlara olan ihtiyaçlarını belirtmiş olmaktadır.<br />

Çağımızdaki beslenme uzmanları da aynı şeyi söylemektedirler.<br />

Zîrâ beslenmede gıda seçimi, bunların<br />

sağlığa tesiri, aşırı beslenmenin zararları <strong>ve</strong>ya<br />

yetersiz beslenme gibi konular önemli bir yer tutar.<br />

Kur’ân’da adı geçen besin maddelerinin; Kur’ân<br />

gibi İlâhî, mu’ciz <strong>ve</strong> kıyamete kadar gelecek insanlara<br />

rehber olan bir kitapta zikredilmesinin hikmetleri<br />

olmalıdır. Yani bunlar maksatsız zikredilmiş<br />

olamazlar. Muhakkak bunların insanlara ziyade bir<br />

faydası olmalı ki, dünya üzerinde bulunan birçok<br />

sebze <strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>den sadece bunlar zikredilmiştir.<br />

Tabii bu sözümüzle zikredilmeyen diğer gıda maddeleri<br />

<strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>ler faydasızdır da demek istemiyoruz.<br />

İşte biz bu makalemizde, Kur’ân’da adı geçen<br />

bu gıda maddeleri içinde sadece mey<strong>ve</strong>lerin insan<br />

beslenmesindeki yeri <strong>ve</strong> tıbbî faydaları, şifâ yönleri<br />

20 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


üzerinde durmak istiyoruz. Fakat bununla birlikte,<br />

Kur’ân’da zikredilen bu besin maddelerinin zikrediliş<br />

sebebi <strong>ve</strong> hikmeti sadece bundan ibarettir de<br />

diyemeyiz. Çünkü bu mey<strong>ve</strong>lerin birçok hikmeti<br />

olabilir. Bizim ele aldığımız husus, belki yüzlerce<br />

hikmetinden sadece biridir. En iyisini Allah bilir.<br />

Kur’ân’da zikredilen mey<strong>ve</strong>lerin, iyi bir besin<br />

kaynağı <strong>ve</strong> bazı hastalıkların tedavisinde müessiriyetini<br />

bugünkü tıp da kabul etmektedir. Onun<br />

için bu makalede, Kur’ân’da zikredilen bu mey<strong>ve</strong>lerin<br />

tıbbî faydaları hususunda bugünkü tıbbın ne<br />

dediği de imkân ölçüsünde <strong>ve</strong>rilecektir. Ayrıca bu<br />

mey<strong>ve</strong>lerin terkibinde bulunan maddelerin neler<br />

olduğu hususu, işin ehli kimselerin eserlerinden<br />

aktarılacaktır.<br />

Bu makaleyle muhterem okuyuculara, “Modern<br />

tıbbın uyguladığı tedavi usullerini bırakın,<br />

makalede anlatılacak Kur’ân’da zikredilen mey<strong>ve</strong>lerle<br />

tedavi olun!” denmiyor. Makalenin gayesi,<br />

tedavide kullanılan <strong>ve</strong> faydası günümüzde de anlaşılmış<br />

olan bu maddeler üzerine eczacılarımızın<br />

eğilmesi, onlara dâir gerekli deneylerin yapılması,<br />

eczanelerde gerekli terbiye <strong>ve</strong> terkibi yapıldıktan<br />

sonra; onların merhem, macun, tablet, şurup <strong>ve</strong>ya<br />

damla olarak halka arz <strong>ve</strong> tavsiye edilmesidir.<br />

Tıbbî faydaları zikredilecek mey<strong>ve</strong>lerin, herkes<br />

için <strong>ve</strong> her zaman faydalı olacağını söylemek<br />

de doğru olmaz. Çünkü her insanın mizacı, ilâcın<br />

(mey<strong>ve</strong>nin) miktarı, kullanış tarzı, yaşadığı coğrafî<br />

bölge, hastadan hastaya farklı neticeler hâsıl edebilir.<br />

Tabipler şu hususta hemfikirdirler: “Aynı hastalığın<br />

ilâcı, yaş, zaman, âdet, önceki gıda, alışkanlığın<br />

tesiri <strong>ve</strong> tabiatının kuv<strong>ve</strong>tine göre değişir.” Onun<br />

için şu hastalık <strong>ve</strong>ya rahatsızlıklara faydalıdır dediğimiz<br />

bir mey<strong>ve</strong>nin faydasını görmeyenler, bunu<br />

yukarıda söylediğimiz sebeplere bağlamalıdırlar.<br />

Günümüzde sentetik maddelerle hazırlanan<br />

bazı ilâçların yan tesirlerinden dolayı kullanımı<br />

terk edilirken, bunun yanında yan tesiri çok az bitki<br />

menşeli ilâçlara ilginin arttığı da bir gerçektir.<br />

Bu sebeple ilim <strong>ve</strong> teknolojide ileri ülkeler sanayilerinde<br />

nebatî menşeli hammadde kullanmaya<br />

başlamışlardır. Bu makalenin, işin meraklıları <strong>ve</strong><br />

mütehassıslarına bu hususta bir fikir <strong>ve</strong>receği kanaatindeyiz.<br />

Bu mesele; hem Kur’ân-ı Kerîm’i iyi<br />

bilen, hem de beslenme <strong>ve</strong> tıp sahasında mütehassıs<br />

olan kimse <strong>ve</strong>ya kimseler tarafından müştereken<br />

yapılması gereken bir çalışmadır. Bu mütevazı<br />

çalışma, böyle bir teşvikte bulunma düşüncesiyle<br />

kaleme alınmıştır.<br />

Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen mey<strong>ve</strong>lere<br />

<strong>ve</strong> bunların faydalarına geçebiliriz.<br />

1. Hurma<br />

Hurma, Kur’ân-ı Kerîm’de, hurma <strong>ve</strong> hurma<br />

ağacı olarak 20 defa geçmektedir.<br />

“Allah o su sayesinde sizin için ekinler, zeytinlikler,<br />

hurmalıklar, üzüm bağları <strong>ve</strong> çeşit çeşit mey<strong>ve</strong>ler<br />

yetiştirir. Elbette bunda düşünen kimseler<br />

için alınacak bir ders var!” (Nahl, 11). Hurma’nın<br />

zikredildiği diğer âyetler: Bakara, 266; Ra’d, 4;<br />

Meryem, 23, 25; En’âm, 99, 141; Rahmân, 11, 68;<br />

Nahl, 67; İsrâ, 91; Kehf, 32; Tâhâ, 71; Mü’minûn,<br />

19; Şuarâ, 148; Yâsîn, 34; Kâf, 10; Kamer, 20;<br />

Hâkka, 7; Abese, 29.<br />

Hurma ile alâkalı Hadîs-i Şerîfler:<br />

“Ac<strong>ve</strong> 1 , Cennet mey<strong>ve</strong>lerindendir. O, zehirlenmeye<br />

karşı şifadır.” (Tirmizi, Tıp, 22) “Sabahleyin<br />

aç karına hurma yiyin, çünkü bağırsak kurtlarını<br />

öldürür.” (Kenzu’l- Ummâl, X,26)<br />

Hurma, bedenî <strong>ve</strong> zihnî gelişmeyi sağlar. Besleyicidir,<br />

kansere karşı koruyucudur. Zihnî yorgunluğu<br />

giderir. Anne sütünün, bol <strong>ve</strong> besleyici<br />

olmasını sağlar. <strong>Yeni</strong> doğum yapan kadınların hurma<br />

yemesi tavsiye edilmiştir. Boğaz ağrısını keser.<br />

Bronşit, öksürük <strong>ve</strong> soğuk algınlığının şikâyetlerini<br />

giderir. Kemik hastalıklarında faydalıdır. 2<br />

Hurma, mey<strong>ve</strong>ler içinde vücut için en gıdalısıdır.<br />

Aç karınla yemeğe devam edildiği zaman kurtları<br />

kurutur <strong>ve</strong> zayıflatır, azaltır <strong>ve</strong>ya öldürür.<br />

Hurma şırası, mideye ağır gelir; fakat taze kan<br />

yapar. Hurmanın az yenilmesi şifa, çok yenilmesi<br />

ise gıdadır. Ac<strong>ve</strong> hurması zehirlenmeye, bilhassa<br />

soğuk mizaçlı zehirlere <strong>ve</strong> akrep sokmasına karşı<br />

faydalıdır. 3<br />

Bugün modern tıp, hurmanın insan vücudunun<br />

canlı <strong>ve</strong> sıhhatli kalabilmesi için çok önemli<br />

10 çeşitten fazla elemente sahip olduğunu keşfetmiştir.<br />

Aynı zamanda hurmada organlara bol miktarda<br />

hareket <strong>ve</strong> ısı enerjisi kazandıran, hazmı <strong>ve</strong><br />

özümlenmesi kolay şeker bulunmaktadır. 4<br />

Yine hurma, bütün temel vitamin <strong>ve</strong> proteinlere<br />

sahiptir. Ve bu yüzden modern tıp, bu mey<strong>ve</strong>ye<br />

“baş gıda” olarak bakmaktadır. Zîrâ bir insanın,<br />

muhtaç olduğu bütün elementleri ihtiva ettiği için<br />

sadece hurmayla yaşaması mümkündür. 5<br />

Bilindiği gibi bugün doktorlar, kadına doğum<br />

yaptığı gün hazmı kolay bir mâyi (sıvı) ile şekerli bir<br />

yiyecek <strong>ve</strong>rilmesini gerekli görürler. Bunun gayesi,<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 21


annenin zayıf <strong>ve</strong> mecâlsiz vücuduna <strong>ve</strong> yorgun azalarına<br />

enerji <strong>ve</strong> canlılık kazandırmak <strong>ve</strong> yeni doğan<br />

bebek için gerekli sütü ifraz etmesi için, süt guddelerini<br />

harekete geçirmektir. <strong>Yeni</strong> doğan yavrunun<br />

tek gıdası olan sütün meydana gelmesi <strong>ve</strong> terkibindeki<br />

karbonhidratın artması için hurma, en harika<br />

tesiri göstermektedir. Ana sütünün bu terkibi ise,<br />

yeni doğan bebeğin hayatı <strong>ve</strong> vücudunun takviyesi<br />

için zarurî olmaktadır. Yüce Allah, Hz. Meryem’e<br />

doğum yaptığı gün hurma <strong>ve</strong> su ile gıdalanmasını<br />

emretmiştir: “Hurma dalını kendine doğru silkele,<br />

üzerine olgunlaşmış taze hurma dökülsün. Ye, iç,<br />

gözün aydın olsun!” (Meryem, 25-26) 6<br />

2. İncir<br />

Kur’ân’da bir yerde geçmektedir: “İncire, zeytine,<br />

Sîna dağına <strong>ve</strong> şu emîn beldeye andolsun.”<br />

(Tîn, 1-3).<br />

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />

incirin Cennet mey<strong>ve</strong>lerinden olduğunu bildirerek<br />

onu şu mübarek sözleriyle methetmişlerdir:<br />

“İncir yiyin. Eğer Cennet’ten inen bir mey<strong>ve</strong><br />

söyleyecek olsaydım, bunun incir olduğunu söylerdim.<br />

Çünkü Cennet mey<strong>ve</strong>lerinin çekirdeği olmaz.<br />

(Çekirdeksiz denmesinden hurma <strong>ve</strong> zeytin<br />

çekirdeği gibi yenilmeden atılan çekirdekler kastedilmektedir).<br />

İncir yiyin, çünkü o, basuru keser,<br />

eklem ağrılarını yok eder.” (Kenz, 10, 44)<br />

İncirin hem mey<strong>ve</strong> hem de ilâç olduğu hakkında<br />

görüşler bulunmaktadır. İncirin latîf bir yiyecek<br />

olduğu, çabuk hazmedildiği <strong>ve</strong> midede fazla kalmadığı,<br />

balgamı azalttığı, ciğerleri temizlediği, mesane<br />

kumlarını önlediği, ciğer <strong>ve</strong> dalağın içindeki<br />

kan sinüslerini <strong>ve</strong> damarları açtığı, mey<strong>ve</strong>lerin en<br />

güzeli <strong>ve</strong> en çok sevileni olduğu söylenmektedir.<br />

Aynı şekilde incirin ağız kokusunu gidermeye, saçı<br />

uzatmaya <strong>ve</strong> felci önlemeye <strong>ve</strong>sile olduğu bildirilmiştir.<br />

İlâç olarak da bedendeki fazlalıkların dışarı<br />

atılması konusunda ondan faydalanılır. 7<br />

İncir posasının bağırsaklardaki toksin maddelerin<br />

atılması, kan kolesterol düzeyinin düşürülmesi,<br />

şeker hastalarında kan şekerinin ânî yükselmesinin<br />

önlenmesi gibi faydaları vardır.<br />

Son zamanlarda incirin anti kanserojen tesiri<br />

üzerinde de çalışmalar bulunmaktadır. Anti<br />

kanserojen tesir yapan maddenin incirdeki<br />

“benzaldehit”den ileri geldiği belirlenmiştir. Benzaldehit,<br />

57 kanserli hasta üzerinde denenmiş,<br />

19’unda tamamen, 10’unda kısmen iyileşme görülmüştür.<br />

19 hastanın durumunun ise daha iyiye<br />

gittiği tespit edilmiştir. 8<br />

Ham incir sütünün, hâricen kullanıldığı takdirde<br />

siğillerin zamanla küçülmesinde hattâ kaybolmasında<br />

rol aldığı söylenmektedir. 9<br />

İncir; müzmin öksürük, bâsur hastalığı, mafsal<br />

ağrıları, boğaz, göğüs <strong>ve</strong> gırtlak sertliğine karşı<br />

faydalıdır. Karaciğer <strong>ve</strong> dalağın temizlenmesinde<br />

tesirlidir. Mideden balgam karışımının temizlenip<br />

atılmasında rol alır. Su <strong>ve</strong> süt içinde kaynatılıp içilirse,<br />

çiçek <strong>ve</strong> kızamık hastalıklarına karşı faydalıdır.<br />

İncir; soğuk <strong>ve</strong> sıcak havadan dolayı meydana<br />

gelen nezle için faydalı olduğu gibi, ağız <strong>ve</strong> dişeti<br />

yaraları için suyu gargara olarak da kullanılır.<br />

İncir; hâmile <strong>ve</strong> emzikli kadınlar için <strong>ve</strong> kulunç,<br />

mafsal, nikriz (gut <strong>ve</strong>ya damla hastalığı. El, ayak başparmağı,<br />

diz <strong>ve</strong> dirseklerde şişkinlik meydana gelir. Ağrı da<br />

vardır) ağrıları <strong>ve</strong> felç hastalıklarına karşı faydalıdır. 10<br />

İncir, nekâhet devresinin kısalmasında, çıbanların<br />

olgunlaşmasında tesirlidir. Lapası, yanık ağrılarının<br />

kesilmesine <strong>ve</strong>sile olur. 11<br />

3. Zeytin<br />

a. Zeytin: Zeytin, Kur’ân’da altı defa geçmektedir:<br />

“İncire, zeytine, Sîna dağına <strong>ve</strong> şu emîn beldeye<br />

andolsun.” (Tîn, 1-3), Zeytinin zikredildiği<br />

diğer âyetler: Nahl, 11; En’âm, 99, 141; Nûr, 35;<br />

Abese 29.<br />

Zeytinin gövde kabukları ile yaprakları iştah<br />

açılmasına, ateş düşmesine, idrar sökülmesine <strong>ve</strong><br />

ishalin önlenmesine <strong>ve</strong>siledir; ayrıca şeker hastalarında<br />

kan şekerinin düşmesinde tesirlidir. Zeytin<br />

yapraklarında tansiyon düşürmede rol alan maddeler<br />

mevcuttur. Çok yüksek olmayan tansiyonlu<br />

hastalarda kullanılabilir. Bağırsak solucanlarının<br />

düşürülmesine yardımcı olur. Zeytin yaprağı mide<br />

için tahriş edici olduğundan yemeklerden sonra<br />

alınmalıdır. Hâricen ise ihtiva ettiği tanin sebebiyle<br />

hafif mikrop öldürücü bir tesiri olduğundan basit<br />

yaraların pansumanında kullanılır. Ayrıca basit 1.<br />

dereceden yanıkların tedavisinde kullanılabilir. 12<br />

22 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


. Zeytinyağı: Kur’ân’da iki defa geçmektedir<br />

“Sina Dağı’ndan çıkan bir nebat da yetiştirdik ki, o<br />

ağaç hem yağ, hem de yiyenlere bir katık çıkarır.”<br />

(Mü’minûn, 20). Bir de Nûr Sûresi 35. âyette geçmektedir.<br />

Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

zeytinyağı ile alâkalı hadîsi: “Zeytinyağını yiyin<br />

<strong>ve</strong> onunla yağlanın. Çünkü o, bereketi bol <strong>ve</strong><br />

mübarek bir ağacın mey<strong>ve</strong>sinden çıkartılmaktadır.”<br />

(Tirmizi, Etime 43; İbn Mace, Etime 34; Ahmed<br />

b. Hanbel, Müsned, 3, 497; Hâkim, Müstedrek, 2, 398)<br />

Çeşitli hayvanî <strong>ve</strong> nebatî yağlarla, margarinler<br />

arasında kolesterol zaviyesinden yapılan bir<br />

mukayesede zeytinyağının onlardan farklı olarak<br />

kandaki kolesterol seviyesini azaltıcı tesirine şahit<br />

olunmuştur. Buna muhtevasındaki zengin doymamış<br />

yağ asitleri <strong>ve</strong>siledir. Dolayısıyla kalb <strong>ve</strong> damar<br />

rahatsızlıklarından şikâyetçi olanların başvurabilecekleri<br />

yegâne yağdır.<br />

Zeytinyağının içerisinde diğer yağlarda bulunmayan<br />

daha çok sayıda bileşikler mevcuttur; bu<br />

bileşiklerin tansiyon düşürücü, şifa, natürel antibiyotik<br />

<strong>ve</strong> sindirime olumlu tesirinin yanında antikanserojenik<br />

tesirlerinden de bahsedilmektedir. 13<br />

Zeytinyağı, İlâhî mesajın haber <strong>ve</strong>rdiği gibi hakikaten<br />

pek harikadır. Bozulmadan uzun müddet<br />

kalabildiği gibi temizlik <strong>ve</strong> aydınlanma işlerinden<br />

ilâç yapımına kadar geniş bir istifade sahasını doldurmaktadır.<br />

14<br />

Bazı âyetlerde zeytin ağacı <strong>ve</strong> zeytinden söz<br />

edilmiş, bazılarında özellikle onun mey<strong>ve</strong>sini<br />

yiyenler için, yağlı <strong>ve</strong> yemek (katık) olarak görülmüştür.<br />

(Mü’minun, 20). Buradan hareketle<br />

Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) asrında<br />

zeytinyağının önemli bir gıda maddesi olduğu<br />

söylenebilir. 15<br />

Zengin besleyici maddeler <strong>ve</strong> vitaminler ihtiva<br />

eden <strong>ve</strong> Kudret mucizesi olarak adlandırılan zeytinyağı,<br />

katı <strong>ve</strong> sıvı yağlar arasında en kolay hazmedilenidir.<br />

Zeytinyağı, kalb-damar hastalıklarının<br />

yanında çocukların beyninin gelişmesinde, kemiklerinin<br />

güçlenmesinde, midenin ülsere karşı korumasında<br />

da tesirlidir; ayrıca bir vitamin deposudur<br />

<strong>ve</strong> hücrelerin yenilenmesinde <strong>ve</strong> yaşlanmanın geciktirilmesinde<br />

rol alır.<br />

Zeytinyağı, A, D, E <strong>ve</strong> K vitaminleri ihtiva ettiğinden<br />

çocuklar için vazgeçilmez besin kaynağıdır.<br />

Zeytinyağı ister soğuk, isterse de sıcak tüketilsin<br />

gastrit asitini azaltır. Safra kesesinin görevini tam<br />

olarak yapmasına <strong>ve</strong>sile olur <strong>ve</strong> yağlar içinde bağırsaklar<br />

tarafından en iyi emilen yağdır. Kandaki<br />

zararlı maddelerin süratle temizlenmesine <strong>ve</strong>sile<br />

olan bir yapıya sahip olduğundan, karaciğerin daha<br />

düzenli <strong>ve</strong> sağlıklı çalışmasına yardımcı olur. Rejim<br />

için zeytinyağı çok idealdir. Sarılıkta faydalıdır.<br />

Eczacılıkta bazı ilaçları hazırlamakta kullanılır. 16<br />

Zeytin aynı zamanda önemli bir panzehirdir.<br />

Dolayısıyla saçların dökülmesini önlemede tesirlidir.<br />

17 Bugün güzellik mütehassısları, tabiî <strong>ve</strong> asitsiz<br />

zeytinyağının saç diplerine sürüldüğünde saçların<br />

pırıl pırıl <strong>ve</strong> eskisinden daha kuv<strong>ve</strong>tli olmasına<br />

<strong>ve</strong>sile olduğunu söylemektedir. Sürülen yağ, cildi<br />

beslemektedir. Araştırmalar, bu yağın düzenli<br />

kullanılması hâlinde, derinin deformasyona uğramasının<br />

engellendiğini, zeytinyağında bulunan E<br />

vitamini sayesinde hücreden kemiklere, beyinden<br />

deriye kadar insan vücudunun yaşlanmaya karşı<br />

korunduğunu göstermiştir.<br />

Zeytinyağı, kanda bulunan zararlı kolesterol<br />

miktarının düşmesinde rol alır, bu da kalb krizi riskinin<br />

düşmesine <strong>ve</strong>sile olur. Batı ülkelerinde çok<br />

rağbet görmesinin en büyük sebebi kalb sağlığıdır.<br />

18 Zeytinyağı dışkıyı yumuşatarak müshil tesiri<br />

gösterir. 19 Ayrıca safra söktürücü tesirlere de sahiptir.<br />

Sabun sanayisinde geniş ölçekte kullanılır. 20<br />

4. Üzüm<br />

Üzüm, Kur’ân’da 11 defa geçmektedir: “Gökten<br />

su indiren O’dur. Sonra Biz onunla her çeşit bitkiyi<br />

çıkarırız. O bitkiden bir filiz, ondan da büyüyüp<br />

birbirinin üstüne binmiş taneler, başaklar çıkarırız.<br />

Hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm,<br />

zeytin <strong>ve</strong> nar bahçeleri yetiştiririz...” (En’âm, 99).<br />

Kur’ân’da üzümün zikredildiği âyetlerin bazıları da<br />

şunlardır: Bakara, 266; Ra’d, 4; Kehf, 32; Yâsîn, 34;<br />

Nahl, 11, 67; İsrâ, 91; Mü’minûn, 19; Nebe’, 32;<br />

Abese, 28.<br />

Üzümden, ilk ortaya çıkan filizlerinden, son<br />

hâline kadar faydalanılır. Filizinden ilk zamanlarda<br />

incecik yeşil iplikler çıkar ki, bunların ekşimtırak<br />

bir tadı vardır; bundan yemek yapmak da mümkün<br />

olur. Sonra koruk çıkar ki, bu da gerek hastalar<br />

<strong>ve</strong> gerek sağlamlar için hoş bir yiyecektir. Bundan,<br />

safra hastalarına faydalı şuruplar da yapılır.<br />

Yemeklere konacak ekşi de kaynatılır ki, bu, ekşili<br />

kaynatılmışların en lezzetlilerindendir. Tam üzüm<br />

olunca da yemişlerin en tatlısıdır. Yaş üzümü askıya<br />

asarak saklamak da mümkün olabilir. Ve bu<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 23


gerçekten biriktirilip saklanan yemişlerin en tatlısıdır.<br />

Üzümden, kuru üzüm, pekmez, pestil, sirke<br />

elde edilir.<br />

Üzümün çekirdeği de faydalıdır. Doktorlar<br />

bundan birtakım terkipler yaparlar ki, bunların zayıf<br />

mideler için çok büyük faydaları olur. (Doktorlar<br />

da üzüm çekirdeklerinin çiğneyip ezerek yemek şartıyla<br />

faydalarının çok büyük olduğunu beyan etmektedirler).<br />

Hâsılı üzüm “yemişlerin sultanı” denmesine değer<br />

bir mey<strong>ve</strong>dir. 21<br />

Üzüm, tıbbî faydaları çok kuv<strong>ve</strong>tli bir gıdadır.<br />

Üzüm ayrıca idrar artırıcı, yatıştırıcıdır; müshil tesiri<br />

de gösterir. Üzüm büyük bir enerji kaynağıdır.<br />

Araba için benzin ne ise insan hareketinde de enerji<br />

odur. Üzüm, kalorisi yüksek olan bir gıdadır. Bu<br />

cihetle üzüm insana canlılık, zindelik <strong>ve</strong>rir. Bedenî<br />

<strong>ve</strong> zihnî gücün artmasında tesirlidir. Kan yapımında<br />

rol alır. Vücutta biriken zararlı maddelerin dışarı<br />

atılmasına <strong>ve</strong>sile olur. Yüksek tansiyonun düşmesinde<br />

rol alır. Mide ülseri, gastrit, karaciğer hastalıkları,<br />

dalak hastalıkları, romatizma <strong>ve</strong> mafsal iltihabında<br />

faydalıdır. Kabızlığın giderilmesinde, kalbin<br />

kuv<strong>ve</strong>tlenmesinde, kanın temizlenmesinde tesirlidir.<br />

Hamilelerin mide bulantısını önlemeye <strong>ve</strong>siledir.<br />

Cilt temizliğini sağlar. Nekahet devresinin<br />

kolayca atlatılmasına yardımcı olur. Böbreklerdeki<br />

kum <strong>ve</strong> taşların düşürülmesine yardımcı olur. 22<br />

Üzümde C vitamini vardır. Bu vitamin, bir binanın<br />

yapıtaşları arasına konan harca benzetilmiştir.<br />

C vitamini eksikliklerinde eklemlerde küçük<br />

kanamalar olur. Bundan başka ciltte solgunluk,<br />

umumi dermansızlık, sinirlilik görülür. Üzümün<br />

yorgunluğa iyi gelmesi, kalorisinin yanı sıra, içindeki<br />

C vitaminindendir. Zindeliğe <strong>ve</strong>sile olan başka<br />

bir madde de üzümdeki A vitaminidir. Sinirliliğin<br />

giderilmesinde C vitamininin rolü vardır, bunun<br />

yanında üzümde bulunan B1 <strong>ve</strong> B6 vitamininin<br />

yanısıra kalsiyum <strong>ve</strong> fosforun da bu hususta tesirleri<br />

vardır. Üzüm yiyenlerde (vitaminler sayesinde)<br />

solgunluk olmayacaktır. Bunun yanında C vitamini<br />

sayesinde kanama odakları bulunmayacak, A <strong>ve</strong><br />

C vitaminleri sayesinde mikrobik hastalıklara <strong>ve</strong><br />

bunların vücutta yapacağı menfî görüntülere rastlanmayacaktır.<br />

23<br />

5. Nar<br />

Nar, Kur’ân’da üç yerde geçer: “Gökten su indiren<br />

O’dur. Sonra Biz onunla her çeşit bitkiyi<br />

çıkarırız. O bitkiden bir filiz, ondan da büyüyüp<br />

birbirinin üstüne binmiş taneler, başaklar çıkarırız.<br />

Hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm,<br />

zeytin <strong>ve</strong> nar bahçeleri yetiştiririz…” (En’âm, 99).<br />

Kur’ân’da nar ile ilgili diğer âyetler de şunlardır:<br />

En’âm, 141; Rahmân, 68.<br />

Nar hakkında Hz. Ali (k.v.) şöyle buyurmuşlardır:<br />

“Narı içindeki zarı ile beraber yiyiniz, çünkü<br />

mideyi temizler.” 24<br />

Nar mey<strong>ve</strong>si kabuğu, çiçekleri <strong>ve</strong> nar suyu kabız<br />

yapma özelliği sebebiyle ishale karşı kullanılır. 25<br />

Nar suyunun idrar arttırıcı <strong>ve</strong> vücuda <strong>ve</strong> kalbe kuv<strong>ve</strong>t<br />

<strong>ve</strong>rici tesirleri vardır. Zayıflara faydalıdır. Mide,<br />

bağırsak hastalığı olanlar, küçük çocuklar <strong>ve</strong> hamileler<br />

fazla kullanmamalıdır. 26<br />

6. Kiraz<br />

Kiraz, Kur’ân’da bir yerde geçer: “Ashab-ı yemin<br />

ki ne ashab-ı yemin! Ne mutludur onlar! Dalbastı<br />

kirazlar, 27 dolgun salkımlı muzlar, yayılmış<br />

gölgeler... Şırıl şırıl akan sular... Tükenmeyen, eksilmeyen,<br />

hiçbir surette esirgenmeyen birçok mey<strong>ve</strong>ler<br />

içindedirler.” (Vâkıa, 28-33).<br />

Kirazın mey<strong>ve</strong>si, mey<strong>ve</strong> sapları, çiçekleri <strong>ve</strong><br />

gövde kabuklarından faydalanılır. Mey<strong>ve</strong>ler gıda<br />

olarak tüketilmekte, diğer kısımlar ise kurutularak<br />

ilâç yapımına hazır hâle getirilmektedir. Kiraz<br />

sapları atılmamalı, kurutulup saklanmalı. Bunlar<br />

çay gibi demlendirilip içildiğinde, idrar söktürücü<br />

<strong>ve</strong> bedeni toksinlerden kurtarıcı tesire sahiptir.<br />

Mey<strong>ve</strong>lerde şekerler, elma <strong>ve</strong> limon asidi, A <strong>ve</strong> C<br />

vitaminleri, saplar <strong>ve</strong> gövde kabuklarında ise tanin<br />

ile potasyum tuzları vardır. Mey<strong>ve</strong>leri lezzetli bir<br />

gıdadır <strong>ve</strong> aynı zamanda idrar söktürür, böbreklerde<br />

biriken zararlı maddelerin atılmasına yardımcı<br />

olur. 28 Kanın temizlenmesine yardım eder, nıkris,<br />

romatizma, damar sertliği <strong>ve</strong> mafsal kireçlenmesinde<br />

faydalıdır. Karaciğer şişliğine iyi gelir; safra<br />

akışının normale dönmesine, sinirlerin kuv<strong>ve</strong>tlenmesine,<br />

vücut direncinin artmasına, sivilcelerin önlenmesine<br />

<strong>ve</strong> susuzluğun giderilmesine <strong>ve</strong>siledir.<br />

Ağaç kabukları ateş düşürücü <strong>ve</strong> kabız yapıcı bir<br />

tesire sahiptir. Çiçekleri, göğsün yumuşamasında<br />

<strong>ve</strong> öksürüğün giderilmesinde tesirlidir. Yaprakları<br />

müshildir. 29<br />

24 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


7. Muz<br />

Muz, Kur’ân’da sadece bir yerde geçer: “Ashab-ı<br />

yemin ki ne ashab-ı yemin! Ne mutludur onlar!<br />

Dalbastı kirazlar, dolgun salkımlı muzlar, yayılmış<br />

gölgeler... Şırıl şırıl akan sular... Tükenmeyen, eksilmeyen,<br />

hiçbir surette esirgenmeyen birçok mey<strong>ve</strong>ler<br />

içindedirler.” (Vâkıa, 28-33).<br />

Talh-i mendûd, mey<strong>ve</strong>si aşağıdan yukarı istifli,<br />

sıvama muz demektir. Talh, müfessirlerin çoğuna<br />

göre muz ağacıdır. Mendûd da “tarak gibi birbirinin<br />

üzerine dizilmiş” mânâsındadır. 30 Bazıları muz olmadığını<br />

söylemiştir. Bunun dünya muzuna benzer,<br />

mey<strong>ve</strong>si baldan tatlı bir ağaç olduğu zikredilmiştir.<br />

Daha başka türlü mânâ <strong>ve</strong>renler de vardır. 31<br />

Muz, vücudun ihtiyacı olan bütün maddeleri<br />

karşılar. Kemiklerin gelişmesine, nekâhet devresinin<br />

kısalmasına <strong>ve</strong>siledir. Sinir zaafiyeti <strong>ve</strong> yorgunluğun<br />

giderilmesinde bazı tesirleri vardır. Böbrek<br />

<strong>ve</strong> mafsal iltihabında, bağırsak hastalıklarında faydalıdır.<br />

Müzmin kabızlık çekenler fazla yememelidir.<br />

32 Muz olgunlaşınca içindeki nişasta şekere<br />

dönüşür <strong>ve</strong> diğer değerli maddelerle birlikte çabucak<br />

kana karışır. Olgun bir muz 1 saat 45 dakikada<br />

sindirilir. Muz, midede yeni koruyucu hücreler<br />

oluşmasına, ülserin ilerleyişinin durmasına <strong>ve</strong> iyileşmesine<br />

<strong>ve</strong>sile olur. 33<br />

Netice<br />

Kur’ân-ı Kerîm, çeşitli ilim <strong>ve</strong> bilgilerle dolu<br />

bir denizdir. Bu denizin incilerini elde etmek isteyen<br />

kimsenin, onun derinliklerine dalması gerekir.<br />

Şimdiye kadar ilim adamlarının yazdıklarının <strong>ve</strong><br />

kütüphanelerde bulunan, Allah’ın bu yüce kitabına<br />

hizmet maksadıyla meydana getirilen büyük <strong>ve</strong> nefis<br />

kitapların çok olmasına rağmen, Kur’ân, enteresan<br />

bilgilerle; inci <strong>ve</strong> mücevherlerle dolu olarak<br />

kalmakta <strong>ve</strong> zaman zaman bunları bize açmaktadır.<br />

O, akılları <strong>ve</strong> fikirleri hayrete düşürecek şeylerle,<br />

İlâhî nurlarla, kudsî feyizlerle, nuranî hediyelerle,<br />

insanlığı bedbaht hayattan <strong>ve</strong> onun yakıcı ateşinden<br />

kurtarmaya kefil olacak şeylerle doludur.<br />

Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

ifadesiyle; “Onda öncekilerin haberleri gibi,<br />

sonra geleceklerin de haberleri mevcuttur. Aranızda<br />

çıkacak meselelerin (ihtilafların) hükmü<br />

de vardır... Bir de onun bedî (orijinal) mânâları<br />

tükenmez, çok tekrarlanmakla eskimez...” 34 Yani<br />

o tükenmez bir hazinedir. Onun için her asırda<br />

Kur’ân’ın yüzlerce tefsirini yazan değerli âlimler,<br />

Kur’ân’ın değişik yönlerini ele alıp tefsir etmişler,<br />

Müslümanlar da bunlardan istifade etmişler<br />

<strong>ve</strong> etmektedirler. İnşâallah kıyamete kadar da<br />

“Bedî (orijinal) mânâları tükenmez.” hükmünce,<br />

Kur’ân’ın değişik yönleri ele alınıp tefsir edilecek,<br />

kapalı çok yönleri gün yüzüne peyderpey çıkacaktır.<br />

*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

dayduz@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Ac<strong>ve</strong> hurması; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

Medine’ye hicret ettikten sonra bizzat kendi eliyle dikerek<br />

yetiştirdiği bir hurma cinsinin adıdır. Rengi siyaha<br />

yakın, iri taneli, gayet güzel <strong>ve</strong> lezzetlidir. İbnü’l-Esîr, en-<br />

Nihâye, Ac<strong>ve</strong> md.<br />

2. Ayhan Yalçın, Şifalı Bitkiler Ansk., Geçit Kitabevi 1981, s.549.<br />

3. A.Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevî Ansk., Ankara 1994,<br />

s.323-326.<br />

4. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, (trcm. heyet), İst.,<br />

1990, 5, 24.<br />

5. İnci Beşoğlu, Aile Ansk., İst., 1977, 2, 609.<br />

6. Farika Teymur, Kur’ân <strong>ve</strong> Tıb’ta Hurma, Zafer dergisi,<br />

sayı 96, s.30-31.<br />

7. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, Tîn suresi tefsiri.<br />

8. Kemal Sümbül, Bilinmeyen Yönleriyle İncir, Sızıntı, sayı<br />

182, s.76-77.<br />

9. Adil Asımgil, Şifalı Bitkiler, İst, 1993, s. 126.<br />

10. A.R.Karabulut, a.g.e., 1, 346.<br />

11. Ayhan Yalçın, a.g.e., s.551.<br />

12. A. Asımgil, a.g.e., s.288-289.<br />

13. C.Kemal Sünbül, Zeytinyağı <strong>ve</strong> Kolesterol, Sızıntı, sayı<br />

141, s.404.<br />

14. Cumhur Erten, Sızıntı, Tabiatın Bağrında, sayı 36, s, 23-24.<br />

15. Der<strong>ve</strong>ze, İ., Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı,<br />

Yöneliş yay, İst., 1989. s.80.<br />

16. Akdeniz’den dünyaya yayılan sağlık <strong>ve</strong> lezzet: Zeytinyağı,<br />

Zaman, 12 Kasım 1995; A.Yalçın, a.g.e., s.610.<br />

17. İnci Beşoğlu, a.g.e., 2, 612.<br />

18. Zaman Gazetesi, 14 Ekim 1995, Zeytinyağı sağlık garantisi.<br />

19. A. Asımgil, a.g.e., s.288-289.<br />

20. Turhan Baytop, Farmakognozi Ders kitabı, İ.Ü. Eczacılık<br />

Fak. yay. 2, 229.<br />

21. H. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 3, 475.<br />

22. A.Yalçın, a.g.e., s.604; Hasan Günaydın, Kur’ân Işığında<br />

Faydalı Gıdalar <strong>ve</strong> Beslenme, İst. 1995, s.189.<br />

23. Polat Has, Peygamberimizden Günümüze Beslenme,<br />

Töv., yay., İzmir 1991, s.166-169.<br />

24. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 382; Mecmau’z-Zevâid, 5, 96.<br />

25. Turhan Baytop, a.g.e., 2, 208.<br />

26. Ayhan Yalçın, a.g.e., 582.<br />

27. Bu şekildeki meâl, Elmalılı’ya aittir.<br />

28. İlhan Yardımcı, Halk ilaçları <strong>ve</strong> şifalı bitkiler, s. 99.<br />

29. Adil Asımgil, a.g.e., s.163; Ayhan Yalçın, Şifalı Bitkiler<br />

Ansk. s. 567.<br />

30. İbn Kayyim Zâdu’l-Meâd, 5,61.<br />

31. H.Yazır, a.g.e., 7, 399.<br />

32. A.Yalçın, a.g.e., s.580; H.Günaydın, a.g.e., s.135.<br />

33. Polat Has, a.g.e., s.186.<br />

34. Tirmizî, Fedâlilü’l-Kur’ân, 14.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 25


YENi ÜMiT<br />

Arhan KARDAŞ*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Mukaddes Yolculuğun<br />

İkliminde<br />

Hac, müslümanlar arasında içtimâî birliği tesis <strong>ve</strong> tecelli ettiren öyle büyük <strong>ve</strong><br />

öyle şümullü bir İslâm şiârıdır ki, onun enginlik <strong>ve</strong> vüs’atini, küre-i arz üzerinde<br />

bir başka mekân <strong>ve</strong> bir başka cemaatte bulup göstermek mümkün değildir.<br />

Hakk’ın Kulu Da<strong>ve</strong>ti<br />

Hakk’a âşık olmuş her gönül, her gün kıblesine<br />

yönelerek Rabb’ine niyazda bulunduğu<br />

Allah’ın evine iştiyak duyar. E<strong>ve</strong><br />

hürmet, ev sahibine hürmettir. E<strong>ve</strong> iştiyak<br />

Hakk’a iştiyaktır. Bu iştiyakın kaynadığı, yerinde<br />

duramaz olduğu, köpürüp taştığı zaman Kâbe’nin<br />

sahibinden da<strong>ve</strong>t gelmiş demektir. Öyle bir da<strong>ve</strong>ttir<br />

ki, vaktini O’ndan başka kimse tayin edemez.<br />

Aynen doğum, ölüm, kıyamet gibi. Kul’un Allah<br />

demesi, Rabbin ‘Lebbeyk’ (Buyur Kulum!) demesinin<br />

tâ kendisidir. Bir de kulun dili ‘Lebbeyk’ demeye<br />

sevk edilmişse belli ki Rabbi ‘Gel’ demektedir.<br />

Kulun Ziyaret Hazırlığı<br />

Kul bir şekilde huzura varacaktır varmasına<br />

ama, sıradan bir misafire giderken bile hazırlık yapılır.<br />

Hakk’ın hâriçteki evini ziyarete giderken iç<br />

evi olan kalbini temizler. Küsleriyle barışır, dargınlarına<br />

selâm, hak sahiplerine hakkını <strong>ve</strong>rir, mânevî<br />

hakları için helâllik temenni eder, bu konuda ısrarcı<br />

olur <strong>ve</strong> bir nevi son yolculuğuna çıkarmış gibi çıkar.<br />

Sonra dünyevî rütbelerinden soyunur. Kendine<br />

mânevî rütbeler <strong>ve</strong>riyorsa onlardan da istifa eder.<br />

Sermayesini kaybetmiş, günahları yığın yığın olmuş,<br />

Hakk’ın merhametine en çok ihtiyacı olduğu<br />

bir hâlde ihrama girer. İhramın alâmeti iki parça<br />

bezdir. Ekseriya rengi beyazdır. Kefen misâl bir<br />

kumaştır, değeri azdır. Mahşeri dünyada yaşayanlar<br />

o bezi de yok sayarlar. Zihinden rafa koyarlar.<br />

Ölmeden ölürler, vakti henüz gelmeden mikate<br />

girerler. Varmadan Hakk’a ererler.<br />

26 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Hacc Niyeti <strong>ve</strong> Kulun İhrama Girmesi<br />

‘Hacc’ kasıt <strong>ve</strong> niyet demektir. Hacc can <strong>ve</strong> mal<br />

ile emektir. Başı, ortası, sonu niyazdır, dilektir. Bu<br />

sebeple onda unutmak mazeret olmaz. Hatırlamak<br />

mârifet olmaz. İhramı bürünenin yasağı artar. Kötü<br />

söz, kem göz, müstehcen kelâm, beden ile haşir neşir<br />

olmak, cedelleşmek, cidalleşmek yasak olmakla<br />

kalmaz cinayet olur. Yaprak, dal, ot koparmak, vahşi<br />

evcil hayvan öldürmek, avlanmak, koku sürünmek<br />

gibi şeyler de yasak olur. Kul bir kere daha anlar ki<br />

Allah’ın mahremi olmak için ‘ihram’ şarttır. Kimi<br />

kullar akarsular gibi dağlardan tepelerden kara vasıtalarıyla<br />

akın ederek, kimisi de turna katarlarını<br />

andıran <strong>ve</strong> gökten gelen cennet kuşları gibi uçaklardan<br />

süzülerek Allah’ın haremine dâhil olurlar.<br />

Hakk’ın Misafirliği <strong>ve</strong> Beytin Huzuru<br />

Kulların her biri ev sahibinin da<strong>ve</strong>tli konuklarıdır.<br />

Aynen dünya misafirhanesinde konuk oldukları<br />

gibi. Birazdan beklenen an gerçekleşecek, kul<br />

kalbinin kılıfıyla karşı karşıya gelecektir. İşte o ân,<br />

nefesler tutulur, gözler yaşarır, bir mazruf olarak<br />

kalb aradığı zarfını, kılıfını bulmak heyecanından<br />

pıt pıt atmaktadır. Nasıl ki kılıç kınına girdiğinde<br />

sükûn bulur, aynen öyle de kalb Kâbe’de bir sükun,<br />

bir sekine, bir emniyet hisseder. Beytullahla gözler<br />

buluştuğunda, heyecandan kelime sarf etmek kolay<br />

olmaz. Kul, içinden ‘Allah’ım şimdi <strong>ve</strong> bundan<br />

sonraki dualarımı kabul et.’ duasını yapı<strong>ve</strong>rir. Ve bir<br />

küp siyahın bütün aydınlığı nasıl bünyesinde topladığına<br />

hayret eder. Akıl bu hayranlıkla sarhoş iken<br />

kalbi, dünyanın başka hiçbir yerinde hissetmediği<br />

bir emniyeti hisseder. ‘Her kim ona dâhil olursa<br />

emin olur.’ âyetinin sırrını keşfeder. Ruh ise kendini<br />

gurbette hissetmez. Harem’in hiçbir unsuru<br />

ona yabancı gelmez. O vakit anlar ki dünyadaki aslı<br />

buradan gelmiştir. Burası onun gerçek vatanıdır.<br />

Kâbe’nin Kapısı Nurla Dolmuş Yapısı<br />

Küp şeklindeki bu yapının aslı dikdörtgen olsa<br />

gerektir. Kureyş bir tamir esnasında ebadını kısaltıp<br />

kübe çevirmiş, Hicr-i İsmail’i dışarda bırakmış.<br />

Bundan olsa gerektir Hz. Nur Efendimiz Rükn-i<br />

Yemânî köşesini <strong>ve</strong> Hacerü’l-Es<strong>ve</strong>d’i selâmlamış<br />

diğer köşelerine selâm <strong>ve</strong>rmeden geçmiştir. Zira<br />

gerçek köşeler ortadan kaldırılmış. Ayrıca kapısı da<br />

zemine bitişikken kadim Araplar herkes giremesin<br />

diye yükseltmişler.<br />

Hakk’ın Yere Uzanmış Eli: Hacer-i Es<strong>ve</strong>d<br />

Efendimiz bir kutlu beyanında: ‘Hacer Allah’ın<br />

yeryüzündeki sağ elidir.’ buyurmuştur. Hakk’ın eli<br />

her şeyin üstündedir, Hacer’le temsil edilmektedir.<br />

Beytini tavaf ederken o el tutulur, selâmlanır. Tavaf<br />

kıyamsız, rükûsuz, secdesiz kılınan bir nevi namazdır.<br />

Beytullah’ın etrafında dönülen her bir şavt<br />

bir rekât gibidir. Her bir şavt Haceri selâmlamakla<br />

başladığına göre bir nevi tekbir alınmış demektir.<br />

Haceri selâmlarken ‘Bismillahi Allahu Ekber’ demek<br />

ne kadar da anlamlıdır. Bu selâm aynı zaman-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 27


da da ‘Ey taş! Sana yönelerek selâm <strong>ve</strong>riyorum fakat<br />

biliyorum ki Allah her şeyden uludur.’ demektir.<br />

Hacer’in <strong>ve</strong> Kâbe’nin hâli melekler karşısında<br />

Âdem’in hâline benzer. Hak Teâlâ öp demiştir,<br />

öpülmüştür, namazda yüzünüzü Kâbe’ye çevirin<br />

ferman etmiştir, uyulmuştur. Makam-ı İbrahim<br />

için de durum farklı değildir. Hepsi mahlûktur <strong>ve</strong><br />

değerlerini Allah’ın gözdesi olmaktan almışlardır.<br />

Tavafın İkliminde<br />

Tavafın zâhiri tıklım tıklımdır, bâtını büyülü<br />

bir iklimdir. Ak urbalar içersinde kara nur’un etrafında<br />

dönülür, tâ zeminden Beytü’l-Ma’mur görünür.<br />

Kul İbrahim’in ayak izinden yürür, huzura<br />

gelir, Musa’nın izinde İsa’yı bulur, Muhammed’in<br />

eserine yüzünü sürer. Bu dört güzel dahi Hacc’a<br />

gelmiştir. Bunlar gibi nice Hakk’ın elçisi, elçisi olmayan<br />

nice yolcusu tavafta ondan ev<strong>ve</strong>l tekbir getirmiş,<br />

ümmetini Hak katına götürmüştür. Bu ulular<br />

kervanında küçük kul, kendi küçüklüğünü bilir,<br />

bunları afvına <strong>ve</strong>sile kılar. Efendiler Efendisi’nin<br />

harfi harfine duaları okunur. Huzurda, yanlış sözden<br />

<strong>ve</strong> gafletten sakınır.<br />

Tavafın ikliminde en az istifade eden kulun hissiyatı<br />

budur. Kim bilir diğerleri daha ne derinlikleri,<br />

daha ne lütf u rahmeti hakkalyakin hisseder. O<br />

mahşerî kalabalık içinde damla gibi görünen nice<br />

derya saklıdır. Bunu hisseden her kul bir başka<br />

kardeşinden dua diler. Zîrâ viraneler içinde nice<br />

hazineler gizlidir. Kimi zaman hiç tanımadığı bir<br />

kardeşinin koluna girer, duasına amin der. Kimi<br />

zaman içten içe yakarır, yanıp biter kül olur. Kimi<br />

zaman ayakları yerden kesilmiş gibi bir başka huzur<br />

hisseder.<br />

Yeryüzünün rahmindeki bu göbek bağından<br />

ruhuna akıp gelen gıdalarla tagaddi eder. Ve bilir ki<br />

bu bağın ucu Sonsuz Rahmet’e bağlanmıştır.<br />

Safa’dan Mer<strong>ve</strong>’ye Yol Gizli Gizli<br />

“Safa” tepesi bir cihetle ‘safiyyullah ’ olan Âdem<br />

atamızı, ‘Mer<strong>ve</strong>’ tepesi de ilk kadın olan Havva<br />

Ana’mızı temsil ediyorsa şayet, sa’y’in (Safa <strong>ve</strong><br />

Mer<strong>ve</strong> arasında 7 kez gidip gelme) manası bir başka<br />

derinlik kazanır. Kul, erkek olsun kadın olsun<br />

Allah yolunda sa’yeden koşturan, çalışıp didinenin<br />

emeğinin boşa gitmeyeceğini bilir. Nitekim bu iki<br />

tepe arasında Hacer Ana’mız 7 kez koşturduktan<br />

sonra kıyamete kadar tükenmeyecek bir hazineye<br />

‘zemzem’e kavuşmuştur. Hak Tealâ ihlâs <strong>ve</strong> samimiyetle<br />

yapılan hiçbir duayı asla boşa çıkarmayacağını<br />

bir kez daha ifade etmiş fakat kavlî duanın fiilî<br />

dualarla desteklenerek koşuşturulması gerektiğini<br />

vurgulamıştır. E<strong>ve</strong>t, âb-ı hayat fışkıracaktır fakat<br />

terlemek lâzımdır. İşte bu iki kutlu tepe arasındaki<br />

sa’y bütün insanlığın emekleme <strong>ve</strong> çabalamasını<br />

temsil eder. Allah’ın sembollerinden bir sembol,<br />

şiarlarından bir şiardır.<br />

Ve Beklenen Mikat ‘Arafat’…<br />

Hacc’ın zir<strong>ve</strong> noktası insanlığın tevbegâhı olan<br />

Arafat’tır. Zaten Hac’dan kasıt tevbe <strong>ve</strong> mağfirettir,<br />

işte onun mekânı burasıdır. Bu sebeple Efendimiz:<br />

Hac, Arafat’tır, buyurmuştur. Allahu a’lem,<br />

Âdem’in mayası buradan alınmış, işlenen günahtan<br />

burada arınmıştır. Bir nice ayrılıktan sonra Havva<br />

anamıza da burada kavuşmuştur. Hakk’ın ata <strong>ve</strong><br />

anayı af<strong>ve</strong>ttiği mekâna evlâtlarını da<strong>ve</strong>t etmesi ne<br />

mânidardır. Hak Tealâ, arınma <strong>ve</strong> temizlenmek<br />

için insanlara fırsat sunmaktadır. Bu cihetle Arafat,<br />

rahmetin enginliğinin olabildiğince hissedildiği<br />

yerdir. Öyle ya imanı <strong>ve</strong> imkânı olan her insana bu<br />

Hac farzdır. Kullar gâh Âdem <strong>ve</strong> Havva’nın (a.s),<br />

gâh sulbünden gelen masum peygamberlerin ağızlarıyla<br />

Hakk’a yalvarırlar. Tabiatlarındaki kötülük<br />

eğilimini, kudretlerinin aczini, zenginliklerinin<br />

fakirliğini itiraf ederler. Cebel-i Rahmet (Rahmet<br />

Dağı) eteklerinde Allah’ın dağ gibi rahmeti karşısında<br />

günahlarının nasıl da küçülüp kaybolduğuna<br />

şahit olur, şükür <strong>ve</strong> hamd ile secdeye kapanırlar.<br />

Bugün yalvarmak, yakarmak, tazarru, niyaz esastır.<br />

Rab ile baş başa kalmak, ferden ferda huzurda bulunmak<br />

esastır. Nasıl olmasın ki, Kâinatın Ser<strong>ve</strong>ri,<br />

Arafat’ta öğle <strong>ve</strong> ikindi namazını birleştirmiş ta<br />

Müzdelife’de gecenin koynuna dek yatsı <strong>ve</strong> akşam<br />

namazlarını cem edeceği ana kadar dua dua yalvarmıştır.<br />

Arafat’ı idrak eden her kul, hayalinde Efendimiz<br />

Hz. Muhammed’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

kıyamete kadar okunacak hutbesini canlandırır.<br />

Ashabına <strong>ve</strong>da ettiği, her beyanı bir sehl-i mümteni<br />

olan hutbesindeki vasiyetleri hatırlar. Hayaliyle<br />

o zamana gider <strong>ve</strong> huzurunda huşu ile sanki yeni<br />

irad oluyormuş gibi o hutbeyi dinler. Emirlerini<br />

gönlüne nakşeder.<br />

Müzdelife <strong>ve</strong> Cemerat<br />

Akşam vakti Müzdelife’ye vardığında rahatlamıştır.<br />

Hacc’ın en önemli rüknünü yapmış, şayet<br />

Hak tevbe <strong>ve</strong> istiğfarını kabul etmişse affolunmuştur.<br />

Ne var ki hayat devam etmektedir <strong>ve</strong> son nefese<br />

kadar hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel <strong>ve</strong><br />

çirkin, iman <strong>ve</strong> küfür, günah <strong>ve</strong> sevap arasındaki bu<br />

mücadelesi devam edecektir. Bütün bu mânilere<br />

karşı yalnızca nefsini taşlaması yetmez, bir de onu<br />

tetikleyen <strong>ve</strong> kaderin üstüne musallat ettiği kadim<br />

düşmanı vardır: Şeytan. Nitekim ana <strong>ve</strong> atası<br />

28 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Cennet’ten kovulduklarında, Hak hem Âdem hem<br />

Havva hem de İblis’e hitaben ‘Birbirinize düşman<br />

olarak yeryüzüne inin!’ emretmiştir. Âdem<br />

<strong>ve</strong> Havva’nın düşmanlıkları Arafat’ta sona erse de<br />

ortak düşmanları İblis’in nefret <strong>ve</strong> husumeti bütün<br />

dessaslığıyla ortada durmaktadır. İşte İblis <strong>ve</strong> bütün<br />

a<strong>ve</strong>nesine karşı sembolik mücadelenin <strong>ve</strong>rileceği<br />

yerdir Cemerat.<br />

Şeytan taşlanacak taşlanmasına fakat ona darbeyi<br />

vuracak taş hangi taş? İlk taşlar büyük şeytana<br />

yani İblis’e atılacak. Hz. Muhammed (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bu taşları Müzdelife’de toplamıştır.<br />

Müzdelife’nin taşında bir alâmet var. Kâinat’ın doğduğu<br />

senede gerçekleşen Kâbe’nin Ebrehe tarafından<br />

yıkılmak istenmesi… Üşenmeyip bin kilometreden<br />

filler getiren Ebrehe’nin ordusunu Ebabil<br />

kuşlarının gagasındaki küçük taşlar helâk etmiştir.<br />

‘Siccil’ denen o taşlar, toprağın taşlanmış hâlini ifade<br />

eder. Müzdelife ‘Siccil’in atıldığı, fillerin parça<br />

parça oldukları <strong>ve</strong> Ebrehe ordusunun hezimetle<br />

dağıldığı mekândır. O fındıktan küçük nohuttan<br />

büyük o semavi taşlar şimdi de şeytana atılacaktır.<br />

Kul bununla idrak eder ki, Allah’ın düşmanı ancak<br />

Allah’ın silahıyla mağlup edilebilir. Sembolik<br />

şeytanları taşlarken de ‘Sen atmadın, attığında gerçek<br />

atan Allah idi’ âyetinin sırrı ona malum olur.<br />

İnsanlığın Diyeti Kurban<br />

Nihayet şükür kurbanını keser. Kurban<br />

İsmail’in (a.s) Allah katındaki diyeti olduğu gibi,<br />

bütün insanlığın da kesilip kurban edilmesinin<br />

diyetidir. İnsan bedenini kurban etmek ebediyen<br />

yasaklanmıştır. Hacc’ın kurban menasiki insana<br />

çevreye ait sorumluluğunu bir kere daha hatırlatır.<br />

Bir sineğin, bir ağacın bir koyun kadar, insana ait<br />

bir hatanın bir sığırın ya da de<strong>ve</strong>nin hayatına mal<br />

olacak kadar neticeleri olduğunu bildirir. Bütün<br />

bu hatalara ‘cinayet’ ismi <strong>ve</strong>rmekle, hayvan, bitki<br />

<strong>ve</strong> çevreye karşı kayıtsızlığın ne demek olduğunu<br />

ifade eder. Her ihmal <strong>ve</strong> hatanın bir maliyeti olduğunu<br />

fakat çözümsüz olmadığını da vurgular.<br />

Traş, İhram’dan Çıkış <strong>ve</strong> İfâza Tavafı<br />

En mühim menasik bitmiş sıra ihramdan çıkmaya<br />

gelmiştir. Helâllerin haram olduğu hâlden<br />

çıkarken kul başını Allah’a doğru uzatır. Saçları<br />

tam tekmil traş olurken: ‘Allah’ım, bu benim alnımdır,<br />

senin rızan için yaptığım Hacc’ımı kabul<br />

et <strong>ve</strong> günahlarımı affet!’ der. Başını usturaya uzatmakla<br />

Allah’a olan inkıyadını ifade eder. Saçları bir<br />

bir düşerken ‘saçları sayısınca günahlarının affolmasını’<br />

talep eder.<br />

Nihayet diyeti ödenmiş <strong>ve</strong> başı Hakk’a feda<br />

olan kullar olarak Allah’ın Harem’ine girer. Şimdi<br />

ihramsız tavaf edecektir. Zîrâ artık mahrem olmuştur.<br />

Hacc’ın üç büyük rüknünden olan bu son<br />

tavafa ‘ziyaret’ ya da ‘ifâza tavafı’ denir. Mina’dan<br />

tekbirlerle akıp gelen milyonların gönül kapları taşarak<br />

icra ettikleri tavaftır bu. Bu tavafın akabinde<br />

bir koşuşturma olan ‘sa’y’ yapılacaktır. Bütün bunlar<br />

bittiğinde nihayet bunu ‘<strong>ve</strong>da tavafı’ takip edecek<br />

bununla Beytullah’a <strong>ve</strong>da edilecektir.<br />

Mukaddes Veda<br />

Hac bir kasıttır <strong>ve</strong> nüsükü (yapılması gereken<br />

ibadetleri) çoktur. Hepsini yerli yerince, eksiksiz<br />

<strong>ve</strong> tam zamanında yapmak herkese nasip olmaz.<br />

O yüzden telâfi adına cinayet kurbanları<br />

imdadımıza yetişir. Hem İnsanlığın Efendisi Hz.<br />

Muhammed’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) huzuruna<br />

gelip erken taş atan, geç kurban kesen nice insanlar<br />

gelip menasikten sormuşlardır. Arafat’tan sonra<br />

sorulan bu sorulara istisnasız ‘yap, bir beis yoktur’<br />

diye cevap <strong>ve</strong>rmiştir. O’nun bu tavrı –Allahu a’lem-<br />

Arafat’ta insanların affolduğuna işaret eder. Kul bu<br />

mukaddes beldelerin asıl vatanı olduğunu bir kez<br />

daha hisseder. Zira kişinin vatanı affolduğu yerdir.<br />

Bu nedenle olsa gerek, mukaddes yolcu vatan<br />

bildiği beldelere dönünce kendini gurbette hisseder.<br />

Başlangıçta aklına zaid görünen tekrar tekrar<br />

hacca gitme arzusunu kalbi tashih eder. Çünkü artık<br />

her yıl gitmek istemektedir.<br />

Büyük müceddit, Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzali<br />

‘Hacc’ın Esrarı’ adlı kitabında der ki: ‘Hacc’ın<br />

her menasikinde aklîlik aramamak lâzımdır. Hac,<br />

aklın da Allah’a itaatini ifade eder.’ Bu görüşe şaşırmamak<br />

elde değildir. Zîrâ Hacılar yapılan ibadetlerde<br />

hiçbir gayr-i mâkullük görmezler. Hazretin<br />

bu görüşünü ibadetin ‘taabbüdî’ oluşu şeklinde anlamak<br />

en doğrusu olsa gerektir.<br />

Hac farizasının içinden sayılmayan fakat<br />

Müslüman’ın kendisine hem fert hem de toplum<br />

olarak borçlu olduğu Efendiler Efendisi’ni ziyaret<br />

vardır. Hac boyunca kendisi adım adım takip<br />

edilmeye çalışan Kâinatın Ser<strong>ve</strong>ri’ni görmeden<br />

dönmek olacak şey değildir. Fakat O’nun ziyareti,<br />

O’nun köyü başlı başına bir iklimdir. Kâbe gibi<br />

O’nun iklimine girmeden anlaşılacak gibi de değildir…<br />

* Araştırmacı-Yazar<br />

arhan.kardas@yeniumit.com.tr<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 29


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Hz. Peygamber’in<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

EVRENSEL RAHMET OLUŞU<br />

O, Allah’ın insanlığa mücessem bir rahmet hediyesiydi <strong>ve</strong> en son rehberiydi,<br />

Kur’ân’ın âyetleri bunun delili, O’nun siyer-i seniyyesi de<br />

bunun apaçık bir burhanıdır.<br />

Yüce Allah, mesajını insanlara tebliğ edip açıklayacak<br />

<strong>ve</strong> insanları hak yola çağıracak peygamberler<br />

göndermiştir. Gönderilen peygamberlerin<br />

ilki Hz. Âdem, sonuncusu ise Hz.<br />

Muhammed’dir (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem). Bütün<br />

peygamberlerde bulunması gereken ortak özellikler<br />

vardır. Kur’ân, bu özellikleri çeşitli âyetlerde<br />

zikretmekte, son peygamber Hz. Muhammed’i<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) çeşitli özellikleriyle<br />

bize tanıtmaktadır. O özelliklerden biri de onun<br />

âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olmasıdır.<br />

Bu yazıda Hz. Muhammed’in (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong> sellem) evrensel rahmet oluşu açıklanmaya çalışılacaktır.<br />

Önce Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet<br />

olarak gönderilmesini Enbiya Sûresi’nin 107.<br />

âyeti ışığında izah edip daha sonra Siyer-i Nebi'den<br />

O’nun rahmet <strong>ve</strong> merhametine örnekler <strong>ve</strong>receğiz.<br />

Sevgili Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

bu konudaki hadîs-i şerîflerini de göz önünde bulundurarak<br />

izah etmeye çalışacağız.<br />

Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Evrensel<br />

Bir Rahmettir<br />

“(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet<br />

olarak gönderdik.”(Enbiya, 21/107.)<br />

Bu âyette geçen iki önemli kavram vardır. Bu<br />

kavramlardan birincisi, rahmet, ikincisi ise, âlem<br />

kavramıdır. Âyete mânâ <strong>ve</strong>rmeden önce bu iki<br />

kavramı açıklamamız yerinde olur kanaatindeyiz.<br />

Rahmet; “incelik, acıma, şefkat etme, merhamet<br />

etme, affetme <strong>ve</strong> mağfiret” mânâlarına gelmektedir.<br />

(İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, XII, 230.) Âlem<br />

ise; “duyu <strong>ve</strong> akıl yoluyla kavranabilen <strong>ve</strong>ya mevcudiyeti<br />

düşünülebilen, Allah’ın dışındaki varlık <strong>ve</strong><br />

olayların tamamı”nı ifade eder. Bu açıklamalardan<br />

sonra âyetin mânâsını şöyle ifade edebiliriz: Allah,<br />

insanlara merhametinden dolayı onları hurafelerden,<br />

kötü huylardan kurtarmak <strong>ve</strong> doğru yola yöneltmek<br />

için Hz. Muhammed’i (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem) âlemlere rahmet olarak göndermiştir.<br />

30 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Bu âyette geçen “âlemîn” kelimesiyle bütün<br />

yaratıklar kastedilmektedir. 1 Yani Sevgili Peygamberimiz<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bütün varlık için<br />

bir rahmet <strong>ve</strong>silesidir. “Âlemler”den maksadın,<br />

Resulüllah’ın, kendilerine peygamber olarak gönderildiği<br />

bütün insanlar mı yoksa sadece mü minler<br />

mi olduğu hakkında farklı görüşler zikredilmiştir.<br />

Abdullah b. Abbas’tan nakledilen bir görüşe göre<br />

buradaki âlemlerden maksat; Resulüllah’ın (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) kendilerine peygamber olarak<br />

gönderildiği bütün varlık lardır. Bunların mümin<br />

<strong>ve</strong>ya kâfir olmaları fark etmez.<br />

Bu âyetteki rahmet kelimesinin cümledeki konumu<br />

hakkında de ğişik kanaatler ileri sürülmüştür.<br />

Bu kanaatlerden biri bu kelimenin cümlede “hâl”<br />

oluşudur ki bu takdirde âyetin mânâsı “Biz, seni<br />

ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” şeklinde<br />

olur. 2 Diğer bir yaklaşıma göre de rahmet kelimesi<br />

“ersele” fiilinin “mef’ûlün leh”i olmaktadır ki bu<br />

takdirde de mânâ: “Biz, seni ancak âlemlere merhametimizden<br />

dolayı gönder dik.” şeklinde olur. 3 Biz<br />

de bu ikinci mânâyı tercih ederek yorumumuzu<br />

ya pacağız. Yüce Allah, doğru yoldan çıkıp inkâra,<br />

şirke düşmelerinden dolayı insanlara merhamet<br />

etmek istemiştir. İşte o merhametten dolayı Hz.<br />

Peygamber’i (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) göndermiştir.<br />

Başka bir ifade ile Hz. Peygamber, Allah Teâlâ’nın<br />

insanlara olan merhametinin bir tezahü rüdür.<br />

Yağmur nasıl bir rahmet olarak yeryüzünün hayat<br />

bulmasına <strong>ve</strong>sile oluyor ise, Sevgili Peygamberimiz<br />

Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) de<br />

insanlığın mânen hayat bulmasına <strong>ve</strong>sile olmuştur<br />

<strong>ve</strong> kıyamete kadar da olmaya devam edecektir. İnsanlık<br />

onun sayesinde içine düşmüş olduğu küfür<br />

<strong>ve</strong> dalâletin o korkunç girdabından kurtulmuş, hakikati<br />

görmüş <strong>ve</strong> imanla müşerref olmuştur. Kendi<br />

öz kız çocuklarını bile diri diri toprağa gömebilecek<br />

kadar vahşileşip insanlık sınırından çıkmış olan<br />

toplumlar onun neşretmiş olduğu nur sayesinde<br />

insan-ı kâmil olma yoluna girmiştir. İşte bu yönüyle<br />

o, bütün insanlık için başlı başına bir rahmettir.<br />

O getirdiği dinî <strong>ve</strong> ah lâkî prensipler sebebiyle<br />

insanlık için bir rahmet olmuştur. Nitekim kendisi<br />

de bir hadisinde “Ben bir rahmet <strong>ve</strong> hidayet<br />

rehberiyim.”(Dârimî, Mukaddime, 3.) buyurmuş.<br />

Müşriklere beddua etmesini teklif edenlere, “Ben<br />

lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim.”<br />

diye cevap <strong>ve</strong>rmiştir. 3<br />

Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) evrensel<br />

rahmet oluşunu farklı başlıklar altında incelemek<br />

istiyoruz:<br />

1- Müminlere Merhameti<br />

Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) temsil<br />

ettiği rahmetten öncelikle müminler istifade etmiştir.<br />

Çünkü O, müminlere karşı rauf <strong>ve</strong> rahîmdir.<br />

“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir Peygamber<br />

gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok<br />

ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı<br />

da çok şefkatli <strong>ve</strong> merhametlidir.”(Tevbe, 9/128.)<br />

Bu âyet, Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

Müminlere olan şefkat <strong>ve</strong> ilgisini, onlar için nasıl<br />

endişelendiğini, kendisine inananların sıkıntılarına<br />

tahammül edemediğini, bunların kendisine çok<br />

ağır geldiğini, müminlere olan şefkat <strong>ve</strong> merhametini<br />

çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.<br />

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

ümmetine öyle düşkündür ki, ümmetinin dünya<br />

<strong>ve</strong> ahirette sıkıntıya düşmesi onu çok üzerdi. O’nu<br />

en çok düşündürüp üzen de ümmetinden cehennem<br />

azabına düşecek olanların halidir. Ümmetinin<br />

Cehennem azabına düşmemesi için onları her konuda<br />

uyarmış <strong>ve</strong> ikaz etmiştir. Bizleri bir baba şefkatiyle<br />

iyilik <strong>ve</strong> güzelliklere yönlendirmiştir. Nitekim<br />

bir hadîs-i şerîflerinde “Hiç şüphesiz ben size<br />

bir babanın evlâdına olan durumu gibiyim.”(Ebu<br />

Davud, Taharet, 4.) buyurmuştur.<br />

Görüldüğü gibi Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem), ümmetine şefkat <strong>ve</strong> merhameti bir babanın<br />

evlâdına olan şefkat <strong>ve</strong> merhameti gibidir. Onun<br />

rahmeti sadece kendi zamanında yaşayan müminlere<br />

yönelik değildir. Kıyamete kadar gelecek olan<br />

bütün ümmetini kapsamaktadır. Onun ümmetine<br />

düşkünlüğü her gece sabahlara kadar ümmeti<br />

için dualarla Rabb’ine yakarmasına sebep olurdu.<br />

Nitekim bir gün ellerini kaldırmış: “Allah’ım,<br />

ümmetimi koru, ümmetime acı!” diyerek ağlayarak<br />

dua ederken, Yüce Allah, Cebrail’e: “Ey<br />

Cebrail! Git Muhammed’e niçin ağladığını sor!”<br />

buyurur. Cebrail, geldiğinde Efendimiz ümmeti<br />

için ağladığını söyler. Cebrail, Allah’ın huzuruna<br />

döner <strong>ve</strong> durumu anlatır. Yüce Allah buyurur<br />

ki: “Ey Cebrail! Muhammed’e git <strong>ve</strong> şunu söyle:<br />

Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz, asla<br />

üzmeyeceğiz.”(Müslim, İman, 346.)<br />

Resulullah’ın (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) müminler<br />

için bir rahmet olması hem dînî, hem de<br />

dünyevî yöndendir. Dînî yönden rahmet olması:<br />

Hz. Peygamber, insanlar câhiliye dediğimiz karanlık<br />

bir devirde, dalâlet içerisindeyken <strong>ve</strong> aynı zamanda<br />

Ehl-i Kitab’ın da, kendi kitaplarında ihtilâfa<br />

düştükleri bir dönemde gönderilmiştir. Böylece<br />

Allah onu, gerçeği aramaya <strong>ve</strong> kurtuluş ile mükâfatı<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 31


kazanmaya hiçbir yolun bulunmadığı bir zamanda<br />

göndermiş, onunla insanlara, hidayete giden yolları<br />

göstermiştir. Dünyevî bakımdan rahmet olması ise<br />

şöyledir: İnsanlık O’nun sayesinde pek çok zilletten,<br />

harpten, kargaşadan kurtulmuş, gerçek sulha<br />

<strong>ve</strong> huzura kavuşmuştur. 4<br />

Müminler, O’na iman etmek, O’nu sevip örnek<br />

edinmek, O’nun insanlığa getirmiş olduğu evrensel<br />

prensipleri hayatlarında tatbik etmekle hem<br />

dünya hem de ahiret mutluluğuna nail olmuşlardır.<br />

2- Kadınlara Merhameti<br />

İslâm’dan önce kadınlar çok perişan hâldeydiler.<br />

Kadının ne ailede ne de toplumda hiçbir hakkı<br />

yoktu. Kadınlar âdeta alınıp satılan bir mal durumundaydı.<br />

Hattâ İslâm’dan önce insanlar, kadın<br />

nedir? Bir ruhu var mıdır, yok mudur diye tartışmaktaydılar.<br />

Kadın, toplumda daima hor görülen<br />

<strong>ve</strong> aşağılanan bir yaratık olarak değerlendiriliyordu.<br />

Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Kadınlar<br />

şefkat <strong>ve</strong> merhamete muhtaçtılar.<br />

Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

bütün insanlığı kuşatan şefkat <strong>ve</strong> merhameti kısa<br />

zamanda kadınlar üzerinde de görülmeye başladı.<br />

Onları insanların ayakları altında ezilmekten kurtararak<br />

o kadar yüceltmiştir ki, “Cennet anaların<br />

ayakları altındadır.”(Nesâî, Cihâd, 12.) buyurarak,<br />

cennete girmeyi annelerin rızalarıyla eş tutmuştur.<br />

Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ailesini çok se<strong>ve</strong>r,<br />

eşlerine şefkat <strong>ve</strong> merhametle muamele ederdi.<br />

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

erkeğin kadına iyi davranması gerektiği hususunda<br />

ümmetine şu tavsiyelerde bulunurdu:<br />

“Size hanımlarınıza iyi davranmanızı tavsiye<br />

ediyorum.”(Tirmizî, Rada, 11; İbn Mace, Nikâh, 3.)<br />

“En hayırlınız hanımlarına karşı iyi davrananınızdır.”(Canan,<br />

İbrahim, Hadis Ansk, XVII, 212.)<br />

“Müminlerin iman bakımından en mükemmeli<br />

ahlâkı en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlara karşı<br />

hayırlı olanınızdır.”(Tirmizî, Rada, 11; Ebu Davud,<br />

Sünen, 14.)<br />

“Sizden biriniz hanımına karşı kin beslemesin,<br />

onun bir huyunu beğenmezse bir başka huyunu<br />

beğenir.”(Tirmizî, Rada, 61.) İşte bu hadîslerde Hz.<br />

Peygamber (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), kadınlara anlayışlı<br />

davranmayı tavsiye etmektedir.<br />

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) zaman<br />

zaman ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu.<br />

Koyunları sağması, ev süpürmesi, elbisesini <strong>ve</strong><br />

ayakkabılarını tamir etmesi, de<strong>ve</strong>yi yemlemesi, çocuklarla<br />

ilgilenip ihtiyaçlarını görmesi, hep onun<br />

bu merhamet <strong>ve</strong> şefkatinin neticesi değil midir?<br />

Efendimiz yemek ayırımı yapmazdı. E<strong>ve</strong> geldiğinde<br />

eşi ne yemek hazırlamışsa oturur yer <strong>ve</strong><br />

Allah’a hamdederdi.<br />

3- Yetimlere Merhameti<br />

Yetim, küçük yaşta babasını kaybeden kişidir.<br />

Dolayısıyla küçük yaşlarda anne-babasını kaybeden<br />

çocuklar, sevmeye, sevilmeye, merhamete, bakıma,<br />

gü<strong>ve</strong>ne, nasihate <strong>ve</strong> eğitilmeye muhtaçtırlar.<br />

Yetimler, ana-babasızlığın doğurduğu duygusal eksikliği,<br />

maddi yoksulluktan daha fazla hissederler.<br />

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

kendisi küçük yaşta yetim kaldığı için yetimlerin<br />

hâlini çok iyi anlar <strong>ve</strong> yetimlere daima şefkat <strong>ve</strong><br />

merhametle davrandığı gibi Müslümanlara da yetimler<br />

hakkında şefkat <strong>ve</strong> merhametle davranmayı<br />

emrederdi.<br />

Yetimlerin sadece başını okşamak bile, çok büyük<br />

bir sevap <strong>ve</strong> Cennet müjdesidir. Efendimiz<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bu sevabı şöyle ifade buyururlar:<br />

“Kim sırf Allah rızası için şefkatle yetimin başını<br />

okşarsa, elinin değdiği saçlar sayısınca ecir <strong>ve</strong><br />

sevap kazanır. Yanındaki yetime iyilik yapan kimse<br />

ile ben şu iki parmak gibi Cennet’te beraber olacağız.”<br />

Daha sonra da orta parmağı ile işaret parmağının<br />

aralarını açarak gösterdi.(Ahmed b.Hanbel,<br />

el-Müsned, V, 250.)<br />

Nitekim katı kalbli oluşundan şikâyet eden bir<br />

kimseye Sevgili Peygamberimiz; yoksulları doyurmasını,<br />

yetimleri sevindirmesini, başlarını okşamasını<br />

tavsiye buyurmuşlardır.(Ahmed b.Hanbel, age.,<br />

II, 263, 387.)<br />

Ebu Seleme seçkin sahabilerden biriydi. Bir savaşta<br />

şehit düşmüştü. Geriye beş yetim çocuk bırakmıştı.<br />

Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem) Ümmü Seleme ile evlenmiş <strong>ve</strong> yetim kalan<br />

çocuklarına öz babalarını aratmayacak derecede<br />

şefkat <strong>ve</strong> merhametle davranmıştır.<br />

4- Çocuklara Merhameti<br />

Çocuklarımız bizlere Allah’ın bir emanetidir.<br />

Emanetlere gereken değeri <strong>ve</strong>rmeliyiz. Nitekim<br />

Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: “Ey<br />

iman edenler! Kendinizi <strong>ve</strong> çoluk çocuğunuzu<br />

yakıtı insanlar <strong>ve</strong> taşlar olan cehennem ateşinden<br />

koruyunuz.”(Tahrim, 66/6.)<br />

Anne-babalar çocuklarına, Allah’ın <strong>ve</strong>rdiği bir<br />

emanet nazarıyla bakmalıdırlar. Ailevî mesuliyetlerini<br />

yerine getirmemek anne-babanın kıyamet<br />

günü sorguya çekilecekleri bir konudur.<br />

32 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) çocuklarıyla<br />

olan münasebetlerinde de daima onlara<br />

şefkat <strong>ve</strong> merhametle davrandığını <strong>ve</strong> onları İslâmî<br />

terbiye ile yetiştirdiğini görmekteyiz.<br />

Çocuklara karşı sınırsız bir sevgi <strong>ve</strong> şefkat gösteren<br />

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />

onlarla çok sıkı münasebetler kurmuş, etrafındaki<br />

bütün çocuklarla yakından ilgilenmiştir. Enes b.<br />

Malik (r.a) “Peygamberimiz ailesine <strong>ve</strong> çocuklarına<br />

karşı insanların en şefkatlisi idi.”(Münavî, Feyzu’l-<br />

Kadir, V, 167.) demektedir. Zîrâ Peygamber Efendimiz<br />

iyi <strong>ve</strong> müşfik bir baba idi. Çocuklarına samimi<br />

<strong>ve</strong> içten bir sevgi besliyor, yeri geldikçe de bu<br />

sevgiyi gösteriyordu.<br />

Hz. Peygamber Efendimiz, çocuklara âdeta<br />

yetişkin bir insan muamelesi yapardı. Resulüllah<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), çocuklara selâm <strong>ve</strong>rir,<br />

onların hâl-hatırlarını sorar, hastalandıklarında ziyaretlerine<br />

gider, zaman zaman onlarla şakalaşır,<br />

eğlenir, çocukları omzuna sırtına bindirirdi; onları<br />

asla azarlamazdı. (Buharî, Edeb, 81; Müslim, Selam,<br />

15.)<br />

Enes b. Malik (r.a) Rasulüllah’ın (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong> sellem) çocuklarla karşılaştığı zaman onlara: “es-<br />

Selâmü aleyküm yâ sıbyân” (Selâm size ey çocuklar)<br />

diye selâm <strong>ve</strong>rdiğini; çok sevdiği küçük kuşu ölmüş<br />

olan kardeşine ise “Yâ Ebâ Umeyr, küçük kuşun<br />

ne oldu?” diye hal hatır sorduğunu, onu üzgün<br />

görünce de teselli ettiğini nakleder. (Bkz., Buharî,<br />

Edeb, 81; Müslim, Edeb, 30.)<br />

Efendimiz bütün insanlara <strong>ve</strong> özellikle de küçük<br />

çocuklara çok şefkatli <strong>ve</strong> merhametli davranmıştır.<br />

Torunlarını namazda bile omzunda taşımış, zaman<br />

zaman onların <strong>ve</strong> diğer çocukların oyunlarına katılmıştır.(Buharî,<br />

Edeb, 81, 112; Müslim, Edeb, 30.)<br />

Yıllarca hizmetinde bulunan Enes b. Malik şöyle<br />

demiştir: “Aile fertlerine karşı Allah Resulü’nden<br />

daha şefkatlisini görmedim.”(Müslim, Fazail, 63;<br />

Ahmed b.Hanbel, age., III, 112. )<br />

Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong> sellem) kendisine: “Ey Allahın Resulü! Siz çocuklarınızı<br />

öper misiniz?” diyen bir bedeviye karşı: “Allah<br />

senin gönlünden şefkat <strong>ve</strong> merhameti çekip çıkarmışsa<br />

ben ne yapabilirim?” buyurmuştur.(Buharî,<br />

Edeb, 18, 112; Müslim, Fazail, 64; İbn Mace, Edeb, 3.)<br />

5- Düşmanlarına Merhameti<br />

Kur’ân’ın birçok âyetinde affedici olmak teşvik<br />

edilmiş <strong>ve</strong> insanları affedenlerin büyük ecir<br />

<strong>ve</strong> mükâfata erişecekleri bildirilmiştir. 5 Kur’ân’ın<br />

canlı örneği olan Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong> sellem) de hayatı boyunca insanları affetmeyi<br />

kendisine şiar edinmiştir. Hz. Peygamber (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem), insanlar içinde en çok eziyet<br />

çekenlerden, en çok hakarete <strong>ve</strong> haksızlığa uğrayanlardan<br />

olmasına rağmen, en çok affeden <strong>ve</strong><br />

merhamet edenlerdendir. Böyle olması çok normal,<br />

çünkü Rabbi O'nu, ilâhî rahmetin bir tecellisi<br />

olarak, bütün âlemlere rahmet olarak göndermiş <strong>ve</strong><br />

“Seni âlemlere, ancak <strong>ve</strong> ancak bir rahmet olarak<br />

gönderdik.”(Enbiya, 21/107.) buyurmuştur. Nasıl<br />

Allah’ın diğer bir rahmeti olan yağmur, herkesin<br />

bağına, tarlasına, bahçesine, yağıyor; onların azgınlıklarını<br />

görmüyorsa O da, herkese, hatta en sevdiklerini<br />

öldürenlere karşı bile affı <strong>ve</strong> merhameti<br />

sunuyordu. O'nun bütün hayatı rahmet <strong>ve</strong> merhamet<br />

örnekleriyle doludur. Çünkü O, rahmetin tâ<br />

kendisidir. Kendisine <strong>ve</strong> arkadaşlarına dinlerinden<br />

ötürü en zalimce <strong>ve</strong> kötü davranışlarda bulunan<br />

düşmanlarına beddua etmesi istendiğinde onların<br />

doğru yolu bulabilmeleri için ellerini açıp onlara<br />

dua etmiştir.<br />

O'nun düşmanlarına dahi engin şefkatini, sınırsız<br />

merhametini gösteren birçok olay mevcuttur.<br />

Burada sadece birini izah etmekle yetinelim.<br />

Bir gün, İslâm’ı yaymak <strong>ve</strong> davasını anlatmak<br />

için, azatlı kölesi Zeyd ile Mekke’nin yakınındaki<br />

Tâif’e gitmişti. Tâifliler, Peygamber Efendimiz’i<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) çok çirkin bir şekilde karşıladılar.<br />

Oranın ileri gelenlerinden Amr b. Umeyr<br />

oğulları, Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ile<br />

alay ettiler. Onlardan biri: “Allah, peygamber olarak<br />

gönderecek Senden başka birini bulamadı mı?”<br />

derken, diğeri: “Vallahi ben Seninle kesinlikle konuşmam.<br />

Çünkü Sen gerçekten peygambersen,<br />

sana hitap edemeyeceğim kadar benden yücesin.<br />

Eğer Allah adına yalan söylüyorsan, yani olmadığın<br />

halde peygamber olduğunu söylüyorsan, Seninle<br />

konuşmayı kendime yakıştıramam.” diyordu. Bununla<br />

da kalmadılar… Peygamber Efendimiz (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem), onların Mekke kâfirlerinden<br />

farklı olmadığını anlayıp geri dönerken, elleri titremeden<br />

çocuklara <strong>ve</strong> kölelere, üç mil (5 km) boyunca<br />

O âlemlere rahmet <strong>ve</strong>silesini taşlattırdılar, her<br />

tarafını kan revan içinde bıraktılar. Yorulup oturdukça,<br />

taşlayarak, yola devama mecbur bıraktılar.<br />

Ayakkabısı kanla dolmuş iken gelip, “Ey Allah’ın<br />

Resulü, beni Rabbin gönderdi, emrindeyim, istersen<br />

bunları şehirleriyle birlikte tarumar edeyim.”<br />

diyen Cebrail’e (a.s) “Hayır, Ey Cebrail! Ben insanları<br />

helâk etmek için değil, helâkten kurtarmak<br />

için geldim. Olur ki bunların neslinden zamanla<br />

bir tek de olsa Müslüman çıkar.” cevabını <strong>ve</strong>rdi <strong>ve</strong><br />

Rabbine ellerini açıp, “Ey Rabbim! Sen bunlara hi-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 33


dayet eyle. Onlar bilmiyorlar, onun için böyle yapıyorlar.”<br />

diye dua etti. (Buharî, Enbiya, 54; Müslim,<br />

Cihad, 104, 105; Ahmed b.Hanbel, age., I, 380.) Bu<br />

rahmet değil de nedir?<br />

Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), insanlar aleyhine söz<br />

söylemekten kaçınmış, intikamcılığı sevmemiş, aksine<br />

hep affetmekten yana olmuştur. Allah’ın Resulü,<br />

Kur’ân’ın emrine uyarak kötülükleri iyilikle<br />

defederdi.<br />

6- Münafıklara Merhameti<br />

Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz.<br />

Muhammed’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) temsil ettiği<br />

rahmet, sadece belli insanlara <strong>ve</strong> belli gruplara<br />

yönelik değildir. Yani o, müminler için rahmet olduğu<br />

gibi münafıklar için de rahmetti. Münafıklar,<br />

onun engin hoşgörüsü <strong>ve</strong> rahmeti sayesinde<br />

dünyada ceza görmemişlerdir. Camiye gelmişler,<br />

Müslümanların içinde dolaşmışlar <strong>ve</strong> Müslümanların<br />

istifade ettiği bütün haklardan istifade etmişlerdir.<br />

Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

kimlerin münafık olduğunu bildiği hâlde onları<br />

açığa vurmamıştır. Hâlbuki onların iç yüzünü çok<br />

iyi biliyordu. Hattâ bunları Huzeyfe’ye (r.a) söylemişti.<br />

Rivayete göre bundan dolayı da Hz. Ömer,<br />

Huzeyfe’yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını<br />

o da kılmazdı.(İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, I, 468.)<br />

Münafıklara herhangi bir baskı <strong>ve</strong> menfî mânâda<br />

bir ayrımcılık uygulanmadığı gibi, onlar, Müslümanların<br />

yararlandığı haklardan da yararlanmışlardır.<br />

Hep müminler arasında bulunmuşlar böylece<br />

mutlak küfürleri en azından şüpheye tereddüde<br />

dönüşmüştür. Böylece dünya zevkleri de bütün<br />

bütün acılaşmamıştır. Zîrâ yok olup gideceğine inanan<br />

bir insanın dünyadan lezzet alması mümkün<br />

değildir. Ama belki âhiret vardır, diyecek kadar, küfürleri<br />

şüpheye bürününce, ihtimal, hayat o zaman<br />

bütün bütün acılaşmaz. İşte bu yönüyle, Allah Resulü,<br />

münafıklara da bir ölçüde rahmet olmuştur.<br />

7- Kâfirlere Merhameti<br />

Efendimiz’in insanlara olan rahmeti öyle bir<br />

boyuta ulaşmıştır ki, kendisini inkâr eden kâfirlerin<br />

hidayete ermeleri için olanca gayretini sarf etmiştir.<br />

Nitekim Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur:<br />

“Bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye<br />

neredeyse kendini telef edip bitireceksin.”(Şuarâ,<br />

26/3; Kehf, 18/6.)<br />

Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bütün<br />

bu gayret <strong>ve</strong> çabasına rağmen Kureyş müşrikleri<br />

ona iman etmemişler. Hattâ ona ağır hakaretlerde<br />

bulunmuşlar, akla hayale gelmeyecek eziyetler<br />

etmişlerdir. Sonunda Hz. Peygamber, memleketinden<br />

hicret etmek zorunda kalmıştır. Kâfirler,<br />

Efendimiz’e yaptıkları bütün bu kötü muamelelere<br />

rağmen, rahmet peygamberi Hz. Muhammed’in<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) rahmetinden yararlanmışlardır.<br />

Allah Teâlâ, önceki milletleri, gönderdiği peygamberlere<br />

isyan <strong>ve</strong> küfürleri sebebiyle bir kısmını<br />

maymuna dönüştürerek, bir kısmının üzerine gökten<br />

taş yağdırarak afetlere uğratmış böylece helâk<br />

etmiştir. Ama Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong> sellem), peygamber olarak gönderildikten sonra<br />

herhangi bir milleti <strong>ve</strong>ya topluluğu geçmiş ümmetlerin<br />

uğradıkları cezaya uğratarak helâk etmemiştir.<br />

Böylece kâfirler, Hz. Peygamber’in rahmet<br />

<strong>ve</strong> merhameti sayesinde, toptan helâk olma azabından<br />

kurtulmuşlardır. İşte bu da onlar için dünyada<br />

büyük bir rahmettir. Nitekim bu konuda Yüce<br />

Allah, Resulü’ne hitaben şöyle buyurmuştur: “Sen<br />

onların içlerinde bulunduğun halde, Allah onlara<br />

azap edecek değildir. Ve onlar, mağfiret dilerken de<br />

Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfal, 8/33)<br />

Taberî’nin ifade ettiği gibi Hz. Peygamber’in<br />

kâfirler için rahmet olması, sadece dünya hayatında<br />

söz konusudur. 6<br />

Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

kâfir <strong>ve</strong> müşriklere rahmet <strong>ve</strong> merhametini şu hâdise<br />

çok güzel bir şekilde açıklamaktadır:<br />

Mekke fethedilmişti. Hz. Peygamber (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem), bir fâtih olarak Mekke şehrine<br />

girdiğinde, kendisine onca zulüm <strong>ve</strong> işkenceyi reva<br />

gören, memleketini kendisine dar eden kişilerle<br />

karşı karşıyadır. Herkes ne olacağını merakla beklerken<br />

iki cihanın efendisi, karşısındakilere şöyle<br />

seslenmiştir:<br />

- “Ey Kureyş! Size ne yapmamı beklersiniz?”<br />

- Hayır umarız, zira Sen kerim olan bir kardeşsin<br />

<strong>ve</strong> kerem sahibi kardeşimizin de oğlusun.<br />

- Bunun üzerine o yüce Peygamber onlara şöyle<br />

buyurdu:<br />

- “Bugün hiçbiriniz, eski yaptıklarınızdan dolayı<br />

hesaba çekilmeyeceksiniz. Haydi, gidiniz, hepiniz<br />

serbestsiniz. Bugün size kınama yoktur.” 7 Aslında<br />

o gün, isteseydi hepsini kılıçtan geçirtebilirdi ama<br />

rahmet <strong>ve</strong> merhameti buna engel oldu.<br />

8- Hayvanlara Merhameti<br />

Âlemlere rahmet olarak gönderilen <strong>ve</strong> bir merhamet<br />

denizi olan Sevgili Peygamberimiz’in (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şefkat <strong>ve</strong> merhameti sadece<br />

34 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


insanlara mahsus değildi, hayvanları da kapsıyordu.<br />

Çünkü onlar da can <strong>ve</strong> ruh taşıyordu. İki Cihan<br />

Ser<strong>ve</strong>ri’nin rahmeti sadece insanlığı değil bütün<br />

varlığı kuşatmıştır. Onun “Rahmet Peygamberi”<br />

oluşundan hayvanlar bile pay almışlardır. Mesela:<br />

Abdullah b. Abbas anlatıyor: “Allah Resulüyle<br />

bir yere gidiyorduk. Birisi, kesmek üzere bir koyunu<br />

bağlamış, hayvanın gözü önünde bıçağını biliyordu.<br />

Allah Resulü bu şahsa: ‘Onu defalarca mı öldürmek<br />

istiyorsun?’ diyerek o şahsı bu yaptığından<br />

dolayı azarladı.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 231, 233.)<br />

Mekke’yi fetih için Medine’den çıkıp Mekke<br />

yakınlarına kadar on bir kişilik ordusuyla gelen Hz.<br />

Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), yeni yavrulamış<br />

bir köpeğin askerler tarafından ezilmesin diye<br />

başına bir nöbetçi dikmesi Efendimiz’in hayvanlara<br />

olan merhametinin çok açık bir göstergesidir. 8<br />

9- Cansız Varlıklara, Bitkilere <strong>ve</strong> Ağaçlara Merhameti<br />

O’nun (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) her şeye şamil<br />

olan merhameti, cansız varlıklar <strong>ve</strong> bitkilere kadar<br />

bütün varlıkları kapsamaktadır. İnsanların bir dağ<br />

<strong>ve</strong> kaya parçası olarak gördüğü Uhud Dağı için Hz.<br />

Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) söyledikleri<br />

bu manada çok çarpıcıdır. “Biz Uhudu se<strong>ve</strong>riz.<br />

Uhud da bizi se<strong>ve</strong>r.”(Buharî, Cihad, 71; Müslim,<br />

Hac, 504.) Allah Resulü bizim cansız gördüğümüz<br />

bir dağı canlı gibi sevgi duygusunu anlayacak <strong>ve</strong><br />

pozitif enerjisini kavrayacak bir tarzda değerlendirmektedir.<br />

Rahmet Peygamberi’nin bütün varlıklara şamil<br />

rahmet <strong>ve</strong> merhametinin bitkileri, ağaçları <strong>ve</strong> çiçekleri<br />

de kuşattığını görüyoruz. Nitekim o şöyle<br />

buyuruyor: “Kim bir sidre ağacını keserse, Allah<br />

onun başını cehenneme uzatır.” 9 O'nun anlayışına<br />

göre korunmaya muhtaç <strong>ve</strong> hayatın devamı için<br />

gerekli olan her şeye şefkat <strong>ve</strong> merhametle davranılmalıdır.<br />

Nitekim Mute savaşı için gönderdiği ashabına:<br />

“…Gideceğiniz yerde rahipler de göreceksiniz.<br />

Onlara asla dokunmayınız. Kadınlara, çocuklara<br />

şefkatle davranınız. Hurma ağaçlarını, yeşillikleri<br />

kesmeyiniz. Evleri yıkmayınız…” diye talimatta<br />

bulunmuştur.<br />

Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />

âlemlere rahmet olmasının bir sonucu olarak<br />

insanlara birbirlerini, hayvanları, bitkileri sevmelerini;<br />

ekolojik dengeyi korumalarını tavsiye etmiştir.<br />

Netice<br />

Efendimiz’in hayatına baktığımızda insanlar,<br />

hayvanlar, bitkiler <strong>ve</strong>lhâsıl canlı cansız bütün varlıklarla<br />

münasebetlerinde şefkat, rahmet <strong>ve</strong> merhamet<br />

esasına bağlı kaldığını görmekteyiz. Nitekim<br />

Efendimiz, şefkat <strong>ve</strong> merhamet ekseninde bir hayat<br />

yaşamış <strong>ve</strong> ümmetine de bunu tavsiye etmiştir.<br />

İnsanlık o İlâhî ışıktan uzaklaştıkça yine eski<br />

cahilî örf <strong>ve</strong> âdetlere tekrar dönmeye başlamıştır.<br />

Çağımızda ilim <strong>ve</strong> teknik ilerlemesine rağmen, insanlığın<br />

vardığı ahlâkî durum pek iç açıcı değildir.<br />

İnsanlık yine bir sıkıntı, stres <strong>ve</strong> buhran içindedir.<br />

Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, büyüklerin küçüklere<br />

sevgisi <strong>ve</strong> tahammülü kalmamış, küçüklerin<br />

büyüklere saygısı yok olmuştur. Gençler dünyaya<br />

gelmelerine <strong>ve</strong>sile olan anne babalarını hiç göz<br />

kırpmadan canice öldürebilmektedirler. İnsanlar<br />

kendileri gibi düşünmeyenlere âdeta hayat hakkı<br />

tanımamaktadırlar. İnsanların birbirine karşı, hayvanlara<br />

<strong>ve</strong> bitkilere karşı rahmet <strong>ve</strong> merhameti kalmamıştır.<br />

İnsanlar nereye gitmektedirler. Nerede<br />

hata yapıldı da insanlar bu hale gelmişlerdir. Bu<br />

durumu hep birlikte durup düşünmeliyiz.<br />

Müslümanlar olarak mutlu <strong>ve</strong> huzurlu bir dünya<br />

hayatı yaşamak istiyorsak, âlemlere rahmet olarak<br />

gönderilen Hz. Muhammed’i (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong> sellem) kendimize örnek almalıyız <strong>ve</strong> canlı-cansız<br />

bütün varlıklarla münasebetlerimizi bir “merhamet<br />

bestesi” hâline dönüştürmeliyiz.<br />

Fırat Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

msoysaldi@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Bolay, Süleyman Hayri, “âlem mad.,”, TDV İslam Ansiklopedisi,<br />

İst., 1989, II, 357.<br />

2. Bu görüş için bkz., eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed,<br />

Fethu’l-Kadir, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut,<br />

1995, IV, 430; Nesefî, Medariku’t-Tenzil <strong>ve</strong> Hakâiku’t-<br />

Tevil, IV, 274; Râzî, Fahruddin, et-Tefsiru’l-Kebir, XVI,<br />

246-248; Muhyiddîn ed-Dervîş, İ’râbu’l-Kur’âni’l-Kerîm<br />

<strong>ve</strong> Beyânüh, Suriye, 1996, VI, 372.<br />

3. Müslim, Bir, 87; Hz. Peygamber’in müminlere karşı şefkat<br />

<strong>ve</strong> merhameti hakkında bkz., Âl-i İmrân 3/159; et-<br />

Tevbe 9/128; Komisyon, Kur’an Yolu, III, 596.<br />

4. Râzî, Fahruddin, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, XXII, 199.<br />

5. Bkz., Bakara, 2/263; Al-i İmran, 3/133, 134; Şurâ, 42/37,<br />

43; Nur, 24/22; A’râf, 7/199.<br />

6. Taberî, Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-Beyan an Tevili<br />

Âyil-Kur’ân, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, X, 141.<br />

7. İbn Hişam, Sire, IV, 55; İbn Kesir, el-Bidaye, IV, 344; Azzam,<br />

age., s.82-83; Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte, XII, 240.<br />

8. Bkz., Vakidî, II, 804.<br />

9. Ebu Davud, Edeb, 158-159.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 35


Bir Gece<br />

On dört asır ev<strong>ve</strong>l, yine bir böyle geceydi,<br />

Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkı<strong>ve</strong>rdi!<br />

Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;<br />

Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi!<br />

Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî’î:<br />

Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;<br />

Bir kerre de ma’mure-i dünyâ o zamanlar,<br />

Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.<br />

Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;<br />

Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!<br />

Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,<br />

Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.<br />

Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,<br />

Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!<br />

Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm,<br />

Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!<br />

Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;<br />

Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!<br />

Âlemlere rahmetti, e<strong>ve</strong>t, Şer’-i mübîni,<br />

Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.<br />

Dünyâ neye sâhipse, O’nun <strong>ve</strong>rgisidir hep;<br />

Medyûn O’na cem’iyeti, medyûn O’na ferdi.<br />

Medyûndur O Ma’sûm’a bütün bir beşeriyet…<br />

Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.<br />

Mehmet Âkif Ersoy


Na’t<br />

Bu cismim ateş-i aşkınla yansun Yâ Resûlallah,<br />

Dü çeşmim hâb-ı gafletten uyansun Yâ Resûlallah,<br />

Gidüp boynumda zincirimle ben ol Ravza-i Pâke<br />

Görenler hep beni divane sansun Yâ Resûlallah,<br />

O rütbe ağlayam çöllerde feryad eyleyem ben kim<br />

Sirişk-i dîdem al kana boyansun Yâ Resûlallah,<br />

Şu kâfir nefs elinden bu dil-i bî-çareyi kurtar,<br />

Yeter cürm ü fısk u kabahatdan usansun Yâ Resûlallah,<br />

Kulun Leylâ’yı mahşer ehline Sen eyleme rüsvây,<br />

Günahından bu dünyada utansın Yâ Resûlallah<br />

Leylâ Hanım


YENi ÜMiT<br />

Doç. Dr. Muhittin AKGÜL*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

HURUF-U MUKATTAA’YA<br />

FARKLI BİR YAKLAŞIM<br />

Mukattaa harfleri olmasaydı, Kur’ân’dan binlerce sır çıkaran<br />

Muhyiddin İbn Arabî, İmam Rabbânî <strong>ve</strong> Bediüzzaman gibi kimseler,<br />

o hazinenin kapısını açamaz <strong>ve</strong> Kur’ân’a ait sırlara vâkıf olamazlardı.<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de 29 sûrenin başında birbirinden<br />

bağımsız harflerden meydana<br />

gelen kelimelere huruf-u mukattaa denir.<br />

Bunlardan üçü tek, dördü iki, üçü üç, ikisi<br />

dört <strong>ve</strong> ikisi de beş harflidir. Bu harflerin bir mânâ<br />

taşıyıp taşımadığıyla alâkalı öteden beri farklı görüşler<br />

belirtilmiş <strong>ve</strong> tartışmalar yapılmıştır. Bu makalede<br />

bunlara kısaca temas edilecek, bu harflerin<br />

Kur’ân’da kullanılmasının ne mânâ ifade ettiği belirtilecek<br />

<strong>ve</strong> konuyla alâkalı olarak Muhterem M.<br />

Fethullah Gülen Hocaefendi’nin oldukça orijinal<br />

bir yaklaşımına işaret edilecektir.<br />

Huruf-u mukataanın mânâsı hususunda başlıca<br />

iki görüş vardır. Bazılarına göre, bu harflerin<br />

mânâlarını bilmemiz mümkün değildir, bunlar<br />

Kur’ân’ın esrarındandır <strong>ve</strong> mânâlarını yalnızca Allah<br />

bilir. Diğer ilim adamlarından birçoğu da bu<br />

harflerin değişik mânâlar ihtiva ettiğini söylemiş;<br />

ancak bu mânâların ne olduğu konusunda değişik<br />

yorumlar yapmışlardır. Bunlar kısaca:<br />

1. Bu harflerden her biri Cenâb-ı Hakk’ın<br />

isim, sıfat <strong>ve</strong> fiillerinin remizleridir. 1 2. Kur’ân’ın<br />

isimleridir. 2 3. Yemin için olup, Allah Teâlâ bunlarla<br />

yemin etmektedir. 3 4. İnsanların, özellikle<br />

de Kur’ân’a karşı direnen <strong>ve</strong> başkalarını da dinlemekten<br />

engelleyen kimselerin dikkatlerini çekmek<br />

içindir. 4 5. Bunlarla önceki kitaplar kastedilmiştir. 5<br />

6. Bu harflerle Cenâb-ı Hak yazı yazmaya insanların<br />

dikkatlerini çekmiştir. 6 7. İslâm âlimlerinin büyük<br />

bir çoğunluğuna göre de bu harfler, Kur’ân’ın<br />

i’cazının bir delilidir. Ancak bu harflerin i’caza işaret<br />

etmesi, değişik açılardan ele alınmıştır.<br />

Bunlar:<br />

38 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


a. Kur’ân’ın Benzerinin Getirilememesi Hususundaki<br />

Eşsizlik<br />

Yüce Allah bu harflerle insanları uyarmakta <strong>ve</strong><br />

sanki şöyle demektedir: “Kur’ân, işte bu harflerden<br />

ibarettir. Siz de zaten bu harfleri biliyorsunuz <strong>ve</strong><br />

aynı zamanda edebî sanatların da zir<strong>ve</strong>sindesiniz.<br />

O hâlde siz de ona benzer bir kitabı rahatlıkla yapabilirsiniz.”<br />

Ancak uzun süre geçmesine, onların şereflerinin<br />

ayaklar altına alınmasına rağmen, yine de<br />

bunu yapamadılar. İşte bu durum, Kur’ân’ın beşer<br />

tarafından değil de, bizzat Allah tarafından geldiğini<br />

göstermektedir. 7<br />

b. Orijinal Olması Yönüyle Eşsizlik<br />

Araplar, harflere bir kısım mânâlar yükleyip<br />

onları kısaltarak kullanırlardı. Ancak bu sıkça başvurulan<br />

bir uygulama değildi. Kur’ân’ın kullandığı<br />

şekliyle bir ilkti. Bu konuda Kur’ân, başka herhangi<br />

bir edip <strong>ve</strong>ya hatibi taklit ediyor değildi. Bu yönüyle<br />

de Kur’ân eşsizliğini ortaya koyuyordu. 8<br />

c. Kâinatla Münasebeti Yönüyle Eşsizlik<br />

Son dönem ilmî tefsir geleneğinin en önde gelen<br />

temsilcilerinden Cevherî, huruf-u mukattaalara<br />

oldukça farklı bir açıdan bakmış <strong>ve</strong> Kur’ân’ın<br />

eşsizliğini, kullanılan harflerin sayısında aramıştır.<br />

Cevherî, sûre başlarındaki harflerin Arap alfabesindeki<br />

harflerin 14’ünden oluştuğunu, bunun da<br />

alfabenin yarısı ettiğini söyleyerek, gerek 14 <strong>ve</strong> gerekse<br />

28 sayılarıyla alâkalı kâinattan karşılaştırmalar<br />

yapar: Meselâ her eldeki eklem sayısı 14’tür. İnsanın<br />

sırt omurgasının altında 14, üstünde 14 kemik<br />

vardır. İnek, de<strong>ve</strong>, eşek, yırtıcı hayvanlar, diğer<br />

doğum yapan <strong>ve</strong> emziren hayvanların ön taraflarında<br />

14, arka taraflarında 14 kemik vardır. Kuşların<br />

uçarken kullandıkları kanat tüylerinin sayısı<br />

14+14’tür. Kuyrukları uzun olan inek <strong>ve</strong> yırtıcı<br />

hayvanların kuyruklarındaki kemik sayısı 14’tür.<br />

Bazı sürüngen <strong>ve</strong> balık gibi uzun boylu hayvanların<br />

omurga kemiklerindeki sayı 28’dir. Arapçadaki<br />

harf sayısı 28’dir. Bunlardan 14’ü idğam yapılır,<br />

14’üne yapılmaz. Arapçadaki noktalı harflerin sayısı<br />

14, noktasızlarınki de 14’tür. Ay’ın 14 güney, 14<br />

kuzey olmak üzere 28 evresi vardır.<br />

Bunlarla Cenâb-ı Hak sanki şöyle demektedir:<br />

Ey kullarım, Ay’ın 28 evresi vardır <strong>ve</strong> bunlar iki kısımdır.<br />

Ellerin eklem sayısı 28 <strong>ve</strong> iki kısım. Harflerin<br />

sayısı 28 <strong>ve</strong> iki kısım... Bununla şunu bilin ki,<br />

bu Kur’ân Benim tarafımdan indirilmiştir. Çünkü<br />

onların harflerini, ayın evreleri, insan <strong>ve</strong> hayvan eklemleri,<br />

hece harflerinin dizilişi <strong>ve</strong> sayısı gibi haber<br />

<strong>ve</strong>rip yaptığım şekilde kıldım. Durum böyle olunca,<br />

nasıl olur da Muhammed (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

<strong>ve</strong>ya başka bir beşer böyle hassas <strong>ve</strong> mükemmel<br />

bir sistemi kursun, bu sayıları kâinattaki diğer<br />

sayılara, bu kanunları, diğer prensiplere uygun bir<br />

şekilde uydursun? İşte bundan ötürüdür ki, Kur’ân<br />

Benim sözümdür. Böyle bir neticeye varmanız için<br />

de işte sûrelerin başlarındaki bu harfleri koydum.<br />

Tâ ki yer gök <strong>ve</strong> onların ikisi arasındakilerin boşu<br />

boşuna yaratılmadığını bilesiniz. Kâinat kitabıyla<br />

vahiy kitabı arasındaki mükemmel uygunluğun<br />

farkına varasınız. 9<br />

Görüldüğü üzere Cevherî, konuya oldukça enteresan<br />

bir açıdan bakmış, kâinattaki mükemmel<br />

nizamla, Kur’ân’daki eşsiz âhenk arasında bir bağ<br />

kurmuş, ikisinin de yaratıcısı Allah Teâlâ olması<br />

açısından büyük <strong>ve</strong> olağanüstü bir yapının varlığından<br />

hareket etmiş, bu harflerin Kur’ân’ın eşsiz bir<br />

i’cazı olduğu neticesini çıkarmıştır.<br />

d. Sûreyle Münasebeti Yönüyle Eşsizlik<br />

Konuyla alâkalı orijinal bir yorum da Zer ke şî ’nindir.<br />

Bunu Tahiyye Abdulazîz İsmail daha da geliştirmiş,<br />

bu konuda müstakil bir kitap yazmıştır. 10<br />

Buna göre sûrelerin başlarındaki harflerin, sûrenin<br />

genel muhtevasıyla yakın bir münasebeti vardır.<br />

Bu münasebet hem lâfız, hem de mânâ yönüyledir.<br />

Meselâ: א <br />

א Bu sûreye baktığımızda<br />

“kâf” harfi üzerine bolca kafiye vardır <strong>ve</strong> bu harf<br />

cömertçe kullanılmıştır. 11<br />

Aynı şekilde Sâd Sûresi’nde de vardır. Bu sûrede<br />

de “Sâd” harfinin ifade ettiği karakteristik bir özellik<br />

gözümüze çarpmaktadır ki, o da “husûmet”tir.<br />

Bu durum sûrenin tamamında kendini göstermektedir.<br />

12<br />

Arapçada “sâd” aynı zamanda sabrın, sumûdun,<br />

samedin <strong>ve</strong> sabûrun da remzi olarak kabul edilmiştir<br />

ki, bu sıfatlar en üst seviyede Allah Teâlâ’nın<br />

sıfatlarıdır. Beşer çapındaki sabra gelince, en zir<strong>ve</strong><br />

noktayı peygamberler tutar. Peygamberlerin içinde<br />

de Hz. Eyyûb örnek olarak <strong>ve</strong>rilir. Bu sûrede de<br />

Hz. Eyyûb anlatılmaktadır.<br />

Bu espriden hareket eden Tahiyye Abdulaziz<br />

İsmail, başlarında huruf-u mukattaa bulunan her<br />

sûreyi bu yönüyle incelemiş, yukarıdaki gibi harflerle<br />

sûre arasındaki sıkı münasebeti ortaya koymuştur.<br />

13<br />

2. Hocaefendi’nin Yaklaşımı<br />

Şimdi de konuyla ilgili olarak yukarıda belirtilenlerin<br />

dışında, huruf-u mukataalara tespit edebildiğimiz<br />

kadarıyla farklı bir şekilde yaklaşan <strong>ve</strong><br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 39


unu Kur’ân’ın esrarından kabul eden M. Fethullah<br />

Gülen Hocaefendi’nin görüşünü ele alacağız.<br />

Konuyu ele alış sebebimiz, yaklaşımın oldukça orijinal<br />

oluşu <strong>ve</strong> güncel pratiklerden örneklerle açıklanmasıdır.<br />

Ancak konuyla alâkalı Hocaefendi’nin<br />

bütün değerlendirmelerini değil, sadece "Kur’ân’ın<br />

Altın İkliminde" ki ilgili bölümü inceleyeceğiz.<br />

Hocaefendi, öncelikle huruf-u mukattaalara:<br />

“Mukattaat Harflerindeki Büyüleyicilik” başlığıyla temas<br />

ediyor ki, bu onun bu harfleri önemsediğini<br />

<strong>ve</strong> Kur’ân’ın pek çok esrarından birini meydana getirdiğini<br />

kabul ettiğini göstermektedir. Hocaefendi,<br />

böyle bir kullanımın orijinal olduğunu, zîrâ o<br />

güne kadar böyle bir şifreleme usulünün kullanılmadığını<br />

söyleyerek, bu harfleri âdeta birer şifreye<br />

benzetiyor:<br />

a. Huruf-u Mukattaalar Âdeta Birer Şifredir<br />

“E<strong>ve</strong>t, Kur’ân’ın sırları onun ruhuna şifrelenmiştir.<br />

Bu şifrelerin anahtarları da “mukattaa”<br />

harfleridir. Şifrenin ne demek olduğunu bilenler<br />

bunu iyi anlarlar. Kulaklığı takan alıcı bir telsiz<br />

operatörünün kulağına bizce mânâsız “di-di-dâdit;<br />

dâ-dâ-dit”… gelir. O da bu sesleri “F-G” gibi<br />

harflere çevirir <strong>ve</strong> beşer beşer yazar. Ancak bu harflerden<br />

önce operatör, bir grup rakam almıştır ki,<br />

bütün sır işte bu rakamlardadır. Gelen şifrelenmiş<br />

mesaj, işte bu rakamlarla çözülür <strong>ve</strong> bir mânâ ifade<br />

eder. İsterseniz, mukattaat harflerinin Kur’ân’daki<br />

sırlara birer şifre olduğunu buna benzetebilirsiniz.<br />

Ama bu sadece bir benzetme. O harfler olmasaydı,<br />

Kur’ân’dan binlerce sır çıkaran Muhyiddin İbn<br />

Arabî, İmam Rabbânî <strong>ve</strong> Bediüzzaman gibi kimseler,<br />

o hazinenin kapısını açamaz <strong>ve</strong> Kur’ân’a ait<br />

sırlara vâkıf olamazlardı.” 14<br />

Görüldüğü üzere Hocaefendi bu harflerin<br />

Cenab-ı Hak tarafından birer şifre olarak kullanıldığını<br />

<strong>ve</strong> öteden beri İslâm tarihinde düşünceleriyle<br />

toplumlara tesir eden Muhyiddin İbn<br />

Arabî, İmam Rabbânî <strong>ve</strong> Bediüzzaman gibi büyük<br />

âlimlerin, bu şifreleri çözebilenler olduğuna işaret<br />

etmekte <strong>ve</strong> daha sonra da şifrelerin çözülmesindeki<br />

sırrın ilhama dayandığını belirterek: “Harflere<br />

ait şifreleri bilmeye gelince, o tamamen bir ilham<br />

işidir. Cenâb-ı Hak, murad buyurduğu insanların<br />

gönüllerine bu şifreleri ilham eder. Onlar da kendi<br />

devirlerinde Kur’ân’a ait sırları bu şifreler vasıtasıyla<br />

çözer <strong>ve</strong> çevrelerine ilâhî sırları duyururlar. Bu<br />

sırlar, mükellefiyetlerimizle alâkalı sırlar değildir.<br />

Bunlar, bir tür mâide-i Kur’âniye <strong>ve</strong> ekstra ihsan-ı<br />

rabbaniyedir.” demektedir.<br />

b. Alfabenin Yarısı Olması<br />

Yine Hocaefendi, bu harflerdeki esrarın sadece<br />

burada belirtilenlerden ibaret olmadığını, ancak<br />

konuyla alâkalı olarak sadece bir fikir <strong>ve</strong>rmesi açısından<br />

değindiğini belirtmektedir.<br />

Kur’ân’ın, mukattaat harflerini seçme <strong>ve</strong> kullanmasında<br />

belli bir yol takip ettiğini, bunun da kıraat<br />

ilmiyle meşgul olanlarca bilindiği üzere, Arap<br />

alfabesinde mehcûre, mehmûze, şedîde, rah<strong>ve</strong>,<br />

kalkale… gibi kısımlara ayrıldığını söyleyerek, ayrıca<br />

kullanılan bu harflerin, Arap alfabesinde mevcut<br />

28 harften sadece yarısının olduğuna da dolaylı<br />

olarak işaret etmektedir.<br />

c. Harflerin Seçimindeki İnce Hassasiyet<br />

Yine kullanılan harflerin, gelişigüzel <strong>ve</strong> tesadüfen<br />

olmayıp, belli bir sayı hesabına göre kullanıldığını<br />

belirterek: “Kullanılan harfler de yine bir<br />

tasnife tâbi tutulmuş <strong>ve</strong> yumuşak harfler, şiddetli<br />

harflerin iki katı olarak alınıp kullanılmıştır. Böyle<br />

bir taksim, kat’iyen rastlantılara bağlı <strong>ve</strong> tesadüfî<br />

olamaz; olamaz <strong>ve</strong> bu itibarla da, harflerin bu şekilde<br />

tanzimi dahi tek başına Kur’ân’ın mucizeliğini<br />

<strong>ve</strong> Allah kelâmı olduğunu işaretlemektedir.”<br />

demektedir.<br />

Sonra da Hocaefendi konuyu çok dikkat çekici<br />

<strong>ve</strong> oldukça anlaşılır bir örnekle müşahhaslaştırmaktadır.<br />

“Farz edelim ki, bir yol kenarında belli<br />

sayıda direkler bulunuyor. Sonra görüyoruz ki, bu<br />

direkler birer tane atlanarak yıkılmışlar.. yani bu yıkılmalarda<br />

hep birer direk atlanılmış <strong>ve</strong> öyle yıkılmış.<br />

İşte böyle bir şey tesadüfî olamadığı gibi, esen<br />

bir rüzgârla birer direk atlanarak bunların yıkıldığını<br />

söylemek de makul bir izah sayılmaz. Zîrâ yıkılan<br />

direklerin yıkılmasında, yerinde kalanların ise<br />

bırakılmalarında bir kasıt, bir irade <strong>ve</strong> bir tercihin<br />

söz konusu olduğu görülmektedir. Mukattaat harflerinin<br />

seçilişinde de aynı durum bahis mevzuudur<br />

<strong>ve</strong> bu seçilmeler asla gelişi güzel değildir.” diyerek,<br />

aynı zamanda sadece iki sûrede kullanılan harfe<br />

dikkat çekmekte <strong>ve</strong> Kur’ân’la harfler arasında sıkı<br />

bir ilginin varlığını nazara <strong>ve</strong>rmektedir: “Meselâ,<br />

Kur’ân’da sadece iki yerde mukattaat harfi olarak<br />

vardır. harfi ile başlayan Kâf Sûresi <strong>ve</strong> Şûrâ<br />

Sûresi’ndeki ’tır. İşârî yorumculara göre , şifre<br />

olarak Kur’ân demektir.. e<strong>ve</strong>t, dikkat edildiğinde “<br />

”ın Kur’ân’a ait bir şifre olduğu görülür. Şöyle ki,<br />

her iki sûrede 57’şer tane vardır. Bunların toplamı<br />

114 eder. Bu rakam, Kur’ân-ı Kerîm sûrelerinin<br />

yekün adedidir. Demek ki her iki sûredeki sayısı,<br />

40 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


emzen Kur’ân sûrelerinin sayısını işaretlemektedir.<br />

Zaten her iki sûrenin mânâ <strong>ve</strong> muhtevası da<br />

Kur’ân’la çok alâkalıdır. Kâf Sûresi א <br />

א <br />

diye başlar <strong>ve</strong> Kur’ân’a kasem eder. Sonunda da<br />

<br />

א <br />

<br />

א כ “Tehdidimden korkanlara<br />

Kur’ân’la öğüt <strong>ve</strong>r.” (Kâf 50/45) der <strong>ve</strong> sûreyi<br />

tamamlar. Şûrâ Sûresi de<br />

א <br />

א כ <br />

א כ <br />

ככ <br />

א כ<br />

“Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf. O Aziz <strong>ve</strong> Hakîm olan<br />

Allah, sana <strong>ve</strong> senden öncekilere böyle vahyeder.”<br />

(Şûrâ 42/1-3) ifadesiyle başlar <strong>ve</strong> Kur’ân’ın bir hususiyetini<br />

dile getirerek bitirir. Sûrenin sonunda da<br />

aynen şöyle denilmektedir:<br />

א <br />

כ א <br />

א <br />

א כ א ככ <br />

א <br />

א <br />

א <br />

<br />

כ א <br />

א <br />

<br />

א <br />

אכ <br />

א א א <br />

<br />

א כ <br />

אא <br />

<br />

א א <br />

<br />

<br />

א א <br />

<br />

אא <br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

"İşte Sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere<br />

can <strong>ve</strong>ren bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir,<br />

iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu bir nur yaptık.<br />

Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete<br />

iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola hidayet<br />

rehberliği yapıyorsun: Göklerde <strong>ve</strong> yerde bulunan<br />

her şeyin sahibi Allah’ın yoluna. Dikkat edin, bütün<br />

işler sonunda Allah’a döner!” (Şûrâ 42/52-53)<br />

Yukarıda da belirtildiği üzere her iki sûrenin<br />

başı <strong>ve</strong> sonu Kur’ân’la alâkalıdır. Dikkat edildiğinde<br />

de açıkça görüleceği üzere her iki sûrede 57’şer<br />

defa harfi zikredilmiş olup, toplam sayı ile de<br />

Kur’ân sûrelerinin sayısına işaret edilmiştir.<br />

Hocaefendi, böyle bir tespit, tayin <strong>ve</strong> şifrenin<br />

asla tesadüflere <strong>ve</strong>rilemeyeceğini zîrâ bu sûrelerin<br />

son inen sûrelerden olmadığını, dolayısıyla böyle<br />

bir rakamsal ilginin, sûre <strong>ve</strong> âyetler daha inmeden/<br />

indirilmeden onları bilen birisi tarafından belirlendiğini<br />

gösterdiğini, hattâ böyle bir uyumu,<br />

Efen dimiz dahil kimsenin sağlayamayacağını, çünkü<br />

Resûlullah da dâhil olmak üzere, hiç kimsenin<br />

Kur’ân’ın nüzulü tamamlanmadan onun 114<br />

sûreden ibaret olacağını bilmediğini belirterek bunun<br />

için de 114 ile 114 sûreye işaret etmesinin<br />

imkânsızlığına temas etmektedir.<br />

d. Harflerin Dizilişindeki İnce Sır<br />

Hocaefendi bundan daha dikkat çekici bir noktayı<br />

da nazarlarımıza <strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> bu harflerdeki<br />

orijinalliklerden birisinin de, onlardaki öncelik <strong>ve</strong><br />

sonralık durumuna göre, sûrede geçen aynı harflerin<br />

eksik <strong>ve</strong>ya fazlalığı hususu olduğunu belirtmektedir.<br />

Doğrusu oldukça zahmetli <strong>ve</strong> zor bir işi<br />

<strong>ve</strong> belki de aklımıza gelmeyecek bir hususu Hocaefendi<br />

gerçekleştirmiş <strong>ve</strong> bu harfleri tek tek saymıştır.<br />

Tek tek saymış, çünkü <strong>ve</strong>rdiği rakamlar bunu<br />

göstermektedir. Böyle bir durum aslında garipsenmemelidir.<br />

Öteden beri selef ulemasından bazı<br />

kimselerin de tefsirlerinde, her bir sûrenin âyet sayılarını,<br />

kelimelerini, harflerini, hattâ fasılalarını saydıklarını<br />

görmekteyiz. Bu, aynı zamanda Kur’ân’a<br />

<strong>ve</strong>rilen önem <strong>ve</strong> dikkatin de bir göstergesidir. Ancak<br />

Hocaefendi’nin yaptığı bundan da öte bir şey<br />

olup, sadece harflerin sayılması değil, aynı zamanda<br />

bu harflerin arasındaki sayısal ilginin tespitidir.<br />

Hocaefendi buradaki eşsiz matematikî hesabı,<br />

sadece birkaç sûre özelinde ele almaktadır.<br />

Bunlar Bakara, Âl-i İmrân, Ra’d <strong>ve</strong> Yâsin Sûre-i<br />

Celileleri’dir. Ayrıca Ankebût <strong>ve</strong> Rûm sûrelerinde<br />

de aynı durumun olduğunu belirtmiş; fakat buralardaki<br />

rakamları belirtmemiştir. Ancak bu sayısal<br />

mu’cizelik, sadece belirtilen sûrelerde vardır<br />

mânâsına gelmemektedir. Aksine her bir sûrede<br />

yerine göre aynı orijinalliğin var olduğunu da göstermektedir.<br />

Konuyla alâkalı olarak Hocaefendi’nin tespit-<br />

א leri şöyledir: “Meselâ: Ra’d Sûresi’nin başında <br />

harfleri vardır. Bu harfler, gösterildiği şekilde tertip<br />

edilmiştir. Yani birinci sırada ‏,”א“‏ ikincide “”,<br />

üçüncüde “” <strong>ve</strong> dördüncü sırada da “” vardır.<br />

Enteresandır ki, sûrede geçen bu harfler sayı bakımından<br />

da aynı şekilde sıraya tâbi tutulmuşlardır.<br />

Şöyle ki: Ra’d Sûresi’nde 625 tane ‏,”א“‏ 479 “<br />

”, 260 “”, 127 de “” vardır. Bunlardan başka bu<br />

sûrede, mukattaat harflerinin sıralanışı ile aynı<br />

harflerin sûre içindeki tekrarı da ciddî bir tenasüp<br />

<strong>ve</strong> uygunluk sergilemektedir.”<br />

Bu durum sadece Ra’d Sûresi’ne mahsus da değildir.<br />

Meselâ, Bakara Sûresi’nin mukattaat harfleri<br />

olan א de sûre içinde aynı esasa göre tekrar edilmiştir.<br />

Bu sûrede 4592 ‏,”א“‏ 3204 “”, 2195 tane de<br />

“” vardır. Sıralanıştaki insicam Bakara Sûresinde<br />

de kendini korumuştur.<br />

Mukattaat ile başlayan bir başka sûre de “Âl-i<br />

İmrân”dır. Aynı ilmî program <strong>ve</strong> tayin bu sûrede de<br />

söz konusudur. Sûrenin mukattaat harfleri א’dir.<br />

Harf sayısı da yine bu sıraya göre tanzim edilmiştir.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 41


Sûrede , ‏”א“‏ 2578, “” 1885 , “ ” 1251 tane mevcuttur.<br />

Görüldüğü gibi sıra yine korunmuştur.<br />

Hocaefendi, harfleri sayılacak olsa, Ankebût <strong>ve</strong><br />

Rûm sûrelerinde de aynı durumun olduğunu belirterek,<br />

yukarıdaki durumdan çok daha enteresan<br />

olanının ise Yâsîn Sûresi’nde bulunduğuna dikkat<br />

çekmiştir. Çünkü bu sûrede durum, yukarıdakilerin<br />

tam tersine dönmüştür. Şöyle ki:<br />

“Bu sûrede sonra gelen harf, öncekinden daha<br />

çok zikredilmiştir. Zîrâ Yâsîn Sûresi’nin mukattaatında<br />

harflerin normal sırası tersine dönmüştür.<br />

Yani en son harf olan “” başa geçmiş, sıralamada<br />

ondan önce olan “” ise sona kalmıştır. Öyle ise<br />

bu harflerin sûre içindeki tekrar edilme sayısı da<br />

tersine dönmeli, “” daha çok, “” ise daha az olmalıdır.<br />

Nitekim öyle de olmuştur.”<br />

Gerçekten de Hocaefendi’nin tespit ettiği husus,<br />

oldukça orijinaldir. Bütün bir Kur’ân’ı, onun 23<br />

senede inişini, sûrelerin farklı zamanlarda <strong>ve</strong> parça<br />

parça indirilme keyfiyetini düşündüğümüzde, böyle<br />

bir hesabın asla rastlantılarla olamayacağını, tesadüflere<br />

<strong>ve</strong>rilemeyeceğini, bunun olsa olsa Kur’ân’ın<br />

eşsiz yönlerinden bir yön olduğunu söyleyebiliriz.<br />

Netice<br />

Kâinattaki her şeyin kendine has bir dili vardır.<br />

Bu dillerden bazıları açık, bazıları yarı açık, bazıları<br />

da oldukça kapalıdır. Sûrelerin başlarındaki bu<br />

harfleri oldukça kapalı olan kısımdan sayabiliriz.<br />

Tam olarak ne mânâya geldiğini çözemesek de,<br />

mutlaka işaret ettikleri birtakım mânâların olduğu<br />

açık bir gerçektir. Zîrâ kâinatın işleyişinde nasıl<br />

hassas bir dengenin varlığı söz konusu <strong>ve</strong> hiçbir<br />

fazlalık <strong>ve</strong> eksiklik yoksa, Yüce Yaratıcı’nın insanlığa<br />

gönderdiği Kur’ân’da da fazlalık <strong>ve</strong> eksiklik<br />

söz konusu değildir. Öteden beri İslâm âlimleri<br />

bu harflerin mânâları üzerinde oldukça derin düşünmüş,<br />

değişik görüşler ileri sürmüş <strong>ve</strong> çeşitli<br />

tartışmalar yapmışlardır. Bundan sonra da yapılması<br />

<strong>ve</strong> yeni birtakım yorumların ortaya çıkması<br />

muhtemeldir. Üzerinde bu kadar farklı yorumun<br />

yapılmasındaki temel faktörün, konuyla alâkalı<br />

olarak gerek Kur’ân’dan, gerekse Kur’ân’ın birinci<br />

açıklayıcısı Hz. Peygamber’den (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem) açık <strong>ve</strong> net bir bilginin olmamasıdır. Dolayısıyla<br />

her bir âlim, kendi perspektifinden meseleye<br />

bakmış, değişik yorumlar yapmış, hattâ bazıları oldukça<br />

uç görüşler dahi ileri sürmüştür.<br />

Konuya genel bir perspektiften baktığımızda<br />

karşımıza şu neticeler çıkmaktadır: Bu harfler,<br />

Kur’ân-ı Kerîm’deki 29 sûrenin başında bulunmaktadır.<br />

Huruf-u mukattaalardan sonra ya<br />

Kur’ân, ya Tenzîl <strong>ve</strong>ya vahiyden bahsedilmektedir.<br />

Hece harflerinin sayısı yirmi sekizdir. Kur’ân-ı<br />

Kerîm, sûrelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş,<br />

yarısını ise kullanmamıştır. Kullanılan bu<br />

14 harf terk edilenlerden daha fazla kullanılmaktadır.<br />

Bu harfler önemli bir şeyin mukaddimesi <strong>ve</strong><br />

keşif kolları gibidir. Bu harflerin mânâdan tecrit<br />

edilerek zikredilmesi, muarızlarını delilsiz bırakmaya<br />

işarettir. Sûrelerin başlarındaki bu harfler,<br />

İlâhî bir şifre olabilir. İnsanların bilgileri bu şifreleri<br />

tam mânâsıyla çözmeye yetişemiyor. Ancak<br />

bunların, kesinliğin ötesindeki yorumlar olarak<br />

da olsa, Kur’ân’a dikkat çekme <strong>ve</strong> farklı açılardan<br />

onun eşsizliğine işaret etme gibi mânâlar taşıdığını<br />

söylemekte bir sakınca yoktur. Bunların gerçek<br />

anahtarı, ancak Hz. Muhammed’dedir (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem). Aynı zamanda bu harflerin birer<br />

şifre gibi bırakılması, Hz. Muhammed’in (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) fevkalâde bir zekâya sahip olduğuna<br />

da işarettir ki, O, remizleri, îmaları <strong>ve</strong> en gizli şeyleri<br />

dahi sarih gibi telâkki eder <strong>ve</strong> anlardı.<br />

*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

makgul@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Zerkeşî, el-Burhân, 1/173; Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed<br />

b. Muhammed b. Mahmud, Te’vîlâ-tu Ehli’s-Sünne,<br />

Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2004, 1/13.<br />

2. Taberî, İbn Cerîr, Câmiu’l-Beyân An Te’vîl-i Âyi’l-Kur’ân,<br />

Dâru’l-Fikr, Beyrût 1995, Bakara Sûresi (1. âyetin tefsirinde).<br />

3. Mâturîdî, a.g.e, 1/13; Zerkeşî, a.g.e, 1/173.<br />

4. Mâturîdî, a.g.e, 1/14.<br />

5. Bkz: Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, <strong>Yeni</strong><br />

Ufuklar Neşriyat, İst. 1988, 1/92-93.<br />

6. Yıldırım, Suat, Kur’ân-ı Kerîm <strong>ve</strong> Kur’ân İlimlerine Giriş, Ensar<br />

Neşriyat, İst. 1989, s. 113. (Hasan el-Benna’dan naklen)<br />

7. Bkz: Zerkeşî, a.g.e, 1/175; Zemahşerî, a.g.e, 1/27; Râzî,<br />

a.g.e, 2/7.<br />

8. Nursî, Bediüzzaman, İşârâtu’l-İ’câz, Tenvir Neşriyat, İst.<br />

ts. s. 36.<br />

9. Cevâhir, a.g.e, 2/5-7.<br />

10. Tahiyye Abdulazîz İsmail, et-Tefsîru’l-İlmiyyu Li Hurûf-i<br />

Evâili’s-Su<strong>ve</strong>r Fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Metâbii’l-Ehrâm, Kâhire,<br />

1990.<br />

11. Zerkeşî, a.g.e, 1/169.<br />

12. Tahiyye, Abdulaziz İsmail, a.g.e, s.59.<br />

13. Bkz: Tahiyye Abdulaziz İsmail, a.g.e.<br />

14. M. Fethullah Gülen, Kur’ân’ın Altın İkliminde, s. 74.<br />

42 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiT<br />

Mustafa YILMAZ*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Allah’a sığınma, O’na iltica etme, şeytanın azdırması <strong>ve</strong><br />

saptırmasına karşı en önemli bir sığınak <strong>ve</strong> dinamiktir.<br />

Bu dinamiğin behemehâl kullanılması şarttır.<br />

İstiâze<br />

ALLAH’A SIĞINMA<br />

Bu dar hacimli yazıda istiâze kavramı üzerinde<br />

durulmaya çalışılacak <strong>ve</strong> istiâze dualarına<br />

bazı örnekler <strong>ve</strong>rilecektir.<br />

“Eûzü” diyerek Allah’a yönelen bir kul<br />

Rabb’ine istiâze etmiş olur. İstiâze, Cenab-ı Hakk’a<br />

iltica etme, sığınma, O’nun himaye <strong>ve</strong> korumasını<br />

dileme gibi mânâlara gelmektedir. Dua ile istiâze<br />

arasında bir umum-husus farkı olduğu görülmektedir.<br />

Dua istiâzeden daha geniş bir kavramdır.<br />

Zîrâ duada hem hayır <strong>ve</strong> iyilik isteme hem de<br />

kötülüklerden Allah’a sığınma vardır. İstiazede ise<br />

bunlardan sadece ikincisi yani şerlerden <strong>ve</strong> endişe<br />

sebebi hususlardan Allah’a, onun inayet <strong>ve</strong> rahmetine<br />

iltica söz konusudur.<br />

Niçin <strong>ve</strong> Neden İstiâze?<br />

Âciz, zayıf, emel <strong>ve</strong> arzuları nihayetsiz, imkânları<br />

çok kısıtlı, ömrü boyunca şeytan, nefs-i emmâre <strong>ve</strong><br />

bunlara ilâ<strong>ve</strong> olarak şeh<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> gazap gibi bir yönüyle<br />

düşman sayılabilecek kuv<strong>ve</strong>(t)lerle mücadele etme<br />

durumunda olan insanın, hem hayır istikametindeki<br />

emellerini gerçekleştirmek hem de düşmanlarının<br />

tuzak <strong>ve</strong> komplolarından kurtulmak için,<br />

gücü <strong>ve</strong> merhameti sonsuz Rabb’ine iltica <strong>ve</strong> istiâze<br />

etmekten başka çaresi yoktur. Bu çarenin varlığını<br />

fark eden <strong>ve</strong> ona başvuran insan temel problemlerini<br />

halletmiş sayılır. Çünkü şeytan <strong>ve</strong> onun âdeta<br />

bir santral gibi kullandığı nefse karşı insanın en bü-<br />

yük zırhı istiâze yani<br />

Cenab-ı Allah’ın ulu<br />

dergâhına sığınmaktır.<br />

Günümüzde maalesef<br />

pek çok insan<br />

inanmış dahi olsa<br />

âdeta şeytan yokmuş<br />

gibi davranmakta, bu<br />

yanlış düşünceleri de<br />

onları şeytan <strong>ve</strong> a<strong>ve</strong>nesinin<br />

tehlikeli desîse <strong>ve</strong> oyunlarına<br />

karşı her zaman açık hâle<br />

getirmektedir. E<strong>ve</strong>t, komplocu, tahripçi <strong>ve</strong><br />

yıkımcı şeytanın en tehlikeli desîselerinden<br />

biri insanın gözünü, yaptığı hata <strong>ve</strong> kusurlara<br />

karşı kapaması, o kusurları fark ettirmemesi;<br />

insan fark etmiş olsa bile şeytanın ona te’vil<br />

ettirmesidir. Bu komploya düşenler, şeytanın<br />

kendini inkâr ettirmek sûretiyle onlara bir<br />

çelme taktığının farkına varamamaktadırlar.<br />

Hâlbuki düşmanı olduğunun farkında olanlar<br />

sürekli teyakkuz hâlinde bulunurlar/bulunmalıdırlar.<br />

Tehlikeli zeminlerde fütursuzca dolaşanlarınsa<br />

acımasız avcıların tuzağına düşmesi<br />

pek tabiîdir. İşte savunma gayesiyle<br />

donanımındaki boşlukları kapama endişesi<br />

<strong>ve</strong> heyecanı taşımayan insan,<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 43


nefsin <strong>ve</strong> şeytanın zehirli oklarına hedef olmakta<br />

<strong>ve</strong> çok defa da onların bir oyuncağı hâline geli<strong>ve</strong>rmektedir.<br />

E<strong>ve</strong>t, şeytan vardır <strong>ve</strong> Kur’ân-ı Mübîn’in<br />

ifadesiyle insanoğlunun amansız <strong>ve</strong> inatçı düşmanıdır.<br />

İlk insan olan Hazreti Âdem’den bu yana<br />

hep ayakları kaydırmak için uğraşan, akla-hayale<br />

gelmedik türlü türlü tezyîn <strong>ve</strong> tesvîllerle Allah’ın<br />

kullarını şaşırtıp dalâlet vâdilerine sürüklemek için<br />

ant içmiş bir şeytan. “Şeytan işlemekte oldukları<br />

mâsiyet <strong>ve</strong> günahları onlara süslemiş, cazip göstermişti.<br />

(tezyîn)”(En’am sûresi, 6/43); “Kendilerine<br />

doğru yol iyice belli olduktan sonra, gerisin<br />

geri dinden çıkanlara muhakkak ki şeytan önce<br />

fit <strong>ve</strong>rmiş, sonra da onları uzun emellere düşürmüştür.<br />

(tesvîl)”(Muhammed sûresi, 47/25) mealindeki<br />

âyet-i kerîmeler bu hakikati açıkça ortaya<br />

koymaktadır. Yine, Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong>sellem)’in ifadelerine bakıldığında da şeytanın,<br />

“insanoğlunun damarlarında tıpkı kanın çok rahat<br />

aktığı gibi akmakta”(Buharî, Ahkâm, 21) olduğu görülecek<br />

<strong>ve</strong> anlaşılacaktır.<br />

İnsana düşen nefs-i emmaresinin yaptı(rdı)klarına<br />

karşı her zaman tavır almasıdır. Çünkü Kur’ân-ı<br />

Mübîn’in ifadesiyle, “Nefis her zaman kötülüğü<br />

emreder.”(Yusuf sûresi, 12/53) İnsan için nefsinden<br />

daha büyük bir düşman yoktur. Nefsini beğenenler<br />

hiçbir zaman onun kusurlarını göremezler. Ancak<br />

her zaman onu itham altında tutanlardır ki, nefislerinden<br />

kaynaklanan ayıpları görüp hissedebilirler.<br />

Cenâb-ı Allah da, mâsiyet çukurlarından taat zir<strong>ve</strong>lerine<br />

taşımayı murad buyurduğu kullarına ev<strong>ve</strong>la<br />

nefsinin kusurlarını gösterir. Nefsinin ayıp <strong>ve</strong> kusurlarını<br />

gören insan tevbe <strong>ve</strong> istiğfarda bulunur,<br />

istiâze mülahazalarıyla Hakk’ın yüce dergâhına<br />

yüz sürer. Bunu yapabilen de şeytanın şerrinden<br />

<strong>ve</strong> nefs-i emmareye maskara olmaktan kurtulur.<br />

İstiâze Allah’ın Emri <strong>ve</strong> Resûllerin Yoludur<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de, Hadîs-i Şerîflerde <strong>ve</strong> değişik<br />

dua mecmualarında pek çok istiâze duaları yer almaktadır.<br />

İstiâze dualarından muradımız, içinde “eûzü,<br />

neûzü; eıznî, eıznâ; ecirnî, ecirnâ/sığınıyorum, sığınıyoruz”<br />

gibi ifadelerin yer aldığı yakarışlardır.<br />

Cenab-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de,<br />

א א א א א א א <br />

“Kur’ân okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan<br />

Allah’a sığın.”(Nahl sûresi, 16/98) buyurmaktadır.<br />

Bu emre binaen inananlar da Kur’ân-ı<br />

Azîm’i tilâ<strong>ve</strong>t edecekleri zaman O’nun hidayetinden<br />

tam istifade edebilme yolunda şeytanın desiselerinden<br />

etkilenmemek <strong>ve</strong> kalb <strong>ve</strong> ruhlarını tertemiz<br />

hâle getirmek için, <br />

א א <br />

א א <br />

“Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım”<br />

derler. Bu, lafzı itibariyle bir haber cümlesi olsa<br />

da mânâsı açısından bir dua cümlesidir, bir yakarıştır.<br />

“Allah’ım, şeytanın şerrinden beni koru!”<br />

mânâsına gelmektedir.<br />

Buradan ayrıca şöyle bir ders çıkarılabilir. İnsan<br />

Kur’ân-ı Kerîm’i tilâ<strong>ve</strong>t etmek istediği zaman şeytanî<br />

her türlü mülâhazadan arınmalı, O’nu tertemiz bir<br />

gönülle okumalıdır. Ayrıca, Kur’ân elinde olan bir<br />

insanı bile tezyîn <strong>ve</strong> tesvîlleri ile kandırabilen şeytan<br />

sâir iş <strong>ve</strong> durumlarında hayli hayli kandırabilir<br />

demektir. Dolayısıyla her zaman şeytana <strong>ve</strong> oyunlarına<br />

karşı teyakkuz hâlinde bulunmak gerekir.<br />

Cenab-ı Allah’ın, kullarını istiâzeye çağırdığı<br />

Mü’minûn sûre-i celîlesinin 97 <strong>ve</strong> 98. ayet-i<br />

kerîmelerinde de,<br />

<br />

<br />

כ א א א <br />

כ <br />

<br />

<br />

“Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların <strong>ve</strong>s<strong>ve</strong>selerinden,<br />

onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım!”<br />

buyrulur. Yine, “de ki: Sabahın Rabb’ine<br />

sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı<br />

çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip<br />

büyü yapan büyücü kadınların şerrinden <strong>ve</strong><br />

haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden” <strong>ve</strong> “de ki:<br />

İnsanların Rabb’ine, insanların yegâne Hükümdarına,<br />

insanların İlahına sığınırım. O sinsi şeytanın<br />

şerrinden. O ki insanların kalplerine <strong>ve</strong>s<strong>ve</strong>se <strong>ve</strong>rir.<br />

O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da”<br />

meallerindeki, Allah Rasûlü’nün namazlarında<br />

okuduğundan başka sabah-akşam ayrıca üçer defa<br />

okumuş olduğu Felak <strong>ve</strong> Nâs sûreleri konumuza<br />

örnek <strong>ve</strong> delil olarak zikredilebilir. Bilindiği üzere<br />

bu iki sûreye birden “Muavvizeteyn” denilmiştir<br />

ki, bunlarla Allah’a sığınılır demektir.<br />

Nitekim yine Kur’ân-ı Hakîm’de görüldüğü<br />

üzere, Hazreti Musa (aleyhisselâm), א <br />

<br />

אא כ “Cahillerden olmaktan Allah’a<br />

sığınırım.”(Bakara sûresi, 2/67); Hazreti Nuh<br />

(aleyhisselâm), א כ כ <br />

<br />

“Bilmediğim bir şeyi Sen’den istemekten yine<br />

Sana sığınıyorum Rabbim.”(Hud sûresi, 11/47)<br />

<strong>ve</strong> Hazreti Yusuf (aleyhisselam), א א <br />

<br />

“Allah’a<br />

sığınırım.”(Yusuf sûresi, 12/23) ifadeleriyle istiâzede<br />

bulunmuşlardır.<br />

44 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Az önce zikredilen Müminûn Sûresi’nin 97 <strong>ve</strong><br />

98. âyetleri de Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ)<br />

bir istiazesidir. Efendiler Efendisi’nin lâl ü<br />

güher ifadelerinde istiâzeye çokça rastlanmaktadır.<br />

Elbette hepsini buraya dercetmek mümkün değildir.<br />

Biz Ser<strong>ve</strong>r-i Kâinat Efendimiz’in sabah-akşam<br />

okumuş olduğu birkaç istiâze duasını buraya almakla<br />

iktifa edeceğiz.<br />

Efendiler Efendisi’nin Bazı İstiâzeleri<br />

Muhakkak ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz her hususta<br />

olduğu gibi dua <strong>ve</strong> istiâze hususunda da bizler<br />

için en güzel örnektir. Cenab-ı Hak’tan nelerin <strong>ve</strong><br />

nasıl istenmesi gerektiğini en iyi O bildiği gibi, hangi<br />

hususlardan ne şekilde istiâze edilmesinin daha<br />

münasip olduğunu da O bilir. Bu mülâhazalarla<br />

biz dualarımızda Cenâb-ı Hak’tan, umumî mânâda<br />

Peygamber Efendimiz’in dilediği hayırları diler,<br />

istiâze ettiği şerlerden de istiâze ederiz. Bununla<br />

beraber Nebiy-yi Ekrem Efendimiz’in hususî olarak<br />

Allah Teâlâ’ya sığındığı bazı istiâze cümlelerini<br />

de buraya kaydetmekte yarar görüyoruz.<br />

א <br />

<br />

<br />

אא <br />

א א כא <br />

<br />

“Mahlûkatının şerrinden Allah’ın tastamam kelimelerine<br />

sığınırım.” (Müslim, Zikir, 54-55; Tirmizî,<br />

Deavât, 40; İbn Mâce, Tıb, 46; Dârimî, İsti’zan, 48.)<br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

א אא <br />

א א כא <br />

<br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

א <br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

כ א אא <br />

<br />

א א א <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

“Yarattıklarının, gökten inen <strong>ve</strong> oraya yükselen,<br />

yerde biten <strong>ve</strong> yerden çıkan şeylerin şerrinden, gece<br />

<strong>ve</strong> gündüzün fitnelerinden, -hayırla gelenler müstesna-<br />

meydana gelen hâdiselerin şerrinden, ne bir<br />

iyinin ne de bir kötünün kendilerini aşamayacağı,<br />

Rahmân olan Allah’ın tastamam kelimelerine <strong>ve</strong><br />

O’nun <strong>ve</strong>ch-i kerîmine sığınırım.”(Müsned, 3/421)<br />

<br />

<br />

כ <br />

<br />

א <br />

א <br />

כ <br />

א א א א <br />

א כ <br />

“Her türlü şeytandan, şom kazadan <strong>ve</strong> kem gözlerden<br />

Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım.”<br />

(Buharî, Enbiyâ, 10; Ebû Dâvud, Sünne, 20; Tirmizî,<br />

Tıb, 18)<br />

Buradaki kelimelerden murad Kur’ân-ı Hakîm<br />

olabilir. Tastamam olması da, o kelimelerin fayda<br />

<strong>ve</strong> şifa <strong>ve</strong>rici olmaları ya da herhangi bir eksiklikten<br />

uzak bulunmalarıdır. Elbette, doğrusunu Allah bilir.<br />

כ <br />

א <br />

א <br />

כ א <br />

כ א א כ אכ <br />

<br />

א <br />

א א <br />

<br />

א <br />

<br />

<br />

“Allah’ım, tasa <strong>ve</strong> hüzünden Sana sığınırım.<br />

Âcizlik <strong>ve</strong> tembellikten Sana sığınırım. Korkaklık<br />

<strong>ve</strong> cimrilikten Sana sığınırım. Borç altında ezilmekten<br />

<strong>ve</strong> düşmanların kahrından da yine Sana<br />

sığınırım.”(Buharî, Deavât, 36)<br />

א <br />

כ <br />

<br />

<br />

כ א <br />

<br />

<br />

א <br />

א א <br />

“Allah’ım, nefsimin <strong>ve</strong> perçemlerinden tuttuğun<br />

her canlının şerrinden Sana sığınırım.”<br />

(Müsnedü’l-Hâris, 2/953) Şüphesiz ki Rabb’im dosdoğru<br />

yol üzerindedir.(Hûd sûresi, 11/56)<br />

כ <br />

<br />

א א <br />

אכ כ <br />

<br />

א<br />

<br />

א א <br />

“Allah’ım, Sana sığınırım küfürden <strong>ve</strong> fakirlikten.<br />

Allah’ım, Sana sığınırım kabir azabından.<br />

Sen’den başka ilâh yoktur.”(Ebu Davud, Edep, 110)<br />

<br />

<br />

אכ <br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

אכ כ <br />

<br />

א<br />

<br />

א א <br />

א <br />

א <br />

“Allah’ım, tembellikten, kocamaktan, ihtiyarlığın<br />

dertlerinden, dünyanın fitnesinden <strong>ve</strong> Âhiret<br />

azabından Sana sığınırım.”(Müslim, Zikir <strong>ve</strong> Dua,<br />

74-76)<br />

Allah Resûlü (aleyhi efdalüssalavât <strong>ve</strong> ekmelüt tahiy<br />

yât) Efendimiz gerek namazlarının akabinde,<br />

gerekse sâir zamanlarda daha başka hususlardan<br />

da Allah’a sığınmış, ashabına dolayısıyla ümmetine<br />

de sığınmalarını tavsiye etmiştir. Efendimiz’in<br />

hadîs-i şerîflerine bakıldığı zaman ezcümle O’nun,<br />

Allah’ın gazabından, Cehennem <strong>ve</strong> kabir fitne <strong>ve</strong><br />

azabından, zenginlik <strong>ve</strong> fakirlikle imtihan olmaktan,<br />

Deccal fitnesinden, şeka<strong>ve</strong>tten, düşmanlara<br />

maskara olmaktan, belâlara maruz kalmaktan,<br />

hastalıklardan, erzel-i ömür tabiriyle ifade buyurdukları<br />

ele ayağa düşmekten, bunamaktan, dünya<br />

imtihanlarından, haşyet duymayan kalbden, kabul<br />

olmayan duadan, doymayan nefisten, yaşarmayan<br />

gözden, fayda <strong>ve</strong>rmeyen ilimden, şikak,<br />

nifak <strong>ve</strong> sû-i ahlaktan, hubs u habâis şeklinde<br />

söyledikleri erkek <strong>ve</strong> dişi şeytanlardan <strong>ve</strong> onların<br />

her türlü desiselerinden Allah’a iltica ettiği görülmektedir.<br />

İşte namazlarımızdan sonra bizim,<br />

א<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 45


א...‏ <br />

<br />

<br />

א<br />

א‏...‏ א א <br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

א <br />

<br />

א א <br />

אכ <br />

<br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

א <br />

א <br />

א <br />

א <br />

אכ <br />

<br />

<br />

אא‏...‏ א <br />

א <br />

א<br />

gibi dua <strong>ve</strong> tesbihatlarla “Allah’ım bizi koru…”<br />

diyerek yakarışa geçmemiz <strong>ve</strong> Resûlüllah (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Efendimiz’in sığındığı şeylerden<br />

Allah’a sığınmamız ev<strong>ve</strong>l emirde O’nun sünnet-i<br />

seniyyesine ittiba içindir. Yine Cevşen-i Kebir’de<br />

her bir hizbin sonunda okuduğumuz<br />

א א <br />

א א <br />

א <br />

א אכ <br />

<br />

אא א <br />

אא א אא <br />

“Sübhansın ya Rab! Sen’den başka yoktur ilâh.<br />

Eman diliyoruz Sen’den, koru bizi Cehennem’inden!”<br />

duası da Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü <strong>ve</strong>sselam)<br />

mübarek diliyle yapılmış bir istiâzedir. Aslında<br />

Cevşen’in bizzat kendisi bir istiâzedir.<br />

Esmâ-i Hüsnâ ile İstiâze<br />

Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin bu son hususla<br />

alâkalı şu mütalaası ne kadar dikkat çekicidir:<br />

“Çok esmâya mazhar <strong>ve</strong> çok vazifelerle mükellef<br />

<strong>ve</strong> çok düşmanlara müptelâ olan insan,<br />

münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder.<br />

Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri <strong>ve</strong> elhak en<br />

hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî<br />

(aleyhissalâtü <strong>ve</strong>sselâm), Cevşen-i Kebîr nâmındaki<br />

münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten<br />

istiâze ediyor. İşte şu sırdandır ki sûre -i<br />

<br />

<br />

א א א <br />

<br />

א <br />

. א א <br />

. א א <br />

כ <br />

. <br />

'de üç unvan ile istiâzeyi emrediyor.” 1<br />

א א<br />

Hak Teâlâ’nın kulları olarak bizler aslında<br />

bu dersi yani Cenâb-ı Allah’a değişik isimleriyle<br />

istiâzede bulunup sığınma ders <strong>ve</strong> edebini<br />

Cevşen’den <strong>ve</strong> Allah dostlarının dualarından<br />

öğrendiğimiz gibi, onlardan daha önce Felak <strong>ve</strong><br />

Nâs sûre-i celîlelerinden öğreniyoruz. Şöyle ki,<br />

Cenâb-ı Allah kullarına bu iki sûrede <br />

<br />

א <br />

<br />

אא <br />

א א <br />

כ <br />

א א diyerek istiâzede bulunmalarını<br />

Resûlü vasıtasıyla emretmektedir. Görüldüğü<br />

üzere burada Rab, Melik <strong>ve</strong> İlâh isimleri<br />

zikredilmektedir.<br />

Bu iki sûreyi okuyan mü’min, insî <strong>ve</strong> cinnî<br />

düşmanlardan, onlardan gelebilecek kötülüklerden,<br />

hastalık <strong>ve</strong> musibetlerden, değişik fiyasko <strong>ve</strong><br />

başarısızlıklardan Allah’a sığınırken, O Kudreti<br />

Sonsuz’un, ev<strong>ve</strong>lâ bütün insanları topraktan yaratan,<br />

terbiye ederek tekemmül ettiren, onlara akıl<br />

<strong>ve</strong> iz’an <strong>ve</strong>ren, insanlık vazifelerini duyurarak bütün<br />

mahlûkat içinde mümtaz bir hâle getiren <strong>ve</strong><br />

Rubûbiyet mefhumunu öğreterek Kendi varlığını<br />

sezdirip hak <strong>ve</strong> hayır uğrunda çalışma yolunu gösteren<br />

bir Rabb-i Ecell-i A’lâ olduğunu mülâhazaya alır.<br />

İkinci olarak, Kendisine sığındığı Yüce Zât’ın,<br />

insanların hepsini hükmü altında tutan, ilim <strong>ve</strong><br />

hikmetinin muktezasınca onları hayır <strong>ve</strong> kemâle<br />

yönlendiren, dilediğini mülk <strong>ve</strong>rip şah yapan, dilediğini<br />

de padişahlıktan atan, dilediğini azîz, dilediğini<br />

zelîl etmek kudretine mâlik bulunan Melikler<br />

Meliki, Padişahlar Padişahı, Hükümdarlar Hükümdarı<br />

bir Melik olduğunu düşünür.<br />

Üçüncü olarak da, sığındığı kapının, kullarının<br />

Kendisine her dâim ibadette bulundukları<br />

bir Hak Ma’bûd’un, yaratma, icat etme, varlık<br />

sahasına çıkarma <strong>ve</strong> o sahadan çıkarma, sevap ile<br />

mükâfatlandırma, azap ile cezalandırma gibi küllî<br />

tasarruflara, önüne geçilemez kudrete mâlik, samediyet,<br />

celâl <strong>ve</strong> ikram sahibi bir İlah’ın kapısı olduğunu<br />

düşünür. 2<br />

İşte Cenab-ı Hakk’a değişik isimleriyle istiâzede<br />

bulunan bir insan, bu üç ismi okurken içine girdiği<br />

düşüncelerin benzerlerini mânâ <strong>ve</strong> muhtevalarına<br />

göre diğer esmâ-i hüsna için de mülahazaya alabilir.<br />

Özetle diyebiliriz ki, Cenab-ı Allah’ın birbirinden<br />

güzel isimleri olan esmâ-i hüsna, istiâze açısından<br />

da büyük ehemmiyet <strong>ve</strong> kıymete sahiptir.<br />

Netice<br />

Mü’min, havl <strong>ve</strong> kuv<strong>ve</strong>tin yegâne sahibi Rabb’ine<br />

istiâze etmeden ne masiyetlere düşmekten kurtulabilir,<br />

ne de lâyıkıyla kulluğunu yerine getirebilir.<br />

Ne şeytanın oyunlarından azade kalabilir, ne de<br />

nefs-i emmareye mağlup düşmekten korunabilir.<br />

Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs-i Şerîfler <strong>ve</strong><br />

dua mecmualarında yer alan istiâze dualarına sık<br />

sık müracaat etmeli <strong>ve</strong> gönlünün sesiyle her zaman<br />

Rabb’inin koruyup kollamasına olan ihtiyacını dile<br />

getirmelidir. İnananlar için en güzel örnek olan<br />

rusül-ü kiram efendilerimizin (alâ nebiyyina <strong>ve</strong> aleyhimüsselam)<br />

<strong>ve</strong> Allah dostlarının (rıdvanullahi aleyhim<br />

ecmaîn) yolu budur.<br />

*İlâhiyatçı-Yazar<br />

myilmaz@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. Sözler, sh. 356<br />

2. Hak Dini Kur’ân Dili, Felak sûresi tefsiri<br />

46 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiT<br />

Yusuf ÜNAL*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Düşünce <strong>ve</strong> aksiyon insanı, bazen <strong>ve</strong>falı bir vatan evladı,<br />

bazen düşünce buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı,<br />

bazen dâhi bir sanatkâr, bazen bir devlet adamı,<br />

bazen de bunların hepsidir.<br />

OSMANLI TAŞ RASININ BÜYÜK ÂLİ M İ<br />

İmam Hâdimî<br />

İstanbul, sultanların gözbebeği, şairlerin beşiği;<br />

ulemanın yuvası, evliyanın duasıdır.<br />

Şair’in, “Bu şehr-i stanbul ki bî misl-ü bahâdır,<br />

/ Bir sengine yek-pâre acem mülkü fedâdır” (Nedim)<br />

diyerek bir sengine Acem mülkünü feda ettiği<br />

şehirdir. Uğruna nice hanümanın dağıldığı, nice<br />

selvicanın feda olduğu yerdir.<br />

18. yüzyılda İstanbul bir başka güzeldir. Âlimler<br />

oraya akmakta, şiirler ona yazılmakta, âbideler orada<br />

dikilmektedir. Lâle Devri’nin izleri bahçelerdedir.<br />

Her yeri bağ-bahçe doludur İstanbul’un.<br />

Çiçeklerinin ‘telli pullu’, ay <strong>ve</strong> güneşin ezelden iki<br />

‘İstanbullu’ 1 olduğu günlerdir. “Gecesi sümbül kokan<br />

/ Türkçesi bülbül kokan.” yerdir İstanbul.<br />

Payitahtta âlime <strong>ve</strong> ilime büyük önem <strong>ve</strong>rilmektedir.<br />

Nerede bir âlimin adı duyulsa o, saraya<br />

da<strong>ve</strong>t edilmektedir. Bu şekilde İstanbul’a da<strong>ve</strong>t edilip<br />

ağırlananlardan birisi de İmam Ebû Sâid Muhammed<br />

Hâdimî Hazretleri’dir. Onun İstanbul’da<br />

<strong>ve</strong>rdiği dersler hem ulemanın hem sarayın öyle<br />

ilgisine mazhar olur ki, kimse onu memleketine<br />

göndermek istemez. Dünyanın incisi o şehirde kalıp<br />

orada müderrislik yapmasını, saraya yakın olmasını<br />

teklif ederler.<br />

Ancak Hâdimî Hazretleri bu teklifi kabul etmek<br />

yerine Toros dağlarının koynundaki köyüne döner.<br />

O köy ki dağların arasında kalmış, en yakın şehre<br />

günler sonra ulaşılabilen bir yerdedir. Böyle olmasına<br />

rağmen acaba mâneviyat büyüğü Hâdimî neden<br />

oraya dönmek istemiştir? Bu sorunun cevabını<br />

bulmak için o devrin genel görünümüne <strong>ve</strong> Hz.<br />

Hâdimî’nin hayatına bakmamız gerekmektedir.<br />

18. Yüzyılın Genel Görünümü<br />

17. yüzyıl, Osmanlı fetihlerinin durakladığı,<br />

devletin en geniş sınırlarına ulaştığı dönemdir.<br />

1699’da Karlofça Anlaşması’yla ilk defa toprak kaybedilerek<br />

gerileme dönemi başlamıştır. 18. asır ise<br />

Osmanlı’nın belli sahalarda Avrupa’nın üstünlüğünü<br />

kabul ettiği <strong>ve</strong> bu sahalarda onları yakalamaya<br />

çalıştığı bir devirdir. Bu sebeple Osmanlı, Batı’ya<br />

yönelme mecburiyeti duymuş <strong>ve</strong> Avrupa’yı yakından<br />

tanımak için Londra <strong>ve</strong> Paris gibi Batı’daki gelişmenin<br />

lokomotifi olan şehirlere elçiler göndermiştir.<br />

Bahçe, mimarî <strong>ve</strong> eğlence sahalarında bıraktığı<br />

izlerle meşhur “Lâle Devri” bu asırda yaşanmış;<br />

matbaa, Osmanlı sınırlarına bu asırda girmiştir.<br />

Öte yandan Lâle Devri’ne karşı başlatılan <strong>ve</strong> payitahtı<br />

sarsan Patrona Halil İsyanı da aynı zaman<br />

diliminde gerçekleşmiştir. Coğrafî keşifler <strong>ve</strong> sanayi<br />

atılımlarıyla ekonomisi gelişen Avrupalıların,<br />

Müslümanlara İslâmiyet’le ilgili soru sorup cevabını<br />

istemeye başlamaları da bu dönemdedir.<br />

18. yüzyıl, medreselerin köylere kadar yayılmaya<br />

başladığı yıllardır. Kütüphanelerin açıldığı,<br />

mevcutlarının zenginleştirildiği, kurulan bir tercüme<br />

heyetiyle çevirilerin yapıldığı; mimarî, bah-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 47


çe düzenlemeleri, çiçekçilik, resim <strong>ve</strong> minyatürde<br />

gelişmelerin olduğu; ilk kâğıt fabrikasının açıldığı,<br />

çiçek aşısının yapıldığı, kumaş <strong>ve</strong> çini atölyelerinin<br />

açıldığı, itfaiye bölüğünün kurulduğu yıllar da aynı<br />

yıllardır. Bu asırda askerî sahalarda ıslahatlara büyük<br />

önem <strong>ve</strong>rilmiş, pek çok yenilik uygulanmıştır.<br />

Bütün bu gelişmelerin yanında savaşlardaki başarısızlıklar,<br />

kaybedilen topraklar, yükselen <strong>ve</strong>rgiler ile<br />

lüks <strong>ve</strong> israfın artması, toplumda huzursuzluklar<br />

oluşturmuştur.<br />

İşte siyasî, idarî, ilmî <strong>ve</strong> içtimaî şartların çok hareketli<br />

olduğu bu dönemde İmam Hâdimî 1701 yılında<br />

Konya’nın Hâdim kazasında dünyaya gelmiştir.<br />

Hâdimî’nin Ailesi <strong>ve</strong> Tahsil Hayatı<br />

Hâdimî Hazretleri’nin, Buhara’dan hicret<br />

ede rek Hâdim civarına yerleşen ailesinin soyu<br />

Efendimiz’e (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) dayanır. Büyük<br />

dedelerinden Hüsameddin Efendi, Buhara’nın<br />

ilim <strong>ve</strong> faziletiyle tanınmış âlimlerindendir. 1400<br />

yıllarında Hâdim yakınlarındaki “Karaca Sâdık”<br />

beldesine yerleşip orada açtığı medresede binlerce<br />

talebe yetiştirmiştir. Hz. Hâdimî’nin dedeleri<br />

bin altı yüzlü yılların sonuna kadar burada kalmışlar,<br />

daha sonra birtakım mânevî işaretler üzerine<br />

Hâdim’e yerleşmişlerdir. Hâdim, Konya’nın 128<br />

km. güneyinde, Toros dağlarının arasında, engebeli<br />

bir coğrafyaya sahip eski bir yerleşim yeridir.<br />

Annesi Taşkent müftüsünün kızı Hediye<br />

Hanım, babası hem sahip olduğu ilim <strong>ve</strong> güzel<br />

ahlâkından hem de pek çok âlim yetiştirmesinden<br />

dolayı “Fahru’r-Rûm” lâkabıyla anılan Karahacı<br />

Mustafa Efendi’dir.<br />

Hz. Hâdimî hayatını ilme <strong>ve</strong> talebe yetiştirmeye<br />

vakfetmiş bir ailede büyümüştür. Dedeleri gibi<br />

kardeşi Ebû Nuaym Ahmed Hâdimî de ulemadandır.<br />

İlk tahsilini aile çevresinden alır. On yaşında<br />

hafız olur. Babasından hadîs dersleri okur. Bu arada<br />

Arapça <strong>ve</strong> Farsçayı öğrenir. Oğluna kendisinin<br />

öğreteceklerinin bittiğini fark eden babası, 1720 yılında<br />

onu asırlardır ilme merkezlik eden Konya’daki<br />

Karatay Medresesi’ne gönderir.<br />

Orada beş sene boyunca tahsilini sürdürür.<br />

Bu süre sonunda hocası İbrahim Efendi ona şöyle<br />

der: “Evlâdım, benden alacağını aldın. Artık ne benim<br />

ne de Konya’da başka bir hocanın sana ders <strong>ve</strong>recek durumu<br />

yoktur. Bundan sonra İstanbul’a gitmeni <strong>ve</strong> orada<br />

Kazabâdî Ahmet Efendi’den ders almanı tavsiye ederim.”<br />

Bunun üzerine Hz. Hâdimî 1725’te İstanbul’a<br />

giderek, aynı zamanda babasının arkadaşı olan,<br />

meşhur âlim Kazabâdî’nin medresesine devam<br />

eder. Yaklaşık sekiz yıl da burada öğrenim görür.<br />

Böylece zamanında okutulan bütün ilimlerde yüksek<br />

tahsilini tamamlayarak icazet alır. Arapça <strong>ve</strong><br />

Farsçayı kitap yazacak seviyede öğrenir. Aynı yıllarda<br />

İstanbul camilerinde vaazlar <strong>ve</strong>rdiği, eser telif<br />

ettiği <strong>ve</strong> tasavvuf çevrelerine yakın olduğu bilinmektedir.<br />

Zekâ <strong>ve</strong> hafızasıyla herkesin takdirini kazanan<br />

Hz. Hâdimî’nin aynı zamanda çok çalışan <strong>ve</strong><br />

az uyuyan, sağlam iradeli <strong>ve</strong> müttakî bir şahsiyet<br />

olduğu kaynaklarda zikredilir. Müderrisler büyüten<br />

bir ailenin ferdi olması, babasının dibine ışık<br />

<strong>ve</strong>ren bir “mum” olması, Konya <strong>ve</strong> İstanbul gibi<br />

ilim merkezlerine gitme imkânı elde etmesi, hocalarının<br />

yönlendirmesi gibi sebepler onun tahsil hayatında<br />

tesirli olmuştur. Bütün bunların yanı sıra<br />

onun ilmiyle amel etmesi <strong>ve</strong> öğrendiklerini başkalarına<br />

anlatma iştiyakı, zihninin berraklaşmasına <strong>ve</strong><br />

kalbinin saflaşmasına <strong>ve</strong>sile olmuş olmalıdır.<br />

Hâdim’e Dönüşü, Medresesi <strong>ve</strong> Müderrisliği<br />

Hz. Hâdimî, 1734-5 (?) senesinde babasının<br />

hastalığı <strong>ve</strong>ya <strong>ve</strong>fatı üzerine, beraberinde dört katır<br />

yükü kitapla memleketine döner <strong>ve</strong> medresenin<br />

sorumluluğunu üstlenir. Babasının kurduğu medreseyle<br />

birlikte adı duyulmaya başlayan Hâdim<br />

onunla birlikte bir ilim merkezi olmaya başlar. Kısa<br />

süre sonra medrese dar gelmeye başlayınca yeni bir<br />

medrese yapılır. O medrese de yeterli gelmeyince<br />

İmam Hâdimî derslerini yaylada, açık havada<br />

yapar. Yaz aylarında sayıları binli rakamlarla ifade<br />

edilen talebeleriyle Hâdim’e 12 km uzaklıktaki<br />

Kervanpınar mevkiinde derslere devam eder.<br />

İlim-amel birlikteliğine fevkalâde önem <strong>ve</strong>ren<br />

Hz. Hâdimî, müderrislere şöyle bir gündüz programı<br />

tavsiye eder: “Fecirden güneşin doğuşuna kadar<br />

zikir; güneşin doğuşundan öğleye kadar ta’lim, tefekkür <strong>ve</strong><br />

problemli meseleleri çözmek; öğleden ikindi vaktine kadar<br />

eser yazmak <strong>ve</strong> etüt etmek; günler uzunsa hafif öğle uykusu<br />

uyumak; ikindi vaktinden günün sararmasına kadar<br />

okunan tefsiri <strong>ve</strong>ya hadîsi <strong>ve</strong>ya faydalı bir ilimi dinlemek;<br />

eğer günün sararmasından gün batımına kadar eser etüt<br />

etmek <strong>ve</strong> eser yazmak göz sağlığı açısından zararlı ise istiğfar,<br />

zikir <strong>ve</strong> tesbihle meşgul olmak… ” Medrese talebelerine<br />

de aynı programı tavsiye eder. Evlâtlarına<br />

<strong>ve</strong> talebelerine yaptığı vasiyetinde, nefislerini terbiye<br />

ederek, ilimlerini <strong>ve</strong> ruhî kemalâtlarını artırmalarını<br />

istemiştir.<br />

Onun zamanında küçük bir kasaba olan<br />

Hâdim, Osmanlı ülkesinin her yerinden gelen ilim<br />

âşıklarıyla dolar. Merkeze olan uzaklığına rağmen<br />

İstanbul, Bursa, Konya, Kayseri gibi bilinen ilim<br />

<strong>ve</strong> irfan mahfillerinden birisi olur. Bir yandan ta-<br />

48 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


lebe okutan İmam Hâdimî diğer yandan medresenin<br />

kütüphanesini zenginleştirir. Kütüphanesi saray<br />

tarafından <strong>ve</strong> hayır ehli kimselerin bağışlarıyla<br />

desteklenir. Hâdim Medresesi’nde; Tefsir-Hadis,<br />

İslâm Hukuku, İslâm Felsefesi, İlm-i Kelâm <strong>ve</strong><br />

Arap Edebiyatı Bölümleri olmak üzere beş dalda<br />

eğitim <strong>ve</strong>riliyordu.<br />

Çok yönlü bir kişi olan Hz. Hâdimî, müderrisliğinin<br />

yanında hem Nakşî şeyhliği hem Hâdim<br />

müftülüğü yapmıştır. O dönemde müftüler civardaki<br />

âlimler tarafından “gizli oy” usulüyle seçilmekteydi.<br />

En yüksek oyu alan kişi Şeyhülislâmlık<br />

makamına müftü olarak bildiriliyordu. Müftü, bulunduğu<br />

yerde ilmiye sınıfını temsil eder <strong>ve</strong> idarede<br />

sözü geçerdi.<br />

Hz. Hâdimî kendisini sadece medrese talebelerine<br />

adamış biri değildi. O; toplumun içine karışan,<br />

halkı irşad etmeye önem <strong>ve</strong>ren gayretli bir<br />

âlim <strong>ve</strong> mâneviyat büyüğüdür. Bu maksatla zaman<br />

zaman Konya’ya gider, Alaaddin Camii’nde vaazlar<br />

ederdi.<br />

Talebeleri<br />

İlim öğretmek <strong>ve</strong> talebe yetiştirmek onun kendine<br />

biçtiği biricik misyondu diyebiliriz. O, bu<br />

uğurda kendisine teklif edilen imkân <strong>ve</strong> makamları<br />

kabul etmemiştir. Payitahtta meşhur bir âlim<br />

olarak yaşama imkânı varken geçit <strong>ve</strong>rmez bir dağ<br />

kasabasında ömrünü geçirmiştir.<br />

“Mum dibine ışık <strong>ve</strong>rmez.” atasözünün aksine<br />

İmam Hâdimî, babası gibi, çocuklarının tamamına<br />

ilim öğretmiştir. Oğullarından Hacı Saîd Efendi,<br />

Mekke-i Mükerreme kadılığı yapmış; Abdullah<br />

Efendi, babasının çoğu eserini istinsah etmiş, diğer<br />

beş oğlu da ilimle iştigal etmiştir.<br />

Bereketli bir ömür süren İmam Hâdimî, kendi<br />

çocuklarının dışında birçok âlim yetiştirmiştir. İsmail<br />

Gelenbevî, Gözübüyükzâde İbrahim Efendi,<br />

Muhammed b. Süleyman Kırkağacî, Hâfız Hasan<br />

Üskübî bunlardan bazılarıdır. Talebelerinin memleketlerinden<br />

anladığımıza göre Osmanlı coğrafyasının<br />

hemen her tarafından Hz. Hâdimî’nin talebesi<br />

olmuştur.<br />

Eserleri<br />

Kitap yazma işini ibadet neş<strong>ve</strong>siyle yapan Hz.<br />

Hâdimî, genç yaşlarından itibaren eser telif etmeye<br />

başlamıştır. Zîrâ ona göre eser yazmak; başkalarına<br />

faydası geçen ibâdetlerin en hayırlısı, daimî olan<br />

amellerin en büyüğü, sadaka-ı câriyenin en kuv<strong>ve</strong>tlisidir.<br />

Bu inancın <strong>ve</strong>rdiği azimledir ki kendisi<br />

irili ufaklı 80’den fazla eser telif etmiştir.<br />

O; bir ilim, irfan <strong>ve</strong> irşad merkezi<br />

hâline gelen medresesinde<br />

gelenekten kopmadan, çağına<br />

göre yenilenerek İslâmî düşünceyi<br />

<strong>ve</strong> yaşantıyı temsil etmiş<br />

devasâ bir kamettir. Mağlubiyet<br />

psikolojisine kapılmadan,<br />

savrulma yaşamadan, dimdik<br />

ayakta durarak ehl-i sünnet<br />

çizgisini sürdürmüştür.<br />

Tefsir, hadis, fıkıh, akaid, tasavvuf gibi birçok<br />

farklı sahada eserleri olduğu için o hem fıkıhçı hem<br />

tefsirci hem hadisçi hem felsefeci hem de mutasavvıflar<br />

arasında sayılabilmektedir. Eserlerinin tamamına<br />

yakınını zamanın ilim dili olan Arapça ile<br />

kaleme almıştır.<br />

En bilinen eseri İmam Birgivî’nin Tarikatü’l-<br />

Muhammediye adlı eserine yazdığı Berika isimli şerhidir.<br />

Mecâmi’ul-Hakâik adlı eseri fıkıh usulüne ait<br />

olup Mecelle’nin önemli bir kaynağıdır. Hâşiye alâ<br />

Düreri’l-Hükkam, Molla Hüsrev’in Hanefî fıkhına<br />

ait eserinin şerhidir. Arâ’isü’n-Nefâis mantık üzerinedir.<br />

İstanbul’da padişahın huzurunda ders olarak<br />

takrir edilmiş <strong>ve</strong> takdir görmüştür.<br />

Bunların dışında: Risale fi beyani mahiyeti’ttarikatı’n-Nakşibendiyye,<br />

Risale fi istihbabiyye Erbain,<br />

Risale nasâyıh <strong>ve</strong>’l-<strong>ve</strong>sâyâ, Vasiyetname-i Hâdimî,<br />

Nasihat-ı Hâdimî, Risale fi’l-izâfeti’l-lafziyye, Şerh<br />

ala kasideti’l-bürde, Risaletân fi hakkı duhân, Risale fi<br />

hakkı’l-kah<strong>ve</strong>, Risale fi hakkı mesnuniyyeti’l-misvak,<br />

Risale huşu fi’s-salat, Risale vazâif-i cenâiz; Risaletü’lvazâifi’l-mevtâ;<br />

Vazâifu’l-bediâ, Risale fi kavlihi teâlâ<br />

“İnne ba’za’z-zann ismün”, Risale fi âdâb kıraatı’l-<br />

Kur’ân <strong>ve</strong> fazâilihâ… gibi Kur’ân okuma âdabı, Besmele<br />

tefsiri, zikrin faziletleri, evlatlarına <strong>ve</strong> talebelerine<br />

nasihat <strong>ve</strong> vasiyetleri, sigara, kah<strong>ve</strong>, cenaze,<br />

namazda huşu... hakkında yazılmış onlarca eseri<br />

vardır.<br />

Vaazlarında <strong>ve</strong>zinli <strong>ve</strong> kafiyeli sözler söylediği<br />

aktarılan Hz. Hâdimî’nin, şiirlerinin olduğu bir divandan<br />

söz edilmekteyse de kaynaklarda böyle bir<br />

divana ulaşılamadığı zikredilmektedir. Günümüze<br />

sadece birkaç şiiri ulaşabilmiştir.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 49


İstanbul’a Da<strong>ve</strong>t Edilmesi<br />

Hâdim Medresesi’nin ünü, kısa sürede Osmanlı<br />

coğrafyasına yayılır. Bu ün Osmanlı sarayına kadar<br />

ulaşınca Padişah 3. Ahmed, 2 Daru-s Saade Ağası<br />

Beşir Ağa vasıtasıyla Hz. Hâdimî’yi İstanbul’a<br />

da<strong>ve</strong>t eder. Bu da<strong>ve</strong>ti bizzat Konya Valisi Ali Paşa,<br />

Hâdim’e kadar giderek iletir.<br />

Hz. Hâdimî’den Ayasofya Camii’nde vaaz etmesi<br />

taleb edilir. Cemaat arasında halife, şeyhülislâm,<br />

pek çok müderris <strong>ve</strong> ulema, medrese talebeleri <strong>ve</strong><br />

Kazabâdî olacaktır. Hâdimî, hocasının karşısında<br />

vaaz etmeyi kendisine yakıştıramazsa da: “İrade-i<br />

seniyye sâdır olmuştur, kürsiden vaazını yapman şarttır”.<br />

diyerek onu ikna ederler. Vaazında Fatiha’yı tefsir<br />

eder. Öyle tesirli olur ki hocası Kazabâdî sevincinden<br />

ağlar.<br />

Halife, Anadolu’dan gelen <strong>ve</strong> henüz kırklı yaşlarını<br />

süren bu genç âlime yakın alâka gösterir. Topkapı<br />

Sarayı’nda misafir eder. Bununla kalmayıp<br />

İstanbul’da kalmasını ister <strong>ve</strong> bazı vazifeler teklif<br />

eder. Ancak Hz. Hâdimî, lisân-ı münasiple medresesine<br />

dönmek istediğini söyler. Padişah kendisinden<br />

ne tür bir isteği olduğunu sorunca hiçbir şey<br />

talep etmez. Onun bu mütevazı tavrı padişahın çok<br />

hoşuna gider <strong>ve</strong> ona şöyle der: “Senin ilim, irfan <strong>ve</strong><br />

feyiz yuvası olan medreseni yaşatmak için Bozkır <strong>ve</strong> Mut<br />

kazalarının a’şârını vakfettim.” Hz. Hâdimî, bir kere<br />

daha İstanbul’dan kasabasına dönerken yanında<br />

kütüphanesine konulacak iki katır yükü kıymetli<br />

kitap vardır.<br />

Belli Başlı Fikirleri <strong>ve</strong> Kendinden Sonraki Döneme<br />

Tesirleri<br />

Hz. Hâdimî, yönetim çevrelerinden <strong>ve</strong> idarî<br />

entrikalardan uzak durmuştur. Kendisini talebe yetiştirmeye,<br />

eser telifine <strong>ve</strong> halkı irşad etmeye adamıştır.<br />

Şaşaalı işlerden, şöhret peşinde koşmaktan<br />

sürekli kaçınmış; mütevazıane, gösterişten uzak bir<br />

şekilde kendi hizmetine yoğunlaşmış, “mesleğinin<br />

muhabbeti” ile yaşamıştır. Onun bereketli ocağında,<br />

onun terbiyesiyle nice talebeler yetişmiş, nice<br />

eserler yazılmış, nice imanlar kurtulmuştur.<br />

İmam Hâdimî’nin kendinden önceki ilmî birikime<br />

vâkıf olduğu kuşkusuzdur. Önemli eserlerin<br />

çoğunu tahsil yıllarında okuduğu, bir kısmına şerh<br />

yazdığı, bir kısmını da derslerinde okuttuğu bilinen<br />

bir durumdur. O, seleflerinden azamî derecede<br />

istifade etmeye çalışmıştır. Ancak yaşadığı asrın<br />

icaplarına göre fikir üretmekten, meselelere çözüm<br />

getirmekten <strong>ve</strong> kendi tercihini belirtmekten de geri<br />

durmamıştır.<br />

Bazı dönemlerde medrese uleması ile sufîler<br />

arasında farklı mülâhazalar olmuş <strong>ve</strong> her iki taraf<br />

birbirlerini yanlış düşünmekle itham etmişlerdir.<br />

Bazı âlimler sufîleri ilme <strong>ve</strong> şeriate aykırı davranmakla<br />

suçlarken bazı sufîler de âlimleri zâhirde<br />

kalmakla suçlamışlardır. Hâdimî Hazretleri, hem<br />

klâsik mânâda kudretli bir âlim <strong>ve</strong> müftü hem de<br />

bir tarikat şeyhidir. O, tasavvufî tecrübe nasslara<br />

uygun düşüyorsa kabullenip uygun düşmezse<br />

reddetmiş <strong>ve</strong> ilmiyle amel etmeye fevkalâde önem<br />

<strong>ve</strong>rmiştir. Böylece zâhirî ilimlerle bâtınî ilimleri<br />

yani akılla kalbi, medreseyle tekkeyi uzlaştırmıştır.<br />

İkisinin arasında bir çelişki olmadığını kendi<br />

yaşantısıyla ispat etmiştir. Talebeleri de onun bu<br />

yolunu devam ettirmişlerdir.<br />

Hâdimî, ihtilâflı meselelerde orta yolu bulmaya,<br />

insaf <strong>ve</strong> itidal sınırlarını aşmamaya özen göstermiştir.<br />

“İhtiyat ittifaktadır.” anlayışı onun yol<br />

rehberi gibidir. O kadar ki o, “ihtiyat”ı dinî delillerden<br />

saymış, ele aldığı bütün meselelerde ihtiyata<br />

uygun görüşü tercih etmiştir. İhtilaflı meselelerde<br />

iki tarafın delillerini ortaya koyduktan sonra kendi<br />

tercihini beyan eden Hz. Hâdimî: “Söyleyene değil,<br />

söylediğine bak.” diyerek meseleleri ele almıştır.<br />

Suizan hakkında bir risale de kaleme alan Hz.<br />

Hâdimî, mümkün olduğunca hüsnüzanda bulunma<br />

fikrindedir. Bu sebeple insanları tekfir etmekten<br />

azamî derecede sakınmıştır. Kişi küfrünü açıkça<br />

ilân etmedikçe <strong>ve</strong> imana dair emareler taşıdığı<br />

sürece mü’min kabul edilir. Dolayısıyla o; İbn-i<br />

Sina, Farabî gibi felsefecilerin küfürle itham edilmesini<br />

doğru bulmamaktadır.<br />

Müftü olması hasebiyle zaten halkın gündemiyle<br />

içli dışlı olmak durumunda olan Hz. Hâdimî,<br />

güncel meselelerle genişçe ilgilenmiştir. Meselâ sigara<br />

içilmesini hoş karşılamamış <strong>ve</strong> bununla alâkalı<br />

bir risale yazmıştır. Kah<strong>ve</strong> içme hakkındaki risalesi<br />

de buna örnektir. Toplum ahlâkı da bir irşad eri<br />

olarak onun ilgi sahasındaydı. Zan hakkında yazdığı<br />

risale, misvak kullanmayı teşvik eden hadîsi şerh<br />

etmesi de bunlardandır.<br />

Fıkıhçı kişiliği öne çıkan İmam Hâdimî, Mecâmi’ul-Hakâik<br />

adlı eseriyle Osmanlı hukuk sisteminin<br />

zir<strong>ve</strong>sini oluşturan Mecelle’yi etkilemiştir. Ö.<br />

Nasuhi Bilmen’in tesbitine göre Mecelle’nin 38<br />

maddesi, adı geçen eserden alınmıştır.<br />

Vefatı <strong>ve</strong> Bazı Nasihatleri<br />

Ömrünü ilme adayan Hz. Hâdimî, eserlerinin<br />

de hizmet etmesi gayesiyle 1761’de Konya mahkemesinden<br />

bir karar alır. Buna göre sahip olduğu<br />

kitapları vakıf haline getirerek kütüphaneye <strong>ve</strong>rmiş<br />

50 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


<strong>ve</strong> oğlu Abdullah’ı müte<strong>ve</strong>llî olarak atamıştır.<br />

Kul hakkına son derece dikkat eden Hz. Hâdimî,<br />

alacaklarını <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>receklerini bir deftere kaydetmiştir.<br />

Vasiyetnamesinde bu defterin esas alınmasını,<br />

bunun dışında alacağına dair açık bir delil getirenlere<br />

de borçlarının ödenmesini belirtmiştir.<br />

Son hastalığında başına çocuklarını, talebelerini<br />

<strong>ve</strong> dostlarını çağırarak hepsiyle helâlleşmiş <strong>ve</strong> vasiyetini<br />

bildirmiştir. 1762 yılında Hâdim’de <strong>ve</strong>fat<br />

etti. Mezarı Hâdim’de babasının kabrinin yanındadır.<br />

Ölüm gelip onu buluncaya kadar ilim yolundan<br />

ayrılmamıştır.<br />

Hz. Hâdimî, her âlim gibi insanlara nasihat etmekten<br />

geri durmamıştır. Nasihatlerinden bazıları<br />

şöyledir:<br />

* Şüphesiz sohbet, sirayet edicidir. Tabiat sirayet edicidir.<br />

Öyleyse sen, gücün yettiği kadar dünya düşkünlerinin<br />

da<strong>ve</strong>tlerinde hazır bulunma.<br />

* Şüphelilerden haramlar gibi sakın. Şüphesiz haramlar,<br />

şüphelilerle sabitleşir. Hadîs’in şehadet ettiği gibi<br />

şüpheliler içinde haramlar bulunur.<br />

* Dünyanın azına kanaat et. Önemli olan, yeterli<br />

olanıdır.<br />

* Taatlara, özellikle en faziletlilerine devam et. Düşünerek,<br />

tane tane <strong>ve</strong> edeple Kur’ân okumak gibi. Böyle<br />

yapmak Allah’la konuşmak gibidir. Evvabin, iki rekât<br />

işrak namazı, 4’ten 12’ye kadar duhâ namazına devam<br />

et. Özellikle 2’den 12 rekâta kadar teheccüde! Bu namaz,<br />

gecenin nişanesidir.<br />

* İnsanlarla münasebetlerin; yumuşaklık, sevgi, merhamet,<br />

şefkat, rıfk, alçak gönüllülük, kötülükleri affetmek<br />

gibi iyi ahlâkla olsun.<br />

* Sana çok konuşmamak gereklidir. Şüphesiz susmak,<br />

hayırların efendisi, âlimin ziynetidir. İbadeti<br />

yükselt. Sana layık olmayanlardan dilini muhafaza et.<br />

Sohbet arkadaşını <strong>ve</strong> sohbetini temizle, pak kıl. İyi olmayanları<br />

kendinden uzaklaştır. İçi harap olup da dışını<br />

süsleyenlerle meşgul olma. Zîrâ iç, gaybları en iyi bilenin<br />

nazargâhıdır.<br />

Netice<br />

Hz. Hâdimî, Osmanlı medeniyetinin zir<strong>ve</strong>ye<br />

ulaşıp kemale erdiği ama bir yandan da ihtiyarlık<br />

alâmetlerinin baş gösterdiği, çalkantılı bir dönemde<br />

yaşamıştır. İçeride <strong>ve</strong> dışarıda meydana gelen<br />

herc-ü merçler, Batı’nın pek çok sahada üstünlüğü<br />

ele geçirmeye başlaması gibi gelişmeler, onun<br />

zihin dünyasını bulandıramamıştır. O; bir ilim,<br />

irfan <strong>ve</strong> irşad merkezi hâline gelen medresesinde<br />

gelenekten kopmadan, çağına göre yenilenerek<br />

İslâmî düşünceyi <strong>ve</strong> yaşantıyı temsil etmiş devasâ<br />

bir kamettir. Mağlubiyet psikolojisine kapılmadan,<br />

savrulma yaşamadan, dimdik ayakta durarak ehl-i<br />

sünnet çizgisini sürdürmüştür.<br />

Osmanlı medrese geleneğinin en olgun <strong>ve</strong> en<br />

lezzetli mey<strong>ve</strong>lerinden biri odur. O, sadece devrinin<br />

istifade ettiği biri değil, aynı zamanda yetiştirdiği<br />

talebeler <strong>ve</strong> telif ettiği eserleriyle geleceğe<br />

atılmış bir tohum gibidir. Bu tohumların daha geniş<br />

tarlalarda neşv-ü nema bulması için gayretkeş<br />

bahçıvanlar gerekmektedir.<br />

Hz. Hâdimî namdan, nişandan uzak durması;<br />

Azrail (as) gelene kadar ilim <strong>ve</strong> hizmet peşinde koşması;<br />

insafı <strong>ve</strong> ihtiyatı elden bırakmaması, kalble<br />

kafa bütünlüğünü sağlaması gibi yönleriyle bizlere<br />

yol göstermeye devam etmektedir. Allah ondan <strong>ve</strong><br />

emsallerinden istifade etmeyi nasip etsin.<br />

*İlâhiyatçı-Yazar<br />

yusuf.unal@yeniumit.com.tr<br />

Kaynaklar<br />

• AYDIN, Lütfi; “Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî’nin Hayatı<br />

<strong>ve</strong> “Mecâmi’u’l – Hakâik” Adlı eserindeki Metodu”, Cumhuriyet<br />

Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans<br />

Tezi, Sivas, 2007.<br />

• AYDIN, Mehmet; “Ebû Sâid Muhammed El-Hâdimî’nin<br />

Hayatı, Eserleri <strong>ve</strong> Tasavvufi Görüşleri”, Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />

Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara,<br />

2006.<br />

• AYVALLI, Ramazan; “Hâdimî'nin İlmî Şahsiyetinin Teşekkülüne<br />

Tesir Eden Âmiller”, SBED, S.2, Konya 1993, s.113-119.<br />

• BİLMEN,Ömer Nasuhi; Büyük Tefsir Tarihi, DİB Yayınları,<br />

1960.<br />

• BURSALI, Mehmet Tahir Efendi; Osmanlı Müellifleri, (Haz.<br />

A. Fikri Yavuz- İsmail Özen) Meral Yayınevi, İstanbul.<br />

• HÂDİMOĞLU, Numan; Hâdim <strong>ve</strong> Hâdimliler Bibliyografyası,<br />

Ankara, 1983, c. I<br />

• http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0733.htm<br />

• KIZILKAYA, Ramazan; Ebu Said Muhammed Hâdimi Hayatı<br />

<strong>ve</strong> Eserleri, Hâdim Belediyesi Yay. Konya 2008.<br />

• ÖZDİL, Mahmut Sami; “Ebû Saîd Hâdimî’nin Mantık Görüşleri”,<br />

Erciyes Ünv. Sos. Bil. Enst., Y. Lisans Tezi, Kayseri,<br />

2010.<br />

• Rehber Ansiklopedisi,”Hâdimî”, maddesi.<br />

• YAYLA, Mustafa; "Hâdimî, Ebû Saîd", Diyanet Vakfı İslam<br />

Ansiklopedisi, İstanbul, 1997, c. 15, s. 24-25-26.<br />

Dipnotlar<br />

1. “Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; / Ay <strong>ve</strong> güneş ezelden iki<br />

İstanbulludur.” (N.Fazıl)<br />

2. Bazı kaynaklar bu da<strong>ve</strong>ti yapan padişahın I. Mahmud, bazı kaynaklar<br />

da iki padişah tarafından iki farklı da<strong>ve</strong>t olduğunu ifade etmektedir.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 51


YENi ÜMiT<br />

Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Bediüzzaman'ın<br />

Kur’ân’ın Câmiiyyetine<br />

Yaklaşımı*<br />

Kur’ân başlangıç <strong>ve</strong> netice münasebeti içinde bütün vak’a <strong>ve</strong> hâdiselere,<br />

kıymetleri ölçüsünde mutlaka temas etmiştir; etmiştir zira Kur’ân, bütün kâinatın<br />

anatomisini yapacak çapta bir câmiiyete sahiptir. Sanki onda, en küçük noktalar<br />

bile ilâhî büyüteçle büyütülmüş <strong>ve</strong> insanın nazarına arz edilmiştir.<br />

Câmiiyyet sözün zengin <strong>ve</strong> ihâtalı olmasıdır.<br />

1 Başka bir ifadeyle az sözle<br />

çok mânâ ifade etmektir. Peygamberimiz<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), “Bana<br />

cevâmiu’l-kelim <strong>ve</strong>rildi <strong>ve</strong> benim için kelâm kısaltıldı<br />

da kısaltıldı” 2 mealindeki hadîsinde ifade ettiği gibi,<br />

sözün câmi olması kısalığıyla beraber çok mânâya<br />

delâlet etmesidir. Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi<br />

<strong>ve</strong> sellem) sözlerinde câmiiyyet söz konusu iken,<br />

Yüce Allah’ın kelâmında böyle bir özelliğin olmaması<br />

düşünülemez. Bilâkis Kur’ân hârikulâde,<br />

i’câzlı bir câmiiyyete sahiptir.<br />

Burada Kur’ân’ın câmiiyyetine örnek olarak<br />

Kur’ân’ın en câmi âyetlerinden biri olan Tevbe<br />

Sûresi 41. âyet i zikredebiliriz: “Hafîf <strong>ve</strong> ağır olarak<br />

savaşa çıkınız. Allah yolunda mallarınızla <strong>ve</strong> canlarınızla<br />

cihad ediniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan<br />

budur.” (Tevbe, 41) Bu âyetteki “hafif <strong>ve</strong> ağır olarak/<br />

hifâfen <strong>ve</strong> sıkâlen” kelimeleri câmi kelimeler<br />

olduğundan bu kelimelerin tefsirinde çok çeşitli<br />

mânâlar zikredilmiştir. Burada tespit ettiklerimizi<br />

sıralayacağız:<br />

1. Genç <strong>ve</strong> yaşlı olarak (Hasan-ı Basrî, İkrime,<br />

Mücâhid),<br />

2. Kolay <strong>ve</strong> zor şartlarda, (Ebû Sâlih),<br />

3. Fakir <strong>ve</strong> zengin olarak (Ebû Sâlih),<br />

4. Zayıf <strong>ve</strong> şişman olarak, 3<br />

5. Meşgul <strong>ve</strong> gayrımeşgul hâldeyken (Hakem),<br />

6. İstekli <strong>ve</strong> isteksiz olarak (İbn Abbas, Katâde),<br />

7. Süvari <strong>ve</strong> piyade olarak (Ebû Amr, Evzâî),<br />

8. Sanat sahibi <strong>ve</strong> sanatsız olarak (İbnu Zeyd),<br />

9. Evli <strong>ve</strong> bekâr olarak (Yemân b. Riyâb)<br />

10. Çocuklu <strong>ve</strong> çocuksuz (Zeyd b. Elsem),<br />

11. Sıhhatli <strong>ve</strong> sıhhatsiz (Cu<strong>ve</strong>ybir),<br />

12. Hafif <strong>ve</strong> ağır de<strong>ve</strong> ile (Ali b. İsâ, Taberî)<br />

13. Hafif <strong>ve</strong> ağır silâhlı olarak (Sa’lebî)<br />

14. İtaate istekli, muhalefeti ağır görerek,<br />

15. Mubarezeye istekli, sabır için ağırlığını koyarak. 4<br />

Meydânî, âyetin mânâsının küllî (genel) olmasıyla<br />

beraber, tefsirlerinin bu küllî mânânın örnekleri <strong>ve</strong>ya tatbikatı<br />

nevinden cüz’î olabildiklerine dâir bu âyeti misâl<br />

olarak zikretmiş, mânâsına dâir dokuz madde sıraladıktan<br />

sonra, “Lâfız, küllî delâletiyle bu tefsirlerin<br />

tamamına muhtemel olduğu müddetçe bir<br />

<strong>ve</strong>ya birkaç mânâya tahsis etmeye sebep yoktur.<br />

52 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


Doğru olan, “ağır” <strong>ve</strong> “hafif” lâfızlarıyla uygunluk<br />

arz eden bütün mânâlara hamletmektir.” diyerek<br />

bu yorumlara sıcak baktığını dile getirmiştir. 5<br />

Bu konuda diğer bir örnek de şu âyettir: “Görmediniz<br />

mi, Allah göklerde <strong>ve</strong> yerde olan şeyleri<br />

sizin hizmetinize <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> sizi zâhirî <strong>ve</strong> bâtınî nimetlerine<br />

garketmiştir…” (Lokman, 20) âyetindeki<br />

“zâhir” <strong>ve</strong> “bâtın” kelimeleri de câmi ifadeler olup<br />

pek çok mânâyı tazammun etmektedir. Bu kelimelere<br />

şu mânâların <strong>ve</strong>rildiğini görüyoruz:<br />

1. Zâhirî nimet İslâm, bâtınî ise, Allah’ın setrettiği<br />

günahlardır (Mükâtil).<br />

2. Zâhirî, lisanda, bâtınî ise kalbdeki nimetlerdir<br />

(Mücâhid, Veki’).<br />

3. Zâhirî, Allah’ın insanlara <strong>ve</strong>rdiği giyecekler,<br />

bâtınî nimetler ise ev eşyalarıdır (Nakkâş).<br />

4. Zâhirî, çocuk; bâtınî nimet ise cimâ’dır.<br />

5. Zâhirî, kişinin kendisinde, bâtınî ise kendisinden<br />

sonra gelen çoluk-çocuğunda görünen nimetlerdir.<br />

6. Zâhirî, gelip geçen, bâtinî ise, gelecek olan nimetlerdir.<br />

7. Zâhirî, dünyadakiler, bâtınî ise âhiretteki nimetlerdir.<br />

8. Zâhirî, bedenî, bâtınî ise dinî nimetlerdir. 6<br />

9. Zâhirî güzel ses, hoş endam, azaların sağlam<br />

<strong>ve</strong> düzgün olması, bâtınî ise; marifetullahtır<br />

(Dahhâk). 7<br />

Bediüzzaman <strong>ve</strong> Kur’ân’ın Câmiiyyeti<br />

Bediüzzaman, başka mevzularla alâkalı âyet lerde<br />

olduğu gibi, kâinattaki varlıklarla alâkalı âyetlere<br />

de -Kur’ân’ın i’câz <strong>ve</strong>cihlerinden biri olarak kabul<br />

ettiği- câmiiyyeti açısından bakmış, bu nevi âyetleri<br />

câmi birer ifade olarak ele alıp tefsir etmiştir. Bu bakış<br />

açısı Bediüzzaman’ın Kur’ân tefsirinde -bilhassa<br />

kevnî âyetleri tefsirinde- bariz bir şekilde göze<br />

çarpmaktadır <strong>ve</strong> bizce orijinal bir bakış açısıdır.<br />

Bediüzzaman bu konuda özetle şunları söyler:<br />

“Her bir âyetin zâhiri <strong>ve</strong> bâtını, haddi <strong>ve</strong> muttalaı<br />

vardır…” mealindeki hadîsin işaret ettiği gibi,<br />

Kur’ân lafızları öyle bir tarzda vaz’ edilmiştir ki,<br />

her bir kelâmın, hattâ her bir kelimenin, hattâ her<br />

bir harfin 8 , hattâ bazen bir sükûnun çok <strong>ve</strong>cihleri<br />

bulunabiliyor. Her bir muhatabına ayrı bir kapıdan<br />

hissesini <strong>ve</strong>rir. Kur’ân bu özelliğiyle, bu kâinatın<br />

Yüce Yaratıcı’sının kelâmı olarak farklı mertebelerdeki<br />

insanlara, anlayış, zekâ <strong>ve</strong> kabiliyetçe farklı<br />

muhataplara feyzini dağıtıp, nurunu saçmaktadır.<br />

Kur’ân, ayrı asırlar, dönemler üzerinde yaşamış insanlara<br />

bu kadar bol bir şekilde mânâlarını saçmış<br />

olduğu hâlde, tazeliğini, gençliğini zerre kadar zâyi<br />

etmeyerek, gayet kolay bir tarzda, sehl-i mümteni<br />

bir surette, herkese anlayışlı ders <strong>ve</strong>rdiği gibi,<br />

aynı derste, aynı sözlerle anlayışları çeşitli, dereceleri<br />

farklı pek çok tabakalara dahi ders <strong>ve</strong>rip iknâ<br />

eder. Nasıl ki “el-hamdulillah” gibi bir lâfz-ı Kur’ânî<br />

okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu<br />

gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına<br />

da tamamen yerleşir; aynen öyle de, Kur’ân’ın<br />

mânâları, dağ gibi akılları doyurduğu gibi, sinek<br />

gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle eğitir,<br />

tatmin eder. Zîrâ Kur’ân ins <strong>ve</strong> cinnin bütün tabakalarını<br />

imana da<strong>ve</strong>t eder. Hepsi için imanî ilimleri<br />

ders <strong>ve</strong>rir, ispat eder. Avamın en ümmîsi havâssın<br />

en ileride olanıyla omuz omuza, diz dize <strong>ve</strong>rip<br />

beraber Kur’ân dersini dinleyip istifade ederler.<br />

Kur’ân-ı Kerîm öyle bir semavî sofradır ki, binler<br />

muhtelif tabakada olan fikir, akıl, kalb <strong>ve</strong> ruhlar o<br />

sofrada gıdâlarını buluyorlar, arzuları yerine geliyor.<br />

Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp, istikbalde<br />

geleceklere bırakılmıştır. 9<br />

Bediüzzaman, Kur’ân’ın câmiiyetini şu başlıklar<br />

hâlinde ele almaktadır: a. Lâfzındaki camiiyyeti, b.<br />

Mânâsındaki camiiyyeti, c. İlmindeki camiiyyeti, d.<br />

Mebâhisindeki camiiyyeti, e. Üslûp <strong>ve</strong> îcâzındaki<br />

camiiyyeti. 10<br />

Bediüzzaman, Kur’ân’ın câmiiyyetiyle alâkalı<br />

çeşitli misâller de zikreder. İlmî tefsire konu olmuş<br />

birtakım âyetlere Kur’ân’ın câmiiyyeti açısından<br />

yaklaşarak bu nevi âyetlerin taşımış olduğu mânâ<br />

zenginliğini gözler önüne serer.<br />

Burada Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın lafzındaki<br />

câmiiyyete örnek olarak zikrettiği âyetlere temas<br />

ederek âyetleri Kur’ân’ın câmiiyyeti açısından nasıl<br />

ele aldığına bakacağız:<br />

א א אא 1.<br />

“Dağları da yeryüzüne kazık yaptık”<br />

(Nebe’, 7) âyeti, câmiiyyeti açısından çeşitli insanlara<br />

göre şu şekillerde anlaşılabilir:<br />

a. Bir mümin, bu âyetin irşadıyla zâhiren yere<br />

çakılmış kazıklar gibi görünen dağlardaki faydaları<br />

<strong>ve</strong> nimetleri düşünerek Yaratıcı’sına şükreder.<br />

b. Bir şâir ise bu âyeti okuyunca şunları hisseder:<br />

Yeryüzü bir taban; gök kubbesi, üstünde konulmuş<br />

lâmbalarla süslenmiş muhteşem bir mavi<br />

çadır; ufkî bir daire sûretinde <strong>ve</strong> semânın eteklerinde<br />

görünen dağlar ise o çadırın kazıkları gibidir.<br />

c. Bedevî bir edip ise bu âyeti okuyunca, yeryüzünü<br />

bir çöl, dağ silsilelerini pek çok <strong>ve</strong> çeşitli<br />

bedevî çadırları gibi, güyâ toprak tabakası yüksek<br />

direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o<br />

toprak perdesini yukarıya kaldırmış, birbirine bakar<br />

pek çok çeşitli mahlûkatın meskeni olarak tasavvur<br />

eder.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 53


d. Bu âyeti okuyan bir coğrafyacı ise, Dünya’yı<br />

uzayda yüzen bir gemi <strong>ve</strong>ya denizaltı <strong>ve</strong> dağları o<br />

gemi üstünde tespit <strong>ve</strong> muvâzene için çakılmış kazıklar<br />

<strong>ve</strong> direkler şeklinde tefekkür eder.<br />

e. Bu âyet üzerinde tefekkür eden bir sosyolog<br />

ise görür ki, yeryüzünün imarının direği beşerdir.<br />

Beşer hayatının direği dahi, hayat kaynakları olan<br />

su, toprak <strong>ve</strong> havanın istifadeye layık bir surette<br />

muhafazasıdır. Bunu sağlayan ise dağlardır. Zîrâ<br />

dağlar su mahzenleri olduğu gibi, rutubeti cezbetme<br />

özellikleriyle havayı tarayıp temizlerler. Sıcak<br />

<strong>ve</strong> soğuğu dengeledikleri gibi, havaya karışan zararlı<br />

gazları çökelterek havanın tasfiyesine sebep olurlar,<br />

keza toprağı da çamurluk, bataklık <strong>ve</strong> denizin<br />

istilâsından muhafaza ederler.<br />

f. Bir tabiat bilimci ise bu âyetten şunları anlar:<br />

Küre-i arzın karnındaki bazı inkılâp <strong>ve</strong> imtizaçların<br />

neticesinde meydana gelen zelzele <strong>ve</strong> sarsıntılar<br />

dağların zuhuruyla sükûnet bulur. Yeryüzünün<br />

hiddet <strong>ve</strong> gazabı, dağların menfezleriyle teneffüs<br />

etmekle sakinleşir. 11<br />

Yukarıdaki anlayışların her birinin bu câmi<br />

âyetin mânâ yelpazesi içinde bir yeri olduğunu düşünebiliriz.<br />

Çünkü bu anlayışlar âyetin lâfızlarına<br />

uygun, belâgatçe hoş karşılanabilecek mânâlardır.<br />

א 2.<br />

א א <br />

כאא<br />

<br />

א <br />

אא <br />

<br />

א “Gökler <strong>ve</strong><br />

yer bitişikken onları ayırdık…” (Enbiya, 30) âyetindeki<br />

“ratk” <strong>ve</strong> “fetk” kelimelerinden doğan câmiiyyettir.<br />

a. Bu âyetteki “ratkan/ bitişikken” kelimesi, bir<br />

âlime, -İbn Abbas’ın anlayıp açıkladığı mânâdaşöyle<br />

ifhâm eder ki: Gökyüzü berrak, bulutsuz; yeryüzü<br />

kuru <strong>ve</strong> hayatsız, nebatata gayrıkâbil bir hâlde<br />

iken; göğü yağmurla, yeri bitkilerle açıp, bir nevi<br />

izdivaç <strong>ve</strong> aşılama sûretinde bütün canlıları o sudan<br />

yaratmak öyle bir Kadîr-i Zülcelâl’in işidir ki; yeryüzü<br />

O’nun küçük bir bostanı <strong>ve</strong> semânın yüz örtüsü<br />

olan bulutlar O’nun bostanında bir süngerdir.<br />

b. Bir bilim adamı ise anlar ki: Kâinâtın yaratılışının<br />

ilk hâlinde semâ <strong>ve</strong> arz şekilsiz birer küme,<br />

toplu birer madde iken, Cenab-ı Hak, onları açıp<br />

yaymak suretiyle ayırarak güzel bir şekil, menfaatli<br />

birer sûret <strong>ve</strong>rmiştir.<br />

c. Başka bir bilim adamı ise bu kelimeden anlar<br />

ki: Güneş Sistemini teşkil eden Dünya <strong>ve</strong> diğer<br />

gezegenler başlangıçta Güneş’e bitişik açılmamış<br />

bir hamur şeklinde iken, Yüce Allah, o hamuru<br />

açıp gezegenleri birer birer yerlerine yerleştirerek,<br />

Güneş’i orada bırakıp yeri buraya getirerek, yeryüzüne<br />

toprak sererek, sema cânibinden yağmur yağdırarak,<br />

güneşten ziya serptirerek Dünya’yı şenlendirip,<br />

bizleri içine koymuştur. 12<br />

Kur’ân’ın câmiiyyeti açısından bakıldığında bu<br />

âyetin yukarıdaki mânâlara -bir kısmına işâret yoluyla<br />

da olsa- delâlet ettiğini düşünebiliriz. Çünkü<br />

bu âyet gerçekten geniş tefsir <strong>ve</strong> izahları gerektiren<br />

önemli bir âyettir.<br />

Kur’ân’ın câmiiyyetini nazara almayan bazı<br />

âlimler ise, bu mânâlardan sadece birini tercih<br />

ederek başkalarını eleştirmiş, doğru bulmamışlardır.<br />

Meselâ, Kevâkibî, Arz’ın <strong>ve</strong> diğer gezegenlerin<br />

Güneş Sistemi’nden ayrıldığı bilgisini, bu âyetle<br />

irtibatlandırarak üçüncü mânâya meylederken; bu<br />

âyetin ilmî i’câz’ın en enteresan misâllerinden olduğunu<br />

belirten Ğamravî ise, ikinci mânâyı tercih<br />

ederek şu izahta bulunur: Çünkü bu âyet, astronomi<br />

bilginlerinin kâinatın başlangıçta –henüz yıldız<br />

<strong>ve</strong> galaksiler teşekkül etmeden önce- bir tek kitle<br />

olduğunu, daha sonraları parçalara ayrılmak suretiyle<br />

peyderpey oluştuğunu keşfetmelerinden çok<br />

önce bu gerçeği haber <strong>ve</strong>rmiştir. Ayette semâvât<br />

ifadesi çoğul olup bütün gökleri, kâinatı içine alan<br />

bir ifadedir. Dolayısıyla bu âyet, henüz göklerin <strong>ve</strong><br />

yerin bir arada bulundukları kâinâtın ilk hâlini ifade<br />

etmektedir.<br />

Ğamravî, bu âyet hakkındaki izahından sonra,<br />

ilmî tefsire karşı çıkarak Kur’ân’daki kevnî<br />

âyetlerden ancak nüzul dönemindeki Arapların anladığı<br />

mânâyı anlamamız gerektiğini söyleyenlerin<br />

bu âyetin izahına dâir “Sema yağmur yağdırmıyor,<br />

arz da bitki <strong>ve</strong>rmiyor surette ratk iken, semayı yağmurla<br />

arzı da bitkilerle açtı.” ifadelere sığınmak<br />

zorunda kaldıklarını belirtir, şöyle devam eder:<br />

Hâlbuki Kur’ân bütün beşere hitap etmektedir.<br />

Onun âyetlerini her asırdaki insanlar bilgileri nispetinde<br />

anlar. Böylece her asırda ilmî i’câz tazelenir.<br />

Onların kabullendikleri tefsir sadece bulutlarla<br />

donanmış sema için söz konusudur. Oysa âyette<br />

semavât ifadesi geçmektedir. 13<br />

Böylece, âyetlerin câmiiyyetini nazara alanlar,<br />

uygun olan bütün mânâların muhtemel olduğuna<br />

işâret ederken, meseleye Kur’ân’ın câmiiyyeti açısından<br />

bakmayanlar ise, sadece bir mânâyı –eski<br />

görüşü <strong>ve</strong>ya yeni yorumu/ kendi kanaatini- tercih<br />

etmiş, diğerlerini tenkit etmişlerdir. Bazıları ise, bu<br />

konuda ihtiyatlı <strong>ve</strong>ya şüpheci davranmayı tercih<br />

ederek bu tür yorumlara girmekten kaçınmıştır.<br />

א 3.<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

“Güneş de karar kılacağı<br />

bir yöne doğru akıp gider.” (Yâ-sîn, 38) âyetindeki lâm<br />

harfi <strong>ve</strong> mustakar kelimesinden doğan câmiiyyetir.<br />

“Ve’ş-şemsu tecrî li-mustakarrin le-hâ”daki<br />

lâm; hem kendi mânâsını (için), hem fî (içinde)<br />

mânâsını, hem ilâ (-e, -a doğru) mânâsını ifade eder.<br />

a. Halk o lâm’ı “ilâ” mânâsında görüp anlar ki,<br />

“Size nispeten ışık <strong>ve</strong>rici, ısındırıcı, hareketli bir<br />

54 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


lâmba olan güneşin, elbette bir gün seyri bitecek,<br />

karar yerine yetişecek, size faydası dokunmayacak<br />

bir sûret alacaktır.”<br />

b. Bir âlim de lâm’ı “ilâ” mânâsında düşünerek;<br />

Güneş’i yalnız bir lâmba değil, bahar <strong>ve</strong> yaz<br />

tezgâhında dokunan Rabbânî mensucâtın bir mekiği,<br />

gece-gündüz sayfalarında yazılan Samedânî<br />

mektupların mürekkebi, nur bir hokkası sûretinde<br />

tasavvur eder.<br />

c. Bir astronomi bilgini de lâm’ı “fî” manasında<br />

değerlendirerek anlar ki: Güneş, kendi merkezinde<br />

<strong>ve</strong> yörüngesi üzerinde zemberek gibi bir cereyan<br />

ile, sistemindekileri Allah’ın emri ile tanzim edip<br />

hareket ettirir.<br />

d. Dikkatli <strong>ve</strong> hikmet sahibi bir âlim de, şu<br />

lâm’ı hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında<br />

tasavvur edip anlar ki: Sâni-i Hakîm, işlerine zâhirî<br />

sebepleri perde ettiğinden, evrensel çekim kanunu<br />

adındaki kanunuyla, sapan taşları gibi, gezegenleri<br />

Güneş’le bağlamış <strong>ve</strong> o çekim ile farklı,<br />

fakat muntazam hareketle o gezegenleri hikmetle<br />

döndürüyor <strong>ve</strong> o çekimi doğurmak için Güneş’in<br />

kendi merkezindeki hareketini zâhirî bir sebep etmiş.<br />

Demek, “li-mustakarrin”in mânâsı, “fi-mustakarrin<br />

lehâ li’stikrari manzûmetihâ” yani “kendi<br />

müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı <strong>ve</strong><br />

nizâmı için hareket ediyor” demektir. Çünkü İlâhî<br />

bir kanun olarak hareket harareti, hararet kuv<strong>ve</strong>ti,<br />

kuv<strong>ve</strong>t câzibeyi doğurur.<br />

e. Şâirâne bir fikir sahibinin aklına şu lâm’dan<br />

<strong>ve</strong> istikrardan şöyle bir mânâ gelir ki: Güneş nurânî<br />

bir ağaç, gezegenler ise onun hareketli mey<strong>ve</strong>leridir.<br />

Ağaçların aksine olarak, Güneş silkinir, tâ o mey<strong>ve</strong>ler<br />

düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar.<br />

f. Şair ruhlu, hüşyâr kalb sahibi birisi ise şu<br />

lâm’dan <strong>ve</strong> istikrardan şöyle hayal edebilir ki, güneş<br />

meczup bir ser-zakirdir. Halka-i zikrin merkezinde<br />

cezbeli bir zikir eder <strong>ve</strong> ettirir.<br />

E<strong>ve</strong>t, Güneş bir mey<strong>ve</strong>dardır; silkinir, tâ düşmesin<br />

seyyar olan yemişleri.<br />

Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar<br />

fezâda muntazam meczupları. 14<br />

4. <br />

<br />

א <br />

אא <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

א<br />

“O Allah ki, yedi semayı arzdan da onların mislini yarattı.”<br />

(Talâk, 12) âyetine de Kur’ân’ın câmiiyyeti<br />

açısından yaklaşan Bediüzzaman, “arzın da yedi<br />

sema gibi yaratıldığını” yedi iklim, yedi kıt’a, arzın<br />

merkezinden kabuğuna kadar olan yedi tabakası,<br />

yedi ayrı küre-i arz gibi izahlarla açıklamıştır. 15<br />

Burada Kur’ân’ın câmiiyyeti konusunda yöneltilebilecek<br />

“Eğer desen: Geçmiş misâllerdeki<br />

bütün mânâları nasıl bileceğiz ki, Kur’ân onları<br />

irâde etmiş <strong>ve</strong> işaret ediyor?” şeklinde bir soruya<br />

Bediüzzaman’ın <strong>ve</strong>rdiği cevapla bu önemli konuyu<br />

tamamlamak istiyoruz:<br />

Mâdem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir, hem çeşitli<br />

tabakalar hâlinde asırlar üzerinde <strong>ve</strong> arkasında<br />

oturup dizilmiş bütün insanlara hitap ediyor, ders<br />

<strong>ve</strong>riyor. Elbette çeşitli anlayış seviyelerine göre<br />

müteaddit mânâları derc edip irâde edecektir <strong>ve</strong><br />

irâdesine dair emâreleri olacaktır… Arapçaya uygun,<br />

dinî prensipler açısından hak olmak şartıyla,<br />

belâgatçe makbul <strong>ve</strong> güzel karşılanan bütün <strong>ve</strong>cihler<br />

<strong>ve</strong> mânâlar, çeşitli İslâmî ilimlere mensup<br />

âlimlerin icmâıyla <strong>ve</strong> ihtilâflarının şehâdetiyle,<br />

Kur’ân’ın mânâlarındandır. O mânâlara derecelerine<br />

göre birer emare vazetmiştir; bu emare ya<br />

lâfzîdir, ya da mânevîdir. Mânâyla alâkalı olanı, ya<br />

siyâk <strong>ve</strong>ya sibâk-ı kelâmdan çıkar <strong>ve</strong>ya başka âyette<br />

o mânâya işaret eden bir emare bulunur. Muhakkikler<br />

tarafından yazılan yüz binler tefsirler,<br />

Kur’ân’ın câmiiyyet <strong>ve</strong> lâfzındaki harikaların açık<br />

delilleridir. 16<br />

* Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />

vgulluce@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

*. Not: Bu makale Bilimsel Tefsirde Usûl adlı eserimizden istifadeyle<br />

hazırlanmıştır.<br />

1. Mehmet Kileci, Risâle-i Nûr’da Kur’ân Mucizesi, İz Yayıncılık, İstanbul,<br />

1997, s. 220.<br />

2. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 172, 212. Ayrıca bu hadisi<br />

Nesâî İbn Abbâs’tan nakletmiş, Askerî ise mürsel olarak rivayet<br />

etmiştir. Başka sahih kaynaklarda da benzer manada rivayetler<br />

vardır (Aclûnî, I, 308).<br />

3. Bu görüşe âyetin sebeb-i nüzûlü delâlet etmektedir. Şöyle ki: İri<br />

cüsseli, şişman bir sahabî olan Mikdâd (r.a) Peygamberimizin yanına<br />

gelerek, savaşa çıkmak için müsaade ister, bunun üzerine bu<br />

âyet iner (İbnu’l-Cevzî, III, 300).<br />

4. Mâ<strong>ve</strong>rdî, II, 365-366; İbnu’l-Cevzî, III, 300-301.<br />

5. Meydânî, et-Tedebbürü’l-Emsel, s. 60-61.<br />

6. Mâ<strong>ve</strong>rdî, IV, 342-343<br />

7. İbnu’l-Cevzî, VI, 165.<br />

8. Şa’râvî şöyle diyor: Kur’ân’ın i’câzı bazen bir harfde görünür.<br />

Kur’ân’dan bir harf müthiş bir i’câz taşır (bkz. Hâlidî, s. 307). Bu<br />

bahiste zikredeceğimiz, “Ve’ş-şemsu tecrî li-mustakarrin lehâ”<br />

âyetindeki “lâm” harfi bu konuda güzel bir örnektir.<br />

9. Nursî, Sözler, s. 390-391 Zikredeceğimiz misaller, Kur’ân’ın lafzındaki<br />

camiiyyetle ilgilidir.<br />

10. Bkz. a.g.e., s. 391-404.<br />

11. Nursî, Sözler, 391-392; es-Saykalu’l-İslâmî, 46-47. Bu âyetteki<br />

evtâd (kazık) ifadesinde, dağların da tıpkı kazıklar gibi yer altında<br />

uzantılarının olduğuna işaret edilmiştir (Tarâ<strong>ve</strong>ne, s. 28).<br />

12. Nursî, Sözler, s. 392-393. Bu âyetteki, “fetaknâ/ ayırdık” kelimesi<br />

telaffuz esnasında tam bir patlama sesi <strong>ve</strong>rmekte âdeta Büyük<br />

Patlama Teorisiyle (Big Bang) ifade edilen, kâinâtın büyük bir<br />

patlamayla yaratılması hadisesindeki sesi canlandırmaktadır (bkz.<br />

Necdet Çağıl, “Secde Sûresi, 7. ayetindeki Halaqahû <strong>ve</strong> Halqahu Kıraatleri<br />

Bağlamında Mutlak İyinin Evrenselliği”, EKEV Akademi Dergisi,<br />

Bahar, 2005 Sayı, 23, s. 31.<br />

13. Ebu Hacer, s. 255, 256, 190. Duman, bu âyetin evrenin ilk yaratılış<br />

suretinden bahsettiğinin açık olduğunu belirtirken (Duman,<br />

Beyânu’l-Hak, Fecr Yayınevi, Ankara, 2006, II, 357) M. Said es-<br />

Suyûtî de bu âyetin açık bir şekilde arzın güneş sisteminden ayrıldığını<br />

ifade ettiğini belirtir (a.g.e., s. 32).<br />

14. Nursî, Sözler, 393-394.<br />

15. Bkz. Nursî, Lem’alar, s. 59<br />

16. Nursî, Sözler, s. 395.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 55


YENi ÜMiT<br />

Dr. M. Selim ARIK*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Bir milletin geçmişiyle iç içe <strong>ve</strong> ruh köküne sımsıkı bağlı bir “kültür”,<br />

o milletin yaşama <strong>ve</strong> yükselme yollarını açar <strong>ve</strong> aydınlatır. Aksine,<br />

her gün değişik bir anlayış <strong>ve</strong> düşünceyle sürekli zikzaklar çizmek<br />

o milleti çürütür, yerle bir eder.<br />

Gelenekler<br />

(Örf-Âdet)<br />

<strong>ve</strong> Din<br />

Din fıtrî (yaratılışa uygun) olup insanlık<br />

tarihi ile başlar. Din, tarihin<br />

bütün devirlerinde <strong>ve</strong> bütün<br />

toplumlarda dâima mevcut olmuş, milletlerin<br />

örf <strong>ve</strong> âdetlerinin oluşmasında önemli<br />

rol almıştır. Din, akıl sahiplerini peygamberin<br />

bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran<br />

İlâhî bir kanundur. (et-Ta’rifât, “din”<br />

md.) Kur’ân’da, Hz. Nuh’a emredilenlerin<br />

Hz. İbrahim’e de tavsiye edildiği (Şûrâ<br />

42/13.) <strong>ve</strong> Hz. İbrahim’e sahifeler <strong>ve</strong>rildiği<br />

(A’lâ 87/19.) belirtilerek, hak dinlerdeki temel<br />

referansının peygamber kaynaklı “İlâhî<br />

vahiy” olduğu hatırlatılmaktadır. İbrahimî<br />

gelenek, Kur’ân-ı Kerîm’de örnek şahsiyet<br />

olarak takdim edilen, tek başına bir ümmet<br />

olarak nitelenen <strong>ve</strong> Hz. Peygamber’in de<br />

uyması istenen Hz. İbrahim’in temsil ettiği<br />

gelenek yani Allah inancı olan Tevhid akidesidir<br />

ki, o da İslâm’dır. Bütün İlâhî dinler<br />

Allah’ın birliği esasına dayalı olduğu için,<br />

Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin<br />

getirdiği dinler temelde birleşirler. Nitekim<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de önceki dinlere de<br />

“İslâm” denildiği görülmektedir. (Bkz. Al-i<br />

İmran 3/19.) İslâm, bütün dinlerin ortak ismidir.<br />

Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâm<br />

dininin kendine has hükümleri varsa da,<br />

önceki peygamberlere emredilen birçok husus<br />

aynen devam etmektedir. Meselâ adam<br />

öldürmek, zina etmek <strong>ve</strong> hırsızlık yapmak<br />

bütün dinlerde yasak kılınmıştır. Erkeklerin<br />

sünnet olması ise, Hz. İbrahim’den intikal<br />

eden fıtrî bir gelenektir (sünnet). (Bkz. Buhari,<br />

Enbiya, 8.) Günümüzde Yahudilerde<br />

bu gelenek hâlâ devam etmektedir. Zîrâ Hak<br />

dinler; kişinin canını, malını, aklını, dinini<br />

<strong>ve</strong> neslini korumayı hedeflemiştir. İslâm<br />

dini de bu “beş hususu” aynen muhafaza etmiş<br />

<strong>ve</strong> bunlara “zaruret-i hamse” demiştir.<br />

Gelenekler (Örf – Âdet)<br />

Türkçedeki gelenek sözcüğü, bazen “örf<br />

<strong>ve</strong> âdet”, bazen de “töre” şeklinde ifade edilmektedir.<br />

Örf, “İyi olan, yadırganmayan, bilinen,<br />

peş peşe gelen” mânâsına gelmektedir.<br />

(Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 334.) Sevinç<br />

günlerini hatırlatan “Bayram” kelimesinin<br />

Arapça karşılığı “Iyd” dır. Iyd de, “her yıl<br />

yeni bir sevinçle dönen gün”ü ifade eder.<br />

Böylece bayramlar her yıl tekrarlanan <strong>ve</strong><br />

milletin örf <strong>ve</strong> âdetine uygun olan gelenekleri<br />

hatırlatmaktadır. Buna göre örf kelimesi,<br />

kamu vicdanının hayırlı <strong>ve</strong> yararlı görüp<br />

âdet hâline getirdiği her türlü dinî <strong>ve</strong> millî<br />

56 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


konulardaki iyilik <strong>ve</strong> güzellikleri ifade etmektedir.<br />

Abdullah b. Mesud’un (radıyallahu<br />

anh) “Müslümanların iyi gördüğü Allah katında<br />

da iyidir. Onların kötü gördüğü Allah<br />

katında da kötüdür” (Ahmed b. Hanbel, Müsned,<br />

1, 379.) rivayeti, toplumda kabul gören<br />

güzel âdetlerin Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />

olmasına işaret eder. Çünkü Kur’ân<br />

<strong>ve</strong> Sünnet’in hoş görmediğini, Müslümanlar<br />

da tasvip etmez. Şu hâlde örf <strong>ve</strong> âdetler,<br />

toplum tarafından bilinen, kabul edilen, hoş<br />

karşılanan, dine göre de meşrû <strong>ve</strong> makbul<br />

olan davranışlardır. Kur’ân’da geleneklerin<br />

akıl <strong>ve</strong> vahiy süzgecinden geçirilmesi, vahye<br />

aykırı olmayan, akla <strong>ve</strong> insan yaratılışına uygun<br />

bulunan örf <strong>ve</strong> âdetlerin kabul edilmesi<br />

emredilmektedir. (Bkz. Bakara 2/170.) Yine<br />

Kur’ân’da İsrailoğulları <strong>ve</strong> daha başka birçok<br />

eski kavimlerin kötülükleri âdet <strong>ve</strong> alışkanlık<br />

hâline getirilmeleri yüzünden perişan <strong>ve</strong><br />

helâk oldukları (el-Maide 5/78-79; Ebu Davud,<br />

Melâhim, 17; İbn Mace, Fiten, 20.) belirtilmektedir.<br />

Taassup <strong>ve</strong> Cahiliye Gelenekleri<br />

Taassup, sözlükte “kendi soyuna yardım<br />

etmek, körü körüne bağlanmak” (İbn Manzur,<br />

Lisanü’l-Arab, “asb” md.) mânâsına gelir.<br />

Tahânevî ise “Herhangi bir tarafa bağlılıktan<br />

dolayı delili apaçık ortaya konduğunda bile<br />

gerçeği kabul etmeme” (Tahanevî, Keşşaf, 2,<br />

941.) şeklinde tanımlamaktadır. Arapların<br />

İslâm’dan önceki inanç, tutum <strong>ve</strong> davranışları<br />

cahiliye dönemi olarak ifade edilir.<br />

İslâmiyet, Tevhid inancını getirerek putperestliğe<br />

karşı kesin tavır almış, bu inancın<br />

eseri olan <strong>ve</strong> insan şerefine yakışmayan<br />

bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmıştır.<br />

Zîrâ cehâlet, ilmin zıddı olarak “bilgisizlik”<br />

mânâsına gelmektedir. Kur’ân’da bu husus<br />

“Hani inkâr edenler kalblerine taassubu,<br />

cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah<br />

ise, Peygamberine <strong>ve</strong> inananlara huzur <strong>ve</strong><br />

gü<strong>ve</strong>nini indirmiş <strong>ve</strong> onların takva (Allah’a<br />

karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını<br />

sağlamıştı.”(el-Feth 48/26.) şeklinde belirtmektedir.<br />

Görüldüğü gibi bu âyette, cahiliye<br />

çağının taassup <strong>ve</strong> barbarlığına, kin, nefret<br />

<strong>ve</strong> şiddetine işaret edilmektedir. Bundan<br />

dolayı Arapların İslâm döneminden önceki<br />

hayatlarına “cahiliye devri” denmiştir. Bu aynı<br />

zamanda Arapların çevrelerinde yaşayan insanlara<br />

göre medeniyet bakımından geri kalmaları,<br />

puta tapmaları, kötülük yapmalarını<br />

önleyen bir din, bir peygamber <strong>ve</strong> semavî<br />

kitaba sahip olmamaları demektir. İslâmiyet<br />

ise, aydınlanma <strong>ve</strong> bilgi devridir <strong>ve</strong> bu mânâda<br />

cahiliye çağının karşıtıdır. Şu hâlde<br />

cahiliye devrinde Arapların, Allah’ı hakkıyla<br />

bilmedikleri, O’na şirksiz iman etmedikleri,<br />

sulh <strong>ve</strong> sükûndan uzak oldukları, güçlü <strong>ve</strong><br />

asil sayılanları dâima haklı kabul ettikleri <strong>ve</strong><br />

adaletten mahrum bir hayat yaşamaları, onları<br />

cehalete sevk etmiştir.<br />

Arap toplumunda çok tanrılı din anlayışı<br />

gelenek hâlini almıştı. Onlar “Atamız İbrahim<br />

Peygamber!.” dedik leri hâlde O’nun<br />

getirmiş olduğu “Hanif” dininin prensiplerine<br />

uymuyorlardı. Bununla birlikte Hz.<br />

İbrahim’in getir miş olduğu dine inanan<br />

birta kım kimselerin mevcut olduğu da bilinmektedir.<br />

Bunlar, putlara tapmıyorlar,<br />

kurban keserek <strong>ve</strong>ya başka bir şekilde onlara<br />

ta’zimde bulunmuyorlardı. Bu inançtaki<br />

kimseler zina <strong>ve</strong> fuhşa yönelmiyor, içki<br />

içmiyor, yağma-soygun, hırsızlık, cinayet<br />

vs. gi bi dönemin yaygın kötülüklerine bulaşmıyor,<br />

kız çocuklarını diri diri toprağa<br />

gömenlere engel olmaya çalışıyorlardı. Bunlar<br />

ara sında Hz. Ebu Bekir ilk sıralarda yer<br />

almaktaydı. Cafer b. Ebî Talib, Habeşistan<br />

Kralı Necaşi’ye vardığı zaman Arapların<br />

bazı cahiliye geleneklerini şöyle anlatmıştır:<br />

“Ey Hükümdar! Biz cahiliye taassubuna sahip<br />

bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan<br />

eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına<br />

riayet etmez, komşularımıza kötülük eder,<br />

güçlü olanımız zayıfları ezerdi.” (İbn Hişam,<br />

es-Sire, 1, 335.) Bu gelenekler yalnız<br />

Arabistan’da değil, her dönem <strong>ve</strong> mekânda<br />

taassup olarak yerleşmiş kötü âdetleri ifade<br />

etmektedir.<br />

Buâs savaşları olarak bilinen Medine’de<br />

Evs <strong>ve</strong> Hazrec kabileleri arasında 120 yıl<br />

devam eden düşmanlık <strong>ve</strong> kan davası “İslâm<br />

kardeşliği” ile sona ermiştir. Peygamberimiz<br />

“Şu cahiliye çığlığını bırakınız! O ne kötü<br />

şeydir!” (Buhari, Menakıb, 8.) şeklinde ikaz<br />

ederek zaman zaman uyarıda bulunmuştur.<br />

Zîrâ Arapların geleneklerinde, “Ey Filan<br />

oğulları yetişiniz!” diye bağırıldığında, bu<br />

çağrıyı işiten kabile toplanarak çağrıyı yapan<br />

kimseye, haklı <strong>ve</strong>ya haksız, zalim <strong>ve</strong>ya maz-<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 57


lum olsun yardım ederdi. İslâmiyet kabile taassubuna<br />

dayanan bu şekildeki yardımı <strong>ve</strong> kan davasını<br />

kaldırmış, ihtilâfları adalet <strong>ve</strong> hukuk kuralları çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />

halletme yolunu tutmuş, suçun ferdîliği<br />

esasını kabul etmiştir. Bundan dolayı cahiliye davasını<br />

sürdürmeyi <strong>ve</strong> bu şekildeki da<strong>ve</strong>te icabet etmeyi<br />

de büyük günah saymıştır. Hz. Peygamber, bir<br />

tartışma sırasında Bilal-i Habeşi’ye “kara kadının<br />

oğlu” diyen Ebu Zer el-Gıfari’ye; “Onu annesinin<br />

renginden dolayı mı ayıplıyorsunuz? Demek ki siz<br />

hâlâ cahiliye ahlâkı üzeresiniz.” (Buhari, İman, 22.)<br />

diyerek, cahiliye âdetlerinin kötülüğünü hatırlatmıştır.<br />

İslâm, cahiliye devrindeki sınırsız evliliğe de<br />

ölçü getirmiştir. Meselâ, Müslüman olduğu zaman<br />

on hanımı bulunan Gaylan b. Seleme Peygamberimizin<br />

yanına geldiğinde Peygamberimiz kendisine<br />

bu kadınlardan en fazla dördünü tercih edebileceği<br />

bildirmiştir. (Tirmizi, Nikah, 33; İbn Mace, Nikah,<br />

39-40.) Ayrıca, İslâm aile hukukunda uygun<br />

olmayan, cahiliye dönemindeki evlât edinme, iki<br />

kız kardeşi bir nikâhta tutma, kardeşlik sözleşmesi,<br />

sırf vasiyete dayalı miras paylaştırma usulleri<br />

gibi gelenekler de kaldırılmıştır. (Nisa 4/11-14.)<br />

Önceki din <strong>ve</strong> kültürlerde farklı şekil <strong>ve</strong> maksatlarla<br />

da olsa “kurban” geleneği bulunmaktaydı.<br />

(Bkz. Maide 5/27.) Hattâ Arap toplumunda çocukların<br />

dahi putlara kurban adandığı bilinmektedir.<br />

(Bkz. Muvatta, Nuzûr, 7.) Oysa İslâm dini cahiliye<br />

Araplarının kurban âdetini Tevhid inancına aykırı<br />

öğelerden temizleyerek Hz. İbrahim’in sünnetine<br />

uygun biçimde ihya etmiştir. Ayrıca kurbanın<br />

sosyal yardımlaşmaya <strong>ve</strong>sile olmasını teşvik ederek<br />

yardımlaşma kültürünü zenginleştirmiştir.<br />

Arapların Kâbe ile münasebetleri, ibâdetleri<br />

de cahiliye taassubuna dayanmaktaydı. Zîrâ onlar,<br />

Kâbe’nin içine koydukları putlara tapıyorlardı.<br />

Arap geleneğinde de Kâbe’nin bakım <strong>ve</strong> yönetim<br />

sorumlusu (<strong>ve</strong>lîsi) olmak büyük bir mazhariyet<br />

<strong>ve</strong> şerefti. Müşrikler, Kâbe’de geleneklerine göre<br />

ibâdet ederken ıslık çalıp el çırparak Beytullah’ın<br />

çevresinde dolaşıyorlar <strong>ve</strong> Kureyşîlerin imtiyaz<br />

alâmeti olarak Kâbe’yi çıplak tavaf ediyorlardı. (İbn<br />

Kesîr, 3, 593-594.) Yine cahiliye dönemindeki bir<br />

geleneğe göre Araplar ihramlı iken <strong>ve</strong>ya daha başka<br />

bazı dinî gerekçelerle evlerine girmezler; mutlaka<br />

girmeleri gerektiğinde de -kapıyı kullanmanın<br />

doğru olmadığına inandıkları için- evlerin arkasındaki<br />

bir pencereden <strong>ve</strong>ya açtıkları bir delikten<br />

girerlerdi. Çünkü bunun iyi <strong>ve</strong> erdemli bir davranış<br />

olduğuna inanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm “İyilik,<br />

evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama iyi<br />

davranış takva sahibi insanın davranışıdır. Evlere<br />

kapılarından girin. Allah’a saygılı olun ki kurtuluşa<br />

eresiniz.”(el-Bakara 2/189.) âyeti ile bu davranışın<br />

mânâsız bir meşakkat olduğunu anlatmıştır. Ayrıca<br />

bu davranış evdekileri rahatsız edeceği için edebe<br />

de aykırıdır. Asıl iyi <strong>ve</strong> erdemli olan davranış,<br />

mânâsız geleneklerin tekrarı değil, insanın her işini<br />

takvâya göre yapması, yani tutum <strong>ve</strong> davranışlarını<br />

Allah’a <strong>ve</strong> O’nun emirlerine saygı şuuru içinde yerine<br />

getirmesi mesajı <strong>ve</strong>rilmektedir.<br />

Teşe’üm inancı da Tevhid’e aykırı kötü bir gelenekti.<br />

Zîrâ teşe’üm, hâdiseleri kötüye <strong>ve</strong> uğursuzluğa<br />

hamletme düşüncesidir. Nitekim uğursuz<br />

sayma inancında kuşların uçuşu, baykuşun, karganın<br />

ötüşü, köpeğin uluması, merkebin anırması,<br />

yolda önünden yılan, kara kedi gibi hayvanların<br />

geçmesine varıncaya kadar hâdiseleri hep kötüye<br />

yorumlama düşüncesi bulunmaktadır. Oysa hayrın<br />

<strong>ve</strong> şerrin yaratıcısı yalnız Allah’tır. Allah izin <strong>ve</strong>rmediği<br />

müddetçe hiçbir şey meydana gelmez. Ancak<br />

uğurlu sayma mânâsındaki “tefe’ül” inancı ise,<br />

hâdiselere müspet <strong>ve</strong> iyim ser bakma şeklinde anlaşılması<br />

şartıyla, Sünnet tarafından kabul edilmiştir.<br />

(Bkz. Buhari, Tıb, 44.) Fakat geleceğe dair bilgi <strong>ve</strong>rme<br />

mânâsındaki “fal” ise kesinlikle yasaklanmıştır.<br />

Özenti <strong>ve</strong> Taklit<br />

İslâmî ahlâka uymayan gelenekleri şuursuz<br />

özenti içinde taklit etmek dinen hoş karşılanmamıştır.<br />

Nitekim bir hadîste şöyle haber <strong>ve</strong>rilmektedir:<br />

“Kim bir (yabancı) millete (dînî <strong>ve</strong> ahlâkî yönden)<br />

benzemeye çalışırsa (kendi benliğini <strong>ve</strong> İslâm’ın izzetini<br />

düşünmeden, onlar gibi olmaya <strong>ve</strong> yapmaya kendisini<br />

zorlasa) artık o kişi onlardan sayılır.”(Ebû Davûd,<br />

Libâs, 5) Bu hadîsteki sakındırma Müslümanların<br />

şahsiyetlerini <strong>ve</strong> ahlâklarını korumaya yöneliktir.<br />

Yoksa faydalı işlerde gayrimüslimlerin yaptığını<br />

yapmama mânâsında değildir. Özenti <strong>ve</strong> taklidin<br />

kötülüğü ise hadîste şöyle anlatılmaktadır: “Muhakkak<br />

ki siz, kendinizden önce gelen (Yahudi <strong>ve</strong><br />

Hristiyan) milletlerin karış karış, arşın arşın yoluna<br />

gideceksiniz. O kadar ki, şayet onlar kertenkele deliğine<br />

(küçüklükten kinayedir) girseler, siz de onlar<br />

gibi yapmaya çalışacaksınız.” (Müslim, İlm, 6)<br />

Cahiliye devrindeki kadınların vücutlarına iğne<br />

ile yaptırdığı “döğme” âdetini Peygamberimiz yasaklamıştır.<br />

(Bkz. Buhari, Libâs, 84.) Nitekim<br />

Hristiyanların Kudüs hacılarının da kollarına döğme<br />

yaptırdıkları nakledilmektedir.(Kamil Miras,<br />

Tecrid-i Sarih Tercemesi, 6, 381.) Oysa insanın vücudunu<br />

süs <strong>ve</strong> gösteriş olarak dağlaması haramdır.<br />

58 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


İslâm dini, fıtrata önem <strong>ve</strong>ren bir din olduğundan<br />

“Ahsen-i takvim” üzere yaratılan insanın fıtrat-ı<br />

asliyesini değiştiren bu dövme âdetinden insanları<br />

uzaklaştırmaya çalışmıştır. Nitekim bir başka<br />

hadîste “Güzellik için döğme yaptıran <strong>ve</strong> Allah’ın<br />

yarattığı güzelliği değiştirmeye kalkan kadınları Allah<br />

rahmetinden uzaklaştırsın.”(Tirmizi, Edeb, 33.)<br />

buyrulmaktadır. Hadîste yalnız kadınların zikredilmesi<br />

ise bu kötü âdetin Arabistan’da bilhassa kadınlar<br />

arasında cereyan etmesindendir. Bu konudaki<br />

yasak hem erkek hem de kadınlar için geçerlidir.<br />

Günümüzde çeşitli ülkelerde yaygın şekilde yapılan<br />

döğmenin, özellikle gençlerimiz arasında âdet<br />

hâline getirilmeye çalışıldığı görülmektedir.<br />

Peygamberimiz Medine’ye hicret ettikten sonra,<br />

buradaki Müslüman ahalinin İran’dan gelenek<br />

olarak intikal eden “nevruz” <strong>ve</strong> “mihrican” bayramlarını<br />

kutlamaya devam ettiklerini görmüştür.<br />

Bunun üzerine “Allah sizin için o iki günü daha<br />

hayırlı iki günle, kurban <strong>ve</strong> ramazan bayramıyla<br />

değiştirmiştir.” (Ahmed b. Hanbel, 3, 103.) buyurmuşlardır.<br />

Demek ki Peygamberimiz o dönem<br />

itibariyle Müslüman olmayan, ateşperest olan bir<br />

toplumun geleneklerinin bayram olarak kutlanmasını<br />

hoş karşılamamıştır. İslâm dininde gelenek<br />

olarak kutlanan bu bayramlar, kurban kesimi<br />

<strong>ve</strong> sıla-ı rahim ziyaretleriyle aynı zamanda ibadet<br />

hâline dönüşmüş olmaktadır. Günümüzde özellikle<br />

Hristiyanlarca kutsal sayılan “noel” kutlamaları<br />

<strong>ve</strong> eğlenceye <strong>ve</strong>sile olan “yaş günü” gelenekleri<br />

bütün dünyada rağbet görmektedir. Oysa Müslümanlar<br />

böyle zamanları yeni hayatın murakabe <strong>ve</strong><br />

muhasebesine <strong>ve</strong>sile bilip, Allah’a karşı zikrini <strong>ve</strong><br />

şükrünü ziyadeleştirmelidir.<br />

Batı ülkelerindeki evlerde köpek besleme âdeti<br />

bizlerde de görülmeye başlanmıştır. Hadîslerde<br />

köpek beslemenin belli kurallara uymak şartıyla<br />

(av <strong>ve</strong> bekçilik gibi) caiz olması belirtilmekle beraber,<br />

(Bkz. Müslim, Musakât, 51.) evlerde köpek beslemenin<br />

ise doğru olmayacağı bildirilmektedir. (Bkz.<br />

Müslim, Libas, 81.) Zîrâ köpek yırtıcı hayvanlar<br />

grubunda yer almakta <strong>ve</strong> etinin yenmesi haram kabul<br />

edilmektedir. Dinimiz çevreyi, tabiî güzellikleri<br />

korumayı, hayvanlar dâhil bütün canlılara merhametle<br />

davranmayı emretmektedir. Hayvanlara<br />

eziyet edilmesini, onların boş yere öldürülmesini<br />

de kesinlikle yasaklamaktadır. Kültür tarihimizde,<br />

aç kalan hayvanları doyurmaya tahsis edilmiş vakıfların<br />

kurulması hayvanlara <strong>ve</strong>rilen değeri göstermektedir.<br />

Ancak İslâm dini insanın sağlığına,<br />

temizliğe <strong>ve</strong> koruyucu hekimliğe de ayrı bir dikkat<br />

etmektedir. Dolayısıyla köpek, ihtiyaç hâlinde belli<br />

yerlerde beslenebilir. Fakat ev içinde süs hayvanı<br />

olarak beslenmesi fakihler tarafından hoş karşılanmamış<br />

<strong>ve</strong> tecviz edilmemiştir. (Bkz. İbn Rüşd,<br />

Bidayetü’l-müctehid, 2, 105.)<br />

İslâm <strong>ve</strong> Gelenekler<br />

İslâm dini, önceki milletlerin cahiliye devri geleneklerini<br />

tamamıyla reddetmemiştir. Peygamberimiz:<br />

“Ey Saib! Cahiliye çağında yaptığın faziletli<br />

şeylere İslâm devrinde de devam et. Misafiri ağırla,<br />

yetime ikram et <strong>ve</strong> komşularına iyi davran.” (Müsned,<br />

3, 425.) buyurarak, cahiliye devrindeki güzel<br />

geleneklerin devamını tavsiye ettiği görülmektedir.<br />

Peygamberimiz de ilk vahiy esnasında Cebrail’i<br />

görmesi <strong>ve</strong> korkması üzerine Hz. Hatice’nin: “Sen<br />

akrabana bakarsın. İşini görmekten âciz olanlara <strong>ve</strong><br />

fakirlere destek olursun. Misafiri ağırlarsın. Hak<br />

yolunda musibete uğrayanlara yardımda bulunursun.”<br />

(Buhari, Bedü’l-vahyi, 3.) diyerek, cahiliye<br />

devrindeki güzel âdet <strong>ve</strong> gelenekleri saydığı görülmektedir.<br />

Hz. Peygamber cahiliye devrinin uygulaması<br />

olarak hac hizmetlerinden sikâye (hacılara su<br />

dağıtma işi) <strong>ve</strong> sidâne <strong>ve</strong>ya hicâbe (Kâbe’nin bakımı <strong>ve</strong><br />

anahtarlarını muhafaza görevleri) gibi âdetlerin devamını<br />

onaylamıştır. Zîrâ Mekke fethi sırasında Peygamberimiz:<br />

“Dikkat edin! Kâbe’nin hizmeti <strong>ve</strong><br />

hacılara su dağıtımı dışında geçmişe ait bütün gelenekleriniz,<br />

kan <strong>ve</strong> mal davalarınız ayağımın altındadır.”<br />

(Ahmed b. Hanbel, 2, 36.) buyurarak, İslâmî<br />

değerlere aykırı olan kötü geleneklerin İslâm’da devam<br />

etmeyeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber’in<br />

nübüv<strong>ve</strong>tten önce katıldığı bugünkü sivil toplum<br />

kuruluşları mânâsındaki “hilfü’l-fudûl” adındaki<br />

yardımlaşma derneği faaliyetleri ile ilgili olarak,<br />

“Ben (İslâm’dan önce) Abdullah b. Cüd’an’ın evinde<br />

bir antlaşmaya şahit oldum. Orada bulunmayı<br />

nice sevdiğim kırmızı de<strong>ve</strong>lere tercih ederim. Şayet<br />

böyle bir anlaşmaya İslâmî dönemde (şu anda) çağrılsam<br />

hemen kabul ederdim.”(Kurtubi, el-Cami Li<br />

ahkâmi’l-Kur’ân, 10, 169.) sözüyle, İslâm’dan önceki<br />

Arapların güzel geleneklerini onayladığını göstermektedir.<br />

Artık bunlar aynı zamanda İslâm’da<br />

yeni teşri de kabul edilmektedir.<br />

İslâm <strong>ve</strong> Medeniyet<br />

Şehir anlamındaki “Medine” ile uygarlık mâ nâsına<br />

gelen “Medeniyet” kavramları arasında “din”<br />

<strong>ve</strong> “millet” bütünlüğünü ifade eden mânâ bulunmaktadır.<br />

Şu hâlde medenî olmanın gereği, muhatabı<br />

ilzam değil ikna etme <strong>ve</strong> hoşgörüyle karşılamadır.<br />

H. 8. yılda Mekke’nin fethi senesinde Hz.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 59


Peygamber Mekke’ye kan dökmeden girerken aralarında<br />

Kureyş’in ileri gelenleri olmak üzere herkes<br />

Peygamberimiz’in nasıl muamele edeceğini bekliyordu.<br />

Acaba onlardan şimdi hesap soracak mıydı?<br />

Çünkü şehir fethedilmiş, ahalisi ise daha önceden<br />

Kendisi’ne zulmetmiş, O’nu memleketinden çıkarmışlardı.<br />

Peygamberimiz askerî komutanlıktan<br />

öte önce bir Peygamber sıfatıyla şehre girmiş <strong>ve</strong> onların<br />

gönüllerini fethetmiştir. Zîrâ “Ebû Sufyan’ın<br />

evinde olan emindir, kendi evine giren emindir.”<br />

(Ebu Davud, Harac, 25.) buyurarak İslâm dininin af<br />

<strong>ve</strong> müsamaha üzerine tesis edildiğini dost <strong>ve</strong> düşmana<br />

göstermiştir. Ardından muzaffer bir komutan<br />

olarak da “Ey Kureyş! Benden ne umarsınız?”<br />

diye sormuş. Onlar “Sen kerim <strong>ve</strong> civanmert kardeşsin,<br />

âlicenap bir kardeş oğlusun.” demişlerdir.<br />

Peygamberimiz de onlara: “Ben bugün kardeşim<br />

Yusuf’un (a.s) dediği gibi derim.” diyerek “Bugün<br />

size kınama yok, Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin<br />

en merhametlisidir.” (Yusuf, 12/92.)<br />

âyetini okumuştur. Ardından “Bugün siz hesaba<br />

çekilmeyeceksiniz, gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”<br />

buyurmuşlardır. Böylece Peygamberimiz cahiliye<br />

dönemi âdetlerini ortadan kaldırarak af <strong>ve</strong> sulhun<br />

öncülüğünü yapmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de<br />

suçlara <strong>ve</strong>rilecek karşılık/ceza anlatılırken af, bağışlama<br />

<strong>ve</strong> düzeltme (sulh) yolu (Bkz. Şûrâ 42/40.)<br />

teşvik edilmektedir. Zîrâ Peygamberimiz: “Kim<br />

kan davasını affederse (katilin cezalandırılmasını<br />

istemezse), o kişinin sevabı ancak Cennet’tir.”<br />

(Suyuti, el-Fethu’l-Kebir, 3, 212.) buyurarak, özellikle<br />

töre uygulaması olarak devam eden kan davalarının<br />

bitmesine teşvikte bulunmaktadır. Yine<br />

Peygamberimiz’in <strong>ve</strong>da hutbesinde cahiliye âdeti<br />

olan kan davalarının kaldırıldığını bildirmesi <strong>ve</strong><br />

bunu kendi akrabalarından başlatması, (İbn Mace,<br />

Menasik, 76.) içtimaî barış <strong>ve</strong> huzurun en önemli<br />

temellerinden birinin sulh olduğunu göstermiştir.<br />

Günümüzde görülen bazı bölgelerdeki “töre cinayetleri”<br />

ise hiçbir şekilde tasvip edilmeyen kötü bir<br />

âdet <strong>ve</strong> gelenektir. Kur’ân’da Cenâb-ı Hak “Kolaylığı<br />

seç, iyi olanı (ma’rufu) emret, cahillere aldırma.”<br />

(A’raf 7/199.) buyurmaktadır. Buradaki cahillere<br />

aldırmamak, onların tuttukları yolun yanlışlığını<br />

göstermemek, bozuk inançlarını düzeltmemek<br />

mânâsına gelmez. Çünkü bu, İslâm’ın emri bi’lma’ruf<br />

nehyi ani’l-münker prensibine aykırıdır. Şu<br />

hâlde cahillere aldırmama; insanları iyilik <strong>ve</strong> doğruluk<br />

yoluna çağırırken kendini bilmezlerin edep<br />

<strong>ve</strong> ahlâkla bağdaşmayan kötü <strong>ve</strong> çirkin davranışlarına,<br />

küstahça hareketlerine, haksızlıklarına aynıyla<br />

karşılık <strong>ve</strong>rmemek demektir. Müslümanlar bu tür<br />

olumsuz hareketler karşısında öfkeye kapılmadan,<br />

sabırlı, hoşgörülü <strong>ve</strong> bağışlayıcı olabilmelidir. Zîrâ<br />

takvâ erdemine sahip olmanın şartlarından biri de<br />

kötülüğe kötülükle cevap <strong>ve</strong>rmemek, cahillerin seviyesine<br />

düşmemek, aksine olabildiğince kolaylık,<br />

öz<strong>ve</strong>ri, barış <strong>ve</strong> uzlaşmadan yana olmaktır.<br />

Netice<br />

İslâm dininin son elçisi Hz. Peygamber’in (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) nübüv<strong>ve</strong>ti Mekke <strong>ve</strong> Medine<br />

dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu dönemlerin<br />

İslâm kültür <strong>ve</strong> geleneği açısından önemli bir<br />

yeri vardır. Mekke dönemi; akidesiyle, inancıyla,<br />

ahlâkıyla, sosyal <strong>ve</strong> kültürel değerleriyle, ayrı dünyaların<br />

insanı olan Cahiliye Araplarının, inanç <strong>ve</strong><br />

değerler yönünden yeniden ele alınmasıyla geçmiştir.<br />

Medine dönemi ise, Mekke döneminde<br />

yetişen yeni insan tipinin inanç <strong>ve</strong> düşünce sistemini<br />

pratik hayata geçirdiği dönemdir. Bunların<br />

muhtevasını ise, daha çok muamelât olarak bilinen,<br />

hukuk, iktisat gibi konularla birlikte namaz,<br />

oruç, zekât gibi ibadetle alâkalı mevzular teşkil<br />

ediyordu. Nitekim Hz. Âdem (a.s) ile başlayan<br />

<strong>ve</strong> zaman zaman fetret dönemleri geçiren Tevhid<br />

inancı, en son <strong>ve</strong> kâmil haliyle yeniden tesis<br />

edilmiştir. Bu yeni din, geçmişe ait her türlü<br />

yanlış <strong>ve</strong> bâtıl düşünceleri geride bırakarak kendi<br />

kültürünü de oluşturmuştur. Bu kültürün odak<br />

noktasını hiç şüphesiz “Tevhid” düşünce si teşkil<br />

etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, Tevhid<br />

inancı <strong>ve</strong> İbrahimî geleneğe aykırı bulunmayan<br />

âdetleri kabul ederken, insanlığın fıtratına <strong>ve</strong><br />

Tevhid’e ters düşen âdetleri tamamen kaldırmaya<br />

yönelik gayret içinde olmuştur. Bu düşünceler<br />

çerçe<strong>ve</strong>sinde İslâm kültür <strong>ve</strong> geleneğinin temelini<br />

teşkil eden İslâmî ilimler, birer disiplin hâline<br />

gelmiş, özellikle “hadîs, fıkıh <strong>ve</strong> kelâm ilmi” Müslümanlara<br />

bu konuda en temel referans olmuştur.<br />

Toplumun yazılı <strong>ve</strong> uygulamalı kültüründe var<br />

olan iyi âdetler devam ettirilip, kötü gelenekler terk<br />

edilmelidir. Müslüman toplumunun kültür mirasının<br />

başında ise ibadetler, aile değerlerine bağlılık,<br />

insan haklarına saygı, içki, uyuşturucu <strong>ve</strong> fuhuştan<br />

uzaklaşma gelmektedir. O hâlde bizlere miras olarak<br />

intikal eden bu güzel geleneklerimizi, samimi<br />

niyet ile ibadet hâline çevirmeli, ibadetlerimizi (şuursuz<br />

yaparak) âdet hâline getirmemeliyiz. Bilakis<br />

âdetlerimizi ibadet sevabı kazandıran davranışlar<br />

hâline getirmek için sünnet-i seniyyeyi yaşamaya<br />

çalışmalıyız.<br />

*Bursa Merkez Vaizi<br />

msarik@yeniumit.com.tr<br />

60 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


YENi ÜMiT<br />

Yrd. Doç. Dr. Ali CAN*<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Hazret-i Rahmân, mahlukâtın özüne sevgi, merhamet <strong>ve</strong> şefkat nü<strong>ve</strong>leri<br />

yerleştirmiştir. Varlığın bağrına atılan şefkat duygusunun kaynağı,<br />

Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm isimleri başta olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın<br />

Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellisi olan ilâhî rahmettir.<br />

İlâhî Rahmetin Kuşatıcılığı<br />

<strong>ve</strong> İnsan<br />

İslâm dininin en temel özelliklerinden birisi,<br />

kuşkusuz O’nun rahmet <strong>ve</strong> merhamet temasına<br />

sıkça vurgu yapılmasıdır. Zîrâ Yüce<br />

Zât’ını rahmet sıfatıyla vasıflandıran Allah<br />

(celle celâlühü), Kur’ân’da rahmetinin her şeyi kuşattığını<br />

bildirmekte <strong>ve</strong> elçisini de âlemlere rahmet<br />

olarak gönderdiğini bildirmektedir. (A’râf, 7/156;<br />

Enbiyâ, 21/107.) İslâm dininde rahmet ilkesine<br />

<strong>ve</strong>rilen önemin en açık göstergesi, Yüce Allah’ın<br />

rahmetten başka kendisine gerekli kıldığını beyan<br />

ettiği bir hususiyetin bulunmamasıdır. Buna göre<br />

rahmet kaidesine inanmak, bir bakıma İslâm düşüncesinin<br />

ana umdelerinden sayılmaktadır.<br />

Bu yazımızda önce rahmet kelimesi <strong>ve</strong> bu kelimeden<br />

türeyen Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm isimleri incelenecek<br />

daha sonra da âyet <strong>ve</strong> hadîsler ışığında İlâhî<br />

rahmetin kuşatıcılığı açıklanmaya çalışılacaktır.<br />

A. Rahmet Kelimesi Etrafında Yapılan Yorumlar<br />

“Rhm” kökünden bir mastar olan rahmet kelimesi,<br />

sözlükte bağışlamak, merhamet etmek, affetmek,<br />

şefkat etmek <strong>ve</strong> ihsanda bulunmak gibi<br />

mânâlara gelmektedir. Ayrıca rahmet, merhamet<br />

edilen kimseye ihsan <strong>ve</strong>ya iyilikte bulunmayı gerektiren<br />

acıma <strong>ve</strong> yufka yüreklilik mânâlarını da<br />

kapsamaktadır. İşte rahmet kelimesi, Yüce Allah’a<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 61


nispet edildiğinde ihsan <strong>ve</strong> lütuf mânâlarına gelirken,<br />

insanlara nispet edildiğinde acıma, şefkat<br />

gösterme <strong>ve</strong> kalb yumuşaklığı mânâlarını ihtiva etmektedir.<br />

Zîrâ Allah, insana ait özelliklerden olan<br />

kalb inceliği <strong>ve</strong> acımadan münezzehtir. Bu yüzden,<br />

Yüce Allah’ın ihsanda bulunmayı kendisine tahsis<br />

ettiği, bunun yanında ince kalbliliği <strong>ve</strong>ya kalb yumuşaklılığını<br />

da insanların tabiatlarına yerleştirdiği<br />

ifade edilmektedir. 1<br />

Esmâ-i Hüsnâ arasında yer alan “Rahmân” <strong>ve</strong><br />

“Rahîm”, etimolojik olarak rahmetten türemiştir.<br />

Allah’ın rahmet vasfını ifade etmek için kullanılan<br />

“Rahmân” <strong>ve</strong> “Rahîm” kelimeleri, birbirine yakın<br />

mânâları ifade etmekle birlikte bu iki ismin mânâ<br />

farklılığı vardır. “Rahmân” ismi, rahimden daha<br />

mübalağalı <strong>ve</strong> daha kapsamlı bir yapıya sahip olması<br />

yönüyle bütün rahmet türlerini içine almaktadır.<br />

Müfessirler, “Rahmân” isminin sadece Yüce<br />

Allah’a ait özel bir isim olduğunu <strong>ve</strong> bu yüzden<br />

başkasına isim olmayacağını söylemişlerdir. 2 Çünkü<br />

Kur’ân dilinde Rahmân ismi Allah’a mahsustur<br />

<strong>ve</strong> başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Buna<br />

göre “Rahmân”, rahmeti <strong>ve</strong> merhameti her şeye<br />

ulaşan, ezelde bütün yaratılmışlar için sonsuz lutüf,<br />

ihsan, rahmet irade eden <strong>ve</strong> bütün yaratılmışlara<br />

dünyada sayısız nimetler bahşeden mânâlarına<br />

gelerek, rahmetin daha yüksek bir derecesini ifade<br />

etmektedir. 3 Kur’ân’da, geçen “O Rahmân arşa istiva<br />

etti.”(Tâhâ, 20/5.) âyetinde istiva kelimesinin<br />

Rahmân ismiyle birlikte zikredilmesi, Rahmân kelimesinin<br />

kapsamlı kullanımını desteklemekte <strong>ve</strong><br />

rahmetin her şeyi kuşattığına işaret etmektedir. 4<br />

Çok merhametli anlamına gelen “Rahîm” ismi<br />

ise Yüce Allah’ın ahirette sadece mümin kullarına<br />

<strong>ve</strong> taat ehline rahmet <strong>ve</strong> merhametini göstermesi <strong>ve</strong><br />

onları affetmesi şeklinde anlaşılmıştır. 5 Zîrâ birçok<br />

âyette “Rahîm” kelimesi, Yüce Allah’ın sadece müminlere<br />

olan rahmet <strong>ve</strong> merhametini ifade eder. 6<br />

Öyleyse Yüce Allah’ın Rahmâniyetiyle dünyada<br />

mümin-kâfir herkesi kuşattığı, herkese ihsanda<br />

bulunduğu <strong>ve</strong> bütün yaratıklarının rızıklarını <strong>ve</strong><br />

yaşam şartlarını sağladığı; Rahîmiyetiyle ise dünyada<br />

İslâm inancı üzere yaşayan kişilere, ahirette<br />

lütuf <strong>ve</strong> ihsanının bol olacağı anlamları kastedilmiştir.<br />

Nitekim Yüce Allah’a dua edilirken <br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

yukarı- denmektedir. 7 Buna göre א א <br />

daki hitap “Ey bu dünyada yaratmış olduğu kulları<br />

arasında inanan <strong>ve</strong> inanmayan ayrımını yapmaksızın,<br />

hepsine ikram <strong>ve</strong> ihsanda bulunan Allah’ım.”<br />

mânâsına gelmektedir. 8<br />

Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm kelimeleri etrafında daha<br />

pek çok yorumlar yapılmıştır. Daha geniş bir çerçe<strong>ve</strong>den<br />

değerlendirildiğinde bu iki kavramdan<br />

“Rahmân” kelimesinin ezele, “Rahîm” kelimesinin<br />

ise Lâyezâle (ebede) baktığı ifade edilmiştir. Buna<br />

göre Allah, Rahmân isminin ruhundaki merhameti<br />

<strong>ve</strong> o merhametin taalluku ile kâinatı yoktan var<br />

etmiştir. Yani bütün mevcudat Rahmân ismiyle<br />

var olmuştur. Bu geniş, umumî <strong>ve</strong> şümullü rahmet,<br />

bütün kâinatı kuşatarak içine almıştır. 9 Mesele<br />

sadece ezele bakan <strong>ve</strong> Allah’ın zâtına isim olan<br />

Rahmân açısından mütalâa edilecek olursa; küfür<br />

-iman, adalet-zulüm, hakkaniyet-haksızlık, güzellik-çirkinlik,<br />

iyi-kötü her şey birbirine karışı<strong>ve</strong>rir.<br />

Bu durumda irade mevzuubahis olamaz. Böylece<br />

de insan, diğer varlıklar gibi, ne kötülüklerinden<br />

mesul olur ne de iyiliklerinden dolayı mükâfata<br />

erer. Eğer kâinata sadece “Allah” kelimesinden<br />

sonra Rahmân’ın tecellîsi hükümfermâ olsaydı,<br />

durum bu merkezde olacaktı. Ancak Allah murad<br />

buyurdu <strong>ve</strong> insanlarda iradeyi yarattı; iradesini<br />

iyiye kullananları mükâfatlandırma, kötüye kullananları<br />

cezalandırma hikmetiyle, Rahîmiyeti ile de<br />

tecellî etti. Böylece insana esfel-i safilînden a’lâ-yı<br />

illiyyîne kadar, ya aşağıların aşağısına düşme <strong>ve</strong>ya<br />

yukarıların yukarısına çıkma imkânını bahşetmiş<br />

oldu.<br />

Demek oluyor ki, “Rahmân” olmasaydı, biz<br />

vücuda gelmeyecektik. Kâinat <strong>ve</strong> bütün mevcudat<br />

yok olacaktı. Şâyet “Rahîm” olmasaydı irademizi<br />

kullanamayacak <strong>ve</strong> Cenâb-ı Hakk’ın sanatının<br />

inceliklerini idrak edemeyecektik. 10 Şu hâlde<br />

Cenâb-ı Hak eşyayı yoktan var edip vücud sahasına<br />

getiriyor <strong>ve</strong> adeta bize diyor ki, “İsteseniz de<br />

istemeseniz de Rahmâniyetimle sizi var ediyor <strong>ve</strong><br />

sizin için gerekli olan şeylerle varlık <strong>ve</strong> hayatınızı<br />

devam ettiriyorum. Rahmâniyetimle var ettikten<br />

sonra, Rahmâniyetimin kemalini göstermek için;<br />

size Rahîmiyetimle de bir irade <strong>ve</strong>riyorum. İradenizi<br />

kullanmanıza <strong>ve</strong> kullandığınız iradenin çapına<br />

göre de ötede size mükâfat <strong>ve</strong>receğim. 11<br />

Özetleyecek olursak Allah, bütün varlığı <strong>ve</strong><br />

kâinatı rahmâniyetiyle var etmiştir. Rahmân olan<br />

Allah rahmetiyle mu amele ederken, buna mazhar<br />

olan varlığın hak etmesine <strong>ve</strong> lâyık olmasına bakmaz.<br />

Rahmet sıfatının tecellisi yağmur gibi her<br />

şeyin üzerine yağar <strong>ve</strong> güneş gibi her şeyi ısıtır,<br />

aydınlatır. Allah’ın rahîm sıfatı ise O’nun, daha<br />

ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak<br />

ettikleri <strong>ve</strong> lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lütuf<br />

<strong>ve</strong> merhametini ifade eder. 12<br />

62 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


B. Âyetler Işığında İlâhî Rahmet<br />

1.Yüce Allah, Kur’ân’da rahmet etmeyi üzerine<br />

aldığını şöyle bildirmektedir:<br />

<br />

א <br />

כ <br />

<br />

א <br />

אא <br />

<br />

א <br />

א <br />

<br />

<br />

“(Onlara) Göklerde <strong>ve</strong> yerde olanlar kimindir?<br />

diye sor. ‘Allah’ındır.’ de. O, merhamet etmeyi<br />

kendi üzerine aldı.” (En’âm, 6/12.)<br />

Bütün varlığın yaratıcısı <strong>ve</strong> hâkimi olan Yüce<br />

Allah yarattıklarına karşı her ne isterse yapma<br />

durumunda iken rahmeti kendisine ilke <strong>ve</strong> ahlâk<br />

edinmiştir. Söz konusu rahmet <strong>ve</strong> merhametin bir<br />

göstergesi olarak, Allah dünyada kendisine isyan<br />

eden <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rdiği nimetlere karşı nankörlük yapan<br />

inkârcıları cezalandırmada acele etmeyip onlara<br />

zaman tanımakta 13 <strong>ve</strong> kâfir-Müslüman ayrımı yapmaksızın<br />

herkesi yaşatmakta, rızıklandırmakta <strong>ve</strong><br />

onlara değişik ihsanlarda bulunmaktadır. Daha da<br />

ötesi Allah, bu kâinatı yoktan varlık âlemine çıkartmış<br />

<strong>ve</strong> sırf şefkatinden <strong>ve</strong> merhametinden dolayı<br />

yaratmıştır. Zîrâ Allah Teâlâ’ya herhangi bir şeyi<br />

yaratma hususunda dışarıdan zorlama söz konusu<br />

olamaz. Bu yüzden onun rahmeti olmasaydı, dünya<br />

<strong>ve</strong> içindekiler de olmazdı. Buna göre her şeyi<br />

kapsayan <strong>ve</strong> kuşatan yaygın bir İlahî rahmet vardır.<br />

Mevcudat âleminde yaratılmış olup da müminkâfir,<br />

iyi-kötü, şuurlu-şuursuz rahmetten pay almamış<br />

yoktur. 14 Bu hususta Seyyid Kutub, şunları<br />

söylemektedir. “Allah’ın rahmeti her yandan <strong>ve</strong> her<br />

yönden kullarını sarmıştır. Kulların varlığı bu rahmetle<br />

kâimdir, hayatları da bu rahmete dayanır. İlâhî<br />

rahmet, varlığın her sahnesinde, hayatın her saniyesinde<br />

<strong>ve</strong> kâinatın her noktasında tecelli eder.” 15<br />

İşte bütün âlemlerin rabbi olan Yüce Allah’ın<br />

varlıkları yoktan var etmesi <strong>ve</strong> sonra da onlara var<br />

oluş süreçleri boyunca varlıklarını sürdürmelerini<br />

sağlayan nimetler <strong>ve</strong>rmesi rahmet-i İlâhiye’nin bir<br />

neticesidir. Buna göre bütün zîhayata ait ayrı ayrı<br />

rızıkların, kuru <strong>ve</strong> basit bir topraktan rahîmâne <strong>ve</strong><br />

kerîmâne <strong>ve</strong>rilmesi, İlâhî rahmetin her şeyi kapsadığına<br />

delâlet eder. Yeryüzü sofrasında görülen<br />

hadsiz ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler <strong>ve</strong> rahmetler<br />

bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîm’in bulunduğunu<br />

ölmemiş kalplere <strong>ve</strong> sönmemiş akıllara gösterir. 16<br />

2. İlâhî rahmete yönelik bir başka âyet-i kerîmede<br />

şöyle buyrulmaktadır:<br />

<br />

כ <br />

<br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

א א<br />

“… Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim<br />

ise her şeyi kuşatmıştır.”(A’raf, 7/156.)<br />

İsfahânî bu âyetten yola çıkarak rahmetin dünyada<br />

müminiyle kâfiriyle herkesi kuşattığını, ahirette<br />

ise yalnız müminleri kapsayacağını ifade etmektedir.<br />

17 Bu âyete göre Yüce Allah kullarından<br />

bir kısmının azaba maruz kalacaklarını, buna karşılık<br />

bütün mevcudatın dünyada varlık sahnesine<br />

çıkışlarından itibaren kendi rahmetinden pay aldıklarını<br />

bildirmiştir. Şu hâlde başlangıçta rahmetten<br />

pay almayan hiçbir şey yoktur <strong>ve</strong> ancak azabı<br />

hak eden kimselere, rahmetin ardından azap isabet<br />

edecektir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyet etrafında<br />

Allah’ın rahmet vasfını şu şekilde açıklar: “Hiçbir<br />

şey yoktur ki, ilk var oluşundan itibaren, Allah’ın<br />

rahmetinden nasibini almamış olsun. Rahmetin<br />

ona dar geleceği, yetmeyeceği <strong>ve</strong> yetişmeyeceği<br />

hiçbir şey yoktur. Onun rahmetinin dışında bir<br />

şey tasavvur etmek dahi mümkün değildir. Ancak<br />

bunun böyle olması, her şeyin rahmetten eşit pay<br />

alması gerektiğini ortaya koymaz.” 18 Buna göre<br />

İslâm’da rahmet <strong>ve</strong> merhamet asıldır; azap <strong>ve</strong> hiddet<br />

ise ârizîdir. Mevdûdî, Allah’ın mevcudatı idaresindeki<br />

üslûbun gazaba <strong>ve</strong> sertliğe değil merhamet<br />

<strong>ve</strong> yumuşaklığa dayandığını belirtmektedir. O’na<br />

göre Yüce Allah, yaratıklarına daima rahmet gösterir,<br />

gazap <strong>ve</strong> hiddetini ise sadece kullarının isyan <strong>ve</strong><br />

küstahlıkları, konulan sınırı aştığında açığa çıkarır. 19<br />

3. Yine “Rahmân” <strong>ve</strong> “Rahîm” ismi, Kur’ân-ı<br />

Kerîm’de başta besmele olmak üzere pek çok yerde<br />

geçmektedir. Böylece bütün mahlûkatın yaratıcı<br />

<strong>ve</strong> sahibi olan Yüce Allah, ezelî hitabında, bütün<br />

insanlara kendisinin Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm olduğunu<br />

anlatmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ “Âlemlerin<br />

Rabbi”(Fâtiha 1/2.) ifadesiyle kendisini yalnız belli<br />

bir topluluğun <strong>ve</strong>ya inanç grubunun Rabbi değil,<br />

bütün âlemlerin Rabbi olarak tanıtmaktadır. Bir<br />

başka ifadeyle Âlemlerin Rabbi Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm<br />

olan Allah’ın rahmeti de, belli bir zümreye has değil<br />

yaratılmış herkese şamildir. Böylece Yüce Allah,<br />

bütün yaratılanların sahibi olduğunu belirtmekte<br />

<strong>ve</strong> -ister inansın ister inkâr etsin- her şeyi yaratanın,<br />

yaşatanın, besleyenin <strong>ve</strong> her şeye en güzel şekli<br />

<strong>ve</strong>renin kendisi olduğunu vurgulamış olmaktadır.<br />

(Secde, 32/7; Mü’min, 40/64.)<br />

Daha geniş bir perspektiften bakıldığında yaratan<br />

ile yaratılan arasındaki münasebeti rahmet açısından<br />

şu <strong>ve</strong>ciz cümlelerle özetlemek mümkündür:<br />

“Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede<br />

rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran,<br />

bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat<br />

içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedahe<br />

yine rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı <strong>ve</strong> boş <strong>ve</strong><br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 63


hâlî âlemi dolduran, nurlandıran <strong>ve</strong> şenlendiren,<br />

bilmüşahede rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede<br />

namzed eden <strong>ve</strong> ezelî <strong>ve</strong> ebedî bir zâta muhatab <strong>ve</strong><br />

dost yapan, bilbedahe rahmettir.” 20<br />

4. Yüce Allah’ın rahmet vasfını ifade etmek için<br />

kullanılan אא “merhamet edenlerin en<br />

hayırlısı”, אא <br />

“merhametlilerin en merhametlisi”<br />

<strong>ve</strong> <br />

א <br />

<br />

<br />

“geniş bir rahmet sahibi”<br />

şeklindeki nitelemeler de oldukça önem arz<br />

etmektedir.(Müminun, 23/109; A’râf, 7/151; En’âm,<br />

6/147; Yusuf 12/64.) Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da geçen<br />

sıfatları incelediğinde, azap ifade eden sıfatların<br />

rahmet <strong>ve</strong> merhamet ifade edenlerin yanında çok<br />

az oldukları görülecektir.<br />

C. Nebevî Beyan Çerçe<strong>ve</strong>sinde Rahmet<br />

İlâhî rahmete yönelik yukarıdaki açıklamalardan<br />

başka bu konuya ışık tutacak nebevî beyanlar da vardır.<br />

Hz Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ifade<br />

buyurduğu üzere Allah (celle celâlühü) rahmetini yüz<br />

parçaya ayırmış; doksan dokuzunu kendi nezdinde<br />

tutmuş, birini dünyaya indirmiştir. İşte, bütün<br />

canlılar bu bir parça İlâhî rahmetten istifade ederek<br />

hemcinslerine şefkat gösterirler. (Tirmizî, Daavat,<br />

99.) Hattâ varlık derinden derine mütâlaa edilse, her<br />

yanda rahmetin <strong>ve</strong> şefkatin tüllendiği görülecektir.<br />

E<strong>ve</strong>t, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir,<br />

şefkattir. Yeryüzündeki bütün canlılar Allah’ın rahmet<br />

<strong>ve</strong> şefkatiyle varlıklarını devam ettirirler. 21<br />

Yine bir başka hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:<br />

“Yüce Allah, mahlûkata dair hükmünü ortaya<br />

koyunca nezdinde bulunan bir kitaba, kendisi<br />

hakkında <br />

<br />

“Muhakkak Benim<br />

rahmetim gazabıma galip gelir.” diye yazmış”<br />

(Buhârî, Tevhîd, 15.) <strong>ve</strong> böylece bütün insanlara<br />

olan rahmet <strong>ve</strong> merhametini, ihsan <strong>ve</strong> fazlını açıkça<br />

ifade etmiştir. Bu yüzden müminler Allah Teâlâ’ya<br />

karşı yalvarış <strong>ve</strong> yakarışlarında “İlâhi! Senin rahmetin<br />

melceimdir.” şeklindeki sözleriyle O’nun sonsuz<br />

rahmetine <strong>ve</strong> engin merhametine sığınırlar.<br />

Hz. Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem) İlâhî ahlâk içerisinde yer alan rahmet hakkında<br />

kuşatıcı açıklamalarda bulunduktan sonra,<br />

bu yüce vasfı talim buyurmak üzere ümmetine<br />

şöyle seslenmektedir: “Siz yeryüzündekilere merhamet<br />

edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.”<br />

(Tirmizî, Birr, 16.) Böylece Allah Resûlü (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem), inanan insanların davranışlarında<br />

olması gereken merhamet duygusunu dikkatlerimize<br />

sunmaktadır.<br />

Yine Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

“Allah ancak merhametli olanlara rahmetini ihsan<br />

edecektir.” <strong>ve</strong> “İnsanlara merhamet etmeyene Allah,<br />

rahmet etmez.” şeklindeki buyrukları (Buhârî,<br />

Tevhîd, 2.) da insanların birbirleriyle olan münasebetlerinde<br />

merhamet <strong>ve</strong> şefkati temel almalarını<br />

vurgulamaktadır. Nitekim Rahmet Peygamberi’nin<br />

(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), düşmanlarına karşı bile<br />

merhametle <strong>ve</strong> afla muamelede bulunduğuna yirmi<br />

üç yıllık peygamberlik hayatı şahitlik yapmaktadır.<br />

İslâm dini, merhameti sadece insana mahsus<br />

kılmayıp bazen hayvana bile gösterilen bir merhametin<br />

mükâfatını, Cennet olarak bildirmektedir.<br />

Söz gelimi Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />

sellem), bir fâhişenin yolda giderken susuzluktan<br />

ölmek üzere olan bir köpeğe su <strong>ve</strong>rip onu kurtarmasından<br />

dolayı, bütün günahlarının affedildiğini<br />

söylemektedir. (Müslim, Selâm, 41.)<br />

İşte İslâm’ın temel öğretilerine göre, hayvana<br />

bile gösterilen merhamet duygusu, insanın<br />

Cennet’e girmesine yeterli bir <strong>ve</strong>sile olabilmektedir.<br />

Zîrâ rahmetle aynı kökten türeyen <strong>ve</strong> aynı<br />

mânâya gelen “merhamet”, Yüce Allah tarafından<br />

kullarına <strong>ve</strong> bütün yaratıklara bahşedilmiş yüce<br />

bir duygudur. Zîrâ ulvî duygular arasında yer alan<br />

merhamet, var oluşumuzun kökeninde yatmaktadır.<br />

“Merhamet” hem vahyin hem de yaratılışın<br />

ortaya çıktığı kapı olması itibariyle beşerî hayatın<br />

bütün yönlerinde merkezdir. Bu sebeple bir insanın<br />

varlığı, insanî değerlerin başında gelen merhamet<br />

duygusuyla mânâ kazanmaktadır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />

Kur’ân’da geçen “merhame <strong>ve</strong> ruhm” kelimeleri<br />

de insanlar arasındaki münasebetler için kullanılmış<br />

<strong>ve</strong> insanların birbirlerine olan merhameti <strong>ve</strong><br />

şefkati hakkında varid olmuştur. 22 Buna göre Yüce<br />

Allah’ın, hem kevnî kitabıyla hem de kelâmî kitabıyla<br />

insanlardan şefkat <strong>ve</strong> merhamete dayalı bir<br />

içtimaî yapı istediği söylenebilir. Bir başka şekilde<br />

ifade edilecek olursa Kur’ân vahyinin hedefleri<br />

arasında merhametli bir toplum inşa etmek de vardır.<br />

23 Şu hâlde görülüyor ki inanan bir insanın âlem<br />

tasavvuru <strong>ve</strong> insana bakışı, Allah ahlâkı olan rahmet<br />

<strong>ve</strong> merhamet boyutludur. Bu şekilde içtimaî bütünlük<br />

<strong>ve</strong> barışı, dostluk <strong>ve</strong> dayanışmayı gerçekleştirmek<br />

daha da kolay hale gelecektir.<br />

D. Resulullah’ın (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

Âlemlere Rahmet Oluşu<br />

Kur’ân’da א <br />

<br />

אכ <br />

<br />

א <br />

<br />

buyrularak<br />

Hz. Peygamber’in bütün âlemlere rahmet olarak<br />

gönderildiği bildirilir. (Enbiyâ, 21/107.)<br />

64 | YENİ ÜMİT DERGİSİ


O getirmiş olduğu dinî <strong>ve</strong> ahlâkî prensipler sebebiyle<br />

bütün insanlık için bir rahmet olmuştur.<br />

Özellikle onun getirdiği Kur’ân çağlar üstü <strong>ve</strong> evrensel<br />

bir kitap olması yönüyle bütün insanlığa hitap<br />

etmektedir. 24 Yine rahmet-i İlâhiye’nin timsali<br />

olan Yüce Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />

bütün varlık için de bir rahmet peygamberi konumunda<br />

yerini almaktadır. Nitekim Allah Resûlü<br />

<br />

א <br />

<br />

א <br />

“Ben Ahmed’im <strong>ve</strong> rahmet<br />

peygamberiyim.”, <br />

<br />

<br />

<br />

א <br />

<br />

אא <br />

<br />

<br />

“Lânet isteyici olarak değil rahmet olarak gönderildim.”<br />

sözleriyle kendisinin bizzat rahmet peygamberi<br />

olduğunu vurgulamaktadır. (Müslim, Birr, 87.)<br />

Bu yüzden O (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), her şeye<br />

<strong>ve</strong> herkese Allah’tan bir rahmet olarak gelmiştir.<br />

Çünkü varlık onunla bir mânâ <strong>ve</strong> değer kazanmıştır.<br />

Aynı şekilde O’nun risaleti, yalnız mü’minler<br />

için değil Müslüman olmayanlar, kâfirler <strong>ve</strong> ateistler<br />

için de rahmet olmuştur. Hattâ şeytan bile<br />

O’nun rahmetinden ümitlenmiştir. 25 Bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />

Bediüzzaman önemli tahlillere yer <strong>ve</strong>rerek şu değerlendirmelerde<br />

bulunmaktadır:<br />

“Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir<br />

rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade<br />

etmişlerdir. Çünkü İslâmiyet’in telkinatıyla küfr-ü<br />

mutlak; şek <strong>ve</strong> tereddüde inkılâb etmiştir. O telkinatın<br />

kâfirlerde de yaptığı in’ikas <strong>ve</strong> tesirat sayesinde,<br />

kâfirlerin hayat-ı ebediye hakkında ümidleri<br />

vardır. Bu sayede dünya lezzetleri <strong>ve</strong> saadeti onlarca<br />

tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler,<br />

elemlere inkılab etmez. (Onların) Yalnız tereddüdleri<br />

vardır.” 26 Yine kâfirler bir başka açıdan<br />

Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) rahmetinden<br />

istifade etmiştir. Daha önceki millet <strong>ve</strong><br />

kavimler küfür <strong>ve</strong> isyanları sebebiyle toptan helâk<br />

edilmiş olmalarına karşılık, Allah Resûlü’nden (sallallahü<br />

aleyhi <strong>ve</strong> sellem) sonra toptan helâk etme kaldırılmıştır.<br />

27 Dolayısıyla da insanlar, böyle bir azap<br />

çeşidinden kurtulmuş oldular. Bu da kâfirler için<br />

dünya adına büyük bir rahmettir.<br />

Netice<br />

Netice itibariyle Yüce Allah’ın rahmeti genel <strong>ve</strong><br />

her şeyi kapsamına alan bir rahmettir. Rahmet aynı<br />

zamanda Hak Teâlâ’nın varlık üzerindeki hükmünün<br />

temel kaidesi <strong>ve</strong> insanlara karşı muamelesinin<br />

ana dayanağıdır. Bu yüzden Allah Teâlâ, dünyada<br />

hiçbir ayrım yapmaksızın rahmetiyle bütün kullarını<br />

kuşatmakta <strong>ve</strong> insanlar isyan <strong>ve</strong> küfür içinde<br />

olsalar bile, onlardan rahmetini kesmemektedir.<br />

Böylece dünyada Allah’ın rahmeti <strong>ve</strong> O’nun tecellisi<br />

bir dine <strong>ve</strong> bir ırka münhasır kılınmayıp bütün<br />

yaratılanları bünyesinde toplamaktadır.<br />

Diğer yandan merhamet <strong>ve</strong> şefkat, Allah’ın insanlığa<br />

lütfettiği en aslî değerlerin başında gelmektedir.<br />

Bu yüzden insan, Allah tarafından yaratılmış<br />

bütün canlılara karşı Allah ahlâkını şiar edinerek<br />

onlara acımadıkça gerçek insanlığa ulaşamaz. Özellikle<br />

de insanlar arası münasebetlerin sağlıklı bir<br />

şekilde yürüyebilmesi için asgarî seviyede de olsa<br />

merhamet <strong>ve</strong> yufka yüreklilik gerekmektedir. Bu<br />

da göstermektedir ki bir insanın varlığı, merhamet<br />

duygusuna sahip olmasıyla değer kazanmaktadır.<br />

Aksi takdirde merhamet duygusundan mahrum<br />

insan, yaratılanlar arasında en tehlikeli bir varlık<br />

olmakta <strong>ve</strong> hayatı kaosa <strong>ve</strong> çıkmaza sokmaktadır.<br />

*Marmara Üniv. Eğitim Fak. Öğretim Üyesi<br />

acan@yeniumit.com.tr<br />

Dipnotlar<br />

1. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 12/230; İsfehânî,<br />

Mufredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, “Rhm” mad., Beyrut, 2002.<br />

2. İbn Atıyye, el-Muharraru’l-Vecîz, 5/223.<br />

3. Taberî, Câmiu’l-Beyân, 1/56; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân<br />

Dili, 1/76-77.<br />

4. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 1/21-22.<br />

5. İbn Abdisselâm, Tefsîru’l-İzz b. Abdisselâm, 1/16.<br />

6. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 23/33.<br />

7. İsfehânî, “Rhm” mad.,<br />

8. Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, 1/5.<br />

9. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1/34-36.<br />

10. 1M. Fethullah Gülen, Fatiha Üzerine Mülahazalar, s.106-107.<br />

11. 1A.e. s.167-177.<br />

12. D.İ.B., Kur’ân Yolu, Ankara, 2006, 1/59.<br />

13. Kurtubî, 6/395.<br />

14. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 3/1886; S. Hüseyin Nasr,<br />

İslâm’ın Kalbi, Gelenek Yay., İstanbul, 2002, s. 126.<br />

15. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 2/1048.<br />

16. B.S.Nursi, Asay-ı Musa, s. 200, 220.<br />

17. İsfehânî, Rhm, mad.,<br />

18. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 4/2295.<br />

19. Mevdûdî, 2/92.<br />

20. B.S.Nursi, Sözler, s.10.<br />

21. M. Fethullah Gülen, Kırık Testi-6, s.304.<br />

22. Suat Yıldırım, Kur’ân’da Uluhiyet, Kayıhan Yay., İstanbul,<br />

1987, s. 115; Nasr, İslâm’ın Kalbi, s. 126.<br />

23. Nasr, İslâm’ın Kalbi, s. 129.<br />

24. Kuran Yolu, 3/705.<br />

25. M. Fethullah Gülen, Enginliğiyle Bizim Dünyamız, s.18.<br />

26. Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 80-81.<br />

27. Enfal, 8/33.<br />

YENİ ÜMİT DERGİSİ | 65


iÇiNDEKiLER<br />

Fesat<br />

Başyazı<br />

İslâm Ansiklopedisi’nde “Müsteşrikler”<br />

Prof. Dr. Suat YILDIRIM<br />

Kadın-Erkek İlişkilerinde Nikâhın Önemi<br />

Prof. Dr. Salim ÖĞÜT<br />

Kabir Azabı<br />

Yrd. Doç. Dr. Musa Kazım GÜLÇÜR<br />

Kur’ân-ı Kerîm’de Zikredilen Mey<strong>ve</strong>ler<br />

Prof. Dr. Davut AYDÜZ<br />

Mukaddes Yolculuğun İkliminde<br />

Arhan KARDAŞ<br />

Hz. Peygamber’in (s.a.s) Evrensel Rahmet Oluşu<br />

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI<br />

Altın Nefesler<br />

Mehmet Akif Ersoy - Leyla Hanım<br />

Huruf-u Mukattaa’ya Farklı Bir Yaklaşım<br />

Doç. Dr. Muhittin AKGÜL<br />

Allah’a Sığınma: İstiâze<br />

Mustafa YILMAZ<br />

Osmanlı Taşrasının Büyük Âlimi: İmam Hâdimî<br />

Yusuf ÜNAL<br />

Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın Câmiiyyetine Yaklaşımı<br />

Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE<br />

Gelenekler (Örf- Âdet) <strong>ve</strong> Din<br />

Dr. M. Selim ARIK<br />

İlâhî Rahmetin Kuşatıcılığı <strong>ve</strong> İnsan<br />

Yrd. Doç. Dr. Ali CAN<br />

Dinî İlimler <strong>ve</strong> Kültür Dergisi<br />

2<br />

4<br />

9<br />

14<br />

20<br />

26<br />

30<br />

36<br />

38<br />

43<br />

47<br />

52<br />

56<br />

61<br />

YENİ ÜMİT<br />

Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />

Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2012<br />

Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.'ye aittir. Eserde<br />

yer alan metin <strong>ve</strong> resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş'nin önceden yazılı izni<br />

olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile<br />

çoğaltılması, yayımlanması <strong>ve</strong> depolanması yasaktır.<br />

IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİ<br />

M. Talat KATIRCIOĞLU<br />

GENEL KOORDİNATÖR<br />

Dr. Ergün ÇAPAN<br />

SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />

Selçuk CAMCI<br />

İDARİ MERKEZ<br />

İstanbul<br />

YAYIN TÜRÜ<br />

Yaygın Süreli<br />

GÖRSEL YÖNETMEN<br />

Engin ÇİFTÇİ<br />

GRAFİK - TASARIM<br />

Murat ARABACI<br />

YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ<br />

Kısıklı Mah. Meltem Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBUL<br />

Tel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40<br />

MÜŞTERİ HİZMETLERİ<br />

444 0 361<br />

Bütün GSM operatörlerinden <strong>ve</strong> sabit telefonlardan<br />

dakikası 1 SMS/kontöre direk arayabilirsiniz.<br />

(Her türlü abonelik işlemleriniz için arayabilirsiniz.)<br />

Yurtiçi abone bedeli 25 TL'dir.<br />

Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu<br />

<strong>ve</strong> Kuzey Afrika ülkeleri) 14 €, 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika,<br />

Güney Afrika <strong>ve</strong> Pasifik ülkeleri) 20 $, 3. Grup Ülkeler (Avustralya <strong>ve</strong> <strong>Yeni</strong><br />

Zelanda) ise 24 $'dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;<br />

Işık Yayıncılık. Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 5568324 nolu<br />

Posta çeki hesabına <strong>ve</strong>ya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi'nin;<br />

TL olarak, TR87 0020 8000 9400 0540 5300 40 (94-54053-40) TEMSİLCİLİKLER<br />

numaralı,<br />

$ olarak, TR60 0020 8000 9400 0540 5300 41 (94-54053-41) numaralı,<br />

€ olarak, TR33 0020 8000 9400 0540 5300 42 (94-54053-42) numaralı<br />

hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres <strong>ve</strong> telefon bilgileri ile<br />

hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize<br />

posta <strong>ve</strong>ya faks ile bildirmeleri yeterlidir.<br />

ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ<br />

Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No: 1<br />

Posta Kodu 34696 Üsküdar / İSTANBUL<br />

Tel: (0 216) 444 0 361<br />

Faks: (0 216) 522 11 78<br />

AVRUPA DAĞITIM<br />

WORLD MEDIA GROUP AG- İsmail Küçük<br />

Adres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 630 69<br />

OFFENBACH am MAIN<br />

Müşteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112<br />

Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105<br />

dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de<br />

BASILDIĞI YER<br />

Çağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİR<br />

Tel: 0 232 274 22 15 Faks: 0 232 252 21 00<br />

BAYİ DAĞITIM<br />

DPP A.Ş.<br />

BASIM TARİHİ<br />

Mart 2012<br />

E-MAIL - WEB<br />

www.yeniumit.com.tr • yeniumit@yeniumit.com.tr<br />

Fiyatı: KDV Dahil 7,00 TL<br />

YAYIN İLKELERİ<br />

• Gönderilen yazıların yayımlanmasına Yayın Kurulu karar <strong>ve</strong>rir.<br />

• Yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.<br />

• Yazılar 2200 kelimeyi geçmemelidir.<br />

• Türkçeyi kullanmada itina gösterilmelidir.<br />

• Faydalanılan kaynaklar, metin içerisinde.. meselâ, (Yazır 1983, 2: 560)<br />

gibi, yazarın soy ismi, kitabın yayın tarihi, varsa cilt <strong>ve</strong> sayfa numarası<br />

ile kısaca <strong>ve</strong>rilmeli, daha sonra, yazının sonunda liste hâlinde açık olarak<br />

belirtilmelidir. Kitap isimleri italik yazılmalıdır.<br />

• Yazılar yayımlansın <strong>ve</strong>ya yayımlanmasın iade edilmez.<br />

• Dergimizdeki yazılar, başka yerlerde kaynak gösterilerek yayımlanabilir.<br />

• Yayımlanan yazılar için te'lif ücreti ödenir. 66


SON BASKI<br />

810.000


Hep gönlümün ellerindesin ey kutsal mekân,<br />

İnanan sineler hep seni söylüyor inan;<br />

Sensin pejmürdelere o <strong>ve</strong>sile-i gufran,<br />

Ve sensin yerde, gökte o metâf-ı kudsiyân...<br />

YAYSAT NO:2012/2<br />

FİYATI: 7.00 TL<br />

96

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!