05.01.2014 Views

25. Sayı - Hacibektaslilar

25. Sayı - Hacibektaslilar

25. Sayı - Hacibektaslilar

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

SERÇEÞME<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

Bu Sayida<br />

Velİyettİn Ulusoy:<br />

Kerbelâ Olayını Hazırlayan Nedenler<br />

ve Tarihi Süreç<br />

HEREVİ’NIN “KANI HELALDIR, AMA MALI HARAMDIR” FETVASININ<br />

ARDINDAN 18 ARALIK 1416 TARİHİNDE SEREZ ÇARŞISI’NDA<br />

ASILAN ŞEYH BEDREDDİN’İ UNUTMAK SUÇTUR<br />

Fİkret Otyam Başbakan Ecevit<br />

Korkunç Maraş Katliamını<br />

Önleyebilirdi<br />

Esat Korkmaz Toplumsallaşmadan Siyasallaşmak<br />

Bir “Oyun”dur<br />

İsmaİl Kaygusuz Hacı Bektaş Veli’yi Doğru Tanıyor<br />

muyuz? Bölüm I<br />

Recaİ Aksu Heidelberg’de Yapılan Birinci<br />

Uluslararası Alevilik Sempozyumu<br />

Sunulan Tebliğlerden Özetler<br />

Hüsnü Kaya Dede Bremen Alevi Evi Kuruluş Yıldönümünde<br />

Konuşma - Bir Gönül Hizmeti<br />

Alİ Balkız Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor<br />

Haẟİm Kutlu Kürt Halkı Barış İstiyor! Ya Aleviler?<br />

Ahmet Koçak Zorunlu Din Dersi Davasında Çıkan<br />

Karar Üzerine Söyleşi- Ali Kenanoğlu, İsmail<br />

Metin, Fevzi Gümüş<br />

ABF Olağanüstü Kongresİ<br />

Ahmet Koçak Kongre İzlenimleri<br />

Kongre Konuşmalarından Seçmeler: Atilla Erden,<br />

Müslüm Doğan, Hüseyin Yalçın Dede,<br />

Turan Eser, Ercan Geçmez, Selahattin Özel,<br />

Turgun Öker<br />

Kongre Sonrası Görüşlerden Seçmeler:<br />

Kazım Engin, Kemal Derin, Necdet Saraç,<br />

Veysel Kaymak, Fevzi Gümüş, Tugut Ökere<br />

Kazim Genç ‘Müsahip Yoldaş’ İken, Nasıl Oldu da ‘Şer<br />

Cephesi’ Üyesi Olduk?<br />

Ahmet Koçak Okmeydanı HBVAK Vakfı İstanbul<br />

Şubesi Yöneticileriyle Söyleştik<br />

Aylık Dergİ<br />

Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz<br />

Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti<br />

adına Ahmet Koçak<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak<br />

Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54<br />

Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul<br />

Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35<br />

E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com<br />

Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe<br />

Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00<br />

Yayın Türü: Yerel - Süreli<br />

Fİyati: Ytl 3 / € 3 / £ 3<br />

Aralik 2006 Sayi:<br />

25<br />

Suskunluğumuz, ilgisizliğimiz utanca, giderek suçluluğa dönüşmeden<br />

Şeyh Bedreddin’i layık olduğu yere oturtmak,<br />

onu anlatmak; insanımıza, insanlığa tanıtmak,<br />

temel yükümlülüğümüz olmalıdır.<br />

Tarihe Düşünerek Bakalım: Çünkü Tarih Yalnızca<br />

Dürüstlerin Değil, Alçakların da Tarihidir<br />

Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni<br />

Toplumsal çelişkiler, yeni bir toplum yaratmaya “tohumsa” eğer, bu tohumun<br />

“çimlenme” gücünü temsil eden bir toplumsal kimliği “bulmak” zorundadır. Bu<br />

eğilimin önüne hiçbir güç geçemez. İşte bu toplumsal kimlik Şeyh Bedreddin<br />

olmuştur. Resmi tarihin bize ulaştırdığı bilgileri ölçü alırsak Şeyh Bedreddin’i<br />

“yakalama” olanağını elde edemeyiz. Tarihin görevi “soyutlanmış” kişi serüvenlerini<br />

anlatmak değil, olayları yaratan toplumsal dönüşümleri araştırmak, olaya egemen<br />

olan düşünce örgüsünü, bu düşünce örgüsünün gelişim çizgisini geçmişten geleceğe doğru<br />

izlemektir. Şeyh Bedreddin olayında bu yapılmış mıdır?, sorusuna “olumsuz” yanıt vereceğiz.<br />

Anlatılanlara biraz yakından baktığımızda olayların içinde ya da kıyısında-köşesinde<br />

Şeyh Bedreddin adının “gezindiğini” görürüz: Şeyh Bedreddin’i “yaratan-dillendiren”<br />

toplumsal olaylar “örtüktür”; bütün eylem gücü, “yüceltilip” tasavvufi bir zemine taşınan<br />

Şeyh Bedreddin’in kişiliğinde toplanıvermiştir. Üretim ilişkileri, üretici güçlerin durumu,<br />

toplumsal bunalımlar, sarsıntılar, çalkantılar; toplumsal kurumlarda gözlenen çözülmeler;<br />

yaşama koşullarıyla, yaşam değerleriyle inanç koşulları, inanç değerleri arasındaki “uyuşmazlık-karşıtlık”<br />

gözlerden “ırak”tır. “Kök”e inmek yerine “görüntü”yle yetinildiği hemen<br />

algılanır. “Niye böyle oldu?”, sorusuna “ikirciksiz” yanıt vermek durumundayız: Anadolu<br />

halk isyanlarında eksiksiz-kusursuz düzen anlamında“kâmil toplum”a bağlanan ve insanlığı<br />

kesin kurtuluşa taşıma kaygısıyla yaşama dayatılan toplumsal tasarımlar “silindi mi” hemen<br />

her şey insanı kurtuluşa taşıma çabasıyla “kâmil insan”a bağlanır. Geçmiş “silinir”, tarihi<br />

yaratan “toplum-sınıf”tan sakınılır; insan toplum “hizmetlisi” olacağına inancın “kulu”<br />

olur.<br />

Asyalı kandaş insanların Anadolu toprağına ayak basmasıyla “kurgu dünyası”na, yani<br />

ahirete “gönderilen” güzellik, erdem, iyilik, yiğitlik, mutluluk, doğruluk, saygı, sevgi vb.<br />

oradan yaşanılan dünyaya taşınıvermiştir. Doğaötesi inançlara karşı, doğaya yönelik inançlar<br />

“fışkırmış”; metafizik inanç değerleriyle yaşamsal bir kavgaya girilmiştir; eski yeninin<br />

içinde, yeni eskini içinde “erimiş”; ne eski ne de yeni olan bir “bireşim”e ulaşılmıştır; inançla<br />

yaşam arasındaki “çelişki” düşünebilmenin aracı olmuştur. Demek ki bâtınilikte inanmak<br />

için “doğaüstü”ne başvurulmaz; doğrudan varlığın kendisine “yönelinir”.<br />

Geçmiş olayların tarihsel özelliği, ancak “geleceğe” katkıları ortaya çıktığında tam olarak<br />

anlaşılabilir: Aradan altıyüz yıla yakın süre geçti, tam anlamıyla “gelecek zaman”da<br />

sayılırız; bilmek için “yeterli zaman” geçmiştir. Kaynaklar, boş bir evde duran “hayaletler”<br />

gibidir; tarihle sulanabilirse sulanıp canlandırılabilirse “hayalet” olmaktan çıkıp aramıza<br />

katılabilirler. Hayaletlerin aramıza katılması “geçmişimizle çiftleşmek” anlamına gelir ki<br />

“doğum” kaçınılmazdır.<br />

Bizler Şeyh Bedreddini Nazım Hikmet’in “Şeyh Bedreddin Destanı”ndan öğrendik:<br />

Nazım Hikmet, isyanın geçtiği tarih kesitine, koğuşun demir parmaklıklarına yanaşan ve<br />

Tornacı Şefik’in gömleğini giyen Börklüce Mustafa’nın dervişlerinden birinin “ruhu” ile<br />

yolculuk etmişti. Biz ise Bedreddin’in kavga/düşünce dünyasına, “yaşamın sonuncu kaynağı<br />

olduğuna inanılan ve canı taşıdığı kabul edilen”, ondan bize ulaşan tek “kanıt” durumunda<br />

bulunan “kemikleri” ile seyahat edeceğiz. Kemiklerden oluşan “iskelet”, geriye taşındığında<br />

(Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME<br />

(Baştarafı 1. Sayfada)<br />

Tarihe Düşünerek Bakalım<br />

“bin bir can edinir, bin bir dona bürünür”; geçmişin<br />

orasında-burasında “bedensiz dolaşan<br />

ve beden beden” diye çığrışan Bedreddin müridlerini<br />

“uçurup” aramıza taşıyacağız. “Söze<br />

geleceğiz/sözle geleceğiz”, yeni bedenlerde “yorum<br />

lanacağız”, yani “davranışa dönüşeceğiz”,<br />

bu yolla geleceğe taşınıp “ölümsüzleşeceğiz/<br />

ölmeden evvel öleceğiz ya da yaşarken dirileceğiz.”<br />

Nazım Hikmet’in Şeyh Bedreddin Desta<br />

nı’nın sonuna eklediği Ahmed’in öyküsü, bu<br />

tasarıma çarpıcı bir örnektir. Ahmed’in dedesi<br />

ile muhabbet eden erenler, tok ve kararlı bir<br />

sesle şöyle der:<br />

“İsa peygamberin ölüsü etiyle, kemiğiyle,<br />

sakalıyla dirilecekmiş. Bu yalandır. Bed reddin’in<br />

ölüsü, kemiksiz, sakalsız, bıyıksız,<br />

gözün bakışı, dilin sözü, göğsün soluğu<br />

gibi dirilecek. Bunu bilirim işte... Bedreddin<br />

yine gelecek diyorsak, sözü, bakışı,<br />

soluğu bizim aramızdan çıkıp gelecektir,<br />

diyoruz”<br />

Olaylar, tarihçileri olduğu denli vakanüvisleri<br />

de ilgilendirir. Ancak iş “keramete” gelince<br />

onu yalnızca menakıbnâme yazarları işler;<br />

kurala da uyar, dünya sorunlarına “aldırış etmez”;<br />

bir bakıma, sistemi ve sistemin ilahi ideolojisini<br />

“iplemem” demek ister. Vakanüvis ise<br />

“bilmek ve susmamak zorunda” olduğu şeyleri<br />

“yazmaz” ya da “yazamaz”. Bu nedenle vakanüvislerin<br />

kayıtlarından çok, menakıbnâme<br />

yazarlarının verdiği bilgilere sarılırız.<br />

Hamamda düşünce ya da tuvalette kan görünce<br />

insanın, güvenebileceği birini bulması<br />

gerekir: Tıpkı bunun gibi, toplumsal bir bunalım<br />

halinde, “altına” sığınabileceğimiz bir toplumsal<br />

bilinç/kimlik “bulmak” yaşamsaldır.<br />

Amacımızı gerçekleştirebilmek için “yaşamı<br />

erteleyenlerden”; Şeyh Bedreddin’in ve Bedreddin<br />

bağlılarının ruhlarını “ziyaret” edenlerden<br />

olalım. Tarih bizi/bizleri yargılamadan<br />

Şeyh Bedreddin’e sahip çıkalım. •<br />

VİŞNE KORKMAZ<br />

Doğa-Beka-Rus İdesi ve Rus İdeali<br />

Senfonik Kişilik<br />

Ocak 2007<br />

ISBN 975-335-056-2<br />

15x23 cm boyutunda 322 sayfa<br />

Alev Yayınları<br />

Tel: +90.(0)212.519 56 35<br />

www.alevyayinlari.com<br />

Başbakan Ecevit, Korkunç Maraş Katliamını Önleyebilirdi,<br />

Şimdi İyice Anladım ki<br />

Konuyla İlgisizliği / Bilgisizliği 105 Cana Maloldu<br />

Fikret Otyam<br />

Ulularımız, ölüleri hayırla yadediniz buyuruyor, eyvallah… Ardından da “bildiklerinizi<br />

de kendinize saklayın” falan demiyor, eyvallah… Bin kere yazdım bir daha<br />

yazmamam için neden yok. 1956/1961 yılları arasında Ankara’da Ulus Gazetesi’nde<br />

Ecevit’le çalıştım. Gazete ile CHP arasında ilişkilere de bakıyordum. Acılı/tatlılı<br />

olaylar yaşadım/yaşadık. Tatsız bir olaydan sonra, alt kata inip istifamı vermiştim<br />

müessese müdürüne: “Bülent Beyi bekleyelim” demişti, yurtdışından geldi, olayı anlattım, üzüldü,<br />

“<strong>Sayı</strong>n Otyam, sizsiz Ulus’u düşünemiyorum ve istifanızı kabul etmiyorum” dedi ve olay kapandı.<br />

Ancak bir hafta sonra CHP Genel Sekreteri İsmail Rüştü Aksal’dan resmi bir yazı geldi ve istifamın<br />

kabul edildiği bildiriliyor ve yaptığım hizmetlere teşekkür ediliyor, yeni işimde de başarılar<br />

dileniyordu! Mili Birlik Komitesi, çalışan gazetecileri koruyup kollayan 212 nolu yasayı dört gün<br />

sonra çıkaracaktı, dostum Ahmet Yıldız yemini billah söylemişti. Rüzgârlı sokaktaki SSK Hastanesine<br />

gider bir rapor alabilirdim, neye mi yarayacaktı, o zamanın parasıyla 80 bin lira tazminat<br />

alacaktım, bunu yapmadım üç bin lirayla ayrıldım Rüzgârlı Sokak’tan! Ulus bensiz de oluyordu,<br />

ne ki sonunda elbirliğiyle batırdılar!...<br />

Kıbrıs Çıkarması sırasında Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosunda görevliyim, üç çocuk,<br />

vazgeçemediğim kurt köpeğim Haydut, dört büyük bavul, su altı tüfeklerime ait beş hurç Marmara<br />

Ereğlisi’nde dinlencedeyim, rahmetle anıyorum - eski Cumhuriyet çalışanı 1950 yılından beri<br />

tanıdığım Feyyaz Tokar, sahibi olduğu Bosfor Turizm otobüsüyle Ankara’ya gitmemizi sağladı, en<br />

arka sıraya yerleştik, kocaman Haydut ayaklarımız altında Ankara’ya kadar gık demedi.<br />

İlk işim; Başbakanı arayıp gazasını kutladım, “Tam sizlikti sayın Otyam” demişti, “tam sizlikti,<br />

nerelerdeydiniz?” Nerelerde olduğumu anlattım, çıkarma sırasında kendisinin ne yaptığını sordum,<br />

bu konuda bir söyleşi yapmak istediğimi bildirdim, “yarın sizi arayacağım” dedi, yarın dediği<br />

izin günüm Pazar’dı. Tertemiz giyindim, traş oldum, ses ve fotoğraf makinelerimi hazırladım,<br />

telefonunu beklemeye başladım, umutsuzluk yasak, toprağa verilene kadar umudumu yitirmeyip<br />

bekler oldum, artık beklemiyorum.<br />

Ve ertesi günü sevgili dostum Hürriyet yazarı Cüneyt Arcayürek istemde bulunduğum konuyu,<br />

gazeteci deyimiyle “sekiz sütundan patlattı” ve ertesi günü - bu can hariç ne kadar gazeteci<br />

varsa - O’nun çağrılısı olarak Başbakanlık konutunun bahçesindeydi, istemde bulunduğum konuda<br />

uzun açıklamalar yapmış, sanırım, “bunları yazmayın” falan demiş ki bir salak meslektaşım,<br />

“çok şeyler anlattı, ama yazmayın demişti yazmıyorum” demiş ve yazmamıştı ol nedenle salak<br />

de dim, o da öldü, buyruğa uyarak hayırla yadediyorum!<br />

Acılarımın En Büyüğü En Büyüğü En Büyüğü!<br />

Bin kere yazdım, binbir kere yazmamda bir sakınca yok, hiçbir Alevi ya da Bektaşi can, okurum,<br />

bana hiçbir zaman yanlış bilgi/yalan bilgi vermedi, onlardan gelen haberleri gazeteci deyimiyle<br />

“tahkik etmeden” yazdım, güvenerek/inanarak ve ne onların ne de bu canın yüzü kara olmadı.<br />

Maraş Ellerinden Kara Haberler Akıp Geliyordu<br />

Maraş ellerinden kara haberler akıp geliyordu ve Cumhuriyet’in birinci sayfasındaki “Başkent Notları”<br />

sütunumda ısrarla, ama ısrarla hükûmetin dikkatini çekiyordum konuya ve arkadaşım, masa<br />

arkadaşım Başbakan Ecevit, bir gün telefon edip ya da çağırıp: “<strong>Sayı</strong>n Otyam ne demek istiyorsunuz<br />

bile” demedi!<br />

Bu konuda salt Maraş değil, acı haberlerin geldiği her yer için uyarıyordum, örneğin 21 Ekim<br />

1978 tarihli yazımın başlığı: “Ey Hükümet Kurban Bayramında Sivas’a Dikkat Edin”, “Yine İçişleri<br />

Bakanının Dikkatine” başlıklı 3 Ekim 1978 tarihli yazımdan kısa bir alıntı:<br />

“… Bu arada Kahramanmaraş Emniyet Müdürlüğü Çarşı Polis Karakolu’nda Alevi bekçi Sıddık<br />

Ekici’nin, İçişleri Bakanlığı’na 28 Eylül 1978 tarihli 539157 sayılı Personel B-3 rumuzlu<br />

dilekçesi güme gitmemeli.”<br />

“Hükümetin Dikkatine”<br />

Bu yazımın tarihi 20 Haziran 1978. İzninizle yine ufak bir alıntı daha:<br />

“…Sağ-sol, evet bir sürtüşme konusu, ama bir mezhep çatışması tehlikelerin ağababasıdır.<br />

Malatya’da, Elazığ’da, Erzincan’da daha nice yerlerde denemelerini de yapmamışlar mıdır?<br />

Acıların acısı, bu çatışmaların ne denli boyutlara ulaşacağını, ülkeyi ne hale getireceğini eğer<br />

sayın ilgililere gereği gibi anlatmadıysak suç, anlatmaya çalışanda değil, o kadarından bile<br />

gerekli dersi alamayanlara ait değil midir?<br />

Olacakları bir kehanet olarak değil, apaçık görüldüğünden sergilemiştik, yine acıların acısı bu<br />

uyarılar da boşa çıkmış, ne var ki kısa bir süre sonra Malatya, Elazığ, Erzincan kana bulanmış<br />

asıl iç savaş denemeleri böyle yapılmıştır.<br />

Ne olursa olsun, elbette uyarılardan vazgeçecek değiliz, bu namus borcumuzdur ülkemize ve<br />

halkımıza karşı. Şimdi bunlara bir yenisini ekliyor, bu kez ilgili Bakanları, Jandarma Genel<br />

Komutanı’nı değil, tüm hükümetin korkunç bir oyuna eğilmesini diliyoruz, bazı yakın dostlarımızı<br />

üzmek bahasına da olsa. Ne var ki bu olay, onların üzülmesinden önemlidir.” (Not:<br />

Yakın dost Başbakan Ecevit’i kasdetmiştim.)<br />

Yazım devam ediyor ve büyük harflerle şöyle bitiyordu:<br />

2 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇEÞME<br />

“İşte Bunu Yaman Meraklanıyor ve Bekliyorum, Maraş’ta Cadı Kazanı<br />

Kaynatılmaktadır, Yakın Geçmişteki Bazı Eylemsel Bombasal<br />

İşleri de Düşünerek Herkes Üzerine Düşen Görevi Hemen Yapmalıdır<br />

ve Bu Bir Uyarıdır.”<br />

Bir başka yazımın başlığını almak isterim, “Hedef Neden Aleviler?”<br />

Bunun tarihi de 12 Eylül 1978.<br />

O, Yakın Bir Dostumdu<br />

İstanbul Merkez’den bir arkadaş Yazı İşleriyle bağdaşamamış ve iş için<br />

Ankara’ya gelmişti. Ankara Cumhuriyet Büro Şefimiz can adam kabri<br />

hep ışıklı ola, Kemal Aydar, polis muhabiri bu arkadaş için İçişleri Bakanlığı<br />

Basın Müşavirliği görevi için girişimde bulundu, yakın dostumuz<br />

İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı paşa, atamayı derhal yaptı ve bir gün<br />

çiçeği burnunda basın müşaviri arkadaşa takıldım, “yoksa eski gazeten<br />

Cumhuriyet’i paşaya vermiyor musun?” gibilerine ve ertesi gün sevgili<br />

Özaydınlı paşanın kahvesini içiyordum… Yazamadıklarımı tek tek anlattım<br />

Maraş’ta bir facianın olacağını örneklerle anlattım, paşa üzgündü<br />

“Çare” dedi…”<br />

“Çare başta vali, emniyet müdürü, MİT, Jandarma komutanları hatta<br />

PTT Müdürü, yani paşam ne kadar devlet memuru varsa önemli görevlerde<br />

bir gecede başka görevlere alacaksın ve oyun bozulacak.”<br />

İçişleri Bakanı, kendisine gelen raporların hiç de benim anlattığım<br />

gibi olmadığını uzun uzun izah etti ve ekledi, “Dereyi geçerken at değiştirilmez…”<br />

“Paşam, Celal Bayar da böyle dedi, Menderes’i astırdı!”<br />

Gazeteye dönüşte İçişleri Bakanı’nın istifasını isteyen bir yazımı<br />

acıyla yazdım.<br />

Bütün Bunları Neden mi Yineliyorum,<br />

Buyrun Yanıtını!<br />

Almanya’da Erlangen kentinde, eşim Filiz Otyam’la birlikte dünyanın<br />

yedi iklim dört köşesinden elbette çoğunluğu ülkemizden çektiğimiz<br />

renkli ve siyah beyaz kadın fotoğraflardan oluşan fotoğraf sergimiz<br />

“Frauen Onhe Name / İsimsiz Kadınlar” bizi bir süre ülkeden ayrı kodu.<br />

Dönüşte, hemen birikmiş gazetelere sarıldım.<br />

11 Kasım 2006 Milliyet’in manşeti yerimden hoplattı, altı sütun mavi<br />

şerit zeminde şunlar var: “Ecevit’in Çekmecesindeki İstihbarat Belgeleri”<br />

ve en koca harflerle ikinci başlık: “Arşivden Çıkan Müthiş Sır.” Alt<br />

başlıklar:<br />

“Ecevit’e 3 Ocak 1979’da ulaştırılan MİT belgesinde, 105 kişinin öldüğü<br />

Maraş olaylarında MİT’in parmağı olduğu yazılı. Ecevit, imzasız<br />

belgeye ‘Çok ciddi kaynaktan gelmiştir’ notu düşmüş.”<br />

Sevgili Can Dündar ve Rıdvan Akar’ı Ecevit’le ilgili bu yazı dizileri<br />

için yürekten kutluyorum. Arşivdeki 3 Ocak 1979 tarihli raporda<br />

MİT’teki MHP hâkimiyeti anlatılıyormuş, bölümün başlığı ise şöyle:<br />

“Maraş’ı MİT Planladı. Rapor 1979’da Kahramanmaraş’ta 105 kişinin<br />

ölümüyle sonuçlanan olayların MİT görevlilerince planlanıp<br />

çıkarıldığını kaydediyor. Bu görevlilerin isimleri de tek tek yazılı.<br />

Ecevit raporlara (çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir, değerlendirilmesinde<br />

yarar vardır) notu düşmüş.”<br />

Not düşeceğine konunun üzerine düşseydi, uyarıları dikkate alsaydı o,<br />

105 can, Alevi can kadınlı erkekli/çoluk çocuk bugün yaşıyor olacak, kim<br />

bilir taa Maraş ellerinden kalkıp O’nun cenazesine de katılacaklardı...<br />

“Acı Haber Telgraftan Tez Gelir”<br />

Nefes Dergisi’nin 1995 Mayıs sayısında yer alan söyleşimden bir bölümü<br />

de alıyorum:<br />

“… Ve İçişleri Bakanı ile görüşmemizden üç dört gün sonra 103 canın<br />

canından edildiği o korkunç Maraş katliamının ardından hemen<br />

istifa eden ve çalıştığım Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosuna acılar<br />

içinde gelen ve ‘Otyam keşke seni dinleseydim’ demek uygarlığını<br />

gösteren İçişleri Bakanı’na teşekkür ederim, ama acıyla!”<br />

Şimdi tam sırası ve yeri: “Gerçeğe Hüüü…”<br />

Oku<br />

Bu bir buyruktur. Nice buyruk gibi. Her gittiğim Alevi/Bektaşi topluluklarında<br />

bir dergi ya da kitap adını ortaya atıp kimlerin okuduğunu<br />

soruyorum.<br />

Nürberg’de Alevi canların güzelim cemevine mihman oldum, bir<br />

söyleşi de yaptım, bilmem hoşnut kaldılar mı? O topluluğa Serçeşme’yi,<br />

bu güzelim aydınlatan dergiyi de sordum, okuyan parmak kaldırsın dedim,<br />

daha kapıdan içeri girerken boynuma sarılan o candan başka okuyan<br />

çıkmadı! Acı değil mi? Alevilerin Sesi’ni okuyorlarmış, eyvallah,<br />

ama okumanın sonu yok ve olmamalı diyorum durmadan, televizyonda<br />

tek kanala mı bağlı kalınıyor?<br />

Ey Koca Pir Sultan Abdal, Şikayetim Var!<br />

Sordum, “Şu Alman topraklarında bir güzel adam var, Alevi, kitaplar yazan,<br />

araştırmalar yapan, en son eseri neredeyse bin sayfa ‘Osmanlı Gizli<br />

Tarihinde Pir Sultan Abdal ve Bütün Deyişleri.’ Göreniniz, okuyanınız<br />

var mı, yazarın adı, adı güzel Ali Haydar Avcı.” Ne yazardan ne de son<br />

büyük kitabından kimsenin haberi yok!<br />

Okuma üzerine söyleştik, Alevi toplumunun son zamanlarda okumaktan<br />

uzak durduklarını, örneklerle verdim, yanlışlığını vurguladım.<br />

Kimse alınıp darılmaya, “dost, ama gerçek dost acı söyler…”<br />

Ali Haydar Avcı cana sordum, sık sık konuşuruz telefonla, çoğunluk<br />

o arar, ne kadar zamanını almış bu müthiş araştırma, bu müthiş kitap?<br />

Yirmi yılı geçmiş çalışması! Yayınlayan Noktakitap’ı can-ı yürek kutluyorum.<br />

Ali Haydar Avcı canın bu müthiş çalışmasını biz okurlara ulaştıran<br />

Genel Yayın Yönetmeni Oya Uğur, Editör Tarkan Tufan, Redaksiyonunu<br />

yapan Ahmet Seyrek, Bilgisayar uygulaması için Meral Gök, kapak<br />

resminin yaratıcısı Derya Yini, Film-Grafik Seval Grafik, baskı ve cildi<br />

gerçekleştiren Kilim Matbaası emekçilerine ferade ferade selam ederim,<br />

elleri yürekleri dert görmesin derim. Belgeler, resimler, minyatürler kitabı<br />

daha da zenginleştirilmiş, geziden yeni döndüm, başucu kitabım Pir<br />

Sultan Abdal’ın daha 139. sayfadaki “Pir Sultan Abdal’ın Yaşadığı Döneme<br />

İlişkin Diğer Kanıtlar ve Şah İsmail Hatayî ve Şah Tahmasp’la İlgili<br />

Deyişler” bölümündeyim.<br />

Almanya’da kısa bir süre birlikte olup tanış olmanın mutluluğunu<br />

duyduğum saygın halkbilimi araştırmacısı Ali Haydar Avcı canın “Köroğlu<br />

Ayaklanması”, “Zeybeklik ve Zeybekler” yapıtlarını da öperek okumaya<br />

başlamıştım. Her okuyanın elinde ve evinde olması gereken bir<br />

yapıt daha ondan, Pir Sultan Abdal… Kitabın sonuna baktım, pek iyi<br />

seçemeyen gözlerimle saydım Kaynakça’yı 287… Arşiv Defterleri, Haritalar,<br />

Elyazmaları ve Derlemeler, Kaynak Kişiler de çalışmanın ciddiliğine,<br />

zenginliğine tanık ve bu cana çok şeyler öğreten sözlük.<br />

Emeklerinle bin yaşa adı da güzel Ali Haydar can.<br />

“Yaman Meraklanırım Olacaklardan”<br />

Bu, ulu ozan Nazım Hikmet canın bir dizesidir, yıllardır kullanırım yazılarımda…<br />

Pek meraklı kişi sayılmam ama, yaman meraklandım mı<br />

da yaman meraklanırım! Yaman meraklandığım konu şu iki üç gündür:<br />

Peygamber efendimizin baş sömürücüleri Suuadi’ler, ecdat yadigârı Ecyad<br />

Kalesi’ni yerle bir edip buraya yani Mekke’de Kâbe’ye yüz metre<br />

mesafede bulunan bu yere “Zemzem Towers” yani kocaman bir otel kurdular<br />

ve din kardeşlere devre mülk olarak satmaya başladılar ve yedi yüz<br />

Türk vatandaşı din kardeşimiz de nasiplendiler bu ecdat malı kalenin<br />

yerle bir edilip üzerine yapılan otelden!...<br />

Bilmem kaç bin odası varmış, tam da Peygamber efendimiz Muhammed<br />

Mustafa’nın yattığı yere bakan…<br />

Kral Hazretleri Kâbe’ye Doğru İşemezmiş!<br />

Kral hazretleri geçenlerde ülkemizi şereflendirdi ve kaldığı otelin tüm<br />

tuvaletlerinin istikameti değiştirildi; zira bunlar Kâbe istikametindeymiş!<br />

Kral hazretleri üç yüz kişiyle geldi İstanbul’a yani en azından üç<br />

yüz kenefin çiş yeri değiştirildi! Yaman meraklandığım da şu, bin bilmem<br />

kaç odalı otelin kenefleri nereye bakıyor, haydi başka istikamete…<br />

Asıl yaman meraklandığım ise başka, lütfen bağışlayın merak kediyi öldürürmüş<br />

kedi değilim, ama yaman meraklanıyorum: Hac zamanı otele<br />

gelen müminlerin bir kısmı helalleriyle yani resmi ve de KDV’si olarak<br />

imam nikâhıyla evli olarak geldiler diyelim. Hava sıcaktır, şudur, budur,<br />

canı helalini çekti diyelim, cima vaziyetleri vuku bulduğunda Kâbe’ye<br />

karşı ya da onun sınırları içinde bu durum nasıl olacak şer’an caiz mi,<br />

yoksa cehennemlik haram bir birleşme mi?<br />

Ya Diyanet İşleri Muhterem Reisimiz ya da can adam ki bu işlere<br />

TV’den vakıftır Prof. Dr. <strong>Sayı</strong>n Beyaz bin zahmet bu konuda başkalarını<br />

bilmem bu canı irşat edip meraktan kurtarır hayır dualarımı alır. Bakara<br />

Suresi 197. Ayetinde Hac’cı bilinen ay olduğu, kim o aylarda haccı<br />

kendisine gerekli kılarsa hacda kadına yaklaşmak yok. Yok da, olursa<br />

n’olacak?<br />

Evet, Suudiler Mekke’de Kâbe’ye karşı 4 bin 668 lüks daire yaptırmış,<br />

bunun 1.240 adedi muhterem Türk din kardeşlerimize ayrılmış ve dahi<br />

bunun yedi yüzü hemen satılmış, yani ecdat şehitlerinin kemiklerinin<br />

üzerine kurulan bu kocaman yapıda!... En son merakım da şu, bu lüks odalarda,<br />

olanları kaydeden cihazlar da var mı?<br />

•<br />

Aralık 2006 3


Alevi-Bektaşi Hareketi, “siyasallaşmalı mıdır yoksa<br />

siyasallaşmamalı mıdır?”, sorusunu “ikirciksiz” yanıtlamak<br />

durumundayız: Evet, “Alevi-Bektaşi Hareketi siyasallaşmalıdır”,<br />

daha doğrusu “siyasallaşmak zorundadır”.<br />

Ancak siyasallaşmasını “toplumsallaşmadan<br />

gerçekleştiremez”. Alevi-Bektaşi Hareketi bugün “gelenek<br />

örgütü, demokratik kitle örgütü ve iktidarı almaya<br />

yönelik kendisinin de içinde yer alacağı toplumsal<br />

mücadele örgütü zemininde nasıl toplumsallaşacağını<br />

ve siyasallaşacağını bilemediği için” bir bocalama içindedir.<br />

Toplumsallaşmasını ve siyasallaşmasını “kendi<br />

dışında toplumsallaşan ve siyasallaşan” yapılardan<br />

aldığı “ödünçlerle” sağlamaya çalıştığı için ne toplumsallaşabiliyor<br />

ne de siyasallaşabiliyor; her geçen gün<br />

“kendisinden uzaklaşıyor”.<br />

Alevilik-Bektaşilik halkın, egemene ve onun dünya<br />

görüşüne, bu kapsamda Metafizik Tanrı’nın bize ve her<br />

şeye bakışına karşı mücadele geleneğini kucaklayan,<br />

o temelden beslenerek sürekli güncellenip günümüze<br />

uzanan “çağdaş bir tavrın”, toplumsal boyutta “çalışanlar<br />

çıkarına-yararına dayalı bir kavganın” taşıyıcısı<br />

olarak bilince çıkar, inanca taşınır. Bu nedenle Alevilik-Bektaşilikle<br />

yoğrulmak, Aleviliğin-Bektaşiliğin kavgasını yaşama<br />

geçirmek; genelde “insan” görüntüsü altında ezilen-sömürülen bireye,<br />

özelde “insanlık” görüntüsü altında egemene karşı ortak bir iradeyi dışa<br />

vuran halka-yaratana yönelik bir “tapınmaya” katılmak demektir.<br />

Doğru düşünmek, doğru konuşmak, doğru iş yapmak için kaynaklarımıza<br />

ulaşmak, onları yorumlamak; onlar üzerinde gezinmek; özverili<br />

bir çabayla sesimizi, görüşümüzü ve davra nışımızı saptamak; incelemek,<br />

irdelemek ve güncelleştirip yaşamımızın hizmetine vermek ge rekir. Bu<br />

da “her şeyden önce” insan soyunun en büyük “yabancılaşması” şeriatçı<br />

dinlerin başat inanç kaynağı “yaradılış” tasarımına karşı, Alevi-Bektaşi<br />

felsefesinin “varoluş” tasarımını “canlandırmak” anlamına gelir.<br />

“Ne olduğumuzu, neyi temsil ettiğimizi ve kime karşı konumlandığımızı”<br />

küresel-ulusal “sistemin” başımıza ördüğü belalardan öğrenmek<br />

durumunda değiliz. Eğer “nasıl siyasallaşacağımızı bilemezsek” yakın<br />

gelecekte, küresel-ulusal sistemin “armağanı” kendi “amacını” izlemekten<br />

başka “duruş” bilmeyen bir kimlik ya da örgüt kimliği “donuna”<br />

bürüneceğiz.<br />

Birleştirici Çığlık<br />

Unutmayalım: Ozanlarımızın, pirlerimizin, mürşitlerimizin “avazı”, hepimiz<br />

için “birleştirici bir çığlıktır”. Bu “birleştirici çığlığı”, önce “toplumsal”<br />

sonra da “siyasal” bir “kalıba” dökerek yaşamın her alanına taşımak,<br />

yeri geldiğinde bu “çığlığı” toplumsallığımızın “ölçütü durumunda<br />

bulunan her türlü eşitsizlik-haksızlık-horlanma” alanına “salmakla”<br />

yükümlüyüz.<br />

Yaşam, insana olduğu gibi “toplumsal kimliklere” de sayılı günler,<br />

sayılı yıllar olarak verilir: Ama ne yazık ki “boş” olarak verilir. İçinin<br />

nasıl doldurulacağı o insanın ya da o toplumsal kimliğin “kendisine”<br />

bırakılır. Nasıl bir yaşam süreceği, nasıl bir kavga vereceği “önünde duran<br />

bir olanak”tır. Her birey ya da her topluluk hangi “ihtiyaçtan doğmuşsa”<br />

olanağını o ihtiyacı gidermeye yönelik olarak<br />

kullanır.<br />

Alevilik-Bektaşilik ezilenlerin “ezenler gibi düşünmeme-inanmama”<br />

ihtiyacından doğmuştur; “toplumsal<br />

bir zorunluluk” nedeniyle ortaya çıkmış, yapılanıp<br />

biçimlenmiştir: “Yazgısını”, ezilenlerin esenliğe<br />

çıkarılması üzerine kurmuştur; olanağını bu amaç için<br />

kullanmıştır. İşte tam da bu nedenle bu toprağın tanıdığı<br />

“en gerçekçi siyaset” ya da “politika” Alevi-Bektaşi<br />

tarihidir. Bu tarih:<br />

• “Doğrudan demokrasi” zemininde halkın demokrasisini<br />

politikasının/siyasetinin “değişmez” biçimi olarak<br />

algılayarak “toplumcu aydınlanma”nın-“toplumcu<br />

hümanizm”in harika bir felsefesini yaratmıştır.<br />

• Egemenin ya da küresel egemenin, “özgürlük mücadelesi”<br />

karşısında bir “silah” olarak taşıdığı “ölümü”,<br />

SERÇEÞME<br />

Oyun Oynamayalım<br />

Toplumsallaşmadan Siyasallaşmak Bir “Oyun”dur<br />

Bölüm: I<br />

Esat Korkmaz<br />

Alevi-Bektaşi Hareketi<br />

toplumsallaşamazsa,<br />

toplumsallaşıp<br />

siyasallaşamazsa<br />

inanç alanında<br />

“ahlaklı” bir Sünnilik<br />

“lehine”,<br />

toplumsal-siyasal alanda<br />

sistemin gelecek projeleri<br />

“lehine”<br />

kurban edilir.<br />

Var olan örgütlenme<br />

“sistemin sunduğu amacın<br />

peşine takılarak”<br />

terbiye edilir.<br />

Eğer “kurucu” pirlerimiz,<br />

mürşitlerimiz,<br />

ozanlarımız<br />

“haksız yere”<br />

ölmeselerdi biz bunları<br />

söyleme olanağı<br />

bulamayacaktık:<br />

Niyazla efendim,<br />

hepsine teşekkür borçluyuz;<br />

dallarından düştük çünkü.<br />

düşünce özgürlüğüne, ezilen-horlanan insanları kurtuluşa<br />

taşıma mücadelesine “şantaj” yapmak için kullandığı<br />

bir “rehine” olarak algılamış ve onu felsefesinden<br />

“çekip atmıştır”.<br />

• “Özgür bir insan ölümden başka her şeyi düşünür ve<br />

bilgisi ölüm üzerine değil, yaşam üzerinedir” yargısını<br />

öne alarak ölümü ölümsüzleştirmiştir.<br />

• “Yanılgılı doğa”dan, yani insanın aklından, “yanılgısız<br />

doğa”ya, yani “doğanın aklına” atlamanın “etikestetik”<br />

bir anlatım yolu olarak düşünceye-inanca taşıdığı<br />

“sevgiyi-aşkı”, özgürlüğün tek olası temeli ve<br />

toplumsal yaşamın tek etik harcı olarak yaşama geçirmiştir.<br />

Ve haykırmıştır:<br />

• “Doğa, insan ve toplum özgürleştirilmelidir; doğrudan<br />

demokrasi zemininde halkın demokrasisi, insanlığın<br />

kurtuluş düşüne bağlanmalıdır”. Nedir insanlığın<br />

kurtuluş düşü: Alevilik-Bektaşilikte insanlığın kurtuluş<br />

düşü, “kâmil toplum”dur. Kâmil toplum, Anadolu<br />

Alevilerinin, felsefelerine, öğretilerine ve yaşama biçimlerine<br />

uygun olarak toplumu kurtuluşa taşımak için<br />

tasarımladıkları; devletin, sınıfların, özel mülkiyetin ve<br />

paranın olmamasıyla belirgin, herkesin yeteneğine göre üretime katkıda<br />

bulunduğu, gereksinimine göre toplumsal üretimden pay aldığı kusursuz<br />

toplumdur. Alevilerin-Bektaşilerin düşyapısal “temel tasarımı”dır. Bu<br />

toplumsal bir projedir ve toplumsallaşmak istiyorsa Aleviler-Bektaşiler<br />

bu tasarımı “güncellemek”; güncelleştirdikleri bu toplumsal projeyle yaşama<br />

müdahale etmek durumundadırlar.<br />

Ve haykırmıştır:<br />

• “Kendini bil” buyruğunun izinde “doğa yasalarından farklı her türden<br />

insan doğası yasasını” yadsıyarak, doğa üzerinde metafizik tanrıya güç<br />

veren dinsel düşüncelere-inanışlara başkaldırmıştır; aynı gücü doğa üzerinde<br />

insana veren çağdaş-evrensel bir düşüncenin üreticisi olmuştur.<br />

Bunun ne anlama geldiği açıktır: Tektanrıcı dinlerin “metafi ziğine” ya<br />

da bu metafiziği oluşturan/yaratan tektanrıcı dinlerin tanrılarının dünya<br />

görüşüne, her türden teolojiye karşı çıkarak bir “enerji biçimi” olarak<br />

algıladığı ve her şeyin varlığa gelme nedeni olarak tasarladığı “tanrının<br />

ne düşündüğünü, ne yapmaya çalıştığını” bilmek demektir. Eğer toplumsallaşmak,<br />

toplumsallaşarak siyasallaşmak istiyorsa Alevi-Bektaşi hareketi,<br />

tektanrıcı dinlerin kurduğu ve “temel inanç yasası” olarak beyinlere<br />

taşıdığı “doğa yasalarından farklı her türden insan doğası yasası”nı<br />

inkâr etmekle yükümlüdür. Bunu gerçekleştiremezse “tanıma bedeli”<br />

karşılığı “Sünnilikten ödünç” aldığı değerlerle kendini toplumsallaştırmaya<br />

çalışır; etik değerleri öne alınmış bir Sünniliği Alevilik-Bektaşilik<br />

diye “pazarlama” yoluna gider. “Etik Sünnilik” etiketi taşıyan böylesi bir<br />

Aleviliğin varacağı yer nettir: Sünnilik büyük din olduğuna göre “küçük<br />

din”; toplumsal ve siyasal olmanın uzağında, laik bir toprakta, “vicdanlarda<br />

yaşatılması gereken bir ahlak ve öte dünya öğretisi”.<br />

Alevi-Bektaşi tarihi geçmişte bu yükümlülükleri yerine getirmiş,<br />

yani toplumsallaşmış; toplumsallığıyla siyaseti “terbiye” etmiş; siyasal<br />

olanla- toplumsal olanın birbirine kesintisiz taşınmasını sağlamıştır.<br />

Sürekli parlattığı “gönül aynasından saçılan ışığı”, insanın aklının<br />

ve doğanın aklının toplamı olarak algılamış ve onu “Tanrı” biçiminde<br />

kimliklendirmiştir. Kimliklendirdiği ışığı, “değişime”<br />

uğratıp somutlaştırarak “tüm metafi zik dinlerin içinden<br />

akan ve onların kurallarını/ilkelerini silip süpüren bir<br />

akarsuya” dönüştürmüştür.<br />

Ve haykırmıştır:<br />

• Tanrı, “Konuşan İnsan”dır; insan “Konuşan Tanrı”dır.<br />

İbadet Tanrı’yı insanlaştırmak ya da insanı tanrılaştırmaktan<br />

başka bir şey değildir. Bu nedenle insan,<br />

toplum ve doğa, “metafi zik tanrının tasallutundan kurtarılmalıdır”.<br />

Demek ki “toplumsallaşmak, toplumsallaşarak<br />

siyasallaşmak” istiyorsa Alevi-Bektaşi hareketi,<br />

“insanı ve doğayı özgürlüğe taşıyan bir özgürleşme<br />

hareketi” olmak; Alevi-Bektaşi aydınlanması n ı-<br />

hümanizmini; bu aydınlanmanın- hümanizmin amacı<br />

olan “kendini yitiren insanın yeniden kendini bulma,<br />

toplumu kurtuluşa taşımanın nesnel yasalarını yaka-<br />

4 <strong>Sayı</strong> 25


lama” çabasını yaşadığımız ana ve geleceğe taşımak<br />

zorundadır.<br />

İşte bunun için Alevilik-Bektaşilik tarihi, devrimci<br />

tarihimizin bilgisidir: Devrimci tarihselliğimiz ise<br />

“Alev-Bektaşi tarihinin şimdileştirilmesi”dir. Aleviler-<br />

Bektaşiler toplumsallaşmak, toplumsallaşarak siyasallaşmak,<br />

bunu gerçekleştirmek için kendi tarihlerine<br />

bireysel, ötesinde toplumsal “katılım” sağlamak istiyorlarsa,<br />

“geçmişi şimdinin bilincinde yoğurmaları”<br />

gerekir. Özü gereği Alevi-Bektaşi tarihi “yorumcudur”;<br />

geçmişte olup bitenlerin “nedenlerini araştırır”;<br />

güncellendiğinde aynı nedenlerin hangi kılıklara büründüğünü<br />

ve nerelerde konuşlandığını saptar. Felsefesinin<br />

konusu, “toplum ve toplumsal yaşam”dır. İnsana<br />

özgü bir toplum ve insana özgü bir toplumsal yaşam<br />

kurmayı amaçlar. Yöntemi ise toplumsal olayları etkileyen<br />

“nedenler” olarak öne çıkan “üretici güçlere”<br />

dayanarak “toplumsal değişmeyi” kanıtlama temellidir.<br />

Nasıl Siyasallaşacağız?<br />

Söze “susturucu takma”nın zamanı değil…<br />

“Siyasallaşabilmek” için “toplumsallaşmak” gerekir: Toplumsallaşabilmek<br />

için de “örgütlenmek”. Alevi-Bektaşi dü şüncesini “özümseyebilirsek”<br />

eğer O’nun örgüt “don”una “don” olabiliriz. “Ör güt”ün “saklamış”<br />

olduğu şey “üyelerde” ortaya çıktığı için kimi kez “üyeler”, örgütün açığa<br />

çık mış “sırları”dır. “Sır insanı”, tarihsel ya da toplumsal “zorunluluğun”<br />

gerektirdiği ölçüde sırlarını açıklamak ve “yeni sır kaynaklarını”<br />

harekete geçirmekle yükümlüdür. Alevi-Bektaşi so rumluluğumuz bizi,<br />

“edepli” bir söyleme ve eyleme zorlaması gerekir.<br />

Açıktır ki Alevi-Bektaşi örgütlülüğü bir “sivil toplum” örgütlenmesi<br />

değildir. Toplumsal muhalefetin konumlanışını sivil toplumla, bileşimini<br />

yurttaşlarla, karşıtını devletle ve hedefini burjuva demokrasisiyle<br />

sınırlandırmak ve sınırladığı alana çekilmek değil Alevi-Bektaşi örgütlülüğünün<br />

asıl görevi. Asıl görevi, hakların “eşitsiz” dağıtımını yaratan<br />

“vatandaş” ya da “yurttaş “ temelli hak dağıtımına “duruş” almaktır.<br />

Bunu yaparak “eşit hak dağıtımı” üreten hakların “eşitsiz dağıtımını”<br />

yaşama geçirerek sivil toplumda ayrı ayrı sınıfsal, inançsal konumlanışlar<br />

tarafından belirlenen, yani günlük yaşamda sürdürülen “toplumsal<br />

ilişkiler” alanında çalışmaktır. Yurttaş-vatandaş temelli çalışmalar, asıl<br />

çalışmayı “tamamlayıcı-bütünleyici” nitelikte algılanmalıdır. Kaldı ki<br />

tanımlanan “sivil toplum alanı” bugün uygar yurttaş ilişkilerinin değil,<br />

saldırgan köktenciliğin, özgür rekabetin değil tekelleşmenin, üretimin<br />

değil rantın, özgür iletişimin değil medya yönlendirmelerinin, özgür söz<br />

ve karar aygıtlarının değil sendika-dernek bürokrasisinin ege men olduğu<br />

bir alandır. Çalışmaların “bütünüyle bu alana kaydırılması” ezilenlerin-horlananların<br />

mücadelesini omuzlayan örgütlerin tarihini “siler”.<br />

Sürekli yinelediğim bir gerçeği bir kez daha vurgulamak istiyorum:<br />

Alevilik-Bektaşilik bir “bilme kültürü” değildir, bir “değiştirme<br />

kültürü”dür: “Değiştirme kültürü”nün taşıyıcısı olarak her Alevi-Bektaşi<br />

önce “kendini değiştirecek”, sonra da “toplumu değiştirecektir.”<br />

Bu kapsamda, Alevilik-Bektaşilik adına yapılacak işleri,<br />

devlet ile Alevi toplumunun “organik ayrılığı” üzerine yapılandırırsak,<br />

devlet ile Alevi topluluğu arasındaki “organik geçişmeleri” “gizlemiş”<br />

ya da “örtmüş” oluruz. Giderek bu zemin üzerinde, Alevi<br />

gelenek örgütü ve demokratik kitle örgütü anlayışını, ötesinde ezilenlerin<br />

Alevileri de kucaklayan iktidarı alma amaçlı siyasal örgütlenme anlayışını<br />

ve bu örgütlerle yürütülecek demokratik/siyasal mücadeleyi “yabancılaştıran”,<br />

biri “popülist”, diğeri “elitist” olmak üzere iki “sivil toplumculuk”<br />

anlayışı boy verir. Popülist sivil toplumculuğa<br />

göre “demokrasi”, iradesini “genel oyla” dışa vuran halkın<br />

yarattığı bir şeydir; daha doğrusu “genel oy” belirleyici bir<br />

üretidir; bunu engellemeye çalışan “devlet bürokrasisi” ise<br />

“düşman”dır; kavga bu düşmana karşı verilmelidir. Daha<br />

“az” halkçı, buna karşın daha “çok” örgütlenmeci gözüken<br />

elitist sivil toplumculuğa göre ise demokrasi, kendisinde<br />

“vatanı kurtarma- devleti ve halkı esenliğe çıkarma misyonu<br />

görenlerin” oluşturduğu ideolojinin kimi örgütler<br />

aracılığıyla sivil topluma taşınmasıyla yaratılan bir şeydir;<br />

daha doğrusu “yukarıdan aşağıya” çalışan “emir-komuta”<br />

üretisidir. Bu “taşınmaya karşı çıkan” kim olursa olsun<br />

“düşman”dır ve kavga bu düşmana karşı verilmelidir. Biri<br />

sırtını “halka” dayar, diğeri sırtını “zinde güçler”e dayar:<br />

Sırtını “halka” dayayan devlet katında, sırtını “zinde güçlere”<br />

dayayan toplum katında örgütlenme yoluna gider.<br />

Her iki anlayış da sorunun çözümünü “üretim<br />

biçimi”yle bağlantılı bir “toplumsal-siyasal” çalışmada<br />

SERÇEÞME<br />

Alevi-Bektaşi örgütlülüğü<br />

siyasallaşama davranışına<br />

girerken inanç sorunlarını<br />

seslendirmekle yetiniyor;<br />

işsizliği, pahalılığı,<br />

yoksulluğu, eşitsizliği<br />

ve gündelik yaşamı<br />

doğrudan ilgilendiren<br />

toplumsal ilişkileri<br />

“dışarıda” bırakıyor<br />

Söylemi ve eylemiyle<br />

kendini “barış”,<br />

“demokrasi” ve<br />

“insan haklarıyla”<br />

sınırlayan<br />

bir “sivil toplum”<br />

hareketiyle<br />

“özdeş” duruma düşmüş<br />

bir Alevi hareketiyle<br />

burjuva demokrasisinin<br />

“bugünkü sorunlarını”<br />

aşmak<br />

olanaklı değildir.<br />

aramaz; “iktidar” ilişkilerini dışarıda bırakır. Sorunun<br />

çözümünü “barış şarkılarında”, anti-emperyalist<br />

değil, “anti-militarist” söylemlerde arar. Çözümleme,<br />

yurttaştan ve onun devletle ilişkilerinden başlar<br />

ve sonunda yine oraya döner. “Uzlaşma ve özerklik”<br />

demokratik duruşun “ayrıksı” özellikleri olarak öne<br />

çıkarılırken devletin varlığı da “kamusal alanı eşitlikçi<br />

biçimde düzene ve kurallara bağlama çabalarına”<br />

indirgenir. Devletin küçülmesi haykırılırken<br />

aynı zamanda sivil toplumdaki ilişkileri “güvenceye”<br />

kavuşturmak için devlet “yardıma” çağrılır ve onun<br />

varlığı “mutlaklaştırılır”. Bu devleti küçültmek değil,<br />

tam tersine “büyültmek”tir. Böylesi bir süreçte, “toplumsal<br />

olan toplumsal”, “siyasal olan siyasal” kalır.<br />

Devlet ile toplumun “bütünleşmesini” gerektiren her<br />

türlü proje inkâr edilir. Alevi-Bektaşi hareketi tam da<br />

bu nedenle “kıskaçta”dır: Toplumsallığı açığa çıkmış<br />

değildir, yani “gizil”dir ya da toplumsallığını açığa çıkartacak eylemlilikten<br />

“yoksun”dur, bu türden eylemlilikleri “unutmuş”tur, yani, “oy<br />

verme” yükümlülüğünden bile sakınan “kör bir toplumsallık” yaşamaktadır.<br />

Siyasallaşamadığı için de “kendi dışında toplumsallaşarak siyasal<br />

bir duruma gelmiş” herhangi bir “siyasal parti” ile siyaset “pazarlığı”<br />

yapmakta ve ondan siyaset “ödünç” almaktadır; bu “ödünce” karşılık<br />

ödediği “bedel” şu ya da bu sayıda “milletvekili”dir.<br />

Söylemi ve eylemiyle kendini “barış”, “demokrasi” ve “insan haklarıyla”<br />

sınırlayan bir “sivil toplum” hareketiyle ya da bununla “özdeş”<br />

duruma düşmüş bir Alevi hareketiyle burjuva demokrasisinin “bugünkü<br />

sorunlarını” aşmak olanaklı değildir. Alevi-Bektaşi olmaktan kaynaklanan<br />

bireysel/toplumsal sorunlar, ancak burjuva demokrasisinin “nesnel<br />

sınırları aşılarak” çözüme kavuşturulabileceğine göre Aleviler-Bektaşiler<br />

kendilerini ister “elitist” isterse “popülist” olarak algılansın “sivil<br />

toplum hareketinin” ötelerine taşımak durumundadırlar. Asıl önemlisi<br />

Alevi-Bektaşi örgütlülüğü bugün “demokrasi mücadelesi” verdiğini<br />

söylerken ya da siyasallaşama davranışına girerken kimi inanç sorunlarını<br />

seslendirmekle yetiniyor; “işsizliği”, “pahalılığı”, “yoksulluğu”,<br />

“eşitsizliği” ve gündelik yaşamı doğrudan ilgilendiren “toplumsal” ilişkileri<br />

“dışarıda” bırakıyor ya da onlardan “sakınıyor”. “Sınıf” kavramının<br />

yerine, “yurttaş” ya da “vatandaş”, ötesinde “topluluk” kavramını<br />

geçirdiği için “sanıldığının tersine” Alevi hareketi toplumsallaşamıyor,<br />

toplumsallığıyla siyaseti “terbiye edemiyor” ve siyaset kendisine “ilgisiz”<br />

kaldığı içinde siyaset alanını sürekli “daraltıyor”.<br />

Bu nedenle Alevi-Bektaşi Hareketi “toplumsallaşmak, toplumsallaşarak<br />

siyasallaşmak” istiyorsa “devrimci çözümlemeyi” bulmak, yani<br />

sivil toplumda ayrı ayrı sınıfsal konumlanışlar tarafından “belirlenen”<br />

ve günlük yaşamda sürdürülen “toplumsal ilişkileri” yakalamak/bunların<br />

taşıyıcısı/sahibi olmak zorundadır. Bu temel ilişkileri ölçü alarak<br />

başlatılan Alevi-Bektaşi örgütlü hareketi, “eşitsizlikleri devlete uzatıp bu<br />

aygıtı kendi toplumsallığını ve siyasal gücünü tanıma” temelli bir “dönüşümün”<br />

içine sokar. Açıktır ki bu bir “etkileşim” ve “geçişme”dir, yani<br />

“toplumsal olanın siyasallaşması”dır. Bu süreçte bunun tersi de gerçekleşir,<br />

yani “siyasal olan” toplumsallaşır: “Devletin bu belirlenmişlik koşutundaki<br />

girişimleriyle sivil toplum yeniden biçimlenir”. Özetle devletle<br />

sivil toplum, birbirini “dışlayacak” biçimde bir “karşıtlık” içinde bulunmaz;<br />

bunu hiçbir zaman unutamayalım.<br />

Aleviliği “sivil toplumculuk”la özdeşleştirirsek, “sivil toplumun<br />

devlet müdahalesinden kurtarılmasıyla bir kamusal alan ortaya çıkacaktır;<br />

bu kamusal alanda görüşlerin özgürce ifadesiyle bir söylemsel<br />

irade oluşacaktır” amaçlı bir mücadeleye girilir. Ancak bugün, küreselleşen<br />

kapitalizm sürecinde ulus-üstü şirketler ve bunlara eklemlenen<br />

ulusal şirketler “müdahaleleriyle” kamusal alanı “işgal”<br />

etmiş durumdadır. Klasik kamuoyunun yerini artık<br />

“halkla ilişkiler” ve “kamuoyu araştırmaları” almıştır.<br />

Tam da bu nedenle benim toprağımda, “devletin demokratikleşmesi,<br />

toplumun anti-demokratikleşmesiyle koşut”<br />

gider. Çünkü Türkiye, küresel kapitalist yayılmada<br />

bölgede emperyalist odaklar için “güçlü ve güvenilir” bir<br />

ülke olmak durumundadır. Onlar adına “koç başı” olma<br />

görevini yapabilmek için “belirli burjuva demokrasisi<br />

standardını yakalamak, dış hatları çizilmiş, iç hatları<br />

silinmiş bu demokrasi formatını yaşama geçirmek, güçsüzlük<br />

ya da güvensizlik izlenimi uyandıran kimi dinamikleri<br />

demokratik olmayan yollardan dizginlemek ya da<br />

sindirmek” zorundadır. Bu zorunluluk nedeniyle resmi<br />

değerler “şeriata karşı toplumu ordulaştıran” ideolojik<br />

devlet aygıtı işlevini gören kimi örgütler ve medya tarafından<br />

toplum yaşamına sızdırılmakta, “devlet demokratikleştikçe<br />

toplum devletleşmekte”dir.<br />

•<br />

Aralık 2006 5


SERÇEÞME<br />

HEIDELBERG’DE YAPILAN SEMPOZYUMA SUNULAN BİLDİRİ<br />

Hacı Bektaş Veli’yi Doğru Tanıyor muyuz?<br />

Serçeşme Hacı Bektaş Veli ve Hünkâr Dergâhı - Bölüm I<br />

İsmail Kaygusuz<br />

Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin yaşamı boyunca toplum için<br />

yaptığı onca güzel işler, kendisi egemen Sünni yönetimlerin<br />

inancına aykırı düştüğünden, ancak birer keramet yumağı<br />

olarak günümüze taşınabilmiştir. Halk bilinci onu<br />

gönüllerine, iç dünyalarına sultan yapmış; yürüdüğü dağı<br />

taşı, dokunduğu toprağı ağacı ve oturuşunu kalkışını, el verişini, gözaçıp<br />

kapatışını kutsamış ve olağanüstü ögelerle bezemiş. XV. yüzyılın<br />

sonlarında ilk kez yazıya geçirilmiş olan şiirsel ve düzyazı biçiminde<br />

günümüze ulaşan Hacı Bektaş Vilayetnamesi bu özellikleri taşır. Kendisinin<br />

yazdığı ya da yazdırdığı yapıtlardan ise, Şatiyye’leri ve Fevaid<br />

(Yararlı sözler) dışından sadece tam olarak Sadeddin Molla’nın türkçeleştirdiği<br />

Makalat (Sözler) elimizde bulunmaktadır. İçerikleri Şeriat<br />

ögeleriyle donatılmış ve hiç ilişkisi olmadığı kişilerin adları bulunan<br />

“Besmele’nin Şerhi” ve “Makalat’ı Gaybiyye Kelimat-ı Ayniyye” (Gizli<br />

Sözler, Açık Sözcükler) isimli kitaplar Hacı Bektaş Veli’ye ait olması<br />

olasılık dışıdır. Yazıcı-müstensih tarafından kasıtlı olarak onun adı kullanılmış<br />

ve Makalat tahrif edilmiştir.<br />

Hiçbir tarihsel kişilik, Hacı Bektaş Veli kadar kişiliğine ve konumuna<br />

ters değerlendirilip, kendisine yabancılaştırılmamış ve üstüne aykırı<br />

giysiler giydirilmemiştir. Kabaca bir sıralarsak:<br />

1) Hacı Bektaş namazında orucunda bir zahid, yani aşırı ibadet düşkünü<br />

şeriatçı bir Sünni müslüman.<br />

2) Ahmet Yesevi tarafından Anadolu’da Türklüğü ve Türkçeyi yaymak<br />

için gönderilmiş bir Türk şeyhi.<br />

3) Anadolu’yu Türkleştiren ve İslamlaştıran alp erenlerin başı, bir fetihçi.<br />

4) 1240’da doğup 1337-8’de dünyadan göçen Hacı Bektaş beylerle sultanlarla<br />

iyi uzlaşmış ve Osmanlı işbirlikçisi bir Hanefi tarikat kurucusu.<br />

5) Dünyadan elini eteğini çekmiş, tek başına inziva hücresinde “riyazat<br />

ve ibadetle iştigal edip” kerametler göstermiş bir ermiş.<br />

6) Babai halk ayaklanmasında gizlenmiş, ayaklanma bastırılınca birden<br />

ortaya çıkmış ‘meczup’ ve korkak bir derviş.<br />

Kuşkusuz Hacı Bektaş Veli bu kişiliklerin hiçbiri değildir ve olamaz!<br />

1 Öyleyse kimdir bu tarihsel kişilik?<br />

Biz Hacı Bektaş Veli’nin Alamut Nizari İsmailileriyle çok yakın bağı<br />

bulunan bir Bâtıni Dai’si olduğuna inanıyoruz. Burada önce bu ilişkileri<br />

ortaya koymaya çalışacağız:<br />

Hacı Bektaş Veli Bir Bâtıni Dai’siydi<br />

Hacı Bektaş’ın Ahmet Yesevi’nin ölümünden en az kırk yıl sonra doğmasına<br />

rağmen, onun tarafından Anadolu’yu “Türkleştirmek” ve Türkçeyi<br />

yaymak, Anadolu’yu islamlaştırmak için gönderildiğini hâlâ ciddi<br />

ciddi ileri süren, yazıp çizenler var. Yıllar önce bu anlayışa Abdülbaki<br />

Gölpınarlı haklı olarak şu yanıtı vermişti:<br />

“Hacı Bektaş’ın, Mevlana’ya karşı Türk harsını koruduğu, hatta<br />

onun bir Türkçü olduğu ve başında Ahmet Yesevi’nin bulunduğu bir<br />

teşkilat tarafından bu maksatla Anadolu’ya gönderildiği gibi, kargaları<br />

bile güldürecek hükümler verenler çıktı.” 2<br />

Elbette ki, Hacı Bektaş’ın soyunun İmam Musa Kazım’a (ö.799) kadar<br />

çıkması, onun Türk-Türkmen olmasına da engel değildir. Yedinci<br />

İmam Musa Kazım’ın ölümüyle on birinci kuşaktan Hacı Bektaş’ın doğumu<br />

arasında tam dörtyüz yıl var. Sadece adı geçen İmam’ın halefi<br />

İmam Rıza ve diğer oğullarının değil, 8. yüzyılın başlarından beri Hasan<br />

ve Hüseyin soylular zaten İran, Horasan, Daylam, Tabaristan, Afganistan<br />

ve Türkistan’a yayılmış ve evlilik ilişkileri kurmuş bulunuyorlardı.<br />

Onlar da bölgelerindeki etnik gruplar ve kültürleriyle iç içe karışıp<br />

kaynaşmışlardı.<br />

Hacı Bektaş Veli, Yesevi yolunun yolcusu olduğunu söylemenin<br />

bilimsel tutarlılığı yoktur. Tarihsel olarak Nişabur’da geçen olaylar ve<br />

Horasan bölgesindeki Moğol saldırıları gözönünde tutulacak olursa gerçeğin<br />

çok farklı olduğu görülecektir. Hacı Bektaş 1200’ün ilk on yılı<br />

içinde doğmuş olduğuna göre, Lokman Perende’den olsa olsa okuma<br />

yazma öğrenmiş ve ilk dinsel bilgilerini almış olmalıdır. Lokman Perende,<br />

Ahmet Yesevi’nin halifesi olmuş olsa bile, ondan çocuk yaşlarda<br />

ders alan Hacı Bektaş’ın Yeseviliği öğrenip, ona bağlanması olası görülmüyor.<br />

Abdülbaki Gölpınarlı bu konuda, “hasılı bizce, Ahmet-i Yesevi<br />

nasıl şöhreti yüzünden Bektaşi geleneğine sokulmuşsa, Lokman da bu<br />

geleneğe sokulmuş ve bu zata Hacı Bektaş’a hocalık ettirilmiştir” diyor. 3<br />

Kuşkusuz bu kişiler sadece “şöhretleri” yüzünden değil, Hacı Bektaş’ın<br />

“menkıbe”lerinin yazıya geçirildiği dönemin (1480’li yıllar) Osmanlı<br />

siyasetinin gereği olarak Vilayetname’ye sokulmuştur. Gölpınarlı’nın<br />

asıl Mevlana Celaleddin adlı yapıtında, Hacı Bektaş Veli hakkındaki<br />

aşağıdaki saptaması çok yerindedir:<br />

“Hacı Bektaş, bütün manasıyla batıni inanışların mürevvici (yayıcısı,<br />

propagandasını yapan) bir batıni dai’siydi. Bunu ‘Makalat’ açıkça<br />

gösterdiği gibi en eski kaynakların Bektaşilik hakkında verdikleri<br />

malumat da teyid eder...” 4<br />

Hacı Bektaş Veli Ailesi ve Nişabur Kenti<br />

Hacı Bektaş ailesiyle birlikte, doğduğu kent olan Nişabur’dan en geç<br />

1221’in Mart ayında –daha erken de olabilir– ayrılmak zorunda kalmıştır.<br />

Çünkü kent Nisan ayının ikinci haftasında Moğol ordusu tarafından<br />

kuşatıldı. Kendisi henüz 11-14 yaşları arasındadır. Belki de<br />

Vilayetname’de anlatıldığı gibi, babası “İbrahim el-Sani, Tanrının<br />

rahmetine varmıştı.” Ayrıca aynı paragrafta, “padişahlığı Hacı Bektaş<br />

Veli’ye arzettiler, kabul etmedi. Padişahlığı, amcazadelerinden olan ve<br />

Musa-el Sani evladından Seyyid Hasan’a verdiler” denilmektedir.<br />

Bu gerçek Nişabur padişahlığı değil, gönül padişahlığıdır. Belli ki,<br />

Hacı Bektaş’ın henüz çocuk olması dolayısıyla, babasının yerine Seyyid<br />

Hasan seçilmiştir. Bu kişi kaynaklara göre Abdal Musa’nın dedesidir.<br />

Eğer İbrahim el-Sani Nişabur’da ölmüşse, aile ve aileye bağlı olanlar<br />

Seyyid Hasan’ın önderliğinde Nişabur’dan çıkıp yollara düşmüştür.<br />

Burada biraz Nişabur’dan sözetmek gerekecek: Sünni Selçuklu önderi<br />

Tuğrul Bey 1038’de Nişabur’u alıp, kendisini bu kentte sultan ilan<br />

etmişti. Nişabur 1142’de, İsmaililiğe eğilim duyan Selçuklu Prensi Atsız<br />

tarafından ele geçirilmiş ve ancak bir süre sonra Nişabur’la birlikte<br />

Sencer tüm Horasan’a yeniden egemen olmuştur. Önemli İranlı bilge<br />

ve ozan, “Doğu’nun büyük aklı” diye nitelenen Nasır Husrev, 1052 yılında<br />

Horasan hücceti, yani Fatımi İsmaili baş dai’si olarak karargâhını<br />

Belh’de kurmuş; oradan Nişabur ve Horasan’ın diğer kentlerine İsmaili<br />

propagandasını yönetiyordu. Hasan Sabbah’ın Alamut Nizari devletini<br />

kurmasından ölümüne kadar (1090-1124) ve ölümünden sonraki Alamut<br />

şeflerinin, Melikşah (1063-1092) ve oğullarıyla mücadeleleri boyunca<br />

İsmaili dai’leri İsfahan’da Belh ve Nişabur’da çok geniş propagandaya<br />

girişmişler ve Onikimamcı Şiilerden kendilerine büyük katılımlar olmuştu.<br />

Bunlar Sünni Selçuk oğullarının baskılarından ötürü akın akın<br />

Hasan Sabbah’ın kalelerine (dar-ül hicralara) gidip yerleşiyorlardı. Kentlerde<br />

kalanlar da gizli ilişkiler içerisindeydiler. 5 Hacı Bektaş Veli’nin<br />

babasının ve dedesinin bu olaylarla ilişkileri olmadıkları söylenemez.<br />

Kısacası bu kent, bölgedeki Harezmşahlar, Karahitaylı ve Selçuklular<br />

arasındaki çekişmeler arasında birinden diğerine sıkça el değiştiriyordu.<br />

Son olarak;<br />

“10 Nisan 1221, Cumartesi günü Moğolların eline geçen Nişabur<br />

şehrinin sonu (Merv’den) daha acıklı oldu. Halkı katledilerek tamamıyla<br />

tahrip edilen kent tarla haline getirilip üzerinde çift sürüldü. Gizlenerek<br />

sağ kalanları da imha etmek için bir Mogol komutanı bu 400 kişi<br />

ile harabeler arasına bırakıldı.” 6<br />

Kuşkusuz Hacı Bektaş ailesi ve yandaşlarının, yerle bir edilmiş,<br />

tarla gibi sürülmüş Nişabur’a bir daha geri gelmiş olmaları düşünülemezdi.<br />

O zaman bu aile nereye yerleşmiş ve ergenlik çağına yeni girmiş<br />

bulunan Hacı Bektaş eğitimini nerede görmüştü? Farid Daftary,<br />

Moğolların Horasanı istila ettikleri yıllar ve Horasan’ın batıdan sınır<br />

komşusu Kuhistan bölgesindeki Nizari kalelerinin durumu hakkında<br />

şu bilgileri veriyor:<br />

“Alamut İmamı Alaaddin Muhammed III’ün (1221-1255) ilk yıllarıydı.<br />

Sünni ulema dahil, Mogolların önünden kaçan çok sayıda Horasanlı<br />

göçmenler gelerek Kuhistan bölgesindeki Nizari İsmaili kalelerine<br />

sığındılar. İsmaililer aralarına katılmış olan sığınmacılarla herşeylerini<br />

paylaştılar. Doğrusu, Kuhistan Nizarilerinin bilgin önderi Şihabeddin<br />

mültecilere öylesine iyi ve cömert davrandı ki bu, Nizari bölgesinden<br />

6 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇEÞME<br />

Alamut’a şikayetler bile oldu; hazinenin kaynakları üzerinde olumsuz etkilenmelerden<br />

yakınılıyordu. Alamut’tan onun yerine atanmış olan yeni<br />

muhteşim Şemseddin Muhammed de mültecilerde eşit derecede saygı ve<br />

hayranlık uyandırdı. Bu olayları, 1224-1226 arasında üç kez Kuhistan’ı<br />

ziyaret etmiş bulunan Sünni kadı Osman bin Sirac al-Din al Cuzcani<br />

anlatmaktadır. Hatta Şemseddin ile savaşmakta olan Sünni Sistanlılar<br />

adına diplomatik görüşmeler yapmıştı.”<br />

Hacı Bektaş ve Şemseddin Muhammed Tebrizi<br />

Demek ki, Hacı Bektaş’ın aile çevresi ve yandaşları da en geç 1221 yılı<br />

ortalarında, Kuhistan’daki İsmaili kalelerinden birine sığınmışlardı. Büyük<br />

olasılıkla bu kale, Nizari valisinin oturduğu Şahdiz kalesiydi. Hacı<br />

Bektaş’ın, daha sonra 1223 yılı sonunda Alamut tarafından Kuhistan<br />

yöneticisi olarak atanan yeni İmamın büyük üvey kardeşi Şemseddin<br />

Muhammed bin Hasan İhtiyar (çok sonraları Şemseddin Tebrizi adıyla<br />

tanınacaktır) ile kurduğu ilişki yaşamlarının son dönemlerine kadar sürecektir.<br />

Genç Hacı Bektaş’ın Şemseddin Muhammed gibi birinin koruması<br />

altına girmiş olmasıyla bâtıni eğitimini, Nizari İsmaililerden, almış<br />

olabileceği bir gerçeklik olarak karşımıza çıkıyor.<br />

Hacı Bektaş, Şahdiz ya da Alamut Nizari Medresesi ve kitaplığında<br />

tüm dai’lerin okuduğu, Kur’an ve hadislerin bâtıni yorumlarıyla birlikte<br />

İmam Cafer’e atfedilen risaleler ve onun bâtıni yorumcularının yapıtlarından<br />

olan Ummu’l kitab, Mansur el-Yamani’nin Risalat el-alim ve’l<br />

Ghulam, ve asıl İhvan-ı Safa Risaleleri, Nasır Husrev’in tüm yapıtları<br />

(Vechi Din, Sefername ve diğerleri), Hasan Sabbah’ın Dört Faslı ve<br />

Sergüzeşt’ini, ve özellikle 1164’de Büyük Kıyamet Çağrısı’nı ilan eden<br />

Alamut İmamı Zikri Selam Hasan II’nin ve Hasan Sabbah’ın düşünceleri<br />

çerçevesinde, İsmaililiğin yeniden düzenlenip açıklığa kavuşturulmuş<br />

ilke ve buyruklarını içeren Haft Bab-ı Baba Sayyidina, vb., yapıtlarını<br />

okuyup yetişmiş bir İsmaili dai’siydi. Makalat’ında da bu kitaplardan<br />

yansımaları rahatlıkla görebiliriz.<br />

Anlaşılıyor ki, babasının amcası oğlu Seyyid Hasan ailesi ve bazı<br />

yandaşlarıyla Azerbaycan’da Hoy kentine yerleştiklerinde, Hacı Bektaş<br />

ve kardeşi Menteş, birlikte Nizari İsmaili eğitim kamplarında, medreselerinde<br />

eğitim ve öğretimlerini sürdürüyorlardı. Hacı Bektaş, İsmaililer<br />

arasında on yıldan fazla kalmış olmalıdır. 1230’lu yılların içinde bir İsmaili<br />

dai’si olarak dava misyonu yüklenip seyahatlara çıkmıştır. Bu görevleri<br />

de yetiştiricisi, öğretmeni Şemseddin’nin önerisi ve Alamut İmamı<br />

Alaeddin Muhammed III’nin (1221-1255) onayıyla yüklenmiştir. Dai’ler<br />

listesinin çıkartılması ve görevlerin onaylanıp icazet verilmesi, Fatımi<br />

İsmailileri zamanından beri gelenekselleşmiş-resmileşmişti. 7 Kuşkusuz<br />

Alamut’taki dai’ler listesi, büyük kitaplık ve arşivlerinin 1257’da toptan<br />

yakılıp yok edilmesi dolayısıyla ele geçmemiş bulunmaktadır.<br />

Hacı Bektaş bir bâtıni İsmaili Dai’si olarak önce Hindistan’a gitmiş<br />

olabilir. Bu dava gezisi, Şemseddin Muhammed Tebrizi’nin Multan, Pencap<br />

ve Gucerat’ta İsmaililiği yaydığı döneme rastlar. Onun Hindistan’ı<br />

gezmiş olabileceği, Vilayetname’deki Güvenç Abdal söylencesinden anlaşılmaktadır.<br />

Söylencede Hacı Bektaş Veli, Güvenç Abdal’ı Delhi’deki<br />

kuyumcu müridinden bin altın neziri (adağı) almaya göndermiştir.<br />

Otuz yaşlarındaki genç İsmaili dai’si olarak bâtıni dervişi Hacı<br />

Bektaş’ın son durağı Rum diyarı, yani Anadolu olmuştur. Görüldüğü<br />

gibi onu Anadolu’ya gönderen Ahmet Yesevi değil, bağlı bulunduğu İsmaili<br />

Hüccet’i Şemseddin Muhammed el-Tebrizi ve Alamut İmamı Alaeddin<br />

Muhammed III (1221-1255) olmuştur. Alamut’tan Horasanlı Baba<br />

İlyas’a yeni bilgiler, belki buyruk getirmiş ve onun hizmetine girmiştir.<br />

Hacı Bektaş’ın başından beri içinde ve stratejik katkılarda bulunduğu<br />

Baba İlyas ve Baba İshak’ın yönettiği Babai Halk hareketinden<br />

Alamut’un habersiz olduğu zaten düşünülemez. Yönetim düzeyinde, Celaleddin<br />

Hasan III zamanında (1210-1221) bile Anadolu’da Alamut’un<br />

büyük bir otoritesi olduğunu gösteren bazı tarihsel belgeler 8 sözkonusu<br />

olması dışında, en büyük Selçuklu Sultanı Alaaddin bile her yıl Alamut’a<br />

vergi veriyordu. 9<br />

Baba İlyas’ın piri olan Dede Garkın’ın Ebu’l Vefa yolağından olduğunu<br />

ve dolayısıyla Baba İlyas ile Baba İshak’ın Ebu’l Vefa’ya bağlı bulunduklarını<br />

Osmanlı tarihçileri ve menakıbname yazarları da söylemektedirler.<br />

Dipnot 7’de değindiğimiz Fatımi İsmaililerin X. yüzyılı başlarındaki<br />

listede Ebul Vefa, Daylam Baş Dai’si olarak geçiyor. Olasıdır<br />

ki, yaşamının son zamanlarında ise Irak’ta Bağdad baş dai’si görevinde<br />

bulunmuş olup, Ebul Vefa Bağdadi adıyla anılmaktadır. Ayrıca anımsatalım;<br />

İsmaililer kendi aralarında Alamut önderlerine “Baba Seyyidina”,<br />

yani ‘Baba Efendimiz’ diye çağrılıyordu. Oysa Vilayetname’de Hacı<br />

Bektaş’ı ziyarete gelmiş olduklarından sözedilen Horasanlı Kalenderiler,<br />

Haydariler bu kılıkta dolaşan İsmaililerden başkası değildir.<br />

Sonuç olarak, Hacı Bektaş Veli, 1257’de Alamut’un Moğollar tarafından<br />

yerle bir edilmesi sonucu İsmaililerle ilişkisini kesmiş midir? Bilemiyoruz,<br />

ama bâtıni inancın doruğunda; zamanın kurtarıcı imamı gibi<br />

ortaya çıkıp, Alamut İmamlarının temsil ettiği Ali’nin donuna bürünmüştür.<br />

Haft Bab-ı Baba Seyyidina’ya göre zamanın İmamı Ali’yi temsil<br />

ediyor, bütün İsmaili inançlıların her biri de Salman’nın makamında<br />

bulunuyordu, yani birer Salman idiler. Aynı şekilde bunu bir çok Alevi-<br />

Bektaşi ozanı işlemiştir. Örneğin XV. yüzyıldan Hasan Dede (ö.1469)<br />

bir nefesinde,<br />

Yerlerin göklerin binasın düzen<br />

Ak üstünde kara yazılar yazan<br />

Engür şerbetini Kırklara ezen<br />

Hünkâr Hacı Bektaş Ali kendidir<br />

Kul Hasan’ım var mı sözümde yalan<br />

Münkirin gönlünü gümana salan<br />

Doksan günlük yolu kuşlukta alan<br />

Hünkâr Hacı Bektaş Veli kendidir<br />

derken, Şah İsmail Hatayi (ö.1524) yedi kıtalık bir düvazimamıyla<br />

muhiplerini “Ali’ye Salman olmaya çağırıyor”:<br />

Muhammed’e gönül kat ki<br />

Cahd edip rehbere yet ki<br />

Bir Gerçek’ten etek tut ki<br />

Ali’ye Salman olasın<br />

Hacı Bektaş Veli’nin Makalat’ı da<br />

Onun Bâtıniliğinin Önemli Kanıtıdır<br />

Hacı Bektaş Veli Makalat’ında, insan olmak, kendini tanımak için sadece<br />

şeriatın yetmediğini, inancı tamamlamak ve “Hak ile hak olmak,<br />

onunla birleşmek için” tarikat, marifet ve hakikat kapılarını da geçmek<br />

gerektiğini anlatmıştır:<br />

“İnsandan ulusu yoktur... Arifler marifet tahtı üzerinde oturur. Tanrıyla<br />

söyleşirler, konuşurlar. Ali’ye sordular, ‘Tanrı’ya, görürmüsün<br />

ki taparsın?’ Ali der: ‘Görmesem tapmaz idim”<br />

diyor. Bu anlayış Sünniliğe sığar mı? Şeriatta bu sözleri söyleyen kâfirdir.<br />

“…Akıldan yararlanmasını bilen için gizli bir şey yoktur. Bilim evrenin<br />

tüm değerlerinin üzerindedir. Bilimle gidilmeyen yolun sonu<br />

karanlıktır...”<br />

Akıl ve bilim hakkında söylediği bu türden sözlerin şeriat dogmalarıyla<br />

hiçbir ilgisi yoktur ? Ayrıca Makalat’ta Hacı Bektaş kendisine bağlı<br />

olanların ibadetlerini de gösteriyor, sonunu da “insanoğlu için en önemli<br />

ibadet; doğruluk ve insan sevgisidir” diye bağlıyor. 10<br />

Gönlü, Kabe’ye benzeten Hacı Bektaş Veli,<br />

“Kabe’de ihram giymek demek, hakkı batıldan seçmektir. Ve ham<br />

yoldan taş arıtmak, Kabe’de Arafatta taş atmaya, kendi nefsini (kötü)<br />

heveslerini depelemek ise Kabe’de kurban kesmeğe benzer”<br />

diyor. 11 Bu ifadeler, Sünni İslamın Hac şartını yoksaymaktır, reddidir.<br />

Arafatta şeytan taşlayacağına, yoldaki taşları temizle; hem sen hem<br />

başkaları rahat yürürsünüz anlamına gelir. Hacı Bektaş’ın önderliğini<br />

yaptığı, kendi fadesiyle “Marifet ve Hakikat makamlarının” ehli olan<br />

“arifl er ve muhibler zümresidir”, yani bâtıni Alevi inançlılardır. Onlar<br />

için 8 Ağustos 1164 yılında Alamut’ta ilan edilen “Büyük Kıyamet Çağrısı”<br />

ilkeleriyle “tatil-i Şeriat” dönemi başlamıştır; Şeriat tam 842 yıldır<br />

tatilden dönemedi. 12<br />

NOTLAR:<br />

1 İ, Kaygusuz, Hünkar Hacı Bektaş Veli, Alev Yay,, Istanbul, 1998, s. 6-9.<br />

2 A, Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4. Basım, İstanbul-1985, s. 237.<br />

3 Vilayetname, Hazırlayan: Abdülbaki Gölpınarlı, İstanbul, 1990, s. 103.<br />

4 A, Gölpınarlı, Mevlana Celaleddin, 4. Basım, İstanbul, 1985, s. 239-40.<br />

5 Farhad Daftary, İsmailis, Their History and Doctrines, s. 204-216.<br />

6 V. V. Barthold, Çev. Prof. Dr. Dursun Yıldız, Türkistan, TTK Yayınları,<br />

Ankara, 1991, s. 472, 558, 560; dpnt. 385.<br />

7 Burada Fatımiler döneminden bir örneği, bizi yakından ilgilendirmesi<br />

dolayısıyla vermekte yarar var: X. yüzyılın başlarında, Rey kenti başkadısı<br />

olan Abul Cabbar Hamdani (936-1025), “Tathbit Dala’ il Nubuwwat”<br />

kitabında (s. 180) Kahire’yi ziyaret eden dai’ler listesinde Abul Vefa-ül<br />

Daylami adı geçmektedir. Bu kişi daha sonra Abul Vefa Bagdadi adıyla<br />

tanıdığımız (1100’lerde öldüğü bilinen, Mineyikli soyağacına göre Zeyd<br />

soylu (annesi Kürt) olan Abul Vefa olamaz mı?<br />

8 O, Turan, Türkiye Selçukluları Resmi Vesikalar, Ankara, 1988, s. 106-108.<br />

9 Al Hamawi, al- Tarikh-i al-Mansuri, s.340. Ak. F. Daftary, İsmailis. s. 420.<br />

10 Hacı Bektaş Veli, Makalat, Haz. S, Aytekin, Ankara, 1961, s. 32, 36, 73.<br />

11 Makalat, s. 75.<br />

l2 Bu büyük gün için bkz. İ. Kaygusuz, Nizari İsmaili Devletini Kurucusu<br />

Hasan Sabbah ve Alamut, Su Yayınları, İstanbul, 2004, s. 85-89.<br />

Aralık 2006 7


SERÇEÞME<br />

HEİDELBERG ÜNİVERSİTESİ’NDE YAPILAN BİRİNCİ ULUSLARARASI ALEVİLİK SEMPOZYUMU<br />

Tarihte Alevi Ocaklarının Rolü ve Geleceği<br />

Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu eski genel sekreteri Hasan<br />

Gazi Öğütçü Dede, Prof. Dr. Raoul Motika ve Dr. Robert<br />

Langer’in düzenlediği “Alevilerin Tarihine ve İnanç Dünyasına<br />

Yön Vermiş Ocak Düzeni ve Dedelik Kurumunun Tarihi, Kaynakları, Etnografyası<br />

ve Sosyolojisi” konulu Birinci Uluslararası Alevilik Sempozyumu,<br />

1-2 Aralık tarihlerinde Almanya’nın Heidelberg Üniversitesi’nde<br />

yapıldı.<br />

Strasbourg Üniversitesi’nden Prof. Dr. Irénè Mélikoff ve Heidelberg<br />

Üniversitesi’nden Prof. Dr. Michael Ursinus’un himayesi altında toplanan<br />

sempozyumun birinci günü öğleden sonra AABF Dedeler Kurulu Başkanı<br />

Cafer Kaplan’ın okuduğu gülbeng ile başladı. Açılış töreninde Heidelberg<br />

Üniversitesi’nin Rektör Prof. Dr. Silke Leopold. Prof. Dr. Gregor<br />

Ahn, İslam Bilimcisi Prof. Dr. Michail Ursinus, Hamburg Üniversitesi<br />

Türkoloji Bölümü’nden Prof. Dr. Raoul Motika, ve ABD’nin New York<br />

eyaletindeki Hofstra Üniversitesi’nden din tarihçisi ve sosyologu Prof.<br />

Dr. Markus Dressler konuşmalar yaptı. Ardından Faysal İlhan, Gürani<br />

Doğan ve Kemal Erarslan deyişler söyledi ve dede kızları Elmas Polat,<br />

Zeynep Sevim, Selver Çağlayan, Zehra Sevim, Zehra Çalışkan ve Ziynet<br />

Kutlu semah döndü.<br />

Recai Aksu<br />

Hasan Öğütçü konuşmasında sempozyumun amacının, Alevilerin<br />

tarihi, yazılı belgeleri ve tapınç törenleri üzerine uluslararası alanda yapılan<br />

araştırma ve incelemeleri kamuoyu ile paylaşmak olduğunu belirtti.<br />

Gelecekte Alevi ocakları ve tarihi üzerine daha geniş araştırmaları<br />

özendirmek istediklerini ifade ederek şunları söyledi:<br />

“Aleviliğin yazılı kaynaklara sahip olmadığı görüşü yanlış ve yanıltıcı.<br />

Anadolu’da köklü geleneğe sahip Şah İbrahim Veli ve Dede Kargın<br />

Ocaklarına ait tarihi belgelerin fotokopilerinin Heidelberg Üniversitesine<br />

verilmesi ile başlayan, geçtiğimiz yaz Heidelberg Üniversitesi<br />

ile Malatya bölgesinde yaptığımız alan araştırmasından sonra, Ocak<br />

ve Dedelik kurumu, Dedelere ait el yazmaları ve Ocakların geleceği<br />

üzerine aldığımız sempozyum kararını hayata geçirdik.”<br />

Kimler Katıldı<br />

İrene Melikoff’un sağlık nedenleriyle katılamadığı sempozyumun ikinci<br />

günü bildiri sunumlarına ayrılmıştı. Birinci oturuma İngiltere’nin Bristol<br />

Üniversitesi’nden Dr. David Shankland başkanlık etti. Bu oturumda<br />

New York’tan Prof. Marcus Dressler, “Çağdaş Dedelik: Uluslar arası<br />

Alevi Cemaatında Dinsel Otorite ve Ritüel Uzmanlığı”; Ankara’dan<br />

Hamza Aksüt, “Osmanlı Tarihinde Şah İbrahim Veli ve Dede Kargın<br />

Ocağı”; Londra’dan İsmail Kaygusuz, “Ocaklar Tarihinde Kutsal Bir<br />

Şahsiyet Olarak Hacı Bektaş Veli” konulu sunumları yaptı.<br />

İkinci oturumun başkanlığını Hollanda’nın Leiden Üniversitesi’nden<br />

Prof. Martin Van Bruinessen yaptı. Bu oturumda, Ankara’dan Dr. Mehmet<br />

Fuat Bozkurt, “Ocaklar ve Çeşitli Buyruk Gelenekleri’; Berlin’den<br />

Anke Otter-Beaujean, “Umuma Açık Kütüphanelerde Şeyh Safi Buyruğu<br />

Tarzında Metinler”; Heidelberg Üniversitesi öğretim görevlisi Johannes<br />

Zimmerman, “Osmanlı Ansiklopedi ve Lügatlerinde Alevi Ocak ve Dede<br />

Kavramları”; Heidelberg Üniversitesi’nden cand. phil. Janine Karolewski<br />

“Ocak, Dedeler ve Elyazmaları: Alevi Ayin-i Ceminin Yazımı ve Yayımı”<br />

konulu sunumlar yapıldı.<br />

Öğleden sonra yapılan üçüncü oturuma Heidelberg Üniversitesi’nden<br />

Dr. Robert Langer başkanlık etti. Bu oturumda İsviçre’nin Bern kentinden<br />

Dr. Hüseyin Ağuiçenoğlu, “Alevi Dedelerinin Dil ve Etnik Kimlik<br />

ve Aşiret Sisteminin Rolü”; Dr. David Shankland, “Batı ve Orta<br />

Anadolu’daki Dedelik”; Fransa’nın Lille kentinden Dr. Elise Massicard,<br />

“Cumhuriyet Döneminde Ulusoy Ocağı: Soya Dayanan Dinsel Otorite<br />

ve Dönümüş Çalışmaları” konulu sunumları yaptı.<br />

Dördüncü oturuma Prof. Markus Dressler başkanlık yaptı. Bu oturuma<br />

İstanbul’dan Dr. Ali Yaman, “Yakın Tarihte Ocak Sisteminin Gelişmesi”;<br />

Dicle Üniversitesi’nden Doç. Dr. Ahmet Taşgın “Kentsel Dedelik<br />

ve Ocak Sistemi: Gaziantep’te Bir Din Sosyolojisi Araştırması”;<br />

Giessen’nden Dr. Beatrice Hendrich, “Alevilikte Cinsiyet ve Din Uzmanlığı”<br />

konulu sunumlar yapıldı.<br />

En son yapılan tartışma bölümünü Hamburg Üniversitesi Türkoloji<br />

Bölümünden Prof. Dr. Raoul Motika yönetti. Bu bölümde Hasan Gazi<br />

Öğütçü, “Çağdaş Bir Kurum Olarak Ocak”; İsmail Kaplan ve AABF<br />

Eğitim sorumlusu İsmail Kaplan, “AABF Modeline Göre Dede Eğitimi”;<br />

ve Dr. Robert Langer tartışmaya temel olan sunumları yaptılar.<br />

8 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇEÞME<br />

SEMPOZYUMA KATILAN YABANCI ARAŞTIRMACILARIN SUNDUKLARI BİLDİRİLERDEN ÖZETLER<br />

Cumhuriyet Türkiye’sinde<br />

Ulusoy Ailesi<br />

Elise Massicard<br />

Hacı Bektaş soyundan gelenlerin cumhuriyet<br />

Türkiye’sinde Alevilik içerisindeki gelişimi ele<br />

alan Massicard, “Ulusoy ailesi dini otoritesini<br />

keramet ya da müstesna bir inayet olarak değil,<br />

daha ziyade taşınması güç bir sorumluluk<br />

olarak görmektedirler.” diyerek Çelebi/Ulusoy<br />

ailesinin dini otorite, itibar ve nüfuz kaybettiğini<br />

belirtiyor. Bunun toplumsal süreçlerle<br />

bağlantılı olduğunu belirtiyor:<br />

“Çelebi ailesinin durumun etkileyen ana<br />

hadise 1925 tarihinde tarikatların ve dolayısıyla<br />

Bektaşi tarikatının kapatılmasıdır.”<br />

Ancak ailenin dini fonksiyonunun gayrı<br />

resmi olarak devam ettiğini belirten Massicard,<br />

aile içinde çıkan sorunların dini otoritenin parçalanmasına<br />

etkide bulunduğunu belirtiyor.<br />

“Anlaşmazlığın temelinde ruhani liderlikle<br />

ilgili miras kuralları sorunu yatmaktadır:<br />

Veliettin Çelebinin haleflerine göre yalnızca<br />

bir mürşidin oğulları mürşit olabilirler.<br />

Ahmet Çelebi’nin haleflerine … ailenin en<br />

yaşlı erkeğinin mürşit olması gerektiğini<br />

savunan ikinci bakış açısı … geçerli görünmemekte.”<br />

Ailenin durumunu etkileyen diğer süreç<br />

siyaset. 1950 sonrasında Aleviler Ulusoyların<br />

otoritesini tanıyordu, bu oya dönüştürülebilirdi.<br />

Bu da aileyi siyasi partiler için çekici kılıyordu.<br />

Aileden bazıları farklı siyasi partilerden<br />

aday oldu ve seçildi. “Hatta bazen birbirlerine<br />

karşı aday bile oldular” diyen Massicard şöyle<br />

devam ediyor:<br />

“1960’lı yılların sonlarında Türkiye Birlik<br />

Partisi’nde (TBP) … bir aile stratejisinin<br />

izleri görülmektedir. ... O zamanlar mürşit<br />

olan Feyzullah 1966’da partinin kurucuları<br />

arasındaydı; partinin ilk katıldığı 1969 seçimlerinde<br />

Ulusoy ailesinden aday olanlar<br />

dörtten az olmayıp her biri kendi seçim bölgesinde<br />

liste başında yer almış ve dördünden<br />

üçü de seçilmişti. Ancak bu mutabakat<br />

üzün sürmedi. 1969’da seçilen parlamento<br />

açık bir çoğunluk çıkaramamış ve TBP sekiz<br />

milletvekili ile stratejik hakem rolüne<br />

bürünmüştü. 1970’de Demirel hükümetinin<br />

güvenoyuna ihtiyacı vardı. Yeni seçilen<br />

solcu TBP’nin yönetimi ve mürşit Feyzullah<br />

güvenoyu vermemişlerdi. Ancak parti<br />

içerisinden beş milletvekili -bunlardan üçü<br />

Ulusoy ailesinden seçilmiş olan milletvekilleriydi-<br />

hükümete güvenoyu vermişlerdi.<br />

Bu da milletvekillerinin parti disiplinine<br />

aykırı davranmaktan dolayı partiden uzaklaştırılmalarını<br />

beraberinde getirmiştir. Bu<br />

yeterli görülmemiş, bu milletvekilleri …<br />

ağır bir dini ceza olan ‘yol düşkünü’ ilan<br />

edil mişlerdir.”<br />

Bu değerlendirmenin ardından Massicard,<br />

sürecin sonucunu şöyle özetliyor:<br />

“Bu politik düzenleme aile içerisinde tartışmalara<br />

ve anlaşmazlıklara, dışardan ise<br />

sert eleştirilere kısaca aile otoritesinin zayıflamasına<br />

neden oldu.”<br />

Sonuç bölümünde “Ulusoy ailesinin bugünkü<br />

dini otoritesi ne durumdadır?” sorusunu<br />

Massicard, şöyle yanıtlamaktadır:<br />

“Alevilerin çoğu Ulusoylara daha eleştirel,<br />

ama saygıyla bakmaktadırlar. ... Bugün<br />

Ulusoy ailesi 1960’lı yıllarda Alevi hareketinde<br />

üstlendikleri rolden daha az önemli<br />

rol oynamakta. ... Veliettin Hürrem’in 2006<br />

Ağustos’unda Hacıbektaş’ta Cem’e katılması<br />

kuraldan ziyade istisnadır. Ulusoy ailesi<br />

... ne Alevi hareketinde ne de Alevilikteki<br />

dini merasimlerde bir birliğin oluşması<br />

konusunda sözünü geçirebilmiştir. 90’lı<br />

yıl ların başlarında Alevi `törenleri ve Alevi<br />

hareketi içinde dini otorite konusunda<br />

söz sahibi olmak üzere kurulması denenen<br />

aile vakfı ise iç çatışma ve hizipleşmelerden<br />

dolayı başarısızlıkla sonuçlanmıştır. ”<br />

Cem Ayininin Yazıya<br />

Geçirilmesi<br />

Janina Karolewski<br />

1950’li yıllara kadar Alevi cem ayininin yapılışı<br />

ile ilgili bilgiler sözlü, yazılı ve mimetik<br />

olarak aktarılarak korunmuştur. Törensel metinler<br />

ezberlenerek, törensel hareketler ise mimetik,<br />

yani törende görülen davranışları taklit<br />

ederek, aktarılmıştır.<br />

Köy topluluklarının çözülmesiyle, genç<br />

nesiller ile eski nesillerin ruhani kişileri arasındaki<br />

bağlantı kopmuştur. İşleyen rivayet<br />

zinciri kopmuştur.<br />

İlke kez Malatya, Hekimhan, Bıcır köyünde<br />

yaşayan iki dede dini bilgilerini Latin harflerine<br />

aktarmıştır. Bu çalışmada 1953 ve 1955<br />

yıllarında yapılan ayinlerin akışı yazılı olarak<br />

tarif edilmiş. Buyruk metinlerinde olmayan<br />

nefesler ve dualar ayinin akışı içerisinde yazıya<br />

dökülmüştür.<br />

Günümüzde Alevi topluluğunun söylenceleri<br />

yazıya dökmekte ve sözlü aktarım arka plana<br />

itilmektedir. Bu yolla buyruk metinlerinden<br />

farklı yeni bir metin türü ortaya çıkmaktadır.<br />

Dedelerin kayıtlarına göre 1950’li yıllarda<br />

Alevi törenlerinin görgü işlevini devam ettirmeye<br />

ve korumaya çalışıldığı söylenebilir.<br />

Artık böyle bir şeyi düşünmek olanaksızdır,<br />

çünkü geleneklerde bir kopma yaşanmıştır ve<br />

bugünkü sosyo-ekonomik koşullar elverişli<br />

değildir.<br />

Daha 1950’1i yıllarda farklılaşan sosyoekonomik<br />

şartlarda Alevi öğretisini aktarma<br />

yönteminin devam edemeyeceği anlaşılmış ve<br />

farklı arayışlara girilmiştir.<br />

Çağdaş Alevilikte Dedelik<br />

Markus Dressler<br />

Geleneksel Alevi cemaatinde dedeler dini ve<br />

sosyal yaşamı düzenleme yetkisine sahipken,<br />

80’li yıllara gelindiğinde siyasi ve toplumsal<br />

gelişmeler dedelerin bu rollerinin aşınmasına<br />

yol açmıştır. Güdülen laiklik politikası dedelerin<br />

geleneksel toplumsal rolünü etkilemiş, esas<br />

neden ise sosyo-ekonomik gelişmeler olmuştur.<br />

20 yüzyılın ortalarında şehre göç hareketi<br />

Alevi toplumunun sosyal yapısını değiştirmiş,<br />

bu koşullar dede talip ilişkisinin çözülmesini<br />

beraberinde getirmiştir. Aynı zamanda 60’lı ve<br />

70’li yıllarda Aleviler arasında yükselen solculuk<br />

dalgası dedeleri ve dedeliği sömürgeci<br />

sistemin feodal temsilcileri olarak görmüş, bu<br />

da dedelik itibarının yitirilmesinde önemli bir<br />

rol oynamıştır.<br />

Bunlar olurken şehirlerde bir Alevi orta sınıfı<br />

oluşmuştur. Alevi toplumunda geleneksel<br />

hiyerarşik düzenin ortadan kalkarken, daha<br />

sonra Aleviliğin yeniden canlanmasına önayak<br />

olacak yeni bir Alevi seçkinleri tabakası oluşmuştur.<br />

Aleviliğin yeniden uyanışıyla beraber<br />

dedeler yeniden saygı kazanmaya başlamış; geleneğin<br />

taşınması ve Alevilik uygulamalarının<br />

diriltilmesinde onlara yeni bir pay ve önemli<br />

bir görev düşmüştür.<br />

Bugün şehirlerde oluşan yeni Alevi topluluklarında<br />

dedeler geleneksel bağları aramadan<br />

görevini yerine getirmektedirler. Dede<br />

otoritesinin merkezi bugün ayin-i cemdir, ama<br />

diğer sosyal ve toplumsal temsil işlevleri sınırlanmıştır.<br />

Yeni Alevi seçkinleri ise Alevi kuruluşları<br />

ve medya aracılığıyla bu temsil rolünü<br />

üstlenmektedirler. Ayin-i cem gibi dedelik görevlerini<br />

kendi kendilerine öğrenen çok sayıda<br />

dede bulunmaktadır. Bu sorunu çözmek için<br />

cem el kitapları yayınlanırken, çağdaş Alevilikte<br />

dedeliğin yeni formları ve dedelik eğitimi<br />

üzerine tartışmalar devam etmektedir. Modernlik<br />

yanlısı Aleviler, dedelik kurumunun<br />

hayatta kalabilmesi için tüm merasim ve ayinlerin<br />

merkezileşmesi ve homojenleştirilmesi<br />

gerektiğini savunurken, gelenekçiler bunun<br />

Aleviliğin zenginliğini ve çoğulculuğu öldüreceğini<br />

savunmaktadırlar.<br />

Değişen Dede-Talip İlişkisi<br />

David Shankland<br />

İngiliz araştırmacı David Shankland, tebliğini<br />

şöyle tanıtıyor:<br />

“Aleviliğin kalbi olan … dedeliğin soydan<br />

geliyor olması eskiden olduğu kadar bugün<br />

de Alevilik için önemli bir sorun olarak görülüyor.<br />

Aleviliğin geçirdiği değişim, toplum<br />

üyelerinin dedeliğin doğuştan kazanılan<br />

bir makam olmasını kabul etmeye ne<br />

kadar hazır oldukları ile doğrudan alakalı.<br />

Belli ki bu meselenin özellikle Avrupa’da,<br />

Aleviliğin nasıl idare edileceği ve öğretileceği<br />

üzerine büyük etkisi olacak.”<br />

Modernleşme ile aileden gelen makamların<br />

yerlerini öğrenim ve eğitimle kazanılan<br />

konumlara bırakması gerektiği düşünülür diyen<br />

Shankland, tebliğine esas olan verilerin iç<br />

Anadolu’nun doğusundaki bir Alevi topluluğu<br />

üzerine yaptığı saha çalışmasından derlendiğini<br />

ve bu verilerin Türkiye’nin geneli için ne<br />

kadar geçerli olduğuna karar vermenin güç olduğunu<br />

vurguluyor.<br />

Dedelerin önce köy toplumundaki rollerine<br />

değiniyor. “Sadece dede soyundan gelenler<br />

Aleviliğin ilkelerini öğretebildiğine göre onlar<br />

dini önderler, ama rolleri bundan ibaret değil.”<br />

diyen Shankland şunları belirtiyor: Köy içinde<br />

Alevi kültürü bir bütünlüğe sahip; Alevi birey<br />

bir dedeyi takip ediyor, yolu seçiyor, belli kurallara<br />

göre davranıyor, Aleviliğin prensiplerini<br />

takip ederek yaşıyor. Ama şehirlere taşınma<br />

ile hayat tarzında değişiklikler ortaya çıkıyor.<br />

Geleneksel örf ve adetlerin uygulanması azalıyor;<br />

cem törenine katılım azalıyor; Dede ile talip<br />

arasındaki ilişki değişiyor; dede taliplerine<br />

önceki kadar yakın olamıyor.<br />

Köylülerde baskın fikir dedenin soydan gelmesib<br />

Okula gitmenin tek başına dede olmak<br />

için yeterli olmayacağı oldu. Dernekleşmeyi ve<br />

Almanya’da Aleviliğin okullarda öğretilmesine<br />

karşı değiller, aksine buna olumlu bir gelişme<br />

olarak görüyorlar. Böylece bir paradoksa<br />

ulaşmış oluyoruz; Aynı topluluk hem herkese<br />

açık olan bir inanç sistemi istiyor, öte yandan<br />

soydan gelen dini önderliği tercih ediyor.<br />

Aralık 2006 9


SERÇEÞME<br />

Bremen Alevi Evi Derneği Kuruluş Yıldönümü Paneli<br />

Bremen Alevi Evi Derneği’nin, 8 Aralık Cuma günü yapılan<br />

Kuruluş Yıldönümü Panel’ine konuşmacı olarak Londra’dan araştırmacı-yazar İsmail Kaygusuz davetliydi.<br />

İsmail Kaygusuz’un yaptığı “Alamut (Nizari) İsmaililiği ve Anadolu’da Yaşayan<br />

Alevilikle İlişkileri-Etkileşimi” konulu sunumun metni Alevi Akademisi internet sitesinde okunabilir:<br />

<br />

BREMEN ALEVİ EVİ DERNEĞİ’NİN KURULUŞ YILDÖNÜMÜ PANELİNDE DERNEĞİN POST DEDESİNİN YAPTIĞI KONUŞMA<br />

Giriş Gülbengi<br />

Cümlenizin cemaline aşk-ı muhabbetimle, Gerçeğin demine Hü!<br />

Dil benden himmet cemalinizden, destur ve nefes pirimden ola!<br />

Meydanımız, gönüllerimiz ve zihinlerimiz,<br />

Ehli-Beyit nuru ile aydın ola!<br />

Cümle art niyetler ve şerler aramızdan def ola!<br />

Muhabbetimize kırkların, birlik ve beraberlik ruhu mihman ola!<br />

Kelama gelen cümle canların ilhamları, insan sevgisi,<br />

iyi niyet, hoşgörü ve dostluktan yana, dolu ola!<br />

Gerçeğin demine Hü!<br />

Değerli canlar,<br />

Alevilik, teolojik anlamda, gnostik bir inanç biçimidir, yani gerçeği<br />

semavi dinlerde olduğu gibi dogmatik kurallarla değil, kutsallaştırdığı-mistik<br />

değerlerini, bir bilgisellik süreci içinde algılayıp yorumlayan<br />

evrensel bir öğretidir. Bir başka söyleyişle inanç ile bilginin harmanlanmasıdır.<br />

Dün akşam Dedemiz, Cem erkânı ile inancımızın yüce değerleriyle<br />

gönüllerinizi nurlandırdı. Bu akşam ise değerli misafirlerimizin, aydınlarımızın<br />

ve bilim adamlarımızın bize sunacakları eğitim semineri bizler<br />

için bir aydınlanma erkânı.<br />

Değerli konuklarımızın anlatacakları konulara uygun olarak ben de<br />

bilgim, görgüm ve yeteneğim ölçüsünde bir gönül hizmetinde bulunmaya<br />

çalışacağım.<br />

Bu niyetle, kendi inanç ve kültürüne dönme, sahip olma ve onu çağımız<br />

toplumu şartlarında yaşamak isteyen Aleviliğin ve özel olarak bizim<br />

camiamızın bu yıl içinde yaşadığımız sorun ve sıkıntılara derman<br />

olması dileğiyle, inanç ve kültürümüzün en yüce değerlerinden biri olan<br />

gönül olgusunu, sizinle paylaşmak istiyorum.<br />

Önce gönül olgusunun Alevi inanç ve kültürü içindeki farklı alanlarından<br />

ve farklı boyutlarından örnekler sunmaya çalışacağım. Sonra<br />

zâhiri ve bâtıni anlamını, tarihsel süreç içinde oluşum özelliklerini ve en<br />

sonunda da bu değerin güncel önemine değinmeye çalışacağım.<br />

Gönül Olgusunun Alevilikteki Yeri<br />

Bana göre Alevi inanç ve kültürünün geçerli tariflerinden biri de, Aleviliğin<br />

bir gönül yolu olduğudur...<br />

Alevilik tabular, yasaklar ve cezalandırmalar gibi dogmatik kurallarla<br />

sınırlı bir inanç değildir. Alevilik, hem inanmada, hem elvermede<br />

hem de ikrarlarda kişinin özgür iradesini temel alan, bir gönül kararıdır.<br />

Bu nedenle, “yol bir, sürek bin” diyoruz. Bu özgür irade ve gönül kararı,<br />

Aleviliği bir inanca benzetmeye çabalayan asimilasyoncu, şeriatçı yaklaşımlara<br />

bir cevaptır.<br />

Gönül, Alevilikteki tüm erkân kapılarının anahtarıdır. Cem’i yürütecek<br />

olan Dede, posta oturmadan önce cemaatten gönül rızalığı ister.<br />

Cem’de ibadet erkânına girilmeden önce, Dede cemaate katılan canların<br />

Bir Gönül Hizmeti<br />

Dr. Hüsnü Kaya Dede<br />

gönül birliğini sorgular. Cem’de söylenen nefes, deyiş ve duvaz-ı imamlar<br />

gönül yolunun gereklerini, değerlerini dile getirerek, çaresiz, umutsuz<br />

ve zayıf canlara güç verirler. Bu yolda kırılmış ve incinmiş gönülleri<br />

yüceltmeye çalışırlar. Dede’lerinin erkânlarda söyledikleri tüm gülbenglerin<br />

ortak dili, gönül yüceliğini işler:<br />

“Dâr çeken gönüller didar görsün,<br />

Gönlün, gönül yolundan ayrı düşmesin<br />

Canınız sağ, gönlünüz yüce olsun”<br />

Dede bir gönül mimarı olarak, Cem’e katılan canların gönüllerini<br />

zenginleştirir. Buna Cem’de gönüllerin aydınlatılması ve nurlanması denir.<br />

Tüm erkânlarda alınıp-verilen ikrarların amacı da canlar arası gönül<br />

birliklerini kurmak, denetlemek ve geliştirmektir. Bu sayede kişiye sosyal<br />

ve kolektif bilinç kazandırılır. Bu anlamıyla gönül, Alevi bireyinin<br />

kişilik edinmesinde bir toplumsallaşma aracıdır.<br />

Alevilikte gönül, mistik anlamda kutsal saydığımız değerlere bir<br />

mekân teşkil eder. Alevilik, Tanrı’yı insanın üstünde ve dışında değil,<br />

onun gönlünde arar.<br />

Gönül olgusunun zengin bir şekilde işlendiği bir diğer alan Alevi<br />

inancında, bireysel ve toplumsal yaşamın davranış normlarını belirleyen,<br />

Alevi etiği veya edep-erkân dediğimiz ahlaki yaşam alanıdır.<br />

Bu yüzden bilen kişi için gerek günlük ilişkilerde, gerekse erkânlarda<br />

gönül kırmak suç kabul edilir. hatırlayacağınız gibi, Erkânlarda, Dede<br />

cemaate sorar, “Kırdığınız, incittiğiniz bir can var mı?” ya da “Kırılmış<br />

ve incinmiş gönüller varsa, bile gelsin, dile gelsin!” Gönül kırmak suç<br />

sayıldığı gibi, inançsal anlamda da günah kabul edilir. 12 İmam Matem<br />

Döneminde gönül kırmak, günahtır ve niyetin son bulmasına sebeptir.<br />

Gönül olgusunun çok zengin işlendiği bir alan da ozan-deyiş geleneğidir.<br />

Çalıp söyleyen her ozan ve âşık, gönül olgusuyla kutsiyetlerini,<br />

hakkını, sitemini, özlemlerini ve mesajlarını dile getirmişlerdir. Bu<br />

yüzden, içinde gönül kelimesi geçmeyen çok az Alevi deyişi vardır. Bu<br />

deyişlerden bazıları, hemen her kesin ezber bildikleridir.<br />

Ozan-deyiş geleneğinde işlenen gönül olgusu, yasaklar altında yaşamak<br />

zorunda bırakılan, yazılı anlatım şansı bulamayan Alevi inanç-kültürünün<br />

bir türlü yakılıp yok edilemeyen kütüphanesidir; asimile edemedikleri<br />

hafızasıdır ve denetleyemedikleri gizli iletişim yollarıdır.<br />

Bu özelliklerinden dolayı gönül yolu ve gönül bilgisi, Aleviliğin olmazsa<br />

olmaz inanç dinamiklerinden biridir.<br />

Gönül Olgusunun Zâhiri ve Bâtıni Anlamı<br />

Önce bir açıklamayı gerekli buluyorum. Ben konuya inandığım, bildiğim<br />

gibi bir yorum getirirken, bunların mutlak doğru olduğu şeklinde bir<br />

yanlış anlaşılmaya yol açmamasını dilerim.<br />

Gönül olgusu, zâhiri tanıtım ve anlam itibariyle insanın duygusal yaşamının<br />

bir işlevidir, yani, tamamen öznel bir olgudur. İnsan vücudunda<br />

ne anatomik ne de fizyolojik anlamda bu işlevi yapan belli bir organ veya<br />

10 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇEÞME<br />

fonksiyon yoktur. Ancak bu biyolojik gerçeğe rağmen gönül, çok farklı<br />

coğrafyalarda ve kültürlerde insanlar tarafından bir olgu olarak dile gelmiştir.<br />

Alevilik dışındaki inanç ve kültürlerde dile gelen gönül, aşk olarak<br />

nitelenen duygusal ilişkilerin özlem ve sitemleri olarak dile gelir. Alevilikte<br />

işlenen gönül, bir çok alanı, anlamı ve söyleyiş biçimini kapsayan<br />

derin, mecazi, gizemli ve bilgi yüklü bir zenginlikte işlenir.<br />

Bâtıni anlamda gönül insanda mistik, etik ve gizemli bir mekândır.<br />

Bu mekân vücudun belli bir yerinde değil, geometrik şekli üçgen olan<br />

bir alandır. Bir köşesi nişanı akıl olan beyinde; bir köşesi sembolü sevgi<br />

olan kalpte; bir köşesi ise anlamı iman olan vicdan-terazisindedir.<br />

Mekân olarak gönül hem bu üçünün birliğidir, hem de bunların ahenkli<br />

bir harmonisidir.<br />

<strong>Sayı</strong>, alan ve geometri gizeminden anlayanlar bilir ki bu düzen, zannedildiği<br />

gibi tesadüfü olmayıp, belli nesnel gerçekliği anlatan gizemli<br />

bir mirastır. Gönül denen, akıl, sevgi ve iman üçlemesinin tarihsel oluşum<br />

sürecine, Aleviliğin gelişim sürecine paralel olarak, bu üçlemeyi<br />

oluştukları sıraya göre doğrulayan süreçlerin olduğuna şahit oluruz.<br />

Ìnanç tarihinde ilk defa Ehli-Beyit kökenli Mutezile taraftarları, o<br />

güne kadar geçerli olan mitolojik tanrı, evren ve insan anlayışına karşı,<br />

inançta bilgiyi ve aklı önde tutan bir anlayışla şunları söylerler:<br />

Tanrı, üstümüzde, dışımızda, korku verici, cezalandırıcı şekli şemali<br />

olan bir varlık değildir, O, her şeyi yaratan bir cevherdir, bir ışıktır, bir<br />

nur’dur. Bu cevher her varlıkta var, amma aynı oranda değil, en çok insanda.<br />

Bu yüzden gerçeği ancak insan idrak edebilir. Tanrısal özü insanda<br />

idrak eden bu cevher, akıldır, yeri de beyindir.<br />

Aynı şekilde Tanrının insanları alın yazıları ile yaratıp; bu alın yazılarına<br />

göre yaşamak zorunda olan insanı öbür dünyada, yargılaması<br />

diye bir şey olamaz. O dönemlerde İslami düşüncenin en gelişmiş merkezi<br />

olan Basra’da, başını Hasan Basri’nin çektiği bu anlayışa karşı çıkan<br />

Ìmam Hasan soyundan olduğu bilinen Vasıl bin Ata’nın, Tanrı, insan,<br />

alınyazısı, günah ve cezalandırma konularındaki söylemleri özellikle<br />

Ehli-Beyit ve hariciler arasında geniş taraftar bulur. Vasiliye veya Mütezile<br />

ekolü olarak bilinen bu anlayış ve taraftarlar Karmati toplum düzeninin<br />

inanç felsefesini de etkilemiştir.<br />

Basra’da başlayan bu anlayış, daha sonra Mısır’da kurulacak olan ismailli<br />

Fatımililerin fikirleri ile daha da zenginleştirilerek, Südur-teorisi<br />

ve Kâmil-insan anlayışına varır. Bu dönemin özelliği, o güne kadar yalnız<br />

duygu ile ifade edilen mitolojik inanç anlayışına karşı, inançta aklın<br />

hem mistik bir kudret olduğu, hem de bu cevherin ancak gerçeği idrak<br />

edebileceğini savunan bir anlayışın ortaya çıkmasıdır.<br />

Basra ve Mısır’da bu gelişmeler olurken, Horasan’da komşu bulundukları<br />

Hint ve Budist düşüncelerden esinlenen Hz. Ali taraftarları arasında,<br />

İslamın mitolojik tanrı-insan ve evren anlayışına karşı Melameti<br />

temelli, sufi derviş akımları gelişir. Bunlar da, tanrının insanların üstünde<br />

ve dışında olmadığını; tanrı denen şeyin her şeyin içinde olan ilahi<br />

bir nur olduğunu; bu nurun insanın zikrinde ve eylemlerinde olduğunu;<br />

insan bu nura zikr ettiği ve hizmet ettiği zaman onu kendi cemalinde<br />

biriktirerek onunla bir olur: Mansur’un En el Hak demesi bu gerçeğin<br />

bir yaşanma örneğidir.<br />

Bu inanış ve düşüncedeki sufi dervişler, farklı yörelerde ve farklı<br />

zamanlarda, Yesevi, Kalenderi, Haydari ve Vefai dervişleri olarak,<br />

Anadolu’ya gelmeden önce Horasan erenleri, Anadolu’ya gelişten sonra<br />

Rum erenleri veya Anadolu erenleri olarak bilinirler.<br />

Böylece Basra’daki akıl yoluna Horasan’da sevginin yeri kalp (yürek)<br />

olan melamet aşkı eklenir.<br />

Gönül bilgisinin oluşumunda önemli bir durak da Alamut’tur. Hasan<br />

Sabah kuramında işlenen gönül bilgisi sayesinde, insanlar ölümün korkusunu<br />

yenerek, iman ve cesaret sayesinde tek insanların neleri yapabileceklerin<br />

örnekleri bilenlere malumdur.<br />

Bu süreçleri, gelişmeleri harmanlayan, yeni bir senteze kavuşturan<br />

son durak ise Anadolu Alevi-Bektaşi Tasavvufu olacaktır. Bu dönemdeki<br />

gönül bilgisine geçmeden bu zamanların Piri Yunus’u dinleyelim:<br />

Çalış, kazan, ye, yedir<br />

Bir gönül ele getir<br />

Bir gönül ziyareti<br />

Bin Kabe’den yeğrektir<br />

Yunus Emre der Hoca,<br />

Gerekse bin var Hac’ca<br />

Hepsinden iyi<br />

Bir gönülle girmektir.<br />

Bu süreç, düşünen ve söylenenlere, eylem denilen, davranış-disiplininin<br />

eklenmesidir. Temel içerik, bilineni içe kapanıp,derin anlamak; bu<br />

sayede cemalindeki tanrısal özü fark etmek; davranışlarını buna odaklayıp,<br />

bu öz adına gönül hizmetinde bulunmak; bunun verdiği derin sevgi<br />

ve haz ile dolarak, ermişliği yakalamaktır. Bu, tasavvuf ehli için ermişliğe<br />

varan meditatif ibadet disiplinidir. Bu aşama da dergâh bir kurumlaşma<br />

dönemidir. Bu aşamada mana aleminin gizemi, dergâh bilgi ve<br />

disiplini içinde geliştirilir.<br />

İnsan önce kendi vicdan terazisinde, kendini tanımalı. Bu aşamaya<br />

“gönül kapısını aralama” denir. Sonra, insan aklını ve inancını kullanarak<br />

gerçek denen şeyin ne olduğunu araştırmalı. Buna sezgi aşaması<br />

denir. Bundan sonra da kendini bilmiş bir şekilde imamını, sezgisini ve<br />

aklını kullanarak gerçeğe varır. Buna da ariflik, kâmillik veya ermişlik<br />

safhası denir. Dört Kapı, Kırk Makam, bu evrede gönül üzerine kurulu<br />

içeriklerin öğrenme disiplini ve ibadetinin uygulama alanındaki basamaklarıdır.<br />

Eğer anlatabildimse, Aleviliğin tarihsel oluşum süreci içinde, gönül<br />

bilgisinin yeri olan.beyin, kalp ve iman tahtasının, gönül bilgisindeki<br />

oluşum sırasını ve bunların birbirlerini nasıl tamamladıkları hakkında<br />

bilgilendirmeye çalıştım.<br />

Gönül Bilgisinin Güncel Gerekliliği ve Önemi<br />

Şuna kesinlikle inanıyorum ki Alevilik geliştikçe, gelecekte gönül bilgisi<br />

üzerine çok şeyler yazılıp söylenecektir.<br />

Her insan kendini, mayalandığı toplumun inanç-kültürü ile bireysel<br />

edinmelerin odak noktasında bulur. Alevi bireyi olarak bizim de mayalandığımız<br />

gönül bilgisini, inanç kültürünün gerçek mistik değerlerini<br />

doğru tanıyıp, algıladığımızda insan olarak içinde bulunduğumuz toplumsal<br />

yaşamda daha dengeli ve mutlu olacağımıza inanıyorum.<br />

Gönül bilgisini öğrenmek ve onu yaşam pratiğine geçirmek Alevi<br />

inançlı bireyler için kişiliklerini inanç yolu ile yüceltme anlamında bir<br />

eğitim yoludur. Gönül bilgisi, bütünsellik ve farkında olma boyutunun<br />

birlikte yaşandığ<br />

ı ve işlendiği bir meditasyondur. Gönül bilgisinin kavranması Alevi<br />

hareketinin içinde bulunduğu kısır tartışmalara, kişisel çekişmelere ve<br />

yöresel-geleneksel anlayışlara karşı bir dermandır. Gönül bilgisi, canlar<br />

için bir aydınlanma, nurlanma gerekliliğidir. Gönül bilgisi, bir yol gerekliliğidir.<br />

Benim kısaca sunmaya çalıştığım gönül bilgisi, tarihsel gelişimi,<br />

felsefi gizemi, mistik içeriği, meditatif ibadet boyutu ve psiko-sosyal<br />

kimlik edinmedeki önemi açısından bir deryadır. Araştırdıkça beni hayranlık<br />

içinde bırakan noktalardan bir tanesi, diğer inanç ve kültürlerden<br />

çok farklı ve çok önce inancımızda bu kadar gizemli, zengin ve derin<br />

bilginin var oluşudur.<br />

Bir dede olarak ceddim bana gönül bilgisi gibi bir hazinemizin var olduğunu<br />

bana ayan etmiş, amma şu andaki kerametim ve nefesim bu hazineye<br />

yalnız başına varmaya yetmiyor. Amma şunu seziyorum, oldukça<br />

derinlerde olan bu mirasa, bu hazineye tek tek kişilerin değil, bu yolla<br />

gönüllü niyet ve hizmet etmeye hazır canların ortak çaba ve birliklerin<br />

varacağına inanıyorum.<br />

Bilgim, yeteneğim ve zamanım ölçüsünde, size bir gönül hizmetinde<br />

bulunmaya çalıştım. Bu niyetle hizmet etmeyi arzularken, anlatım ve<br />

üslubumda oluşmuş kusur ve eksiklerimin cemalinizce hoş görülmesini<br />

dilerim.<br />

Cümlenizin öncelikle beni dinleme sabrını, doğru olarak kabul ettiğiniz<br />

gerekleri yerine getirme niyet ve hizmetini Hak yolunda bir hizmet<br />

kabul ediyor, bu niyet ve hizmetinizin Pir-Rehber-Gönül defterine kaydını<br />

Hak-Muhammet-Ali yolunun Divanından ve Dergâhından kabulüne<br />

dua ederim,<br />

Bitiş Gülbengi<br />

Dert, tasa ve sıkıntı içinde olan canların gönülleri<br />

Hak evliyalardan derman bula,<br />

Erenler, ulular, mürşit ve pirler, gönül yolunda kusur ve<br />

eksiklikleri olan canların günahlarını af eyleye,<br />

Yolunuz, inancınız ve ikrarlarınız Hak-evliyaların didarından, Ehli-<br />

Beytin katarından ve didarından, Mansur’un dâr’ından<br />

ve didarından ayrı düşmeye,<br />

Nuri cihanın mürşidi Ali’nin piri İmam Hüseynin,<br />

Bektaşi Veli’nin ve Ana Fatma’mızın<br />

erdem ve şefaatleri iki cihanda üzerinizde<br />

hazır ve nazır, daim ve kaim ola,<br />

Cümlenizin canı sağ, alnı ak, yüzü güleç, şansı açık ola<br />

Gönüllerinizden insan sevgisi, iyi niyet, hoşgörü,<br />

birlik ve beraberlik aşkından eksik olmaya<br />

Yolunuz gönül yolundan ayrı düşmeye cümlenizin gönüllerine<br />

aşk-ı niyazımla,<br />

Gerçeğin demine Hüüü....<br />

Aralık 2006 11


Kaç seçim öncesidir böyle oluyor: Aleviler yine savruluyor.<br />

Üstelik bir önceki, daha önceki seçim dönemlerinde<br />

yaşanmış olanlardan dersler çıkarmadan, aynı şeyler<br />

yeniden yeniden yineleniyor. Yalpalama savrulmaya<br />

dönüşüyor. Alevi kurumlar sarsılıyor, onulmaz yaralar<br />

açılıyor. İç kanama, oksijen çadırını işaret ediyor.<br />

Yine deneylerden biliyoruz ki seçim fırtınası geçince,<br />

hava sakinleşecek, sular durulacak, taşlar yerine oturacak,<br />

yaralar sarılacak. Ama izleri de kalacak.<br />

Birlik Partisi, Barış Partisi deneylerini, en sağdan en<br />

sola siyasi parti kapılarını aşındırma olgularını, örtülü<br />

ödenek hikâyelerini de anımsadığımızda; “Bu neden<br />

böyle?”, sorusunu sormadan edemiyoruz.<br />

Gerçekten de bu neden böyle?.. Aleviler neden siyaseti<br />

beceremezler?.. Neden birbirlerine düşerler?.. Neden<br />

burjuva politikacılarının elinde oyuncak olurlar?.. Neden<br />

kendilerine büyük misyonlar, vizyonlar vehmederler?<br />

Neden siyaset alanında kuralları, kurumları, gelenekleri,<br />

mirasları yoktur?..<br />

Çünkü köylüler.<br />

“Köylü” sıfatını küçümseyici bir anlamda kullanmıyorum.<br />

Köyde doğmuş olan, köyde yaşamakta olan<br />

anlamında kullanmıyorum, bir zihniyet, “bir anlayış,<br />

algılayış, hayata bakış” anlamında kullanıyorum. Ve<br />

böyle tanımladığımda da hem kaderci, teslimiyetçi, tanrıcı,<br />

gelenekçi, hem de çıkarcı, kurnaz, günübirlikçi bir<br />

değerler sisteminden söz ediyorum.<br />

Bu anlamda yaşamakta olduğumuz yerleşim biriminin hangi coğrafyada<br />

olduğu anlamını yitirir. Ankara, İzmir, Adana, Köln, Paris, Basel’de<br />

yaşasanız da köylüsünüzdür, Anadolu’nun herhangi bir köyünde yaşıyor<br />

olsanız da kentlisinizdir. Kent yaşamının temel aldığı değer ve ilişkiler<br />

sistemi “ilericidir”. Kent bu anlamda “ortak akıl”dır. İletişim, etkileşim,<br />

kolektivizm, işbölümü, fabrikadır. Bu kültür kurum ve kurumsallaşma<br />

üzerine oturur.<br />

Bu açıdan irdelediğimizde; Aleviler çoğunlukla, kentteki köylülerdir.<br />

Henüz kurumlarını yaratamamışlardır. Bu olgu onların suçu değildir.<br />

Zira yüzyıllardır kıra, dağa-bayıra, ormana sürülmüş, orada yaşamaya<br />

zorlanmışlardır.<br />

Sünnileri düşündüğümüzde ise 300 yıl hüküm süren Selçuklu<br />

Devleti’nde, 600 yıl ömre kavuşmuş Osmanlı Devleti’nde hükümran yetkilerin<br />

kullanıcısı oldukları gibi, bu yetkilerin konusu da olabilmişlerdir.<br />

Dolayısıyla, kendi hukuklarını, sanatlarını, mimarilerini, müziklerini,<br />

edebiyatlarını geleneklerini yaratabilmişler ve kuşaktan kuşağa aktarabilmişlerdir.<br />

Vergi toplamış, bütçe oluşturmuş, asker toplamış ordular<br />

kurabilmiş, diplomasi geliştirmiş (Hanedan ve saraydan ibaret de olsa)<br />

hiyerarşik bir yapı oluşturabilmiş, hak ve ödevleri tanımlayabilmişlerdir.<br />

Tarihsel süreç içinde dönemi değerlendirdiğimizde görebildiklerimiz<br />

bunlardır.<br />

Aleviler ise; kırda-köyde; korunma-sakınma dikkatlerini hep canlı<br />

tutarak geleneksel-feodal inanç temelli örgütlenmeleriyle, yer yer, zaman<br />

zaman katliamlara da maruz kalarak, bugüne dek, köyden kente<br />

dek gelebilmişlerdir. Bunu başarabilenlere ne mutlu.<br />

Ama onlar artık kentteler.<br />

Kendi sanatlarını, kültürlerini, kurumlarını, yaşam tarzlarını kent<br />

koşullarında yeniden yorumlamaya, yaratmaya çalışıyorlar. Yeni ilişki<br />

biçimleri oluşturma, mücadele biçimleri geliştirme, inatla var olabilme<br />

uğraşı içindeler. Toplum-topluluk-kesim olabilmeye, geleneksel kurumlar<br />

(dergâh-ocak-pir-mürşit, dede-talip-musahip) yerine modern, çağdaş<br />

örgütler (dernek-vakıf-federasyon-konfederasyon) oluşturmaya çalışıyorlar.<br />

Bu yolda ilerlerken sancılar çekiyorlar, köydeki yaşam biçimleri,<br />

kültürel, ekonomik ve sosyal ilişki kalıntıları ile kentteki (üstelik kapitalist<br />

üretim biçimi ağı içinde) yaşam biçimleri arasından, yeni bir sentezle,<br />

tarz-biçim-içerik oluşturmaya çalışıyorlar.<br />

Bu yol engebelidir. Tuzaklarla, tökezlemelerle doludur. Aynı zamanda<br />

sınav yeridir.<br />

Alevilik dün, buz altından akan bir dere iken, bugün, gün ışığında<br />

çağlayan bir nehirdir. Zaman zaman bulansa, taşa toprağa karışsa da...<br />

İşte bu bulunma hallerinden biri de yakın geçmişte (26 Kasım 2006)<br />

Alevi-Bektaşi Federasyonu (ABF) Kongresinde yaşandı.<br />

Bir dizi olumsuz gelişme iç kanamayla sonuçlandı.<br />

Bir hareket, oluşum, ideoloji, teori, felsefi görüş içinde fikir ayrılıkları<br />

olabilir. Fikirler birbirleriyle kendi terbiyeleri içinde karşı karşıya<br />

SERÇEÞME<br />

Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor<br />

Ali Balkız<br />

Kaç seçim öncesidir<br />

böyle oluyor:<br />

Aleviler yine savruluyor.<br />

Üstelik bir önceki,<br />

daha önceki seçim<br />

dönemlerinde<br />

yaşanmış olanlardan<br />

dersler çıkarmadan,<br />

aynı şeyler<br />

yeniden yeniden<br />

yineleniyor.<br />

Yalpalama<br />

savrulmaya dönüşüyor.<br />

Alevi kurumlar sarsılıyor,<br />

onulmaz yaralar açılıyor.<br />

İç kanama,<br />

oksijen çadırını<br />

işaret ediyor.<br />

gelebilirler, çarpışabilirler. Farklı fikirler, ne denli farklı<br />

da olsalar, aslında birbirlerini beslerler. Her biri ötekinin<br />

eksikliğini tamamlar, yanlışını giderir, sonuçta ise<br />

bütünlüğe ulaşılır. Netleşme sağlanır. Her kim ki karşı<br />

görüşten yararlanmaz, kördür, her kim ki karşı görüşe<br />

kulağını kapatır, sağırdır. Akıllı fikir sahipleri, öbür<br />

fikirden de yararlananlar, böylece kendi eksikliklerini<br />

de görebilenlerdir. Tarihin akışını belirleyen bütün fikir<br />

akımlarında yaşanan ayrışmaların bizlere gösterdiği<br />

gerçek budur. Ve o gerçek hep ileriyi işaret eder. Doğru<br />

fikirlerin ne denli doğru olup olmadıklarının denek taşı<br />

ise pratiktir. O nedenledir ki ustalar “Devrimci teori olmadan<br />

devrimci pratik olmaz”, derler. Eklerler: “Teori<br />

pratiği belirler, pratik döner teoriyi etkiler.” Bu olgu,<br />

devrimci, diyalektik bir bütünleşmedir.<br />

Bu her zaman böyle olmaz.<br />

Bir de kimi ayrılıklar-ayrışmalar vardır ki; fikir ayrılıklarından<br />

kaynaklanmaz, örgütlenme anlayışına, çalışma<br />

tarzına, yönetme biçimine, müttefikler belirleme<br />

tercihine göre de oluşabilir. Burada teorinin yerini (teorisyenler<br />

diyemeyeceğim) “aktörler” alır. Aktörler ise<br />

kendileri yazar, kendileri oynarlar. Aktörlerin ise bir tek<br />

şeye gereksinimleri vardır: Alkış, alkış, alkış...<br />

Alkışlar aktörlerin başını döndürür, düşünme yetilerini<br />

dumura uğratır. İnsana olmadık hatalar yaptırır.<br />

Ve elbette akı kara, karayı ak gösterme gibi bir beceri<br />

de kazandırır.<br />

Aktörler bu haliyle ve elbette sahne boyunca başarılıdırlar, izleyicileri<br />

de ikna ve mutlu etmişlerdir. Ama bir de tiyatro salonunun dışındaki<br />

yaşam vardır. Asıl denek yeri orasıdır, turnusol kağıdı oradadır.<br />

Bu açılardan 26 Kasım ABF Kongresine baktığımızda gördüklerimiz<br />

şunlardır.<br />

Öncelikle bu olağanüstü kongre hangi ihtiyaçtan doğmuştur?..<br />

Bu kongreyi yurtdışı istemiştir.<br />

Çünkü yurtdışı, Alevi Hareketinin, temel kaynağı ve anayurdu olan<br />

Türkiye’de; kendisine; partner, ortak, omuzdaş, yoldaş, musahip olabilecek,<br />

kurumsal eksikliklerinden arınmış, demokratik işleyişini sürdürebilen,<br />

kişilikli, irade sahibi bir örgüt yerine, kendisine “hem aklıyla,<br />

hem cüzdanıyla bağlı”, şube statüsüne indirgenmiş bir yapı oluşturmak<br />

istemiştir.<br />

Anlaşılıyor ki ilişkiler eskiye dayanıyor. Turgut Öker, Hıdır Temel,<br />

Selahattin Özel, Zekeriya Gökpınar, İbrahim Arslan, Muharrem Erkân<br />

arkadaşları, Alevi kamuoyu Demokratik Barış Hareketi (DBH) ve Barış<br />

Partisi (BP) süreçlerinden anımsıyor.<br />

DBH’nın 1995’deki adı: “Alevilerin pazarlık partisi”ydi (Siyah Beyaz,<br />

25 Kasım 1995) ya da “Danışıklı Bölme Hareketi” (Cumhuriyet, 20<br />

Aralık 1995), Tansu Çiller’in de yakından ilgilendiği bu girişimin ilk<br />

kitlesel gövde gösterisi (Demokratik Barış Hareketi 1. Ulusal Toplantısı)<br />

25 Kasım 1995 tarihinde Ankara’da, Atatürk Spor Salonunda yapılmıştı.<br />

(25 Kasım 1995, Siyah Beyaz Gazetesi) 24 Aralık seçimlerine bir<br />

ay kalmıştı. Bu toplantıya yurtiçinden 500 otobüs, yurtdışından ise 18<br />

uçakla gelen Alevi yurttaşlar katılmıştı. Ancak valiliğinin çıkardığı kimi<br />

bürokratik engelleri Tansu Çiller çözmüştü. Yurtdışından gelen uçakların<br />

taşıdığı dostlarımız arasında, Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu<br />

(AABF) Genel Başkanı Ali Rıza Gülçiçek ile Genel Sekreter Turgut<br />

Öker de vardı. Siyah Beyaz Gazetesinin (25 Kasım 1995) yazdığına göre;<br />

AABF seçimlerde kullanılmak üzere DBH’ya 200 milyar vermiş ve 18<br />

uçağın giderlerini de karşılamıştı. Bu toplantıda Alevi Bektaşi Temsilciler<br />

Meclisi Genel Sekreteri Selahattin Özel de bir destekleme konuşması<br />

yapmıştı. (Zaman Gazetesi, 25 Kasım 1995) Özel; “Bir Alevi girişimi<br />

olan bu hareket Alevileri artık aşmıştır.” diyordu. “Siyasete müdahale<br />

edeceğiz” sözünün o yıllardaki adı “pazarlık partisi” kurmaktı. Ancak<br />

evdeki hesaplar çarşıya uymuyor, bu parti uğruna 2 trilyon 520 milyar<br />

TL. harcayan (Rakamları Cumhuriyet’ten M. Balbay veriyor. 1 Eylül<br />

1996) Veziroğlu, “Türkiye’nin bir gerçeği... Parayı veren siyaseti yapar.”<br />

diyerek, parti kurucusu, başkan adayı, başkanı değil, patronu olduğunu<br />

ilan edince, belki daha başka nedenlerle de Gülçiçek ve Öker Geçici<br />

Yürütme Kurulu üyeliğinden istifa ederler. Dolayısıyla yurtdışında örgütlü<br />

73 dernek de desteklerini çekerler, 24 Aralık 1995 seçimlerinde<br />

DBH’nin bağımsız adayları arasında, Gaziantep’ten Zekeriya Gökpınar;<br />

18 Nisan 1999 seçimlerinde ise BP listelerinde, Amasya’dan Selahattin<br />

Özel, Tokat’tan Hıdır Temel ile Hatay’dan İbrahim Arslan da vardır.<br />

12 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇEÞME<br />

Öker, DBH’dan koptuktan yaklaşık 10 ay sonra, 29 Eylül 1996 günü<br />

Frankfurt’ta bir panelde konuya ilişkin şu cümleleri kurdu;<br />

“DBH başkalarının kötülüğü üzerine kuruldu. Kötü iyiyi de bitirir,<br />

hesap vermeye hazırım. Bu yanlış bir projeydi. Ama niyete bakalım.<br />

Oluşum sürecinde, dışarıdan bir güç gelip müdahale ettiği için bu<br />

yapıda değilim. Tercihim Avrupa örgütlenmesinden yanadır. Oluşum<br />

sürecinde bulundum. 24 Kasım 1995’ten beri yokum.”<br />

Temel ve Özel’in de adayları arasında olduğu BP ise 1999 seçimlerinde<br />

binde 18 oy alır. Ki <strong>Sayı</strong>n Özel 1996 yılında Alevi örgütlenmesinden,<br />

(aktif görev alma anlamında) ayrılır. Dokuz yıl dinlendikten sonra 15<br />

Ekim 2005 tarihinde ABF 1. Olağan Genel Kurulunda 106 delegeden<br />

42’sinin oyunu alarak, sondan 2. sırada yönetime seçilir. ABF-GYK’sının<br />

ilk görev dağılımı toplantısında ise 17 kişilik GYK üyesinden 15’inin katıldığı<br />

toplantıda 8 üyenin oyunu alır ve Genel Başkan olur.<br />

ABF uyumlu çalışamadı; siyasete müdahale, yurtdışı ile ilişkiler,<br />

Hubyar sorunu, Sivas ve Hacıbektaş etkinlikleri, Su TV, önce Umut, sonra<br />

Yol TV konuları hep tartışılır oldu. Ve anılan kongreye gelindi. GYK<br />

içindeki görev değişiklikleri “Darbe” diye nitelendi. Sonuç biliniyor.<br />

Yeni Genel Sekreter Turan Eser arkadaşımız alevi.com’da dilediği<br />

kadar, “Bu kongrenin kaybedeni yok.” desin. Turgut Öker, Alevilerin<br />

Sesi’nde; “...darbe yapan zihniyete seyirci kalınamazdı. Bu Alevi öğretisi<br />

açısından da bir lekeydi ve bu lekenin ortadan kaldırılması gerekiyordu.<br />

... taraf olmak zorundaydık ve taraf olduk.” derken, Selahattin Özel;<br />

“Bununla Türkiye ve Avrupa Alevi hareketini bölme çabalarının önüne<br />

set çekilmiş oldu.” diye değerlendirdiler.<br />

Kongre sırasında yaşananları ve kürsüden söylenen sözleri anımsamak<br />

bile insanı utandırıyor. Paralar döküldü saçıldı, delegeler satın alındı,<br />

kimi “darbe”ler mubah, diğerleri günah sayıldı.<br />

Bunların içinden iki olay var ki; kongre salonu dışındaki Alevilerin<br />

de bunu bilmeye hakları var.<br />

Kılıçlar öyle keskin, sözler öyle ağır ki kol kırılıyor, ama işte yen içinde<br />

kalmıyor. Alevi hareketi içinde bunca emeğini, çabasını, önderliğini,<br />

aklını, kararlılığını ve yiğitliğini bildiğimiz Turgut Öker arkadaşımız,<br />

ömrünü, üniversite kariyerini bu yolda tüketmiş, emekli maaşı ile kredi<br />

kartını ABF’ye tahsis etmiş, 12 Mart Darbesi’nden sonra Ankara 1 No’lu<br />

Sıkıyönetim Mahkemesinde; Prof. Dr. Şerafettin Turan, Prof. Dr. Mustafa<br />

Akdağ, Doç. Özdemir Nutku ve Musa Çadırcı ile birlikte TCK’nın<br />

146/3. maddesinden yargılanmış Alevi Dünyası’nın Atilla Hoca’sı hakkında;<br />

kürsüden sesleniyordu: “Atilla Hoca söyle; Alevi misin, değil misin?”<br />

Atilla Hoca da söz sırası kendine gelince, kuzu kuzu yanıtlıyordu<br />

bu savcı sorusunu: Memleketim şurası, köyüm burası,<br />

annem şu, babam şu, akrabam falanca kişi diye. Aklına<br />

gelmiyordu Atilla Hoca’nın şu ulu söz: “Sorma be birader<br />

mezhebimizi, biz mezhep bilmeyiz, yolumuz vardır.”<br />

Atilla Hoca’nın çalışma tarzını, temposunu beğenmeyebilirsiniz.<br />

Fikirlerini, siyasi faaliyetlerini yanlış<br />

bulabilirsiniz. Bunu istediğinizce tartışabilirsiniz de,<br />

ama onun (ya da başka bir kimsenin) Alevi olmadığını<br />

tartışamazsınız. “Söyle bana sen Alevi misin, değil<br />

misin?” diye soramazsınız. Alevi hareketi bu bağnazca<br />

tutumu çoktan aşmadı mı? Tayyip Bey; “Eğer Alevilik,<br />

Ali’yi sevmekse..” diye başlayan cümleler kurduğunda,<br />

hop oturup hop kalkan bizler, nasıl olur da içimizden ya<br />

da dışımızdan birinin annesini-babasını merak ederiz.<br />

Atilla Hoca, verdiği yanıtta bir şeyi eksik bıraktı!..<br />

“Vallahi da billahi de, Hz. Hüseyin’in başı için ki, Hz. Ali’nin kılıcına<br />

geleyim ki Aleviyim.” Demediği bir bu kaldı.<br />

İkinci olay, daha doğrusu can acıtıcı söz ise; Hacı Bektaş Veli Anadolu<br />

Kültür Vakfı (BHVAKV) Genel Başkanı Ercan Geçmez’e ait. Geçmez,<br />

niçin yurtdışından yana olduklarını gerekçelendirirken, Pir Sultan<br />

Abdal Kültür Derneği (PSAKD) delegelerine sesleniyordu: “Sizin Genel<br />

Merkez binanızı yurtdışı almadı mı?...” Böylece onları biraz mahcup olmaya,<br />

biraz kadir-kıymet bilmeye davet ediyordu.<br />

Konuyu herkes gibi Geçmez de biliyor kuşkusuz. 2 Temmuz katliamı<br />

sonrası bütün Alevi dünyası isyanlarda ve ağıt halindeyken, Sivas’ta<br />

kaybettiğimiz sevgili canlarımızın geride kalan yakınlarına, dünyanın<br />

her tarafından dayanışma sesleri geldi. Birçok yerde geceler düzenlendi,<br />

paralar toplandı. Bu paralar tutanaklarla Türkiye’ye getirilip, ailelere<br />

dağıtılmak üzere PSAKD’nin o günkü yöneticilerine teslim edildi.<br />

Ancak aileler bu paraları kabul etmediler. Daire alalım, şehitlerimizin<br />

adını, anısını ve mücadelelerini ölümsüzleştirmek adına müze yapalım<br />

dediler. PSAKD de kendi kasası ile bu paraları da birleştirerek, bir daire<br />

aldı, salonu da müze yaptı. Gelen-giden bütün akçeli işleri de liste liste<br />

dergisinde yayınladı.<br />

Konu bu.<br />

On dört yıl sonra PSAKD’nin yüzüne vurulan “ayıp!” bu.<br />

Alevilik olgusu<br />

doğduğundan beri<br />

siyasidir.<br />

Selçuklu’dan bu yana,<br />

devlete<br />

hep itiraz etmiştir,<br />

hep hak talep etmiştir,<br />

hep özgürlük istemiştir,<br />

hep isyan etmiştir.<br />

PSAKD’nin ayıbı bundan ibaret olsun. Ama adama sormazlar mı<br />

“Dinime küfreden bari Müslüman olsa” diye?... Yirmi iki Alevi örgütünün<br />

ortak parasını, arsa parasını, 3 trilyon TL’yi ne yaptınız?.. Bir kalemde<br />

700 milyon TL ödeyerek oturduğunuz o binayı hacizden kurtarma<br />

yetkisini size kim verdi? Bu parayı nasıl tükettiğiniz, sonuçta binanızın<br />

altına Tıp Merkezi’ne o Yeşil Sermaye’yi nasıl getirdiniz?.. Vicdanınız<br />

buna nasıl elverdi?.. Ali Doğan mezarından kalksa, kahrından bir kez<br />

daha ölmez mi?.. “Atilla Hoca kredi kartı ile ABF’nin giderlerini karşılarken;<br />

HBVAKV’nın kaç yöneticisi, vakıftan kaç lira maaş alıyor?” diye<br />

sormazlar mı?...<br />

Sizler siyasete falan müdahale edemezsiniz. Olsa olsa kongrelere müdahale<br />

edersiniz.<br />

İşte yıllardır bu böyle olduğu içindir ki hiçbir siyaset adamı, hiçbir<br />

parti Alevi kurumlarını adam yerine koymuyor, onları ciddiye bile almıyor.<br />

Dinliyor, kahve ikram ediyor ve gönderiyorlar.<br />

Bu seçimde de olacak olan budur.<br />

Bir TV’miz olsun denildi. Su TV doğdu.<br />

Ne güzel.<br />

AABF sorumluluk üstlendi, kefil oldu. Toplantılar, dayanışma geceleri<br />

düzenledi.<br />

Hepimiz heyecanlandık. Destekler verdik. Programlar düzenledik.<br />

Artık en ücra köşelere bile sesimizi ulaştırabilecektik. Alevi yurttaşlar<br />

arasında çanak anten takma yarışı başladı. Geçen yaz Alevi etkinliklerinde<br />

patlamalar yaşandı.<br />

Sonra denildi ki: Su TV artık bizim değil, Umut TV’yi kuracağız, bunu<br />

sahiplenin. Umut, umut olmaktan çıkış olmalı ki şimdilerde Yol’dayız.<br />

Yol’a gelin diyorlar. Yol, yarın Göl olursa şaşırmasın Aleviler.<br />

Siyasete böyle müdahale edilecek.<br />

DBH ve BP dönemlerinde olduğu gibi.<br />

Sahi, nedir bu “Siyasete Müdahale” meselesi.<br />

Alevilik olgusu doğduğundan beri siyasidir. Selçuklu’dan bu yana,<br />

devlete hep itiraz etmiştir, hep hak talep etmiştir, hep özgürlük istemiştir,<br />

hep isyan etmiştir. Hep katledilmiştir. Taleplerinden yine de vazgeçmemiştir.<br />

Bugün de demokrasi istiyorlar, başka bir şey değil. Dedelik,<br />

ozanlık kurumları, dergâhlar, ocaklar hep bunun için varolmuşlardır.<br />

Her ozanımızın dizesinde, her dedemizin duasında siyaset vardır.<br />

Kaldı ki yaşamın hangi alanı vardır ki siyasetten yalıtılmış olsun.<br />

Bugün; yurtiçinde-yurtdışında bunca dernek, şube, genel merkez, federasyon,<br />

konfederasyon niye var ki?.. Yaptıkları etkinlikler, toplantılar,<br />

bildiriler, yürüyüşler, sloganlar, görüşmeler, mahkemeler duruşmalar ne<br />

adınadır?.. Yazdıkları kitaplar, çıkardıkları dergiler, kurdukları radyolar,<br />

televizyonlar ne adınadır?.. Var olduklarını, bir kimlik<br />

taşıdıklarını, bir hak öznesi olduklarını göstermek ve<br />

kabul ettirmek için değil midir? Kamuoyu oluşturmak,<br />

haklı olduklarına dair herkesi inandırmak, destek almak,<br />

devleti, meclisi, hükümeti ikna etmek, zorlamak,<br />

böylece özledikleri demokratik koşullara ulaşmak adına<br />

değil midir?.. Bundan âlâ siyaset hangisidir?..<br />

Yok eğer kastedilen, her seçim döneminde olduğu<br />

gibi; parti parti dolaşmak; milletvekilliği pazarlığı yapmak<br />

ise o işin adı “siyasete müdahale değil, siyasetten<br />

nemalanma”dır. Bu ise toplumsal değil, kişisel bir meseledir.<br />

Bu kurnazlığı ise siyasi partiler de Aleviler de<br />

deneyleriyle bilirler.<br />

Evet, her seçim döneminde; siyasi duyarlılık üst düzeye<br />

tırmanır. Halkın her kesiminin (Esnaf-çiftçi-işçiöğrenci,<br />

kadın, gençlik, işveren, Alevi, Sünni, Kürt, Türk) sorunları<br />

daha da yoğun olarak gündeme gelir, tartışılır. Bu duyarlı dönem; herkes<br />

için olduğu denli Aleviler için de önemli bir fırsattır. Bu fırsatı akıllıca<br />

değerlendirmenin yolu, TV’lerimizden yayınlayacağımız kitlesel gösterilerin<br />

ekran fotoğraflarını siyasilerin “gözüne sokma, şantaj yapma”<br />

kurnazlığından geçmez. Köylülük dediğim şey işte tam da buna tekabül<br />

eder. Köylü her hasat dönemi için alacağı ürünü düşünür, ürünü doğuran<br />

toprağı düşünmez. Yorar toprağı, kimyasını bozar. O yıl uğruna, gelecek<br />

yılları heba eder. Günübirlikçilik adına yarınlar karartılır.<br />

Siyasi duyarlılıkların en üst düzeye yükseldiği bu seçim dönemlerinde,<br />

Alevilere düşen görev; sorunlarını ve haklılıklarını insan hakları,<br />

eşitlik, sosyal adalet, hukukun üstünlüğü ve demokrasi bağlamında her<br />

düzeyde ve platformda tartışılır kılmaktır.<br />

Bu da ancak örgütler eliyle olur. Örgüt dediğimiz şey tabeladan ibaret<br />

değilse tabi. PSAKD şimdiye dek dokuz kongre yaptı. Neredeyse hepsinde<br />

seçimlere iki listeyle gidildi. İki listenin varlığı iki ayrı fikrin varlığı<br />

nedeniyledir. Yarışanlar fikirler olmuştur. Bu nedenle de belden aşağıya<br />

vurulmamıştır. Ve bu kongrelerde, listelerden biri ya da diğeri, hiçbir<br />

Alevi örgütü yöneticilerinin favori listesi olmamıştır. Çünkü PSAKD<br />

listelerindeki arkadaşlar buna izin vermemişlerdir. Dolayısıyla cesaret<br />

(Devamı 14. Sayfada)<br />

Aralık 2006 13


SERÇEÞME<br />

Feyzullah Çınar Anıldı<br />

Ahmet Koçak<br />

FEYZULLAH ÇINAR 4 Kasım günü ölümünün<br />

24. yılında Divriği Kültür Derneği’nin<br />

kendi lokalinde düzenlen bir toplantıyla anıldı.<br />

Toplantıya konuşmacı olarak halk ozanı Mahmut<br />

Erdal, kızı Hüsniye Çınar ve Çamşıhı Hüseyin<br />

Abdal Derneği Onursal Başkanı Haydar<br />

Yalçın katıldı. Açılışı DKD Başkanı Rıza Gürünlü<br />

yaptı:<br />

“Bu anmanın çok daha görkemli olması<br />

lazımdı. ‘Azımızı çok görün’ derler, kusurumuza<br />

bakmayın arkadaşlar.”<br />

Ali Haydar Yalçın konuşmasında bir anısını<br />

anlattı:<br />

“1965 veya 1966 yılları idi. Çamşıhı’da<br />

bazı köylerde ilkokul vardı, ama ortaokulumuz<br />

yoktu. Ortaokul yapmak için Çamşıhı<br />

Kültür Derneği bir gece düzenleme kararı<br />

aldı. Tepebaşı Gazinosu vardı. Tepebaşı<br />

Gazinosu tıklım tıklım dolu. Çamşıhlılar<br />

olarak ilk defa bir gece yapıyoruz orada.<br />

Program başladı. Feyzullah Çınar sahneye<br />

çıktı ve ‘Çamşıhı’na vardım harabe olmuş’<br />

türküsünü söylediği zaman sanki yer gök<br />

inledi.”<br />

Daha sonra Mahmut Erdal da şunları söyledi:<br />

“56–57 yıllarında Feyzullah Çınar’la aldık<br />

sazımızı çıktık gurbete. Hamallık yaptık.<br />

Feyzullah’la birlikte patates, soğan çuvallarının<br />

üzerinde yatardık. Sırtımıza 70-80<br />

kiloluk patates veya soğanı yüklerlerdi<br />

Unkapanı’ndan Galata’ya 25 kuruşa götürürdük<br />

o yıllarda.”<br />

Hüsniye Çınar da babası hakkında şunları<br />

aktardı:<br />

“Hamallıkla başlayıp, belki de ozanlığın en<br />

güzel yerine çıkmıştır. Çünkü faziletliydi,<br />

çünkü dürüstü, namusluydu, adam gibi bir<br />

adamdı Feyzullah Çınar....<br />

Kendi toplumumuz Feyzullah Çınar’ı geç<br />

fark etti, çünkü Feyzullah Çınar onundu.<br />

Onu fark etmesi gerekmiyordu, onun için<br />

bir şey yapması gerekmiyordu. Ama Avrupa<br />

onu daha önce fark etti…<br />

Feyzullah Çınar, devrimci hareketin önde<br />

gelenlerinden birisi oldu; Alevilik adına,<br />

olması gereken yerlerde oldu. Birileri ‘ben<br />

Aleviyim’ diyemezken, Feyzullah Çınar<br />

Yezidi karşısına alıp hesap sordu: ‘Nerede<br />

İmam Hüseyin’in hesabı, kanı nice oldu’<br />

dedi. Beri tarafta 80 döneminde ‘Dağlara<br />

gel kardaş dağlara gel’ diye bağırırken,<br />

‘Hele Ulaş’a Ulaş’a. Ulaş benzerdi güneşe’<br />

diye çağırırdı...<br />

(Baştarafı 13. Sayfada)<br />

Seçim Geliyor, Aleviler Savruluyor<br />

eden de olmamıştır. Keza öteki Alevi örgütlerinin seçim süreçlerinde, hiçbir dönemde PSAKD<br />

yöneticileri, kendilerine daha yakın bir liste arayışına girmemişlerdir. Demokratik yöntemlerle,<br />

herkes kendi işini kendisi görür, seçilen de seçilemeyen de bizim dostumuz, yoldaşımız, musahibimiz<br />

diye bakılmıştır. Türkiye’den hangi akıllının işi olmuştur, yurtdışındaki bir kongreye müdahale<br />

etmek, taraf tutmak?..<br />

Yurtiçi-yurtdışı söz konusu olduğunda; düne kadar; kim neredeyse orada mücadele etsin anlayışında<br />

olan arkadaşlar; birdenbire coğrafyanın önemli olmadığını, bunu gözetmenin bölücülük<br />

olduğunu, Alevilerin dünyaca bir olduğunu dillendirmeye başladılar.<br />

Dünyanın nerelerine dek göçmüş, dağılmış olurlarsa olsunlar Aleviler, elbette aynı değerlere<br />

sahiptirler, sorunları, özlemleri aynıdır. Sonuçta mücadeleleri de birdir, bir olmalıdır. Bir koordinasyon<br />

içinde ortak işler yapabilmeli, ortak projeler geliştirebilmeli, sevinci ve üzüntüyü birlikte<br />

paylaşabilmelidirler. Bu ise kendi içinde demokrasiyi yaşayan kurumlar aracılığı ve aklın egemenliğiyle<br />

olur.<br />

Yurtdışındaki arkadaşlar, kendi bulundukları yerin, toplumsal, siyasal koşullarını, hatta birikimini<br />

merkez alarak baktıkları için; yurtiçindeki mücadeleyi giderek küçümsemeye başladılar. Onlara<br />

göre Türkiye’de; “sivil toplum bilincindeki dönüşüme ayak uydurulamıyor, proje üretilmiyor,<br />

iş yapılmıyor, dolayısıyla kendilerinin hızına ulaşılamıyor, hareket topallaşıyor”. 26 Kasım 2006<br />

Kongresinin ana gerekçelerinden biri de buydu.<br />

Oysa gerçeklik o denli farklı ki;<br />

Öncelikle Türkiye’de toplumsal anlamda demokrasi ve haklar bilincini ve bunlar için mücadele<br />

anlayışını şekillendiren unsur, devleti algılama ve birey karşısında konumlandırma açısıdır. Bu<br />

durum toplumun her kesimi için geçerlidir. Devlete “kutsallık” ve “varlık üstü” değer atfeden bir<br />

tarihsel gelenek halen çok güçlü olunca, diğer mücadele zeminlerinde olduğu gibi bu zeminde de<br />

ne aydınlar ne de zenginler harekete kazanılabiliyor. Onlar hâlâ Sünni egemen ideolojinin etkisi<br />

altındalar. Düşünsel ve ekonomik desteğin olmadığı bir hareketin ne denli yol alabileceği ise bilinir<br />

bir şeydir. Avukat, esnaf, memur, işçi, işsiz kimselerin özverileriyle yürüyen örgütlerimiz, yeri<br />

geliyor kiralarını bile ödeyemiyorlar. Telefonların faksların kesildiği, icralık durumlara düşüldüğü<br />

bile oluyor. Onlar yine de, eşlerinden, aşlarından ayırdıkları küçücük paralarla durumu idare etmeye<br />

çalışıyorlar. Yeri geliyor bir etkinliğe gitmek için, otobüs, dolmuş parasını bulmak bile sorun<br />

oluyor.<br />

Yurtdışında yaşamayı seçen ya da zorunlu kalan herkes gibi Aleviler de Anadolu’dan taşıdıkları<br />

sosyolojik ve politik değerlere daha bir sıkı sıkıya sarılıyorlar. “Yaban ellerde” kaybolmama,<br />

korunma duygusu hep canlı kalıyor. Orada her Alevi biraz daha Alevi. Sünni, Müslüman, Türk,<br />

Kürt de öyle. Oysa kendi yurtlarında yaşayan insanlarımızda aynı duyarlılığı, o titizlik ve canlılıkla<br />

bulmak olanaksızdır. Türkiye’de insanlarımız yakılmadıkça, hakarete uğramadıkça Alevi<br />

olduklarını bile anımsamıyorlar neredeyse. O nedenle hep diyoruz ya “Alevi Hareketi bir tepki<br />

hareketidir” diye, iş onu bilinç hareketine dönüştürebilmekte.<br />

Türkiye’de böyle bir mücadelenin içinde olmaya karar vermiş herkes; memur ise devletten, işçi<br />

ise işvereninden, esnaf ise belediyeden, apartmanda komşularından, iş arkadaşlarından kendisine<br />

yöneltilebilecek tehlikeleri, zararları göze almış oluyor.<br />

Solun, demokratik cephenin darmadağınık oluşunun, moral bozukluğunu üstlerinde taşıyorlar.<br />

12 Eylül’ü anımsıyor anneler babalar, kendi deneyleriyle çocuklarını tedbirli olmaya davet ediyorlar.<br />

Emperyalist kültür olgusunun her cepheden saldırısına uğrayan gençlik, tüm değerlerini kaybediyor.<br />

Hareket yeni kadrolar kazanamıyor. Üstüne bir de kimi yöneticilerin yanlışları, zaafları,<br />

hataları, egoları eklenince kaynaklar kuruyor. Bu kimi kadroların aymazlıkları, sorumsuzlukları,<br />

kongre salonlarındaki gözü dönmüşlükleri öyle uç noktalara ulaşabiliyor ki yıllarca birlikte mücadele<br />

ettiği, yan yana olduğu, bin defa denek taşından geçirdiği arkadaşlarını “Derin devletin<br />

adamı” olmakla suçlayabiliyorlar. Yüreklerindeki Aşk olmasa, insanlar neden bu çamurun içinde<br />

olsunlar ki?..<br />

İşte o Aşk’dır ki, binbir türlü engellemelere karşın yine de, şimdi burada sayıp dökemeyeceğimiz<br />

binlerce başarıya imza atılmasını sağlamıştır.<br />

Yurtdışında koşullar böyle mi?<br />

Yüzlerce “Alevi Kültür Merkezi” tabelasını asarken, içini doldururken hangi engellerle karşılaştılar?..<br />

Adında “Alevi” sözcüğü olan bir dernek kurabilmek için yıllarca mahkeme-Yargıtay<br />

kapılarında koşuşturmak zorunda olduğumuzu bilmiyorlar mı? Bu çabayla kurulan Alevi Bektaşi<br />

Kuruluşları Birliği (ABKB), (sonra ABF’ye dönüşen) bu örgütün kirasını dahi ödeyemediğimizi<br />

bilmiyorlar mı? Kendileri uçaklardan inmezken.<br />

Türkiye ile Avrupa (Almanya) arasındaki fark, kısaca; bu arkadaşların da her fırsatta haklı<br />

olarak dile getirdikleri Solingen ile Madımak arasındaki fark kadardır.<br />

Sonuçta, her türlü olanak da bizim, olanaksızlık da. Başarı da bizim başarısızlık da. Eğri de<br />

bizim doğru da. Ama ah keşke; şu kongre hiç yaşanmasaydı. O sözler hiç söylenmeseydi. Düşmanlarımızı<br />

güldürmeseydik.<br />

İnsan bazen şaşar, düzeltmek işi beşere düşer. O beşer Alevi halkıdır.<br />

Bu ülke çokça siyasi parti ve sendika kongresi yaşadı.<br />

O kongrelerden nelerin çıktığı ortadadır.<br />

Başta PSAKD olmak üzere birçok örgütümüz bu kongreyle tasfiye edilmiştir. Dileriz ki ABF<br />

bundan böyle de 1 Mayıs’ı anımsar.<br />

Başta da değindiğim gibi, henüz kentli olmaya çalışıyoruz. Öğreneceğimiz daha çok şey var.<br />

Daha çok yol yürüyeceğiz.<br />

Yeter ki Aşk’ımıza halel gelmesin.<br />

Kırılan kol acır. Acıtanlara da özür borcu doğurur.<br />

Lütfen unutmayalım; daha çok seçimler gelip geçecek Türkiye’nin üzerinden; bu kez yine<br />

sarsılacağız, dağılacağız. Ümit edelim ki, bu fırtınayı çabuk atlatırız, oksijen çadırından çabuk<br />

çıkarız. Derlenip toparlanacağımız günleri hasretle bekleyelim.<br />

•<br />

14 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇESME SERÇEÞME<br />

Kürt Halkı Barış İstiyor! Ya Aleviler?<br />

Haşim Kutlu<br />

Demokratik bir cumhuriyet hedefinde hareket eden Kürt halkının<br />

örgütlü önderlikleri, bu amacın çözümünü kolaylaştırmak amacıyla<br />

yine “ateş kes” ilan etti. “Ateşkes”, barışmış olmak anlamına<br />

gelmediği gibi sorunun çözüldüğü anlamına da gelmemektedir.<br />

Ancak çözümün kapılarını aralayacak elverişli ortamın sağlanmasına<br />

yardımcı olabilir.<br />

“Ateş kesin” karşı tarafı olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin, Genel<br />

Kurmayın ve hükümetin de “Ateşkes”e uygun bir duruma gelmesi durumunda,<br />

barışı görüşmenin, giderek nispeten barışçı bir ortamda demokratik<br />

cumhuriyet koşullarını yaratmanın olanağı doğabilir. Bugün<br />

devlete egemen zihniyet ve bu zihniyetin temsilcisi güçlerin, bu bağlamda<br />

basın, yayın, üniversiteler, yazar ve aydınların bugüne dek aldıkları<br />

tutum ve davranışlar dikkate alındığında sözünü ettiğim olabilirlik binde<br />

bir ihtimal gibi gözükse de ilan eden iradenin ifadesiyle “tek yanlı ateş<br />

kes” ile denenmek istenen budur.<br />

Bu da, açıktır ki, Türkiye Cumhuriyeti gerçeğinde, başından beri demokrasiye<br />

ve özgürlüklere gereksinim duyan bütün toplum kesimlerinin<br />

yararına olacaktır.<br />

Bu bağlamda, uzunca bir süredir, olanaklarım çerçevesinde mümkün<br />

olabilen azami bir gayret ve titizlikle, Türkiye gerçeğinin en önemli demokrasi<br />

gücü olan Modern Alevi Hareketi’ni izlemeye çalıştım. Aleviler<br />

açısından da en yakıcı taleplerin başında gelen demokrasi ve özgürlüklerin<br />

tanınması yolunda attıkları en zayıf adımların bile yanında oldum.<br />

Yazılarımla, pratik faaliyetlerimle güç vermeğe çalıştım.<br />

Bu yılki yaz ortalarında “demokrasi ve özgürlükler için artık sessiz<br />

kalmayacağız”, yine bu bağlamda, “sivil itaatsizlik eylemleri düzenleyip<br />

sokağa ineceğiz” yollu açıklamalarını, bir Kızılbaş Alevi olarak<br />

coşkuyla karşıladım. Yazabilme olanağı bulduğum her platformda bu<br />

açıklamaları yapan üst düzey Alevi örgütlülüklerini övdüm ve yanlarında<br />

oldum. Hünkâr Bektaş-ı Veli’yi Anma Şenlikleri vesilesiyle Modern<br />

Alevi Hareketi’nin ağırlıklı gövdesinin, bir yandan “Laik ve Demokratik<br />

Türkiye” çığırtkanlığı yapan; öbür taraftan Alevileri dışlayan “Paşacı”<br />

tutum ve uygulamaya rest çeken; bunun yanında uzun bir aralıktan sonra<br />

ilk kez manevi önderliğiyle buluşan Alevi Hareketi önderlerini “Aleviler<br />

Bölündüler mi” başlıklı yazımla destekleyip övdüm.<br />

Bunları sayıp dökmekten amacım, kendi faaliyetlerimi anlatmak değildir.<br />

Bundan amacım, hangi beklenti ve özlemlerle Alevi hareketine<br />

yaklaştığımı belirtmektir. Bütün içtenliğimle belirtmem gerekiyor ki<br />

Modern Alevi Hareketi, kendisinden beklenen demokrasinin en önemli<br />

dinamiklerinden biri olma sorumluluğunu yerine getirebilmiş değil. Tek<br />

başına kalmış, ister Alevi olsun ister olmasın, “milli hassasiyetler” zemininden<br />

hareket eden, basın yayın organlarından tutun da yığınla paramiliter<br />

sitelere varıncaya dek her türlü hırpalama, yıpratma çabalarına<br />

karşılık, kimi örgütlü yapıların cılız çıkışlarını saymazsak, Modern Alevi<br />

Hareketi’nin ağırlık gövdesinden tık çıkmamıştır bugüne dek.<br />

Yukarıda belirttiğim sözel düzeyde kalmış birkaç çıkışı saymazsak,<br />

burnumuzun dibinde her gün dağlardan paramparça olmuş asker ve gerilla<br />

bedenleri indirilirken; buna karşılık ortalığı “milli hassasiyetler”<br />

adı altında linç gösterileri kaplamışken; her haber bülteninde delik deşik<br />

edilmiş çocuk cesetlerini üstümüze ölü toprağı serpilmiş örneği seyredenken,<br />

Modern Alevi Hareketi’nden tık çıkmaması anlaşılır olmamalıdır<br />

hiç kimse için. Dahası, tepki gösterildiği zaman da -bir başka yazıyla<br />

belirttiğim gibi- burnunun dibindeki kan gölünü görmeyip, Siyonist ve<br />

savaş kışkırtıcısı İsrail egemenlerinin Lübnan’da gerçekleştirdikleri cinayetleri<br />

meydanlara dökülüp radikal bir üslupla protesto etmek, Yol’a<br />

ve onun değerlerine bağlı kimse için hiç mi hiç anlaşılır olmamalıdır<br />

diye düşünmekteyim.<br />

Son derece zor günlerden geçiyoruz. Henüz, ateşkes ilan edilmediği<br />

bir sürede, son ziyaretçi görüşmelerinden birinde, <strong>Sayı</strong>n Öcalan, hükümete,<br />

Genel Kurmay Başkanlığı’na çağrıda bulundu. Ben bunu Semah<br />

adlı dergiye hazırladığım bir dosyada da belirtim. <strong>Sayı</strong>n Öcalan çağrısında<br />

özetle, “Kürt sorununu Amerikalarla, Avrupa ile çözmek, o kapılara<br />

gidip yalvararak yardım dilenmek ile çözülmez. Biz bir evin içindeyiz<br />

ve birlikte çözmeliyiz. Operasyonları durdurun, bir gelişme sağlanırsa,<br />

bu günler de bir ateşkes çağrısında bulunabilirim. Bunu son kez yaparım.<br />

Eğer buna da yanıt olunmazsa artık benim yapabileceğim bir şey<br />

yok” dedi.<br />

Bu eli görenler gördü. Bu eli gören bütün odaklar, tabii ki herkes kendi<br />

penceresinden, tabii ki her odak kendi çıkar ve beklentileri doğrultusunda,<br />

Kürt halk hareketi önderliklerine “ateşkes” çağrılarında bulundu.<br />

Sonuç itibariyle 1 Ekim’den itibaren Koma Komalen Kürdistan önderliği<br />

“ateşkes” ilan etti.<br />

Türkiye’de birçok siyasi örgüt, kurum, insan hakları kuruluşları, partiler,<br />

yazarlar, aydınlar, sanatçılar, bir biçimde görüş açıklıyor ve bu kez<br />

olsun, bu “ateşkes”in boşa çıkmaması için ellerinden geleni yapacaklarını<br />

ilan ediyorlar. Tabii ki AB, ABD, Rusya da devrede. Tabii belirttiğim<br />

gibi her odak kendi çıkarları bağlamında çözüm için devrede. Çok<br />

ilginç, son 15 yıldır binlerce “faili meçhul” diye adlandırılan cinayetlerin<br />

baş mimarlarından Mehmet Ağar bile hangi hesap içinde olursa olsun,<br />

“Ateşkes”e olumlu cevaplar veriyor, “bize düşen bir risk olursa omuzlamağa<br />

hazırım” diyor!<br />

Bunların hepsi Modern Alevi Hareketi tarafından da biliniyor ve izleniyor.<br />

Ama sorun şu: Türkiye gerçeğinde demokrasi ve özgürlüklere, bu<br />

bağlamda demokratik Türkiye hedefine, en az diğerleri kadar yakıcı<br />

gereksinim duyan, hatta örgütlü olmalarının varlık nedeni olan böylesi<br />

yakıcı bir talebin sahipleri iken, Modern Alevi Hareketi ne diyor bu konuda?<br />

Olumlu ya da olumsuz verebilecekleri bir yanıtları yok mu?<br />

Günlerdir izliyorum, sorup soruşturuyorum; Alevi Hareketi’nin önderlikleri,<br />

bu konuda ne söyleyecekler, merakla bekliyorum. Ama sanki<br />

olan biten tümüyle onların dışındaymış gibi bir sessizliğe bürünmüş durumdalar<br />

ve duymazdan görmezden gelmektedirler adeta.<br />

Son zamanlarda “Siyasete müdahale edeceğiz” söylemi dillendiriliyor.<br />

Merak ve hassasiyetle bekliyorum. Bu müdahale ne anlama gelmektedir,<br />

her yere sormağa ve öğrenmeğe çalışıyorum. Demokrasinin<br />

en temel gücü olan Modern Alevi Hareketi’nin dilindeki müdahale eğer,<br />

yine demokrasinin olmazsa olmazı Kürt sorunu konusunda bir şey söylemek,<br />

bir politika ve bir hedef belirlemek anlamına gelmiyorsa, acaba<br />

hangi anlama geliyor, bilmiyorum. Bugüne dek de merakımı giderebilmiş<br />

değilim.<br />

Bunları belirtiyorum diye, her zaman olduğu gibi yine bir kısım çevreler,<br />

“Kürtçülük yapıyor, ırkçılık yapıyor, zaten biliyoruz, PKK’cılık yapıyor”<br />

gibilerinden “Milli Hassasiyet” vıdı vıdılarıyla konunun önemini<br />

anlamsızlaştırmasın.<br />

Türkiye’de gerçekten demokrasi ve özgürlük isteyen her kesimin,<br />

kendi özgün taleplerine olduğu gibi, diğerlerinin de taleplerine sahip<br />

çıkması eşyanın doğası gereğidir. Başka türlü hiç kimse, bu bin yılların<br />

tortusunu tek başına değiştiremez. Sadece kendi talebinin altında, kendisi<br />

ezilir. Yığınlarca olgu ve olay, bu dersin çıkartılmış olmasını gerektiriyordu.<br />

Sanılmasın ki, bu belirlediklerimi sadece Aleviler ve Kürtler bağlamında,<br />

Alevilerin yapması gerekenlerle sınırlıyorum. Tam tersine, her<br />

zaman olduğu gibi aynı şeyleri Kürt hareketi önderliklerine de söylüyorum,<br />

yazıyorum.<br />

Örnek olsun, şu anda, “ateşkes” ilan eden irade başta olmak üzere,<br />

güç veren bütün taraflara da sesleniyorum; İstek ve çağrılar, özel olarak<br />

Alevilere de seslenmiyor, onu da kapsayacak bir biçimde hedefler belirlenmiyorsa,<br />

Türkiye gerçeğinde, Alevi hareketinin rolünü görmemek,<br />

küçümsemek anlamına gelir. Belirttiklerim eksik bırakılarak, “Aleviler<br />

destek versin” demek ya da böylesine kendiliğinden bir bekleyiş içine<br />

girmek, son derece kolaycı ve ucuz bir yoldur.<br />

“Ateşkes” kararı veren iradeyi de bu bağlamda hassasiyetle izliyorum<br />

ve açıklık bekliyorum. Dahası, gerçek muhtevasını bir türlü anlayamadığım,<br />

ama bir biçimde dillendirilen, “siyasete müdahale edeceğiz” yönlü<br />

arayışların olduğu süreçte, beklediğim açıklığın gelmesini son derece<br />

önemli buluyorum.<br />

Çünkü bu arayışın, son günlerde Genel Kurmay çakışlı olduğu çok<br />

net anlaşılan, “laiklik ve irtica” çıkışlarına basit bir eklenti olarak açığa<br />

çıkmasını istemiyorum. Geniş emekçi Alevi kitlesinin, ezici çoğunluğu<br />

onların oğulları ve kızları olan zindanlarda çürütülen gençlerin şu veya<br />

bu ad altında sokak arasında kurşunlanan çocukların beklenti ve özlemlerinin<br />

bir kez daha ucuzca kapatılmamasını umuyorum ve bekliyorum.<br />

Ne tarihsel sürek böylesine ucuz ve kahredicidir; ne de günün koşullarında<br />

Modern Alevi Hareketi’nden beklenen rol budur. Olmamalıdır<br />

da!<br />

Sonuç olarak, Alevi hareketinin saygı değer önderlikleri, bir an önce,<br />

bir süredir dillendirdikleri “siyasete müdahale” söylemini açıklığa kavuşturmalıdırlar.<br />

Dahası, yarın daha geç olmadan ve “savaş kışkırtıcılarınca”<br />

bir kez daha boşa çıkartılıp, ortalık kan gölüne döndürülmeden<br />

açık ve net bir duruş sergilenmelidir.<br />

Halkların boğazlaştırılması çabalarına seyirci kalınmak istenmiyorsa,<br />

Modern Alevi Hareketi, “Ateşkes” kararı karşısındaki sessizliğini<br />

bozmalıdır. Bu karara sahip çıkmalı ve rolünü oynamalıdır. Kürt sorunun<br />

çözümü, Alevi sorununun çözümüdür. Bunu her zaman söyledim<br />

yine söylüyorum. Alevi sorunun çözümü de sağlıklı olarak Kürt sorunun<br />

çözümüdür. Et ve tırnak gibi birbirine bağlıdır.<br />

Gerçeği böyle kavramak, Yol’un buyruklarını doğru kavramaktır.<br />

Gerçeği böyle kavramak, ne milliyetçilik ne de ümmetçiliktir ve “Yol<br />

cümleden uludur!”<br />

Aralık 2006 15


SERÇEÞME<br />

Kerbelâ Olayını Hazırlayan Nedenler ve Tarihi Süreç (1)<br />

Veliyettin Ulusoy<br />

Hz. Muhammed’in hastalığının çok belirgin olduğu günlerde, Zeyd oğlu<br />

Usame, Şam’a gidecek bir orduya komutan olarak atanıyor. Usame, Medine<br />

dışında karargâhını kuruyor ve Müslümanların orduya katılmalarını<br />

bekliyor. Hz. Muhammed tüm Ensar (Medine yerlileri) ve muhacirlerin<br />

(Mekke’den gelen muhacirler) Usame ordusuna katılmasını emrediyor.<br />

Usame ordusuna, yakınları ve çok sadık bazı sahabelerin dışında kimse<br />

katılmamıştı. Her tarafa “Bir kölenin oğlu nasıl kumandan olabilir?”<br />

diye fitneler çıkartılıyordu. Açık ve kesin olarak “Müslümanım” diyenlerin<br />

büyük çoğunluğunun Hz. Muhammed’in buyruğuna uymadığı ve<br />

uymayacağı kesin biçimde belli olmuştu.<br />

Hz. Muhammed olaydan çok üzülmüş, kendisinden sonra İslam Birliğinin<br />

dağılması konusundaki endişesi artmıştı. Hastalığı gün geçtikçe<br />

ilerliyordu. İşte o sırada İslam’ın iç bünyesindeki ilk ayrılık filizleniyor.<br />

İbni Abbas’a Hz. Muhammed, “Bir divid ve bir koyun kemiği getirin,<br />

yazdıracağım bir şey var.” diyor. Odada yirmiden fazla sahabe var, toplulukta<br />

yüksek sesle tartışmalar başlıyor. Ömer Hattap öfkeli bir sesle<br />

bağırıyor: “Maraz-ı Mevd (Ölümcül hastalık) halinde bulunan bu adamın<br />

hezeyanımı yazılacak? Kuran’ın hükmü bize yeter.” (Buhari, Kitap’ül cihadı,<br />

II. s.12-Teberi, s.193)<br />

Ne olursa olsun çok kötü bir olay sergilenmektedir. İslam âleminde<br />

yüzyıllarca sürecek bir çelişmenin tohumu ekilmektedir.<br />

Yatağın çevresinde cereyan eden bu saygısız konuşmalara kızan Hz<br />

Muhammed, “Kalkın benim yanımdan gidin, bu kadınlar sizden iyidir.”<br />

diyerek ev halkından başkasını odasından dışarı çıkartmıştı. Bu olaydan<br />

kısa bir süre sonra Hz. Muhammed Hakk’a yürümüştü.<br />

Hz. Muhammed’in Hakk’a yürümesiyle tartışmalar artmış, Sahabe,<br />

Resulullahın cenazesini, elemli hanedanına bırakarak Beni Saide Sakifesinde<br />

toplanmıştı. Hz. Ali Hz. Muhammed’in cenaze işleriyle uğraştı.<br />

Kuran, Enfal Suresi, Ayet 27: “Ey insanlar, Allah’a ve Resul’e ve onun<br />

emanetlerini hıyanet etmeyin. Size güvenilen şeylere bile bile hainlik etmiş<br />

olursunuz.”<br />

Bu emanetler nedir? Hz. Muhammed’in bu emanetlerine gerekli saygı<br />

gösterilmiş midir? Bu emanetler Kuran ve Ehl-i beyti’dir Ne yazık<br />

ki her ikisine de gerekli saygı gösterilmemiş, Ehl-i beyti zulüm ve acı<br />

görmüş; insanlık tarihinin en acı olayı Kerbelâ’da gerçekleşmiş; Hz.<br />

Muhammed’in çocuk yaşındaki torunları, oklanarak, kesilerek şehit<br />

edilmişlerdir.<br />

İslam inanışı uydurma hadislerle aslından uzaklaştırılmış, Kuran’daki<br />

İslam’dan çok farklı bir konuma düşmüştür.<br />

Kuran, Enfal Suresi, Ayet 41: “Eğer Allah’a ve Hakk’ı batıldan ayıran<br />

o günde kulumuz Muhammed’e indirdiğimize inanıyorsanız, bilin ki<br />

ele geçirdiğiniz ganimetin beşte biri Allah’ın Peygamber’inin ve akrabasının,<br />

yetimlerin, düşkünlerin ve yolcularındır.” diyerek, açıkça Hz.<br />

Muhammed’in Ehl-i beyt’ine hisse ayırdığı halde, bu hisse verilmemiştir.<br />

Hz. Muhammed zamanında, Fedek hurmalığı, Peygamberin hissesine<br />

ayrılmıştı. O da kızı Fatima’ya vermişti. Fatima hurmalığın mahsulünü<br />

yoksullara ve yetimlere dağıtıyordu, halife Ebu-Bekir “Peygamberin<br />

mirasçısı olmaz, Müslümanların hepsi O’nun mirasçılarıdır.”diyerek Fedek<br />

hurmalığını Fatima’nın elinden almış beyt’ül mâl’e kayıt ettirmiştir.<br />

Halife Osman zamanında bu hurmalık hizmetlerinin karşılığı olarak<br />

(!) Mervan’a verilmiştir.<br />

Hz. Muhammed’in çok sevdiği sahabelere görev verilmemiştir. Hatta<br />

bunların bir kısmı, örneğin, Malik bin Nuvayra, Abdullah bin Mes’ud,<br />

Ebu-Zer Giffari ve diğerleri birer bahane ile öldürülmüşlerdir.<br />

En önemli görevler Hz. Muhammed’in münafık saydığı ve yanına yanaştırmadığı<br />

kişilere, özellikle Ümmeye oğullarına verilmiş, ülkenin geliri<br />

de bunlara ihsan olarak dağıtılmıştır. Bu adamlar hayal edemeyecekleri<br />

servetlere kavuşmuşlardır. Hiçbir geçerli sebep olmadan Mervan’a<br />

bazı eyaletlerin gelirinden başka 100 bin Dirhem, aynı şekilde Abdullah<br />

bin Halid’e 400 bin Dirhem, Ebu Süfyan’a 200 bin Dirhem verilmiştir.<br />

(İbni Ebu Halid, Nehc ül Belaga Şerhi, s. 68)<br />

Hz. Ali’ye onun soyuna karşı özellikle Emeviler döneminde daha<br />

da şiddetlenerek süren baskı ve düşmanlık hareketi, Hz. Muhammed’in<br />

hayatında ve ona karşı yöneltilen bir muhalefetin devamıdır. Kılıçla İslamiyeti<br />

kabul etmiş görünen kişilerin tahrikleri, Hz. Muhammed’in güçlü<br />

kişiliğinin ortadan kalkması acık ve belirgin bir Ali düşmanlığı şeklinde<br />

ortaya çıkmıştır. Ali’ye ve O’nun soyuna karşı gösterilen düşmanlığın<br />

kökeninde Hz. Muhammed’e karşı onun isteklerini yerine getirecek bir<br />

bağlılığın bulunmaması nedeni yatmaktadır.<br />

On iki İmamların altıncısı İmam Cafer: “Müslümanlık Allah’ın birliğine<br />

ve Hz. Muhammed’in Resul olduğuna iki kelime ile tanıklık etmekle<br />

başlar. Ancak bazı istekler ve koşullar vardır ki kişi onlara uymakla inananlar<br />

arasına girer.” der.<br />

Kuran Hucurat Suresi, 14. Ayet: “Ey Muhammed, Araplar inandık<br />

dediler, de ki inanmadınız, ama İslam olduk deyin. İnanç henüz gönüllerinize<br />

yerleşmedi.” Bu ayet, Hz Muhammed’den sonraki durumu gerçek<br />

biçimde açıklamaktadır.<br />

Hz. Ali’nin Halifeliği<br />

Hz. Muhammed’in ölümünden sonra 25 yıl geçmişti. İslam toplumu bir<br />

Arap imparatorluğuna dönüşme aşaması içinde idi. Zaptedilen ülkelerden<br />

alınan ganimet mallar, iş başında bulunanları ve çevrelerini alabildiğine<br />

zenginleştirmişti. Emevi valiler, kumandanlar ve onların yakınları<br />

zengin bir sınıf meydana getirmişti. Bunların saraylarında konaklarında<br />

içkili, müzikli eğlenceler, ahlak dışı bir hayat vardı. Bu, Arap ordusunun<br />

zapt edilen ülkelerden getirdiği ganimetlerle besleniyordu. Arap’tan başka<br />

unsurlar, onların nazarında mevali (köle) idi. Köle ve cariye ticareti<br />

alabildiğine genişlemişti. Satışa çıkartılan her renkteki köleleri-cariyeleri<br />

pazarlar almıyordu.<br />

Arap kavminin hırs ve tamahı olanca korkunçluğu ile ayağa kakmıştı.<br />

Buna karşılık yakılıp yıkılan evler, söndürülen ocaklar, esir pazarına<br />

düşen kadınlar, keyfe ve çıkara göre öldürülen insanlar…Çıkan karışıklıklar<br />

ve ayaklanmalar sonucu Halife Osman öldürülmüştü.<br />

Ülkenin her yanından gelen temsilciler Ali’den halife olmasını istediler.<br />

Hz. Ali, Hz. Muhammed’in vasi ve vekil olarak gösterdiği, sayısız<br />

hadisle övdüğü kişiydi. İlim, inanç, ahlak ve özveride benzeri yoktu.<br />

Gücü ve saygınlığı kimse ile kıyaslanamazdı. İslamiyeti ilk defa o<br />

kabul etmiş, her savaşta ilk saflarda bulunmuştu. Her zaman, Allah’ın<br />

hükmüne karşı hiç kimseden üstünlüğü olmadığını, İslamiyette emir ve<br />

nehiy bakımından kimsenin imtiyazlı olmayacağını söylerdi. İşçisi ile<br />

kendisi hak bakımından ayrı görmezdi. “Esir, Tanrı’nın hiçbir ayrıcalık<br />

göstermeden yarattığı insandır, esir kullanmak, Tanrı buyruğuna karşı<br />

gelmektir.” diyordu. Esareti, insanlığın yüz karası olarak niteliyordu.<br />

Yemeği genellikle arpa ekmeği, hurma veya sütten ibaretti. Fakir olduğu<br />

için, sık sık bahçe belleyerek veya hurmaları sulayarak evinin ihtiyacını<br />

karşılardı. Savaşlarda kendi hissesine ayrılan ganimeti hemen yoksullara<br />

dağıttığı için bir türlü zengin olamamıştı.<br />

Hz Ali kendisinin Halife olmasını isteyenlere: “Beni bırakın da benden<br />

başkasını arayın, bulun.” dedi. “Tan yerini boydan boya kara bulutlar<br />

kaplamış. Apaydın yol, görünmez olmuş. Bilin ki istediğinizi kabul<br />

edersem, hak bildiğime gider ve uyarım. Ne söyleyenin sözüne aldırış<br />

ederim, ne de ayıplayanın lafına kulak asarım. Ame beni bırakırsanız,<br />

sizin biriniz gibi olurum. Umarım ki, işinize kimi getirir ve kimi buyruk<br />

sahibi yaparsanız, buyruğu sizden fazla dinlerim, emrine sizden fazla<br />

uyarım. Benim size yardımcı olmam, emir olmamdan hayırlıdır.” diyordu.<br />

Devamlı ısrarlar üzerine Ali, Bedir Savaşına katılanlarla Medine’deki<br />

Ensar ve muhacirlerin ve tüm eyaletlerden gelen temsilcilerin oy vermesi<br />

halinde halifeliği kabul edeceğini bildirdi. Bedir ve Medine Sahabeleri,<br />

muhacirler, eyalet temsilcileri mescitte toplanarak Ali’ye biat ettiler.<br />

Ali, biat etmeyi kabul ettiğinin ikinci günü, halife Osman’ın dağıttığı<br />

toprakları ve diğer malları millet malı olarak geri alacağını, valilerin ve<br />

diğer yöneticilerin haksız olarak el koydukları malları sahiplerine geri<br />

vereceğini, tutsak erkek, kadın ve çocukların ailelerine gönderileceğini<br />

bir genelge ile her tara bildirdi. Karakterine güvenilir insanları, özellikle<br />

Hz. Muhammed’in değer verdiği sahabesini valiliklere ve diğer görevlere<br />

atadı. Basra valisi Huneyf’e şöyle yazıyordu:<br />

“Duyduk, Basralılardan bir bölük, seni düğüne çağırmış. Sen de hemen<br />

gitmişsin. Çeşit çeşit yemekler, büyük büyük kâseler hoşuna<br />

gitmiş. Oysa ben sanmazdım ki yoksulları çağırmayan sadece zenginleri<br />

davet eden bir topluluğun çağrısına gidesin. Yediğin yemeğe<br />

bir bak. Haram yahut helal olduğuna bir şüphen olursa at o yemeği<br />

ağzından. Helal olduğunu bilirsen ye. Ama az miktarda.<br />

Bil ki, her uyan kişinin uyduğu, yolundan gittiği, bilgisinden ışıklandığı<br />

bir imamı vardır. Gene bil ki, sizin imamınız, dünyasında köhne<br />

bir elbiseyle, iki parça ekmeği kendisine yeter bulmaktadır. Bilirim,<br />

herkesin buna belki de gücü yetmez. Yetmez ama, çekinip temiz olmaya,<br />

doğru yola gitmeye gayret ederek yardım edin bu yolda bana,<br />

gücünüz yettiği kadar benim yolumda olun. Dilersem ben de yağlar<br />

ballar bulurum. Buğday ekmeğinin en hasını yerim. İpek elbiseler<br />

giyerim. Fakat nefsimin bana üst olması, beni lezzetli yemekler çek-<br />

16 <strong>Sayı</strong> 25


mese mümkün değildir. Ben nasıl doya doya yemek yiyebilirim ki,<br />

Hicaz’da yahut Yemame’de yoksullar vardır. Günler geçmiş tokluk<br />

nedir görmemişlerdir. Gecemi karnı tok olarak nasıl gündüz edebilirim<br />

ki; çevremde aç karınlar, susuzluktan bunalmış ciğerler vardır.”<br />

Ne yazık ki, Ali’nin insan haklarına saygılı, haksıza zalime şans tanımayan<br />

yönetiminde halk, gene huzura kavuşma olanağı bulamadı. Hz.<br />

Muhammed’den sonra geçen çeyrek yüzyılda bambaşka bir yaşantıya<br />

alışan yöneticiler ve çevreleri, özellikle sonsuz servete sahip olan Ümmeye<br />

oğulları, Hakk’ın emrine ve halkın mutluluğuna dayalı Ali devrinin<br />

koşullarına uymadılar ve onun yönetimini gereksiz bir<br />

saflık olarak nitelendirdiler. Bunların baskısı altındaki insan<br />

toplulukları da yeterli olarak durumu kavrayamadılar<br />

ve Ali’nin yürüttüğü yolda şuurlu bir destek sağlayamadılar,<br />

Hakk’ın güçlenmesi için gerekli birliği kuramadılar.<br />

Ali’nin yönetiminde çıkarı bozulanların veya Ali’ye<br />

karşı sönmeyen kin ve düşmanlığı olanların uyandırdığı<br />

fitne tüm ülkeyi sarmakta gecikmedi. Düşmanlarının fitnesinin<br />

anında yok edilmemesi, Ali’nin dostlarını hayal kırıklığına uğratıyordu.<br />

Oysa Ali son dakikaya kadar, insan kanı dökülmemesi için<br />

çareler arıyordu.<br />

Hz. Muhammed’in eşi Ayşe, Zübeyir oğlu Abdullah’la birleşerek,<br />

Osman’ın kanını dava etmeye kalktılar. Hz. Muhammed’in eşi Ümmi<br />

Seleme, Ayşe’ye şöyle demişti:<br />

“Şimdi Osman’ın kanını mı istiyorsun? Oysa dünkü gün Osman’a<br />

küfrediyordun. ‘Bu sakallı Yahudi’yi Allah öldürsün’ diyordun, şimdi<br />

ise ‘Emir ül Müminin ve Halife-i Matül’ diyorsun; İmam Ali’ye karşı<br />

çıkan cemaatle birleşiyorsun. Osman’ın kanını istemekle senin ne ilgin<br />

var? Osman, Abdül Menaf’dan bir kişidir. Sen ise Bei Te’mimden<br />

bir zaifesin. Yazıklar olsun sana Ayşe. Öyle bir taife ile birleşiyorsun<br />

ki Ali bin Ebu-Talib’e karşı çıkmak istiyorlar. O Ali bin Ebu-Talib ki,<br />

Hz. Muhammed’le arasında kardeşlik silsilesi vardır. Resul’ün amcası<br />

oğlu, Fatıma’nın eşidir. Medine’de bulunan muhacir ve esnan ona<br />

biat ettiler.<br />

Ey Ayşe, Allah’tan kork ki Hz. Muhammed’in: ‘Benim sağlığımda<br />

ve ölümümden sonra Ali’ye isyan edenler bana isyan etmiş olurlar.’<br />

dediğini duymadın mı ?<br />

Ya Ayşe, Talha ve Zübeyir’in dalaveresine aldanma. Bu irtikap ettiğin<br />

iş için Allah’tan sana vebâl gelince, Talha ve Zübeyir seni kurtarmaya<br />

kadir olamazlar.”<br />

Bunun üzerine Ayşe, Basra’ya gitmekten vazgeçip evine dönmüştü.<br />

Fakat fitne sönmek bilmiyordu. Zübeyir’in oğlu Abdullah Ayşe’ye “Sen<br />

Basra’ya gitmezsen kendimi öldürürüm.” diye tehdit etti. Ayşe, Abdullah<br />

oğlu Zübeyir’i çok severdi. Araya diğer yakınlarının da girmesi üzerine<br />

Basra’ya gitti. Tarihte “Cemel olayı” diye anılan, Ayşe’nin devesi çevresinde<br />

vukua gelen ve çok kan dökülmesine neden olan savaş kaçınılmaz<br />

oldu.<br />

Bu olayı izleyen Sıffın savaşları, İslam’daki bölünmeye hız kattı.<br />

İslam kanı dökülmesinden sakınan, bunu Hz. Muhammed’in kutsal bir<br />

vasiyeti sayan Ali’nin bağışlayıcı tavrı, kendi lehine sonuç alınacak bu<br />

savaşlarda kesin sonuç alınmasına imkân vermedi. Aralarında Veysel<br />

Karani’ninde bulunduğu Bedir savaşına katılan sahabeden yetmiş kişinin<br />

ve binlerce Müslümanın şehit olduğu Sıffın savaşı, Muaviye’nin ve<br />

Amr bin As’ın hileleri ile sonuçsuz kaldı.<br />

Hakem Olayı beraberinde karışıklıklar ve sonu gelmez tartışmalar<br />

getirdi. Herkes bu sonuç nedeniyle birbirini suçluyordu.<br />

Haricilerin görevlendirdikleri Abdurrahman bin Mülcem’in, Hicretin<br />

kırkıncı yılı, Ramazan ayının on dokuzuncu günü Kûfe Mescidinde<br />

başından yaraladığı İmam Ali, kılıçtaki zehrin de etkisiyle yaralandıktan<br />

altı gün sonra hayata gözlerini yumdu.<br />

Genç yaşından itibaren herkesin bilgi istediği ve akıl danıştığı bir<br />

ilim adamı idi Ali. Fıkıh, tefsir, kıraat ve kelam bilgilerini İslam toplumuna<br />

Ali öğretti. Arap dil ve edebiyatının kurallarını Ali koydu.<br />

Hz. Muhammed “Ben Kuran’ı kabul ettirmek için savaştım. Ali<br />

Kuran’a anlam verme ve yorumlama için savaştı.” demiştir.<br />

Hz. Muhammed’in “Ali ilmin denizidir”. Ve “Ben ilim şehriyim. Ali<br />

ise kapısıdır.” demesi, Ali’nin büyük bir ilim adamı olduğunu doğrulamaktadır.<br />

Güçlü ve sarsılmaz bir ahlak anlayışına sahip olan Ali, örnek bir aile<br />

reisiydi. Çağında birden fazla kadınla evlenmek, cariye bulundurmak<br />

yasal sayıldığı halde, Ali evinde cariye bulundurmadığı gibi Fatima’nın<br />

ölümüne kadar da başka kadınla evlenmedi.<br />

Konuşmaları Nehcü’l Belaga adı altında birleştirilmiştir. Güzel konuşma<br />

yolları anlamına gelen eser, söz söyleme sanatının eşsiz bir anıtı<br />

sayılır. Türbesi Irak Necef şehrindedir.<br />

SERÇESME SERÇEÞME<br />

Serime bir sevda geldi<br />

Muhammed Ali’den beri<br />

Yandı vücudum kül oldu<br />

Ta kalü beli’den beri<br />

Kul Hasan<br />

İmam Hasan (624-6719<br />

Ali’nin Fatıma’dan doğan ilk oğludur. Hasan ismini Hz. Muhammed<br />

koymuştur. Hasan ismi daha önce Araplarda yoktu. Hz. Muhammed<br />

Ali’ye “Sen Musa’ya nisbet Harun menzilindesin” demişti. Bu nedenle,<br />

Harun’un oğlu “Şeper”in adını Ali’nin çocuğuna koymuştu. Hasan, Süryani<br />

dilindeki Şeper’in Arapça karşılığı oluyordu.<br />

Hz. Muhammed “oğullarım” dediği Hasan ve Hüseyin’i çok severdi.<br />

Onlarla şakalaşır, ibadet sırasında bile sırtına çıkmalarına müsaade<br />

ederdi. Hasan’ın yüzü Hz. Muhammed’e çok benzerdi. Hz. Muhammed<br />

birçok defalar, “Allah’ım, ben Hasan’ı seviyorum, sen de<br />

sev ve seveni de sev.” demişti. (Fedail’ül-Hamse s.230)<br />

Hasan Sıffın savaşında babasının yanında idi.<br />

Hüseyin’le birlikte fiilen savaşa katıldıklarını gören Ali:<br />

“Tutun şunları! Ben bu ikisiyle soluk alıyorum, şehit olurlarsa<br />

Resulullahın nesli kesilir.” diyerek onları savaş alanından<br />

çıkarttırmıştı. (Nehcü’l-Belaga tercümesi ve şerhi<br />

s.336)<br />

Görüldüğü gibi Ali, Hasan ve Hüseyin’den Hz. Muhammed’in soyunun<br />

yürüdüğüne işaret etmişti. Hz. Muhammed’in oğlu yoktu.<br />

Kızı Fatima ile Ali’den gelenleri kendi soyu olarak kabul etmişti. Hz.<br />

Muhammed’in “Herkesin nesebi kesilebilir. Benim tertemiz soyum kıyamete<br />

kadar sürecektir.” Anlamındaki ünlü sözünü, Ali Sıffın’da doğrulamıştır.<br />

Sıffın savaşından sonra Ali uzun bir vasiyetname bırakarak, kendinden<br />

sonra İslamın imamlığının Hasan’a intikal edeceğini bildirmiştir.<br />

Hasan’ın zamanında Ehl-i beyte candan bağlı olanlar çok azalmıştı.<br />

İslamda birlik kalmamış, servet ve mevkii her şeye egemen olmuştu.<br />

Muaviye’nin adamları bir taraftan para ve mansıp dağıtarak, diğer taraftan<br />

uydurma hadislerle, çevrelerine hayli taraftar toplamışlardı. Muaviye<br />

kendi tarafına geçenleri zengin ediyordu. Alabildiğine servet ve<br />

göz kamaştırıcı bir yaşantı Araplara çok çekici geliyordu. Ehl-i beyt’in<br />

ganimetten veya halkın varlığından alıp dağıtacak bir şeyleri yoktu. Bu<br />

itibarla o çevredeki Müslümanların bazıları açıktan, bazıları üstü örtülü<br />

biçimde Muaviye’yi destekliyorlardı. Muaviye bu durumdan faydalanarak<br />

Hasan’ın kendisine biat etmesini istiyor bu konuda anlaşma teklif<br />

ediyordu. İçinde bulunduğu havadan bunalmış olan Hasan çevresindekilere<br />

sormuştu:<br />

“Muaviye bizi öyle bir işe çağırıyor ki, onda ne bir yücelme var, ne<br />

de bir adalet. Ölümü göze alıyorsanız teklifi ni reddedelim. Yaşamayı istiyorsanız<br />

kabul edelim. Hangisine razıysanız bildirin.” Herkes soruyu,<br />

“Uzlaşalım” diye yanıtladı. Hasan, “Ben bunu kabul etmezdim. Yardımcı<br />

bulsaydım gecemde de onunla savaşırdım, gündüzümde de. Sonunda Allah<br />

bir hüküm verirdi” dedi. (A. Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri<br />

ve Şii’lik s.3 76)<br />

Hasan-Muaviye sözleşmesi şu taahhütleri kapsıyordu:<br />

1-Halk Kuran’a uygun olarak yönetilecektir.<br />

2-Alevilere kötülük yapılmayacaktır.<br />

3-Ali ve soyuna kötü söz söylenmeyecektir.<br />

4-Cemel ve Sıffın savaşı şehitlerinin evladına ganimetten hisse verilecektir.<br />

5-Muaviye kendinden sonra kimseyi halife yapmayacaktır.<br />

Anlaşmadan sonra Hasan ailesini toplayarak Medine’ye döndü.<br />

Muaviye sözleşmenin hiçbir maddesine uymadı. Hasan’ın karısı<br />

Eş’as kızı Cude’ye bin dirhem altın vererek ve oğlu Yezid’e almayı vaat<br />

ederek İmam Hasan’ı zehirletti.<br />

İmam Hasan, dedesi Hz. Muhammed’in yanına gömülmek istiyordu.<br />

Bunu haber alan Mervan, emrindeki kuvvetlerle yolu kesti. Ayşe de bir<br />

katıra binerek Mervan’a katıldı. Cenazeyi götüren topluluk yol değiştirerek<br />

Baki mezarlığına gitti. İmam Hasan, Ali’nin anası Fatima’nın yanında<br />

toprağa verildi.<br />

İmam Hasan’ın oğlan, kız on beş çocuğu olmuşsa da imamlık, İmam<br />

Hüseyin’in soyundan yürümüştür. İmam Hasan en çok “Seçilmiş” anlamına<br />

gelen “Mücteba” lakabı ile anılırdı.<br />

İmam Hüseyin (624-671)<br />

İmam Ali ve Fatima’nın ikinci oğulları, İslamın, Hz. Muhammed ve<br />

İmam Ali’den sonra en ünlü kişidir. İmam Hasan’dan bir yıl on ay sonra<br />

doğan Hüseyin’in adını da dedesi Hz. Muhammed koydu. Hüseyin, Süryani<br />

dilinde “Şibbir”in Arapçadaki karşılığıdır. Şibbir, Harun’un ikinci<br />

oğlunun adıdır. (Fuzuli, Hadikat üs Suada, s. 270)<br />

Hz. Muhammed bu torununa karşı çok derin bir sevgisi vardı. Evlerinin<br />

önünden geçerken, Hüseyin’in ağladığını duyduğunda kızı Fatima’yı<br />

çağırarak, “Hüseyin’i niçin ağlatıyorsun? Bilmiyor musun ki onun ağlaması<br />

beni incitir.” dediği çok duyulmuştur. (Fedail’ül Hamse, III,<br />

s. 255)<br />

(Devamı 18. Sayfada)<br />

Aralık 2006 17


SERÇEÞME<br />

(Baştarafı 17. Sayfada)<br />

İmam Hüseyin’in çocuklarından, Ali Ekber ve Abdullah Ekber (Ali<br />

Asgar) Kerbelâ’da şehit olmuşlar, soyu Ali Evsat’tan (Zeyne’l-Abidin’den)<br />

yürümüştür. Kızları Fatima, Sakine ve Zeynep’tir.<br />

Muaviye’nin Hasan ile yaptığı sözleşmeyi tasvip etmemekle beraber,<br />

İmam Hasan’ın ölümünden sonra çevresinden gelen, anlaşmanın bozulması<br />

yolundaki teklifleri, “Muaviye ölünceye kadar sözleşmeye bizim<br />

sadık kalmamız gerekir.” diye kabul etmemişti.<br />

Muaviye ise son günlerinde, Medine’ye gitmiş, oğlu Yezid’i övmüş<br />

ve ona biat etmelerini tavsiye etmişti. Ebu-Bekir’in oğlu Abdurrahman,<br />

Ömer’in oğlu Abdullah, Zübeyir’in oğlu Abdullah, İmam Hüseyin ve diğer<br />

Haşim oğulları biat etmeye yanaşmamışlardı.<br />

Muaviye’nin 674’de ölümü üzerine, ahde aykırı olarak yerine geçen<br />

Yezid, ilk iş olarak, Medine Valisi Velid’e bir emirname göndererek,<br />

İmam Hüseyin’e biat teklif etmesini, kabul etmediği takdirde başını<br />

keserek Şam’a göndermesini istemişti. Bu isteğini yerine getirmeyen<br />

Velid’i azletmiş yerine Amr bin Said Aşdak’ı Medine’ye vali atamıştı.<br />

Yeni vali Ehli-beyt’e rahat huzur vermiyordu. Durumu yakından<br />

izleyen Kûfeliler Süleyman bin Surad’il Huzzai’nin evinde toplanarak<br />

Medine’de tedirgin edilen Hüseyin’i ve diğer Ehl-i beyt mensuplarını<br />

Kûfe’ye getirmeyi kararlaştırdılar.<br />

Halife unvanı ile artık bir Arap devleti biçimine dönmüş İslam toplumunun<br />

başına geçme iddiasında bulunan Yezid, Allah’ın emirlerini tanımaz,<br />

yalancı, rezil, şerir; İslamla ve inançla ilgisi olmayan bir ayyaştı.<br />

Böyle birisinin adının Emir’ül-Müminin veya Halife gibi kutsal deyimlere<br />

karışmasına, Müslümanlığa içtenlikle bağlı ve saygılı kişilerin gönlü<br />

razı olmuyordu. Hüseyin’in de aynı kanıda bulunduğunu bilen Kûfe’liler<br />

mektup üstüne mektup yolladılar. Hüseyin’in Medine’deki yakınları ise<br />

kesinlikle Kûfe’ye gitmelerini istemiyorlardı. Düşüncelerini söyleyen<br />

yakınlarına Hüseyin şöyle demişti:<br />

“Allah ne dilerse o olur. Dayanma gücü ancak onunla elde edilebilir.<br />

Ölüm genç bir kızın boynuna takılan gerdanlık gibi insanoğlunun<br />

boynundadır. Yakup nasıl Yusuf’u özledi ise, ben de ecdadımı öylesine<br />

özledim. Allah, şehid olacağım yeri benim için önceden kararlaştırmıştır.<br />

Allah dilerse Kûfe’ye hareket edeceğim” (Biharrü’l<br />

Envar, s. 44, s. 366)<br />

Abdullah bin Abbas, bu konudaki ısrarını sürdürüyordu:<br />

“Ey zamanın imamı, lütfedip Kûfe’ye gitmekten vazgeç. Medine’den<br />

ayrılman gerekiyorsa Mekke’ye git. Atan Ali, Irak’a yöneldiğinde<br />

belalar tuzağına tutuldu. Kardeşin Hasan Mücteba orada perişan<br />

oldu.”<br />

İmam Hüseyin cevap verdi:<br />

“Ey Abdullah, zahirde Müslümanlar mektuplar gönderip<br />

oraya gitmemi istediler. Ehl-i beyt’in huzurunu<br />

sağlayacaklarına kefil oldular. Mümkündür ki bu suretle<br />

Hakk’ın emrine uymak bana nasip olsun.”<br />

Abdullah:<br />

“Ey Peygamber oğlu, Kûfe henüz Yezid’in emri altındadır. Eğer onun<br />

valisini defedip Şer’i Müslüm’e teslim ederlerse o taraflara gitmek<br />

münasiptir. Ve eğer bunun aksi zuhur edip Yezid’in askerine karşı<br />

koymak lazım gelirse, yine mümkündür ki zafer onlara teveccüh ede.<br />

Bu takdirde bu neticeden hazretinize ızdırap erişir.”<br />

İmam Hüseyin:<br />

“Ey Abdullah! Sefere çıkmağa niyet etmişim. Zira muhakkak surette<br />

bilirim ki Yezid, benden gafil değildir. Kâbe’nin mübarek toprağı<br />

âlemin kıblesi iken, dalalet ehl-i askerinin ayakları altında kalıp, saygısızlık<br />

yapılmasına benim sebep olmama rızam yoktur. İstemem ki<br />

bu kutsal toprakları kana bulayayım ve halkını perişan edeyim. En<br />

iyisi fitne ve zulmü bilerek buraya getirmemektir.”<br />

Abdullah:<br />

“Ey Peygamber Evladı, anlıyorum ki sefere çıkmaya mailsin. Hiç olmazsa<br />

Yemen tarafına yönel ki, memleket geniş olup kale ve hisarları<br />

çok ve hadsiz hesapsız, Hemedan kabilesi Ahmed Muhtar (Peygamber)<br />

hanedanının dostudur. Sen o diyara varıp yerleşecek olursan her<br />

taraftan halis yürekliler ve mücahitler toplanıp sana yardım ederler.”<br />

İmam Hüseyin.<br />

“Ey Abdullah! Senin ne kadar şefkatli olduğunu yakından bilirim.<br />

Sözlerinin benim için iyi bir öğüt olduğunu itiraf ederim. Fakat ne<br />

çare ki, kaza hâkimi irademi Irak tarafına çekmektedir.”<br />

Hasan Hüseyin’i sevdim<br />

İkrarım anlara verdim<br />

Kâfi rlerin putun kırdım<br />

Halil-ür-Rahman’dan beri<br />

Kul Hasan<br />

dedi ve Kuran dan şu ayeti okudu: “Her canlı ölümü tadacaktır. Sonunda<br />

bize döneceksiniz.” (Kuran, Ankebut Suresi, Ayet 57)<br />

İmam Hüseyin’e gerek Ehl-i beyt’ten ve gerekse İslam büyüklerinden<br />

Kûfe’ye gitmemesi için çok sayıda kişi buna benzer ricalarda bulundularsa<br />

da kâr etmedi. Hüseyin, “Hikmet sırrı bize gizli kalmaz. Bana açık<br />

olanı siz bilmezsiniz.” diyordu.<br />

* * *<br />

[İşte Kerbelâ Olayı’nın sırrı bu küçük cümlecikte. Hz. Hüseyin islamın<br />

gidişatını, gerçekten uzaklaştığını görüyor, buna bir çare arıyordu.<br />

Mevcut olanaklarla buna çare bulmak imkânsızdı. Toplumu<br />

ikna etmek, oturup konuşmak, gerçekleri anlatmak mümkün görünmüyordu.<br />

Halen halk arasında söylenen gibi “Muaviye’nin pilavı<br />

yağlıydı”. Ve insanların pek çoğu bugün de olduğu gibi çıkara önem<br />

veriyorlardı.<br />

Toplumun bu gidişatını kökünden sarsacak ve dikkatleri çekecek<br />

bir olay gerekiyordu. Belki bu olay toplumun tekrar doğru düşünmesine,<br />

gerçekleri görmesine ve aklını başına toplamasına yardımcı<br />

olacak bir tokat niteliğinde olmalıydı.<br />

İmam Hüseyin çözümü bu şekilde buldu. Bu düşüncesini en yakınlarına<br />

açtı ve gerçekleştirdi. Bunun için bütün ısrarlara rağmen<br />

fikrinden dönmedi. Haksızlığın, zulmün, bencilliğin karşısında hayatı<br />

pahasına dimdik durdu ve Tanrısal bir destanın ölmez kahramanı<br />

ve yol göstericisi oldu - VU]<br />

* * *<br />

İmam Hüseyin, Mekkelilere de veda ettikten sonra kendine bağlı olan<br />

kişiler ve akrabası ile beraber Mekke’den Kûfe yönüne, kaderine doğru<br />

yürüyüşe başlamıştı. Aynı gün, daha önce gönderdiği Müslim bin Akil,<br />

Kûfe’de yardımsız kalıyor, Yezid’in valisinin emri ile şehid ediliyordu.<br />

İmam Hüseyin, Kerbelâ’da konakladığı zaman akrabası ve Ehl-i beyt<br />

kadınlarından oluşan yüz kişilik bir kafile halindeydiler. Müslim bin<br />

Akil’in şehit edildiğini yolda haber almışlardı. Yezid’in ordusu, kafileye<br />

burada yetişip Fırat nehri tarafında saf bağladı. İmam Hüseyin’e mektuplar<br />

yazıp, dini ve Müslümanları Yezid şerir’inden kurtarmasını isteyenlerin<br />

de içinde bulunduğu Muaviye oğlu Yezid’in ordusu o gün, tarihte<br />

benzeri görülmedik bir vahşet ve acımasızlıkla, Hz. Muhammed’in torunlarını<br />

meme emmekte olan çocuklara varıncaya dek şehit ettiler. (10<br />

Muharrem H. 61)<br />

Biz burada bu korkunç olayın ayrıntısına girmeyeceğiz. Kerbelâ Olayı<br />

öyle bir faciadır ki, Hz. Muhammed’in öpüp kokladığı bir başın acımasızca<br />

kesilip şehir şehir dolaştırılmasını, susuzluktan bunalmış meme<br />

emmekte olan bir masumun oklanıp şehit edilmesini, Hz. Muhammed’in<br />

torunlarından oluşan kadınların ve şehit cesetlerinin<br />

üzerine vahşetle saldırıp talan ve yağma edilmesini anlatmaktan<br />

insanlık adına utanç duyuyoruz.<br />

Bütün bu faciayı görüp bilen, çocukları dahil en<br />

yakınlarının şehit edilmesine tanık olan, altı aylık<br />

yavrusunun kucağında oklanıp öldürüldüğünü gören,<br />

kendisinden sonraya kalacak Hz. Muhammed’in Ehl-i<br />

beyt’inin insafsız, vicdansız Yezid’e esir olacağını sezen<br />

Hüseyin’in, Kerbelâ faciası öncesinde, ölümün adım<br />

adım geldiğini özünde sezmemesi olanaksızdır. Böylesine bir facianın<br />

ortasında Hüseyin, inancının kutsallığını, imanının gücünü, Hakk’ın ve<br />

insanlığın zulme, batıla, ahlaksızlığa karşı olan zaferini cihana eşsiz biçimde<br />

göstermiştir. Ceddine ve ceddinin yoluna sahip çıkmış, soyuna<br />

layık olduğunu ispatlamıştır. Hüseyin yanındakilerle birlikte, insanoğluna,<br />

yücelme yolunda, insanlık ve Allah yolunda gerektiği zaman neler<br />

yapılabileceğini kimseye nasip olmayacak bir düzeyde öğretmiştir.<br />

Diğer taraftan, insanların, çıkar uğruna nerelere kadar düşebileceklerini,<br />

ne ölçüde insafsız ve vicdansız olabileceklerini de Yezid ve peşindekiler<br />

Kerbelâ önünde göstermişlerdir.<br />

Biri insanları yüceltiyor alabildiğine… Uyarıcı, yol gösterici, sözüne<br />

sadık, dürüst ve cesur.<br />

Öteki, aşağılık, hilekâr, yalancı, bencil ve tiksindirici…<br />

Kerbelâ meydanı o gün, insanların yüzyıllardan beri okuduğu ve<br />

sonsuza kadar da okumaya devam edeceği Tanrısal bir destana tanık<br />

oluyor.<br />

Kerbelâ’da o gün yetmiş iki kişinin şehit edildiği söylenegelmiştir.<br />

Şimdiye kadar altmış üç Şehit’in adı zaptedilmiştir.<br />

Dokuz kişi de İmam Hüseyin’in daha önce Kûfe’ye gönderdiği Müslim<br />

bin Akil ile birlikte şehit olmuştur. Büyük bir ihtimalle Kûfe şehitleri<br />

ile Kerbelâ şehitleri birleştirilmek suretiyle yetmiş iki sayısına varılmaktadır.<br />

(1) A.Celalettin Ulusoy, Hacı Bektaş Veli ve Alevi Bektaşi Yolu.<br />

18 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇESME SERÇEÞME<br />

ALİ KENANOĞLU, İSMAİL METİN VE FEVZİ GÜMÜŞ İLE<br />

Zorunlu Din Dersi Davasında Çıkan Karar Üzerine Söyleştik<br />

Ahmet Koçak<br />

İsmail Metin Ali Kenanoğlu<br />

Zorunlu din dersleriyle ilgili 5. İdare Mahkemesindeki dava<br />

sonuçlandı. Süreci kısaca anlatır mısınız?<br />

Ali Kenanoğlu: Zorunlu din dersleri dördüncü sınıfta başlıyor. Oğlum<br />

üçüncü sınıftan dördüncü sınıfa geçtiği zaman İstanbul Valiliğine dilekçe<br />

vererek, din dersinden muaf tutulmasını talep ettim. Talep reddedildi.<br />

Buna İstanbul Bölge İdare Mahkemesine itiraz ettik. Yürütmeyi durdurma<br />

talebinde bulunduk. Mart ayında yürütmeyi durdurma talebimiz<br />

kabul edildi. O zaman benim çocuğum din dersine girmedi. Ardından<br />

Valilik yürütmeyi durdurma kararına bir üst mahkemede itiraz etti. Bu<br />

itiraz kabul edildi ve yürütmeyi durdurma kaldırıldı. Yaklaşık iki ay<br />

sonra çocuğum tekrar din dersi almaya başladı.<br />

Tabii davanın esastan görüşülmesi devam etti. 22 Kasım 2006 Çarşamba<br />

günü tebligat bize ulaştı. Dava sonuçlandı ve biz davayı kazandık.<br />

Perşembe günü okula gittim. Karar oraya da tebliğ edilmişti. Perşembe<br />

gününden itibaren çocuğum zorunlu din dersine girmiyor. Bu konuda<br />

Türkiye’de kazanılan ilk ve tek dava.<br />

Bu davanın açılımları neler olacak? Bu karar Alevi-Bektaşi<br />

toplumuna neler kazandıracak?<br />

Ali Kenanoğlu: Bu dava birkaç açıdan önemli: Bir kere dava Türkiye’de<br />

kazanıldı. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne ya da başka bir uluslararası<br />

platforma taşınmadan, Türkiye’nin kendi iç hukuk sürecinde verilmiş<br />

bir karar. Bu karardan iki sonuç oluşabilir: Biri, hükümetin bu<br />

konuda adım atıp, Anayasa’da gereken değişikliği yaparak, zorunlu din<br />

derslerini, zorunlu olmaktan çıkarmasıdır.<br />

Diğer taraftan, bu karar emsal gösterilerek, kararın fotokopisi eklenen<br />

dilekçeler çoğaltılarak çok sayıda başvuru yapılır. Bu da Alevi-Bektaşi<br />

Federasyonunun önümüzdeki süreçte değerlendirmesi ve yapması<br />

gereken bir iştir. Hükümetten bir değişiklik gelmezse, Alevi-Bektaşi<br />

Federasyonu bu yönde çalışmalıdır.<br />

Peki, din dersi seçmeli hale<br />

dönüşürse başvurular nasıl<br />

olacak?<br />

Ali Kenanoğlu: Eğer bu<br />

ders seçmeli hale gelirse;<br />

çocuklarının bu dersi<br />

almasını istemeyen aile<br />

okul idaresine bir dilekçe<br />

verecek, “çocuğumun din<br />

dersi almasını istemiyorum”<br />

diyecek. Valiliğe,<br />

mahkemeye başvurmaya<br />

gerek kalmayacak. 1981<br />

yılında ben öyle yapmıştım.<br />

Orta birinci sınıftayken kendim<br />

gittim, okul idaresine<br />

bir dilekçe verdim, “Ben din<br />

dersi almak istemiyorum”<br />

diye ve girmedim. Başka bir prosedürü yoktu bu işin. Seçmeli ders yapılırsa<br />

uygulamanın böyle olması gerekir.<br />

<strong>Sayı</strong>n İsmail Metin, bir avukat olarak sizin bu konudaki görüşleriniz<br />

nelerdir?<br />

İsmail Metin: Bu aleyhte bir durum. Lehte durumun şöyle olması lazım:<br />

Din dersi almak isteyenin dilekçe vermesi lazım. Ama Türkiye Cumhuriyeti<br />

bilinen yapıda olduğu için bunu da kendine yontacaktır. Sadece<br />

dilekçe verenleri din dersinden muaf tutacaktır.<br />

Hâlbuki gerçekten seçme özgürlüğü olsa dersi almak isteyenin dilekçe<br />

vermesi gerekir.<br />

Peki, bununla ilgili bir düzenleme olur mu diyorsun?<br />

İsmail Metin: Aslında bunun için yeni bir dava açılsa, o zaman sorun çözülür.<br />

Dilekçe veren bir baba, oğlunun inancı dışında din dersi aldığına<br />

dair itirazda bulunacak, dava açacak ve onun üzerine yeniden inceleme<br />

yapılacak. Böyle ikinci bir dava açılması gerekiyor.<br />

<strong>Sayı</strong>n Fevzi Gümüş, kararı siz nasıl değerlendiriyorsunuz? ABF ne<br />

çalışmalar yapacak? Yeni davalar olacak mı?<br />

Fevzi Gümüş: Sanırım biliyorsunuz, Ali Kenanoğlu, 2004 yılında yapılan<br />

Birinci Alevi Konferansı’nda aldığımız, Alevi örgütlerindeki kadroların<br />

çocuklarıyla ilgili olarak zorunlu din dersinin kaldırılması yönünde<br />

başvuruda bulunmaları kararına uyarak kendi oğlu hakkında böyle bir<br />

talepte bulundu.<br />

Zorunlu din dersi uygulamasının hukuka aykırı olduğu kararını alan<br />

kişinin Federasyon Başkan Yardımcımız olması kıvanç vericidir. Ancak<br />

bu kararın Alevi toplumu ve farklı inançlardan zorunlu din dersi uygulamasına<br />

tabi tutulan insanlar açısından hukuksal bir kazanım haline getirilmesi<br />

Federasyonumuzun önündeki en önemli görevlerinden biri. Bu<br />

konuda bir kampanya düzenleyerek yaygın dava açma yolunu toplumun<br />

önüne seçenek olarak sunmak istiyoruz. Bu karar, toplumdaki korkuların<br />

yıkılmasına vesile olabilir diye düşünüyoruz. Federasyon olarak önümüzdeki<br />

süreçte bunu örgütleyecek ve hayata geçireceğiz.<br />

İsmail Beyin söylediği ikinci bir dava açılması konusunda<br />

diyeceksiniz?<br />

Fevzi Gümüş: Zaten ABF’nin şu anda AHİM’nde görülen bir davası var.<br />

O dava da 2007 yılının ilk aylarında sonuçlanacak. İstanbul’da başka<br />

bir arkadaşımızın davası da devam ediyor. Bu davaların Ali Kenanoğlu<br />

davasını emsal alacak kararlarla sonuçlanacağını düşünüyorum. Ama<br />

bunu yaygınlaştırmazsak, Ali Kenanoğlu’nun öncülük yapmış olduğu bu<br />

mücadele sonuçsuz kalabilir. O yüzden önümüzdeki süreçte Kenanoğlu<br />

kararını gerekçe göstererek müracaatların yapılmasını sağlamamız ve<br />

bunları yargıya taşımamız gerekiyor.<br />

İnanç özgürlüğü ile ilgili diğer konularda samimiyetsiz uygulamalarını<br />

bildiğimiz AKP’nin bu kararı görmemezlikten geleceğini söylemek<br />

için kâhin olmaya gerek yok.<br />

İsmail Metin: Din dersi toplumda farklı anlaşılıyor. İnsanlar, din dersini<br />

sadece bir asimilasyon aracı olarak görüyorlar. Aslında din dersi aynı<br />

zamanda bir engeldir. Çoğu<br />

Alevi öğrenci din dersinden<br />

geçemediği için okuyamıyor.<br />

Ben kendim din dersinden<br />

kaldım. Kız kardeşim<br />

din dersinden sınıfta<br />

kaldı. Öbür kardeşim kaldı.<br />

Bizim köyde ne kadar<br />

okuyan varsa din dersinden<br />

kaldı. Alevi öğrenciler<br />

din dersindeki o duaları<br />

ezberleyemiyor, sınıfta<br />

kalıyor.<br />

Yani din dersi aslında<br />

hem asimilasyon aracıdır,<br />

hem de Alevi öğrencilerin<br />

ilerlemesini engelleyen<br />

bir settir.<br />

Fevzi Gümüş<br />

Aralık 2006 19


SERÇEÞME<br />

ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />

Atilla Erden<br />

Anam öldüğü zaman bugünkü kadar üzülmemiştim. Getire getire Alevi<br />

hareketini buraya getirdik … Buradaki kavga, evin içerisindeki kardeşlerin<br />

kavgasıdır. … Çoğumuzun yapmakta olduğu yanlış, yargı ve değerlendirmelerimize<br />

gerekli bilgi birikimi olmadığı halde, çirkin kanaatler<br />

taşımaktır, kulaktan dolma bilgilerle. …<br />

Örgütte neler olduğunu uzun anlatmayacağım … anlatmaktan utanıyorum,<br />

üzüntü duyuyorum. Böyle olmamalıydı, ama oldu. Sadece … şu<br />

kadarını söylüyorum: Oradan oraya dolaşarak, bir ekip arkadaşlarımız,<br />

benim şahsımın derin devlet adamı olduğunu ve aynı zamanda, Alevi<br />

olmadığımı ve Genelkurmay taraftarı olduğumu [söylüyor.]<br />

Ben hiçbir illegal örgütte yer almadım ki, derin devletin adamı olayım.<br />

Bunu söyleyenlerin bir kısmı kısa pantolonla dolaşırken ben, mahkemelerde<br />

idamla yargılandım. Suçum komünistlik ve Kızılbaş olmaktı.<br />

… Genelkurmay taraftarının ne demek olduğumun anlamını pek anlamıyorum<br />

… yedek subaylıkta Aleviliğe hakaret ettikleri zaman çıkıp<br />

1974’te, ‘bu böyle değil komutan’ deyip, üç gün de nezarette kaldıktan<br />

sonra … ‘özür dileriz, bir yanlışlık olmuş’ dediler. Otuz beş senedir ben<br />

bilimsel olarak da çalışıyorum bu konuda. Ben kendime de güveniyorum,<br />

epey emek verdim, epeyce bilgi sahibi oldum, bunu da hiçbirinizden<br />

saklamadım. Nereye çağırdıysanız geldim, anlatmaya, tartışmaya<br />

da her zaman varım, çocukla da oturup konuştum, profesörle de oturup<br />

konuştum…<br />

ABF Olağanüstü Kongresi<br />

Ahmet Koçak<br />

Kongre Konuşmaları’ndan Seçmeler<br />

Alevi Bektaşi Federasyonu’nun (ABF) Olağanüstü Genel Kurulu 26 Kasım<br />

2006’da Ankara’da Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı Ali Doğan<br />

Konferans Salonunda yapıldı. Genel Kurula 97 delege ve çok sayıda<br />

konuk katıldı. Olağanüstü Genel Kurul saat on birde bir dakikalık saygı<br />

duruşu ile başladı. Saygı duruşundan sonra divan seçimine geçildi. Divan<br />

başkanlığına Ali Balkız ve Mustafa İssi başkalığında iki ayrı liste<br />

önerildi. Kongreyi yürütecek divan seçimi esnasında Alevi örgütlerinde<br />

bugüne kadar pek alışık olmadığımız sahnelere şahit olduk. Açık oylamada<br />

bir sonuç alınamayınca, gizli oylama açık sayım uygulaması yapıldı.<br />

Bu da bir hayli zaman aldı. Kongrenin “çekişmeli” geçeceği tarafların<br />

daha divan seçimindeki tutumlarında belli olmuştu.<br />

Mustafa İssi başkanlığındaki liste oylamaya katılan 96 delegeden 49<br />

delegenin oyunu alarak divana seçildi. Divan, Mustafa İssi, Necati Şahin,<br />

Sümran Ünal ve Murat Bakan’dan oluştu.<br />

Divan seçiminden sonra belirlenen gündem gereği ABF Genel Başkanı<br />

Atilla Erden açılış konuşmasını yaptı. Atilla Erden’den sonra delegelere<br />

söz verildi. Yaklaşık otuz kişi söz alarak görüşlerini dile getirdi.<br />

Daha sonra delegelerin konuşmalarına yanıt vermek için YK üyelerinden<br />

Kamil Ateşoğulları, Fevzi Gümüş, Kazım Genç, Ali Kenanoğlu<br />

ve Atilla Erden söz alarak birer konuşma yaptılar.<br />

Karşılıklı konuşmaların genel çerçevesi, ABF’yi Olağanüstü Genel<br />

Kurula getiren nedenler ve GYK’nın “fikir ayrışması” üzerine idi. Yapılan<br />

konuşmalar ne yazık ki eleştiri-özeleştiri kültüründen, Alevi öğretisinden<br />

uzak, samimiyetsiz ve seviyesizdi.<br />

Kongre öncesi yaşanan olaylardan dolayı bu kongrenin çekişmeli geçeceğini<br />

tahmin ediyorduk, ama karşılıklı ithamların bu kadar yoğun<br />

olduğu, içeriksiz, belden aşağı vuran konuşmalara şahit olacağımızı tahmin<br />

edemezdik. Arada bir salondan dışarı çıktıkça konuştuğum kişilere<br />

şunları sordum:<br />

“Bu kongrenin Alevi-Bektaşi toplumunun demokratik örgütlülüğünün<br />

üst çatısının kongresi olduğuna emin misiniz? Ne oldu bu insanlara?<br />

Yüzlerindeki nur nere gitti? Bu kin, bu nefret, bu husumet<br />

niye?”<br />

Hayret ve şaşkınlıkla kongreyi sonuna kadar izledik. Evet, ne yazık<br />

ki, kongrenin özeti bu.<br />

Kongre esnasında not tutuğum ve önemli olduğunu düşündüğüm<br />

bazı başlıklar ise şöyle:<br />

• Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu’nun ABF kongresine müdahale<br />

ettiği yönünde yapılan eleştiriler. Bu konu kongre sonrası internet ortamında<br />

da tartışıldı.<br />

• Yine ve her zaman olduğu gibi ‘kadının adı yok’tu. Divan’da yer alan<br />

Sümran hanım dışında, ne konuşmacılar arasında, ne de yönetim listesinde.<br />

Ne hikmetse bu meseleye daha sonra yazılı tartışmalarda değinen<br />

bile olmadı.<br />

• Alevilerin siyasete nasıl müdahale edeceği meselesi merakla beklediğimiz<br />

konulardan biri idi. Bu konu da ne yazık ki, kişisel sürtüşmelerin<br />

gölgesinde kaldı.<br />

• Ve tabiî ki en önemlisi “derin devlet” meselesi. Bu konu daha çok konuşulacağa<br />

benziyor. Doğrusu biz de merak ediyoruz. Alevilerin başına<br />

kimler, ne gibi çoraplar örecekler diye.<br />

Seçimlerde Selahattin Özel ve Atilla Erden başkanlığında iki ayrı<br />

liste yarıştı. 97 delege oy kullandı. Selahattin Özel’in listesi 51, Atilla<br />

Erden’in listesi 46 oy aldı.<br />

ABF Kongresi sonunda Genel Başkanlığa seçilen Selahattin Özel’in<br />

ilk açıklaması şöyle oldu:<br />

“Olağanüstü Genel Kurul uzun bir tartışmadan sonra, bizim listenin<br />

kazanmasına karar verdi. Düşüncemizin haklı olduğuna karar veren<br />

derneklerimizin, halkımızın iradesi bize yola devam edin dedi. Bu<br />

bizim ve Alevi hareketi açısında çok önemli ve sevindiricidir.<br />

Avrupa ve Türkiye Aleviliğini, örgütlüğünü tartışmıyoruz. Çünkü<br />

dünyanın neresinde olursa olsun Alevi hareketi bir bütündür ve Anadolu<br />

Alevileridir. Bu bakımdan yaptığımız genel kurul bir dönüm<br />

noktasıdır. Sağ olsunlar sağduyularını güvendiğimiz o insanlar bu<br />

çizginin, sürdüğümüz yolun devamına karar vererek Avrupa ve Türkiye<br />

hareketinin çizgisini onayladılar.<br />

Önümüzdeki süreçteki projemizde son dönemde sürekli dile getirdiğimiz<br />

Siyasete müdahale etme projesidir. Kısa zamanda Türkiye ve<br />

Avrupa’daki yönetici arkadaşlarımız bir araya gelerek bir durum değerlendirmesi<br />

yapacağız daha sonra da bütün örgütü toplayarak danışıp<br />

siyasete müdahale etmeyi biraz daha somutlaştırmış olacağız.<br />

Artık seçim geride kalmıştır. Şimdi yönetici olsun olmasın, herkesin<br />

iş yapma zamanıdır”.<br />

Kongrede bir gün sonra Turan Eser imzalı bir basın açıklamasıyla<br />

seçilen 17 kişilik Genel Yönetim Kurulu ve onun içinden seçilen dokuz<br />

kişilik Merkez Yürütme Kurulu’nun görev dağılımı açıklandı:<br />

Selahattin Özel, (Genel Başkan), Abbas Tan (Genel Başkan Yardımcısı),<br />

Turan Eser (Genel Sekreter), Mehmet Uzuner (Genel Sayman),<br />

Hüseyin Yıldırım (Örgütlenme Sekreteri), Tekin Özdil (Eğitim ve Bilim<br />

Sekreteri), Muharrem Erkân (Genel Başkan Yardımcısı), Ercan Geçmez<br />

(MYK üyesi), Servet Demir (MYK Üyesi);<br />

Diğer GYK Üyeleri: Kemal Çelik, Ali Turan İldem, Feti Kaya, Ahmet<br />

Doksöz, Ali Merdan Erdoğan, İsmail Ataş, Sevim Durmaz, Yazgülü<br />

Ağırgöl.<br />

Bu genel kurulu apar topar toplayanlar … kapı kapı dolaşıp bunları<br />

söyleyenler … hain olduğumuzu da anlatmışlar ve ellerinde belgeler olduğunu<br />

söylemişler. Bütün hepiniz buradasınız, namus sözü veriyorum,<br />

derin devletle ilgili veya toplumla hainliğimle ilgili en ufak bir belge<br />

yahut … kanıt öne sürsünler, bir daha bu salonda yer almayacağım…<br />

Müslüm Doğan<br />

Çok üzüldüğüm bir husus var: Bir bilim adamı, Alevi hareketi içerisinde<br />

yıllarca emek vermiş … akademik çalışmalar yapmış, akademik çalışmaları<br />

da … hareketimiz içinde olmasından dolayı engellenmiş bir bilim<br />

adamını biz bu şekilde gönderemeyiz. … Ne demek birisi genelkurmayın<br />

adamı olacak, birisi derin devletin adamı olacak? Peki bu şeyleri<br />

söyleyen adama söyler misiniz, ‘Sen hangi noktadasın, hangi kolda yer<br />

alıyorsun, neresinde yer alıyorsun bu işin?’ … İnsanlarımızı bu şekilde<br />

harcayamayız, bu şekilde bunları bu sürecin dışına atamayız...<br />

Ben neyin kokusunu alıyorum biliyor musunuz? Alevi Bektaşi Temsilciler<br />

Meclisi’nin ve Barış Hareketi sürecinin kokusunu alıyorum buradan.<br />

… Varsa birilerinin siyasal sürece katılma istekleri, gelir katılırlar.<br />

Ama bu örgütlülükleri kınayıp, bir yere gidemezler. … Ama insanlara<br />

çamur atarak, proje üretmeden, üretim sürecinin hiçbir yerinde yer almayan<br />

insanlar gelip çok üst noktalarda yer alabiliyorlar. … Örgütlülüğümüzde<br />

projelere çalışılmıyor artık. Ne tartışılıyor; Ahmet şunu yapmış,<br />

Mehmet bunu yapmış, şu şunu yapmış, bu bunu! …<br />

20 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇESME SERÇEÞME<br />

ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />

Hüseyin Yalçın Dede<br />

Neredeyiz, nereye varıyoruz, nereye gidiyoruz, hedefimiz ne, bir türlü<br />

anlayamadık. On beş yıldır sabırla birbirimizi izliyoruz. Ama böylesine<br />

acı bir tabloyla karşılaşmak, bizleri üzüyor. Alevi kültürünün özünde,<br />

yalan söylememe kavramı çok çok önemli ki, bunun, kamu mahkemesinde<br />

düşkünlük getirdiğini hepimiz biliyoruz. Ama ne yazık ki, yeri<br />

geldiği zaman kişisel çıkarlarımız için birbirimizi yerden yere çalıyoruz.<br />

Bir olup, iri olup diri olmamamızı her konuşmamızda söylüyoruz, ama<br />

ne biriz, ne diriyiz, ne de iriyiz; çünkü görüyoruz ki politik çıkarlarımızı<br />

getirip, kültürel çıkarlarımızın içinde, işlemeye çalışıyoruz. … Biz bize<br />

dikkat etmez, birbirimize saygı duymaz, o temel insan değerlerini, en el<br />

hak kavramını önümüze koymazsak böyle birbirimizi yerer, incitiriz...<br />

Sevgili genel başkanımla aşağı yukarı on beş yıldır tanışırız. Gerek<br />

federasyon, gerek genel başkanlarım lütfen artık yavaş yavaş projemizi,<br />

programımızı önümüze koyalım, ne yapacağımızı, birlikte karar verelim.<br />

‘Ben böyle diyorum, böyle yaparım!’ Hayır! Ben, sen, o yok! …<br />

Hünkar Hacı Bektaşi Veli’nin dediği gibi, “Kabe’m de, Kıble’m de insandır”<br />

Öyleyse Kabe’nizi ve Kıble’nizi bulun...<br />

Turan Eser<br />

Sizden ABF’nin … kuruluşuna geri dönmenizi istiyorum ve o tarihten<br />

bir önceki olağan genel kurula kadar olanları film şeridi gibi kafanızdan<br />

geçirin. ABF Türkiye kamuoyunda varlığı fazla bilinen bir yapı değildi.<br />

Hatta ABF’miz, üst kuruluşumuz ne düşünüyor sorusuna, şurada ismi<br />

yazan örgütlerimizin bir çoğunun üyesi, yöneticisi cevap veremiyordu.<br />

Niye? Çünkü ABF’nin ilkesi nedir, neyi savunur bilen hiçbir yazı dokümanı<br />

yoktu.<br />

Filmi çevirin, üç yıl içerisinde on beş basın açıklaması görürsünüz,<br />

kitlesel etkinliklerin en dibe vurduğu dönemi görürsünüz. 15 Ekim’den<br />

sizin görevden alındığınız tarihe kadar, kırk beş hafta içerisinde, elli<br />

beş basın açıklaması yapılmış AKP’nin merkezinin önünde; binalarının<br />

önünde çelenkler konulmuş; Madımak önünde on bin kişi toplatılmış.<br />

2006 yılında Alevi uluların, Bektaşi öğretisine uygun, Tahtacı inancına<br />

uygun bütün Alevi etkinlikleri görülmediği kadar muhteşem etkinlikler<br />

geçirmiştir; coşku ile geçirmiştir ve bütün bu etkinliklerde ABF damgasını<br />

vurmuştur. ABF pankartları ilk kez bu dönemde ortaya çıkmıştır. İlk<br />

kez bu dönemde Banaz’a ABF gitmiştir. Bu dönemde on binlerce broşürr<br />

Türkiye’nin her tarafında dağıtılmıştır. Türkiye’de görüşülmeyen kurum<br />

kalmamıştır. Yapılan tartışmalarla, yapılan çalışmalarla, iş kişiliği düzeyinde,<br />

düşünsel düzeyde ABF’ye bir kimlik bulmak, ABF’nin Türkiye<br />

ve uluslararası kamuoyundaki imajını güçlendirme çalışması sürmüştür.<br />

ABF Genel Merkezi uğrak merkezi olmaya başlamıştır.<br />

Eksiklikleri tamamlamak üzere, projeleriyle örgütte kişisel değil,<br />

örgütsel aklın oluşturulması tartışmaları bu dönemde başlamıştır. Arkadaşlar,<br />

her şeyin muhasebesini verilerden yapabilirsiniz. Alevilerin<br />

yazılı dokümanlarının bulunduğu kaynaklara bakın. Alın dönem dönem<br />

çalışma raporlarını, okuyun. 15 Ekim’deki genel kurulda gördünüz arkadaşlar,<br />

size bir buçuk sayfalık çalışma raporu verilmiştir, iki yıllık.<br />

15 Ekim’le 26 Mart 2005 ilk kez Alevi Bektaşi Federasyonu Türkiye’de<br />

danışma kurulu toplamıştır, ilk kez bu yönetim döneminde size otuz altı<br />

sayfalık rapor sunulmuştur. Niye? Sanal tartışmalardan kaçmak lazım.<br />

Burada her anlatılanı, bilimsel örgütsel bir mantığın içersinde değerlendirerek<br />

dinlemek lazım...<br />

Örgütsel hukuka, demokrasiye vurgu yapan, kurumsallaşmayı tartışan<br />

arkadaşlarımızın şunu söylemesi lazım: Bir tane arkadaş çıksın desin<br />

ki, şu yanlışı yaptınız; şu tembelliği yaptınız; Türkiye’deki ve dünyadaki<br />

bize dönük, Türkiye’deki demokrasi güçlerine, emek güçlerine dönük<br />

şu gündemi ıskaladınız. Iskalanan bir gündem yoktur, hepsinde tepkimiz<br />

ortaya konmuştur. Görevden alındığımız tarihten bugüne kadarki<br />

dönemde Fransa’da alınan düşünce özgürlüğü üzerine o berbat karar,<br />

onunla beraber Türkiye’deki üç yüz bir, terörle mücadele yasası bu ıskalanmıştır,<br />

Orhan Pamuk olayı ıskalanmıştır. Avrupa Birliği Raporuna<br />

ilişkin düşünce üretememiştir, ıskalamıştır.<br />

Görevden alınma olayı. Alevi örgütlenmelerinde, sendikalarda, siyasi<br />

partilerde olamayacak diye bir şey yoktur. Ne zaman olur? Yolsuzluk<br />

yaparsınız, örgütün malını çalarsınız, namussuzluk yaparsınız, üçkağıtçılık<br />

yaparsınız, alınırsınız görevden. Ama örgüt tıkanırsa, iradeyi aldığı<br />

yere teslim etmek zorundadır. Bu, örgütten iradeyi kaçırmadır...<br />

26 Mart’ta danışma kurulunu topladık, ‘arkadaşlar yürüyemiyoruz.<br />

Soluk almamız için sizin de soluğunuza ihtiyacımız var, bakın böyle bir<br />

şeyi gelin tartışalım.’ Belki bu olağanüstü kongre olmazdı, bir danışma<br />

kurulunda bunu çözebilirdik. Ama kişisel düşünenlerin, toplumsal ve örgütsel<br />

düşünenleri görevden alması olayı vardı ... Görevden ne alınmıştır<br />

biliyor musunuz? Alevi hareketinin biraz önce verdiğim şerit içerindeki<br />

işleri, görevleri, çalışması, mücadele tarzı görevden alınmıştır...<br />

“Anayasal düzen içerisinde, tek devlet, tek vatan, tek millet, tek bayrak,<br />

tek bilek güreşenler, önce Türkiye diyenleri Yeniden Uyanış İçin<br />

Ulusal Kurultay’a çağırıyoruz”... Atilla Erden, Hacı Bektaş Veli Kültür<br />

Derneği Başkanı; Turan Yazgan, Türk Dünyası Derneği Başkanı; Altemur<br />

Kılıç, biliyorsunuz Türkiye’nin en gerici faşist işvereni, MHP’li.<br />

Atilla ağabey bunlarla bu çağrıları yapıyor. Sivas katliamının mağdurları<br />

suçluydu, yakanlar doğru yapmıştır deyip, katliamı yapanların avukatlığını<br />

üstlenenler ... bunların ailelerine Türkiye’de ve Avrupa’da bağış<br />

toplayan Mazlum-Der’le, bu davanın en büyük mağdur örgütü Pir Sultan<br />

Abdal Genel Başkanı ortak imza attı. ... Burada ne konuşuluyor? ...<br />

Ercan Geçmez<br />

Birilerinin kendi beceriksizliklerini … kıskanarak, Avrupa örgütlerimize<br />

saldırmasını… şiddetle kınıyorum… Genel merkezimizi kim aldı?<br />

Bu vakfın katılımında Türkiye’deki örgütlerimizin payı mı fazladır, yoksa,<br />

Avrupa’daki örgütlerimizin payı mı fazladır? …<br />

Ben federasyonun yönetim kurulu üyesiyim arkadaşlar. Dört kişiye<br />

bir görev verdiler. … Onlardan birisi bendim, birisi Kamil Beydi, birisi<br />

Kazım Beydi, birisi Tekin Beydi. Verdikleri görev şuydu: Biz anlaşamıyoruz,<br />

derneklerin resmi vereceği karara göre, genel kurula gidelim.<br />

Eski delege mi, yeni delege mi? Utanç duyuyorum bundan. Gittik, karar<br />

aldık, yeni delegeden gidecek diye! Bundan da utanç duyuyorum. Her<br />

şeyden önce hukuku savunanlar nasıl oluyor da Pir Sultan Abdal Kültür<br />

Derneklerinin Genel Kurul hukukuna karşı hareket etme cesaretini kendilerinde<br />

buluyorlar? Nasıl oluyor da, Hacı Bektaş Veli Derneklerinin<br />

Genel Kurulunun seçmiş olduğu delegeleri kabul etmiyorlar ve bu salona<br />

eski delege, yeni delege kavgasını getiriyorlar...<br />

Aleviler siyasete müdahale etmeli mi, etmemeli mi? … Biz elbetteki<br />

sonuna kadar siyasetin içerisindeyiz, ama ilkeli, onurlu, dik duruşun içersindeyiz.<br />

Birileri gibi değil, ben buraya encümen üyesi olmak için geldim<br />

diyenler için değil… Demokratik bir ülkede yaşıyorsunuz, parlamentoya<br />

siyasi fikrinizi götüremezseniz, siyasete müdahale edemezsiniz… İmam<br />

hatip kökenli birisi bu ülkede başbakan, … cumhurbaşkanlığına aday<br />

oluyor da, demokrasiyi özgürlüğünü savunan … bir Alevi yurttaşın başbakan<br />

veya cumhurbaşkanı olmasını çok mu görüyorsunuz? …<br />

Selahattin Özel<br />

Bütün dernekleri bir araya getirerek kurucu genel başkanı olmuş bir insanım<br />

… İstifa ettim, yerime ... Atilla Hocayı ben önerdim. O günden<br />

bugüne kadar ne medyada, ne bir başka yerde, ne de genel başkanımın<br />

önüne çıktım kurucu genel başkan sıfatıyla, ne televizyonlarda ahkam<br />

kestim. Ben örgütçülükten gelen bir insanım. Kendi örgütüne, kendi başkanlarına,<br />

kendi ölçüsünde saygı duymayanlar, başkalarından da saygı<br />

bekleyemezler. O yüzden ben bu saygısızlığı hiç yapmadım….<br />

Bugüne kadar Sivas’a yüz elli, iki yüz kişi katılıyor, insanların özgüveni<br />

yok … Tarihde ilk defa on beş bin kişi gidildi, on beş bin kişiyi<br />

de jandarmalar köylerden, dağlardan, yollardan salmadı. Bu, sadece ne<br />

Avrupa’nın, ne de Türkiye’nin değil, hepimizin başarısıdır.<br />

Biraz önce ... Bir Mayıslardan bahsetti, genel başkanlığım dönemine<br />

değindi. “Bir Mayıs alanlarına, Alevi Bektaşi topluluğu olarak çıkacağız,<br />

Alevi Bektaşi fl amasını açmayacağız, o işçi örgütüne saygıdan onun<br />

arkasından gideceğiz” dedim. ... Dayanışma böyle olur, ben sendikanın<br />

önünde yürüyüp de, Alevi Bektaşi bayrağı açmam. Benim sendika başkanım,<br />

şube başkanım, oranın yöneticileri Alevi kökenli, Alevi olarak,<br />

nereden yürüyecek? Örgütünün bayrağının arkasında, biz onun arkasından<br />

yürüyeceğiz. Dayanışma budur, Alışmamışsınız bunlara ne sağcılığım<br />

kaldı, ne başka bir şeyimiz! ...<br />

Diyorlar ki Selahattin Başkan, kimselere yetişemedi. Hepiniz buradasınız.<br />

<strong>Sayı</strong>n genel başkanım Atilla Erden, beş yıl senin genel başkanlığını<br />

yaptım. Hangisini kaçırdım, gelmedim? Bu bir. Federasyon başkanı<br />

olduğum günden bugüne kadar, arkadaşlarım söylesinler, şuraya gelmedi,<br />

şu etkinliğe katılmadı.<br />

Basın açıklaması… Sivas’a otelin önüne gidiyoruz, Madımak müze<br />

olsun diye çelenk koyacağız. Barikatlar çekiliyor önümüze. Barikatları<br />

aşarak gidiyoruz, benim şahsımın değil, federasyonumuzun yönetim kurulunun<br />

hazırladığı basın bildirisinin özetini okuyorum, üç sayfa değil,<br />

Okuduktan sonra bitiriyorum, sayın Kazım Genç bakın ben sizi görüyorum!<br />

Herkes bir bildiri daha okuyor. Bu nasıl bir iştir? Benim okuduğum<br />

başka mı? ... Nereden çıktı bu? Usul bilmezsiniz, yöntem bilmezsiniz,<br />

(Devamı 22. Sayfada)<br />

Aralık 2006 21


SERÇEÞME<br />

ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />

(Baştarafı 21. Sayfada)<br />

Aleviliği hiç saymıyorum, ondan sonra hukuk bilmezsiniz, bu kongreye<br />

gelişiniz de bunun ispatıdır. ...<br />

Siz federasyon ve genel merkez haber ve bilgilerini dernek şubelerinize<br />

kıskançlık ve hasetlik yaparak göndermezseniz federasyon çalışmaz.<br />

Para istersin, yok! Onu istersin, yok! Banka mı soyacak genel<br />

başkan, nereden getirecek? Cebimizden harcıyoruz, doğrudur, bunlar acı<br />

gerçeklerimiz. ...<br />

Biz postnişinle buluştuk, sayın Veliyettin Ulusoy’la, Hacı Bektaş öncesinde<br />

… Kendi postişinize serçeşme diyeceksiniz ... tanıyacaksınız,<br />

bir araya geldiğimizde rahatsız olanlar ... yaygarayı koparacaklar: “Federasyon<br />

içinde ruhban sınıfı kuruyorsunuz. Nasıl olsa almışsınız Veliyettin<br />

Efendi’yi, o karar versin, federasyona ne gerek var!” diyecek. ...<br />

Alevi derneklerimizin içinde yoz yobaz düşünen insanlarımızın olduğu<br />

da doğru. Yalan mı diyeceğiz? Var! İlerici, doğru, aydın diye görünmek<br />

isteyenler var, yok mu? Var! Ama bir grup daha var. İnançlı ...<br />

insanların inancını kullanarak, bizim gibi devrimci, ilerici insanları, ateist,<br />

komünist diye suçlayanlar var. Bu oyununa gelmeyelim diyorum…<br />

Selahattin Özel, Avrupa’daki arkadaşlarla buluşmuş, parti delegeleriyle<br />

pazarlığı bitirmiş. On beş yirmi milletvekiliyle bu olay bitmiş,<br />

partiye katılıyor. ... Ama böyle bir şey yok… Biri ispat etsin, çıksın. ...<br />

Zorunlu din dersleri, tabii ki Ali Kenanoğlu’nun başarısından dolayı,<br />

alnından öpeyim. Öpmeyen namerttir. Alnından öpeyim, o bizim çocuğumuzdur.<br />

Yanlış davranışlarda da çocuğumuzdur, dur dediğimizde<br />

duracak, durduracağız, engelleyeceğiz. Doğru söylediğinde zaten arkasındayız,<br />

destekleyeceğiz. ...<br />

Önce kendi içimizde birbirimize iyi nazarla bakmayı becerebilelim<br />

ve diyorum ki gelin bu hasetlikler, bu kıskançlılardan vazgeçelim. Bu<br />

yola bu kültüre yakışır bir biçimde devam edelim, ben nasıl ki başlarken<br />

bu işe, birleştirici oldum, bu günde bu birleştirici olmaya devam edeceğinizi<br />

bilmek istiyorum...<br />

Turgut Öker<br />

Kırk beş yaşımın bir on yılı devrimci hareket içerisinde geçti. On sekiz<br />

yıldır da ben Avrupa’da ilk Alevi adıyla kurulan Avrupa Alevi Merkezinin<br />

kuruluşundan bu yana ... yöneticilik yapıyorum. Bu federasyonun<br />

kurulmasına zemin oluşturan, Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliğinin<br />

Türkiye’de ısrarla kurulmasını gündeme getirdiğimde, federasyonumuza<br />

bugün başkanlık yapan Atilla Hoca, “ya millet yaşlandıkça akıllanıyor,<br />

sen zırdeli oluyorsun. Avrupa’dan geliyorsun, cebinde pasaportun,<br />

biletin hazır. ... Biz bilmem neye gideceğiz, sen pasaportunla kaçıp gideceksin”<br />

yanıtını verdiğinde, dedim ki:<br />

“Alevi adıyla bu topraklarda, eğer biz örgütleneceksek bunun bedeli<br />

vardır. Dünyanın her tarafında etnik, siyasal, inançsal, toplumsal<br />

mücadele yürüten insanlar, bedel ödeyeceklerdir. Aleviler de bu ülkede,<br />

takiye yaparak başka adlarla örgütlenme yerine, Alevi adıyla<br />

ortaya çıktıklarından yargılananlardan bir numara olurum.”<br />

Atilla Hocayı içinizde en uzun yıllardan beri tanıyan insanım ben.<br />

Özellikle akademik alanda ... bizi asimile etmek isteyenler, Sünnileştirmek<br />

isteyenler karşısındaki mücadelesini hep takdir ettim, bugün de takdir<br />

ediyorum. Ama ... Atilla Hoca’nın, her alanda ... yanıt verecek gücü<br />

vardı, ama asla öncülük yapacak bir ruhu yoktur, duygusu yoktur. Bakın<br />

pratik olarak Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliği süreci içindeki yöneticilik<br />

döneminde ... Hacı Bektaş Veli Kültür Dernekleri’nin başkanlığını<br />

aldığından sonraki sürece, ... görevi bıraktığı döneme kadarki dernek<br />

sayısının azlığına bakın, olayı somut olarak görürsünüz. ...<br />

Bugün darbe yapan arkadaşların davranışları, oniki eylül faşizmine<br />

karşı mangalda kül bırakmayan insanların gerçek anlamda demokrat<br />

olup olmadığının ölçüsüdür. Darbeye karşı gelen, faşizme karşı gelen ...<br />

insanların, darbe yaparak Alevi hareketini, dumura uğratmaların verilecek<br />

hiçbir hesabı olamaz...<br />

Geçen dönemde ben, Pir Sultan Abdal Dernekleri Genel Başkanı Kazım<br />

Genç’i destekledim, çünkü Atilla Hoca’nın, genel başkanlığının örgütü<br />

kuruttuğunu bildiğim için, mücadeleye ... şiddetle karşı geldiği için<br />

Alevi hareketinin mücadele ruhunu köreltmemiş bir insan çıksın, Alevi<br />

toplumunun hakları direnmekle değişilmez düşüncesinden çıkarak, kim<br />

sokağa çıkacaksa buyursun gelsin dedim.<br />

Federasyon yönetimindeyken, Alevi Bektaşi Kuruluşları Birliği yönetimindeyken<br />

defalarca karar aldığımız halde, ısrarlarımıza rağmen<br />

Sivas’a gelmediği için Atilla Hoca’nın bugün ve bu darbe sürecinde yerine<br />

getirdiği işlevin Alevi toplumuna hizmet etmediğini görüyorum. ...<br />

Alevi kökenli misin, değil misin? Evet, ‘ben Alevi ve ateist olarak<br />

mimlendim’ diyorsun, ama her kesimde bu insanlara soruluyor. Bunun<br />

net bir şekilde cevaplandırmasının zor ne tarafı var arkadaşlar? Alevi kökenli,<br />

köyün bu, şehrin bu, baban bu, ocağın bu, cevap verdiğin sürece.<br />

... İnsan genel açıklamayı neden yerine getirmez? ...<br />

Yıllardır bu ülkede bizi paspas…. gibi kullandılar, adam yerine koymadılar,<br />

dolgu malzemesi olarak bizi değerlendirdiler. Biz artık hiç kimsenin<br />

dolgu malzemesi olmayacağız, arka bahçesi olmayacağız düşüncesini<br />

bir yıldır hangi ABF’nin yönetmelik toplantısında, sonuç bildirgesinde<br />

gördünüz, söyler misiniz bana? Bu arkadaşlarımıza katıldınız,<br />

hangi panelde bu arkadaşlarımız Alevileri siyasete müdahale edip yanlış<br />

bir ifade kullanmışlar. Bugün çıkar açısından, Türkiye Alevi hareketinin<br />

özgürleşmesi kadar, gasp edilen haklarının elde etmesi kadar başka<br />

kutsal bir çare yok. Bunu yaparken asla alışık olduğu gibi ben bulunduğum<br />

yerden, nasıl gider meşhur olabilirim gibi, bu harekette kendimi<br />

nasıl pazarlarım diye bir anlayış, asla bizim dünyamıza bugüne kadar<br />

girmemiştir, yarın da girmeyecektir, dünde burada söylediğim gibi. Bu<br />

asla bizi yok sayan zihniyetler karşısında, bireysel pazarlığı esas alan, bir<br />

çabaya ihtiyacımız da yoktur.<br />

Biz siyasete müdahaleyi, bu ülkede Alevilerin gasp edilen haklarına<br />

kavuşması, normal yaşamlarında, dışlandıkları bütün alanlarda, var<br />

olma mücadelesi olarak görüyoruz. Duyuyorum burada, gelinmiş, bilmem<br />

kiminle konuşulmuş, Baykal’a görüşülmüş, pazarlık da yapılmış. ...<br />

Ondan bu ülkede hakim olan zihniyetten olduğu gibi kırıntı beklenemez.<br />

Gelecekte de beklemeyeceğiz, sürece müdahale edeceğiz.<br />

Önümüzdeki dönemde, bir yıl kaldı, kimin ne gibi pazarlıklara gireceğini<br />

gözünüzle göreceksiniz siyaset dünyasına, en küçük bir şekilde<br />

Alevi inancının, duygusunun olmadığını da göreceksiniz. Biz bunları<br />

çok gördük, biz bunları geçmişte çok gördük. ...<br />

Bugün Avrupa ve Türkiye ayrımı, tamamıyla derin devletin işidir,<br />

açık söylüyorum. ... On onbeş yıldır, en zor koşullarda bütün imkanlarını<br />

biriktirerek, birleştirerek, bu ülkede Aleviliği asimile etmek isteyen<br />

güçler karşısında, devrimci ve demokratlardan uzaklaştırmak istemelerine<br />

karşı bütün bu güçleri birleştirerek, bir araya getirdiğimiz bu örgütü,<br />

ABF’nin Olağanüstü Kongresi Sonrasında Dile Getirilen Görüşlerden Seçmeler<br />

ABF ve Yeni Süreç<br />

Kazım Engin<br />

6 Aralık 2006, <br />

Alevi-Bektaşi Federasyonu 26 Kasım 2006’da Ankara’da olağan üstü genel<br />

kurul yaptı ve yeni yönetim göreve başladı. Öncelikle yeni yönetim<br />

kuruluna başarılar dilerim. ABF’nin tüzük, amaç ve ilkelerine uygun<br />

olarak yapılacak çalışmaların yanında olacağımın bilinmesini belirtmek<br />

isterim. Bu güne kadar olduğu gibi bu günden sonra da Demokratik Alevi<br />

Hareketinin gelişmesi, kitleleri kucaklaması, Alevi-Bektaşilerin acil<br />

taleplerine doğru, haklı ve yürekli çözümler sunması için elimden geleni<br />

yapacağımın bilinmesini deklare etmek istiyorum.<br />

Genel kurulda söylediklerimin başlangıcını tekrarlamak isterim. Birileri<br />

bizi gözetliyor. Tekir yaylalarından üç hilalli bayrakları ile, Madımak<br />

katliamında “sivil halka bir şey olmamıştır” diyenler kıratın üzerinde<br />

ve aramızdaki çelişkilerin su yüzüne çıkması ve kendilerine mecbur<br />

kalmamız için dua ederek “Cumhuriyetin ardına sığınmış” birileri bizi<br />

gözetliyor.<br />

Bir seçim sürecini değerlendirirken “ama-fakat-lakin”li açıklamalar<br />

yapmadan süreci doğruluk ve haklılık temelinde değerlendirmenin ahlaki<br />

bir sorun olduğunun altını çizmek isterim. Yani bu hareketin “ileri gelenleri<br />

ya da ileri gidenleri” attığı her adımı dikkatlice atmak, söylediği<br />

her sözü de dikkatlice söylemek zorundadırlar. Bu cümleden olarak ABF<br />

genel kurulunu Alevi etik kuralları açısından seviyesi oldukça düşük bir<br />

genel kurul olarak değerlendirmek sanırım insafsızlık olmayacaktır.<br />

Bazı yöneticilerin kapalı odalarda söylediği sözleri toplum önünde söylememiş<br />

gibi davranmaları tam bir sorumsuzluk ve “çamur at izi kalsın”<br />

örneği olmuştur. Başta bu iddiaların sahibi sorumlular görevi-makamı<br />

ne olursa olsun Dar’a çekilmeli ve hesap vermelidirler. Ancak bazı “bozuk<br />

düzen” partilerinde gördüğümüz tipik delege avcılığı, ayak oyunu ve<br />

“belden aşağı vurmak” diye tabir edilen yöntemlerin ülkemizin en büyük<br />

Alevi örgütü olan ABF’nin genel kurulunda olmaması gerekirdi. Hemen<br />

hemen her toplantıda etik kurallara yaptığımız vurgunun yeterince anlaşılmadığını<br />

ve umursanmadığını görmek üzüntü vericiydi doğrusu.<br />

Sonuçlardan sebeplere doğru yaptığımız bir yolculukta ABF’de yönetim<br />

değişikliğini daha doğru tahlil edebiliriz. Elbette demokratik ku-<br />

22 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />

rumlarda yönetimler değişebilir. Ama ABF sıradan bir kurum değildir.<br />

Yıllarca Türkiye’de yürütülen Demokratik Alevi Hareketinin iki can damarı<br />

örgütlenmesi olan Hacı Bektaş Veli Kültür Dernekleri ve Pir Sultan<br />

Abdal Kültür Dernekleri bu kurumun temelini diğer yerel dernekler de<br />

adeta gökkuşağının diğer renklerini oluşturmaktadırlar.<br />

Bu seçim ile Pir Sultan Abdal Kültür dernekleri yönetimin dışında<br />

bırakılmıştır. Nispi temsil özelliği bozulmuş ve sıradan bir siyasi partinin<br />

yönetimi seçimine indirgenen basit bir parmak sayısı ve aritmetik<br />

üzerine hesaplar kurgulanmıştır. Sonuçta bir liste kazanmıştır ama %51<br />

ile sağlanan “çoğunluk” diğer %49’u da dışarıda bırakmıştır. Demokrasi<br />

her zaman sayıların bir fazlasını almak demek değildir. Alevi felsefesinin<br />

“Rıza Şehri” gönüllerin bir eksiğine bile razı olmaz, olmamalıdır.<br />

“Siyasete müdahale edeceğiz” argümanı Avrupalı arkadaşların geliştirdiği<br />

bir söylemdir ve aslında esas olarak “seçimlere müdahale” anlamına<br />

gelmektedir. Türkiye’deki arkadaşlar her ne kadar bu söylemin<br />

ABF’nin Danışma Kurullarında da yer aldığını söyleseler bir belge sunamamışlardır<br />

ve yaptığımız araştırmada ne 2. Olağan Genel Kurulda<br />

ne de Mart 2006 da yapılan ABF Danışma Kurulu’nda böyle bir söyleme<br />

rastlamadığımızı belirtmek lazımdır. Ayrıca bunları söylerken aman<br />

müdahale etmeyelim-seyirci kalalım da demek doğru değildir.<br />

ABF gibi kurumlarda “tez-anti tez–analiz-sentez” diyalektik bilgi<br />

kuralına uygun olarak ve aşağıdan yukarıya doğru demokratik bir süreç<br />

işletilerek siyasi tavır ya da müdahale kararları alınabilir, alınmalıdır da.<br />

Ama ABF’nin Mart 2006’da yapılan danışma kurulunda “Aleviler siyasi<br />

alandaki rolünü güçlendirecektir!” başlığı altında; “Aleviler önümüzdeki<br />

süreçte sivil itaatsizliği öne çıkartacak mücadele tarzı ile sokakları<br />

özgürleştireceklerdir” denilmektedir. Bu bildirgede başta zorunlu din<br />

derslerinin kaldırılması; Alevi inanç merkezleri olan Cem ve Kültür<br />

evlerinin resmi bir statüye kavuşturulması; bu yerlerde cem ve cenaze<br />

erkânının öğretimize uygun bir şekilde gerçekleştirilmesi için gerekli<br />

girişim ve çabalarda bulunulması; Alevi yol önderleri adına yapılacak etkinliklerde<br />

Türk-İslam sentezi yaklaşımlarına karşı bir duruş sağlanması<br />

ve son olarak da ülkenin ve toplumun demokratikleştirilmesi için diğer<br />

sivil toplum örgütleri ve demokrasi güçleri ile birlikte yapılacak çabalara<br />

destek verilmesi kararları alınmıştır. ABF’nin gündemi de bu olmalıdır<br />

ve sonuçta da halkın sahipleneceği gündem bu olacaktır.<br />

ABF’nin Olağanüstü Genel Kurulu açıkça da söylendiği gibi “tek<br />

başına yönetme” yönetimi demokratik şekilde paylaşmama anlayışının<br />

bir tezahürüdür. Benmerkezci anlayış ne yazık ki, Avrupa’daki arkadaşlarımızın<br />

yanlış yönlendirilmeleri ve bilgilendirilmeleri ile yanlış<br />

bir mecraya gitmektedir. Yoğun emeklerle bir araya getirilen kurumlar<br />

şimdi tasfiyeci bir anlayışla “inceldiği yerden kopsun” mantığı ile ve sorumsuzca<br />

yıpratılmıştır. Kurumsal anlamda temsiliyetin nispi oranlara<br />

uygun olarak sağlanmadığı bir ABF zayıflar ve güçsüzleşir.<br />

Bu durum da bizi bir yerlerden gözetleyen; Türk-İslam sentezi savunucularının,<br />

bunların Alevi-İslam modelini benimseyenlerin, Türk Milliyetçilerinin,<br />

Kürt milliyetçilerinin ve sonuçta ağzından sular akarak bu<br />

durumu izleyen siyaset cambazlarının işine yarayacaktır. Ama Alevilere<br />

ve Demokratik Alevi Hareketi’ne zarar vereceği zamanla daha iyi anlaşılacaktır.<br />

“Siyasete-seçimlere müdahale” projesinin de sonuçlarını hep<br />

beraber göreceğiz. Umarım yanılmış oluruz ve bu “müdahaleci” arkadaşlar<br />

başarırlar, aksi halde vebal yanlış yapanların olacaktır.<br />

ABF Olağanüstü Kongresi ve Tasfiyecilik<br />

Kemal Derin<br />

29 Kasım 2006, <br />

Alevi Bektaşi Federasyonu’nun (ABF); 15 Eylül’de yapılan Yönetim Kurulu<br />

toplantısında olağanüstü kongre talebinin reddedilmesi, yürütmede<br />

görev değişimi sonucunu doğurdu. Yönetim Kurulunca olağanüstü<br />

kongre talebinin kabul edilmemesi sonrası taleplerinde ısrarcı olanların<br />

delegeden imza toplamaları ile alınan karar uyarınca, ABF 1. Olağanüstü<br />

Kongresi 26 Ekim’de gerçekleştirildi.<br />

Olağanüstü kongre talebinin gerekli olup olmadığı ya da bunun tek<br />

çözüm olup olmadığı zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Ancak olağanüstü<br />

kongre talebinin ve sonrasında yaşananların örgüt içi bir tasfiye sürecini<br />

bağrında taşıdığını aklıselim bir çok kişi görüşleriyle ortaya koydular.<br />

Hatta bu yönde Adana’dan eski ve yeni yöneticilerin bulunduğu bir grup,<br />

kamuoyuna çağrıda dahi bulundu. Bu görüş ve çağrılar ne yazık ki yeterince<br />

anlaşılamadı ve değerlendirilemedi.<br />

Demokratik Alevi Hareketi’nin (DAH), gözbebeği olan ABF’nin 1.<br />

Olağanüstü Kongresi her şeyden önce Alevi toplumunun temel sorunlarının<br />

çözümüne dair görüşlerin dillendirildiği bir toplantıdan ziyade<br />

grupların iktidar kavgalarının sonucunu belirleme kongresine dönüşmüştür.<br />

Zira Kongre Alevi toplumunun sorunlarının çözümü noktasında<br />

hiçbir açılım sunmamıştır. Aksine örgüt içi sorunların daha da derinleşmesine<br />

başlangıç yapmıştır.<br />

Kongrede kullanılan üslup ve dil eleştiri sınırlarının ötesinde, örgütte<br />

yaşanan mevcut kırılmanın boyutlarını tahlil etmeye oldukça zengin veri<br />

sunmaktaydı. Kongre sürecine hakim olan farklılıklara tahammülsüzlük<br />

örgütsel kırılmayı daha da derinleştirmiştir. Yaşamlarının büyük bir bölümünü<br />

bu mücadeleye veren ve bu mücadele içerisinde büyüyen emek<br />

sahipleri ve emekleri “kadirbilmezlik” ölçüsünden öte yok sayılmıştır. Bu<br />

tavırlar sergilenirken de adeta yeniden bir araya gelinmeyecekmişçesine<br />

etik değerler yerle bir edilmiştir. Geçmişte bir arada çalışma ve hizmet<br />

etme sürecinde yaratılan değerler bir çırpıda pervasızca tüketilmiştir.<br />

Uzlaşı kültürü yerine kavga kültürü kongreye egemen kılınmıştır.<br />

Kongre, bir kültürün ve o kültürün somutlaştığı Alevi kimliğinin evrensel<br />

kültür ile buluştuğu bir kongre olma yerine, siyasi parti kongrelerinde<br />

yaşanan tarz ve ilişkiler üzerinden sürdürülmüştür.<br />

Kongre sonuçları değerlendirildiğinde ortaya çıkan en çarpıcı sonuç<br />

ise “birlik içinde çokluk” ilkesinin yok sayıldığı ve temsiliyette adaletin<br />

sağlanamadığı gerçeğidir.<br />

Olağanüstü kongre talebinden güdülen gaye ve elde edilmek istenen<br />

amaç ne olursa olsun; üst çatı örgütü olan federasyonda tüm bileşenlerinin<br />

kendilerini ifade etmelerinin öncelikli koşul olması gerektiği hususu<br />

bu kongrede göz ardı edilmiştir. Kongre sonuçları açısında bu husus tüm<br />

çıplaklığı ile ortadadır. Zira federasyon bileşenlerinin ve bu bileşenlerin<br />

kendilerini yönetimlerde ifade etmeleri halinde ancak örgütsel bir bütünlükten<br />

bahsedilebilinir. Aksi görüntü, federasyonun yalnızca bir yapının<br />

elinde olması ve diğer bileşenlerinin dışlanması, onun meşrutiyetini gölgeler.<br />

Hele hele dışlanan ve bir anlamda tasfiye edilen yapı federasyonun<br />

ikinci en büyük bileşeni ise bu durum daha da vahim sonuçlara yol açabilir.<br />

Daha da önemlisi yapıyı içe dönmeye zorlayarak bütünleşmenin<br />

geciktirilmesi sonucunu doğurabilir.<br />

Bu nedenle federasyon bileşenlerinin mutlak temsiliyetinin örgüt<br />

içinde sağlanması gerekmektedir. Bu durum seçim sürecine ve demokratik<br />

yarışa havale edilemez. Aksi tutum federasyon içerisinde delege sayısıyla<br />

büyük çoğunluğa sahip bileşenin her istediğini yapması sonucunu<br />

doğurur ki, bu durum bir araya gelme, bir arada bulunma ve örgütlenmeyi<br />

dayanışma içinde yükseltme amacının önüne geçer. Ve bu tutum<br />

federasyon içerisinde delege sayısıyla azınlıkta kalan yapıların kendilerini<br />

ifade etmeleri olanağını tamamen ortadan kaldırır. Bu nedenle federasyon<br />

içinde her bileşenin gücü oranında temsiliyetinin sağlanması<br />

için gerekli altyapının hazırlanması ve tüzük değişikliğinin yapılması<br />

kaçınılmazdır. Bunun dışındaki yaklaşımlar; yapı içerisinde çoğunluğu<br />

elinde bulunduranı ben bildiğimi yaparım sonucuna götürür ki, bu bir<br />

arada bulunma kültürünü geliştirmez ve büyütmez, aksine hızla tüketir.<br />

Pir Sultan Örgütlülüğü, Rıza Aydın dostumun ifade ettiği gibi Demokratik<br />

Alevi Hareketi’nin “Amiral Gemisi” olduğu gerçeği yadsınamaz.<br />

Sivas katliamı sonrası izlediği politik duruş ve esnetilemez çizgisi,<br />

Alevi hareketinin en kritik dönemlerinde dahi savrulmasının ve ötelenmesinin<br />

önündeki en büyük engel olduğu gerçeği teslim edilmelidir.<br />

Yine Alevi örgütlenmesindeki canlılığın ve dinamizmin kaynağı olduğu<br />

unutulmamalıdır. Kimi geçiş dönemleri hariç fikri anlamda süreci<br />

göğüslediği ve motor güç olduğu bilinmektedir. Dolayısıyla son ABF<br />

kongresinde tasfiye edilen Pir Sultan Örgütlülüğü değil, ABF ruhu tasfiye<br />

edilmiştir.<br />

Bu nedenle “Başardık” (!) diye patlatılan alkışların ve atılan zafer<br />

çığlıklarının, uzun vadede kazanmak değil, kaybetmek olduğu anlaşılacaktır.<br />

ABF’de Yeni Dönem<br />

Necdet Saraç<br />

2 Aralık 2006, Birgün Gazetesi<br />

Bugüne kadar rahatça yönetilen Alevilerin, kendi adlarına hareketlenmeleri,<br />

siyasal sürece müdahil olmak istemeleri, karar mekânizmalarından<br />

hak talep etmeleri, ABF içinde bir operasyon sürecini hızlandırdı:<br />

ABF’nin ve doğal olarak Alevi hareketinin önünün kesilmesi gerekiyordu.<br />

Nitekim Selahattin Özel’in ABF Genel Başkanlığından alınmasında<br />

niyetlerden öte bu yaklaşım belirleyici olmuştu.<br />

Geçtiğimiz hafta sonu Ankara’da Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF)<br />

Olağanüstü Genel Kurulu yapıldı. Her bin üyenin bir delege ile temsil<br />

edildiği, 106 delegeli Genel Kurul fiili olarak yaklaşık 100 bin kişiyi temsil<br />

ediyordu. İki listenin yarıştığı Genel Kurul yalnızca isminde yer alan<br />

“olağanüstü” ifadesinden dolayı önemli değil, yeni dönemi belirleyecek<br />

(Devamı 24. Sayfada)<br />

Aralık 2006 23


SERÇEÞME<br />

ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />

(Baştarafı 23. Sayfada)<br />

çizgiyi seçeceğinden dolayı da önemliydi. Özellikle 1. Alevi Konferansı<br />

sonrası yapılan etkinlikler, Madımak’ın Müze olması için yapılan kampanyalar,<br />

Cemevleri inanç merkezi olsun diye toplanan 600 bin, zorunlu<br />

din derslerinin kaldırılması için toplanan 1 milyon imza ve belki de her<br />

şeyden önemlisi bu yaz Sivas Banaz’da başlayıp Merzifon Piri Baba’da<br />

biten ve Alevi Bektaşi Federasyonunun doğrudan damgasını vurduğu<br />

Alevi etkinliklerine yaklaşık 500 binin üzerinde insanın katılmış olması,<br />

soldan sağa, istihbarattan Genel Kurmaya kadar her çevrenin objektiflerini<br />

Alevi hareketine yöneltmesine neden oldu.<br />

Bu yılki Hacı Bektaş Veli Anma Etkinlikleri’nde 100 bini aşkın üyeyi<br />

temsil eden Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ile Avrupa Alevi<br />

Birlikleri Konfederasyonu’nun (AABK) ortak bir açıklamayla siyasal<br />

sürece seyirci kalmayacaklarını, sürece müdahil olarak katılacaklarını<br />

açıklamaları Alevileri “arka bahçe” gören bazı çevreleri rahatsız etti.<br />

Bu rahatsızlık yalnızca her seçim döneminde Alevilerin oylarını rahatça<br />

alan sosyal demokratları kapsamıyordu. Alevilerin kendi ayakları üzerinde<br />

durma kararlılığı daha çok siyasal iktidar çevrelerini, sağ siyasal<br />

anlayışı ve onların Aleviler içindeki “temsilcilerini” rahatsız etti. MHP<br />

başta olmak üzere, DYP, AKP ve ANAP’tan Alevilere yönelik artan “sıcak<br />

mesajları” bol Pir Sultan ve Hacıbektaş vurgusunu bu çerçevede değerlendirmek<br />

gerekir. Aynı şekilde Alevi hareketinin ana gövdesini oluşturan<br />

ABF ve AABK, Türkiye’nin ırkçılığa, gericiliğe, şeriata mahkûm<br />

olmaması için “laik ve demokratik güçlerin birliği”ni öne çıkardığı bir<br />

dönemde, Fettulahçı yayın organlarında tartışmaya açılan “Alevi Partisi”<br />

yaklaşımını böyle okumak mümkün.<br />

Bugüne kadar rahatça yönetilen Alevilerin, kendi adlarına hareketlenmeleri,<br />

siyasal sürece müdahil olmak istemeleri, karar mekânizmalarından<br />

hak talep etmeleri, hatta daha da ileri giderek “Türkiye’yi İmam<br />

Hatip mezunu biri yönetiyorsa Alevi kökenli biri neden yönetmesin”<br />

diye ortaya çıkmaları ABF içinde bir operasyon sürecini hızlandırdı:<br />

ABF’nin ve doğal olarak Alevi hareketinin önünün kesilmesi gerekiyordu.<br />

Nitekim Selahattin Özel’in ABF Genel Başkanlığından alınmasında<br />

niyetlerden öte bu yaklaşım belirleyici olmuştu.<br />

ABF Olağanüstü Genel Kurulu bu gelişmelerin etkisi altında toplandı.<br />

Genel Kurul’da Selahattin Özel’in Genel Başkan olduğu liste kazanırken,<br />

ABF’nin ve AABK’nın mevcut politikaları da onaylanmış oldu.<br />

Genel Kurul’un onayladığı mevcut politikayı ise üç ana başlıkta toplamak<br />

mümkün:<br />

1. Aleviler sorunlarıyla da, çözüm alternatifleriyle de bir bütündür.<br />

Bu bütünlük içinde Türkiye ve Avrupa Alevi hareketi gücünü ve enerjisini<br />

aynı kaba dökmelidir.<br />

2. Alevilerin sorunları da dâhil olmak üzere, Türkiye’nin sorunlarının<br />

çözümü gerçek anlamda laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılmasından<br />

geçmektedir.<br />

3. Laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılması ise, Aleviler de<br />

dâhil olmak üzere laik ve demokratik güçlerin yan yana gelmesi, siyasal<br />

sürece doğrudan müdahale edecek bir iktidar perspektifi ve sol bir iktidar<br />

projesi ile mümkündür. ABF şimdi bu sonuçları “2. Alevi Konferansı” ve<br />

bir dizi etkinlikle kamuoyunun gündemine taşımaya hazırlanıyor. ...<br />

Avrupa Çıkarması<br />

Veysel Kaymak<br />

2 Aralık 2006, <br />

Büyük İskender’in sözünü bilirsiniz, bir tarihte Anadolu’ya gelir, savaşı<br />

kazanır, yaşananları kısa bir cümle ile anlatır; “Geldim, gördüm, yendim.”<br />

Öyle inanıyorum ki Alevi Bektaşi Federasyonu olağanüstü genel<br />

kurulundan sonra, Avrupa’daki Alevi Bektaşi örgüt başkanlarından seçimler<br />

öncesi propaganda çalışmalarına katılanlar da, kongreden sonra<br />

benzer düşünceler içinde dönmüş olmalılar; “Geldik, gördük, yendik.”<br />

Başta Avrupa Konfederasyon Başkanı olmak üzere, Genel Sekreter,<br />

bazı Federasyon başkanları, yanlarına aldıkları işadamları, ABF<br />

olağanüstü seçimleri öncesi, Yol TV tanıtım toplantıları için Türkiye’ye<br />

gelmişler diye duymuştuk. Başlangıçta, amaçlarının gerçekten yeni kuracakları<br />

televizyonun tanıtım toplantıları mı, yoksa burada yapılacak<br />

ABF Olağanüstü genel kurul delegelerini etkileme çalışmaları mı olduğu<br />

pek anlaşılamamıştı! İşin gerçeğine bakarsanız bu çıkarmanın asıl amacının,<br />

ABF delegelerini her türlü yolu ve yöntemi deneyerek, kendilerine<br />

yakın buldukları arkadaş grupları lehine etkileme toplantıları olduğu<br />

görülmüştür. Bana göre de Yol TV, daha kuruluş aşamasında bir bakıma<br />

yolda kalmıştır.<br />

Oysa Hacı Bektaş Vakfında, seçimlerin bir gün öncesinde yaptıkları<br />

tanıtım toplantısında, televizyonun amaçları, ilkeleri, programları konusunda<br />

neler neler anlatmışlardı. Bizler de umutla, heyecanla bir güzel<br />

dinlemiştik. Önemli görev noktalarında sorumluluk alan insanlar, sorumluluklarının<br />

gerektirdiği gibi davranamazlar mı? İşleri doğru dürüst<br />

yapamazlar mı?<br />

Avrupa’daki örgüt yöneticisi arkadaşlarımızdan bazıları, üstelik<br />

buradaki ABF’nin delegeleridir. Nasıl bir uygulamadır bilemem? En<br />

azından şu sorulabilir; “Peki Avrupa’da kurulan Konfederasyonda,<br />

Türkiye’de bulunan federasyonu temsil eden delege var mı?”, “Seçimler<br />

sırasında orada bulunup, sizlerin yaptığı gibi en hafi f deyimiyle, düzeysiz<br />

propaganda çalışmaları yapıyorlar mı?” Bildiğim kadarıyla hayır.<br />

Bu arkadaşlarımız demokrasinin beşiği diyebileceğimiz Avrupa’da bulunmaktadırlar,<br />

orada örgütçülük yapmaktadırlar. Neden bu tür ayak<br />

oyunlarından, tepeden bakmacı anlayıştan, başka örgütlere müdahale<br />

etme düşünce ve eyleminden bir türlü vazgeçmezler?<br />

ABF’nin olağanüstü genel kurulunda yapılan konuşmaların seviyesini,<br />

daha doğrusu seviyesizliğini, katılanlar görmüşlerdir. Konfederasyon<br />

başkanı karşı gruptakileri “şer cephesi” diye niteleyebilmiştir. Bu nitelemelerden<br />

sonra benim de aklıma, peki bizler şer cephesi isek, sizin taraf<br />

kâr cephesi mi demek geliyor.<br />

Doğrusunu söylemek gerekirse, işin aslı biraz da öyle!<br />

Kimlerin ne düşüncelerle hareket ettiği söylenmekte, bilinmektedir.<br />

Benim üzüldüğüm noktalardan biri de Devrimci Dedemiz Hüseyin<br />

Gazi Metin’in tavrıdır. Dedem, yansız davranacağı yerde, Pir Sultan<br />

Abdal’ın musahibi Ali Baba’nın durumuna düşmüştür.<br />

Burada yanlışın içinde olan kendi Şube Başkanı ve delegelerimizden<br />

bir ikisi de vardır. Doğrusu bu arkadaşlarımız için söyleyecek söz bulamıyorum!<br />

Bana göre onlar Ali Baba’yı da sollamışlardır. Hep birlikte Pir<br />

Sultan Abdal Derneği gibi büyük bir örgütü ABF’nin dışına itmişlerdir.<br />

Yine aynı şekilde kongreye katılan gerek konfederasyon gerekse federasyon<br />

başkanları, Avrupa’dan gelen işadamları konumlarının gereği,<br />

olgun, yansız, birleştirici, genel anlamda örgütlerimizin bütünlüğünü<br />

düşünerek davranacaklarına, bunun tam aksini yapmışlardır. Başlangıçta<br />

bu sonuç kendi kişisel hanelerine bir kâr gibi yazılmış görünse de,<br />

uzun vadede kendilerine de, örgütlerimize de zarar verecek olan bir gelişmedir.<br />

...<br />

Meşruluk Zemininde ABF Kongresi<br />

Fevzi Gümüş,<br />

5 Aralık 2006, <br />

ABF Olağanüstü kongresi sonuçlandı. İki liste ile gidilen seçimde Selahattin<br />

Özel’in Genel Başkan adayı olduğu liste 51, Atilla Erden’in Genel<br />

Başkan olduğu liste 46 oy aldı. Böylece öncesinde çok tartışılan kongre,<br />

bir yönetim iradesi açığa çıkarmış oldu.<br />

Pir Sultan örgütlülüğün delegelerinin tamamına yakınının desteklemiş<br />

olduğu Dr. Atilla Erden’in listesinde yönetim kurulu adayı olarak<br />

yer aldım. Kongrenin hemen ertesi günü Selahattin Özel ve yeni seçilen<br />

yönetim kurulu üyelerini çektiğim faks mesajı ile kutladım. Bundaki<br />

amacım(ız), bir yandan kongre iradesini saygı ile karşıladığımızı<br />

göstermek, diğer yandan da bütün taraflar bakımından kongre sürecinde<br />

oluşmuş bulunan tartışmaların kongre sonrasında sürdürülmesinin önüne<br />

geçmekti.<br />

Ne var ki, böylesine bir yaklaşımın ve hassasiyetin kongreyi kazanan<br />

grup ve onları destekleyenler tarafından önemsenmediğini ve kongre öncesinde<br />

başlayan ve kongrede doruğa çıkan tartışmaların kimi internet<br />

sayfalarında ‘cenk kazanmış komutan edası ile’ sürdürüldüğünü üzülerek<br />

gördüm.<br />

Öyle ki, kendisi ABF delegesi olmayan ve fakat kongre öncesinde<br />

ABF’deki gelişmeleri, Radikal İslamcı örgüt İBDA-C’nin ‘Taraf’ isimli<br />

dergisinde kullandığı ‘taraf olmayan bertaraf olur’ sloganı ile değerlendiren<br />

‘hemen her yazısı Alevilik-Aleviler üzerine olan, yazılarında aynı<br />

temaları kullanan, dolayısıyla her yazısı birbirinin tıpkısı izlenimi veren<br />

Birgün Gazetesi yazarı da köşesinde ABF Kongresini tartışmadan<br />

geçemedi. Öyle ki bu yazarımız, Alevi hareketinin en temel belirleyici<br />

öğelerinden biri olan ve onu diğer yapılardan ayıran ‘demokratiklik’ anlayışının<br />

zedelenmesine kayıtsız kalmayan ve genel kurulun iradesi ile<br />

oluşmuş yönetim kurulunun kararlarını tanımayıp, kendisini onun üzerinde<br />

gören bir yönetici ile ilgili görev değişikliğini, ‘Alevi hareketinin<br />

önünün kesilmesi’ ile özdeşleştirdi.<br />

Demokratik Alevi Örgütlenmesinin geleceği açısından bu yaklaşım<br />

tam bir çıkmaz sokaktır. Geçmişini inkâr edenin geleceği olamaz. Demokratik<br />

Alevi Örgütlenmesinin bu günlere gelmesinde karınca kararın-<br />

24 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇESME SERÇEÞME<br />

ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />

ca katkı sunmuş ve sunmaya devam eden kadroları ve onların örgütsel<br />

işleyişe ilişkin temel demokratiklik hassasiyetlerini bu şekilde nitelemek<br />

başka bir hesabın sonucu olsa gerektir. Bu hesabın ise bizim geçmişte<br />

verdiğimiz ve gelecekte de vermeye devam edeceğimiz mücadele ile bir<br />

ilgisi olamaz.<br />

Hem kongreyi kazanıp, hem de kongreyi tartışma isteği duymak<br />

‘meşruluk’ sorununa işaret etmektedir.<br />

Belli ki, kongre ile Demokratik Alevi Örgütlenmesinin son on yılda<br />

açığa çıkardığı, örgütlenmenin bu günlere gelmesinde değerli katkıları<br />

bulunan, bedel ödeyen kadroların, Pir Sultan örgütlülüğünün ve ABF’nin<br />

İstanbul kanadının ‘demokratiklik’ hassasiyetlerini yönetim kadrosunun<br />

dışında kalma pahasına sürdürmeleri, kongreyi kazanan grup ve taraftarları<br />

bakımından anlaşılamamaktadır, anlaşılmak istenmemektedir.<br />

Meşruluğun kırıldığı yerde, popülist bir halkçılık devreye girer. Her<br />

şey halk için, halka hizmet içindir. Oysa halkın her nedense bundan ve<br />

bunlardan haberi olmaz.<br />

ABF Kongresi sonrası yönetime seçilenlerin ‘Hamasi’ ve ‘dönemsel’<br />

nutuklara sarılması başka türlü nasıl izah edilebilir ki…<br />

AABK Genel Başkanı Turgut Öker:<br />

“Alevi Hareketinin Birliği Halkımızın Özlemidir”<br />

Metin Kaçmaz,<br />

4 Aralık 2006 <br />

Türkiye Alevi Bektaşi Federasyonu’nda niçin Olağanüstü bir<br />

Genel Kurul süreci yaşandı?<br />

[...] ABF, kendi kuruluş ilkelerinin doğruluğuna, halkla bütünleşen çizgiye<br />

rağmen, Alevi toplumuyla bütünleşemedi. Son olağan Genel Kurul’da<br />

bunun önünü açacak donanıma sahip arkadaşlar yürütmeye seçildiler.<br />

Fakat zaman içerisinde bir takım çevrelerin müdahalesi sonucunda federasyonda<br />

Alevi inancına, Alevi felsefesine, Alevi değerlerine sığmayacak<br />

şekilde bir darbe yaşandı. 12 Eylül darbesine bu kadar karşı çıkan<br />

Alevi toplumunun, kendi içinde bile olsa halkın iradesini hiçe sayarak,<br />

darbe yapan zihniyete seyirci kalması düşünülemezdi. Bu Alevi öğretisi<br />

açısından da bir lekeydi bu lekenin ortadan kaldırılması gerekiyordu. Biz<br />

de Avrupa Alevi örgütlenmesi olarak Alevi değerleriyle bağdaşmayan bu<br />

olumsuzluğun ortadan kaldırılmasında taraf olmak zorundaydık ve taraf<br />

olduk. Nitekim Genel Kurul’da bu gerçekleşti. ABF’de halkla bütünleşecek,<br />

toplumda saygınlığı ve meşruluğu arttıracak bir kadronun tekrar<br />

göreve geldi.<br />

Şunu özellikle belirtmekte yarar var: Bu sıradan bir Genel Kurul<br />

değildi. Bu Genel Kurul Alevi toplumunun geleceğini ilgilendiren iradelerin<br />

tercihinin belirleneceği bir Genel Kurul’du. Katılan delegelerin<br />

de Türkiye Alevi örgütlenmesinde Alevi hareketini büyütecek ve Alevi<br />

toplumunun mücadele ruhunu öne çıkartacak, gaspedilmiş hakları<br />

mücadeleyle elde edecek bir bilinçle yönetime gelmesi bir dönüm noktasıdır.<br />

Bu anlamda da Genel Kurul Türkiye Alevi hareketinin önünü<br />

açmışır. Ayrıca bu Genel Kurul hem Alevi toplumunun geleceğini, hem<br />

de Alevi hareketinin bağımsızlığının önemini belirleyen bir genel kurul<br />

olmuştur.<br />

Genel Kurul sonuçlarının Türkiye ve Avrupa Alevi hareketi<br />

açısından önemi nedir?<br />

[B]ugün tüm dünyadaki Alevilerin kaderlerinin ortak olduğuna inanıyoruz.<br />

Bu anlamda tüm dünyada ki Alevilerin gücünü, enerjisini birleştirerek<br />

var olma mücadelesinde yan yana, kol kola olması gerektiğine<br />

inanıyoruz. ABF Genel Kurulu bu anlamıyla tüm dünyaya yayılmış<br />

Alevi hareketinin ortak iradeyle, mücadele ruhuyla yan yana gelmesinde<br />

önemli bir kazanımdır. Bir takım güçlerin yüzyıllardır yaptığı gibi bölüp<br />

parçalayarak, Alevileri birbirleriyle tokuşturarak karşı karşıya getirerek<br />

Alevilerin ciddi bir güç olmasını engelleyen anlayışın ortadan kalkması<br />

da ciddi bir kazanımdır. Önümüzdeki süreçte Alevilerin güçlerini birleştirerek<br />

tek ses olması daha da hızlanacaktır. Büyüyen Alevi hareketinin<br />

birliği halkımızın özlemidir. Bölük pörçük, güçsüz, başka kesimlerin<br />

amaçlarına hizmet eden, Alevilikten daha çok diğer toplumsal kesimlerin<br />

Alevilerden beklentisini hesaba katarak ona bağlı kalan anlayışın bugüne<br />

kadar bizleri bir yere götürmediği görülmüştür. Bütün hesabımızı<br />

Alevi toplumunun beklentisine göre yapmamız gerekiyor.<br />

Son günlerde Alevi Partisi söylemleri artmaya başladı. Alevi<br />

partisi ve Türkiye’nin demokratikleşmesi konularında siz ne<br />

düşünüyorsunuz?<br />

Türkiye genelinde yapılan toplantılarda da söylediğimiz gibi bizim hedefimiz<br />

Türkiye’nin bir bütün olarak demokratikleştirilmesidir. Türkiye’de<br />

eksik kalan Cumhuriyet projesi tamamlanmadan ve olmayan laikliği<br />

tam anlamıyla hayata geçirmeden Alevilerin gaspedilen haklarını elde<br />

etmesi mümkün değildir. Laik ve demokratik bir Türkiye’nin yaratılmasını<br />

özleyen toplumsal kesimlerin birliği sağlanmadan, bunları yan yana<br />

getirmeden ise Türkiye’nin demokratikleşmesi, laikleşmesi ve yarım kalan<br />

Cumhuriyet projesinin tamamlanması mümkün değildir. Böyle bir<br />

hedefte sadece Alevilerle sınırlı bir hareketi, Alevileri yalnızlaştırılması<br />

olarak görüyoruz. Alevi Partisi söylemi, mücadelede Alevileri yalnızlaştırmaya<br />

hizmet etmemelidir. Biz, “laik ve demokratik bir Türkiye için<br />

güçlerimizi birleştirelim’’ sloganından yola çıkarak tüm laik ve demokratik<br />

güçlerle birlikte mücadeleyi örgütleyecek çabalar ve çalışmalar içerisinde<br />

olacağız.<br />

Ayrıca bugün bir Alevi Partisi söyleminde bulunanların samimi olmadığını<br />

düşünüyorum. Bunu bir blöf olarak görüyorum. Türkiye’de seçimler<br />

yaklaştıkça her dönem gücü nedeniyle Alevilik üzerinde bu tür<br />

tartışmalar sıkça yapılır. Bu tartışmayı yapanların belli çevrelere mesaj<br />

yollayarak bugüne kadar olduğu gibi örtülü ödenekten aldıkları paraların<br />

tekrar kendilerine aktarılmasını isterler. Bu kişiler, sanki Alevilerin bu<br />

kişilere verilmiş bir senedi varmış gibi hava yaratırlar. Bir blöfle kendi<br />

kişisel emellerine ulaşmak amacıyla Alevi Partisi de kurulabilir, ancak<br />

ben açıklamalarının blöf olduğunu düşünüyorum. Alevilerin ciddi bir oy<br />

potansiyeli sahip olduğunu ileri sürerek bir takım karanlık çevrelerden<br />

rant elde etmeye yönelik düşüncenin bir parçası olduğuna inanıyorum.<br />

Son dönemde MHP başta olmak üzere, ‘‘Alevi<br />

sevgisi’’ birdenbiri kabardı. Bunun nedenlerini nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz?<br />

Alevilerin bugün Türkiye’de dünden daha fazla kitlesel bir güç ve kendine<br />

özgün bir hareket olarak ortaya çıkması, halkla bütünleşmesi birçok<br />

çevreyi rahatsız etmektedir. Bir tarafta Alevileri sanki birilerinin oy deposuymuş<br />

gibi, seçeneksizmiş gibi değerlendirerek Alevilerin sorunlarına<br />

yönelik kayıtsız kalındığında Alevilerin hiç bir tepkisi olmayacakmış<br />

gibi hareket edenler var. Diğer tarafta da Alevi öğretisi ve ilkelerine<br />

yakışmayacak bir şekilde Alevi toplumunu sağcı, şeriatçı, ırkçı güçlere<br />

yamamaya yönelik de bir çabanın olduğunu görüyoruz. Özellikle son dönemde<br />

bir takım şeriatçı, ırkçı çevrelerin hiç gündemlerinde olmayacak<br />

şekilde Aleviliği gündemlerine almalarının bu senaryonun bir parçası<br />

olduğunu düşünüyorum. Bugüne kadar Alevileri katledenlerin bugün<br />

Aleviliği katletme konseptlerinin bir parçası olarak bu senaryoları görmekteyim.<br />

Bunlar Aleviliğe ilgi duyuyorlarmış gibi bir görüntü sunuyorlar.<br />

Bu görüntü üzerine yapay tartışmalarla bunu gündeme getirenlerde<br />

bu çevrelerin değirmenine su taşıyor. Bütün açıklamalarının altında<br />

Alevilerin sağcı, ırkçı, şeriatçı ve eli Alevi kanına bulaşmış kesimlere<br />

yakınlaştırma projesi yatıyor.<br />

ABF Genel Kurulu’na yansıyan en önemli tartışmalardan biri<br />

de, siyasete müdahaleydi. Bu konuyu biraz açar mısınız?<br />

Alevi hareketiyle, Alevi toplumuyla organik bağı olmadan bir takım<br />

Alevi kökenli insanların kendisini parlamentoya taşımasından da yola<br />

çıkarak bugün siyaset denince sadece parlamento akla gelmektedir. Oysa<br />

bizim siyasete müdahaleden anladığımız, yaşama müdahaledir. Yaşamın<br />

her alanına müdahaledir. Siyasete müdahale, Alevilerin Türkiye’de yaşamı<br />

belirleyen bütün karar mekânizmalarında yer almasını ısrar etmektir.<br />

Bizim siyasete yaklaşımımızda sadece Aleviler içerisinden parlamentoya<br />

üç, dört milletvekili sokmak gibi dar bir yaklaşımımız yoktur. Biz<br />

siyasete müdahaleyi, Alevilerin gücü, nüfusu oranında siyasette ve karar<br />

mekânizmalarında temsil edilmelerini istiyoruz.<br />

Tabii ki parlamento eğer bir karar mekânizmasıysa, Türkiye’nin geleceğini<br />

belirleyen bir organsa orada olmak zorunlu bir sonuçtur. Bunu<br />

da özellikle belirtmek gerekir. Ancak biz özellikle de 12 Eylül sonrası<br />

susturulan, korkutulan, siyasetten ve yaşamdan uzaklaştırılan toplumun<br />

tekrar politikleşmesini ve özgüvenine kavuşmasını siyasete müdahale<br />

olarak anlıyoruz. Bu yaklaşımdan dolayı ABF Genel Kurulu’nda, fiili<br />

olarak hem dünyadaki Alevilerin birlikte olup olmayacağı, hem de<br />

Türkiye’deki toplumsal yaşamda Alevilerin karar mekânizmalarında<br />

olup olmayacağı oylaması da yapıldı. Genel Kurul’da bugüne kadar ki<br />

siyaset yapma tarzı terk edilerek örgütlü Alevilerin ve onların kurumlarının<br />

Alevilik söz konusu edildiğinde örgütlü olarak muhatap alınması<br />

gerektiğinin altı çizildi. ABF Genel Kurulu seçtiği yeni yönetimle, siyasete<br />

müdahaleye de, Alevi hareketinin toplumsallaşmasına da, birlikte<br />

yeni mücadele platformlarının yaratılmasında da ortak ve güçlü bir karar<br />

vermiştir. Bu karar Alevi hareketinin kendine özgüvenini daha da artırmıştır.<br />

Aralık 2006 25


SERÇEÞME<br />

ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />

“Müsahip-Yoldaş” İken, Nasıl Oldu da “Şer Cephesi” Üyesi Olduk?<br />

Av. Kazım Genç<br />

PSAKD Genel Başkanı, 23 Aralık 2006<br />

26 KASIM 2006 tarihinde, ABF olarak bir olağanüstü kongre yaşadık.<br />

Gerek kongre öncesi ve gerekse kongre sonrasında yaşananlar hakkında,<br />

birçok dost tarafından yazı yazmam istenmesine rağmen bu güne kadar,<br />

yazmadım. Ancak, yapılanların, söylenenlerin ve kongre sonrasında,<br />

seçimi almış olanların, hala kongre sürecini tartışıyor olmaları zorunlu<br />

kıldığından yazmak zorunda kaldım. Kongre öncesine dönecek olursak:<br />

15 Ekim 2006 tarihinde yapılmış olan ABF 2. Olağan Kongresinde,<br />

17 kişilik GYK seçildi. Bu genel kurul öncesi ABF, GYK’da yapmış olduğumuz<br />

toplantıda; Federasyonun üst kurul olduğu bu nedenle de örgütlerin<br />

temsil yeri olduğunun altı çizilerek, aday olan örgüt başkanlarına<br />

herkesin oy vermesinin gerekliliği konusunda görüş birliği oluşturduk.<br />

Ancak 15 Ekim’de kongre sonuçlarına göre, PSAKD Genel Başkanı olarak<br />

17. sıradan GYK’na girebildik. Örgütümüze yapılan bu saygısızlık<br />

ve verilmiş olan sözün tutulmamış olması nedeni ilk GYK toplantının<br />

ertelenmesi ve konuyu PSAKD Danışma kurulumuzda değerlendireceğimizi<br />

söyledik. Ancak toplantı ertelenmedi ve görev dağılım yapıldı.<br />

Verilen sözlerin neden tutulmadığı ve üst örgütümüz olan ABF’de,<br />

PSAKD Genel Başkanı olarak neden önümüzün kesilmeye çalışıldığı,<br />

<strong>Sayı</strong>n Özel’in Serçeşme Dergisi’nin 23. sayısına yapmış olduğu “Ali Doğan<br />

ağabeyinin ölümünden sonraki genel kurulda biz iyi bir liste oluşturmaya<br />

çalıştık” cümlesi ile itiraf edilmektedir. Demek ki, PSAKD Genel<br />

Başkanlığı, bu arkadaşların listesinde yoktu. Önemli olan Federasyonda<br />

bulunan örgütlerin Federasyon GYK’sında temsiliyeti değil, arkadaş ilişkilerinden<br />

oluşturmaya çalışmışlar, iyi bir listeyi.<br />

26 Mart 2006 tarihinde ABF Danışma Kurulu toplanmıştır. Danışma<br />

Kurulu’nun üyeleri olmamalarına rağmen, bu toplantıya, <strong>Sayı</strong>n Öker ve<br />

<strong>Sayı</strong>n Temel’de katılmışlardır. Danışma kurulu toplantısı sonrası, <strong>Sayı</strong>n<br />

Özel Genel Başkan sıfatı ile ABF GYK’sını toplantıya davet etmiştir. Bu<br />

toplantıda ABF GYK üyesi olmamalarına rağmen, Danışma Kurulu toplantısında<br />

olduğu gibi, <strong>Sayı</strong>n Öker ile <strong>Sayı</strong>n Temel de bulunmuşlardır.<br />

Toplantı da söz alan <strong>Sayı</strong>n Öker, <strong>Sayı</strong>n Ali Kenanoğlu’na, Hubyar<br />

sorunundan kaynaklı olarak çok ağır söz ve ithamlarda bulunarak, ABF<br />

Genel Başkan Yardımcılığı görevinin üzerinden alınmasını, Hubyar Derneğinin<br />

ABF’den ihracını ve Kenanoğlu’nun Alevi örgütlerinden dışlanmasını<br />

istemiştir. <strong>Sayı</strong>n Temel’in istemleri de aynı yönde olmuştur.<br />

Bir süre sonra <strong>Sayı</strong>n Öker, <strong>Sayı</strong>n Temel ve <strong>Sayı</strong>n Kenanoğlu’ndan,<br />

toplantı salonundan ayrılmaları istenmiş ve yokluklarında konu konuşulmuştur.<br />

Toplantı salonunda bulunan 13 kişiden dokuz kişi, Avrupalı<br />

arkadaşların yaptıklarının ABF’nin iç işlerine müdahale olduğu; bu davranışın<br />

ABF’nin bağımsızlığını ortadan kaldırdığını, Genel Başkan Yardımcımıza<br />

yönelik olarak gösterdikleri tavrın doğru olmadığı, bu nedenle<br />

herhangi bir işlem yapılmasının söz konusu olamayacağını; 4 arkadaş<br />

ise (Selahattin Özel, Tekin Özdil, Hüseyin Yıldırım, Turan Eser) <strong>Sayı</strong>n<br />

Kenanoğlu’nun istifa etmesini istemişlerdir. ABF’de ayrışma ve saflaşma<br />

işte 26 Mart 2006 akşamı başlamıştır. Yani Federasyonun bağımsız olup<br />

olmayacağı ilk ayrışma nedeni olmuştur.<br />

Bu tarihten sonra <strong>Sayı</strong>n Özel ABF GYK’nın almış olduğu kararları<br />

veya herhangi bir konu hakkında oluşturmuş olduğu görüşleri yok sayarak,<br />

yani bir anlamda, ABF GYK’yı yok sayarak, <strong>Sayı</strong>n Öker’in istemi<br />

doğrultusunda hareket etmiştir.<br />

Danışma Kurulundan sonraki ilk GYK toplantısı 13 Mayıs 2006 tarihinde<br />

yapıldı. <strong>Sayı</strong>n Özel bu iki tarih arasında ABF Genel Merkezine<br />

ve Ankara’ya hiç gelmedi. ABF GYK’nun 13 Mayıs 2006 tarihli toplantısında,<br />

Hubyar sorunu ile ilgili olarak, “Tarafl ar ABF’nin hakemliğini<br />

kabul etmediği sürece, ABF bu konuya müdahil olmayacak ve tarafsız<br />

kalacaktır” yönünde bir karar almıştır.<br />

Burada şunu hatırlatmak isterim: Hubyar sorunu ile ilgili olarak taraflar<br />

2005 Temmuzunda ABF’ye başvurmuş ve randevulaşılarak ABF’<br />

de buluşulmuştur.<br />

Bu toplantıda, <strong>Sayı</strong>n Temel, <strong>Sayı</strong>n Coşkun ve <strong>Sayı</strong>n Kenanoğlu ile ilgili<br />

ağır sözler söyleyerek toplantı salonuna gelmemelerini istemiş, sonra<br />

ilk cümlesini: “Babam Mustafa Temel Dede’nin hepinize selamı var.<br />

Bana, evladım git, ABF ye konuyu anlat, ama hakemliklerini de kabul<br />

etmediğimi söyle!” şeklinde kurmuştur.<br />

Bu nedenle 13 Mayıs 2006 tarihinde, tarafların ABF’nin hakemliğini<br />

kabul etmeleri şartı ile karar alınmıştır. Bu karara rağmen, <strong>Sayı</strong>n Özel,<br />

<strong>Sayı</strong>n Temel’in Hubyar sorunu ile ilgili olarak düzenlemiş olduğu bir<br />

toplantıya katılmış, katılmakla kalmamış bu toplantıyı da divana geçerek<br />

yönetmiştir. 30 Temmuzda da Hubyar etkinliklerine Turan Eser ile<br />

katılmışlardır.<br />

13 Mayıs’tan sonra <strong>Sayı</strong>n Özel’in örgüt kararlarını yok sayması vb<br />

birçok nedenle Genel Sekreter Fevzi Gümüş ile aralarında sorunlar yaşanmıştır.<br />

Genel Sekreter, <strong>Sayı</strong>n Özel’in örgüt yönetmede yarattığı bu<br />

sorunlar nedeni ile istifa etmiştir.<br />

13 Haziran 2006 tarihinde yapılan GYK toplantısında, Genel Sekreter<br />

Gümüş’ün istifası kabul edilmemiş, önümüzdeki süreçte, Alevi<br />

toplumunun önemli etkinlikleri olduğu, konunun Eylül ayında yapılacak<br />

olan GYK’da konuşulmak üzere, askıya alınmasına ve Genel Başkan ile<br />

Genel Sekreter’in görevlerine devam etmeleri yönünde görüş oluşmuştur.<br />

ABF’de görüş ayrılıkları ve yönetme tarzındaki farklılık, 2 Temmuz<br />

Anmaları, Hacı Bektaş Etkinlikleri süresince de derinleşerek sürmüştür.<br />

Çünkü Genel Başkan ABF GYK’nın karar ve görüşlerini değil, <strong>Sayı</strong>n<br />

Öker’in karar ve görüşlerin uygulamayı sürdürmüştür. ABF, Bağımsız<br />

bir örgüt ve Türkiye’deki Alevi örgütlerinin üst örgütü olmaktan çıkmış,<br />

<strong>Sayı</strong>n Öker’in, Avrupa’da aldığı kararları veya kişisel kararlarını tartışmadan,<br />

konuşmadan yerine getiren, Türkiye’deki şubesi olmuştur.<br />

Eylül 2006’ya bu şartlarda gelindi.<br />

16 Eylül 2006 GYK toplantı günü olarak belirlendi. Toplantı gününden<br />

birkaç gün önce, Hüseyin Yıldırım, “Biz karar aldık. 16 Eylülde<br />

Olağanüstü kongre kararı alacağız. Kongrede de blok liste ile seçimlere<br />

gideceğiz ve Atilla Erden, Kazım Genç, Fevzi Gümüş, Ali Kenanoğlu ve<br />

Kamil Ateşoğlu’nun olmadığı bir liste yapacağız” demiştir.<br />

28 Ağustos’ta İzmir Hamzababa etkinliklerinde, İzmir Şube yöneticilerimiz<br />

ile yapmış olduğumuz sohbet toplantısında, benzer söylemin<br />

Narlıdere Alevi Bektaşi Derneği Başkanı tarafından söylediği tarafımıza<br />

söylenmişti. (<strong>Sayı</strong>n Özel, Narlıdere Alevi Bektaşi Derneğinin üyesi ve<br />

ABF delegesidir.)<br />

Bu söylem çok açık bir tasfi ye hazırlığı idi. Bizim örgütümüzün yara<br />

almasına engel olacak bir strateji geliştirmemiz gerekiyordu. Arkadaşlarımızla<br />

toplandık. 15 Ekim’de yapılmış olan genel kurulda bizlere iki<br />

yıllık bir süre için görev verildiğini, tüm çözüm yolları denenmeden olağanüstü<br />

genel kurul kararının doğru olmadığını, ABF de birçok sorunun<br />

<strong>Sayı</strong>n Özel’in yönetme tarzından ve GYK karar ve görüşlerine uymamasından<br />

kaynaklandığını, bu nedenle görev değişikliği ile sorunun aşılabileceği<br />

düşüncesi oluştu.<br />

16 Eylül’de GYK toplantısında söz alan, <strong>Sayı</strong>n Özel, Özdil, Yıldırım<br />

ve Eser olağanüstü kongre istemlerini dile getirmişlerdir. Bizler de, olağanüstü<br />

kongrenin sorunu çözmeyeceğini, ABF’de ayrışmalara ve kırgınlıklara<br />

yol açacağını, <strong>Sayı</strong>n Özel’in yönetme tarzındaki, GYK karar<br />

ve görüşlerine uymamasının sorun yarattığını, MYK da görev değişikliği<br />

ile bunun aşılabileceğini, dile getirdik. <strong>Sayı</strong>n Özel, restini çekerek,<br />

olağanüstü kongre talebi kabul edilmez ise, delegelerden imza toplayarak,<br />

olağanüstü kongre isteyeceklerini söyledi. Yapılan oylamada, olağanüstü<br />

kongre talebinin reddi ile MYK da görev değişikliği 6 oya karşılık<br />

7 oyla kabul edildi. Sonrasında da görev dağılımı yapıldı.<br />

Şimdi, her yerde, öğretimize de yakışmayacak bir şekilde dile getirilen<br />

“darbe yaptılar” diye söylenen görev değişikliği işte bu şekilde<br />

olmuştur. Darbe yaptılar söylemini kullananlar, Genel Kurulun GYK’nu<br />

seçtiğini, GYK’nun kendi içinden Genel Başkan ve MYK üyelerini seçtiklerini,<br />

GYK’nun, her zaman alacağı kararlarla MYK de değişiklik yapma<br />

hakkı olduğunu, en az herkes kadar bilmektedirler. Ancak, hırs duygusu<br />

bazı insanlarda öyle bir noktaya çıkmıştır ki, bu insanlarda ne verilen<br />

demokrasi mücadelesinde yan yana durmuş olmanın önemi kalmıştır, ne<br />

de Alevi Hareketine verilen emeklerin bir kıymeti vardır. Ne yol arkadaşı<br />

olmak önemlidir. Varsa yoksa, bu insanların hırsı ve diğer arkadaşları<br />

tasfiye etme iradesi oluşmuştur. İşte darbe yaptılar söylemini her yer ve<br />

zeminde dile getirerek, yapacakları tasfiyeye kılıf bulmaya çalışmışlardır.<br />

Ayrıca “darbe yaptılar” söylemi ile, yapmak istedikleri tasfiyenin<br />

kamuoyuna yansımasının önüne de geçmek istemişlerdir.<br />

Ali Doğan Abi Hakka yürüdükten sonra, Hacı Bektaş Veli Anadolu<br />

Vakfında, Yönetim Kurulu toplanarak, N.Kemal Kaya’yı Genel Sekreterlikten,<br />

Müjgan Gürbüz’ü de Genel Başkan Yardımcılığı görevinden<br />

alarak, Genel Sekreterliğe Tekin Özdil, Genel Başkan Yardımcılığına<br />

da Ali Kenanoğlu’nu seçtiler. Kimse Darbe yaptılar demedi. Keza ABF’<br />

deki görev değişikliğinden sonra, Hacı Bektaş Veli Kültür ve tanıtma<br />

Dernekleri de olağanüstü ve Genel Başkanın çağrısı olmamasına rağmen<br />

GYK toplantısı yaptılar ve on yıldır Derneğin Genel Başkanlığını<br />

yapan Atilla Erden’i, “ABF’den son dönemde olan gelişmeler” gerekçesi<br />

ile görevden alarak, Tekin Özdil’i Genel Başkanlığa seçtiler. Bu görev<br />

26 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE/ABF OLAĞANÜSTÜ KONGRE<br />

değişikliklerine kimse darbe yaptılar demedi. ABF’deki, tasfiyeyi önlemeye<br />

yönelik görev değişikliğini de darbe olarak değerlendirip, bizlere<br />

hakaret ettiler.<br />

Bir süre sonra olağanüstü kongre için yeterli olan, ancak usule uygun<br />

olmayan bir şekilde olağanüstü kongre talebinde bulunulmuştur. Başvuru<br />

usule uygun değildi, çünkü; imzalar noterden alınmamıştı ve her<br />

hangi bir gündem sunmamışlardır. Ancak eksikliklere takılmadık, takılmayı<br />

da ilkelerimize uygun görmedik. Yasal süre içinde de, olağanüstü<br />

kongre kararı aldık.<br />

Daha olağanüstü kongre kararı almadan, olağanüstü kongre talep<br />

edip ve bir kısım arkadaşları ve kurumları tasfiyeyi düşünenler, yollara<br />

düştüler. Gittikleri her yerde, tasfiyeye karşı çıkarak, sorunun çözümü<br />

için görev değişikliği talep edenleri, tasfiyecilikle, Demokratik Alevi<br />

Hareketine ihanetle, darbecilikle suçlamakla yetinmeyip, ömrünü Alevi<br />

toplumuna emek vermekte geçirmiş olan Atilla Erden’i “Derin Devletin<br />

ve Genel Kurmayın adamı” olmakla suçladılar. Bununla da yetinmediler,<br />

Demokratik Alevi Hareketine on yıldan fazla zamandır sahip çıkan,<br />

emek veren Fevzi Gümüş ile Kelime Ata’ya da derin devletin adamları<br />

iftirasını attılar.<br />

Fevzi ve Kelime arkadaşlarla, Pir Sultan örgütlülüğünde dönem dönem<br />

çok farklı noktalara düştük ve birbirimizi eleştirdik. Ama Federasyonun<br />

bağımsızlığının ortadan kaldırıldığını gördüğümüz 26 Mart 2006<br />

tarihinde de, aklın yolu bir olduğundan, tek ses olduk. Bu tek sesliliğimizi<br />

biz sürdürdükçe, bu sefer de “bunlar nasıl bir araya geldiler.” demeye<br />

başladır.<br />

Org. Tuncer Kılıç ile, Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreteri olduğu<br />

dönemde, kendi anlatımına göre, iki defa, hem de yalnız görüşmüş olan<br />

<strong>Sayı</strong>n Öker, bu suçlamalarda başrolde görev aldı, hem de bulunduğu<br />

AABK Genel Başkanlığına yakışmayacak bir şekilde. Diline de sahip<br />

olamadan.<br />

ABF’nin kuruluş evraklarını 2 Ekim 2002 tarihinde Ankara Valiliğine<br />

vererek, Federasyonumuzu kurmuştuk. 5 Ekim 2002 tarihinde de, her<br />

yerde övgü ile söz ettiğimiz, İstanbul Abdi İpekçi Kapalı Spor Salonunda<br />

yapılan “Bin Yılın Türküsü” (ki en büyük emek, örgüt olarak Almanya<br />

Alevi Bektaşi Federasyonuna, kişi olarak Necati Şahin’e aittir.) etkinliğine<br />

ekonomik destek bulmak için hakka yürümüş olan Ali Doğan ağabeyinin<br />

arabası ile İstanbul’a, Ali Doğan Abi, Ben ve <strong>Sayı</strong>n Öker gidiyoruz.<br />

Daha etkinliğin yapılmasına ve Federasyonumuzun kurulmasına 10-15<br />

gün var. Kurulacak olan Federasyonda Ali Doğan Abi Genel Başkan<br />

olmayacağını beyan ettiği için, <strong>Sayı</strong>n Öker benden “Federasyon Genel<br />

Başkanı” olmamı istedi. Ben ise, “Alevi örgütlerinde yeteri kadar tanınmadığımı,<br />

bazı eksikliklerimin olduğunu, Ali Doğan Abi olmayacaksa<br />

Atilla Erden’in olmasının doğru olacağını.” söyledim. Bunu üzerine<br />

<strong>Sayı</strong>n Öker, “Atilla Erden’in Genel Kurmay ile -kendisinin- çözemediği<br />

bazı ilişkileri olduğunu” söyledi.<br />

Bu Genel Kurul öncesi de, gidilen birçok yerde, yukarıda anlattığım<br />

yaşanmışlığa rağmen, “Kazım Genç, Atilla Erden’in, Genel Kurmayın/<br />

derin devletin adamı olduğunu söylüyor” yalanı ile hem bana ve hem de<br />

Atilla Erden’e iftiralar attılar.<br />

Buradan şu çıkıyor: At birisine iftirayı, ulu orta her yerde her kese<br />

söyle. Bir şüphe yarat. Attığın iftiranın sürmesi için dönem dönem gündeme<br />

taşı. Sonra da, çık ortaya “Senin hakkında bu konu her yerde konuşuluyor.”<br />

diyerek dolaş. Yakışır mı böyle bir davranış, üzerinde genel<br />

başkanlık sıfatı olan birisine ve öğretimize.<br />

Federasyon GYK’ da ayrışmanın en önemli nedenlerinden birisi de,<br />

“Siyasete müdahale etmek” söylemi ve bu konuda yapılanlardır.<br />

Siyasi partiler Alevileri sadece oy olarak görmektedirler. Hatta bazı<br />

partiler ise Alevileri kendilerinin oy deposu sanmaktadırlar. Bu yanlışın<br />

da, Alevileri işlevsiz kılan durumun da değiştirilmesi gerekmektedir.<br />

O halde yapılacak olan nedir? Şüphe yoktur, soruna doğru teşhisin<br />

konulması, çözümün de doğru olacağını göstermez. Doğru çözüm için,<br />

takip edilecek yolun, araçların ve diğer unsurların da, doğru olması gerekmektedir.<br />

Avrupa’da bulunan Federasyonlarımız, Konfederasyon çatısı<br />

altında toplantı düzenlemişler ve siyasete müdahale ve birçok konuyu<br />

tartışıp değerlendirmişlerdir. Toplantının yapıldığı tarih 7 Ekim 2006<br />

tarihidir.<br />

Türkiye’de ABF, benzer bir toplantı düzenlemediği gibi, siyasete<br />

müdahale söylemi, ne GYK’da, ne de Danışma Kurulunda, konuşulmamıştır,<br />

tartışılmamıştır. Siyasete müdahale ile ilgili olarak, Türkiye’de<br />

çeşitli etkinlikler/mitingler düzenleneceği ve ilk mitingin de Adana’da<br />

yapılacağını bizler, Hacı Bektaş Etkinlikleri sırasında <strong>Sayı</strong>n Öker’in<br />

yaptığı konuşmadan duyduk. Şaşırdık kaldık. Kim karar aldı? Ne zaman<br />

karar aldı? Ne zaman konuşuldu? Adana Şube Başkanımız ile Adana’dan<br />

GYK’da olan arkadaşımız da Hacıbektaş’ta idiler. Konuyu sorduğumuzda,<br />

böyle bir kararlarının olmadığını, arkadaşlar da söylediler.<br />

Şimdi, ben PSAKD Genel Başkanı ve ABF’nin GYK üyesiyim.<br />

AABK Genel Başkanı, Alevilerin siyasete müdahale ile ilgili olarak Adana’da<br />

bir miting yapılacağını söylüyor, benim haberim yok. Adana Şube<br />

Başkanımızın haberi yok. Atilla Erden, Hacı Bektaş Dernekleri Genel<br />

Başkanı ve ABF’nin Genel Başkan Yardımcısı, Fevzi Gümüş ABF’nin<br />

Genel Sekreteri. Hepsine soruyorum, hiç birisinin de haberi yok.<br />

Anlıyoruz ki, <strong>Sayı</strong>n Öker kişisel ilişkiler geliştirdiği, ekonomik durumu<br />

da iyi olan, 2002 genel seçimlerinde Adana’dan CHP listesinden 11.<br />

mi, 12. mi sıradan milletvekili adayı olmuş, Zülfikar Deniz ile bu işleri<br />

planlıyor. AABK’nu 17 Haziran 2006 tarihinde Sivas/Madımak şehitlerini<br />

anmak için Köln’de “Ağıttan Umuda” etkinliği yaptı. Bu etkinliğe,<br />

Türkiye’den Alevi örgütü yöneticileri arasından davet edilen kimse olduğunu<br />

duymadım. Ama Zülfikar Deniz davetli idi ve gitti. Görüldüğü<br />

üzere, geliştirilen örgütsel ilişki değil, kişisel ilişkidir.<br />

Böyle mi olması gerekir? Görüldüğü üzere teşhis doğru ama takip<br />

edilen yol ve usul hiç de doğru değil. Doğru teşhis yaptıktan sonra, çözümün<br />

nasıl olması gerektiği örgütlerde konuşulmaz mı, bir ortak düşünce<br />

irade yaratılmaya çalışılmaz mı? Bir ortak yol haritası ile yola çıkmak<br />

gerekmez mi?<br />

Bunların hiç birisi olmamıştır. Türkiye’de Alevi örgütleri yöneticileri<br />

bir araya toplanıp konuşup tartışarak veya başka bir usul ile görüşleri<br />

alınmamıştır. Şimdi bu tarz ve düşüncenin, Alevileri kendi oy depoları<br />

olarak gören siyasi partilerin düşüncelerinden ne farkı vardır? Her iki<br />

düşünce de Alevi oylarını ceplerinde gören yanlışlığı taşımamak mıdır?<br />

Aradaki fark, bu düşünceye sahip siyasi parti, örgütsel yapımızı dışında,<br />

Bu arkadaşlar ise, örgütsel yapımızın içindedirler.<br />

Örgütsel yapımızın içinde olmaları yanlışlığı ortadan kaldırmaz ki.<br />

Daha birçok sorun ve görüş ayrılığı sıralanabilir. Ama yazının boyutu<br />

bu hali ile dahi biraz fazla oldu. Bir başka yazıda da başka detaylar<br />

dillendirilir.<br />

Geldik Genel Kuruldan bir gün öncesine: Kongreye müdahale için,<br />

tüm olanakları ile çıkıp geldiler. Daha kuruluş aşamasında olan YOL<br />

–TV’leri ile, Genel Yayın Yönetmenleri, Genel Sanat Yönetmenleri ile,<br />

yeni yeni yanlarında görmeye başladığımız İsveç’te ticaretle uğraşan iş<br />

adamları ile… Kongre, olağanüstü olması nedeni ile kimse davet edilmemiş,<br />

ama öğretimiz gereği gelene de kapımız açık…<br />

Genel kurul başladı. 16 Eylül’de, GYK’ da, yapılmış olan görev değişikliği<br />

nedeni ile adımızı darbeci yaptılar. 26 Mart 2006 tarihinden beri<br />

bağımsızlığını kaybetmiş olan federasyonun bağımsızlığını tekrar sağlamak<br />

için genel kurula farklı bir liste sunma çalışması yapan arkadaşlar<br />

olarak, <strong>Sayı</strong>n Öker tarafından “şer cephesi” ilan edildik. Yetmedi,<br />

yıllardır Alevi örgütlerinde hizmet vermiş olan ve öğretimizin tanınıp<br />

korunması için emek veren Atilla Erden’e “Alevi misin, değil misin ?”<br />

diye, savcı edaları ile soruldu. Hem de, konfederasyon Genel Başkanı<br />

olan <strong>Sayı</strong>n Öker tarafından.<br />

Şimdi durup düşünüyorum. Yaşamları boyunca darbecilere karşı her<br />

alan ve zeminde mücadele etmiş olanlara, “darbeciler” diyenlerin, bir<br />

seçim sürecinde farklı listelerin olması demokrasinin gereği olduğunun<br />

bilincinden yoksun olmalarının göstergesi olarak bize “şer cephesi”<br />

diyenlerin, Temel haklar ve özgürlüklere saygıdan yoksun olduklarını<br />

gösterircesine sıkıyönetim savcısı edası ile “Alevi misin, Sunni mi?” diye<br />

soranların, kendi ürettikleri iftiraları yayarak diline sahip olma olgusundan<br />

da yoksun olduklarını göstererek arkadaşlarımız hakkında “Genel<br />

Kurmayın/derin devletin adamları” diyenlerin, sadece bize değil, bu seviyesizlikleri<br />

yarattıkları için, tüm topluma özür borçları vardır.<br />

Siyasete müdahale edeceğiz diyerek yola çıkan, ama bunu konuşmayan,<br />

tartışmayan, tartışmaya açmayan, ama emrivakilerle miting diye<br />

yola çıkarak, siyasi parti genel başkanlarını mitingimizde buluşturacağız<br />

diyenlerin geldiği son nokta, Açık havada sanatçılardan oluşan bir<br />

konser ve siyasi olarak da AKP’li Büyükşehir Belediye Başkanı ile (Aytaç<br />

Durak) çekilen bir fotoğraftır.”<br />

ABF’nin çalışmalarına, örgütsel işleyişine müdahale edenler, Alevilerin<br />

birlikteliğini korumak ve geliştirmekle görevli olanlar, tartışılmadan<br />

yapılmak istenenlere ilişkin olarak, bu tarzın örgütsel olmadığını<br />

söylediğimizde de, hemen ya hain ilan ediliyoruz ya da Alevi hareketine<br />

ihanet ile suçlanıyoruz. Peki, şimdi ABF de yarattığınız bu dışlamanın<br />

adı nedir diye sormazlar mı sanıyorsunuz?<br />

Siyasete müdahalenin başarılı olabilmesinin, olmazsa olmazlarından<br />

olan, birlikte hareket etmek olduğu gerçeği ortada dururken, yıllardır<br />

çalışmaları ile Demokratik Alevi Hareketine katkı sunanların ve emek<br />

verenlerin, tam da bu aşamada tasfiyesine gidilmesinin anlamı nedir?<br />

Ama bizler, Demokratik Alevi Hareketinde, birliğin ve beraberliğin<br />

sağlanması için, arkadaş biatlığına karşı duruştan asla vazgeçmeyerek, kuruluşundan<br />

bu güne kadar, birçok kademesinde emek verdiğimiz federasyonumuzun<br />

bağımsızlığına sahip çıkmaya devam edeceğiz. •<br />

Aralık 2006 27


SERÇEÞME<br />

Okmeydanı Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı<br />

İstanbul Merkez Şubesi Yöneticileriyle Söyleştik<br />

Ahmet Koçak<br />

Başkan önce sizi tanıyalım.<br />

• Ben Kamil Aykanat. 1961 Sivas doğumlu, evli, üç kız çocuğu babasıyım.<br />

Kamu sektöründe çalışmaktayım. Denizcilik İşletmelerinin, Denizcilik<br />

Bankasının özel okulundan mezun oldum. Sosyal faaliyetlere,<br />

orayı bitirdikten sonra, 1981’den itibaren başladım. 1980’de öğrenci derneğimizin<br />

içindeydim. 12 Eylül’den sonra köy dernek başkanlığı, sendika<br />

ve siyasi parti yöneticiliği yaptım. Vakfımızın bir dönem disiplin<br />

kurulu başkanlığını, iki dönem de yönetim kurulu ikinci başkanlığını<br />

yaptım. 8 Ocak’tan beri yeni yönetim kurulunu oluşturduk. Vakfın yönetim<br />

kurulu başkanlığını yürütüyorum.<br />

Vakıf kaç yıllık?<br />

• Vakfımız 1994 yılında kuruldu. Vakfımızı, bölge dernekleri, iş adamları,<br />

esnafımızın, mahalle sakinleri ile birlikte, imece usulüyle, omuz<br />

omuza vererek bu duruma getirdiler.<br />

Merkez olarak Ankara’ya bağlandınız…<br />

• Vakfımız şubedir. Türkiye’de, aktif yirmi sekiz şube var. İstanbul’daki<br />

tek şube burası.<br />

Öncelikle binanın kullanılır duruma getirilmesi için büyük çaba sarf<br />

ettik. Binamız dışarıdan büyük görünse de kullanım alanı atıl durumdaydı,<br />

bakım istiyordu.<br />

Yoğun bir çalışmayla ve Şişli Belediyemizin, Belediye Başkanımız<br />

<strong>Sayı</strong>n Sarıgül’ün, vermiş olduğu desteklerle, vakfımızın kullanılmayan<br />

bölümü hemen hemen kalmadı.<br />

Her bölüm ayrı bir çalışmaya tahsis edildi. Gençlik kollarımıza, kadın<br />

kollarımıza tahsis edilen bölümler var. Oturulacak, dergilere, kitaplara<br />

bakılabilecek, çay, kahve içip sorunların anlatabileceği sekreterlik<br />

bölümünü hizmete soktuk. Telefon santralı ve iletişim bölümümüzü hizmete<br />

sunduk. Bunun dışında konferans salonumuzu açtık.<br />

Ne gibi hizmetleriniz var?<br />

• Cemevimizin olmazsa olmazı her Perşembe gecesi, özellikle kış aylarında<br />

cemler büyük bir katılımla gerçekleşmekte. Araştırmacı-yazarlarımızı<br />

getirerek, cemden önce o günkü takvime göre konuşturarak<br />

toplumumuzu bilgilendirme çalışmalarımız var.<br />

Ayrıcı paneller yapıyoruz. Tiyatro çalışmaları ve sinevizyon gösterimlerimiz<br />

var. Takvime göre anma toplantılarımız var. Mesela ozanlarımız<br />

Aşık Veysel, Aşık Mahsuni Şerif için anma toplantıları yapıldı.<br />

Bunun haricinde kurslarımız var. Kurslarımız da çok yoğun ilgi<br />

görmekte. Başta sevgili üstadımız Selahattin Akarsu Bey’in yakından<br />

takip ettiği bir Bağlama Kursu’muz var. Gerçekten bu işin akademik<br />

olarak eğitimini almış iki hocamız var: Erdoğan ve Ali. Kursa katılımı<br />

Okmeydanı ile sınırlamıyoruz. Sarıyer’den, Bahçelievler’den gelen öğrencilerimiz<br />

var.<br />

Bunun yanında gençlerimizi birbirleriyle kaynaşmaları, sokaktan,<br />

özellikle internet kafelerden, parklardan çekebilmek için bir tiyatro<br />

topluluğu oluşturduk. Bu alanda da iki hocamız var. Gençler, çocuklar,<br />

tiyatro eğitimi alıyorlar, yıl sonunda ailelerine sergiliyorlar. Diğer olanaklarda,<br />

örneğin Belediye salonunda sergiliyorlar.<br />

Semah kursu da yoğun bir taleple devam etmekte. Semahların özellikle<br />

gençlerin ilgi alanına girdiğini görüyoruz. Bundan da mutluluk<br />

duyuyoruz. Gençlerin birbirleriyle kaynaşması,<br />

semahla ilgili çalışmalarını yapabilmeleri için,<br />

gençlik odasını yeniden düzenleyip hizmete sunduk.<br />

Gayet güzel çalışmalar yapıyor gençlerimiz.<br />

Örfümüze, âdetimize, geleneklerimize uygun,<br />

sevgi, saygı çerçevesinde birlikte çalışmaktayız.<br />

Bilgisayar kursu hedefimiz var. Masalarını,<br />

sıralarını tamamladık, bilgisayar eksiğimiz var.<br />

Bunları da en kısa zamanda tamamlayıp kursumuzu<br />

açacağız.<br />

Diğer çalışma ise toplumumuzun günlük ihtiyaçlarına<br />

hizmet verecek mekânları oluşturmak.<br />

Bunun başında yemekhane gelmekte. Özellikle,<br />

cumartesi-pazar günleri en az iki bin kişiye yemek<br />

veriliyor. Bunun yanında bölgede geçim sıkıntısı<br />

çeken, bir sıcak yemeğe muhtaç olan insanlarımız<br />

da kaplarıyla gelip yemeklerini almaktalar.<br />

Cem evimizde cenaze hizmetleri örfümüz, âdetimiz, geleneklerimize<br />

göre eksiksiz bir şekilde verilmekte. İki tane cenaze aracımız var.<br />

Hocamız, dedemiz mevcuttur. Bir aksaklık çıkmasın diye yönetim kurulu<br />

ve çalışan personel bu konuda gayet titiz davranmakta.<br />

Bölge halkı bir sorunu olduğu anda bize ulaşır, biz köprü vazifesi<br />

görürüz. Belediyede yapılacak işlerinde yardımcı olmaya çalışırız.<br />

Okullarda öğrenci kayıtlarında elimizden geldiği kadar yardımcı olduk<br />

oluruz. Burslarda yine aynı şekilde elimizden geldiği kadar yardımcı<br />

oluruz. Bu yıl da köprü vazifesi görüp burs verdirmeyi planlıyoruz.<br />

Yeni yönetime geldiniz. Dönem çalışmalarına başlarken<br />

önünüze çıkan en büyük sorunlar nelerdi? Bunları<br />

ortadan kaldırmak için projeleriniz, hedefl eriniz nelerdi?<br />

Yanılmıyorsam yönetim kurulu iki yıl da bir değişiyor.<br />

• Evet, yönetim kurulumuz iki yılda bir değişiyor. Daha önce çeşitli yönetim<br />

kademelerinde bulunmuştum. Diğer arkadaşlarım da deneyimli,<br />

görev almış arkadaşlardır. Bu nedenle arkadaşlarımızla birlikte, geçmiş<br />

eksiğimizi, toplumdan uzaklaşmış olmayı kolay aştık. Toplumun güvenini<br />

kazandık. Bunu toplumun içine girerek, çalışmalarımızı göstererek,<br />

anlatarak başardık. İletişim sistemimizi toplumu vakfa çekecek şekilde<br />

becerdiğimizi zannediyorum. Bir yıl önce vakfımıza duyulan ilgiyle,<br />

şimdi duyulan ilgi arasında çok büyük fark olduğunu bütün toplumuz<br />

söylüyor.<br />

Yönetime geldiğimizde ilk yaptığımız iş; teknolojiyle barışmaktı.<br />

SMS (cep telefonu ile kısa mesajlaşma sistemi-AK) sistemi kurduk.<br />

Bütün üyelerimize, dostlarımıza, vakfa gönül vermiş insanlarımıza,<br />

vâkıfta yapılan sosyal çalışmalar, iyi günlerimiz, acılı günlerimiz, hepsini<br />

anında, günü gününe haber verebiliyoruz. Duyurularımızı anında<br />

yapabiliyoruz.<br />

Bunun yanında kullanıma açık olmayan bir internet sayfamız vardı.<br />

Kontrolü bizden tamamen çıkmıştı. Bu sayfamızın kontrolünü özellikle<br />

Genel Sekreter Kazım arkadaşımızın ve Zeynel Şahin’in özverili<br />

çalışmasıyla elimize aldık. Şimdi ilgili tüm konularda her şey anında<br />

güncelleşen internet sayfamızda yer alıyor, ayrım yapmaksızın tüm insanlarımıza<br />

ulaştırılmakta. Bu da yapılması çok gecikmiş bir görevdi<br />

diye düşünüyorum. Bunu da becerdik.<br />

Biz yapılması gerekenleri yapıyoruz. Yapılması gerekeni yaptığımız<br />

zaman, zaten toplumuz bunları görüyor, yardımcı oluyorlar. Sosyal yardımlarımız,<br />

bağışlarımız arttı. Bağış konusunda çok şeffaf davranıyoruz.<br />

Kim ne bağış yaptıysa panomuza asıyoruz, kendilerine teşekkür<br />

mektubuyla cevap veriyoruz.<br />

Her yıl yapmayı deneyip çok başarılı olamadığımız bir sağlık taraması<br />

sorunu vardı. Bu yıl Özel Haliç Hastanesinin yetkilileri geldi.<br />

Sizinle böyle bir çalışma yapmak istiyoruz dediler. Programın afişlerini<br />

hazırladık, onun çalışmasını yapmaktayız. Şunu özellikle yazmanızı,<br />

özellikle belirtmenizi istiyorum: Buradaki hizmetlerimizi sadece Alevi<br />

toplumuna değil, bölgemizde yaşayan herkese, bize gönül vermiş, yüzünü<br />

dönmüş tüm insanlara bu hizmeti vermekteyiz.<br />

Tabanla barışık olmanın yöntemi, çalışmayı tabana<br />

ulaştırmaktan mı geçiyor?<br />

• Evet, bu her şeyden önce güven meselesi. İnsanlarımızın kurumlara<br />

bakışları, ilk kurulma aşamasında iyi niyetli, ama kurumlarımız yerleştikçe,<br />

yönetime talip olanların sayısı arttıkça,<br />

insanlarda farklı izlenimi uyandırıyor. Aslında<br />

hizmet için gelenlerle, gününü geçirmek için gelenleri<br />

ayırt ettirmek için tabanla barışık olmak,<br />

yapılan hizmetleri, çalışmaları o insanlara göstermekten<br />

geçiyor. Biz de bunu becerdiğimizi, zannediyoruz.<br />

Öyle de görünüyor. İstanbul’un her tarafındaki<br />

cemevlerimizin hepsi güzel, değerli, yerinde; ama<br />

Okmeydanı’nın yeri farklı. Hem merkez açısından<br />

farklı, hem bölge açısından farklı, hem de<br />

arkadaşlarımızın özverili çalışmaları neticesinde<br />

artan ilgi dolayısıyla farklı. Burada kurumumuzun,<br />

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı’nın<br />

senedinde, programında ne yazıldıysa, harfiyen o<br />

uygulanıyor. Hiyerarşik yapıya tamamen bağlıyız.<br />

Federasyonumuzu, Konfederasyonumuzu yakın-<br />

28 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇEÞME<br />

dan takip ediyoruz. Bize ihtiyacı olan bütün Alevi kurumlarına, elimizden geldiği kadar maddi,<br />

manevi katkı sunmaya çalışıyoruz. Bundan sonra da imkânlarımız ölçüsünde yine sunacağız. Bu<br />

kültürü hep birlikte, ortaklaşa yürütüyoruz. Herbirimizin diğerinden çok farkı. Tabii ki düşünce<br />

farklılıklarımız olacaktır. Bunlar bizim zengin mozaiğimizdir. Tek tip düşünme olanağı yok, ama<br />

asgari müşterekte birlikteyiz, birlikte çalışacağız.<br />

İsterseniz şimdi Selahattin beye dönelim. Yönetim kurulu üyesi<br />

Selahattin Akarsu gençlik komisyonu başkanlığını yürütüyor. Bize<br />

kendinizi tanıtır mısınız?<br />

• 1958 Sivas, Kangal, Minarekaya doğumluyum. Ben de üç kız babasıyım.<br />

İşim türkü söylemek, biraz ozan yanım da var derler. Okmeydanı<br />

Cemevinin, kuruluşunda on sekizinci üyeyim. Cemevi yapılmadan önce<br />

kiralık binada hizmet verirken üye olarak görev aldım. Kurucu üyelerle<br />

birlikte kültürel çalışmalar yürüttüm. Üst kurul delegeliği yaptım. İlk<br />

kez bu yıl yönetim kurulunda görev aldım. Kültür, sanat ve gençlik sorumlusuyum.<br />

Kültür sanat gençlik komisyonu olarak neler yaptınız? Bundan<br />

sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?<br />

• Çalışmalara katılan altmış civarında genç var. Onların katılımı ve çalışmalarıyla konser, panel,<br />

konferans, anma günleri yapıyoruz. Önümüzde hazırlığını yaptığımız geniş bir program var.<br />

Halkımızın isteklerine cevap verecek konumdayız. Göreve geldik ve yalnız kalmadık; halk bizi<br />

seviyor, destekliyor. Yönetimimizle uyum içinde doğruyu yapmaya çalışıyoruz.<br />

Bu cemevi kültürel etkinliklerin yoğun olduğu bir yerdir. Bu yıl önümüze birçok hedef koyacağız.<br />

Ne gibi çalışmalar yapabiliriz? Konser, panel, konferansların dışında başka neler yapabiliriz?<br />

Gençliğe semah dönme, saz çalma dışında neler vermeliyiz? Gençlik kitleye ne vermeli? Bunları<br />

tartışmaya başladık bile.<br />

Bölgede halkının sizden ne gibi beklentileri var?<br />

• Aslında öyle taleplerini belli eden insanlar istiyoruz, ama ne yazık ki yok. Keşke öyle talepler<br />

gelse, bizim ufkumuz daha da açılır. İnsanların çoğu buraya zorunlu olarak, örneğin cenaze hizmetleri<br />

için geliyor, kırk yemeklerine geliyor. Bunların dışında bir öneriyle gelseler, biz daha çok<br />

arayış içinde olacağız. Ancak onlardan böyle talepler, öneriler gelmiyor diye biz arayışı bırakmış<br />

değiliz.<br />

Yanımızda Genel Sekreter Kazım Sizer var. Siz de kısaca<br />

kendinizden bahseder misiniz?<br />

• 1966 Tokat’ın Almus ilçesine bağlı Hubyar Köyü doğumluyum. Bir<br />

çocuk babasıyım. 1993 yılından beri ticaretle uğraşmaktayım. Bir dönem<br />

(2001–2003) Hubyar Köyü Kültür ve Sosyal Yardımlaşma Derneğinin<br />

başkanlığını yaptım. HBVAK Vakfımızın kurulma aşamasından<br />

itibaren, çeşitli yerlerinde görev aldım. Daha önceleri iki dönem denetleme<br />

kurulu başkanlığı yaptım.<br />

Vakıf çalışmalarını bir de sizden dinleyelim.<br />

• Yönetim olarak vakfımızı tanıdığımız için eksikliklerini de iyi biliyorduk.<br />

Vakfımızı kurumlaştırmak için ne yapmamız gerektiğini biliyorduk.<br />

Onun için hedefli çalışmalara başladık. Atıl mekânlarımızın çoğunu kullanılır hale getirdik.<br />

Bu konuda mimar Cemalettin arkadaşımız ve Şişli Belediyesinin çok katkıları oldu.<br />

Binanın çatısından başlayıp, izolasyon sistemiyle cemevimizin içini modernize ediyoruz. Ve<br />

olması gerektiği gibi örnek bir cemevi yapacağız.<br />

Neler olacak içerisinde?<br />

• İçerisinde örneğin, cemevinde olması gereken şöminesi, ocağı olacak. Süsleme sanatında Oniki<br />

imamlarımızın resmi olacak. İç tavana alçıpen kaplama süsleme sanatı uygulanacak. Bize uygun<br />

süsleme şekilleri bulundu, mimar arkadaşlarımız onların çalışmalarını yaptılar.<br />

Çalışmalara bölge halkını katabiliyor musunuz? Halkla ilişkileriniz nasıl?<br />

• Başkanımızın dediği gibi kitleyle ilişki çok zayıftı. Kurumda yöneticilik çok önemli; yöneticinin<br />

sempatisi, hoşgörüsü, saygısı, sevgisi kitleyle bağı artırmaya yardımcı olur.<br />

Bu sene içinde yapılması gereken şeylerin tümü yönetim kurulu tarafından yapıldı. Etkinlikler,<br />

hizmetler, internet sitesi yenilendi, SMS sistemi yapıldı. Konferans salonumuzda devamlı şekilde<br />

Etkinlikler, anma törenleri yapıldı. Aşure büyük bir katılımla gerçekleştirildi. Hacı Bektaş Veli<br />

Anma Töreni gibi etkinliklerimize katılım sağlandı. Yönetim kurulumuzun bu çalışması, yapılması<br />

gereken şeylerin çoğunu gerçekleştirdiği için, bize bir talep gelmiyor diye düşünüyorum.<br />

Teşekkür ediliyor, bunu gördük yaşadık. Bugüne kadar, bu kadar çok sayıda canın buraya gelip<br />

gittiği yoktu. Biz burada olduğumuz için bunu biliyorduk. Burada bu gelişmeyi gördüğümüz için<br />

yönetim olarak çok sevinçliyiz. İşin doğrusu, bu insana gurur veriyor.<br />

Diğer arkadaşlarımın dediği gibi, üç aylık programımızı önümüze koyacağız, ona göre yolumuza<br />

devam edeceğiz. Kurumuza bazı taleplerde geliyor. Okula giriş talebi. Aslında okula girişle<br />

bizim alakamız yok, ama bu sene internet sistemi geldi. Öğrencilerin çoğu liseye girişle ilgili<br />

problem yaşadılar. Çoğu istediği okula kayıt olamadı. Bu konuyla ilgili çalışmalarımız oldu ilçe<br />

bazında. Eşimiz, dostumuz sayesinde bazı öğrencilerimizi gerekli okullara yerleştirdik.<br />

Yine asli görevimiz olmamakla birlikte iş bulma konusunda da talepler oldu. Elden geldiğince<br />

yardımcı olduk. İş bulma açısından Şişli Belediyemizin katkıları inkâr edilemeyecek kadardır.<br />

Şunu üstüne basarak söylemek lazım: Yapmış olduğumuz çoğu işte Şişli Belediyemizin, özellikle<br />

Sarıgül Başkanımızın çok katkısı oldu, oluyor, olacak.<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

SERÇEŞME<br />

OKUYUCULARININ KATKISIYLA<br />

ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR<br />

Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den<br />

niyaz alan okuyucularıdır.<br />

Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt<br />

içinde ve dışında çalışan, emeğiyle<br />

geçinen insanlardır.<br />

Serçeşme canların özverisine,<br />

paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir<br />

ve zorlukları birlikte aşma gücüne<br />

dayanır.<br />

Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan<br />

yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş<br />

bekliyor.<br />

Serçeşme tüm canları temsilci olmaya,<br />

canları abone yapmaya, yörelerine<br />

derginin toplu getirtilmesine ve elden<br />

dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.<br />

TEMSİLCİ CANLAR<br />

YURTDIŞI<br />

Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29<br />

Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56<br />

Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35<br />

Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54<br />

Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62<br />

Hanau Kemal Nayman ...................+49.173.667 72 91<br />

Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20<br />

Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34<br />

Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95<br />

Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70<br />

Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99<br />

Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12<br />

Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16<br />

Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84<br />

Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19<br />

İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276<br />

İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07<br />

Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54<br />

YURTİÇİ<br />

Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14<br />

Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13<br />

Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ................0536.886 48 56<br />

Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25<br />

Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37<br />

Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78<br />

Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80<br />

Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17<br />

Denizli: Merkez Eyüp Ceylan ..................0536.739 28 42<br />

Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03<br />

Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90<br />

Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77<br />

Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50<br />

İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23<br />

4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79<br />

Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75<br />

Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14<br />

Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42<br />

İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12<br />

Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86<br />

Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09<br />

Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79<br />

Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98<br />

Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58<br />

Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09<br />

İzmir: Merkez Hüseyin İlbey ....................0536.203 64 82<br />

Bornova Hüsniye Çınar .......................0532.512 59 62<br />

Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06<br />

Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91<br />

Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52<br />

Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05<br />

Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99<br />

Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03<br />

Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79<br />

Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54<br />

Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99<br />

Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26<br />

Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07<br />

Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47<br />

Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75<br />

Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17<br />

Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50<br />

Aralık 2006 29


SERÇEÞME<br />

NAMUSLU BİR SOSYALİST DAHA FAŞİSTLERCE KATLEDİLDİ<br />

Bugün Hepimiz Hrant’ız<br />

Bugün Hepimiz Ermeniyiz<br />

Esen Uslu<br />

Âşık Mahrumi Hakk’a<br />

Yürüdü<br />

Hasan Çadır, Nurhak Temsilcisi<br />

ÂŞIK MAHRUMİ (Rahmi Kaya), 1932<br />

yı l ında o zamanlar Elbistan’a bağlı olan<br />

Afşin’in Berçenek köyünde doğmuştur. Annesinin<br />

adı Fadime, babasının adı ise İbrahim<br />

Halil’dir. İlkokulu köyde bitirir. O zaman zorun<br />

lu ilkokul 3. sınıfına kadarmış. 12 yaşında<br />

çobanlık yapmaya başlar. Bu yıllarda elinde<br />

âşık kitaplarını düşürmez imiş.<br />

Aynı yıllarda saz çalmasını en büyük abisi<br />

Halil öğretir. Dedesi Durmuş, Dalgalı Baba lakabı<br />

ile de tanınırmış. Güzel saz çalıp, çok güzel<br />

de söylermiş. Yani ozanlık geleneği aileden<br />

gelen bir hasletmiş.<br />

Çalıp söylediği türkülerden dolayı Mahrumi<br />

de dönemdaşı birçok ozan gibi kovuşturmalara<br />

uğradı. 20 Temmuz 1975’de tutuklanıp<br />

Urfa cezaevine kapatıldı, dört avukatın savunması<br />

sonucu 22 Ağustos’ta tahliye edilir.<br />

Cezaevinden çıkınca Urfa’nın Kısas köyüne<br />

giderek Büryani babanın evine konuk olur.<br />

Büryani Baba’dan esinlendiğini, ilham aldığını<br />

hep söylerdi. Mahrumi Baba’nın, Mahsuni<br />

Baba’ya ilk saz çalma ve şiir yazma döneminde<br />

çok destek olduğunu söylenir.<br />

1959 yılında evlenen Mahrumi dört erkek,<br />

iki kız çocuğu babasıydı.<br />

Âşık Mahrumi, 19 Kasım 2006 Pazar günü<br />

Hakk’a yürüdü. Cenazesi Elbistan Cemevinden<br />

kaldırılıp, Afşin’in Berçenek köyünde toprağa<br />

verildi. Cenaze töreninde kendi eseri olan<br />

şiirler okundu. Saz ve deyişler eşliğinde son<br />

yolculuğa uğurlandı.<br />

Zamanı Gelir<br />

Üzülmeyin sonu ne olur diye<br />

Hesap sorulmanın zamanı gelir<br />

Bilmem bu ayrılık gayrılık niye<br />

Sıkı sarılmanın zamanı gelir<br />

Hainlerin maksatları sezile<br />

Zayıf ezmek isteyenler ezile<br />

Dolambaçlı olsa bile menzile<br />

Dostlar varılmanın zamanı gelir<br />

Ezilmişin dostu ise Mahrumi<br />

Barıştırır küstü ise Mahrumi<br />

Ölü gibi sustu ise Mahrumi<br />

Tekrar dirilmenin zamanı gelir<br />

HRANT DİNK genel yayın yönetmeni olduğu Agos gazetesinin kapısı önünde ensesine sıkılan<br />

kurşunlarla katledildi. Tetiği kime çektirmiş olurlarsa olsunlar Hrant Dink’in katilleri<br />

bellidir: Dün Sivas’ta Alevileri, aydınları yakarak katledenlerdir. Yakın geçmişimizde<br />

Maraş’ta, Çorum’da, Gazi’te Alevilere saldıranlardır; “faili meç hul” aydın cinayetlerini işleyenlerdir.<br />

Kendilerinden farklı düşünce taşıyanların linç edilmesine uygun bir siyasi ve toplumsal<br />

atmosfer yaratmaya çalışanlardır.<br />

Hiç şüphe yoktur ki Hrant Dink’in öldürülmesi, Türkiye’de özellikle son dönemde hızla yükselmekte<br />

olan milliyetçi-faşist dalganın yeni bir aşamasıdır. Cumhurbaşkanlığı seçimiyle ilgili<br />

olarak kırmızı çizgiler çizenlerin ve Irak Kürdistanı’na karşı bir saldırı hazırlığı içinde olanların,<br />

ülkede demokrasiyi kısıtlama, insan hakları ve demokrasi savunucularını yıldırma, Avrupa<br />

Birliği’ne girme hevesleri ile verilmiş aşırı taviz olarak gördükleri demokrasi ve insan hakları<br />

yolunda atılmış yasal düzenleme adımlarını geri devşirmek isteyenlerin yarattığı milliyetçi-ırkçı-<br />

Kürt ve Ermeni düşmanı ortamın kurbanı olarak seçilmiştir Hrant Dink.<br />

Hrant Dink, onların gözünde “katli vacip” bir “vatan haini”dir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye’nin<br />

en önde gelen demokrasi ve insan hakları savunucularından biridir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye’nin<br />

Ermeni kırımı gerçeğiyle yüzleşmesini istemeye cüret edenlerden biridir. Çünkü Hrant Dink, bir<br />

Ermenidir. Çünkü Hrant Dink bir sosyalisttir. Çünkü Hrant Dink, Türkiye halkının ve devletinin<br />

yüzüne aynayı tutarak, toplumda ve devlette süregiden Ermeni düşmanlığını sergilemeye cesaret<br />

eden bir serdengeçtidir. Çünkü Hrant Dink, “ama-fakat” diye savsaklamadan azınlık haklarını<br />

savunmanın, demokrat olmanın ana koşulu olduğunu gösteren bir emekçidir. Çünkü Hrant Dink,<br />

tüm “akıllı adamlar” onu yolundan çevirmek için çabalarken, doğru bildiğini söylemekten ve yapmaktan<br />

geri durmayan bir mücadelecidir. Çünkü Hrant Dink, insan gibi insandır.<br />

Kendiliğinden Yükselen Tepki ve Slogan<br />

Hrant Dink’in vurulduğu duyulur duyulmaz, İstanbul’daki ilericiler, demokratlar, devrimciler,<br />

sosyalistler, ilerici Aleviler, Kürtler ve nice namuslu emekçiler Agos gazetesinin önünde, Hrant’in<br />

vurulduğu yerde toplanmaya başladı. Duyulan öfke ve nefret o denli güçlüydü ki, birkaç saat<br />

içinde Taksim’den başlayan bir yürüyüş örgütlendi. Bu toplanma ve yürüyüş sırasında “Bugün<br />

Hepimiz Hrant Dink’iz; Bugün Hepimiz Ermeniyiz” sloganı ortaya çıktı.<br />

Agos gazetesinin önünde toplanan ve yürüyüşe katılanların bağrından kopan bu slogan,<br />

Türkiye’de demokrasi kavgasında gelişen enternasyonalist bilincin bir göstergesidir. Henüz toplumun<br />

sadece en ileri, en demokrat kesimlerinde yankı bulan, ama geleceğimizin tomurcuklarını<br />

içinde taşıyan bu son derece veciz slogan, gerici-ırçkı-faşist-cuntacı milliyetçi söyleme karşı çok<br />

yerinde bir çıkıştır.<br />

Doğal olarak bugünkü acıdan kaynaklanan bu sloganın kapsamı, her baskıya ve zulme uğrayan<br />

azınlığı kapsayacak şekilde genişlemelidir. Kürtlere uygulanan baskılara karşı Türkiye’nin tüm<br />

ilerici insanları, “Bugün hepimiz Kürdüz” demelidir. Zulüm ve kırıma uğrayan Alevilerin karşısında<br />

tüm Türkiye’nin ilerici insanları, “Bugün hepimiz Aleviyiz” demelidir. Türkiye’nin ilerici<br />

insanları evleri yıkılan, mahalleleri boşaltılan Romanların safında durmalı, “Bugün hepimiz Romanız”<br />

demelidir. Türkiye’de Arap, Süryani, Yezidi, Rum hangi azınlık ayrımcılığa ve baskılara<br />

uğruyorsa, Türkiye’nin ilerici insanları kendini onlardan saymalıdır. Onların mücadelesini kendi<br />

mücadelesi bilmelidir, onlarla dayanışma göstermelidir.<br />

Dünya ve Türkiye’deki gericilik koşullarında unutulmaya yüz tutmuş, üzeri küllenmeye başlamış<br />

bu anlayış, Hrant’ın ölümüyle yeniden güçlenme yönünde bir yaylım kazanırsa, bu Hrant’ın<br />

boşuna ölmediğinin gerçek kanıtı olur. Hrant’ı katledenlere verilecek en güzel yanıt da bu anlayışın<br />

dalga dalga Türkiye toplumuna yayılması için mücadele etmektir.<br />

Farkı Farkediniz<br />

Türkiye’nin üzerine çökmüş milliyetçi-ırkçı-devletçi-baskıcı-boğucu atmosfere karşı nice aydın<br />

mahkemelerde bireysel olarak mücadele etmek zorunda kalmaktadır. Bu aydınlara karşı uluyan<br />

bir faşist koro en ağır saldırıları yapmakta ve devlet güçlerinin desteğinde ya da en hafif deyimi<br />

ile göz yumması ile saldırgınlıklarını sürdürmektedir. Devletin en yetkili ağızları, her türlü nezaket<br />

gösterisini bile bir yana bırakıp, bu saldırıya uğrayanları aşağılamakta, hedef göstermektedir.<br />

Aynı zamanda hükümet sözcüsü olan Adalet Bakanı bile en ağır hakaretleri içeren sözleri basın<br />

karşısında fütursuzca söyleyebilmektedir.<br />

Hukuksuzluk, adalet sisteminin en yetkili mercilerinin bile varolan yasal çerçeveyi yok sayarak<br />

karar almasına varmaktadır. 301. maddeden açılan davanın Yargıtay’da bilirkişi raporunun<br />

suç unsuru olmadığını belirtmesine ve savcının davanın düşürülmesini istemesine karşın Hrant’ın<br />

cezalandırılması ile sonuçlanırken, Orhan Pamuk ve Elif Şafak davalarının aklanmayla sonuçlanması<br />

arasındaki fark, ırkçı-milliyetçi-devletçi keyfiliğin adalet sisteminde ne kerte etkili olduğunun<br />

en güzel örneğidir.<br />

Türkiye’nin çeşitli kentlerinde linç girişimleri güvenlikten sorumlu Vali ve Emniyet Müdürlerince<br />

“milliyetçi hislerle” yapılmış küçük aşırılıklar olarak hoşgörülmekte ve hoş gösterilmektedir.<br />

Bu tutuma ana muhalefet partisinin üst düzey yöneticileri de katılmaktadır. Milliyetçilik yaklaşan<br />

seçimlerde oy getirecek bir tutum olarak görülmektedir. Hükümet de bu tutumu benimsemiş gö-<br />

30 <strong>Sayı</strong> 25


SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

rünmektedir. Milliyetçi söyleme sahip çıkma adına dış politika da şahinleşmektedir. Etkili ve yetkili<br />

çevrelere yaranmak, en azından onların elinden bir müdahale gerekçesini çekip alıvermek için<br />

Irak Kürdistanı’na karşı askeri harekat yapılması ve Kerkük’te Türkmenlerin çıkarlarını korumak<br />

üzere harekat yapılması gibi milliyetçi-saldırgan söylemlerinden medet ummaktadır.<br />

Ancak bunların biriktiği ortam giderek zehirlenmektedir. Giderek yoğunlaşan krizlere gebe<br />

ülkemizde, demokrasiyi, barışı, azınlık haklarını, işçi haklarını savunmanın, bu düzenin değişmesini<br />

istemeye bağlı olduğu daha da açıkça görülmektedir.<br />

Matem Günleri ve Ocak Ayındaki Diğer Yıldönümleri<br />

Hrant Dink’in katledildiği Ocak ayı, bu yıl tarihte yaşanmış bir başka “Masum-u Pâk” katliamının,<br />

Kerbelâ’nın yıldönümünü de içeriyor. Her inançlı Alevi gönlünde, katledimiş İmam Hüseyin<br />

ve Ehlibeyt evlatların acısı vardır. İnanıyorum ki bu yıl “yas-ü matem” günlerinde aynı derin<br />

üzüntüyle Hrant Dink de anılacaktır.<br />

Ocak ayının ilk günleri Türkiye’de devletin en ağır baskılarıyla karşı karşıya kalmış, bir kaç<br />

şiirini dillerine pelesenk, ellerinde oyuncak etseler de asla affetmedikleri bir başka aydınımızın,<br />

komünist ozan Nazım Hikmet’in de doğum yıldönümüdür.<br />

Ocak ayının son günleri ise Türkiye Komünist Partisi’nin kurucu kadrolarının, Mustafa Suphi,<br />

Ethem Nejat ve yoldaşlarının, sözde kendi güvenlikleri için ülke dışına gönderme bahanesiyle<br />

Trabzon’dan zorla bindirildikleri bir takada katledilmeleri ve Karadeniz’de sır olmalarının 86. yıldönümüdür.<br />

Bu katliamdan iki yıl sonra Nazım Hikmet’in Onbeşler İçin yazdığı ağıtla uğurlayalım<br />

Hrant Can’ı. Yattığı yer ışık olsun; don değiştiren canı hepimizi birer Hrant yapsın!<br />

Yangınlara fazla bakan gözler yaşarmaz<br />

Alnı kızıl yıldızlı baş secdeye varmaz<br />

Dövüşenler ölenlerin tutmaz yasını<br />

Yine fakat bir yıldırım zulmeti yırtsa<br />

Sağır göğün koynundaki çanı haykırtsa<br />

Anıyoruz göğsünüzün son sayhasını<br />

Eski cihan yeni cihan önünde eğil!<br />

Aramızdan birkaç yoldaş ayırmak değil,<br />

Her ne yapsan varacağız emelimize!<br />

Karadeniz, bunu duysun derinliklerin:<br />

O ateşli göğüsleri delen hançerin<br />

Kabzasını alacağız biz elimize!<br />

Aleviler, Kırılmış Her Halkının Musahibidir<br />

Zorla yerinden yurdundan edilmiş, sürgüne yollanmış, katledilmiş, kılıç artıkları zorla asimile<br />

edilmiş, kimliğini korumaya çalışanı devlet kapısında ikinci sınıfı insan muamelesi görmüş Ermeni<br />

halkının çektiği çileleri en iyi bilen ve en derinden hisseden Alevilerdir, çünkü onlar yerinden<br />

edilmemin, aşağılanmanın, vatandaştan sayılmamanın ne menem bir duygu olduğunu iyi bilirler.<br />

Çünkü Aleviler sevdikleri, önlerine düşmüş yol evlatlarının nasıl kıyıldığını tarih bilgileriyle öğrenmişler<br />

ve her gün yaşayarak görmüşlerdir.<br />

Çünkü Alevi öğretisi, “yetmiş iki milleti bir bileceksin” ve “kendine reva görmediğini, başkasına<br />

reva görmez.” ilkelerini kendine düstur bilmiştir; eli kanlı katillere destur vermez. •<br />

ABF VE AABK ORTAK AÇIKLAMASI - 20 OCAK 2007<br />

Hrant Dink’e Sıkılan Kurşunlar<br />

Bir Arada Yaşama Kültürüne Sıkılmıştır!<br />

Bu saldırı aynı zamanda demokrasiye ve Türkiye’ye yapılmıştır!<br />

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, yazar Hrant Dink, alçakça bir silahlı saldırı sonucunda<br />

hayatını kaybetmiştir. Türkiye’de bir arada yaşama kültürünün, düşünce özgürlüğünün<br />

en önemli seslerinden biri olan Hrant Dink, demokratik, eşit ve özgür koşullarda birarada yaşama<br />

isteği karşısında 301. maddeden yargılanmış ve linç kültürünün hedefi haline getirilmiştir.<br />

“Bu ülkede yaşamak istiyorum. Çünkü bu ülkenin demokratikleşmesi için benim de, torunlarım<br />

için elimden ne geliyorsa onu yapmak istiyorum... Çağdaş demokrasilerde ben en<br />

büyük özgürlükleri istiyorum” diyen Hrant Dink’in bu ülkede yaşama hakkı elinden vahşice ve<br />

alçakça alınmıştır.<br />

Türkiye’nin içinde bulunduğu siyasi sürecin ve seçimlere endeksli olarak yükseltilen ırkçılıkla<br />

beslenen etnik milliyetçiliğin son dönemlerde giderek tırmandırılmasının bu saldırı ile<br />

bağlantısı vardır. Farklı olanı reddetme, ötekini aşağılama üzerine kurulu tekçi yaklaşımların<br />

bu saldırı ile doğrudan bağlantısı vardır. Bu anlamıyla Hrant Dink’e yapılan saldırı aynı zamanda<br />

Anadolu topraklarında yüzyıllara yayılan bir arada yaşama kültürüne de yapılmıştır.<br />

Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu (AABK) olarak,<br />

Hrant Dink’e yapılan bu alçakça saldırıyı kınıyoruz. Alçakça katledilen Hrant Dink’i bir<br />

arada yaşamanın sembolü olarak görüyor, Aleviler olarak bir kez daha farklıların bir arada ve<br />

eşit koşullarda yaşama kültürünü ısrarla savunmaya devam edeceğimizi ilan ediyoruz.<br />

Alevi Bektaşi Federasyonu<br />

Selahattin Özel, Genel Başkan<br />

Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu<br />

Turgut Öker, Genel Başkan<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

SERÇEŞME<br />

Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı<br />

İyileştiren Kılıçtır<br />

Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu<br />

ilgilendiren tüm fikirlere açıktır.<br />

Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı<br />

kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini<br />

temsil eden yazarlara açıktır.<br />

Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer<br />

aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri<br />

platformu olacaktır.<br />

Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve<br />

örgütsel çekişmelere yer vermez.<br />

Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği<br />

fikirler yalnız yazarlarını bağlar.<br />

Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler<br />

nedeniyle sansür etmez.<br />

Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya<br />

dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.<br />

Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme<br />

getirmekten kaçınmaz.<br />

Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik<br />

verir, boş sözlerden ve bilinenlerin<br />

tekrarından kaçınır.<br />

Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir.<br />

Yollanan yazıları yayımlamamak,<br />

kısaltarak ya da bölerek yayımlamak<br />

ve düzeltmek hakkını saklı tutar.<br />

Ancak fikirleri değiştirmemeye ve<br />

yazarın onayını almaya özen gösterir.<br />

Serçeşme’ye gönderilen yazılar<br />

yayımlansın, yayımlanmasın iade<br />

edilmez<br />

YILLIK ABONE BEDELİ<br />

Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50<br />

İngiltere £40<br />

Türkiye’den abone olmak isteyen canlar<br />

lütfen abone bedelini bir postaneden<br />

Genel Ajans Basım Dağıtım<br />

Organizasyon Ltd Şti<br />

Posta Çeki Hesabına (No 1629127)<br />

yollayın.<br />

Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun<br />

Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,<br />

varsa Faks Numaranızı ve E-posta<br />

adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak,<br />

kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu<br />

içeren posta adresinizi<br />

okunaklı olarak yazın<br />

ve ödeme dekontunuz ile birlikte<br />

büromuza fakslayın:<br />

+90.(0)212.519 5635<br />

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar,<br />

abone bedelini aşağıdaki<br />

adrese yollayabilir:<br />

Avrupa Baş Temsilciliği<br />

Tel: +49.179.107 88 56<br />

Hüseyin Akın<br />

Postbank<br />

Kontonummer: 826 857 303<br />

Bankleitzahl: 25 01 00 30<br />

Aralık 2006 31


SERÇEÞME<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

HRANT DİNK<br />

15 Eylül 1954 - 19 Ocak 2007<br />

“Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak.<br />

Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak.<br />

Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım?<br />

Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım.<br />

Evet, kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim,<br />

ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz.<br />

Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler.<br />

Evet biraz ürkekçe, ama bir o kadar da özgürce.”<br />

Agos Gazetesine Son Yazısının Son Paragrafı, 19 Ocak 2007<br />

BUGÜN HEPİMİZ HRANT’IZ<br />

BUGÜN HEPİMİZ ERMENİYİZ

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!