25. Sayı - Hacibektaslilar
25. Sayı - Hacibektaslilar
25. Sayı - Hacibektaslilar
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
SERÇEÞME<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
Bu Sayida<br />
Velİyettİn Ulusoy:<br />
Kerbelâ Olayını Hazırlayan Nedenler<br />
ve Tarihi Süreç<br />
HEREVİ’NIN “KANI HELALDIR, AMA MALI HARAMDIR” FETVASININ<br />
ARDINDAN 18 ARALIK 1416 TARİHİNDE SEREZ ÇARŞISI’NDA<br />
ASILAN ŞEYH BEDREDDİN’İ UNUTMAK SUÇTUR<br />
Fİkret Otyam Başbakan Ecevit<br />
Korkunç Maraş Katliamını<br />
Önleyebilirdi<br />
Esat Korkmaz Toplumsallaşmadan Siyasallaşmak<br />
Bir “Oyun”dur<br />
İsmaİl Kaygusuz Hacı Bektaş Veli’yi Doğru Tanıyor<br />
muyuz? Bölüm I<br />
Recaİ Aksu Heidelberg’de Yapılan Birinci<br />
Uluslararası Alevilik Sempozyumu<br />
Sunulan Tebliğlerden Özetler<br />
Hüsnü Kaya Dede Bremen Alevi Evi Kuruluş Yıldönümünde<br />
Konuşma - Bir Gönül Hizmeti<br />
Alİ Balkız Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor<br />
Haẟİm Kutlu Kürt Halkı Barış İstiyor! Ya Aleviler?<br />
Ahmet Koçak Zorunlu Din Dersi Davasında Çıkan<br />
Karar Üzerine Söyleşi- Ali Kenanoğlu, İsmail<br />
Metin, Fevzi Gümüş<br />
ABF Olağanüstü Kongresİ<br />
Ahmet Koçak Kongre İzlenimleri<br />
Kongre Konuşmalarından Seçmeler: Atilla Erden,<br />
Müslüm Doğan, Hüseyin Yalçın Dede,<br />
Turan Eser, Ercan Geçmez, Selahattin Özel,<br />
Turgun Öker<br />
Kongre Sonrası Görüşlerden Seçmeler:<br />
Kazım Engin, Kemal Derin, Necdet Saraç,<br />
Veysel Kaymak, Fevzi Gümüş, Tugut Ökere<br />
Kazim Genç ‘Müsahip Yoldaş’ İken, Nasıl Oldu da ‘Şer<br />
Cephesi’ Üyesi Olduk?<br />
Ahmet Koçak Okmeydanı HBVAK Vakfı İstanbul<br />
Şubesi Yöneticileriyle Söyleştik<br />
Aylık Dergİ<br />
Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz<br />
Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti<br />
adına Ahmet Koçak<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak<br />
Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54<br />
Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul<br />
Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35<br />
E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com<br />
Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe<br />
Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00<br />
Yayın Türü: Yerel - Süreli<br />
Fİyati: Ytl 3 / € 3 / £ 3<br />
Aralik 2006 Sayi:<br />
25<br />
Suskunluğumuz, ilgisizliğimiz utanca, giderek suçluluğa dönüşmeden<br />
Şeyh Bedreddin’i layık olduğu yere oturtmak,<br />
onu anlatmak; insanımıza, insanlığa tanıtmak,<br />
temel yükümlülüğümüz olmalıdır.<br />
Tarihe Düşünerek Bakalım: Çünkü Tarih Yalnızca<br />
Dürüstlerin Değil, Alçakların da Tarihidir<br />
Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni<br />
Toplumsal çelişkiler, yeni bir toplum yaratmaya “tohumsa” eğer, bu tohumun<br />
“çimlenme” gücünü temsil eden bir toplumsal kimliği “bulmak” zorundadır. Bu<br />
eğilimin önüne hiçbir güç geçemez. İşte bu toplumsal kimlik Şeyh Bedreddin<br />
olmuştur. Resmi tarihin bize ulaştırdığı bilgileri ölçü alırsak Şeyh Bedreddin’i<br />
“yakalama” olanağını elde edemeyiz. Tarihin görevi “soyutlanmış” kişi serüvenlerini<br />
anlatmak değil, olayları yaratan toplumsal dönüşümleri araştırmak, olaya egemen<br />
olan düşünce örgüsünü, bu düşünce örgüsünün gelişim çizgisini geçmişten geleceğe doğru<br />
izlemektir. Şeyh Bedreddin olayında bu yapılmış mıdır?, sorusuna “olumsuz” yanıt vereceğiz.<br />
Anlatılanlara biraz yakından baktığımızda olayların içinde ya da kıyısında-köşesinde<br />
Şeyh Bedreddin adının “gezindiğini” görürüz: Şeyh Bedreddin’i “yaratan-dillendiren”<br />
toplumsal olaylar “örtüktür”; bütün eylem gücü, “yüceltilip” tasavvufi bir zemine taşınan<br />
Şeyh Bedreddin’in kişiliğinde toplanıvermiştir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin durumu,<br />
toplumsal bunalımlar, sarsıntılar, çalkantılar; toplumsal kurumlarda gözlenen çözülmeler;<br />
yaşama koşullarıyla, yaşam değerleriyle inanç koşulları, inanç değerleri arasındaki “uyuşmazlık-karşıtlık”<br />
gözlerden “ırak”tır. “Kök”e inmek yerine “görüntü”yle yetinildiği hemen<br />
algılanır. “Niye böyle oldu?”, sorusuna “ikirciksiz” yanıt vermek durumundayız: Anadolu<br />
halk isyanlarında eksiksiz-kusursuz düzen anlamında“kâmil toplum”a bağlanan ve insanlığı<br />
kesin kurtuluşa taşıma kaygısıyla yaşama dayatılan toplumsal tasarımlar “silindi mi” hemen<br />
her şey insanı kurtuluşa taşıma çabasıyla “kâmil insan”a bağlanır. Geçmiş “silinir”, tarihi<br />
yaratan “toplum-sınıf”tan sakınılır; insan toplum “hizmetlisi” olacağına inancın “kulu”<br />
olur.<br />
Asyalı kandaş insanların Anadolu toprağına ayak basmasıyla “kurgu dünyası”na, yani<br />
ahirete “gönderilen” güzellik, erdem, iyilik, yiğitlik, mutluluk, doğruluk, saygı, sevgi vb.<br />
oradan yaşanılan dünyaya taşınıvermiştir. Doğaötesi inançlara karşı, doğaya yönelik inançlar<br />
“fışkırmış”; metafizik inanç değerleriyle yaşamsal bir kavgaya girilmiştir; eski yeninin<br />
içinde, yeni eskini içinde “erimiş”; ne eski ne de yeni olan bir “bireşim”e ulaşılmıştır; inançla<br />
yaşam arasındaki “çelişki” düşünebilmenin aracı olmuştur. Demek ki bâtınilikte inanmak<br />
için “doğaüstü”ne başvurulmaz; doğrudan varlığın kendisine “yönelinir”.<br />
Geçmiş olayların tarihsel özelliği, ancak “geleceğe” katkıları ortaya çıktığında tam olarak<br />
anlaşılabilir: Aradan altıyüz yıla yakın süre geçti, tam anlamıyla “gelecek zaman”da<br />
sayılırız; bilmek için “yeterli zaman” geçmiştir. Kaynaklar, boş bir evde duran “hayaletler”<br />
gibidir; tarihle sulanabilirse sulanıp canlandırılabilirse “hayalet” olmaktan çıkıp aramıza<br />
katılabilirler. Hayaletlerin aramıza katılması “geçmişimizle çiftleşmek” anlamına gelir ki<br />
“doğum” kaçınılmazdır.<br />
Bizler Şeyh Bedreddini Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”ndan öğrendik:<br />
Nazım Hikmet, isyanın geçtiği tarih kesitine, koğuşun demir parmaklıklarına yanaşan ve<br />
Tornacı Şefik’in gömleğini giyen Börklüce Mustafa’nın dervişlerinden birinin “ruhu” ile<br />
yolculuk etmişti. Biz ise Bedreddin’in kavga/düşünce dünyasına, “yaşamın sonuncu kaynağı<br />
olduğuna inanılan ve canı taşıdığı kabul edilen”, ondan bize ulaşan tek “kanıt” durumunda<br />
bulunan “kemikleri” ile seyahat edeceğiz. Kemiklerden oluşan “iskelet”, geriye taşındığında<br />
(Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME<br />
(Baştarafı 1. Sayfada)<br />
Tarihe Düşünerek Bakalım<br />
“bin bir can edinir, bin bir dona bürünür”; geçmişin<br />
orasında-burasında “bedensiz dolaşan<br />
ve beden beden” diye çığrışan Bedreddin müridlerini<br />
“uçurup” aramıza taşıyacağız. “Söze<br />
geleceğiz/sözle geleceğiz”, yeni bedenlerde “yorum<br />
lanacağız”, yani “davranışa dönüşeceğiz”,<br />
bu yolla geleceğe taşınıp “ölümsüzleşeceğiz/<br />
ölmeden evvel öleceğiz ya da yaşarken dirileceğiz.”<br />
Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Desta<br />
nı’nın sonuna eklediği Ahmed’in öyküsü, bu<br />
tasarıma çarpıcı bir örnektir. Ahmed’in dedesi<br />
ile muhabbet eden erenler, tok ve kararlı bir<br />
sesle şöyle der:<br />
“İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle,<br />
sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bed reddin’in<br />
ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız,<br />
gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu<br />
gibi dirilecek. Bunu bilirim işte... Bedreddin<br />
yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı,<br />
soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir,<br />
diyoruz”<br />
Olaylar, tarihçileri olduğu denli vakanüvisleri<br />
de ilgilendirir. Ancak iş “keramete” gelince<br />
onu yalnızca menakıbnâme yazarları işler;<br />
kurala da uyar, dünya sorunlarına “aldırış etmez”;<br />
bir bakıma, sistemi ve sistemin ilahi ideolojisini<br />
“iplemem” demek ister. Vakanüvis ise<br />
“bilmek ve susmamak zorunda” olduğu şeyleri<br />
“yazmaz” ya da “yazamaz”. Bu nedenle vakanüvislerin<br />
kayıtlarından çok, menakıbnâme<br />
yazarlarının verdiği bilgilere sarılırız.<br />
Hamamda düşünce ya da tuvalette kan görünce<br />
insanın, güvenebileceği birini bulması<br />
gerekir: Tıpkı bunun gibi, toplumsal bir bunalım<br />
halinde, “altına” sığınabileceğimiz bir toplumsal<br />
bilinç/kimlik “bulmak” yaşamsaldır.<br />
Amacımızı gerçekleştirebilmek için “yaşamı<br />
erteleyenlerden”; Şeyh Bedreddin’in ve Bedreddin<br />
bağlılarının ruhlarını “ziyaret” edenlerden<br />
olalım. Tarih bizi/bizleri yargılamadan<br />
Şeyh Bedreddin’e sahip çıkalım. •<br />
VİŞNE KORKMAZ<br />
Doğa-Beka-Rus İdesi ve Rus İdeali<br />
Senfonik Kişilik<br />
Ocak 2007<br />
ISBN 975-335-056-2<br />
15x23 cm boyutunda 322 sayfa<br />
Alev Yayınları<br />
Tel: +90.(0)212.519 56 35<br />
www.alevyayinlari.com<br />
Başbakan Ecevit, Korkunç Maraş Katliamını Önleyebilirdi,<br />
Şimdi İyice Anladım ki<br />
Konuyla İlgisizliği / Bilgisizliği 105 Cana Maloldu<br />
Fikret Otyam<br />
Ulularımız, ölüleri hayırla yadediniz buyuruyor, eyvallah… Ardından da “bildiklerinizi<br />
de kendinize saklayın” falan demiyor, eyvallah… Bin kere yazdım bir daha<br />
yazmamam için neden yok. 1956/1961 yılları arasında Ankara’da Ulus Gazetesi’nde<br />
Ecevit’le çalıştım. Gazete ile CHP arasında ilişkilere de bakıyordum. Acılı/tatlılı<br />
olaylar yaşadım/yaşadık. Tatsız bir olaydan sonra, alt kata inip istifamı vermiştim<br />
müessese müdürüne: “Bülent Beyi bekleyelim” demişti, yurtdışından geldi, olayı anlattım, üzüldü,<br />
“<strong>Sayı</strong>n Otyam, sizsiz Ulus’u düşünemiyorum ve istifanızı kabul etmiyorum” dedi ve olay kapandı.<br />
Ancak bir hafta sonra CHP Genel Sekreteri İsmail Rüştü Aksal’dan resmi bir yazı geldi ve istifamın<br />
kabul edildiği bildiriliyor ve yaptığım hizmetlere teşekkür ediliyor, yeni işimde de başarılar<br />
dileniyordu! Mili Birlik Komitesi, çalışan gazetecileri koruyup kollayan 212 nolu yasayı dört gün<br />
sonra çıkaracaktı, dostum Ahmet Yıldız yemini billah söylemişti. Rüzgârlı sokaktaki SSK Hastanesine<br />
gider bir rapor alabilirdim, neye mi yarayacaktı, o zamanın parasıyla 80 bin lira tazminat<br />
alacaktım, bunu yapmadım üç bin lirayla ayrıldım Rüzgârlı Sokak’tan! Ulus bensiz de oluyordu,<br />
ne ki sonunda elbirliğiyle batırdılar!...<br />
Kıbrıs Çıkarması sırasında Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosunda görevliyim, üç çocuk,<br />
vazgeçemediğim kurt köpeğim Haydut, dört büyük bavul, su altı tüfeklerime ait beş hurç Marmara<br />
Ereğlisi’nde dinlencedeyim, rahmetle anıyorum - eski Cumhuriyet çalışanı 1950 yılından beri<br />
tanıdığım Feyyaz Tokar, sahibi olduğu Bosfor Turizm otobüsüyle Ankara’ya gitmemizi sağladı, en<br />
arka sıraya yerleştik, kocaman Haydut ayaklarımız altında Ankara’ya kadar gık demedi.<br />
İlk işim; Başbakanı arayıp gazasını kutladım, “Tam sizlikti sayın Otyam” demişti, “tam sizlikti,<br />
nerelerdeydiniz?” Nerelerde olduğumu anlattım, çıkarma sırasında kendisinin ne yaptığını sordum,<br />
bu konuda bir söyleşi yapmak istediğimi bildirdim, “yarın sizi arayacağım” dedi, yarın dediği<br />
izin günüm Pazar’dı. Tertemiz giyindim, traş oldum, ses ve fotoğraf makinelerimi hazırladım,<br />
telefonunu beklemeye başladım, umutsuzluk yasak, toprağa verilene kadar umudumu yitirmeyip<br />
bekler oldum, artık beklemiyorum.<br />
Ve ertesi günü sevgili dostum Hürriyet yazarı Cüneyt Arcayürek istemde bulunduğum konuyu,<br />
gazeteci deyimiyle “sekiz sütundan patlattı” ve ertesi günü - bu can hariç ne kadar gazeteci<br />
varsa - O’nun çağrılısı olarak Başbakanlık konutunun bahçesindeydi, istemde bulunduğum konuda<br />
uzun açıklamalar yapmış, sanırım, “bunları yazmayın” falan demiş ki bir salak meslektaşım,<br />
“çok şeyler anlattı, ama yazmayın demişti yazmıyorum” demiş ve yazmamıştı ol nedenle salak<br />
de dim, o da öldü, buyruğa uyarak hayırla yadediyorum!<br />
Acılarımın En Büyüğü En Büyüğü En Büyüğü!<br />
Bin kere yazdım, binbir kere yazmamda bir sakınca yok, hiçbir Alevi ya da Bektaşi can, okurum,<br />
bana hiçbir zaman yanlış bilgi/yalan bilgi vermedi, onlardan gelen haberleri gazeteci deyimiyle<br />
“tahkik etmeden” yazdım, güvenerek/inanarak ve ne onların ne de bu canın yüzü kara olmadı.<br />
Maraş Ellerinden Kara Haberler Akıp Geliyordu<br />
Maraş ellerinden kara haberler akıp geliyordu ve Cumhuriyet’in birinci sayfasındaki “Başkent Notları”<br />
sütunumda ısrarla, ama ısrarla hükûmetin dikkatini çekiyordum konuya ve arkadaşım, masa<br />
arkadaşım Başbakan Ecevit, bir gün telefon edip ya da çağırıp: “<strong>Sayı</strong>n Otyam ne demek istiyorsunuz<br />
bile” demedi!<br />
Bu konuda salt Maraş değil, acı haberlerin geldiği her yer için uyarıyordum, örneğin 21 Ekim<br />
1978 tarihli yazımın başlığı: “Ey Hükümet Kurban Bayramında Sivas’a Dikkat Edin”, “Yine İçişleri<br />
Bakanının Dikkatine” başlıklı 3 Ekim 1978 tarihli yazımdan kısa bir alıntı:<br />
“… Bu arada Kahramanmaraş Emniyet Müdürlüğü Çarşı Polis Karakolu’nda Alevi bekçi Sıddık<br />
Ekici’nin, İçişleri Bakanlığı’na 28 Eylül 1978 tarihli 539157 sayılı Personel B-3 rumuzlu<br />
dilekçesi güme gitmemeli.”<br />
“Hükümetin Dikkatine”<br />
Bu yazımın tarihi 20 Haziran 1978. İzninizle yine ufak bir alıntı daha:<br />
“…Sağ-sol, evet bir sürtüşme konusu, ama bir mezhep çatışması tehlikelerin ağababasıdır.<br />
Malatya’da, Elazığ’da, Erzincan’da daha nice yerlerde denemelerini de yapmamışlar mıdır?<br />
Acıların acısı, bu çatışmaların ne denli boyutlara ulaşacağını, ülkeyi ne hale getireceğini eğer<br />
sayın ilgililere gereği gibi anlatmadıysak suç, anlatmaya çalışanda değil, o kadarından bile<br />
gerekli dersi alamayanlara ait değil midir?<br />
Olacakları bir kehanet olarak değil, apaçık görüldüğünden sergilemiştik, yine acıların acısı bu<br />
uyarılar da boşa çıkmış, ne var ki kısa bir süre sonra Malatya, Elazığ, Erzincan kana bulanmış<br />
asıl iç savaş denemeleri böyle yapılmıştır.<br />
Ne olursa olsun, elbette uyarılardan vazgeçecek değiliz, bu namus borcumuzdur ülkemize ve<br />
halkımıza karşı. Şimdi bunlara bir yenisini ekliyor, bu kez ilgili Bakanları, Jandarma Genel<br />
Komutanı’nı değil, tüm hükümetin korkunç bir oyuna eğilmesini diliyoruz, bazı yakın dostlarımızı<br />
üzmek bahasına da olsa. Ne var ki bu olay, onların üzülmesinden önemlidir.” (Not:<br />
Yakın dost Başbakan Ecevit’i kasdetmiştim.)<br />
Yazım devam ediyor ve büyük harflerle şöyle bitiyordu:<br />
2 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇEÞME<br />
“İşte Bunu Yaman Meraklanıyor ve Bekliyorum, Maraş’ta Cadı Kazanı<br />
Kaynatılmaktadır, Yakın Geçmişteki Bazı Eylemsel Bombasal<br />
İşleri de Düşünerek Herkes Üzerine Düşen Görevi Hemen Yapmalıdır<br />
ve Bu Bir Uyarıdır.”<br />
Bir başka yazımın başlığını almak isterim, “Hedef Neden Aleviler?”<br />
Bunun tarihi de 12 Eylül 1978.<br />
O, Yakın Bir Dostumdu<br />
İstanbul Merkez’den bir arkadaş Yazı İşleriyle bağdaşamamış ve iş için<br />
Ankara’ya gelmişti. Ankara Cumhuriyet Büro Şefimiz can adam kabri<br />
hep ışıklı ola, Kemal Aydar, polis muhabiri bu arkadaş için İçişleri Bakanlığı<br />
Basın Müşavirliği görevi için girişimde bulundu, yakın dostumuz<br />
İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı paşa, atamayı derhal yaptı ve bir gün<br />
çiçeği burnunda basın müşaviri arkadaşa takıldım, “yoksa eski gazeten<br />
Cumhuriyet’i paşaya vermiyor musun?” gibilerine ve ertesi gün sevgili<br />
Özaydınlı paşanın kahvesini içiyordum… Yazamadıklarımı tek tek anlattım<br />
Maraş’ta bir facianın olacağını örneklerle anlattım, paşa üzgündü<br />
“Çare” dedi…”<br />
“Çare başta vali, emniyet müdürü, MİT, Jandarma komutanları hatta<br />
PTT Müdürü, yani paşam ne kadar devlet memuru varsa önemli görevlerde<br />
bir gecede başka görevlere alacaksın ve oyun bozulacak.”<br />
İçişleri Bakanı, kendisine gelen raporların hiç de benim anlattığım<br />
gibi olmadığını uzun uzun izah etti ve ekledi, “Dereyi geçerken at değiştirilmez…”<br />
“Paşam, Celal Bayar da böyle dedi, Menderes’i astırdı!”<br />
Gazeteye dönüşte İçişleri Bakanı’nın istifasını isteyen bir yazımı<br />
acıyla yazdım.<br />
Bütün Bunları Neden mi Yineliyorum,<br />
Buyrun Yanıtını!<br />
Almanya’da Erlangen kentinde, eşim Filiz Otyam’la birlikte dünyanın<br />
yedi iklim dört köşesinden elbette çoğunluğu ülkemizden çektiğimiz<br />
renkli ve siyah beyaz kadın fotoğraflardan oluşan fotoğraf sergimiz<br />
“Frauen Onhe Name / İsimsiz Kadınlar” bizi bir süre ülkeden ayrı kodu.<br />
Dönüşte, hemen birikmiş gazetelere sarıldım.<br />
11 Kasım 2006 Milliyet’in manşeti yerimden hoplattı, altı sütun mavi<br />
şerit zeminde şunlar var: “Ecevit’in Çekmecesindeki İstihbarat Belgeleri”<br />
ve en koca harflerle ikinci başlık: “Arşivden Çıkan Müthiş Sır.” Alt<br />
başlıklar:<br />
“Ecevit’e 3 Ocak 1979’da ulaştırılan MİT belgesinde, 105 kişinin öldüğü<br />
Maraş olaylarında MİT’in parmağı olduğu yazılı. Ecevit, imzasız<br />
belgeye ‘Çok ciddi kaynaktan gelmiştir’ notu düşmüş.”<br />
Sevgili Can Dündar ve Rıdvan Akar’ı Ecevit’le ilgili bu yazı dizileri<br />
için yürekten kutluyorum. Arşivdeki 3 Ocak 1979 tarihli raporda<br />
MİT’teki MHP hâkimiyeti anlatılıyormuş, bölümün başlığı ise şöyle:<br />
“Maraş’ı MİT Planladı. Rapor 1979’da Kahramanmaraş’ta 105 kişinin<br />
ölümüyle sonuçlanan olayların MİT görevlilerince planlanıp<br />
çıkarıldığını kaydediyor. Bu görevlilerin isimleri de tek tek yazılı.<br />
Ecevit raporlara (çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir, değerlendirilmesinde<br />
yarar vardır) notu düşmüş.”<br />
Not düşeceğine konunun üzerine düşseydi, uyarıları dikkate alsaydı o,<br />
105 can, Alevi can kadınlı erkekli/çoluk çocuk bugün yaşıyor olacak, kim<br />
bilir taa Maraş ellerinden kalkıp O’nun cenazesine de katılacaklardı...<br />
“Acı Haber Telgraftan Tez Gelir”<br />
Nefes Dergisi’nin 1995 Mayıs sayısında yer alan söyleşimden bir bölümü<br />
de alıyorum:<br />
“… Ve İçişleri Bakanı ile görüşmemizden üç dört gün sonra 103 canın<br />
canından edildiği o korkunç Maraş katliamının ardından hemen<br />
istifa eden ve çalıştığım Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosuna acılar<br />
içinde gelen ve ‘Otyam keşke seni dinleseydim’ demek uygarlığını<br />
gösteren İçişleri Bakanı’na teşekkür ederim, ama acıyla!”<br />
Şimdi tam sırası ve yeri: “Gerçeğe Hüüü…”<br />
Oku<br />
Bu bir buyruktur. Nice buyruk gibi. Her gittiğim Alevi/Bektaşi topluluklarında<br />
bir dergi ya da kitap adını ortaya atıp kimlerin okuduğunu<br />
soruyorum.<br />
Nürberg’de Alevi canların güzelim cemevine mihman oldum, bir<br />
söyleşi de yaptım, bilmem hoşnut kaldılar mı? O topluluğa Serçeşme’yi,<br />
bu güzelim aydınlatan dergiyi de sordum, okuyan parmak kaldırsın dedim,<br />
daha kapıdan içeri girerken boynuma sarılan o candan başka okuyan<br />
çıkmadı! Acı değil mi? Alevilerin Sesi’ni okuyorlarmış, eyvallah,<br />
ama okumanın sonu yok ve olmamalı diyorum durmadan, televizyonda<br />
tek kanala mı bağlı kalınıyor?<br />
Ey Koca Pir Sultan Abdal, Şikayetim Var!<br />
Sordum, “Şu Alman topraklarında bir güzel adam var, Alevi, kitaplar yazan,<br />
araştırmalar yapan, en son eseri neredeyse bin sayfa ‘Osmanlı Gizli<br />
Tarihinde Pir Sultan Abdal ve Bütün Deyişleri.’ Göreniniz, okuyanınız<br />
var mı, yazarın adı, adı güzel Ali Haydar Avcı.” Ne yazardan ne de son<br />
büyük kitabından kimsenin haberi yok!<br />
Okuma üzerine söyleştik, Alevi toplumunun son zamanlarda okumaktan<br />
uzak durduklarını, örneklerle verdim, yanlışlığını vurguladım.<br />
Kimse alınıp darılmaya, “dost, ama gerçek dost acı söyler…”<br />
Ali Haydar Avcı cana sordum, sık sık konuşuruz telefonla, çoğunluk<br />
o arar, ne kadar zamanını almış bu müthiş araştırma, bu müthiş kitap?<br />
Yirmi yılı geçmiş çalışması! Yayınlayan Noktakitap’ı can-ı yürek kutluyorum.<br />
Ali Haydar Avcı canın bu müthiş çalışmasını biz okurlara ulaştıran<br />
Genel Yayın Yönetmeni Oya Uğur, Editör Tarkan Tufan, Redaksiyonunu<br />
yapan Ahmet Seyrek, Bilgisayar uygulaması için Meral Gök, kapak<br />
resminin yaratıcısı Derya Yini, Film-Grafik Seval Grafik, baskı ve cildi<br />
gerçekleştiren Kilim Matbaası emekçilerine ferade ferade selam ederim,<br />
elleri yürekleri dert görmesin derim. Belgeler, resimler, minyatürler kitabı<br />
daha da zenginleştirilmiş, geziden yeni döndüm, başucu kitabım Pir<br />
Sultan Abdal’ın daha 139. sayfadaki “Pir Sultan Abdal’ın Yaşadığı Döneme<br />
İlişkin Diğer Kanıtlar ve Şah İsmail Hatayî ve Şah Tahmasp’la İlgili<br />
Deyişler” bölümündeyim.<br />
Almanya’da kısa bir süre birlikte olup tanış olmanın mutluluğunu<br />
duyduğum saygın halkbilimi araştırmacısı Ali Haydar Avcı canın “Köroğlu<br />
Ayaklanması”, “Zeybeklik ve Zeybekler” yapıtlarını da öperek okumaya<br />
başlamıştım. Her okuyanın elinde ve evinde olması gereken bir<br />
yapıt daha ondan, Pir Sultan Abdal… Kitabın sonuna baktım, pek iyi<br />
seçemeyen gözlerimle saydım Kaynakça’yı 287… Arşiv Defterleri, Haritalar,<br />
Elyazmaları ve Derlemeler, Kaynak Kişiler de çalışmanın ciddiliğine,<br />
zenginliğine tanık ve bu cana çok şeyler öğreten sözlük.<br />
Emeklerinle bin yaşa adı da güzel Ali Haydar can.<br />
“Yaman Meraklanırım Olacaklardan”<br />
Bu, ulu ozan Nazım Hikmet canın bir dizesidir, yıllardır kullanırım yazılarımda…<br />
Pek meraklı kişi sayılmam ama, yaman meraklandım mı<br />
da yaman meraklanırım! Yaman meraklandığım konu şu iki üç gündür:<br />
Peygamber efendimizin baş sömürücüleri Suuadi’ler, ecdat yadigârı Ecyad<br />
Kalesi’ni yerle bir edip buraya yani Mekke’de Kâbe’ye yüz metre<br />
mesafede bulunan bu yere “Zemzem Towers” yani kocaman bir otel kurdular<br />
ve din kardeşlere devre mülk olarak satmaya başladılar ve yedi yüz<br />
Türk vatandaşı din kardeşimiz de nasiplendiler bu ecdat malı kalenin<br />
yerle bir edilip üzerine yapılan otelden!...<br />
Bilmem kaç bin odası varmış, tam da Peygamber efendimiz Muhammed<br />
Mustafa’nın yattığı yere bakan…<br />
Kral Hazretleri Kâbe’ye Doğru İşemezmiş!<br />
Kral hazretleri geçenlerde ülkemizi şereflendirdi ve kaldığı otelin tüm<br />
tuvaletlerinin istikameti değiştirildi; zira bunlar Kâbe istikametindeymiş!<br />
Kral hazretleri üç yüz kişiyle geldi İstanbul’a yani en azından üç<br />
yüz kenefin çiş yeri değiştirildi! Yaman meraklandığım da şu, bin bilmem<br />
kaç odalı otelin kenefleri nereye bakıyor, haydi başka istikamete…<br />
Asıl yaman meraklandığım ise başka, lütfen bağışlayın merak kediyi öldürürmüş<br />
kedi değilim, ama yaman meraklanıyorum: Hac zamanı otele<br />
gelen müminlerin bir kısmı helalleriyle yani resmi ve de KDV’si olarak<br />
imam nikâhıyla evli olarak geldiler diyelim. Hava sıcaktır, şudur, budur,<br />
canı helalini çekti diyelim, cima vaziyetleri vuku bulduğunda Kâbe’ye<br />
karşı ya da onun sınırları içinde bu durum nasıl olacak şer’an caiz mi,<br />
yoksa cehennemlik haram bir birleşme mi?<br />
Ya Diyanet İşleri Muhterem Reisimiz ya da can adam ki bu işlere<br />
TV’den vakıftır Prof. Dr. <strong>Sayı</strong>n Beyaz bin zahmet bu konuda başkalarını<br />
bilmem bu canı irşat edip meraktan kurtarır hayır dualarımı alır. Bakara<br />
Suresi 197. Ayetinde Hac’cı bilinen ay olduğu, kim o aylarda haccı<br />
kendisine gerekli kılarsa hacda kadına yaklaşmak yok. Yok da, olursa<br />
n’olacak?<br />
Evet, Suudiler Mekke’de Kâbe’ye karşı 4 bin 668 lüks daire yaptırmış,<br />
bunun 1.240 adedi muhterem Türk din kardeşlerimize ayrılmış ve dahi<br />
bunun yedi yüzü hemen satılmış, yani ecdat şehitlerinin kemiklerinin<br />
üzerine kurulan bu kocaman yapıda!... En son merakım da şu, bu lüks odalarda,<br />
olanları kaydeden cihazlar da var mı?<br />
•<br />
Aralık 2006 3
Alevi-Bektaşi Hareketi, “siyasallaşmalı mıdır yoksa<br />
siyasallaşmamalı mıdır?”, sorusunu “ikirciksiz” yanıtlamak<br />
durumundayız: Evet, “Alevi-Bektaşi Hareketi siyasallaşmalıdır”,<br />
daha doğrusu “siyasallaşmak zorundadır”.<br />
Ancak siyasallaşmasını “toplumsallaşmadan<br />
gerçekleştiremez”. Alevi-Bektaşi Hareketi bugün “gelenek<br />
örgütü, demokratik kitle örgütü ve iktidarı almaya<br />
yönelik kendisinin de içinde yer alacağı toplumsal<br />
mücadele örgütü zemininde nasıl toplumsallaşacağını<br />
ve siyasallaşacağını bilemediği için” bir bocalama içindedir.<br />
Toplumsallaşmasını ve siyasallaşmasını “kendi<br />
dışında toplumsallaşan ve siyasallaşan” yapılardan<br />
aldığı “ödünçlerle” sağlamaya çalıştığı için ne toplumsallaşabiliyor<br />
ne de siyasallaşabiliyor; her geçen gün<br />
“kendisinden uzaklaşıyor”.<br />
Alevilik-Bektaşilik halkın, egemene ve onun dünya<br />
görüşüne, bu kapsamda Metafizik Tanrı’nın bize ve her<br />
şeye bakışına karşı mücadele geleneğini kucaklayan,<br />
o temelden beslenerek sürekli güncellenip günümüze<br />
uzanan “çağdaş bir tavrın”, toplumsal boyutta “çalışanlar<br />
çıkarına-yararına dayalı bir kavganın” taşıyıcısı<br />
olarak bilince çıkar, inanca taşınır. Bu nedenle Alevilik-Bektaşilikle<br />
yoğrulmak, Aleviliğin-Bektaşiliğin kavgasını yaşama<br />
geçirmek; genelde “insan” görüntüsü altında ezilen-sömürülen bireye,<br />
özelde “insanlık” görüntüsü altında egemene karşı ortak bir iradeyi dışa<br />
vuran halka-yaratana yönelik bir “tapınmaya” katılmak demektir.<br />
Doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru iş yapmak için kaynaklarımıza<br />
ulaşmak, onları yorumlamak; onlar üzerinde gezinmek; özverili<br />
bir çabayla sesimizi, görüşümüzü ve davra nışımızı saptamak; incelemek,<br />
irdelemek ve güncelleştirip yaşamımızın hizmetine vermek ge rekir. Bu<br />
da “her şeyden önce” insan soyunun en büyük “yabancılaşması” şeriatçı<br />
dinlerin başat inanç kaynağı “yaradılış” tasarımına karşı, Alevi-Bektaşi<br />
felsefesinin “varoluş” tasarımını “canlandırmak” anlamına gelir.<br />
“Ne olduğumuzu, neyi temsil ettiğimizi ve kime karşı konumlandığımızı”<br />
küresel-ulusal “sistemin” başımıza ördüğü belalardan öğrenmek<br />
durumunda değiliz. Eğer “nasıl siyasallaşacağımızı bilemezsek” yakın<br />
gelecekte, küresel-ulusal sistemin “armağanı” kendi “amacını” izlemekten<br />
başka “duruş” bilmeyen bir kimlik ya da örgüt kimliği “donuna”<br />
bürüneceğiz.<br />
Birleştirici Çığlık<br />
Unutmayalım: Ozanlarımızın, pirlerimizin, mürşitlerimizin “avazı”, hepimiz<br />
için “birleştirici bir çığlıktır”. Bu “birleştirici çığlığı”, önce “toplumsal”<br />
sonra da “siyasal” bir “kalıba” dökerek yaşamın her alanına taşımak,<br />
yeri geldiğinde bu “çığlığı” toplumsallığımızın “ölçütü durumunda<br />
bulunan her türlü eşitsizlik-haksızlık-horlanma” alanına “salmakla”<br />
yükümlüyüz.<br />
Yaşam, insana olduğu gibi “toplumsal kimliklere” de sayılı günler,<br />
sayılı yıllar olarak verilir: Ama ne yazık ki “boş” olarak verilir. İçinin<br />
nasıl doldurulacağı o insanın ya da o toplumsal kimliğin “kendisine”<br />
bırakılır. Nasıl bir yaşam süreceği, nasıl bir kavga vereceği “önünde duran<br />
bir olanak”tır. Her birey ya da her topluluk hangi “ihtiyaçtan doğmuşsa”<br />
olanağını o ihtiyacı gidermeye yönelik olarak<br />
kullanır.<br />
Alevilik-Bektaşilik ezilenlerin “ezenler gibi düşünmeme-inanmama”<br />
ihtiyacından doğmuştur; “toplumsal<br />
bir zorunluluk” nedeniyle ortaya çıkmış, yapılanıp<br />
biçimlenmiştir: “Yazgısını”, ezilenlerin esenliğe<br />
çıkarılması üzerine kurmuştur; olanağını bu amaç için<br />
kullanmıştır. İşte tam da bu nedenle bu toprağın tanıdığı<br />
“en gerçekçi siyaset” ya da “politika” Alevi-Bektaşi<br />
tarihidir. Bu tarih:<br />
• “Doğrudan demokrasi” zemininde halkın demokrasisini<br />
politikasının/siyasetinin “değişmez” biçimi olarak<br />
algılayarak “toplumcu aydınlanma”nın-“toplumcu<br />
hümanizm”in harika bir felsefesini yaratmıştır.<br />
• Egemenin ya da küresel egemenin, “özgürlük mücadelesi”<br />
karşısında bir “silah” olarak taşıdığı “ölümü”,<br />
SERÇEÞME<br />
Oyun Oynamayalım<br />
Toplumsallaşmadan Siyasallaşmak Bir “Oyun”dur<br />
Bölüm: I<br />
Esat Korkmaz<br />
Alevi-Bektaşi Hareketi<br />
toplumsallaşamazsa,<br />
toplumsallaşıp<br />
siyasallaşamazsa<br />
inanç alanında<br />
“ahlaklı” bir Sünnilik<br />
“lehine”,<br />
toplumsal-siyasal alanda<br />
sistemin gelecek projeleri<br />
“lehine”<br />
kurban edilir.<br />
Var olan örgütlenme<br />
“sistemin sunduğu amacın<br />
peşine takılarak”<br />
terbiye edilir.<br />
Eğer “kurucu” pirlerimiz,<br />
mürşitlerimiz,<br />
ozanlarımız<br />
“haksız yere”<br />
ölmeselerdi biz bunları<br />
söyleme olanağı<br />
bulamayacaktık:<br />
Niyazla efendim,<br />
hepsine teşekkür borçluyuz;<br />
dallarından düştük çünkü.<br />
düşünce özgürlüğüne, ezilen-horlanan insanları kurtuluşa<br />
taşıma mücadelesine “şantaj” yapmak için kullandığı<br />
bir “rehine” olarak algılamış ve onu felsefesinden<br />
“çekip atmıştır”.<br />
• “Özgür bir insan ölümden başka her şeyi düşünür ve<br />
bilgisi ölüm üzerine değil, yaşam üzerinedir” yargısını<br />
öne alarak ölümü ölümsüzleştirmiştir.<br />
• “Yanılgılı doğa”dan, yani insanın aklından, “yanılgısız<br />
doğa”ya, yani “doğanın aklına” atlamanın “etikestetik”<br />
bir anlatım yolu olarak düşünceye-inanca taşıdığı<br />
“sevgiyi-aşkı”, özgürlüğün tek olası temeli ve<br />
toplumsal yaşamın tek etik harcı olarak yaşama geçirmiştir.<br />
Ve haykırmıştır:<br />
• “Doğa, insan ve toplum özgürleştirilmelidir; doğrudan<br />
demokrasi zemininde halkın demokrasisi, insanlığın<br />
kurtuluş düşüne bağlanmalıdır”. Nedir insanlığın<br />
kurtuluş düşü: Alevilik-Bektaşilikte insanlığın kurtuluş<br />
düşü, “kâmil toplum”dur. Kâmil toplum, Anadolu<br />
Alevilerinin, felsefelerine, öğretilerine ve yaşama biçimlerine<br />
uygun olarak toplumu kurtuluşa taşımak için<br />
tasarımladıkları; devletin, sınıfların, özel mülkiyetin ve<br />
paranın olmamasıyla belirgin, herkesin yeteneğine göre üretime katkıda<br />
bulunduğu, gereksinimine göre toplumsal üretimden pay aldığı kusursuz<br />
toplumdur. Alevilerin-Bektaşilerin düşyapısal “temel tasarımı”dır. Bu<br />
toplumsal bir projedir ve toplumsallaşmak istiyorsa Aleviler-Bektaşiler<br />
bu tasarımı “güncellemek”; güncelleştirdikleri bu toplumsal projeyle yaşama<br />
müdahale etmek durumundadırlar.<br />
Ve haykırmıştır:<br />
• “Kendini bil” buyruğunun izinde “doğa yasalarından farklı her türden<br />
insan doğası yasasını” yadsıyarak, doğa üzerinde metafizik tanrıya güç<br />
veren dinsel düşüncelere-inanışlara başkaldırmıştır; aynı gücü doğa üzerinde<br />
insana veren çağdaş-evrensel bir düşüncenin üreticisi olmuştur.<br />
Bunun ne anlama geldiği açıktır: Tektanrıcı dinlerin “metafi ziğine” ya<br />
da bu metafiziği oluşturan/yaratan tektanrıcı dinlerin tanrılarının dünya<br />
görüşüne, her türden teolojiye karşı çıkarak bir “enerji biçimi” olarak<br />
algıladığı ve her şeyin varlığa gelme nedeni olarak tasarladığı “tanrının<br />
ne düşündüğünü, ne yapmaya çalıştığını” bilmek demektir. Eğer toplumsallaşmak,<br />
toplumsallaşarak siyasallaşmak istiyorsa Alevi-Bektaşi hareketi,<br />
tektanrıcı dinlerin kurduğu ve “temel inanç yasası” olarak beyinlere<br />
taşıdığı “doğa yasalarından farklı her türden insan doğası yasası”nı<br />
inkâr etmekle yükümlüdür. Bunu gerçekleştiremezse “tanıma bedeli”<br />
karşılığı “Sünnilikten ödünç” aldığı değerlerle kendini toplumsallaştırmaya<br />
çalışır; etik değerleri öne alınmış bir Sünniliği Alevilik-Bektaşilik<br />
diye “pazarlama” yoluna gider. “Etik Sünnilik” etiketi taşıyan böylesi bir<br />
Aleviliğin varacağı yer nettir: Sünnilik büyük din olduğuna göre “küçük<br />
din”; toplumsal ve siyasal olmanın uzağında, laik bir toprakta, “vicdanlarda<br />
yaşatılması gereken bir ahlak ve öte dünya öğretisi”.<br />
Alevi-Bektaşi tarihi geçmişte bu yükümlülükleri yerine getirmiş,<br />
yani toplumsallaşmış; toplumsallığıyla siyaseti “terbiye” etmiş; siyasal<br />
olanla- toplumsal olanın birbirine kesintisiz taşınmasını sağlamıştır.<br />
Sürekli parlattığı “gönül aynasından saçılan ışığı”, insanın aklının<br />
ve doğanın aklının toplamı olarak algılamış ve onu “Tanrı” biçiminde<br />
kimliklendirmiştir. Kimliklendirdiği ışığı, “değişime”<br />
uğratıp somutlaştırarak “tüm metafi zik dinlerin içinden<br />
akan ve onların kurallarını/ilkelerini silip süpüren bir<br />
akarsuya” dönüştürmüştür.<br />
Ve haykırmıştır:<br />
• Tanrı, “Konuşan İnsan”dır; insan “Konuşan Tanrı”dır.<br />
İbadet Tanrı’yı insanlaştırmak ya da insanı tanrılaştırmaktan<br />
başka bir şey değildir. Bu nedenle insan,<br />
toplum ve doğa, “metafi zik tanrının tasallutundan kurtarılmalıdır”.<br />
Demek ki “toplumsallaşmak, toplumsallaşarak<br />
siyasallaşmak” istiyorsa Alevi-Bektaşi hareketi,<br />
“insanı ve doğayı özgürlüğe taşıyan bir özgürleşme<br />
hareketi” olmak; Alevi-Bektaşi aydınlanması n ı-<br />
hümanizmini; bu aydınlanmanın- hümanizmin amacı<br />
olan “kendini yitiren insanın yeniden kendini bulma,<br />
toplumu kurtuluşa taşımanın nesnel yasalarını yaka-<br />
4 <strong>Sayı</strong> 25
lama” çabasını yaşadığımız ana ve geleceğe taşımak<br />
zorundadır.<br />
İşte bunun için Alevilik-Bektaşilik tarihi, devrimci<br />
tarihimizin bilgisidir: Devrimci tarihselliğimiz ise<br />
“Alev-Bektaşi tarihinin şimdileştirilmesi”dir. Aleviler-<br />
Bektaşiler toplumsallaşmak, toplumsallaşarak siyasallaşmak,<br />
bunu gerçekleştirmek için kendi tarihlerine<br />
bireysel, ötesinde toplumsal “katılım” sağlamak istiyorlarsa,<br />
“geçmişi şimdinin bilincinde yoğurmaları”<br />
gerekir. Özü gereği Alevi-Bektaşi tarihi “yorumcudur”;<br />
geçmişte olup bitenlerin “nedenlerini araştırır”;<br />
güncellendiğinde aynı nedenlerin hangi kılıklara büründüğünü<br />
ve nerelerde konuşlandığını saptar. Felsefesinin<br />
konusu, “toplum ve toplumsal yaşam”dır. İnsana<br />
özgü bir toplum ve insana özgü bir toplumsal yaşam<br />
kurmayı amaçlar. Yöntemi ise toplumsal olayları etkileyen<br />
“nedenler” olarak öne çıkan “üretici güçlere”<br />
dayanarak “toplumsal değişmeyi” kanıtlama temellidir.<br />
Nasıl Siyasallaşacağız?<br />
Söze “susturucu takma”nın zamanı değil…<br />
“Siyasallaşabilmek” için “toplumsallaşmak” gerekir: Toplumsallaşabilmek<br />
için de “örgütlenmek”. Alevi-Bektaşi dü şüncesini “özümseyebilirsek”<br />
eğer O’nun örgüt “don”una “don” olabiliriz. “Ör güt”ün “saklamış”<br />
olduğu şey “üyelerde” ortaya çıktığı için kimi kez “üyeler”, örgütün açığa<br />
çık mış “sırları”dır. “Sır insanı”, tarihsel ya da toplumsal “zorunluluğun”<br />
gerektirdiği ölçüde sırlarını açıklamak ve “yeni sır kaynaklarını”<br />
harekete geçirmekle yükümlüdür. Alevi-Bektaşi so rumluluğumuz bizi,<br />
“edepli” bir söyleme ve eyleme zorlaması gerekir.<br />
Açıktır ki Alevi-Bektaşi örgütlülüğü bir “sivil toplum” örgütlenmesi<br />
değildir. Toplumsal muhalefetin konumlanışını sivil toplumla, bileşimini<br />
yurttaşlarla, karşıtını devletle ve hedefini burjuva demokrasisiyle<br />
sınırlandırmak ve sınırladığı alana çekilmek değil Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün<br />
asıl görevi. Asıl görevi, hakların “eşitsiz” dağıtımını yaratan<br />
“vatandaş” ya da “yurttaş “ temelli hak dağıtımına “duruş” almaktır.<br />
Bunu yaparak “eşit hak dağıtımı” üreten hakların “eşitsiz dağıtımını”<br />
yaşama geçirerek sivil toplumda ayrı ayrı sınıfsal, inançsal konumlanışlar<br />
tarafından belirlenen, yani günlük yaşamda sürdürülen “toplumsal<br />
ilişkiler” alanında çalışmaktır. Yurttaş-vatandaş temelli çalışmalar, asıl<br />
çalışmayı “tamamlayıcı-bütünleyici” nitelikte algılanmalıdır. Kaldı ki<br />
tanımlanan “sivil toplum alanı” bugün uygar yurttaş ilişkilerinin değil,<br />
saldırgan köktenciliğin, özgür rekabetin değil tekelleşmenin, üretimin<br />
değil rantın, özgür iletişimin değil medya yönlendirmelerinin, özgür söz<br />
ve karar aygıtlarının değil sendika-dernek bürokrasisinin ege men olduğu<br />
bir alandır. Çalışmaların “bütünüyle bu alana kaydırılması” ezilenlerin-horlananların<br />
mücadelesini omuzlayan örgütlerin tarihini “siler”.<br />
Sürekli yinelediğim bir gerçeği bir kez daha vurgulamak istiyorum:<br />
Alevilik-Bektaşilik bir “bilme kültürü” değildir, bir “değiştirme<br />
kültürü”dür: “Değiştirme kültürü”nün taşıyıcısı olarak her Alevi-Bektaşi<br />
önce “kendini değiştirecek”, sonra da “toplumu değiştirecektir.”<br />
Bu kapsamda, Alevilik-Bektaşilik adına yapılacak işleri,<br />
devlet ile Alevi toplumunun “organik ayrılığı” üzerine yapılandırırsak,<br />
devlet ile Alevi topluluğu arasındaki “organik geçişmeleri” “gizlemiş”<br />
ya da “örtmüş” oluruz. Giderek bu zemin üzerinde, Alevi<br />
gelenek örgütü ve demokratik kitle örgütü anlayışını, ötesinde ezilenlerin<br />
Alevileri de kucaklayan iktidarı alma amaçlı siyasal örgütlenme anlayışını<br />
ve bu örgütlerle yürütülecek demokratik/siyasal mücadeleyi “yabancılaştıran”,<br />
biri “popülist”, diğeri “elitist” olmak üzere iki “sivil toplumculuk”<br />
anlayışı boy verir. Popülist sivil toplumculuğa<br />
göre “demokrasi”, iradesini “genel oyla” dışa vuran halkın<br />
yarattığı bir şeydir; daha doğrusu “genel oy” belirleyici bir<br />
üretidir; bunu engellemeye çalışan “devlet bürokrasisi” ise<br />
“düşman”dır; kavga bu düşmana karşı verilmelidir. Daha<br />
“az” halkçı, buna karşın daha “çok” örgütlenmeci gözüken<br />
elitist sivil toplumculuğa göre ise demokrasi, kendisinde<br />
“vatanı kurtarma- devleti ve halkı esenliğe çıkarma misyonu<br />
görenlerin” oluşturduğu ideolojinin kimi örgütler<br />
aracılığıyla sivil topluma taşınmasıyla yaratılan bir şeydir;<br />
daha doğrusu “yukarıdan aşağıya” çalışan “emir-komuta”<br />
üretisidir. Bu “taşınmaya karşı çıkan” kim olursa olsun<br />
“düşman”dır ve kavga bu düşmana karşı verilmelidir. Biri<br />
sırtını “halka” dayar, diğeri sırtını “zinde güçler”e dayar:<br />
Sırtını “halka” dayayan devlet katında, sırtını “zinde güçlere”<br />
dayayan toplum katında örgütlenme yoluna gider.<br />
Her iki anlayış da sorunun çözümünü “üretim<br />
biçimi”yle bağlantılı bir “toplumsal-siyasal” çalışmada<br />
SERÇEÞME<br />
Alevi-Bektaşi örgütlülüğü<br />
siyasallaşama davranışına<br />
girerken inanç sorunlarını<br />
seslendirmekle yetiniyor;<br />
işsizliği, pahalılığı,<br />
yoksulluğu, eşitsizliği<br />
ve gündelik yaşamı<br />
doğrudan ilgilendiren<br />
toplumsal ilişkileri<br />
“dışarıda” bırakıyor<br />
Söylemi ve eylemiyle<br />
kendini “barış”,<br />
“demokrasi” ve<br />
“insan haklarıyla”<br />
sınırlayan<br />
bir “sivil toplum”<br />
hareketiyle<br />
“özdeş” duruma düşmüş<br />
bir Alevi hareketiyle<br />
burjuva demokrasisinin<br />
“bugünkü sorunlarını”<br />
aşmak<br />
olanaklı değildir.<br />
aramaz; “iktidar” ilişkilerini dışarıda bırakır. Sorunun<br />
çözümünü “barış şarkılarında”, anti-emperyalist<br />
değil, “anti-militarist” söylemlerde arar. Çözümleme,<br />
yurttaştan ve onun devletle ilişkilerinden başlar<br />
ve sonunda yine oraya döner. “Uzlaşma ve özerklik”<br />
demokratik duruşun “ayrıksı” özellikleri olarak öne<br />
çıkarılırken devletin varlığı da “kamusal alanı eşitlikçi<br />
biçimde düzene ve kurallara bağlama çabalarına”<br />
indirgenir. Devletin küçülmesi haykırılırken<br />
aynı zamanda sivil toplumdaki ilişkileri “güvenceye”<br />
kavuşturmak için devlet “yardıma” çağrılır ve onun<br />
varlığı “mutlaklaştırılır”. Bu devleti küçültmek değil,<br />
tam tersine “büyültmek”tir. Böylesi bir süreçte, “toplumsal<br />
olan toplumsal”, “siyasal olan siyasal” kalır.<br />
Devlet ile toplumun “bütünleşmesini” gerektiren her<br />
türlü proje inkâr edilir. Alevi-Bektaşi hareketi tam da<br />
bu nedenle “kıskaçta”dır: Toplumsallığı açığa çıkmış<br />
değildir, yani “gizil”dir ya da toplumsallığını açığa çıkartacak eylemlilikten<br />
“yoksun”dur, bu türden eylemlilikleri “unutmuş”tur, yani, “oy<br />
verme” yükümlülüğünden bile sakınan “kör bir toplumsallık” yaşamaktadır.<br />
Siyasallaşamadığı için de “kendi dışında toplumsallaşarak siyasal<br />
bir duruma gelmiş” herhangi bir “siyasal parti” ile siyaset “pazarlığı”<br />
yapmakta ve ondan siyaset “ödünç” almaktadır; bu “ödünce” karşılık<br />
ödediği “bedel” şu ya da bu sayıda “milletvekili”dir.<br />
Söylemi ve eylemiyle kendini “barış”, “demokrasi” ve “insan haklarıyla”<br />
sınırlayan bir “sivil toplum” hareketiyle ya da bununla “özdeş”<br />
duruma düşmüş bir Alevi hareketiyle burjuva demokrasisinin “bugünkü<br />
sorunlarını” aşmak olanaklı değildir. Alevi-Bektaşi olmaktan kaynaklanan<br />
bireysel/toplumsal sorunlar, ancak burjuva demokrasisinin “nesnel<br />
sınırları aşılarak” çözüme kavuşturulabileceğine göre Aleviler-Bektaşiler<br />
kendilerini ister “elitist” isterse “popülist” olarak algılansın “sivil<br />
toplum hareketinin” ötelerine taşımak durumundadırlar. Asıl önemlisi<br />
Alevi-Bektaşi örgütlülüğü bugün “demokrasi mücadelesi” verdiğini<br />
söylerken ya da siyasallaşama davranışına girerken kimi inanç sorunlarını<br />
seslendirmekle yetiniyor; “işsizliği”, “pahalılığı”, “yoksulluğu”,<br />
“eşitsizliği” ve gündelik yaşamı doğrudan ilgilendiren “toplumsal” ilişkileri<br />
“dışarıda” bırakıyor ya da onlardan “sakınıyor”. “Sınıf” kavramının<br />
yerine, “yurttaş” ya da “vatandaş”, ötesinde “topluluk” kavramını<br />
geçirdiği için “sanıldığının tersine” Alevi hareketi toplumsallaşamıyor,<br />
toplumsallığıyla siyaseti “terbiye edemiyor” ve siyaset kendisine “ilgisiz”<br />
kaldığı içinde siyaset alanını sürekli “daraltıyor”.<br />
Bu nedenle Alevi-Bektaşi Hareketi “toplumsallaşmak, toplumsallaşarak<br />
siyasallaşmak” istiyorsa “devrimci çözümlemeyi” bulmak, yani<br />
sivil toplumda ayrı ayrı sınıfsal konumlanışlar tarafından “belirlenen”<br />
ve günlük yaşamda sürdürülen “toplumsal ilişkileri” yakalamak/bunların<br />
taşıyıcısı/sahibi olmak zorundadır. Bu temel ilişkileri ölçü alarak<br />
başlatılan Alevi-Bektaşi örgütlü hareketi, “eşitsizlikleri devlete uzatıp bu<br />
aygıtı kendi toplumsallığını ve siyasal gücünü tanıma” temelli bir “dönüşümün”<br />
içine sokar. Açıktır ki bu bir “etkileşim” ve “geçişme”dir, yani<br />
“toplumsal olanın siyasallaşması”dır. Bu süreçte bunun tersi de gerçekleşir,<br />
yani “siyasal olan” toplumsallaşır: “Devletin bu belirlenmişlik koşutundaki<br />
girişimleriyle sivil toplum yeniden biçimlenir”. Özetle devletle<br />
sivil toplum, birbirini “dışlayacak” biçimde bir “karşıtlık” içinde bulunmaz;<br />
bunu hiçbir zaman unutamayalım.<br />
Aleviliği “sivil toplumculuk”la özdeşleştirirsek, “sivil toplumun<br />
devlet müdahalesinden kurtarılmasıyla bir kamusal alan ortaya çıkacaktır;<br />
bu kamusal alanda görüşlerin özgürce ifadesiyle bir söylemsel<br />
irade oluşacaktır” amaçlı bir mücadeleye girilir. Ancak bugün, küreselleşen<br />
kapitalizm sürecinde ulus-üstü şirketler ve bunlara eklemlenen<br />
ulusal şirketler “müdahaleleriyle” kamusal alanı “işgal”<br />
etmiş durumdadır. Klasik kamuoyunun yerini artık<br />
“halkla ilişkiler” ve “kamuoyu araştırmaları” almıştır.<br />
Tam da bu nedenle benim toprağımda, “devletin demokratikleşmesi,<br />
toplumun anti-demokratikleşmesiyle koşut”<br />
gider. Çünkü Türkiye, küresel kapitalist yayılmada<br />
bölgede emperyalist odaklar için “güçlü ve güvenilir” bir<br />
ülke olmak durumundadır. Onlar adına “koç başı” olma<br />
görevini yapabilmek için “belirli burjuva demokrasisi<br />
standardını yakalamak, dış hatları çizilmiş, iç hatları<br />
silinmiş bu demokrasi formatını yaşama geçirmek, güçsüzlük<br />
ya da güvensizlik izlenimi uyandıran kimi dinamikleri<br />
demokratik olmayan yollardan dizginlemek ya da<br />
sindirmek” zorundadır. Bu zorunluluk nedeniyle resmi<br />
değerler “şeriata karşı toplumu ordulaştıran” ideolojik<br />
devlet aygıtı işlevini gören kimi örgütler ve medya tarafından<br />
toplum yaşamına sızdırılmakta, “devlet demokratikleştikçe<br />
toplum devletleşmekte”dir.<br />
•<br />
Aralık 2006 5
SERÇEÞME<br />
HEIDELBERG’DE YAPILAN SEMPOZYUMA SUNULAN BİLDİRİ<br />
Hacı Bektaş Veli’yi Doğru Tanıyor muyuz?<br />
Serçeşme Hacı Bektaş Veli ve Hünkâr Dergâhı - Bölüm I<br />
İsmail Kaygusuz<br />
Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı boyunca toplum için<br />
yaptığı onca güzel işler, kendisi egemen Sünni yönetimlerin<br />
inancına aykırı düştüğünden, ancak birer keramet yumağı<br />
olarak günümüze taşınabilmiştir. Halk bilinci onu<br />
gönüllerine, iç dünyalarına sultan yapmış; yürüdüğü dağı<br />
taşı, dokunduğu toprağı ağacı ve oturuşunu kalkışını, el verişini, gözaçıp<br />
kapatışını kutsamış ve olağanüstü ögelerle bezemiş. XV. yüzyılın<br />
sonlarında ilk kez yazıya geçirilmiş olan şiirsel ve düzyazı biçiminde<br />
günümüze ulaşan Hacı Bektaş Vilayetnamesi bu özellikleri taşır. Kendisinin<br />
yazdığı ya da yazdırdığı yapıtlardan ise, Şatiyye’leri ve Fevaid<br />
(Yararlı sözler) dışından sadece tam olarak Sadeddin Molla’nın türkçeleştirdiği<br />
Makalat (Sözler) elimizde bulunmaktadır. İçerikleri Şeriat<br />
ögeleriyle donatılmış ve hiç ilişkisi olmadığı kişilerin adları bulunan<br />
“Besmele’nin Şerhi” ve “Makalat’ı Gaybiyye Kelimat-ı Ayniyye” (Gizli<br />
Sözler, Açık Sözcükler) isimli kitaplar Hacı Bektaş Veli’ye ait olması<br />
olasılık dışıdır. Yazıcı-müstensih tarafından kasıtlı olarak onun adı kullanılmış<br />
ve Makalat tahrif edilmiştir.<br />
Hiçbir tarihsel kişilik, Hacı Bektaş Veli kadar kişiliğine ve konumuna<br />
ters değerlendirilip, kendisine yabancılaştırılmamış ve üstüne aykırı<br />
giysiler giydirilmemiştir. Kabaca bir sıralarsak:<br />
1) Hacı Bektaş namazında orucunda bir zahid, yani aşırı ibadet düşkünü<br />
şeriatçı bir Sünni müslüman.<br />
2) Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’da Türklüğü ve Türkçeyi yaymak<br />
için gönderilmiş bir Türk şeyhi.<br />
3) Anadolu’yu Türkleştiren ve İslamlaştıran alp erenlerin başı, bir fetihçi.<br />
4) 1240’da doğup 1337-8’de dünyadan göçen Hacı Bektaş beylerle sultanlarla<br />
iyi uzlaşmış ve Osmanlı işbirlikçisi bir Hanefi tarikat kurucusu.<br />
5) Dünyadan elini eteğini çekmiş, tek başına inziva hücresinde “riyazat<br />
ve ibadetle iştigal edip” kerametler göstermiş bir ermiş.<br />
6) Babai halk ayaklanmasında gizlenmiş, ayaklanma bastırılınca birden<br />
ortaya çıkmış ‘meczup’ ve korkak bir derviş.<br />
Kuşkusuz Hacı Bektaş Veli bu kişiliklerin hiçbiri değildir ve olamaz!<br />
1 Öyleyse kimdir bu tarihsel kişilik?<br />
Biz Hacı Bektaş Veli’nin Alamut Nizari İsmailileriyle çok yakın bağı<br />
bulunan bir Bâtıni Dai’si olduğuna inanıyoruz. Burada önce bu ilişkileri<br />
ortaya koymaya çalışacağız:<br />
Hacı Bektaş Veli Bir Bâtıni Dai’siydi<br />
Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’nin ölümünden en az kırk yıl sonra doğmasına<br />
rağmen, onun tarafından Anadolu’yu “Türkleştirmek” ve Türkçeyi<br />
yaymak, Anadolu’yu islamlaştırmak için gönderildiğini hâlâ ciddi<br />
ciddi ileri süren, yazıp çizenler var. Yıllar önce bu anlayışa Abdülbaki<br />
Gölpınarlı haklı olarak şu yanıtı vermişti:<br />
“Hacı Bektaş’ın, Mevlana’ya karşı Türk harsını koruduğu, hatta<br />
onun bir Türkçü olduğu ve başında Ahmet Yesevi’nin bulunduğu bir<br />
teşkilat tarafından bu maksatla Anadolu’ya gönderildiği gibi, kargaları<br />
bile güldürecek hükümler verenler çıktı.” 2<br />
Elbette ki, Hacı Bektaş’ın soyunun İmam Musa Kazım’a (ö.799) kadar<br />
çıkması, onun Türk-Türkmen olmasına da engel değildir. Yedinci<br />
İmam Musa Kazım’ın ölümüyle on birinci kuşaktan Hacı Bektaş’ın doğumu<br />
arasında tam dörtyüz yıl var. Sadece adı geçen İmam’ın halefi<br />
İmam Rıza ve diğer oğullarının değil, 8. yüzyılın başlarından beri Hasan<br />
ve Hüseyin soylular zaten İran, Horasan, Daylam, Tabaristan, Afganistan<br />
ve Türkistan’a yayılmış ve evlilik ilişkileri kurmuş bulunuyorlardı.<br />
Onlar da bölgelerindeki etnik gruplar ve kültürleriyle iç içe karışıp<br />
kaynaşmışlardı.<br />
Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolunun yolcusu olduğunu söylemenin<br />
bilimsel tutarlılığı yoktur. Tarihsel olarak Nişabur’da geçen olaylar ve<br />
Horasan bölgesindeki Moğol saldırıları gözönünde tutulacak olursa gerçeğin<br />
çok farklı olduğu görülecektir. Hacı Bektaş 1200’ün ilk on yılı<br />
içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perende’den olsa olsa okuma<br />
yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almış olmalıdır. Lokman Perende,<br />
Ahmet Yesevi’nin halifesi olmuş olsa bile, ondan çocuk yaşlarda<br />
ders alan Hacı Bektaş’ın Yeseviliği öğrenip, ona bağlanması olası görülmüyor.<br />
Abdülbaki Gölpınarlı bu konuda, “hasılı bizce, Ahmet-i Yesevi<br />
nasıl şöhreti yüzünden Bektaşi geleneğine sokulmuşsa, Lokman da bu<br />
geleneğe sokulmuş ve bu zata Hacı Bektaş’a hocalık ettirilmiştir” diyor. 3<br />
Kuşkusuz bu kişiler sadece “şöhretleri” yüzünden değil, Hacı Bektaş’ın<br />
“menkıbe”lerinin yazıya geçirildiği dönemin (1480’li yıllar) Osmanlı<br />
siyasetinin gereği olarak Vilayetname’ye sokulmuştur. Gölpınarlı’nın<br />
asıl Mevlana Celaleddin adlı yapıtında, Hacı Bektaş Veli hakkındaki<br />
aşağıdaki saptaması çok yerindedir:<br />
“Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yayıcısı,<br />
propagandasını yapan) bir batıni dai’siydi. Bunu ‘Makalat’ açıkça<br />
gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri<br />
malumat da teyid eder...” 4<br />
Hacı Bektaş Veli Ailesi ve Nişabur Kenti<br />
Hacı Bektaş ailesiyle birlikte, doğduğu kent olan Nişabur’dan en geç<br />
1221’in Mart ayında –daha erken de olabilir– ayrılmak zorunda kalmıştır.<br />
Çünkü kent Nisan ayının ikinci haftasında Moğol ordusu tarafından<br />
kuşatıldı. Kendisi henüz 11-14 yaşları arasındadır. Belki de<br />
Vilayetname’de anlatıldığı gibi, babası “İbrahim el-Sani, Tanrının<br />
rahmetine varmıştı.” Ayrıca aynı paragrafta, “padişahlığı Hacı Bektaş<br />
Veli’ye arzettiler, kabul etmedi. Padişahlığı, amcazadelerinden olan ve<br />
Musa-el Sani evladından Seyyid Hasan’a verdiler” denilmektedir.<br />
Bu gerçek Nişabur padişahlığı değil, gönül padişahlığıdır. Belli ki,<br />
Hacı Bektaş’ın henüz çocuk olması dolayısıyla, babasının yerine Seyyid<br />
Hasan seçilmiştir. Bu kişi kaynaklara göre Abdal Musa’nın dedesidir.<br />
Eğer İbrahim el-Sani Nişabur’da ölmüşse, aile ve aileye bağlı olanlar<br />
Seyyid Hasan’ın önderliğinde Nişabur’dan çıkıp yollara düşmüştür.<br />
Burada biraz Nişabur’dan sözetmek gerekecek: Sünni Selçuklu önderi<br />
Tuğrul Bey 1038’de Nişabur’u alıp, kendisini bu kentte sultan ilan<br />
etmişti. Nişabur 1142’de, İsmaililiğe eğilim duyan Selçuklu Prensi Atsız<br />
tarafından ele geçirilmiş ve ancak bir süre sonra Nişabur’la birlikte<br />
Sencer tüm Horasan’a yeniden egemen olmuştur. Önemli İranlı bilge<br />
ve ozan, “Doğu’nun büyük aklı” diye nitelenen Nasır Husrev, 1052 yılında<br />
Horasan hücceti, yani Fatımi İsmaili baş dai’si olarak karargâhını<br />
Belh’de kurmuş; oradan Nişabur ve Horasan’ın diğer kentlerine İsmaili<br />
propagandasını yönetiyordu. Hasan Sabbah’ın Alamut Nizari devletini<br />
kurmasından ölümüne kadar (1090-1124) ve ölümünden sonraki Alamut<br />
şeflerinin, Melikşah (1063-1092) ve oğullarıyla mücadeleleri boyunca<br />
İsmaili dai’leri İsfahan’da Belh ve Nişabur’da çok geniş propagandaya<br />
girişmişler ve Onikimamcı Şiilerden kendilerine büyük katılımlar olmuştu.<br />
Bunlar Sünni Selçuk oğullarının baskılarından ötürü akın akın<br />
Hasan Sabbah’ın kalelerine (dar-ül hicralara) gidip yerleşiyorlardı. Kentlerde<br />
kalanlar da gizli ilişkiler içerisindeydiler. 5 Hacı Bektaş Veli’nin<br />
babasının ve dedesinin bu olaylarla ilişkileri olmadıkları söylenemez.<br />
Kısacası bu kent, bölgedeki Harezmşahlar, Karahitaylı ve Selçuklular<br />
arasındaki çekişmeler arasında birinden diğerine sıkça el değiştiriyordu.<br />
Son olarak;<br />
“10 Nisan 1221, Cumartesi günü Moğolların eline geçen Nişabur<br />
şehrinin sonu (Merv’den) daha acıklı oldu. Halkı katledilerek tamamıyla<br />
tahrip edilen kent tarla haline getirilip üzerinde çift sürüldü. Gizlenerek<br />
sağ kalanları da imha etmek için bir Mogol komutanı bu 400 kişi<br />
ile harabeler arasına bırakıldı.” 6<br />
Kuşkusuz Hacı Bektaş ailesi ve yandaşlarının, yerle bir edilmiş,<br />
tarla gibi sürülmüş Nişabur’a bir daha geri gelmiş olmaları düşünülemezdi.<br />
O zaman bu aile nereye yerleşmiş ve ergenlik çağına yeni girmiş<br />
bulunan Hacı Bektaş eğitimini nerede görmüştü? Farid Daftary,<br />
Moğolların Horasanı istila ettikleri yıllar ve Horasan’ın batıdan sınır<br />
komşusu Kuhistan bölgesindeki Nizari kalelerinin durumu hakkında<br />
şu bilgileri veriyor:<br />
“Alamut İmamı Alaaddin Muhammed III’ün (1221-1255) ilk yıllarıydı.<br />
Sünni ulema dahil, Mogolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı<br />
göçmenler gelerek Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine<br />
sığındılar. İsmaililer aralarına katılmış olan sığınmacılarla herşeylerini<br />
paylaştılar. Doğrusu, Kuhistan Nizarilerinin bilgin önderi Şihabeddin<br />
mültecilere öylesine iyi ve cömert davrandı ki bu, Nizari bölgesinden<br />
6 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇEÞME<br />
Alamut’a şikayetler bile oldu; hazinenin kaynakları üzerinde olumsuz etkilenmelerden<br />
yakınılıyordu. Alamut’tan onun yerine atanmış olan yeni<br />
muhteşim Şemseddin Muhammed de mültecilerde eşit derecede saygı ve<br />
hayranlık uyandırdı. Bu olayları, 1224-1226 arasında üç kez Kuhistan’ı<br />
ziyaret etmiş bulunan Sünni kadı Osman bin Sirac al-Din al Cuzcani<br />
anlatmaktadır. Hatta Şemseddin ile savaşmakta olan Sünni Sistanlılar<br />
adına diplomatik görüşmeler yapmıştı.”<br />
Hacı Bektaş ve Şemseddin Muhammed Tebrizi<br />
Demek ki, Hacı Bektaş’ın aile çevresi ve yandaşları da en geç 1221 yılı<br />
ortalarında, Kuhistan’daki İsmaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük<br />
olasılıkla bu kale, Nizari valisinin oturduğu Şahdiz kalesiydi. Hacı<br />
Bektaş’ın, daha sonra 1223 yılı sonunda Alamut tarafından Kuhistan<br />
yöneticisi olarak atanan yeni İmamın büyük üvey kardeşi Şemseddin<br />
Muhammed bin Hasan İhtiyar (çok sonraları Şemseddin Tebrizi adıyla<br />
tanınacaktır) ile kurduğu ilişki yaşamlarının son dönemlerine kadar sürecektir.<br />
Genç Hacı Bektaş’ın Şemseddin Muhammed gibi birinin koruması<br />
altına girmiş olmasıyla bâtıni eğitimini, Nizari İsmaililerden, almış<br />
olabileceği bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.<br />
Hacı Bektaş, Şahdiz ya da Alamut Nizari Medresesi ve kitaplığında<br />
tüm dai’lerin okuduğu, Kur’an ve hadislerin bâtıni yorumlarıyla birlikte<br />
İmam Cafer’e atfedilen risaleler ve onun bâtıni yorumcularının yapıtlarından<br />
olan Ummu’l kitab, Mansur el-Yamani’nin Risalat el-alim ve’l<br />
Ghulam, ve asıl İhvan-ı Safa Risaleleri, Nasır Husrev’in tüm yapıtları<br />
(Vechi Din, Sefername ve diğerleri), Hasan Sabbah’ın Dört Faslı ve<br />
Sergüzeşt’ini, ve özellikle 1164’de Büyük Kıyamet Çağrısı’nı ilan eden<br />
Alamut İmamı Zikri Selam Hasan II’nin ve Hasan Sabbah’ın düşünceleri<br />
çerçevesinde, İsmaililiğin yeniden düzenlenip açıklığa kavuşturulmuş<br />
ilke ve buyruklarını içeren Haft Bab-ı Baba Sayyidina, vb., yapıtlarını<br />
okuyup yetişmiş bir İsmaili dai’siydi. Makalat’ında da bu kitaplardan<br />
yansımaları rahatlıkla görebiliriz.<br />
Anlaşılıyor ki, babasının amcası oğlu Seyyid Hasan ailesi ve bazı<br />
yandaşlarıyla Azerbaycan’da Hoy kentine yerleştiklerinde, Hacı Bektaş<br />
ve kardeşi Menteş, birlikte Nizari İsmaili eğitim kamplarında, medreselerinde<br />
eğitim ve öğretimlerini sürdürüyorlardı. Hacı Bektaş, İsmaililer<br />
arasında on yıldan fazla kalmış olmalıdır. 1230’lu yılların içinde bir İsmaili<br />
dai’si olarak dava misyonu yüklenip seyahatlara çıkmıştır. Bu görevleri<br />
de yetiştiricisi, öğretmeni Şemseddin’nin önerisi ve Alamut İmamı<br />
Alaeddin Muhammed III’nin (1221-1255) onayıyla yüklenmiştir. Dai’ler<br />
listesinin çıkartılması ve görevlerin onaylanıp icazet verilmesi, Fatımi<br />
İsmailileri zamanından beri gelenekselleşmiş-resmileşmişti. 7 Kuşkusuz<br />
Alamut’taki dai’ler listesi, büyük kitaplık ve arşivlerinin 1257’da toptan<br />
yakılıp yok edilmesi dolayısıyla ele geçmemiş bulunmaktadır.<br />
Hacı Bektaş bir bâtıni İsmaili Dai’si olarak önce Hindistan’a gitmiş<br />
olabilir. Bu dava gezisi, Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin Multan, Pencap<br />
ve Gucerat’ta İsmaililiği yaydığı döneme rastlar. Onun Hindistan’ı<br />
gezmiş olabileceği, Vilayetname’deki Güvenç Abdal söylencesinden anlaşılmaktadır.<br />
Söylencede Hacı Bektaş Veli, Güvenç Abdal’ı Delhi’deki<br />
kuyumcu müridinden bin altın neziri (adağı) almaya göndermiştir.<br />
Otuz yaşlarındaki genç İsmaili dai’si olarak bâtıni dervişi Hacı<br />
Bektaş’ın son durağı Rum diyarı, yani Anadolu olmuştur. Görüldüğü<br />
gibi onu Anadolu’ya gönderen Ahmet Yesevi değil, bağlı bulunduğu İsmaili<br />
Hüccet’i Şemseddin Muhammed el-Tebrizi ve Alamut İmamı Alaeddin<br />
Muhammed III (1221-1255) olmuştur. Alamut’tan Horasanlı Baba<br />
İlyas’a yeni bilgiler, belki buyruk getirmiş ve onun hizmetine girmiştir.<br />
Hacı Bektaş’ın başından beri içinde ve stratejik katkılarda bulunduğu<br />
Baba İlyas ve Baba İshak’ın yönettiği Babai Halk hareketinden<br />
Alamut’un habersiz olduğu zaten düşünülemez. Yönetim düzeyinde, Celaleddin<br />
Hasan III zamanında (1210-1221) bile Anadolu’da Alamut’un<br />
büyük bir otoritesi olduğunu gösteren bazı tarihsel belgeler 8 sözkonusu<br />
olması dışında, en büyük Selçuklu Sultanı Alaaddin bile her yıl Alamut’a<br />
vergi veriyordu. 9<br />
Baba İlyas’ın piri olan Dede Garkın’ın Ebu’l Vefa yolağından olduğunu<br />
ve dolayısıyla Baba İlyas ile Baba İshak’ın Ebu’l Vefa’ya bağlı bulunduklarını<br />
Osmanlı tarihçileri ve menakıbname yazarları da söylemektedirler.<br />
Dipnot 7’de değindiğimiz Fatımi İsmaililerin X. yüzyılı başlarındaki<br />
listede Ebul Vefa, Daylam Baş Dai’si olarak geçiyor. Olasıdır<br />
ki, yaşamının son zamanlarında ise Irak’ta Bağdad baş dai’si görevinde<br />
bulunmuş olup, Ebul Vefa Bağdadi adıyla anılmaktadır. Ayrıca anımsatalım;<br />
İsmaililer kendi aralarında Alamut önderlerine “Baba Seyyidina”,<br />
yani ‘Baba Efendimiz’ diye çağrılıyordu. Oysa Vilayetname’de Hacı<br />
Bektaş’ı ziyarete gelmiş olduklarından sözedilen Horasanlı Kalenderiler,<br />
Haydariler bu kılıkta dolaşan İsmaililerden başkası değildir.<br />
Sonuç olarak, Hacı Bektaş Veli, 1257’de Alamut’un Moğollar tarafından<br />
yerle bir edilmesi sonucu İsmaililerle ilişkisini kesmiş midir? Bilemiyoruz,<br />
ama bâtıni inancın doruğunda; zamanın kurtarıcı imamı gibi<br />
ortaya çıkıp, Alamut İmamlarının temsil ettiği Ali’nin donuna bürünmüştür.<br />
Haft Bab-ı Baba Seyyidina’ya göre zamanın İmamı Ali’yi temsil<br />
ediyor, bütün İsmaili inançlıların her biri de Salman’nın makamında<br />
bulunuyordu, yani birer Salman idiler. Aynı şekilde bunu bir çok Alevi-<br />
Bektaşi ozanı işlemiştir. Örneğin XV. yüzyıldan Hasan Dede (ö.1469)<br />
bir nefesinde,<br />
Yerlerin göklerin binasın düzen<br />
Ak üstünde kara yazılar yazan<br />
Engür şerbetini Kırklara ezen<br />
Hünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir<br />
Kul Hasan’ım var mı sözümde yalan<br />
Münkirin gönlünü gümana salan<br />
Doksan günlük yolu kuşlukta alan<br />
Hünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir<br />
derken, Şah İsmail Hatayi (ö.1524) yedi kıtalık bir düvazimamıyla<br />
muhiplerini “Ali’ye Salman olmaya çağırıyor”:<br />
Muhammed’e gönül kat ki<br />
Cahd edip rehbere yet ki<br />
Bir Gerçek’ten etek tut ki<br />
Ali’ye Salman olasın<br />
Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı da<br />
Onun Bâtıniliğinin Önemli Kanıtıdır<br />
Hacı Bektaş Veli Makalat’ında, insan olmak, kendini tanımak için sadece<br />
şeriatın yetmediğini, inancı tamamlamak ve “Hak ile hak olmak,<br />
onunla birleşmek için” tarikat, marifet ve hakikat kapılarını da geçmek<br />
gerektiğini anlatmıştır:<br />
“İnsandan ulusu yoktur... Arifler marifet tahtı üzerinde oturur. Tanrıyla<br />
söyleşirler, konuşurlar. Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görürmüsün<br />
ki taparsın?’ Ali der: ‘Görmesem tapmaz idim”<br />
diyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı? Şeriatta bu sözleri söyleyen kâfirdir.<br />
“…Akıldan yararlanmasını bilen için gizli bir şey yoktur. Bilim evrenin<br />
tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu<br />
karanlıktır...”<br />
Akıl ve bilim hakkında söylediği bu türden sözlerin şeriat dogmalarıyla<br />
hiçbir ilgisi yoktur ? Ayrıca Makalat’ta Hacı Bektaş kendisine bağlı<br />
olanların ibadetlerini de gösteriyor, sonunu da “insanoğlu için en önemli<br />
ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir” diye bağlıyor. 10<br />
Gönlü, Kabe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli,<br />
“Kabe’de ihram giymek demek, hakkı batıldan seçmektir. Ve ham<br />
yoldan taş arıtmak, Kabe’de Arafatta taş atmaya, kendi nefsini (kötü)<br />
heveslerini depelemek ise Kabe’de kurban kesmeğe benzer”<br />
diyor. 11 Bu ifadeler, Sünni İslamın Hac şartını yoksaymaktır, reddidir.<br />
Arafatta şeytan taşlayacağına, yoldaki taşları temizle; hem sen hem<br />
başkaları rahat yürürsünüz anlamına gelir. Hacı Bektaş’ın önderliğini<br />
yaptığı, kendi fadesiyle “Marifet ve Hakikat makamlarının” ehli olan<br />
“arifl er ve muhibler zümresidir”, yani bâtıni Alevi inançlılardır. Onlar<br />
için 8 Ağustos 1164 yılında Alamut’ta ilan edilen “Büyük Kıyamet Çağrısı”<br />
ilkeleriyle “tatil-i Şeriat” dönemi başlamıştır; Şeriat tam 842 yıldır<br />
tatilden dönemedi. 12<br />
NOTLAR:<br />
1 İ, Kaygusuz, Hünkar Hacı Bektaş Veli, Alev Yay,, Istanbul, 1998, s. 6-9.<br />
2 A, Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4. Basım, İstanbul-1985, s. 237.<br />
3 Vilayetname, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1990, s. 103.<br />
4 A, Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4. Basım, İstanbul, 1985, s. 239-40.<br />
5 Farhad Daftary, İsmailis, Their History and Doctrines, s. 204-216.<br />
6 V. V. Barthold, Çev. Prof. Dr. Dursun Yıldız, Türkistan, TTK Yayınları,<br />
Ankara, 1991, s. 472, 558, 560; dpnt. 385.<br />
7 Burada Fatımiler döneminden bir örneği, bizi yakından ilgilendirmesi<br />
dolayısıyla vermekte yarar var: X. yüzyılın başlarında, Rey kenti başkadısı<br />
olan Abul Cabbar Hamdani (936-1025), “Tathbit Dala’ il Nubuwwat”<br />
kitabında (s. 180) Kahire’yi ziyaret eden dai’ler listesinde Abul Vefa-ül<br />
Daylami adı geçmektedir. Bu kişi daha sonra Abul Vefa Bagdadi adıyla<br />
tanıdığımız (1100’lerde öldüğü bilinen, Mineyikli soyağacına göre Zeyd<br />
soylu (annesi Kürt) olan Abul Vefa olamaz mı?<br />
8 O, Turan, Türkiye Selçukluları Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, s. 106-108.<br />
9 Al Hamawi, al- Tarikh-i al-Mansuri, s.340. Ak. F. Daftary, İsmailis. s. 420.<br />
10 Hacı Bektaş Veli, Makalat, Haz. S, Aytekin, Ankara, 1961, s. 32, 36, 73.<br />
11 Makalat, s. 75.<br />
l2 Bu büyük gün için bkz. İ. Kaygusuz, Nizari İsmaili Devletini Kurucusu<br />
Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınları, İstanbul, 2004, s. 85-89.<br />
Aralık 2006 7
SERÇEÞME<br />
HEİDELBERG ÜNİVERSİTESİ’NDE YAPILAN BİRİNCİ ULUSLARARASI ALEVİLİK SEMPOZYUMU<br />
Tarihte Alevi Ocaklarının Rolü ve Geleceği<br />
Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu eski genel sekreteri Hasan<br />
Gazi Öğütçü Dede, Prof. Dr. Raoul Motika ve Dr. Robert<br />
Langer’in düzenlediği “Alevilerin Tarihine ve İnanç Dünyasına<br />
Yön Vermiş Ocak Düzeni ve Dedelik Kurumunun Tarihi, Kaynakları, Etnografyası<br />
ve Sosyolojisi” konulu Birinci Uluslararası Alevilik Sempozyumu,<br />
1-2 Aralık tarihlerinde Almanya’nın Heidelberg Üniversitesi’nde<br />
yapıldı.<br />
Strasbourg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Irénè Mélikoff ve Heidelberg<br />
Üniversitesi’nden Prof. Dr. Michael Ursinus’un himayesi altında toplanan<br />
sempozyumun birinci günü öğleden sonra AABF Dedeler Kurulu Başkanı<br />
Cafer Kaplan’ın okuduğu gülbeng ile başladı. Açılış töreninde Heidelberg<br />
Üniversitesi’nin Rektör Prof. Dr. Silke Leopold. Prof. Dr. Gregor<br />
Ahn, İslam Bilimcisi Prof. Dr. Michail Ursinus, Hamburg Üniversitesi<br />
Türkoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Raoul Motika, ve ABD’nin New York<br />
eyaletindeki Hofstra Üniversitesi’nden din tarihçisi ve sosyologu Prof.<br />
Dr. Markus Dressler konuşmalar yaptı. Ardından Faysal İlhan, Gürani<br />
Doğan ve Kemal Erarslan deyişler söyledi ve dede kızları Elmas Polat,<br />
Zeynep Sevim, Selver Çağlayan, Zehra Sevim, Zehra Çalışkan ve Ziynet<br />
Kutlu semah döndü.<br />
Recai Aksu<br />
Hasan Öğütçü konuşmasında sempozyumun amacının, Alevilerin<br />
tarihi, yazılı belgeleri ve tapınç törenleri üzerine uluslararası alanda yapılan<br />
araştırma ve incelemeleri kamuoyu ile paylaşmak olduğunu belirtti.<br />
Gelecekte Alevi ocakları ve tarihi üzerine daha geniş araştırmaları<br />
özendirmek istediklerini ifade ederek şunları söyledi:<br />
“Aleviliğin yazılı kaynaklara sahip olmadığı görüşü yanlış ve yanıltıcı.<br />
Anadolu’da köklü geleneğe sahip Şah İbrahim Veli ve Dede Kargın<br />
Ocaklarına ait tarihi belgelerin fotokopilerinin Heidelberg Üniversitesine<br />
verilmesi ile başlayan, geçtiğimiz yaz Heidelberg Üniversitesi<br />
ile Malatya bölgesinde yaptığımız alan araştırmasından sonra, Ocak<br />
ve Dedelik kurumu, Dedelere ait el yazmaları ve Ocakların geleceği<br />
üzerine aldığımız sempozyum kararını hayata geçirdik.”<br />
Kimler Katıldı<br />
İrene Melikoff’un sağlık nedenleriyle katılamadığı sempozyumun ikinci<br />
günü bildiri sunumlarına ayrılmıştı. Birinci oturuma İngiltere’nin Bristol<br />
Üniversitesi’nden Dr. David Shankland başkanlık etti. Bu oturumda<br />
New York’tan Prof. Marcus Dressler, “Çağdaş Dedelik: Uluslar arası<br />
Alevi Cemaatında Dinsel Otorite ve Ritüel Uzmanlığı”; Ankara’dan<br />
Hamza Aksüt, “Osmanlı Tarihinde Şah İbrahim Veli ve Dede Kargın<br />
Ocağı”; Londra’dan İsmail Kaygusuz, “Ocaklar Tarihinde Kutsal Bir<br />
Şahsiyet Olarak Hacı Bektaş Veli” konulu sunumları yaptı.<br />
İkinci oturumun başkanlığını Hollanda’nın Leiden Üniversitesi’nden<br />
Prof. Martin Van Bruinessen yaptı. Bu oturumda, Ankara’dan Dr. Mehmet<br />
Fuat Bozkurt, “Ocaklar ve Çeşitli Buyruk Gelenekleri’; Berlin’den<br />
Anke Otter-Beaujean, “Umuma Açık Kütüphanelerde Şeyh Safi Buyruğu<br />
Tarzında Metinler”; Heidelberg Üniversitesi öğretim görevlisi Johannes<br />
Zimmerman, “Osmanlı Ansiklopedi ve Lügatlerinde Alevi Ocak ve Dede<br />
Kavramları”; Heidelberg Üniversitesi’nden cand. phil. Janine Karolewski<br />
“Ocak, Dedeler ve Elyazmaları: Alevi Ayin-i Ceminin Yazımı ve Yayımı”<br />
konulu sunumlar yapıldı.<br />
Öğleden sonra yapılan üçüncü oturuma Heidelberg Üniversitesi’nden<br />
Dr. Robert Langer başkanlık etti. Bu oturumda İsviçre’nin Bern kentinden<br />
Dr. Hüseyin Ağuiçenoğlu, “Alevi Dedelerinin Dil ve Etnik Kimlik<br />
ve Aşiret Sisteminin Rolü”; Dr. David Shankland, “Batı ve Orta<br />
Anadolu’daki Dedelik”; Fransa’nın Lille kentinden Dr. Elise Massicard,<br />
“Cumhuriyet Döneminde Ulusoy Ocağı: Soya Dayanan Dinsel Otorite<br />
ve Dönümüş Çalışmaları” konulu sunumları yaptı.<br />
Dördüncü oturuma Prof. Markus Dressler başkanlık yaptı. Bu oturuma<br />
İstanbul’dan Dr. Ali Yaman, “Yakın Tarihte Ocak Sisteminin Gelişmesi”;<br />
Dicle Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Taşgın “Kentsel Dedelik<br />
ve Ocak Sistemi: Gaziantep’te Bir Din Sosyolojisi Araştırması”;<br />
Giessen’nden Dr. Beatrice Hendrich, “Alevilikte Cinsiyet ve Din Uzmanlığı”<br />
konulu sunumlar yapıldı.<br />
En son yapılan tartışma bölümünü Hamburg Üniversitesi Türkoloji<br />
Bölümünden Prof. Dr. Raoul Motika yönetti. Bu bölümde Hasan Gazi<br />
Öğütçü, “Çağdaş Bir Kurum Olarak Ocak”; İsmail Kaplan ve AABF<br />
Eğitim sorumlusu İsmail Kaplan, “AABF Modeline Göre Dede Eğitimi”;<br />
ve Dr. Robert Langer tartışmaya temel olan sunumları yaptılar.<br />
8 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇEÞME<br />
SEMPOZYUMA KATILAN YABANCI ARAŞTIRMACILARIN SUNDUKLARI BİLDİRİLERDEN ÖZETLER<br />
Cumhuriyet Türkiye’sinde<br />
Ulusoy Ailesi<br />
Elise Massicard<br />
Hacı Bektaş soyundan gelenlerin cumhuriyet<br />
Türkiye’sinde Alevilik içerisindeki gelişimi ele<br />
alan Massicard, “Ulusoy ailesi dini otoritesini<br />
keramet ya da müstesna bir inayet olarak değil,<br />
daha ziyade taşınması güç bir sorumluluk<br />
olarak görmektedirler.” diyerek Çelebi/Ulusoy<br />
ailesinin dini otorite, itibar ve nüfuz kaybettiğini<br />
belirtiyor. Bunun toplumsal süreçlerle<br />
bağlantılı olduğunu belirtiyor:<br />
“Çelebi ailesinin durumun etkileyen ana<br />
hadise 1925 tarihinde tarikatların ve dolayısıyla<br />
Bektaşi tarikatının kapatılmasıdır.”<br />
Ancak ailenin dini fonksiyonunun gayrı<br />
resmi olarak devam ettiğini belirten Massicard,<br />
aile içinde çıkan sorunların dini otoritenin parçalanmasına<br />
etkide bulunduğunu belirtiyor.<br />
“Anlaşmazlığın temelinde ruhani liderlikle<br />
ilgili miras kuralları sorunu yatmaktadır:<br />
Veliettin Çelebinin haleflerine göre yalnızca<br />
bir mürşidin oğulları mürşit olabilirler.<br />
Ahmet Çelebi’nin haleflerine … ailenin en<br />
yaşlı erkeğinin mürşit olması gerektiğini<br />
savunan ikinci bakış açısı … geçerli görünmemekte.”<br />
Ailenin durumunu etkileyen diğer süreç<br />
siyaset. 1950 sonrasında Aleviler Ulusoyların<br />
otoritesini tanıyordu, bu oya dönüştürülebilirdi.<br />
Bu da aileyi siyasi partiler için çekici kılıyordu.<br />
Aileden bazıları farklı siyasi partilerden<br />
aday oldu ve seçildi. “Hatta bazen birbirlerine<br />
karşı aday bile oldular” diyen Massicard şöyle<br />
devam ediyor:<br />
“1960’lı yılların sonlarında Türkiye Birlik<br />
Partisi’nde (TBP) … bir aile stratejisinin<br />
izleri görülmektedir. ... O zamanlar mürşit<br />
olan Feyzullah 1966’da partinin kurucuları<br />
arasındaydı; partinin ilk katıldığı 1969 seçimlerinde<br />
Ulusoy ailesinden aday olanlar<br />
dörtten az olmayıp her biri kendi seçim bölgesinde<br />
liste başında yer almış ve dördünden<br />
üçü de seçilmişti. Ancak bu mutabakat<br />
üzün sürmedi. 1969’da seçilen parlamento<br />
açık bir çoğunluk çıkaramamış ve TBP sekiz<br />
milletvekili ile stratejik hakem rolüne<br />
bürünmüştü. 1970’de Demirel hükümetinin<br />
güvenoyuna ihtiyacı vardı. Yeni seçilen<br />
solcu TBP’nin yönetimi ve mürşit Feyzullah<br />
güvenoyu vermemişlerdi. Ancak parti<br />
içerisinden beş milletvekili -bunlardan üçü<br />
Ulusoy ailesinden seçilmiş olan milletvekilleriydi-<br />
hükümete güvenoyu vermişlerdi.<br />
Bu da milletvekillerinin parti disiplinine<br />
aykırı davranmaktan dolayı partiden uzaklaştırılmalarını<br />
beraberinde getirmiştir. Bu<br />
yeterli görülmemiş, bu milletvekilleri …<br />
ağır bir dini ceza olan ‘yol düşkünü’ ilan<br />
edil mişlerdir.”<br />
Bu değerlendirmenin ardından Massicard,<br />
sürecin sonucunu şöyle özetliyor:<br />
“Bu politik düzenleme aile içerisinde tartışmalara<br />
ve anlaşmazlıklara, dışardan ise<br />
sert eleştirilere kısaca aile otoritesinin zayıflamasına<br />
neden oldu.”<br />
Sonuç bölümünde “Ulusoy ailesinin bugünkü<br />
dini otoritesi ne durumdadır?” sorusunu<br />
Massicard, şöyle yanıtlamaktadır:<br />
“Alevilerin çoğu Ulusoylara daha eleştirel,<br />
ama saygıyla bakmaktadırlar. ... Bugün<br />
Ulusoy ailesi 1960’lı yıllarda Alevi hareketinde<br />
üstlendikleri rolden daha az önemli<br />
rol oynamakta. ... Veliettin Hürrem’in 2006<br />
Ağustos’unda Hacıbektaş’ta Cem’e katılması<br />
kuraldan ziyade istisnadır. Ulusoy ailesi<br />
... ne Alevi hareketinde ne de Alevilikteki<br />
dini merasimlerde bir birliğin oluşması<br />
konusunda sözünü geçirebilmiştir. 90’lı<br />
yıl ların başlarında Alevi `törenleri ve Alevi<br />
hareketi içinde dini otorite konusunda<br />
söz sahibi olmak üzere kurulması denenen<br />
aile vakfı ise iç çatışma ve hizipleşmelerden<br />
dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. ”<br />
Cem Ayininin Yazıya<br />
Geçirilmesi<br />
Janina Karolewski<br />
1950’li yıllara kadar Alevi cem ayininin yapılışı<br />
ile ilgili bilgiler sözlü, yazılı ve mimetik<br />
olarak aktarılarak korunmuştur. Törensel metinler<br />
ezberlenerek, törensel hareketler ise mimetik,<br />
yani törende görülen davranışları taklit<br />
ederek, aktarılmıştır.<br />
Köy topluluklarının çözülmesiyle, genç<br />
nesiller ile eski nesillerin ruhani kişileri arasındaki<br />
bağlantı kopmuştur. İşleyen rivayet<br />
zinciri kopmuştur.<br />
İlke kez Malatya, Hekimhan, Bıcır köyünde<br />
yaşayan iki dede dini bilgilerini Latin harflerine<br />
aktarmıştır. Bu çalışmada 1953 ve 1955<br />
yıllarında yapılan ayinlerin akışı yazılı olarak<br />
tarif edilmiş. Buyruk metinlerinde olmayan<br />
nefesler ve dualar ayinin akışı içerisinde yazıya<br />
dökülmüştür.<br />
Günümüzde Alevi topluluğunun söylenceleri<br />
yazıya dökmekte ve sözlü aktarım arka plana<br />
itilmektedir. Bu yolla buyruk metinlerinden<br />
farklı yeni bir metin türü ortaya çıkmaktadır.<br />
Dedelerin kayıtlarına göre 1950’li yıllarda<br />
Alevi törenlerinin görgü işlevini devam ettirmeye<br />
ve korumaya çalışıldığı söylenebilir.<br />
Artık böyle bir şeyi düşünmek olanaksızdır,<br />
çünkü geleneklerde bir kopma yaşanmıştır ve<br />
bugünkü sosyo-ekonomik koşullar elverişli<br />
değildir.<br />
Daha 1950’1i yıllarda farklılaşan sosyoekonomik<br />
şartlarda Alevi öğretisini aktarma<br />
yönteminin devam edemeyeceği anlaşılmış ve<br />
farklı arayışlara girilmiştir.<br />
Çağdaş Alevilikte Dedelik<br />
Markus Dressler<br />
Geleneksel Alevi cemaatinde dedeler dini ve<br />
sosyal yaşamı düzenleme yetkisine sahipken,<br />
80’li yıllara gelindiğinde siyasi ve toplumsal<br />
gelişmeler dedelerin bu rollerinin aşınmasına<br />
yol açmıştır. Güdülen laiklik politikası dedelerin<br />
geleneksel toplumsal rolünü etkilemiş, esas<br />
neden ise sosyo-ekonomik gelişmeler olmuştur.<br />
20 yüzyılın ortalarında şehre göç hareketi<br />
Alevi toplumunun sosyal yapısını değiştirmiş,<br />
bu koşullar dede talip ilişkisinin çözülmesini<br />
beraberinde getirmiştir. Aynı zamanda 60’lı ve<br />
70’li yıllarda Aleviler arasında yükselen solculuk<br />
dalgası dedeleri ve dedeliği sömürgeci<br />
sistemin feodal temsilcileri olarak görmüş, bu<br />
da dedelik itibarının yitirilmesinde önemli bir<br />
rol oynamıştır.<br />
Bunlar olurken şehirlerde bir Alevi orta sınıfı<br />
oluşmuştur. Alevi toplumunda geleneksel<br />
hiyerarşik düzenin ortadan kalkarken, daha<br />
sonra Aleviliğin yeniden canlanmasına önayak<br />
olacak yeni bir Alevi seçkinleri tabakası oluşmuştur.<br />
Aleviliğin yeniden uyanışıyla beraber<br />
dedeler yeniden saygı kazanmaya başlamış; geleneğin<br />
taşınması ve Alevilik uygulamalarının<br />
diriltilmesinde onlara yeni bir pay ve önemli<br />
bir görev düşmüştür.<br />
Bugün şehirlerde oluşan yeni Alevi topluluklarında<br />
dedeler geleneksel bağları aramadan<br />
görevini yerine getirmektedirler. Dede<br />
otoritesinin merkezi bugün ayin-i cemdir, ama<br />
diğer sosyal ve toplumsal temsil işlevleri sınırlanmıştır.<br />
Yeni Alevi seçkinleri ise Alevi kuruluşları<br />
ve medya aracılığıyla bu temsil rolünü<br />
üstlenmektedirler. Ayin-i cem gibi dedelik görevlerini<br />
kendi kendilerine öğrenen çok sayıda<br />
dede bulunmaktadır. Bu sorunu çözmek için<br />
cem el kitapları yayınlanırken, çağdaş Alevilikte<br />
dedeliğin yeni formları ve dedelik eğitimi<br />
üzerine tartışmalar devam etmektedir. Modernlik<br />
yanlısı Aleviler, dedelik kurumunun<br />
hayatta kalabilmesi için tüm merasim ve ayinlerin<br />
merkezileşmesi ve homojenleştirilmesi<br />
gerektiğini savunurken, gelenekçiler bunun<br />
Aleviliğin zenginliğini ve çoğulculuğu öldüreceğini<br />
savunmaktadırlar.<br />
Değişen Dede-Talip İlişkisi<br />
David Shankland<br />
İngiliz araştırmacı David Shankland, tebliğini<br />
şöyle tanıtıyor:<br />
“Aleviliğin kalbi olan … dedeliğin soydan<br />
geliyor olması eskiden olduğu kadar bugün<br />
de Alevilik için önemli bir sorun olarak görülüyor.<br />
Aleviliğin geçirdiği değişim, toplum<br />
üyelerinin dedeliğin doğuştan kazanılan<br />
bir makam olmasını kabul etmeye ne<br />
kadar hazır oldukları ile doğrudan alakalı.<br />
Belli ki bu meselenin özellikle Avrupa’da,<br />
Aleviliğin nasıl idare edileceği ve öğretileceği<br />
üzerine büyük etkisi olacak.”<br />
Modernleşme ile aileden gelen makamların<br />
yerlerini öğrenim ve eğitimle kazanılan<br />
konumlara bırakması gerektiği düşünülür diyen<br />
Shankland, tebliğine esas olan verilerin iç<br />
Anadolu’nun doğusundaki bir Alevi topluluğu<br />
üzerine yaptığı saha çalışmasından derlendiğini<br />
ve bu verilerin Türkiye’nin geneli için ne<br />
kadar geçerli olduğuna karar vermenin güç olduğunu<br />
vurguluyor.<br />
Dedelerin önce köy toplumundaki rollerine<br />
değiniyor. “Sadece dede soyundan gelenler<br />
Aleviliğin ilkelerini öğretebildiğine göre onlar<br />
dini önderler, ama rolleri bundan ibaret değil.”<br />
diyen Shankland şunları belirtiyor: Köy içinde<br />
Alevi kültürü bir bütünlüğe sahip; Alevi birey<br />
bir dedeyi takip ediyor, yolu seçiyor, belli kurallara<br />
göre davranıyor, Aleviliğin prensiplerini<br />
takip ederek yaşıyor. Ama şehirlere taşınma<br />
ile hayat tarzında değişiklikler ortaya çıkıyor.<br />
Geleneksel örf ve adetlerin uygulanması azalıyor;<br />
cem törenine katılım azalıyor; Dede ile talip<br />
arasındaki ilişki değişiyor; dede taliplerine<br />
önceki kadar yakın olamıyor.<br />
Köylülerde baskın fikir dedenin soydan gelmesib<br />
Okula gitmenin tek başına dede olmak<br />
için yeterli olmayacağı oldu. Dernekleşmeyi ve<br />
Almanya’da Aleviliğin okullarda öğretilmesine<br />
karşı değiller, aksine buna olumlu bir gelişme<br />
olarak görüyorlar. Böylece bir paradoksa<br />
ulaşmış oluyoruz; Aynı topluluk hem herkese<br />
açık olan bir inanç sistemi istiyor, öte yandan<br />
soydan gelen dini önderliği tercih ediyor.<br />
Aralık 2006 9
SERÇEÞME<br />
Bremen Alevi Evi Derneği Kuruluş Yıldönümü Paneli<br />
Bremen Alevi Evi Derneği’nin, 8 Aralık Cuma günü yapılan<br />
Kuruluş Yıldönümü Panel’ine konuşmacı olarak Londra’dan araştırmacı-yazar İsmail Kaygusuz davetliydi.<br />
İsmail Kaygusuz’un yaptığı “Alamut (Nizari) İsmaililiği ve Anadolu’da Yaşayan<br />
Alevilikle İlişkileri-Etkileşimi” konulu sunumun metni Alevi Akademisi internet sitesinde okunabilir:<br />
<br />
BREMEN ALEVİ EVİ DERNEĞİ’NİN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ PANELİNDE DERNEĞİN POST DEDESİNİN YAPTIĞI KONUŞMA<br />
Giriş Gülbengi<br />
Cümlenizin cemaline aşk-ı muhabbetimle, Gerçeğin demine Hü!<br />
Dil benden himmet cemalinizden, destur ve nefes pirimden ola!<br />
Meydanımız, gönüllerimiz ve zihinlerimiz,<br />
Ehli-Beyit nuru ile aydın ola!<br />
Cümle art niyetler ve şerler aramızdan def ola!<br />
Muhabbetimize kırkların, birlik ve beraberlik ruhu mihman ola!<br />
Kelama gelen cümle canların ilhamları, insan sevgisi,<br />
iyi niyet, hoşgörü ve dostluktan yana, dolu ola!<br />
Gerçeğin demine Hü!<br />
Değerli canlar,<br />
Alevilik, teolojik anlamda, gnostik bir inanç biçimidir, yani gerçeği<br />
semavi dinlerde olduğu gibi dogmatik kurallarla değil, kutsallaştırdığı-mistik<br />
değerlerini, bir bilgisellik süreci içinde algılayıp yorumlayan<br />
evrensel bir öğretidir. Bir başka söyleyişle inanç ile bilginin harmanlanmasıdır.<br />
Dün akşam Dedemiz, Cem erkânı ile inancımızın yüce değerleriyle<br />
gönüllerinizi nurlandırdı. Bu akşam ise değerli misafirlerimizin, aydınlarımızın<br />
ve bilim adamlarımızın bize sunacakları eğitim semineri bizler<br />
için bir aydınlanma erkânı.<br />
Değerli konuklarımızın anlatacakları konulara uygun olarak ben de<br />
bilgim, görgüm ve yeteneğim ölçüsünde bir gönül hizmetinde bulunmaya<br />
çalışacağım.<br />
Bu niyetle, kendi inanç ve kültürüne dönme, sahip olma ve onu çağımız<br />
toplumu şartlarında yaşamak isteyen Aleviliğin ve özel olarak bizim<br />
camiamızın bu yıl içinde yaşadığımız sorun ve sıkıntılara derman<br />
olması dileğiyle, inanç ve kültürümüzün en yüce değerlerinden biri olan<br />
gönül olgusunu, sizinle paylaşmak istiyorum.<br />
Önce gönül olgusunun Alevi inanç ve kültürü içindeki farklı alanlarından<br />
ve farklı boyutlarından örnekler sunmaya çalışacağım. Sonra<br />
zâhiri ve bâtıni anlamını, tarihsel süreç içinde oluşum özelliklerini ve en<br />
sonunda da bu değerin güncel önemine değinmeye çalışacağım.<br />
Gönül Olgusunun Alevilikteki Yeri<br />
Bana göre Alevi inanç ve kültürünün geçerli tariflerinden biri de, Aleviliğin<br />
bir gönül yolu olduğudur...<br />
Alevilik tabular, yasaklar ve cezalandırmalar gibi dogmatik kurallarla<br />
sınırlı bir inanç değildir. Alevilik, hem inanmada, hem elvermede<br />
hem de ikrarlarda kişinin özgür iradesini temel alan, bir gönül kararıdır.<br />
Bu nedenle, “yol bir, sürek bin” diyoruz. Bu özgür irade ve gönül kararı,<br />
Aleviliği bir inanca benzetmeye çabalayan asimilasyoncu, şeriatçı yaklaşımlara<br />
bir cevaptır.<br />
Gönül, Alevilikteki tüm erkân kapılarının anahtarıdır. Cem’i yürütecek<br />
olan Dede, posta oturmadan önce cemaatten gönül rızalığı ister.<br />
Cem’de ibadet erkânına girilmeden önce, Dede cemaate katılan canların<br />
Bir Gönül Hizmeti<br />
Dr. Hüsnü Kaya Dede<br />
gönül birliğini sorgular. Cem’de söylenen nefes, deyiş ve duvaz-ı imamlar<br />
gönül yolunun gereklerini, değerlerini dile getirerek, çaresiz, umutsuz<br />
ve zayıf canlara güç verirler. Bu yolda kırılmış ve incinmiş gönülleri<br />
yüceltmeye çalışırlar. Dede’lerinin erkânlarda söyledikleri tüm gülbenglerin<br />
ortak dili, gönül yüceliğini işler:<br />
“Dâr çeken gönüller didar görsün,<br />
Gönlün, gönül yolundan ayrı düşmesin<br />
Canınız sağ, gönlünüz yüce olsun”<br />
Dede bir gönül mimarı olarak, Cem’e katılan canların gönüllerini<br />
zenginleştirir. Buna Cem’de gönüllerin aydınlatılması ve nurlanması denir.<br />
Tüm erkânlarda alınıp-verilen ikrarların amacı da canlar arası gönül<br />
birliklerini kurmak, denetlemek ve geliştirmektir. Bu sayede kişiye sosyal<br />
ve kolektif bilinç kazandırılır. Bu anlamıyla gönül, Alevi bireyinin<br />
kişilik edinmesinde bir toplumsallaşma aracıdır.<br />
Alevilikte gönül, mistik anlamda kutsal saydığımız değerlere bir<br />
mekân teşkil eder. Alevilik, Tanrı’yı insanın üstünde ve dışında değil,<br />
onun gönlünde arar.<br />
Gönül olgusunun zengin bir şekilde işlendiği bir diğer alan Alevi<br />
inancında, bireysel ve toplumsal yaşamın davranış normlarını belirleyen,<br />
Alevi etiği veya edep-erkân dediğimiz ahlaki yaşam alanıdır.<br />
Bu yüzden bilen kişi için gerek günlük ilişkilerde, gerekse erkânlarda<br />
gönül kırmak suç kabul edilir. hatırlayacağınız gibi, Erkânlarda, Dede<br />
cemaate sorar, “Kırdığınız, incittiğiniz bir can var mı?” ya da “Kırılmış<br />
ve incinmiş gönüller varsa, bile gelsin, dile gelsin!” Gönül kırmak suç<br />
sayıldığı gibi, inançsal anlamda da günah kabul edilir. 12 İmam Matem<br />
Döneminde gönül kırmak, günahtır ve niyetin son bulmasına sebeptir.<br />
Gönül olgusunun çok zengin işlendiği bir alan da ozan-deyiş geleneğidir.<br />
Çalıp söyleyen her ozan ve âşık, gönül olgusuyla kutsiyetlerini,<br />
hakkını, sitemini, özlemlerini ve mesajlarını dile getirmişlerdir. Bu<br />
yüzden, içinde gönül kelimesi geçmeyen çok az Alevi deyişi vardır. Bu<br />
deyişlerden bazıları, hemen her kesin ezber bildikleridir.<br />
Ozan-deyiş geleneğinde işlenen gönül olgusu, yasaklar altında yaşamak<br />
zorunda bırakılan, yazılı anlatım şansı bulamayan Alevi inanç-kültürünün<br />
bir türlü yakılıp yok edilemeyen kütüphanesidir; asimile edemedikleri<br />
hafızasıdır ve denetleyemedikleri gizli iletişim yollarıdır.<br />
Bu özelliklerinden dolayı gönül yolu ve gönül bilgisi, Aleviliğin olmazsa<br />
olmaz inanç dinamiklerinden biridir.<br />
Gönül Olgusunun Zâhiri ve Bâtıni Anlamı<br />
Önce bir açıklamayı gerekli buluyorum. Ben konuya inandığım, bildiğim<br />
gibi bir yorum getirirken, bunların mutlak doğru olduğu şeklinde bir<br />
yanlış anlaşılmaya yol açmamasını dilerim.<br />
Gönül olgusu, zâhiri tanıtım ve anlam itibariyle insanın duygusal yaşamının<br />
bir işlevidir, yani, tamamen öznel bir olgudur. İnsan vücudunda<br />
ne anatomik ne de fizyolojik anlamda bu işlevi yapan belli bir organ veya<br />
10 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇEÞME<br />
fonksiyon yoktur. Ancak bu biyolojik gerçeğe rağmen gönül, çok farklı<br />
coğrafyalarda ve kültürlerde insanlar tarafından bir olgu olarak dile gelmiştir.<br />
Alevilik dışındaki inanç ve kültürlerde dile gelen gönül, aşk olarak<br />
nitelenen duygusal ilişkilerin özlem ve sitemleri olarak dile gelir. Alevilikte<br />
işlenen gönül, bir çok alanı, anlamı ve söyleyiş biçimini kapsayan<br />
derin, mecazi, gizemli ve bilgi yüklü bir zenginlikte işlenir.<br />
Bâtıni anlamda gönül insanda mistik, etik ve gizemli bir mekândır.<br />
Bu mekân vücudun belli bir yerinde değil, geometrik şekli üçgen olan<br />
bir alandır. Bir köşesi nişanı akıl olan beyinde; bir köşesi sembolü sevgi<br />
olan kalpte; bir köşesi ise anlamı iman olan vicdan-terazisindedir.<br />
Mekân olarak gönül hem bu üçünün birliğidir, hem de bunların ahenkli<br />
bir harmonisidir.<br />
<strong>Sayı</strong>, alan ve geometri gizeminden anlayanlar bilir ki bu düzen, zannedildiği<br />
gibi tesadüfü olmayıp, belli nesnel gerçekliği anlatan gizemli<br />
bir mirastır. Gönül denen, akıl, sevgi ve iman üçlemesinin tarihsel oluşum<br />
sürecine, Aleviliğin gelişim sürecine paralel olarak, bu üçlemeyi<br />
oluştukları sıraya göre doğrulayan süreçlerin olduğuna şahit oluruz.<br />
Ìnanç tarihinde ilk defa Ehli-Beyit kökenli Mutezile taraftarları, o<br />
güne kadar geçerli olan mitolojik tanrı, evren ve insan anlayışına karşı,<br />
inançta bilgiyi ve aklı önde tutan bir anlayışla şunları söylerler:<br />
Tanrı, üstümüzde, dışımızda, korku verici, cezalandırıcı şekli şemali<br />
olan bir varlık değildir, O, her şeyi yaratan bir cevherdir, bir ışıktır, bir<br />
nur’dur. Bu cevher her varlıkta var, amma aynı oranda değil, en çok insanda.<br />
Bu yüzden gerçeği ancak insan idrak edebilir. Tanrısal özü insanda<br />
idrak eden bu cevher, akıldır, yeri de beyindir.<br />
Aynı şekilde Tanrının insanları alın yazıları ile yaratıp; bu alın yazılarına<br />
göre yaşamak zorunda olan insanı öbür dünyada, yargılaması<br />
diye bir şey olamaz. O dönemlerde İslami düşüncenin en gelişmiş merkezi<br />
olan Basra’da, başını Hasan Basri’nin çektiği bu anlayışa karşı çıkan<br />
Ìmam Hasan soyundan olduğu bilinen Vasıl bin Ata’nın, Tanrı, insan,<br />
alınyazısı, günah ve cezalandırma konularındaki söylemleri özellikle<br />
Ehli-Beyit ve hariciler arasında geniş taraftar bulur. Vasiliye veya Mütezile<br />
ekolü olarak bilinen bu anlayış ve taraftarlar Karmati toplum düzeninin<br />
inanç felsefesini de etkilemiştir.<br />
Basra’da başlayan bu anlayış, daha sonra Mısır’da kurulacak olan ismailli<br />
Fatımililerin fikirleri ile daha da zenginleştirilerek, Südur-teorisi<br />
ve Kâmil-insan anlayışına varır. Bu dönemin özelliği, o güne kadar yalnız<br />
duygu ile ifade edilen mitolojik inanç anlayışına karşı, inançta aklın<br />
hem mistik bir kudret olduğu, hem de bu cevherin ancak gerçeği idrak<br />
edebileceğini savunan bir anlayışın ortaya çıkmasıdır.<br />
Basra ve Mısır’da bu gelişmeler olurken, Horasan’da komşu bulundukları<br />
Hint ve Budist düşüncelerden esinlenen Hz. Ali taraftarları arasında,<br />
İslamın mitolojik tanrı-insan ve evren anlayışına karşı Melameti<br />
temelli, sufi derviş akımları gelişir. Bunlar da, tanrının insanların üstünde<br />
ve dışında olmadığını; tanrı denen şeyin her şeyin içinde olan ilahi<br />
bir nur olduğunu; bu nurun insanın zikrinde ve eylemlerinde olduğunu;<br />
insan bu nura zikr ettiği ve hizmet ettiği zaman onu kendi cemalinde<br />
biriktirerek onunla bir olur: Mansur’un En el Hak demesi bu gerçeğin<br />
bir yaşanma örneğidir.<br />
Bu inanış ve düşüncedeki sufi dervişler, farklı yörelerde ve farklı<br />
zamanlarda, Yesevi, Kalenderi, Haydari ve Vefai dervişleri olarak,<br />
Anadolu’ya gelmeden önce Horasan erenleri, Anadolu’ya gelişten sonra<br />
Rum erenleri veya Anadolu erenleri olarak bilinirler.<br />
Böylece Basra’daki akıl yoluna Horasan’da sevginin yeri kalp (yürek)<br />
olan melamet aşkı eklenir.<br />
Gönül bilgisinin oluşumunda önemli bir durak da Alamut’tur. Hasan<br />
Sabah kuramında işlenen gönül bilgisi sayesinde, insanlar ölümün korkusunu<br />
yenerek, iman ve cesaret sayesinde tek insanların neleri yapabileceklerin<br />
örnekleri bilenlere malumdur.<br />
Bu süreçleri, gelişmeleri harmanlayan, yeni bir senteze kavuşturan<br />
son durak ise Anadolu Alevi-Bektaşi Tasavvufu olacaktır. Bu dönemdeki<br />
gönül bilgisine geçmeden bu zamanların Piri Yunus’u dinleyelim:<br />
Çalış, kazan, ye, yedir<br />
Bir gönül ele getir<br />
Bir gönül ziyareti<br />
Bin Kabe’den yeğrektir<br />
Yunus Emre der Hoca,<br />
Gerekse bin var Hac’ca<br />
Hepsinden iyi<br />
Bir gönülle girmektir.<br />
Bu süreç, düşünen ve söylenenlere, eylem denilen, davranış-disiplininin<br />
eklenmesidir. Temel içerik, bilineni içe kapanıp,derin anlamak; bu<br />
sayede cemalindeki tanrısal özü fark etmek; davranışlarını buna odaklayıp,<br />
bu öz adına gönül hizmetinde bulunmak; bunun verdiği derin sevgi<br />
ve haz ile dolarak, ermişliği yakalamaktır. Bu, tasavvuf ehli için ermişliğe<br />
varan meditatif ibadet disiplinidir. Bu aşama da dergâh bir kurumlaşma<br />
dönemidir. Bu aşamada mana aleminin gizemi, dergâh bilgi ve<br />
disiplini içinde geliştirilir.<br />
İnsan önce kendi vicdan terazisinde, kendini tanımalı. Bu aşamaya<br />
“gönül kapısını aralama” denir. Sonra, insan aklını ve inancını kullanarak<br />
gerçek denen şeyin ne olduğunu araştırmalı. Buna sezgi aşaması<br />
denir. Bundan sonra da kendini bilmiş bir şekilde imamını, sezgisini ve<br />
aklını kullanarak gerçeğe varır. Buna da ariflik, kâmillik veya ermişlik<br />
safhası denir. Dört Kapı, Kırk Makam, bu evrede gönül üzerine kurulu<br />
içeriklerin öğrenme disiplini ve ibadetinin uygulama alanındaki basamaklarıdır.<br />
Eğer anlatabildimse, Aleviliğin tarihsel oluşum süreci içinde, gönül<br />
bilgisinin yeri olan.beyin, kalp ve iman tahtasının, gönül bilgisindeki<br />
oluşum sırasını ve bunların birbirlerini nasıl tamamladıkları hakkında<br />
bilgilendirmeye çalıştım.<br />
Gönül Bilgisinin Güncel Gerekliliği ve Önemi<br />
Şuna kesinlikle inanıyorum ki Alevilik geliştikçe, gelecekte gönül bilgisi<br />
üzerine çok şeyler yazılıp söylenecektir.<br />
Her insan kendini, mayalandığı toplumun inanç-kültürü ile bireysel<br />
edinmelerin odak noktasında bulur. Alevi bireyi olarak bizim de mayalandığımız<br />
gönül bilgisini, inanç kültürünün gerçek mistik değerlerini<br />
doğru tanıyıp, algıladığımızda insan olarak içinde bulunduğumuz toplumsal<br />
yaşamda daha dengeli ve mutlu olacağımıza inanıyorum.<br />
Gönül bilgisini öğrenmek ve onu yaşam pratiğine geçirmek Alevi<br />
inançlı bireyler için kişiliklerini inanç yolu ile yüceltme anlamında bir<br />
eğitim yoludur. Gönül bilgisi, bütünsellik ve farkında olma boyutunun<br />
birlikte yaşandığ<br />
ı ve işlendiği bir meditasyondur. Gönül bilgisinin kavranması Alevi<br />
hareketinin içinde bulunduğu kısır tartışmalara, kişisel çekişmelere ve<br />
yöresel-geleneksel anlayışlara karşı bir dermandır. Gönül bilgisi, canlar<br />
için bir aydınlanma, nurlanma gerekliliğidir. Gönül bilgisi, bir yol gerekliliğidir.<br />
Benim kısaca sunmaya çalıştığım gönül bilgisi, tarihsel gelişimi,<br />
felsefi gizemi, mistik içeriği, meditatif ibadet boyutu ve psiko-sosyal<br />
kimlik edinmedeki önemi açısından bir deryadır. Araştırdıkça beni hayranlık<br />
içinde bırakan noktalardan bir tanesi, diğer inanç ve kültürlerden<br />
çok farklı ve çok önce inancımızda bu kadar gizemli, zengin ve derin<br />
bilginin var oluşudur.<br />
Bir dede olarak ceddim bana gönül bilgisi gibi bir hazinemizin var olduğunu<br />
bana ayan etmiş, amma şu andaki kerametim ve nefesim bu hazineye<br />
yalnız başına varmaya yetmiyor. Amma şunu seziyorum, oldukça<br />
derinlerde olan bu mirasa, bu hazineye tek tek kişilerin değil, bu yolla<br />
gönüllü niyet ve hizmet etmeye hazır canların ortak çaba ve birliklerin<br />
varacağına inanıyorum.<br />
Bilgim, yeteneğim ve zamanım ölçüsünde, size bir gönül hizmetinde<br />
bulunmaya çalıştım. Bu niyetle hizmet etmeyi arzularken, anlatım ve<br />
üslubumda oluşmuş kusur ve eksiklerimin cemalinizce hoş görülmesini<br />
dilerim.<br />
Cümlenizin öncelikle beni dinleme sabrını, doğru olarak kabul ettiğiniz<br />
gerekleri yerine getirme niyet ve hizmetini Hak yolunda bir hizmet<br />
kabul ediyor, bu niyet ve hizmetinizin Pir-Rehber-Gönül defterine kaydını<br />
Hak-Muhammet-Ali yolunun Divanından ve Dergâhından kabulüne<br />
dua ederim,<br />
Bitiş Gülbengi<br />
Dert, tasa ve sıkıntı içinde olan canların gönülleri<br />
Hak evliyalardan derman bula,<br />
Erenler, ulular, mürşit ve pirler, gönül yolunda kusur ve<br />
eksiklikleri olan canların günahlarını af eyleye,<br />
Yolunuz, inancınız ve ikrarlarınız Hak-evliyaların didarından, Ehli-<br />
Beytin katarından ve didarından, Mansur’un dâr’ından<br />
ve didarından ayrı düşmeye,<br />
Nuri cihanın mürşidi Ali’nin piri İmam Hüseynin,<br />
Bektaşi Veli’nin ve Ana Fatma’mızın<br />
erdem ve şefaatleri iki cihanda üzerinizde<br />
hazır ve nazır, daim ve kaim ola,<br />
Cümlenizin canı sağ, alnı ak, yüzü güleç, şansı açık ola<br />
Gönüllerinizden insan sevgisi, iyi niyet, hoşgörü,<br />
birlik ve beraberlik aşkından eksik olmaya<br />
Yolunuz gönül yolundan ayrı düşmeye cümlenizin gönüllerine<br />
aşk-ı niyazımla,<br />
Gerçeğin demine Hüüü....<br />
Aralık 2006 11
Kaç seçim öncesidir böyle oluyor: Aleviler yine savruluyor.<br />
Üstelik bir önceki, daha önceki seçim dönemlerinde<br />
yaşanmış olanlardan dersler çıkarmadan, aynı şeyler<br />
yeniden yeniden yineleniyor. Yalpalama savrulmaya<br />
dönüşüyor. Alevi kurumlar sarsılıyor, onulmaz yaralar<br />
açılıyor. İç kanama, oksijen çadırını işaret ediyor.<br />
Yine deneylerden biliyoruz ki seçim fırtınası geçince,<br />
hava sakinleşecek, sular durulacak, taşlar yerine oturacak,<br />
yaralar sarılacak. Ama izleri de kalacak.<br />
Birlik Partisi, Barış Partisi deneylerini, en sağdan en<br />
sola siyasi parti kapılarını aşındırma olgularını, örtülü<br />
ödenek hikâyelerini de anımsadığımızda; “Bu neden<br />
böyle?”, sorusunu sormadan edemiyoruz.<br />
Gerçekten de bu neden böyle?.. Aleviler neden siyaseti<br />
beceremezler?.. Neden birbirlerine düşerler?.. Neden<br />
burjuva politikacılarının elinde oyuncak olurlar?.. Neden<br />
kendilerine büyük misyonlar, vizyonlar vehmederler?<br />
Neden siyaset alanında kuralları, kurumları, gelenekleri,<br />
mirasları yoktur?..<br />
Çünkü köylüler.<br />
“Köylü” sıfatını küçümseyici bir anlamda kullanmıyorum.<br />
Köyde doğmuş olan, köyde yaşamakta olan<br />
anlamında kullanmıyorum, bir zihniyet, “bir anlayış,<br />
algılayış, hayata bakış” anlamında kullanıyorum. Ve<br />
böyle tanımladığımda da hem kaderci, teslimiyetçi, tanrıcı,<br />
gelenekçi, hem de çıkarcı, kurnaz, günübirlikçi bir<br />
değerler sisteminden söz ediyorum.<br />
Bu anlamda yaşamakta olduğumuz yerleşim biriminin hangi coğrafyada<br />
olduğu anlamını yitirir. Ankara, İzmir, Adana, Köln, Paris, Basel’de<br />
yaşasanız da köylüsünüzdür, Anadolu’nun herhangi bir köyünde yaşıyor<br />
olsanız da kentlisinizdir. Kent yaşamının temel aldığı değer ve ilişkiler<br />
sistemi “ilericidir”. Kent bu anlamda “ortak akıl”dır. İletişim, etkileşim,<br />
kolektivizm, işbölümü, fabrikadır. Bu kültür kurum ve kurumsallaşma<br />
üzerine oturur.<br />
Bu açıdan irdelediğimizde; Aleviler çoğunlukla, kentteki köylülerdir.<br />
Henüz kurumlarını yaratamamışlardır. Bu olgu onların suçu değildir.<br />
Zira yüzyıllardır kıra, dağa-bayıra, ormana sürülmüş, orada yaşamaya<br />
zorlanmışlardır.<br />
Sünnileri düşündüğümüzde ise 300 yıl hüküm süren Selçuklu<br />
Devleti’nde, 600 yıl ömre kavuşmuş Osmanlı Devleti’nde hükümran yetkilerin<br />
kullanıcısı oldukları gibi, bu yetkilerin konusu da olabilmişlerdir.<br />
Dolayısıyla, kendi hukuklarını, sanatlarını, mimarilerini, müziklerini,<br />
edebiyatlarını geleneklerini yaratabilmişler ve kuşaktan kuşağa aktarabilmişlerdir.<br />
Vergi toplamış, bütçe oluşturmuş, asker toplamış ordular<br />
kurabilmiş, diplomasi geliştirmiş (Hanedan ve saraydan ibaret de olsa)<br />
hiyerarşik bir yapı oluşturabilmiş, hak ve ödevleri tanımlayabilmişlerdir.<br />
Tarihsel süreç içinde dönemi değerlendirdiğimizde görebildiklerimiz<br />
bunlardır.<br />
Aleviler ise; kırda-köyde; korunma-sakınma dikkatlerini hep canlı<br />
tutarak geleneksel-feodal inanç temelli örgütlenmeleriyle, yer yer, zaman<br />
zaman katliamlara da maruz kalarak, bugüne dek, köyden kente<br />
dek gelebilmişlerdir. Bunu başarabilenlere ne mutlu.<br />
Ama onlar artık kentteler.<br />
Kendi sanatlarını, kültürlerini, kurumlarını, yaşam tarzlarını kent<br />
koşullarında yeniden yorumlamaya, yaratmaya çalışıyorlar. Yeni ilişki<br />
biçimleri oluşturma, mücadele biçimleri geliştirme, inatla var olabilme<br />
uğraşı içindeler. Toplum-topluluk-kesim olabilmeye, geleneksel kurumlar<br />
(dergâh-ocak-pir-mürşit, dede-talip-musahip) yerine modern, çağdaş<br />
örgütler (dernek-vakıf-federasyon-konfederasyon) oluşturmaya çalışıyorlar.<br />
Bu yolda ilerlerken sancılar çekiyorlar, köydeki yaşam biçimleri,<br />
kültürel, ekonomik ve sosyal ilişki kalıntıları ile kentteki (üstelik kapitalist<br />
üretim biçimi ağı içinde) yaşam biçimleri arasından, yeni bir sentezle,<br />
tarz-biçim-içerik oluşturmaya çalışıyorlar.<br />
Bu yol engebelidir. Tuzaklarla, tökezlemelerle doludur. Aynı zamanda<br />
sınav yeridir.<br />
Alevilik dün, buz altından akan bir dere iken, bugün, gün ışığında<br />
çağlayan bir nehirdir. Zaman zaman bulansa, taşa toprağa karışsa da...<br />
İşte bu bulunma hallerinden biri de yakın geçmişte (26 Kasım 2006)<br />
Alevi-Bektaşi Federasyonu (ABF) Kongresinde yaşandı.<br />
Bir dizi olumsuz gelişme iç kanamayla sonuçlandı.<br />
Bir hareket, oluşum, ideoloji, teori, felsefi görüş içinde fikir ayrılıkları<br />
olabilir. Fikirler birbirleriyle kendi terbiyeleri içinde karşı karşıya<br />
SERÇEÞME<br />
Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor<br />
Ali Balkız<br />
Kaç seçim öncesidir<br />
böyle oluyor:<br />
Aleviler yine savruluyor.<br />
Üstelik bir önceki,<br />
daha önceki seçim<br />
dönemlerinde<br />
yaşanmış olanlardan<br />
dersler çıkarmadan,<br />
aynı şeyler<br />
yeniden yeniden<br />
yineleniyor.<br />
Yalpalama<br />
savrulmaya dönüşüyor.<br />
Alevi kurumlar sarsılıyor,<br />
onulmaz yaralar açılıyor.<br />
İç kanama,<br />
oksijen çadırını<br />
işaret ediyor.<br />
gelebilirler, çarpışabilirler. Farklı fikirler, ne denli farklı<br />
da olsalar, aslında birbirlerini beslerler. Her biri ötekinin<br />
eksikliğini tamamlar, yanlışını giderir, sonuçta ise<br />
bütünlüğe ulaşılır. Netleşme sağlanır. Her kim ki karşı<br />
görüşten yararlanmaz, kördür, her kim ki karşı görüşe<br />
kulağını kapatır, sağırdır. Akıllı fikir sahipleri, öbür<br />
fikirden de yararlananlar, böylece kendi eksikliklerini<br />
de görebilenlerdir. Tarihin akışını belirleyen bütün fikir<br />
akımlarında yaşanan ayrışmaların bizlere gösterdiği<br />
gerçek budur. Ve o gerçek hep ileriyi işaret eder. Doğru<br />
fikirlerin ne denli doğru olup olmadıklarının denek taşı<br />
ise pratiktir. O nedenledir ki ustalar “Devrimci teori olmadan<br />
devrimci pratik olmaz”, derler. Eklerler: “Teori<br />
pratiği belirler, pratik döner teoriyi etkiler.” Bu olgu,<br />
devrimci, diyalektik bir bütünleşmedir.<br />
Bu her zaman böyle olmaz.<br />
Bir de kimi ayrılıklar-ayrışmalar vardır ki; fikir ayrılıklarından<br />
kaynaklanmaz, örgütlenme anlayışına, çalışma<br />
tarzına, yönetme biçimine, müttefikler belirleme<br />
tercihine göre de oluşabilir. Burada teorinin yerini (teorisyenler<br />
diyemeyeceğim) “aktörler” alır. Aktörler ise<br />
kendileri yazar, kendileri oynarlar. Aktörlerin ise bir tek<br />
şeye gereksinimleri vardır: Alkış, alkış, alkış...<br />
Alkışlar aktörlerin başını döndürür, düşünme yetilerini<br />
dumura uğratır. İnsana olmadık hatalar yaptırır.<br />
Ve elbette akı kara, karayı ak gösterme gibi bir beceri<br />
de kazandırır.<br />
Aktörler bu haliyle ve elbette sahne boyunca başarılıdırlar, izleyicileri<br />
de ikna ve mutlu etmişlerdir. Ama bir de tiyatro salonunun dışındaki<br />
yaşam vardır. Asıl denek yeri orasıdır, turnusol kağıdı oradadır.<br />
Bu açılardan 26 Kasım ABF Kongresine baktığımızda gördüklerimiz<br />
şunlardır.<br />
Öncelikle bu olağanüstü kongre hangi ihtiyaçtan doğmuştur?..<br />
Bu kongreyi yurtdışı istemiştir.<br />
Çünkü yurtdışı, Alevi Hareketinin, temel kaynağı ve anayurdu olan<br />
Türkiye’de; kendisine; partner, ortak, omuzdaş, yoldaş, musahip olabilecek,<br />
kurumsal eksikliklerinden arınmış, demokratik işleyişini sürdürebilen,<br />
kişilikli, irade sahibi bir örgüt yerine, kendisine “hem aklıyla,<br />
hem cüzdanıyla bağlı”, şube statüsüne indirgenmiş bir yapı oluşturmak<br />
istemiştir.<br />
Anlaşılıyor ki ilişkiler eskiye dayanıyor. Turgut Öker, Hıdır Temel,<br />
Selahattin Özel, Zekeriya Gökpınar, İbrahim Arslan, Muharrem Erkân<br />
arkadaşları, Alevi kamuoyu Demokratik Barış Hareketi (DBH) ve Barış<br />
Partisi (BP) süreçlerinden anımsıyor.<br />
DBH’nın 1995’deki adı: “Alevilerin pazarlık partisi”ydi (Siyah Beyaz,<br />
25 Kasım 1995) ya da “Danışıklı Bölme Hareketi” (Cumhuriyet, 20<br />
Aralık 1995), Tansu Çiller’in de yakından ilgilendiği bu girişimin ilk<br />
kitlesel gövde gösterisi (Demokratik Barış Hareketi 1. Ulusal Toplantısı)<br />
25 Kasım 1995 tarihinde Ankara’da, Atatürk Spor Salonunda yapılmıştı.<br />
(25 Kasım 1995, Siyah Beyaz Gazetesi) 24 Aralık seçimlerine bir<br />
ay kalmıştı. Bu toplantıya yurtiçinden 500 otobüs, yurtdışından ise 18<br />
uçakla gelen Alevi yurttaşlar katılmıştı. Ancak valiliğinin çıkardığı kimi<br />
bürokratik engelleri Tansu Çiller çözmüştü. Yurtdışından gelen uçakların<br />
taşıdığı dostlarımız arasında, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu<br />
(AABF) Genel Başkanı Ali Rıza Gülçiçek ile Genel Sekreter Turgut<br />
Öker de vardı. Siyah Beyaz Gazetesinin (25 Kasım 1995) yazdığına göre;<br />
AABF seçimlerde kullanılmak üzere DBH’ya 200 milyar vermiş ve 18<br />
uçağın giderlerini de karşılamıştı. Bu toplantıda Alevi Bektaşi Temsilciler<br />
Meclisi Genel Sekreteri Selahattin Özel de bir destekleme konuşması<br />
yapmıştı. (Zaman Gazetesi, 25 Kasım 1995) Özel; “Bir Alevi girişimi<br />
olan bu hareket Alevileri artık aşmıştır.” diyordu. “Siyasete müdahale<br />
edeceğiz” sözünün o yıllardaki adı “pazarlık partisi” kurmaktı. Ancak<br />
evdeki hesaplar çarşıya uymuyor, bu parti uğruna 2 trilyon 520 milyar<br />
TL. harcayan (Rakamları Cumhuriyet’ten M. Balbay veriyor. 1 Eylül<br />
1996) Veziroğlu, “Türkiye’nin bir gerçeği... Parayı veren siyaseti yapar.”<br />
diyerek, parti kurucusu, başkan adayı, başkanı değil, patronu olduğunu<br />
ilan edince, belki daha başka nedenlerle de Gülçiçek ve Öker Geçici<br />
Yürütme Kurulu üyeliğinden istifa ederler. Dolayısıyla yurtdışında örgütlü<br />
73 dernek de desteklerini çekerler, 24 Aralık 1995 seçimlerinde<br />
DBH’nin bağımsız adayları arasında, Gaziantep’ten Zekeriya Gökpınar;<br />
18 Nisan 1999 seçimlerinde ise BP listelerinde, Amasya’dan Selahattin<br />
Özel, Tokat’tan Hıdır Temel ile Hatay’dan İbrahim Arslan da vardır.<br />
12 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇEÞME<br />
Öker, DBH’dan koptuktan yaklaşık 10 ay sonra, 29 Eylül 1996 günü<br />
Frankfurt’ta bir panelde konuya ilişkin şu cümleleri kurdu;<br />
“DBH başkalarının kötülüğü üzerine kuruldu. Kötü iyiyi de bitirir,<br />
hesap vermeye hazırım. Bu yanlış bir projeydi. Ama niyete bakalım.<br />
Oluşum sürecinde, dışarıdan bir güç gelip müdahale ettiği için bu<br />
yapıda değilim. Tercihim Avrupa örgütlenmesinden yanadır. Oluşum<br />
sürecinde bulundum. 24 Kasım 1995’ten beri yokum.”<br />
Temel ve Özel’in de adayları arasında olduğu BP ise 1999 seçimlerinde<br />
binde 18 oy alır. Ki <strong>Sayı</strong>n Özel 1996 yılında Alevi örgütlenmesinden,<br />
(aktif görev alma anlamında) ayrılır. Dokuz yıl dinlendikten sonra 15<br />
Ekim 2005 tarihinde ABF 1. Olağan Genel Kurulunda 106 delegeden<br />
42’sinin oyunu alarak, sondan 2. sırada yönetime seçilir. ABF-GYK’sının<br />
ilk görev dağılımı toplantısında ise 17 kişilik GYK üyesinden 15’inin katıldığı<br />
toplantıda 8 üyenin oyunu alır ve Genel Başkan olur.<br />
ABF uyumlu çalışamadı; siyasete müdahale, yurtdışı ile ilişkiler,<br />
Hubyar sorunu, Sivas ve Hacıbektaş etkinlikleri, Su TV, önce Umut, sonra<br />
Yol TV konuları hep tartışılır oldu. Ve anılan kongreye gelindi. GYK<br />
içindeki görev değişiklikleri “Darbe” diye nitelendi. Sonuç biliniyor.<br />
Yeni Genel Sekreter Turan Eser arkadaşımız alevi.com’da dilediği<br />
kadar, “Bu kongrenin kaybedeni yok.” desin. Turgut Öker, Alevilerin<br />
Sesi’nde; “...darbe yapan zihniyete seyirci kalınamazdı. Bu Alevi öğretisi<br />
açısından da bir lekeydi ve bu lekenin ortadan kaldırılması gerekiyordu.<br />
... taraf olmak zorundaydık ve taraf olduk.” derken, Selahattin Özel;<br />
“Bununla Türkiye ve Avrupa Alevi hareketini bölme çabalarının önüne<br />
set çekilmiş oldu.” diye değerlendirdiler.<br />
Kongre sırasında yaşananları ve kürsüden söylenen sözleri anımsamak<br />
bile insanı utandırıyor. Paralar döküldü saçıldı, delegeler satın alındı,<br />
kimi “darbe”ler mubah, diğerleri günah sayıldı.<br />
Bunların içinden iki olay var ki; kongre salonu dışındaki Alevilerin<br />
de bunu bilmeye hakları var.<br />
Kılıçlar öyle keskin, sözler öyle ağır ki kol kırılıyor, ama işte yen içinde<br />
kalmıyor. Alevi hareketi içinde bunca emeğini, çabasını, önderliğini,<br />
aklını, kararlılığını ve yiğitliğini bildiğimiz Turgut Öker arkadaşımız,<br />
ömrünü, üniversite kariyerini bu yolda tüketmiş, emekli maaşı ile kredi<br />
kartını ABF’ye tahsis etmiş, 12 Mart Darbesi’nden sonra Ankara 1 No’lu<br />
Sıkıyönetim Mahkemesinde; Prof. Dr. Şerafettin Turan, Prof. Dr. Mustafa<br />
Akdağ, Doç. Özdemir Nutku ve Musa Çadırcı ile birlikte TCK’nın<br />
146/3. maddesinden yargılanmış Alevi Dünyası’nın Atilla Hoca’sı hakkında;<br />
kürsüden sesleniyordu: “Atilla Hoca söyle; Alevi misin, değil misin?”<br />
Atilla Hoca da söz sırası kendine gelince, kuzu kuzu yanıtlıyordu<br />
bu savcı sorusunu: Memleketim şurası, köyüm burası,<br />
annem şu, babam şu, akrabam falanca kişi diye. Aklına<br />
gelmiyordu Atilla Hoca’nın şu ulu söz: “Sorma be birader<br />
mezhebimizi, biz mezhep bilmeyiz, yolumuz vardır.”<br />
Atilla Hoca’nın çalışma tarzını, temposunu beğenmeyebilirsiniz.<br />
Fikirlerini, siyasi faaliyetlerini yanlış<br />
bulabilirsiniz. Bunu istediğinizce tartışabilirsiniz de,<br />
ama onun (ya da başka bir kimsenin) Alevi olmadığını<br />
tartışamazsınız. “Söyle bana sen Alevi misin, değil<br />
misin?” diye soramazsınız. Alevi hareketi bu bağnazca<br />
tutumu çoktan aşmadı mı? Tayyip Bey; “Eğer Alevilik,<br />
Ali’yi sevmekse..” diye başlayan cümleler kurduğunda,<br />
hop oturup hop kalkan bizler, nasıl olur da içimizden ya<br />
da dışımızdan birinin annesini-babasını merak ederiz.<br />
Atilla Hoca, verdiği yanıtta bir şeyi eksik bıraktı!..<br />
“Vallahi da billahi de, Hz. Hüseyin’in başı için ki, Hz. Ali’nin kılıcına<br />
geleyim ki Aleviyim.” Demediği bir bu kaldı.<br />
İkinci olay, daha doğrusu can acıtıcı söz ise; Hacı Bektaş Veli Anadolu<br />
Kültür Vakfı (BHVAKV) Genel Başkanı Ercan Geçmez’e ait. Geçmez,<br />
niçin yurtdışından yana olduklarını gerekçelendirirken, Pir Sultan<br />
Abdal Kültür Derneği (PSAKD) delegelerine sesleniyordu: “Sizin Genel<br />
Merkez binanızı yurtdışı almadı mı?...” Böylece onları biraz mahcup olmaya,<br />
biraz kadir-kıymet bilmeye davet ediyordu.<br />
Konuyu herkes gibi Geçmez de biliyor kuşkusuz. 2 Temmuz katliamı<br />
sonrası bütün Alevi dünyası isyanlarda ve ağıt halindeyken, Sivas’ta<br />
kaybettiğimiz sevgili canlarımızın geride kalan yakınlarına, dünyanın<br />
her tarafından dayanışma sesleri geldi. Birçok yerde geceler düzenlendi,<br />
paralar toplandı. Bu paralar tutanaklarla Türkiye’ye getirilip, ailelere<br />
dağıtılmak üzere PSAKD’nin o günkü yöneticilerine teslim edildi.<br />
Ancak aileler bu paraları kabul etmediler. Daire alalım, şehitlerimizin<br />
adını, anısını ve mücadelelerini ölümsüzleştirmek adına müze yapalım<br />
dediler. PSAKD de kendi kasası ile bu paraları da birleştirerek, bir daire<br />
aldı, salonu da müze yaptı. Gelen-giden bütün akçeli işleri de liste liste<br />
dergisinde yayınladı.<br />
Konu bu.<br />
On dört yıl sonra PSAKD’nin yüzüne vurulan “ayıp!” bu.<br />
Alevilik olgusu<br />
doğduğundan beri<br />
siyasidir.<br />
Selçuklu’dan bu yana,<br />
devlete<br />
hep itiraz etmiştir,<br />
hep hak talep etmiştir,<br />
hep özgürlük istemiştir,<br />
hep isyan etmiştir.<br />
PSAKD’nin ayıbı bundan ibaret olsun. Ama adama sormazlar mı<br />
“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diye?... Yirmi iki Alevi örgütünün<br />
ortak parasını, arsa parasını, 3 trilyon TL’yi ne yaptınız?.. Bir kalemde<br />
700 milyon TL ödeyerek oturduğunuz o binayı hacizden kurtarma<br />
yetkisini size kim verdi? Bu parayı nasıl tükettiğiniz, sonuçta binanızın<br />
altına Tıp Merkezi’ne o Yeşil Sermaye’yi nasıl getirdiniz?.. Vicdanınız<br />
buna nasıl elverdi?.. Ali Doğan mezarından kalksa, kahrından bir kez<br />
daha ölmez mi?.. “Atilla Hoca kredi kartı ile ABF’nin giderlerini karşılarken;<br />
HBVAKV’nın kaç yöneticisi, vakıftan kaç lira maaş alıyor?” diye<br />
sormazlar mı?...<br />
Sizler siyasete falan müdahale edemezsiniz. Olsa olsa kongrelere müdahale<br />
edersiniz.<br />
İşte yıllardır bu böyle olduğu içindir ki hiçbir siyaset adamı, hiçbir<br />
parti Alevi kurumlarını adam yerine koymuyor, onları ciddiye bile almıyor.<br />
Dinliyor, kahve ikram ediyor ve gönderiyorlar.<br />
Bu seçimde de olacak olan budur.<br />
Bir TV’miz olsun denildi. Su TV doğdu.<br />
Ne güzel.<br />
AABF sorumluluk üstlendi, kefil oldu. Toplantılar, dayanışma geceleri<br />
düzenledi.<br />
Hepimiz heyecanlandık. Destekler verdik. Programlar düzenledik.<br />
Artık en ücra köşelere bile sesimizi ulaştırabilecektik. Alevi yurttaşlar<br />
arasında çanak anten takma yarışı başladı. Geçen yaz Alevi etkinliklerinde<br />
patlamalar yaşandı.<br />
Sonra denildi ki: Su TV artık bizim değil, Umut TV’yi kuracağız, bunu<br />
sahiplenin. Umut, umut olmaktan çıkış olmalı ki şimdilerde Yol’dayız.<br />
Yol’a gelin diyorlar. Yol, yarın Göl olursa şaşırmasın Aleviler.<br />
Siyasete böyle müdahale edilecek.<br />
DBH ve BP dönemlerinde olduğu gibi.<br />
Sahi, nedir bu “Siyasete Müdahale” meselesi.<br />
Alevilik olgusu doğduğundan beri siyasidir. Selçuklu’dan bu yana,<br />
devlete hep itiraz etmiştir, hep hak talep etmiştir, hep özgürlük istemiştir,<br />
hep isyan etmiştir. Hep katledilmiştir. Taleplerinden yine de vazgeçmemiştir.<br />
Bugün de demokrasi istiyorlar, başka bir şey değil. Dedelik,<br />
ozanlık kurumları, dergâhlar, ocaklar hep bunun için varolmuşlardır.<br />
Her ozanımızın dizesinde, her dedemizin duasında siyaset vardır.<br />
Kaldı ki yaşamın hangi alanı vardır ki siyasetten yalıtılmış olsun.<br />
Bugün; yurtiçinde-yurtdışında bunca dernek, şube, genel merkez, federasyon,<br />
konfederasyon niye var ki?.. Yaptıkları etkinlikler, toplantılar,<br />
bildiriler, yürüyüşler, sloganlar, görüşmeler, mahkemeler duruşmalar ne<br />
adınadır?.. Yazdıkları kitaplar, çıkardıkları dergiler, kurdukları radyolar,<br />
televizyonlar ne adınadır?.. Var olduklarını, bir kimlik<br />
taşıdıklarını, bir hak öznesi olduklarını göstermek ve<br />
kabul ettirmek için değil midir? Kamuoyu oluşturmak,<br />
haklı olduklarına dair herkesi inandırmak, destek almak,<br />
devleti, meclisi, hükümeti ikna etmek, zorlamak,<br />
böylece özledikleri demokratik koşullara ulaşmak adına<br />
değil midir?.. Bundan âlâ siyaset hangisidir?..<br />
Yok eğer kastedilen, her seçim döneminde olduğu<br />
gibi; parti parti dolaşmak; milletvekilliği pazarlığı yapmak<br />
ise o işin adı “siyasete müdahale değil, siyasetten<br />
nemalanma”dır. Bu ise toplumsal değil, kişisel bir meseledir.<br />
Bu kurnazlığı ise siyasi partiler de Aleviler de<br />
deneyleriyle bilirler.<br />
Evet, her seçim döneminde; siyasi duyarlılık üst düzeye<br />
tırmanır. Halkın her kesiminin (Esnaf-çiftçi-işçiöğrenci,<br />
kadın, gençlik, işveren, Alevi, Sünni, Kürt, Türk) sorunları<br />
daha da yoğun olarak gündeme gelir, tartışılır. Bu duyarlı dönem; herkes<br />
için olduğu denli Aleviler için de önemli bir fırsattır. Bu fırsatı akıllıca<br />
değerlendirmenin yolu, TV’lerimizden yayınlayacağımız kitlesel gösterilerin<br />
ekran fotoğraflarını siyasilerin “gözüne sokma, şantaj yapma”<br />
kurnazlığından geçmez. Köylülük dediğim şey işte tam da buna tekabül<br />
eder. Köylü her hasat dönemi için alacağı ürünü düşünür, ürünü doğuran<br />
toprağı düşünmez. Yorar toprağı, kimyasını bozar. O yıl uğruna, gelecek<br />
yılları heba eder. Günübirlikçilik adına yarınlar karartılır.<br />
Siyasi duyarlılıkların en üst düzeye yükseldiği bu seçim dönemlerinde,<br />
Alevilere düşen görev; sorunlarını ve haklılıklarını insan hakları,<br />
eşitlik, sosyal adalet, hukukun üstünlüğü ve demokrasi bağlamında her<br />
düzeyde ve platformda tartışılır kılmaktır.<br />
Bu da ancak örgütler eliyle olur. Örgüt dediğimiz şey tabeladan ibaret<br />
değilse tabi. PSAKD şimdiye dek dokuz kongre yaptı. Neredeyse hepsinde<br />
seçimlere iki listeyle gidildi. İki listenin varlığı iki ayrı fikrin varlığı<br />
nedeniyledir. Yarışanlar fikirler olmuştur. Bu nedenle de belden aşağıya<br />
vurulmamıştır. Ve bu kongrelerde, listelerden biri ya da diğeri, hiçbir<br />
Alevi örgütü yöneticilerinin favori listesi olmamıştır. Çünkü PSAKD<br />
listelerindeki arkadaşlar buna izin vermemişlerdir. Dolayısıyla cesaret<br />
(Devamı 14. Sayfada)<br />
Aralık 2006 13
SERÇEÞME<br />
Feyzullah Çınar Anıldı<br />
Ahmet Koçak<br />
FEYZULLAH ÇINAR 4 Kasım günü ölümünün<br />
24. yılında Divriği Kültür Derneği’nin<br />
kendi lokalinde düzenlen bir toplantıyla anıldı.<br />
Toplantıya konuşmacı olarak halk ozanı Mahmut<br />
Erdal, kızı Hüsniye Çınar ve Çamşıhı Hüseyin<br />
Abdal Derneği Onursal Başkanı Haydar<br />
Yalçın katıldı. Açılışı DKD Başkanı Rıza Gürünlü<br />
yaptı:<br />
“Bu anmanın çok daha görkemli olması<br />
lazımdı. ‘Azımızı çok görün’ derler, kusurumuza<br />
bakmayın arkadaşlar.”<br />
Ali Haydar Yalçın konuşmasında bir anısını<br />
anlattı:<br />
“1965 veya 1966 yılları idi. Çamşıhı’da<br />
bazı köylerde ilkokul vardı, ama ortaokulumuz<br />
yoktu. Ortaokul yapmak için Çamşıhı<br />
Kültür Derneği bir gece düzenleme kararı<br />
aldı. Tepebaşı Gazinosu vardı. Tepebaşı<br />
Gazinosu tıklım tıklım dolu. Çamşıhlılar<br />
olarak ilk defa bir gece yapıyoruz orada.<br />
Program başladı. Feyzullah Çınar sahneye<br />
çıktı ve ‘Çamşıhı’na vardım harabe olmuş’<br />
türküsünü söylediği zaman sanki yer gök<br />
inledi.”<br />
Daha sonra Mahmut Erdal da şunları söyledi:<br />
“56–57 yıllarında Feyzullah Çınar’la aldık<br />
sazımızı çıktık gurbete. Hamallık yaptık.<br />
Feyzullah’la birlikte patates, soğan çuvallarının<br />
üzerinde yatardık. Sırtımıza 70-80<br />
kiloluk patates veya soğanı yüklerlerdi<br />
Unkapanı’ndan Galata’ya 25 kuruşa götürürdük<br />
o yıllarda.”<br />
Hüsniye Çınar da babası hakkında şunları<br />
aktardı:<br />
“Hamallıkla başlayıp, belki de ozanlığın en<br />
güzel yerine çıkmıştır. Çünkü faziletliydi,<br />
çünkü dürüstü, namusluydu, adam gibi bir<br />
adamdı Feyzullah Çınar....<br />
Kendi toplumumuz Feyzullah Çınar’ı geç<br />
fark etti, çünkü Feyzullah Çınar onundu.<br />
Onu fark etmesi gerekmiyordu, onun için<br />
bir şey yapması gerekmiyordu. Ama Avrupa<br />
onu daha önce fark etti…<br />
Feyzullah Çınar, devrimci hareketin önde<br />
gelenlerinden birisi oldu; Alevilik adına,<br />
olması gereken yerlerde oldu. Birileri ‘ben<br />
Aleviyim’ diyemezken, Feyzullah Çınar<br />
Yezidi karşısına alıp hesap sordu: ‘Nerede<br />
İmam Hüseyin’in hesabı, kanı nice oldu’<br />
dedi. Beri tarafta 80 döneminde ‘Dağlara<br />
gel kardaş dağlara gel’ diye bağırırken,<br />
‘Hele Ulaş’a Ulaş’a. Ulaş benzerdi güneşe’<br />
diye çağırırdı...<br />
(Baştarafı 13. Sayfada)<br />
Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor<br />
eden de olmamıştır. Keza öteki Alevi örgütlerinin seçim süreçlerinde, hiçbir dönemde PSAKD<br />
yöneticileri, kendilerine daha yakın bir liste arayışına girmemişlerdir. Demokratik yöntemlerle,<br />
herkes kendi işini kendisi görür, seçilen de seçilemeyen de bizim dostumuz, yoldaşımız, musahibimiz<br />
diye bakılmıştır. Türkiye’den hangi akıllının işi olmuştur, yurtdışındaki bir kongreye müdahale<br />
etmek, taraf tutmak?..<br />
Yurtiçi-yurtdışı söz konusu olduğunda; düne kadar; kim neredeyse orada mücadele etsin anlayışında<br />
olan arkadaşlar; birdenbire coğrafyanın önemli olmadığını, bunu gözetmenin bölücülük<br />
olduğunu, Alevilerin dünyaca bir olduğunu dillendirmeye başladılar.<br />
Dünyanın nerelerine dek göçmüş, dağılmış olurlarsa olsunlar Aleviler, elbette aynı değerlere<br />
sahiptirler, sorunları, özlemleri aynıdır. Sonuçta mücadeleleri de birdir, bir olmalıdır. Bir koordinasyon<br />
içinde ortak işler yapabilmeli, ortak projeler geliştirebilmeli, sevinci ve üzüntüyü birlikte<br />
paylaşabilmelidirler. Bu ise kendi içinde demokrasiyi yaşayan kurumlar aracılığı ve aklın egemenliğiyle<br />
olur.<br />
Yurtdışındaki arkadaşlar, kendi bulundukları yerin, toplumsal, siyasal koşullarını, hatta birikimini<br />
merkez alarak baktıkları için; yurtiçindeki mücadeleyi giderek küçümsemeye başladılar. Onlara<br />
göre Türkiye’de; “sivil toplum bilincindeki dönüşüme ayak uydurulamıyor, proje üretilmiyor,<br />
iş yapılmıyor, dolayısıyla kendilerinin hızına ulaşılamıyor, hareket topallaşıyor”. 26 Kasım 2006<br />
Kongresinin ana gerekçelerinden biri de buydu.<br />
Oysa gerçeklik o denli farklı ki;<br />
Öncelikle Türkiye’de toplumsal anlamda demokrasi ve haklar bilincini ve bunlar için mücadele<br />
anlayışını şekillendiren unsur, devleti algılama ve birey karşısında konumlandırma açısıdır. Bu<br />
durum toplumun her kesimi için geçerlidir. Devlete “kutsallık” ve “varlık üstü” değer atfeden bir<br />
tarihsel gelenek halen çok güçlü olunca, diğer mücadele zeminlerinde olduğu gibi bu zeminde de<br />
ne aydınlar ne de zenginler harekete kazanılabiliyor. Onlar hâlâ Sünni egemen ideolojinin etkisi<br />
altındalar. Düşünsel ve ekonomik desteğin olmadığı bir hareketin ne denli yol alabileceği ise bilinir<br />
bir şeydir. Avukat, esnaf, memur, işçi, işsiz kimselerin özverileriyle yürüyen örgütlerimiz, yeri<br />
geliyor kiralarını bile ödeyemiyorlar. Telefonların faksların kesildiği, icralık durumlara düşüldüğü<br />
bile oluyor. Onlar yine de, eşlerinden, aşlarından ayırdıkları küçücük paralarla durumu idare etmeye<br />
çalışıyorlar. Yeri geliyor bir etkinliğe gitmek için, otobüs, dolmuş parasını bulmak bile sorun<br />
oluyor.<br />
Yurtdışında yaşamayı seçen ya da zorunlu kalan herkes gibi Aleviler de Anadolu’dan taşıdıkları<br />
sosyolojik ve politik değerlere daha bir sıkı sıkıya sarılıyorlar. “Yaban ellerde” kaybolmama,<br />
korunma duygusu hep canlı kalıyor. Orada her Alevi biraz daha Alevi. Sünni, Müslüman, Türk,<br />
Kürt de öyle. Oysa kendi yurtlarında yaşayan insanlarımızda aynı duyarlılığı, o titizlik ve canlılıkla<br />
bulmak olanaksızdır. Türkiye’de insanlarımız yakılmadıkça, hakarete uğramadıkça Alevi<br />
olduklarını bile anımsamıyorlar neredeyse. O nedenle hep diyoruz ya “Alevi Hareketi bir tepki<br />
hareketidir” diye, iş onu bilinç hareketine dönüştürebilmekte.<br />
Türkiye’de böyle bir mücadelenin içinde olmaya karar vermiş herkes; memur ise devletten, işçi<br />
ise işvereninden, esnaf ise belediyeden, apartmanda komşularından, iş arkadaşlarından kendisine<br />
yöneltilebilecek tehlikeleri, zararları göze almış oluyor.<br />
Solun, demokratik cephenin darmadağınık oluşunun, moral bozukluğunu üstlerinde taşıyorlar.<br />
12 Eylül’ü anımsıyor anneler babalar, kendi deneyleriyle çocuklarını tedbirli olmaya davet ediyorlar.<br />
Emperyalist kültür olgusunun her cepheden saldırısına uğrayan gençlik, tüm değerlerini kaybediyor.<br />
Hareket yeni kadrolar kazanamıyor. Üstüne bir de kimi yöneticilerin yanlışları, zaafları,<br />
hataları, egoları eklenince kaynaklar kuruyor. Bu kimi kadroların aymazlıkları, sorumsuzlukları,<br />
kongre salonlarındaki gözü dönmüşlükleri öyle uç noktalara ulaşabiliyor ki yıllarca birlikte mücadele<br />
ettiği, yan yana olduğu, bin defa denek taşından geçirdiği arkadaşlarını “Derin devletin<br />
adamı” olmakla suçlayabiliyorlar. Yüreklerindeki Aşk olmasa, insanlar neden bu çamurun içinde<br />
olsunlar ki?..<br />
İşte o Aşk’dır ki, binbir türlü engellemelere karşın yine de, şimdi burada sayıp dökemeyeceğimiz<br />
binlerce başarıya imza atılmasını sağlamıştır.<br />
Yurtdışında koşullar böyle mi?<br />
Yüzlerce “Alevi Kültür Merkezi” tabelasını asarken, içini doldururken hangi engellerle karşılaştılar?..<br />
Adında “Alevi” sözcüğü olan bir dernek kurabilmek için yıllarca mahkeme-Yargıtay<br />
kapılarında koşuşturmak zorunda olduğumuzu bilmiyorlar mı? Bu çabayla kurulan Alevi Bektaşi<br />
Kuruluşları Birliği (ABKB), (sonra ABF’ye dönüşen) bu örgütün kirasını dahi ödeyemediğimizi<br />
bilmiyorlar mı? Kendileri uçaklardan inmezken.<br />
Türkiye ile Avrupa (Almanya) arasındaki fark, kısaca; bu arkadaşların da her fırsatta haklı<br />
olarak dile getirdikleri Solingen ile Madımak arasındaki fark kadardır.<br />
Sonuçta, her türlü olanak da bizim, olanaksızlık da. Başarı da bizim başarısızlık da. Eğri de<br />
bizim doğru da. Ama ah keşke; şu kongre hiç yaşanmasaydı. O sözler hiç söylenmeseydi. Düşmanlarımızı<br />
güldürmeseydik.<br />
İnsan bazen şaşar, düzeltmek işi beşere düşer. O beşer Alevi halkıdır.<br />
Bu ülke çokça siyasi parti ve sendika kongresi yaşadı.<br />
O kongrelerden nelerin çıktığı ortadadır.<br />
Başta PSAKD olmak üzere birçok örgütümüz bu kongreyle tasfiye edilmiştir. Dileriz ki ABF<br />
bundan böyle de 1 Mayıs’ı anımsar.<br />
Başta da değindiğim gibi, henüz kentli olmaya çalışıyoruz. Öğreneceğimiz daha çok şey var.<br />
Daha çok yol yürüyeceğiz.<br />
Yeter ki Aşk’ımıza halel gelmesin.<br />
Kırılan kol acır. Acıtanlara da özür borcu doğurur.<br />
Lütfen unutmayalım; daha çok seçimler gelip geçecek Türkiye’nin üzerinden; bu kez yine<br />
sarsılacağız, dağılacağız. Ümit edelim ki, bu fırtınayı çabuk atlatırız, oksijen çadırından çabuk<br />
çıkarız. Derlenip toparlanacağımız günleri hasretle bekleyelim.<br />
•<br />
14 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇESME SERÇEÞME<br />
Kürt Halkı Barış İstiyor! Ya Aleviler?<br />
Haşim Kutlu<br />
Demokratik bir cumhuriyet hedefinde hareket eden Kürt halkının<br />
örgütlü önderlikleri, bu amacın çözümünü kolaylaştırmak amacıyla<br />
yine “ateş kes” ilan etti. “Ateşkes”, barışmış olmak anlamına<br />
gelmediği gibi sorunun çözüldüğü anlamına da gelmemektedir.<br />
Ancak çözümün kapılarını aralayacak elverişli ortamın sağlanmasına<br />
yardımcı olabilir.<br />
“Ateş kesin” karşı tarafı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Genel<br />
Kurmayın ve hükümetin de “Ateşkes”e uygun bir duruma gelmesi durumunda,<br />
barışı görüşmenin, giderek nispeten barışçı bir ortamda demokratik<br />
cumhuriyet koşullarını yaratmanın olanağı doğabilir. Bugün<br />
devlete egemen zihniyet ve bu zihniyetin temsilcisi güçlerin, bu bağlamda<br />
basın, yayın, üniversiteler, yazar ve aydınların bugüne dek aldıkları<br />
tutum ve davranışlar dikkate alındığında sözünü ettiğim olabilirlik binde<br />
bir ihtimal gibi gözükse de ilan eden iradenin ifadesiyle “tek yanlı ateş<br />
kes” ile denenmek istenen budur.<br />
Bu da, açıktır ki, Türkiye Cumhuriyeti gerçeğinde, başından beri demokrasiye<br />
ve özgürlüklere gereksinim duyan bütün toplum kesimlerinin<br />
yararına olacaktır.<br />
Bu bağlamda, uzunca bir süredir, olanaklarım çerçevesinde mümkün<br />
olabilen azami bir gayret ve titizlikle, Türkiye gerçeğinin en önemli demokrasi<br />
gücü olan Modern Alevi Hareketi’ni izlemeye çalıştım. Aleviler<br />
açısından da en yakıcı taleplerin başında gelen demokrasi ve özgürlüklerin<br />
tanınması yolunda attıkları en zayıf adımların bile yanında oldum.<br />
Yazılarımla, pratik faaliyetlerimle güç vermeğe çalıştım.<br />
Bu yılki yaz ortalarında “demokrasi ve özgürlükler için artık sessiz<br />
kalmayacağız”, yine bu bağlamda, “sivil itaatsizlik eylemleri düzenleyip<br />
sokağa ineceğiz” yollu açıklamalarını, bir Kızılbaş Alevi olarak<br />
coşkuyla karşıladım. Yazabilme olanağı bulduğum her platformda bu<br />
açıklamaları yapan üst düzey Alevi örgütlülüklerini övdüm ve yanlarında<br />
oldum. Hünkâr Bektaş-ı Veli’yi Anma Şenlikleri vesilesiyle Modern<br />
Alevi Hareketi’nin ağırlıklı gövdesinin, bir yandan “Laik ve Demokratik<br />
Türkiye” çığırtkanlığı yapan; öbür taraftan Alevileri dışlayan “Paşacı”<br />
tutum ve uygulamaya rest çeken; bunun yanında uzun bir aralıktan sonra<br />
ilk kez manevi önderliğiyle buluşan Alevi Hareketi önderlerini “Aleviler<br />
Bölündüler mi” başlıklı yazımla destekleyip övdüm.<br />
Bunları sayıp dökmekten amacım, kendi faaliyetlerimi anlatmak değildir.<br />
Bundan amacım, hangi beklenti ve özlemlerle Alevi hareketine<br />
yaklaştığımı belirtmektir. Bütün içtenliğimle belirtmem gerekiyor ki<br />
Modern Alevi Hareketi, kendisinden beklenen demokrasinin en önemli<br />
dinamiklerinden biri olma sorumluluğunu yerine getirebilmiş değil. Tek<br />
başına kalmış, ister Alevi olsun ister olmasın, “milli hassasiyetler” zemininden<br />
hareket eden, basın yayın organlarından tutun da yığınla paramiliter<br />
sitelere varıncaya dek her türlü hırpalama, yıpratma çabalarına<br />
karşılık, kimi örgütlü yapıların cılız çıkışlarını saymazsak, Modern Alevi<br />
Hareketi’nin ağırlık gövdesinden tık çıkmamıştır bugüne dek.<br />
Yukarıda belirttiğim sözel düzeyde kalmış birkaç çıkışı saymazsak,<br />
burnumuzun dibinde her gün dağlardan paramparça olmuş asker ve gerilla<br />
bedenleri indirilirken; buna karşılık ortalığı “milli hassasiyetler”<br />
adı altında linç gösterileri kaplamışken; her haber bülteninde delik deşik<br />
edilmiş çocuk cesetlerini üstümüze ölü toprağı serpilmiş örneği seyredenken,<br />
Modern Alevi Hareketi’nden tık çıkmaması anlaşılır olmamalıdır<br />
hiç kimse için. Dahası, tepki gösterildiği zaman da -bir başka yazıyla<br />
belirttiğim gibi- burnunun dibindeki kan gölünü görmeyip, Siyonist ve<br />
savaş kışkırtıcısı İsrail egemenlerinin Lübnan’da gerçekleştirdikleri cinayetleri<br />
meydanlara dökülüp radikal bir üslupla protesto etmek, Yol’a<br />
ve onun değerlerine bağlı kimse için hiç mi hiç anlaşılır olmamalıdır<br />
diye düşünmekteyim.<br />
Son derece zor günlerden geçiyoruz. Henüz, ateşkes ilan edilmediği<br />
bir sürede, son ziyaretçi görüşmelerinden birinde, <strong>Sayı</strong>n Öcalan, hükümete,<br />
Genel Kurmay Başkanlığı’na çağrıda bulundu. Ben bunu Semah<br />
adlı dergiye hazırladığım bir dosyada da belirtim. <strong>Sayı</strong>n Öcalan çağrısında<br />
özetle, “Kürt sorununu Amerikalarla, Avrupa ile çözmek, o kapılara<br />
gidip yalvararak yardım dilenmek ile çözülmez. Biz bir evin içindeyiz<br />
ve birlikte çözmeliyiz. Operasyonları durdurun, bir gelişme sağlanırsa,<br />
bu günler de bir ateşkes çağrısında bulunabilirim. Bunu son kez yaparım.<br />
Eğer buna da yanıt olunmazsa artık benim yapabileceğim bir şey<br />
yok” dedi.<br />
Bu eli görenler gördü. Bu eli gören bütün odaklar, tabii ki herkes kendi<br />
penceresinden, tabii ki her odak kendi çıkar ve beklentileri doğrultusunda,<br />
Kürt halk hareketi önderliklerine “ateşkes” çağrılarında bulundu.<br />
Sonuç itibariyle 1 Ekim’den itibaren Koma Komalen Kürdistan önderliği<br />
“ateşkes” ilan etti.<br />
Türkiye’de birçok siyasi örgüt, kurum, insan hakları kuruluşları, partiler,<br />
yazarlar, aydınlar, sanatçılar, bir biçimde görüş açıklıyor ve bu kez<br />
olsun, bu “ateşkes”in boşa çıkmaması için ellerinden geleni yapacaklarını<br />
ilan ediyorlar. Tabii ki AB, ABD, Rusya da devrede. Tabii belirttiğim<br />
gibi her odak kendi çıkarları bağlamında çözüm için devrede. Çok<br />
ilginç, son 15 yıldır binlerce “faili meçhul” diye adlandırılan cinayetlerin<br />
baş mimarlarından Mehmet Ağar bile hangi hesap içinde olursa olsun,<br />
“Ateşkes”e olumlu cevaplar veriyor, “bize düşen bir risk olursa omuzlamağa<br />
hazırım” diyor!<br />
Bunların hepsi Modern Alevi Hareketi tarafından da biliniyor ve izleniyor.<br />
Ama sorun şu: Türkiye gerçeğinde demokrasi ve özgürlüklere, bu<br />
bağlamda demokratik Türkiye hedefine, en az diğerleri kadar yakıcı<br />
gereksinim duyan, hatta örgütlü olmalarının varlık nedeni olan böylesi<br />
yakıcı bir talebin sahipleri iken, Modern Alevi Hareketi ne diyor bu konuda?<br />
Olumlu ya da olumsuz verebilecekleri bir yanıtları yok mu?<br />
Günlerdir izliyorum, sorup soruşturuyorum; Alevi Hareketi’nin önderlikleri,<br />
bu konuda ne söyleyecekler, merakla bekliyorum. Ama sanki<br />
olan biten tümüyle onların dışındaymış gibi bir sessizliğe bürünmüş durumdalar<br />
ve duymazdan görmezden gelmektedirler adeta.<br />
Son zamanlarda “Siyasete müdahale edeceğiz” söylemi dillendiriliyor.<br />
Merak ve hassasiyetle bekliyorum. Bu müdahale ne anlama gelmektedir,<br />
her yere sormağa ve öğrenmeğe çalışıyorum. Demokrasinin<br />
en temel gücü olan Modern Alevi Hareketi’nin dilindeki müdahale eğer,<br />
yine demokrasinin olmazsa olmazı Kürt sorunu konusunda bir şey söylemek,<br />
bir politika ve bir hedef belirlemek anlamına gelmiyorsa, acaba<br />
hangi anlama geliyor, bilmiyorum. Bugüne dek de merakımı giderebilmiş<br />
değilim.<br />
Bunları belirtiyorum diye, her zaman olduğu gibi yine bir kısım çevreler,<br />
“Kürtçülük yapıyor, ırkçılık yapıyor, zaten biliyoruz, PKK’cılık yapıyor”<br />
gibilerinden “Milli Hassasiyet” vıdı vıdılarıyla konunun önemini<br />
anlamsızlaştırmasın.<br />
Türkiye’de gerçekten demokrasi ve özgürlük isteyen her kesimin,<br />
kendi özgün taleplerine olduğu gibi, diğerlerinin de taleplerine sahip<br />
çıkması eşyanın doğası gereğidir. Başka türlü hiç kimse, bu bin yılların<br />
tortusunu tek başına değiştiremez. Sadece kendi talebinin altında, kendisi<br />
ezilir. Yığınlarca olgu ve olay, bu dersin çıkartılmış olmasını gerektiriyordu.<br />
Sanılmasın ki, bu belirlediklerimi sadece Aleviler ve Kürtler bağlamında,<br />
Alevilerin yapması gerekenlerle sınırlıyorum. Tam tersine, her<br />
zaman olduğu gibi aynı şeyleri Kürt hareketi önderliklerine de söylüyorum,<br />
yazıyorum.<br />
Örnek olsun, şu anda, “ateşkes” ilan eden irade başta olmak üzere,<br />
güç veren bütün taraflara da sesleniyorum; İstek ve çağrılar, özel olarak<br />
Alevilere de seslenmiyor, onu da kapsayacak bir biçimde hedefler belirlenmiyorsa,<br />
Türkiye gerçeğinde, Alevi hareketinin rolünü görmemek,<br />
küçümsemek anlamına gelir. Belirttiklerim eksik bırakılarak, “Aleviler<br />
destek versin” demek ya da böylesine kendiliğinden bir bekleyiş içine<br />
girmek, son derece kolaycı ve ucuz bir yoldur.<br />
“Ateşkes” kararı veren iradeyi de bu bağlamda hassasiyetle izliyorum<br />
ve açıklık bekliyorum. Dahası, gerçek muhtevasını bir türlü anlayamadığım,<br />
ama bir biçimde dillendirilen, “siyasete müdahale edeceğiz” yönlü<br />
arayışların olduğu süreçte, beklediğim açıklığın gelmesini son derece<br />
önemli buluyorum.<br />
Çünkü bu arayışın, son günlerde Genel Kurmay çakışlı olduğu çok<br />
net anlaşılan, “laiklik ve irtica” çıkışlarına basit bir eklenti olarak açığa<br />
çıkmasını istemiyorum. Geniş emekçi Alevi kitlesinin, ezici çoğunluğu<br />
onların oğulları ve kızları olan zindanlarda çürütülen gençlerin şu veya<br />
bu ad altında sokak arasında kurşunlanan çocukların beklenti ve özlemlerinin<br />
bir kez daha ucuzca kapatılmamasını umuyorum ve bekliyorum.<br />
Ne tarihsel sürek böylesine ucuz ve kahredicidir; ne de günün koşullarında<br />
Modern Alevi Hareketi’nden beklenen rol budur. Olmamalıdır<br />
da!<br />
Sonuç olarak, Alevi hareketinin saygı değer önderlikleri, bir an önce,<br />
bir süredir dillendirdikleri “siyasete müdahale” söylemini açıklığa kavuşturmalıdırlar.<br />
Dahası, yarın daha geç olmadan ve “savaş kışkırtıcılarınca”<br />
bir kez daha boşa çıkartılıp, ortalık kan gölüne döndürülmeden<br />
açık ve net bir duruş sergilenmelidir.<br />
Halkların boğazlaştırılması çabalarına seyirci kalınmak istenmiyorsa,<br />
Modern Alevi Hareketi, “Ateşkes” kararı karşısındaki sessizliğini<br />
bozmalıdır. Bu karara sahip çıkmalı ve rolünü oynamalıdır. Kürt sorunun<br />
çözümü, Alevi sorununun çözümüdür. Bunu her zaman söyledim<br />
yine söylüyorum. Alevi sorunun çözümü de sağlıklı olarak Kürt sorunun<br />
çözümüdür. Et ve tırnak gibi birbirine bağlıdır.<br />
Gerçeği böyle kavramak, Yol’un buyruklarını doğru kavramaktır.<br />
Gerçeği böyle kavramak, ne milliyetçilik ne de ümmetçiliktir ve “Yol<br />
cümleden uludur!”<br />
Aralık 2006 15
SERÇEÞME<br />
Kerbelâ Olayını Hazırlayan Nedenler ve Tarihi Süreç (1)<br />
Veliyettin Ulusoy<br />
Hz. Muhammed’in hastalığının çok belirgin olduğu günlerde, Zeyd oğlu<br />
Usame, Şam’a gidecek bir orduya komutan olarak atanıyor. Usame, Medine<br />
dışında karargâhını kuruyor ve Müslümanların orduya katılmalarını<br />
bekliyor. Hz. Muhammed tüm Ensar (Medine yerlileri) ve muhacirlerin<br />
(Mekke’den gelen muhacirler) Usame ordusuna katılmasını emrediyor.<br />
Usame ordusuna, yakınları ve çok sadık bazı sahabelerin dışında kimse<br />
katılmamıştı. Her tarafa “Bir kölenin oğlu nasıl kumandan olabilir?”<br />
diye fitneler çıkartılıyordu. Açık ve kesin olarak “Müslümanım” diyenlerin<br />
büyük çoğunluğunun Hz. Muhammed’in buyruğuna uymadığı ve<br />
uymayacağı kesin biçimde belli olmuştu.<br />
Hz. Muhammed olaydan çok üzülmüş, kendisinden sonra İslam Birliğinin<br />
dağılması konusundaki endişesi artmıştı. Hastalığı gün geçtikçe<br />
ilerliyordu. İşte o sırada İslam’ın iç bünyesindeki ilk ayrılık filizleniyor.<br />
İbni Abbas’a Hz. Muhammed, “Bir divid ve bir koyun kemiği getirin,<br />
yazdıracağım bir şey var.” diyor. Odada yirmiden fazla sahabe var, toplulukta<br />
yüksek sesle tartışmalar başlıyor. Ömer Hattap öfkeli bir sesle<br />
bağırıyor: “Maraz-ı Mevd (Ölümcül hastalık) halinde bulunan bu adamın<br />
hezeyanımı yazılacak? Kuran’ın hükmü bize yeter.” (Buhari, Kitap’ül cihadı,<br />
II. s.12-Teberi, s.193)<br />
Ne olursa olsun çok kötü bir olay sergilenmektedir. İslam âleminde<br />
yüzyıllarca sürecek bir çelişmenin tohumu ekilmektedir.<br />
Yatağın çevresinde cereyan eden bu saygısız konuşmalara kızan Hz<br />
Muhammed, “Kalkın benim yanımdan gidin, bu kadınlar sizden iyidir.”<br />
diyerek ev halkından başkasını odasından dışarı çıkartmıştı. Bu olaydan<br />
kısa bir süre sonra Hz. Muhammed Hakk’a yürümüştü.<br />
Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesiyle tartışmalar artmış, Sahabe,<br />
Resulullahın cenazesini, elemli hanedanına bırakarak Beni Saide Sakifesinde<br />
toplanmıştı. Hz. Ali Hz. Muhammed’in cenaze işleriyle uğraştı.<br />
Kuran, Enfal Suresi, Ayet 27: “Ey insanlar, Allah’a ve Resul’e ve onun<br />
emanetlerini hıyanet etmeyin. Size güvenilen şeylere bile bile hainlik etmiş<br />
olursunuz.”<br />
Bu emanetler nedir? Hz. Muhammed’in bu emanetlerine gerekli saygı<br />
gösterilmiş midir? Bu emanetler Kuran ve Ehl-i beyti’dir Ne yazık<br />
ki her ikisine de gerekli saygı gösterilmemiş, Ehl-i beyti zulüm ve acı<br />
görmüş; insanlık tarihinin en acı olayı Kerbelâ’da gerçekleşmiş; Hz.<br />
Muhammed’in çocuk yaşındaki torunları, oklanarak, kesilerek şehit<br />
edilmişlerdir.<br />
İslam inanışı uydurma hadislerle aslından uzaklaştırılmış, Kuran’daki<br />
İslam’dan çok farklı bir konuma düşmüştür.<br />
Kuran, Enfal Suresi, Ayet 41: “Eğer Allah’a ve Hakk’ı batıldan ayıran<br />
o günde kulumuz Muhammed’e indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki<br />
ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın Peygamber’inin ve akrabasının,<br />
yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır.” diyerek, açıkça Hz.<br />
Muhammed’in Ehl-i beyt’ine hisse ayırdığı halde, bu hisse verilmemiştir.<br />
Hz. Muhammed zamanında, Fedek hurmalığı, Peygamberin hissesine<br />
ayrılmıştı. O da kızı Fatima’ya vermişti. Fatima hurmalığın mahsulünü<br />
yoksullara ve yetimlere dağıtıyordu, halife Ebu-Bekir “Peygamberin<br />
mirasçısı olmaz, Müslümanların hepsi O’nun mirasçılarıdır.”diyerek Fedek<br />
hurmalığını Fatima’nın elinden almış beyt’ül mâl’e kayıt ettirmiştir.<br />
Halife Osman zamanında bu hurmalık hizmetlerinin karşılığı olarak<br />
(!) Mervan’a verilmiştir.<br />
Hz. Muhammed’in çok sevdiği sahabelere görev verilmemiştir. Hatta<br />
bunların bir kısmı, örneğin, Malik bin Nuvayra, Abdullah bin Mes’ud,<br />
Ebu-Zer Giffari ve diğerleri birer bahane ile öldürülmüşlerdir.<br />
En önemli görevler Hz. Muhammed’in münafık saydığı ve yanına yanaştırmadığı<br />
kişilere, özellikle Ümmeye oğullarına verilmiş, ülkenin geliri<br />
de bunlara ihsan olarak dağıtılmıştır. Bu adamlar hayal edemeyecekleri<br />
servetlere kavuşmuşlardır. Hiçbir geçerli sebep olmadan Mervan’a<br />
bazı eyaletlerin gelirinden başka 100 bin Dirhem, aynı şekilde Abdullah<br />
bin Halid’e 400 bin Dirhem, Ebu Süfyan’a 200 bin Dirhem verilmiştir.<br />
(İbni Ebu Halid, Nehc ül Belaga Şerhi, s. 68)<br />
Hz. Ali’ye onun soyuna karşı özellikle Emeviler döneminde daha<br />
da şiddetlenerek süren baskı ve düşmanlık hareketi, Hz. Muhammed’in<br />
hayatında ve ona karşı yöneltilen bir muhalefetin devamıdır. Kılıçla İslamiyeti<br />
kabul etmiş görünen kişilerin tahrikleri, Hz. Muhammed’in güçlü<br />
kişiliğinin ortadan kalkması acık ve belirgin bir Ali düşmanlığı şeklinde<br />
ortaya çıkmıştır. Ali’ye ve O’nun soyuna karşı gösterilen düşmanlığın<br />
kökeninde Hz. Muhammed’e karşı onun isteklerini yerine getirecek bir<br />
bağlılığın bulunmaması nedeni yatmaktadır.<br />
On iki İmamların altıncısı İmam Cafer: “Müslümanlık Allah’ın birliğine<br />
ve Hz. Muhammed’in Resul olduğuna iki kelime ile tanıklık etmekle<br />
başlar. Ancak bazı istekler ve koşullar vardır ki kişi onlara uymakla inananlar<br />
arasına girer.” der.<br />
Kuran Hucurat Suresi, 14. Ayet: “Ey Muhammed, Araplar inandık<br />
dediler, de ki inanmadınız, ama İslam olduk deyin. İnanç henüz gönüllerinize<br />
yerleşmedi.” Bu ayet, Hz Muhammed’den sonraki durumu gerçek<br />
biçimde açıklamaktadır.<br />
Hz. Ali’nin Halifeliği<br />
Hz. Muhammed’in ölümünden sonra 25 yıl geçmişti. İslam toplumu bir<br />
Arap imparatorluğuna dönüşme aşaması içinde idi. Zaptedilen ülkelerden<br />
alınan ganimet mallar, iş başında bulunanları ve çevrelerini alabildiğine<br />
zenginleştirmişti. Emevi valiler, kumandanlar ve onların yakınları<br />
zengin bir sınıf meydana getirmişti. Bunların saraylarında konaklarında<br />
içkili, müzikli eğlenceler, ahlak dışı bir hayat vardı. Bu, Arap ordusunun<br />
zapt edilen ülkelerden getirdiği ganimetlerle besleniyordu. Arap’tan başka<br />
unsurlar, onların nazarında mevali (köle) idi. Köle ve cariye ticareti<br />
alabildiğine genişlemişti. Satışa çıkartılan her renkteki köleleri-cariyeleri<br />
pazarlar almıyordu.<br />
Arap kavminin hırs ve tamahı olanca korkunçluğu ile ayağa kakmıştı.<br />
Buna karşılık yakılıp yıkılan evler, söndürülen ocaklar, esir pazarına<br />
düşen kadınlar, keyfe ve çıkara göre öldürülen insanlar…Çıkan karışıklıklar<br />
ve ayaklanmalar sonucu Halife Osman öldürülmüştü.<br />
Ülkenin her yanından gelen temsilciler Ali’den halife olmasını istediler.<br />
Hz. Ali, Hz. Muhammed’in vasi ve vekil olarak gösterdiği, sayısız<br />
hadisle övdüğü kişiydi. İlim, inanç, ahlak ve özveride benzeri yoktu.<br />
Gücü ve saygınlığı kimse ile kıyaslanamazdı. İslamiyeti ilk defa o<br />
kabul etmiş, her savaşta ilk saflarda bulunmuştu. Her zaman, Allah’ın<br />
hükmüne karşı hiç kimseden üstünlüğü olmadığını, İslamiyette emir ve<br />
nehiy bakımından kimsenin imtiyazlı olmayacağını söylerdi. İşçisi ile<br />
kendisi hak bakımından ayrı görmezdi. “Esir, Tanrı’nın hiçbir ayrıcalık<br />
göstermeden yarattığı insandır, esir kullanmak, Tanrı buyruğuna karşı<br />
gelmektir.” diyordu. Esareti, insanlığın yüz karası olarak niteliyordu.<br />
Yemeği genellikle arpa ekmeği, hurma veya sütten ibaretti. Fakir olduğu<br />
için, sık sık bahçe belleyerek veya hurmaları sulayarak evinin ihtiyacını<br />
karşılardı. Savaşlarda kendi hissesine ayrılan ganimeti hemen yoksullara<br />
dağıttığı için bir türlü zengin olamamıştı.<br />
Hz Ali kendisinin Halife olmasını isteyenlere: “Beni bırakın da benden<br />
başkasını arayın, bulun.” dedi. “Tan yerini boydan boya kara bulutlar<br />
kaplamış. Apaydın yol, görünmez olmuş. Bilin ki istediğinizi kabul<br />
edersem, hak bildiğime gider ve uyarım. Ne söyleyenin sözüne aldırış<br />
ederim, ne de ayıplayanın lafına kulak asarım. Ame beni bırakırsanız,<br />
sizin biriniz gibi olurum. Umarım ki, işinize kimi getirir ve kimi buyruk<br />
sahibi yaparsanız, buyruğu sizden fazla dinlerim, emrine sizden fazla<br />
uyarım. Benim size yardımcı olmam, emir olmamdan hayırlıdır.” diyordu.<br />
Devamlı ısrarlar üzerine Ali, Bedir Savaşına katılanlarla Medine’deki<br />
Ensar ve muhacirlerin ve tüm eyaletlerden gelen temsilcilerin oy vermesi<br />
halinde halifeliği kabul edeceğini bildirdi. Bedir ve Medine Sahabeleri,<br />
muhacirler, eyalet temsilcileri mescitte toplanarak Ali’ye biat ettiler.<br />
Ali, biat etmeyi kabul ettiğinin ikinci günü, halife Osman’ın dağıttığı<br />
toprakları ve diğer malları millet malı olarak geri alacağını, valilerin ve<br />
diğer yöneticilerin haksız olarak el koydukları malları sahiplerine geri<br />
vereceğini, tutsak erkek, kadın ve çocukların ailelerine gönderileceğini<br />
bir genelge ile her tara bildirdi. Karakterine güvenilir insanları, özellikle<br />
Hz. Muhammed’in değer verdiği sahabesini valiliklere ve diğer görevlere<br />
atadı. Basra valisi Huneyf’e şöyle yazıyordu:<br />
“Duyduk, Basralılardan bir bölük, seni düğüne çağırmış. Sen de hemen<br />
gitmişsin. Çeşit çeşit yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna<br />
gitmiş. Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağırmayan sadece zenginleri<br />
davet eden bir topluluğun çağrısına gidesin. Yediğin yemeğe<br />
bir bak. Haram yahut helal olduğuna bir şüphen olursa at o yemeği<br />
ağzından. Helal olduğunu bilirsen ye. Ama az miktarda.<br />
Bil ki, her uyan kişinin uyduğu, yolundan gittiği, bilgisinden ışıklandığı<br />
bir imamı vardır. Gene bil ki, sizin imamınız, dünyasında köhne<br />
bir elbiseyle, iki parça ekmeği kendisine yeter bulmaktadır. Bilirim,<br />
herkesin buna belki de gücü yetmez. Yetmez ama, çekinip temiz olmaya,<br />
doğru yola gitmeye gayret ederek yardım edin bu yolda bana,<br />
gücünüz yettiği kadar benim yolumda olun. Dilersem ben de yağlar<br />
ballar bulurum. Buğday ekmeğinin en hasını yerim. İpek elbiseler<br />
giyerim. Fakat nefsimin bana üst olması, beni lezzetli yemekler çek-<br />
16 <strong>Sayı</strong> 25
mese mümkün değildir. Ben nasıl doya doya yemek yiyebilirim ki,<br />
Hicaz’da yahut Yemame’de yoksullar vardır. Günler geçmiş tokluk<br />
nedir görmemişlerdir. Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim<br />
ki; çevremde aç karınlar, susuzluktan bunalmış ciğerler vardır.”<br />
Ne yazık ki, Ali’nin insan haklarına saygılı, haksıza zalime şans tanımayan<br />
yönetiminde halk, gene huzura kavuşma olanağı bulamadı. Hz.<br />
Muhammed’den sonra geçen çeyrek yüzyılda bambaşka bir yaşantıya<br />
alışan yöneticiler ve çevreleri, özellikle sonsuz servete sahip olan Ümmeye<br />
oğulları, Hakk’ın emrine ve halkın mutluluğuna dayalı Ali devrinin<br />
koşullarına uymadılar ve onun yönetimini gereksiz bir<br />
saflık olarak nitelendirdiler. Bunların baskısı altındaki insan<br />
toplulukları da yeterli olarak durumu kavrayamadılar<br />
ve Ali’nin yürüttüğü yolda şuurlu bir destek sağlayamadılar,<br />
Hakk’ın güçlenmesi için gerekli birliği kuramadılar.<br />
Ali’nin yönetiminde çıkarı bozulanların veya Ali’ye<br />
karşı sönmeyen kin ve düşmanlığı olanların uyandırdığı<br />
fitne tüm ülkeyi sarmakta gecikmedi. Düşmanlarının fitnesinin<br />
anında yok edilmemesi, Ali’nin dostlarını hayal kırıklığına uğratıyordu.<br />
Oysa Ali son dakikaya kadar, insan kanı dökülmemesi için<br />
çareler arıyordu.<br />
Hz. Muhammed’in eşi Ayşe, Zübeyir oğlu Abdullah’la birleşerek,<br />
Osman’ın kanını dava etmeye kalktılar. Hz. Muhammed’in eşi Ümmi<br />
Seleme, Ayşe’ye şöyle demişti:<br />
“Şimdi Osman’ın kanını mı istiyorsun? Oysa dünkü gün Osman’a<br />
küfrediyordun. ‘Bu sakallı Yahudi’yi Allah öldürsün’ diyordun, şimdi<br />
ise ‘Emir ül Müminin ve Halife-i Matül’ diyorsun; İmam Ali’ye karşı<br />
çıkan cemaatle birleşiyorsun. Osman’ın kanını istemekle senin ne ilgin<br />
var? Osman, Abdül Menaf’dan bir kişidir. Sen ise Bei Te’mimden<br />
bir zaifesin. Yazıklar olsun sana Ayşe. Öyle bir taife ile birleşiyorsun<br />
ki Ali bin Ebu-Talib’e karşı çıkmak istiyorlar. O Ali bin Ebu-Talib ki,<br />
Hz. Muhammed’le arasında kardeşlik silsilesi vardır. Resul’ün amcası<br />
oğlu, Fatıma’nın eşidir. Medine’de bulunan muhacir ve esnan ona<br />
biat ettiler.<br />
Ey Ayşe, Allah’tan kork ki Hz. Muhammed’in: ‘Benim sağlığımda<br />
ve ölümümden sonra Ali’ye isyan edenler bana isyan etmiş olurlar.’<br />
dediğini duymadın mı ?<br />
Ya Ayşe, Talha ve Zübeyir’in dalaveresine aldanma. Bu irtikap ettiğin<br />
iş için Allah’tan sana vebâl gelince, Talha ve Zübeyir seni kurtarmaya<br />
kadir olamazlar.”<br />
Bunun üzerine Ayşe, Basra’ya gitmekten vazgeçip evine dönmüştü.<br />
Fakat fitne sönmek bilmiyordu. Zübeyir’in oğlu Abdullah Ayşe’ye “Sen<br />
Basra’ya gitmezsen kendimi öldürürüm.” diye tehdit etti. Ayşe, Abdullah<br />
oğlu Zübeyir’i çok severdi. Araya diğer yakınlarının da girmesi üzerine<br />
Basra’ya gitti. Tarihte “Cemel olayı” diye anılan, Ayşe’nin devesi çevresinde<br />
vukua gelen ve çok kan dökülmesine neden olan savaş kaçınılmaz<br />
oldu.<br />
Bu olayı izleyen Sıffın savaşları, İslam’daki bölünmeye hız kattı.<br />
İslam kanı dökülmesinden sakınan, bunu Hz. Muhammed’in kutsal bir<br />
vasiyeti sayan Ali’nin bağışlayıcı tavrı, kendi lehine sonuç alınacak bu<br />
savaşlarda kesin sonuç alınmasına imkân vermedi. Aralarında Veysel<br />
Karani’ninde bulunduğu Bedir savaşına katılan sahabeden yetmiş kişinin<br />
ve binlerce Müslümanın şehit olduğu Sıffın savaşı, Muaviye’nin ve<br />
Amr bin As’ın hileleri ile sonuçsuz kaldı.<br />
Hakem Olayı beraberinde karışıklıklar ve sonu gelmez tartışmalar<br />
getirdi. Herkes bu sonuç nedeniyle birbirini suçluyordu.<br />
Haricilerin görevlendirdikleri Abdurrahman bin Mülcem’in, Hicretin<br />
kırkıncı yılı, Ramazan ayının on dokuzuncu günü Kûfe Mescidinde<br />
başından yaraladığı İmam Ali, kılıçtaki zehrin de etkisiyle yaralandıktan<br />
altı gün sonra hayata gözlerini yumdu.<br />
Genç yaşından itibaren herkesin bilgi istediği ve akıl danıştığı bir<br />
ilim adamı idi Ali. Fıkıh, tefsir, kıraat ve kelam bilgilerini İslam toplumuna<br />
Ali öğretti. Arap dil ve edebiyatının kurallarını Ali koydu.<br />
Hz. Muhammed “Ben Kuran’ı kabul ettirmek için savaştım. Ali<br />
Kuran’a anlam verme ve yorumlama için savaştı.” demiştir.<br />
Hz. Muhammed’in “Ali ilmin denizidir”. Ve “Ben ilim şehriyim. Ali<br />
ise kapısıdır.” demesi, Ali’nin büyük bir ilim adamı olduğunu doğrulamaktadır.<br />
Güçlü ve sarsılmaz bir ahlak anlayışına sahip olan Ali, örnek bir aile<br />
reisiydi. Çağında birden fazla kadınla evlenmek, cariye bulundurmak<br />
yasal sayıldığı halde, Ali evinde cariye bulundurmadığı gibi Fatima’nın<br />
ölümüne kadar da başka kadınla evlenmedi.<br />
Konuşmaları Nehcü’l Belaga adı altında birleştirilmiştir. Güzel konuşma<br />
yolları anlamına gelen eser, söz söyleme sanatının eşsiz bir anıtı<br />
sayılır. Türbesi Irak Necef şehrindedir.<br />
SERÇESME SERÇEÞME<br />
Serime bir sevda geldi<br />
Muhammed Ali’den beri<br />
Yandı vücudum kül oldu<br />
Ta kalü beli’den beri<br />
Kul Hasan<br />
İmam Hasan (624-6719<br />
Ali’nin Fatıma’dan doğan ilk oğludur. Hasan ismini Hz. Muhammed<br />
koymuştur. Hasan ismi daha önce Araplarda yoktu. Hz. Muhammed<br />
Ali’ye “Sen Musa’ya nisbet Harun menzilindesin” demişti. Bu nedenle,<br />
Harun’un oğlu “Şeper”in adını Ali’nin çocuğuna koymuştu. Hasan, Süryani<br />
dilindeki Şeper’in Arapça karşılığı oluyordu.<br />
Hz. Muhammed “oğullarım” dediği Hasan ve Hüseyin’i çok severdi.<br />
Onlarla şakalaşır, ibadet sırasında bile sırtına çıkmalarına müsaade<br />
ederdi. Hasan’ın yüzü Hz. Muhammed’e çok benzerdi. Hz. Muhammed<br />
birçok defalar, “Allah’ım, ben Hasan’ı seviyorum, sen de<br />
sev ve seveni de sev.” demişti. (Fedail’ül-Hamse s.230)<br />
Hasan Sıffın savaşında babasının yanında idi.<br />
Hüseyin’le birlikte fiilen savaşa katıldıklarını gören Ali:<br />
“Tutun şunları! Ben bu ikisiyle soluk alıyorum, şehit olurlarsa<br />
Resulullahın nesli kesilir.” diyerek onları savaş alanından<br />
çıkarttırmıştı. (Nehcü’l-Belaga tercümesi ve şerhi<br />
s.336)<br />
Görüldüğü gibi Ali, Hasan ve Hüseyin’den Hz. Muhammed’in soyunun<br />
yürüdüğüne işaret etmişti. Hz. Muhammed’in oğlu yoktu.<br />
Kızı Fatima ile Ali’den gelenleri kendi soyu olarak kabul etmişti. Hz.<br />
Muhammed’in “Herkesin nesebi kesilebilir. Benim tertemiz soyum kıyamete<br />
kadar sürecektir.” Anlamındaki ünlü sözünü, Ali Sıffın’da doğrulamıştır.<br />
Sıffın savaşından sonra Ali uzun bir vasiyetname bırakarak, kendinden<br />
sonra İslamın imamlığının Hasan’a intikal edeceğini bildirmiştir.<br />
Hasan’ın zamanında Ehl-i beyte candan bağlı olanlar çok azalmıştı.<br />
İslamda birlik kalmamış, servet ve mevkii her şeye egemen olmuştu.<br />
Muaviye’nin adamları bir taraftan para ve mansıp dağıtarak, diğer taraftan<br />
uydurma hadislerle, çevrelerine hayli taraftar toplamışlardı. Muaviye<br />
kendi tarafına geçenleri zengin ediyordu. Alabildiğine servet ve<br />
göz kamaştırıcı bir yaşantı Araplara çok çekici geliyordu. Ehl-i beyt’in<br />
ganimetten veya halkın varlığından alıp dağıtacak bir şeyleri yoktu. Bu<br />
itibarla o çevredeki Müslümanların bazıları açıktan, bazıları üstü örtülü<br />
biçimde Muaviye’yi destekliyorlardı. Muaviye bu durumdan faydalanarak<br />
Hasan’ın kendisine biat etmesini istiyor bu konuda anlaşma teklif<br />
ediyordu. İçinde bulunduğu havadan bunalmış olan Hasan çevresindekilere<br />
sormuştu:<br />
“Muaviye bizi öyle bir işe çağırıyor ki, onda ne bir yücelme var, ne<br />
de bir adalet. Ölümü göze alıyorsanız teklifi ni reddedelim. Yaşamayı istiyorsanız<br />
kabul edelim. Hangisine razıysanız bildirin.” Herkes soruyu,<br />
“Uzlaşalım” diye yanıtladı. Hasan, “Ben bunu kabul etmezdim. Yardımcı<br />
bulsaydım gecemde de onunla savaşırdım, gündüzümde de. Sonunda Allah<br />
bir hüküm verirdi” dedi. (A. Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri<br />
ve Şii’lik s.3 76)<br />
Hasan-Muaviye sözleşmesi şu taahhütleri kapsıyordu:<br />
1-Halk Kuran’a uygun olarak yönetilecektir.<br />
2-Alevilere kötülük yapılmayacaktır.<br />
3-Ali ve soyuna kötü söz söylenmeyecektir.<br />
4-Cemel ve Sıffın savaşı şehitlerinin evladına ganimetten hisse verilecektir.<br />
5-Muaviye kendinden sonra kimseyi halife yapmayacaktır.<br />
Anlaşmadan sonra Hasan ailesini toplayarak Medine’ye döndü.<br />
Muaviye sözleşmenin hiçbir maddesine uymadı. Hasan’ın karısı<br />
Eş’as kızı Cude’ye bin dirhem altın vererek ve oğlu Yezid’e almayı vaat<br />
ederek İmam Hasan’ı zehirletti.<br />
İmam Hasan, dedesi Hz. Muhammed’in yanına gömülmek istiyordu.<br />
Bunu haber alan Mervan, emrindeki kuvvetlerle yolu kesti. Ayşe de bir<br />
katıra binerek Mervan’a katıldı. Cenazeyi götüren topluluk yol değiştirerek<br />
Baki mezarlığına gitti. İmam Hasan, Ali’nin anası Fatima’nın yanında<br />
toprağa verildi.<br />
İmam Hasan’ın oğlan, kız on beş çocuğu olmuşsa da imamlık, İmam<br />
Hüseyin’in soyundan yürümüştür. İmam Hasan en çok “Seçilmiş” anlamına<br />
gelen “Mücteba” lakabı ile anılırdı.<br />
İmam Hüseyin (624-671)<br />
İmam Ali ve Fatima’nın ikinci oğulları, İslamın, Hz. Muhammed ve<br />
İmam Ali’den sonra en ünlü kişidir. İmam Hasan’dan bir yıl on ay sonra<br />
doğan Hüseyin’in adını da dedesi Hz. Muhammed koydu. Hüseyin, Süryani<br />
dilinde “Şibbir”in Arapçadaki karşılığıdır. Şibbir, Harun’un ikinci<br />
oğlunun adıdır. (Fuzuli, Hadikat üs Suada, s. 270)<br />
Hz. Muhammed bu torununa karşı çok derin bir sevgisi vardı. Evlerinin<br />
önünden geçerken, Hüseyin’in ağladığını duyduğunda kızı Fatima’yı<br />
çağırarak, “Hüseyin’i niçin ağlatıyorsun? Bilmiyor musun ki onun ağlaması<br />
beni incitir.” dediği çok duyulmuştur. (Fedail’ül Hamse, III,<br />
s. 255)<br />
(Devamı 18. Sayfada)<br />
Aralık 2006 17
SERÇEÞME<br />
(Baştarafı 17. Sayfada)<br />
İmam Hüseyin’in çocuklarından, Ali Ekber ve Abdullah Ekber (Ali<br />
Asgar) Kerbelâ’da şehit olmuşlar, soyu Ali Evsat’tan (Zeyne’l-Abidin’den)<br />
yürümüştür. Kızları Fatima, Sakine ve Zeynep’tir.<br />
Muaviye’nin Hasan ile yaptığı sözleşmeyi tasvip etmemekle beraber,<br />
İmam Hasan’ın ölümünden sonra çevresinden gelen, anlaşmanın bozulması<br />
yolundaki teklifleri, “Muaviye ölünceye kadar sözleşmeye bizim<br />
sadık kalmamız gerekir.” diye kabul etmemişti.<br />
Muaviye ise son günlerinde, Medine’ye gitmiş, oğlu Yezid’i övmüş<br />
ve ona biat etmelerini tavsiye etmişti. Ebu-Bekir’in oğlu Abdurrahman,<br />
Ömer’in oğlu Abdullah, Zübeyir’in oğlu Abdullah, İmam Hüseyin ve diğer<br />
Haşim oğulları biat etmeye yanaşmamışlardı.<br />
Muaviye’nin 674’de ölümü üzerine, ahde aykırı olarak yerine geçen<br />
Yezid, ilk iş olarak, Medine Valisi Velid’e bir emirname göndererek,<br />
İmam Hüseyin’e biat teklif etmesini, kabul etmediği takdirde başını<br />
keserek Şam’a göndermesini istemişti. Bu isteğini yerine getirmeyen<br />
Velid’i azletmiş yerine Amr bin Said Aşdak’ı Medine’ye vali atamıştı.<br />
Yeni vali Ehli-beyt’e rahat huzur vermiyordu. Durumu yakından<br />
izleyen Kûfeliler Süleyman bin Surad’il Huzzai’nin evinde toplanarak<br />
Medine’de tedirgin edilen Hüseyin’i ve diğer Ehl-i beyt mensuplarını<br />
Kûfe’ye getirmeyi kararlaştırdılar.<br />
Halife unvanı ile artık bir Arap devleti biçimine dönmüş İslam toplumunun<br />
başına geçme iddiasında bulunan Yezid, Allah’ın emirlerini tanımaz,<br />
yalancı, rezil, şerir; İslamla ve inançla ilgisi olmayan bir ayyaştı.<br />
Böyle birisinin adının Emir’ül-Müminin veya Halife gibi kutsal deyimlere<br />
karışmasına, Müslümanlığa içtenlikle bağlı ve saygılı kişilerin gönlü<br />
razı olmuyordu. Hüseyin’in de aynı kanıda bulunduğunu bilen Kûfe’liler<br />
mektup üstüne mektup yolladılar. Hüseyin’in Medine’deki yakınları ise<br />
kesinlikle Kûfe’ye gitmelerini istemiyorlardı. Düşüncelerini söyleyen<br />
yakınlarına Hüseyin şöyle demişti:<br />
“Allah ne dilerse o olur. Dayanma gücü ancak onunla elde edilebilir.<br />
Ölüm genç bir kızın boynuna takılan gerdanlık gibi insanoğlunun<br />
boynundadır. Yakup nasıl Yusuf’u özledi ise, ben de ecdadımı öylesine<br />
özledim. Allah, şehid olacağım yeri benim için önceden kararlaştırmıştır.<br />
Allah dilerse Kûfe’ye hareket edeceğim” (Biharrü’l<br />
Envar, s. 44, s. 366)<br />
Abdullah bin Abbas, bu konudaki ısrarını sürdürüyordu:<br />
“Ey zamanın imamı, lütfedip Kûfe’ye gitmekten vazgeç. Medine’den<br />
ayrılman gerekiyorsa Mekke’ye git. Atan Ali, Irak’a yöneldiğinde<br />
belalar tuzağına tutuldu. Kardeşin Hasan Mücteba orada perişan<br />
oldu.”<br />
İmam Hüseyin cevap verdi:<br />
“Ey Abdullah, zahirde Müslümanlar mektuplar gönderip<br />
oraya gitmemi istediler. Ehl-i beyt’in huzurunu<br />
sağlayacaklarına kefil oldular. Mümkündür ki bu suretle<br />
Hakk’ın emrine uymak bana nasip olsun.”<br />
Abdullah:<br />
“Ey Peygamber oğlu, Kûfe henüz Yezid’in emri altındadır. Eğer onun<br />
valisini defedip Şer’i Müslüm’e teslim ederlerse o taraflara gitmek<br />
münasiptir. Ve eğer bunun aksi zuhur edip Yezid’in askerine karşı<br />
koymak lazım gelirse, yine mümkündür ki zafer onlara teveccüh ede.<br />
Bu takdirde bu neticeden hazretinize ızdırap erişir.”<br />
İmam Hüseyin:<br />
“Ey Abdullah! Sefere çıkmağa niyet etmişim. Zira muhakkak surette<br />
bilirim ki Yezid, benden gafil değildir. Kâbe’nin mübarek toprağı<br />
âlemin kıblesi iken, dalalet ehl-i askerinin ayakları altında kalıp, saygısızlık<br />
yapılmasına benim sebep olmama rızam yoktur. İstemem ki<br />
bu kutsal toprakları kana bulayayım ve halkını perişan edeyim. En<br />
iyisi fitne ve zulmü bilerek buraya getirmemektir.”<br />
Abdullah:<br />
“Ey Peygamber Evladı, anlıyorum ki sefere çıkmaya mailsin. Hiç olmazsa<br />
Yemen tarafına yönel ki, memleket geniş olup kale ve hisarları<br />
çok ve hadsiz hesapsız, Hemedan kabilesi Ahmed Muhtar (Peygamber)<br />
hanedanının dostudur. Sen o diyara varıp yerleşecek olursan her<br />
taraftan halis yürekliler ve mücahitler toplanıp sana yardım ederler.”<br />
İmam Hüseyin.<br />
“Ey Abdullah! Senin ne kadar şefkatli olduğunu yakından bilirim.<br />
Sözlerinin benim için iyi bir öğüt olduğunu itiraf ederim. Fakat ne<br />
çare ki, kaza hâkimi irademi Irak tarafına çekmektedir.”<br />
Hasan Hüseyin’i sevdim<br />
İkrarım anlara verdim<br />
Kâfi rlerin putun kırdım<br />
Halil-ür-Rahman’dan beri<br />
Kul Hasan<br />
dedi ve Kuran dan şu ayeti okudu: “Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda<br />
bize döneceksiniz.” (Kuran, Ankebut Suresi, Ayet 57)<br />
İmam Hüseyin’e gerek Ehl-i beyt’ten ve gerekse İslam büyüklerinden<br />
Kûfe’ye gitmemesi için çok sayıda kişi buna benzer ricalarda bulundularsa<br />
da kâr etmedi. Hüseyin, “Hikmet sırrı bize gizli kalmaz. Bana açık<br />
olanı siz bilmezsiniz.” diyordu.<br />
* * *<br />
[İşte Kerbelâ Olayı’nın sırrı bu küçük cümlecikte. Hz. Hüseyin islamın<br />
gidişatını, gerçekten uzaklaştığını görüyor, buna bir çare arıyordu.<br />
Mevcut olanaklarla buna çare bulmak imkânsızdı. Toplumu<br />
ikna etmek, oturup konuşmak, gerçekleri anlatmak mümkün görünmüyordu.<br />
Halen halk arasında söylenen gibi “Muaviye’nin pilavı<br />
yağlıydı”. Ve insanların pek çoğu bugün de olduğu gibi çıkara önem<br />
veriyorlardı.<br />
Toplumun bu gidişatını kökünden sarsacak ve dikkatleri çekecek<br />
bir olay gerekiyordu. Belki bu olay toplumun tekrar doğru düşünmesine,<br />
gerçekleri görmesine ve aklını başına toplamasına yardımcı<br />
olacak bir tokat niteliğinde olmalıydı.<br />
İmam Hüseyin çözümü bu şekilde buldu. Bu düşüncesini en yakınlarına<br />
açtı ve gerçekleştirdi. Bunun için bütün ısrarlara rağmen<br />
fikrinden dönmedi. Haksızlığın, zulmün, bencilliğin karşısında hayatı<br />
pahasına dimdik durdu ve Tanrısal bir destanın ölmez kahramanı<br />
ve yol göstericisi oldu - VU]<br />
* * *<br />
İmam Hüseyin, Mekkelilere de veda ettikten sonra kendine bağlı olan<br />
kişiler ve akrabası ile beraber Mekke’den Kûfe yönüne, kaderine doğru<br />
yürüyüşe başlamıştı. Aynı gün, daha önce gönderdiği Müslim bin Akil,<br />
Kûfe’de yardımsız kalıyor, Yezid’in valisinin emri ile şehid ediliyordu.<br />
İmam Hüseyin, Kerbelâ’da konakladığı zaman akrabası ve Ehl-i beyt<br />
kadınlarından oluşan yüz kişilik bir kafile halindeydiler. Müslim bin<br />
Akil’in şehit edildiğini yolda haber almışlardı. Yezid’in ordusu, kafileye<br />
burada yetişip Fırat nehri tarafında saf bağladı. İmam Hüseyin’e mektuplar<br />
yazıp, dini ve Müslümanları Yezid şerir’inden kurtarmasını isteyenlerin<br />
de içinde bulunduğu Muaviye oğlu Yezid’in ordusu o gün, tarihte<br />
benzeri görülmedik bir vahşet ve acımasızlıkla, Hz. Muhammed’in torunlarını<br />
meme emmekte olan çocuklara varıncaya dek şehit ettiler. (10<br />
Muharrem H. 61)<br />
Biz burada bu korkunç olayın ayrıntısına girmeyeceğiz. Kerbelâ Olayı<br />
öyle bir faciadır ki, Hz. Muhammed’in öpüp kokladığı bir başın acımasızca<br />
kesilip şehir şehir dolaştırılmasını, susuzluktan bunalmış meme<br />
emmekte olan bir masumun oklanıp şehit edilmesini, Hz. Muhammed’in<br />
torunlarından oluşan kadınların ve şehit cesetlerinin<br />
üzerine vahşetle saldırıp talan ve yağma edilmesini anlatmaktan<br />
insanlık adına utanç duyuyoruz.<br />
Bütün bu faciayı görüp bilen, çocukları dahil en<br />
yakınlarının şehit edilmesine tanık olan, altı aylık<br />
yavrusunun kucağında oklanıp öldürüldüğünü gören,<br />
kendisinden sonraya kalacak Hz. Muhammed’in Ehl-i<br />
beyt’inin insafsız, vicdansız Yezid’e esir olacağını sezen<br />
Hüseyin’in, Kerbelâ faciası öncesinde, ölümün adım<br />
adım geldiğini özünde sezmemesi olanaksızdır. Böylesine bir facianın<br />
ortasında Hüseyin, inancının kutsallığını, imanının gücünü, Hakk’ın ve<br />
insanlığın zulme, batıla, ahlaksızlığa karşı olan zaferini cihana eşsiz biçimde<br />
göstermiştir. Ceddine ve ceddinin yoluna sahip çıkmış, soyuna<br />
layık olduğunu ispatlamıştır. Hüseyin yanındakilerle birlikte, insanoğluna,<br />
yücelme yolunda, insanlık ve Allah yolunda gerektiği zaman neler<br />
yapılabileceğini kimseye nasip olmayacak bir düzeyde öğretmiştir.<br />
Diğer taraftan, insanların, çıkar uğruna nerelere kadar düşebileceklerini,<br />
ne ölçüde insafsız ve vicdansız olabileceklerini de Yezid ve peşindekiler<br />
Kerbelâ önünde göstermişlerdir.<br />
Biri insanları yüceltiyor alabildiğine… Uyarıcı, yol gösterici, sözüne<br />
sadık, dürüst ve cesur.<br />
Öteki, aşağılık, hilekâr, yalancı, bencil ve tiksindirici…<br />
Kerbelâ meydanı o gün, insanların yüzyıllardan beri okuduğu ve<br />
sonsuza kadar da okumaya devam edeceği Tanrısal bir destana tanık<br />
oluyor.<br />
Kerbelâ’da o gün yetmiş iki kişinin şehit edildiği söylenegelmiştir.<br />
Şimdiye kadar altmış üç Şehit’in adı zaptedilmiştir.<br />
Dokuz kişi de İmam Hüseyin’in daha önce Kûfe’ye gönderdiği Müslim<br />
bin Akil ile birlikte şehit olmuştur. Büyük bir ihtimalle Kûfe şehitleri<br />
ile Kerbelâ şehitleri birleştirilmek suretiyle yetmiş iki sayısına varılmaktadır.<br />
(1) A.Celalettin Ulusoy, Hacı Bektaş Veli ve Alevi Bektaşi Yolu.<br />
18 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇESME SERÇEÞME<br />
ALİ KENANOĞLU, İSMAİL METİN VE FEVZİ GÜMÜŞ İLE<br />
Zorunlu Din Dersi Davasında Çıkan Karar Üzerine Söyleştik<br />
Ahmet Koçak<br />
İsmail Metin Ali Kenanoğlu<br />
Zorunlu din dersleriyle ilgili 5. İdare Mahkemesindeki dava<br />
sonuçlandı. Süreci kısaca anlatır mısınız?<br />
Ali Kenanoğlu: Zorunlu din dersleri dördüncü sınıfta başlıyor. Oğlum<br />
üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiği zaman İstanbul Valiliğine dilekçe<br />
vererek, din dersinden muaf tutulmasını talep ettim. Talep reddedildi.<br />
Buna İstanbul Bölge İdare Mahkemesine itiraz ettik. Yürütmeyi durdurma<br />
talebinde bulunduk. Mart ayında yürütmeyi durdurma talebimiz<br />
kabul edildi. O zaman benim çocuğum din dersine girmedi. Ardından<br />
Valilik yürütmeyi durdurma kararına bir üst mahkemede itiraz etti. Bu<br />
itiraz kabul edildi ve yürütmeyi durdurma kaldırıldı. Yaklaşık iki ay<br />
sonra çocuğum tekrar din dersi almaya başladı.<br />
Tabii davanın esastan görüşülmesi devam etti. 22 Kasım 2006 Çarşamba<br />
günü tebligat bize ulaştı. Dava sonuçlandı ve biz davayı kazandık.<br />
Perşembe günü okula gittim. Karar oraya da tebliğ edilmişti. Perşembe<br />
gününden itibaren çocuğum zorunlu din dersine girmiyor. Bu konuda<br />
Türkiye’de kazanılan ilk ve tek dava.<br />
Bu davanın açılımları neler olacak? Bu karar Alevi-Bektaşi<br />
toplumuna neler kazandıracak?<br />
Ali Kenanoğlu: Bu dava birkaç açıdan önemli: Bir kere dava Türkiye’de<br />
kazanıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ya da başka bir uluslararası<br />
platforma taşınmadan, Türkiye’nin kendi iç hukuk sürecinde verilmiş<br />
bir karar. Bu karardan iki sonuç oluşabilir: Biri, hükümetin bu<br />
konuda adım atıp, Anayasa’da gereken değişikliği yaparak, zorunlu din<br />
derslerini, zorunlu olmaktan çıkarmasıdır.<br />
Diğer taraftan, bu karar emsal gösterilerek, kararın fotokopisi eklenen<br />
dilekçeler çoğaltılarak çok sayıda başvuru yapılır. Bu da Alevi-Bektaşi<br />
Federasyonunun önümüzdeki süreçte değerlendirmesi ve yapması<br />
gereken bir iştir. Hükümetten bir değişiklik gelmezse, Alevi-Bektaşi<br />
Federasyonu bu yönde çalışmalıdır.<br />
Peki, din dersi seçmeli hale<br />
dönüşürse başvurular nasıl<br />
olacak?<br />
Ali Kenanoğlu: Eğer bu<br />
ders seçmeli hale gelirse;<br />
çocuklarının bu dersi<br />
almasını istemeyen aile<br />
okul idaresine bir dilekçe<br />
verecek, “çocuğumun din<br />
dersi almasını istemiyorum”<br />
diyecek. Valiliğe,<br />
mahkemeye başvurmaya<br />
gerek kalmayacak. 1981<br />
yılında ben öyle yapmıştım.<br />
Orta birinci sınıftayken kendim<br />
gittim, okul idaresine<br />
bir dilekçe verdim, “Ben din<br />
dersi almak istemiyorum”<br />
diye ve girmedim. Başka bir prosedürü yoktu bu işin. Seçmeli ders yapılırsa<br />
uygulamanın böyle olması gerekir.<br />
<strong>Sayı</strong>n İsmail Metin, bir avukat olarak sizin bu konudaki görüşleriniz<br />
nelerdir?<br />
İsmail Metin: Bu aleyhte bir durum. Lehte durumun şöyle olması lazım:<br />
Din dersi almak isteyenin dilekçe vermesi lazım. Ama Türkiye Cumhuriyeti<br />
bilinen yapıda olduğu için bunu da kendine yontacaktır. Sadece<br />
dilekçe verenleri din dersinden muaf tutacaktır.<br />
Hâlbuki gerçekten seçme özgürlüğü olsa dersi almak isteyenin dilekçe<br />
vermesi gerekir.<br />
Peki, bununla ilgili bir düzenleme olur mu diyorsun?<br />
İsmail Metin: Aslında bunun için yeni bir dava açılsa, o zaman sorun çözülür.<br />
Dilekçe veren bir baba, oğlunun inancı dışında din dersi aldığına<br />
dair itirazda bulunacak, dava açacak ve onun üzerine yeniden inceleme<br />
yapılacak. Böyle ikinci bir dava açılması gerekiyor.<br />
<strong>Sayı</strong>n Fevzi Gümüş, kararı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? ABF ne<br />
çalışmalar yapacak? Yeni davalar olacak mı?<br />
Fevzi Gümüş: Sanırım biliyorsunuz, Ali Kenanoğlu, 2004 yılında yapılan<br />
Birinci Alevi Konferansı’nda aldığımız, Alevi örgütlerindeki kadroların<br />
çocuklarıyla ilgili olarak zorunlu din dersinin kaldırılması yönünde<br />
başvuruda bulunmaları kararına uyarak kendi oğlu hakkında böyle bir<br />
talepte bulundu.<br />
Zorunlu din dersi uygulamasının hukuka aykırı olduğu kararını alan<br />
kişinin Federasyon Başkan Yardımcımız olması kıvanç vericidir. Ancak<br />
bu kararın Alevi toplumu ve farklı inançlardan zorunlu din dersi uygulamasına<br />
tabi tutulan insanlar açısından hukuksal bir kazanım haline getirilmesi<br />
Federasyonumuzun önündeki en önemli görevlerinden biri. Bu<br />
konuda bir kampanya düzenleyerek yaygın dava açma yolunu toplumun<br />
önüne seçenek olarak sunmak istiyoruz. Bu karar, toplumdaki korkuların<br />
yıkılmasına vesile olabilir diye düşünüyoruz. Federasyon olarak önümüzdeki<br />
süreçte bunu örgütleyecek ve hayata geçireceğiz.<br />
İsmail Beyin söylediği ikinci bir dava açılması konusunda<br />
diyeceksiniz?<br />
Fevzi Gümüş: Zaten ABF’nin şu anda AHİM’nde görülen bir davası var.<br />
O dava da 2007 yılının ilk aylarında sonuçlanacak. İstanbul’da başka<br />
bir arkadaşımızın davası da devam ediyor. Bu davaların Ali Kenanoğlu<br />
davasını emsal alacak kararlarla sonuçlanacağını düşünüyorum. Ama<br />
bunu yaygınlaştırmazsak, Ali Kenanoğlu’nun öncülük yapmış olduğu bu<br />
mücadele sonuçsuz kalabilir. O yüzden önümüzdeki süreçte Kenanoğlu<br />
kararını gerekçe göstererek müracaatların yapılmasını sağlamamız ve<br />
bunları yargıya taşımamız gerekiyor.<br />
İnanç özgürlüğü ile ilgili diğer konularda samimiyetsiz uygulamalarını<br />
bildiğimiz AKP’nin bu kararı görmemezlikten geleceğini söylemek<br />
için kâhin olmaya gerek yok.<br />
İsmail Metin: Din dersi toplumda farklı anlaşılıyor. İnsanlar, din dersini<br />
sadece bir asimilasyon aracı olarak görüyorlar. Aslında din dersi aynı<br />
zamanda bir engeldir. Çoğu<br />
Alevi öğrenci din dersinden<br />
geçemediği için okuyamıyor.<br />
Ben kendim din dersinden<br />
kaldım. Kız kardeşim<br />
din dersinden sınıfta<br />
kaldı. Öbür kardeşim kaldı.<br />
Bizim köyde ne kadar<br />
okuyan varsa din dersinden<br />
kaldı. Alevi öğrenciler<br />
din dersindeki o duaları<br />
ezberleyemiyor, sınıfta<br />
kalıyor.<br />
Yani din dersi aslında<br />
hem asimilasyon aracıdır,<br />
hem de Alevi öğrencilerin<br />
ilerlemesini engelleyen<br />
bir settir.<br />
Fevzi Gümüş<br />
Aralık 2006 19
SERÇEÞME<br />
ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />
Atilla Erden<br />
Anam öldüğü zaman bugünkü kadar üzülmemiştim. Getire getire Alevi<br />
hareketini buraya getirdik … Buradaki kavga, evin içerisindeki kardeşlerin<br />
kavgasıdır. … Çoğumuzun yapmakta olduğu yanlış, yargı ve değerlendirmelerimize<br />
gerekli bilgi birikimi olmadığı halde, çirkin kanaatler<br />
taşımaktır, kulaktan dolma bilgilerle. …<br />
Örgütte neler olduğunu uzun anlatmayacağım … anlatmaktan utanıyorum,<br />
üzüntü duyuyorum. Böyle olmamalıydı, ama oldu. Sadece … şu<br />
kadarını söylüyorum: Oradan oraya dolaşarak, bir ekip arkadaşlarımız,<br />
benim şahsımın derin devlet adamı olduğunu ve aynı zamanda, Alevi<br />
olmadığımı ve Genelkurmay taraftarı olduğumu [söylüyor.]<br />
Ben hiçbir illegal örgütte yer almadım ki, derin devletin adamı olayım.<br />
Bunu söyleyenlerin bir kısmı kısa pantolonla dolaşırken ben, mahkemelerde<br />
idamla yargılandım. Suçum komünistlik ve Kızılbaş olmaktı.<br />
… Genelkurmay taraftarının ne demek olduğumun anlamını pek anlamıyorum<br />
… yedek subaylıkta Aleviliğe hakaret ettikleri zaman çıkıp<br />
1974’te, ‘bu böyle değil komutan’ deyip, üç gün de nezarette kaldıktan<br />
sonra … ‘özür dileriz, bir yanlışlık olmuş’ dediler. Otuz beş senedir ben<br />
bilimsel olarak da çalışıyorum bu konuda. Ben kendime de güveniyorum,<br />
epey emek verdim, epeyce bilgi sahibi oldum, bunu da hiçbirinizden<br />
saklamadım. Nereye çağırdıysanız geldim, anlatmaya, tartışmaya<br />
da her zaman varım, çocukla da oturup konuştum, profesörle de oturup<br />
konuştum…<br />
ABF Olağanüstü Kongresi<br />
Ahmet Koçak<br />
Kongre Konuşmaları’ndan Seçmeler<br />
Alevi Bektaşi Federasyonu’nun (ABF) Olağanüstü Genel Kurulu 26 Kasım<br />
2006’da Ankara’da Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Ali Doğan<br />
Konferans Salonunda yapıldı. Genel Kurula 97 delege ve çok sayıda<br />
konuk katıldı. Olağanüstü Genel Kurul saat on birde bir dakikalık saygı<br />
duruşu ile başladı. Saygı duruşundan sonra divan seçimine geçildi. Divan<br />
başkanlığına Ali Balkız ve Mustafa İssi başkalığında iki ayrı liste<br />
önerildi. Kongreyi yürütecek divan seçimi esnasında Alevi örgütlerinde<br />
bugüne kadar pek alışık olmadığımız sahnelere şahit olduk. Açık oylamada<br />
bir sonuç alınamayınca, gizli oylama açık sayım uygulaması yapıldı.<br />
Bu da bir hayli zaman aldı. Kongrenin “çekişmeli” geçeceği tarafların<br />
daha divan seçimindeki tutumlarında belli olmuştu.<br />
Mustafa İssi başkanlığındaki liste oylamaya katılan 96 delegeden 49<br />
delegenin oyunu alarak divana seçildi. Divan, Mustafa İssi, Necati Şahin,<br />
Sümran Ünal ve Murat Bakan’dan oluştu.<br />
Divan seçiminden sonra belirlenen gündem gereği ABF Genel Başkanı<br />
Atilla Erden açılış konuşmasını yaptı. Atilla Erden’den sonra delegelere<br />
söz verildi. Yaklaşık otuz kişi söz alarak görüşlerini dile getirdi.<br />
Daha sonra delegelerin konuşmalarına yanıt vermek için YK üyelerinden<br />
Kamil Ateşoğulları, Fevzi Gümüş, Kazım Genç, Ali Kenanoğlu<br />
ve Atilla Erden söz alarak birer konuşma yaptılar.<br />
Karşılıklı konuşmaların genel çerçevesi, ABF’yi Olağanüstü Genel<br />
Kurula getiren nedenler ve GYK’nın “fikir ayrışması” üzerine idi. Yapılan<br />
konuşmalar ne yazık ki eleştiri-özeleştiri kültüründen, Alevi öğretisinden<br />
uzak, samimiyetsiz ve seviyesizdi.<br />
Kongre öncesi yaşanan olaylardan dolayı bu kongrenin çekişmeli geçeceğini<br />
tahmin ediyorduk, ama karşılıklı ithamların bu kadar yoğun<br />
olduğu, içeriksiz, belden aşağı vuran konuşmalara şahit olacağımızı tahmin<br />
edemezdik. Arada bir salondan dışarı çıktıkça konuştuğum kişilere<br />
şunları sordum:<br />
“Bu kongrenin Alevi-Bektaşi toplumunun demokratik örgütlülüğünün<br />
üst çatısının kongresi olduğuna emin misiniz? Ne oldu bu insanlara?<br />
Yüzlerindeki nur nere gitti? Bu kin, bu nefret, bu husumet<br />
niye?”<br />
Hayret ve şaşkınlıkla kongreyi sonuna kadar izledik. Evet, ne yazık<br />
ki, kongrenin özeti bu.<br />
Kongre esnasında not tutuğum ve önemli olduğunu düşündüğüm<br />
bazı başlıklar ise şöyle:<br />
• Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun ABF kongresine müdahale<br />
ettiği yönünde yapılan eleştiriler. Bu konu kongre sonrası internet ortamında<br />
da tartışıldı.<br />
• Yine ve her zaman olduğu gibi ‘kadının adı yok’tu. Divan’da yer alan<br />
Sümran hanım dışında, ne konuşmacılar arasında, ne de yönetim listesinde.<br />
Ne hikmetse bu meseleye daha sonra yazılı tartışmalarda değinen<br />
bile olmadı.<br />
• Alevilerin siyasete nasıl müdahale edeceği meselesi merakla beklediğimiz<br />
konulardan biri idi. Bu konu da ne yazık ki, kişisel sürtüşmelerin<br />
gölgesinde kaldı.<br />
• Ve tabiî ki en önemlisi “derin devlet” meselesi. Bu konu daha çok konuşulacağa<br />
benziyor. Doğrusu biz de merak ediyoruz. Alevilerin başına<br />
kimler, ne gibi çoraplar örecekler diye.<br />
Seçimlerde Selahattin Özel ve Atilla Erden başkanlığında iki ayrı<br />
liste yarıştı. 97 delege oy kullandı. Selahattin Özel’in listesi 51, Atilla<br />
Erden’in listesi 46 oy aldı.<br />
ABF Kongresi sonunda Genel Başkanlığa seçilen Selahattin Özel’in<br />
ilk açıklaması şöyle oldu:<br />
“Olağanüstü Genel Kurul uzun bir tartışmadan sonra, bizim listenin<br />
kazanmasına karar verdi. Düşüncemizin haklı olduğuna karar veren<br />
derneklerimizin, halkımızın iradesi bize yola devam edin dedi. Bu<br />
bizim ve Alevi hareketi açısında çok önemli ve sevindiricidir.<br />
Avrupa ve Türkiye Aleviliğini, örgütlüğünü tartışmıyoruz. Çünkü<br />
dünyanın neresinde olursa olsun Alevi hareketi bir bütündür ve Anadolu<br />
Alevileridir. Bu bakımdan yaptığımız genel kurul bir dönüm<br />
noktasıdır. Sağ olsunlar sağduyularını güvendiğimiz o insanlar bu<br />
çizginin, sürdüğümüz yolun devamına karar vererek Avrupa ve Türkiye<br />
hareketinin çizgisini onayladılar.<br />
Önümüzdeki süreçteki projemizde son dönemde sürekli dile getirdiğimiz<br />
Siyasete müdahale etme projesidir. Kısa zamanda Türkiye ve<br />
Avrupa’daki yönetici arkadaşlarımız bir araya gelerek bir durum değerlendirmesi<br />
yapacağız daha sonra da bütün örgütü toplayarak danışıp<br />
siyasete müdahale etmeyi biraz daha somutlaştırmış olacağız.<br />
Artık seçim geride kalmıştır. Şimdi yönetici olsun olmasın, herkesin<br />
iş yapma zamanıdır”.<br />
Kongrede bir gün sonra Turan Eser imzalı bir basın açıklamasıyla<br />
seçilen 17 kişilik Genel Yönetim Kurulu ve onun içinden seçilen dokuz<br />
kişilik Merkez Yürütme Kurulu’nun görev dağılımı açıklandı:<br />
Selahattin Özel, (Genel Başkan), Abbas Tan (Genel Başkan Yardımcısı),<br />
Turan Eser (Genel Sekreter), Mehmet Uzuner (Genel Sayman),<br />
Hüseyin Yıldırım (Örgütlenme Sekreteri), Tekin Özdil (Eğitim ve Bilim<br />
Sekreteri), Muharrem Erkân (Genel Başkan Yardımcısı), Ercan Geçmez<br />
(MYK üyesi), Servet Demir (MYK Üyesi);<br />
Diğer GYK Üyeleri: Kemal Çelik, Ali Turan İldem, Feti Kaya, Ahmet<br />
Doksöz, Ali Merdan Erdoğan, İsmail Ataş, Sevim Durmaz, Yazgülü<br />
Ağırgöl.<br />
Bu genel kurulu apar topar toplayanlar … kapı kapı dolaşıp bunları<br />
söyleyenler … hain olduğumuzu da anlatmışlar ve ellerinde belgeler olduğunu<br />
söylemişler. Bütün hepiniz buradasınız, namus sözü veriyorum,<br />
derin devletle ilgili veya toplumla hainliğimle ilgili en ufak bir belge<br />
yahut … kanıt öne sürsünler, bir daha bu salonda yer almayacağım…<br />
Müslüm Doğan<br />
Çok üzüldüğüm bir husus var: Bir bilim adamı, Alevi hareketi içerisinde<br />
yıllarca emek vermiş … akademik çalışmalar yapmış, akademik çalışmaları<br />
da … hareketimiz içinde olmasından dolayı engellenmiş bir bilim<br />
adamını biz bu şekilde gönderemeyiz. … Ne demek birisi genelkurmayın<br />
adamı olacak, birisi derin devletin adamı olacak? Peki bu şeyleri<br />
söyleyen adama söyler misiniz, ‘Sen hangi noktadasın, hangi kolda yer<br />
alıyorsun, neresinde yer alıyorsun bu işin?’ … İnsanlarımızı bu şekilde<br />
harcayamayız, bu şekilde bunları bu sürecin dışına atamayız...<br />
Ben neyin kokusunu alıyorum biliyor musunuz? Alevi Bektaşi Temsilciler<br />
Meclisi’nin ve Barış Hareketi sürecinin kokusunu alıyorum buradan.<br />
… Varsa birilerinin siyasal sürece katılma istekleri, gelir katılırlar.<br />
Ama bu örgütlülükleri kınayıp, bir yere gidemezler. … Ama insanlara<br />
çamur atarak, proje üretmeden, üretim sürecinin hiçbir yerinde yer almayan<br />
insanlar gelip çok üst noktalarda yer alabiliyorlar. … Örgütlülüğümüzde<br />
projelere çalışılmıyor artık. Ne tartışılıyor; Ahmet şunu yapmış,<br />
Mehmet bunu yapmış, şu şunu yapmış, bu bunu! …<br />
20 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇESME SERÇEÞME<br />
ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />
Hüseyin Yalçın Dede<br />
Neredeyiz, nereye varıyoruz, nereye gidiyoruz, hedefimiz ne, bir türlü<br />
anlayamadık. On beş yıldır sabırla birbirimizi izliyoruz. Ama böylesine<br />
acı bir tabloyla karşılaşmak, bizleri üzüyor. Alevi kültürünün özünde,<br />
yalan söylememe kavramı çok çok önemli ki, bunun, kamu mahkemesinde<br />
düşkünlük getirdiğini hepimiz biliyoruz. Ama ne yazık ki, yeri<br />
geldiği zaman kişisel çıkarlarımız için birbirimizi yerden yere çalıyoruz.<br />
Bir olup, iri olup diri olmamamızı her konuşmamızda söylüyoruz, ama<br />
ne biriz, ne diriyiz, ne de iriyiz; çünkü görüyoruz ki politik çıkarlarımızı<br />
getirip, kültürel çıkarlarımızın içinde, işlemeye çalışıyoruz. … Biz bize<br />
dikkat etmez, birbirimize saygı duymaz, o temel insan değerlerini, en el<br />
hak kavramını önümüze koymazsak böyle birbirimizi yerer, incitiriz...<br />
Sevgili genel başkanımla aşağı yukarı on beş yıldır tanışırız. Gerek<br />
federasyon, gerek genel başkanlarım lütfen artık yavaş yavaş projemizi,<br />
programımızı önümüze koyalım, ne yapacağımızı, birlikte karar verelim.<br />
‘Ben böyle diyorum, böyle yaparım!’ Hayır! Ben, sen, o yok! …<br />
Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin dediği gibi, “Kabe’m de, Kıble’m de insandır”<br />
Öyleyse Kabe’nizi ve Kıble’nizi bulun...<br />
Turan Eser<br />
Sizden ABF’nin … kuruluşuna geri dönmenizi istiyorum ve o tarihten<br />
bir önceki olağan genel kurula kadar olanları film şeridi gibi kafanızdan<br />
geçirin. ABF Türkiye kamuoyunda varlığı fazla bilinen bir yapı değildi.<br />
Hatta ABF’miz, üst kuruluşumuz ne düşünüyor sorusuna, şurada ismi<br />
yazan örgütlerimizin bir çoğunun üyesi, yöneticisi cevap veremiyordu.<br />
Niye? Çünkü ABF’nin ilkesi nedir, neyi savunur bilen hiçbir yazı dokümanı<br />
yoktu.<br />
Filmi çevirin, üç yıl içerisinde on beş basın açıklaması görürsünüz,<br />
kitlesel etkinliklerin en dibe vurduğu dönemi görürsünüz. 15 Ekim’den<br />
sizin görevden alındığınız tarihe kadar, kırk beş hafta içerisinde, elli<br />
beş basın açıklaması yapılmış AKP’nin merkezinin önünde; binalarının<br />
önünde çelenkler konulmuş; Madımak önünde on bin kişi toplatılmış.<br />
2006 yılında Alevi uluların, Bektaşi öğretisine uygun, Tahtacı inancına<br />
uygun bütün Alevi etkinlikleri görülmediği kadar muhteşem etkinlikler<br />
geçirmiştir; coşku ile geçirmiştir ve bütün bu etkinliklerde ABF damgasını<br />
vurmuştur. ABF pankartları ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlk<br />
kez bu dönemde Banaz’a ABF gitmiştir. Bu dönemde on binlerce broşürr<br />
Türkiye’nin her tarafında dağıtılmıştır. Türkiye’de görüşülmeyen kurum<br />
kalmamıştır. Yapılan tartışmalarla, yapılan çalışmalarla, iş kişiliği düzeyinde,<br />
düşünsel düzeyde ABF’ye bir kimlik bulmak, ABF’nin Türkiye<br />
ve uluslararası kamuoyundaki imajını güçlendirme çalışması sürmüştür.<br />
ABF Genel Merkezi uğrak merkezi olmaya başlamıştır.<br />
Eksiklikleri tamamlamak üzere, projeleriyle örgütte kişisel değil,<br />
örgütsel aklın oluşturulması tartışmaları bu dönemde başlamıştır. Arkadaşlar,<br />
her şeyin muhasebesini verilerden yapabilirsiniz. Alevilerin<br />
yazılı dokümanlarının bulunduğu kaynaklara bakın. Alın dönem dönem<br />
çalışma raporlarını, okuyun. 15 Ekim’deki genel kurulda gördünüz arkadaşlar,<br />
size bir buçuk sayfalık çalışma raporu verilmiştir, iki yıllık.<br />
15 Ekim’le 26 Mart 2005 ilk kez Alevi Bektaşi Federasyonu Türkiye’de<br />
danışma kurulu toplamıştır, ilk kez bu yönetim döneminde size otuz altı<br />
sayfalık rapor sunulmuştur. Niye? Sanal tartışmalardan kaçmak lazım.<br />
Burada her anlatılanı, bilimsel örgütsel bir mantığın içersinde değerlendirerek<br />
dinlemek lazım...<br />
Örgütsel hukuka, demokrasiye vurgu yapan, kurumsallaşmayı tartışan<br />
arkadaşlarımızın şunu söylemesi lazım: Bir tane arkadaş çıksın desin<br />
ki, şu yanlışı yaptınız; şu tembelliği yaptınız; Türkiye’deki ve dünyadaki<br />
bize dönük, Türkiye’deki demokrasi güçlerine, emek güçlerine dönük<br />
şu gündemi ıskaladınız. Iskalanan bir gündem yoktur, hepsinde tepkimiz<br />
ortaya konmuştur. Görevden alındığımız tarihten bugüne kadarki<br />
dönemde Fransa’da alınan düşünce özgürlüğü üzerine o berbat karar,<br />
onunla beraber Türkiye’deki üç yüz bir, terörle mücadele yasası bu ıskalanmıştır,<br />
Orhan Pamuk olayı ıskalanmıştır. Avrupa Birliği Raporuna<br />
ilişkin düşünce üretememiştir, ıskalamıştır.<br />
Görevden alınma olayı. Alevi örgütlenmelerinde, sendikalarda, siyasi<br />
partilerde olamayacak diye bir şey yoktur. Ne zaman olur? Yolsuzluk<br />
yaparsınız, örgütün malını çalarsınız, namussuzluk yaparsınız, üçkağıtçılık<br />
yaparsınız, alınırsınız görevden. Ama örgüt tıkanırsa, iradeyi aldığı<br />
yere teslim etmek zorundadır. Bu, örgütten iradeyi kaçırmadır...<br />
26 Mart’ta danışma kurulunu topladık, ‘arkadaşlar yürüyemiyoruz.<br />
Soluk almamız için sizin de soluğunuza ihtiyacımız var, bakın böyle bir<br />
şeyi gelin tartışalım.’ Belki bu olağanüstü kongre olmazdı, bir danışma<br />
kurulunda bunu çözebilirdik. Ama kişisel düşünenlerin, toplumsal ve örgütsel<br />
düşünenleri görevden alması olayı vardı ... Görevden ne alınmıştır<br />
biliyor musunuz? Alevi hareketinin biraz önce verdiğim şerit içerindeki<br />
işleri, görevleri, çalışması, mücadele tarzı görevden alınmıştır...<br />
“Anayasal düzen içerisinde, tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak,<br />
tek bilek güreşenler, önce Türkiye diyenleri Yeniden Uyanış İçin<br />
Ulusal Kurultay’a çağırıyoruz”... Atilla Erden, Hacı Bektaş Veli Kültür<br />
Derneği Başkanı; Turan Yazgan, Türk Dünyası Derneği Başkanı; Altemur<br />
Kılıç, biliyorsunuz Türkiye’nin en gerici faşist işvereni, MHP’li.<br />
Atilla ağabey bunlarla bu çağrıları yapıyor. Sivas katliamının mağdurları<br />
suçluydu, yakanlar doğru yapmıştır deyip, katliamı yapanların avukatlığını<br />
üstlenenler ... bunların ailelerine Türkiye’de ve Avrupa’da bağış<br />
toplayan Mazlum-Der’le, bu davanın en büyük mağdur örgütü Pir Sultan<br />
Abdal Genel Başkanı ortak imza attı. ... Burada ne konuşuluyor? ...<br />
Ercan Geçmez<br />
Birilerinin kendi beceriksizliklerini … kıskanarak, Avrupa örgütlerimize<br />
saldırmasını… şiddetle kınıyorum… Genel merkezimizi kim aldı?<br />
Bu vakfın katılımında Türkiye’deki örgütlerimizin payı mı fazladır, yoksa,<br />
Avrupa’daki örgütlerimizin payı mı fazladır? …<br />
Ben federasyonun yönetim kurulu üyesiyim arkadaşlar. Dört kişiye<br />
bir görev verdiler. … Onlardan birisi bendim, birisi Kamil Beydi, birisi<br />
Kazım Beydi, birisi Tekin Beydi. Verdikleri görev şuydu: Biz anlaşamıyoruz,<br />
derneklerin resmi vereceği karara göre, genel kurula gidelim.<br />
Eski delege mi, yeni delege mi? Utanç duyuyorum bundan. Gittik, karar<br />
aldık, yeni delegeden gidecek diye! Bundan da utanç duyuyorum. Her<br />
şeyden önce hukuku savunanlar nasıl oluyor da Pir Sultan Abdal Kültür<br />
Derneklerinin Genel Kurul hukukuna karşı hareket etme cesaretini kendilerinde<br />
buluyorlar? Nasıl oluyor da, Hacı Bektaş Veli Derneklerinin<br />
Genel Kurulunun seçmiş olduğu delegeleri kabul etmiyorlar ve bu salona<br />
eski delege, yeni delege kavgasını getiriyorlar...<br />
Aleviler siyasete müdahale etmeli mi, etmemeli mi? … Biz elbetteki<br />
sonuna kadar siyasetin içerisindeyiz, ama ilkeli, onurlu, dik duruşun içersindeyiz.<br />
Birileri gibi değil, ben buraya encümen üyesi olmak için geldim<br />
diyenler için değil… Demokratik bir ülkede yaşıyorsunuz, parlamentoya<br />
siyasi fikrinizi götüremezseniz, siyasete müdahale edemezsiniz… İmam<br />
hatip kökenli birisi bu ülkede başbakan, … cumhurbaşkanlığına aday<br />
oluyor da, demokrasiyi özgürlüğünü savunan … bir Alevi yurttaşın başbakan<br />
veya cumhurbaşkanı olmasını çok mu görüyorsunuz? …<br />
Selahattin Özel<br />
Bütün dernekleri bir araya getirerek kurucu genel başkanı olmuş bir insanım<br />
… İstifa ettim, yerime ... Atilla Hocayı ben önerdim. O günden<br />
bugüne kadar ne medyada, ne bir başka yerde, ne de genel başkanımın<br />
önüne çıktım kurucu genel başkan sıfatıyla, ne televizyonlarda ahkam<br />
kestim. Ben örgütçülükten gelen bir insanım. Kendi örgütüne, kendi başkanlarına,<br />
kendi ölçüsünde saygı duymayanlar, başkalarından da saygı<br />
bekleyemezler. O yüzden ben bu saygısızlığı hiç yapmadım….<br />
Bugüne kadar Sivas’a yüz elli, iki yüz kişi katılıyor, insanların özgüveni<br />
yok … Tarihde ilk defa on beş bin kişi gidildi, on beş bin kişiyi<br />
de jandarmalar köylerden, dağlardan, yollardan salmadı. Bu, sadece ne<br />
Avrupa’nın, ne de Türkiye’nin değil, hepimizin başarısıdır.<br />
Biraz önce ... Bir Mayıslardan bahsetti, genel başkanlığım dönemine<br />
değindi. “Bir Mayıs alanlarına, Alevi Bektaşi topluluğu olarak çıkacağız,<br />
Alevi Bektaşi fl amasını açmayacağız, o işçi örgütüne saygıdan onun<br />
arkasından gideceğiz” dedim. ... Dayanışma böyle olur, ben sendikanın<br />
önünde yürüyüp de, Alevi Bektaşi bayrağı açmam. Benim sendika başkanım,<br />
şube başkanım, oranın yöneticileri Alevi kökenli, Alevi olarak,<br />
nereden yürüyecek? Örgütünün bayrağının arkasında, biz onun arkasından<br />
yürüyeceğiz. Dayanışma budur, Alışmamışsınız bunlara ne sağcılığım<br />
kaldı, ne başka bir şeyimiz! ...<br />
Diyorlar ki Selahattin Başkan, kimselere yetişemedi. Hepiniz buradasınız.<br />
<strong>Sayı</strong>n genel başkanım Atilla Erden, beş yıl senin genel başkanlığını<br />
yaptım. Hangisini kaçırdım, gelmedim? Bu bir. Federasyon başkanı<br />
olduğum günden bugüne kadar, arkadaşlarım söylesinler, şuraya gelmedi,<br />
şu etkinliğe katılmadı.<br />
Basın açıklaması… Sivas’a otelin önüne gidiyoruz, Madımak müze<br />
olsun diye çelenk koyacağız. Barikatlar çekiliyor önümüze. Barikatları<br />
aşarak gidiyoruz, benim şahsımın değil, federasyonumuzun yönetim kurulunun<br />
hazırladığı basın bildirisinin özetini okuyorum, üç sayfa değil,<br />
Okuduktan sonra bitiriyorum, sayın Kazım Genç bakın ben sizi görüyorum!<br />
Herkes bir bildiri daha okuyor. Bu nasıl bir iştir? Benim okuduğum<br />
başka mı? ... Nereden çıktı bu? Usul bilmezsiniz, yöntem bilmezsiniz,<br />
(Devamı 22. Sayfada)<br />
Aralık 2006 21
SERÇEÞME<br />
ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />
(Baştarafı 21. Sayfada)<br />
Aleviliği hiç saymıyorum, ondan sonra hukuk bilmezsiniz, bu kongreye<br />
gelişiniz de bunun ispatıdır. ...<br />
Siz federasyon ve genel merkez haber ve bilgilerini dernek şubelerinize<br />
kıskançlık ve hasetlik yaparak göndermezseniz federasyon çalışmaz.<br />
Para istersin, yok! Onu istersin, yok! Banka mı soyacak genel<br />
başkan, nereden getirecek? Cebimizden harcıyoruz, doğrudur, bunlar acı<br />
gerçeklerimiz. ...<br />
Biz postnişinle buluştuk, sayın Veliyettin Ulusoy’la, Hacı Bektaş öncesinde<br />
… Kendi postişinize serçeşme diyeceksiniz ... tanıyacaksınız,<br />
bir araya geldiğimizde rahatsız olanlar ... yaygarayı koparacaklar: “Federasyon<br />
içinde ruhban sınıfı kuruyorsunuz. Nasıl olsa almışsınız Veliyettin<br />
Efendi’yi, o karar versin, federasyona ne gerek var!” diyecek. ...<br />
Alevi derneklerimizin içinde yoz yobaz düşünen insanlarımızın olduğu<br />
da doğru. Yalan mı diyeceğiz? Var! İlerici, doğru, aydın diye görünmek<br />
isteyenler var, yok mu? Var! Ama bir grup daha var. İnançlı ...<br />
insanların inancını kullanarak, bizim gibi devrimci, ilerici insanları, ateist,<br />
komünist diye suçlayanlar var. Bu oyununa gelmeyelim diyorum…<br />
Selahattin Özel, Avrupa’daki arkadaşlarla buluşmuş, parti delegeleriyle<br />
pazarlığı bitirmiş. On beş yirmi milletvekiliyle bu olay bitmiş,<br />
partiye katılıyor. ... Ama böyle bir şey yok… Biri ispat etsin, çıksın. ...<br />
Zorunlu din dersleri, tabii ki Ali Kenanoğlu’nun başarısından dolayı,<br />
alnından öpeyim. Öpmeyen namerttir. Alnından öpeyim, o bizim çocuğumuzdur.<br />
Yanlış davranışlarda da çocuğumuzdur, dur dediğimizde<br />
duracak, durduracağız, engelleyeceğiz. Doğru söylediğinde zaten arkasındayız,<br />
destekleyeceğiz. ...<br />
Önce kendi içimizde birbirimize iyi nazarla bakmayı becerebilelim<br />
ve diyorum ki gelin bu hasetlikler, bu kıskançlılardan vazgeçelim. Bu<br />
yola bu kültüre yakışır bir biçimde devam edelim, ben nasıl ki başlarken<br />
bu işe, birleştirici oldum, bu günde bu birleştirici olmaya devam edeceğinizi<br />
bilmek istiyorum...<br />
Turgut Öker<br />
Kırk beş yaşımın bir on yılı devrimci hareket içerisinde geçti. On sekiz<br />
yıldır da ben Avrupa’da ilk Alevi adıyla kurulan Avrupa Alevi Merkezinin<br />
kuruluşundan bu yana ... yöneticilik yapıyorum. Bu federasyonun<br />
kurulmasına zemin oluşturan, Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliğinin<br />
Türkiye’de ısrarla kurulmasını gündeme getirdiğimde, federasyonumuza<br />
bugün başkanlık yapan Atilla Hoca, “ya millet yaşlandıkça akıllanıyor,<br />
sen zırdeli oluyorsun. Avrupa’dan geliyorsun, cebinde pasaportun,<br />
biletin hazır. ... Biz bilmem neye gideceğiz, sen pasaportunla kaçıp gideceksin”<br />
yanıtını verdiğinde, dedim ki:<br />
“Alevi adıyla bu topraklarda, eğer biz örgütleneceksek bunun bedeli<br />
vardır. Dünyanın her tarafında etnik, siyasal, inançsal, toplumsal<br />
mücadele yürüten insanlar, bedel ödeyeceklerdir. Aleviler de bu ülkede,<br />
takiye yaparak başka adlarla örgütlenme yerine, Alevi adıyla<br />
ortaya çıktıklarından yargılananlardan bir numara olurum.”<br />
Atilla Hocayı içinizde en uzun yıllardan beri tanıyan insanım ben.<br />
Özellikle akademik alanda ... bizi asimile etmek isteyenler, Sünnileştirmek<br />
isteyenler karşısındaki mücadelesini hep takdir ettim, bugün de takdir<br />
ediyorum. Ama ... Atilla Hoca’nın, her alanda ... yanıt verecek gücü<br />
vardı, ama asla öncülük yapacak bir ruhu yoktur, duygusu yoktur. Bakın<br />
pratik olarak Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliği süreci içindeki yöneticilik<br />
döneminde ... Hacı Bektaş Veli Kültür Dernekleri’nin başkanlığını<br />
aldığından sonraki sürece, ... görevi bıraktığı döneme kadarki dernek<br />
sayısının azlığına bakın, olayı somut olarak görürsünüz. ...<br />
Bugün darbe yapan arkadaşların davranışları, oniki eylül faşizmine<br />
karşı mangalda kül bırakmayan insanların gerçek anlamda demokrat<br />
olup olmadığının ölçüsüdür. Darbeye karşı gelen, faşizme karşı gelen ...<br />
insanların, darbe yaparak Alevi hareketini, dumura uğratmaların verilecek<br />
hiçbir hesabı olamaz...<br />
Geçen dönemde ben, Pir Sultan Abdal Dernekleri Genel Başkanı Kazım<br />
Genç’i destekledim, çünkü Atilla Hoca’nın, genel başkanlığının örgütü<br />
kuruttuğunu bildiğim için, mücadeleye ... şiddetle karşı geldiği için<br />
Alevi hareketinin mücadele ruhunu köreltmemiş bir insan çıksın, Alevi<br />
toplumunun hakları direnmekle değişilmez düşüncesinden çıkarak, kim<br />
sokağa çıkacaksa buyursun gelsin dedim.<br />
Federasyon yönetimindeyken, Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliği yönetimindeyken<br />
defalarca karar aldığımız halde, ısrarlarımıza rağmen<br />
Sivas’a gelmediği için Atilla Hoca’nın bugün ve bu darbe sürecinde yerine<br />
getirdiği işlevin Alevi toplumuna hizmet etmediğini görüyorum. ...<br />
Alevi kökenli misin, değil misin? Evet, ‘ben Alevi ve ateist olarak<br />
mimlendim’ diyorsun, ama her kesimde bu insanlara soruluyor. Bunun<br />
net bir şekilde cevaplandırmasının zor ne tarafı var arkadaşlar? Alevi kökenli,<br />
köyün bu, şehrin bu, baban bu, ocağın bu, cevap verdiğin sürece.<br />
... İnsan genel açıklamayı neden yerine getirmez? ...<br />
Yıllardır bu ülkede bizi paspas…. gibi kullandılar, adam yerine koymadılar,<br />
dolgu malzemesi olarak bizi değerlendirdiler. Biz artık hiç kimsenin<br />
dolgu malzemesi olmayacağız, arka bahçesi olmayacağız düşüncesini<br />
bir yıldır hangi ABF’nin yönetmelik toplantısında, sonuç bildirgesinde<br />
gördünüz, söyler misiniz bana? Bu arkadaşlarımıza katıldınız,<br />
hangi panelde bu arkadaşlarımız Alevileri siyasete müdahale edip yanlış<br />
bir ifade kullanmışlar. Bugün çıkar açısından, Türkiye Alevi hareketinin<br />
özgürleşmesi kadar, gasp edilen haklarının elde etmesi kadar başka<br />
kutsal bir çare yok. Bunu yaparken asla alışık olduğu gibi ben bulunduğum<br />
yerden, nasıl gider meşhur olabilirim gibi, bu harekette kendimi<br />
nasıl pazarlarım diye bir anlayış, asla bizim dünyamıza bugüne kadar<br />
girmemiştir, yarın da girmeyecektir, dünde burada söylediğim gibi. Bu<br />
asla bizi yok sayan zihniyetler karşısında, bireysel pazarlığı esas alan, bir<br />
çabaya ihtiyacımız da yoktur.<br />
Biz siyasete müdahaleyi, bu ülkede Alevilerin gasp edilen haklarına<br />
kavuşması, normal yaşamlarında, dışlandıkları bütün alanlarda, var<br />
olma mücadelesi olarak görüyoruz. Duyuyorum burada, gelinmiş, bilmem<br />
kiminle konuşulmuş, Baykal’a görüşülmüş, pazarlık da yapılmış. ...<br />
Ondan bu ülkede hakim olan zihniyetten olduğu gibi kırıntı beklenemez.<br />
Gelecekte de beklemeyeceğiz, sürece müdahale edeceğiz.<br />
Önümüzdeki dönemde, bir yıl kaldı, kimin ne gibi pazarlıklara gireceğini<br />
gözünüzle göreceksiniz siyaset dünyasına, en küçük bir şekilde<br />
Alevi inancının, duygusunun olmadığını da göreceksiniz. Biz bunları<br />
çok gördük, biz bunları geçmişte çok gördük. ...<br />
Bugün Avrupa ve Türkiye ayrımı, tamamıyla derin devletin işidir,<br />
açık söylüyorum. ... On onbeş yıldır, en zor koşullarda bütün imkanlarını<br />
biriktirerek, birleştirerek, bu ülkede Aleviliği asimile etmek isteyen<br />
güçler karşısında, devrimci ve demokratlardan uzaklaştırmak istemelerine<br />
karşı bütün bu güçleri birleştirerek, bir araya getirdiğimiz bu örgütü,<br />
ABF’nin Olağanüstü Kongresi Sonrasında Dile Getirilen Görüşlerden Seçmeler<br />
ABF ve Yeni Süreç<br />
Kazım Engin<br />
6 Aralık 2006, <br />
Alevi-Bektaşi Federasyonu 26 Kasım 2006’da Ankara’da olağan üstü genel<br />
kurul yaptı ve yeni yönetim göreve başladı. Öncelikle yeni yönetim<br />
kuruluna başarılar dilerim. ABF’nin tüzük, amaç ve ilkelerine uygun<br />
olarak yapılacak çalışmaların yanında olacağımın bilinmesini belirtmek<br />
isterim. Bu güne kadar olduğu gibi bu günden sonra da Demokratik Alevi<br />
Hareketinin gelişmesi, kitleleri kucaklaması, Alevi-Bektaşilerin acil<br />
taleplerine doğru, haklı ve yürekli çözümler sunması için elimden geleni<br />
yapacağımın bilinmesini deklare etmek istiyorum.<br />
Genel kurulda söylediklerimin başlangıcını tekrarlamak isterim. Birileri<br />
bizi gözetliyor. Tekir yaylalarından üç hilalli bayrakları ile, Madımak<br />
katliamında “sivil halka bir şey olmamıştır” diyenler kıratın üzerinde<br />
ve aramızdaki çelişkilerin su yüzüne çıkması ve kendilerine mecbur<br />
kalmamız için dua ederek “Cumhuriyetin ardına sığınmış” birileri bizi<br />
gözetliyor.<br />
Bir seçim sürecini değerlendirirken “ama-fakat-lakin”li açıklamalar<br />
yapmadan süreci doğruluk ve haklılık temelinde değerlendirmenin ahlaki<br />
bir sorun olduğunun altını çizmek isterim. Yani bu hareketin “ileri gelenleri<br />
ya da ileri gidenleri” attığı her adımı dikkatlice atmak, söylediği<br />
her sözü de dikkatlice söylemek zorundadırlar. Bu cümleden olarak ABF<br />
genel kurulunu Alevi etik kuralları açısından seviyesi oldukça düşük bir<br />
genel kurul olarak değerlendirmek sanırım insafsızlık olmayacaktır.<br />
Bazı yöneticilerin kapalı odalarda söylediği sözleri toplum önünde söylememiş<br />
gibi davranmaları tam bir sorumsuzluk ve “çamur at izi kalsın”<br />
örneği olmuştur. Başta bu iddiaların sahibi sorumlular görevi-makamı<br />
ne olursa olsun Dar’a çekilmeli ve hesap vermelidirler. Ancak bazı “bozuk<br />
düzen” partilerinde gördüğümüz tipik delege avcılığı, ayak oyunu ve<br />
“belden aşağı vurmak” diye tabir edilen yöntemlerin ülkemizin en büyük<br />
Alevi örgütü olan ABF’nin genel kurulunda olmaması gerekirdi. Hemen<br />
hemen her toplantıda etik kurallara yaptığımız vurgunun yeterince anlaşılmadığını<br />
ve umursanmadığını görmek üzüntü vericiydi doğrusu.<br />
Sonuçlardan sebeplere doğru yaptığımız bir yolculukta ABF’de yönetim<br />
değişikliğini daha doğru tahlil edebiliriz. Elbette demokratik ku-<br />
22 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />
rumlarda yönetimler değişebilir. Ama ABF sıradan bir kurum değildir.<br />
Yıllarca Türkiye’de yürütülen Demokratik Alevi Hareketinin iki can damarı<br />
örgütlenmesi olan Hacı Bektaş Veli Kültür Dernekleri ve Pir Sultan<br />
Abdal Kültür Dernekleri bu kurumun temelini diğer yerel dernekler de<br />
adeta gökkuşağının diğer renklerini oluşturmaktadırlar.<br />
Bu seçim ile Pir Sultan Abdal Kültür dernekleri yönetimin dışında<br />
bırakılmıştır. Nispi temsil özelliği bozulmuş ve sıradan bir siyasi partinin<br />
yönetimi seçimine indirgenen basit bir parmak sayısı ve aritmetik<br />
üzerine hesaplar kurgulanmıştır. Sonuçta bir liste kazanmıştır ama %51<br />
ile sağlanan “çoğunluk” diğer %49’u da dışarıda bırakmıştır. Demokrasi<br />
her zaman sayıların bir fazlasını almak demek değildir. Alevi felsefesinin<br />
“Rıza Şehri” gönüllerin bir eksiğine bile razı olmaz, olmamalıdır.<br />
“Siyasete müdahale edeceğiz” argümanı Avrupalı arkadaşların geliştirdiği<br />
bir söylemdir ve aslında esas olarak “seçimlere müdahale” anlamına<br />
gelmektedir. Türkiye’deki arkadaşlar her ne kadar bu söylemin<br />
ABF’nin Danışma Kurullarında da yer aldığını söyleseler bir belge sunamamışlardır<br />
ve yaptığımız araştırmada ne 2. Olağan Genel Kurulda<br />
ne de Mart 2006 da yapılan ABF Danışma Kurulu’nda böyle bir söyleme<br />
rastlamadığımızı belirtmek lazımdır. Ayrıca bunları söylerken aman<br />
müdahale etmeyelim-seyirci kalalım da demek doğru değildir.<br />
ABF gibi kurumlarda “tez-anti tez–analiz-sentez” diyalektik bilgi<br />
kuralına uygun olarak ve aşağıdan yukarıya doğru demokratik bir süreç<br />
işletilerek siyasi tavır ya da müdahale kararları alınabilir, alınmalıdır da.<br />
Ama ABF’nin Mart 2006’da yapılan danışma kurulunda “Aleviler siyasi<br />
alandaki rolünü güçlendirecektir!” başlığı altında; “Aleviler önümüzdeki<br />
süreçte sivil itaatsizliği öne çıkartacak mücadele tarzı ile sokakları<br />
özgürleştireceklerdir” denilmektedir. Bu bildirgede başta zorunlu din<br />
derslerinin kaldırılması; Alevi inanç merkezleri olan Cem ve Kültür<br />
evlerinin resmi bir statüye kavuşturulması; bu yerlerde cem ve cenaze<br />
erkânının öğretimize uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi için gerekli<br />
girişim ve çabalarda bulunulması; Alevi yol önderleri adına yapılacak etkinliklerde<br />
Türk-İslam sentezi yaklaşımlarına karşı bir duruş sağlanması<br />
ve son olarak da ülkenin ve toplumun demokratikleştirilmesi için diğer<br />
sivil toplum örgütleri ve demokrasi güçleri ile birlikte yapılacak çabalara<br />
destek verilmesi kararları alınmıştır. ABF’nin gündemi de bu olmalıdır<br />
ve sonuçta da halkın sahipleneceği gündem bu olacaktır.<br />
ABF’nin Olağanüstü Genel Kurulu açıkça da söylendiği gibi “tek<br />
başına yönetme” yönetimi demokratik şekilde paylaşmama anlayışının<br />
bir tezahürüdür. Benmerkezci anlayış ne yazık ki, Avrupa’daki arkadaşlarımızın<br />
yanlış yönlendirilmeleri ve bilgilendirilmeleri ile yanlış<br />
bir mecraya gitmektedir. Yoğun emeklerle bir araya getirilen kurumlar<br />
şimdi tasfiyeci bir anlayışla “inceldiği yerden kopsun” mantığı ile ve sorumsuzca<br />
yıpratılmıştır. Kurumsal anlamda temsiliyetin nispi oranlara<br />
uygun olarak sağlanmadığı bir ABF zayıflar ve güçsüzleşir.<br />
Bu durum da bizi bir yerlerden gözetleyen; Türk-İslam sentezi savunucularının,<br />
bunların Alevi-İslam modelini benimseyenlerin, Türk Milliyetçilerinin,<br />
Kürt milliyetçilerinin ve sonuçta ağzından sular akarak bu<br />
durumu izleyen siyaset cambazlarının işine yarayacaktır. Ama Alevilere<br />
ve Demokratik Alevi Hareketi’ne zarar vereceği zamanla daha iyi anlaşılacaktır.<br />
“Siyasete-seçimlere müdahale” projesinin de sonuçlarını hep<br />
beraber göreceğiz. Umarım yanılmış oluruz ve bu “müdahaleci” arkadaşlar<br />
başarırlar, aksi halde vebal yanlış yapanların olacaktır.<br />
ABF Olağanüstü Kongresi ve Tasfiyecilik<br />
Kemal Derin<br />
29 Kasım 2006, <br />
Alevi Bektaşi Federasyonu’nun (ABF); 15 Eylül’de yapılan Yönetim Kurulu<br />
toplantısında olağanüstü kongre talebinin reddedilmesi, yürütmede<br />
görev değişimi sonucunu doğurdu. Yönetim Kurulunca olağanüstü<br />
kongre talebinin kabul edilmemesi sonrası taleplerinde ısrarcı olanların<br />
delegeden imza toplamaları ile alınan karar uyarınca, ABF 1. Olağanüstü<br />
Kongresi 26 Ekim’de gerçekleştirildi.<br />
Olağanüstü kongre talebinin gerekli olup olmadığı ya da bunun tek<br />
çözüm olup olmadığı zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Ancak olağanüstü<br />
kongre talebinin ve sonrasında yaşananların örgüt içi bir tasfiye sürecini<br />
bağrında taşıdığını aklıselim bir çok kişi görüşleriyle ortaya koydular.<br />
Hatta bu yönde Adana’dan eski ve yeni yöneticilerin bulunduğu bir grup,<br />
kamuoyuna çağrıda dahi bulundu. Bu görüş ve çağrılar ne yazık ki yeterince<br />
anlaşılamadı ve değerlendirilemedi.<br />
Demokratik Alevi Hareketi’nin (DAH), gözbebeği olan ABF’nin 1.<br />
Olağanüstü Kongresi her şeyden önce Alevi toplumunun temel sorunlarının<br />
çözümüne dair görüşlerin dillendirildiği bir toplantıdan ziyade<br />
grupların iktidar kavgalarının sonucunu belirleme kongresine dönüşmüştür.<br />
Zira Kongre Alevi toplumunun sorunlarının çözümü noktasında<br />
hiçbir açılım sunmamıştır. Aksine örgüt içi sorunların daha da derinleşmesine<br />
başlangıç yapmıştır.<br />
Kongrede kullanılan üslup ve dil eleştiri sınırlarının ötesinde, örgütte<br />
yaşanan mevcut kırılmanın boyutlarını tahlil etmeye oldukça zengin veri<br />
sunmaktaydı. Kongre sürecine hakim olan farklılıklara tahammülsüzlük<br />
örgütsel kırılmayı daha da derinleştirmiştir. Yaşamlarının büyük bir bölümünü<br />
bu mücadeleye veren ve bu mücadele içerisinde büyüyen emek<br />
sahipleri ve emekleri “kadirbilmezlik” ölçüsünden öte yok sayılmıştır. Bu<br />
tavırlar sergilenirken de adeta yeniden bir araya gelinmeyecekmişçesine<br />
etik değerler yerle bir edilmiştir. Geçmişte bir arada çalışma ve hizmet<br />
etme sürecinde yaratılan değerler bir çırpıda pervasızca tüketilmiştir.<br />
Uzlaşı kültürü yerine kavga kültürü kongreye egemen kılınmıştır.<br />
Kongre, bir kültürün ve o kültürün somutlaştığı Alevi kimliğinin evrensel<br />
kültür ile buluştuğu bir kongre olma yerine, siyasi parti kongrelerinde<br />
yaşanan tarz ve ilişkiler üzerinden sürdürülmüştür.<br />
Kongre sonuçları değerlendirildiğinde ortaya çıkan en çarpıcı sonuç<br />
ise “birlik içinde çokluk” ilkesinin yok sayıldığı ve temsiliyette adaletin<br />
sağlanamadığı gerçeğidir.<br />
Olağanüstü kongre talebinden güdülen gaye ve elde edilmek istenen<br />
amaç ne olursa olsun; üst çatı örgütü olan federasyonda tüm bileşenlerinin<br />
kendilerini ifade etmelerinin öncelikli koşul olması gerektiği hususu<br />
bu kongrede göz ardı edilmiştir. Kongre sonuçları açısında bu husus tüm<br />
çıplaklığı ile ortadadır. Zira federasyon bileşenlerinin ve bu bileşenlerin<br />
kendilerini yönetimlerde ifade etmeleri halinde ancak örgütsel bir bütünlükten<br />
bahsedilebilinir. Aksi görüntü, federasyonun yalnızca bir yapının<br />
elinde olması ve diğer bileşenlerinin dışlanması, onun meşrutiyetini gölgeler.<br />
Hele hele dışlanan ve bir anlamda tasfiye edilen yapı federasyonun<br />
ikinci en büyük bileşeni ise bu durum daha da vahim sonuçlara yol açabilir.<br />
Daha da önemlisi yapıyı içe dönmeye zorlayarak bütünleşmenin<br />
geciktirilmesi sonucunu doğurabilir.<br />
Bu nedenle federasyon bileşenlerinin mutlak temsiliyetinin örgüt<br />
içinde sağlanması gerekmektedir. Bu durum seçim sürecine ve demokratik<br />
yarışa havale edilemez. Aksi tutum federasyon içerisinde delege sayısıyla<br />
büyük çoğunluğa sahip bileşenin her istediğini yapması sonucunu<br />
doğurur ki, bu durum bir araya gelme, bir arada bulunma ve örgütlenmeyi<br />
dayanışma içinde yükseltme amacının önüne geçer. Ve bu tutum<br />
federasyon içerisinde delege sayısıyla azınlıkta kalan yapıların kendilerini<br />
ifade etmeleri olanağını tamamen ortadan kaldırır. Bu nedenle federasyon<br />
içinde her bileşenin gücü oranında temsiliyetinin sağlanması<br />
için gerekli altyapının hazırlanması ve tüzük değişikliğinin yapılması<br />
kaçınılmazdır. Bunun dışındaki yaklaşımlar; yapı içerisinde çoğunluğu<br />
elinde bulunduranı ben bildiğimi yaparım sonucuna götürür ki, bu bir<br />
arada bulunma kültürünü geliştirmez ve büyütmez, aksine hızla tüketir.<br />
Pir Sultan Örgütlülüğü, Rıza Aydın dostumun ifade ettiği gibi Demokratik<br />
Alevi Hareketi’nin “Amiral Gemisi” olduğu gerçeği yadsınamaz.<br />
Sivas katliamı sonrası izlediği politik duruş ve esnetilemez çizgisi,<br />
Alevi hareketinin en kritik dönemlerinde dahi savrulmasının ve ötelenmesinin<br />
önündeki en büyük engel olduğu gerçeği teslim edilmelidir.<br />
Yine Alevi örgütlenmesindeki canlılığın ve dinamizmin kaynağı olduğu<br />
unutulmamalıdır. Kimi geçiş dönemleri hariç fikri anlamda süreci<br />
göğüslediği ve motor güç olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla son ABF<br />
kongresinde tasfiye edilen Pir Sultan Örgütlülüğü değil, ABF ruhu tasfiye<br />
edilmiştir.<br />
Bu nedenle “Başardık” (!) diye patlatılan alkışların ve atılan zafer<br />
çığlıklarının, uzun vadede kazanmak değil, kaybetmek olduğu anlaşılacaktır.<br />
ABF’de Yeni Dönem<br />
Necdet Saraç<br />
2 Aralık 2006, Birgün Gazetesi<br />
Bugüne kadar rahatça yönetilen Alevilerin, kendi adlarına hareketlenmeleri,<br />
siyasal sürece müdahil olmak istemeleri, karar mekânizmalarından<br />
hak talep etmeleri, ABF içinde bir operasyon sürecini hızlandırdı:<br />
ABF’nin ve doğal olarak Alevi hareketinin önünün kesilmesi gerekiyordu.<br />
Nitekim Selahattin Özel’in ABF Genel Başkanlığından alınmasında<br />
niyetlerden öte bu yaklaşım belirleyici olmuştu.<br />
Geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF)<br />
Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı. Her bin üyenin bir delege ile temsil<br />
edildiği, 106 delegeli Genel Kurul fiili olarak yaklaşık 100 bin kişiyi temsil<br />
ediyordu. İki listenin yarıştığı Genel Kurul yalnızca isminde yer alan<br />
“olağanüstü” ifadesinden dolayı önemli değil, yeni dönemi belirleyecek<br />
(Devamı 24. Sayfada)<br />
Aralık 2006 23
SERÇEÞME<br />
ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />
(Baştarafı 23. Sayfada)<br />
çizgiyi seçeceğinden dolayı da önemliydi. Özellikle 1. Alevi Konferansı<br />
sonrası yapılan etkinlikler, Madımak’ın Müze olması için yapılan kampanyalar,<br />
Cemevleri inanç merkezi olsun diye toplanan 600 bin, zorunlu<br />
din derslerinin kaldırılması için toplanan 1 milyon imza ve belki de her<br />
şeyden önemlisi bu yaz Sivas Banaz’da başlayıp Merzifon Piri Baba’da<br />
biten ve Alevi Bektaşi Federasyonunun doğrudan damgasını vurduğu<br />
Alevi etkinliklerine yaklaşık 500 binin üzerinde insanın katılmış olması,<br />
soldan sağa, istihbarattan Genel Kurmaya kadar her çevrenin objektiflerini<br />
Alevi hareketine yöneltmesine neden oldu.<br />
Bu yılki Hacı Bektaş Veli Anma Etkinlikleri’nde 100 bini aşkın üyeyi<br />
temsil eden Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ile Avrupa Alevi<br />
Birlikleri Konfederasyonu’nun (AABK) ortak bir açıklamayla siyasal<br />
sürece seyirci kalmayacaklarını, sürece müdahil olarak katılacaklarını<br />
açıklamaları Alevileri “arka bahçe” gören bazı çevreleri rahatsız etti.<br />
Bu rahatsızlık yalnızca her seçim döneminde Alevilerin oylarını rahatça<br />
alan sosyal demokratları kapsamıyordu. Alevilerin kendi ayakları üzerinde<br />
durma kararlılığı daha çok siyasal iktidar çevrelerini, sağ siyasal<br />
anlayışı ve onların Aleviler içindeki “temsilcilerini” rahatsız etti. MHP<br />
başta olmak üzere, DYP, AKP ve ANAP’tan Alevilere yönelik artan “sıcak<br />
mesajları” bol Pir Sultan ve Hacıbektaş vurgusunu bu çerçevede değerlendirmek<br />
gerekir. Aynı şekilde Alevi hareketinin ana gövdesini oluşturan<br />
ABF ve AABK, Türkiye’nin ırkçılığa, gericiliğe, şeriata mahkûm<br />
olmaması için “laik ve demokratik güçlerin birliği”ni öne çıkardığı bir<br />
dönemde, Fettulahçı yayın organlarında tartışmaya açılan “Alevi Partisi”<br />
yaklaşımını böyle okumak mümkün.<br />
Bugüne kadar rahatça yönetilen Alevilerin, kendi adlarına hareketlenmeleri,<br />
siyasal sürece müdahil olmak istemeleri, karar mekânizmalarından<br />
hak talep etmeleri, hatta daha da ileri giderek “Türkiye’yi İmam<br />
Hatip mezunu biri yönetiyorsa Alevi kökenli biri neden yönetmesin”<br />
diye ortaya çıkmaları ABF içinde bir operasyon sürecini hızlandırdı:<br />
ABF’nin ve doğal olarak Alevi hareketinin önünün kesilmesi gerekiyordu.<br />
Nitekim Selahattin Özel’in ABF Genel Başkanlığından alınmasında<br />
niyetlerden öte bu yaklaşım belirleyici olmuştu.<br />
ABF Olağanüstü Genel Kurulu bu gelişmelerin etkisi altında toplandı.<br />
Genel Kurul’da Selahattin Özel’in Genel Başkan olduğu liste kazanırken,<br />
ABF’nin ve AABK’nın mevcut politikaları da onaylanmış oldu.<br />
Genel Kurul’un onayladığı mevcut politikayı ise üç ana başlıkta toplamak<br />
mümkün:<br />
1. Aleviler sorunlarıyla da, çözüm alternatifleriyle de bir bütündür.<br />
Bu bütünlük içinde Türkiye ve Avrupa Alevi hareketi gücünü ve enerjisini<br />
aynı kaba dökmelidir.<br />
2. Alevilerin sorunları da dâhil olmak üzere, Türkiye’nin sorunlarının<br />
çözümü gerçek anlamda laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılmasından<br />
geçmektedir.<br />
3. Laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılması ise, Aleviler de<br />
dâhil olmak üzere laik ve demokratik güçlerin yan yana gelmesi, siyasal<br />
sürece doğrudan müdahale edecek bir iktidar perspektifi ve sol bir iktidar<br />
projesi ile mümkündür. ABF şimdi bu sonuçları “2. Alevi Konferansı” ve<br />
bir dizi etkinlikle kamuoyunun gündemine taşımaya hazırlanıyor. ...<br />
Avrupa Çıkarması<br />
Veysel Kaymak<br />
2 Aralık 2006, <br />
Büyük İskender’in sözünü bilirsiniz, bir tarihte Anadolu’ya gelir, savaşı<br />
kazanır, yaşananları kısa bir cümle ile anlatır; “Geldim, gördüm, yendim.”<br />
Öyle inanıyorum ki Alevi Bektaşi Federasyonu olağanüstü genel<br />
kurulundan sonra, Avrupa’daki Alevi Bektaşi örgüt başkanlarından seçimler<br />
öncesi propaganda çalışmalarına katılanlar da, kongreden sonra<br />
benzer düşünceler içinde dönmüş olmalılar; “Geldik, gördük, yendik.”<br />
Başta Avrupa Konfederasyon Başkanı olmak üzere, Genel Sekreter,<br />
bazı Federasyon başkanları, yanlarına aldıkları işadamları, ABF<br />
olağanüstü seçimleri öncesi, Yol TV tanıtım toplantıları için Türkiye’ye<br />
gelmişler diye duymuştuk. Başlangıçta, amaçlarının gerçekten yeni kuracakları<br />
televizyonun tanıtım toplantıları mı, yoksa burada yapılacak<br />
ABF Olağanüstü genel kurul delegelerini etkileme çalışmaları mı olduğu<br />
pek anlaşılamamıştı! İşin gerçeğine bakarsanız bu çıkarmanın asıl amacının,<br />
ABF delegelerini her türlü yolu ve yöntemi deneyerek, kendilerine<br />
yakın buldukları arkadaş grupları lehine etkileme toplantıları olduğu<br />
görülmüştür. Bana göre de Yol TV, daha kuruluş aşamasında bir bakıma<br />
yolda kalmıştır.<br />
Oysa Hacı Bektaş Vakfında, seçimlerin bir gün öncesinde yaptıkları<br />
tanıtım toplantısında, televizyonun amaçları, ilkeleri, programları konusunda<br />
neler neler anlatmışlardı. Bizler de umutla, heyecanla bir güzel<br />
dinlemiştik. Önemli görev noktalarında sorumluluk alan insanlar, sorumluluklarının<br />
gerektirdiği gibi davranamazlar mı? İşleri doğru dürüst<br />
yapamazlar mı?<br />
Avrupa’daki örgüt yöneticisi arkadaşlarımızdan bazıları, üstelik<br />
buradaki ABF’nin delegeleridir. Nasıl bir uygulamadır bilemem? En<br />
azından şu sorulabilir; “Peki Avrupa’da kurulan Konfederasyonda,<br />
Türkiye’de bulunan federasyonu temsil eden delege var mı?”, “Seçimler<br />
sırasında orada bulunup, sizlerin yaptığı gibi en hafi f deyimiyle, düzeysiz<br />
propaganda çalışmaları yapıyorlar mı?” Bildiğim kadarıyla hayır.<br />
Bu arkadaşlarımız demokrasinin beşiği diyebileceğimiz Avrupa’da bulunmaktadırlar,<br />
orada örgütçülük yapmaktadırlar. Neden bu tür ayak<br />
oyunlarından, tepeden bakmacı anlayıştan, başka örgütlere müdahale<br />
etme düşünce ve eyleminden bir türlü vazgeçmezler?<br />
ABF’nin olağanüstü genel kurulunda yapılan konuşmaların seviyesini,<br />
daha doğrusu seviyesizliğini, katılanlar görmüşlerdir. Konfederasyon<br />
başkanı karşı gruptakileri “şer cephesi” diye niteleyebilmiştir. Bu nitelemelerden<br />
sonra benim de aklıma, peki bizler şer cephesi isek, sizin taraf<br />
kâr cephesi mi demek geliyor.<br />
Doğrusunu söylemek gerekirse, işin aslı biraz da öyle!<br />
Kimlerin ne düşüncelerle hareket ettiği söylenmekte, bilinmektedir.<br />
Benim üzüldüğüm noktalardan biri de Devrimci Dedemiz Hüseyin<br />
Gazi Metin’in tavrıdır. Dedem, yansız davranacağı yerde, Pir Sultan<br />
Abdal’ın musahibi Ali Baba’nın durumuna düşmüştür.<br />
Burada yanlışın içinde olan kendi Şube Başkanı ve delegelerimizden<br />
bir ikisi de vardır. Doğrusu bu arkadaşlarımız için söyleyecek söz bulamıyorum!<br />
Bana göre onlar Ali Baba’yı da sollamışlardır. Hep birlikte Pir<br />
Sultan Abdal Derneği gibi büyük bir örgütü ABF’nin dışına itmişlerdir.<br />
Yine aynı şekilde kongreye katılan gerek konfederasyon gerekse federasyon<br />
başkanları, Avrupa’dan gelen işadamları konumlarının gereği,<br />
olgun, yansız, birleştirici, genel anlamda örgütlerimizin bütünlüğünü<br />
düşünerek davranacaklarına, bunun tam aksini yapmışlardır. Başlangıçta<br />
bu sonuç kendi kişisel hanelerine bir kâr gibi yazılmış görünse de,<br />
uzun vadede kendilerine de, örgütlerimize de zarar verecek olan bir gelişmedir.<br />
...<br />
Meşruluk Zemininde ABF Kongresi<br />
Fevzi Gümüş,<br />
5 Aralık 2006, <br />
ABF Olağanüstü kongresi sonuçlandı. İki liste ile gidilen seçimde Selahattin<br />
Özel’in Genel Başkan adayı olduğu liste 51, Atilla Erden’in Genel<br />
Başkan olduğu liste 46 oy aldı. Böylece öncesinde çok tartışılan kongre,<br />
bir yönetim iradesi açığa çıkarmış oldu.<br />
Pir Sultan örgütlülüğün delegelerinin tamamına yakınının desteklemiş<br />
olduğu Dr. Atilla Erden’in listesinde yönetim kurulu adayı olarak<br />
yer aldım. Kongrenin hemen ertesi günü Selahattin Özel ve yeni seçilen<br />
yönetim kurulu üyelerini çektiğim faks mesajı ile kutladım. Bundaki<br />
amacım(ız), bir yandan kongre iradesini saygı ile karşıladığımızı<br />
göstermek, diğer yandan da bütün taraflar bakımından kongre sürecinde<br />
oluşmuş bulunan tartışmaların kongre sonrasında sürdürülmesinin önüne<br />
geçmekti.<br />
Ne var ki, böylesine bir yaklaşımın ve hassasiyetin kongreyi kazanan<br />
grup ve onları destekleyenler tarafından önemsenmediğini ve kongre öncesinde<br />
başlayan ve kongrede doruğa çıkan tartışmaların kimi internet<br />
sayfalarında ‘cenk kazanmış komutan edası ile’ sürdürüldüğünü üzülerek<br />
gördüm.<br />
Öyle ki, kendisi ABF delegesi olmayan ve fakat kongre öncesinde<br />
ABF’deki gelişmeleri, Radikal İslamcı örgüt İBDA-C’nin ‘Taraf’ isimli<br />
dergisinde kullandığı ‘taraf olmayan bertaraf olur’ sloganı ile değerlendiren<br />
‘hemen her yazısı Alevilik-Aleviler üzerine olan, yazılarında aynı<br />
temaları kullanan, dolayısıyla her yazısı birbirinin tıpkısı izlenimi veren<br />
Birgün Gazetesi yazarı da köşesinde ABF Kongresini tartışmadan<br />
geçemedi. Öyle ki bu yazarımız, Alevi hareketinin en temel belirleyici<br />
öğelerinden biri olan ve onu diğer yapılardan ayıran ‘demokratiklik’ anlayışının<br />
zedelenmesine kayıtsız kalmayan ve genel kurulun iradesi ile<br />
oluşmuş yönetim kurulunun kararlarını tanımayıp, kendisini onun üzerinde<br />
gören bir yönetici ile ilgili görev değişikliğini, ‘Alevi hareketinin<br />
önünün kesilmesi’ ile özdeşleştirdi.<br />
Demokratik Alevi Örgütlenmesinin geleceği açısından bu yaklaşım<br />
tam bir çıkmaz sokaktır. Geçmişini inkâr edenin geleceği olamaz. Demokratik<br />
Alevi Örgütlenmesinin bu günlere gelmesinde karınca kararın-<br />
24 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇESME SERÇEÞME<br />
ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />
ca katkı sunmuş ve sunmaya devam eden kadroları ve onların örgütsel<br />
işleyişe ilişkin temel demokratiklik hassasiyetlerini bu şekilde nitelemek<br />
başka bir hesabın sonucu olsa gerektir. Bu hesabın ise bizim geçmişte<br />
verdiğimiz ve gelecekte de vermeye devam edeceğimiz mücadele ile bir<br />
ilgisi olamaz.<br />
Hem kongreyi kazanıp, hem de kongreyi tartışma isteği duymak<br />
‘meşruluk’ sorununa işaret etmektedir.<br />
Belli ki, kongre ile Demokratik Alevi Örgütlenmesinin son on yılda<br />
açığa çıkardığı, örgütlenmenin bu günlere gelmesinde değerli katkıları<br />
bulunan, bedel ödeyen kadroların, Pir Sultan örgütlülüğünün ve ABF’nin<br />
İstanbul kanadının ‘demokratiklik’ hassasiyetlerini yönetim kadrosunun<br />
dışında kalma pahasına sürdürmeleri, kongreyi kazanan grup ve taraftarları<br />
bakımından anlaşılamamaktadır, anlaşılmak istenmemektedir.<br />
Meşruluğun kırıldığı yerde, popülist bir halkçılık devreye girer. Her<br />
şey halk için, halka hizmet içindir. Oysa halkın her nedense bundan ve<br />
bunlardan haberi olmaz.<br />
ABF Kongresi sonrası yönetime seçilenlerin ‘Hamasi’ ve ‘dönemsel’<br />
nutuklara sarılması başka türlü nasıl izah edilebilir ki…<br />
AABK Genel Başkanı Turgut Öker:<br />
“Alevi Hareketinin Birliği Halkımızın Özlemidir”<br />
Metin Kaçmaz,<br />
4 Aralık 2006 <br />
Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu’nda niçin Olağanüstü bir<br />
Genel Kurul süreci yaşandı?<br />
[...] ABF, kendi kuruluş ilkelerinin doğruluğuna, halkla bütünleşen çizgiye<br />
rağmen, Alevi toplumuyla bütünleşemedi. Son olağan Genel Kurul’da<br />
bunun önünü açacak donanıma sahip arkadaşlar yürütmeye seçildiler.<br />
Fakat zaman içerisinde bir takım çevrelerin müdahalesi sonucunda federasyonda<br />
Alevi inancına, Alevi felsefesine, Alevi değerlerine sığmayacak<br />
şekilde bir darbe yaşandı. 12 Eylül darbesine bu kadar karşı çıkan<br />
Alevi toplumunun, kendi içinde bile olsa halkın iradesini hiçe sayarak,<br />
darbe yapan zihniyete seyirci kalması düşünülemezdi. Bu Alevi öğretisi<br />
açısından da bir lekeydi bu lekenin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Biz<br />
de Avrupa Alevi örgütlenmesi olarak Alevi değerleriyle bağdaşmayan bu<br />
olumsuzluğun ortadan kaldırılmasında taraf olmak zorundaydık ve taraf<br />
olduk. Nitekim Genel Kurul’da bu gerçekleşti. ABF’de halkla bütünleşecek,<br />
toplumda saygınlığı ve meşruluğu arttıracak bir kadronun tekrar<br />
göreve geldi.<br />
Şunu özellikle belirtmekte yarar var: Bu sıradan bir Genel Kurul<br />
değildi. Bu Genel Kurul Alevi toplumunun geleceğini ilgilendiren iradelerin<br />
tercihinin belirleneceği bir Genel Kurul’du. Katılan delegelerin<br />
de Türkiye Alevi örgütlenmesinde Alevi hareketini büyütecek ve Alevi<br />
toplumunun mücadele ruhunu öne çıkartacak, gaspedilmiş hakları<br />
mücadeleyle elde edecek bir bilinçle yönetime gelmesi bir dönüm noktasıdır.<br />
Bu anlamda da Genel Kurul Türkiye Alevi hareketinin önünü<br />
açmışır. Ayrıca bu Genel Kurul hem Alevi toplumunun geleceğini, hem<br />
de Alevi hareketinin bağımsızlığının önemini belirleyen bir genel kurul<br />
olmuştur.<br />
Genel Kurul sonuçlarının Türkiye ve Avrupa Alevi hareketi<br />
açısından önemi nedir?<br />
[B]ugün tüm dünyadaki Alevilerin kaderlerinin ortak olduğuna inanıyoruz.<br />
Bu anlamda tüm dünyada ki Alevilerin gücünü, enerjisini birleştirerek<br />
var olma mücadelesinde yan yana, kol kola olması gerektiğine<br />
inanıyoruz. ABF Genel Kurulu bu anlamıyla tüm dünyaya yayılmış<br />
Alevi hareketinin ortak iradeyle, mücadele ruhuyla yan yana gelmesinde<br />
önemli bir kazanımdır. Bir takım güçlerin yüzyıllardır yaptığı gibi bölüp<br />
parçalayarak, Alevileri birbirleriyle tokuşturarak karşı karşıya getirerek<br />
Alevilerin ciddi bir güç olmasını engelleyen anlayışın ortadan kalkması<br />
da ciddi bir kazanımdır. Önümüzdeki süreçte Alevilerin güçlerini birleştirerek<br />
tek ses olması daha da hızlanacaktır. Büyüyen Alevi hareketinin<br />
birliği halkımızın özlemidir. Bölük pörçük, güçsüz, başka kesimlerin<br />
amaçlarına hizmet eden, Alevilikten daha çok diğer toplumsal kesimlerin<br />
Alevilerden beklentisini hesaba katarak ona bağlı kalan anlayışın bugüne<br />
kadar bizleri bir yere götürmediği görülmüştür. Bütün hesabımızı<br />
Alevi toplumunun beklentisine göre yapmamız gerekiyor.<br />
Son günlerde Alevi Partisi söylemleri artmaya başladı. Alevi<br />
partisi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konularında siz ne<br />
düşünüyorsunuz?<br />
Türkiye genelinde yapılan toplantılarda da söylediğimiz gibi bizim hedefimiz<br />
Türkiye’nin bir bütün olarak demokratikleştirilmesidir. Türkiye’de<br />
eksik kalan Cumhuriyet projesi tamamlanmadan ve olmayan laikliği<br />
tam anlamıyla hayata geçirmeden Alevilerin gaspedilen haklarını elde<br />
etmesi mümkün değildir. Laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılmasını<br />
özleyen toplumsal kesimlerin birliği sağlanmadan, bunları yan yana<br />
getirmeden ise Türkiye’nin demokratikleşmesi, laikleşmesi ve yarım kalan<br />
Cumhuriyet projesinin tamamlanması mümkün değildir. Böyle bir<br />
hedefte sadece Alevilerle sınırlı bir hareketi, Alevileri yalnızlaştırılması<br />
olarak görüyoruz. Alevi Partisi söylemi, mücadelede Alevileri yalnızlaştırmaya<br />
hizmet etmemelidir. Biz, “laik ve demokratik bir Türkiye için<br />
güçlerimizi birleştirelim’’ sloganından yola çıkarak tüm laik ve demokratik<br />
güçlerle birlikte mücadeleyi örgütleyecek çabalar ve çalışmalar içerisinde<br />
olacağız.<br />
Ayrıca bugün bir Alevi Partisi söyleminde bulunanların samimi olmadığını<br />
düşünüyorum. Bunu bir blöf olarak görüyorum. Türkiye’de seçimler<br />
yaklaştıkça her dönem gücü nedeniyle Alevilik üzerinde bu tür<br />
tartışmalar sıkça yapılır. Bu tartışmayı yapanların belli çevrelere mesaj<br />
yollayarak bugüne kadar olduğu gibi örtülü ödenekten aldıkları paraların<br />
tekrar kendilerine aktarılmasını isterler. Bu kişiler, sanki Alevilerin bu<br />
kişilere verilmiş bir senedi varmış gibi hava yaratırlar. Bir blöfle kendi<br />
kişisel emellerine ulaşmak amacıyla Alevi Partisi de kurulabilir, ancak<br />
ben açıklamalarının blöf olduğunu düşünüyorum. Alevilerin ciddi bir oy<br />
potansiyeli sahip olduğunu ileri sürerek bir takım karanlık çevrelerden<br />
rant elde etmeye yönelik düşüncenin bir parçası olduğuna inanıyorum.<br />
Son dönemde MHP başta olmak üzere, ‘‘Alevi<br />
sevgisi’’ birdenbiri kabardı. Bunun nedenlerini nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz?<br />
Alevilerin bugün Türkiye’de dünden daha fazla kitlesel bir güç ve kendine<br />
özgün bir hareket olarak ortaya çıkması, halkla bütünleşmesi birçok<br />
çevreyi rahatsız etmektedir. Bir tarafta Alevileri sanki birilerinin oy deposuymuş<br />
gibi, seçeneksizmiş gibi değerlendirerek Alevilerin sorunlarına<br />
yönelik kayıtsız kalındığında Alevilerin hiç bir tepkisi olmayacakmış<br />
gibi hareket edenler var. Diğer tarafta da Alevi öğretisi ve ilkelerine<br />
yakışmayacak bir şekilde Alevi toplumunu sağcı, şeriatçı, ırkçı güçlere<br />
yamamaya yönelik de bir çabanın olduğunu görüyoruz. Özellikle son dönemde<br />
bir takım şeriatçı, ırkçı çevrelerin hiç gündemlerinde olmayacak<br />
şekilde Aleviliği gündemlerine almalarının bu senaryonun bir parçası<br />
olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar Alevileri katledenlerin bugün<br />
Aleviliği katletme konseptlerinin bir parçası olarak bu senaryoları görmekteyim.<br />
Bunlar Aleviliğe ilgi duyuyorlarmış gibi bir görüntü sunuyorlar.<br />
Bu görüntü üzerine yapay tartışmalarla bunu gündeme getirenlerde<br />
bu çevrelerin değirmenine su taşıyor. Bütün açıklamalarının altında<br />
Alevilerin sağcı, ırkçı, şeriatçı ve eli Alevi kanına bulaşmış kesimlere<br />
yakınlaştırma projesi yatıyor.<br />
ABF Genel Kurulu’na yansıyan en önemli tartışmalardan biri<br />
de, siyasete müdahaleydi. Bu konuyu biraz açar mısınız?<br />
Alevi hareketiyle, Alevi toplumuyla organik bağı olmadan bir takım<br />
Alevi kökenli insanların kendisini parlamentoya taşımasından da yola<br />
çıkarak bugün siyaset denince sadece parlamento akla gelmektedir. Oysa<br />
bizim siyasete müdahaleden anladığımız, yaşama müdahaledir. Yaşamın<br />
her alanına müdahaledir. Siyasete müdahale, Alevilerin Türkiye’de yaşamı<br />
belirleyen bütün karar mekânizmalarında yer almasını ısrar etmektir.<br />
Bizim siyasete yaklaşımımızda sadece Aleviler içerisinden parlamentoya<br />
üç, dört milletvekili sokmak gibi dar bir yaklaşımımız yoktur. Biz<br />
siyasete müdahaleyi, Alevilerin gücü, nüfusu oranında siyasette ve karar<br />
mekânizmalarında temsil edilmelerini istiyoruz.<br />
Tabii ki parlamento eğer bir karar mekânizmasıysa, Türkiye’nin geleceğini<br />
belirleyen bir organsa orada olmak zorunlu bir sonuçtur. Bunu<br />
da özellikle belirtmek gerekir. Ancak biz özellikle de 12 Eylül sonrası<br />
susturulan, korkutulan, siyasetten ve yaşamdan uzaklaştırılan toplumun<br />
tekrar politikleşmesini ve özgüvenine kavuşmasını siyasete müdahale<br />
olarak anlıyoruz. Bu yaklaşımdan dolayı ABF Genel Kurulu’nda, fiili<br />
olarak hem dünyadaki Alevilerin birlikte olup olmayacağı, hem de<br />
Türkiye’deki toplumsal yaşamda Alevilerin karar mekânizmalarında<br />
olup olmayacağı oylaması da yapıldı. Genel Kurul’da bugüne kadar ki<br />
siyaset yapma tarzı terk edilerek örgütlü Alevilerin ve onların kurumlarının<br />
Alevilik söz konusu edildiğinde örgütlü olarak muhatap alınması<br />
gerektiğinin altı çizildi. ABF Genel Kurulu seçtiği yeni yönetimle, siyasete<br />
müdahaleye de, Alevi hareketinin toplumsallaşmasına da, birlikte<br />
yeni mücadele platformlarının yaratılmasında da ortak ve güçlü bir karar<br />
vermiştir. Bu karar Alevi hareketinin kendine özgüvenini daha da artırmıştır.<br />
Aralık 2006 25
SERÇEÞME<br />
ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />
“Müsahip-Yoldaş” İken, Nasıl Oldu da “Şer Cephesi” Üyesi Olduk?<br />
Av. Kazım Genç<br />
PSAKD Genel Başkanı, 23 Aralık 2006<br />
26 KASIM 2006 tarihinde, ABF olarak bir olağanüstü kongre yaşadık.<br />
Gerek kongre öncesi ve gerekse kongre sonrasında yaşananlar hakkında,<br />
birçok dost tarafından yazı yazmam istenmesine rağmen bu güne kadar,<br />
yazmadım. Ancak, yapılanların, söylenenlerin ve kongre sonrasında,<br />
seçimi almış olanların, hala kongre sürecini tartışıyor olmaları zorunlu<br />
kıldığından yazmak zorunda kaldım. Kongre öncesine dönecek olursak:<br />
15 Ekim 2006 tarihinde yapılmış olan ABF 2. Olağan Kongresinde,<br />
17 kişilik GYK seçildi. Bu genel kurul öncesi ABF, GYK’da yapmış olduğumuz<br />
toplantıda; Federasyonun üst kurul olduğu bu nedenle de örgütlerin<br />
temsil yeri olduğunun altı çizilerek, aday olan örgüt başkanlarına<br />
herkesin oy vermesinin gerekliliği konusunda görüş birliği oluşturduk.<br />
Ancak 15 Ekim’de kongre sonuçlarına göre, PSAKD Genel Başkanı olarak<br />
17. sıradan GYK’na girebildik. Örgütümüze yapılan bu saygısızlık<br />
ve verilmiş olan sözün tutulmamış olması nedeni ilk GYK toplantının<br />
ertelenmesi ve konuyu PSAKD Danışma kurulumuzda değerlendireceğimizi<br />
söyledik. Ancak toplantı ertelenmedi ve görev dağılım yapıldı.<br />
Verilen sözlerin neden tutulmadığı ve üst örgütümüz olan ABF’de,<br />
PSAKD Genel Başkanı olarak neden önümüzün kesilmeye çalışıldığı,<br />
<strong>Sayı</strong>n Özel’in Serçeşme Dergisi’nin 23. sayısına yapmış olduğu “Ali Doğan<br />
ağabeyinin ölümünden sonraki genel kurulda biz iyi bir liste oluşturmaya<br />
çalıştık” cümlesi ile itiraf edilmektedir. Demek ki, PSAKD Genel<br />
Başkanlığı, bu arkadaşların listesinde yoktu. Önemli olan Federasyonda<br />
bulunan örgütlerin Federasyon GYK’sında temsiliyeti değil, arkadaş ilişkilerinden<br />
oluşturmaya çalışmışlar, iyi bir listeyi.<br />
26 Mart 2006 tarihinde ABF Danışma Kurulu toplanmıştır. Danışma<br />
Kurulu’nun üyeleri olmamalarına rağmen, bu toplantıya, <strong>Sayı</strong>n Öker ve<br />
<strong>Sayı</strong>n Temel’de katılmışlardır. Danışma kurulu toplantısı sonrası, <strong>Sayı</strong>n<br />
Özel Genel Başkan sıfatı ile ABF GYK’sını toplantıya davet etmiştir. Bu<br />
toplantıda ABF GYK üyesi olmamalarına rağmen, Danışma Kurulu toplantısında<br />
olduğu gibi, <strong>Sayı</strong>n Öker ile <strong>Sayı</strong>n Temel de bulunmuşlardır.<br />
Toplantı da söz alan <strong>Sayı</strong>n Öker, <strong>Sayı</strong>n Ali Kenanoğlu’na, Hubyar<br />
sorunundan kaynaklı olarak çok ağır söz ve ithamlarda bulunarak, ABF<br />
Genel Başkan Yardımcılığı görevinin üzerinden alınmasını, Hubyar Derneğinin<br />
ABF’den ihracını ve Kenanoğlu’nun Alevi örgütlerinden dışlanmasını<br />
istemiştir. <strong>Sayı</strong>n Temel’in istemleri de aynı yönde olmuştur.<br />
Bir süre sonra <strong>Sayı</strong>n Öker, <strong>Sayı</strong>n Temel ve <strong>Sayı</strong>n Kenanoğlu’ndan,<br />
toplantı salonundan ayrılmaları istenmiş ve yokluklarında konu konuşulmuştur.<br />
Toplantı salonunda bulunan 13 kişiden dokuz kişi, Avrupalı<br />
arkadaşların yaptıklarının ABF’nin iç işlerine müdahale olduğu; bu davranışın<br />
ABF’nin bağımsızlığını ortadan kaldırdığını, Genel Başkan Yardımcımıza<br />
yönelik olarak gösterdikleri tavrın doğru olmadığı, bu nedenle<br />
herhangi bir işlem yapılmasının söz konusu olamayacağını; 4 arkadaş<br />
ise (Selahattin Özel, Tekin Özdil, Hüseyin Yıldırım, Turan Eser) <strong>Sayı</strong>n<br />
Kenanoğlu’nun istifa etmesini istemişlerdir. ABF’de ayrışma ve saflaşma<br />
işte 26 Mart 2006 akşamı başlamıştır. Yani Federasyonun bağımsız olup<br />
olmayacağı ilk ayrışma nedeni olmuştur.<br />
Bu tarihten sonra <strong>Sayı</strong>n Özel ABF GYK’nın almış olduğu kararları<br />
veya herhangi bir konu hakkında oluşturmuş olduğu görüşleri yok sayarak,<br />
yani bir anlamda, ABF GYK’yı yok sayarak, <strong>Sayı</strong>n Öker’in istemi<br />
doğrultusunda hareket etmiştir.<br />
Danışma Kurulundan sonraki ilk GYK toplantısı 13 Mayıs 2006 tarihinde<br />
yapıldı. <strong>Sayı</strong>n Özel bu iki tarih arasında ABF Genel Merkezine<br />
ve Ankara’ya hiç gelmedi. ABF GYK’nun 13 Mayıs 2006 tarihli toplantısında,<br />
Hubyar sorunu ile ilgili olarak, “Tarafl ar ABF’nin hakemliğini<br />
kabul etmediği sürece, ABF bu konuya müdahil olmayacak ve tarafsız<br />
kalacaktır” yönünde bir karar almıştır.<br />
Burada şunu hatırlatmak isterim: Hubyar sorunu ile ilgili olarak taraflar<br />
2005 Temmuzunda ABF’ye başvurmuş ve randevulaşılarak ABF’<br />
de buluşulmuştur.<br />
Bu toplantıda, <strong>Sayı</strong>n Temel, <strong>Sayı</strong>n Coşkun ve <strong>Sayı</strong>n Kenanoğlu ile ilgili<br />
ağır sözler söyleyerek toplantı salonuna gelmemelerini istemiş, sonra<br />
ilk cümlesini: “Babam Mustafa Temel Dede’nin hepinize selamı var.<br />
Bana, evladım git, ABF ye konuyu anlat, ama hakemliklerini de kabul<br />
etmediğimi söyle!” şeklinde kurmuştur.<br />
Bu nedenle 13 Mayıs 2006 tarihinde, tarafların ABF’nin hakemliğini<br />
kabul etmeleri şartı ile karar alınmıştır. Bu karara rağmen, <strong>Sayı</strong>n Özel,<br />
<strong>Sayı</strong>n Temel’in Hubyar sorunu ile ilgili olarak düzenlemiş olduğu bir<br />
toplantıya katılmış, katılmakla kalmamış bu toplantıyı da divana geçerek<br />
yönetmiştir. 30 Temmuzda da Hubyar etkinliklerine Turan Eser ile<br />
katılmışlardır.<br />
13 Mayıs’tan sonra <strong>Sayı</strong>n Özel’in örgüt kararlarını yok sayması vb<br />
birçok nedenle Genel Sekreter Fevzi Gümüş ile aralarında sorunlar yaşanmıştır.<br />
Genel Sekreter, <strong>Sayı</strong>n Özel’in örgüt yönetmede yarattığı bu<br />
sorunlar nedeni ile istifa etmiştir.<br />
13 Haziran 2006 tarihinde yapılan GYK toplantısında, Genel Sekreter<br />
Gümüş’ün istifası kabul edilmemiş, önümüzdeki süreçte, Alevi<br />
toplumunun önemli etkinlikleri olduğu, konunun Eylül ayında yapılacak<br />
olan GYK’da konuşulmak üzere, askıya alınmasına ve Genel Başkan ile<br />
Genel Sekreter’in görevlerine devam etmeleri yönünde görüş oluşmuştur.<br />
ABF’de görüş ayrılıkları ve yönetme tarzındaki farklılık, 2 Temmuz<br />
Anmaları, Hacı Bektaş Etkinlikleri süresince de derinleşerek sürmüştür.<br />
Çünkü Genel Başkan ABF GYK’nın karar ve görüşlerini değil, <strong>Sayı</strong>n<br />
Öker’in karar ve görüşlerin uygulamayı sürdürmüştür. ABF, Bağımsız<br />
bir örgüt ve Türkiye’deki Alevi örgütlerinin üst örgütü olmaktan çıkmış,<br />
<strong>Sayı</strong>n Öker’in, Avrupa’da aldığı kararları veya kişisel kararlarını tartışmadan,<br />
konuşmadan yerine getiren, Türkiye’deki şubesi olmuştur.<br />
Eylül 2006’ya bu şartlarda gelindi.<br />
16 Eylül 2006 GYK toplantı günü olarak belirlendi. Toplantı gününden<br />
birkaç gün önce, Hüseyin Yıldırım, “Biz karar aldık. 16 Eylülde<br />
Olağanüstü kongre kararı alacağız. Kongrede de blok liste ile seçimlere<br />
gideceğiz ve Atilla Erden, Kazım Genç, Fevzi Gümüş, Ali Kenanoğlu ve<br />
Kamil Ateşoğlu’nun olmadığı bir liste yapacağız” demiştir.<br />
28 Ağustos’ta İzmir Hamzababa etkinliklerinde, İzmir Şube yöneticilerimiz<br />
ile yapmış olduğumuz sohbet toplantısında, benzer söylemin<br />
Narlıdere Alevi Bektaşi Derneği Başkanı tarafından söylediği tarafımıza<br />
söylenmişti. (<strong>Sayı</strong>n Özel, Narlıdere Alevi Bektaşi Derneğinin üyesi ve<br />
ABF delegesidir.)<br />
Bu söylem çok açık bir tasfi ye hazırlığı idi. Bizim örgütümüzün yara<br />
almasına engel olacak bir strateji geliştirmemiz gerekiyordu. Arkadaşlarımızla<br />
toplandık. 15 Ekim’de yapılmış olan genel kurulda bizlere iki<br />
yıllık bir süre için görev verildiğini, tüm çözüm yolları denenmeden olağanüstü<br />
genel kurul kararının doğru olmadığını, ABF de birçok sorunun<br />
<strong>Sayı</strong>n Özel’in yönetme tarzından ve GYK karar ve görüşlerine uymamasından<br />
kaynaklandığını, bu nedenle görev değişikliği ile sorunun aşılabileceği<br />
düşüncesi oluştu.<br />
16 Eylül’de GYK toplantısında söz alan, <strong>Sayı</strong>n Özel, Özdil, Yıldırım<br />
ve Eser olağanüstü kongre istemlerini dile getirmişlerdir. Bizler de, olağanüstü<br />
kongrenin sorunu çözmeyeceğini, ABF’de ayrışmalara ve kırgınlıklara<br />
yol açacağını, <strong>Sayı</strong>n Özel’in yönetme tarzındaki, GYK karar<br />
ve görüşlerine uymamasının sorun yarattığını, MYK da görev değişikliği<br />
ile bunun aşılabileceğini, dile getirdik. <strong>Sayı</strong>n Özel, restini çekerek,<br />
olağanüstü kongre talebi kabul edilmez ise, delegelerden imza toplayarak,<br />
olağanüstü kongre isteyeceklerini söyledi. Yapılan oylamada, olağanüstü<br />
kongre talebinin reddi ile MYK da görev değişikliği 6 oya karşılık<br />
7 oyla kabul edildi. Sonrasında da görev dağılımı yapıldı.<br />
Şimdi, her yerde, öğretimize de yakışmayacak bir şekilde dile getirilen<br />
“darbe yaptılar” diye söylenen görev değişikliği işte bu şekilde<br />
olmuştur. Darbe yaptılar söylemini kullananlar, Genel Kurulun GYK’nu<br />
seçtiğini, GYK’nun kendi içinden Genel Başkan ve MYK üyelerini seçtiklerini,<br />
GYK’nun, her zaman alacağı kararlarla MYK de değişiklik yapma<br />
hakkı olduğunu, en az herkes kadar bilmektedirler. Ancak, hırs duygusu<br />
bazı insanlarda öyle bir noktaya çıkmıştır ki, bu insanlarda ne verilen<br />
demokrasi mücadelesinde yan yana durmuş olmanın önemi kalmıştır, ne<br />
de Alevi Hareketine verilen emeklerin bir kıymeti vardır. Ne yol arkadaşı<br />
olmak önemlidir. Varsa yoksa, bu insanların hırsı ve diğer arkadaşları<br />
tasfiye etme iradesi oluşmuştur. İşte darbe yaptılar söylemini her yer ve<br />
zeminde dile getirerek, yapacakları tasfiyeye kılıf bulmaya çalışmışlardır.<br />
Ayrıca “darbe yaptılar” söylemi ile, yapmak istedikleri tasfiyenin<br />
kamuoyuna yansımasının önüne de geçmek istemişlerdir.<br />
Ali Doğan Abi Hakka yürüdükten sonra, Hacı Bektaş Veli Anadolu<br />
Vakfında, Yönetim Kurulu toplanarak, N.Kemal Kaya’yı Genel Sekreterlikten,<br />
Müjgan Gürbüz’ü de Genel Başkan Yardımcılığı görevinden<br />
alarak, Genel Sekreterliğe Tekin Özdil, Genel Başkan Yardımcılığına<br />
da Ali Kenanoğlu’nu seçtiler. Kimse Darbe yaptılar demedi. Keza ABF’<br />
deki görev değişikliğinden sonra, Hacı Bektaş Veli Kültür ve tanıtma<br />
Dernekleri de olağanüstü ve Genel Başkanın çağrısı olmamasına rağmen<br />
GYK toplantısı yaptılar ve on yıldır Derneğin Genel Başkanlığını<br />
yapan Atilla Erden’i, “ABF’den son dönemde olan gelişmeler” gerekçesi<br />
ile görevden alarak, Tekin Özdil’i Genel Başkanlığa seçtiler. Bu görev<br />
26 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />
değişikliklerine kimse darbe yaptılar demedi. ABF’deki, tasfiyeyi önlemeye<br />
yönelik görev değişikliğini de darbe olarak değerlendirip, bizlere<br />
hakaret ettiler.<br />
Bir süre sonra olağanüstü kongre için yeterli olan, ancak usule uygun<br />
olmayan bir şekilde olağanüstü kongre talebinde bulunulmuştur. Başvuru<br />
usule uygun değildi, çünkü; imzalar noterden alınmamıştı ve her<br />
hangi bir gündem sunmamışlardır. Ancak eksikliklere takılmadık, takılmayı<br />
da ilkelerimize uygun görmedik. Yasal süre içinde de, olağanüstü<br />
kongre kararı aldık.<br />
Daha olağanüstü kongre kararı almadan, olağanüstü kongre talep<br />
edip ve bir kısım arkadaşları ve kurumları tasfiyeyi düşünenler, yollara<br />
düştüler. Gittikleri her yerde, tasfiyeye karşı çıkarak, sorunun çözümü<br />
için görev değişikliği talep edenleri, tasfiyecilikle, Demokratik Alevi<br />
Hareketine ihanetle, darbecilikle suçlamakla yetinmeyip, ömrünü Alevi<br />
toplumuna emek vermekte geçirmiş olan Atilla Erden’i “Derin Devletin<br />
ve Genel Kurmayın adamı” olmakla suçladılar. Bununla da yetinmediler,<br />
Demokratik Alevi Hareketine on yıldan fazla zamandır sahip çıkan,<br />
emek veren Fevzi Gümüş ile Kelime Ata’ya da derin devletin adamları<br />
iftirasını attılar.<br />
Fevzi ve Kelime arkadaşlarla, Pir Sultan örgütlülüğünde dönem dönem<br />
çok farklı noktalara düştük ve birbirimizi eleştirdik. Ama Federasyonun<br />
bağımsızlığının ortadan kaldırıldığını gördüğümüz 26 Mart 2006<br />
tarihinde de, aklın yolu bir olduğundan, tek ses olduk. Bu tek sesliliğimizi<br />
biz sürdürdükçe, bu sefer de “bunlar nasıl bir araya geldiler.” demeye<br />
başladır.<br />
Org. Tuncer Kılıç ile, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri olduğu<br />
dönemde, kendi anlatımına göre, iki defa, hem de yalnız görüşmüş olan<br />
<strong>Sayı</strong>n Öker, bu suçlamalarda başrolde görev aldı, hem de bulunduğu<br />
AABK Genel Başkanlığına yakışmayacak bir şekilde. Diline de sahip<br />
olamadan.<br />
ABF’nin kuruluş evraklarını 2 Ekim 2002 tarihinde Ankara Valiliğine<br />
vererek, Federasyonumuzu kurmuştuk. 5 Ekim 2002 tarihinde de, her<br />
yerde övgü ile söz ettiğimiz, İstanbul Abdi İpekçi Kapalı Spor Salonunda<br />
yapılan “Bin Yılın Türküsü” (ki en büyük emek, örgüt olarak Almanya<br />
Alevi Bektaşi Federasyonuna, kişi olarak Necati Şahin’e aittir.) etkinliğine<br />
ekonomik destek bulmak için hakka yürümüş olan Ali Doğan ağabeyinin<br />
arabası ile İstanbul’a, Ali Doğan Abi, Ben ve <strong>Sayı</strong>n Öker gidiyoruz.<br />
Daha etkinliğin yapılmasına ve Federasyonumuzun kurulmasına 10-15<br />
gün var. Kurulacak olan Federasyonda Ali Doğan Abi Genel Başkan<br />
olmayacağını beyan ettiği için, <strong>Sayı</strong>n Öker benden “Federasyon Genel<br />
Başkanı” olmamı istedi. Ben ise, “Alevi örgütlerinde yeteri kadar tanınmadığımı,<br />
bazı eksikliklerimin olduğunu, Ali Doğan Abi olmayacaksa<br />
Atilla Erden’in olmasının doğru olacağını.” söyledim. Bunu üzerine<br />
<strong>Sayı</strong>n Öker, “Atilla Erden’in Genel Kurmay ile -kendisinin- çözemediği<br />
bazı ilişkileri olduğunu” söyledi.<br />
Bu Genel Kurul öncesi de, gidilen birçok yerde, yukarıda anlattığım<br />
yaşanmışlığa rağmen, “Kazım Genç, Atilla Erden’in, Genel Kurmayın/<br />
derin devletin adamı olduğunu söylüyor” yalanı ile hem bana ve hem de<br />
Atilla Erden’e iftiralar attılar.<br />
Buradan şu çıkıyor: At birisine iftirayı, ulu orta her yerde her kese<br />
söyle. Bir şüphe yarat. Attığın iftiranın sürmesi için dönem dönem gündeme<br />
taşı. Sonra da, çık ortaya “Senin hakkında bu konu her yerde konuşuluyor.”<br />
diyerek dolaş. Yakışır mı böyle bir davranış, üzerinde genel<br />
başkanlık sıfatı olan birisine ve öğretimize.<br />
Federasyon GYK’ da ayrışmanın en önemli nedenlerinden birisi de,<br />
“Siyasete müdahale etmek” söylemi ve bu konuda yapılanlardır.<br />
Siyasi partiler Alevileri sadece oy olarak görmektedirler. Hatta bazı<br />
partiler ise Alevileri kendilerinin oy deposu sanmaktadırlar. Bu yanlışın<br />
da, Alevileri işlevsiz kılan durumun da değiştirilmesi gerekmektedir.<br />
O halde yapılacak olan nedir? Şüphe yoktur, soruna doğru teşhisin<br />
konulması, çözümün de doğru olacağını göstermez. Doğru çözüm için,<br />
takip edilecek yolun, araçların ve diğer unsurların da, doğru olması gerekmektedir.<br />
Avrupa’da bulunan Federasyonlarımız, Konfederasyon çatısı<br />
altında toplantı düzenlemişler ve siyasete müdahale ve birçok konuyu<br />
tartışıp değerlendirmişlerdir. Toplantının yapıldığı tarih 7 Ekim 2006<br />
tarihidir.<br />
Türkiye’de ABF, benzer bir toplantı düzenlemediği gibi, siyasete<br />
müdahale söylemi, ne GYK’da, ne de Danışma Kurulunda, konuşulmamıştır,<br />
tartışılmamıştır. Siyasete müdahale ile ilgili olarak, Türkiye’de<br />
çeşitli etkinlikler/mitingler düzenleneceği ve ilk mitingin de Adana’da<br />
yapılacağını bizler, Hacı Bektaş Etkinlikleri sırasında <strong>Sayı</strong>n Öker’in<br />
yaptığı konuşmadan duyduk. Şaşırdık kaldık. Kim karar aldı? Ne zaman<br />
karar aldı? Ne zaman konuşuldu? Adana Şube Başkanımız ile Adana’dan<br />
GYK’da olan arkadaşımız da Hacıbektaş’ta idiler. Konuyu sorduğumuzda,<br />
böyle bir kararlarının olmadığını, arkadaşlar da söylediler.<br />
Şimdi, ben PSAKD Genel Başkanı ve ABF’nin GYK üyesiyim.<br />
AABK Genel Başkanı, Alevilerin siyasete müdahale ile ilgili olarak Adana’da<br />
bir miting yapılacağını söylüyor, benim haberim yok. Adana Şube<br />
Başkanımızın haberi yok. Atilla Erden, Hacı Bektaş Dernekleri Genel<br />
Başkanı ve ABF’nin Genel Başkan Yardımcısı, Fevzi Gümüş ABF’nin<br />
Genel Sekreteri. Hepsine soruyorum, hiç birisinin de haberi yok.<br />
Anlıyoruz ki, <strong>Sayı</strong>n Öker kişisel ilişkiler geliştirdiği, ekonomik durumu<br />
da iyi olan, 2002 genel seçimlerinde Adana’dan CHP listesinden 11.<br />
mi, 12. mi sıradan milletvekili adayı olmuş, Zülfikar Deniz ile bu işleri<br />
planlıyor. AABK’nu 17 Haziran 2006 tarihinde Sivas/Madımak şehitlerini<br />
anmak için Köln’de “Ağıttan Umuda” etkinliği yaptı. Bu etkinliğe,<br />
Türkiye’den Alevi örgütü yöneticileri arasından davet edilen kimse olduğunu<br />
duymadım. Ama Zülfikar Deniz davetli idi ve gitti. Görüldüğü<br />
üzere, geliştirilen örgütsel ilişki değil, kişisel ilişkidir.<br />
Böyle mi olması gerekir? Görüldüğü üzere teşhis doğru ama takip<br />
edilen yol ve usul hiç de doğru değil. Doğru teşhis yaptıktan sonra, çözümün<br />
nasıl olması gerektiği örgütlerde konuşulmaz mı, bir ortak düşünce<br />
irade yaratılmaya çalışılmaz mı? Bir ortak yol haritası ile yola çıkmak<br />
gerekmez mi?<br />
Bunların hiç birisi olmamıştır. Türkiye’de Alevi örgütleri yöneticileri<br />
bir araya toplanıp konuşup tartışarak veya başka bir usul ile görüşleri<br />
alınmamıştır. Şimdi bu tarz ve düşüncenin, Alevileri kendi oy depoları<br />
olarak gören siyasi partilerin düşüncelerinden ne farkı vardır? Her iki<br />
düşünce de Alevi oylarını ceplerinde gören yanlışlığı taşımamak mıdır?<br />
Aradaki fark, bu düşünceye sahip siyasi parti, örgütsel yapımızı dışında,<br />
Bu arkadaşlar ise, örgütsel yapımızın içindedirler.<br />
Örgütsel yapımızın içinde olmaları yanlışlığı ortadan kaldırmaz ki.<br />
Daha birçok sorun ve görüş ayrılığı sıralanabilir. Ama yazının boyutu<br />
bu hali ile dahi biraz fazla oldu. Bir başka yazıda da başka detaylar<br />
dillendirilir.<br />
Geldik Genel Kuruldan bir gün öncesine: Kongreye müdahale için,<br />
tüm olanakları ile çıkıp geldiler. Daha kuruluş aşamasında olan YOL<br />
–TV’leri ile, Genel Yayın Yönetmenleri, Genel Sanat Yönetmenleri ile,<br />
yeni yeni yanlarında görmeye başladığımız İsveç’te ticaretle uğraşan iş<br />
adamları ile… Kongre, olağanüstü olması nedeni ile kimse davet edilmemiş,<br />
ama öğretimiz gereği gelene de kapımız açık…<br />
Genel kurul başladı. 16 Eylül’de, GYK’ da, yapılmış olan görev değişikliği<br />
nedeni ile adımızı darbeci yaptılar. 26 Mart 2006 tarihinden beri<br />
bağımsızlığını kaybetmiş olan federasyonun bağımsızlığını tekrar sağlamak<br />
için genel kurula farklı bir liste sunma çalışması yapan arkadaşlar<br />
olarak, <strong>Sayı</strong>n Öker tarafından “şer cephesi” ilan edildik. Yetmedi,<br />
yıllardır Alevi örgütlerinde hizmet vermiş olan ve öğretimizin tanınıp<br />
korunması için emek veren Atilla Erden’e “Alevi misin, değil misin ?”<br />
diye, savcı edaları ile soruldu. Hem de, konfederasyon Genel Başkanı<br />
olan <strong>Sayı</strong>n Öker tarafından.<br />
Şimdi durup düşünüyorum. Yaşamları boyunca darbecilere karşı her<br />
alan ve zeminde mücadele etmiş olanlara, “darbeciler” diyenlerin, bir<br />
seçim sürecinde farklı listelerin olması demokrasinin gereği olduğunun<br />
bilincinden yoksun olmalarının göstergesi olarak bize “şer cephesi”<br />
diyenlerin, Temel haklar ve özgürlüklere saygıdan yoksun olduklarını<br />
gösterircesine sıkıyönetim savcısı edası ile “Alevi misin, Sunni mi?” diye<br />
soranların, kendi ürettikleri iftiraları yayarak diline sahip olma olgusundan<br />
da yoksun olduklarını göstererek arkadaşlarımız hakkında “Genel<br />
Kurmayın/derin devletin adamları” diyenlerin, sadece bize değil, bu seviyesizlikleri<br />
yarattıkları için, tüm topluma özür borçları vardır.<br />
Siyasete müdahale edeceğiz diyerek yola çıkan, ama bunu konuşmayan,<br />
tartışmayan, tartışmaya açmayan, ama emrivakilerle miting diye<br />
yola çıkarak, siyasi parti genel başkanlarını mitingimizde buluşturacağız<br />
diyenlerin geldiği son nokta, Açık havada sanatçılardan oluşan bir<br />
konser ve siyasi olarak da AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı ile (Aytaç<br />
Durak) çekilen bir fotoğraftır.”<br />
ABF’nin çalışmalarına, örgütsel işleyişine müdahale edenler, Alevilerin<br />
birlikteliğini korumak ve geliştirmekle görevli olanlar, tartışılmadan<br />
yapılmak istenenlere ilişkin olarak, bu tarzın örgütsel olmadığını<br />
söylediğimizde de, hemen ya hain ilan ediliyoruz ya da Alevi hareketine<br />
ihanet ile suçlanıyoruz. Peki, şimdi ABF de yarattığınız bu dışlamanın<br />
adı nedir diye sormazlar mı sanıyorsunuz?<br />
Siyasete müdahalenin başarılı olabilmesinin, olmazsa olmazlarından<br />
olan, birlikte hareket etmek olduğu gerçeği ortada dururken, yıllardır<br />
çalışmaları ile Demokratik Alevi Hareketine katkı sunanların ve emek<br />
verenlerin, tam da bu aşamada tasfiyesine gidilmesinin anlamı nedir?<br />
Ama bizler, Demokratik Alevi Hareketinde, birliğin ve beraberliğin<br />
sağlanması için, arkadaş biatlığına karşı duruştan asla vazgeçmeyerek, kuruluşundan<br />
bu güne kadar, birçok kademesinde emek verdiğimiz federasyonumuzun<br />
bağımsızlığına sahip çıkmaya devam edeceğiz. •<br />
Aralık 2006 27
SERÇEÞME<br />
Okmeydanı Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı<br />
İstanbul Merkez Şubesi Yöneticileriyle Söyleştik<br />
Ahmet Koçak<br />
Başkan önce sizi tanıyalım.<br />
• Ben Kamil Aykanat. 1961 Sivas doğumlu, evli, üç kız çocuğu babasıyım.<br />
Kamu sektöründe çalışmaktayım. Denizcilik İşletmelerinin, Denizcilik<br />
Bankasının özel okulundan mezun oldum. Sosyal faaliyetlere,<br />
orayı bitirdikten sonra, 1981’den itibaren başladım. 1980’de öğrenci derneğimizin<br />
içindeydim. 12 Eylül’den sonra köy dernek başkanlığı, sendika<br />
ve siyasi parti yöneticiliği yaptım. Vakfımızın bir dönem disiplin<br />
kurulu başkanlığını, iki dönem de yönetim kurulu ikinci başkanlığını<br />
yaptım. 8 Ocak’tan beri yeni yönetim kurulunu oluşturduk. Vakfın yönetim<br />
kurulu başkanlığını yürütüyorum.<br />
Vakıf kaç yıllık?<br />
• Vakfımız 1994 yılında kuruldu. Vakfımızı, bölge dernekleri, iş adamları,<br />
esnafımızın, mahalle sakinleri ile birlikte, imece usulüyle, omuz<br />
omuza vererek bu duruma getirdiler.<br />
Merkez olarak Ankara’ya bağlandınız…<br />
• Vakfımız şubedir. Türkiye’de, aktif yirmi sekiz şube var. İstanbul’daki<br />
tek şube burası.<br />
Öncelikle binanın kullanılır duruma getirilmesi için büyük çaba sarf<br />
ettik. Binamız dışarıdan büyük görünse de kullanım alanı atıl durumdaydı,<br />
bakım istiyordu.<br />
Yoğun bir çalışmayla ve Şişli Belediyemizin, Belediye Başkanımız<br />
<strong>Sayı</strong>n Sarıgül’ün, vermiş olduğu desteklerle, vakfımızın kullanılmayan<br />
bölümü hemen hemen kalmadı.<br />
Her bölüm ayrı bir çalışmaya tahsis edildi. Gençlik kollarımıza, kadın<br />
kollarımıza tahsis edilen bölümler var. Oturulacak, dergilere, kitaplara<br />
bakılabilecek, çay, kahve içip sorunların anlatabileceği sekreterlik<br />
bölümünü hizmete soktuk. Telefon santralı ve iletişim bölümümüzü hizmete<br />
sunduk. Bunun dışında konferans salonumuzu açtık.<br />
Ne gibi hizmetleriniz var?<br />
• Cemevimizin olmazsa olmazı her Perşembe gecesi, özellikle kış aylarında<br />
cemler büyük bir katılımla gerçekleşmekte. Araştırmacı-yazarlarımızı<br />
getirerek, cemden önce o günkü takvime göre konuşturarak<br />
toplumumuzu bilgilendirme çalışmalarımız var.<br />
Ayrıcı paneller yapıyoruz. Tiyatro çalışmaları ve sinevizyon gösterimlerimiz<br />
var. Takvime göre anma toplantılarımız var. Mesela ozanlarımız<br />
Aşık Veysel, Aşık Mahsuni Şerif için anma toplantıları yapıldı.<br />
Bunun haricinde kurslarımız var. Kurslarımız da çok yoğun ilgi<br />
görmekte. Başta sevgili üstadımız Selahattin Akarsu Bey’in yakından<br />
takip ettiği bir Bağlama Kursu’muz var. Gerçekten bu işin akademik<br />
olarak eğitimini almış iki hocamız var: Erdoğan ve Ali. Kursa katılımı<br />
Okmeydanı ile sınırlamıyoruz. Sarıyer’den, Bahçelievler’den gelen öğrencilerimiz<br />
var.<br />
Bunun yanında gençlerimizi birbirleriyle kaynaşmaları, sokaktan,<br />
özellikle internet kafelerden, parklardan çekebilmek için bir tiyatro<br />
topluluğu oluşturduk. Bu alanda da iki hocamız var. Gençler, çocuklar,<br />
tiyatro eğitimi alıyorlar, yıl sonunda ailelerine sergiliyorlar. Diğer olanaklarda,<br />
örneğin Belediye salonunda sergiliyorlar.<br />
Semah kursu da yoğun bir taleple devam etmekte. Semahların özellikle<br />
gençlerin ilgi alanına girdiğini görüyoruz. Bundan da mutluluk<br />
duyuyoruz. Gençlerin birbirleriyle kaynaşması,<br />
semahla ilgili çalışmalarını yapabilmeleri için,<br />
gençlik odasını yeniden düzenleyip hizmete sunduk.<br />
Gayet güzel çalışmalar yapıyor gençlerimiz.<br />
Örfümüze, âdetimize, geleneklerimize uygun,<br />
sevgi, saygı çerçevesinde birlikte çalışmaktayız.<br />
Bilgisayar kursu hedefimiz var. Masalarını,<br />
sıralarını tamamladık, bilgisayar eksiğimiz var.<br />
Bunları da en kısa zamanda tamamlayıp kursumuzu<br />
açacağız.<br />
Diğer çalışma ise toplumumuzun günlük ihtiyaçlarına<br />
hizmet verecek mekânları oluşturmak.<br />
Bunun başında yemekhane gelmekte. Özellikle,<br />
cumartesi-pazar günleri en az iki bin kişiye yemek<br />
veriliyor. Bunun yanında bölgede geçim sıkıntısı<br />
çeken, bir sıcak yemeğe muhtaç olan insanlarımız<br />
da kaplarıyla gelip yemeklerini almaktalar.<br />
Cem evimizde cenaze hizmetleri örfümüz, âdetimiz, geleneklerimize<br />
göre eksiksiz bir şekilde verilmekte. İki tane cenaze aracımız var.<br />
Hocamız, dedemiz mevcuttur. Bir aksaklık çıkmasın diye yönetim kurulu<br />
ve çalışan personel bu konuda gayet titiz davranmakta.<br />
Bölge halkı bir sorunu olduğu anda bize ulaşır, biz köprü vazifesi<br />
görürüz. Belediyede yapılacak işlerinde yardımcı olmaya çalışırız.<br />
Okullarda öğrenci kayıtlarında elimizden geldiği kadar yardımcı olduk<br />
oluruz. Burslarda yine aynı şekilde elimizden geldiği kadar yardımcı<br />
oluruz. Bu yıl da köprü vazifesi görüp burs verdirmeyi planlıyoruz.<br />
Yeni yönetime geldiniz. Dönem çalışmalarına başlarken<br />
önünüze çıkan en büyük sorunlar nelerdi? Bunları<br />
ortadan kaldırmak için projeleriniz, hedefl eriniz nelerdi?<br />
Yanılmıyorsam yönetim kurulu iki yıl da bir değişiyor.<br />
• Evet, yönetim kurulumuz iki yılda bir değişiyor. Daha önce çeşitli yönetim<br />
kademelerinde bulunmuştum. Diğer arkadaşlarım da deneyimli,<br />
görev almış arkadaşlardır. Bu nedenle arkadaşlarımızla birlikte, geçmiş<br />
eksiğimizi, toplumdan uzaklaşmış olmayı kolay aştık. Toplumun güvenini<br />
kazandık. Bunu toplumun içine girerek, çalışmalarımızı göstererek,<br />
anlatarak başardık. İletişim sistemimizi toplumu vakfa çekecek şekilde<br />
becerdiğimizi zannediyorum. Bir yıl önce vakfımıza duyulan ilgiyle,<br />
şimdi duyulan ilgi arasında çok büyük fark olduğunu bütün toplumuz<br />
söylüyor.<br />
Yönetime geldiğimizde ilk yaptığımız iş; teknolojiyle barışmaktı.<br />
SMS (cep telefonu ile kısa mesajlaşma sistemi-AK) sistemi kurduk.<br />
Bütün üyelerimize, dostlarımıza, vakfa gönül vermiş insanlarımıza,<br />
vâkıfta yapılan sosyal çalışmalar, iyi günlerimiz, acılı günlerimiz, hepsini<br />
anında, günü gününe haber verebiliyoruz. Duyurularımızı anında<br />
yapabiliyoruz.<br />
Bunun yanında kullanıma açık olmayan bir internet sayfamız vardı.<br />
Kontrolü bizden tamamen çıkmıştı. Bu sayfamızın kontrolünü özellikle<br />
Genel Sekreter Kazım arkadaşımızın ve Zeynel Şahin’in özverili<br />
çalışmasıyla elimize aldık. Şimdi ilgili tüm konularda her şey anında<br />
güncelleşen internet sayfamızda yer alıyor, ayrım yapmaksızın tüm insanlarımıza<br />
ulaştırılmakta. Bu da yapılması çok gecikmiş bir görevdi<br />
diye düşünüyorum. Bunu da becerdik.<br />
Biz yapılması gerekenleri yapıyoruz. Yapılması gerekeni yaptığımız<br />
zaman, zaten toplumuz bunları görüyor, yardımcı oluyorlar. Sosyal yardımlarımız,<br />
bağışlarımız arttı. Bağış konusunda çok şeffaf davranıyoruz.<br />
Kim ne bağış yaptıysa panomuza asıyoruz, kendilerine teşekkür<br />
mektubuyla cevap veriyoruz.<br />
Her yıl yapmayı deneyip çok başarılı olamadığımız bir sağlık taraması<br />
sorunu vardı. Bu yıl Özel Haliç Hastanesinin yetkilileri geldi.<br />
Sizinle böyle bir çalışma yapmak istiyoruz dediler. Programın afişlerini<br />
hazırladık, onun çalışmasını yapmaktayız. Şunu özellikle yazmanızı,<br />
özellikle belirtmenizi istiyorum: Buradaki hizmetlerimizi sadece Alevi<br />
toplumuna değil, bölgemizde yaşayan herkese, bize gönül vermiş, yüzünü<br />
dönmüş tüm insanlara bu hizmeti vermekteyiz.<br />
Tabanla barışık olmanın yöntemi, çalışmayı tabana<br />
ulaştırmaktan mı geçiyor?<br />
• Evet, bu her şeyden önce güven meselesi. İnsanlarımızın kurumlara<br />
bakışları, ilk kurulma aşamasında iyi niyetli, ama kurumlarımız yerleştikçe,<br />
yönetime talip olanların sayısı arttıkça,<br />
insanlarda farklı izlenimi uyandırıyor. Aslında<br />
hizmet için gelenlerle, gününü geçirmek için gelenleri<br />
ayırt ettirmek için tabanla barışık olmak,<br />
yapılan hizmetleri, çalışmaları o insanlara göstermekten<br />
geçiyor. Biz de bunu becerdiğimizi, zannediyoruz.<br />
Öyle de görünüyor. İstanbul’un her tarafındaki<br />
cemevlerimizin hepsi güzel, değerli, yerinde; ama<br />
Okmeydanı’nın yeri farklı. Hem merkez açısından<br />
farklı, hem bölge açısından farklı, hem de<br />
arkadaşlarımızın özverili çalışmaları neticesinde<br />
artan ilgi dolayısıyla farklı. Burada kurumumuzun,<br />
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın<br />
senedinde, programında ne yazıldıysa, harfiyen o<br />
uygulanıyor. Hiyerarşik yapıya tamamen bağlıyız.<br />
Federasyonumuzu, Konfederasyonumuzu yakın-<br />
28 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇEÞME<br />
dan takip ediyoruz. Bize ihtiyacı olan bütün Alevi kurumlarına, elimizden geldiği kadar maddi,<br />
manevi katkı sunmaya çalışıyoruz. Bundan sonra da imkânlarımız ölçüsünde yine sunacağız. Bu<br />
kültürü hep birlikte, ortaklaşa yürütüyoruz. Herbirimizin diğerinden çok farkı. Tabii ki düşünce<br />
farklılıklarımız olacaktır. Bunlar bizim zengin mozaiğimizdir. Tek tip düşünme olanağı yok, ama<br />
asgari müşterekte birlikteyiz, birlikte çalışacağız.<br />
İsterseniz şimdi Selahattin beye dönelim. Yönetim kurulu üyesi<br />
Selahattin Akarsu gençlik komisyonu başkanlığını yürütüyor. Bize<br />
kendinizi tanıtır mısınız?<br />
• 1958 Sivas, Kangal, Minarekaya doğumluyum. Ben de üç kız babasıyım.<br />
İşim türkü söylemek, biraz ozan yanım da var derler. Okmeydanı<br />
Cemevinin, kuruluşunda on sekizinci üyeyim. Cemevi yapılmadan önce<br />
kiralık binada hizmet verirken üye olarak görev aldım. Kurucu üyelerle<br />
birlikte kültürel çalışmalar yürüttüm. Üst kurul delegeliği yaptım. İlk<br />
kez bu yıl yönetim kurulunda görev aldım. Kültür, sanat ve gençlik sorumlusuyum.<br />
Kültür sanat gençlik komisyonu olarak neler yaptınız? Bundan<br />
sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?<br />
• Çalışmalara katılan altmış civarında genç var. Onların katılımı ve çalışmalarıyla konser, panel,<br />
konferans, anma günleri yapıyoruz. Önümüzde hazırlığını yaptığımız geniş bir program var.<br />
Halkımızın isteklerine cevap verecek konumdayız. Göreve geldik ve yalnız kalmadık; halk bizi<br />
seviyor, destekliyor. Yönetimimizle uyum içinde doğruyu yapmaya çalışıyoruz.<br />
Bu cemevi kültürel etkinliklerin yoğun olduğu bir yerdir. Bu yıl önümüze birçok hedef koyacağız.<br />
Ne gibi çalışmalar yapabiliriz? Konser, panel, konferansların dışında başka neler yapabiliriz?<br />
Gençliğe semah dönme, saz çalma dışında neler vermeliyiz? Gençlik kitleye ne vermeli? Bunları<br />
tartışmaya başladık bile.<br />
Bölgede halkının sizden ne gibi beklentileri var?<br />
• Aslında öyle taleplerini belli eden insanlar istiyoruz, ama ne yazık ki yok. Keşke öyle talepler<br />
gelse, bizim ufkumuz daha da açılır. İnsanların çoğu buraya zorunlu olarak, örneğin cenaze hizmetleri<br />
için geliyor, kırk yemeklerine geliyor. Bunların dışında bir öneriyle gelseler, biz daha çok<br />
arayış içinde olacağız. Ancak onlardan böyle talepler, öneriler gelmiyor diye biz arayışı bırakmış<br />
değiliz.<br />
Yanımızda Genel Sekreter Kazım Sizer var. Siz de kısaca<br />
kendinizden bahseder misiniz?<br />
• 1966 Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Hubyar Köyü doğumluyum. Bir<br />
çocuk babasıyım. 1993 yılından beri ticaretle uğraşmaktayım. Bir dönem<br />
(2001–2003) Hubyar Köyü Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Derneğinin<br />
başkanlığını yaptım. HBVAK Vakfımızın kurulma aşamasından<br />
itibaren, çeşitli yerlerinde görev aldım. Daha önceleri iki dönem denetleme<br />
kurulu başkanlığı yaptım.<br />
Vakıf çalışmalarını bir de sizden dinleyelim.<br />
• Yönetim olarak vakfımızı tanıdığımız için eksikliklerini de iyi biliyorduk.<br />
Vakfımızı kurumlaştırmak için ne yapmamız gerektiğini biliyorduk.<br />
Onun için hedefli çalışmalara başladık. Atıl mekânlarımızın çoğunu kullanılır hale getirdik.<br />
Bu konuda mimar Cemalettin arkadaşımız ve Şişli Belediyesinin çok katkıları oldu.<br />
Binanın çatısından başlayıp, izolasyon sistemiyle cemevimizin içini modernize ediyoruz. Ve<br />
olması gerektiği gibi örnek bir cemevi yapacağız.<br />
Neler olacak içerisinde?<br />
• İçerisinde örneğin, cemevinde olması gereken şöminesi, ocağı olacak. Süsleme sanatında Oniki<br />
imamlarımızın resmi olacak. İç tavana alçıpen kaplama süsleme sanatı uygulanacak. Bize uygun<br />
süsleme şekilleri bulundu, mimar arkadaşlarımız onların çalışmalarını yaptılar.<br />
Çalışmalara bölge halkını katabiliyor musunuz? Halkla ilişkileriniz nasıl?<br />
• Başkanımızın dediği gibi kitleyle ilişki çok zayıftı. Kurumda yöneticilik çok önemli; yöneticinin<br />
sempatisi, hoşgörüsü, saygısı, sevgisi kitleyle bağı artırmaya yardımcı olur.<br />
Bu sene içinde yapılması gereken şeylerin tümü yönetim kurulu tarafından yapıldı. Etkinlikler,<br />
hizmetler, internet sitesi yenilendi, SMS sistemi yapıldı. Konferans salonumuzda devamlı şekilde<br />
Etkinlikler, anma törenleri yapıldı. Aşure büyük bir katılımla gerçekleştirildi. Hacı Bektaş Veli<br />
Anma Töreni gibi etkinliklerimize katılım sağlandı. Yönetim kurulumuzun bu çalışması, yapılması<br />
gereken şeylerin çoğunu gerçekleştirdiği için, bize bir talep gelmiyor diye düşünüyorum.<br />
Teşekkür ediliyor, bunu gördük yaşadık. Bugüne kadar, bu kadar çok sayıda canın buraya gelip<br />
gittiği yoktu. Biz burada olduğumuz için bunu biliyorduk. Burada bu gelişmeyi gördüğümüz için<br />
yönetim olarak çok sevinçliyiz. İşin doğrusu, bu insana gurur veriyor.<br />
Diğer arkadaşlarımın dediği gibi, üç aylık programımızı önümüze koyacağız, ona göre yolumuza<br />
devam edeceğiz. Kurumuza bazı taleplerde geliyor. Okula giriş talebi. Aslında okula girişle<br />
bizim alakamız yok, ama bu sene internet sistemi geldi. Öğrencilerin çoğu liseye girişle ilgili<br />
problem yaşadılar. Çoğu istediği okula kayıt olamadı. Bu konuyla ilgili çalışmalarımız oldu ilçe<br />
bazında. Eşimiz, dostumuz sayesinde bazı öğrencilerimizi gerekli okullara yerleştirdik.<br />
Yine asli görevimiz olmamakla birlikte iş bulma konusunda da talepler oldu. Elden geldiğince<br />
yardımcı olduk. İş bulma açısından Şişli Belediyemizin katkıları inkâr edilemeyecek kadardır.<br />
Şunu üstüne basarak söylemek lazım: Yapmış olduğumuz çoğu işte Şişli Belediyemizin, özellikle<br />
Sarıgül Başkanımızın çok katkısı oldu, oluyor, olacak.<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
SERÇEŞME<br />
OKUYUCULARININ KATKISIYLA<br />
ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR<br />
Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den<br />
niyaz alan okuyucularıdır.<br />
Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt<br />
içinde ve dışında çalışan, emeğiyle<br />
geçinen insanlardır.<br />
Serçeşme canların özverisine,<br />
paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir<br />
ve zorlukları birlikte aşma gücüne<br />
dayanır.<br />
Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan<br />
yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş<br />
bekliyor.<br />
Serçeşme tüm canları temsilci olmaya,<br />
canları abone yapmaya, yörelerine<br />
derginin toplu getirtilmesine ve elden<br />
dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.<br />
TEMSİLCİ CANLAR<br />
YURTDIŞI<br />
Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29<br />
Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56<br />
Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35<br />
Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54<br />
Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62<br />
Hanau Kemal Nayman ...................+49.173.667 72 91<br />
Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20<br />
Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34<br />
Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95<br />
Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70<br />
Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99<br />
Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12<br />
Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16<br />
Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84<br />
Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19<br />
İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276<br />
İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07<br />
Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54<br />
YURTİÇİ<br />
Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14<br />
Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13<br />
Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ................0536.886 48 56<br />
Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25<br />
Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37<br />
Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78<br />
Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80<br />
Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17<br />
Denizli: Merkez Eyüp Ceylan ..................0536.739 28 42<br />
Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03<br />
Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90<br />
Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77<br />
Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50<br />
İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23<br />
4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79<br />
Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75<br />
Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14<br />
Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42<br />
İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12<br />
Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86<br />
Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09<br />
Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79<br />
Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98<br />
Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58<br />
Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09<br />
İzmir: Merkez Hüseyin İlbey ....................0536.203 64 82<br />
Bornova Hüsniye Çınar .......................0532.512 59 62<br />
Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06<br />
Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91<br />
Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52<br />
Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05<br />
Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99<br />
Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03<br />
Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79<br />
Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54<br />
Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99<br />
Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26<br />
Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07<br />
Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47<br />
Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75<br />
Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17<br />
Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50<br />
Aralık 2006 29
SERÇEÞME<br />
NAMUSLU BİR SOSYALİST DAHA FAŞİSTLERCE KATLEDİLDİ<br />
Bugün Hepimiz Hrant’ız<br />
Bugün Hepimiz Ermeniyiz<br />
Esen Uslu<br />
Âşık Mahrumi Hakk’a<br />
Yürüdü<br />
Hasan Çadır, Nurhak Temsilcisi<br />
ÂŞIK MAHRUMİ (Rahmi Kaya), 1932<br />
yı l ında o zamanlar Elbistan’a bağlı olan<br />
Afşin’in Berçenek köyünde doğmuştur. Annesinin<br />
adı Fadime, babasının adı ise İbrahim<br />
Halil’dir. İlkokulu köyde bitirir. O zaman zorun<br />
lu ilkokul 3. sınıfına kadarmış. 12 yaşında<br />
çobanlık yapmaya başlar. Bu yıllarda elinde<br />
âşık kitaplarını düşürmez imiş.<br />
Aynı yıllarda saz çalmasını en büyük abisi<br />
Halil öğretir. Dedesi Durmuş, Dalgalı Baba lakabı<br />
ile de tanınırmış. Güzel saz çalıp, çok güzel<br />
de söylermiş. Yani ozanlık geleneği aileden<br />
gelen bir hasletmiş.<br />
Çalıp söylediği türkülerden dolayı Mahrumi<br />
de dönemdaşı birçok ozan gibi kovuşturmalara<br />
uğradı. 20 Temmuz 1975’de tutuklanıp<br />
Urfa cezaevine kapatıldı, dört avukatın savunması<br />
sonucu 22 Ağustos’ta tahliye edilir.<br />
Cezaevinden çıkınca Urfa’nın Kısas köyüne<br />
giderek Büryani babanın evine konuk olur.<br />
Büryani Baba’dan esinlendiğini, ilham aldığını<br />
hep söylerdi. Mahrumi Baba’nın, Mahsuni<br />
Baba’ya ilk saz çalma ve şiir yazma döneminde<br />
çok destek olduğunu söylenir.<br />
1959 yılında evlenen Mahrumi dört erkek,<br />
iki kız çocuğu babasıydı.<br />
Âşık Mahrumi, 19 Kasım 2006 Pazar günü<br />
Hakk’a yürüdü. Cenazesi Elbistan Cemevinden<br />
kaldırılıp, Afşin’in Berçenek köyünde toprağa<br />
verildi. Cenaze töreninde kendi eseri olan<br />
şiirler okundu. Saz ve deyişler eşliğinde son<br />
yolculuğa uğurlandı.<br />
Zamanı Gelir<br />
Üzülmeyin sonu ne olur diye<br />
Hesap sorulmanın zamanı gelir<br />
Bilmem bu ayrılık gayrılık niye<br />
Sıkı sarılmanın zamanı gelir<br />
Hainlerin maksatları sezile<br />
Zayıf ezmek isteyenler ezile<br />
Dolambaçlı olsa bile menzile<br />
Dostlar varılmanın zamanı gelir<br />
Ezilmişin dostu ise Mahrumi<br />
Barıştırır küstü ise Mahrumi<br />
Ölü gibi sustu ise Mahrumi<br />
Tekrar dirilmenin zamanı gelir<br />
HRANT DİNK genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin kapısı önünde ensesine sıkılan<br />
kurşunlarla katledildi. Tetiği kime çektirmiş olurlarsa olsunlar Hrant Dink’in katilleri<br />
bellidir: Dün Sivas’ta Alevileri, aydınları yakarak katledenlerdir. Yakın geçmişimizde<br />
Maraş’ta, Çorum’da, Gazi’te Alevilere saldıranlardır; “faili meç hul” aydın cinayetlerini işleyenlerdir.<br />
Kendilerinden farklı düşünce taşıyanların linç edilmesine uygun bir siyasi ve toplumsal<br />
atmosfer yaratmaya çalışanlardır.<br />
Hiç şüphe yoktur ki Hrant Dink’in öldürülmesi, Türkiye’de özellikle son dönemde hızla yükselmekte<br />
olan milliyetçi-faşist dalganın yeni bir aşamasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili<br />
olarak kırmızı çizgiler çizenlerin ve Irak Kürdistanı’na karşı bir saldırı hazırlığı içinde olanların,<br />
ülkede demokrasiyi kısıtlama, insan hakları ve demokrasi savunucularını yıldırma, Avrupa<br />
Birliği’ne girme hevesleri ile verilmiş aşırı taviz olarak gördükleri demokrasi ve insan hakları<br />
yolunda atılmış yasal düzenleme adımlarını geri devşirmek isteyenlerin yarattığı milliyetçi-ırkçı-<br />
Kürt ve Ermeni düşmanı ortamın kurbanı olarak seçilmiştir Hrant Dink.<br />
Hrant Dink, onların gözünde “katli vacip” bir “vatan haini”dir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye’nin<br />
en önde gelen demokrasi ve insan hakları savunucularından biridir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye’nin<br />
Ermeni kırımı gerçeğiyle yüzleşmesini istemeye cüret edenlerden biridir. Çünkü Hrant Dink, bir<br />
Ermenidir. Çünkü Hrant Dink bir sosyalisttir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye halkının ve devletinin<br />
yüzüne aynayı tutarak, toplumda ve devlette süregiden Ermeni düşmanlığını sergilemeye cesaret<br />
eden bir serdengeçtidir. Çünkü Hrant Dink, “ama-fakat” diye savsaklamadan azınlık haklarını<br />
savunmanın, demokrat olmanın ana koşulu olduğunu gösteren bir emekçidir. Çünkü Hrant Dink,<br />
tüm “akıllı adamlar” onu yolundan çevirmek için çabalarken, doğru bildiğini söylemekten ve yapmaktan<br />
geri durmayan bir mücadelecidir. Çünkü Hrant Dink, insan gibi insandır.<br />
Kendiliğinden Yükselen Tepki ve Slogan<br />
Hrant Dink’in vurulduğu duyulur duyulmaz, İstanbul’daki ilericiler, demokratlar, devrimciler,<br />
sosyalistler, ilerici Aleviler, Kürtler ve nice namuslu emekçiler Agos gazetesinin önünde, Hrant’in<br />
vurulduğu yerde toplanmaya başladı. Duyulan öfke ve nefret o denli güçlüydü ki, birkaç saat<br />
içinde Taksim’den başlayan bir yürüyüş örgütlendi. Bu toplanma ve yürüyüş sırasında “Bugün<br />
Hepimiz Hrant Dink’iz; Bugün Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ortaya çıktı.<br />
Agos gazetesinin önünde toplanan ve yürüyüşe katılanların bağrından kopan bu slogan,<br />
Türkiye’de demokrasi kavgasında gelişen enternasyonalist bilincin bir göstergesidir. Henüz toplumun<br />
sadece en ileri, en demokrat kesimlerinde yankı bulan, ama geleceğimizin tomurcuklarını<br />
içinde taşıyan bu son derece veciz slogan, gerici-ırçkı-faşist-cuntacı milliyetçi söyleme karşı çok<br />
yerinde bir çıkıştır.<br />
Doğal olarak bugünkü acıdan kaynaklanan bu sloganın kapsamı, her baskıya ve zulme uğrayan<br />
azınlığı kapsayacak şekilde genişlemelidir. Kürtlere uygulanan baskılara karşı Türkiye’nin tüm<br />
ilerici insanları, “Bugün hepimiz Kürdüz” demelidir. Zulüm ve kırıma uğrayan Alevilerin karşısında<br />
tüm Türkiye’nin ilerici insanları, “Bugün hepimiz Aleviyiz” demelidir. Türkiye’nin ilerici<br />
insanları evleri yıkılan, mahalleleri boşaltılan Romanların safında durmalı, “Bugün hepimiz Romanız”<br />
demelidir. Türkiye’de Arap, Süryani, Yezidi, Rum hangi azınlık ayrımcılığa ve baskılara<br />
uğruyorsa, Türkiye’nin ilerici insanları kendini onlardan saymalıdır. Onların mücadelesini kendi<br />
mücadelesi bilmelidir, onlarla dayanışma göstermelidir.<br />
Dünya ve Türkiye’deki gericilik koşullarında unutulmaya yüz tutmuş, üzeri küllenmeye başlamış<br />
bu anlayış, Hrant’ın ölümüyle yeniden güçlenme yönünde bir yaylım kazanırsa, bu Hrant’ın<br />
boşuna ölmediğinin gerçek kanıtı olur. Hrant’ı katledenlere verilecek en güzel yanıt da bu anlayışın<br />
dalga dalga Türkiye toplumuna yayılması için mücadele etmektir.<br />
Farkı Farkediniz<br />
Türkiye’nin üzerine çökmüş milliyetçi-ırkçı-devletçi-baskıcı-boğucu atmosfere karşı nice aydın<br />
mahkemelerde bireysel olarak mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Bu aydınlara karşı uluyan<br />
bir faşist koro en ağır saldırıları yapmakta ve devlet güçlerinin desteğinde ya da en hafif deyimi<br />
ile göz yumması ile saldırgınlıklarını sürdürmektedir. Devletin en yetkili ağızları, her türlü nezaket<br />
gösterisini bile bir yana bırakıp, bu saldırıya uğrayanları aşağılamakta, hedef göstermektedir.<br />
Aynı zamanda hükümet sözcüsü olan Adalet Bakanı bile en ağır hakaretleri içeren sözleri basın<br />
karşısında fütursuzca söyleyebilmektedir.<br />
Hukuksuzluk, adalet sisteminin en yetkili mercilerinin bile varolan yasal çerçeveyi yok sayarak<br />
karar almasına varmaktadır. 301. maddeden açılan davanın Yargıtay’da bilirkişi raporunun<br />
suç unsuru olmadığını belirtmesine ve savcının davanın düşürülmesini istemesine karşın Hrant’ın<br />
cezalandırılması ile sonuçlanırken, Orhan Pamuk ve Elif Şafak davalarının aklanmayla sonuçlanması<br />
arasındaki fark, ırkçı-milliyetçi-devletçi keyfiliğin adalet sisteminde ne kerte etkili olduğunun<br />
en güzel örneğidir.<br />
Türkiye’nin çeşitli kentlerinde linç girişimleri güvenlikten sorumlu Vali ve Emniyet Müdürlerince<br />
“milliyetçi hislerle” yapılmış küçük aşırılıklar olarak hoşgörülmekte ve hoş gösterilmektedir.<br />
Bu tutuma ana muhalefet partisinin üst düzey yöneticileri de katılmaktadır. Milliyetçilik yaklaşan<br />
seçimlerde oy getirecek bir tutum olarak görülmektedir. Hükümet de bu tutumu benimsemiş gö-<br />
30 <strong>Sayı</strong> 25
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
rünmektedir. Milliyetçi söyleme sahip çıkma adına dış politika da şahinleşmektedir. Etkili ve yetkili<br />
çevrelere yaranmak, en azından onların elinden bir müdahale gerekçesini çekip alıvermek için<br />
Irak Kürdistanı’na karşı askeri harekat yapılması ve Kerkük’te Türkmenlerin çıkarlarını korumak<br />
üzere harekat yapılması gibi milliyetçi-saldırgan söylemlerinden medet ummaktadır.<br />
Ancak bunların biriktiği ortam giderek zehirlenmektedir. Giderek yoğunlaşan krizlere gebe<br />
ülkemizde, demokrasiyi, barışı, azınlık haklarını, işçi haklarını savunmanın, bu düzenin değişmesini<br />
istemeye bağlı olduğu daha da açıkça görülmektedir.<br />
Matem Günleri ve Ocak Ayındaki Diğer Yıldönümleri<br />
Hrant Dink’in katledildiği Ocak ayı, bu yıl tarihte yaşanmış bir başka “Masum-u Pâk” katliamının,<br />
Kerbelâ’nın yıldönümünü de içeriyor. Her inançlı Alevi gönlünde, katledimiş İmam Hüseyin<br />
ve Ehlibeyt evlatların acısı vardır. İnanıyorum ki bu yıl “yas-ü matem” günlerinde aynı derin<br />
üzüntüyle Hrant Dink de anılacaktır.<br />
Ocak ayının ilk günleri Türkiye’de devletin en ağır baskılarıyla karşı karşıya kalmış, bir kaç<br />
şiirini dillerine pelesenk, ellerinde oyuncak etseler de asla affetmedikleri bir başka aydınımızın,<br />
komünist ozan Nazım Hikmet’in de doğum yıldönümüdür.<br />
Ocak ayının son günleri ise Türkiye Komünist Partisi’nin kurucu kadrolarının, Mustafa Suphi,<br />
Ethem Nejat ve yoldaşlarının, sözde kendi güvenlikleri için ülke dışına gönderme bahanesiyle<br />
Trabzon’dan zorla bindirildikleri bir takada katledilmeleri ve Karadeniz’de sır olmalarının 86. yıldönümüdür.<br />
Bu katliamdan iki yıl sonra Nazım Hikmet’in Onbeşler İçin yazdığı ağıtla uğurlayalım<br />
Hrant Can’ı. Yattığı yer ışık olsun; don değiştiren canı hepimizi birer Hrant yapsın!<br />
Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz<br />
Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz<br />
Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını<br />
Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa<br />
Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa<br />
Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını<br />
Eski cihan yeni cihan önünde eğil!<br />
Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,<br />
Her ne yapsan varacağız emelimize!<br />
Karadeniz, bunu duysun derinliklerin:<br />
O ateşli göğüsleri delen hançerin<br />
Kabzasını alacağız biz elimize!<br />
Aleviler, Kırılmış Her Halkının Musahibidir<br />
Zorla yerinden yurdundan edilmiş, sürgüne yollanmış, katledilmiş, kılıç artıkları zorla asimile<br />
edilmiş, kimliğini korumaya çalışanı devlet kapısında ikinci sınıfı insan muamelesi görmüş Ermeni<br />
halkının çektiği çileleri en iyi bilen ve en derinden hisseden Alevilerdir, çünkü onlar yerinden<br />
edilmemin, aşağılanmanın, vatandaştan sayılmamanın ne menem bir duygu olduğunu iyi bilirler.<br />
Çünkü Aleviler sevdikleri, önlerine düşmüş yol evlatlarının nasıl kıyıldığını tarih bilgileriyle öğrenmişler<br />
ve her gün yaşayarak görmüşlerdir.<br />
Çünkü Alevi öğretisi, “yetmiş iki milleti bir bileceksin” ve “kendine reva görmediğini, başkasına<br />
reva görmez.” ilkelerini kendine düstur bilmiştir; eli kanlı katillere destur vermez. •<br />
ABF VE AABK ORTAK AÇIKLAMASI - 20 OCAK 2007<br />
Hrant Dink’e Sıkılan Kurşunlar<br />
Bir Arada Yaşama Kültürüne Sıkılmıştır!<br />
Bu saldırı aynı zamanda demokrasiye ve Türkiye’ye yapılmıştır!<br />
Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, yazar Hrant Dink, alçakça bir silahlı saldırı sonucunda<br />
hayatını kaybetmiştir. Türkiye’de bir arada yaşama kültürünün, düşünce özgürlüğünün<br />
en önemli seslerinden biri olan Hrant Dink, demokratik, eşit ve özgür koşullarda birarada yaşama<br />
isteği karşısında 301. maddeden yargılanmış ve linç kültürünün hedefi haline getirilmiştir.<br />
“Bu ülkede yaşamak istiyorum. Çünkü bu ülkenin demokratikleşmesi için benim de, torunlarım<br />
için elimden ne geliyorsa onu yapmak istiyorum... Çağdaş demokrasilerde ben en<br />
büyük özgürlükleri istiyorum” diyen Hrant Dink’in bu ülkede yaşama hakkı elinden vahşice ve<br />
alçakça alınmıştır.<br />
Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi sürecin ve seçimlere endeksli olarak yükseltilen ırkçılıkla<br />
beslenen etnik milliyetçiliğin son dönemlerde giderek tırmandırılmasının bu saldırı ile<br />
bağlantısı vardır. Farklı olanı reddetme, ötekini aşağılama üzerine kurulu tekçi yaklaşımların<br />
bu saldırı ile doğrudan bağlantısı vardır. Bu anlamıyla Hrant Dink’e yapılan saldırı aynı zamanda<br />
Anadolu topraklarında yüzyıllara yayılan bir arada yaşama kültürüne de yapılmıştır.<br />
Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) olarak,<br />
Hrant Dink’e yapılan bu alçakça saldırıyı kınıyoruz. Alçakça katledilen Hrant Dink’i bir<br />
arada yaşamanın sembolü olarak görüyor, Aleviler olarak bir kez daha farklıların bir arada ve<br />
eşit koşullarda yaşama kültürünü ısrarla savunmaya devam edeceğimizi ilan ediyoruz.<br />
Alevi Bektaşi Federasyonu<br />
Selahattin Özel, Genel Başkan<br />
Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu<br />
Turgut Öker, Genel Başkan<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
SERÇEŞME<br />
Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı<br />
İyileştiren Kılıçtır<br />
Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu<br />
ilgilendiren tüm fikirlere açıktır.<br />
Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı<br />
kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini<br />
temsil eden yazarlara açıktır.<br />
Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer<br />
aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri<br />
platformu olacaktır.<br />
Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve<br />
örgütsel çekişmelere yer vermez.<br />
Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği<br />
fikirler yalnız yazarlarını bağlar.<br />
Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler<br />
nedeniyle sansür etmez.<br />
Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya<br />
dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.<br />
Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme<br />
getirmekten kaçınmaz.<br />
Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik<br />
verir, boş sözlerden ve bilinenlerin<br />
tekrarından kaçınır.<br />
Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir.<br />
Yollanan yazıları yayımlamamak,<br />
kısaltarak ya da bölerek yayımlamak<br />
ve düzeltmek hakkını saklı tutar.<br />
Ancak fikirleri değiştirmemeye ve<br />
yazarın onayını almaya özen gösterir.<br />
Serçeşme’ye gönderilen yazılar<br />
yayımlansın, yayımlanmasın iade<br />
edilmez<br />
YILLIK ABONE BEDELİ<br />
Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50<br />
İngiltere £40<br />
Türkiye’den abone olmak isteyen canlar<br />
lütfen abone bedelini bir postaneden<br />
Genel Ajans Basım Dağıtım<br />
Organizasyon Ltd Şti<br />
Posta Çeki Hesabına (No 1629127)<br />
yollayın.<br />
Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun<br />
Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,<br />
varsa Faks Numaranızı ve E-posta<br />
adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak,<br />
kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu<br />
içeren posta adresinizi<br />
okunaklı olarak yazın<br />
ve ödeme dekontunuz ile birlikte<br />
büromuza fakslayın:<br />
+90.(0)212.519 5635<br />
Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar,<br />
abone bedelini aşağıdaki<br />
adrese yollayabilir:<br />
Avrupa Baş Temsilciliği<br />
Tel: +49.179.107 88 56<br />
Hüseyin Akın<br />
Postbank<br />
Kontonummer: 826 857 303<br />
Bankleitzahl: 25 01 00 30<br />
Aralık 2006 31
SERÇEÞME<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
HRANT DİNK<br />
15 Eylül 1954 - 19 Ocak 2007<br />
“Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.<br />
Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak.<br />
Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?<br />
Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.<br />
Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim,<br />
ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.<br />
Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.<br />
Evet biraz ürkekçe, ama bir o kadar da özgürce.”<br />
Agos Gazetesine Son Yazısının Son Paragrafı, 19 Ocak 2007<br />
BUGÜN HEPİMİZ HRANT’IZ<br />
BUGÜN HEPİMİZ ERMENİYİZ