Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Dinî Ýlimler <strong>ve</strong> Kültür Dergisi YIL: 24 SAYI: 96 NİSAN - MAYIS - HAZİRAN 2012 / 106702 - 2012/2<br />
www.yeniumit.com.tr<br />
FİYATI: 7.00 TL<br />
Mazi hep böyleydi o zamanlar ne güzeldik,<br />
Bayat beyanlar karşısında taptaze dildik;<br />
Muhalif bir rüzgârla sağa sola serpildik,<br />
Günü geldi yeniden kendimize çevrildik...<br />
•<br />
•<br />
•<br />
•<br />
Fesat<br />
Kadın-Erkek İlişkilerinde Nikâhın Önemi<br />
Kabir Azabı<br />
Mukaddes Yolculuğun İkliminde<br />
Bediüzzaman'ın Kur'ân'ın<br />
Câmiiyetine Yaklaşımı
YENi ÜMiT<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
FESAT *<br />
Yeryüzünde karışıklık, kargaşa, fitne <strong>ve</strong> fesat, insanoğlu<br />
yaratıldığı günden bu yana her zaman var<br />
olmuş <strong>ve</strong> kıyamete kadar da var olacaktır. Bazen<br />
sulh erlerinin karşı koymasıyla duraklayacak, bazen<br />
Cenâb-ı Hakk’ın ekstra inayetleriyle engellenecek,<br />
ama her zaman yeniden zaaflarımızın, ihtiraslarımızın<br />
bağrında boy atıp gelişecektir. Bugüne kadar hep<br />
böyle oldu; bundan sonra da böyle olacağa benzer.<br />
Fesat, bazen şahıslar mabeyninde dar alanlı olarak<br />
cereyan etmiş, bazen gruplar arasında oldukça<br />
geniş bir mahiyette ortaya çıkmış, bazen de bütün<br />
bir toplumu sarsacak <strong>ve</strong> her şeyi alt üst edecek bir<br />
vüs’atte meydana gelmiştir. Yerinde akl-ı selim,<br />
kalb-i selim <strong>ve</strong> hiss-i selimle engellenebilmiş, hiç<br />
olmazsa tahribatı azaltılmış ise de çok defa en korkunç<br />
tsunamiler gibi kontrolsüz yığınları birbirine<br />
düşürmüş, kargaşaya sebebiyet <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> arkada bir<br />
sürü kinler, nefretler <strong>ve</strong> kabil-i iltiyam olmayan iftiraklar<br />
bırakmıştır.<br />
Din, fesat çıkarana “müfsit” demiş <strong>ve</strong> onu lânetlemiş;<br />
devletler, milletler değişik kanun <strong>ve</strong> nizamlarla<br />
onu önlemeye çalışmış <strong>ve</strong> ahlâkçılar da ona<br />
karşı sürekli mücadele <strong>ve</strong>rmişlerdir; ama, her şeye<br />
rağmen o, varlığını sürdüregelmiştir.<br />
Kur’ân-ı Kerim, fesadın insan tabiatında meknî<br />
bulunduğuna işaret eder <strong>ve</strong> ona karşı iman <strong>ve</strong> amel-i<br />
salih yolunu salıklar.(Bkz.: Mâide sûresi, 5/64-66.)<br />
İnsan, iman <strong>ve</strong> salihâtla kalbî <strong>ve</strong> ruhî hayata yönelerek<br />
nefsanî <strong>ve</strong> hayvanî hislerini baskı altına alabildiği<br />
ölçüde fesada karşı başarılı sayılır. Aksine o, din <strong>ve</strong><br />
diyanet adına tam donanımlı olmazsa, her zaman fesada<br />
yenik düşer <strong>ve</strong> çevresini de ifsat eder.<br />
Kendini ifsada salmış fertlerden sağlıklı bir toplum<br />
oluşturmanın mümkün olmadığı/olamayacağı<br />
açıktır. Böyle bir toplumda sürekli hercümerç yaşanır,<br />
kaoslar kaosları takip eder, yığınlar heva <strong>ve</strong><br />
he<strong>ve</strong>slerine göre davranır; anarşi başını alır gider <strong>ve</strong><br />
müfsitler bir baştan bir başa milleti kendilerine benzetirler.<br />
Ne gü<strong>ve</strong>n kalır ne huzur, ne saygı kalır ne<br />
de itibar; bütün değerler alt üst olur, her yanda sadece<br />
müfsitlerin edip eyledikleri konuşulur.. ihtimal,<br />
meleklerin mahiyet-i Âdem karşısında istifsar edalı<br />
endişeleri de böyle bir âkıbete bakıyordu.(Bkz.: Bakara<br />
sûresi, 2/30.) Eğer, bu endişenin altında, Allah’ın<br />
vaz’ettiği teşriî <strong>ve</strong> tekvînî emirlere baş kaldırma, fıtrî<br />
<strong>ve</strong> tabiî nizamı ihlâl <strong>ve</strong> şimdilerde olabildiğine yaygınca<br />
görüldüğü gibi kin, nefret, zulüm <strong>ve</strong> bohemce<br />
yaşamanın mevcudiyeti söz konusu idiyse, bugün<br />
bunların hepsi var; olmasını beklediğimize gelince,<br />
o da meleklerin göremedikleri <strong>ve</strong> sadece Allah’ın<br />
bildiği kalb <strong>ve</strong> ruh insanlarının mevcudiyetidir.<br />
Bugün, yeryüzünde Allah’ın tesis buyurduğu <strong>ve</strong><br />
yaşanmasını istediği hayat tarzına, peygamberlerle<br />
gerçekleştirilen semavî anlayış <strong>ve</strong> telâkkiye, insanca<br />
yaşamaya <strong>ve</strong> hayatı ukbâ derinlikleriyle yorumlamaya<br />
karşı ciddî bir tavır var. Bir tavır var lâhûtîliğe <strong>ve</strong><br />
insanın iç derinlikleriyle kendini ifade etmesine.. <strong>ve</strong><br />
prim <strong>ve</strong>riliyor âsîye, fesatçıya, bozguncuya. Her yan-<br />
2 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
da kalbini şeytana satmış bir sürü insan bozması var;<br />
bunlar, vuruyor-kırıyor, çalıyor-çırpıyor; vicdanlara<br />
baskı yapıyor, hakları çiğniyor; meşru sistemleri<br />
yıkıyor, yerine despotizmalar ikame ediyor; kinle,<br />
nefretle gürlüyor, kan döküyor; sonra da kalkıp bütün<br />
bunları insanlık <strong>ve</strong> insanî değerler adına yaptıklarından<br />
dem vuruyorlar.. bin nefrin fesadı salâh sayanlara<br />
<strong>ve</strong> yazıklar olsun bu müfsitlere aldananlara!..<br />
Aslında hiçbir müfsit “Ben müfsidim!” demez<br />
<strong>ve</strong> hiçbir bozguncu kendini bozguncu kabul etmez.<br />
Bunlar, ağızlarını her açışlarında ıslahtan, imardan<br />
bahisler açar; kendilerini ifadeden, iradelerinin<br />
hakkını eda etmekten dem vururlar. (Bkz.: Bakara<br />
sûresi, 2/11.) Böyle deyip böyle düşündükleri aynı<br />
anda vicdanlara baskı yapar, başkalarının hakkını<br />
çiğner, zulmün en hunharcasını irtikâp eder, insanlar<br />
arasındaki münasebetleri kırar döker, azgınlıktan<br />
azgınlığa koşar <strong>ve</strong> herkesi sindirmeye çalışırlar. Dahası,<br />
bunca fezâyi <strong>ve</strong> fecâyii mâzur göstermek için<br />
sürekli paranoyalar icat ederler: “Nükleer santral”<br />
der birine saldırır; “Kara tehdit” der, diğerini ortadan<br />
kaldırır; “irtica” der, tiranlar döneminde bile<br />
eşine rastlanmayan kanunlar çıkarır; gelir gelir meşru<br />
<strong>ve</strong> yerleşik nizamlara toslarlar. İşe vaziyet edince<br />
isyanlarına, baş kaldırmalarına meşruiyet kazandırmak<br />
için demagojilere girer, gerekli görürlerse<br />
bütün yasaları temelden değiştirir; kanunlara göre<br />
hareket edeceklerine, heva <strong>ve</strong> he<strong>ve</strong>s edalı hareketlerine<br />
göre kanunlar çıkarır <strong>ve</strong> herkesi aldattıklarını<br />
sanırlar.. gerçi bütün bunlara hiç kimse inanmaz<br />
ama korkudan da sesini çıkaramaz.<br />
Hiçbir zaman meşruiyet tanımayan <strong>ve</strong> fesat düşüncelerini<br />
başkalarına bir nizam gibi dayatan bu<br />
müfsitler, kuv<strong>ve</strong>tlerini korudukları <strong>ve</strong> stratejik davrandıkları<br />
sürece mefsedetlerine devam edegelmişler<br />
<strong>ve</strong> kimseye de hesap <strong>ve</strong>rmemişlerdir; hatta çok<br />
defa bir kısım şakşakçılar tarafından alkışlandıkları<br />
dahi olmuştur. Bu şekilde ortamı müsait buldukça<br />
bunlar daha da küstahlaşmış, Allah’a isyan etmiş,<br />
dine-diyanete sövüp saymaya durmuş, hukuku <strong>ve</strong><br />
insanî değerleri hiçe saymış, istediklerini ezmiş,<br />
istediklerinin sesini kesmiş; kan düşünmüş, kan<br />
dök müş, anarşiye zemin hazırlamış, cismâniyeti<br />
şahlan dır mış, bohemliği körüklemiş; sonra da bütün<br />
bunları yararlı, gerekli <strong>ve</strong> çağın icapları gibi göstermişlerdir.<br />
Eskiden beri bütün münkiri, mülhidi <strong>ve</strong> mürtediyle<br />
bir kısım din <strong>ve</strong> iman düşmanları hep böyle<br />
davrandılar. İfsadı ıslah gösterdi, fesadı salâh saydı;<br />
sürekli bozgunculukta bulundu, kitleleri birbirine<br />
düşürdü; farklılıkları kavga <strong>ve</strong>silesi yaptı, tahrik<br />
edilebilecek saf yığınları provoke etti; kan, irin <strong>ve</strong><br />
gözyaşı üzerine saltanatlar kurarak kendi zevk <strong>ve</strong> sefalarına<br />
baktılar.<br />
Müfsit, Allah kuralları dahil hiçbir nizama saygılı<br />
olmamış, hep başına buyruk hareket etmiş <strong>ve</strong> her<br />
zaman bir anarşist gibi davranmıştır. O bir dinsizdir<br />
ama dindar görünür; tam bir bozguncudur, ancak<br />
hep ıslahtan dem vurur. Bir despottur, fakat ağzını<br />
her açısında “demokrasi” der durur; sürekli terör<br />
estirdiği halde hiç sıkılmadan “insan hakları”ndan<br />
söz eder. Aslında farklı coğrafyalarda terörün asıl<br />
mimarı da işte odur.. odur yeryüzünde fitne <strong>ve</strong> fesadı<br />
körükleyen; odur masum insanların kanına giren;<br />
odur diktatörlük tesis etmek için uluslararası<br />
kuralları kendine benzetmek isteyen; odur çıkarları<br />
uğruna canlara kıyan <strong>ve</strong> hânümanları yerle bir eden<br />
<strong>ve</strong> odur siyasî, idarî, iktisadî, kültürel bunalımlara<br />
sebebiyet <strong>ve</strong>ren…<br />
Hele bir de bunların arkasında –Âkif’in ifadesiyle–<br />
zulmü alkışlayan, zalimi se<strong>ve</strong>n, şirretleri sevindirmek<br />
için kalkıp kendi değerlerine sö<strong>ve</strong>n tâli’siz<br />
bir güruh vardır ki, onlar da, duruşları itibarıyla öncekilerden<br />
daha geri değillerdir; böyleleri, her şeye<br />
bir “E<strong>ve</strong>t!” çeker, ellerini göğsünde kenetler, “Eyvallah!”<br />
der <strong>ve</strong> akıllı davrandıklarını, herkesi idare<br />
ettiklerini sanırlar.. oysaki fesadın kanunu, kuralı<br />
olmadığı gibi müfsidin de belli bir çizgisi yoktur.<br />
O, bugün böyle, yarın başka türlü, öbür gün ayrı<br />
bir fanteziye dilbeste <strong>ve</strong> bir başka zaman da farklı<br />
bir hezeyan peşindedir. İşte, bunları alkışlayanların<br />
hâlleri bunlardan daha utandırıcı <strong>ve</strong> daha acıdır.<br />
Bunlar, farkına varmadan bir gün “demokrasi”,<br />
“hürriyet” <strong>ve</strong> “insan hakları” sözcüklerini alkışlarlar;<br />
bir başka gün ise, müfsitlerin darbelerine, zalimce<br />
savaşlarına, kan döküp kan içmelerine yahşi çekme<br />
mecburiyetinde kalırlar.<br />
Öyle görülüyor ki, insanlık Allah’a yönelip, her<br />
şeyi bir kere daha Hak divanındaki mukadder duruşuna<br />
göre gözden geçireceği âna kadar ne fesat<br />
denen bu mel’anet dinecek, ne yeryüzündeki kargaşalar<br />
sona erecek ne de asırlardan beri hayal edip<br />
durduğumuz huzur <strong>ve</strong> umumî saadet rüyaları gerçekleşecektir;<br />
zira:<br />
“Ne irfandır <strong>ve</strong>ren ahlâka yükseklik, ne vicdandır,<br />
Fazilet hissi insanlarda Allah korkusundandır.<br />
Yüreklerden çekilmiş farz edilsin havfı Yezdân’ın…<br />
Ne irfanın kalır tesiri kat’iyen, ne vicdanın.”<br />
(M. Âkif)<br />
Bu itibarla da bize, <strong>ve</strong>rilen çerçe<strong>ve</strong>de her zaman<br />
fesada karşı, onunla baş edebilecek dinamiklerle<br />
dimdik durmak, ıslah düşüncesine kilitli bulunmak,<br />
zulümden fersah fersah uzaklaşmak, adaletin yanında<br />
olmak <strong>ve</strong> en korkunç fesat girdapları karşısında<br />
dahi “pes” etmeden hakkı tutup kaldırmak düşer.<br />
* Bu yazı <strong>Yeni</strong> Ümit dergisinin Ekim-Kasım-Aralık<br />
2005 sayısından (70.) iktibas edilmiştir.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 3
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Suat YILDIRIM*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ’NDE<br />
“MÜSTEŞRİKLER”<br />
Bu makalede Batı’da İslâm araştırmaları yapan<br />
müsteşriklerin çalışmalarını değerlendiren<br />
iki önemli metni ele alacağım.<br />
Bunlardan biri 1954–2006 arasında tamamlanıp<br />
Leiden’de yayımlanan yeni Encyclopedie<br />
de l’Islam’daki “Mustashrıkun” bölümü, 1 diğeri ise<br />
Diyanet İslâm Ansiklopedisi’nde yayımlanan “Oryantalizm”<br />
bölümüdür. 2 Bu iki metni makalemin<br />
hacminin el<strong>ve</strong>rdiği ölçüde karşılaştırıp sonunda<br />
temennimi dile getireceğim. Önce Mustashrıkun<br />
(Müsteşrikler) makalesini özetleyeceğim.<br />
Bölümün yazarı J. D. J. Waardenburg, önce oryantalizmin<br />
çalışma alanlarını bildirir. Ona göre 3<br />
müsteşrik 20. yüzyıl başlarına kadar filolog <strong>ve</strong> tarihçi<br />
tarzında çalışan bir Batılı idi. Batı’da oryantalist,<br />
“Şark incelemelerinde uzmanlaşmış ilim<br />
adamı” mânâsına gelirdi. Oysa “müsteşrik” terimi,<br />
çağdaş Batı kullanımında, “oryantalist” teriminden<br />
daha geniş mânâlar yelpazesini yansıtmaktadır. 4<br />
Şimdiki müsteşrikler, eskiden olduğu gibi içtimâî<br />
hâdiselerden uzak, kuru bilimsel çalışmalar yapan<br />
araştırıcılar olmadılar, yaşayan toplum ile daha sıcak<br />
münasebetler kurmaya başladılar. Artık müsteşrik,<br />
ister Batılı olsun ister olmasın, ister Müslüman<br />
olsun ister olmasın, İslâm dini ile Müslüman<br />
toplumların kültürleri hakkında tarafsız araştırmalar<br />
yapan uzman demektir. Bu alanlarda çalışan<br />
ilim adamları; dinlerine, memleketlerine <strong>ve</strong> çalıştıkları<br />
kurumlardaki farklılıklara bakmaksızın işbirliği<br />
yaparlar. Müslüman araştırmacıların başlıca<br />
farkı onların, araştırmalarının neticelerini –kendi<br />
toplumlarının faydalanmaları için- kısa zamanda<br />
uygulamaya geçirilmesini arzu etmelerinde ortaya<br />
çıkabilir. 5<br />
Bu makalede müsteşrik kelimesi eski dönem söz<br />
konusu olduğunda Doğu dilleri, edebiyatları <strong>ve</strong><br />
tarihleri uzmanlarını; şimdiki zaman söz konusu<br />
olduğunda ise bunlara ilâ<strong>ve</strong>ten, Müslüman toplumlar<br />
<strong>ve</strong> onların kültürleri hakkında bilgilerimize<br />
4 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
katkıda bulunan diğer ilmî disiplinlerin de uzmanlarını<br />
kapsayacaktır. Şimdilerde oryantalistlerin<br />
sosyal fonksiyonları da değişti. Onlar hem İslâm<br />
dini, hem de Müslüman toplumlar <strong>ve</strong> onların kültürleri<br />
hakkında Batı ülkelerinde danışman oldular.<br />
Öğretim kurumlarında ders <strong>ve</strong>rme <strong>ve</strong> araştırma<br />
yapma dışında medyada ihtiyaç hâlinde, haber <strong>ve</strong><br />
yorumlarla aktif çalışmalar yapmaktadırlar. Bazı<br />
durumlarda onlara özel hizmetler <strong>ve</strong>rilmektedir.<br />
Kendi toplumları, birikimlerini en iyi şekilde ortaya<br />
koymaları hususunda, eskisine nazaran şimdi<br />
onlardan daha fazla şeyler beklemektedir. 6<br />
Müsteşriklerden bazıları, incelemelerinin,<br />
üçüncü dünya ile alâkalı aktüel neticelerini hesaba<br />
katmaz. Bu tip bilginler -gerek Müslümanlar, gerek<br />
gayrimüslimler tarafından- İslâm’ın, ideolojik<br />
bir tarzda takdim edilmesi <strong>ve</strong>ya çeşitli maksatlarla<br />
politik bir şekilde kullanılması hususunda bir endişe<br />
taşımazlar. Hattâ onlar İslâm’ın savaş çağrısı<br />
yapan <strong>ve</strong>ya siyasî-sosyal programlar ihtiva eden<br />
yahut sadece ütopik bir düzen olarak sunulmasının<br />
sıkıntıları ile bunların ortaya çıkaracağı sosyal<br />
gerginliklerin farkında görünmezler. Oysa bunu<br />
düşünmeleri gerekir.<br />
Geçmişte <strong>ve</strong> günümüzde, başka toplum <strong>ve</strong> kültürleri<br />
inceleme konumunda olan müsteşriklerin<br />
çalışmalarının şu boyutları vardır: 1- Tarafsız bilimsel<br />
inceleme ile meseleler hakkında teknik bilgiler<br />
toplama; 2- Araştırmacının özel tutumu <strong>ve</strong> bu<br />
tutumunun araştırma boyunca ele alınan konuya<br />
muhtemel tesirleri; 3- Yapılan incelemenin muhtemel<br />
maksatları; romantik, insanî, dinî vb. sâikleri.<br />
Araştırma konusunda araştırmacının şahsî gayeleri,<br />
şahsî tecrübeleri <strong>ve</strong> şahsî meşrebi gözden uzak tutulmamalıdır;<br />
4- Araştırmanın yürütüldüğü alanın<br />
sosyal çerçe<strong>ve</strong>si, onun toplumdaki yeri, falan <strong>ve</strong>ya<br />
filan Müslüman topluluk ile münasebeti; 5- Araştırmacının<br />
iki <strong>ve</strong>ya daha fazla kültür arasında aracılık<br />
fonksiyonunu hangi ölçüde gerçekleştirdiği<br />
<strong>ve</strong> bunu yaparken kendi yetiştiği ortam ile mesafesini<br />
ayarlaması, başka deyişle kendi toplumuna<br />
mesafeli durarak, toplumundaki insanlardan farklı<br />
bir yönden yaklaşımda bulunma başarısı <strong>ve</strong> öteki<br />
toplumlar hakkında <strong>ve</strong>rdiği hükümlerde, gittikçe<br />
ilerleyen tarafsızlığını ortaya koyup koymadığı.<br />
Bir de şunu bilmek gerekir: Müsteşrikin, İslâm<br />
<strong>ve</strong> Müslümanlar hakkında yaptığı tanıtım ile kendi<br />
toplumunun beklentileri arasında uygunluk var<br />
mıdır? 7 Bazı oryantalistler farkında olarak <strong>ve</strong>ya olmayarak,<br />
kendi toplumları ile İslâm <strong>ve</strong> Müslümanlar<br />
arasında –Müslümanları çok farklı, âdeta tehlike<br />
gibi <strong>ve</strong>ya misyonerliğe muhtaç göstererek- büyük<br />
bir mesafe meydana getirdiler. Bazıları ise bilerek<br />
<strong>ve</strong>ya bilmeyerek, ortak taraflar üzerinde durup,<br />
kültürel alış<strong>ve</strong>rişlerin rahatlıkla kurulabileceğini<br />
düşünürler. Fakat kendi ülkelerinde mevcut peşin<br />
hükümlerden bağımsız olarak, güçlü bir araştırma<br />
iradesi olmayan durumlarda, müsteşriklerin İslâm<br />
hakkındaki hüküm <strong>ve</strong> değerlendirmeleri büyük<br />
ölçüde kendi çevrelerindeki fikirlerin <strong>ve</strong> kabullenmelerin<br />
tesiri altında kalmıştır. 8<br />
11. asır ortalarında İspanya’da, Sicilya’da <strong>ve</strong> Papa<br />
Urbain II’nin çağrısı üzerine bütün Batı Avrupa’da<br />
Haçlı savaşları öncesinde “Hristiyanlığın baş düşmanı<br />
İslâm” imajı ortaya çıkarıldı. M. Watt bu<br />
imajın şu dört unsurdan ibaret olduğunu söyler:<br />
1- İslâm dini, hakikatin kasıtlı olarak ters yüz edilmesinden<br />
ibarettir; 2- İslâm saldırganlık, şiddet <strong>ve</strong><br />
kılıç dinidir; 3-İslâm, ahlâkî yönden gevşek, gayr-ı<br />
ciddi bir dindir; 4-Muhammed Deccal’dır. 9 M.<br />
Watt burada, haklı olarak, İslâm’ın tamamen yanlış<br />
tanıtıldığına dikkat çeker ki, Avrupa’daki bu İslâm<br />
algısı N. Daniel tarafından 10 iyice tahlil edilmiştir. 11<br />
Müteakiben yazar Waardenburg, Ortaçağ’da<br />
İslâm <strong>ve</strong> Avrupa münasebetlerini, Rönesans dönemini<br />
12 , 19. <strong>ve</strong> 20. yüzyılda Fransa, İngiltere,<br />
Almanya, Hollanda, Rusya, İtalya <strong>ve</strong> Amerika’daki<br />
şarkiyat kurumlarını <strong>ve</strong> merkezlerini bildirir. 13<br />
Bundan sonra oryantalizm hakkında gerek bazı<br />
Batılılar, gerek bazı Müslümanlar tarafından geliştirilen<br />
eleştirilere girişir. 14 Şimdi sözü yine ona<br />
bırakalım:<br />
A-Bilimsel Eleştiriler<br />
Oryantalizm, daha çok dinî tesirler altında kaldı.<br />
Ekonomik, sosyal, teknik faktörleri hiç hesaba<br />
katmadı. Irkçı zihniyetin tesiri ile Avrupalıların<br />
üstünlüğüne inandı. N. Daniel <strong>ve</strong> M. Rodinson<br />
gibi Batılılar bu tavrı eleştirdiler. Sadece filolog <strong>ve</strong><br />
tarihçi formasyonu olan müsteşrikler, çağdaş Müslüman<br />
toplumlardaki değişimleri anlayıp yorumlamakta<br />
eksik kaldılar, sömürgeci psikolojisinin tesirine<br />
kapıldılar. 15 Sadece oryantalistler değil Batılı<br />
seyyahlar, tüccarlar, politikacılar, misyonerler <strong>ve</strong><br />
askerî uzmanlar da, İslâm dünyasındaki gelişmeleri<br />
olduğu gibi görmekten uzak kaldılar. Onlar daha<br />
çok, inceledikleri dönemdeki hâdise <strong>ve</strong> bilgileri<br />
gün ışığına çıkarmakla yetindiler. Ama zaten bilinen<br />
bu hâdiseler arasındaki yapısal <strong>ve</strong> derin münasebetleri,<br />
sebep-netice münasebetlerini nadiren<br />
sorguladılar.<br />
B-Müslüman İlim Adamlarının Tenkitleri 16<br />
Bu tenkitler en fazla Mısır’da görülür. E. Renan’a<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 5
karşı C. Efgani, Hanotaux’ya karşı M. Abduh çıktı.<br />
Ezher hocaları E. Dermenghem, J. Wensinck,<br />
Taha Hüseyn <strong>ve</strong> M. H. Heykel gibi kişilerin görüşlerini<br />
tenkit ettiler. I. Goldziher gibi oryantalistlerin<br />
Kur’ân <strong>ve</strong> Hadîs’e eleştirel yaklaşımlarına,<br />
Mustafa Sibâî, Muhammed Gazzalî cevap <strong>ve</strong>rdiler.<br />
Sömürgeci, misyoner <strong>ve</strong> Siyonist yaklaşıma karşı<br />
Ömer Ferruh, Muhammed Behiyy, En<strong>ve</strong>r Cündi,<br />
Malik Bin Nebi, Aişe Abdurrahman Bint Şati’ karşı<br />
çıktılar. 1960’lardan itibaren oryantalizm, açıkça<br />
ideolojik bir mahiyet kazandı <strong>ve</strong> İslâm’ın ideolojik<br />
düşmanı sayıldı. Onlar, Müslüman yazarlar tarafından<br />
insaflı <strong>ve</strong> insafsız olarak iki grupta mütalaa<br />
edildiler. Çoğu, İslâm’a hücum edip Müslümanlara<br />
hâkim olmak için Haçlı <strong>ve</strong> sömürgeci zihniyetine<br />
sahip şeklinde değerlendirildi. Lübnanlı gayrimüslim<br />
Arap Edward Said, oryantalizme yönelttiği<br />
ithamlarla bu tenkitlere bir ivme kazandırdı.<br />
Batı’da çalışma yapan Müslüman aydınların<br />
tenkitleri şöyle özetlenebilir:<br />
1. Müsteşriklerde, İslâm <strong>ve</strong> Müslümanlar hakkında<br />
liyakatli değerlendirme yapacak ilmî formasyon<br />
eksiktir. Meselâ sosyal bilimler alanında bu<br />
durum görülmektedir; müsteşriklerin başvurduğu<br />
metinler Müslüman toplumlar <strong>ve</strong> onların kültürleri<br />
hakkında yeterli çıkarımlar yapmaya el<strong>ve</strong>rişli<br />
değildir.<br />
2. Müsteşrikler, soğuk bir objektiflik iddiası <strong>ve</strong><br />
peşin hükümlerin beslediği bir kibir içindedir; bu<br />
sebeple Müslümanlara sempati duymamakta, bunun<br />
da ötesinde İslâm’ı <strong>ve</strong> Müslümanları küçümseyici<br />
bir tutum, gizli bir antipati taşımaktadırlar.<br />
3. Müsteşrikler, inceledikleri toplumları gerçekten<br />
kalkındıracak, daha iyiye taşıyacak bir gayretten<br />
uzak durmaktadırlar. Hülâsa: Müslüman<br />
için en yüce değer olan İslâm dininin değerini bilmeme<br />
<strong>ve</strong> Müslümanlara insanî bir yaklaşım içinde<br />
olmama algısına yol açmaktadırlar.<br />
Oryantalistlerin bir kısmı ise iyi niyetle yaptıkları<br />
çalışmaların takdir edilmemesinden üzüntü<br />
duymaktadır. Özetle, her iki tarafta da yanlış anlamaların<br />
olduğunu söyleyebiliriz.<br />
C-Şarkiyat incelemeleri, kültürlerin buluşmasında<br />
üstlenebileceği olumlu rolü oynamada başarılı<br />
olmadı 17<br />
Batılı uzmanlar, karşılaşacakları kültürlerarası<br />
ilişkilerin problemlerine hazırlıklı değillerdi. Müslüman<br />
toplumlar, kendilerini incelemek isteyen bu<br />
yabancılara gü<strong>ve</strong>n duymadıklarından, müsteşrikler<br />
de nasıl davranacaklarını ayarlamada zorlandılar.<br />
D- Başta Araplar <strong>ve</strong> Türkler olmak üzere, Batı’yı<br />
tanıyıp diğer din <strong>ve</strong> kültürleri araştıran çeşitli ülkelerden<br />
müslümanların ortaya çıkması 18<br />
Batı’lı oryantalistler İslâm medeniyetini incelemekte<br />
fayda gördükleri gibi, Müslümanlardan da<br />
Avrupa’yı tanımak isteyenler ortaya çıkıp mukabelede<br />
bulunma cihetine gittiler.<br />
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra İslâmî incelemeler<br />
ise başlıca şu üç alanda görüldü: a- Kurumlar<br />
<strong>ve</strong> organizasyonlar; b- Keşfedilen yeni çalışma<br />
sahaları; c- <strong>Yeni</strong> yönelişler. Bizim İslâm hakkındaki<br />
vizyonumuz köklü bir değişikliğe uğradı. Artık<br />
meselâ bir Goldziher <strong>ve</strong>ya S. Hurgronje mentalitesinin<br />
terk edildiğini söyleyebiliriz. (Mezkûr<br />
alanlarda meselâ İslâm sosyolojisi, popüler İslâm,<br />
tarikatlar, Şiilik, mukayeseli dinler tarihi, azınlıklar,<br />
İslâm dünyası dışında yaşayan göçmen Müslümanlar,<br />
Müslümanlar arasında çıkan yeni İslâm<br />
yorumları sahalarında çok sayıda çalışma vardır) 19 .<br />
Dil <strong>ve</strong> edebiyat incelemeleri yanında sanat, musiki,<br />
kültür, dinler tarihi, bibliyografya <strong>ve</strong> tarih çalışmaları.<br />
Meselâ: J. D. Pearson, Cl. Cahen, G.E.<br />
Von Grunebaum, H.A.R. Gibb, Fuad Sezgin, J.<br />
Sauvaget, W.M. Watt, H. Laoust, M. Arkoun, B.<br />
Lewis vb. isimler. Filolojik tahliller <strong>ve</strong> edebiyat<br />
alanında: J. Wansborough, A. Neuwirth, T. İzutsu,<br />
J. Van Ess, P. Crone, M. Cook, W.A. Graham<br />
vb. isimler. İslâm ümmeti sahasında L. Gardet, G.<br />
Makdisi, A. Fattal, E. Fernea, G. Ascha, N. Keddie,<br />
A. Hourani, S.D. Goitein vb. isimler. Hindistan<br />
<strong>ve</strong> Pakistan incelemeleri sahasında: A. Schimmel,<br />
A. Ahmad, W.C. Smith vb. isimler. Afrika İslâm’ı<br />
hakkında J. Cuoq, J. Spencer Trimingham gibi<br />
isimler. İslâm dünyasındaki çağdaş gelişmeler alanında:<br />
H.A. R. Gibb, W. Ende, U.Steincbah, W.C.<br />
Smith gibi isimler. Popüler İslâm alanında: L. R.<br />
Ve H.Kriss, Klaus E. Müller, C. Padwick. Sosyoloji<br />
<strong>ve</strong> siyaset alanında: J. Berque, O. Carre, J. Piscatori,<br />
M. Gilsenan, F. De Jong, Richard P. Mitchell, A.<br />
Hussain, M. H. Kerr vb. isimler. Müslümanların<br />
diğer dinlere bakışları konusunda: G. Monnot, J.<br />
Waardenburg vb. isimler. İslâm dünyası <strong>ve</strong> Avrupa<br />
ilişkileri alanında: M. Canard, G.E. von Grunebaum,<br />
B. Lewis, A. Hourani gibi isimler. 20 L. Massignon,<br />
W.C. Smith, C. Geertz, M.G.S. Hodgson, M.<br />
Rodinson gibi Müslüman dünyaya yeni kanallardan<br />
giriş yapan isimler oldu. “Ulus devletlerin ortaya<br />
çıkması, önemli bir perspektif değişmesine yol<br />
açtı. Eski oryantalistler, genellikle İslâm’ın siyasî<br />
söyleminden habersizdiler <strong>ve</strong> Müslüman toplumlar<br />
da Batı’nın ihtiyaç <strong>ve</strong> talimatlarıyla hareket eden<br />
6 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
ülkeler görme alışkanlığı içinde idiler. Son dönemde<br />
ise Müslüman ülkelerin iç dinamizme sahip olduklarını<br />
anladılar.” 21<br />
Peters, Batı'lı araştırmacılara, Müslüman araştırmacılarla<br />
işbirliği yapmayı önerir ki doğrusu bu,<br />
yerinde bir tekliftir. 22 Batı ülkelerindeki öğretim<br />
<strong>ve</strong> araştırma merkezlerinde azımsanmayacak sayıda<br />
çalışan Müslüman ilim adamı bulunmaktadır.<br />
Avrupa Birliği Teşkilâtı <strong>ve</strong> Kuzey Amerika’daki<br />
Ortadoğu araştırma merkezlerinde Müslümanlarla<br />
birlikte çalışma gerçeği ortaya çıktı. Kanada’da<br />
Montreal Mc Gill Üni<strong>ve</strong>rsitesi, Amerika’da Hartford,<br />
İngiltere’de Birmingham, Roma’da (Papalık<br />
Arap <strong>ve</strong> İslâm Etüdleri Enstitüsü) bunlara birer örnek<br />
teşkil eder. Maalesef son dönemde Batı’da bu<br />
alanlarda yapılan araştırmalara ayrılan fonlarda ekonomik<br />
kısıntılar başladı. Meselâ Taberi Tarihi’nin<br />
İngilizceye tercümesi Columbia Üni<strong>ve</strong>rsitesi’nde<br />
zora girmiş iken, petrol üreticisi bazı İslâm ülkelerindeki<br />
kurumlar sayesinde tamamlandı. Bu son<br />
dönemde Batı’daki bazı akademik kuruluşların<br />
Müslümanlardan destek aldığını gözlemliyoruz.<br />
Fakat bu desteklerin özgür araştırmayı garanti etmesi<br />
konusunda titiz davranmak gerekir. 23<br />
İhtiyaçlar <strong>ve</strong> Bazı Teklifler<br />
Eskiden İslâmî alanlarda araştırma yapmak daha<br />
kolay idi. Tarih, fikir, inanç <strong>ve</strong> uygulamalar yönünden<br />
çalışmalar yapılırdı. Fakat tarihin akışının<br />
hükmüyle <strong>ve</strong> bilimsel uzmanlık alanlarındaki araştırmaların<br />
gelişmesiyle bu imaj yıkıldı. İslâm konusunda<br />
dini, ideolojik, siyasî <strong>ve</strong> başka yönlerden<br />
farklı okumalar ortaya çıktı. Hattâ bizzat Müslümanlar<br />
arasında bile İslâm’ı yorumlamada gittikçe<br />
artan bir çoğulculuk ortaya çıktı. Beşerî ilimler<br />
alanındaki gelişmelerden, eskiye nazaran daha fazla<br />
faydalanan uzmanlar yetişti. Araştırma metot <strong>ve</strong> teorilerinin<br />
problemleri hususunda geliştirilmiş bir<br />
söylem, İslâmî tetkiklerle diğer ilmî disiplinler <strong>ve</strong><br />
din bilimleri arasındaki işbirliğini kesinlikle kolaylaştıracaktır.<br />
Hâsılı, ‘İslâm’ın kendine mahsus kapalı bir din<br />
<strong>ve</strong> kültür yapısı teşkil ettiği şeklindeki klâsik imajın<br />
yıkıldığı şimdiki dönemde; tarihi, toplumları<br />
<strong>ve</strong> İslam’ın dini söylemlerini, tüm insanlığın daha<br />
geniş <strong>ve</strong> çok yönlü söylemlerini içeren günümüz<br />
dünyasına yeniden yerleştirmek için gayret gösterilmesi<br />
yerinde olur. Mukayeseli incelemeler sayesinde,<br />
medeniyetler arası benzerlikler <strong>ve</strong> farklılıklar<br />
kadar, tarihteki karşılıklı etkileşimlere de dikkat<br />
edilmesi gerekir. 24<br />
***<br />
Bölümün yazarının ifadeleri özetle burada tamamlandı.<br />
Yazar, çalışmasının sonunda şu başlıklar<br />
altında yüzden fazla kitabı ihtiva eden zengin bir<br />
bibliyografya sunmaktadır: 1-Genel olarak İslâmî<br />
etüdler tarihi; 2- Ortaçağda İslâm-Avrupa ilişkileri;<br />
3- 1500-1800 dönemi ilişkileri; 4- XIX <strong>ve</strong> XX. yüzyıllarda<br />
Almanya, İspanya, Fransa, İsrail, İngiltere,<br />
Rusya, Amerika Birleşik Devletleri gibi ülkelerde<br />
yapılan çalışmalar ayrı alt başlıklar hâlinde; 5- Metodoloji;<br />
6- Müslümanların oryantalizme tepkileri<br />
<strong>ve</strong> cevapları; 7- Çağdaş Batı’daki İslâm vizyonu;<br />
8- 1980 yılına kadar oryantalizm hakkında yayınlar;<br />
9- 1980 yılından sonra oryantalizm hakkında<br />
yayınlar. 25<br />
Bu özet, metinde olanların onda biri bile değildir.<br />
Bu kadarından da anlaşılacağı üzere, yazar konunun<br />
tarihî <strong>ve</strong> kültürel tarafına da temas etmekle<br />
beraber daha ağırlıklı olarak:<br />
— Oryantalistlerin ortaya koydukları çalışmaları<br />
metot <strong>ve</strong> zihniyet açısından değerlendirmiş,<br />
— Çeşitli yönlerden tahlil etmiş,<br />
— Eski dönemde birikim yetersizlikleri <strong>ve</strong> formasyon<br />
eksikliğine temas etmiş,<br />
— Avrupa’da İslâm hakkında yayılan peşin hükümlerin<br />
ortaya çıktığı zemini incelemiş,<br />
— Oryantalistlerin, kendi toplumlarının peşin<br />
hükümleri ile aralarına mesafe koyup koymadıklarını<br />
irdelemiş,<br />
— Toplumlarının eski <strong>ve</strong> şimdiki dönemde kendilerinden<br />
beklentileri üzerinde durmuş,<br />
— İnceledikleri İslâm’ı <strong>ve</strong> ondan ortaya çıkmış<br />
kültürü Batı’ya ne ölçüde aslına uygun tarzda tanıttıklarını<br />
sorgulamış, oryantalizme Batı’da yöneltilen<br />
bilimsel eleştirileri belirttikten sonra,<br />
— Müslüman aydınlardan gelen tenkitleri tespit<br />
edip değerlendirmiş,<br />
— Son dönemde müsteşrikler ile bazı Müslümanlar<br />
arasında bilimsel yardımlaşma tezahürlerine<br />
değinmiş,<br />
— Ve bir gelecek perspektifi de tasarlamaya çalışmıştır.<br />
Bölümü yazan J. D. J. Waardenburg’un<br />
değerlendirmelerini mükemmel görerek rahatlamamız<br />
elbette doğru olmaz. Ama yaptığı çalışmayı<br />
<strong>ve</strong> tahlillerini takdire değer bulduğumu belirtmem<br />
gerekir.<br />
Fakat DİA “Oryantalizm” bölümünü okuduğumuzda<br />
bu önemli <strong>ve</strong> hayatî tahlillere dâir fazla bir<br />
şey bulamıyoruz. Oryantalizmin daha çok tarihî,<br />
kültürel yönleri, sömürgeci yönetimlerle işbirliği<br />
tarafı üzerinde durulmuş olduğunu görüyoruz.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 7
Sayın madde yazarının <strong>Yeni</strong> İslâm Ansiklopedisi’ndeki<br />
Mustashrıkun bölümünü göz önünde bulundurmaması<br />
bu noksanlığa yol açmış görünüyor.<br />
Ama bu metin, kenarda köşede kalmış bir malzeme<br />
olmadığından, bu gözden kaçırmayı anlamak çok<br />
zor. Zîrâ yazarın, devamlı göz önünde bulundurması<br />
gereken bu ansiklopediyi görmemesi olacak<br />
şey değil. Dİ Ansiklopedisi, kurullar ile çalıştığından,<br />
yazar görmese hatırlatan başkasının çıkması beklenirdi.<br />
Şu ihtimal kalıyor: Makaleyi yazan hocamız<br />
bu metne muttali olmakla beraber onu nazar-ı itibara<br />
almamıştır. Bu normal karşılanabilir. Ama bu<br />
takdirde makale yazarının Mustashrıkun maddesinde<br />
ele alınan <strong>ve</strong>ya alınmayan, akla gelebilecek hususlara<br />
dâir tespitler <strong>ve</strong> değerlendirmeler yapması<br />
beklenirdi. Çünkü işin esasına yönelik bu sorulara<br />
cevap arama son derece önemlidir.<br />
Oryantalizmin harekete geçirmesiyle İslâm<br />
dünyasında birtakım ilmî müesseseler kurulmuş,<br />
önemli yayınlar yapılmıştır. Ezcümle: Hindistan’ın<br />
Lecknow şehrinde Ned<strong>ve</strong>tu’l-Ulema’ya bağlı İslâmî<br />
İlimler Akademi’si 1959’da kurulup müsteşriklere<br />
cevap mahiyetinde 200 kadar kitap yayımlamıştır.<br />
Delhi’deki Ned<strong>ve</strong>tu’l-musannifin Kurumu<br />
da çok sayıda kitap yayımlamış, 1982 yılında oryantalizm<br />
hakkında uluslararası kapsamlı bir sempozyum<br />
düzenlemiştir. Bu sempozyum hakkında bir<br />
fikir <strong>ve</strong>rmek üzere sadece Ebu’l-Hasan en-Nedvi<br />
tarafından sunulan İntacu’l-müsteşrikîn tebliğini<br />
hatırlatabiliriz (Küçük bir kitap hâlinde basılan bu eser<br />
“Batı’da İslâm Tetkikleri” adıyla A. Hatip tarafından<br />
dilimize çevrilip 1993’te yayımlanmıştır). İstanbul’da<br />
1941-1948 arasında nâtamam İslâm-Türk Ansiklopedisi<br />
yayımlanmıştır. Leiden’de 1939’da tamamlanan<br />
ansiklopedinin Türkçesi 1940-1987 arasında İslâm<br />
Ansiklopedisi adı ile yayımlanmıştır. Bu Ansiklopedinin<br />
Arapça, Farsça <strong>ve</strong> Urducaya da tercümeleri<br />
vardır. Medine Da’<strong>ve</strong> Fakültesi’nde 1984’te başlı<br />
başına bir bölüm olarak İstişrak (oryantalizm) bölümü<br />
açılmış <strong>ve</strong> bu bölüm, o zamandan beri yüksek<br />
lisans <strong>ve</strong> doktora programları <strong>ve</strong> tezleri yürütmektedir.<br />
DİA Oryantalizm maddesinde bunlara hiç değinilmemiştir.<br />
Hele İstanbul’daki İslâm Araştırmaları Merkezi’ne<br />
(İSAM) <strong>ve</strong> onun hazırlatıp yayımladığı İslâm<br />
Ansiklopedisi’ne yer <strong>ve</strong>rilmemesini anlamak mümkün<br />
değildir. Zîrâ bu ansiklopedinin başta gelen<br />
işlevi oryantalistlerin çalışmalarını göz önünde bulundurarak<br />
İslâm medeniyetini tanıtmadır. Gerekli<br />
yerlerde onlardan yararlanıp, gereken yerlerde de<br />
onların görüşlerini tenkit etmedir.<br />
Son dönemde Türkiye’de oryantalizmi incelemeye<br />
önem <strong>ve</strong>rildiğini görüyoruz. Meselâ 2002<br />
yılında Sakarya İlâhiyat Fakültesi <strong>ve</strong> Diyanet İşleri<br />
Başkanlığı’nın düzenlediği “Batı’da İslâm Araştırmaları:<br />
Oryantalizmi <strong>Yeni</strong>den Okumak” sempozyumu<br />
anılmaya değer. Bu toplantıda dikkate değer 35 tebliğ<br />
sunulmuş <strong>ve</strong> bunlar DİB’nca yayımlanmıştır.<br />
Ülkemizde oryantalizm alanında yayınlanmış<br />
kitap sayısı fazla değildir. Bunlardan takriben on<br />
kadarına bu maddede atıfta bulunmak gerekirdi.<br />
Fakat yazdığımız daha önemli ihmallerin olduğu<br />
bir yerde, artık bu kitapların isimlerini yazmaya<br />
pek gerek bulmuyorum.<br />
Makalemin sonunda şunu belirtmek istiyorum.<br />
“Oryantalizm” bölümü, İslâm Ansiklopedisi’nin en<br />
önemli üç-beş maddesinden biri durumundadır.<br />
Gördüğüm eksikleri ilmî emanet adına ortaya koymaya<br />
çalıştım. Ansiklopedinin zeylinin yayımlanacağını<br />
öğrenmiştim. Değerli ilgili hocalarımızın<br />
mezkûr hususları göz önünde bulundurarak bu<br />
maddeye de bir ek yayımlamalarını temenni ediyorum.<br />
*Marmara Üniv. İlâhiyat Fak. Emekli Öğretim Üyesi<br />
syildirim@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. J. D. J. Waardenburg, Encyclopedie de l’Islam, c.VII,<br />
s.736-754.<br />
2. Yücel Bulut, DİA (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi),<br />
c.XXXIII, s.428-437.<br />
3. Makalemiz boyunca Encyclopedie de l’Islam’ın bu bölümünü<br />
özetlemeye çalışacağım. İndirek üslup yorucu <strong>ve</strong><br />
bazen karışıklığa sebep olacağından, buradan itibaren yazarının<br />
ağzından nakl edeceğim (Suat Yıldırım).<br />
4. Encyclopedie de l’Islam, VII, s.736/a.<br />
5. A.g.e., s.736/ b.<br />
6. A.g.e., s,737/ a.<br />
7. A.g.e., s.737/ a.<br />
8. A.g.e., s.737/ b.<br />
9. Biz nakl etmeye mecbur olduğumuzdan bunu aktarıp<br />
“Hâşâ” diyoruz (S.Y).<br />
10. Islam and The West, 1960.<br />
11. E I 2, Mustashrıkun bölümü, s.738/ b.<br />
12. A.g.e., s.737-743.<br />
13. A.g.e., s.743-746.<br />
14. A.g.e., s.746/ a.<br />
15. A.g.e., s.746/ b.<br />
16. A.g.e., s.747/ a <strong>ve</strong> b.<br />
17. A.g.e., s.748/ b.<br />
18. A.g.e., s.749/ a.<br />
19. A.g.e., s.751/ a <strong>ve</strong> b.<br />
20. A.g.e., s.750/ a <strong>ve</strong> b.<br />
21. A.g.e., s.751/ b.<br />
22. A.g.e., s.748/ a.<br />
23. A.g.e., s.749/ b.<br />
24. A.g.e., s.752/ b.<br />
25 A.g.e., s.752/ b- 754/ b.<br />
8 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Salim ÖĞÜT*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Kadın-Erkek İlişkilerinde<br />
Nikâhın Önemi<br />
Düşünülmeden-taşınılmadan izdivaç adına ortaya konan evlilikler <strong>ve</strong> bir<br />
araya gelmeler, arkada ağlayıp sokaklarda sürünen eşler,<br />
“öksüzler yuvası”na bırakılan yetimler <strong>ve</strong> aileleri yüreklerinden yaralayan<br />
caniliklerle neticelenmiştir.<br />
Nikâh konusunun dindeki yerini anlamak,<br />
beşerî davranışların kaynağını kavramakla<br />
mümkündür. Baştan belirtelim ki, modern<br />
düşüncenin davranışlarımızı rasyonellikle<br />
açıklaması isabetli değildir. Çünkü insanların davranışlarını<br />
ya arzu <strong>ve</strong> he<strong>ve</strong>s, <strong>ve</strong>ya inançları belirler.<br />
Akılları da bu esaslar çerçe<strong>ve</strong>sinde oluşur <strong>ve</strong> gelişir.<br />
Bu demektir ki, sadece davranışlarımızın değil,<br />
davranışlarımızın değer hükmünü belirleyici<br />
olan düşüncelerimizin de kaynağı, ya arzu <strong>ve</strong> he<strong>ve</strong>slerimiz<br />
<strong>ve</strong>ya inançlarımızdır. Yani bir davranışı<br />
iyi <strong>ve</strong>ya kötü olarak nitelememiz de son tahlilde<br />
inançlarımıza <strong>ve</strong>ya dürtülerimize dayanmaktadır.<br />
Bu yüzden Yüce Allah’ın:“Eğer hak, onların kötü<br />
arzu <strong>ve</strong> isteklerine uysaydı, mutlaka gökler <strong>ve</strong> yer ile bunlarda<br />
bulunan kimseler bozulur giderdi…” (Mü’minûn<br />
Sûresi, 23/71) beyanını çok önemli buluyoruz.<br />
Nikâh akdi de insan nev’inin İlâhî yardım almak<br />
zorunda olduğu konulardan biridir. Öncelikle iki<br />
karşıt cinsin birbirinden yararlanmak için bir araya<br />
gelmesi, nikâh akdini gerektirir mi? Bu akit, taraflara<br />
hangi yükümlülükleri yükler? Bu yükümlülüklerin<br />
ihmal edilmesi hâlinde uygulanacak müeyyideler<br />
nelerdir? Bu <strong>ve</strong> benzeri konularda modern<br />
düşüncenin <strong>ve</strong> bu düşünce üzerine inşa edilen<br />
ahlâk <strong>ve</strong> hukuk anlayışının anlaşılır bir dil kullandığını<br />
görmek mümkün değildir. Bu yüzden modern<br />
dünyanın, aile kurumuna dâir en ciddi problemi<br />
budur: Belirsizlik… muğlaklık <strong>ve</strong> bu durumun<br />
tabiî bir neticesi olarak hiyerarşik boşluk <strong>ve</strong> kaos…<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 9
Mümin insanın düşünce<br />
tarzı şudur: İnsan nev’i,<br />
kendi hakkında sağlıklı<br />
karar <strong>ve</strong>rebilmesi için bir üst<br />
varlığa muhtaçtır. O varlık ona<br />
rehberlik etmeli, onun kılavuzu<br />
olmalı, yol haritasını çizmeli,<br />
kısaca ona bir hayat tarzı<br />
belirlemelidir.<br />
Bu çerçe<strong>ve</strong>den baktığımızda nikâh akdi, dinî bir<br />
düzenlemedir <strong>ve</strong> rasyonalite ile açıklanamaz. Yüce<br />
Allah nikâhlanmayı emretmiş, Hz. Peygamber<br />
(sallallâhu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bu emri hem uygulamış<br />
hem de ümmetini bu konuda uyarmıştır.<br />
Ayrıca Cenab-ı Hak nikâh sözleşmesiyle birbirine<br />
helâl olan eşler arasında ülfet, ünsiyet, muhabbet,<br />
merhamet <strong>ve</strong> şefkat duyguları yaratmayı vaat<br />
etmiş; bunu da varlığının, kudretinin <strong>ve</strong> vahdaniyetinin<br />
âyetlerinden/sembollerinden <strong>ve</strong> işaretlerinden<br />
biri olarak beyan buyurmuştur.<br />
כ א א <br />
אא כ כ א <br />
<br />
כ <br />
<br />
א <br />
כ <br />
<br />
<br />
<br />
כ <br />
<br />
“Kaynaşmanız için size kendi (cinsi)nizden eşler<br />
yaratıp aranızda sevgi <strong>ve</strong> merhamet peydâ etmesi<br />
de O'nun (varlığının) delillerindendir. Doğrusu<br />
bunda, iyi düşünen bir kavim için ibretler vardır.”<br />
(Rûm Sûresi, 30/21)<br />
Bu iman sebebiyle Muhammed ümmeti arasında,<br />
her konuda olduğu gibi kadın-erkek münasebetlerinde<br />
de bir çerçe<strong>ve</strong> oluşmuş <strong>ve</strong> bu çerçe<strong>ve</strong><br />
dışındaki münasebet şekilleri meşru görülmemiştir.<br />
Buna göre, kadınlar <strong>ve</strong> erkekler ancak nikâh<br />
sözleşmesiyle bir araya gelebilirler. Ve bu bir araya<br />
geliş ile aile denen kurum oluşur. Bu kurumun da<br />
hem kuruluşunda hem işleyişinde birtakım kurallara<br />
riayet edilir.<br />
Böyle olması hâlinde, yani İlâhî kaynaklı olduğuna<br />
inandığımız kurallara riayet edilmesi hâlinde,<br />
dünya hayatı “cennet” olmaz; yine birtakım sıkıntılar,<br />
mihnetler <strong>ve</strong> meşakkatler yaşanır; çünkü bu hayat<br />
imtihan meydanıdır. Ancak beşerî müdahaleler<br />
neticesi ortaya çıkan kaos/kriz/buhran/bunalım gibi<br />
depresif rahatsızlıklara da bu ölçüde rastlanmaz.<br />
Bu konu üç başlık altında ele alınabilir:<br />
1. Modern dönemde değişen nikâh <strong>ve</strong> aile algısının<br />
yol açtığı sıkıntılar.<br />
2. Özellikle üni<strong>ve</strong>rsite gençliğini ciddi şekilde<br />
tesiri altına alan “gizli nikâh” meselesi.<br />
3. Müt’a (geçici nikâh) konusu.<br />
1-Modern Dönemde Değişen Nikâh <strong>ve</strong> Aile Algısının<br />
Yol Açtığı Sıkıntılar<br />
Bu başlık altında, beşerî müdahaleler neticesi<br />
ortaya çıkan sevimsiz aile manzaralarının sebepleri<br />
üzerinde kısaca durmak istiyoruz.<br />
Modern ailenin yaşadığı sıkıntıların temelinde<br />
şu noktaların bulunduğu kanaatini taşımaktayım:<br />
A- Cinsler Arası Farklılık: Yüce Allah, erkek<br />
<strong>ve</strong> dişi olarak iki cins yaratmışken, modern paradigma<br />
bu farklılığı iptal etme peşine düşmüştür.<br />
Bu bakış açısıyla hareket eden insanlarda artık, kadın-erkek<br />
farklılığından söz etmek imkânı kalmamış,<br />
her şeye rağmen bunda ısrar edenler marjinallikle<br />
suçlanır hâle gelmiştir.<br />
Ancak üzülerek görüyoruz ki, modern dünya,<br />
ekonomik alanda elde ettiği üstünlükten yararlanarak,<br />
her alana nüfuz etmeye, hattâ egemen olmaya<br />
çalışmakta, bu cümleden olmak üzere aile yapısını<br />
da yeniden inşa etmeye yönelmiş bulunmaktadır.<br />
Bunu yaparken, ardından da kadın erkek eşitliğini<br />
sağlama iddiasıyla, kadını da erkek kadar sorumlu<br />
tutmuştur. Bu durum ise kadının da erkek gibi her<br />
yükün altına girmesi neticesini doğurmuş, tabiatıyla,<br />
yaratılış özelliklerinde birtakım bozulmalar<br />
olmuş <strong>ve</strong> erkekleşme temayülü göstermeye başlamıştır.<br />
Bu durum, tabiî olarak erkeğin karakterini<br />
de etkilemiş <strong>ve</strong> o da kadınlaşma temayülü göstermeye<br />
başlamıştır.<br />
1933 yılında Hüseyin Rahmi Gürpınar tarafından<br />
kaleme alınan “Kadın Erkekleşince” adlı tiyatro<br />
oyununda tam da bu nokta canlandırılmış <strong>ve</strong> oyunun<br />
kadın kahramanı Nebahat Hanım’ın kocası<br />
Ali Süreyya’ya söylediği şu sözler meselenin özetini<br />
ortaya koymuştur:<br />
“İkimizin aldığı para da hemen hemen birbirine<br />
eşit… İçinde yaşadığımız yüzyıl kadını erkekleştiriyor...<br />
Mademki biz erkek işlerine atılıyoruz.<br />
Siz erkekler neden kadın hizmetine el sürmekten<br />
çekiniyorsunuz?… Kadının erkekleşmesi biraz da<br />
erkeğin kadınlaşmasını gerektirmez mi? İş dengesi<br />
başka türlü nasıl düzelebilir?” (s. 69)<br />
Şimdilik sözüne <strong>ve</strong> düşüncesine itibar edilir<br />
çevreler bu konuya mesafeli durdukları için sanki<br />
bir problem teşkil etmiyormuş gibi gözükse de, ha-<br />
10 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
kikatte çok önemli bir mesele ile karşı karşıya bulunduğumuz,<br />
izahtan vârestedir. Çünkü nikâhtan<br />
söz edebilmek için iki farklı cinsin varlığını kabul<br />
etmek gerekir. Yüce Allah’ın, âyetlerinden/sembollerinden<br />
biri olarak sunduğu “kendi (cinsi)mizden<br />
eşler yaratıp aramızda sevgi <strong>ve</strong> merhamet peydâ etmesi”<br />
ancak bu suretle gerçekleşir. Bunun anlamı,<br />
cinslerin, kendi cinsiyet özelliklerini korumaları <strong>ve</strong><br />
o konuda herhangi bir yozlaşmaya imkân <strong>ve</strong>rmemeleridir.<br />
B- Kefâet: Erkeğin bazı açılardan kadından<br />
geri olmaması mânâsına gelir <strong>ve</strong> İslâm fıkhında<br />
kadın tarafının hukukunu koruyucu bir şart olarak<br />
konulmuştur. Bunun için de esas itibariyle erkeğin<br />
evleneceği kadından bu yönlerden daha aşağı bir<br />
durumda bulunmaması gerekir. Erkeğin kadından<br />
daha iyi bir seviyede bulunması ise kadının lehine<br />
bir durum olup, denkliğe aykırı sayılmaz.<br />
Kefâet konusunda en sıkı kriterleri Hanefiler<br />
koymuştur. Çünkü bu mezhep kadına, <strong>ve</strong>lisinin<br />
izni olmadan nikâhlanma yetkisi tanımıştır. Ancak<br />
kadın kefâet konusunda yeterli duyarlılığı gözetmez<br />
<strong>ve</strong> ailesinin de iznini almadan evlenirse, <strong>ve</strong>liye<br />
bu akdi feshetme hakkı, yetkisi tanımışlardır.<br />
Günümüzde ise bu şart da yeterince gözetilmemekte,<br />
artık birçok bakımdan kocasından daha<br />
başarılı <strong>ve</strong>ya kariyer sahibi, daha iyi ücretle çalışan<br />
kadınlar görmek de mümkündür. Fakat bu tür ailelerde<br />
problemler artmaktadır. Evliliklerde kefâete<br />
riayetin pek çok faydaları izahtan vârestedir.<br />
C- Hiyerarşi: Ailede reis, erkektir. Ancak, reislik,<br />
yetki kullanmak değil, mesuliyet üstlenmektir.<br />
Yetki kullanmak ise, sadece mesuliyeti yerine getirmeye<br />
yetecek miktarla sınırlandırılmıştır. Diğer<br />
bütün riyaset makamları da böyledir.<br />
D- Görev Taksimi: Erkek, nafaka yükümlülüğünün<br />
tamamını üzerine almıştır. Kadın ise kocasına<br />
hizmet yükümlülüğü altına sokulmuştur.<br />
Böylece kadın <strong>ve</strong> erkek birbirine maddî <strong>ve</strong> hissî<br />
bağlarla da bağlanmışlardır.<br />
Bu esaslara riayet edilerek kurulan bir ailede,<br />
mihnet <strong>ve</strong> meşakkatlerin asgarî seviyede kalacağını<br />
düşünüyoruz. Yaşadığımız <strong>ve</strong> içinde büyüdüğümüz<br />
modern hayat, bu kanaatimizi her geçen gün<br />
daha da pekiştirmektedir. Çünkü modern insan,<br />
küçümsediği <strong>ve</strong> reddettiği aile düzeninden daha<br />
sağlam <strong>ve</strong> sağlıklısını kurabilmiş değildir. Günümüzün<br />
eğitimli, varlıklı <strong>ve</strong> hatta kariyer sahibi bireyleri<br />
dahi, ümmî annelerinin <strong>ve</strong> ümmî babalarının<br />
başardıkları ailevî başarıyı ortaya koyamadıklarını<br />
Cenab-ı Hak nikâh<br />
sözleşmesiyle birbirine helâl<br />
olan eşler arasında ülfet,<br />
ünsiyet, muhabbet, merhamet<br />
<strong>ve</strong> şefkat duyguları yaratmayı<br />
vaat etmiş; bunu da varlığının,<br />
kudretinin <strong>ve</strong> vahdaniyetinin<br />
âyetlerinden/sembollerinden <strong>ve</strong><br />
işaretlerinden biri olarak beyan<br />
buyurmuştur.<br />
herhâlde kabul ederler. Ne var ki bu durumu sorgulamayı<br />
bir türlü düşünmezler. Hâlbuki artık bu<br />
durumun sorgulanmasının vakti çoktan gelmiştir.<br />
Sözünü ettiğimiz sorgulamaya bir ilk adım olarak<br />
kısaca işarette bulunmamız gerekirse şunları<br />
söyleyebiliriz:<br />
Kadının iş hayatına atılmasıyla bir zihniyet devrimi<br />
yaşanmaya başlamıştır. Geçmişte “Maşa kadar<br />
eri olanın paşa kadar yeri olur.” anlayışının yerine,<br />
“iş, maaş <strong>ve</strong> bordro gü<strong>ve</strong>ncesi” ikâme edilmiştir.<br />
Bu durumun tabii bir neticesi olarak da kadınlar,<br />
kocalarından çok patronlarına gü<strong>ve</strong>nmek <strong>ve</strong> yönelmek<br />
durumunda kalmışlardır. Böyle olunca kadının<br />
alâkası, hizmeti <strong>ve</strong> hürmeti birinci derecede<br />
patron merkezli bir karaktere bürünmüştür. Bu<br />
durum ise aile hayatına maalesef menfî yönde tesir<br />
etmektedir. Bu anlayışın tabiî bir neticesi olarak, iş<br />
hayatında her türlü sıkıntıyı kolaylıkla göğüslemeyi<br />
başaran kadın, aile hayatında en küçük sıkıntıyı bile<br />
göğüslemeye yanaşmamaktadır.<br />
E- Bazıları için çok önemli gözükmese de kanaatimce<br />
aile hayatımız adına önemli konulardan<br />
biri de, erkek cinsinin, geçmişin günahını ödemeye<br />
mahkûm edilmesi sebebiyle, kolayca aşağılanır bir<br />
konuma düşürülmesidir. Modern çağın belirleyici<br />
özelliklerinden biri de bu olsa gerektir.<br />
F- Bütün bu karmaşadan kurtulabilmenin tek<br />
yolu olarak şu inancı görmekteyim: Bu konu, sadece<br />
insan denen varlığın aklı <strong>ve</strong> tecrübesiyle çözebileceği<br />
konulardan değildir. Çünkü Yüce Allah ne<br />
kadındır, ne erkektir; ne de çocuk <strong>ve</strong>ya ebe<strong>ve</strong>yndir.<br />
Dolayısıyla koyduğu hükümlerde ne kadının <strong>ve</strong>ya<br />
erkeğin yanında <strong>ve</strong>ya karşısındadır; ne ebe<strong>ve</strong>ynin<br />
<strong>ve</strong>ya çocukların yanında <strong>ve</strong>yahut karşısındadır.<br />
Onun hükümleri hem kadınlar, hem erkekler,<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 11
hem ebe<strong>ve</strong>ynler hem de çocuklar için en adil, en<br />
ahlâklı <strong>ve</strong> hakkâniyete en uyun olandır.<br />
Bizim konumumuzdaki kimselere düşen asıl görev<br />
ise, Yüce Allah’ın <strong>ve</strong> O’nun Sevgili Resulü’nün<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bu konulardaki emir <strong>ve</strong><br />
tavsiyelerini dürüstçe anlamak <strong>ve</strong> anlatmaktır.<br />
Bu <strong>ve</strong>sile ile şu hususu da arz etmek isterim:<br />
Modern çağın hâkim hususiyeti, sosyal konularda,<br />
yani insanî/beşerî problemlerde, dayanabileceği sabitelerden<br />
mahrum bulunmasıdır. Daha da kötüsü,<br />
bu durumu olumlaması, hattâ kutsama derecesinde<br />
benimsemesidir. Çünkü kendisini, değişim,<br />
dönüşüm, ilerleme, gelişme gibi kavramların büyüsüne<br />
öylesine kaptırmıştır ki, bu konulara ait bazı<br />
sınırların bulunması gerektiğine dâir bir düşünce<br />
bile geliştirememiştir. Yapabildiği tek şey, mevcut<br />
beşerî temayülleri yoklamak, bu alandaki istatistikleri<br />
değerlendirmek <strong>ve</strong> belli felsefî görüşlere <strong>ve</strong> belli<br />
düzeyde ekonomik güce sahip çevrelerin arzu <strong>ve</strong><br />
isteklerini antropoloji, sosyoloji <strong>ve</strong> psikoloji gibi disiplinlerin<br />
desteğiyle meşrulaştırmaya çalışmaktır.<br />
Hâlbuki mümin insanın düşünce tarzı şudur:<br />
İnsan nev’i, kendi hakkında sağlıklı karar <strong>ve</strong>rebilmesi<br />
için bir üst varlığa muhtaçtır. O varlık ona<br />
rehberlik etmeli, onun kılavuzu olmalı, yol haritasını<br />
çizmeli, kısaca ona bir hayat tarzı belirlemelidir.<br />
Hem de insanların kendi aralarındaki münasebetlerin<br />
mahiyet <strong>ve</strong> karakterini belirlemekle<br />
yetinmemeli, insan ile eşya arasındaki münasebetin<br />
yönünü <strong>ve</strong> şeklini de belirlemelidir. Yani erkek-kadın<br />
arasındaki münasebetin meşruiyet noktalarını<br />
gösterdiği gibi, insan ile altın <strong>ve</strong> gümüş arasındaki<br />
münasebetin de meşruiyet ölçüsünü belirlemelidir.<br />
Özellikle bu iki misâli zikretmemin sebebi, her<br />
tarihte <strong>ve</strong> her coğrafyada, bütün insanlığın en ağır<br />
iki imtihan konusu olmaları sebebiyledir.<br />
2. Özellikle Üni<strong>ve</strong>rsite Gençliğini Ciddi Şekilde<br />
Tesiri Altına Alan “Gizli Nikâh” Meselesi<br />
Öncelikle iki şahit huzurunda kıyılan nikâhın<br />
geçerliliği ile, başkalarından gizlemek maksadıyla<br />
sadece iki şahidin dışındakilerden saklanan <strong>ve</strong><br />
gizlenen nikâhın geçerliliğinin birbirinden farklı<br />
şeyler olduğunu belirtmek gerekir. Kazâ/hukuk<br />
açısından iki şahidin şehadetiyle kıyılan nikâhın<br />
sıhhatine kâil olurken, başta aile olmak üzere, yakın<br />
<strong>ve</strong> uzak çevreden gizlemek maksadıyla <strong>ve</strong> bazen bu<br />
durumdan başkalarına bahsetmemeleri yönünde<br />
şahitlere de telkinde bulunarak yapılan nikâh sözleşmelerinin,<br />
bu akdin özüne/cevherine/ruhuna <strong>ve</strong><br />
maksadına aykırı düştüğünü düşünüyor, bu yüzden<br />
şer’an tecviz edilmesinin mümkün olduğunu<br />
sanmıyoruz.<br />
Çünkü:<br />
A. Hanefilerin dışındaki üç mezhep, nikâhın<br />
sıhhati için, değil yalnız <strong>ve</strong>linin bilgisinin<br />
bulunmasını, rızasının alınmasını da şart koşmuşlardır.<br />
Cumhur tabir edilen kâhir ekseriyetin<br />
bu görüşünü dayandırdıkları çok güçlü deliller<br />
olduğunu hatırda tutup, Hanefi mezhebine mensup<br />
Müslümanların da bu konuyu önemsemeleri<br />
gerekmektedir. Dolayısıyla özellikle babanın bilgisinden<br />
gizlenen bir evliliğin sıhhati kesinlikle savunulamaz.<br />
Bu konuda Hanefi mezhebinin kadına irade<br />
serbestliği tanıdığını görmekteyiz. Ancak <strong>ve</strong>liye,<br />
erkeğin bayana denk olmadığı gibi gerekli durumlarda<br />
evliliği feshettirme yetkisi tanınarak kadının<br />
karşılaşabileceği bazı sıkıntılı durumlara karşı onu<br />
koruma esası getirilmiştir.<br />
B. Nikâhta şahitlerin hazır olması şarttır<br />
<strong>ve</strong> bu konuda icma (görüş birliği) vardır.<br />
Şahitlerin olması, nikâhın sıhhat şartlarındandır.<br />
Yani şahitsiz nikâh geçerli değildir. Şahitlerin hazır<br />
olmasının hikmetlerinden biri de nikâhın duyurulmasıdır.<br />
Ancak, şahitlerin varlığının, nikâhın<br />
duyurulması için yeterli olup olmadığında ihtilâf<br />
vardır. İmam Âzam <strong>ve</strong> İmam Şafii Hazretleri, şahitlerle<br />
yapılan fakat ilân edilmeyen evlilik için<br />
“mekruh olsa da sahihtir” derken; İmam Malik, şahitlerin<br />
huzurunda yapılsa da halka ilân edilmeyen<br />
<strong>ve</strong> şahitlere “Bu evliliğimizi kimseye söylemeyin.”<br />
denilen nikâhın geçersiz olduğu görüşündedir.<br />
Ona göre, bu şekilde evlenenlerin nikâhı, yetkili<br />
merci tarafından bozulmalıdır. Çünkü bu durum,<br />
Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
“Nikâhı ilân ediniz, onu mescidlerde akdediniz<br />
<strong>ve</strong> nikâhta def çalınız.” emrine aykırıdır. (Tirmizi,<br />
Nikâh 6) Bir diğer hadîslerinde Peygamber Efendimiz<br />
(sallallahu aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle buyururlar:<br />
“Nikâhta, haramla helâli birbirinden ayıran şey, def<br />
çalmak <strong>ve</strong> ses (çıkarmak)tır.” (Tirmizi, Nikâh 6; Nesai,<br />
Nikâh 72) Yani, o nikâhın ilân edilmesidir. Günümüzde<br />
gizli nikâh meselesinin önüne geçmek<br />
adına nikâhın ilânı da ayrı bir önem kazanmaktadır.<br />
C. İhtilâflı durumlarda ihtiyatlı olanı almak,<br />
dindarlığın gereğidir. Yani fıkhî bir meselede<br />
âlimler arasında görüş ayrılığı ortaya çıkmışsa,<br />
bu durumda ihtilaftan kurtulacak görüşü almak,<br />
daha uygun bir davranıştır.<br />
Nikâh gibi hayatî bir konuda, bazı kîl (zayıf) ka-<br />
12 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
villerle amel etmeye yönelmek son derece riskli bir<br />
durumdur.<br />
3. Müt’a (Geçici Nikâh) Konusu<br />
Müt’a nikâhının sıhhatine dâir bugüne kadar<br />
söylenenlerle alâkalı olarak sadece şu kadarına işaret<br />
etmek istiyorum: Bilindiği üzere Sünnî mezheplerin<br />
tamamı müt’a nikâhının son kertede kıyamete<br />
kadar yasaklandığını kabul etmişlerdir.<br />
Peygamber Efendimiz, ilk defa Hayber Savaşı'ndan<br />
önce üç gün müt’aya izin <strong>ve</strong>rmiş; daha sonra da<br />
onu yasaklamıştır. Allah Resûlü'nün ikinci kez<br />
izin <strong>ve</strong>rişi de Mekke'nin Fethi'nde vuku bulmuş;<br />
üç günlük izinden sonra Resûlullah Müt'a'yı tekrar<br />
ama bu defa Kıyamet Günü'ne kadar yasaklamıştır.<br />
Her çizgide ruha işleyen engin bir mana,<br />
Ötelerden ne sırlar fâş ediyor insana;<br />
Bir zamanlar bu esrarı sunmuştuk cihâna;<br />
Dil âciz ifadeden, gelmez onlar lisâna...<br />
Bu konuda en açık <strong>ve</strong> güçlü delil olarak er-Rabî<br />
b. Sebra el-Cühenî'nin rivayet ettiği şu hadîse dayanmışlardır:<br />
Râvî'nin babası Sebra, Mekke fethinde<br />
Resûlullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ile beraber<br />
bulunmuş, müt'a nikâhı ruhsatından istifade etmiş,<br />
böyle bir nikâh içinde yaşarken Resûlullah'ın (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle buyurduğunu işitmiştir:<br />
"Ey insanlar! Sizin, kadınlardan müt'a nikâhı<br />
ile faydalanmanıza izin <strong>ve</strong>rmiştim. Biliniz ki Allah<br />
Teâlâ bunu, kıyâmet gününe kadar haram kılmıştır,<br />
kimin yanında böyle bir kadın varsa bıraksın,<br />
onlara <strong>ve</strong>rdiğiniz mehirlerden hiçbir kısmını da<br />
geri almayın." (Müslim, "Nikâh", 22) Allah Rasûlü<br />
bu yasağı <strong>ve</strong>da haccında tekrar etmiştir. (Ebû Davud,<br />
"Nikâh", 13; İbn Mâce, "Nikâh", 44)<br />
Hz. Ali <strong>ve</strong> Hz. Ömer gibi sahâbîler de bu iznin<br />
geçici olduğunu <strong>ve</strong> daha sonra kesinlikle haram<br />
kılındığını vurgulamıştır. Mesela, bir defasında,<br />
müt'anın helâl olduğuna inanan birisi Hz. Ali<br />
(r.a.) ile bu konuda tartışınca, Hz. Ali ona, Allah<br />
Resûlü'nün Müt'a'yı <strong>ve</strong> evcil eşeğin etinin yenmesini<br />
Hayber günü yasakladığını söylemiştir.<br />
(Buhârî, "Nikâh", 31; Müslim, "Nikâh", 29-32; İbn<br />
Mâce, "Nikâh", 44) Üstelik bu rivayet bizzat Şiî kaynaklarda<br />
da yer almaktadır. (Kitabu't-Tehzib, 7/251)<br />
Ne gariptir ki kitabın yazarı bu hadisle alâkalı Hz.<br />
Ali'nin takiyye yaptığını iddia etmektedir. Ayrıca,<br />
Müt'a'nın haram olduğuna dair Hz. Ali'nin bizzat<br />
kendi ifadesi de mevcuttur. (Kitabu'l-İstibsar, 3/142)<br />
Eğer iddia edildiği gibi Allah’ın aslanı o dönemde<br />
takiyye yapmışsa halife olduğunda müt’anın caiz<br />
olduğunu söylemesine, takiyye yapmasına bir mani<br />
mi vardı? Halife iken serbest olduğunu ilan ederdi.<br />
*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
salim.ogut@yeniumit.com.tr<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 13
YENi ÜMiT<br />
Yrd. Doç. Dr. Musa Kazım GÜLÇÜR*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Kabir Azabı<br />
Mü’minin dünyada çektiği sıkıntılar, onun günahlarına keffaret olduğu gibi, ölüm<br />
esnasındaki ızdırapları, kabirde maruz kaldığı/kalacağı tecziye türü hususlar da<br />
ahiret azabını hafifletme adına arındıran birer ameliye oldukları söylenebilir.<br />
Bilindiği üzere müminlerin en temel özelliklerinden<br />
birisi gaybe inanmalarıdır.<br />
Cenâb-ı Hak Bakara Sûre-i Celîlesinde:<br />
“Gerçek müminler gaybe inanır, namazlarını<br />
kılar, kendilerine <strong>ve</strong>rdiğimiz rızıktan da infak<br />
ederler” (Bakara, 2/3) buyurmaktadır. Gayb kelimesi<br />
Türkçemizde, göz önünde olmayan, gözle<br />
görülmeyen, gizli olan <strong>ve</strong> hazırda olmayan; vahiy<br />
gibi yüksek bir bilgi kanalı olmaksızın akıl <strong>ve</strong> duyular<br />
yolu ile hakkında bilgi edinilemeyen varlık<br />
alanı mânâsına gelmektedir. Yine, henüz içinde yaşanılmayan<br />
gelecek zaman, gelecek zaman içerisinde<br />
meydana gelecek olan hâdiseler; öldükten sonra<br />
dirilme, Cennet, Cehennem, hesap günü gibi insanın<br />
haklarında doğrudan bilgi edinemeyecekleri<br />
âlemler 1 gibi mânâlara da gelmektedir. Kabir azabı<br />
konusu da herkesin rahatlıkla bileceği üzere doğrudan<br />
gaybe iman ile alâkalıdır. Ehl-i sünnet ulemasının<br />
neredeyse tamamı, bu dünyada Allah’ın<br />
rızası istikameti dışında davranış sergileyenler için<br />
kabir azabının varlığı konusunda ittifak hâlindedir.<br />
Şer'î delillere dikkatleri çekmek için başta Kur’ân-ı<br />
Kerîm, sonra da Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem) aydınlatıcı beyanları ışığında konuyu ele<br />
almaya çalışacağız. Önce âyet-i kerîmeleri sıralayacak<br />
<strong>ve</strong> müfessirîn-i kirâmın açıklamalarına yer<br />
<strong>ve</strong>receğiz. Daha sonra da kütüb-ü sahîhada kabir<br />
azabı hususunda Efendimiz’den (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem) bizlere nakledilmiş hadîs-i şerîfleri belirtmeye<br />
çalışacağız.<br />
14 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Âyet-i Kerîmeler<br />
אכ1. <br />
<br />
<br />
א <br />
א <br />
אא <br />
<br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
א כ <br />
א <br />
א <br />
כ <br />
א <br />
כ <br />
א א כ א <br />
“Ölümün şiddetleri içinde kıvranırken, ölüm<br />
meleklerinin de yakalarına yapışıp kendilerine:<br />
‘Haydi, derhal ruhlarınızı çıkarıp teslim edin! Bugün<br />
zillet azabıyla cezalanacaksınız; çünkü Allah<br />
hakkında gerçek dışı şeyler söylüyordunuz <strong>ve</strong> çünkü<br />
kibirlenerek O’nun âyetlerinden yüz çeviriyordunuz!’<br />
diye haykırdıkları sırada sen o zalimlerin<br />
halini bir görsen!” (En’âm, 6/93)<br />
Büyük müfessir Zemahşeri bu âyet-i kerîmede<br />
berzah hayatından haber <strong>ve</strong>rilmekte olduğunu kabul<br />
eder. 2 İbn Kayyim el-Cevziyye de şöyle demektedir:<br />
“Zalimlere bu, ölüm anlarında söylenmiştir<br />
<strong>ve</strong> Melekler, zalimlerin ölümleri ile birlikte korkunç<br />
bir kabir azabı göreceklerini bildirmişlerdir.<br />
Şayet kıyamete kadar azapları geciktirilmiş olsaydı,<br />
onlara: “Bugün cezalandırılacaksınız” denmezdi. 3<br />
2. <br />
א א <br />
א א כ <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
א א <br />
<br />
א <br />
<br />
“Çevrenizdeki bedevîlerden <strong>ve</strong> Medine ahalisinden<br />
öyle münafıklar vardır ki onlar nifak işinde<br />
mahir olmuşlardır. Pek sinsi hareket ettikleri için<br />
sen onları bilemezsin, ama Biz pekiyi biliriz. Biz<br />
onları iki defa azaba çarptıracağız. Sonra da büyük bir<br />
azaba itileceklerdir.” (Tevbe, 9/101)<br />
Müfessirler, âyetin sonunda zikredilen “Büyük<br />
azap”tan maksadın, Ce hennem azabı olduğu<br />
hakkında” ittifak etmişler, ondan önce zikredilen<br />
“iki azap”tan neyin kastedildiği hususunda ise<br />
farklı görüşler zikretmişlerdir. Bu ‘iki azap’tan birinin,<br />
kabir azabı olduğu, Ashaptan Abdullah b.<br />
Abbas’tan nakledilmiştir. 4<br />
Tâbiinden Ebu Malik, İbni Cüreyc, Süddî,<br />
Mücahid, Katâde, Hasan el-Basrî, İbnu Zeyd,<br />
Ferra <strong>ve</strong> Muhammed b. İshak gibi âlimlerimiz,<br />
ayet-i kerîmede yer alan iki cezadan birincisinin<br />
dünyevî azap, ikincisinin de “kabir azabı” olduğunu<br />
ifade etmişlerdir. 5<br />
Büyük müfessir İmam Taberi, âyetin sonunda<br />
zikredilen “azîm azap”tan maksadın, Ce hennem<br />
azabı olduğu hakkında âlimlerin ittifak hâlinde olduğunu<br />
belirterek şunları söylemektedir: “Allah<br />
Teâlâ, âyetin sonunda, münafıkları Cehennem’de<br />
büyük bir azaba uğratacağını zaten beyan etmiştir.<br />
Bu durumda daha önce zikrettiği “iki azap”tan birisinin<br />
kabir azabı olması büyük bir ihtimaldir.” 6<br />
Bu durumda azap; dünya, kabir (berzah) <strong>ve</strong> ahiret<br />
azabı olmak üzere üçe ayrılmaktadır.<br />
א א 3.<br />
<br />
א <br />
<br />
א כא <br />
<br />
<br />
<br />
א א <br />
א <br />
<br />
א <br />
א <br />
א <br />
א <br />
א <br />
<br />
א <br />
<br />
כאא <br />
<br />
“De ki: Dini inkâr edenlere Rahmân biraz mühlet<br />
<strong>ve</strong>rsin, bundan ne çıkar? Ama onlar, kendilerine<br />
vaat olunan ister azabı isterse de kıyamet vaktini<br />
görünce, kimin şerli bir mekânda bulunduğunu<br />
<strong>ve</strong> kimin askerî güç itibarı ile en zavallı bir durumda<br />
olduğunu öğrenecekler.” (Meryem, 19/75)<br />
Âyetteki “ister azabı” ifadesi, kıyametten önce<br />
olacak bir azabın kastedildiğine açıkça delâlet eder.<br />
Çünkü âyette “isterse de kıyamet” ifadesi ile kıyamet<br />
günü kastedildiğine göre, kıyamet gününden<br />
önce olacak o azap ile kabir azabı kastedilmiş<br />
olmalıdır. 7<br />
כא 4.<br />
כ <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
“Ama kim Benim zikrimden yüz çevirirse kitabımı<br />
dinlemez <strong>ve</strong> Beni anmaktan gaflet ederse,<br />
muhakkak ki ona sıkıntılı bir yaşayış vardır <strong>ve</strong> Biz<br />
onu kıyamet günü kör bir şekilde diriltiriz.” (Tâhâ,<br />
20/124)<br />
Bu âyet-i kerîmede yer alan “sıkıntılı yaşayış”<br />
Ebu Said el-Hudrî <strong>ve</strong> Abdullah b. Mes’ud'a göre<br />
kabir azabıdır. 8<br />
אא 5.<br />
כ <br />
א כ כ א <br />
אא<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
“Ta ki boşa geçirdiğim dünyada iyi iş (<strong>ve</strong> hareketler)<br />
yapayım. Hayır! Bu onun ağzından çıkan<br />
(boş) bir laftan ibarettir. Onların önünde ise, yeniden<br />
dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah hayatı<br />
vardır.” (Mü’minun, 23/100)<br />
“Onların önünde berzah vardır” cümlesi,<br />
onlarla dünyaya dönüş arasına girecek bir perde<br />
vardır mânâsındadır. Bu da kabirlerinden haşre<br />
gönderildikleri güne, yani Kıyamet’e kadar devam<br />
eder. Bu âyet on ların dünyaya dönüşlerinin<br />
imkânsız olduğunu belirtiyor. Yani bu perdenin<br />
varlığı, dünyaya tekrar dönmelerine kesin bir engeldir<br />
<strong>ve</strong> bu perde asla kalkmaz. Bu kesinlik, tıpkı<br />
“Kâfirler, de<strong>ve</strong> iğnenin deliğinden geçmedikçe<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 15
Cennet’e dâhil olamazlar” mealindeki ayette olduğu<br />
gibidir. 9<br />
6. <br />
<br />
א א א א א א א <br />
א <br />
<br />
אא<br />
<br />
<br />
“Ya Rabbenâ!” derler, “Sen bizi iki defa öldürdün,<br />
iki defa dirilttin. İşte günahlarımızı itiraf ettik.<br />
Şimdi, telâfi etme için buradan çıkmaya bir yol yok<br />
mudur?”(Mü’min, 40/11)<br />
“Rabbimiz! Bizi iki kez öldürdün <strong>ve</strong> iki<br />
kez dirilttin” mealindeki âyeti âlimlerimiz kabir<br />
azabına delil olarak göstermişlerdir. İmam Süddî<br />
âyet-i kerîmeyi şu şekilde tefsir eder: Kâfirler bu<br />
dünyada öldürülecek, daha sonra kabirlerde sorgu<br />
için diril tileceklerdir. (Yani kabirde bir berzah hayatı<br />
olacaktır.) Daha sonra tekrar öldürülecek <strong>ve</strong> âhirette<br />
yeniden diriltileceklerdir. Böylece âyet-i kerîme,<br />
kabir hayatına doğrudan delâlet etmiş olmaktadır. 10<br />
7. א <br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
א א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א א<br />
א <br />
א <br />
<br />
א <br />
“Sabah <strong>ve</strong> akşam ateşin karşısına getirilerek<br />
onlara azap edilir. Kıyamet koptuğunda ise:<br />
“Firavun hanedanını şimdi de en şiddetli azaba sokun!”<br />
denilir.” (Mü’min, 40/46)<br />
Cumhurun kanaatine göre burada “sabahakşam<br />
ateşin karşısına getirilme”, Berzah’ta<br />
gerçekleşmek tedir. Mücahid, İkrime, Mukatil <strong>ve</strong><br />
Muhammed b. Ka’b da: “Bu âyet-i kerîme dünyada<br />
iken kabir azabına delil teşkil etmektedir” demektedirler.<br />
11<br />
8. <br />
<br />
כ כ כ אא <br />
א <br />
<br />
<br />
“Muhakkak ki zalimler için bundan daha başka<br />
bir azap da vardır; fakat onların çoğu bunu bilmezler.”<br />
(Tûr, 52/47)<br />
Surenin 45 <strong>ve</strong> 46. âyet-i kerîmelerinde mealen:<br />
“Öyleyse sen onları en dayanılmaz bir azapla<br />
çarpılacakları günlerine kavuşuncaya kadar bırak.<br />
O gün hile <strong>ve</strong> tuzakları kendilerine asla fayda<br />
sağlamaz <strong>ve</strong> asla yardım da edilmez.” denilerek,<br />
kıyamette karşılaşacakları büyük azaptan bahsedilmiş,<br />
arkasından gelen bu âyet-i kerîmede ise,<br />
zulmedenlere, âhiretteki büyük azapları dışında<br />
daha başka bir azabın da <strong>ve</strong>ri leceği zikredilmiştir.<br />
Berâ b. Âzib, Abdullah b. Abbas <strong>ve</strong> Katade’ye<br />
göre bu başka azaptan maksat, kabir azabıdır. 12<br />
Kurtubi, Hz. Ali (r.a)’in de bu görüşte olduğunu<br />
nakletmektedir. 13<br />
9. <br />
<br />
א <br />
<br />
א <br />
א א א <br />
א א <br />
<br />
א<br />
א <br />
א <br />
“Hâsılı, birçok suçları sebebiyle suda boğuldular<br />
<strong>ve</strong> ateşe tıkıldılar! Allah’a karşı, kendilerine<br />
yardım edecek bir tek yardımcı bile bulamadılar.”<br />
(Nuh, 71/25)<br />
א (<strong>ve</strong> ateşe tıkıldılar) ifadesinin başındaki א <br />
“fa” edatı, ateşe girdirilme işinin, boğulmanın hemen<br />
peşinden geldiğine, dolayısı ile kabir azabına<br />
delalet etmektedir. Âyetin bu ifadesini, âhiret azabı<br />
mânâsına almak mümkün değildir. Aksi halde, “fâ”<br />
edatının delaleti yok olmuş olur. 14<br />
10. <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
כ אא <br />
<br />
אכא אכ <br />
א <br />
א <br />
<br />
<br />
כ <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א א <br />
<br />
<br />
“Dünyalıklarla böbürlenmek, oyaladı sizleri.<br />
Hatta kabirleri ziyaret ettiniz! Hayır, (geçici dünya<br />
zevklerine bağlanmak doğru değil) ileride kesinlikle<br />
bileceksiniz. Sonra, yine kesinlikle ileride bileceksiniz.<br />
Hayır! Siz şayet ilme’l-yakîn bir tarzda<br />
bilseydiniz, cehennem ateşini kesinlikle görürdünüz.<br />
Daha sonra zaten o cehennem ateşini mutlaka<br />
ayne’l-yakîn bir tarzda göreceksiniz. Sonra da o<br />
kıyamet gününde <strong>ve</strong>rdiğimiz nimetlerden kesinlikle<br />
hesaba çekileceksiniz.” (Tekâsür, 102/1–8)<br />
כ<br />
Hz. Ali (r.a): “Bu âyetler inince kabir azabı konusundaki<br />
kanaatimiz kesinlik kazandı.” 15 demektedir.<br />
Hz. Ali de (r.a) kesin kanaat meydana getiren<br />
âyet-i kerîmelere daha yakından bakmak, –şayet<br />
varsa– birtakım tereddütleri mutlaka giderecektir.<br />
Şimdi sûrede yer alan cümlelere dikkatlice bakmaya<br />
çalışalım:<br />
“Gerçekten kesin bir bilgi (ilme’l-yakîn) ile bilseydiniz.”<br />
Yani, bugün dünyada iken, kabir hayatı<br />
<strong>ve</strong> âhirete müteallik ileride göreceğinizi anlattığımız<br />
hususları kesin olarak bilseydiniz “andolsun siz<br />
ateş azabını kalb gözlerinizle görecektiniz.” İlme’lyakîn<br />
mertebesinin, bir insanın Cehennem’i kalb<br />
gözüyle görmesini sağladığı anlaşılmaktadır. Bu da<br />
kıyamet hâllerinin, kişinin kalb gözü önünde canlanmasıyla<br />
olur. “Yine and olsun onu zaten ayne’l<br />
yakîn olarak göreceksinizdir.” Yani Cehennem ateşi<br />
kesin olarak baş gözüyle ileride görülecektir. 16<br />
Kurtubî şöyle demektedir: “Bu sûre kabir azabının<br />
varlığını göstermektedir. Kabir azabına iman<br />
<strong>ve</strong> onu tasdik farzdır. Yüce Allah, mükellef olan<br />
kulunu kabrinde diriltecek <strong>ve</strong> ona hayatta iken sahib<br />
olduğu nitelikteki bir aklı orada da <strong>ve</strong>recektir.<br />
Böylece kişi kendisine sorulacak so ruları anlaya-<br />
16 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
cak, ne cevap <strong>ve</strong>receğini bilecek, Rabbinden geleni<br />
kavraya cak, kabrinde kendisine hazırlanmış olan<br />
lütuf ya da aşağılatıcı halleri anlayabilecektir. Ehl-i<br />
sünnet’in kabul ettiği görüş <strong>ve</strong> bu din mensuplarının<br />
bü yük cemaatinin benimsediği kanaat budur. 17<br />
Hadîs-i Şerîfler<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) buyurdular<br />
ki: “Sizden biri ölünce, kendisine akşam <strong>ve</strong> sabah<br />
Cennet <strong>ve</strong>ya Cehennem’deki yeri arz edilir. Cennet<br />
ehlinden ise, yeri Cennet ehlinin, ateş ehlinden<br />
ise yeri ateş ehlinin yeridir. Kendisine: ‘Allah seni<br />
kıyamet günü diriltinceye kadar, senin yerin işte<br />
budur!’ denilir.” 18<br />
Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) “Kabir<br />
azabı haktır. Kabirde azap çekenleri, hayvanlar<br />
işitir!” buyurmuştur. Hz. Aişe (r. anhâ) der ki:<br />
“Resülullah’ın (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) namaz kılıp<br />
da namazında kabir azabından istiâze etmediğini<br />
hiç görmedim.” 19<br />
Bir defasında Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem) iki kabre uğradı <strong>ve</strong>: “Bu kabirdekiler azap<br />
çekiyorlar. Azapları büyük bir günahtan dolayı değil.<br />
Kabirdekilerden birisi, laf getirip götürmeden<br />
diğeri de idrar sıçramasına karşı korunmamaktan<br />
azap görüyor.” buyurdu. Resülullah (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem) daha sonra yaş bir hurma dalı istedi <strong>ve</strong><br />
onu ikiye böldü. Bir dalı kabrin birisine, diğer dalı<br />
da ikincisinin üzerine dikti <strong>ve</strong>: “Belki bu fidanlar<br />
taze kaldıkça onların azapları hafifler” buyurdu. 20<br />
Ebû Said el-Hudrî’den rivayet edilen bir hadis-i<br />
şerifte Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem):<br />
“Kabrinde kâfire doksan dokuz tinnîn saldırtılır <strong>ve</strong><br />
kıyamet gününe kadar onu ısırır <strong>ve</strong> sokarlar. Eğer<br />
onlardan birisi yeryüzüne tıslayacak olsa, orada hiç<br />
bir yeşillik kalmazdı.” 21 buyurmaktadır.<br />
Yine Ebu Hüreyre’den yapılan benzer bir rivayette<br />
ise Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />
“Muhakkak ki ona sıkıntılı bir hayat vardır.” cümlesinin<br />
kabir azabı hakkında indiğini haber <strong>ve</strong>rerek:<br />
“Allah’a yemin olsun ki, ona doksan dokuz tinnîn<br />
gönderilir. Tinnîn nedir bilir misiniz? Her birinin<br />
dokuz başı olan doksan dokuz yılan. Bu tinnîndeki<br />
yılanbaşları, Kıyamet gününe kadar onun bedenine<br />
tıslar, sokar <strong>ve</strong> ısırırlar.” 22 buyurmuştur.<br />
Hz. Osman (r.a), kabir konusu açılınca sakalı<br />
ıslanıncaya kadar ağlar, kendisine: “Cenneti <strong>ve</strong><br />
cehennemi hatırladığın vakit ağlamıyorsun, fakat<br />
kabri hatırlayınca ağlıyorsun!” denildiğinde de<br />
Resülullah’ın (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şu sözlerini<br />
aktarırdı: “Kabir, ahiret menzillerinin ilk durağıdır.<br />
Kişi ondan kurtulabilirse, ondan sonrakiler<br />
daha kolaydır. Ondan kurtulamazsa ondan sonrakiler<br />
bundan daha zordur, daha şiddetlidir. Ahiret<br />
âleminden gördüğüm manzaraların hiçbirisi kabir<br />
kadar korkutucu <strong>ve</strong> ürkütücü değildi!” 23<br />
Kabir Azabının Diğer Canlılarca İşitilmesi<br />
Zeyd İbn Sabit’ten (r.a): Resülullah (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem), bizimle birlikte, Beni Neccar’a ait<br />
bir bahçede bulunduğu sırada biniti aniden yoldan<br />
çıktı. Nerdeyse Allah Rasûlü'nü sırtından yere atacaktı.<br />
Karşımızda beş <strong>ve</strong>ya altı kabir görünüyordu.<br />
Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem):<br />
– “Bu kabirlerin sahiplerini bilen var mı?” buyurdular.<br />
Bir adam:<br />
– “Ben biliyorum!” deyince, (Resülullah (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem):<br />
– “Ne zaman öldüler?” dedi. Adam:<br />
– “Şirk devrinde” deyince Efendimiz (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem):<br />
– “Bu ümmet kabirde fitneye maruz kılınacak.<br />
Eğer birbirinizi defnetmemenizden korkmasaydım,<br />
şahsen işitmekte olduğum kabir azabını, size<br />
de işittirmesi için Allah’a dua ederdim. Kabir azabından<br />
Allah’a sığınınız!” Oradakiler:<br />
– “Kabir azabından Allah’a sığınırız!” dediler. 24<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) akşam<br />
olunca duasında: “Rabbim! Cehennem azabından,<br />
kabir azabından sana sığınıyorum!” derdi. 25<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bir gün güneş<br />
battıktan sonra dışarı çıkmıştı ki bir ses işitti <strong>ve</strong>:<br />
“Bu ses, kabirlerinde azap çeken Yahudilerin sesidir!”<br />
buyurdular. 26<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) buyurdular<br />
ki: “Kul kabrine konulup, yakınları da ondan ayrılınca<br />
-ki o, geri dönenlerin ayak seslerini işitirkendisine<br />
iki melek gelir. Onu oturtup:<br />
– “Muhammed (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) hakkında<br />
ne diyordun?” diye sorarlar. Mümin kimse<br />
bu soruya:<br />
– “Şahadet ederim ki. O, Allah’ın kulu <strong>ve</strong> elçisidir!”<br />
diye cevap <strong>ve</strong>rir. Ona:<br />
– “Cehennem’deki yerine bak! Allah orayı,<br />
cennette bir mekâna tebdil etti” denilir. Adam<br />
Cennet'i de Cehennem’i de görür. Allah ona, kabrinden<br />
Cennet’e bakan bir pencere açar. Eğer ölen<br />
kâfir <strong>ve</strong> münafık ise meleklerin sorusuna:<br />
– “Sorduğunuz zatı bilmiyorum. Ben de herkesin<br />
söylediğini söylüyordum!” diye cevap <strong>ve</strong>rir.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 17
Kendisine:<br />
– “Anlamadın <strong>ve</strong> uymadın!” denilir. Sonra kulaklarının<br />
arasına demirden bir sopa ile vurulur.<br />
Sopanın acısıyla öyle bir çığlık atar ki, onu insan<br />
<strong>ve</strong> cinlerden ibaret olan iki varlık dışında kendisine<br />
yakın olan bütün mahlûklar işitir.” 27<br />
Kabir Sıkması<br />
Hakîm-i Tirmizi, İbni Ömer’den (r.a) rivayet<br />
ettiğine göre şöyle demiştir: Resülullah (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Sa’d bin Muâz’ın kab rine girdi <strong>ve</strong><br />
içinde biraz fazlaca durdu. Çıktığında orada bulunan<br />
ashab hazerâtı:<br />
– “Yâ Resülallah kabirden niçin geç çıktınız?”<br />
diye sordular. Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
cevaben:<br />
– “Kabir Sa’d’ı sıkmıştı. Genişletmesi için<br />
Allah’a dua ettim.” buyurdular.<br />
Hz. Aişe validemizden rivayet edildiğine göre<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şöyle buyurmuştur:<br />
“Muhakkak kabrin bir sıkması vardır<br />
ki, eğer ondan kimse kurtulacak olsaydı Sa’d<br />
b. Mu’âz kurtulurdu.” 28 Sa’d’ın bazı akrabalarına,<br />
“Resülullah’ın ‘Kabir Sa’d'ı sıktı’ sözünden ne anladınız?”<br />
diye sorulmuş, onlar cevaben: Bu konuda,<br />
Resülullah’a (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ne kastettiği<br />
soruldu <strong>ve</strong>: “Küçük taharette kusurlu davrandığından<br />
dolayı kabir Sa’d’ı sı kıştırdı.” cevabı alındı demişlerdir.<br />
29<br />
Hz. Aişe validemiz Resul-i Ekrem (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Efendimiz’e bir gün şöyle diyor:<br />
“Ey Allah’ın Resulü, sen bana Münker <strong>ve</strong> Nekir’in<br />
seslerini <strong>ve</strong> kabir sıkmasını anlattığın günden beri<br />
hiçbir şeyden tat alamaz oldum.” Bunun üzerine<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem): “Ey Aişe,<br />
Münker <strong>ve</strong> Nekir’in sesleri mümine, gözdeki sürme<br />
gibi gelir. Kabir sıkması da mümine, şefkatli bir<br />
annenin yavrusunun başını okşaması gibidir. Ama<br />
ya Aişe, şakîlere yazıklar olsun ki onlar kabirlerinde,<br />
düz <strong>ve</strong> sert taş üzerine yumurtanın çarpılıp kırılması<br />
gibi sıkıştırılacaklardır.” 30<br />
Kabir Azabından Korunma İçin Dua Etme<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem): “Allah’ım,<br />
ben Cehennem azabından sana sığınırım. Kabir<br />
azabından da sana sığınırım” 31 şeklinde dua ederdi.<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bir cenazenin<br />
namazını kıldırdı. Okuduğu duada şunları ezberledik:<br />
“Allah’ım, şunu mağfiret et <strong>ve</strong> şuna rahmet<br />
eyle. Afiyet <strong>ve</strong>r, affeyle, vardığı yerde ikramda<br />
bulun, girdiği yeri genişlet. Onun günahlarını kar<br />
<strong>ve</strong> buzla yıka, hatalardan pâk eyle, tıpkı elbisenin<br />
kirden pâk edilmesi gibi. Onu dünyadaki evinden<br />
daha iyi bir e<strong>ve</strong>, ailesinden daha hayırlı bir aileye<br />
koy, eşinden daha hayırlı bir eşe ulaştır. Onu kabir<br />
azabından, ateş azabından sakındır.” 32<br />
Resülullah (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Mülk<br />
Sûresi ile alâkalı olarak şöyle demiştir: “Bu sûre<br />
(kabir azabına <strong>ve</strong>ya kabir azabına sebep olan günahlara<br />
karşı) engeldir, bu sûre kurtuluş sebebidir, kişiyi<br />
kabir azabından kurtarır.” Benzer bir rivayette de:<br />
“Mülk Sûresi, kabirde, onu okumayı itiyat hâline<br />
getiren kişinin yerine mücadele eder <strong>ve</strong> onu azaptan<br />
korur.” 33 denilmektedir.<br />
Netice<br />
Temel olarak üç âlem ya da boyut vardır: Dünya<br />
yurdu, berzah yurdu <strong>ve</strong> ebedî kalınacak ahiret<br />
yurdu. Allah (celle celâlühü) her bir yurda ait özel<br />
hükümler tespit etmiştir. Kabirdeki ateş ile kabirdeki<br />
nimetler, ne dünyadaki ateş, ne de dünyanın<br />
nimetleri türündendir. Yüce Allah onun toprağını,<br />
üstündeki <strong>ve</strong> altındaki taşları, dünyadaki kor<br />
ateşten çok daha sıcak olacak hâle gelinceye kadar<br />
kızdırır da, dünya ehlinden hiç kimse bunu hissedemeyebilir.<br />
Bir kısım hadîslerden öğrendiğimize göre, Hazreti<br />
Abbas (radıyallâhu anh), şiddetle arzu etmesine<br />
rağmen, Hazreti Ömer’i (radıyallâhu anh) ancak <strong>ve</strong>fatından<br />
tam altı ay sonra rüyasında görebilir <strong>ve</strong> sorar:<br />
“Neredeydin yâ Ömer?” Hazreti Ömer, “Sorma,<br />
hesabı henüz <strong>ve</strong>rebildim.” der. Belki, orada<br />
üzerinde en ufak bir iz kalmaması için Mevlâ, onu<br />
böyle bir ameliyeye tâbi tutmuştur; şu kadar var ki<br />
onun hesabı kendi seviyesi <strong>ve</strong> mukarrebînden olması<br />
açısından değerlendirilmelidir. E<strong>ve</strong>t, günah<br />
<strong>ve</strong> zellelerin küçüklerini temizlemede kabrin sıkması<br />
<strong>ve</strong> tazyiki büyük bir rol oynar. Kabir hayatına<br />
inanmak esastır. Fakat onun keyfiyeti ile alâkalı<br />
yakışıksız iddialar Allah’a karşı saygısızlıktır. Kabir<br />
hayatı, halk-ı cedid, yani yepyeni bir yaratılış eseridir.<br />
Hazreti Âdem’in melekleri hayran bırakan<br />
yaratılışı gibi, kabir ehlinin yaşayışı da insanların<br />
dünyevî ölçü <strong>ve</strong> kâidelerle idrak edemeyecekleri,<br />
anlamakta zorluk çekecekleri bir hayattır. 34<br />
Dünden bugüne ulemanın neredeyse tamamı<br />
telâkki bi’l-kabûl şeklinde kabir azabının varlığını<br />
kabul etmişlerdir. Elbette ki Yüce Allah’ın<br />
kudreti geniş <strong>ve</strong> hayret <strong>ve</strong>ricidir. Şu kadar var ki<br />
bazı emmâre nefisler, bilgisini kuşatamadıkları,<br />
ilme’l-yakîn bir tarzda anlayamadıkları hususları<br />
yalanlama eğilimindedirler. Yüce Allah, kudretinin<br />
akıllara durgunluk <strong>ve</strong>recek yönlerini bazı yüksek<br />
şahsiyetlere göstermeyi dilediği takdirde gösterir.<br />
18 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Bu yüksek şahsiyetler, yerin <strong>ve</strong> göklerin perde arkasına<br />
Allah’ın izni ile muttali olur, onlardaki ilim<br />
kendilerinde bir yakîn hâsıl eder de Allah’ın izni<br />
ile ilmelyakîn sahibi olurlar. Başkalarına ise bu incelikler<br />
gösterilmez <strong>ve</strong> bu husus onlar için sadece<br />
gaybe ait bir konu olarak kalır. Her şeyin en doğrusunu<br />
Allah bilir. Bizler de Cehennem <strong>ve</strong> kabir<br />
azabından azametince Cenâb-ı Hakk’ın rıza, af <strong>ve</strong><br />
mağfiretine sığınır, bizleri daimî istikamette bulundurmasını<br />
<strong>ve</strong> bilgimizi artırmasını dileriz.<br />
*İstanbul Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
mkgulcur@yeniumit.com.tr<br />
Her çizgide farklı bir mana hecelenmekte,<br />
Manalar sathi değil, içten de öte içte...<br />
Bilinmez ne der sanat erbabı gelecekte,<br />
Nâdânlar hep dolaşıp dursalar da bir hiçte.<br />
DİPNOTLAR<br />
1. MEB Din Öğretimi Gen. Md. Dini Terimler Sözlüğü, Gayb<br />
maddesi, s. 105.<br />
2. Zemahşeri, Keşşaf, 1/517.<br />
3. İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh, İz Yayıncılık, s. 100.<br />
4. Ebu Cafer Muhammed b. Cerir et-Taberi, Taberi Tefsiri, Hisar<br />
Yayınevi: 4/350-353.<br />
5. Fahruddin Er-Râzi, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, Akçağ Yayınları,<br />
12/152–153.<br />
6. Taberi, 4/353.<br />
7. Râzi, 15/398.<br />
8. İmam Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Büruc Yayınları:<br />
11/438-442.<br />
9. Ali Arslan, Büyük Kur’an Tefsiri, Arslan Yayınları: 12/32-39.<br />
10. Vehbe Zuhayli, et-Tefsirü’l-Münir, Risale Yayınları, 12/371.<br />
11. Kurtubi, 15/271-274.<br />
12. Taberi, 8/21.<br />
13. Kurtubi, 16/422.<br />
14. Râzi, 22/161.<br />
15. Tirmizi, Tefsir, Tekasür, (3352).<br />
16. Kurtubi, 19/319.<br />
17. Kurtubi, 19/317.<br />
18. Buhari, Cenaiz 90, Bed’ül-Halk 8, Rikak 42; Müslim, Cennet 65,<br />
(2866); Muvatta, Cenaiz 47, (1, 239); Tirmizi, Cenaiz 70, (1072);<br />
Nesai, Cenaiz 116, (4, 107).<br />
19. Buhari, Cenaiz 89; Müslim, Mesacid 123, (584); Nesai, Cenaiz<br />
115, (4, 104, 105).<br />
20. Buhari, Vudu 65, 56, Cenaiz 82, 89, Edeb 46, 49; Müslim, Taharet<br />
111, (292); Tirmizi, Taharet 53, (70); Ebu Davud, Taharet 11,<br />
(20, 21); Nesai, Taharet 27, (1, 28–30).<br />
21. A. b. Hanbel, Müsned, III/38; Dârimî, Sünen, Rikâk, 94, II/238.<br />
22. İbn Kesîr, Tefsir, Kahraman Yayınları, 5/317.<br />
23. Tirmizi, Zühd 5, (2309).<br />
24. Müslim, Cennet 67, (2867); Nesai, Cenaiz 114, (4, 102).<br />
25. Müslim, Zikr 75, (2723); Tirmizi, Da’avat 13, (3387); Ebu Davud,<br />
Edeb 110, (5071).<br />
26. Buhari, Cenaiz 88; Müslim, Cennet 69, (2869); Nesai, Cenaiz<br />
114, (4, 102).<br />
27. Buhari, Cenaiz 68, 87; Müslim, Cennet 70, (2870); Ebu Davud,<br />
Cenaiz 78, (3231); Nesai, Cenaiz 110, (4, 97, 98); Tirmizi, Cenaiz<br />
70, (1071) (Ebu Hureyre’den).<br />
28. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 6/55, 98.<br />
29. Suyuti, s.196.<br />
30. İbn Hişam, es-Siretu’n-Nebeviyye, III/62, Beyrut 1971.<br />
31. Ebu Davud, Salât 184, (984).<br />
32. Müslim, Cenaiz 86, (963); Tirmizi, Cenaiz 38, (1026); Nesai, Cenaiz<br />
77, (4, 73).<br />
33. Tirmizi, Sevabu’l-Kur’an 9, (2892).<br />
34. Gülen, Fethullah, Bambaşka Bir Âlem <strong>ve</strong> Kabir Hayatı (Bamteli,<br />
25.05.2009).<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 19
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Davut AYDÜZ*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, sık sık nazarlarımızı kâinat kitabına tevcih etmekte,<br />
kader, kudret, ilim <strong>ve</strong> irade kaleminin kâinattaki icraatına dikkatlerimizi<br />
çekmekte <strong>ve</strong> mü’minleri tefekküre, araştırmaya sevk etmektedir.<br />
ZİKREDİLEN MEYVELER<br />
Kur’ân, insanlara dinî, ahlâkî, hukukî kanunlar<br />
<strong>ve</strong> kaideler getirmekle kalmamış,<br />
aynı zamanda şu âna kadar bilinebilen en<br />
mükemmel koruyucu hekimlik kaidelerini<br />
<strong>ve</strong> prensiplerini de vaz’etmiştir. Hattâ diyebiliriz<br />
ki Kur’ân, sadece koruyucu hekimlik ile alâkalı sahalarda<br />
değil, diğer bütün alanlarda da getirdiği hükümlerle<br />
insan sağlığını korumayı hedef edinmiştir.<br />
İslâm <strong>ve</strong> onun yüce kitabı Kur’ân, her şeyden<br />
önce insanı muhatap almakta <strong>ve</strong> her şeyi ile ona<br />
hitap etmektedir. Bu sebeple de Kur’ân, her türlü<br />
bedenî <strong>ve</strong> ruhî hastalıktan insanların korunmasını<br />
istemekte <strong>ve</strong> bu konularda da sağlam <strong>ve</strong> esaslı<br />
prensipler <strong>ve</strong> kanunlar getirmektedir. Kur’ân’ın<br />
gösterdiği bu sağlam <strong>ve</strong> temel esaslar, öncelikle insanın<br />
rûhen <strong>ve</strong> bedenen hastalanmamasını emniyet<br />
altına almakta; fakat hastalandığında da tedavi<br />
yollarını <strong>ve</strong> usullerini insanlara işaret etmektedir.<br />
Kur’ân’da bazı gıda maddeleriyle birlikte bazı<br />
mey<strong>ve</strong>lerin adı zikredilmiş; fakat geniş <strong>ve</strong> tafsilâtlı<br />
bir biçimde bu maddelerin özelliklerine yer <strong>ve</strong>rilmemiştir.<br />
Bu ölçüde geniş <strong>ve</strong> tafsilâtlı bir besin<br />
bilgisinin bulunması da zaten onun gayesine ters<br />
düşerdi. Ancak bu konuda dikkat çekici bir husus<br />
vardır ki, o da bu gıda maddeleri <strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>lerin<br />
adıdır. Kur’ân’da zikredilen bu gıda maddeleri <strong>ve</strong><br />
mey<strong>ve</strong>ler, insan sağlığı için mutlaka lüzumlu olan<br />
protein, karbonhidrat <strong>ve</strong> yağları ihtiva etmektedir.<br />
Proteinli yiyeceklerden et, balık <strong>ve</strong> sütü zikreden<br />
Kur’ân, karbonhidratlı yiyeceklerden ise, buğday,<br />
soğan, sarımsak, mercimek, hurma <strong>ve</strong> üzüm gibi<br />
sebze <strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>leri zikretmekte <strong>ve</strong> nebatî yağlardan<br />
bahsetmektedir.<br />
Pek çok yiyecek maddesinin arasında bunların<br />
zikredilmesi tesadüfî değildir. Çağımızda çok daha<br />
iyi anlaşılmıştır ki, bu maddelerin insan sağlığında<br />
çok önemli bir yeri bulunmaktadır. Hattâ diyebiliriz<br />
ki, insan sağlığını koruyan bu gıda maddeleridir.<br />
Kur’ân, bunları zikretmekle, insan sağlığını korumaya<br />
<strong>ve</strong>sile olan maddeleri zikretmiş olmakta <strong>ve</strong><br />
insanların, bu gıda maddelerine dikkatlerini çekmiş<br />
<strong>ve</strong> bunlara olan ihtiyaçlarını belirtmiş olmaktadır.<br />
Çağımızdaki beslenme uzmanları da aynı şeyi söylemektedirler.<br />
Zîrâ beslenmede gıda seçimi, bunların<br />
sağlığa tesiri, aşırı beslenmenin zararları <strong>ve</strong>ya<br />
yetersiz beslenme gibi konular önemli bir yer tutar.<br />
Kur’ân’da adı geçen besin maddelerinin; Kur’ân<br />
gibi İlâhî, mu’ciz <strong>ve</strong> kıyamete kadar gelecek insanlara<br />
rehber olan bir kitapta zikredilmesinin hikmetleri<br />
olmalıdır. Yani bunlar maksatsız zikredilmiş<br />
olamazlar. Muhakkak bunların insanlara ziyade bir<br />
faydası olmalı ki, dünya üzerinde bulunan birçok<br />
sebze <strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>den sadece bunlar zikredilmiştir.<br />
Tabii bu sözümüzle zikredilmeyen diğer gıda maddeleri<br />
<strong>ve</strong> mey<strong>ve</strong>ler faydasızdır da demek istemiyoruz.<br />
İşte biz bu makalemizde, Kur’ân’da adı geçen<br />
bu gıda maddeleri içinde sadece mey<strong>ve</strong>lerin insan<br />
beslenmesindeki yeri <strong>ve</strong> tıbbî faydaları, şifâ yönleri<br />
20 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
üzerinde durmak istiyoruz. Fakat bununla birlikte,<br />
Kur’ân’da zikredilen bu besin maddelerinin zikrediliş<br />
sebebi <strong>ve</strong> hikmeti sadece bundan ibarettir de<br />
diyemeyiz. Çünkü bu mey<strong>ve</strong>lerin birçok hikmeti<br />
olabilir. Bizim ele aldığımız husus, belki yüzlerce<br />
hikmetinden sadece biridir. En iyisini Allah bilir.<br />
Kur’ân’da zikredilen mey<strong>ve</strong>lerin, iyi bir besin<br />
kaynağı <strong>ve</strong> bazı hastalıkların tedavisinde müessiriyetini<br />
bugünkü tıp da kabul etmektedir. Onun<br />
için bu makalede, Kur’ân’da zikredilen bu mey<strong>ve</strong>lerin<br />
tıbbî faydaları hususunda bugünkü tıbbın ne<br />
dediği de imkân ölçüsünde <strong>ve</strong>rilecektir. Ayrıca bu<br />
mey<strong>ve</strong>lerin terkibinde bulunan maddelerin neler<br />
olduğu hususu, işin ehli kimselerin eserlerinden<br />
aktarılacaktır.<br />
Bu makaleyle muhterem okuyuculara, “Modern<br />
tıbbın uyguladığı tedavi usullerini bırakın,<br />
makalede anlatılacak Kur’ân’da zikredilen mey<strong>ve</strong>lerle<br />
tedavi olun!” denmiyor. Makalenin gayesi,<br />
tedavide kullanılan <strong>ve</strong> faydası günümüzde de anlaşılmış<br />
olan bu maddeler üzerine eczacılarımızın<br />
eğilmesi, onlara dâir gerekli deneylerin yapılması,<br />
eczanelerde gerekli terbiye <strong>ve</strong> terkibi yapıldıktan<br />
sonra; onların merhem, macun, tablet, şurup <strong>ve</strong>ya<br />
damla olarak halka arz <strong>ve</strong> tavsiye edilmesidir.<br />
Tıbbî faydaları zikredilecek mey<strong>ve</strong>lerin, herkes<br />
için <strong>ve</strong> her zaman faydalı olacağını söylemek<br />
de doğru olmaz. Çünkü her insanın mizacı, ilâcın<br />
(mey<strong>ve</strong>nin) miktarı, kullanış tarzı, yaşadığı coğrafî<br />
bölge, hastadan hastaya farklı neticeler hâsıl edebilir.<br />
Tabipler şu hususta hemfikirdirler: “Aynı hastalığın<br />
ilâcı, yaş, zaman, âdet, önceki gıda, alışkanlığın<br />
tesiri <strong>ve</strong> tabiatının kuv<strong>ve</strong>tine göre değişir.” Onun<br />
için şu hastalık <strong>ve</strong>ya rahatsızlıklara faydalıdır dediğimiz<br />
bir mey<strong>ve</strong>nin faydasını görmeyenler, bunu<br />
yukarıda söylediğimiz sebeplere bağlamalıdırlar.<br />
Günümüzde sentetik maddelerle hazırlanan<br />
bazı ilâçların yan tesirlerinden dolayı kullanımı<br />
terk edilirken, bunun yanında yan tesiri çok az bitki<br />
menşeli ilâçlara ilginin arttığı da bir gerçektir.<br />
Bu sebeple ilim <strong>ve</strong> teknolojide ileri ülkeler sanayilerinde<br />
nebatî menşeli hammadde kullanmaya<br />
başlamışlardır. Bu makalenin, işin meraklıları <strong>ve</strong><br />
mütehassıslarına bu hususta bir fikir <strong>ve</strong>receği kanaatindeyiz.<br />
Bu mesele; hem Kur’ân-ı Kerîm’i iyi<br />
bilen, hem de beslenme <strong>ve</strong> tıp sahasında mütehassıs<br />
olan kimse <strong>ve</strong>ya kimseler tarafından müştereken<br />
yapılması gereken bir çalışmadır. Bu mütevazı<br />
çalışma, böyle bir teşvikte bulunma düşüncesiyle<br />
kaleme alınmıştır.<br />
Şimdi, Kur’ân-ı Kerîm’de zikredilen mey<strong>ve</strong>lere<br />
<strong>ve</strong> bunların faydalarına geçebiliriz.<br />
1. Hurma<br />
Hurma, Kur’ân-ı Kerîm’de, hurma <strong>ve</strong> hurma<br />
ağacı olarak 20 defa geçmektedir.<br />
“Allah o su sayesinde sizin için ekinler, zeytinlikler,<br />
hurmalıklar, üzüm bağları <strong>ve</strong> çeşit çeşit mey<strong>ve</strong>ler<br />
yetiştirir. Elbette bunda düşünen kimseler<br />
için alınacak bir ders var!” (Nahl, 11). Hurma’nın<br />
zikredildiği diğer âyetler: Bakara, 266; Ra’d, 4;<br />
Meryem, 23, 25; En’âm, 99, 141; Rahmân, 11, 68;<br />
Nahl, 67; İsrâ, 91; Kehf, 32; Tâhâ, 71; Mü’minûn,<br />
19; Şuarâ, 148; Yâsîn, 34; Kâf, 10; Kamer, 20;<br />
Hâkka, 7; Abese, 29.<br />
Hurma ile alâkalı Hadîs-i Şerîfler:<br />
“Ac<strong>ve</strong> 1 , Cennet mey<strong>ve</strong>lerindendir. O, zehirlenmeye<br />
karşı şifadır.” (Tirmizi, Tıp, 22) “Sabahleyin<br />
aç karına hurma yiyin, çünkü bağırsak kurtlarını<br />
öldürür.” (Kenzu’l- Ummâl, X,26)<br />
Hurma, bedenî <strong>ve</strong> zihnî gelişmeyi sağlar. Besleyicidir,<br />
kansere karşı koruyucudur. Zihnî yorgunluğu<br />
giderir. Anne sütünün, bol <strong>ve</strong> besleyici<br />
olmasını sağlar. <strong>Yeni</strong> doğum yapan kadınların hurma<br />
yemesi tavsiye edilmiştir. Boğaz ağrısını keser.<br />
Bronşit, öksürük <strong>ve</strong> soğuk algınlığının şikâyetlerini<br />
giderir. Kemik hastalıklarında faydalıdır. 2<br />
Hurma, mey<strong>ve</strong>ler içinde vücut için en gıdalısıdır.<br />
Aç karınla yemeğe devam edildiği zaman kurtları<br />
kurutur <strong>ve</strong> zayıflatır, azaltır <strong>ve</strong>ya öldürür.<br />
Hurma şırası, mideye ağır gelir; fakat taze kan<br />
yapar. Hurmanın az yenilmesi şifa, çok yenilmesi<br />
ise gıdadır. Ac<strong>ve</strong> hurması zehirlenmeye, bilhassa<br />
soğuk mizaçlı zehirlere <strong>ve</strong> akrep sokmasına karşı<br />
faydalıdır. 3<br />
Bugün modern tıp, hurmanın insan vücudunun<br />
canlı <strong>ve</strong> sıhhatli kalabilmesi için çok önemli<br />
10 çeşitten fazla elemente sahip olduğunu keşfetmiştir.<br />
Aynı zamanda hurmada organlara bol miktarda<br />
hareket <strong>ve</strong> ısı enerjisi kazandıran, hazmı <strong>ve</strong><br />
özümlenmesi kolay şeker bulunmaktadır. 4<br />
Yine hurma, bütün temel vitamin <strong>ve</strong> proteinlere<br />
sahiptir. Ve bu yüzden modern tıp, bu mey<strong>ve</strong>ye<br />
“baş gıda” olarak bakmaktadır. Zîrâ bir insanın,<br />
muhtaç olduğu bütün elementleri ihtiva ettiği için<br />
sadece hurmayla yaşaması mümkündür. 5<br />
Bilindiği gibi bugün doktorlar, kadına doğum<br />
yaptığı gün hazmı kolay bir mâyi (sıvı) ile şekerli bir<br />
yiyecek <strong>ve</strong>rilmesini gerekli görürler. Bunun gayesi,<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 21
annenin zayıf <strong>ve</strong> mecâlsiz vücuduna <strong>ve</strong> yorgun azalarına<br />
enerji <strong>ve</strong> canlılık kazandırmak <strong>ve</strong> yeni doğan<br />
bebek için gerekli sütü ifraz etmesi için, süt guddelerini<br />
harekete geçirmektir. <strong>Yeni</strong> doğan yavrunun<br />
tek gıdası olan sütün meydana gelmesi <strong>ve</strong> terkibindeki<br />
karbonhidratın artması için hurma, en harika<br />
tesiri göstermektedir. Ana sütünün bu terkibi ise,<br />
yeni doğan bebeğin hayatı <strong>ve</strong> vücudunun takviyesi<br />
için zarurî olmaktadır. Yüce Allah, Hz. Meryem’e<br />
doğum yaptığı gün hurma <strong>ve</strong> su ile gıdalanmasını<br />
emretmiştir: “Hurma dalını kendine doğru silkele,<br />
üzerine olgunlaşmış taze hurma dökülsün. Ye, iç,<br />
gözün aydın olsun!” (Meryem, 25-26) 6<br />
2. İncir<br />
Kur’ân’da bir yerde geçmektedir: “İncire, zeytine,<br />
Sîna dağına <strong>ve</strong> şu emîn beldeye andolsun.”<br />
(Tîn, 1-3).<br />
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />
incirin Cennet mey<strong>ve</strong>lerinden olduğunu bildirerek<br />
onu şu mübarek sözleriyle methetmişlerdir:<br />
“İncir yiyin. Eğer Cennet’ten inen bir mey<strong>ve</strong><br />
söyleyecek olsaydım, bunun incir olduğunu söylerdim.<br />
Çünkü Cennet mey<strong>ve</strong>lerinin çekirdeği olmaz.<br />
(Çekirdeksiz denmesinden hurma <strong>ve</strong> zeytin<br />
çekirdeği gibi yenilmeden atılan çekirdekler kastedilmektedir).<br />
İncir yiyin, çünkü o, basuru keser,<br />
eklem ağrılarını yok eder.” (Kenz, 10, 44)<br />
İncirin hem mey<strong>ve</strong> hem de ilâç olduğu hakkında<br />
görüşler bulunmaktadır. İncirin latîf bir yiyecek<br />
olduğu, çabuk hazmedildiği <strong>ve</strong> midede fazla kalmadığı,<br />
balgamı azalttığı, ciğerleri temizlediği, mesane<br />
kumlarını önlediği, ciğer <strong>ve</strong> dalağın içindeki<br />
kan sinüslerini <strong>ve</strong> damarları açtığı, mey<strong>ve</strong>lerin en<br />
güzeli <strong>ve</strong> en çok sevileni olduğu söylenmektedir.<br />
Aynı şekilde incirin ağız kokusunu gidermeye, saçı<br />
uzatmaya <strong>ve</strong> felci önlemeye <strong>ve</strong>sile olduğu bildirilmiştir.<br />
İlâç olarak da bedendeki fazlalıkların dışarı<br />
atılması konusunda ondan faydalanılır. 7<br />
İncir posasının bağırsaklardaki toksin maddelerin<br />
atılması, kan kolesterol düzeyinin düşürülmesi,<br />
şeker hastalarında kan şekerinin ânî yükselmesinin<br />
önlenmesi gibi faydaları vardır.<br />
Son zamanlarda incirin anti kanserojen tesiri<br />
üzerinde de çalışmalar bulunmaktadır. Anti<br />
kanserojen tesir yapan maddenin incirdeki<br />
“benzaldehit”den ileri geldiği belirlenmiştir. Benzaldehit,<br />
57 kanserli hasta üzerinde denenmiş,<br />
19’unda tamamen, 10’unda kısmen iyileşme görülmüştür.<br />
19 hastanın durumunun ise daha iyiye<br />
gittiği tespit edilmiştir. 8<br />
Ham incir sütünün, hâricen kullanıldığı takdirde<br />
siğillerin zamanla küçülmesinde hattâ kaybolmasında<br />
rol aldığı söylenmektedir. 9<br />
İncir; müzmin öksürük, bâsur hastalığı, mafsal<br />
ağrıları, boğaz, göğüs <strong>ve</strong> gırtlak sertliğine karşı<br />
faydalıdır. Karaciğer <strong>ve</strong> dalağın temizlenmesinde<br />
tesirlidir. Mideden balgam karışımının temizlenip<br />
atılmasında rol alır. Su <strong>ve</strong> süt içinde kaynatılıp içilirse,<br />
çiçek <strong>ve</strong> kızamık hastalıklarına karşı faydalıdır.<br />
İncir; soğuk <strong>ve</strong> sıcak havadan dolayı meydana<br />
gelen nezle için faydalı olduğu gibi, ağız <strong>ve</strong> dişeti<br />
yaraları için suyu gargara olarak da kullanılır.<br />
İncir; hâmile <strong>ve</strong> emzikli kadınlar için <strong>ve</strong> kulunç,<br />
mafsal, nikriz (gut <strong>ve</strong>ya damla hastalığı. El, ayak başparmağı,<br />
diz <strong>ve</strong> dirseklerde şişkinlik meydana gelir. Ağrı da<br />
vardır) ağrıları <strong>ve</strong> felç hastalıklarına karşı faydalıdır. 10<br />
İncir, nekâhet devresinin kısalmasında, çıbanların<br />
olgunlaşmasında tesirlidir. Lapası, yanık ağrılarının<br />
kesilmesine <strong>ve</strong>sile olur. 11<br />
3. Zeytin<br />
a. Zeytin: Zeytin, Kur’ân’da altı defa geçmektedir:<br />
“İncire, zeytine, Sîna dağına <strong>ve</strong> şu emîn beldeye<br />
andolsun.” (Tîn, 1-3), Zeytinin zikredildiği<br />
diğer âyetler: Nahl, 11; En’âm, 99, 141; Nûr, 35;<br />
Abese 29.<br />
Zeytinin gövde kabukları ile yaprakları iştah<br />
açılmasına, ateş düşmesine, idrar sökülmesine <strong>ve</strong><br />
ishalin önlenmesine <strong>ve</strong>siledir; ayrıca şeker hastalarında<br />
kan şekerinin düşmesinde tesirlidir. Zeytin<br />
yapraklarında tansiyon düşürmede rol alan maddeler<br />
mevcuttur. Çok yüksek olmayan tansiyonlu<br />
hastalarda kullanılabilir. Bağırsak solucanlarının<br />
düşürülmesine yardımcı olur. Zeytin yaprağı mide<br />
için tahriş edici olduğundan yemeklerden sonra<br />
alınmalıdır. Hâricen ise ihtiva ettiği tanin sebebiyle<br />
hafif mikrop öldürücü bir tesiri olduğundan basit<br />
yaraların pansumanında kullanılır. Ayrıca basit 1.<br />
dereceden yanıkların tedavisinde kullanılabilir. 12<br />
22 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
. Zeytinyağı: Kur’ân’da iki defa geçmektedir<br />
“Sina Dağı’ndan çıkan bir nebat da yetiştirdik ki, o<br />
ağaç hem yağ, hem de yiyenlere bir katık çıkarır.”<br />
(Mü’minûn, 20). Bir de Nûr Sûresi 35. âyette geçmektedir.<br />
Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
zeytinyağı ile alâkalı hadîsi: “Zeytinyağını yiyin<br />
<strong>ve</strong> onunla yağlanın. Çünkü o, bereketi bol <strong>ve</strong><br />
mübarek bir ağacın mey<strong>ve</strong>sinden çıkartılmaktadır.”<br />
(Tirmizi, Etime 43; İbn Mace, Etime 34; Ahmed<br />
b. Hanbel, Müsned, 3, 497; Hâkim, Müstedrek, 2, 398)<br />
Çeşitli hayvanî <strong>ve</strong> nebatî yağlarla, margarinler<br />
arasında kolesterol zaviyesinden yapılan bir<br />
mukayesede zeytinyağının onlardan farklı olarak<br />
kandaki kolesterol seviyesini azaltıcı tesirine şahit<br />
olunmuştur. Buna muhtevasındaki zengin doymamış<br />
yağ asitleri <strong>ve</strong>siledir. Dolayısıyla kalb <strong>ve</strong> damar<br />
rahatsızlıklarından şikâyetçi olanların başvurabilecekleri<br />
yegâne yağdır.<br />
Zeytinyağının içerisinde diğer yağlarda bulunmayan<br />
daha çok sayıda bileşikler mevcuttur; bu<br />
bileşiklerin tansiyon düşürücü, şifa, natürel antibiyotik<br />
<strong>ve</strong> sindirime olumlu tesirinin yanında antikanserojenik<br />
tesirlerinden de bahsedilmektedir. 13<br />
Zeytinyağı, İlâhî mesajın haber <strong>ve</strong>rdiği gibi hakikaten<br />
pek harikadır. Bozulmadan uzun müddet<br />
kalabildiği gibi temizlik <strong>ve</strong> aydınlanma işlerinden<br />
ilâç yapımına kadar geniş bir istifade sahasını doldurmaktadır.<br />
14<br />
Bazı âyetlerde zeytin ağacı <strong>ve</strong> zeytinden söz<br />
edilmiş, bazılarında özellikle onun mey<strong>ve</strong>sini<br />
yiyenler için, yağlı <strong>ve</strong> yemek (katık) olarak görülmüştür.<br />
(Mü’minun, 20). Buradan hareketle<br />
Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) asrında<br />
zeytinyağının önemli bir gıda maddesi olduğu<br />
söylenebilir. 15<br />
Zengin besleyici maddeler <strong>ve</strong> vitaminler ihtiva<br />
eden <strong>ve</strong> Kudret mucizesi olarak adlandırılan zeytinyağı,<br />
katı <strong>ve</strong> sıvı yağlar arasında en kolay hazmedilenidir.<br />
Zeytinyağı, kalb-damar hastalıklarının<br />
yanında çocukların beyninin gelişmesinde, kemiklerinin<br />
güçlenmesinde, midenin ülsere karşı korumasında<br />
da tesirlidir; ayrıca bir vitamin deposudur<br />
<strong>ve</strong> hücrelerin yenilenmesinde <strong>ve</strong> yaşlanmanın geciktirilmesinde<br />
rol alır.<br />
Zeytinyağı, A, D, E <strong>ve</strong> K vitaminleri ihtiva ettiğinden<br />
çocuklar için vazgeçilmez besin kaynağıdır.<br />
Zeytinyağı ister soğuk, isterse de sıcak tüketilsin<br />
gastrit asitini azaltır. Safra kesesinin görevini tam<br />
olarak yapmasına <strong>ve</strong>sile olur <strong>ve</strong> yağlar içinde bağırsaklar<br />
tarafından en iyi emilen yağdır. Kandaki<br />
zararlı maddelerin süratle temizlenmesine <strong>ve</strong>sile<br />
olan bir yapıya sahip olduğundan, karaciğerin daha<br />
düzenli <strong>ve</strong> sağlıklı çalışmasına yardımcı olur. Rejim<br />
için zeytinyağı çok idealdir. Sarılıkta faydalıdır.<br />
Eczacılıkta bazı ilaçları hazırlamakta kullanılır. 16<br />
Zeytin aynı zamanda önemli bir panzehirdir.<br />
Dolayısıyla saçların dökülmesini önlemede tesirlidir.<br />
17 Bugün güzellik mütehassısları, tabiî <strong>ve</strong> asitsiz<br />
zeytinyağının saç diplerine sürüldüğünde saçların<br />
pırıl pırıl <strong>ve</strong> eskisinden daha kuv<strong>ve</strong>tli olmasına<br />
<strong>ve</strong>sile olduğunu söylemektedir. Sürülen yağ, cildi<br />
beslemektedir. Araştırmalar, bu yağın düzenli<br />
kullanılması hâlinde, derinin deformasyona uğramasının<br />
engellendiğini, zeytinyağında bulunan E<br />
vitamini sayesinde hücreden kemiklere, beyinden<br />
deriye kadar insan vücudunun yaşlanmaya karşı<br />
korunduğunu göstermiştir.<br />
Zeytinyağı, kanda bulunan zararlı kolesterol<br />
miktarının düşmesinde rol alır, bu da kalb krizi riskinin<br />
düşmesine <strong>ve</strong>sile olur. Batı ülkelerinde çok<br />
rağbet görmesinin en büyük sebebi kalb sağlığıdır.<br />
18 Zeytinyağı dışkıyı yumuşatarak müshil tesiri<br />
gösterir. 19 Ayrıca safra söktürücü tesirlere de sahiptir.<br />
Sabun sanayisinde geniş ölçekte kullanılır. 20<br />
4. Üzüm<br />
Üzüm, Kur’ân’da 11 defa geçmektedir: “Gökten<br />
su indiren O’dur. Sonra Biz onunla her çeşit bitkiyi<br />
çıkarırız. O bitkiden bir filiz, ondan da büyüyüp<br />
birbirinin üstüne binmiş taneler, başaklar çıkarırız.<br />
Hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm,<br />
zeytin <strong>ve</strong> nar bahçeleri yetiştiririz...” (En’âm, 99).<br />
Kur’ân’da üzümün zikredildiği âyetlerin bazıları da<br />
şunlardır: Bakara, 266; Ra’d, 4; Kehf, 32; Yâsîn, 34;<br />
Nahl, 11, 67; İsrâ, 91; Mü’minûn, 19; Nebe’, 32;<br />
Abese, 28.<br />
Üzümden, ilk ortaya çıkan filizlerinden, son<br />
hâline kadar faydalanılır. Filizinden ilk zamanlarda<br />
incecik yeşil iplikler çıkar ki, bunların ekşimtırak<br />
bir tadı vardır; bundan yemek yapmak da mümkün<br />
olur. Sonra koruk çıkar ki, bu da gerek hastalar<br />
<strong>ve</strong> gerek sağlamlar için hoş bir yiyecektir. Bundan,<br />
safra hastalarına faydalı şuruplar da yapılır.<br />
Yemeklere konacak ekşi de kaynatılır ki, bu, ekşili<br />
kaynatılmışların en lezzetlilerindendir. Tam üzüm<br />
olunca da yemişlerin en tatlısıdır. Yaş üzümü askıya<br />
asarak saklamak da mümkün olabilir. Ve bu<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 23
gerçekten biriktirilip saklanan yemişlerin en tatlısıdır.<br />
Üzümden, kuru üzüm, pekmez, pestil, sirke<br />
elde edilir.<br />
Üzümün çekirdeği de faydalıdır. Doktorlar<br />
bundan birtakım terkipler yaparlar ki, bunların zayıf<br />
mideler için çok büyük faydaları olur. (Doktorlar<br />
da üzüm çekirdeklerinin çiğneyip ezerek yemek şartıyla<br />
faydalarının çok büyük olduğunu beyan etmektedirler).<br />
Hâsılı üzüm “yemişlerin sultanı” denmesine değer<br />
bir mey<strong>ve</strong>dir. 21<br />
Üzüm, tıbbî faydaları çok kuv<strong>ve</strong>tli bir gıdadır.<br />
Üzüm ayrıca idrar artırıcı, yatıştırıcıdır; müshil tesiri<br />
de gösterir. Üzüm büyük bir enerji kaynağıdır.<br />
Araba için benzin ne ise insan hareketinde de enerji<br />
odur. Üzüm, kalorisi yüksek olan bir gıdadır. Bu<br />
cihetle üzüm insana canlılık, zindelik <strong>ve</strong>rir. Bedenî<br />
<strong>ve</strong> zihnî gücün artmasında tesirlidir. Kan yapımında<br />
rol alır. Vücutta biriken zararlı maddelerin dışarı<br />
atılmasına <strong>ve</strong>sile olur. Yüksek tansiyonun düşmesinde<br />
rol alır. Mide ülseri, gastrit, karaciğer hastalıkları,<br />
dalak hastalıkları, romatizma <strong>ve</strong> mafsal iltihabında<br />
faydalıdır. Kabızlığın giderilmesinde, kalbin<br />
kuv<strong>ve</strong>tlenmesinde, kanın temizlenmesinde tesirlidir.<br />
Hamilelerin mide bulantısını önlemeye <strong>ve</strong>siledir.<br />
Cilt temizliğini sağlar. Nekahet devresinin<br />
kolayca atlatılmasına yardımcı olur. Böbreklerdeki<br />
kum <strong>ve</strong> taşların düşürülmesine yardımcı olur. 22<br />
Üzümde C vitamini vardır. Bu vitamin, bir binanın<br />
yapıtaşları arasına konan harca benzetilmiştir.<br />
C vitamini eksikliklerinde eklemlerde küçük<br />
kanamalar olur. Bundan başka ciltte solgunluk,<br />
umumi dermansızlık, sinirlilik görülür. Üzümün<br />
yorgunluğa iyi gelmesi, kalorisinin yanı sıra, içindeki<br />
C vitaminindendir. Zindeliğe <strong>ve</strong>sile olan başka<br />
bir madde de üzümdeki A vitaminidir. Sinirliliğin<br />
giderilmesinde C vitamininin rolü vardır, bunun<br />
yanında üzümde bulunan B1 <strong>ve</strong> B6 vitamininin<br />
yanısıra kalsiyum <strong>ve</strong> fosforun da bu hususta tesirleri<br />
vardır. Üzüm yiyenlerde (vitaminler sayesinde)<br />
solgunluk olmayacaktır. Bunun yanında C vitamini<br />
sayesinde kanama odakları bulunmayacak, A <strong>ve</strong><br />
C vitaminleri sayesinde mikrobik hastalıklara <strong>ve</strong><br />
bunların vücutta yapacağı menfî görüntülere rastlanmayacaktır.<br />
23<br />
5. Nar<br />
Nar, Kur’ân’da üç yerde geçer: “Gökten su indiren<br />
O’dur. Sonra Biz onunla her çeşit bitkiyi<br />
çıkarırız. O bitkiden bir filiz, ondan da büyüyüp<br />
birbirinin üstüne binmiş taneler, başaklar çıkarırız.<br />
Hurma tomurcuklarından sarkan salkımlar, üzüm,<br />
zeytin <strong>ve</strong> nar bahçeleri yetiştiririz…” (En’âm, 99).<br />
Kur’ân’da nar ile ilgili diğer âyetler de şunlardır:<br />
En’âm, 141; Rahmân, 68.<br />
Nar hakkında Hz. Ali (k.v.) şöyle buyurmuşlardır:<br />
“Narı içindeki zarı ile beraber yiyiniz, çünkü<br />
mideyi temizler.” 24<br />
Nar mey<strong>ve</strong>si kabuğu, çiçekleri <strong>ve</strong> nar suyu kabız<br />
yapma özelliği sebebiyle ishale karşı kullanılır. 25<br />
Nar suyunun idrar arttırıcı <strong>ve</strong> vücuda <strong>ve</strong> kalbe kuv<strong>ve</strong>t<br />
<strong>ve</strong>rici tesirleri vardır. Zayıflara faydalıdır. Mide,<br />
bağırsak hastalığı olanlar, küçük çocuklar <strong>ve</strong> hamileler<br />
fazla kullanmamalıdır. 26<br />
6. Kiraz<br />
Kiraz, Kur’ân’da bir yerde geçer: “Ashab-ı yemin<br />
ki ne ashab-ı yemin! Ne mutludur onlar! Dalbastı<br />
kirazlar, 27 dolgun salkımlı muzlar, yayılmış<br />
gölgeler... Şırıl şırıl akan sular... Tükenmeyen, eksilmeyen,<br />
hiçbir surette esirgenmeyen birçok mey<strong>ve</strong>ler<br />
içindedirler.” (Vâkıa, 28-33).<br />
Kirazın mey<strong>ve</strong>si, mey<strong>ve</strong> sapları, çiçekleri <strong>ve</strong><br />
gövde kabuklarından faydalanılır. Mey<strong>ve</strong>ler gıda<br />
olarak tüketilmekte, diğer kısımlar ise kurutularak<br />
ilâç yapımına hazır hâle getirilmektedir. Kiraz<br />
sapları atılmamalı, kurutulup saklanmalı. Bunlar<br />
çay gibi demlendirilip içildiğinde, idrar söktürücü<br />
<strong>ve</strong> bedeni toksinlerden kurtarıcı tesire sahiptir.<br />
Mey<strong>ve</strong>lerde şekerler, elma <strong>ve</strong> limon asidi, A <strong>ve</strong> C<br />
vitaminleri, saplar <strong>ve</strong> gövde kabuklarında ise tanin<br />
ile potasyum tuzları vardır. Mey<strong>ve</strong>leri lezzetli bir<br />
gıdadır <strong>ve</strong> aynı zamanda idrar söktürür, böbreklerde<br />
biriken zararlı maddelerin atılmasına yardımcı<br />
olur. 28 Kanın temizlenmesine yardım eder, nıkris,<br />
romatizma, damar sertliği <strong>ve</strong> mafsal kireçlenmesinde<br />
faydalıdır. Karaciğer şişliğine iyi gelir; safra<br />
akışının normale dönmesine, sinirlerin kuv<strong>ve</strong>tlenmesine,<br />
vücut direncinin artmasına, sivilcelerin önlenmesine<br />
<strong>ve</strong> susuzluğun giderilmesine <strong>ve</strong>siledir.<br />
Ağaç kabukları ateş düşürücü <strong>ve</strong> kabız yapıcı bir<br />
tesire sahiptir. Çiçekleri, göğsün yumuşamasında<br />
<strong>ve</strong> öksürüğün giderilmesinde tesirlidir. Yaprakları<br />
müshildir. 29<br />
24 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
7. Muz<br />
Muz, Kur’ân’da sadece bir yerde geçer: “Ashab-ı<br />
yemin ki ne ashab-ı yemin! Ne mutludur onlar!<br />
Dalbastı kirazlar, dolgun salkımlı muzlar, yayılmış<br />
gölgeler... Şırıl şırıl akan sular... Tükenmeyen, eksilmeyen,<br />
hiçbir surette esirgenmeyen birçok mey<strong>ve</strong>ler<br />
içindedirler.” (Vâkıa, 28-33).<br />
Talh-i mendûd, mey<strong>ve</strong>si aşağıdan yukarı istifli,<br />
sıvama muz demektir. Talh, müfessirlerin çoğuna<br />
göre muz ağacıdır. Mendûd da “tarak gibi birbirinin<br />
üzerine dizilmiş” mânâsındadır. 30 Bazıları muz olmadığını<br />
söylemiştir. Bunun dünya muzuna benzer,<br />
mey<strong>ve</strong>si baldan tatlı bir ağaç olduğu zikredilmiştir.<br />
Daha başka türlü mânâ <strong>ve</strong>renler de vardır. 31<br />
Muz, vücudun ihtiyacı olan bütün maddeleri<br />
karşılar. Kemiklerin gelişmesine, nekâhet devresinin<br />
kısalmasına <strong>ve</strong>siledir. Sinir zaafiyeti <strong>ve</strong> yorgunluğun<br />
giderilmesinde bazı tesirleri vardır. Böbrek<br />
<strong>ve</strong> mafsal iltihabında, bağırsak hastalıklarında faydalıdır.<br />
Müzmin kabızlık çekenler fazla yememelidir.<br />
32 Muz olgunlaşınca içindeki nişasta şekere<br />
dönüşür <strong>ve</strong> diğer değerli maddelerle birlikte çabucak<br />
kana karışır. Olgun bir muz 1 saat 45 dakikada<br />
sindirilir. Muz, midede yeni koruyucu hücreler<br />
oluşmasına, ülserin ilerleyişinin durmasına <strong>ve</strong> iyileşmesine<br />
<strong>ve</strong>sile olur. 33<br />
Netice<br />
Kur’ân-ı Kerîm, çeşitli ilim <strong>ve</strong> bilgilerle dolu<br />
bir denizdir. Bu denizin incilerini elde etmek isteyen<br />
kimsenin, onun derinliklerine dalması gerekir.<br />
Şimdiye kadar ilim adamlarının yazdıklarının <strong>ve</strong><br />
kütüphanelerde bulunan, Allah’ın bu yüce kitabına<br />
hizmet maksadıyla meydana getirilen büyük <strong>ve</strong> nefis<br />
kitapların çok olmasına rağmen, Kur’ân, enteresan<br />
bilgilerle; inci <strong>ve</strong> mücevherlerle dolu olarak<br />
kalmakta <strong>ve</strong> zaman zaman bunları bize açmaktadır.<br />
O, akılları <strong>ve</strong> fikirleri hayrete düşürecek şeylerle,<br />
İlâhî nurlarla, kudsî feyizlerle, nuranî hediyelerle,<br />
insanlığı bedbaht hayattan <strong>ve</strong> onun yakıcı ateşinden<br />
kurtarmaya kefil olacak şeylerle doludur.<br />
Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
ifadesiyle; “Onda öncekilerin haberleri gibi,<br />
sonra geleceklerin de haberleri mevcuttur. Aranızda<br />
çıkacak meselelerin (ihtilafların) hükmü<br />
de vardır... Bir de onun bedî (orijinal) mânâları<br />
tükenmez, çok tekrarlanmakla eskimez...” 34 Yani<br />
o tükenmez bir hazinedir. Onun için her asırda<br />
Kur’ân’ın yüzlerce tefsirini yazan değerli âlimler,<br />
Kur’ân’ın değişik yönlerini ele alıp tefsir etmişler,<br />
Müslümanlar da bunlardan istifade etmişler<br />
<strong>ve</strong> etmektedirler. İnşâallah kıyamete kadar da<br />
“Bedî (orijinal) mânâları tükenmez.” hükmünce,<br />
Kur’ân’ın değişik yönleri ele alınıp tefsir edilecek,<br />
kapalı çok yönleri gün yüzüne peyderpey çıkacaktır.<br />
*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
dayduz@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Ac<strong>ve</strong> hurması; Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
Medine’ye hicret ettikten sonra bizzat kendi eliyle dikerek<br />
yetiştirdiği bir hurma cinsinin adıdır. Rengi siyaha<br />
yakın, iri taneli, gayet güzel <strong>ve</strong> lezzetlidir. İbnü’l-Esîr, en-<br />
Nihâye, Ac<strong>ve</strong> md.<br />
2. Ayhan Yalçın, Şifalı Bitkiler Ansk., Geçit Kitabevi 1981, s.549.<br />
3. A.Rıza Karabulut, Tıbb-ı Nebevî Ansk., Ankara 1994,<br />
s.323-326.<br />
4. İbn Kayyim el-Cevziyye, Zâdu’l-Meâd, (trcm. heyet), İst.,<br />
1990, 5, 24.<br />
5. İnci Beşoğlu, Aile Ansk., İst., 1977, 2, 609.<br />
6. Farika Teymur, Kur’ân <strong>ve</strong> Tıb’ta Hurma, Zafer dergisi,<br />
sayı 96, s.30-31.<br />
7. Râzî, Tefsîr-i Kebîr, Tîn suresi tefsiri.<br />
8. Kemal Sümbül, Bilinmeyen Yönleriyle İncir, Sızıntı, sayı<br />
182, s.76-77.<br />
9. Adil Asımgil, Şifalı Bitkiler, İst, 1993, s. 126.<br />
10. A.R.Karabulut, a.g.e., 1, 346.<br />
11. Ayhan Yalçın, a.g.e., s.551.<br />
12. A. Asımgil, a.g.e., s.288-289.<br />
13. C.Kemal Sünbül, Zeytinyağı <strong>ve</strong> Kolesterol, Sızıntı, sayı<br />
141, s.404.<br />
14. Cumhur Erten, Sızıntı, Tabiatın Bağrında, sayı 36, s, 23-24.<br />
15. Der<strong>ve</strong>ze, İ., Kur’ân’a Göre Hz. Muhammed’in Hayatı,<br />
Yöneliş yay, İst., 1989. s.80.<br />
16. Akdeniz’den dünyaya yayılan sağlık <strong>ve</strong> lezzet: Zeytinyağı,<br />
Zaman, 12 Kasım 1995; A.Yalçın, a.g.e., s.610.<br />
17. İnci Beşoğlu, a.g.e., 2, 612.<br />
18. Zaman Gazetesi, 14 Ekim 1995, Zeytinyağı sağlık garantisi.<br />
19. A. Asımgil, a.g.e., s.288-289.<br />
20. Turhan Baytop, Farmakognozi Ders kitabı, İ.Ü. Eczacılık<br />
Fak. yay. 2, 229.<br />
21. H. Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 3, 475.<br />
22. A.Yalçın, a.g.e., s.604; Hasan Günaydın, Kur’ân Işığında<br />
Faydalı Gıdalar <strong>ve</strong> Beslenme, İst. 1995, s.189.<br />
23. Polat Has, Peygamberimizden Günümüze Beslenme,<br />
Töv., yay., İzmir 1991, s.166-169.<br />
24. Ahmed b. Hanbel, Müsned, 5, 382; Mecmau’z-Zevâid, 5, 96.<br />
25. Turhan Baytop, a.g.e., 2, 208.<br />
26. Ayhan Yalçın, a.g.e., 582.<br />
27. Bu şekildeki meâl, Elmalılı’ya aittir.<br />
28. İlhan Yardımcı, Halk ilaçları <strong>ve</strong> şifalı bitkiler, s. 99.<br />
29. Adil Asımgil, a.g.e., s.163; Ayhan Yalçın, Şifalı Bitkiler<br />
Ansk. s. 567.<br />
30. İbn Kayyim Zâdu’l-Meâd, 5,61.<br />
31. H.Yazır, a.g.e., 7, 399.<br />
32. A.Yalçın, a.g.e., s.580; H.Günaydın, a.g.e., s.135.<br />
33. Polat Has, a.g.e., s.186.<br />
34. Tirmizî, Fedâlilü’l-Kur’ân, 14.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 25
YENi ÜMiT<br />
Arhan KARDAŞ*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Mukaddes Yolculuğun<br />
İkliminde<br />
Hac, müslümanlar arasında içtimâî birliği tesis <strong>ve</strong> tecelli ettiren öyle büyük <strong>ve</strong><br />
öyle şümullü bir İslâm şiârıdır ki, onun enginlik <strong>ve</strong> vüs’atini, küre-i arz üzerinde<br />
bir başka mekân <strong>ve</strong> bir başka cemaatte bulup göstermek mümkün değildir.<br />
Hakk’ın Kulu Da<strong>ve</strong>ti<br />
Hakk’a âşık olmuş her gönül, her gün kıblesine<br />
yönelerek Rabb’ine niyazda bulunduğu<br />
Allah’ın evine iştiyak duyar. E<strong>ve</strong><br />
hürmet, ev sahibine hürmettir. E<strong>ve</strong> iştiyak<br />
Hakk’a iştiyaktır. Bu iştiyakın kaynadığı, yerinde<br />
duramaz olduğu, köpürüp taştığı zaman Kâbe’nin<br />
sahibinden da<strong>ve</strong>t gelmiş demektir. Öyle bir da<strong>ve</strong>ttir<br />
ki, vaktini O’ndan başka kimse tayin edemez.<br />
Aynen doğum, ölüm, kıyamet gibi. Kul’un Allah<br />
demesi, Rabbin ‘Lebbeyk’ (Buyur Kulum!) demesinin<br />
tâ kendisidir. Bir de kulun dili ‘Lebbeyk’ demeye<br />
sevk edilmişse belli ki Rabbi ‘Gel’ demektedir.<br />
Kulun Ziyaret Hazırlığı<br />
Kul bir şekilde huzura varacaktır varmasına<br />
ama, sıradan bir misafire giderken bile hazırlık yapılır.<br />
Hakk’ın hâriçteki evini ziyarete giderken iç<br />
evi olan kalbini temizler. Küsleriyle barışır, dargınlarına<br />
selâm, hak sahiplerine hakkını <strong>ve</strong>rir, mânevî<br />
hakları için helâllik temenni eder, bu konuda ısrarcı<br />
olur <strong>ve</strong> bir nevi son yolculuğuna çıkarmış gibi çıkar.<br />
Sonra dünyevî rütbelerinden soyunur. Kendine<br />
mânevî rütbeler <strong>ve</strong>riyorsa onlardan da istifa eder.<br />
Sermayesini kaybetmiş, günahları yığın yığın olmuş,<br />
Hakk’ın merhametine en çok ihtiyacı olduğu<br />
bir hâlde ihrama girer. İhramın alâmeti iki parça<br />
bezdir. Ekseriya rengi beyazdır. Kefen misâl bir<br />
kumaştır, değeri azdır. Mahşeri dünyada yaşayanlar<br />
o bezi de yok sayarlar. Zihinden rafa koyarlar.<br />
Ölmeden ölürler, vakti henüz gelmeden mikate<br />
girerler. Varmadan Hakk’a ererler.<br />
26 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Hacc Niyeti <strong>ve</strong> Kulun İhrama Girmesi<br />
‘Hacc’ kasıt <strong>ve</strong> niyet demektir. Hacc can <strong>ve</strong> mal<br />
ile emektir. Başı, ortası, sonu niyazdır, dilektir. Bu<br />
sebeple onda unutmak mazeret olmaz. Hatırlamak<br />
mârifet olmaz. İhramı bürünenin yasağı artar. Kötü<br />
söz, kem göz, müstehcen kelâm, beden ile haşir neşir<br />
olmak, cedelleşmek, cidalleşmek yasak olmakla<br />
kalmaz cinayet olur. Yaprak, dal, ot koparmak, vahşi<br />
evcil hayvan öldürmek, avlanmak, koku sürünmek<br />
gibi şeyler de yasak olur. Kul bir kere daha anlar ki<br />
Allah’ın mahremi olmak için ‘ihram’ şarttır. Kimi<br />
kullar akarsular gibi dağlardan tepelerden kara vasıtalarıyla<br />
akın ederek, kimisi de turna katarlarını<br />
andıran <strong>ve</strong> gökten gelen cennet kuşları gibi uçaklardan<br />
süzülerek Allah’ın haremine dâhil olurlar.<br />
Hakk’ın Misafirliği <strong>ve</strong> Beytin Huzuru<br />
Kulların her biri ev sahibinin da<strong>ve</strong>tli konuklarıdır.<br />
Aynen dünya misafirhanesinde konuk oldukları<br />
gibi. Birazdan beklenen an gerçekleşecek, kul<br />
kalbinin kılıfıyla karşı karşıya gelecektir. İşte o ân,<br />
nefesler tutulur, gözler yaşarır, bir mazruf olarak<br />
kalb aradığı zarfını, kılıfını bulmak heyecanından<br />
pıt pıt atmaktadır. Nasıl ki kılıç kınına girdiğinde<br />
sükûn bulur, aynen öyle de kalb Kâbe’de bir sükun,<br />
bir sekine, bir emniyet hisseder. Beytullahla gözler<br />
buluştuğunda, heyecandan kelime sarf etmek kolay<br />
olmaz. Kul, içinden ‘Allah’ım şimdi <strong>ve</strong> bundan<br />
sonraki dualarımı kabul et.’ duasını yapı<strong>ve</strong>rir. Ve bir<br />
küp siyahın bütün aydınlığı nasıl bünyesinde topladığına<br />
hayret eder. Akıl bu hayranlıkla sarhoş iken<br />
kalbi, dünyanın başka hiçbir yerinde hissetmediği<br />
bir emniyeti hisseder. ‘Her kim ona dâhil olursa<br />
emin olur.’ âyetinin sırrını keşfeder. Ruh ise kendini<br />
gurbette hissetmez. Harem’in hiçbir unsuru<br />
ona yabancı gelmez. O vakit anlar ki dünyadaki aslı<br />
buradan gelmiştir. Burası onun gerçek vatanıdır.<br />
Kâbe’nin Kapısı Nurla Dolmuş Yapısı<br />
Küp şeklindeki bu yapının aslı dikdörtgen olsa<br />
gerektir. Kureyş bir tamir esnasında ebadını kısaltıp<br />
kübe çevirmiş, Hicr-i İsmail’i dışarda bırakmış.<br />
Bundan olsa gerektir Hz. Nur Efendimiz Rükn-i<br />
Yemânî köşesini <strong>ve</strong> Hacerü’l-Es<strong>ve</strong>d’i selâmlamış<br />
diğer köşelerine selâm <strong>ve</strong>rmeden geçmiştir. Zira<br />
gerçek köşeler ortadan kaldırılmış. Ayrıca kapısı da<br />
zemine bitişikken kadim Araplar herkes giremesin<br />
diye yükseltmişler.<br />
Hakk’ın Yere Uzanmış Eli: Hacer-i Es<strong>ve</strong>d<br />
Efendimiz bir kutlu beyanında: ‘Hacer Allah’ın<br />
yeryüzündeki sağ elidir.’ buyurmuştur. Hakk’ın eli<br />
her şeyin üstündedir, Hacer’le temsil edilmektedir.<br />
Beytini tavaf ederken o el tutulur, selâmlanır. Tavaf<br />
kıyamsız, rükûsuz, secdesiz kılınan bir nevi namazdır.<br />
Beytullah’ın etrafında dönülen her bir şavt<br />
bir rekât gibidir. Her bir şavt Haceri selâmlamakla<br />
başladığına göre bir nevi tekbir alınmış demektir.<br />
Haceri selâmlarken ‘Bismillahi Allahu Ekber’ demek<br />
ne kadar da anlamlıdır. Bu selâm aynı zaman-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 27
da da ‘Ey taş! Sana yönelerek selâm <strong>ve</strong>riyorum fakat<br />
biliyorum ki Allah her şeyden uludur.’ demektir.<br />
Hacer’in <strong>ve</strong> Kâbe’nin hâli melekler karşısında<br />
Âdem’in hâline benzer. Hak Teâlâ öp demiştir,<br />
öpülmüştür, namazda yüzünüzü Kâbe’ye çevirin<br />
ferman etmiştir, uyulmuştur. Makam-ı İbrahim<br />
için de durum farklı değildir. Hepsi mahlûktur <strong>ve</strong><br />
değerlerini Allah’ın gözdesi olmaktan almışlardır.<br />
Tavafın İkliminde<br />
Tavafın zâhiri tıklım tıklımdır, bâtını büyülü<br />
bir iklimdir. Ak urbalar içersinde kara nur’un etrafında<br />
dönülür, tâ zeminden Beytü’l-Ma’mur görünür.<br />
Kul İbrahim’in ayak izinden yürür, huzura<br />
gelir, Musa’nın izinde İsa’yı bulur, Muhammed’in<br />
eserine yüzünü sürer. Bu dört güzel dahi Hacc’a<br />
gelmiştir. Bunlar gibi nice Hakk’ın elçisi, elçisi olmayan<br />
nice yolcusu tavafta ondan ev<strong>ve</strong>l tekbir getirmiş,<br />
ümmetini Hak katına götürmüştür. Bu ulular<br />
kervanında küçük kul, kendi küçüklüğünü bilir,<br />
bunları afvına <strong>ve</strong>sile kılar. Efendiler Efendisi’nin<br />
harfi harfine duaları okunur. Huzurda, yanlış sözden<br />
<strong>ve</strong> gafletten sakınır.<br />
Tavafın ikliminde en az istifade eden kulun hissiyatı<br />
budur. Kim bilir diğerleri daha ne derinlikleri,<br />
daha ne lütf u rahmeti hakkalyakin hisseder. O<br />
mahşerî kalabalık içinde damla gibi görünen nice<br />
derya saklıdır. Bunu hisseden her kul bir başka<br />
kardeşinden dua diler. Zîrâ viraneler içinde nice<br />
hazineler gizlidir. Kimi zaman hiç tanımadığı bir<br />
kardeşinin koluna girer, duasına amin der. Kimi<br />
zaman içten içe yakarır, yanıp biter kül olur. Kimi<br />
zaman ayakları yerden kesilmiş gibi bir başka huzur<br />
hisseder.<br />
Yeryüzünün rahmindeki bu göbek bağından<br />
ruhuna akıp gelen gıdalarla tagaddi eder. Ve bilir ki<br />
bu bağın ucu Sonsuz Rahmet’e bağlanmıştır.<br />
Safa’dan Mer<strong>ve</strong>’ye Yol Gizli Gizli<br />
“Safa” tepesi bir cihetle ‘safiyyullah ’ olan Âdem<br />
atamızı, ‘Mer<strong>ve</strong>’ tepesi de ilk kadın olan Havva<br />
Ana’mızı temsil ediyorsa şayet, sa’y’in (Safa <strong>ve</strong><br />
Mer<strong>ve</strong> arasında 7 kez gidip gelme) manası bir başka<br />
derinlik kazanır. Kul, erkek olsun kadın olsun<br />
Allah yolunda sa’yeden koşturan, çalışıp didinenin<br />
emeğinin boşa gitmeyeceğini bilir. Nitekim bu iki<br />
tepe arasında Hacer Ana’mız 7 kez koşturduktan<br />
sonra kıyamete kadar tükenmeyecek bir hazineye<br />
‘zemzem’e kavuşmuştur. Hak Tealâ ihlâs <strong>ve</strong> samimiyetle<br />
yapılan hiçbir duayı asla boşa çıkarmayacağını<br />
bir kez daha ifade etmiş fakat kavlî duanın fiilî<br />
dualarla desteklenerek koşuşturulması gerektiğini<br />
vurgulamıştır. E<strong>ve</strong>t, âb-ı hayat fışkıracaktır fakat<br />
terlemek lâzımdır. İşte bu iki kutlu tepe arasındaki<br />
sa’y bütün insanlığın emekleme <strong>ve</strong> çabalamasını<br />
temsil eder. Allah’ın sembollerinden bir sembol,<br />
şiarlarından bir şiardır.<br />
Ve Beklenen Mikat ‘Arafat’…<br />
Hacc’ın zir<strong>ve</strong> noktası insanlığın tevbegâhı olan<br />
Arafat’tır. Zaten Hac’dan kasıt tevbe <strong>ve</strong> mağfirettir,<br />
işte onun mekânı burasıdır. Bu sebeple Efendimiz:<br />
Hac, Arafat’tır, buyurmuştur. Allahu a’lem,<br />
Âdem’in mayası buradan alınmış, işlenen günahtan<br />
burada arınmıştır. Bir nice ayrılıktan sonra Havva<br />
anamıza da burada kavuşmuştur. Hakk’ın ata <strong>ve</strong><br />
anayı af<strong>ve</strong>ttiği mekâna evlâtlarını da<strong>ve</strong>t etmesi ne<br />
mânidardır. Hak Tealâ, arınma <strong>ve</strong> temizlenmek<br />
için insanlara fırsat sunmaktadır. Bu cihetle Arafat,<br />
rahmetin enginliğinin olabildiğince hissedildiği<br />
yerdir. Öyle ya imanı <strong>ve</strong> imkânı olan her insana bu<br />
Hac farzdır. Kullar gâh Âdem <strong>ve</strong> Havva’nın (a.s),<br />
gâh sulbünden gelen masum peygamberlerin ağızlarıyla<br />
Hakk’a yalvarırlar. Tabiatlarındaki kötülük<br />
eğilimini, kudretlerinin aczini, zenginliklerinin<br />
fakirliğini itiraf ederler. Cebel-i Rahmet (Rahmet<br />
Dağı) eteklerinde Allah’ın dağ gibi rahmeti karşısında<br />
günahlarının nasıl da küçülüp kaybolduğuna<br />
şahit olur, şükür <strong>ve</strong> hamd ile secdeye kapanırlar.<br />
Bugün yalvarmak, yakarmak, tazarru, niyaz esastır.<br />
Rab ile baş başa kalmak, ferden ferda huzurda bulunmak<br />
esastır. Nasıl olmasın ki, Kâinatın Ser<strong>ve</strong>ri,<br />
Arafat’ta öğle <strong>ve</strong> ikindi namazını birleştirmiş ta<br />
Müzdelife’de gecenin koynuna dek yatsı <strong>ve</strong> akşam<br />
namazlarını cem edeceği ana kadar dua dua yalvarmıştır.<br />
Arafat’ı idrak eden her kul, hayalinde Efendimiz<br />
Hz. Muhammed’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
kıyamete kadar okunacak hutbesini canlandırır.<br />
Ashabına <strong>ve</strong>da ettiği, her beyanı bir sehl-i mümteni<br />
olan hutbesindeki vasiyetleri hatırlar. Hayaliyle<br />
o zamana gider <strong>ve</strong> huzurunda huşu ile sanki yeni<br />
irad oluyormuş gibi o hutbeyi dinler. Emirlerini<br />
gönlüne nakşeder.<br />
Müzdelife <strong>ve</strong> Cemerat<br />
Akşam vakti Müzdelife’ye vardığında rahatlamıştır.<br />
Hacc’ın en önemli rüknünü yapmış, şayet<br />
Hak tevbe <strong>ve</strong> istiğfarını kabul etmişse affolunmuştur.<br />
Ne var ki hayat devam etmektedir <strong>ve</strong> son nefese<br />
kadar hak ile bâtıl, doğru ile yanlış, güzel <strong>ve</strong><br />
çirkin, iman <strong>ve</strong> küfür, günah <strong>ve</strong> sevap arasındaki bu<br />
mücadelesi devam edecektir. Bütün bu mânilere<br />
karşı yalnızca nefsini taşlaması yetmez, bir de onu<br />
tetikleyen <strong>ve</strong> kaderin üstüne musallat ettiği kadim<br />
düşmanı vardır: Şeytan. Nitekim ana <strong>ve</strong> atası<br />
28 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Cennet’ten kovulduklarında, Hak hem Âdem hem<br />
Havva hem de İblis’e hitaben ‘Birbirinize düşman<br />
olarak yeryüzüne inin!’ emretmiştir. Âdem<br />
<strong>ve</strong> Havva’nın düşmanlıkları Arafat’ta sona erse de<br />
ortak düşmanları İblis’in nefret <strong>ve</strong> husumeti bütün<br />
dessaslığıyla ortada durmaktadır. İşte İblis <strong>ve</strong> bütün<br />
a<strong>ve</strong>nesine karşı sembolik mücadelenin <strong>ve</strong>rileceği<br />
yerdir Cemerat.<br />
Şeytan taşlanacak taşlanmasına fakat ona darbeyi<br />
vuracak taş hangi taş? İlk taşlar büyük şeytana<br />
yani İblis’e atılacak. Hz. Muhammed (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bu taşları Müzdelife’de toplamıştır.<br />
Müzdelife’nin taşında bir alâmet var. Kâinat’ın doğduğu<br />
senede gerçekleşen Kâbe’nin Ebrehe tarafından<br />
yıkılmak istenmesi… Üşenmeyip bin kilometreden<br />
filler getiren Ebrehe’nin ordusunu Ebabil<br />
kuşlarının gagasındaki küçük taşlar helâk etmiştir.<br />
‘Siccil’ denen o taşlar, toprağın taşlanmış hâlini ifade<br />
eder. Müzdelife ‘Siccil’in atıldığı, fillerin parça<br />
parça oldukları <strong>ve</strong> Ebrehe ordusunun hezimetle<br />
dağıldığı mekândır. O fındıktan küçük nohuttan<br />
büyük o semavi taşlar şimdi de şeytana atılacaktır.<br />
Kul bununla idrak eder ki, Allah’ın düşmanı ancak<br />
Allah’ın silahıyla mağlup edilebilir. Sembolik<br />
şeytanları taşlarken de ‘Sen atmadın, attığında gerçek<br />
atan Allah idi’ âyetinin sırrı ona malum olur.<br />
İnsanlığın Diyeti Kurban<br />
Nihayet şükür kurbanını keser. Kurban<br />
İsmail’in (a.s) Allah katındaki diyeti olduğu gibi,<br />
bütün insanlığın da kesilip kurban edilmesinin<br />
diyetidir. İnsan bedenini kurban etmek ebediyen<br />
yasaklanmıştır. Hacc’ın kurban menasiki insana<br />
çevreye ait sorumluluğunu bir kere daha hatırlatır.<br />
Bir sineğin, bir ağacın bir koyun kadar, insana ait<br />
bir hatanın bir sığırın ya da de<strong>ve</strong>nin hayatına mal<br />
olacak kadar neticeleri olduğunu bildirir. Bütün<br />
bu hatalara ‘cinayet’ ismi <strong>ve</strong>rmekle, hayvan, bitki<br />
<strong>ve</strong> çevreye karşı kayıtsızlığın ne demek olduğunu<br />
ifade eder. Her ihmal <strong>ve</strong> hatanın bir maliyeti olduğunu<br />
fakat çözümsüz olmadığını da vurgular.<br />
Traş, İhram’dan Çıkış <strong>ve</strong> İfâza Tavafı<br />
En mühim menasik bitmiş sıra ihramdan çıkmaya<br />
gelmiştir. Helâllerin haram olduğu hâlden<br />
çıkarken kul başını Allah’a doğru uzatır. Saçları<br />
tam tekmil traş olurken: ‘Allah’ım, bu benim alnımdır,<br />
senin rızan için yaptığım Hacc’ımı kabul<br />
et <strong>ve</strong> günahlarımı affet!’ der. Başını usturaya uzatmakla<br />
Allah’a olan inkıyadını ifade eder. Saçları bir<br />
bir düşerken ‘saçları sayısınca günahlarının affolmasını’<br />
talep eder.<br />
Nihayet diyeti ödenmiş <strong>ve</strong> başı Hakk’a feda<br />
olan kullar olarak Allah’ın Harem’ine girer. Şimdi<br />
ihramsız tavaf edecektir. Zîrâ artık mahrem olmuştur.<br />
Hacc’ın üç büyük rüknünden olan bu son<br />
tavafa ‘ziyaret’ ya da ‘ifâza tavafı’ denir. Mina’dan<br />
tekbirlerle akıp gelen milyonların gönül kapları taşarak<br />
icra ettikleri tavaftır bu. Bu tavafın akabinde<br />
bir koşuşturma olan ‘sa’y’ yapılacaktır. Bütün bunlar<br />
bittiğinde nihayet bunu ‘<strong>ve</strong>da tavafı’ takip edecek<br />
bununla Beytullah’a <strong>ve</strong>da edilecektir.<br />
Mukaddes Veda<br />
Hac bir kasıttır <strong>ve</strong> nüsükü (yapılması gereken<br />
ibadetleri) çoktur. Hepsini yerli yerince, eksiksiz<br />
<strong>ve</strong> tam zamanında yapmak herkese nasip olmaz.<br />
O yüzden telâfi adına cinayet kurbanları<br />
imdadımıza yetişir. Hem İnsanlığın Efendisi Hz.<br />
Muhammed’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) huzuruna<br />
gelip erken taş atan, geç kurban kesen nice insanlar<br />
gelip menasikten sormuşlardır. Arafat’tan sonra<br />
sorulan bu sorulara istisnasız ‘yap, bir beis yoktur’<br />
diye cevap <strong>ve</strong>rmiştir. O’nun bu tavrı –Allahu a’lem-<br />
Arafat’ta insanların affolduğuna işaret eder. Kul bu<br />
mukaddes beldelerin asıl vatanı olduğunu bir kez<br />
daha hisseder. Zira kişinin vatanı affolduğu yerdir.<br />
Bu nedenle olsa gerek, mukaddes yolcu vatan<br />
bildiği beldelere dönünce kendini gurbette hisseder.<br />
Başlangıçta aklına zaid görünen tekrar tekrar<br />
hacca gitme arzusunu kalbi tashih eder. Çünkü artık<br />
her yıl gitmek istemektedir.<br />
Büyük müceddit, Hüccetü’l-İslâm İmam Gazzali<br />
‘Hacc’ın Esrarı’ adlı kitabında der ki: ‘Hacc’ın<br />
her menasikinde aklîlik aramamak lâzımdır. Hac,<br />
aklın da Allah’a itaatini ifade eder.’ Bu görüşe şaşırmamak<br />
elde değildir. Zîrâ Hacılar yapılan ibadetlerde<br />
hiçbir gayr-i mâkullük görmezler. Hazretin<br />
bu görüşünü ibadetin ‘taabbüdî’ oluşu şeklinde anlamak<br />
en doğrusu olsa gerektir.<br />
Hac farizasının içinden sayılmayan fakat<br />
Müslüman’ın kendisine hem fert hem de toplum<br />
olarak borçlu olduğu Efendiler Efendisi’ni ziyaret<br />
vardır. Hac boyunca kendisi adım adım takip<br />
edilmeye çalışan Kâinatın Ser<strong>ve</strong>ri’ni görmeden<br />
dönmek olacak şey değildir. Fakat O’nun ziyareti,<br />
O’nun köyü başlı başına bir iklimdir. Kâbe gibi<br />
O’nun iklimine girmeden anlaşılacak gibi de değildir…<br />
* Araştırmacı-Yazar<br />
arhan.kardas@yeniumit.com.tr<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 29
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Hz. Peygamber’in<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
EVRENSEL RAHMET OLUŞU<br />
O, Allah’ın insanlığa mücessem bir rahmet hediyesiydi <strong>ve</strong> en son rehberiydi,<br />
Kur’ân’ın âyetleri bunun delili, O’nun siyer-i seniyyesi de<br />
bunun apaçık bir burhanıdır.<br />
Yüce Allah, mesajını insanlara tebliğ edip açıklayacak<br />
<strong>ve</strong> insanları hak yola çağıracak peygamberler<br />
göndermiştir. Gönderilen peygamberlerin<br />
ilki Hz. Âdem, sonuncusu ise Hz.<br />
Muhammed’dir (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem). Bütün<br />
peygamberlerde bulunması gereken ortak özellikler<br />
vardır. Kur’ân, bu özellikleri çeşitli âyetlerde<br />
zikretmekte, son peygamber Hz. Muhammed’i<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) çeşitli özellikleriyle<br />
bize tanıtmaktadır. O özelliklerden biri de onun<br />
âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olmasıdır.<br />
Bu yazıda Hz. Muhammed’in (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem) evrensel rahmet oluşu açıklanmaya çalışılacaktır.<br />
Önce Hz. Peygamber’in âlemlere rahmet<br />
olarak gönderilmesini Enbiya Sûresi’nin 107.<br />
âyeti ışığında izah edip daha sonra Siyer-i Nebi'den<br />
O’nun rahmet <strong>ve</strong> merhametine örnekler <strong>ve</strong>receğiz.<br />
Sevgili Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
bu konudaki hadîs-i şerîflerini de göz önünde bulundurarak<br />
izah etmeye çalışacağız.<br />
Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Evrensel<br />
Bir Rahmettir<br />
“(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet<br />
olarak gönderdik.”(Enbiya, 21/107.)<br />
Bu âyette geçen iki önemli kavram vardır. Bu<br />
kavramlardan birincisi, rahmet, ikincisi ise, âlem<br />
kavramıdır. Âyete mânâ <strong>ve</strong>rmeden önce bu iki<br />
kavramı açıklamamız yerinde olur kanaatindeyiz.<br />
Rahmet; “incelik, acıma, şefkat etme, merhamet<br />
etme, affetme <strong>ve</strong> mağfiret” mânâlarına gelmektedir.<br />
(İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, XII, 230.) Âlem<br />
ise; “duyu <strong>ve</strong> akıl yoluyla kavranabilen <strong>ve</strong>ya mevcudiyeti<br />
düşünülebilen, Allah’ın dışındaki varlık <strong>ve</strong><br />
olayların tamamı”nı ifade eder. Bu açıklamalardan<br />
sonra âyetin mânâsını şöyle ifade edebiliriz: Allah,<br />
insanlara merhametinden dolayı onları hurafelerden,<br />
kötü huylardan kurtarmak <strong>ve</strong> doğru yola yöneltmek<br />
için Hz. Muhammed’i (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem) âlemlere rahmet olarak göndermiştir.<br />
30 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Bu âyette geçen “âlemîn” kelimesiyle bütün<br />
yaratıklar kastedilmektedir. 1 Yani Sevgili Peygamberimiz<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bütün varlık için<br />
bir rahmet <strong>ve</strong>silesidir. “Âlemler”den maksadın,<br />
Resulüllah’ın, kendilerine peygamber olarak gönderildiği<br />
bütün insanlar mı yoksa sadece mü minler<br />
mi olduğu hakkında farklı görüşler zikredilmiştir.<br />
Abdullah b. Abbas’tan nakledilen bir görüşe göre<br />
buradaki âlemlerden maksat; Resulüllah’ın (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) kendilerine peygamber olarak<br />
gönderildiği bütün varlık lardır. Bunların mümin<br />
<strong>ve</strong>ya kâfir olmaları fark etmez.<br />
Bu âyetteki rahmet kelimesinin cümledeki konumu<br />
hakkında de ğişik kanaatler ileri sürülmüştür.<br />
Bu kanaatlerden biri bu kelimenin cümlede “hâl”<br />
oluşudur ki bu takdirde âyetin mânâsı “Biz, seni<br />
ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” şeklinde<br />
olur. 2 Diğer bir yaklaşıma göre de rahmet kelimesi<br />
“ersele” fiilinin “mef’ûlün leh”i olmaktadır ki bu<br />
takdirde de mânâ: “Biz, seni ancak âlemlere merhametimizden<br />
dolayı gönder dik.” şeklinde olur. 3 Biz<br />
de bu ikinci mânâyı tercih ederek yorumumuzu<br />
ya pacağız. Yüce Allah, doğru yoldan çıkıp inkâra,<br />
şirke düşmelerinden dolayı insanlara merhamet<br />
etmek istemiştir. İşte o merhametten dolayı Hz.<br />
Peygamber’i (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) göndermiştir.<br />
Başka bir ifade ile Hz. Peygamber, Allah Teâlâ’nın<br />
insanlara olan merhametinin bir tezahü rüdür.<br />
Yağmur nasıl bir rahmet olarak yeryüzünün hayat<br />
bulmasına <strong>ve</strong>sile oluyor ise, Sevgili Peygamberimiz<br />
Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) de<br />
insanlığın mânen hayat bulmasına <strong>ve</strong>sile olmuştur<br />
<strong>ve</strong> kıyamete kadar da olmaya devam edecektir. İnsanlık<br />
onun sayesinde içine düşmüş olduğu küfür<br />
<strong>ve</strong> dalâletin o korkunç girdabından kurtulmuş, hakikati<br />
görmüş <strong>ve</strong> imanla müşerref olmuştur. Kendi<br />
öz kız çocuklarını bile diri diri toprağa gömebilecek<br />
kadar vahşileşip insanlık sınırından çıkmış olan<br />
toplumlar onun neşretmiş olduğu nur sayesinde<br />
insan-ı kâmil olma yoluna girmiştir. İşte bu yönüyle<br />
o, bütün insanlık için başlı başına bir rahmettir.<br />
O getirdiği dinî <strong>ve</strong> ah lâkî prensipler sebebiyle<br />
insanlık için bir rahmet olmuştur. Nitekim kendisi<br />
de bir hadisinde “Ben bir rahmet <strong>ve</strong> hidayet<br />
rehberiyim.”(Dârimî, Mukaddime, 3.) buyurmuş.<br />
Müşriklere beddua etmesini teklif edenlere, “Ben<br />
lânetçi olarak değil, âlemlere rahmet olarak gönderildim.”<br />
diye cevap <strong>ve</strong>rmiştir. 3<br />
Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) evrensel<br />
rahmet oluşunu farklı başlıklar altında incelemek<br />
istiyoruz:<br />
1- Müminlere Merhameti<br />
Allah Resulü’nün (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) temsil<br />
ettiği rahmetten öncelikle müminler istifade etmiştir.<br />
Çünkü O, müminlere karşı rauf <strong>ve</strong> rahîmdir.<br />
“Andolsun, size kendi içinizden öyle bir Peygamber<br />
gelmiştir ki, sizin sıkıntıya düşmeniz ona çok<br />
ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı<br />
da çok şefkatli <strong>ve</strong> merhametlidir.”(Tevbe, 9/128.)<br />
Bu âyet, Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
Müminlere olan şefkat <strong>ve</strong> ilgisini, onlar için nasıl<br />
endişelendiğini, kendisine inananların sıkıntılarına<br />
tahammül edemediğini, bunların kendisine çok<br />
ağır geldiğini, müminlere olan şefkat <strong>ve</strong> merhametini<br />
çarpıcı bir şekilde ifade etmektedir.<br />
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
ümmetine öyle düşkündür ki, ümmetinin dünya<br />
<strong>ve</strong> ahirette sıkıntıya düşmesi onu çok üzerdi. O’nu<br />
en çok düşündürüp üzen de ümmetinden cehennem<br />
azabına düşecek olanların halidir. Ümmetinin<br />
Cehennem azabına düşmemesi için onları her konuda<br />
uyarmış <strong>ve</strong> ikaz etmiştir. Bizleri bir baba şefkatiyle<br />
iyilik <strong>ve</strong> güzelliklere yönlendirmiştir. Nitekim<br />
bir hadîs-i şerîflerinde “Hiç şüphesiz ben size<br />
bir babanın evlâdına olan durumu gibiyim.”(Ebu<br />
Davud, Taharet, 4.) buyurmuştur.<br />
Görüldüğü gibi Efendimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem), ümmetine şefkat <strong>ve</strong> merhameti bir babanın<br />
evlâdına olan şefkat <strong>ve</strong> merhameti gibidir. Onun<br />
rahmeti sadece kendi zamanında yaşayan müminlere<br />
yönelik değildir. Kıyamete kadar gelecek olan<br />
bütün ümmetini kapsamaktadır. Onun ümmetine<br />
düşkünlüğü her gece sabahlara kadar ümmeti<br />
için dualarla Rabb’ine yakarmasına sebep olurdu.<br />
Nitekim bir gün ellerini kaldırmış: “Allah’ım,<br />
ümmetimi koru, ümmetime acı!” diyerek ağlayarak<br />
dua ederken, Yüce Allah, Cebrail’e: “Ey<br />
Cebrail! Git Muhammed’e niçin ağladığını sor!”<br />
buyurur. Cebrail, geldiğinde Efendimiz ümmeti<br />
için ağladığını söyler. Cebrail, Allah’ın huzuruna<br />
döner <strong>ve</strong> durumu anlatır. Yüce Allah buyurur<br />
ki: “Ey Cebrail! Muhammed’e git <strong>ve</strong> şunu söyle:<br />
Biz seni ümmetin hakkında hoşnut edeceğiz, asla<br />
üzmeyeceğiz.”(Müslim, İman, 346.)<br />
Resulullah’ın (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) müminler<br />
için bir rahmet olması hem dînî, hem de<br />
dünyevî yöndendir. Dînî yönden rahmet olması:<br />
Hz. Peygamber, insanlar câhiliye dediğimiz karanlık<br />
bir devirde, dalâlet içerisindeyken <strong>ve</strong> aynı zamanda<br />
Ehl-i Kitab’ın da, kendi kitaplarında ihtilâfa<br />
düştükleri bir dönemde gönderilmiştir. Böylece<br />
Allah onu, gerçeği aramaya <strong>ve</strong> kurtuluş ile mükâfatı<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 31
kazanmaya hiçbir yolun bulunmadığı bir zamanda<br />
göndermiş, onunla insanlara, hidayete giden yolları<br />
göstermiştir. Dünyevî bakımdan rahmet olması ise<br />
şöyledir: İnsanlık O’nun sayesinde pek çok zilletten,<br />
harpten, kargaşadan kurtulmuş, gerçek sulha<br />
<strong>ve</strong> huzura kavuşmuştur. 4<br />
Müminler, O’na iman etmek, O’nu sevip örnek<br />
edinmek, O’nun insanlığa getirmiş olduğu evrensel<br />
prensipleri hayatlarında tatbik etmekle hem<br />
dünya hem de ahiret mutluluğuna nail olmuşlardır.<br />
2- Kadınlara Merhameti<br />
İslâm’dan önce kadınlar çok perişan hâldeydiler.<br />
Kadının ne ailede ne de toplumda hiçbir hakkı<br />
yoktu. Kadınlar âdeta alınıp satılan bir mal durumundaydı.<br />
Hattâ İslâm’dan önce insanlar, kadın<br />
nedir? Bir ruhu var mıdır, yok mudur diye tartışmaktaydılar.<br />
Kadın, toplumda daima hor görülen<br />
<strong>ve</strong> aşağılanan bir yaratık olarak değerlendiriliyordu.<br />
Kız çocukları diri diri toprağa gömülüyordu. Kadınlar<br />
şefkat <strong>ve</strong> merhamete muhtaçtılar.<br />
Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
bütün insanlığı kuşatan şefkat <strong>ve</strong> merhameti kısa<br />
zamanda kadınlar üzerinde de görülmeye başladı.<br />
Onları insanların ayakları altında ezilmekten kurtararak<br />
o kadar yüceltmiştir ki, “Cennet anaların<br />
ayakları altındadır.”(Nesâî, Cihâd, 12.) buyurarak,<br />
cennete girmeyi annelerin rızalarıyla eş tutmuştur.<br />
Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ailesini çok se<strong>ve</strong>r,<br />
eşlerine şefkat <strong>ve</strong> merhametle muamele ederdi.<br />
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
erkeğin kadına iyi davranması gerektiği hususunda<br />
ümmetine şu tavsiyelerde bulunurdu:<br />
“Size hanımlarınıza iyi davranmanızı tavsiye<br />
ediyorum.”(Tirmizî, Rada, 11; İbn Mace, Nikâh, 3.)<br />
“En hayırlınız hanımlarına karşı iyi davrananınızdır.”(Canan,<br />
İbrahim, Hadis Ansk, XVII, 212.)<br />
“Müminlerin iman bakımından en mükemmeli<br />
ahlâkı en iyi olanıdır. Hayırlınız, kadınlara karşı<br />
hayırlı olanınızdır.”(Tirmizî, Rada, 11; Ebu Davud,<br />
Sünen, 14.)<br />
“Sizden biriniz hanımına karşı kin beslemesin,<br />
onun bir huyunu beğenmezse bir başka huyunu<br />
beğenir.”(Tirmizî, Rada, 61.) İşte bu hadîslerde Hz.<br />
Peygamber (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), kadınlara anlayışlı<br />
davranmayı tavsiye etmektedir.<br />
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) zaman<br />
zaman ev işlerinde hanımlarına yardımda bulunurdu.<br />
Koyunları sağması, ev süpürmesi, elbisesini <strong>ve</strong><br />
ayakkabılarını tamir etmesi, de<strong>ve</strong>yi yemlemesi, çocuklarla<br />
ilgilenip ihtiyaçlarını görmesi, hep onun<br />
bu merhamet <strong>ve</strong> şefkatinin neticesi değil midir?<br />
Efendimiz yemek ayırımı yapmazdı. E<strong>ve</strong> geldiğinde<br />
eşi ne yemek hazırlamışsa oturur yer <strong>ve</strong><br />
Allah’a hamdederdi.<br />
3- Yetimlere Merhameti<br />
Yetim, küçük yaşta babasını kaybeden kişidir.<br />
Dolayısıyla küçük yaşlarda anne-babasını kaybeden<br />
çocuklar, sevmeye, sevilmeye, merhamete, bakıma,<br />
gü<strong>ve</strong>ne, nasihate <strong>ve</strong> eğitilmeye muhtaçtırlar.<br />
Yetimler, ana-babasızlığın doğurduğu duygusal eksikliği,<br />
maddi yoksulluktan daha fazla hissederler.<br />
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
kendisi küçük yaşta yetim kaldığı için yetimlerin<br />
hâlini çok iyi anlar <strong>ve</strong> yetimlere daima şefkat <strong>ve</strong><br />
merhametle davrandığı gibi Müslümanlara da yetimler<br />
hakkında şefkat <strong>ve</strong> merhametle davranmayı<br />
emrederdi.<br />
Yetimlerin sadece başını okşamak bile, çok büyük<br />
bir sevap <strong>ve</strong> Cennet müjdesidir. Efendimiz<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bu sevabı şöyle ifade buyururlar:<br />
“Kim sırf Allah rızası için şefkatle yetimin başını<br />
okşarsa, elinin değdiği saçlar sayısınca ecir <strong>ve</strong><br />
sevap kazanır. Yanındaki yetime iyilik yapan kimse<br />
ile ben şu iki parmak gibi Cennet’te beraber olacağız.”<br />
Daha sonra da orta parmağı ile işaret parmağının<br />
aralarını açarak gösterdi.(Ahmed b.Hanbel,<br />
el-Müsned, V, 250.)<br />
Nitekim katı kalbli oluşundan şikâyet eden bir<br />
kimseye Sevgili Peygamberimiz; yoksulları doyurmasını,<br />
yetimleri sevindirmesini, başlarını okşamasını<br />
tavsiye buyurmuşlardır.(Ahmed b.Hanbel, age.,<br />
II, 263, 387.)<br />
Ebu Seleme seçkin sahabilerden biriydi. Bir savaşta<br />
şehit düşmüştü. Geriye beş yetim çocuk bırakmıştı.<br />
Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem) Ümmü Seleme ile evlenmiş <strong>ve</strong> yetim kalan<br />
çocuklarına öz babalarını aratmayacak derecede<br />
şefkat <strong>ve</strong> merhametle davranmıştır.<br />
4- Çocuklara Merhameti<br />
Çocuklarımız bizlere Allah’ın bir emanetidir.<br />
Emanetlere gereken değeri <strong>ve</strong>rmeliyiz. Nitekim<br />
Yüce Allah bu hususta şöyle buyuruyor: “Ey<br />
iman edenler! Kendinizi <strong>ve</strong> çoluk çocuğunuzu<br />
yakıtı insanlar <strong>ve</strong> taşlar olan cehennem ateşinden<br />
koruyunuz.”(Tahrim, 66/6.)<br />
Anne-babalar çocuklarına, Allah’ın <strong>ve</strong>rdiği bir<br />
emanet nazarıyla bakmalıdırlar. Ailevî mesuliyetlerini<br />
yerine getirmemek anne-babanın kıyamet<br />
günü sorguya çekilecekleri bir konudur.<br />
32 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) çocuklarıyla<br />
olan münasebetlerinde de daima onlara<br />
şefkat <strong>ve</strong> merhametle davrandığını <strong>ve</strong> onları İslâmî<br />
terbiye ile yetiştirdiğini görmekteyiz.<br />
Çocuklara karşı sınırsız bir sevgi <strong>ve</strong> şefkat gösteren<br />
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />
onlarla çok sıkı münasebetler kurmuş, etrafındaki<br />
bütün çocuklarla yakından ilgilenmiştir. Enes b.<br />
Malik (r.a) “Peygamberimiz ailesine <strong>ve</strong> çocuklarına<br />
karşı insanların en şefkatlisi idi.”(Münavî, Feyzu’l-<br />
Kadir, V, 167.) demektedir. Zîrâ Peygamber Efendimiz<br />
iyi <strong>ve</strong> müşfik bir baba idi. Çocuklarına samimi<br />
<strong>ve</strong> içten bir sevgi besliyor, yeri geldikçe de bu<br />
sevgiyi gösteriyordu.<br />
Hz. Peygamber Efendimiz, çocuklara âdeta<br />
yetişkin bir insan muamelesi yapardı. Resulüllah<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), çocuklara selâm <strong>ve</strong>rir,<br />
onların hâl-hatırlarını sorar, hastalandıklarında ziyaretlerine<br />
gider, zaman zaman onlarla şakalaşır,<br />
eğlenir, çocukları omzuna sırtına bindirirdi; onları<br />
asla azarlamazdı. (Buharî, Edeb, 81; Müslim, Selam,<br />
15.)<br />
Enes b. Malik (r.a) Rasulüllah’ın (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem) çocuklarla karşılaştığı zaman onlara: “es-<br />
Selâmü aleyküm yâ sıbyân” (Selâm size ey çocuklar)<br />
diye selâm <strong>ve</strong>rdiğini; çok sevdiği küçük kuşu ölmüş<br />
olan kardeşine ise “Yâ Ebâ Umeyr, küçük kuşun<br />
ne oldu?” diye hal hatır sorduğunu, onu üzgün<br />
görünce de teselli ettiğini nakleder. (Bkz., Buharî,<br />
Edeb, 81; Müslim, Edeb, 30.)<br />
Efendimiz bütün insanlara <strong>ve</strong> özellikle de küçük<br />
çocuklara çok şefkatli <strong>ve</strong> merhametli davranmıştır.<br />
Torunlarını namazda bile omzunda taşımış, zaman<br />
zaman onların <strong>ve</strong> diğer çocukların oyunlarına katılmıştır.(Buharî,<br />
Edeb, 81, 112; Müslim, Edeb, 30.)<br />
Yıllarca hizmetinde bulunan Enes b. Malik şöyle<br />
demiştir: “Aile fertlerine karşı Allah Resulü’nden<br />
daha şefkatlisini görmedim.”(Müslim, Fazail, 63;<br />
Ahmed b.Hanbel, age., III, 112. )<br />
Nitekim Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem) kendisine: “Ey Allahın Resulü! Siz çocuklarınızı<br />
öper misiniz?” diyen bir bedeviye karşı: “Allah<br />
senin gönlünden şefkat <strong>ve</strong> merhameti çekip çıkarmışsa<br />
ben ne yapabilirim?” buyurmuştur.(Buharî,<br />
Edeb, 18, 112; Müslim, Fazail, 64; İbn Mace, Edeb, 3.)<br />
5- Düşmanlarına Merhameti<br />
Kur’ân’ın birçok âyetinde affedici olmak teşvik<br />
edilmiş <strong>ve</strong> insanları affedenlerin büyük ecir<br />
<strong>ve</strong> mükâfata erişecekleri bildirilmiştir. 5 Kur’ân’ın<br />
canlı örneği olan Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem) de hayatı boyunca insanları affetmeyi<br />
kendisine şiar edinmiştir. Hz. Peygamber (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem), insanlar içinde en çok eziyet<br />
çekenlerden, en çok hakarete <strong>ve</strong> haksızlığa uğrayanlardan<br />
olmasına rağmen, en çok affeden <strong>ve</strong><br />
merhamet edenlerdendir. Böyle olması çok normal,<br />
çünkü Rabbi O'nu, ilâhî rahmetin bir tecellisi<br />
olarak, bütün âlemlere rahmet olarak göndermiş <strong>ve</strong><br />
“Seni âlemlere, ancak <strong>ve</strong> ancak bir rahmet olarak<br />
gönderdik.”(Enbiya, 21/107.) buyurmuştur. Nasıl<br />
Allah’ın diğer bir rahmeti olan yağmur, herkesin<br />
bağına, tarlasına, bahçesine, yağıyor; onların azgınlıklarını<br />
görmüyorsa O da, herkese, hatta en sevdiklerini<br />
öldürenlere karşı bile affı <strong>ve</strong> merhameti<br />
sunuyordu. O'nun bütün hayatı rahmet <strong>ve</strong> merhamet<br />
örnekleriyle doludur. Çünkü O, rahmetin tâ<br />
kendisidir. Kendisine <strong>ve</strong> arkadaşlarına dinlerinden<br />
ötürü en zalimce <strong>ve</strong> kötü davranışlarda bulunan<br />
düşmanlarına beddua etmesi istendiğinde onların<br />
doğru yolu bulabilmeleri için ellerini açıp onlara<br />
dua etmiştir.<br />
O'nun düşmanlarına dahi engin şefkatini, sınırsız<br />
merhametini gösteren birçok olay mevcuttur.<br />
Burada sadece birini izah etmekle yetinelim.<br />
Bir gün, İslâm’ı yaymak <strong>ve</strong> davasını anlatmak<br />
için, azatlı kölesi Zeyd ile Mekke’nin yakınındaki<br />
Tâif’e gitmişti. Tâifliler, Peygamber Efendimiz’i<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) çok çirkin bir şekilde karşıladılar.<br />
Oranın ileri gelenlerinden Amr b. Umeyr<br />
oğulları, Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ile<br />
alay ettiler. Onlardan biri: “Allah, peygamber olarak<br />
gönderecek Senden başka birini bulamadı mı?”<br />
derken, diğeri: “Vallahi ben Seninle kesinlikle konuşmam.<br />
Çünkü Sen gerçekten peygambersen,<br />
sana hitap edemeyeceğim kadar benden yücesin.<br />
Eğer Allah adına yalan söylüyorsan, yani olmadığın<br />
halde peygamber olduğunu söylüyorsan, Seninle<br />
konuşmayı kendime yakıştıramam.” diyordu. Bununla<br />
da kalmadılar… Peygamber Efendimiz (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem), onların Mekke kâfirlerinden<br />
farklı olmadığını anlayıp geri dönerken, elleri titremeden<br />
çocuklara <strong>ve</strong> kölelere, üç mil (5 km) boyunca<br />
O âlemlere rahmet <strong>ve</strong>silesini taşlattırdılar, her<br />
tarafını kan revan içinde bıraktılar. Yorulup oturdukça,<br />
taşlayarak, yola devama mecbur bıraktılar.<br />
Ayakkabısı kanla dolmuş iken gelip, “Ey Allah’ın<br />
Resulü, beni Rabbin gönderdi, emrindeyim, istersen<br />
bunları şehirleriyle birlikte tarumar edeyim.”<br />
diyen Cebrail’e (a.s) “Hayır, Ey Cebrail! Ben insanları<br />
helâk etmek için değil, helâkten kurtarmak<br />
için geldim. Olur ki bunların neslinden zamanla<br />
bir tek de olsa Müslüman çıkar.” cevabını <strong>ve</strong>rdi <strong>ve</strong><br />
Rabbine ellerini açıp, “Ey Rabbim! Sen bunlara hi-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 33
dayet eyle. Onlar bilmiyorlar, onun için böyle yapıyorlar.”<br />
diye dua etti. (Buharî, Enbiya, 54; Müslim,<br />
Cihad, 104, 105; Ahmed b.Hanbel, age., I, 380.) Bu<br />
rahmet değil de nedir?<br />
Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah Resulü<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), insanlar aleyhine söz<br />
söylemekten kaçınmış, intikamcılığı sevmemiş, aksine<br />
hep affetmekten yana olmuştur. Allah’ın Resulü,<br />
Kur’ân’ın emrine uyarak kötülükleri iyilikle<br />
defederdi.<br />
6- Münafıklara Merhameti<br />
Âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Hz.<br />
Muhammed’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) temsil ettiği<br />
rahmet, sadece belli insanlara <strong>ve</strong> belli gruplara<br />
yönelik değildir. Yani o, müminler için rahmet olduğu<br />
gibi münafıklar için de rahmetti. Münafıklar,<br />
onun engin hoşgörüsü <strong>ve</strong> rahmeti sayesinde<br />
dünyada ceza görmemişlerdir. Camiye gelmişler,<br />
Müslümanların içinde dolaşmışlar <strong>ve</strong> Müslümanların<br />
istifade ettiği bütün haklardan istifade etmişlerdir.<br />
Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
kimlerin münafık olduğunu bildiği hâlde onları<br />
açığa vurmamıştır. Hâlbuki onların iç yüzünü çok<br />
iyi biliyordu. Hattâ bunları Huzeyfe’ye (r.a) söylemişti.<br />
Rivayete göre bundan dolayı da Hz. Ömer,<br />
Huzeyfe’yi takip eder, onun kılmadığı cenaze namazını<br />
o da kılmazdı.(İbn Esir, Üsdü’l-Gabe, I, 468.)<br />
Münafıklara herhangi bir baskı <strong>ve</strong> menfî mânâda<br />
bir ayrımcılık uygulanmadığı gibi, onlar, Müslümanların<br />
yararlandığı haklardan da yararlanmışlardır.<br />
Hep müminler arasında bulunmuşlar böylece<br />
mutlak küfürleri en azından şüpheye tereddüde<br />
dönüşmüştür. Böylece dünya zevkleri de bütün<br />
bütün acılaşmamıştır. Zîrâ yok olup gideceğine inanan<br />
bir insanın dünyadan lezzet alması mümkün<br />
değildir. Ama belki âhiret vardır, diyecek kadar, küfürleri<br />
şüpheye bürününce, ihtimal, hayat o zaman<br />
bütün bütün acılaşmaz. İşte bu yönüyle, Allah Resulü,<br />
münafıklara da bir ölçüde rahmet olmuştur.<br />
7- Kâfirlere Merhameti<br />
Efendimiz’in insanlara olan rahmeti öyle bir<br />
boyuta ulaşmıştır ki, kendisini inkâr eden kâfirlerin<br />
hidayete ermeleri için olanca gayretini sarf etmiştir.<br />
Nitekim Yüce Allah bu hususta şöyle buyurmuştur:<br />
“Bu söze (Kur’ân’a) inanmıyorlar diye<br />
neredeyse kendini telef edip bitireceksin.”(Şuarâ,<br />
26/3; Kehf, 18/6.)<br />
Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) bütün<br />
bu gayret <strong>ve</strong> çabasına rağmen Kureyş müşrikleri<br />
ona iman etmemişler. Hattâ ona ağır hakaretlerde<br />
bulunmuşlar, akla hayale gelmeyecek eziyetler<br />
etmişlerdir. Sonunda Hz. Peygamber, memleketinden<br />
hicret etmek zorunda kalmıştır. Kâfirler,<br />
Efendimiz’e yaptıkları bütün bu kötü muamelelere<br />
rağmen, rahmet peygamberi Hz. Muhammed’in<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) rahmetinden yararlanmışlardır.<br />
Allah Teâlâ, önceki milletleri, gönderdiği peygamberlere<br />
isyan <strong>ve</strong> küfürleri sebebiyle bir kısmını<br />
maymuna dönüştürerek, bir kısmının üzerine gökten<br />
taş yağdırarak afetlere uğratmış böylece helâk<br />
etmiştir. Ama Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem), peygamber olarak gönderildikten sonra<br />
herhangi bir milleti <strong>ve</strong>ya topluluğu geçmiş ümmetlerin<br />
uğradıkları cezaya uğratarak helâk etmemiştir.<br />
Böylece kâfirler, Hz. Peygamber’in rahmet<br />
<strong>ve</strong> merhameti sayesinde, toptan helâk olma azabından<br />
kurtulmuşlardır. İşte bu da onlar için dünyada<br />
büyük bir rahmettir. Nitekim bu konuda Yüce<br />
Allah, Resulü’ne hitaben şöyle buyurmuştur: “Sen<br />
onların içlerinde bulunduğun halde, Allah onlara<br />
azap edecek değildir. Ve onlar, mağfiret dilerken de<br />
Allah onlara azap edecek değildir.” (Enfal, 8/33)<br />
Taberî’nin ifade ettiği gibi Hz. Peygamber’in<br />
kâfirler için rahmet olması, sadece dünya hayatında<br />
söz konusudur. 6<br />
Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
kâfir <strong>ve</strong> müşriklere rahmet <strong>ve</strong> merhametini şu hâdise<br />
çok güzel bir şekilde açıklamaktadır:<br />
Mekke fethedilmişti. Hz. Peygamber (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem), bir fâtih olarak Mekke şehrine<br />
girdiğinde, kendisine onca zulüm <strong>ve</strong> işkenceyi reva<br />
gören, memleketini kendisine dar eden kişilerle<br />
karşı karşıyadır. Herkes ne olacağını merakla beklerken<br />
iki cihanın efendisi, karşısındakilere şöyle<br />
seslenmiştir:<br />
- “Ey Kureyş! Size ne yapmamı beklersiniz?”<br />
- Hayır umarız, zira Sen kerim olan bir kardeşsin<br />
<strong>ve</strong> kerem sahibi kardeşimizin de oğlusun.<br />
- Bunun üzerine o yüce Peygamber onlara şöyle<br />
buyurdu:<br />
- “Bugün hiçbiriniz, eski yaptıklarınızdan dolayı<br />
hesaba çekilmeyeceksiniz. Haydi, gidiniz, hepiniz<br />
serbestsiniz. Bugün size kınama yoktur.” 7 Aslında<br />
o gün, isteseydi hepsini kılıçtan geçirtebilirdi ama<br />
rahmet <strong>ve</strong> merhameti buna engel oldu.<br />
8- Hayvanlara Merhameti<br />
Âlemlere rahmet olarak gönderilen <strong>ve</strong> bir merhamet<br />
denizi olan Sevgili Peygamberimiz’in (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) şefkat <strong>ve</strong> merhameti sadece<br />
34 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
insanlara mahsus değildi, hayvanları da kapsıyordu.<br />
Çünkü onlar da can <strong>ve</strong> ruh taşıyordu. İki Cihan<br />
Ser<strong>ve</strong>ri’nin rahmeti sadece insanlığı değil bütün<br />
varlığı kuşatmıştır. Onun “Rahmet Peygamberi”<br />
oluşundan hayvanlar bile pay almışlardır. Mesela:<br />
Abdullah b. Abbas anlatıyor: “Allah Resulüyle<br />
bir yere gidiyorduk. Birisi, kesmek üzere bir koyunu<br />
bağlamış, hayvanın gözü önünde bıçağını biliyordu.<br />
Allah Resulü bu şahsa: ‘Onu defalarca mı öldürmek<br />
istiyorsun?’ diyerek o şahsı bu yaptığından<br />
dolayı azarladı.” (Hâkim, Müstedrek, IV, 231, 233.)<br />
Mekke’yi fetih için Medine’den çıkıp Mekke<br />
yakınlarına kadar on bir kişilik ordusuyla gelen Hz.<br />
Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), yeni yavrulamış<br />
bir köpeğin askerler tarafından ezilmesin diye<br />
başına bir nöbetçi dikmesi Efendimiz’in hayvanlara<br />
olan merhametinin çok açık bir göstergesidir. 8<br />
9- Cansız Varlıklara, Bitkilere <strong>ve</strong> Ağaçlara Merhameti<br />
O’nun (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) her şeye şamil<br />
olan merhameti, cansız varlıklar <strong>ve</strong> bitkilere kadar<br />
bütün varlıkları kapsamaktadır. İnsanların bir dağ<br />
<strong>ve</strong> kaya parçası olarak gördüğü Uhud Dağı için Hz.<br />
Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) söyledikleri<br />
bu manada çok çarpıcıdır. “Biz Uhudu se<strong>ve</strong>riz.<br />
Uhud da bizi se<strong>ve</strong>r.”(Buharî, Cihad, 71; Müslim,<br />
Hac, 504.) Allah Resulü bizim cansız gördüğümüz<br />
bir dağı canlı gibi sevgi duygusunu anlayacak <strong>ve</strong><br />
pozitif enerjisini kavrayacak bir tarzda değerlendirmektedir.<br />
Rahmet Peygamberi’nin bütün varlıklara şamil<br />
rahmet <strong>ve</strong> merhametinin bitkileri, ağaçları <strong>ve</strong> çiçekleri<br />
de kuşattığını görüyoruz. Nitekim o şöyle<br />
buyuruyor: “Kim bir sidre ağacını keserse, Allah<br />
onun başını cehenneme uzatır.” 9 O'nun anlayışına<br />
göre korunmaya muhtaç <strong>ve</strong> hayatın devamı için<br />
gerekli olan her şeye şefkat <strong>ve</strong> merhametle davranılmalıdır.<br />
Nitekim Mute savaşı için gönderdiği ashabına:<br />
“…Gideceğiniz yerde rahipler de göreceksiniz.<br />
Onlara asla dokunmayınız. Kadınlara, çocuklara<br />
şefkatle davranınız. Hurma ağaçlarını, yeşillikleri<br />
kesmeyiniz. Evleri yıkmayınız…” diye talimatta<br />
bulunmuştur.<br />
Hz. Peygamber Efendimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem),<br />
âlemlere rahmet olmasının bir sonucu olarak<br />
insanlara birbirlerini, hayvanları, bitkileri sevmelerini;<br />
ekolojik dengeyi korumalarını tavsiye etmiştir.<br />
Netice<br />
Efendimiz’in hayatına baktığımızda insanlar,<br />
hayvanlar, bitkiler <strong>ve</strong>lhâsıl canlı cansız bütün varlıklarla<br />
münasebetlerinde şefkat, rahmet <strong>ve</strong> merhamet<br />
esasına bağlı kaldığını görmekteyiz. Nitekim<br />
Efendimiz, şefkat <strong>ve</strong> merhamet ekseninde bir hayat<br />
yaşamış <strong>ve</strong> ümmetine de bunu tavsiye etmiştir.<br />
İnsanlık o İlâhî ışıktan uzaklaştıkça yine eski<br />
cahilî örf <strong>ve</strong> âdetlere tekrar dönmeye başlamıştır.<br />
Çağımızda ilim <strong>ve</strong> teknik ilerlemesine rağmen, insanlığın<br />
vardığı ahlâkî durum pek iç açıcı değildir.<br />
İnsanlık yine bir sıkıntı, stres <strong>ve</strong> buhran içindedir.<br />
Öyle bir çağda yaşıyoruz ki, büyüklerin küçüklere<br />
sevgisi <strong>ve</strong> tahammülü kalmamış, küçüklerin<br />
büyüklere saygısı yok olmuştur. Gençler dünyaya<br />
gelmelerine <strong>ve</strong>sile olan anne babalarını hiç göz<br />
kırpmadan canice öldürebilmektedirler. İnsanlar<br />
kendileri gibi düşünmeyenlere âdeta hayat hakkı<br />
tanımamaktadırlar. İnsanların birbirine karşı, hayvanlara<br />
<strong>ve</strong> bitkilere karşı rahmet <strong>ve</strong> merhameti kalmamıştır.<br />
İnsanlar nereye gitmektedirler. Nerede<br />
hata yapıldı da insanlar bu hale gelmişlerdir. Bu<br />
durumu hep birlikte durup düşünmeliyiz.<br />
Müslümanlar olarak mutlu <strong>ve</strong> huzurlu bir dünya<br />
hayatı yaşamak istiyorsak, âlemlere rahmet olarak<br />
gönderilen Hz. Muhammed’i (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem) kendimize örnek almalıyız <strong>ve</strong> canlı-cansız<br />
bütün varlıklarla münasebetlerimizi bir “merhamet<br />
bestesi” hâline dönüştürmeliyiz.<br />
Fırat Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
msoysaldi@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Bolay, Süleyman Hayri, “âlem mad.,”, TDV İslam Ansiklopedisi,<br />
İst., 1989, II, 357.<br />
2. Bu görüş için bkz., eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali b. Muhammed,<br />
Fethu’l-Kadir, el-Mektebetü’l-Asriyye, Beyrut,<br />
1995, IV, 430; Nesefî, Medariku’t-Tenzil <strong>ve</strong> Hakâiku’t-<br />
Tevil, IV, 274; Râzî, Fahruddin, et-Tefsiru’l-Kebir, XVI,<br />
246-248; Muhyiddîn ed-Dervîş, İ’râbu’l-Kur’âni’l-Kerîm<br />
<strong>ve</strong> Beyânüh, Suriye, 1996, VI, 372.<br />
3. Müslim, Bir, 87; Hz. Peygamber’in müminlere karşı şefkat<br />
<strong>ve</strong> merhameti hakkında bkz., Âl-i İmrân 3/159; et-<br />
Tevbe 9/128; Komisyon, Kur’an Yolu, III, 596.<br />
4. Râzî, Fahruddin, Tefsir-i Kebir Mefâtihu’l-Gayb, XXII, 199.<br />
5. Bkz., Bakara, 2/263; Al-i İmran, 3/133, 134; Şurâ, 42/37,<br />
43; Nur, 24/22; A’râf, 7/199.<br />
6. Taberî, Muhammed b. Cerir, Câmiu’l-Beyan an Tevili<br />
Âyil-Kur’ân, Daru’l-Fikr, Beyrut, 1995, X, 141.<br />
7. İbn Hişam, Sire, IV, 55; İbn Kesir, el-Bidaye, IV, 344; Azzam,<br />
age., s.82-83; Canan, İbrahim, Kütüb-i Sitte, XII, 240.<br />
8. Bkz., Vakidî, II, 804.<br />
9. Ebu Davud, Edeb, 158-159.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 35
Bir Gece<br />
On dört asır ev<strong>ve</strong>l, yine bir böyle geceydi,<br />
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkı<strong>ve</strong>rdi!<br />
Lâkin, o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;<br />
Kaç bin senedir, hâlbuki bekleşmedelerdi!<br />
Nerden görecekler? Göremezlerdi tabî’î:<br />
Bir kerre, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;<br />
Bir kerre de ma’mure-i dünyâ o zamanlar,<br />
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.<br />
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;<br />
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!<br />
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin,<br />
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.<br />
Derken büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,<br />
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!<br />
Bir nefhada insanlığı kurtardı o ma’sûm,<br />
Bir hamlede kayserleri, kisrâları serdi!<br />
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;<br />
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!<br />
Âlemlere rahmetti, e<strong>ve</strong>t, Şer’-i mübîni,<br />
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.<br />
Dünyâ neye sâhipse, O’nun <strong>ve</strong>rgisidir hep;<br />
Medyûn O’na cem’iyeti, medyûn O’na ferdi.<br />
Medyûndur O Ma’sûm’a bütün bir beşeriyet…<br />
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.<br />
Mehmet Âkif Ersoy
Na’t<br />
Bu cismim ateş-i aşkınla yansun Yâ Resûlallah,<br />
Dü çeşmim hâb-ı gafletten uyansun Yâ Resûlallah,<br />
Gidüp boynumda zincirimle ben ol Ravza-i Pâke<br />
Görenler hep beni divane sansun Yâ Resûlallah,<br />
O rütbe ağlayam çöllerde feryad eyleyem ben kim<br />
Sirişk-i dîdem al kana boyansun Yâ Resûlallah,<br />
Şu kâfir nefs elinden bu dil-i bî-çareyi kurtar,<br />
Yeter cürm ü fısk u kabahatdan usansun Yâ Resûlallah,<br />
Kulun Leylâ’yı mahşer ehline Sen eyleme rüsvây,<br />
Günahından bu dünyada utansın Yâ Resûlallah<br />
Leylâ Hanım
YENi ÜMiT<br />
Doç. Dr. Muhittin AKGÜL*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
HURUF-U MUKATTAA’YA<br />
FARKLI BİR YAKLAŞIM<br />
Mukattaa harfleri olmasaydı, Kur’ân’dan binlerce sır çıkaran<br />
Muhyiddin İbn Arabî, İmam Rabbânî <strong>ve</strong> Bediüzzaman gibi kimseler,<br />
o hazinenin kapısını açamaz <strong>ve</strong> Kur’ân’a ait sırlara vâkıf olamazlardı.<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de 29 sûrenin başında birbirinden<br />
bağımsız harflerden meydana<br />
gelen kelimelere huruf-u mukattaa denir.<br />
Bunlardan üçü tek, dördü iki, üçü üç, ikisi<br />
dört <strong>ve</strong> ikisi de beş harflidir. Bu harflerin bir mânâ<br />
taşıyıp taşımadığıyla alâkalı öteden beri farklı görüşler<br />
belirtilmiş <strong>ve</strong> tartışmalar yapılmıştır. Bu makalede<br />
bunlara kısaca temas edilecek, bu harflerin<br />
Kur’ân’da kullanılmasının ne mânâ ifade ettiği belirtilecek<br />
<strong>ve</strong> konuyla alâkalı olarak Muhterem M.<br />
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin oldukça orijinal<br />
bir yaklaşımına işaret edilecektir.<br />
Huruf-u mukataanın mânâsı hususunda başlıca<br />
iki görüş vardır. Bazılarına göre, bu harflerin<br />
mânâlarını bilmemiz mümkün değildir, bunlar<br />
Kur’ân’ın esrarındandır <strong>ve</strong> mânâlarını yalnızca Allah<br />
bilir. Diğer ilim adamlarından birçoğu da bu<br />
harflerin değişik mânâlar ihtiva ettiğini söylemiş;<br />
ancak bu mânâların ne olduğu konusunda değişik<br />
yorumlar yapmışlardır. Bunlar kısaca:<br />
1. Bu harflerden her biri Cenâb-ı Hakk’ın<br />
isim, sıfat <strong>ve</strong> fiillerinin remizleridir. 1 2. Kur’ân’ın<br />
isimleridir. 2 3. Yemin için olup, Allah Teâlâ bunlarla<br />
yemin etmektedir. 3 4. İnsanların, özellikle<br />
de Kur’ân’a karşı direnen <strong>ve</strong> başkalarını da dinlemekten<br />
engelleyen kimselerin dikkatlerini çekmek<br />
içindir. 4 5. Bunlarla önceki kitaplar kastedilmiştir. 5<br />
6. Bu harflerle Cenâb-ı Hak yazı yazmaya insanların<br />
dikkatlerini çekmiştir. 6 7. İslâm âlimlerinin büyük<br />
bir çoğunluğuna göre de bu harfler, Kur’ân’ın<br />
i’cazının bir delilidir. Ancak bu harflerin i’caza işaret<br />
etmesi, değişik açılardan ele alınmıştır.<br />
Bunlar:<br />
38 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
a. Kur’ân’ın Benzerinin Getirilememesi Hususundaki<br />
Eşsizlik<br />
Yüce Allah bu harflerle insanları uyarmakta <strong>ve</strong><br />
sanki şöyle demektedir: “Kur’ân, işte bu harflerden<br />
ibarettir. Siz de zaten bu harfleri biliyorsunuz <strong>ve</strong><br />
aynı zamanda edebî sanatların da zir<strong>ve</strong>sindesiniz.<br />
O hâlde siz de ona benzer bir kitabı rahatlıkla yapabilirsiniz.”<br />
Ancak uzun süre geçmesine, onların şereflerinin<br />
ayaklar altına alınmasına rağmen, yine de<br />
bunu yapamadılar. İşte bu durum, Kur’ân’ın beşer<br />
tarafından değil de, bizzat Allah tarafından geldiğini<br />
göstermektedir. 7<br />
b. Orijinal Olması Yönüyle Eşsizlik<br />
Araplar, harflere bir kısım mânâlar yükleyip<br />
onları kısaltarak kullanırlardı. Ancak bu sıkça başvurulan<br />
bir uygulama değildi. Kur’ân’ın kullandığı<br />
şekliyle bir ilkti. Bu konuda Kur’ân, başka herhangi<br />
bir edip <strong>ve</strong>ya hatibi taklit ediyor değildi. Bu yönüyle<br />
de Kur’ân eşsizliğini ortaya koyuyordu. 8<br />
c. Kâinatla Münasebeti Yönüyle Eşsizlik<br />
Son dönem ilmî tefsir geleneğinin en önde gelen<br />
temsilcilerinden Cevherî, huruf-u mukattaalara<br />
oldukça farklı bir açıdan bakmış <strong>ve</strong> Kur’ân’ın<br />
eşsizliğini, kullanılan harflerin sayısında aramıştır.<br />
Cevherî, sûre başlarındaki harflerin Arap alfabesindeki<br />
harflerin 14’ünden oluştuğunu, bunun da<br />
alfabenin yarısı ettiğini söyleyerek, gerek 14 <strong>ve</strong> gerekse<br />
28 sayılarıyla alâkalı kâinattan karşılaştırmalar<br />
yapar: Meselâ her eldeki eklem sayısı 14’tür. İnsanın<br />
sırt omurgasının altında 14, üstünde 14 kemik<br />
vardır. İnek, de<strong>ve</strong>, eşek, yırtıcı hayvanlar, diğer<br />
doğum yapan <strong>ve</strong> emziren hayvanların ön taraflarında<br />
14, arka taraflarında 14 kemik vardır. Kuşların<br />
uçarken kullandıkları kanat tüylerinin sayısı<br />
14+14’tür. Kuyrukları uzun olan inek <strong>ve</strong> yırtıcı<br />
hayvanların kuyruklarındaki kemik sayısı 14’tür.<br />
Bazı sürüngen <strong>ve</strong> balık gibi uzun boylu hayvanların<br />
omurga kemiklerindeki sayı 28’dir. Arapçadaki<br />
harf sayısı 28’dir. Bunlardan 14’ü idğam yapılır,<br />
14’üne yapılmaz. Arapçadaki noktalı harflerin sayısı<br />
14, noktasızlarınki de 14’tür. Ay’ın 14 güney, 14<br />
kuzey olmak üzere 28 evresi vardır.<br />
Bunlarla Cenâb-ı Hak sanki şöyle demektedir:<br />
Ey kullarım, Ay’ın 28 evresi vardır <strong>ve</strong> bunlar iki kısımdır.<br />
Ellerin eklem sayısı 28 <strong>ve</strong> iki kısım. Harflerin<br />
sayısı 28 <strong>ve</strong> iki kısım... Bununla şunu bilin ki,<br />
bu Kur’ân Benim tarafımdan indirilmiştir. Çünkü<br />
onların harflerini, ayın evreleri, insan <strong>ve</strong> hayvan eklemleri,<br />
hece harflerinin dizilişi <strong>ve</strong> sayısı gibi haber<br />
<strong>ve</strong>rip yaptığım şekilde kıldım. Durum böyle olunca,<br />
nasıl olur da Muhammed (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
<strong>ve</strong>ya başka bir beşer böyle hassas <strong>ve</strong> mükemmel<br />
bir sistemi kursun, bu sayıları kâinattaki diğer<br />
sayılara, bu kanunları, diğer prensiplere uygun bir<br />
şekilde uydursun? İşte bundan ötürüdür ki, Kur’ân<br />
Benim sözümdür. Böyle bir neticeye varmanız için<br />
de işte sûrelerin başlarındaki bu harfleri koydum.<br />
Tâ ki yer gök <strong>ve</strong> onların ikisi arasındakilerin boşu<br />
boşuna yaratılmadığını bilesiniz. Kâinat kitabıyla<br />
vahiy kitabı arasındaki mükemmel uygunluğun<br />
farkına varasınız. 9<br />
Görüldüğü üzere Cevherî, konuya oldukça enteresan<br />
bir açıdan bakmış, kâinattaki mükemmel<br />
nizamla, Kur’ân’daki eşsiz âhenk arasında bir bağ<br />
kurmuş, ikisinin de yaratıcısı Allah Teâlâ olması<br />
açısından büyük <strong>ve</strong> olağanüstü bir yapının varlığından<br />
hareket etmiş, bu harflerin Kur’ân’ın eşsiz bir<br />
i’cazı olduğu neticesini çıkarmıştır.<br />
d. Sûreyle Münasebeti Yönüyle Eşsizlik<br />
Konuyla alâkalı orijinal bir yorum da Zer ke şî ’nindir.<br />
Bunu Tahiyye Abdulazîz İsmail daha da geliştirmiş,<br />
bu konuda müstakil bir kitap yazmıştır. 10<br />
Buna göre sûrelerin başlarındaki harflerin, sûrenin<br />
genel muhtevasıyla yakın bir münasebeti vardır.<br />
Bu münasebet hem lâfız, hem de mânâ yönüyledir.<br />
Meselâ: א <br />
א Bu sûreye baktığımızda<br />
“kâf” harfi üzerine bolca kafiye vardır <strong>ve</strong> bu harf<br />
cömertçe kullanılmıştır. 11<br />
Aynı şekilde Sâd Sûresi’nde de vardır. Bu sûrede<br />
de “Sâd” harfinin ifade ettiği karakteristik bir özellik<br />
gözümüze çarpmaktadır ki, o da “husûmet”tir.<br />
Bu durum sûrenin tamamında kendini göstermektedir.<br />
12<br />
Arapçada “sâd” aynı zamanda sabrın, sumûdun,<br />
samedin <strong>ve</strong> sabûrun da remzi olarak kabul edilmiştir<br />
ki, bu sıfatlar en üst seviyede Allah Teâlâ’nın<br />
sıfatlarıdır. Beşer çapındaki sabra gelince, en zir<strong>ve</strong><br />
noktayı peygamberler tutar. Peygamberlerin içinde<br />
de Hz. Eyyûb örnek olarak <strong>ve</strong>rilir. Bu sûrede de<br />
Hz. Eyyûb anlatılmaktadır.<br />
Bu espriden hareket eden Tahiyye Abdulaziz<br />
İsmail, başlarında huruf-u mukattaa bulunan her<br />
sûreyi bu yönüyle incelemiş, yukarıdaki gibi harflerle<br />
sûre arasındaki sıkı münasebeti ortaya koymuştur.<br />
13<br />
2. Hocaefendi’nin Yaklaşımı<br />
Şimdi de konuyla ilgili olarak yukarıda belirtilenlerin<br />
dışında, huruf-u mukataalara tespit edebildiğimiz<br />
kadarıyla farklı bir şekilde yaklaşan <strong>ve</strong><br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 39
unu Kur’ân’ın esrarından kabul eden M. Fethullah<br />
Gülen Hocaefendi’nin görüşünü ele alacağız.<br />
Konuyu ele alış sebebimiz, yaklaşımın oldukça orijinal<br />
oluşu <strong>ve</strong> güncel pratiklerden örneklerle açıklanmasıdır.<br />
Ancak konuyla alâkalı Hocaefendi’nin<br />
bütün değerlendirmelerini değil, sadece "Kur’ân’ın<br />
Altın İkliminde" ki ilgili bölümü inceleyeceğiz.<br />
Hocaefendi, öncelikle huruf-u mukattaalara:<br />
“Mukattaat Harflerindeki Büyüleyicilik” başlığıyla temas<br />
ediyor ki, bu onun bu harfleri önemsediğini<br />
<strong>ve</strong> Kur’ân’ın pek çok esrarından birini meydana getirdiğini<br />
kabul ettiğini göstermektedir. Hocaefendi,<br />
böyle bir kullanımın orijinal olduğunu, zîrâ o<br />
güne kadar böyle bir şifreleme usulünün kullanılmadığını<br />
söyleyerek, bu harfleri âdeta birer şifreye<br />
benzetiyor:<br />
a. Huruf-u Mukattaalar Âdeta Birer Şifredir<br />
“E<strong>ve</strong>t, Kur’ân’ın sırları onun ruhuna şifrelenmiştir.<br />
Bu şifrelerin anahtarları da “mukattaa”<br />
harfleridir. Şifrenin ne demek olduğunu bilenler<br />
bunu iyi anlarlar. Kulaklığı takan alıcı bir telsiz<br />
operatörünün kulağına bizce mânâsız “di-di-dâdit;<br />
dâ-dâ-dit”… gelir. O da bu sesleri “F-G” gibi<br />
harflere çevirir <strong>ve</strong> beşer beşer yazar. Ancak bu harflerden<br />
önce operatör, bir grup rakam almıştır ki,<br />
bütün sır işte bu rakamlardadır. Gelen şifrelenmiş<br />
mesaj, işte bu rakamlarla çözülür <strong>ve</strong> bir mânâ ifade<br />
eder. İsterseniz, mukattaat harflerinin Kur’ân’daki<br />
sırlara birer şifre olduğunu buna benzetebilirsiniz.<br />
Ama bu sadece bir benzetme. O harfler olmasaydı,<br />
Kur’ân’dan binlerce sır çıkaran Muhyiddin İbn<br />
Arabî, İmam Rabbânî <strong>ve</strong> Bediüzzaman gibi kimseler,<br />
o hazinenin kapısını açamaz <strong>ve</strong> Kur’ân’a ait<br />
sırlara vâkıf olamazlardı.” 14<br />
Görüldüğü üzere Hocaefendi bu harflerin<br />
Cenab-ı Hak tarafından birer şifre olarak kullanıldığını<br />
<strong>ve</strong> öteden beri İslâm tarihinde düşünceleriyle<br />
toplumlara tesir eden Muhyiddin İbn<br />
Arabî, İmam Rabbânî <strong>ve</strong> Bediüzzaman gibi büyük<br />
âlimlerin, bu şifreleri çözebilenler olduğuna işaret<br />
etmekte <strong>ve</strong> daha sonra da şifrelerin çözülmesindeki<br />
sırrın ilhama dayandığını belirterek: “Harflere<br />
ait şifreleri bilmeye gelince, o tamamen bir ilham<br />
işidir. Cenâb-ı Hak, murad buyurduğu insanların<br />
gönüllerine bu şifreleri ilham eder. Onlar da kendi<br />
devirlerinde Kur’ân’a ait sırları bu şifreler vasıtasıyla<br />
çözer <strong>ve</strong> çevrelerine ilâhî sırları duyururlar. Bu<br />
sırlar, mükellefiyetlerimizle alâkalı sırlar değildir.<br />
Bunlar, bir tür mâide-i Kur’âniye <strong>ve</strong> ekstra ihsan-ı<br />
rabbaniyedir.” demektedir.<br />
b. Alfabenin Yarısı Olması<br />
Yine Hocaefendi, bu harflerdeki esrarın sadece<br />
burada belirtilenlerden ibaret olmadığını, ancak<br />
konuyla alâkalı olarak sadece bir fikir <strong>ve</strong>rmesi açısından<br />
değindiğini belirtmektedir.<br />
Kur’ân’ın, mukattaat harflerini seçme <strong>ve</strong> kullanmasında<br />
belli bir yol takip ettiğini, bunun da kıraat<br />
ilmiyle meşgul olanlarca bilindiği üzere, Arap<br />
alfabesinde mehcûre, mehmûze, şedîde, rah<strong>ve</strong>,<br />
kalkale… gibi kısımlara ayrıldığını söyleyerek, ayrıca<br />
kullanılan bu harflerin, Arap alfabesinde mevcut<br />
28 harften sadece yarısının olduğuna da dolaylı<br />
olarak işaret etmektedir.<br />
c. Harflerin Seçimindeki İnce Hassasiyet<br />
Yine kullanılan harflerin, gelişigüzel <strong>ve</strong> tesadüfen<br />
olmayıp, belli bir sayı hesabına göre kullanıldığını<br />
belirterek: “Kullanılan harfler de yine bir<br />
tasnife tâbi tutulmuş <strong>ve</strong> yumuşak harfler, şiddetli<br />
harflerin iki katı olarak alınıp kullanılmıştır. Böyle<br />
bir taksim, kat’iyen rastlantılara bağlı <strong>ve</strong> tesadüfî<br />
olamaz; olamaz <strong>ve</strong> bu itibarla da, harflerin bu şekilde<br />
tanzimi dahi tek başına Kur’ân’ın mucizeliğini<br />
<strong>ve</strong> Allah kelâmı olduğunu işaretlemektedir.”<br />
demektedir.<br />
Sonra da Hocaefendi konuyu çok dikkat çekici<br />
<strong>ve</strong> oldukça anlaşılır bir örnekle müşahhaslaştırmaktadır.<br />
“Farz edelim ki, bir yol kenarında belli<br />
sayıda direkler bulunuyor. Sonra görüyoruz ki, bu<br />
direkler birer tane atlanarak yıkılmışlar.. yani bu yıkılmalarda<br />
hep birer direk atlanılmış <strong>ve</strong> öyle yıkılmış.<br />
İşte böyle bir şey tesadüfî olamadığı gibi, esen<br />
bir rüzgârla birer direk atlanarak bunların yıkıldığını<br />
söylemek de makul bir izah sayılmaz. Zîrâ yıkılan<br />
direklerin yıkılmasında, yerinde kalanların ise<br />
bırakılmalarında bir kasıt, bir irade <strong>ve</strong> bir tercihin<br />
söz konusu olduğu görülmektedir. Mukattaat harflerinin<br />
seçilişinde de aynı durum bahis mevzuudur<br />
<strong>ve</strong> bu seçilmeler asla gelişi güzel değildir.” diyerek,<br />
aynı zamanda sadece iki sûrede kullanılan harfe<br />
dikkat çekmekte <strong>ve</strong> Kur’ân’la harfler arasında sıkı<br />
bir ilginin varlığını nazara <strong>ve</strong>rmektedir: “Meselâ,<br />
Kur’ân’da sadece iki yerde mukattaat harfi olarak<br />
vardır. harfi ile başlayan Kâf Sûresi <strong>ve</strong> Şûrâ<br />
Sûresi’ndeki ’tır. İşârî yorumculara göre , şifre<br />
olarak Kur’ân demektir.. e<strong>ve</strong>t, dikkat edildiğinde “<br />
”ın Kur’ân’a ait bir şifre olduğu görülür. Şöyle ki,<br />
her iki sûrede 57’şer tane vardır. Bunların toplamı<br />
114 eder. Bu rakam, Kur’ân-ı Kerîm sûrelerinin<br />
yekün adedidir. Demek ki her iki sûredeki sayısı,<br />
40 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
emzen Kur’ân sûrelerinin sayısını işaretlemektedir.<br />
Zaten her iki sûrenin mânâ <strong>ve</strong> muhtevası da<br />
Kur’ân’la çok alâkalıdır. Kâf Sûresi א <br />
א <br />
diye başlar <strong>ve</strong> Kur’ân’a kasem eder. Sonunda da<br />
<br />
א <br />
<br />
א כ “Tehdidimden korkanlara<br />
Kur’ân’la öğüt <strong>ve</strong>r.” (Kâf 50/45) der <strong>ve</strong> sûreyi<br />
tamamlar. Şûrâ Sûresi de<br />
א <br />
א כ <br />
א כ <br />
ככ <br />
א כ<br />
“Hâ, Mîm, Ayn, Sîn, Kâf. O Aziz <strong>ve</strong> Hakîm olan<br />
Allah, sana <strong>ve</strong> senden öncekilere böyle vahyeder.”<br />
(Şûrâ 42/1-3) ifadesiyle başlar <strong>ve</strong> Kur’ân’ın bir hususiyetini<br />
dile getirerek bitirir. Sûrenin sonunda da<br />
aynen şöyle denilmektedir:<br />
א <br />
כ א <br />
א <br />
א כ א ככ <br />
א <br />
א <br />
א <br />
<br />
כ א <br />
א <br />
<br />
א <br />
אכ <br />
א א א <br />
<br />
א כ <br />
אא <br />
<br />
א א <br />
<br />
<br />
א א <br />
<br />
אא <br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
"İşte Sana da böyle emrimizden bir ruh (kalblere<br />
can <strong>ve</strong>ren bir kitap) vahyettik. Sen kitap nedir,<br />
iman nedir bilmezdin. Fakat Biz onu bir nur yaptık.<br />
Kullarımızdan dilediğimizi, onunla hidayete<br />
iletiyoruz. Ve şüphesiz ki sen, doğru yola hidayet<br />
rehberliği yapıyorsun: Göklerde <strong>ve</strong> yerde bulunan<br />
her şeyin sahibi Allah’ın yoluna. Dikkat edin, bütün<br />
işler sonunda Allah’a döner!” (Şûrâ 42/52-53)<br />
Yukarıda da belirtildiği üzere her iki sûrenin<br />
başı <strong>ve</strong> sonu Kur’ân’la alâkalıdır. Dikkat edildiğinde<br />
de açıkça görüleceği üzere her iki sûrede 57’şer<br />
defa harfi zikredilmiş olup, toplam sayı ile de<br />
Kur’ân sûrelerinin sayısına işaret edilmiştir.<br />
Hocaefendi, böyle bir tespit, tayin <strong>ve</strong> şifrenin<br />
asla tesadüflere <strong>ve</strong>rilemeyeceğini zîrâ bu sûrelerin<br />
son inen sûrelerden olmadığını, dolayısıyla böyle<br />
bir rakamsal ilginin, sûre <strong>ve</strong> âyetler daha inmeden/<br />
indirilmeden onları bilen birisi tarafından belirlendiğini<br />
gösterdiğini, hattâ böyle bir uyumu,<br />
Efen dimiz dahil kimsenin sağlayamayacağını, çünkü<br />
Resûlullah da dâhil olmak üzere, hiç kimsenin<br />
Kur’ân’ın nüzulü tamamlanmadan onun 114<br />
sûreden ibaret olacağını bilmediğini belirterek bunun<br />
için de 114 ile 114 sûreye işaret etmesinin<br />
imkânsızlığına temas etmektedir.<br />
d. Harflerin Dizilişindeki İnce Sır<br />
Hocaefendi bundan daha dikkat çekici bir noktayı<br />
da nazarlarımıza <strong>ve</strong>rmekte <strong>ve</strong> bu harflerdeki<br />
orijinalliklerden birisinin de, onlardaki öncelik <strong>ve</strong><br />
sonralık durumuna göre, sûrede geçen aynı harflerin<br />
eksik <strong>ve</strong>ya fazlalığı hususu olduğunu belirtmektedir.<br />
Doğrusu oldukça zahmetli <strong>ve</strong> zor bir işi<br />
<strong>ve</strong> belki de aklımıza gelmeyecek bir hususu Hocaefendi<br />
gerçekleştirmiş <strong>ve</strong> bu harfleri tek tek saymıştır.<br />
Tek tek saymış, çünkü <strong>ve</strong>rdiği rakamlar bunu<br />
göstermektedir. Böyle bir durum aslında garipsenmemelidir.<br />
Öteden beri selef ulemasından bazı<br />
kimselerin de tefsirlerinde, her bir sûrenin âyet sayılarını,<br />
kelimelerini, harflerini, hattâ fasılalarını saydıklarını<br />
görmekteyiz. Bu, aynı zamanda Kur’ân’a<br />
<strong>ve</strong>rilen önem <strong>ve</strong> dikkatin de bir göstergesidir. Ancak<br />
Hocaefendi’nin yaptığı bundan da öte bir şey<br />
olup, sadece harflerin sayılması değil, aynı zamanda<br />
bu harflerin arasındaki sayısal ilginin tespitidir.<br />
Hocaefendi buradaki eşsiz matematikî hesabı,<br />
sadece birkaç sûre özelinde ele almaktadır.<br />
Bunlar Bakara, Âl-i İmrân, Ra’d <strong>ve</strong> Yâsin Sûre-i<br />
Celileleri’dir. Ayrıca Ankebût <strong>ve</strong> Rûm sûrelerinde<br />
de aynı durumun olduğunu belirtmiş; fakat buralardaki<br />
rakamları belirtmemiştir. Ancak bu sayısal<br />
mu’cizelik, sadece belirtilen sûrelerde vardır<br />
mânâsına gelmemektedir. Aksine her bir sûrede<br />
yerine göre aynı orijinalliğin var olduğunu da göstermektedir.<br />
Konuyla alâkalı olarak Hocaefendi’nin tespit-<br />
א leri şöyledir: “Meselâ: Ra’d Sûresi’nin başında <br />
harfleri vardır. Bu harfler, gösterildiği şekilde tertip<br />
edilmiştir. Yani birinci sırada ,”א“ ikincide “”,<br />
üçüncüde “” <strong>ve</strong> dördüncü sırada da “” vardır.<br />
Enteresandır ki, sûrede geçen bu harfler sayı bakımından<br />
da aynı şekilde sıraya tâbi tutulmuşlardır.<br />
Şöyle ki: Ra’d Sûresi’nde 625 tane ,”א“ 479 “<br />
”, 260 “”, 127 de “” vardır. Bunlardan başka bu<br />
sûrede, mukattaat harflerinin sıralanışı ile aynı<br />
harflerin sûre içindeki tekrarı da ciddî bir tenasüp<br />
<strong>ve</strong> uygunluk sergilemektedir.”<br />
Bu durum sadece Ra’d Sûresi’ne mahsus da değildir.<br />
Meselâ, Bakara Sûresi’nin mukattaat harfleri<br />
olan א de sûre içinde aynı esasa göre tekrar edilmiştir.<br />
Bu sûrede 4592 ,”א“ 3204 “”, 2195 tane de<br />
“” vardır. Sıralanıştaki insicam Bakara Sûresinde<br />
de kendini korumuştur.<br />
Mukattaat ile başlayan bir başka sûre de “Âl-i<br />
İmrân”dır. Aynı ilmî program <strong>ve</strong> tayin bu sûrede de<br />
söz konusudur. Sûrenin mukattaat harfleri א’dir.<br />
Harf sayısı da yine bu sıraya göre tanzim edilmiştir.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 41
Sûrede , ”א“ 2578, “” 1885 , “ ” 1251 tane mevcuttur.<br />
Görüldüğü gibi sıra yine korunmuştur.<br />
Hocaefendi, harfleri sayılacak olsa, Ankebût <strong>ve</strong><br />
Rûm sûrelerinde de aynı durumun olduğunu belirterek,<br />
yukarıdaki durumdan çok daha enteresan<br />
olanının ise Yâsîn Sûresi’nde bulunduğuna dikkat<br />
çekmiştir. Çünkü bu sûrede durum, yukarıdakilerin<br />
tam tersine dönmüştür. Şöyle ki:<br />
“Bu sûrede sonra gelen harf, öncekinden daha<br />
çok zikredilmiştir. Zîrâ Yâsîn Sûresi’nin mukattaatında<br />
harflerin normal sırası tersine dönmüştür.<br />
Yani en son harf olan “” başa geçmiş, sıralamada<br />
ondan önce olan “” ise sona kalmıştır. Öyle ise<br />
bu harflerin sûre içindeki tekrar edilme sayısı da<br />
tersine dönmeli, “” daha çok, “” ise daha az olmalıdır.<br />
Nitekim öyle de olmuştur.”<br />
Gerçekten de Hocaefendi’nin tespit ettiği husus,<br />
oldukça orijinaldir. Bütün bir Kur’ân’ı, onun 23<br />
senede inişini, sûrelerin farklı zamanlarda <strong>ve</strong> parça<br />
parça indirilme keyfiyetini düşündüğümüzde, böyle<br />
bir hesabın asla rastlantılarla olamayacağını, tesadüflere<br />
<strong>ve</strong>rilemeyeceğini, bunun olsa olsa Kur’ân’ın<br />
eşsiz yönlerinden bir yön olduğunu söyleyebiliriz.<br />
Netice<br />
Kâinattaki her şeyin kendine has bir dili vardır.<br />
Bu dillerden bazıları açık, bazıları yarı açık, bazıları<br />
da oldukça kapalıdır. Sûrelerin başlarındaki bu<br />
harfleri oldukça kapalı olan kısımdan sayabiliriz.<br />
Tam olarak ne mânâya geldiğini çözemesek de,<br />
mutlaka işaret ettikleri birtakım mânâların olduğu<br />
açık bir gerçektir. Zîrâ kâinatın işleyişinde nasıl<br />
hassas bir dengenin varlığı söz konusu <strong>ve</strong> hiçbir<br />
fazlalık <strong>ve</strong> eksiklik yoksa, Yüce Yaratıcı’nın insanlığa<br />
gönderdiği Kur’ân’da da fazlalık <strong>ve</strong> eksiklik<br />
söz konusu değildir. Öteden beri İslâm âlimleri<br />
bu harflerin mânâları üzerinde oldukça derin düşünmüş,<br />
değişik görüşler ileri sürmüş <strong>ve</strong> çeşitli<br />
tartışmalar yapmışlardır. Bundan sonra da yapılması<br />
<strong>ve</strong> yeni birtakım yorumların ortaya çıkması<br />
muhtemeldir. Üzerinde bu kadar farklı yorumun<br />
yapılmasındaki temel faktörün, konuyla alâkalı<br />
olarak gerek Kur’ân’dan, gerekse Kur’ân’ın birinci<br />
açıklayıcısı Hz. Peygamber’den (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem) açık <strong>ve</strong> net bir bilginin olmamasıdır. Dolayısıyla<br />
her bir âlim, kendi perspektifinden meseleye<br />
bakmış, değişik yorumlar yapmış, hattâ bazıları oldukça<br />
uç görüşler dahi ileri sürmüştür.<br />
Konuya genel bir perspektiften baktığımızda<br />
karşımıza şu neticeler çıkmaktadır: Bu harfler,<br />
Kur’ân-ı Kerîm’deki 29 sûrenin başında bulunmaktadır.<br />
Huruf-u mukattaalardan sonra ya<br />
Kur’ân, ya Tenzîl <strong>ve</strong>ya vahiyden bahsedilmektedir.<br />
Hece harflerinin sayısı yirmi sekizdir. Kur’ân-ı<br />
Kerîm, sûrelerin başında bu harflerin yarısını zikretmiş,<br />
yarısını ise kullanmamıştır. Kullanılan bu<br />
14 harf terk edilenlerden daha fazla kullanılmaktadır.<br />
Bu harfler önemli bir şeyin mukaddimesi <strong>ve</strong><br />
keşif kolları gibidir. Bu harflerin mânâdan tecrit<br />
edilerek zikredilmesi, muarızlarını delilsiz bırakmaya<br />
işarettir. Sûrelerin başlarındaki bu harfler,<br />
İlâhî bir şifre olabilir. İnsanların bilgileri bu şifreleri<br />
tam mânâsıyla çözmeye yetişemiyor. Ancak<br />
bunların, kesinliğin ötesindeki yorumlar olarak<br />
da olsa, Kur’ân’a dikkat çekme <strong>ve</strong> farklı açılardan<br />
onun eşsizliğine işaret etme gibi mânâlar taşıdığını<br />
söylemekte bir sakınca yoktur. Bunların gerçek<br />
anahtarı, ancak Hz. Muhammed’dedir (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem). Aynı zamanda bu harflerin birer<br />
şifre gibi bırakılması, Hz. Muhammed’in (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) fevkalâde bir zekâya sahip olduğuna<br />
da işarettir ki, O, remizleri, îmaları <strong>ve</strong> en gizli şeyleri<br />
dahi sarih gibi telâkki eder <strong>ve</strong> anlardı.<br />
*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
makgul@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Zerkeşî, el-Burhân, 1/173; Mâturîdî, Ebû Mansûr Muhammed<br />
b. Muhammed b. Mahmud, Te’vîlâ-tu Ehli’s-Sünne,<br />
Müessesetü’r-Risâle, Beyrut 2004, 1/13.<br />
2. Taberî, İbn Cerîr, Câmiu’l-Beyân An Te’vîl-i Âyi’l-Kur’ân,<br />
Dâru’l-Fikr, Beyrût 1995, Bakara Sûresi (1. âyetin tefsirinde).<br />
3. Mâturîdî, a.g.e, 1/13; Zerkeşî, a.g.e, 1/173.<br />
4. Mâturîdî, a.g.e, 1/14.<br />
5. Bkz: Ateş, Süleyman, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, <strong>Yeni</strong><br />
Ufuklar Neşriyat, İst. 1988, 1/92-93.<br />
6. Yıldırım, Suat, Kur’ân-ı Kerîm <strong>ve</strong> Kur’ân İlimlerine Giriş, Ensar<br />
Neşriyat, İst. 1989, s. 113. (Hasan el-Benna’dan naklen)<br />
7. Bkz: Zerkeşî, a.g.e, 1/175; Zemahşerî, a.g.e, 1/27; Râzî,<br />
a.g.e, 2/7.<br />
8. Nursî, Bediüzzaman, İşârâtu’l-İ’câz, Tenvir Neşriyat, İst.<br />
ts. s. 36.<br />
9. Cevâhir, a.g.e, 2/5-7.<br />
10. Tahiyye Abdulazîz İsmail, et-Tefsîru’l-İlmiyyu Li Hurûf-i<br />
Evâili’s-Su<strong>ve</strong>r Fi’l-Kur’âni’l-Kerîm, Metâbii’l-Ehrâm, Kâhire,<br />
1990.<br />
11. Zerkeşî, a.g.e, 1/169.<br />
12. Tahiyye, Abdulaziz İsmail, a.g.e, s.59.<br />
13. Bkz: Tahiyye Abdulaziz İsmail, a.g.e.<br />
14. M. Fethullah Gülen, Kur’ân’ın Altın İkliminde, s. 74.<br />
42 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENi ÜMiT<br />
Mustafa YILMAZ*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Allah’a sığınma, O’na iltica etme, şeytanın azdırması <strong>ve</strong><br />
saptırmasına karşı en önemli bir sığınak <strong>ve</strong> dinamiktir.<br />
Bu dinamiğin behemehâl kullanılması şarttır.<br />
İstiâze<br />
ALLAH’A SIĞINMA<br />
Bu dar hacimli yazıda istiâze kavramı üzerinde<br />
durulmaya çalışılacak <strong>ve</strong> istiâze dualarına<br />
bazı örnekler <strong>ve</strong>rilecektir.<br />
“Eûzü” diyerek Allah’a yönelen bir kul<br />
Rabb’ine istiâze etmiş olur. İstiâze, Cenab-ı Hakk’a<br />
iltica etme, sığınma, O’nun himaye <strong>ve</strong> korumasını<br />
dileme gibi mânâlara gelmektedir. Dua ile istiâze<br />
arasında bir umum-husus farkı olduğu görülmektedir.<br />
Dua istiâzeden daha geniş bir kavramdır.<br />
Zîrâ duada hem hayır <strong>ve</strong> iyilik isteme hem de<br />
kötülüklerden Allah’a sığınma vardır. İstiazede ise<br />
bunlardan sadece ikincisi yani şerlerden <strong>ve</strong> endişe<br />
sebebi hususlardan Allah’a, onun inayet <strong>ve</strong> rahmetine<br />
iltica söz konusudur.<br />
Niçin <strong>ve</strong> Neden İstiâze?<br />
Âciz, zayıf, emel <strong>ve</strong> arzuları nihayetsiz, imkânları<br />
çok kısıtlı, ömrü boyunca şeytan, nefs-i emmâre <strong>ve</strong><br />
bunlara ilâ<strong>ve</strong> olarak şeh<strong>ve</strong>t <strong>ve</strong> gazap gibi bir yönüyle<br />
düşman sayılabilecek kuv<strong>ve</strong>(t)lerle mücadele etme<br />
durumunda olan insanın, hem hayır istikametindeki<br />
emellerini gerçekleştirmek hem de düşmanlarının<br />
tuzak <strong>ve</strong> komplolarından kurtulmak için,<br />
gücü <strong>ve</strong> merhameti sonsuz Rabb’ine iltica <strong>ve</strong> istiâze<br />
etmekten başka çaresi yoktur. Bu çarenin varlığını<br />
fark eden <strong>ve</strong> ona başvuran insan temel problemlerini<br />
halletmiş sayılır. Çünkü şeytan <strong>ve</strong> onun âdeta<br />
bir santral gibi kullandığı nefse karşı insanın en bü-<br />
yük zırhı istiâze yani<br />
Cenab-ı Allah’ın ulu<br />
dergâhına sığınmaktır.<br />
Günümüzde maalesef<br />
pek çok insan<br />
inanmış dahi olsa<br />
âdeta şeytan yokmuş<br />
gibi davranmakta, bu<br />
yanlış düşünceleri de<br />
onları şeytan <strong>ve</strong> a<strong>ve</strong>nesinin<br />
tehlikeli desîse <strong>ve</strong> oyunlarına<br />
karşı her zaman açık hâle<br />
getirmektedir. E<strong>ve</strong>t, komplocu, tahripçi <strong>ve</strong><br />
yıkımcı şeytanın en tehlikeli desîselerinden<br />
biri insanın gözünü, yaptığı hata <strong>ve</strong> kusurlara<br />
karşı kapaması, o kusurları fark ettirmemesi;<br />
insan fark etmiş olsa bile şeytanın ona te’vil<br />
ettirmesidir. Bu komploya düşenler, şeytanın<br />
kendini inkâr ettirmek sûretiyle onlara bir<br />
çelme taktığının farkına varamamaktadırlar.<br />
Hâlbuki düşmanı olduğunun farkında olanlar<br />
sürekli teyakkuz hâlinde bulunurlar/bulunmalıdırlar.<br />
Tehlikeli zeminlerde fütursuzca dolaşanlarınsa<br />
acımasız avcıların tuzağına düşmesi<br />
pek tabiîdir. İşte savunma gayesiyle<br />
donanımındaki boşlukları kapama endişesi<br />
<strong>ve</strong> heyecanı taşımayan insan,<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 43
nefsin <strong>ve</strong> şeytanın zehirli oklarına hedef olmakta<br />
<strong>ve</strong> çok defa da onların bir oyuncağı hâline geli<strong>ve</strong>rmektedir.<br />
E<strong>ve</strong>t, şeytan vardır <strong>ve</strong> Kur’ân-ı Mübîn’in<br />
ifadesiyle insanoğlunun amansız <strong>ve</strong> inatçı düşmanıdır.<br />
İlk insan olan Hazreti Âdem’den bu yana<br />
hep ayakları kaydırmak için uğraşan, akla-hayale<br />
gelmedik türlü türlü tezyîn <strong>ve</strong> tesvîllerle Allah’ın<br />
kullarını şaşırtıp dalâlet vâdilerine sürüklemek için<br />
ant içmiş bir şeytan. “Şeytan işlemekte oldukları<br />
mâsiyet <strong>ve</strong> günahları onlara süslemiş, cazip göstermişti.<br />
(tezyîn)”(En’am sûresi, 6/43); “Kendilerine<br />
doğru yol iyice belli olduktan sonra, gerisin<br />
geri dinden çıkanlara muhakkak ki şeytan önce<br />
fit <strong>ve</strong>rmiş, sonra da onları uzun emellere düşürmüştür.<br />
(tesvîl)”(Muhammed sûresi, 47/25) mealindeki<br />
âyet-i kerîmeler bu hakikati açıkça ortaya<br />
koymaktadır. Yine, Allah Rasûlü (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong>sellem)’in ifadelerine bakıldığında da şeytanın,<br />
“insanoğlunun damarlarında tıpkı kanın çok rahat<br />
aktığı gibi akmakta”(Buharî, Ahkâm, 21) olduğu görülecek<br />
<strong>ve</strong> anlaşılacaktır.<br />
İnsana düşen nefs-i emmaresinin yaptı(rdı)klarına<br />
karşı her zaman tavır almasıdır. Çünkü Kur’ân-ı<br />
Mübîn’in ifadesiyle, “Nefis her zaman kötülüğü<br />
emreder.”(Yusuf sûresi, 12/53) İnsan için nefsinden<br />
daha büyük bir düşman yoktur. Nefsini beğenenler<br />
hiçbir zaman onun kusurlarını göremezler. Ancak<br />
her zaman onu itham altında tutanlardır ki, nefislerinden<br />
kaynaklanan ayıpları görüp hissedebilirler.<br />
Cenâb-ı Allah da, mâsiyet çukurlarından taat zir<strong>ve</strong>lerine<br />
taşımayı murad buyurduğu kullarına ev<strong>ve</strong>la<br />
nefsinin kusurlarını gösterir. Nefsinin ayıp <strong>ve</strong> kusurlarını<br />
gören insan tevbe <strong>ve</strong> istiğfarda bulunur,<br />
istiâze mülahazalarıyla Hakk’ın yüce dergâhına<br />
yüz sürer. Bunu yapabilen de şeytanın şerrinden<br />
<strong>ve</strong> nefs-i emmareye maskara olmaktan kurtulur.<br />
İstiâze Allah’ın Emri <strong>ve</strong> Resûllerin Yoludur<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de, Hadîs-i Şerîflerde <strong>ve</strong> değişik<br />
dua mecmualarında pek çok istiâze duaları yer almaktadır.<br />
İstiâze dualarından muradımız, içinde “eûzü,<br />
neûzü; eıznî, eıznâ; ecirnî, ecirnâ/sığınıyorum, sığınıyoruz”<br />
gibi ifadelerin yer aldığı yakarışlardır.<br />
Cenab-ı Allah Kur’ân-ı Kerîm’de,<br />
א א א א א א א <br />
“Kur’ân okuyacağın zaman, o kovulmuş şeytandan<br />
Allah’a sığın.”(Nahl sûresi, 16/98) buyurmaktadır.<br />
Bu emre binaen inananlar da Kur’ân-ı<br />
Azîm’i tilâ<strong>ve</strong>t edecekleri zaman O’nun hidayetinden<br />
tam istifade edebilme yolunda şeytanın desiselerinden<br />
etkilenmemek <strong>ve</strong> kalb <strong>ve</strong> ruhlarını tertemiz<br />
hâle getirmek için, <br />
א א <br />
א א <br />
“Kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım”<br />
derler. Bu, lafzı itibariyle bir haber cümlesi olsa<br />
da mânâsı açısından bir dua cümlesidir, bir yakarıştır.<br />
“Allah’ım, şeytanın şerrinden beni koru!”<br />
mânâsına gelmektedir.<br />
Buradan ayrıca şöyle bir ders çıkarılabilir. İnsan<br />
Kur’ân-ı Kerîm’i tilâ<strong>ve</strong>t etmek istediği zaman şeytanî<br />
her türlü mülâhazadan arınmalı, O’nu tertemiz bir<br />
gönülle okumalıdır. Ayrıca, Kur’ân elinde olan bir<br />
insanı bile tezyîn <strong>ve</strong> tesvîlleri ile kandırabilen şeytan<br />
sâir iş <strong>ve</strong> durumlarında hayli hayli kandırabilir<br />
demektir. Dolayısıyla her zaman şeytana <strong>ve</strong> oyunlarına<br />
karşı teyakkuz hâlinde bulunmak gerekir.<br />
Cenab-ı Allah’ın, kullarını istiâzeye çağırdığı<br />
Mü’minûn sûre-i celîlesinin 97 <strong>ve</strong> 98. ayet-i<br />
kerîmelerinde de,<br />
<br />
<br />
כ א א א <br />
כ <br />
<br />
<br />
“Sen de ki: Ya Rabbî! Şeytanların <strong>ve</strong>s<strong>ve</strong>selerinden,<br />
onların yanımda bulunmalarından Sana sığınırım!”<br />
buyrulur. Yine, “de ki: Sabahın Rabb’ine<br />
sığınırım, yarattığı şeylerin şerrinden, karanlığı<br />
çöktüğü zaman gecenin şerrinden, düğümlere üfleyip<br />
büyü yapan büyücü kadınların şerrinden <strong>ve</strong><br />
haset ettiği zaman hasetçinin şerrinden” <strong>ve</strong> “de ki:<br />
İnsanların Rabb’ine, insanların yegâne Hükümdarına,<br />
insanların İlahına sığınırım. O sinsi şeytanın<br />
şerrinden. O ki insanların kalplerine <strong>ve</strong>s<strong>ve</strong>se <strong>ve</strong>rir.<br />
O şeytan, cinlerden de olur, insanlardan da”<br />
meallerindeki, Allah Rasûlü’nün namazlarında<br />
okuduğundan başka sabah-akşam ayrıca üçer defa<br />
okumuş olduğu Felak <strong>ve</strong> Nâs sûreleri konumuza<br />
örnek <strong>ve</strong> delil olarak zikredilebilir. Bilindiği üzere<br />
bu iki sûreye birden “Muavvizeteyn” denilmiştir<br />
ki, bunlarla Allah’a sığınılır demektir.<br />
Nitekim yine Kur’ân-ı Hakîm’de görüldüğü<br />
üzere, Hazreti Musa (aleyhisselâm), א <br />
<br />
אא כ “Cahillerden olmaktan Allah’a<br />
sığınırım.”(Bakara sûresi, 2/67); Hazreti Nuh<br />
(aleyhisselâm), א כ כ <br />
<br />
“Bilmediğim bir şeyi Sen’den istemekten yine<br />
Sana sığınıyorum Rabbim.”(Hud sûresi, 11/47)<br />
<strong>ve</strong> Hazreti Yusuf (aleyhisselam), א א <br />
<br />
“Allah’a<br />
sığınırım.”(Yusuf sûresi, 12/23) ifadeleriyle istiâzede<br />
bulunmuşlardır.<br />
44 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Az önce zikredilen Müminûn Sûresi’nin 97 <strong>ve</strong><br />
98. âyetleri de Allah Resûlü’nün (aleyhi ekmelüttehâyâ)<br />
bir istiazesidir. Efendiler Efendisi’nin lâl ü<br />
güher ifadelerinde istiâzeye çokça rastlanmaktadır.<br />
Elbette hepsini buraya dercetmek mümkün değildir.<br />
Biz Ser<strong>ve</strong>r-i Kâinat Efendimiz’in sabah-akşam<br />
okumuş olduğu birkaç istiâze duasını buraya almakla<br />
iktifa edeceğiz.<br />
Efendiler Efendisi’nin Bazı İstiâzeleri<br />
Muhakkak ki, Fahr-i Kâinat Efendimiz her hususta<br />
olduğu gibi dua <strong>ve</strong> istiâze hususunda da bizler<br />
için en güzel örnektir. Cenab-ı Hak’tan nelerin <strong>ve</strong><br />
nasıl istenmesi gerektiğini en iyi O bildiği gibi, hangi<br />
hususlardan ne şekilde istiâze edilmesinin daha<br />
münasip olduğunu da O bilir. Bu mülâhazalarla<br />
biz dualarımızda Cenâb-ı Hak’tan, umumî mânâda<br />
Peygamber Efendimiz’in dilediği hayırları diler,<br />
istiâze ettiği şerlerden de istiâze ederiz. Bununla<br />
beraber Nebiy-yi Ekrem Efendimiz’in hususî olarak<br />
Allah Teâlâ’ya sığındığı bazı istiâze cümlelerini<br />
de buraya kaydetmekte yarar görüyoruz.<br />
א <br />
<br />
<br />
אא <br />
א א כא <br />
<br />
“Mahlûkatının şerrinden Allah’ın tastamam kelimelerine<br />
sığınırım.” (Müslim, Zikir, 54-55; Tirmizî,<br />
Deavât, 40; İbn Mâce, Tıb, 46; Dârimî, İsti’zan, 48.)<br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
א אא <br />
א א כא <br />
<br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
א <br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
כ א אא <br />
<br />
א א א <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
“Yarattıklarının, gökten inen <strong>ve</strong> oraya yükselen,<br />
yerde biten <strong>ve</strong> yerden çıkan şeylerin şerrinden, gece<br />
<strong>ve</strong> gündüzün fitnelerinden, -hayırla gelenler müstesna-<br />
meydana gelen hâdiselerin şerrinden, ne bir<br />
iyinin ne de bir kötünün kendilerini aşamayacağı,<br />
Rahmân olan Allah’ın tastamam kelimelerine <strong>ve</strong><br />
O’nun <strong>ve</strong>ch-i kerîmine sığınırım.”(Müsned, 3/421)<br />
<br />
<br />
כ <br />
<br />
א <br />
א <br />
כ <br />
א א א א <br />
א כ <br />
“Her türlü şeytandan, şom kazadan <strong>ve</strong> kem gözlerden<br />
Allah’ın tastamam kelimelerine sığınırım.”<br />
(Buharî, Enbiyâ, 10; Ebû Dâvud, Sünne, 20; Tirmizî,<br />
Tıb, 18)<br />
Buradaki kelimelerden murad Kur’ân-ı Hakîm<br />
olabilir. Tastamam olması da, o kelimelerin fayda<br />
<strong>ve</strong> şifa <strong>ve</strong>rici olmaları ya da herhangi bir eksiklikten<br />
uzak bulunmalarıdır. Elbette, doğrusunu Allah bilir.<br />
כ <br />
א <br />
א <br />
כ א <br />
כ א א כ אכ <br />
<br />
א <br />
א א <br />
<br />
א <br />
<br />
<br />
“Allah’ım, tasa <strong>ve</strong> hüzünden Sana sığınırım.<br />
Âcizlik <strong>ve</strong> tembellikten Sana sığınırım. Korkaklık<br />
<strong>ve</strong> cimrilikten Sana sığınırım. Borç altında ezilmekten<br />
<strong>ve</strong> düşmanların kahrından da yine Sana<br />
sığınırım.”(Buharî, Deavât, 36)<br />
א <br />
כ <br />
<br />
<br />
כ א <br />
<br />
<br />
א <br />
א א <br />
“Allah’ım, nefsimin <strong>ve</strong> perçemlerinden tuttuğun<br />
her canlının şerrinden Sana sığınırım.”<br />
(Müsnedü’l-Hâris, 2/953) Şüphesiz ki Rabb’im dosdoğru<br />
yol üzerindedir.(Hûd sûresi, 11/56)<br />
כ <br />
<br />
א א <br />
אכ כ <br />
<br />
א<br />
<br />
א א <br />
“Allah’ım, Sana sığınırım küfürden <strong>ve</strong> fakirlikten.<br />
Allah’ım, Sana sığınırım kabir azabından.<br />
Sen’den başka ilâh yoktur.”(Ebu Davud, Edep, 110)<br />
<br />
<br />
אכ <br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
אכ כ <br />
<br />
א<br />
<br />
א א <br />
א <br />
א <br />
“Allah’ım, tembellikten, kocamaktan, ihtiyarlığın<br />
dertlerinden, dünyanın fitnesinden <strong>ve</strong> Âhiret<br />
azabından Sana sığınırım.”(Müslim, Zikir <strong>ve</strong> Dua,<br />
74-76)<br />
Allah Resûlü (aleyhi efdalüssalavât <strong>ve</strong> ekmelüt tahiy<br />
yât) Efendimiz gerek namazlarının akabinde,<br />
gerekse sâir zamanlarda daha başka hususlardan<br />
da Allah’a sığınmış, ashabına dolayısıyla ümmetine<br />
de sığınmalarını tavsiye etmiştir. Efendimiz’in<br />
hadîs-i şerîflerine bakıldığı zaman ezcümle O’nun,<br />
Allah’ın gazabından, Cehennem <strong>ve</strong> kabir fitne <strong>ve</strong><br />
azabından, zenginlik <strong>ve</strong> fakirlikle imtihan olmaktan,<br />
Deccal fitnesinden, şeka<strong>ve</strong>tten, düşmanlara<br />
maskara olmaktan, belâlara maruz kalmaktan,<br />
hastalıklardan, erzel-i ömür tabiriyle ifade buyurdukları<br />
ele ayağa düşmekten, bunamaktan, dünya<br />
imtihanlarından, haşyet duymayan kalbden, kabul<br />
olmayan duadan, doymayan nefisten, yaşarmayan<br />
gözden, fayda <strong>ve</strong>rmeyen ilimden, şikak,<br />
nifak <strong>ve</strong> sû-i ahlaktan, hubs u habâis şeklinde<br />
söyledikleri erkek <strong>ve</strong> dişi şeytanlardan <strong>ve</strong> onların<br />
her türlü desiselerinden Allah’a iltica ettiği görülmektedir.<br />
İşte namazlarımızdan sonra bizim,<br />
א<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 45
א... <br />
<br />
<br />
א<br />
א... א א <br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
א <br />
<br />
א א <br />
אכ <br />
<br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
א <br />
א <br />
א <br />
א <br />
אכ <br />
<br />
<br />
אא... א <br />
א <br />
א<br />
gibi dua <strong>ve</strong> tesbihatlarla “Allah’ım bizi koru…”<br />
diyerek yakarışa geçmemiz <strong>ve</strong> Resûlüllah (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) Efendimiz’in sığındığı şeylerden<br />
Allah’a sığınmamız ev<strong>ve</strong>l emirde O’nun sünnet-i<br />
seniyyesine ittiba içindir. Yine Cevşen-i Kebir’de<br />
her bir hizbin sonunda okuduğumuz<br />
א א <br />
א א <br />
א <br />
א אכ <br />
<br />
אא א <br />
אא א אא <br />
“Sübhansın ya Rab! Sen’den başka yoktur ilâh.<br />
Eman diliyoruz Sen’den, koru bizi Cehennem’inden!”<br />
duası da Allah Resûlü’nün (aleyhissalâtü <strong>ve</strong>sselam)<br />
mübarek diliyle yapılmış bir istiâzedir. Aslında<br />
Cevşen’in bizzat kendisi bir istiâzedir.<br />
Esmâ-i Hüsnâ ile İstiâze<br />
Üstad Bediüzzaman Hazretleri’nin bu son hususla<br />
alâkalı şu mütalaası ne kadar dikkat çekicidir:<br />
“Çok esmâya mazhar <strong>ve</strong> çok vazifelerle mükellef<br />
<strong>ve</strong> çok düşmanlara müptelâ olan insan,<br />
münâcâtında, istiâzesinde çok isimleri zikreder.<br />
Nasıl ki, nev-i insanın medâr-ı fahri <strong>ve</strong> elhak en<br />
hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî<br />
(aleyhissalâtü <strong>ve</strong>sselâm), Cevşen-i Kebîr nâmındaki<br />
münâcâtında bin bir ismiyle dua ediyor, ateşten<br />
istiâze ediyor. İşte şu sırdandır ki sûre -i<br />
<br />
<br />
א א א <br />
<br />
א <br />
. א א <br />
. א א <br />
כ <br />
. <br />
'de üç unvan ile istiâzeyi emrediyor.” 1<br />
א א<br />
Hak Teâlâ’nın kulları olarak bizler aslında<br />
bu dersi yani Cenâb-ı Allah’a değişik isimleriyle<br />
istiâzede bulunup sığınma ders <strong>ve</strong> edebini<br />
Cevşen’den <strong>ve</strong> Allah dostlarının dualarından<br />
öğrendiğimiz gibi, onlardan daha önce Felak <strong>ve</strong><br />
Nâs sûre-i celîlelerinden öğreniyoruz. Şöyle ki,<br />
Cenâb-ı Allah kullarına bu iki sûrede <br />
<br />
א <br />
<br />
אא <br />
א א <br />
כ <br />
א א diyerek istiâzede bulunmalarını<br />
Resûlü vasıtasıyla emretmektedir. Görüldüğü<br />
üzere burada Rab, Melik <strong>ve</strong> İlâh isimleri<br />
zikredilmektedir.<br />
Bu iki sûreyi okuyan mü’min, insî <strong>ve</strong> cinnî<br />
düşmanlardan, onlardan gelebilecek kötülüklerden,<br />
hastalık <strong>ve</strong> musibetlerden, değişik fiyasko <strong>ve</strong><br />
başarısızlıklardan Allah’a sığınırken, O Kudreti<br />
Sonsuz’un, ev<strong>ve</strong>lâ bütün insanları topraktan yaratan,<br />
terbiye ederek tekemmül ettiren, onlara akıl<br />
<strong>ve</strong> iz’an <strong>ve</strong>ren, insanlık vazifelerini duyurarak bütün<br />
mahlûkat içinde mümtaz bir hâle getiren <strong>ve</strong><br />
Rubûbiyet mefhumunu öğreterek Kendi varlığını<br />
sezdirip hak <strong>ve</strong> hayır uğrunda çalışma yolunu gösteren<br />
bir Rabb-i Ecell-i A’lâ olduğunu mülâhazaya alır.<br />
İkinci olarak, Kendisine sığındığı Yüce Zât’ın,<br />
insanların hepsini hükmü altında tutan, ilim <strong>ve</strong><br />
hikmetinin muktezasınca onları hayır <strong>ve</strong> kemâle<br />
yönlendiren, dilediğini mülk <strong>ve</strong>rip şah yapan, dilediğini<br />
de padişahlıktan atan, dilediğini azîz, dilediğini<br />
zelîl etmek kudretine mâlik bulunan Melikler<br />
Meliki, Padişahlar Padişahı, Hükümdarlar Hükümdarı<br />
bir Melik olduğunu düşünür.<br />
Üçüncü olarak da, sığındığı kapının, kullarının<br />
Kendisine her dâim ibadette bulundukları<br />
bir Hak Ma’bûd’un, yaratma, icat etme, varlık<br />
sahasına çıkarma <strong>ve</strong> o sahadan çıkarma, sevap ile<br />
mükâfatlandırma, azap ile cezalandırma gibi küllî<br />
tasarruflara, önüne geçilemez kudrete mâlik, samediyet,<br />
celâl <strong>ve</strong> ikram sahibi bir İlah’ın kapısı olduğunu<br />
düşünür. 2<br />
İşte Cenab-ı Hakk’a değişik isimleriyle istiâzede<br />
bulunan bir insan, bu üç ismi okurken içine girdiği<br />
düşüncelerin benzerlerini mânâ <strong>ve</strong> muhtevalarına<br />
göre diğer esmâ-i hüsna için de mülahazaya alabilir.<br />
Özetle diyebiliriz ki, Cenab-ı Allah’ın birbirinden<br />
güzel isimleri olan esmâ-i hüsna, istiâze açısından<br />
da büyük ehemmiyet <strong>ve</strong> kıymete sahiptir.<br />
Netice<br />
Mü’min, havl <strong>ve</strong> kuv<strong>ve</strong>tin yegâne sahibi Rabb’ine<br />
istiâze etmeden ne masiyetlere düşmekten kurtulabilir,<br />
ne de lâyıkıyla kulluğunu yerine getirebilir.<br />
Ne şeytanın oyunlarından azade kalabilir, ne de<br />
nefs-i emmareye mağlup düşmekten korunabilir.<br />
Bundan dolayı, Kur’ân-ı Kerîm, Hadîs-i Şerîfler <strong>ve</strong><br />
dua mecmualarında yer alan istiâze dualarına sık<br />
sık müracaat etmeli <strong>ve</strong> gönlünün sesiyle her zaman<br />
Rabb’inin koruyup kollamasına olan ihtiyacını dile<br />
getirmelidir. İnananlar için en güzel örnek olan<br />
rusül-ü kiram efendilerimizin (alâ nebiyyina <strong>ve</strong> aleyhimüsselam)<br />
<strong>ve</strong> Allah dostlarının (rıdvanullahi aleyhim<br />
ecmaîn) yolu budur.<br />
*İlâhiyatçı-Yazar<br />
myilmaz@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. Sözler, sh. 356<br />
2. Hak Dini Kur’ân Dili, Felak sûresi tefsiri<br />
46 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENi ÜMiT<br />
Yusuf ÜNAL*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Düşünce <strong>ve</strong> aksiyon insanı, bazen <strong>ve</strong>falı bir vatan evladı,<br />
bazen düşünce buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı,<br />
bazen dâhi bir sanatkâr, bazen bir devlet adamı,<br />
bazen de bunların hepsidir.<br />
OSMANLI TAŞ RASININ BÜYÜK ÂLİ M İ<br />
İmam Hâdimî<br />
İstanbul, sultanların gözbebeği, şairlerin beşiği;<br />
ulemanın yuvası, evliyanın duasıdır.<br />
Şair’in, “Bu şehr-i stanbul ki bî misl-ü bahâdır,<br />
/ Bir sengine yek-pâre acem mülkü fedâdır” (Nedim)<br />
diyerek bir sengine Acem mülkünü feda ettiği<br />
şehirdir. Uğruna nice hanümanın dağıldığı, nice<br />
selvicanın feda olduğu yerdir.<br />
18. yüzyılda İstanbul bir başka güzeldir. Âlimler<br />
oraya akmakta, şiirler ona yazılmakta, âbideler orada<br />
dikilmektedir. Lâle Devri’nin izleri bahçelerdedir.<br />
Her yeri bağ-bahçe doludur İstanbul’un.<br />
Çiçeklerinin ‘telli pullu’, ay <strong>ve</strong> güneşin ezelden iki<br />
‘İstanbullu’ 1 olduğu günlerdir. “Gecesi sümbül kokan<br />
/ Türkçesi bülbül kokan.” yerdir İstanbul.<br />
Payitahtta âlime <strong>ve</strong> ilime büyük önem <strong>ve</strong>rilmektedir.<br />
Nerede bir âlimin adı duyulsa o, saraya<br />
da<strong>ve</strong>t edilmektedir. Bu şekilde İstanbul’a da<strong>ve</strong>t edilip<br />
ağırlananlardan birisi de İmam Ebû Sâid Muhammed<br />
Hâdimî Hazretleri’dir. Onun İstanbul’da<br />
<strong>ve</strong>rdiği dersler hem ulemanın hem sarayın öyle<br />
ilgisine mazhar olur ki, kimse onu memleketine<br />
göndermek istemez. Dünyanın incisi o şehirde kalıp<br />
orada müderrislik yapmasını, saraya yakın olmasını<br />
teklif ederler.<br />
Ancak Hâdimî Hazretleri bu teklifi kabul etmek<br />
yerine Toros dağlarının koynundaki köyüne döner.<br />
O köy ki dağların arasında kalmış, en yakın şehre<br />
günler sonra ulaşılabilen bir yerdedir. Böyle olmasına<br />
rağmen acaba mâneviyat büyüğü Hâdimî neden<br />
oraya dönmek istemiştir? Bu sorunun cevabını<br />
bulmak için o devrin genel görünümüne <strong>ve</strong> Hz.<br />
Hâdimî’nin hayatına bakmamız gerekmektedir.<br />
18. Yüzyılın Genel Görünümü<br />
17. yüzyıl, Osmanlı fetihlerinin durakladığı,<br />
devletin en geniş sınırlarına ulaştığı dönemdir.<br />
1699’da Karlofça Anlaşması’yla ilk defa toprak kaybedilerek<br />
gerileme dönemi başlamıştır. 18. asır ise<br />
Osmanlı’nın belli sahalarda Avrupa’nın üstünlüğünü<br />
kabul ettiği <strong>ve</strong> bu sahalarda onları yakalamaya<br />
çalıştığı bir devirdir. Bu sebeple Osmanlı, Batı’ya<br />
yönelme mecburiyeti duymuş <strong>ve</strong> Avrupa’yı yakından<br />
tanımak için Londra <strong>ve</strong> Paris gibi Batı’daki gelişmenin<br />
lokomotifi olan şehirlere elçiler göndermiştir.<br />
Bahçe, mimarî <strong>ve</strong> eğlence sahalarında bıraktığı<br />
izlerle meşhur “Lâle Devri” bu asırda yaşanmış;<br />
matbaa, Osmanlı sınırlarına bu asırda girmiştir.<br />
Öte yandan Lâle Devri’ne karşı başlatılan <strong>ve</strong> payitahtı<br />
sarsan Patrona Halil İsyanı da aynı zaman<br />
diliminde gerçekleşmiştir. Coğrafî keşifler <strong>ve</strong> sanayi<br />
atılımlarıyla ekonomisi gelişen Avrupalıların,<br />
Müslümanlara İslâmiyet’le ilgili soru sorup cevabını<br />
istemeye başlamaları da bu dönemdedir.<br />
18. yüzyıl, medreselerin köylere kadar yayılmaya<br />
başladığı yıllardır. Kütüphanelerin açıldığı,<br />
mevcutlarının zenginleştirildiği, kurulan bir tercüme<br />
heyetiyle çevirilerin yapıldığı; mimarî, bah-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 47
çe düzenlemeleri, çiçekçilik, resim <strong>ve</strong> minyatürde<br />
gelişmelerin olduğu; ilk kâğıt fabrikasının açıldığı,<br />
çiçek aşısının yapıldığı, kumaş <strong>ve</strong> çini atölyelerinin<br />
açıldığı, itfaiye bölüğünün kurulduğu yıllar da aynı<br />
yıllardır. Bu asırda askerî sahalarda ıslahatlara büyük<br />
önem <strong>ve</strong>rilmiş, pek çok yenilik uygulanmıştır.<br />
Bütün bu gelişmelerin yanında savaşlardaki başarısızlıklar,<br />
kaybedilen topraklar, yükselen <strong>ve</strong>rgiler ile<br />
lüks <strong>ve</strong> israfın artması, toplumda huzursuzluklar<br />
oluşturmuştur.<br />
İşte siyasî, idarî, ilmî <strong>ve</strong> içtimaî şartların çok hareketli<br />
olduğu bu dönemde İmam Hâdimî 1701 yılında<br />
Konya’nın Hâdim kazasında dünyaya gelmiştir.<br />
Hâdimî’nin Ailesi <strong>ve</strong> Tahsil Hayatı<br />
Hâdimî Hazretleri’nin, Buhara’dan hicret<br />
ede rek Hâdim civarına yerleşen ailesinin soyu<br />
Efendimiz’e (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) dayanır. Büyük<br />
dedelerinden Hüsameddin Efendi, Buhara’nın<br />
ilim <strong>ve</strong> faziletiyle tanınmış âlimlerindendir. 1400<br />
yıllarında Hâdim yakınlarındaki “Karaca Sâdık”<br />
beldesine yerleşip orada açtığı medresede binlerce<br />
talebe yetiştirmiştir. Hz. Hâdimî’nin dedeleri<br />
bin altı yüzlü yılların sonuna kadar burada kalmışlar,<br />
daha sonra birtakım mânevî işaretler üzerine<br />
Hâdim’e yerleşmişlerdir. Hâdim, Konya’nın 128<br />
km. güneyinde, Toros dağlarının arasında, engebeli<br />
bir coğrafyaya sahip eski bir yerleşim yeridir.<br />
Annesi Taşkent müftüsünün kızı Hediye<br />
Hanım, babası hem sahip olduğu ilim <strong>ve</strong> güzel<br />
ahlâkından hem de pek çok âlim yetiştirmesinden<br />
dolayı “Fahru’r-Rûm” lâkabıyla anılan Karahacı<br />
Mustafa Efendi’dir.<br />
Hz. Hâdimî hayatını ilme <strong>ve</strong> talebe yetiştirmeye<br />
vakfetmiş bir ailede büyümüştür. Dedeleri gibi<br />
kardeşi Ebû Nuaym Ahmed Hâdimî de ulemadandır.<br />
İlk tahsilini aile çevresinden alır. On yaşında<br />
hafız olur. Babasından hadîs dersleri okur. Bu arada<br />
Arapça <strong>ve</strong> Farsçayı öğrenir. Oğluna kendisinin<br />
öğreteceklerinin bittiğini fark eden babası, 1720 yılında<br />
onu asırlardır ilme merkezlik eden Konya’daki<br />
Karatay Medresesi’ne gönderir.<br />
Orada beş sene boyunca tahsilini sürdürür.<br />
Bu süre sonunda hocası İbrahim Efendi ona şöyle<br />
der: “Evlâdım, benden alacağını aldın. Artık ne benim<br />
ne de Konya’da başka bir hocanın sana ders <strong>ve</strong>recek durumu<br />
yoktur. Bundan sonra İstanbul’a gitmeni <strong>ve</strong> orada<br />
Kazabâdî Ahmet Efendi’den ders almanı tavsiye ederim.”<br />
Bunun üzerine Hz. Hâdimî 1725’te İstanbul’a<br />
giderek, aynı zamanda babasının arkadaşı olan,<br />
meşhur âlim Kazabâdî’nin medresesine devam<br />
eder. Yaklaşık sekiz yıl da burada öğrenim görür.<br />
Böylece zamanında okutulan bütün ilimlerde yüksek<br />
tahsilini tamamlayarak icazet alır. Arapça <strong>ve</strong><br />
Farsçayı kitap yazacak seviyede öğrenir. Aynı yıllarda<br />
İstanbul camilerinde vaazlar <strong>ve</strong>rdiği, eser telif<br />
ettiği <strong>ve</strong> tasavvuf çevrelerine yakın olduğu bilinmektedir.<br />
Zekâ <strong>ve</strong> hafızasıyla herkesin takdirini kazanan<br />
Hz. Hâdimî’nin aynı zamanda çok çalışan <strong>ve</strong><br />
az uyuyan, sağlam iradeli <strong>ve</strong> müttakî bir şahsiyet<br />
olduğu kaynaklarda zikredilir. Müderrisler büyüten<br />
bir ailenin ferdi olması, babasının dibine ışık<br />
<strong>ve</strong>ren bir “mum” olması, Konya <strong>ve</strong> İstanbul gibi<br />
ilim merkezlerine gitme imkânı elde etmesi, hocalarının<br />
yönlendirmesi gibi sebepler onun tahsil hayatında<br />
tesirli olmuştur. Bütün bunların yanı sıra<br />
onun ilmiyle amel etmesi <strong>ve</strong> öğrendiklerini başkalarına<br />
anlatma iştiyakı, zihninin berraklaşmasına <strong>ve</strong><br />
kalbinin saflaşmasına <strong>ve</strong>sile olmuş olmalıdır.<br />
Hâdim’e Dönüşü, Medresesi <strong>ve</strong> Müderrisliği<br />
Hz. Hâdimî, 1734-5 (?) senesinde babasının<br />
hastalığı <strong>ve</strong>ya <strong>ve</strong>fatı üzerine, beraberinde dört katır<br />
yükü kitapla memleketine döner <strong>ve</strong> medresenin<br />
sorumluluğunu üstlenir. Babasının kurduğu medreseyle<br />
birlikte adı duyulmaya başlayan Hâdim<br />
onunla birlikte bir ilim merkezi olmaya başlar. Kısa<br />
süre sonra medrese dar gelmeye başlayınca yeni bir<br />
medrese yapılır. O medrese de yeterli gelmeyince<br />
İmam Hâdimî derslerini yaylada, açık havada<br />
yapar. Yaz aylarında sayıları binli rakamlarla ifade<br />
edilen talebeleriyle Hâdim’e 12 km uzaklıktaki<br />
Kervanpınar mevkiinde derslere devam eder.<br />
İlim-amel birlikteliğine fevkalâde önem <strong>ve</strong>ren<br />
Hz. Hâdimî, müderrislere şöyle bir gündüz programı<br />
tavsiye eder: “Fecirden güneşin doğuşuna kadar<br />
zikir; güneşin doğuşundan öğleye kadar ta’lim, tefekkür <strong>ve</strong><br />
problemli meseleleri çözmek; öğleden ikindi vaktine kadar<br />
eser yazmak <strong>ve</strong> etüt etmek; günler uzunsa hafif öğle uykusu<br />
uyumak; ikindi vaktinden günün sararmasına kadar<br />
okunan tefsiri <strong>ve</strong>ya hadîsi <strong>ve</strong>ya faydalı bir ilimi dinlemek;<br />
eğer günün sararmasından gün batımına kadar eser etüt<br />
etmek <strong>ve</strong> eser yazmak göz sağlığı açısından zararlı ise istiğfar,<br />
zikir <strong>ve</strong> tesbihle meşgul olmak… ” Medrese talebelerine<br />
de aynı programı tavsiye eder. Evlâtlarına<br />
<strong>ve</strong> talebelerine yaptığı vasiyetinde, nefislerini terbiye<br />
ederek, ilimlerini <strong>ve</strong> ruhî kemalâtlarını artırmalarını<br />
istemiştir.<br />
Onun zamanında küçük bir kasaba olan<br />
Hâdim, Osmanlı ülkesinin her yerinden gelen ilim<br />
âşıklarıyla dolar. Merkeze olan uzaklığına rağmen<br />
İstanbul, Bursa, Konya, Kayseri gibi bilinen ilim<br />
<strong>ve</strong> irfan mahfillerinden birisi olur. Bir yandan ta-<br />
48 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
lebe okutan İmam Hâdimî diğer yandan medresenin<br />
kütüphanesini zenginleştirir. Kütüphanesi saray<br />
tarafından <strong>ve</strong> hayır ehli kimselerin bağışlarıyla<br />
desteklenir. Hâdim Medresesi’nde; Tefsir-Hadis,<br />
İslâm Hukuku, İslâm Felsefesi, İlm-i Kelâm <strong>ve</strong><br />
Arap Edebiyatı Bölümleri olmak üzere beş dalda<br />
eğitim <strong>ve</strong>riliyordu.<br />
Çok yönlü bir kişi olan Hz. Hâdimî, müderrisliğinin<br />
yanında hem Nakşî şeyhliği hem Hâdim<br />
müftülüğü yapmıştır. O dönemde müftüler civardaki<br />
âlimler tarafından “gizli oy” usulüyle seçilmekteydi.<br />
En yüksek oyu alan kişi Şeyhülislâmlık<br />
makamına müftü olarak bildiriliyordu. Müftü, bulunduğu<br />
yerde ilmiye sınıfını temsil eder <strong>ve</strong> idarede<br />
sözü geçerdi.<br />
Hz. Hâdimî kendisini sadece medrese talebelerine<br />
adamış biri değildi. O; toplumun içine karışan,<br />
halkı irşad etmeye önem <strong>ve</strong>ren gayretli bir<br />
âlim <strong>ve</strong> mâneviyat büyüğüdür. Bu maksatla zaman<br />
zaman Konya’ya gider, Alaaddin Camii’nde vaazlar<br />
ederdi.<br />
Talebeleri<br />
İlim öğretmek <strong>ve</strong> talebe yetiştirmek onun kendine<br />
biçtiği biricik misyondu diyebiliriz. O, bu<br />
uğurda kendisine teklif edilen imkân <strong>ve</strong> makamları<br />
kabul etmemiştir. Payitahtta meşhur bir âlim<br />
olarak yaşama imkânı varken geçit <strong>ve</strong>rmez bir dağ<br />
kasabasında ömrünü geçirmiştir.<br />
“Mum dibine ışık <strong>ve</strong>rmez.” atasözünün aksine<br />
İmam Hâdimî, babası gibi, çocuklarının tamamına<br />
ilim öğretmiştir. Oğullarından Hacı Saîd Efendi,<br />
Mekke-i Mükerreme kadılığı yapmış; Abdullah<br />
Efendi, babasının çoğu eserini istinsah etmiş, diğer<br />
beş oğlu da ilimle iştigal etmiştir.<br />
Bereketli bir ömür süren İmam Hâdimî, kendi<br />
çocuklarının dışında birçok âlim yetiştirmiştir. İsmail<br />
Gelenbevî, Gözübüyükzâde İbrahim Efendi,<br />
Muhammed b. Süleyman Kırkağacî, Hâfız Hasan<br />
Üskübî bunlardan bazılarıdır. Talebelerinin memleketlerinden<br />
anladığımıza göre Osmanlı coğrafyasının<br />
hemen her tarafından Hz. Hâdimî’nin talebesi<br />
olmuştur.<br />
Eserleri<br />
Kitap yazma işini ibadet neş<strong>ve</strong>siyle yapan Hz.<br />
Hâdimî, genç yaşlarından itibaren eser telif etmeye<br />
başlamıştır. Zîrâ ona göre eser yazmak; başkalarına<br />
faydası geçen ibâdetlerin en hayırlısı, daimî olan<br />
amellerin en büyüğü, sadaka-ı câriyenin en kuv<strong>ve</strong>tlisidir.<br />
Bu inancın <strong>ve</strong>rdiği azimledir ki kendisi<br />
irili ufaklı 80’den fazla eser telif etmiştir.<br />
O; bir ilim, irfan <strong>ve</strong> irşad merkezi<br />
hâline gelen medresesinde<br />
gelenekten kopmadan, çağına<br />
göre yenilenerek İslâmî düşünceyi<br />
<strong>ve</strong> yaşantıyı temsil etmiş<br />
devasâ bir kamettir. Mağlubiyet<br />
psikolojisine kapılmadan,<br />
savrulma yaşamadan, dimdik<br />
ayakta durarak ehl-i sünnet<br />
çizgisini sürdürmüştür.<br />
Tefsir, hadis, fıkıh, akaid, tasavvuf gibi birçok<br />
farklı sahada eserleri olduğu için o hem fıkıhçı hem<br />
tefsirci hem hadisçi hem felsefeci hem de mutasavvıflar<br />
arasında sayılabilmektedir. Eserlerinin tamamına<br />
yakınını zamanın ilim dili olan Arapça ile<br />
kaleme almıştır.<br />
En bilinen eseri İmam Birgivî’nin Tarikatü’l-<br />
Muhammediye adlı eserine yazdığı Berika isimli şerhidir.<br />
Mecâmi’ul-Hakâik adlı eseri fıkıh usulüne ait<br />
olup Mecelle’nin önemli bir kaynağıdır. Hâşiye alâ<br />
Düreri’l-Hükkam, Molla Hüsrev’in Hanefî fıkhına<br />
ait eserinin şerhidir. Arâ’isü’n-Nefâis mantık üzerinedir.<br />
İstanbul’da padişahın huzurunda ders olarak<br />
takrir edilmiş <strong>ve</strong> takdir görmüştür.<br />
Bunların dışında: Risale fi beyani mahiyeti’ttarikatı’n-Nakşibendiyye,<br />
Risale fi istihbabiyye Erbain,<br />
Risale nasâyıh <strong>ve</strong>’l-<strong>ve</strong>sâyâ, Vasiyetname-i Hâdimî,<br />
Nasihat-ı Hâdimî, Risale fi’l-izâfeti’l-lafziyye, Şerh<br />
ala kasideti’l-bürde, Risaletân fi hakkı duhân, Risale fi<br />
hakkı’l-kah<strong>ve</strong>, Risale fi hakkı mesnuniyyeti’l-misvak,<br />
Risale huşu fi’s-salat, Risale vazâif-i cenâiz; Risaletü’lvazâifi’l-mevtâ;<br />
Vazâifu’l-bediâ, Risale fi kavlihi teâlâ<br />
“İnne ba’za’z-zann ismün”, Risale fi âdâb kıraatı’l-<br />
Kur’ân <strong>ve</strong> fazâilihâ… gibi Kur’ân okuma âdabı, Besmele<br />
tefsiri, zikrin faziletleri, evlatlarına <strong>ve</strong> talebelerine<br />
nasihat <strong>ve</strong> vasiyetleri, sigara, kah<strong>ve</strong>, cenaze,<br />
namazda huşu... hakkında yazılmış onlarca eseri<br />
vardır.<br />
Vaazlarında <strong>ve</strong>zinli <strong>ve</strong> kafiyeli sözler söylediği<br />
aktarılan Hz. Hâdimî’nin, şiirlerinin olduğu bir divandan<br />
söz edilmekteyse de kaynaklarda böyle bir<br />
divana ulaşılamadığı zikredilmektedir. Günümüze<br />
sadece birkaç şiiri ulaşabilmiştir.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 49
İstanbul’a Da<strong>ve</strong>t Edilmesi<br />
Hâdim Medresesi’nin ünü, kısa sürede Osmanlı<br />
coğrafyasına yayılır. Bu ün Osmanlı sarayına kadar<br />
ulaşınca Padişah 3. Ahmed, 2 Daru-s Saade Ağası<br />
Beşir Ağa vasıtasıyla Hz. Hâdimî’yi İstanbul’a<br />
da<strong>ve</strong>t eder. Bu da<strong>ve</strong>ti bizzat Konya Valisi Ali Paşa,<br />
Hâdim’e kadar giderek iletir.<br />
Hz. Hâdimî’den Ayasofya Camii’nde vaaz etmesi<br />
taleb edilir. Cemaat arasında halife, şeyhülislâm,<br />
pek çok müderris <strong>ve</strong> ulema, medrese talebeleri <strong>ve</strong><br />
Kazabâdî olacaktır. Hâdimî, hocasının karşısında<br />
vaaz etmeyi kendisine yakıştıramazsa da: “İrade-i<br />
seniyye sâdır olmuştur, kürsiden vaazını yapman şarttır”.<br />
diyerek onu ikna ederler. Vaazında Fatiha’yı tefsir<br />
eder. Öyle tesirli olur ki hocası Kazabâdî sevincinden<br />
ağlar.<br />
Halife, Anadolu’dan gelen <strong>ve</strong> henüz kırklı yaşlarını<br />
süren bu genç âlime yakın alâka gösterir. Topkapı<br />
Sarayı’nda misafir eder. Bununla kalmayıp<br />
İstanbul’da kalmasını ister <strong>ve</strong> bazı vazifeler teklif<br />
eder. Ancak Hz. Hâdimî, lisân-ı münasiple medresesine<br />
dönmek istediğini söyler. Padişah kendisinden<br />
ne tür bir isteği olduğunu sorunca hiçbir şey<br />
talep etmez. Onun bu mütevazı tavrı padişahın çok<br />
hoşuna gider <strong>ve</strong> ona şöyle der: “Senin ilim, irfan <strong>ve</strong><br />
feyiz yuvası olan medreseni yaşatmak için Bozkır <strong>ve</strong> Mut<br />
kazalarının a’şârını vakfettim.” Hz. Hâdimî, bir kere<br />
daha İstanbul’dan kasabasına dönerken yanında<br />
kütüphanesine konulacak iki katır yükü kıymetli<br />
kitap vardır.<br />
Belli Başlı Fikirleri <strong>ve</strong> Kendinden Sonraki Döneme<br />
Tesirleri<br />
Hz. Hâdimî, yönetim çevrelerinden <strong>ve</strong> idarî<br />
entrikalardan uzak durmuştur. Kendisini talebe yetiştirmeye,<br />
eser telifine <strong>ve</strong> halkı irşad etmeye adamıştır.<br />
Şaşaalı işlerden, şöhret peşinde koşmaktan<br />
sürekli kaçınmış; mütevazıane, gösterişten uzak bir<br />
şekilde kendi hizmetine yoğunlaşmış, “mesleğinin<br />
muhabbeti” ile yaşamıştır. Onun bereketli ocağında,<br />
onun terbiyesiyle nice talebeler yetişmiş, nice<br />
eserler yazılmış, nice imanlar kurtulmuştur.<br />
İmam Hâdimî’nin kendinden önceki ilmî birikime<br />
vâkıf olduğu kuşkusuzdur. Önemli eserlerin<br />
çoğunu tahsil yıllarında okuduğu, bir kısmına şerh<br />
yazdığı, bir kısmını da derslerinde okuttuğu bilinen<br />
bir durumdur. O, seleflerinden azamî derecede<br />
istifade etmeye çalışmıştır. Ancak yaşadığı asrın<br />
icaplarına göre fikir üretmekten, meselelere çözüm<br />
getirmekten <strong>ve</strong> kendi tercihini belirtmekten de geri<br />
durmamıştır.<br />
Bazı dönemlerde medrese uleması ile sufîler<br />
arasında farklı mülâhazalar olmuş <strong>ve</strong> her iki taraf<br />
birbirlerini yanlış düşünmekle itham etmişlerdir.<br />
Bazı âlimler sufîleri ilme <strong>ve</strong> şeriate aykırı davranmakla<br />
suçlarken bazı sufîler de âlimleri zâhirde<br />
kalmakla suçlamışlardır. Hâdimî Hazretleri, hem<br />
klâsik mânâda kudretli bir âlim <strong>ve</strong> müftü hem de<br />
bir tarikat şeyhidir. O, tasavvufî tecrübe nasslara<br />
uygun düşüyorsa kabullenip uygun düşmezse<br />
reddetmiş <strong>ve</strong> ilmiyle amel etmeye fevkalâde önem<br />
<strong>ve</strong>rmiştir. Böylece zâhirî ilimlerle bâtınî ilimleri<br />
yani akılla kalbi, medreseyle tekkeyi uzlaştırmıştır.<br />
İkisinin arasında bir çelişki olmadığını kendi<br />
yaşantısıyla ispat etmiştir. Talebeleri de onun bu<br />
yolunu devam ettirmişlerdir.<br />
Hâdimî, ihtilâflı meselelerde orta yolu bulmaya,<br />
insaf <strong>ve</strong> itidal sınırlarını aşmamaya özen göstermiştir.<br />
“İhtiyat ittifaktadır.” anlayışı onun yol<br />
rehberi gibidir. O kadar ki o, “ihtiyat”ı dinî delillerden<br />
saymış, ele aldığı bütün meselelerde ihtiyata<br />
uygun görüşü tercih etmiştir. İhtilaflı meselelerde<br />
iki tarafın delillerini ortaya koyduktan sonra kendi<br />
tercihini beyan eden Hz. Hâdimî: “Söyleyene değil,<br />
söylediğine bak.” diyerek meseleleri ele almıştır.<br />
Suizan hakkında bir risale de kaleme alan Hz.<br />
Hâdimî, mümkün olduğunca hüsnüzanda bulunma<br />
fikrindedir. Bu sebeple insanları tekfir etmekten<br />
azamî derecede sakınmıştır. Kişi küfrünü açıkça<br />
ilân etmedikçe <strong>ve</strong> imana dair emareler taşıdığı<br />
sürece mü’min kabul edilir. Dolayısıyla o; İbn-i<br />
Sina, Farabî gibi felsefecilerin küfürle itham edilmesini<br />
doğru bulmamaktadır.<br />
Müftü olması hasebiyle zaten halkın gündemiyle<br />
içli dışlı olmak durumunda olan Hz. Hâdimî,<br />
güncel meselelerle genişçe ilgilenmiştir. Meselâ sigara<br />
içilmesini hoş karşılamamış <strong>ve</strong> bununla alâkalı<br />
bir risale yazmıştır. Kah<strong>ve</strong> içme hakkındaki risalesi<br />
de buna örnektir. Toplum ahlâkı da bir irşad eri<br />
olarak onun ilgi sahasındaydı. Zan hakkında yazdığı<br />
risale, misvak kullanmayı teşvik eden hadîsi şerh<br />
etmesi de bunlardandır.<br />
Fıkıhçı kişiliği öne çıkan İmam Hâdimî, Mecâmi’ul-Hakâik<br />
adlı eseriyle Osmanlı hukuk sisteminin<br />
zir<strong>ve</strong>sini oluşturan Mecelle’yi etkilemiştir. Ö.<br />
Nasuhi Bilmen’in tesbitine göre Mecelle’nin 38<br />
maddesi, adı geçen eserden alınmıştır.<br />
Vefatı <strong>ve</strong> Bazı Nasihatleri<br />
Ömrünü ilme adayan Hz. Hâdimî, eserlerinin<br />
de hizmet etmesi gayesiyle 1761’de Konya mahkemesinden<br />
bir karar alır. Buna göre sahip olduğu<br />
kitapları vakıf haline getirerek kütüphaneye <strong>ve</strong>rmiş<br />
50 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
<strong>ve</strong> oğlu Abdullah’ı müte<strong>ve</strong>llî olarak atamıştır.<br />
Kul hakkına son derece dikkat eden Hz. Hâdimî,<br />
alacaklarını <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>receklerini bir deftere kaydetmiştir.<br />
Vasiyetnamesinde bu defterin esas alınmasını,<br />
bunun dışında alacağına dair açık bir delil getirenlere<br />
de borçlarının ödenmesini belirtmiştir.<br />
Son hastalığında başına çocuklarını, talebelerini<br />
<strong>ve</strong> dostlarını çağırarak hepsiyle helâlleşmiş <strong>ve</strong> vasiyetini<br />
bildirmiştir. 1762 yılında Hâdim’de <strong>ve</strong>fat<br />
etti. Mezarı Hâdim’de babasının kabrinin yanındadır.<br />
Ölüm gelip onu buluncaya kadar ilim yolundan<br />
ayrılmamıştır.<br />
Hz. Hâdimî, her âlim gibi insanlara nasihat etmekten<br />
geri durmamıştır. Nasihatlerinden bazıları<br />
şöyledir:<br />
* Şüphesiz sohbet, sirayet edicidir. Tabiat sirayet edicidir.<br />
Öyleyse sen, gücün yettiği kadar dünya düşkünlerinin<br />
da<strong>ve</strong>tlerinde hazır bulunma.<br />
* Şüphelilerden haramlar gibi sakın. Şüphesiz haramlar,<br />
şüphelilerle sabitleşir. Hadîs’in şehadet ettiği gibi<br />
şüpheliler içinde haramlar bulunur.<br />
* Dünyanın azına kanaat et. Önemli olan, yeterli<br />
olanıdır.<br />
* Taatlara, özellikle en faziletlilerine devam et. Düşünerek,<br />
tane tane <strong>ve</strong> edeple Kur’ân okumak gibi. Böyle<br />
yapmak Allah’la konuşmak gibidir. Evvabin, iki rekât<br />
işrak namazı, 4’ten 12’ye kadar duhâ namazına devam<br />
et. Özellikle 2’den 12 rekâta kadar teheccüde! Bu namaz,<br />
gecenin nişanesidir.<br />
* İnsanlarla münasebetlerin; yumuşaklık, sevgi, merhamet,<br />
şefkat, rıfk, alçak gönüllülük, kötülükleri affetmek<br />
gibi iyi ahlâkla olsun.<br />
* Sana çok konuşmamak gereklidir. Şüphesiz susmak,<br />
hayırların efendisi, âlimin ziynetidir. İbadeti<br />
yükselt. Sana layık olmayanlardan dilini muhafaza et.<br />
Sohbet arkadaşını <strong>ve</strong> sohbetini temizle, pak kıl. İyi olmayanları<br />
kendinden uzaklaştır. İçi harap olup da dışını<br />
süsleyenlerle meşgul olma. Zîrâ iç, gaybları en iyi bilenin<br />
nazargâhıdır.<br />
Netice<br />
Hz. Hâdimî, Osmanlı medeniyetinin zir<strong>ve</strong>ye<br />
ulaşıp kemale erdiği ama bir yandan da ihtiyarlık<br />
alâmetlerinin baş gösterdiği, çalkantılı bir dönemde<br />
yaşamıştır. İçeride <strong>ve</strong> dışarıda meydana gelen<br />
herc-ü merçler, Batı’nın pek çok sahada üstünlüğü<br />
ele geçirmeye başlaması gibi gelişmeler, onun<br />
zihin dünyasını bulandıramamıştır. O; bir ilim,<br />
irfan <strong>ve</strong> irşad merkezi hâline gelen medresesinde<br />
gelenekten kopmadan, çağına göre yenilenerek<br />
İslâmî düşünceyi <strong>ve</strong> yaşantıyı temsil etmiş devasâ<br />
bir kamettir. Mağlubiyet psikolojisine kapılmadan,<br />
savrulma yaşamadan, dimdik ayakta durarak ehl-i<br />
sünnet çizgisini sürdürmüştür.<br />
Osmanlı medrese geleneğinin en olgun <strong>ve</strong> en<br />
lezzetli mey<strong>ve</strong>lerinden biri odur. O, sadece devrinin<br />
istifade ettiği biri değil, aynı zamanda yetiştirdiği<br />
talebeler <strong>ve</strong> telif ettiği eserleriyle geleceğe<br />
atılmış bir tohum gibidir. Bu tohumların daha geniş<br />
tarlalarda neşv-ü nema bulması için gayretkeş<br />
bahçıvanlar gerekmektedir.<br />
Hz. Hâdimî namdan, nişandan uzak durması;<br />
Azrail (as) gelene kadar ilim <strong>ve</strong> hizmet peşinde koşması;<br />
insafı <strong>ve</strong> ihtiyatı elden bırakmaması, kalble<br />
kafa bütünlüğünü sağlaması gibi yönleriyle bizlere<br />
yol göstermeye devam etmektedir. Allah ondan <strong>ve</strong><br />
emsallerinden istifade etmeyi nasip etsin.<br />
*İlâhiyatçı-Yazar<br />
yusuf.unal@yeniumit.com.tr<br />
Kaynaklar<br />
• AYDIN, Lütfi; “Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî’nin Hayatı<br />
<strong>ve</strong> “Mecâmi’u’l – Hakâik” Adlı eserindeki Metodu”, Cumhuriyet<br />
Üni<strong>ve</strong>rsitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans<br />
Tezi, Sivas, 2007.<br />
• AYDIN, Mehmet; “Ebû Sâid Muhammed El-Hâdimî’nin<br />
Hayatı, Eserleri <strong>ve</strong> Tasavvufi Görüşleri”, Ankara Üni<strong>ve</strong>rsitesi<br />
Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara,<br />
2006.<br />
• AYVALLI, Ramazan; “Hâdimî'nin İlmî Şahsiyetinin Teşekkülüne<br />
Tesir Eden Âmiller”, SBED, S.2, Konya 1993, s.113-119.<br />
• BİLMEN,Ömer Nasuhi; Büyük Tefsir Tarihi, DİB Yayınları,<br />
1960.<br />
• BURSALI, Mehmet Tahir Efendi; Osmanlı Müellifleri, (Haz.<br />
A. Fikri Yavuz- İsmail Özen) Meral Yayınevi, İstanbul.<br />
• HÂDİMOĞLU, Numan; Hâdim <strong>ve</strong> Hâdimliler Bibliyografyası,<br />
Ankara, 1983, c. I<br />
• http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0733.htm<br />
• KIZILKAYA, Ramazan; Ebu Said Muhammed Hâdimi Hayatı<br />
<strong>ve</strong> Eserleri, Hâdim Belediyesi Yay. Konya 2008.<br />
• ÖZDİL, Mahmut Sami; “Ebû Saîd Hâdimî’nin Mantık Görüşleri”,<br />
Erciyes Ünv. Sos. Bil. Enst., Y. Lisans Tezi, Kayseri,<br />
2010.<br />
• Rehber Ansiklopedisi,”Hâdimî”, maddesi.<br />
• YAYLA, Mustafa; "Hâdimî, Ebû Saîd", Diyanet Vakfı İslam<br />
Ansiklopedisi, İstanbul, 1997, c. 15, s. 24-25-26.<br />
Dipnotlar<br />
1. “Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; / Ay <strong>ve</strong> güneş ezelden iki<br />
İstanbulludur.” (N.Fazıl)<br />
2. Bazı kaynaklar bu da<strong>ve</strong>ti yapan padişahın I. Mahmud, bazı kaynaklar<br />
da iki padişah tarafından iki farklı da<strong>ve</strong>t olduğunu ifade etmektedir.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 51
YENi ÜMiT<br />
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Bediüzzaman'ın<br />
Kur’ân’ın Câmiiyyetine<br />
Yaklaşımı*<br />
Kur’ân başlangıç <strong>ve</strong> netice münasebeti içinde bütün vak’a <strong>ve</strong> hâdiselere,<br />
kıymetleri ölçüsünde mutlaka temas etmiştir; etmiştir zira Kur’ân, bütün kâinatın<br />
anatomisini yapacak çapta bir câmiiyete sahiptir. Sanki onda, en küçük noktalar<br />
bile ilâhî büyüteçle büyütülmüş <strong>ve</strong> insanın nazarına arz edilmiştir.<br />
Câmiiyyet sözün zengin <strong>ve</strong> ihâtalı olmasıdır.<br />
1 Başka bir ifadeyle az sözle<br />
çok mânâ ifade etmektir. Peygamberimiz<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), “Bana<br />
cevâmiu’l-kelim <strong>ve</strong>rildi <strong>ve</strong> benim için kelâm kısaltıldı<br />
da kısaltıldı” 2 mealindeki hadîsinde ifade ettiği gibi,<br />
sözün câmi olması kısalığıyla beraber çok mânâya<br />
delâlet etmesidir. Peygamberimiz’in (sallallahü aleyhi<br />
<strong>ve</strong> sellem) sözlerinde câmiiyyet söz konusu iken,<br />
Yüce Allah’ın kelâmında böyle bir özelliğin olmaması<br />
düşünülemez. Bilâkis Kur’ân hârikulâde,<br />
i’câzlı bir câmiiyyete sahiptir.<br />
Burada Kur’ân’ın câmiiyyetine örnek olarak<br />
Kur’ân’ın en câmi âyetlerinden biri olan Tevbe<br />
Sûresi 41. âyet i zikredebiliriz: “Hafîf <strong>ve</strong> ağır olarak<br />
savaşa çıkınız. Allah yolunda mallarınızla <strong>ve</strong> canlarınızla<br />
cihad ediniz. Eğer bilirseniz, sizin için hayırlı olan<br />
budur.” (Tevbe, 41) Bu âyetteki “hafif <strong>ve</strong> ağır olarak/<br />
hifâfen <strong>ve</strong> sıkâlen” kelimeleri câmi kelimeler<br />
olduğundan bu kelimelerin tefsirinde çok çeşitli<br />
mânâlar zikredilmiştir. Burada tespit ettiklerimizi<br />
sıralayacağız:<br />
1. Genç <strong>ve</strong> yaşlı olarak (Hasan-ı Basrî, İkrime,<br />
Mücâhid),<br />
2. Kolay <strong>ve</strong> zor şartlarda, (Ebû Sâlih),<br />
3. Fakir <strong>ve</strong> zengin olarak (Ebû Sâlih),<br />
4. Zayıf <strong>ve</strong> şişman olarak, 3<br />
5. Meşgul <strong>ve</strong> gayrımeşgul hâldeyken (Hakem),<br />
6. İstekli <strong>ve</strong> isteksiz olarak (İbn Abbas, Katâde),<br />
7. Süvari <strong>ve</strong> piyade olarak (Ebû Amr, Evzâî),<br />
8. Sanat sahibi <strong>ve</strong> sanatsız olarak (İbnu Zeyd),<br />
9. Evli <strong>ve</strong> bekâr olarak (Yemân b. Riyâb)<br />
10. Çocuklu <strong>ve</strong> çocuksuz (Zeyd b. Elsem),<br />
11. Sıhhatli <strong>ve</strong> sıhhatsiz (Cu<strong>ve</strong>ybir),<br />
12. Hafif <strong>ve</strong> ağır de<strong>ve</strong> ile (Ali b. İsâ, Taberî)<br />
13. Hafif <strong>ve</strong> ağır silâhlı olarak (Sa’lebî)<br />
14. İtaate istekli, muhalefeti ağır görerek,<br />
15. Mubarezeye istekli, sabır için ağırlığını koyarak. 4<br />
Meydânî, âyetin mânâsının küllî (genel) olmasıyla<br />
beraber, tefsirlerinin bu küllî mânânın örnekleri <strong>ve</strong>ya tatbikatı<br />
nevinden cüz’î olabildiklerine dâir bu âyeti misâl<br />
olarak zikretmiş, mânâsına dâir dokuz madde sıraladıktan<br />
sonra, “Lâfız, küllî delâletiyle bu tefsirlerin<br />
tamamına muhtemel olduğu müddetçe bir<br />
<strong>ve</strong>ya birkaç mânâya tahsis etmeye sebep yoktur.<br />
52 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
Doğru olan, “ağır” <strong>ve</strong> “hafif” lâfızlarıyla uygunluk<br />
arz eden bütün mânâlara hamletmektir.” diyerek<br />
bu yorumlara sıcak baktığını dile getirmiştir. 5<br />
Bu konuda diğer bir örnek de şu âyettir: “Görmediniz<br />
mi, Allah göklerde <strong>ve</strong> yerde olan şeyleri<br />
sizin hizmetinize <strong>ve</strong>rmiş <strong>ve</strong> sizi zâhirî <strong>ve</strong> bâtınî nimetlerine<br />
garketmiştir…” (Lokman, 20) âyetindeki<br />
“zâhir” <strong>ve</strong> “bâtın” kelimeleri de câmi ifadeler olup<br />
pek çok mânâyı tazammun etmektedir. Bu kelimelere<br />
şu mânâların <strong>ve</strong>rildiğini görüyoruz:<br />
1. Zâhirî nimet İslâm, bâtınî ise, Allah’ın setrettiği<br />
günahlardır (Mükâtil).<br />
2. Zâhirî, lisanda, bâtınî ise kalbdeki nimetlerdir<br />
(Mücâhid, Veki’).<br />
3. Zâhirî, Allah’ın insanlara <strong>ve</strong>rdiği giyecekler,<br />
bâtınî nimetler ise ev eşyalarıdır (Nakkâş).<br />
4. Zâhirî, çocuk; bâtınî nimet ise cimâ’dır.<br />
5. Zâhirî, kişinin kendisinde, bâtınî ise kendisinden<br />
sonra gelen çoluk-çocuğunda görünen nimetlerdir.<br />
6. Zâhirî, gelip geçen, bâtinî ise, gelecek olan nimetlerdir.<br />
7. Zâhirî, dünyadakiler, bâtınî ise âhiretteki nimetlerdir.<br />
8. Zâhirî, bedenî, bâtınî ise dinî nimetlerdir. 6<br />
9. Zâhirî güzel ses, hoş endam, azaların sağlam<br />
<strong>ve</strong> düzgün olması, bâtınî ise; marifetullahtır<br />
(Dahhâk). 7<br />
Bediüzzaman <strong>ve</strong> Kur’ân’ın Câmiiyyeti<br />
Bediüzzaman, başka mevzularla alâkalı âyet lerde<br />
olduğu gibi, kâinattaki varlıklarla alâkalı âyetlere<br />
de -Kur’ân’ın i’câz <strong>ve</strong>cihlerinden biri olarak kabul<br />
ettiği- câmiiyyeti açısından bakmış, bu nevi âyetleri<br />
câmi birer ifade olarak ele alıp tefsir etmiştir. Bu bakış<br />
açısı Bediüzzaman’ın Kur’ân tefsirinde -bilhassa<br />
kevnî âyetleri tefsirinde- bariz bir şekilde göze<br />
çarpmaktadır <strong>ve</strong> bizce orijinal bir bakış açısıdır.<br />
Bediüzzaman bu konuda özetle şunları söyler:<br />
“Her bir âyetin zâhiri <strong>ve</strong> bâtını, haddi <strong>ve</strong> muttalaı<br />
vardır…” mealindeki hadîsin işaret ettiği gibi,<br />
Kur’ân lafızları öyle bir tarzda vaz’ edilmiştir ki,<br />
her bir kelâmın, hattâ her bir kelimenin, hattâ her<br />
bir harfin 8 , hattâ bazen bir sükûnun çok <strong>ve</strong>cihleri<br />
bulunabiliyor. Her bir muhatabına ayrı bir kapıdan<br />
hissesini <strong>ve</strong>rir. Kur’ân bu özelliğiyle, bu kâinatın<br />
Yüce Yaratıcı’sının kelâmı olarak farklı mertebelerdeki<br />
insanlara, anlayış, zekâ <strong>ve</strong> kabiliyetçe farklı<br />
muhataplara feyzini dağıtıp, nurunu saçmaktadır.<br />
Kur’ân, ayrı asırlar, dönemler üzerinde yaşamış insanlara<br />
bu kadar bol bir şekilde mânâlarını saçmış<br />
olduğu hâlde, tazeliğini, gençliğini zerre kadar zâyi<br />
etmeyerek, gayet kolay bir tarzda, sehl-i mümteni<br />
bir surette, herkese anlayışlı ders <strong>ve</strong>rdiği gibi,<br />
aynı derste, aynı sözlerle anlayışları çeşitli, dereceleri<br />
farklı pek çok tabakalara dahi ders <strong>ve</strong>rip iknâ<br />
eder. Nasıl ki “el-hamdulillah” gibi bir lâfz-ı Kur’ânî<br />
okunduğu zaman dağın kulağı olan mağarasını doldurduğu<br />
gibi, aynı lâfız, sineğin küçücük kulakçığına<br />
da tamamen yerleşir; aynen öyle de, Kur’ân’ın<br />
mânâları, dağ gibi akılları doyurduğu gibi, sinek<br />
gibi küçücük, basit akılları dahi aynı sözlerle eğitir,<br />
tatmin eder. Zîrâ Kur’ân ins <strong>ve</strong> cinnin bütün tabakalarını<br />
imana da<strong>ve</strong>t eder. Hepsi için imanî ilimleri<br />
ders <strong>ve</strong>rir, ispat eder. Avamın en ümmîsi havâssın<br />
en ileride olanıyla omuz omuza, diz dize <strong>ve</strong>rip<br />
beraber Kur’ân dersini dinleyip istifade ederler.<br />
Kur’ân-ı Kerîm öyle bir semavî sofradır ki, binler<br />
muhtelif tabakada olan fikir, akıl, kalb <strong>ve</strong> ruhlar o<br />
sofrada gıdâlarını buluyorlar, arzuları yerine geliyor.<br />
Hattâ pek çok kapıları kapalı kalıp, istikbalde<br />
geleceklere bırakılmıştır. 9<br />
Bediüzzaman, Kur’ân’ın câmiiyetini şu başlıklar<br />
hâlinde ele almaktadır: a. Lâfzındaki camiiyyeti, b.<br />
Mânâsındaki camiiyyeti, c. İlmindeki camiiyyeti, d.<br />
Mebâhisindeki camiiyyeti, e. Üslûp <strong>ve</strong> îcâzındaki<br />
camiiyyeti. 10<br />
Bediüzzaman, Kur’ân’ın câmiiyyetiyle alâkalı<br />
çeşitli misâller de zikreder. İlmî tefsire konu olmuş<br />
birtakım âyetlere Kur’ân’ın câmiiyyeti açısından<br />
yaklaşarak bu nevi âyetlerin taşımış olduğu mânâ<br />
zenginliğini gözler önüne serer.<br />
Burada Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın lafzındaki<br />
câmiiyyete örnek olarak zikrettiği âyetlere temas<br />
ederek âyetleri Kur’ân’ın câmiiyyeti açısından nasıl<br />
ele aldığına bakacağız:<br />
א א אא 1.<br />
“Dağları da yeryüzüne kazık yaptık”<br />
(Nebe’, 7) âyeti, câmiiyyeti açısından çeşitli insanlara<br />
göre şu şekillerde anlaşılabilir:<br />
a. Bir mümin, bu âyetin irşadıyla zâhiren yere<br />
çakılmış kazıklar gibi görünen dağlardaki faydaları<br />
<strong>ve</strong> nimetleri düşünerek Yaratıcı’sına şükreder.<br />
b. Bir şâir ise bu âyeti okuyunca şunları hisseder:<br />
Yeryüzü bir taban; gök kubbesi, üstünde konulmuş<br />
lâmbalarla süslenmiş muhteşem bir mavi<br />
çadır; ufkî bir daire sûretinde <strong>ve</strong> semânın eteklerinde<br />
görünen dağlar ise o çadırın kazıkları gibidir.<br />
c. Bedevî bir edip ise bu âyeti okuyunca, yeryüzünü<br />
bir çöl, dağ silsilelerini pek çok <strong>ve</strong> çeşitli<br />
bedevî çadırları gibi, güyâ toprak tabakası yüksek<br />
direkler üstünde atılmış, o direklerin sivri başları o<br />
toprak perdesini yukarıya kaldırmış, birbirine bakar<br />
pek çok çeşitli mahlûkatın meskeni olarak tasavvur<br />
eder.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 53
d. Bu âyeti okuyan bir coğrafyacı ise, Dünya’yı<br />
uzayda yüzen bir gemi <strong>ve</strong>ya denizaltı <strong>ve</strong> dağları o<br />
gemi üstünde tespit <strong>ve</strong> muvâzene için çakılmış kazıklar<br />
<strong>ve</strong> direkler şeklinde tefekkür eder.<br />
e. Bu âyet üzerinde tefekkür eden bir sosyolog<br />
ise görür ki, yeryüzünün imarının direği beşerdir.<br />
Beşer hayatının direği dahi, hayat kaynakları olan<br />
su, toprak <strong>ve</strong> havanın istifadeye layık bir surette<br />
muhafazasıdır. Bunu sağlayan ise dağlardır. Zîrâ<br />
dağlar su mahzenleri olduğu gibi, rutubeti cezbetme<br />
özellikleriyle havayı tarayıp temizlerler. Sıcak<br />
<strong>ve</strong> soğuğu dengeledikleri gibi, havaya karışan zararlı<br />
gazları çökelterek havanın tasfiyesine sebep olurlar,<br />
keza toprağı da çamurluk, bataklık <strong>ve</strong> denizin<br />
istilâsından muhafaza ederler.<br />
f. Bir tabiat bilimci ise bu âyetten şunları anlar:<br />
Küre-i arzın karnındaki bazı inkılâp <strong>ve</strong> imtizaçların<br />
neticesinde meydana gelen zelzele <strong>ve</strong> sarsıntılar<br />
dağların zuhuruyla sükûnet bulur. Yeryüzünün<br />
hiddet <strong>ve</strong> gazabı, dağların menfezleriyle teneffüs<br />
etmekle sakinleşir. 11<br />
Yukarıdaki anlayışların her birinin bu câmi<br />
âyetin mânâ yelpazesi içinde bir yeri olduğunu düşünebiliriz.<br />
Çünkü bu anlayışlar âyetin lâfızlarına<br />
uygun, belâgatçe hoş karşılanabilecek mânâlardır.<br />
א 2.<br />
א א <br />
כאא<br />
<br />
א <br />
אא <br />
<br />
א “Gökler <strong>ve</strong><br />
yer bitişikken onları ayırdık…” (Enbiya, 30) âyetindeki<br />
“ratk” <strong>ve</strong> “fetk” kelimelerinden doğan câmiiyyettir.<br />
a. Bu âyetteki “ratkan/ bitişikken” kelimesi, bir<br />
âlime, -İbn Abbas’ın anlayıp açıkladığı mânâdaşöyle<br />
ifhâm eder ki: Gökyüzü berrak, bulutsuz; yeryüzü<br />
kuru <strong>ve</strong> hayatsız, nebatata gayrıkâbil bir hâlde<br />
iken; göğü yağmurla, yeri bitkilerle açıp, bir nevi<br />
izdivaç <strong>ve</strong> aşılama sûretinde bütün canlıları o sudan<br />
yaratmak öyle bir Kadîr-i Zülcelâl’in işidir ki; yeryüzü<br />
O’nun küçük bir bostanı <strong>ve</strong> semânın yüz örtüsü<br />
olan bulutlar O’nun bostanında bir süngerdir.<br />
b. Bir bilim adamı ise anlar ki: Kâinâtın yaratılışının<br />
ilk hâlinde semâ <strong>ve</strong> arz şekilsiz birer küme,<br />
toplu birer madde iken, Cenab-ı Hak, onları açıp<br />
yaymak suretiyle ayırarak güzel bir şekil, menfaatli<br />
birer sûret <strong>ve</strong>rmiştir.<br />
c. Başka bir bilim adamı ise bu kelimeden anlar<br />
ki: Güneş Sistemini teşkil eden Dünya <strong>ve</strong> diğer<br />
gezegenler başlangıçta Güneş’e bitişik açılmamış<br />
bir hamur şeklinde iken, Yüce Allah, o hamuru<br />
açıp gezegenleri birer birer yerlerine yerleştirerek,<br />
Güneş’i orada bırakıp yeri buraya getirerek, yeryüzüne<br />
toprak sererek, sema cânibinden yağmur yağdırarak,<br />
güneşten ziya serptirerek Dünya’yı şenlendirip,<br />
bizleri içine koymuştur. 12<br />
Kur’ân’ın câmiiyyeti açısından bakıldığında bu<br />
âyetin yukarıdaki mânâlara -bir kısmına işâret yoluyla<br />
da olsa- delâlet ettiğini düşünebiliriz. Çünkü<br />
bu âyet gerçekten geniş tefsir <strong>ve</strong> izahları gerektiren<br />
önemli bir âyettir.<br />
Kur’ân’ın câmiiyyetini nazara almayan bazı<br />
âlimler ise, bu mânâlardan sadece birini tercih<br />
ederek başkalarını eleştirmiş, doğru bulmamışlardır.<br />
Meselâ, Kevâkibî, Arz’ın <strong>ve</strong> diğer gezegenlerin<br />
Güneş Sistemi’nden ayrıldığı bilgisini, bu âyetle<br />
irtibatlandırarak üçüncü mânâya meylederken; bu<br />
âyetin ilmî i’câz’ın en enteresan misâllerinden olduğunu<br />
belirten Ğamravî ise, ikinci mânâyı tercih<br />
ederek şu izahta bulunur: Çünkü bu âyet, astronomi<br />
bilginlerinin kâinatın başlangıçta –henüz yıldız<br />
<strong>ve</strong> galaksiler teşekkül etmeden önce- bir tek kitle<br />
olduğunu, daha sonraları parçalara ayrılmak suretiyle<br />
peyderpey oluştuğunu keşfetmelerinden çok<br />
önce bu gerçeği haber <strong>ve</strong>rmiştir. Ayette semâvât<br />
ifadesi çoğul olup bütün gökleri, kâinatı içine alan<br />
bir ifadedir. Dolayısıyla bu âyet, henüz göklerin <strong>ve</strong><br />
yerin bir arada bulundukları kâinâtın ilk hâlini ifade<br />
etmektedir.<br />
Ğamravî, bu âyet hakkındaki izahından sonra,<br />
ilmî tefsire karşı çıkarak Kur’ân’daki kevnî<br />
âyetlerden ancak nüzul dönemindeki Arapların anladığı<br />
mânâyı anlamamız gerektiğini söyleyenlerin<br />
bu âyetin izahına dâir “Sema yağmur yağdırmıyor,<br />
arz da bitki <strong>ve</strong>rmiyor surette ratk iken, semayı yağmurla<br />
arzı da bitkilerle açtı.” ifadelere sığınmak<br />
zorunda kaldıklarını belirtir, şöyle devam eder:<br />
Hâlbuki Kur’ân bütün beşere hitap etmektedir.<br />
Onun âyetlerini her asırdaki insanlar bilgileri nispetinde<br />
anlar. Böylece her asırda ilmî i’câz tazelenir.<br />
Onların kabullendikleri tefsir sadece bulutlarla<br />
donanmış sema için söz konusudur. Oysa âyette<br />
semavât ifadesi geçmektedir. 13<br />
Böylece, âyetlerin câmiiyyetini nazara alanlar,<br />
uygun olan bütün mânâların muhtemel olduğuna<br />
işâret ederken, meseleye Kur’ân’ın câmiiyyeti açısından<br />
bakmayanlar ise, sadece bir mânâyı –eski<br />
görüşü <strong>ve</strong>ya yeni yorumu/ kendi kanaatini- tercih<br />
etmiş, diğerlerini tenkit etmişlerdir. Bazıları ise, bu<br />
konuda ihtiyatlı <strong>ve</strong>ya şüpheci davranmayı tercih<br />
ederek bu tür yorumlara girmekten kaçınmıştır.<br />
א 3.<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
“Güneş de karar kılacağı<br />
bir yöne doğru akıp gider.” (Yâ-sîn, 38) âyetindeki lâm<br />
harfi <strong>ve</strong> mustakar kelimesinden doğan câmiiyyetir.<br />
“Ve’ş-şemsu tecrî li-mustakarrin le-hâ”daki<br />
lâm; hem kendi mânâsını (için), hem fî (içinde)<br />
mânâsını, hem ilâ (-e, -a doğru) mânâsını ifade eder.<br />
a. Halk o lâm’ı “ilâ” mânâsında görüp anlar ki,<br />
“Size nispeten ışık <strong>ve</strong>rici, ısındırıcı, hareketli bir<br />
54 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
lâmba olan güneşin, elbette bir gün seyri bitecek,<br />
karar yerine yetişecek, size faydası dokunmayacak<br />
bir sûret alacaktır.”<br />
b. Bir âlim de lâm’ı “ilâ” mânâsında düşünerek;<br />
Güneş’i yalnız bir lâmba değil, bahar <strong>ve</strong> yaz<br />
tezgâhında dokunan Rabbânî mensucâtın bir mekiği,<br />
gece-gündüz sayfalarında yazılan Samedânî<br />
mektupların mürekkebi, nur bir hokkası sûretinde<br />
tasavvur eder.<br />
c. Bir astronomi bilgini de lâm’ı “fî” manasında<br />
değerlendirerek anlar ki: Güneş, kendi merkezinde<br />
<strong>ve</strong> yörüngesi üzerinde zemberek gibi bir cereyan<br />
ile, sistemindekileri Allah’ın emri ile tanzim edip<br />
hareket ettirir.<br />
d. Dikkatli <strong>ve</strong> hikmet sahibi bir âlim de, şu<br />
lâm’ı hem illet mânâsında, hem zarfiyet mânâsında<br />
tasavvur edip anlar ki: Sâni-i Hakîm, işlerine zâhirî<br />
sebepleri perde ettiğinden, evrensel çekim kanunu<br />
adındaki kanunuyla, sapan taşları gibi, gezegenleri<br />
Güneş’le bağlamış <strong>ve</strong> o çekim ile farklı,<br />
fakat muntazam hareketle o gezegenleri hikmetle<br />
döndürüyor <strong>ve</strong> o çekimi doğurmak için Güneş’in<br />
kendi merkezindeki hareketini zâhirî bir sebep etmiş.<br />
Demek, “li-mustakarrin”in mânâsı, “fi-mustakarrin<br />
lehâ li’stikrari manzûmetihâ” yani “kendi<br />
müstekarrı içinde manzumesinin istikrarı <strong>ve</strong><br />
nizâmı için hareket ediyor” demektir. Çünkü İlâhî<br />
bir kanun olarak hareket harareti, hararet kuv<strong>ve</strong>ti,<br />
kuv<strong>ve</strong>t câzibeyi doğurur.<br />
e. Şâirâne bir fikir sahibinin aklına şu lâm’dan<br />
<strong>ve</strong> istikrardan şöyle bir mânâ gelir ki: Güneş nurânî<br />
bir ağaç, gezegenler ise onun hareketli mey<strong>ve</strong>leridir.<br />
Ağaçların aksine olarak, Güneş silkinir, tâ o mey<strong>ve</strong>ler<br />
düşmesin. Eğer silkinmezse düşüp dağılacaklar.<br />
f. Şair ruhlu, hüşyâr kalb sahibi birisi ise şu<br />
lâm’dan <strong>ve</strong> istikrardan şöyle hayal edebilir ki, güneş<br />
meczup bir ser-zakirdir. Halka-i zikrin merkezinde<br />
cezbeli bir zikir eder <strong>ve</strong> ettirir.<br />
E<strong>ve</strong>t, Güneş bir mey<strong>ve</strong>dardır; silkinir, tâ düşmesin<br />
seyyar olan yemişleri.<br />
Eğer sükûtuyla sükûnet eylese, cezbe kaçar, ağlar<br />
fezâda muntazam meczupları. 14<br />
4. <br />
<br />
א <br />
אא <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
א<br />
“O Allah ki, yedi semayı arzdan da onların mislini yarattı.”<br />
(Talâk, 12) âyetine de Kur’ân’ın câmiiyyeti<br />
açısından yaklaşan Bediüzzaman, “arzın da yedi<br />
sema gibi yaratıldığını” yedi iklim, yedi kıt’a, arzın<br />
merkezinden kabuğuna kadar olan yedi tabakası,<br />
yedi ayrı küre-i arz gibi izahlarla açıklamıştır. 15<br />
Burada Kur’ân’ın câmiiyyeti konusunda yöneltilebilecek<br />
“Eğer desen: Geçmiş misâllerdeki<br />
bütün mânâları nasıl bileceğiz ki, Kur’ân onları<br />
irâde etmiş <strong>ve</strong> işaret ediyor?” şeklinde bir soruya<br />
Bediüzzaman’ın <strong>ve</strong>rdiği cevapla bu önemli konuyu<br />
tamamlamak istiyoruz:<br />
Mâdem Kur’ân bir hutbe-i ezeliyedir, hem çeşitli<br />
tabakalar hâlinde asırlar üzerinde <strong>ve</strong> arkasında<br />
oturup dizilmiş bütün insanlara hitap ediyor, ders<br />
<strong>ve</strong>riyor. Elbette çeşitli anlayış seviyelerine göre<br />
müteaddit mânâları derc edip irâde edecektir <strong>ve</strong><br />
irâdesine dair emâreleri olacaktır… Arapçaya uygun,<br />
dinî prensipler açısından hak olmak şartıyla,<br />
belâgatçe makbul <strong>ve</strong> güzel karşılanan bütün <strong>ve</strong>cihler<br />
<strong>ve</strong> mânâlar, çeşitli İslâmî ilimlere mensup<br />
âlimlerin icmâıyla <strong>ve</strong> ihtilâflarının şehâdetiyle,<br />
Kur’ân’ın mânâlarındandır. O mânâlara derecelerine<br />
göre birer emare vazetmiştir; bu emare ya<br />
lâfzîdir, ya da mânevîdir. Mânâyla alâkalı olanı, ya<br />
siyâk <strong>ve</strong>ya sibâk-ı kelâmdan çıkar <strong>ve</strong>ya başka âyette<br />
o mânâya işaret eden bir emare bulunur. Muhakkikler<br />
tarafından yazılan yüz binler tefsirler,<br />
Kur’ân’ın câmiiyyet <strong>ve</strong> lâfzındaki harikaların açık<br />
delilleridir. 16<br />
* Atatürk Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi<br />
vgulluce@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
*. Not: Bu makale Bilimsel Tefsirde Usûl adlı eserimizden istifadeyle<br />
hazırlanmıştır.<br />
1. Mehmet Kileci, Risâle-i Nûr’da Kur’ân Mucizesi, İz Yayıncılık, İstanbul,<br />
1997, s. 220.<br />
2. Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 172, 212. Ayrıca bu hadisi<br />
Nesâî İbn Abbâs’tan nakletmiş, Askerî ise mürsel olarak rivayet<br />
etmiştir. Başka sahih kaynaklarda da benzer manada rivayetler<br />
vardır (Aclûnî, I, 308).<br />
3. Bu görüşe âyetin sebeb-i nüzûlü delâlet etmektedir. Şöyle ki: İri<br />
cüsseli, şişman bir sahabî olan Mikdâd (r.a) Peygamberimizin yanına<br />
gelerek, savaşa çıkmak için müsaade ister, bunun üzerine bu<br />
âyet iner (İbnu’l-Cevzî, III, 300).<br />
4. Mâ<strong>ve</strong>rdî, II, 365-366; İbnu’l-Cevzî, III, 300-301.<br />
5. Meydânî, et-Tedebbürü’l-Emsel, s. 60-61.<br />
6. Mâ<strong>ve</strong>rdî, IV, 342-343<br />
7. İbnu’l-Cevzî, VI, 165.<br />
8. Şa’râvî şöyle diyor: Kur’ân’ın i’câzı bazen bir harfde görünür.<br />
Kur’ân’dan bir harf müthiş bir i’câz taşır (bkz. Hâlidî, s. 307). Bu<br />
bahiste zikredeceğimiz, “Ve’ş-şemsu tecrî li-mustakarrin lehâ”<br />
âyetindeki “lâm” harfi bu konuda güzel bir örnektir.<br />
9. Nursî, Sözler, s. 390-391 Zikredeceğimiz misaller, Kur’ân’ın lafzındaki<br />
camiiyyetle ilgilidir.<br />
10. Bkz. a.g.e., s. 391-404.<br />
11. Nursî, Sözler, 391-392; es-Saykalu’l-İslâmî, 46-47. Bu âyetteki<br />
evtâd (kazık) ifadesinde, dağların da tıpkı kazıklar gibi yer altında<br />
uzantılarının olduğuna işaret edilmiştir (Tarâ<strong>ve</strong>ne, s. 28).<br />
12. Nursî, Sözler, s. 392-393. Bu âyetteki, “fetaknâ/ ayırdık” kelimesi<br />
telaffuz esnasında tam bir patlama sesi <strong>ve</strong>rmekte âdeta Büyük<br />
Patlama Teorisiyle (Big Bang) ifade edilen, kâinâtın büyük bir<br />
patlamayla yaratılması hadisesindeki sesi canlandırmaktadır (bkz.<br />
Necdet Çağıl, “Secde Sûresi, 7. ayetindeki Halaqahû <strong>ve</strong> Halqahu Kıraatleri<br />
Bağlamında Mutlak İyinin Evrenselliği”, EKEV Akademi Dergisi,<br />
Bahar, 2005 Sayı, 23, s. 31.<br />
13. Ebu Hacer, s. 255, 256, 190. Duman, bu âyetin evrenin ilk yaratılış<br />
suretinden bahsettiğinin açık olduğunu belirtirken (Duman,<br />
Beyânu’l-Hak, Fecr Yayınevi, Ankara, 2006, II, 357) M. Said es-<br />
Suyûtî de bu âyetin açık bir şekilde arzın güneş sisteminden ayrıldığını<br />
ifade ettiğini belirtir (a.g.e., s. 32).<br />
14. Nursî, Sözler, 393-394.<br />
15. Bkz. Nursî, Lem’alar, s. 59<br />
16. Nursî, Sözler, s. 395.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 55
YENi ÜMiT<br />
Dr. M. Selim ARIK*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Bir milletin geçmişiyle iç içe <strong>ve</strong> ruh köküne sımsıkı bağlı bir “kültür”,<br />
o milletin yaşama <strong>ve</strong> yükselme yollarını açar <strong>ve</strong> aydınlatır. Aksine,<br />
her gün değişik bir anlayış <strong>ve</strong> düşünceyle sürekli zikzaklar çizmek<br />
o milleti çürütür, yerle bir eder.<br />
Gelenekler<br />
(Örf-Âdet)<br />
<strong>ve</strong> Din<br />
Din fıtrî (yaratılışa uygun) olup insanlık<br />
tarihi ile başlar. Din, tarihin<br />
bütün devirlerinde <strong>ve</strong> bütün<br />
toplumlarda dâima mevcut olmuş, milletlerin<br />
örf <strong>ve</strong> âdetlerinin oluşmasında önemli<br />
rol almıştır. Din, akıl sahiplerini peygamberin<br />
bildirdiği gerçekleri benimsemeye çağıran<br />
İlâhî bir kanundur. (et-Ta’rifât, “din”<br />
md.) Kur’ân’da, Hz. Nuh’a emredilenlerin<br />
Hz. İbrahim’e de tavsiye edildiği (Şûrâ<br />
42/13.) <strong>ve</strong> Hz. İbrahim’e sahifeler <strong>ve</strong>rildiği<br />
(A’lâ 87/19.) belirtilerek, hak dinlerdeki temel<br />
referansının peygamber kaynaklı “İlâhî<br />
vahiy” olduğu hatırlatılmaktadır. İbrahimî<br />
gelenek, Kur’ân-ı Kerîm’de örnek şahsiyet<br />
olarak takdim edilen, tek başına bir ümmet<br />
olarak nitelenen <strong>ve</strong> Hz. Peygamber’in de<br />
uyması istenen Hz. İbrahim’in temsil ettiği<br />
gelenek yani Allah inancı olan Tevhid akidesidir<br />
ki, o da İslâm’dır. Bütün İlâhî dinler<br />
Allah’ın birliği esasına dayalı olduğu için,<br />
Hz. Muhammed’in (sallallâhu aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
tebliğ ettiği İslâm dini ile diğer peygamberlerin<br />
getirdiği dinler temelde birleşirler. Nitekim<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de önceki dinlere de<br />
“İslâm” denildiği görülmektedir. (Bkz. Al-i<br />
İmran 3/19.) İslâm, bütün dinlerin ortak ismidir.<br />
Hz. Peygamber’in tebliğ ettiği İslâm<br />
dininin kendine has hükümleri varsa da,<br />
önceki peygamberlere emredilen birçok husus<br />
aynen devam etmektedir. Meselâ adam<br />
öldürmek, zina etmek <strong>ve</strong> hırsızlık yapmak<br />
bütün dinlerde yasak kılınmıştır. Erkeklerin<br />
sünnet olması ise, Hz. İbrahim’den intikal<br />
eden fıtrî bir gelenektir (sünnet). (Bkz. Buhari,<br />
Enbiya, 8.) Günümüzde Yahudilerde<br />
bu gelenek hâlâ devam etmektedir. Zîrâ Hak<br />
dinler; kişinin canını, malını, aklını, dinini<br />
<strong>ve</strong> neslini korumayı hedeflemiştir. İslâm<br />
dini de bu “beş hususu” aynen muhafaza etmiş<br />
<strong>ve</strong> bunlara “zaruret-i hamse” demiştir.<br />
Gelenekler (Örf – Âdet)<br />
Türkçedeki gelenek sözcüğü, bazen “örf<br />
<strong>ve</strong> âdet”, bazen de “töre” şeklinde ifade edilmektedir.<br />
Örf, “İyi olan, yadırganmayan, bilinen,<br />
peş peşe gelen” mânâsına gelmektedir.<br />
(Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, s. 334.) Sevinç<br />
günlerini hatırlatan “Bayram” kelimesinin<br />
Arapça karşılığı “Iyd” dır. Iyd de, “her yıl<br />
yeni bir sevinçle dönen gün”ü ifade eder.<br />
Böylece bayramlar her yıl tekrarlanan <strong>ve</strong><br />
milletin örf <strong>ve</strong> âdetine uygun olan gelenekleri<br />
hatırlatmaktadır. Buna göre örf kelimesi,<br />
kamu vicdanının hayırlı <strong>ve</strong> yararlı görüp<br />
âdet hâline getirdiği her türlü dinî <strong>ve</strong> millî<br />
56 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
konulardaki iyilik <strong>ve</strong> güzellikleri ifade etmektedir.<br />
Abdullah b. Mesud’un (radıyallahu<br />
anh) “Müslümanların iyi gördüğü Allah katında<br />
da iyidir. Onların kötü gördüğü Allah<br />
katında da kötüdür” (Ahmed b. Hanbel, Müsned,<br />
1, 379.) rivayeti, toplumda kabul gören<br />
güzel âdetlerin Kur’ân <strong>ve</strong> Sünnet çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />
olmasına işaret eder. Çünkü Kur’ân<br />
<strong>ve</strong> Sünnet’in hoş görmediğini, Müslümanlar<br />
da tasvip etmez. Şu hâlde örf <strong>ve</strong> âdetler,<br />
toplum tarafından bilinen, kabul edilen, hoş<br />
karşılanan, dine göre de meşrû <strong>ve</strong> makbul<br />
olan davranışlardır. Kur’ân’da geleneklerin<br />
akıl <strong>ve</strong> vahiy süzgecinden geçirilmesi, vahye<br />
aykırı olmayan, akla <strong>ve</strong> insan yaratılışına uygun<br />
bulunan örf <strong>ve</strong> âdetlerin kabul edilmesi<br />
emredilmektedir. (Bkz. Bakara 2/170.) Yine<br />
Kur’ân’da İsrailoğulları <strong>ve</strong> daha başka birçok<br />
eski kavimlerin kötülükleri âdet <strong>ve</strong> alışkanlık<br />
hâline getirilmeleri yüzünden perişan <strong>ve</strong><br />
helâk oldukları (el-Maide 5/78-79; Ebu Davud,<br />
Melâhim, 17; İbn Mace, Fiten, 20.) belirtilmektedir.<br />
Taassup <strong>ve</strong> Cahiliye Gelenekleri<br />
Taassup, sözlükte “kendi soyuna yardım<br />
etmek, körü körüne bağlanmak” (İbn Manzur,<br />
Lisanü’l-Arab, “asb” md.) mânâsına gelir.<br />
Tahânevî ise “Herhangi bir tarafa bağlılıktan<br />
dolayı delili apaçık ortaya konduğunda bile<br />
gerçeği kabul etmeme” (Tahanevî, Keşşaf, 2,<br />
941.) şeklinde tanımlamaktadır. Arapların<br />
İslâm’dan önceki inanç, tutum <strong>ve</strong> davranışları<br />
cahiliye dönemi olarak ifade edilir.<br />
İslâmiyet, Tevhid inancını getirerek putperestliğe<br />
karşı kesin tavır almış, bu inancın<br />
eseri olan <strong>ve</strong> insan şerefine yakışmayan<br />
bütün kötü âdetleri ortadan kaldırmıştır.<br />
Zîrâ cehâlet, ilmin zıddı olarak “bilgisizlik”<br />
mânâsına gelmektedir. Kur’ân’da bu husus<br />
“Hani inkâr edenler kalblerine taassubu,<br />
cahiliye taassubunu yerleştirmişlerdi. Allah<br />
ise, Peygamberine <strong>ve</strong> inananlara huzur <strong>ve</strong><br />
gü<strong>ve</strong>nini indirmiş <strong>ve</strong> onların takva (Allah’a<br />
karşı gelmekten sakınma) sözünü tutmalarını<br />
sağlamıştı.”(el-Feth 48/26.) şeklinde belirtmektedir.<br />
Görüldüğü gibi bu âyette, cahiliye<br />
çağının taassup <strong>ve</strong> barbarlığına, kin, nefret<br />
<strong>ve</strong> şiddetine işaret edilmektedir. Bundan<br />
dolayı Arapların İslâm döneminden önceki<br />
hayatlarına “cahiliye devri” denmiştir. Bu aynı<br />
zamanda Arapların çevrelerinde yaşayan insanlara<br />
göre medeniyet bakımından geri kalmaları,<br />
puta tapmaları, kötülük yapmalarını<br />
önleyen bir din, bir peygamber <strong>ve</strong> semavî<br />
kitaba sahip olmamaları demektir. İslâmiyet<br />
ise, aydınlanma <strong>ve</strong> bilgi devridir <strong>ve</strong> bu mânâda<br />
cahiliye çağının karşıtıdır. Şu hâlde<br />
cahiliye devrinde Arapların, Allah’ı hakkıyla<br />
bilmedikleri, O’na şirksiz iman etmedikleri,<br />
sulh <strong>ve</strong> sükûndan uzak oldukları, güçlü <strong>ve</strong><br />
asil sayılanları dâima haklı kabul ettikleri <strong>ve</strong><br />
adaletten mahrum bir hayat yaşamaları, onları<br />
cehalete sevk etmiştir.<br />
Arap toplumunda çok tanrılı din anlayışı<br />
gelenek hâlini almıştı. Onlar “Atamız İbrahim<br />
Peygamber!.” dedik leri hâlde O’nun<br />
getirmiş olduğu “Hanif” dininin prensiplerine<br />
uymuyorlardı. Bununla birlikte Hz.<br />
İbrahim’in getir miş olduğu dine inanan<br />
birta kım kimselerin mevcut olduğu da bilinmektedir.<br />
Bunlar, putlara tapmıyorlar,<br />
kurban keserek <strong>ve</strong>ya başka bir şekilde onlara<br />
ta’zimde bulunmuyorlardı. Bu inançtaki<br />
kimseler zina <strong>ve</strong> fuhşa yönelmiyor, içki<br />
içmiyor, yağma-soygun, hırsızlık, cinayet<br />
vs. gi bi dönemin yaygın kötülüklerine bulaşmıyor,<br />
kız çocuklarını diri diri toprağa<br />
gömenlere engel olmaya çalışıyorlardı. Bunlar<br />
ara sında Hz. Ebu Bekir ilk sıralarda yer<br />
almaktaydı. Cafer b. Ebî Talib, Habeşistan<br />
Kralı Necaşi’ye vardığı zaman Arapların<br />
bazı cahiliye geleneklerini şöyle anlatmıştır:<br />
“Ey Hükümdar! Biz cahiliye taassubuna sahip<br />
bir kavimdik. Putlara tapar, ölü hayvan<br />
eti yer, fuhuş yapardık. Akrabalık bağlarına<br />
riayet etmez, komşularımıza kötülük eder,<br />
güçlü olanımız zayıfları ezerdi.” (İbn Hişam,<br />
es-Sire, 1, 335.) Bu gelenekler yalnız<br />
Arabistan’da değil, her dönem <strong>ve</strong> mekânda<br />
taassup olarak yerleşmiş kötü âdetleri ifade<br />
etmektedir.<br />
Buâs savaşları olarak bilinen Medine’de<br />
Evs <strong>ve</strong> Hazrec kabileleri arasında 120 yıl<br />
devam eden düşmanlık <strong>ve</strong> kan davası “İslâm<br />
kardeşliği” ile sona ermiştir. Peygamberimiz<br />
“Şu cahiliye çığlığını bırakınız! O ne kötü<br />
şeydir!” (Buhari, Menakıb, 8.) şeklinde ikaz<br />
ederek zaman zaman uyarıda bulunmuştur.<br />
Zîrâ Arapların geleneklerinde, “Ey Filan<br />
oğulları yetişiniz!” diye bağırıldığında, bu<br />
çağrıyı işiten kabile toplanarak çağrıyı yapan<br />
kimseye, haklı <strong>ve</strong>ya haksız, zalim <strong>ve</strong>ya maz-<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 57
lum olsun yardım ederdi. İslâmiyet kabile taassubuna<br />
dayanan bu şekildeki yardımı <strong>ve</strong> kan davasını<br />
kaldırmış, ihtilâfları adalet <strong>ve</strong> hukuk kuralları çerçe<strong>ve</strong>sinde<br />
halletme yolunu tutmuş, suçun ferdîliği<br />
esasını kabul etmiştir. Bundan dolayı cahiliye davasını<br />
sürdürmeyi <strong>ve</strong> bu şekildeki da<strong>ve</strong>te icabet etmeyi<br />
de büyük günah saymıştır. Hz. Peygamber, bir<br />
tartışma sırasında Bilal-i Habeşi’ye “kara kadının<br />
oğlu” diyen Ebu Zer el-Gıfari’ye; “Onu annesinin<br />
renginden dolayı mı ayıplıyorsunuz? Demek ki siz<br />
hâlâ cahiliye ahlâkı üzeresiniz.” (Buhari, İman, 22.)<br />
diyerek, cahiliye âdetlerinin kötülüğünü hatırlatmıştır.<br />
İslâm, cahiliye devrindeki sınırsız evliliğe de<br />
ölçü getirmiştir. Meselâ, Müslüman olduğu zaman<br />
on hanımı bulunan Gaylan b. Seleme Peygamberimizin<br />
yanına geldiğinde Peygamberimiz kendisine<br />
bu kadınlardan en fazla dördünü tercih edebileceği<br />
bildirmiştir. (Tirmizi, Nikah, 33; İbn Mace, Nikah,<br />
39-40.) Ayrıca, İslâm aile hukukunda uygun<br />
olmayan, cahiliye dönemindeki evlât edinme, iki<br />
kız kardeşi bir nikâhta tutma, kardeşlik sözleşmesi,<br />
sırf vasiyete dayalı miras paylaştırma usulleri<br />
gibi gelenekler de kaldırılmıştır. (Nisa 4/11-14.)<br />
Önceki din <strong>ve</strong> kültürlerde farklı şekil <strong>ve</strong> maksatlarla<br />
da olsa “kurban” geleneği bulunmaktaydı.<br />
(Bkz. Maide 5/27.) Hattâ Arap toplumunda çocukların<br />
dahi putlara kurban adandığı bilinmektedir.<br />
(Bkz. Muvatta, Nuzûr, 7.) Oysa İslâm dini cahiliye<br />
Araplarının kurban âdetini Tevhid inancına aykırı<br />
öğelerden temizleyerek Hz. İbrahim’in sünnetine<br />
uygun biçimde ihya etmiştir. Ayrıca kurbanın<br />
sosyal yardımlaşmaya <strong>ve</strong>sile olmasını teşvik ederek<br />
yardımlaşma kültürünü zenginleştirmiştir.<br />
Arapların Kâbe ile münasebetleri, ibâdetleri<br />
de cahiliye taassubuna dayanmaktaydı. Zîrâ onlar,<br />
Kâbe’nin içine koydukları putlara tapıyorlardı.<br />
Arap geleneğinde de Kâbe’nin bakım <strong>ve</strong> yönetim<br />
sorumlusu (<strong>ve</strong>lîsi) olmak büyük bir mazhariyet<br />
<strong>ve</strong> şerefti. Müşrikler, Kâbe’de geleneklerine göre<br />
ibâdet ederken ıslık çalıp el çırparak Beytullah’ın<br />
çevresinde dolaşıyorlar <strong>ve</strong> Kureyşîlerin imtiyaz<br />
alâmeti olarak Kâbe’yi çıplak tavaf ediyorlardı. (İbn<br />
Kesîr, 3, 593-594.) Yine cahiliye dönemindeki bir<br />
geleneğe göre Araplar ihramlı iken <strong>ve</strong>ya daha başka<br />
bazı dinî gerekçelerle evlerine girmezler; mutlaka<br />
girmeleri gerektiğinde de -kapıyı kullanmanın<br />
doğru olmadığına inandıkları için- evlerin arkasındaki<br />
bir pencereden <strong>ve</strong>ya açtıkları bir delikten<br />
girerlerdi. Çünkü bunun iyi <strong>ve</strong> erdemli bir davranış<br />
olduğuna inanırlardı. Kur’ân-ı Kerîm “İyilik,<br />
evlere arkalarından girmeniz değildir. Ama iyi<br />
davranış takva sahibi insanın davranışıdır. Evlere<br />
kapılarından girin. Allah’a saygılı olun ki kurtuluşa<br />
eresiniz.”(el-Bakara 2/189.) âyeti ile bu davranışın<br />
mânâsız bir meşakkat olduğunu anlatmıştır. Ayrıca<br />
bu davranış evdekileri rahatsız edeceği için edebe<br />
de aykırıdır. Asıl iyi <strong>ve</strong> erdemli olan davranış,<br />
mânâsız geleneklerin tekrarı değil, insanın her işini<br />
takvâya göre yapması, yani tutum <strong>ve</strong> davranışlarını<br />
Allah’a <strong>ve</strong> O’nun emirlerine saygı şuuru içinde yerine<br />
getirmesi mesajı <strong>ve</strong>rilmektedir.<br />
Teşe’üm inancı da Tevhid’e aykırı kötü bir gelenekti.<br />
Zîrâ teşe’üm, hâdiseleri kötüye <strong>ve</strong> uğursuzluğa<br />
hamletme düşüncesidir. Nitekim uğursuz<br />
sayma inancında kuşların uçuşu, baykuşun, karganın<br />
ötüşü, köpeğin uluması, merkebin anırması,<br />
yolda önünden yılan, kara kedi gibi hayvanların<br />
geçmesine varıncaya kadar hâdiseleri hep kötüye<br />
yorumlama düşüncesi bulunmaktadır. Oysa hayrın<br />
<strong>ve</strong> şerrin yaratıcısı yalnız Allah’tır. Allah izin <strong>ve</strong>rmediği<br />
müddetçe hiçbir şey meydana gelmez. Ancak<br />
uğurlu sayma mânâsındaki “tefe’ül” inancı ise,<br />
hâdiselere müspet <strong>ve</strong> iyim ser bakma şeklinde anlaşılması<br />
şartıyla, Sünnet tarafından kabul edilmiştir.<br />
(Bkz. Buhari, Tıb, 44.) Fakat geleceğe dair bilgi <strong>ve</strong>rme<br />
mânâsındaki “fal” ise kesinlikle yasaklanmıştır.<br />
Özenti <strong>ve</strong> Taklit<br />
İslâmî ahlâka uymayan gelenekleri şuursuz<br />
özenti içinde taklit etmek dinen hoş karşılanmamıştır.<br />
Nitekim bir hadîste şöyle haber <strong>ve</strong>rilmektedir:<br />
“Kim bir (yabancı) millete (dînî <strong>ve</strong> ahlâkî yönden)<br />
benzemeye çalışırsa (kendi benliğini <strong>ve</strong> İslâm’ın izzetini<br />
düşünmeden, onlar gibi olmaya <strong>ve</strong> yapmaya kendisini<br />
zorlasa) artık o kişi onlardan sayılır.”(Ebû Davûd,<br />
Libâs, 5) Bu hadîsteki sakındırma Müslümanların<br />
şahsiyetlerini <strong>ve</strong> ahlâklarını korumaya yöneliktir.<br />
Yoksa faydalı işlerde gayrimüslimlerin yaptığını<br />
yapmama mânâsında değildir. Özenti <strong>ve</strong> taklidin<br />
kötülüğü ise hadîste şöyle anlatılmaktadır: “Muhakkak<br />
ki siz, kendinizden önce gelen (Yahudi <strong>ve</strong><br />
Hristiyan) milletlerin karış karış, arşın arşın yoluna<br />
gideceksiniz. O kadar ki, şayet onlar kertenkele deliğine<br />
(küçüklükten kinayedir) girseler, siz de onlar<br />
gibi yapmaya çalışacaksınız.” (Müslim, İlm, 6)<br />
Cahiliye devrindeki kadınların vücutlarına iğne<br />
ile yaptırdığı “döğme” âdetini Peygamberimiz yasaklamıştır.<br />
(Bkz. Buhari, Libâs, 84.) Nitekim<br />
Hristiyanların Kudüs hacılarının da kollarına döğme<br />
yaptırdıkları nakledilmektedir.(Kamil Miras,<br />
Tecrid-i Sarih Tercemesi, 6, 381.) Oysa insanın vücudunu<br />
süs <strong>ve</strong> gösteriş olarak dağlaması haramdır.<br />
58 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
İslâm dini, fıtrata önem <strong>ve</strong>ren bir din olduğundan<br />
“Ahsen-i takvim” üzere yaratılan insanın fıtrat-ı<br />
asliyesini değiştiren bu dövme âdetinden insanları<br />
uzaklaştırmaya çalışmıştır. Nitekim bir başka<br />
hadîste “Güzellik için döğme yaptıran <strong>ve</strong> Allah’ın<br />
yarattığı güzelliği değiştirmeye kalkan kadınları Allah<br />
rahmetinden uzaklaştırsın.”(Tirmizi, Edeb, 33.)<br />
buyrulmaktadır. Hadîste yalnız kadınların zikredilmesi<br />
ise bu kötü âdetin Arabistan’da bilhassa kadınlar<br />
arasında cereyan etmesindendir. Bu konudaki<br />
yasak hem erkek hem de kadınlar için geçerlidir.<br />
Günümüzde çeşitli ülkelerde yaygın şekilde yapılan<br />
döğmenin, özellikle gençlerimiz arasında âdet<br />
hâline getirilmeye çalışıldığı görülmektedir.<br />
Peygamberimiz Medine’ye hicret ettikten sonra,<br />
buradaki Müslüman ahalinin İran’dan gelenek<br />
olarak intikal eden “nevruz” <strong>ve</strong> “mihrican” bayramlarını<br />
kutlamaya devam ettiklerini görmüştür.<br />
Bunun üzerine “Allah sizin için o iki günü daha<br />
hayırlı iki günle, kurban <strong>ve</strong> ramazan bayramıyla<br />
değiştirmiştir.” (Ahmed b. Hanbel, 3, 103.) buyurmuşlardır.<br />
Demek ki Peygamberimiz o dönem<br />
itibariyle Müslüman olmayan, ateşperest olan bir<br />
toplumun geleneklerinin bayram olarak kutlanmasını<br />
hoş karşılamamıştır. İslâm dininde gelenek<br />
olarak kutlanan bu bayramlar, kurban kesimi<br />
<strong>ve</strong> sıla-ı rahim ziyaretleriyle aynı zamanda ibadet<br />
hâline dönüşmüş olmaktadır. Günümüzde özellikle<br />
Hristiyanlarca kutsal sayılan “noel” kutlamaları<br />
<strong>ve</strong> eğlenceye <strong>ve</strong>sile olan “yaş günü” gelenekleri<br />
bütün dünyada rağbet görmektedir. Oysa Müslümanlar<br />
böyle zamanları yeni hayatın murakabe <strong>ve</strong><br />
muhasebesine <strong>ve</strong>sile bilip, Allah’a karşı zikrini <strong>ve</strong><br />
şükrünü ziyadeleştirmelidir.<br />
Batı ülkelerindeki evlerde köpek besleme âdeti<br />
bizlerde de görülmeye başlanmıştır. Hadîslerde<br />
köpek beslemenin belli kurallara uymak şartıyla<br />
(av <strong>ve</strong> bekçilik gibi) caiz olması belirtilmekle beraber,<br />
(Bkz. Müslim, Musakât, 51.) evlerde köpek beslemenin<br />
ise doğru olmayacağı bildirilmektedir. (Bkz.<br />
Müslim, Libas, 81.) Zîrâ köpek yırtıcı hayvanlar<br />
grubunda yer almakta <strong>ve</strong> etinin yenmesi haram kabul<br />
edilmektedir. Dinimiz çevreyi, tabiî güzellikleri<br />
korumayı, hayvanlar dâhil bütün canlılara merhametle<br />
davranmayı emretmektedir. Hayvanlara<br />
eziyet edilmesini, onların boş yere öldürülmesini<br />
de kesinlikle yasaklamaktadır. Kültür tarihimizde,<br />
aç kalan hayvanları doyurmaya tahsis edilmiş vakıfların<br />
kurulması hayvanlara <strong>ve</strong>rilen değeri göstermektedir.<br />
Ancak İslâm dini insanın sağlığına,<br />
temizliğe <strong>ve</strong> koruyucu hekimliğe de ayrı bir dikkat<br />
etmektedir. Dolayısıyla köpek, ihtiyaç hâlinde belli<br />
yerlerde beslenebilir. Fakat ev içinde süs hayvanı<br />
olarak beslenmesi fakihler tarafından hoş karşılanmamış<br />
<strong>ve</strong> tecviz edilmemiştir. (Bkz. İbn Rüşd,<br />
Bidayetü’l-müctehid, 2, 105.)<br />
İslâm <strong>ve</strong> Gelenekler<br />
İslâm dini, önceki milletlerin cahiliye devri geleneklerini<br />
tamamıyla reddetmemiştir. Peygamberimiz:<br />
“Ey Saib! Cahiliye çağında yaptığın faziletli<br />
şeylere İslâm devrinde de devam et. Misafiri ağırla,<br />
yetime ikram et <strong>ve</strong> komşularına iyi davran.” (Müsned,<br />
3, 425.) buyurarak, cahiliye devrindeki güzel<br />
geleneklerin devamını tavsiye ettiği görülmektedir.<br />
Peygamberimiz de ilk vahiy esnasında Cebrail’i<br />
görmesi <strong>ve</strong> korkması üzerine Hz. Hatice’nin: “Sen<br />
akrabana bakarsın. İşini görmekten âciz olanlara <strong>ve</strong><br />
fakirlere destek olursun. Misafiri ağırlarsın. Hak<br />
yolunda musibete uğrayanlara yardımda bulunursun.”<br />
(Buhari, Bedü’l-vahyi, 3.) diyerek, cahiliye<br />
devrindeki güzel âdet <strong>ve</strong> gelenekleri saydığı görülmektedir.<br />
Hz. Peygamber cahiliye devrinin uygulaması<br />
olarak hac hizmetlerinden sikâye (hacılara su<br />
dağıtma işi) <strong>ve</strong> sidâne <strong>ve</strong>ya hicâbe (Kâbe’nin bakımı <strong>ve</strong><br />
anahtarlarını muhafaza görevleri) gibi âdetlerin devamını<br />
onaylamıştır. Zîrâ Mekke fethi sırasında Peygamberimiz:<br />
“Dikkat edin! Kâbe’nin hizmeti <strong>ve</strong><br />
hacılara su dağıtımı dışında geçmişe ait bütün gelenekleriniz,<br />
kan <strong>ve</strong> mal davalarınız ayağımın altındadır.”<br />
(Ahmed b. Hanbel, 2, 36.) buyurarak, İslâmî<br />
değerlere aykırı olan kötü geleneklerin İslâm’da devam<br />
etmeyeceğini bildirmiştir. Hz. Peygamber’in<br />
nübüv<strong>ve</strong>tten önce katıldığı bugünkü sivil toplum<br />
kuruluşları mânâsındaki “hilfü’l-fudûl” adındaki<br />
yardımlaşma derneği faaliyetleri ile ilgili olarak,<br />
“Ben (İslâm’dan önce) Abdullah b. Cüd’an’ın evinde<br />
bir antlaşmaya şahit oldum. Orada bulunmayı<br />
nice sevdiğim kırmızı de<strong>ve</strong>lere tercih ederim. Şayet<br />
böyle bir anlaşmaya İslâmî dönemde (şu anda) çağrılsam<br />
hemen kabul ederdim.”(Kurtubi, el-Cami Li<br />
ahkâmi’l-Kur’ân, 10, 169.) sözüyle, İslâm’dan önceki<br />
Arapların güzel geleneklerini onayladığını göstermektedir.<br />
Artık bunlar aynı zamanda İslâm’da<br />
yeni teşri de kabul edilmektedir.<br />
İslâm <strong>ve</strong> Medeniyet<br />
Şehir anlamındaki “Medine” ile uygarlık mâ nâsına<br />
gelen “Medeniyet” kavramları arasında “din”<br />
<strong>ve</strong> “millet” bütünlüğünü ifade eden mânâ bulunmaktadır.<br />
Şu hâlde medenî olmanın gereği, muhatabı<br />
ilzam değil ikna etme <strong>ve</strong> hoşgörüyle karşılamadır.<br />
H. 8. yılda Mekke’nin fethi senesinde Hz.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 59
Peygamber Mekke’ye kan dökmeden girerken aralarında<br />
Kureyş’in ileri gelenleri olmak üzere herkes<br />
Peygamberimiz’in nasıl muamele edeceğini bekliyordu.<br />
Acaba onlardan şimdi hesap soracak mıydı?<br />
Çünkü şehir fethedilmiş, ahalisi ise daha önceden<br />
Kendisi’ne zulmetmiş, O’nu memleketinden çıkarmışlardı.<br />
Peygamberimiz askerî komutanlıktan<br />
öte önce bir Peygamber sıfatıyla şehre girmiş <strong>ve</strong> onların<br />
gönüllerini fethetmiştir. Zîrâ “Ebû Sufyan’ın<br />
evinde olan emindir, kendi evine giren emindir.”<br />
(Ebu Davud, Harac, 25.) buyurarak İslâm dininin af<br />
<strong>ve</strong> müsamaha üzerine tesis edildiğini dost <strong>ve</strong> düşmana<br />
göstermiştir. Ardından muzaffer bir komutan<br />
olarak da “Ey Kureyş! Benden ne umarsınız?”<br />
diye sormuş. Onlar “Sen kerim <strong>ve</strong> civanmert kardeşsin,<br />
âlicenap bir kardeş oğlusun.” demişlerdir.<br />
Peygamberimiz de onlara: “Ben bugün kardeşim<br />
Yusuf’un (a.s) dediği gibi derim.” diyerek “Bugün<br />
size kınama yok, Allah sizi bağışlasın. O, merhametlilerin<br />
en merhametlisidir.” (Yusuf, 12/92.)<br />
âyetini okumuştur. Ardından “Bugün siz hesaba<br />
çekilmeyeceksiniz, gidiniz, hepiniz serbestsiniz.”<br />
buyurmuşlardır. Böylece Peygamberimiz cahiliye<br />
dönemi âdetlerini ortadan kaldırarak af <strong>ve</strong> sulhun<br />
öncülüğünü yapmıştır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de<br />
suçlara <strong>ve</strong>rilecek karşılık/ceza anlatılırken af, bağışlama<br />
<strong>ve</strong> düzeltme (sulh) yolu (Bkz. Şûrâ 42/40.)<br />
teşvik edilmektedir. Zîrâ Peygamberimiz: “Kim<br />
kan davasını affederse (katilin cezalandırılmasını<br />
istemezse), o kişinin sevabı ancak Cennet’tir.”<br />
(Suyuti, el-Fethu’l-Kebir, 3, 212.) buyurarak, özellikle<br />
töre uygulaması olarak devam eden kan davalarının<br />
bitmesine teşvikte bulunmaktadır. Yine<br />
Peygamberimiz’in <strong>ve</strong>da hutbesinde cahiliye âdeti<br />
olan kan davalarının kaldırıldığını bildirmesi <strong>ve</strong><br />
bunu kendi akrabalarından başlatması, (İbn Mace,<br />
Menasik, 76.) içtimaî barış <strong>ve</strong> huzurun en önemli<br />
temellerinden birinin sulh olduğunu göstermiştir.<br />
Günümüzde görülen bazı bölgelerdeki “töre cinayetleri”<br />
ise hiçbir şekilde tasvip edilmeyen kötü bir<br />
âdet <strong>ve</strong> gelenektir. Kur’ân’da Cenâb-ı Hak “Kolaylığı<br />
seç, iyi olanı (ma’rufu) emret, cahillere aldırma.”<br />
(A’raf 7/199.) buyurmaktadır. Buradaki cahillere<br />
aldırmamak, onların tuttukları yolun yanlışlığını<br />
göstermemek, bozuk inançlarını düzeltmemek<br />
mânâsına gelmez. Çünkü bu, İslâm’ın emri bi’lma’ruf<br />
nehyi ani’l-münker prensibine aykırıdır. Şu<br />
hâlde cahillere aldırmama; insanları iyilik <strong>ve</strong> doğruluk<br />
yoluna çağırırken kendini bilmezlerin edep<br />
<strong>ve</strong> ahlâkla bağdaşmayan kötü <strong>ve</strong> çirkin davranışlarına,<br />
küstahça hareketlerine, haksızlıklarına aynıyla<br />
karşılık <strong>ve</strong>rmemek demektir. Müslümanlar bu tür<br />
olumsuz hareketler karşısında öfkeye kapılmadan,<br />
sabırlı, hoşgörülü <strong>ve</strong> bağışlayıcı olabilmelidir. Zîrâ<br />
takvâ erdemine sahip olmanın şartlarından biri de<br />
kötülüğe kötülükle cevap <strong>ve</strong>rmemek, cahillerin seviyesine<br />
düşmemek, aksine olabildiğince kolaylık,<br />
öz<strong>ve</strong>ri, barış <strong>ve</strong> uzlaşmadan yana olmaktır.<br />
Netice<br />
İslâm dininin son elçisi Hz. Peygamber’in (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) nübüv<strong>ve</strong>ti Mekke <strong>ve</strong> Medine<br />
dönemi olarak ikiye ayrılmaktadır. Bu dönemlerin<br />
İslâm kültür <strong>ve</strong> geleneği açısından önemli bir<br />
yeri vardır. Mekke dönemi; akidesiyle, inancıyla,<br />
ahlâkıyla, sosyal <strong>ve</strong> kültürel değerleriyle, ayrı dünyaların<br />
insanı olan Cahiliye Araplarının, inanç <strong>ve</strong><br />
değerler yönünden yeniden ele alınmasıyla geçmiştir.<br />
Medine dönemi ise, Mekke döneminde<br />
yetişen yeni insan tipinin inanç <strong>ve</strong> düşünce sistemini<br />
pratik hayata geçirdiği dönemdir. Bunların<br />
muhtevasını ise, daha çok muamelât olarak bilinen,<br />
hukuk, iktisat gibi konularla birlikte namaz,<br />
oruç, zekât gibi ibadetle alâkalı mevzular teşkil<br />
ediyordu. Nitekim Hz. Âdem (a.s) ile başlayan<br />
<strong>ve</strong> zaman zaman fetret dönemleri geçiren Tevhid<br />
inancı, en son <strong>ve</strong> kâmil haliyle yeniden tesis<br />
edilmiştir. Bu yeni din, geçmişe ait her türlü<br />
yanlış <strong>ve</strong> bâtıl düşünceleri geride bırakarak kendi<br />
kültürünü de oluşturmuştur. Bu kültürün odak<br />
noktasını hiç şüphesiz “Tevhid” düşünce si teşkil<br />
etmektedir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, Tevhid<br />
inancı <strong>ve</strong> İbrahimî geleneğe aykırı bulunmayan<br />
âdetleri kabul ederken, insanlığın fıtratına <strong>ve</strong><br />
Tevhid’e ters düşen âdetleri tamamen kaldırmaya<br />
yönelik gayret içinde olmuştur. Bu düşünceler<br />
çerçe<strong>ve</strong>sinde İslâm kültür <strong>ve</strong> geleneğinin temelini<br />
teşkil eden İslâmî ilimler, birer disiplin hâline<br />
gelmiş, özellikle “hadîs, fıkıh <strong>ve</strong> kelâm ilmi” Müslümanlara<br />
bu konuda en temel referans olmuştur.<br />
Toplumun yazılı <strong>ve</strong> uygulamalı kültüründe var<br />
olan iyi âdetler devam ettirilip, kötü gelenekler terk<br />
edilmelidir. Müslüman toplumunun kültür mirasının<br />
başında ise ibadetler, aile değerlerine bağlılık,<br />
insan haklarına saygı, içki, uyuşturucu <strong>ve</strong> fuhuştan<br />
uzaklaşma gelmektedir. O hâlde bizlere miras olarak<br />
intikal eden bu güzel geleneklerimizi, samimi<br />
niyet ile ibadet hâline çevirmeli, ibadetlerimizi (şuursuz<br />
yaparak) âdet hâline getirmemeliyiz. Bilakis<br />
âdetlerimizi ibadet sevabı kazandıran davranışlar<br />
hâline getirmek için sünnet-i seniyyeyi yaşamaya<br />
çalışmalıyız.<br />
*Bursa Merkez Vaizi<br />
msarik@yeniumit.com.tr<br />
60 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
YENi ÜMiT<br />
Yrd. Doç. Dr. Ali CAN*<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Hazret-i Rahmân, mahlukâtın özüne sevgi, merhamet <strong>ve</strong> şefkat nü<strong>ve</strong>leri<br />
yerleştirmiştir. Varlığın bağrına atılan şefkat duygusunun kaynağı,<br />
Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm isimleri başta olmak üzere Cenâb-ı Hakk’ın<br />
Esmâ-i Hüsnâ’sının tecellisi olan ilâhî rahmettir.<br />
İlâhî Rahmetin Kuşatıcılığı<br />
<strong>ve</strong> İnsan<br />
İslâm dininin en temel özelliklerinden birisi,<br />
kuşkusuz O’nun rahmet <strong>ve</strong> merhamet temasına<br />
sıkça vurgu yapılmasıdır. Zîrâ Yüce<br />
Zât’ını rahmet sıfatıyla vasıflandıran Allah<br />
(celle celâlühü), Kur’ân’da rahmetinin her şeyi kuşattığını<br />
bildirmekte <strong>ve</strong> elçisini de âlemlere rahmet<br />
olarak gönderdiğini bildirmektedir. (A’râf, 7/156;<br />
Enbiyâ, 21/107.) İslâm dininde rahmet ilkesine<br />
<strong>ve</strong>rilen önemin en açık göstergesi, Yüce Allah’ın<br />
rahmetten başka kendisine gerekli kıldığını beyan<br />
ettiği bir hususiyetin bulunmamasıdır. Buna göre<br />
rahmet kaidesine inanmak, bir bakıma İslâm düşüncesinin<br />
ana umdelerinden sayılmaktadır.<br />
Bu yazımızda önce rahmet kelimesi <strong>ve</strong> bu kelimeden<br />
türeyen Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm isimleri incelenecek<br />
daha sonra da âyet <strong>ve</strong> hadîsler ışığında İlâhî<br />
rahmetin kuşatıcılığı açıklanmaya çalışılacaktır.<br />
A. Rahmet Kelimesi Etrafında Yapılan Yorumlar<br />
“Rhm” kökünden bir mastar olan rahmet kelimesi,<br />
sözlükte bağışlamak, merhamet etmek, affetmek,<br />
şefkat etmek <strong>ve</strong> ihsanda bulunmak gibi<br />
mânâlara gelmektedir. Ayrıca rahmet, merhamet<br />
edilen kimseye ihsan <strong>ve</strong>ya iyilikte bulunmayı gerektiren<br />
acıma <strong>ve</strong> yufka yüreklilik mânâlarını da<br />
kapsamaktadır. İşte rahmet kelimesi, Yüce Allah’a<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 61
nispet edildiğinde ihsan <strong>ve</strong> lütuf mânâlarına gelirken,<br />
insanlara nispet edildiğinde acıma, şefkat<br />
gösterme <strong>ve</strong> kalb yumuşaklığı mânâlarını ihtiva etmektedir.<br />
Zîrâ Allah, insana ait özelliklerden olan<br />
kalb inceliği <strong>ve</strong> acımadan münezzehtir. Bu yüzden,<br />
Yüce Allah’ın ihsanda bulunmayı kendisine tahsis<br />
ettiği, bunun yanında ince kalbliliği <strong>ve</strong>ya kalb yumuşaklılığını<br />
da insanların tabiatlarına yerleştirdiği<br />
ifade edilmektedir. 1<br />
Esmâ-i Hüsnâ arasında yer alan “Rahmân” <strong>ve</strong><br />
“Rahîm”, etimolojik olarak rahmetten türemiştir.<br />
Allah’ın rahmet vasfını ifade etmek için kullanılan<br />
“Rahmân” <strong>ve</strong> “Rahîm” kelimeleri, birbirine yakın<br />
mânâları ifade etmekle birlikte bu iki ismin mânâ<br />
farklılığı vardır. “Rahmân” ismi, rahimden daha<br />
mübalağalı <strong>ve</strong> daha kapsamlı bir yapıya sahip olması<br />
yönüyle bütün rahmet türlerini içine almaktadır.<br />
Müfessirler, “Rahmân” isminin sadece Yüce<br />
Allah’a ait özel bir isim olduğunu <strong>ve</strong> bu yüzden<br />
başkasına isim olmayacağını söylemişlerdir. 2 Çünkü<br />
Kur’ân dilinde Rahmân ismi Allah’a mahsustur<br />
<strong>ve</strong> başka hiçbir varlık için kullanılmamıştır. Buna<br />
göre “Rahmân”, rahmeti <strong>ve</strong> merhameti her şeye<br />
ulaşan, ezelde bütün yaratılmışlar için sonsuz lutüf,<br />
ihsan, rahmet irade eden <strong>ve</strong> bütün yaratılmışlara<br />
dünyada sayısız nimetler bahşeden mânâlarına<br />
gelerek, rahmetin daha yüksek bir derecesini ifade<br />
etmektedir. 3 Kur’ân’da, geçen “O Rahmân arşa istiva<br />
etti.”(Tâhâ, 20/5.) âyetinde istiva kelimesinin<br />
Rahmân ismiyle birlikte zikredilmesi, Rahmân kelimesinin<br />
kapsamlı kullanımını desteklemekte <strong>ve</strong><br />
rahmetin her şeyi kuşattığına işaret etmektedir. 4<br />
Çok merhametli anlamına gelen “Rahîm” ismi<br />
ise Yüce Allah’ın ahirette sadece mümin kullarına<br />
<strong>ve</strong> taat ehline rahmet <strong>ve</strong> merhametini göstermesi <strong>ve</strong><br />
onları affetmesi şeklinde anlaşılmıştır. 5 Zîrâ birçok<br />
âyette “Rahîm” kelimesi, Yüce Allah’ın sadece müminlere<br />
olan rahmet <strong>ve</strong> merhametini ifade eder. 6<br />
Öyleyse Yüce Allah’ın Rahmâniyetiyle dünyada<br />
mümin-kâfir herkesi kuşattığı, herkese ihsanda<br />
bulunduğu <strong>ve</strong> bütün yaratıklarının rızıklarını <strong>ve</strong><br />
yaşam şartlarını sağladığı; Rahîmiyetiyle ise dünyada<br />
İslâm inancı üzere yaşayan kişilere, ahirette<br />
lütuf <strong>ve</strong> ihsanının bol olacağı anlamları kastedilmiştir.<br />
Nitekim Yüce Allah’a dua edilirken <br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
yukarı- denmektedir. 7 Buna göre א א <br />
daki hitap “Ey bu dünyada yaratmış olduğu kulları<br />
arasında inanan <strong>ve</strong> inanmayan ayrımını yapmaksızın,<br />
hepsine ikram <strong>ve</strong> ihsanda bulunan Allah’ım.”<br />
mânâsına gelmektedir. 8<br />
Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm kelimeleri etrafında daha<br />
pek çok yorumlar yapılmıştır. Daha geniş bir çerçe<strong>ve</strong>den<br />
değerlendirildiğinde bu iki kavramdan<br />
“Rahmân” kelimesinin ezele, “Rahîm” kelimesinin<br />
ise Lâyezâle (ebede) baktığı ifade edilmiştir. Buna<br />
göre Allah, Rahmân isminin ruhundaki merhameti<br />
<strong>ve</strong> o merhametin taalluku ile kâinatı yoktan var<br />
etmiştir. Yani bütün mevcudat Rahmân ismiyle<br />
var olmuştur. Bu geniş, umumî <strong>ve</strong> şümullü rahmet,<br />
bütün kâinatı kuşatarak içine almıştır. 9 Mesele<br />
sadece ezele bakan <strong>ve</strong> Allah’ın zâtına isim olan<br />
Rahmân açısından mütalâa edilecek olursa; küfür<br />
-iman, adalet-zulüm, hakkaniyet-haksızlık, güzellik-çirkinlik,<br />
iyi-kötü her şey birbirine karışı<strong>ve</strong>rir.<br />
Bu durumda irade mevzuubahis olamaz. Böylece<br />
de insan, diğer varlıklar gibi, ne kötülüklerinden<br />
mesul olur ne de iyiliklerinden dolayı mükâfata<br />
erer. Eğer kâinata sadece “Allah” kelimesinden<br />
sonra Rahmân’ın tecellîsi hükümfermâ olsaydı,<br />
durum bu merkezde olacaktı. Ancak Allah murad<br />
buyurdu <strong>ve</strong> insanlarda iradeyi yarattı; iradesini<br />
iyiye kullananları mükâfatlandırma, kötüye kullananları<br />
cezalandırma hikmetiyle, Rahîmiyeti ile de<br />
tecellî etti. Böylece insana esfel-i safilînden a’lâ-yı<br />
illiyyîne kadar, ya aşağıların aşağısına düşme <strong>ve</strong>ya<br />
yukarıların yukarısına çıkma imkânını bahşetmiş<br />
oldu.<br />
Demek oluyor ki, “Rahmân” olmasaydı, biz<br />
vücuda gelmeyecektik. Kâinat <strong>ve</strong> bütün mevcudat<br />
yok olacaktı. Şâyet “Rahîm” olmasaydı irademizi<br />
kullanamayacak <strong>ve</strong> Cenâb-ı Hakk’ın sanatının<br />
inceliklerini idrak edemeyecektik. 10 Şu hâlde<br />
Cenâb-ı Hak eşyayı yoktan var edip vücud sahasına<br />
getiriyor <strong>ve</strong> adeta bize diyor ki, “İsteseniz de<br />
istemeseniz de Rahmâniyetimle sizi var ediyor <strong>ve</strong><br />
sizin için gerekli olan şeylerle varlık <strong>ve</strong> hayatınızı<br />
devam ettiriyorum. Rahmâniyetimle var ettikten<br />
sonra, Rahmâniyetimin kemalini göstermek için;<br />
size Rahîmiyetimle de bir irade <strong>ve</strong>riyorum. İradenizi<br />
kullanmanıza <strong>ve</strong> kullandığınız iradenin çapına<br />
göre de ötede size mükâfat <strong>ve</strong>receğim. 11<br />
Özetleyecek olursak Allah, bütün varlığı <strong>ve</strong><br />
kâinatı rahmâniyetiyle var etmiştir. Rahmân olan<br />
Allah rahmetiyle mu amele ederken, buna mazhar<br />
olan varlığın hak etmesine <strong>ve</strong> lâyık olmasına bakmaz.<br />
Rahmet sıfatının tecellisi yağmur gibi her<br />
şeyin üzerine yağar <strong>ve</strong> güneş gibi her şeyi ısıtır,<br />
aydınlatır. Allah’ın rahîm sıfatı ise O’nun, daha<br />
ziyade kullarının gelecekte elde etmek üzere hak<br />
ettikleri <strong>ve</strong> lâyık oldukları sınırsız rahmetini, lütuf<br />
<strong>ve</strong> merhametini ifade eder. 12<br />
62 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
B. Âyetler Işığında İlâhî Rahmet<br />
1.Yüce Allah, Kur’ân’da rahmet etmeyi üzerine<br />
aldığını şöyle bildirmektedir:<br />
<br />
א <br />
כ <br />
<br />
א <br />
אא <br />
<br />
א <br />
א <br />
<br />
<br />
“(Onlara) Göklerde <strong>ve</strong> yerde olanlar kimindir?<br />
diye sor. ‘Allah’ındır.’ de. O, merhamet etmeyi<br />
kendi üzerine aldı.” (En’âm, 6/12.)<br />
Bütün varlığın yaratıcısı <strong>ve</strong> hâkimi olan Yüce<br />
Allah yarattıklarına karşı her ne isterse yapma<br />
durumunda iken rahmeti kendisine ilke <strong>ve</strong> ahlâk<br />
edinmiştir. Söz konusu rahmet <strong>ve</strong> merhametin bir<br />
göstergesi olarak, Allah dünyada kendisine isyan<br />
eden <strong>ve</strong> <strong>ve</strong>rdiği nimetlere karşı nankörlük yapan<br />
inkârcıları cezalandırmada acele etmeyip onlara<br />
zaman tanımakta 13 <strong>ve</strong> kâfir-Müslüman ayrımı yapmaksızın<br />
herkesi yaşatmakta, rızıklandırmakta <strong>ve</strong><br />
onlara değişik ihsanlarda bulunmaktadır. Daha da<br />
ötesi Allah, bu kâinatı yoktan varlık âlemine çıkartmış<br />
<strong>ve</strong> sırf şefkatinden <strong>ve</strong> merhametinden dolayı<br />
yaratmıştır. Zîrâ Allah Teâlâ’ya herhangi bir şeyi<br />
yaratma hususunda dışarıdan zorlama söz konusu<br />
olamaz. Bu yüzden onun rahmeti olmasaydı, dünya<br />
<strong>ve</strong> içindekiler de olmazdı. Buna göre her şeyi<br />
kapsayan <strong>ve</strong> kuşatan yaygın bir İlahî rahmet vardır.<br />
Mevcudat âleminde yaratılmış olup da müminkâfir,<br />
iyi-kötü, şuurlu-şuursuz rahmetten pay almamış<br />
yoktur. 14 Bu hususta Seyyid Kutub, şunları<br />
söylemektedir. “Allah’ın rahmeti her yandan <strong>ve</strong> her<br />
yönden kullarını sarmıştır. Kulların varlığı bu rahmetle<br />
kâimdir, hayatları da bu rahmete dayanır. İlâhî<br />
rahmet, varlığın her sahnesinde, hayatın her saniyesinde<br />
<strong>ve</strong> kâinatın her noktasında tecelli eder.” 15<br />
İşte bütün âlemlerin rabbi olan Yüce Allah’ın<br />
varlıkları yoktan var etmesi <strong>ve</strong> sonra da onlara var<br />
oluş süreçleri boyunca varlıklarını sürdürmelerini<br />
sağlayan nimetler <strong>ve</strong>rmesi rahmet-i İlâhiye’nin bir<br />
neticesidir. Buna göre bütün zîhayata ait ayrı ayrı<br />
rızıkların, kuru <strong>ve</strong> basit bir topraktan rahîmâne <strong>ve</strong><br />
kerîmâne <strong>ve</strong>rilmesi, İlâhî rahmetin her şeyi kapsadığına<br />
delâlet eder. Yeryüzü sofrasında görülen<br />
hadsiz ihsanlar, lütuflar, keremler, inâyetler <strong>ve</strong> rahmetler<br />
bir Zât-ı Rahmân-ı Rahîm’in bulunduğunu<br />
ölmemiş kalplere <strong>ve</strong> sönmemiş akıllara gösterir. 16<br />
2. İlâhî rahmete yönelik bir başka âyet-i kerîmede<br />
şöyle buyrulmaktadır:<br />
<br />
כ <br />
<br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
א א<br />
“… Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim<br />
ise her şeyi kuşatmıştır.”(A’raf, 7/156.)<br />
İsfahânî bu âyetten yola çıkarak rahmetin dünyada<br />
müminiyle kâfiriyle herkesi kuşattığını, ahirette<br />
ise yalnız müminleri kapsayacağını ifade etmektedir.<br />
17 Bu âyete göre Yüce Allah kullarından<br />
bir kısmının azaba maruz kalacaklarını, buna karşılık<br />
bütün mevcudatın dünyada varlık sahnesine<br />
çıkışlarından itibaren kendi rahmetinden pay aldıklarını<br />
bildirmiştir. Şu hâlde başlangıçta rahmetten<br />
pay almayan hiçbir şey yoktur <strong>ve</strong> ancak azabı<br />
hak eden kimselere, rahmetin ardından azap isabet<br />
edecektir. Elmalılı Hamdi Yazır, bu âyet etrafında<br />
Allah’ın rahmet vasfını şu şekilde açıklar: “Hiçbir<br />
şey yoktur ki, ilk var oluşundan itibaren, Allah’ın<br />
rahmetinden nasibini almamış olsun. Rahmetin<br />
ona dar geleceği, yetmeyeceği <strong>ve</strong> yetişmeyeceği<br />
hiçbir şey yoktur. Onun rahmetinin dışında bir<br />
şey tasavvur etmek dahi mümkün değildir. Ancak<br />
bunun böyle olması, her şeyin rahmetten eşit pay<br />
alması gerektiğini ortaya koymaz.” 18 Buna göre<br />
İslâm’da rahmet <strong>ve</strong> merhamet asıldır; azap <strong>ve</strong> hiddet<br />
ise ârizîdir. Mevdûdî, Allah’ın mevcudatı idaresindeki<br />
üslûbun gazaba <strong>ve</strong> sertliğe değil merhamet<br />
<strong>ve</strong> yumuşaklığa dayandığını belirtmektedir. O’na<br />
göre Yüce Allah, yaratıklarına daima rahmet gösterir,<br />
gazap <strong>ve</strong> hiddetini ise sadece kullarının isyan <strong>ve</strong><br />
küstahlıkları, konulan sınırı aştığında açığa çıkarır. 19<br />
3. Yine “Rahmân” <strong>ve</strong> “Rahîm” ismi, Kur’ân-ı<br />
Kerîm’de başta besmele olmak üzere pek çok yerde<br />
geçmektedir. Böylece bütün mahlûkatın yaratıcı<br />
<strong>ve</strong> sahibi olan Yüce Allah, ezelî hitabında, bütün<br />
insanlara kendisinin Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm olduğunu<br />
anlatmaktadır. Çünkü Allah Teâlâ “Âlemlerin<br />
Rabbi”(Fâtiha 1/2.) ifadesiyle kendisini yalnız belli<br />
bir topluluğun <strong>ve</strong>ya inanç grubunun Rabbi değil,<br />
bütün âlemlerin Rabbi olarak tanıtmaktadır. Bir<br />
başka ifadeyle Âlemlerin Rabbi Rahmân <strong>ve</strong> Rahîm<br />
olan Allah’ın rahmeti de, belli bir zümreye has değil<br />
yaratılmış herkese şamildir. Böylece Yüce Allah,<br />
bütün yaratılanların sahibi olduğunu belirtmekte<br />
<strong>ve</strong> -ister inansın ister inkâr etsin- her şeyi yaratanın,<br />
yaşatanın, besleyenin <strong>ve</strong> her şeye en güzel şekli<br />
<strong>ve</strong>renin kendisi olduğunu vurgulamış olmaktadır.<br />
(Secde, 32/7; Mü’min, 40/64.)<br />
Daha geniş bir perspektiften bakıldığında yaratan<br />
ile yaratılan arasındaki münasebeti rahmet açısından<br />
şu <strong>ve</strong>ciz cümlelerle özetlemek mümkündür:<br />
“Şu hadsiz kâinatı şenlendiren, bilmüşahede<br />
rahmettir. Ve bu karanlıklı mevcudatı ışıklandıran,<br />
bilbedahe yine rahmettir. Ve bu hadsiz ihtiyacat<br />
içinde yuvarlanan mahlûkatı terbiye eden, bilbedahe<br />
yine rahmettir. Ve bu hadsiz fezayı <strong>ve</strong> boş <strong>ve</strong><br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 63
hâlî âlemi dolduran, nurlandıran <strong>ve</strong> şenlendiren,<br />
bilmüşahede rahmettir. Ve bu fâni insanı ebede<br />
namzed eden <strong>ve</strong> ezelî <strong>ve</strong> ebedî bir zâta muhatab <strong>ve</strong><br />
dost yapan, bilbedahe rahmettir.” 20<br />
4. Yüce Allah’ın rahmet vasfını ifade etmek için<br />
kullanılan אא “merhamet edenlerin en<br />
hayırlısı”, אא <br />
“merhametlilerin en merhametlisi”<br />
<strong>ve</strong> <br />
א <br />
<br />
<br />
“geniş bir rahmet sahibi”<br />
şeklindeki nitelemeler de oldukça önem arz<br />
etmektedir.(Müminun, 23/109; A’râf, 7/151; En’âm,<br />
6/147; Yusuf 12/64.) Allah Teâlâ’nın Kur’ân’da geçen<br />
sıfatları incelediğinde, azap ifade eden sıfatların<br />
rahmet <strong>ve</strong> merhamet ifade edenlerin yanında çok<br />
az oldukları görülecektir.<br />
C. Nebevî Beyan Çerçe<strong>ve</strong>sinde Rahmet<br />
İlâhî rahmete yönelik yukarıdaki açıklamalardan<br />
başka bu konuya ışık tutacak nebevî beyanlar da vardır.<br />
Hz Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) ifade<br />
buyurduğu üzere Allah (celle celâlühü) rahmetini yüz<br />
parçaya ayırmış; doksan dokuzunu kendi nezdinde<br />
tutmuş, birini dünyaya indirmiştir. İşte, bütün<br />
canlılar bu bir parça İlâhî rahmetten istifade ederek<br />
hemcinslerine şefkat gösterirler. (Tirmizî, Daavat,<br />
99.) Hattâ varlık derinden derine mütâlaa edilse, her<br />
yanda rahmetin <strong>ve</strong> şefkatin tüllendiği görülecektir.<br />
E<strong>ve</strong>t, her şeyin mebdei de müntehâsı da rahmettir,<br />
şefkattir. Yeryüzündeki bütün canlılar Allah’ın rahmet<br />
<strong>ve</strong> şefkatiyle varlıklarını devam ettirirler. 21<br />
Yine bir başka hadîs-i şerîfte şöyle buyrulmaktadır:<br />
“Yüce Allah, mahlûkata dair hükmünü ortaya<br />
koyunca nezdinde bulunan bir kitaba, kendisi<br />
hakkında <br />
<br />
“Muhakkak Benim<br />
rahmetim gazabıma galip gelir.” diye yazmış”<br />
(Buhârî, Tevhîd, 15.) <strong>ve</strong> böylece bütün insanlara<br />
olan rahmet <strong>ve</strong> merhametini, ihsan <strong>ve</strong> fazlını açıkça<br />
ifade etmiştir. Bu yüzden müminler Allah Teâlâ’ya<br />
karşı yalvarış <strong>ve</strong> yakarışlarında “İlâhi! Senin rahmetin<br />
melceimdir.” şeklindeki sözleriyle O’nun sonsuz<br />
rahmetine <strong>ve</strong> engin merhametine sığınırlar.<br />
Hz. Muhammed Mustafa (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem) İlâhî ahlâk içerisinde yer alan rahmet hakkında<br />
kuşatıcı açıklamalarda bulunduktan sonra,<br />
bu yüce vasfı talim buyurmak üzere ümmetine<br />
şöyle seslenmektedir: “Siz yeryüzündekilere merhamet<br />
edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.”<br />
(Tirmizî, Birr, 16.) Böylece Allah Resûlü (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem), inanan insanların davranışlarında<br />
olması gereken merhamet duygusunu dikkatlerimize<br />
sunmaktadır.<br />
Yine Hz. Peygamber’in (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
“Allah ancak merhametli olanlara rahmetini ihsan<br />
edecektir.” <strong>ve</strong> “İnsanlara merhamet etmeyene Allah,<br />
rahmet etmez.” şeklindeki buyrukları (Buhârî,<br />
Tevhîd, 2.) da insanların birbirleriyle olan münasebetlerinde<br />
merhamet <strong>ve</strong> şefkati temel almalarını<br />
vurgulamaktadır. Nitekim Rahmet Peygamberi’nin<br />
(sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), düşmanlarına karşı bile<br />
merhametle <strong>ve</strong> afla muamelede bulunduğuna yirmi<br />
üç yıllık peygamberlik hayatı şahitlik yapmaktadır.<br />
İslâm dini, merhameti sadece insana mahsus<br />
kılmayıp bazen hayvana bile gösterilen bir merhametin<br />
mükâfatını, Cennet olarak bildirmektedir.<br />
Söz gelimi Hz. Peygamber (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong><br />
sellem), bir fâhişenin yolda giderken susuzluktan<br />
ölmek üzere olan bir köpeğe su <strong>ve</strong>rip onu kurtarmasından<br />
dolayı, bütün günahlarının affedildiğini<br />
söylemektedir. (Müslim, Selâm, 41.)<br />
İşte İslâm’ın temel öğretilerine göre, hayvana<br />
bile gösterilen merhamet duygusu, insanın<br />
Cennet’e girmesine yeterli bir <strong>ve</strong>sile olabilmektedir.<br />
Zîrâ rahmetle aynı kökten türeyen <strong>ve</strong> aynı<br />
mânâya gelen “merhamet”, Yüce Allah tarafından<br />
kullarına <strong>ve</strong> bütün yaratıklara bahşedilmiş yüce<br />
bir duygudur. Zîrâ ulvî duygular arasında yer alan<br />
merhamet, var oluşumuzun kökeninde yatmaktadır.<br />
“Merhamet” hem vahyin hem de yaratılışın<br />
ortaya çıktığı kapı olması itibariyle beşerî hayatın<br />
bütün yönlerinde merkezdir. Bu sebeple bir insanın<br />
varlığı, insanî değerlerin başında gelen merhamet<br />
duygusuyla mânâ kazanmaktadır. Bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />
Kur’ân’da geçen “merhame <strong>ve</strong> ruhm” kelimeleri<br />
de insanlar arasındaki münasebetler için kullanılmış<br />
<strong>ve</strong> insanların birbirlerine olan merhameti <strong>ve</strong><br />
şefkati hakkında varid olmuştur. 22 Buna göre Yüce<br />
Allah’ın, hem kevnî kitabıyla hem de kelâmî kitabıyla<br />
insanlardan şefkat <strong>ve</strong> merhamete dayalı bir<br />
içtimaî yapı istediği söylenebilir. Bir başka şekilde<br />
ifade edilecek olursa Kur’ân vahyinin hedefleri<br />
arasında merhametli bir toplum inşa etmek de vardır.<br />
23 Şu hâlde görülüyor ki inanan bir insanın âlem<br />
tasavvuru <strong>ve</strong> insana bakışı, Allah ahlâkı olan rahmet<br />
<strong>ve</strong> merhamet boyutludur. Bu şekilde içtimaî bütünlük<br />
<strong>ve</strong> barışı, dostluk <strong>ve</strong> dayanışmayı gerçekleştirmek<br />
daha da kolay hale gelecektir.<br />
D. Resulullah’ın (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
Âlemlere Rahmet Oluşu<br />
Kur’ân’da א <br />
<br />
אכ <br />
<br />
א <br />
<br />
buyrularak<br />
Hz. Peygamber’in bütün âlemlere rahmet olarak<br />
gönderildiği bildirilir. (Enbiyâ, 21/107.)<br />
64 | YENİ ÜMİT DERGİSİ
O getirmiş olduğu dinî <strong>ve</strong> ahlâkî prensipler sebebiyle<br />
bütün insanlık için bir rahmet olmuştur.<br />
Özellikle onun getirdiği Kur’ân çağlar üstü <strong>ve</strong> evrensel<br />
bir kitap olması yönüyle bütün insanlığa hitap<br />
etmektedir. 24 Yine rahmet-i İlâhiye’nin timsali<br />
olan Yüce Peygamberimiz (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem)<br />
bütün varlık için de bir rahmet peygamberi konumunda<br />
yerini almaktadır. Nitekim Allah Resûlü<br />
<br />
א <br />
<br />
א <br />
“Ben Ahmed’im <strong>ve</strong> rahmet<br />
peygamberiyim.”, <br />
<br />
<br />
<br />
א <br />
<br />
אא <br />
<br />
<br />
“Lânet isteyici olarak değil rahmet olarak gönderildim.”<br />
sözleriyle kendisinin bizzat rahmet peygamberi<br />
olduğunu vurgulamaktadır. (Müslim, Birr, 87.)<br />
Bu yüzden O (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem), her şeye<br />
<strong>ve</strong> herkese Allah’tan bir rahmet olarak gelmiştir.<br />
Çünkü varlık onunla bir mânâ <strong>ve</strong> değer kazanmıştır.<br />
Aynı şekilde O’nun risaleti, yalnız mü’minler<br />
için değil Müslüman olmayanlar, kâfirler <strong>ve</strong> ateistler<br />
için de rahmet olmuştur. Hattâ şeytan bile<br />
O’nun rahmetinden ümitlenmiştir. 25 Bu çerçe<strong>ve</strong>de<br />
Bediüzzaman önemli tahlillere yer <strong>ve</strong>rerek şu değerlendirmelerde<br />
bulunmaktadır:<br />
“Arkadaş! İslâmiyet, bütün insanlara bir nur, bir<br />
rahmettir. Kâfirler bile onun rahmetinden istifade<br />
etmişlerdir. Çünkü İslâmiyet’in telkinatıyla küfr-ü<br />
mutlak; şek <strong>ve</strong> tereddüde inkılâb etmiştir. O telkinatın<br />
kâfirlerde de yaptığı in’ikas <strong>ve</strong> tesirat sayesinde,<br />
kâfirlerin hayat-ı ebediye hakkında ümidleri<br />
vardır. Bu sayede dünya lezzetleri <strong>ve</strong> saadeti onlarca<br />
tamamıyla zehirlenmez. Bütün bütün o lezzetler,<br />
elemlere inkılab etmez. (Onların) Yalnız tereddüdleri<br />
vardır.” 26 Yine kâfirler bir başka açıdan<br />
Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi <strong>ve</strong> sellem) rahmetinden<br />
istifade etmiştir. Daha önceki millet <strong>ve</strong><br />
kavimler küfür <strong>ve</strong> isyanları sebebiyle toptan helâk<br />
edilmiş olmalarına karşılık, Allah Resûlü’nden (sallallahü<br />
aleyhi <strong>ve</strong> sellem) sonra toptan helâk etme kaldırılmıştır.<br />
27 Dolayısıyla da insanlar, böyle bir azap<br />
çeşidinden kurtulmuş oldular. Bu da kâfirler için<br />
dünya adına büyük bir rahmettir.<br />
Netice<br />
Netice itibariyle Yüce Allah’ın rahmeti genel <strong>ve</strong><br />
her şeyi kapsamına alan bir rahmettir. Rahmet aynı<br />
zamanda Hak Teâlâ’nın varlık üzerindeki hükmünün<br />
temel kaidesi <strong>ve</strong> insanlara karşı muamelesinin<br />
ana dayanağıdır. Bu yüzden Allah Teâlâ, dünyada<br />
hiçbir ayrım yapmaksızın rahmetiyle bütün kullarını<br />
kuşatmakta <strong>ve</strong> insanlar isyan <strong>ve</strong> küfür içinde<br />
olsalar bile, onlardan rahmetini kesmemektedir.<br />
Böylece dünyada Allah’ın rahmeti <strong>ve</strong> O’nun tecellisi<br />
bir dine <strong>ve</strong> bir ırka münhasır kılınmayıp bütün<br />
yaratılanları bünyesinde toplamaktadır.<br />
Diğer yandan merhamet <strong>ve</strong> şefkat, Allah’ın insanlığa<br />
lütfettiği en aslî değerlerin başında gelmektedir.<br />
Bu yüzden insan, Allah tarafından yaratılmış<br />
bütün canlılara karşı Allah ahlâkını şiar edinerek<br />
onlara acımadıkça gerçek insanlığa ulaşamaz. Özellikle<br />
de insanlar arası münasebetlerin sağlıklı bir<br />
şekilde yürüyebilmesi için asgarî seviyede de olsa<br />
merhamet <strong>ve</strong> yufka yüreklilik gerekmektedir. Bu<br />
da göstermektedir ki bir insanın varlığı, merhamet<br />
duygusuna sahip olmasıyla değer kazanmaktadır.<br />
Aksi takdirde merhamet duygusundan mahrum<br />
insan, yaratılanlar arasında en tehlikeli bir varlık<br />
olmakta <strong>ve</strong> hayatı kaosa <strong>ve</strong> çıkmaza sokmaktadır.<br />
*Marmara Üniv. Eğitim Fak. Öğretim Üyesi<br />
acan@yeniumit.com.tr<br />
Dipnotlar<br />
1. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, Beyrut, 12/230; İsfehânî,<br />
Mufredâtu Elfâzi’l-Kur’ân, “Rhm” mad., Beyrut, 2002.<br />
2. İbn Atıyye, el-Muharraru’l-Vecîz, 5/223.<br />
3. Taberî, Câmiu’l-Beyân, 1/56; Elmalılı, Hak Dini Kur’ân<br />
Dili, 1/76-77.<br />
4. İbn Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-Azîm, 1/21-22.<br />
5. İbn Abdisselâm, Tefsîru’l-İzz b. Abdisselâm, 1/16.<br />
6. Âlûsî, Rûhu’l-Meânî, 23/33.<br />
7. İsfehânî, “Rhm” mad.,<br />
8. Nesefî, Tefsîru’n-Nesefî, 1/5.<br />
9. M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’ân Dili, 1/34-36.<br />
10. 1M. Fethullah Gülen, Fatiha Üzerine Mülahazalar, s.106-107.<br />
11. 1A.e. s.167-177.<br />
12. D.İ.B., Kur’ân Yolu, Ankara, 2006, 1/59.<br />
13. Kurtubî, 6/395.<br />
14. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 3/1886; S. Hüseyin Nasr,<br />
İslâm’ın Kalbi, Gelenek Yay., İstanbul, 2002, s. 126.<br />
15. Seyyid Kutub, Fî Zılâli’l-Kur’ân, 2/1048.<br />
16. B.S.Nursi, Asay-ı Musa, s. 200, 220.<br />
17. İsfehânî, Rhm, mad.,<br />
18. Elmalılı, Hak Dini Kur’ân Dili, 4/2295.<br />
19. Mevdûdî, 2/92.<br />
20. B.S.Nursi, Sözler, s.10.<br />
21. M. Fethullah Gülen, Kırık Testi-6, s.304.<br />
22. Suat Yıldırım, Kur’ân’da Uluhiyet, Kayıhan Yay., İstanbul,<br />
1987, s. 115; Nasr, İslâm’ın Kalbi, s. 126.<br />
23. Nasr, İslâm’ın Kalbi, s. 129.<br />
24. Kuran Yolu, 3/705.<br />
25. M. Fethullah Gülen, Enginliğiyle Bizim Dünyamız, s.18.<br />
26. Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, s. 80-81.<br />
27. Enfal, 8/33.<br />
YENİ ÜMİT DERGİSİ | 65
iÇiNDEKiLER<br />
Fesat<br />
Başyazı<br />
İslâm Ansiklopedisi’nde “Müsteşrikler”<br />
Prof. Dr. Suat YILDIRIM<br />
Kadın-Erkek İlişkilerinde Nikâhın Önemi<br />
Prof. Dr. Salim ÖĞÜT<br />
Kabir Azabı<br />
Yrd. Doç. Dr. Musa Kazım GÜLÇÜR<br />
Kur’ân-ı Kerîm’de Zikredilen Mey<strong>ve</strong>ler<br />
Prof. Dr. Davut AYDÜZ<br />
Mukaddes Yolculuğun İkliminde<br />
Arhan KARDAŞ<br />
Hz. Peygamber’in (s.a.s) Evrensel Rahmet Oluşu<br />
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDI<br />
Altın Nefesler<br />
Mehmet Akif Ersoy - Leyla Hanım<br />
Huruf-u Mukattaa’ya Farklı Bir Yaklaşım<br />
Doç. Dr. Muhittin AKGÜL<br />
Allah’a Sığınma: İstiâze<br />
Mustafa YILMAZ<br />
Osmanlı Taşrasının Büyük Âlimi: İmam Hâdimî<br />
Yusuf ÜNAL<br />
Bediüzzaman’ın Kur’ân’ın Câmiiyyetine Yaklaşımı<br />
Prof. Dr. Veysel GÜLLÜCE<br />
Gelenekler (Örf- Âdet) <strong>ve</strong> Din<br />
Dr. M. Selim ARIK<br />
İlâhî Rahmetin Kuşatıcılığı <strong>ve</strong> İnsan<br />
Yrd. Doç. Dr. Ali CAN<br />
Dinî İlimler <strong>ve</strong> Kültür Dergisi<br />
2<br />
4<br />
9<br />
14<br />
20<br />
26<br />
30<br />
36<br />
38<br />
43<br />
47<br />
52<br />
56<br />
61<br />
YENİ ÜMİT<br />
Nisan / Mayıs / Haziran 2012 - Sayı 96<br />
Copyright © Işık Yayıncılık Tic. A.Ş. 2012<br />
Bu eserin tüm yayın hakları Işık Yayıncılık Tic. A.Ş.'ye aittir. Eserde<br />
yer alan metin <strong>ve</strong> resimlerin Işık Yayıncılık Tic. A.Ş'nin önceden yazılı izni<br />
olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile<br />
çoğaltılması, yayımlanması <strong>ve</strong> depolanması yasaktır.<br />
IŞIK YAYINCILIK. TİC. A.Ş. ADINA SAHİBİ<br />
M. Talat KATIRCIOĞLU<br />
GENEL KOORDİNATÖR<br />
Dr. Ergün ÇAPAN<br />
SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ<br />
Selçuk CAMCI<br />
İDARİ MERKEZ<br />
İstanbul<br />
YAYIN TÜRÜ<br />
Yaygın Süreli<br />
GÖRSEL YÖNETMEN<br />
Engin ÇİFTÇİ<br />
GRAFİK - TASARIM<br />
Murat ARABACI<br />
YAYIN VE İLETİŞİM ADRESİ<br />
Kısıklı Mah. Meltem Sk. No: 5 Üsküdar / İSTANBUL<br />
Tel: 0 ( 216 ) 318 10 00 - Faks: 0 ( 216 ) 422 41 40<br />
MÜŞTERİ HİZMETLERİ<br />
444 0 361<br />
Bütün GSM operatörlerinden <strong>ve</strong> sabit telefonlardan<br />
dakikası 1 SMS/kontöre direk arayabilirsiniz.<br />
(Her türlü abonelik işlemleriniz için arayabilirsiniz.)<br />
Yurtiçi abone bedeli 25 TL'dir.<br />
Yurtdışı abone bedeli, 1. Grup Ülkeler (Avrupa, Orta Asya, Orta Doğu<br />
<strong>ve</strong> Kuzey Afrika ülkeleri) 14 €, 2. Grup Ülkeler (Uzak Doğu, Amerika,<br />
Güney Afrika <strong>ve</strong> Pasifik ülkeleri) 20 $, 3. Grup Ülkeler (Avustralya <strong>ve</strong> <strong>Yeni</strong><br />
Zelanda) ise 24 $'dır. Abone olmak isteyenlerin abone bedelini;<br />
Işık Yayıncılık. Ticaret A.Ş. adına, her PTT şubesinden; 5568324 nolu<br />
Posta çeki hesabına <strong>ve</strong>ya Bank Asya Anadolu Kurumsal Şubesi'nin;<br />
TL olarak, TR87 0020 8000 9400 0540 5300 40 (94-54053-40) TEMSİLCİLİKLER<br />
numaralı,<br />
$ olarak, TR60 0020 8000 9400 0540 5300 41 (94-54053-41) numaralı,<br />
€ olarak, TR33 0020 8000 9400 0540 5300 42 (94-54053-42) numaralı<br />
hesabına yatırıp, dekontun fotokopisini, açık isim, adres <strong>ve</strong> telefon bilgileri ile<br />
hangi sayıdan itibaren abone olacaklarını belirten bir yazı ile abone merkezimize<br />
posta <strong>ve</strong>ya faks ile bildirmeleri yeterlidir.<br />
ABONE VE DAĞITIM MÜDÜRLÜĞÜ<br />
Bulgurlu Mh. Bağcılar Cd. No: 1<br />
Posta Kodu 34696 Üsküdar / İSTANBUL<br />
Tel: (0 216) 444 0 361<br />
Faks: (0 216) 522 11 78<br />
AVRUPA DAĞITIM<br />
WORLD MEDIA GROUP AG- İsmail Küçük<br />
Adres: SPRENDLINGER LANDSTR. 107-109, 630 69<br />
OFFENBACH am MAIN<br />
Müşteri Hizmetleri: 0049 69 300 34 111-112<br />
Dağıtım Telefonu: 0049 69 300 34 103 Fax: 0049 69 300 34 105<br />
dergiler@worldmediagroup.eu - dagitim@eurozaman.de<br />
BASILDIĞI YER<br />
Çağlayan A.Ş. Gaziemir/İZMİR<br />
Tel: 0 232 274 22 15 Faks: 0 232 252 21 00<br />
BAYİ DAĞITIM<br />
DPP A.Ş.<br />
BASIM TARİHİ<br />
Mart 2012<br />
E-MAIL - WEB<br />
www.yeniumit.com.tr • yeniumit@yeniumit.com.tr<br />
Fiyatı: KDV Dahil 7,00 TL<br />
YAYIN İLKELERİ<br />
• Gönderilen yazıların yayımlanmasına Yayın Kurulu karar <strong>ve</strong>rir.<br />
• Yayımlanan yazıların her türlü sorumluluğu yazarlarına aittir.<br />
• Yazılar 2200 kelimeyi geçmemelidir.<br />
• Türkçeyi kullanmada itina gösterilmelidir.<br />
• Faydalanılan kaynaklar, metin içerisinde.. meselâ, (Yazır 1983, 2: 560)<br />
gibi, yazarın soy ismi, kitabın yayın tarihi, varsa cilt <strong>ve</strong> sayfa numarası<br />
ile kısaca <strong>ve</strong>rilmeli, daha sonra, yazının sonunda liste hâlinde açık olarak<br />
belirtilmelidir. Kitap isimleri italik yazılmalıdır.<br />
• Yazılar yayımlansın <strong>ve</strong>ya yayımlanmasın iade edilmez.<br />
• Dergimizdeki yazılar, başka yerlerde kaynak gösterilerek yayımlanabilir.<br />
• Yayımlanan yazılar için te'lif ücreti ödenir. 66
SON BASKI<br />
810.000
Hep gönlümün ellerindesin ey kutsal mekân,<br />
İnanan sineler hep seni söylüyor inan;<br />
Sensin pejmürdelere o <strong>ve</strong>sile-i gufran,<br />
Ve sensin yerde, gökte o metâf-ı kudsiyân...<br />
YAYSAT NO:2012/2<br />
FİYATI: 7.00 TL<br />
96