24.Sayı - Hacibektaslilar
24.Sayı - Hacibektaslilar
24.Sayı - Hacibektaslilar
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
SERÇEÞME<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
Bu Sayida<br />
Velİyettİn Ulusoy:<br />
Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri<br />
Birlik-Dayanışma Toplantısında<br />
Konuşma<br />
Karşındakinin Seni Seviyorum<br />
Demesini Beklemeden<br />
Seni Seviyorum Demenin<br />
Zamanı Geldi<br />
Birlik Ceminde Konuşma:<br />
Cem’in Manası<br />
Gönül Birliğini Sağlamaktır<br />
Gaziantep Konserinde Konuşma:<br />
Bugünkü Durum ve Siyasallaşma<br />
Fİkret Otyam “Kara Gündür Gelip Geçer / Gam<br />
Yeme Gönül Gam Yeme”<br />
Esat Korkmaz Gölge Etme Başka İhsan İstemem<br />
Erdoğan Aydin Tarihi Özgürleştirmek<br />
Erdal Yildirim Siyasete Müdahale Etmek<br />
Turan Eser Aleviler ve Siyaset İlişkisinde Yeni Stratejiler<br />
ve Yaklaşımlar<br />
PSAKD Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi<br />
Sidika Su - Ruhİ Su Yitirdiklerimiz<br />
H. Sİnan Ulusoy Toplumsal Birliğimiz - Bölüm II<br />
Hüseyİn İlbey Şikayetname<br />
Haẟİm Kutlu Hakk’a Yürüyen Can İçin Erkan - V<br />
Nafİz Ünlüyurt Bildiğini Söyleyebilme<br />
İsmaİl Özmen Hacım Sultan Velayetnamesi - II<br />
DAH Kamuoyuna Çağrı<br />
Alİ Güzelyüz Gazali’nin Bilinmeyen Bir Risalesi...<br />
Seda Coẟkun Türkülerle Anadolu İnsanı<br />
Ahmet Koçak Bağcılar HBVD Başkanı - Gençlik<br />
Komisyonu Başkanı ile Söyleştik<br />
Yalçin Yusufoğlu Kaygusuz Abdal...<br />
Aylık Dergİ<br />
Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz<br />
Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti<br />
adına Ahmet Koçak<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak<br />
Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54<br />
Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul<br />
Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35<br />
E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com<br />
Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe<br />
Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00<br />
Yayın Türü: Yerel - Süreli<br />
Fİyati: Ytl 3 / € 3 / £ 3<br />
Ekİm-Kasim 2006 Sayi:<br />
24<br />
GERİYE DÖNÜŞ TAPIMI ANLAŞILMADAN ALEVİLİK ANLAŞILAMAZ<br />
Geleneksel anlatım dilinde “geriye dönüş tapımı”nın izleri “silinir”;<br />
nesnelliğin “tarihin geçmişine taşındığı” bir “sanı” yaratılır.<br />
Bu “sanı”ya “ fetiş” biçimde bağlananlar<br />
hiçbir zaman Aleviliği anlayamayacaklardır.<br />
Tanrı-Doğa-İnsan’dan Hak-Muhammet-Ali’ye<br />
Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni<br />
Geriye dönüş tapımı gereği Anadolu Aleviliği, kendini yaratan kaynaklardan<br />
biri ya da birkaçının izini sürerek kendini “geçmişe” taşır. Anadolu Aleviliğinde<br />
geçmişe taşınma, belirleyici anlamda, heterodoksi bir zeminde “Ali<br />
Yandaşları Hareketi” geriye doğru izlenerek gerçekleştirilmiştir. Böylece son<br />
tektanrıcı din olan İslam’ın şeriatına ve şeriatçı kimliklerine, bu dinin doğuş<br />
koşullarında “tersine-dönüşüm” kazandırılarak tavır alınmış; şeriatçı İslam’ın karşısında,<br />
değişim-dönüşüme koşut biçimde gelişen ve vahiy ile aklı “barıştırma” gibi bir işlevi yerine<br />
getirmeye çalışan “dinsel felsefe”nin sınırları aşılarak bir “felsefi öğreti” ya da “bilgelik<br />
öğretisi” yaratılmıştır.<br />
Özkaynaklarından özümsenen Alevi felsefesi ve onun insan, evren ve Tanrı tasarımı<br />
“ikirciksiz” gün yüzüne çıkarılamadığı için, bir Alevi kendi çağdaşlığını, aydınlanmacılığını,<br />
demokratlığını, ilericiliğini ya da ahlaklılığını, iyiliğini, güzelliğini “sorgulayacak”,<br />
dünya görüşüne uygun biçimde “ayakları üzerine dikecek” ölçütten de yoksun kalıyor. Bu<br />
durum bilgisiz kalmanın, kendi kökeniyle iletişimi kesmenin ötesinde, yoğun bir yabancılaşmayı<br />
da beraberinde getiriyor. Süreç içinde;<br />
l. Alevi felsefesinin Doğatanrıcılık yanının, “Tanrı-evren-insan” üçlemesi biçiminde<br />
dışa vuran doğasal diyalektiği; toplumsal diyalektiği yansıtması gerekirken bu diyalektiği<br />
gizleyen İnsantanrıcılık anlayışı “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesi biçiminde öne çıkarılarak<br />
“perdeleniyor”.<br />
2. “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesinin özündeki diyalektik kavranamadığı için, evren,<br />
insan ve toplum sorunları akıl alanından inanç alanına, felsefe alanından tanrıbilim alanına<br />
taşınıyor; Alevi felsefesi tanrıbilim olup çıkıyor.<br />
Sonunda olan hem Alevilere, hem de Aleviliğe oluyor: İnancını aklına indirgemek, idealizmini<br />
materyalizmine dönüştürmek için nesnel-toplumsal bir evren görüşü (1) , insanlığı<br />
kurtuluşa taşıyacak bir toplumsal proje (2) yaratan dünün Aleviliği bugün; aklını inancına<br />
taşımak, materyalizmini idealizmine dönüştürmek isteyen kimi Alevilerce egemen sınıflara<br />
“altın tepsi”de sunuluyor. “Anısız” ve “geleceksiz” bir Alevilik, Ortaçağ’ın “günümüz<br />
kılıklı” sömürücülerinin elinde, “iç kimlik bunalımını şifa sayan” bir “dine” (3) dönüşüyor;<br />
çağ d a ş toplumun “karnına”, sindirilmesi zor bir lokma olarak “balyoz” gibi iniyor.<br />
Cumhuriyet’ten bugüne gelinen süreçte, toplumsal altüst oluşa koşut olarak sınıflar konumlanmasında<br />
önemleri ve durumları değişen sınıf ilişkileri “cangılında” yerlerini bir<br />
türlü bulamadı Aleviler. Genelde, kendini yaratan ezilen sınıfın, yani dünün köylü sınıfının,<br />
bugünün köylü tabakalarının nesnel olarak yaslandığı Ortaçağ toprak değerlerini, özelde<br />
Cumhuriyet’le birlikte edindikleri burjuva değerleri (ulusal burjuvazinin önder yargısıyla<br />
kutsanmış dünün ilerici, bugünün gerici değerlerini) ağırlıklı olarak terk edemediler. Nesnel<br />
açıdan geçmiş tarihten gelen, nicelikçe ve nitelikçe azalma sürecini yaşayan toplumsal<br />
tabakalara, yani köylülüğe, küçük mülkiyete; ideolojik açıdan ise modern güdümün ürünü<br />
olan “küçükburjuva” aydınlara bağlanıp kaldılar.<br />
Geciktik, Canlarımızdan Özür Dileriz...<br />
(Devamı 2. Sayfada)<br />
Bilgisayar sistemimizdeki önemli bir arıza nedeniyle dergimizin yayını gecikti.<br />
Bu tür arızaların yaşanmaması ya da önlenemeyen arızların dergimizin çıkışını<br />
aksatmaması için elimizden geleni yapıyoruz. Aşk-ı niyazlarımızla.
SERÇEÞME<br />
(Baştarafı 1. Sayfada)<br />
Tanrı-Doğa-İnsan’dan<br />
Hak-Muhammet-Ali’ye<br />
Toplumsal zeminde köylülükle kader ortaklığı<br />
yaparken, küçük mülkiyetin sığ ufku<br />
içinde siyaset yapmaya soyundular. Yeri geldi;<br />
toplumsal/bireysel aklıyla çelişen “uçlara”<br />
taşıdılar kendilerini. Yeri geldi; burjuva gibi<br />
davrandılar; davranmakla kalmayıp bu yolda<br />
burjuvalaştılar da.<br />
Bu gelişmeler nedeniyle “geçmişte” buluşulan<br />
“ortak payda”nın sınırları zorlandı.<br />
Açılan “gedikten” Alevi kimliği kendini yadsıyarak,<br />
kendini yaratan toplumsal temele sırt<br />
çevirerek sağ siyaset temeline; inançla kutsanmış<br />
bir zeminde inancından “yedilerek” devlet<br />
katına taşınmak istendi.<br />
Aleviler eğer bu oyunu bozmak istiyorlarsa,<br />
kendi öğretilerini bilimsel olarak tanımlamak<br />
ve yerli yerine oturtmak zorundadırlar.<br />
Ancak o zaman halk memnuniyetsizliğinin<br />
taşıyıcıları olarak aşağıdan yukarıya bir baskı<br />
unsuru olabilirler. Resmi dünyaya onlara<br />
rağmen girdiklerinde, o yapıları halk yararına<br />
“dönüşüme-değişime” uğratabilirler. Ortodoks<br />
(dogma) dini ve onun her türlü kurum ve değerini<br />
felsefeleştirebilirler. Bu yolla şeriattan<br />
bağımsızlaşma zemininde, insanı ve doğayı<br />
özgürleştirebilirler; laikliğin düşünsel yapısını<br />
ve kitle temelini yaratabilirler.<br />
NOTLAR:<br />
(1) Dört kapı kırk makam: Hacı Bektaş Veli tarafından<br />
geliştirilen dört ana aşama ve kırk alt aşamadan<br />
oluşan eğitim öğretisi. Dört kapı, tarikat<br />
yolunda, yolda tarikat yolcusunun, yol erinin<br />
Tanrı’ya ulaşmada yükselmek ve derinleşmek<br />
durumunda olduğu dört aşamayı simgeleyen<br />
şeriat kapısı, tarikat kapısı, marifet kapısı ve<br />
hakikat kapısı. Dört kapı öğretisi ise Tanrı’ya<br />
ulaşmada ya da bu görüntü ardında ham ervahlıktan<br />
kâmil insan durumuna dönüşmede, dört<br />
kapı görüşünü temel alan öğreti<br />
(2) Kâmil toplum: Anadolu Alevilerinin, felsefelerine,<br />
öğretilerine ve yaşama biçimlerine uygun<br />
olarak toplumu kurtuluşa taşımak için tasarımladıkları;<br />
devletin, sınıfların, özel mülkiyetin<br />
ve paranın olmamasıyla belirgin, herkesin<br />
yeteneğine göre üretime katkıda bulunduğu,<br />
gereksinimine göre toplumsal üretimden pay<br />
aldığı kusursuz toplumdur.<br />
(3) Alevilikte “din” terimi yoktur; “geriye dönüş<br />
tapımı” kapsamında “tersine” yönelimle “din<br />
aşka dönüştürülmüştür.”<br />
Esat Korkmaz’ın<br />
“GÖNÜL YOLU”<br />
Programını<br />
Salı Akşamları<br />
Saat 9’da<br />
Su TV’de İzleyebilirsiniz<br />
TURKSAT 2A<br />
42˚ Batı<br />
FR: 11762,5 MHz,<br />
Polarite: V<br />
SR: 2155,<br />
FEC: 3/4<br />
“Kara Gündür Gelip Geçer<br />
Gam Yeme Gönül Gam Yeme”<br />
Fikret Otyam<br />
13, 14 15 Ekim 2006, Geyikbayırı Köyü / Antalya<br />
1926 doğumlu olduğuma göre yaş dayanmış seksene! Şu satırları yazarken zaman zaman kıkırdadığımı<br />
nereden nasıl bileceksiniz, ol nedenle bir açıklama yapmak zorunlu oldu. 1953 yılında<br />
evlendim, en büyük ağabeyim, besteci ve orkestra şefi Nedim Otyam armağan olarak Groma<br />
marka bir daktilo verdi masaüstü. Şimdi kitaplığımda naylona sarılı duruyor ve üzerinde bir yazı;<br />
“1953-1965”. Klavyesi a, i, e... diye başlayan, yani Fransız klavyesi. Birazcık da ağır olan bu güzel<br />
armağanı neredeyse gece yatarken koynuma almadığım kalmıştı! Gezilere giderken bile o hep<br />
yanımdaydı ve üç yıllık gazeteciydim, bundan önce yazılarımı hatta yazılarımızı yazardık tüm<br />
çalışanlar.<br />
Öğünmek gibi olmasın, ama mesleki kuruluşların yarışmalarında nice ödüller kazandım. Zamanın<br />
Başbakanı Süleyman Demirel, yazarlara daktilo, fotoğrafçılara da fotoğraf makinası armağan<br />
ederdi; evet Demirel’den iki kez taşınabilir daktilo almak nasip olmuştu. Ne ki bunların<br />
klavyeleri benim alıştığım A ile başlayan klavyeler değildi ve Demirel’in bir deyimine göre “çare<br />
tükenmez”di. Ankara Cumhuriyet Gazetesi Bürosu’nun karşısında Kocabeyoğlu Pasajı’ndaki daktilo<br />
tamircisi arkadaş, harfleri alıştığım diziye getiriverirdi söküp yeniden lehimleyerek!<br />
Yıllar bu minval üzre geçip gidiyordu ve İstanbul’da açtığım resim sergisinde işler iyi gitmişti.<br />
Bir gün Galata Köprüsü’nün altındaki hayvan yemi satan dükkândan kedimize mama almış,<br />
Bankalar Caddesi’nden Beyoğlu’na çıkarken gözüm kocaman bir mağazanın vitrinindeki ünlü bir<br />
markanın bilgisayarına takıldı; etiketine baktım hemen alabilirdim sattığım resim paralarıyla, içeri<br />
girdim, yazıhanede üç dört kalantor tam deyimiyle bir “Geyik muhabbeti”ndelerdi! Ben onlara,<br />
onlar da bana bakıyor, ama kimse ne istediğimi, neden dikildiği sormuyordu! Aradan otuz yıla<br />
yakın bir zaman geçti, anımsıyorum saatime bakmıştım, saat tastamam 18.55 idi, yani kapanmaya<br />
sadece beş dakika kalmıştı ve bin hayret o herifler geyiğe devamdalardı! Sonunda ne mi yaptım,<br />
-elbette içimden- bigüzel sövdüm, bildiğim tüm küfürleri sıralayarak! Çıktım.. İnanır mısınız bilgisayarla<br />
arama bu soğukluk girdi; heriflerin ilgisizliği nedeniyle bu müthiş buluşun peşini bıraktım..<br />
Ta ki yıllar sonra bir Ankara sergimizde yeniden söz konusu oldu. Arkadaşım Kolukısa, sergimize<br />
gelmişti, şimdileri ne yaptığını sordum bermutad, zira çok marifetli olduğundan her işi yapar<br />
başka bir işe el atardı, yanıta bakın: Bilgisayar satıyormuş, hem de ünlü bir firmanın! Ak şam otele<br />
geldi kutularla. Yazılar yazdı, renkli resimler, grafikler yaptı, bunları da bigüzel bastı. En hoşuma<br />
giden sergi çağrılarının adres etiketlerini basmasıydı ve ufak bir resim karşılığı o lenduha kutular<br />
Gazipaşa otobüsündeydi. Deliler gibi boğuştum durdum bana yabancı gelen klavye ile.. Eşim Filiz<br />
alışmıştı, bendeniz daktiloya devam!<br />
Yolumun üzerinde, gelip geçerken bana can-ı yürekten “Dedeeeee” diye el sallayan bebecik<br />
okula başlamıştı ve ilkokulu bitirip ortaokula geçtiğini müjdeleyince armağanımız o bilgisayar<br />
oldu. Sonraları üç dört bilgisayar daha konuk oldu evimize, bense Başbakan Sn. Demirel’in ar -<br />
mağanlarıyla idare ediyorum yıllar yılı! İlla Fransız klavye ve bir Alevi dostum Çorum’un Gökköy<br />
köyünden çıkma Antalya’da Ak-Bim Bilgisayar Ltd sahibi Haşim Barış benim yazı dizi nimi<br />
istedi. Hemen faksladım. Bir hafta sonra yine aynı köyden bu işlerin has ustası Levent Halit can,<br />
taa Geyikbayırı köyündeki evimize bir klavye ile geldi saatlerce uğraşıp parmaklarıma uygun hale<br />
soktu; gelgelelim klavyede ü, i, ç, ş. ü yoktu. Bunları elde etmek için ayrı yerlerde tuşlara basmanı<br />
gerekiyordu. Olan oldu! Yani efendim, yaramaz oldum vesselam! Defteri kapattım ey canlar, def<br />
teri kapattım!<br />
Demirel’in Evinde Olanlar<br />
TEMA Vakfı, GAP ile ilgili belgesel hazırlatıyormuş ve çalışmalar iki yıldır yürüyormuş; bil meyenler<br />
bilsin diye açıklıyorum, GAP’ın babası Sn. Süleyman Demirel’dir, üvey babası da bendeniz!<br />
Ne ki bu can oraya ilk kez 1953 yılında gitmişti, Devlet Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel<br />
de 1955 yılında! Evet bilmeyenler bilsin bunu; Güneydoğu Anadolu’nun sulanması ikimizin tarifsiz<br />
bir sevdasıdır, salt bu konuda sanki kan bağımız var salt bu konuda!.. Büyük seçiciler kurulu<br />
Cumhurbaşkanlığı Büyük Odülünü açıkladı; tiyatro dalında Yıldız Kenter, görsel sanatlar dalında<br />
bu satırların yazarı ve Vakıflar adına Şakir Eczacıbaşı. Bir ay sonra yine resim dalında yılın sanatçısı<br />
seçildiğimi okudum gazetelerde! Hemen bir demeç verip ödülü reddettiğimi açıkladım ve son<br />
imza sahibi, GAP dostum Cumhurbaşkanı Sn. Demirel darılmıştı! Yetmedi, uzun uğraşlar verip<br />
ayağa düşürülen bu ödül çabalarımızla ortadan tastamam kalktı.<br />
GAP Belgeselini hazırlayanlar bu satırların yazarıyla da uzun uzun çekimler yaptı ve sonunda<br />
bir öneri, “Bu konuda Sayın Demirel ile sizin bir konuşma yapmanız şart, ne dersiniz?” Kırgın<br />
olduğunu söyledim, haber geldi; “Çok iyi olur, özledim, muhakkak bekliyorum!” Uçağa atladık,<br />
aylardır görüşmüyorduk merdivenlerden ağır ağır indi, gözgöze geldik içten bir “uy babooooo”<br />
çekti ve sarıldık. Üç saat konuştuk, kamera çalışıyordu, bu konuşma sırasında bikez olsun teklemediğini<br />
özellikle belirtmek isterim.<br />
“Çağdışı Galmışsın Otyam!”<br />
Bir aralık şenlik olsun “deyuuuu”, “Beyefendi” dedim, “hâlâ sizin armağanınız daktilo ile yazıyorum.”<br />
Şaşkınlıkla baktı yüzüme, “Bilgisayara geçmedin mi gardaşım?” dedi. Bu konuda yaşadıklarımı<br />
nasıl anlatırdım, kısaca “klavye sorunu” diyebildim, hüzünlendi, “Çağdışı kalmışın Otyam”<br />
dedi, “şimdi laptoplar var gardaşım, diz üstü, öğren de sana bir tane göndereyim.”<br />
2 Sayı 24
SERÇEÞME<br />
Müjdeler Olsun!<br />
Bu yıl 75. İzmir Enternasyonal Fuarı’nın üç onur konuğu vardı Uşak İli, Kazakistan ve sanatçılar<br />
olarak biz iki Otyam, fotoğraf Filiz Otyam, resim Fikret Otyam. Artık kullanıl mayan<br />
Pakistan pavyonunda açıldı sergimiz 2 Eylül saat ondokuzda. Adı: Gözler ve Yüzler. Ve bir<br />
başka konuda da hayırlara vesile oldu! Filiz’in yeğeni mimar Ahmet Timurcan’ın evindeki<br />
bilgisayara gitti parmaklarım, hayret, bin hayret, adımı yazıverdim. Baktım, üste lik doğru!<br />
Klavye bizim sistem yani Q ile başlayan!. Dostum, kulakları çınlaya Murat Oktar, ‘sen bulamazsın’<br />
dedi bu Çin işi klavye kutusunu getirdi, yerleri değişik de olsa tüm harfler vardı.<br />
Antalya’daki Hızır’larım sevgili Haşim ve sevgili Levent işe el koydular. Levent can resmen<br />
ölmüş bilgisayarımı canlandırdı, üstelik köye kadar gelip kurdu ve gerekli bilgileri verdi,<br />
tarifler etti.<br />
Esat Korkmaz Can Telefon Etti Yazı İstiyor!<br />
Önce yazı dedi, ardından ekledi Serçeşme yılbaşı takvimi için seçeceğim dialarımı. Bir<br />
önemli isteği de göçtüğüne hâlâ inanamadığım can dostum, büyük halk ozanı Feyzullah<br />
Çınar için SU Televizyonu’na hazırlayacağı belgesel için Antalya’ya geleceğinden muhakkak<br />
orada olmamı…<br />
“Esat can, yazıyı üç dört gün sonra ancak fakslayabilirim!” Esat can, böyle bir yanıtı asla<br />
beklemiyordu, anlıyorum çok şaşırmıştı onu daha fazla merakta bırakmamak için nede nini<br />
açıkladım: “Bu yazımı artık bilgisayarda yazacağım onun için üç dört gün dedim.” Evet,<br />
sevgili can okurlarım, bugün üçüncü gün, binbir uğraşla yazımı bitirmek üze reyim. Bu mutluluğumu<br />
sizlerle paylaşmak istedim, bilgisayar “geyiği” de bu yüzdendi. Sekseni aşan yaşımda<br />
yeni bir şeye başlamanın kıvancı içindeyim, bu kıvancı elbette çok görmeyeceksiniz;<br />
bu kadar yazı için de canlar Haşim ve Levent’e bir kere başvurduğumu özellikle belirtmek<br />
isterim. Gerçeğe kocaman bir hû. Anladınız mı neden kıkırdadığımı?<br />
Cenab-ı Allah Bu Kafaları Sanki<br />
Alevileri Üzmek İçin Halketmiş!<br />
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 9-10-11 ve 12. sınıfların Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarına<br />
konulan Alevilikle ilgili bilgiler Alevi canları yeniden üzdü, yaraladı. İslama ayrılığı<br />
ve dahi zulmü sokan Muaviye, “Hazret” olarak anılıyor, yeter mi? Hayır! Alevi ibadeti yine<br />
yok sayılıyor!.<br />
Bu konuda Alevi canların hazırladığı raporda şunlar var, özetle:<br />
“9. sınıf ‘İbadetin kapsamı’ alt başlığı altında namaz, ramazan orucu, hac, zekat gibi<br />
ibadetler ele alınıyor. Ancak, Alevi İslam inancının ibadet biçimlerinden söz edilmiyor.<br />
Cem ibadeti, muharrem orucu görmezlikten geliniyor.<br />
‘Türkler ve Müslümanlık’ başlıklı ünitede, Türklerin Müslümanlaşması sürecinde özellikle<br />
Kuteybe bin Müslim komutasındaki Emevi İslam ordularının Türk ülkelerinde gerçekleştirdiği<br />
katliamlara hiç değinilmemiş. Türklerin Müslümanlaşmasındaki Ehli Beyt<br />
soyuna mensup seyitlerin etkisinden de hiç söz edilmemiş.<br />
Onuncu sınıf: ‘Allah İnancı’ başlıklı ünitede Şii ve Alevi İslam anlayışlarının temel inanç<br />
ilkelerinden olan ‘Velâyet / İmamet inancı’ yadsınmış.<br />
İslam dışı ya da Kuran dışı tüm inançlar yanlış / batıl biçiminde nitelenmiş.<br />
‘Bütün ibadethaneler (cami, mescit, kilise, havra, sinagog) aynı saygıyı görürler...’ denilirken<br />
cemevlerinin de ibadethane olduğu gerçeği inkâr ediliyor.”<br />
Cânım Feyzullah’ın avazı ve sazı kulaklarımda, nasıl da güzel avazlardı şu deyişi: “Kara<br />
Gündür Gelip Geçer Gam Yeme Gönül Gam Yeme”<br />
•<br />
O’nu Her Zaman Olduğu Gibi<br />
Sevgiyle, Saygıyla ve<br />
Özlemle Anıyorum<br />
CAN dostum, bilgi ışığım, aydınlatıcım ve başım<br />
dara düşende telefona sarılıp yardım istediğim<br />
o güzel insan Nejat Birdoğan can, Adıyamanlı Dede<br />
Rıfat’tan bir şiir salmış; bunu Nefes dergisindeki<br />
(sayı: 35, Eylül 1996) yazıma; daha sonra Almanya<br />
/ Mannheim Alevi Kültür Merkezi’ne telif haklarını<br />
bağışladığım Cancana adlı kiıabımın 104. sayfasına<br />
da almıştım.<br />
O’nun yadigârı eşi sevgili Şule Birdoğan, kitabımı<br />
(yayın tarihi 1998) yeniden okurken şiirdeki<br />
kimi diz gi yanlışlarının ayrımına varmış, doğru<br />
d i z i l i şi ni bana faksladı. Canım Nejat Birdoğan’ı en<br />
içten saygı ve sevgiyle bikez daha anarak şiirin doğrusunu<br />
yazıma alıyorum, Şule Can’a binlerce teşekkürlerimle.<br />
ADIYAMANLI DEDE RIFAT<br />
Ben şehid-i bâdeyim, dostlar demim yâdeyleyin<br />
Türbemi meyhâne enkazıyla bünyâd eyleyin<br />
Gaslolunmaz mâ ile böyle şehidân-ı vega<br />
Yıkayın meyle beni, bir mezhep icâdeyleyin<br />
Neyle, meyle bir alay mahbub ile her dem gelin<br />
Bezm-i cem ayinini türbemde mutâd eyleyin<br />
Türbeme kandile bir eski sagar vakfedin<br />
Şule-i nûr-i arakla ruhumu şâdeyleyin<br />
Türbedâr olsun bana bir pir-i meyhor-ı garib<br />
N ezr-i sarhoşân ile o rinde imdâd eyleyin<br />
Yadigâr olsun bu nazmım evliyâ-yı sagare<br />
Perr açıp uçtu Rıfat, ardınmca feryâd eyleyin<br />
Bünyad: Temel<br />
Gasl: Ölünün yıkanması<br />
Mâ: Su<br />
Şehidan-ı vega: Kavgada şehit olan<br />
Beznı-i Cem: İran’ın şarap tanrısı Cem için yapılan ayin<br />
Mutâd: Alışkanlık<br />
Sagar: Kadeh<br />
Şule-i nur-i arak: Kadehin nurlu alevi<br />
Pir-i meylıor-ı garib: Sarhoş ihtiyar<br />
Nezr-i sarhoşan: Sarhoşların sadakası<br />
Perr: Kanat<br />
YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ<br />
SAVAŞLI YILLAR<br />
ROMAN<br />
İsmail Kaygusuz<br />
ISBN 975-668-055-4<br />
15 x 23 cm boyutunda<br />
374 sayfa<br />
İki Cilt Birarada:<br />
SON GÖRGÜ CEMİ<br />
ÇİLELİ GÜNLER<br />
ŞAH HATAYİ<br />
VE<br />
PİR SULTAN<br />
Lütfi Kaleli<br />
ISBN 975-335-054-6<br />
15 x 23 boyutunda<br />
160 sayfa<br />
Alev Yayınları<br />
Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı - 102<br />
34110 Eminönü - İstanbul<br />
Tel: +90.(0)212.519 56 35<br />
www.alevyayinlari.com<br />
Toplu Satışlarda %40 İndirim Yapılır<br />
Ekim-Kasım 2006 3
SERÇEÞME<br />
MİTOLOJİLERDE GEZİNTİ<br />
“Gölge Etme Başka İhsan İstemem”<br />
Esat Korkmaz<br />
Roma’da Ulusal Müze Plazza Altemps’de bulunan Dionysos heykeli. Fotoğraf: Ryan Freisling.<br />
İlksel tasarımlarda, tanrılar panteonunu oluşturan<br />
kutsal kimliklerin, yapılarında bir zorunluluk<br />
olarak öne çıkan “karşıtlığın” olumsuz yanını<br />
“Şeytan” olarak algılarsak şöyle bir sonuca ulaşırız:<br />
“Şeytan” yoksa “Tanrı” da yoktur. Ve bu<br />
“doğru” bir çıkarsamadır.<br />
Tektanrıcı dinlerle Antik Yunan dinini karşılaştırmak<br />
bizi açmaza götürebilir: Çünkü, “din” teriminin<br />
açılımı tektanrıcı inançlarda olduğu gibi “vecd içinde gerçekleştirilen<br />
ve inananı aşkınlığa götüren” bireysel bir pratik olarak anlaşılmaz. Tam<br />
tersine Antik Yunan’da din, “Site’de oturanlar arasındaki bir bağ”dır.<br />
Bu durumuyla din, devletin “birleştirici” hamurudur ve tanrıları “kurucu<br />
ilkeler”le yüklü kahramanlarıdır. Bu nedenle onlara gösterilen tapım,<br />
kişiyi “aşkınlığa” taşıyan “metafi zik” bir ritüel değil, Site’nin özüyle<br />
özdeşleşen “erdemin” kutsanmasıdır. Yunan demokrasisi, Site’nin<br />
“vicdanı”nın kimliklendirilmiş biçimi olarak algılanan ve her biri Site<br />
insanının “ilkelerinin taşıyıcısı” durumunda bulunan tanrılarına sıkı<br />
sıkıya bağlıdır: Başka bir yapıya taşındığında önemlerini “yitirirler”.<br />
Örneğin Roma, Yunan tanrılarını kendi panteonlarına taşıdıklarında<br />
onları, başında imparatorun bulunduğu sisteme uyarladılar, yani zorba<br />
imparatorlarıyla tanrıları “devirmek” zorunda kaldılar. Antik Yunan’da<br />
ise tanrıların yardımıyla zorbalar devrilirdi. Demek ki Antik Yunan’da<br />
gerçek tanrı Site idi.<br />
Yunanlılar, tanrıları tasarımlarken onların “zorbalıklarını yadsıdılar”;<br />
çünkü, tek ya da birkaç kişinin mutlak iktidarı anlamına gelen “zorbalık”,<br />
Yunan’la bağdaşır bir şey değildi. Bu nedenle Antik Yunan’da<br />
tanrılar “sorgulanmış”; sürece koşut olarak mitolojiler onlara “kötü alışkanlıklar”,<br />
“düşünsel sarsıntılar” ve tektanrıcı dinleri “rahatsız” edecek<br />
denli “ahlaksız” serüvenler yüklemiştir. Antik Yunan aynı zamanda,<br />
“özgürlüğün temelini saygısızlıkta” gören, şairlerin, oyun yazarlarının ve<br />
geleneğin yarattığı “kutsal söylenceleri” yerle bir eden, yağmalayan “Kinizmin”,<br />
yani Avrupa toprağında “ilk sufi liğin” doğumuna “annelik” etti.<br />
Kinik Okul’un kurucusu Diogenes’in, kendisine ne hizmette bulunabileceğini<br />
soran İskender’e, “Gölge etme, başka ihsan istemem!” biçimindeki<br />
Yunan’da tanrılar yardımıyla<br />
“zorbalar” devrilirken,<br />
sonraları Roma’da<br />
“zorba imparatorlar”<br />
yardımıyla tanrılar devrildi.<br />
yanıtı, bugün bile “özgürlük” sağlayıcı bir “saygısızlık”<br />
olarak algılanır. Bu nedenle Antik Yunan’ı, din duygusundan<br />
ve varoluş sıkıntısından “uzak duran saygısız<br />
kahramanlar uygarlığı” olarak görmek gerekir.<br />
Platon’un yapıtlarını irdelediğimizde O’nun bir Pythagorasçı<br />
olduğunu hemen algılarız: Attika ruhundan<br />
çok Zerdüşt’e ve Orphikçilere daha yakın bir mistiktir.<br />
Pythagorasçıların “ruh göçü” inancı, Hint Vedacılığından<br />
alınmadır; bu inanç Pythagorasçılardan Platon’a geçti. Platon, insanlarla<br />
tanrılar arasında “aracılar” olduğunu ve bunların da iyi olan “daimonlar”<br />
olduklarını ileri sürdü: Hıristiyan yazarların, “iblislerin çevremizdeki<br />
havada yaşadıkları” düşüncesi Platon’dan “ödünç” alınmadır.<br />
İS I. yüz yılda, Pythagorasçı öğreti/inanç, Platon tasarımları içinde eridi.<br />
Bu tasarımlara göre, dünyada yüce bir düzen, “İdea” vardır: Gerçek<br />
oldu ğu nu sandığımız her şey bu “İdea”nın bir “gölgesi”dir; bu gölgeler<br />
bozulmuş birer “kopya”dan başka bir şey değildir. Gerçek dünya bir<br />
“yanılsama”dır. Kimi gnostikler, bu düşünceyi “uç noktalara” taşıyarak<br />
“maddi olan her şeyin kötü olduğunu” ileri sürmeye kadar götürdüler.<br />
Platon’un düşünceleri sanki Yunanlı olmaktan çok İranlı gibi: Devlet’te<br />
yüceltilen “Mutlak İyi” ve “Mutlak Kötü”, Yunan ruhuna yabancı bir Şeytan’ı<br />
içerir. Şeytan’a bu kadar yaklaşan Platon, Gnostisizmin ve Hıristiyanlığın<br />
“müjdeleyicisidir” bir bakıma.<br />
Dinsel oyunların eşlik ettiği başka kutlamalar da vardı. Helenik<br />
dö nemde bunun üç örneği görülür: a) Dionysos törenleri; b) Eleusis<br />
mysterionları ve c) Orpheus törenleri.<br />
Dionysos Törenleri<br />
Şarap tanrısı ve aynı zamanda buğday, bağ, çiçek tanrısı olan, Trakya<br />
kö kenli kahraman Dionysos’u kutlama törenleridir. Erkek ve verimlilik<br />
tan rısı olan Dionysos, Zeus’un meşru eşi olan Hera’nın lanetine uğ rar:<br />
Bir Girit tasarımına göre Hera’nın kışkırttığı Titanlar tarafından kol larıbacakları<br />
koparılır; pişirilir ve yenir. Titanların bu davranışı ölüm cül<br />
sonuç doğurur; ünlü öfke nöbetlerinden birine kapılan Zeus, eski hizmetkârlarını<br />
öldürür. Apollon, Dionysos’un gövde parçalarını bir araya<br />
getirir. Kimi söylencelerin belirttiğine göre Delphoi’ye, kimi söylencelerin<br />
belirttiğine göre ise Thebai’ye gömülür. Söylencenin diline uyarsak<br />
“dirilir” ya da Zeus tarafından “diriltilir”.<br />
Bu söylencede tanrı olarak tasarımlanan ezeli kahraman Dionysos’u<br />
katleden Titanlar, iblislerin, yani Şeytan’ın çocukluğunun bir çeşitlemesi<br />
olabilir. Tıpkı, Gökyüzü’nden Cehennem’e atılan Yahudi tanrısı Luci fer<br />
ve boynuzlu takipçilerinden oluşan, kafese kapatılmadan önce Olympos’tan<br />
aşağı atılan “birliği” gibi. Kötü hizmetçilerini “Şeytan”a havale<br />
eden Yahudiliğin “tanrı kral”ı, Hıristiyanların tanrısını çağrıştırır; çünkü<br />
O da kötü meleklerini, Cehennem’in derinliklerine gönderir.<br />
İÖ VII. yüzyılda Trakya’dan ya da Frigya’dan gelen Dionysos’un Mısırlı<br />
Osiris’in bir “dönüşüm” ürünü olduğunu savlayanlar da vardır: Yazgısı,<br />
O’nun yazgısına çok benzer; çünkü O da “yeniden doğuş” tanrı sıdır<br />
ve O’nun da gövdesi parçalanmıştır.<br />
Benzer biçimde Babilli Dumuzi de “yeniden doğuş”un simgesiydi.<br />
Başka uygarlıklarda da cinayetlerin kurbanı olan ve “yeniden doğuş”<br />
mucizesiyle dirilişler sunulan tanrılar vardı.<br />
Yunan sanatında betimlendiğine göre Dionysos, sevimli bir tanrıydı;<br />
sürekli gülümseyen toraman bir kimlikti. Kimi bölgelerde yılda bir, kimi<br />
böl gelerde altı ayda bir düzenlenen Dionysos törenlerinde tanrı aşkı, yer<br />
yer “vahşiliğe” başvurarak canlandırılıyordu: Örneğin Girit’te, bir boğanın<br />
kol ve bacakları koparılıyor, törene katılanlar dişleri arasında kanlı<br />
bir et parçası taşıyordu. Kimi anlatımlarda bu törenlere katılanlar “deliler”<br />
olarak tanımlanıyor, insanların kol ve bacaklarını parçalıyor ve çiğ<br />
çiğ yiyorlar, biçiminde anlatılıyor. Bu işte Şeytan’ın “parmağı” olduğunu<br />
ileri sürenler de az değil. Trakya ve Frigya topluluklarında ben zer<br />
“vahşilikleri” anımsarsak bu yargıların doğru olduklarını kabul etmek<br />
gerekir.<br />
Bu kanlı törenler, İÖ V.-IV. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş ortadan<br />
kalkmıştır.<br />
Doğa güçleriyle “mistisizm”e varan bir “kaynaşma”nın ürünü durumun<br />
daki Dionysos törenleri özünde “kefaret törenleri” değildir. Yani<br />
“Kötülüğü” kovmak için düzenlenmezler. Ölülerle, yaşayanlarla ve yaşayacak<br />
olanlarla “metafi zik birliği” kutlarlar.<br />
4 Sayı 24
SERÇEÞME<br />
Eleusis Mysterionları<br />
Atina ile Megare arasındaki Eleusis’te kutlanan tarım festivalleridir. Tanrıça Demeter ve Kore’nin<br />
ikili koruması altındaki ekin, tohum atma ve hasat kutlanır: Söylenceye göre Cehennem tanrısı<br />
Pluton kadın aramaktadır; bu nedenle Kore’yi kaçırır. Kızını arayan Demeter, Eleusis’e gelir; bereket<br />
tanrıçası olmasına karşın atılmış tohumu yeşertmeyi yadsır. Pluton’a rehineyi serbest bırakması<br />
emredilir. Pluton emre uyunca Kore Yeryüzü’ne yeniden çıkar. Demeter de tohumu yeşertir:<br />
Ve “zenginlik” anlamına gelen oğlu Plutos’u doğurur. Ne var ki Kore, Yeraltı Dünyası’nda “ölümü<br />
ve doğumu” simgeleyen “nar”ı yediğinden Yeryüzü’nde sürekli kalamaz. Bir anlaşma yolu bulunur:<br />
Buna göre Kore, yılın üçte birini eşinin yanında, geri kalan süreyi annesinin yanında geçirir.<br />
Bunun anısına Demeter, Eleusis mysterionlarını başlatır.<br />
Pluton, Zerdüştlükle başlayan ve tektanrıcı dinlerde son biçimini alan “Evrensel Kötü” olmakla<br />
belirgin Şeytan değil, onu önceleyen bir tasarımdır: Söylencede bu nedenle, “ezeli bir ölümü”<br />
değil, “geçici bir ölümü” temsil eder. Bu tasarımlarda “Şeytan”la, “ezeli ve mutlu yaşamın sırrı”na<br />
ulaşma kutsallığı altında “doğanın karşıt güçleri arasındaki birliğe” katılım amaçlanır.<br />
Orpheus Törenleri<br />
Dionysos ve Eleusis törenlerindeki “şeytan” tasarımını geliştiren, doğal olarak bu törenleri güçlü<br />
bir biçimde çağrıştıran törenlerdir. Mainadlar tarafından Orpheus’un kolları ve bacakları koparılır;<br />
kimi yorumlara göre bu Dionysos’un emriyle gerçekleşir: Müzisyen kahraman, Dionysos’u<br />
yücel teceği yerde Apollon’u yüceltmekte ısrar edince şarap tanrısı da O’nu katlettirir.<br />
Eliade gibi kimi araştırmacılar, Orpheus’u Dionysos adına düzenlenen dinsel törenlerde “reform”<br />
yapan bir kimlik olarak görürler.<br />
Orphik tasarımlar, “tensel yüceltmeyi” yadsır; ne et yer, ne de şarap tüketir; cinsel perhiz uygular:<br />
Anlaşılacağı gibi “sade” bir yaşamı amaçlar. Amacın açılımları açıktır: Cennet’te selamete<br />
erişmek ve Dionysosvari bir yaşam sürmüş olanlara ayrılmış olan Cehennem azabından kurtulmak.<br />
Doğulu “köken”i nedeniyle Orphik törenlerin yapısında bulunan “öte dünya ve selamet kaygısı”<br />
Helenik kültürle bütünüyle “çelişki” oluşturur. Diğer yandan Orphik hareket “İyi ve Kötü”<br />
karşıtlığını, “İlk Günah” tasarımını “tohum” halinde taşıyan, daha doğrusu “yeşerten” ilk Yunan<br />
hareketidir diyebiliriz.<br />
Orphik metinlerde rastlanan tasarımlara göre insanlar, kötü yürekli ruhlar olan Titanların<br />
külle rinden doğar. Bu nedenle insanların bir kötülük yanı vardır. Diğer yandan yıldırımla öldürülmeden<br />
önce bir tanrının, genç Dionysos’un etini yediği için Titanların küllerinde ve dolayısıyla<br />
insanda tanrısal bir yan vardır. İnsanlar ortaya çıkmadan önce dünya mükemmeldi; dünyasal dengenin<br />
bozulması Titanların hatasıdır. İnsan selamete erebilmesi için, kendi yapısındaki tanrısallığı<br />
“keşfetmesi” gerekir. Bu tasarım bize, “evrensel kötü” anlamında “Şeytan”ın doğumunun gerçekle<br />
şe ceğini haber verir.<br />
Kimi araştırmacıların ya da kaynakların belirttiği gibi Orphik tasarımlar, İÖ VI. yüzyılda<br />
Yunan’da ortaya çıkmış dinsel bir “protesto” hareketidir. Bu mistik hareket, Yunan sitelerinin resmi<br />
dinini kesintisiz bir biçimde sorgulamıştır. Bu nedenle Orphik tasarımların birçok öğesini yapısına<br />
alan Pythagorasçı hareketle Platon’a taşınma dışında Yunan’da pek başarı kazanamamıştır.<br />
Çünkü, Yunan dininin kurucu büyüklerinden biri olan Hesiodos’a göre, dünyanın başlangıcında<br />
“kaos” vardı; çetin mücadelelerden sonra Zeus hükümranlığını dayatabildi; düzen, beklenmedik<br />
olay lardan sonra gerçekleşti. Buna karşılık Orpheus’a göre ilk tanrı Eros’un, yani “karşıt-kaos”un<br />
doğduğu “yumurta” en baştan beri vardı; yani düzen, baştan itibaren vardı.<br />
Yunan dünyasına yabancı bu Orphikçiler nereden geldi?<br />
Açıkçası bilinmemektedir: Perhizci, et yemez, sade Orpheus, ne vatandaşı Dionysos’a, ne de<br />
başka herhangi bir tanrıya benzer. İskit ya da Frigyalı da değildir; karakterleri kaçınılmaz olarak<br />
İran’ı hatırlatır: Büyük olasılıkla İÖ XV. ve VIII. yüzyıllar arasında Orta Asya, Yakın ve Ortadoğu<br />
topluluklarının büyük göçleriyle geldiler.<br />
Demokrasi yoluyla “Şeytan”ı Helen ve Helenistik kültür dışında tutabilen Yunan, Orphik dinle<br />
“Şeytan”ı Olympos’a dahil etmek zorunda kaldı.<br />
YİTİRDİKLERİMİZ<br />
ŞİNASİ KAYA<br />
20 Mayıs 1938 - 20 Ekim 2006<br />
Demir Döküm’ün ilk işçilerinden<br />
Maden-İş ve TİP’in yöneticisi<br />
DİSK’in kurucularından<br />
1961 Saraçhane Mitingi<br />
1970 15-16 Haziran Direnişi<br />
1 Mayısların ve nice grevin, direnişin<br />
yöneticilerinden, önçü işçi<br />
DR. FÜSUN SAYEK<br />
1947 - 19 Ekim 2006<br />
1996-2006 dönemi<br />
Türk Tabipler Birliği<br />
Merkez Konseyi Başkanı<br />
insan hakları, kadın hakları<br />
ve demokrasi kavgasının<br />
yılmaz savaşçısı<br />
KAYNAKÇA:<br />
Baudelaire, Charles; Kötülük Çiçekleri (Çev.: S. Maden); Çekirdek Yayınları; İkinci Baskı; İstanbul-1998<br />
Erhat, Azra; Mitoloji Sözlüğü; İstanbul-1972<br />
Hançerlioğlu, Orhan; İnanç Sözlüğü (Dinler-Mezhepler-Tarikatlar-Efsaneler); Remzi; İstanbul-1975<br />
Korkmaz, Esat; Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul-2006; Eski Türk<br />
İnançları ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar; İstanbul-2003; Zerdüştlük Terimleri Sözlüğü;<br />
Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul-2003; Ansiklopedik Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü; Kaynak<br />
Yayınları; Genişletilmiş Üçüncü Baskı; İstanbul-2003; Anadolu Aleviliği; Berfin Yayınları; İstanbul-<br />
2000<br />
Link, Luther; Şeytan/ Yüzü Olmayan Maske (Çev.: E. Ergün); Ayrıntı Yayınları; İstanbul-2003<br />
Messadie, Gerald; Şeytan’ın Genel Tarihi; Kabalcı Yayınevi; İkinci Baskı; İstanbul-1999<br />
Nietzsche, Friedrich; Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe (Çev.: N. Hızır); Kabalcı Yayınları; İstanbul-1992;<br />
Dionysos Dithyrambosları (Çev.: O. Aruoba); Kabalcı Yayınları; İstanbul-1993<br />
Russell, Jeffrey Burton; Mephistopheles/Modern Dünyada Şeytan (Çev.: N. Plümer); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001;<br />
Lucifer/Ortaçağ’da Şeytan (Çev.: A. Fethi); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001; Şeytan/ Antikiteden<br />
İlkel Hıristiyanlığa Kötülük (Çev.: N. Plümer); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-1999; İblis/Erken<br />
Dönem Hıristiyan Geleneği (Çev.: A. Fethi); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2000<br />
Schimmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları (Çev.: E. Kocabıyık); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001;<br />
Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri (Çev: E. Demirli); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2004<br />
Süzer, Evlin Azar; Ana Tanrıça Şeytan; Pencere Yayınları; İstanbul-2003<br />
Werner, Helmut; Ezoterik Sözlük (Çevirenler: B. Atatanır, M. Batmankaya, D. Demirbaş, U. Önver); Omega<br />
Yayınları; İstanbul-2005<br />
PROF. CAHİT TALAS<br />
1917 - 14 Ekim 2006<br />
27 Mayıs’ın Çalışma Bakanı;<br />
“Ecevit Yasaları” diye bilinen<br />
Sendika ve Grev yasalarının mimarı;<br />
Polisin “arama” bahanesiyle<br />
öğrenci yurtlarına saldırmasına<br />
izin vermediği için dövülen;<br />
12 Eylül genarallerinin<br />
hakeretine uğrayan<br />
Siyasi Bilgiler Fakültesi Denkanı;<br />
12 Eylül cuntası maduru<br />
demokrasi ve işçi hakları savaşçısı<br />
Ekim-Kasım 2006 5
SERÇEÞME<br />
Nisan 1915, Harput (Elazığ) Ermenileri, silahlı Osmanlı askerlerinin gözetiminde yakındaki Mezire’deki hapishaneye götürülüyorlar. Bir Alman gezgin tarafından<br />
çekilmiş olan bu fotoğraf SAVE Projesi’nin Ermeni Fotoğraf Arşivi’nde bulunmaktadır: .<br />
ERMENİ sorununda ‘soykırım yoktur’ diyeni para<br />
ve hapisle cezalandırma yasası Fransa Par lamentosunda<br />
onaylandı.<br />
Bereket ki Fransa’da tarihçiler ve aydın namusuna<br />
sahip olanlar var; bereket var ki, bu hukuk karşıtı<br />
yasaya karşı aldıkları tavırla emperyalizmin elinde<br />
paspas edilen Fransa’nın namusunu kurtardılar. Bu<br />
aydınların, ezici bir çoğunlukla, Ermeni sorununun<br />
bir ‘soykırım’ sorunu olduğuna inandıkları halde<br />
takındığı bu açık tutum, bilim, basın ve aydın ahlakının<br />
ne olduğunu göstermesi anlamında da ayrı bir<br />
önem taşıyor.<br />
Egemen siyasetin bu aşamada bu aydınları dinlememiş<br />
olması Fransa tarihinin diğer yüzkarası<br />
örneklerine yeni bir örneğin daha eklenmesi anlamına<br />
geliyor kuşkusuz. Ama bu yasaya alınan tutum,<br />
Fransa’nın herşeye karşın onlardan ibaret olmadığını,<br />
Voltaire’in, Zola’nın, Sartre’ın, aydınlanmanın ve özgürlüklerin<br />
Fransa’sının da yaşadığını gösterdi.<br />
Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, kendi özgürlüklerimiz ve halklar<br />
arası barış, ülkelere giydirilmeye çalışılan deli gömleklerine itiraz etme<br />
gücümüzle elde edilebilecektir. Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, dini<br />
ve milli kimliklerin altında yekpare toplumlar yaşamıyor. Her bayrağın<br />
altında özgür, adil ve barışçıl bir dünya arayışında olanlar yanısıra bunları<br />
engelleme inadını sürdürenler var. Nasıl ki özgürlükler Türkiye’de<br />
301. maddenin tehdidi altındaysa Fransa’da yasalaşma sürecindeki gericiliğin<br />
tehdidi altında.<br />
Oysa bizim ihtiyacımız olan şey, daha çok, daha çok özgürlük ve<br />
bunu güvence altına alan bir hukuktur.<br />
Ucuz Politikalara İsyan<br />
illi tarih’ tezi saptayıp tarihçileri de bunun gerekçesini yazan<br />
‘Minsanlar konumuna düşürmek, gerçekte bizim yabancısı olmadığımız<br />
bir durum. Ne yazık ki Fransa da, bu son kararıyla kendini bu<br />
duruma düşürmüş bulunmaktadır. 200 yıldır bizler onların düzeyine<br />
Tarihi Özgürleştirmek<br />
Erdoğan Aydın<br />
Bu yazı Cumhuriyet gazetesinin 21 Ekim 2006 tarihli “Hafta Sonu” ekinde yayımlandı.<br />
Tarihe ve<br />
yaşadığımız sorunlara<br />
ezenler açısından değil<br />
ezilenler,<br />
devletler açısından değil<br />
halklar,<br />
öldürenler açısından değil<br />
öldürülenler<br />
açısından bakma<br />
standardı oluşturmak<br />
ve bu standardı<br />
ayrımsız uygulamak<br />
zorundayız.<br />
çıkma mücadelesi verirken onların bizim düzeyimize<br />
düşmesi tarihsel bir ironi örneği olsa gerek.<br />
Fransız Parlamentosunda onaylanan yasanın insan<br />
haklarından yana samimiyetin değil, yaklaşan<br />
seçimler karşısında popülist bir aşağılanma ve tabii<br />
Türkiye’yi AB dışında bırakmaya yönelik bir tahkimat<br />
olduğu açık.<br />
Bizim kendi tarihimizle yüzleşme gereksini mimize<br />
işaret edenlerin kendi tarihleriyle yüzleşmekten<br />
kaçınmaları bir yana, tarihe yasal kelepçe takmaları,<br />
egemen ahlaksızlığın tipik bir yansıması. Fransız<br />
tarihçi Jean-Michel Thibaux’nun ifade ettiği gibi,<br />
“bu ucuz politika metotlarına isyan etmek” duru mundayız.<br />
‘Soykırıma’ karşı, insan haklarından yana bir<br />
parlamenter aklın, samimiyetini ancak kendi tarihin<br />
deki hak ihlallerine karşı tavırla gösterebileceği<br />
açık. Özellikle dünya medeniyet tarihinde önemli bir<br />
misyona sahip Fransa’dan bu davranışı beklemeye<br />
fazlasıyla hakkımız var. Dolayısıyla Ermeni sorunu açısından da sergilenebilecek<br />
biricik pozitif tavır, Fransa’nın öncelikle 1685’teki ‘Siyah<br />
Yasa’dan, Cezayir ve Vietnam halklarına karşı işlediği suçlardan, 1921<br />
öncesinde ülkemizi işgalden, Tutsilere yönelik katliamdaki açık sorumluluğundan<br />
dolayı özeleştirel bir tutumdur.<br />
Fransız parlamenterler belli ki bu gibi örnekleri ve bunların ken dilerine<br />
yüklediği ahlaki sorumluluğu unutmuş görünüyor. Üstelik söz konusu<br />
Parlamento, yine kendi aydınları ve Cezayirlilerin tepki si ne rağmen<br />
23 Nisan 2005’de Fransa’da sömürgeciliğin oynadığı ‘po zi tif rol’e ilişkin<br />
bir yasa yayınlayarak ne denli kötü bir noktaya sav rulduğunu göstermişti.<br />
Oysa bu seçici unutkanlık ve çarpıtmalara karşın, başta Fransa ve<br />
ABD olmak üzere Emperyalizmin tarihi, hak ihlalleri ile şekillenmiştir.<br />
Dolayısıyla demokrasi geleneği çok daha zayıf ülkelerdeki hak ihlallerini<br />
azaltmanın, geçmişleriyle yüzleşme cesareti edinmelerinin sağlanabilmesi<br />
anlamında da böylesi ağır bir sorumluluğun yükü altındadırlar.<br />
Oysa onlar çifte standart politika izleyerek, hak sorunlarını hegemonya<br />
amacının kamçısı olarak kullanıyorlar.<br />
6 Sayı 24
Tutarlılık Bizim de İhtiyacımız<br />
Kuşkusuz emperyalist güçleri eleştirmek, tek başına sorunları çözmeye<br />
ve bizi yüklerimizden kurtarmaya yetmez. Onlara yönelik<br />
eleştirilerimizin tutarlılığı ve işlevselliği, aynı standardı kendimize de<br />
uygulamaktan, dolayısıyla kendi dini ve milli ayrımcılığımıza da itiraz<br />
etme yeteneğimizi sürdürmekten geçiyor.<br />
Tarihe ve yaşadığımız sorunlara ezenler açısından değil ezilenler,<br />
devletler açısından değil halklar, öldürenler açısından değil öldürülenler<br />
açısından bakma standardı oluşturmak ve bu standardı ayrımsız her sorunda<br />
uygulamak zorundayız.<br />
Böyle bir yaklaşım düzeyi, bizi öncelikle Enver Paşa’yı bin yıldır birlikte<br />
yaşadığımız Ermeni komşumuzdan daha yakın zannetmek yanılgısından<br />
kurtaracaktır. Bu bilinç ise yönetenlerin bizi güdebilmek yerine<br />
haklarımıza saygılı olmalarını sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki sürgüne<br />
giden Ermeni komşularımızla aramızdaki tek fark ayrı dillere, ayrı<br />
inançlara sahip olmaktan ibaret. Oysa Enver Paşa İmparatorluğu haksız<br />
bir savaşa sokarak dedelerimizi Yemen çöllerinde, Kafkaslarda, dahası<br />
ta Galiçya’larda ölüme süren bir despotizmi temsil etmektedir. Çoğu zaman<br />
unutuyoruz, ama Yemen Türküleri, sadece emperyalistlerin değil,<br />
İttihatçı iktidarın da maceracı politikaların sonucunda üremiştir. Bu yayılmacı<br />
politikaların sonucu sadece Ermenilerin tasfiyesi değil, onlardan<br />
çok daha fazla Müslümanın da ölüme sürülmesidir.<br />
Bir bütün olarak Osmanlı coğrafyasını ve I. Dünya Savaşı’nı ele aldığımızda,<br />
açık ki Ermenilerden çok Türkler öldü. Ancak tüm inanç ve milletlerden<br />
insanlarımızın kırımından, emperyalistler kadar, bize ‘atamız’<br />
diye belletilen o dönemin İttihatçı iktidarı sorumlu. Dolayısıyla halklar<br />
olarak birbirimizle acı yarıştırarak, hak yarıştırarak değil, öncelikle birbirimizin<br />
acılarını anlamaya çalışarak çıkabiliriz bu handikaptan.<br />
Birbirimizin acılarını anlayan bir olgunluk, bize bu acıları yaşatan<br />
egemen politikalara suç ortağı olmamızı engelleyeceği bir yana, egemenlerin<br />
bizi, bugün olduğu gibi adaletsizlik koşullarında<br />
istismar etmelerini de engelleyecektir.<br />
Üstelik bu topraklardan yokedilmişlerin, örneğin<br />
Ermeni halkının acılarını anlamaya çalışan bir<br />
Türkiye’nin, büyük olasılıkla onlardan da çok ölmüş<br />
Balkan Türkmenlerinin acılarını da dünyaya<br />
kabul ettirmesi mümkün olacaktır.<br />
Resmi Tez Gerçeklerden Uzak<br />
Bilindiği gibi ‘hakikat’ diye bize yinelenegelen<br />
ve aksini iddia edenin ‘ihanetle’ suçlandığı<br />
resmi tezimiz şöyle: “Ermenilerin savaş ortamında<br />
askerlerimizi ve erkeksiz köylerimizi arkadan vurmalarından<br />
dolayı Osmanlı Devleti tehcir kararı<br />
almaya mecbur kaldı!”<br />
Kuşkusuz Doğu Anadolu’da Osmanlı egemenliğine<br />
karşı bağım sız lığı hedefleyen ciddi bir Ermeni<br />
eylemliliği söz konusuydu. Ancak bu durum, eğer<br />
ki Osmanlı devletinin etnik arındırma, yani bu toprakları<br />
Erme nisizleştirme planı olmamış olsaydı<br />
asla böylesi topyekün bir tehcir uygulamasıyla karşılanmayacaktı.<br />
Oysa resmi tez; “Tehcire tabi tutulan Ermeniler,<br />
devlet aleyhine faaliyette bulunan Ermenilerdir.<br />
Devlete sadakatle bağlı olan Erme niler ise<br />
hiçbir surette tehcire tabi tutulmamıştır. Tehcire<br />
tabi tutulan Ermenilerin yollarda her türlü ihtiyaçları, emniyetleri ve<br />
iskanları sağlanmış, malları güvence altına alınmıştır” diye gerçekleri<br />
çarpıt maktadır. (İsmet Binnark, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, Sunuş,<br />
s. XXV)<br />
Halkın hakları ve hukuku ekseninde değil, Osmanlı devleti ve onu<br />
yönlendiren İtihatçı politikaları aklamak amacıyla şekillenen bu ger çekdışı<br />
tez, Türkiye’nin halen başına dolanan en büyük çoraplardan biri işle<br />
vi görmektedir. Aksi olsaydı, en azından Erzurum, Van, Maraş gibi<br />
do ğudaki şehirlerin tehciriyle yetinilirdi. Oysa Bursa, Ankara, Es ki şehir,<br />
Konya, İzmit, Adapazarı gibi, söz konusu eylemliliklerle iliş ki lendirilmesi<br />
için en küçük bahane bulunamayan batı illerimizin Ermenileri<br />
de aynı âkıbete uğramıştır. Kaldı ki, söz konusu doğu illerinde bile, “adil<br />
ve kuvvetine güvenilir bir hükümetin yapacağı şey, hükümet aleyhine isyanları<br />
tahakkuk edenleri cezalandırmaktı; fakat İttihatçılar Ermenileri<br />
imha etmek” istiyorlardı; “nihayet Ermenilerin Van kıtâli (savaşı), askeri<br />
hareketlere engel teşkil etmeleri, İttihatçıların milli gaye leri için mühim<br />
bir fırsat vücûda getirdi” (Ahmet Refik, İki Komite, İki Kıtâl, s. 27)<br />
SERÇEÞME<br />
Tüm inanç ve milletlerden<br />
insanlarımızın<br />
kırımından,<br />
emperyalistler kadar,<br />
bize ‘atamız’ diye belletilen<br />
o dönemin<br />
İttihatçı iktidarı<br />
sorumlu.<br />
Dolayısıyla<br />
halklar olarak<br />
birbirimizle<br />
acı yarıştırarak,<br />
hak yarıştırarak değil,<br />
öncelikle<br />
birbirimizin acılarını<br />
anlamaya çalışarak<br />
çıkabiliriz<br />
bu handikaptan.<br />
Bu çok önemli ve bence durumu olanca çıplaklığıyla görmemiz açısından<br />
da çok gerçekçi çözümleme Ahmet Refik’e ait. Onun satırlarıyla<br />
devam etmeden, anımsatmalıyım ki Ahmet Refik, Osmanlı Tarih Encümeni<br />
üyeliği ve Askeri Sansür Müfettişliğini takiben 1919 yılında<br />
Türkiye Tarihi Müderrisliği, 1924–1927 yılları arasında da Türk Tarih<br />
Encümeni Başkanlığı yapan bir tarihçimiz. Ermenileri de ağır bir şekilde<br />
eleştiren yazar, Ermeni sorunu tartışıldığında nedense unutulan asli<br />
sorumluya, yani Türk halkını da çok ağır bir istismara ve neredeyse imhaya<br />
sürükleyen İttihatçı zihniyete işaret ediyor. İşte bu Ahmet Refik’in,<br />
1915’te Eskişehir Sevk Komisyonu’nda görevli olduğu döneme dair gözlemlerini,<br />
giderek sağduyumuzu yitirmemize neden olan şoven savrulmaya<br />
karşı bizi uyarması dileğiyle aktarmak istiyorum:<br />
Feci Manzara<br />
“Bir sabah Eskişehir istasyonunda me’mûlün ha ri ci (umulmayan) bir<br />
manzara görüldü” diyen Refik, ağlama ve feryatlarıyla çoluk çocuk<br />
yük va gon larına tıkabasa doldurulmuş insanların hazin tablosunu<br />
aktarıyor.<br />
“Trenler birbirini velyediyor (peşpeşe geliyor), her trenden binlerce<br />
aile, binlerce köy halkı çıkıyordu. (...) Trenle sevkedilemeyen çoluk<br />
çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç jandarma<br />
karadan geliyorlardı. Manzara pek feciy di” (s.30)<br />
“Nihayet birgün meş’ûm (uğursuz) bir emir geldi, Eskişehir de tahliye<br />
edilecekti (...) Ertesi gün, Eski şehir’in biçare aileleri ellerinde birer<br />
sepet, kol larında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla<br />
dolu, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini<br />
çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar; Konya ovasını<br />
kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, Elcezire’nin ateşin<br />
çöllerine, açlığa, sefalete, peri şanlığa, ölüme doğru gittiler...” (s.34)<br />
“Artık Eskişehir Ermenileri de çıkarılmıştı. (...)<br />
Sahipsiz kalan evler güya polisler tarafından muhafaza<br />
olunuyordu. Halbuki geceleyin halılar ve<br />
davarlar, kıymettar eşya kamilen çalınıyordu. Aynı<br />
hal, İzmit’in, Adapazarı’nın tahliyesi esnasında da<br />
vukua gelmiş, eşyalar çalındıktan sonra izi belli<br />
edilmemek için evlere ateş verilmişti.”<br />
“Eskişehir kafile kafile, tren tren boşalıyordu. Bu<br />
trenler kapalı yük vagonları bile değildi, kafes şeklinde,<br />
her tarafı açık hayvan va gonları idi. Muhacirin<br />
idaresinden gelen memura: ‘Bari kapalı va gonlarla<br />
gönderin’ dedim. Hiç tavrını bozmadı, lakaydane<br />
bir sesle: ‘Daha iyi ya, hava alırlar!’ cevabını<br />
verdi” (s.37).<br />
Cemal Paşa’nın yanından gelen Orgeneral Liman<br />
Von Sanders’in eşinin: “Ah ne kadar yazık, bu<br />
yavrulardan, bu masumlardan, bu biçare kadınlardan<br />
bilmem ne istiyorlar? Kimler cinayet yapmışsa<br />
onları tecziye etsinler. (...) Dereler insan gövdeleri,<br />
çocuk başları taşıyor. Bu manzara yürekleri parçalıyor”<br />
şeklindeki gözlemini aktardıktan sonra Ahmet<br />
Refik, şöyle yazar:<br />
“Zaten bu zulmü takdir etmemek için çeteci zihniyeti<br />
ile malûl ol mak lazımdı, Almanlardan kalpleri<br />
insaniyet hisleriyle meşhun (dolu) olanların<br />
da bu cinayetlerden müteneffir olduklarına (iğrendiklerine)<br />
hiç şüphe yok. Fakat resmi Almanya isteseydi, bu kıtâle<br />
mani olurdu. Said Halim Paşa İttihad’ın kör bir aletiydi; Enver ve<br />
Talat Almanya’nın sözünden bir adım çıkmazlardı, bu cinayetleri<br />
kuvvetlerine güvenerek icra etmeleri imkan haricinde idi. Hiç şüphesiz<br />
Almanya’nın zaferine güveniyorlar, bu muazzam faciayı Almanya’nın<br />
kuvvetiyle, bu masumlar feryadını Almanların za fer teraneleriyle<br />
bastırmak ümidinde bulunuyorlardı. Almanya Ana do lu’da<br />
kazanacağı menfaatlerle sermest; kurun-u vusta’da (Orta çağ’da) bile<br />
görülmeyen bu cinayetlere; samit (sessiz) ve lakayt, seyirci vaziyetini<br />
takınıyordu”. (s.38)<br />
“Ermenilerin en ziyade korktukları Pozantı idi. Orada, çetelerin hücu<br />
mu kalplerini titretiyordu. Bunlar hangi çetelerdi? İttihad hükü metinin<br />
Turan siyaseti, İslam ittihadı namına Kafkasya’ya gön der diği<br />
çetelerdi”. (s.39)<br />
Yaşanan acıların çok küçük bir parçasına dair yapılan bu gözlemlere<br />
bir şey eklemek gerekir mi bilmem...<br />
•<br />
Ekim-Kasım 2006 7
SERÇEÞME<br />
PSAKD MERKEZ YÜRÜTME KURULU ÜYESİ VE KÜLTÜR-SANAT SEKRETERİNİN GÜNCEL TARTIŞMALARA KATKISI<br />
Siyasete müdahale etmek!...<br />
İçerdiği anlam düşünüldüğünde son derece kulağa<br />
hoş gelen ve mantıklı bir ifade. Bundan yaklaşık<br />
2–2,5 ay kadar önce birden bire bazı yurtdışı örgüt<br />
yöneticilerimiz ve yazar çizerimiz Alevi Bektaşi<br />
kamuoyuna ve çeşitli internet sitelerine: “artık siyasete<br />
müdahale edeceğiz!” diye bir açıklama yaptılar,<br />
Konu ile ilgili bazı yazılar da yazdılar.<br />
Çok doğaldır ki, her kişi, kurum ve kuruluşun kendi dünya görüşüne,<br />
yaşamı nasıl algıladığına uygun olarak bir siyasi görüşü ve duruşu vardır.<br />
Ve buna uygun politikaları da hayata geçirmek için mücadele eder.<br />
Özellikle de demokratik kurumlar, siyasal kurumlar çeşitli konulardaki<br />
politikalarını belirler ve kamuoyuna açıklarlar.<br />
Bunu yaparken de kendi iç işleyişlerine, program ve tüzüklerine<br />
uygun şekilde davranırlar. Merkezi örgütlenmelerin tümünde olduğu<br />
gibi, Alevi Bektaşi örgütlenmelerinde ve siyasal yapılanmalarda da bu<br />
tur açıklamalar, genellikle örgüt içersinde tartışıldıktan ve örgütün fikri<br />
alındıktan sonra yapılır. Fakat ne yazık ki, böyle olmadı.<br />
Alevi Bektaşi örgütlenmesinin ülkedeki en üst çatı örgütü Alevi<br />
Bektaşi Birlikleri Federasyonu ABF’ye bağlı içersinde Pir Sultan Abdal<br />
Kültür Derneği PSAKD (40 şubesi) Hacı Bektaş Veli Kültür Tanıtma<br />
Dernekleri HBVKTD (72 şubesi), Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı<br />
HBKAV (30 şubesi) ve bunların dışında bağımsız derneklerin de olduğu,<br />
toplam 186 kurumda; Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu AABK çatısı<br />
altında, 9 Avrupa ülkesindeki federasyonlara bağlı yüzlerce kurumda<br />
tartışılmadan, örgütlerin fikri alınmadan, tepeden inme bir mantıkla<br />
bu söylem dile getirildi…<br />
İşte tam da bu noktada çeşitli tepkiler oluşmaya başladı. Bu Alevi<br />
Bektaşi Örgütlerinin, daha doğrusu merkezi örgütlülüklerde ve demokratik<br />
işleyişe göre yönetilen örgütlerde alışılagelen bir durum değildi. Ve<br />
çok haklı olarak örgütlerdeki insanlarımız bu konudaki rahatsızlıklarını<br />
dile getirmeye başladılar.<br />
Siyasete müdahale etmeye devam edelim. Evet, her kişinin, kurum<br />
ve kuruluşun yaşamı algılayış şekline uygun bir siyasi görüşü ve bu görüşü<br />
yaşama geçirmek için de bir siyasi duruşu vardır. Alevi Bektaşi<br />
örgütlenmesinin çatı örgütünde ve ona bağlı kuruluşlarda da bu duruş<br />
demokrasiden, insan haklarından, emek cephesinden yana net bir duruştur.<br />
Daha doğrusu öyle olmalıdır.<br />
Çünkü hepimiz bilmekteyiz ki, ülkedeki demokrasi sorunu çö zümlenmeden<br />
hiç bir sorun tek başına çözümlenmiş olamaz. Alevi Bek taşilerin<br />
sorunu da, tıpkı barış sorunu gibi, eğitim, sağlık sorunu gibi,<br />
işçilerin, memurların, köylülerin, esnaf ve öğrencilerin, kadınların sorunları<br />
gibi, etnik ve inançsal tüm sorunlar gibi bir demokrasi soru nudur.<br />
Alevi örgütlenmeleri, demokrasi güçleriyle birlikte hareket edip,<br />
demokrasi sorununu çözüme kavuşturduklarında, Alevi sorunun da<br />
çözü münü sağlamış olurlar.<br />
Alevilik sorununu tek başına ele almak ve çözmeye çalışmak, kısa<br />
vadeli ve mevzi bir çözüm olacaktır. Bu çözüm kalıcı bir çözüm ola ma yacaktır,<br />
daha da önemlisi ülkedeki demokrasi mücadelesinden ayrı olarak<br />
düşünülmesi doğru da değildir.<br />
Ülkedeki sorunların çözümlenmesi noktasında demokrasi güçleriyle<br />
birlikte hareket etmenin zorunluluğu ve doğruluğu ortada iken, bunu tespit<br />
etmişken, birden bire nereden çıktı bu “siyasete müdahale etmek?”<br />
Alevi Bektaşi örgütleri, özellikle de demokratik kitle örgütü niteliğinde<br />
olan yapılar, zaten bugüne kadar özel ve genel politikaları ile<br />
ülkedeki siyasete duruşlarıyla, mücadeleleriyle müdahale ediyorlar ve<br />
etmelidirler…<br />
Hatta sadece ülkedeki siyasete müdahale etmekle kalınmamalı; coğra<br />
fyamızdaki tüm siyasal gelişmelere, emperyalist saldırganlıklara, Siyonist<br />
saldırılara, katliamlara ve savaşlara da müdahale etmelidirler.<br />
Alevi Bektaşi Federasyonu ve bileşenleri, özellikle de Pir Sultan Abdal<br />
Kültür Dernekleri, tam da yukarıda tarif ettiğimiz şekilde kurulduğu<br />
günden bugüne kadar, özelde Alevi inanç ve kültürünün tanı t ılması, yaşa<br />
tılması ve gelecek kuşaklara aktarılmasında; genelde ise ülkede sür dürülen<br />
demokrasi, insan hakları ve emek mücadelesinde yer almak prensip<br />
ve siyasetine uygun politikalarını sürdüregelmiştir. Emperyalistlerin<br />
BOP [Büyük Ortadoğu Projesi-Serçeşme] gereği Ortadoğu halk larını<br />
katletme katliamlarına karşı, dünyayı yeniden paylaşma politikalarına<br />
karşı mücadelesini sürdü re gelmiştir. Bundan sonra da sürdürecektir.<br />
Siyasete Müdahale Etmek (!)<br />
Erdal Yıldırım, İstanbul, 21 Ekim 2006<br />
Arkadaşlarımız ‘siyasete müdahale<br />
etme’ ifadesini kulla nırlarken,<br />
aslında ‘seçimlere müdahale etme’yi<br />
kastediyorlardı.<br />
Asıl tehlike burada meydana çıkıyor<br />
Böyle olunca “siyasete müdahale etme” fikri, ye rini<br />
“seçime müdahale etme”ye bırakıyor. Sanırım ki,<br />
arkadaşlarımız ‘siyasete müdahale etme’ ifadesini<br />
kulla nırlarken, aslında ‘seçimlere müdahale etme’yi<br />
kastediyorlardı. İşte asıl tehlike burada meydana çıkıyor.<br />
Alevi Bektaşi Federasyonu ve bileşenleri, özellikle<br />
de Pir Sultan Abdal Kültür Derneği kurulduğu günden<br />
bu yana demokrasi güçlerinin ‘ilkeli’ birlikteliğinden yana olmuş<br />
kurumlardır. Demokrasi güçlerinin ilkeli birlikteliğini savunmuşlardır.<br />
Seçimlerde bireysel hesaplamaların peşinde gitmemişlerdir.<br />
Siyasete müdahale etmek isteyen arkadaşların da bu ‘ilkeli’ birlikteliği<br />
baz almaları gerekmektedir. Çeşitli siyasi parti başkanlarının 29<br />
Ekim’de Adana’da ABF’ye bağlı kurumlarca düzenlenen etkinliğe davet<br />
edilmesi için Ankara’da Genel Başkan kapılarında beklenerek davet<br />
edildiklerini duymaktayız. Üstelik ve işin trajikomik ve acı yanı şu ki, bu<br />
kişi ve kurumların içinde Demokratik Alevi Örgütlenmesinden rahatsız<br />
olan, bu örgütlenmeye karşı dostça davranmayan, Alevi Bektaşilerin ‘Diyanet<br />
Kurumunun kaldırılması’, ‘Cemevlerinin Alevilerin ibadet yerleri<br />
ola rak kabul edilmesi’, ‘Zorunlu Din Derslerinin Kaldırılması’, ‘Nüfus<br />
Cüz danlarından din bölümünün kaldırılması’, ‘Madımak Otelinin Müze<br />
Yapılması’ taleplerini duymayan, görmeyenler var. Ayrıca ülkede sür dürülen<br />
demokrasi mücadelesine, emek cephesine sırtını çevirip, barışın<br />
sağlanmasına karşı ırkçı politikaları savunanlar var.<br />
Siyasete müdahale etmek çabasında olan yöneticilerimizin, arkadaşlarımızın<br />
meclis koridorlarında, ofi s ve bürolarda, yani kapalı kapılar<br />
ardında değil, örgütlerimizin demokrasi mücadelesine bakış açılarına<br />
uygun olarak meydanlarda, eylem alanlarında olmaları gerekiyor.<br />
Adana’da yapılacak olan bu etkinlikten bahsetmişken bir iki noktada<br />
bazı tespitler yapmak gerektiğine inanmaktayım. Bu Adana etkinliği<br />
üzerinde ibretle durulması gereken bir konudur. Adına Cumhuriyet ve<br />
Demokrasi Etkinliği denilen ve “güçlerimizi birleştiriyoruz” sloganı ile<br />
açıklanan bu etkinliğin “AABK ve ABF tarafından birlikte düzenlenmiş<br />
olduğu” açıklanmıştır. Oysa hepimiz biliyoruz ki, gerçek hiçte böyle değildir.<br />
Zira ABF konuyu 21 Ekimdeki Yönetim Kurulu toplantısında görü<br />
şecektir. ABF isminin buraya bu şekilde eklenmesinin, bir ‘oldu bitti’<br />
olduğunu, ABF yönetimini zor durumda bırakmak olduğunu da ayrı ca<br />
belirtmek isterim.<br />
Örgütlerin hiçbir kademesinde tartışılmadan “siyasete müdahale etmek”<br />
deyimini ‘tepeden inme’, ‘emrivaki’ bir şekilde örgütlerimizin, üyelerimizin<br />
önüne koyan, adeta tek kişilik bir örgütlenme modeline uygun<br />
davranan birilerinin, bu ‘siyasete müdahale etmek’ ile neyi kas tet tikleri,<br />
artık ortaya çıkmış bulunmaktadır.<br />
Siyasete müdahale etmenin, aslında ‘seçime müdahale etmek’ olası<br />
seçimlerde, o şekilde, ya da bu şekilde bir yerlerde seçilmek olduğu; bir<br />
yerlere yamanmak olduğu, bunun için herhangi bir ilke, prensip ve çerçeve<br />
bile çizilmediği meydana çıkmıştır. Yani gelecekle ilgili kişisel kaygı<br />
ve tasarruflar ön plana çıkarılmış, örgütlerin fikrine bile danışılma gereği<br />
duyulmamış, adeta bu deyimler örgütlerin kucağına bırakılmıştır.<br />
Tabii ki, Alevi örgütleri varolma ve kurulma nedenlerine uygun siyasi<br />
politikalar geliştirmeli, seçimlerde de tavrını ortaya koymalıdır.<br />
Yö neticileri de seçilmelidirler. Ancak altını çizerek belirtmeliyim ki, bu<br />
politikalar ilkeli, prensipli ve demokrasi güçleriyle birlikte olmalıdır...<br />
İnsanların bireysel olarak siyasete atılmak istemeleri, çeşitli kademelerde<br />
seçilmek istemeleri son derece doğaldır. Ancak siyasal bir vizyonu,<br />
misyonu ve politikası olan örgütlerde yöneticilik yapanların, örgütleri<br />
basamak gibi kullanmak istemeleri doğal değildir. Bu tür dü şüncesi<br />
olanların, bulundukları görevlerden istifa ederek siyasete atıl ma ları etik<br />
açısından da son derece önemlidir.<br />
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yöneticileri, bugüne kadar sür dürdükleri<br />
ilkeli siyasi duruşlarını bugün de sürdürme kararlılığındadırlar.<br />
Demokrasiden yana olmayan güçlerle olan bir birlikteliği savunmaları<br />
söz konusu değildir.<br />
Geçmişinde demokrasi güçlerinin ilkeli birlikteliğini savunan Pir<br />
Sultan Abdal Kültür Derneği örgütlülüğünün bugün de yarın da ‘Yerel’<br />
veya ‘genel’ seçimlerdeki tavrı bellidir.<br />
Demokrasi Güçlerinin Birliğini Savunmak ve Demokrasi Güçleriyle<br />
Birlikte Hareket Etmek !...<br />
Bu yazı, yazarın izniyle ilk kez yayınlandığı PSKAD internet<br />
sitesinden alınmıştır: <br />
8 Sayı 24
SERÇEÞME<br />
YENİ SEÇİLEN ABF GENEL SEKRETERİ’NİN GÜNCEL TARTIŞMAYA KATKISI<br />
Aleviler ve Siyaset İlişkisinde Yeni Stratejiler ve Yaklaşımlar<br />
“ALEVILER ve SIYASET” üzerine yazmış oldu<br />
ğum iki yazı üzerinde, bazı tartışmaların<br />
başlamış olmasını önemsiyorum. Serçeşme<br />
dergisinde son iki sayısında Esen Uslu imzalı<br />
iki yazı yayınlandı. Daha sonra internet<br />
or tamında ve toplantılarda ya zılarıma<br />
iliş kin, “arka plan” sorusu sorulmaktadır.<br />
Bu iki yazımda bir çerçeve sunmak ve<br />
ama cın tartışmayı derinlemesine ve dü şün -<br />
sel bir söylem üzerinden daha da zen ginleş<br />
tirileceğini umuyorum. Fakat bu konu<br />
üze rindeki, tartışmaların, bazı kişi lerce,<br />
sa de ce seçimlere endeksli, dar bir alanda<br />
ele alınmasını, tartışmanın zen ginleşmesi<br />
önünde bir engel olduğunu düşünüyorum.<br />
Bu nedenle, gerek yazıda eksik kalan boyutları, gerekse yazının işaret<br />
ettiği noktaların tam “anlaşılmamış” olmasından dolayı, daha da “net”<br />
bir şeyler söylemeyi zorunlu kılıyor.<br />
Bazı ifadelerimin kendi içinde bir çok çağrışım uyandırdığı görüşlerine<br />
karşın, bunların daha spesifik bir tanım üzerinde tanımlamaya<br />
başlayalım.<br />
Son günlerde Aleviler ve siyaset ilişkisini, içerikten yoksun bir zeminde<br />
tartışanlar, Alevilerin toplumsal ve kurumsal itibarlarına gölge<br />
düşüren tarzda sürdürmesini olumsuz bir davranış olarak değerlendiriyorum.<br />
Bu kadar önemli ve toplumsal bir projeyi, kişisel polemiklerle,<br />
bilgi ve vizyondan uzak bir seviyeye indirgeyerek tartışması, bu konunun<br />
öneminin yeterince anlaşılmasından kaynakladığı kanaatindeyim. Sorunu<br />
“birileri milletvekili olmak istiyor” düzeyindeki tartışmaları, Alevi<br />
toplumun ihtiyaçlarından çok, Alevi hareketinin yeni döneme hazırlanmasına<br />
dönük çabalarına, çözüm üretmekteki bir tıkanıklık göstergesi<br />
olarak görmek gerekir.<br />
Aleviler Kendini Yeni Bir Döneme Hazırlamalıdır<br />
Alevi hareketinin, 1993 sonrası yaratmış olduğu haklı ve tepkisel ha reketi,<br />
daha sonra talep hareketine dönüştürmüştür. Fakat, içinde bu lunduğumuz<br />
süreç ise bizden daha fazlasını bekliyor. Yani Alevi ör gütlenmeleri, tepki<br />
ve talep hareketi olmanın ötesine sıçramak zo run dadır. Sadece tepki<br />
gösteren ve talep etmekle sınırlı bir mücadele ile ken dini geliştirmesi,<br />
kitleselleşmesi ve çekim merkezi olması mümkün değildir. Bu nedenle<br />
önümüzdeki süreç, Alevi hareketinin hem kendi kurumsallaşma sürecine,<br />
hem de buradan yaratacağı güçle siyasal alana müdahale etme kararlılığı<br />
ile kendisini ve oluşturacağı Türkiye projesini/vizyonunu merkeze<br />
taşımak zorundadır. Bu ise yeni döneme sıçrayışı birlikte kurgulamak<br />
açısından önemlidir. Eşitlik, emek, demokrasi, laiklik, özgürlükler ekseninde<br />
iktidar hedefli siyasal proje, düşünce ve hareketliliklerle birlikte<br />
kendi temsiliyetini, bu zeminde düşünsel ve fiziki olarak sağlamak için<br />
mücadele etmek zorundadır. Bu süreç tek başına, başarı ve kazanımlar<br />
elde etmek için yeterli değildir. Bu nedenle sol ve sosyal demokrat<br />
zeminde duran tüm demokrasi güçleri, ortak bir siyasi gelecek projesini<br />
hazırlamak gerekir. Aksi durumda, siyasetin merkezdeki Alevilik<br />
inkârını yok edemeyiz. Pir Sultan Abdalın dediği gibi “Bozuk düzende<br />
sağlam çark olmaz”, bu nedenle “bozuk çarktan” medet ummamaktansa,<br />
yine Pir’in dediği gibi “Hızır Paşa bizi berdar etmeden, siyaset günleri<br />
gelip çatmadan, açılın kapılar Şah’a” tüm demokrasi sevdalıları ile gitmenin<br />
zamanı geldiğine vurgu yapmak zorundayız.<br />
Alevi hareketi yeni bir eşiğe sıçramaya aday olduğunu bilince çıkarmak<br />
zorundadır. Bundan kaçış olamaz. Çünkü Alevi toplumundaki düşensel<br />
dönüşümün derinlemesine izlenmesi gerekir. Aleviler artık yeni<br />
dönemin gerçeklerini bilince çıkarmak istiyor. Hiçbir yönetici ve örgütlü<br />
Alevi, Alevilerin toplumsal gücünü ve hareketini, bulunduğu noktada<br />
durdurmaya hakkı olmamalıdır. İçinde bulunduğumuz süreç, siyasal,<br />
kültürel ve ekonomik politikaların yarattığı gericileşme ve sağcılaşma<br />
eğilimlilerinin arttığına tanıklık ediyor. Bu süreç herkesi etkilediği gibi,<br />
Alevileri iki kez etkilemektedir. Yurttaş olmasından dolayı onun sınıfsal,<br />
mesleki, cinsiyet kimliğinden dolayı, siyasal, sosyal, hukuksal ve<br />
ekonomik haklarını bir bir budarken, kültürel ve inançsal kimliğinden<br />
dolayı da inkârın ve asimilasyon politikalarının merkezine koymaktadır.<br />
Dolaysı ile yeni dönemin dayatmış olduğu şartlar ve koşullar, geçmişin<br />
muhasebesi ile birlikte, Alevi hareketini geleceğe hazırlanmayı zorluyor.<br />
Asırladır, mevcut resmi politikalarının merkezine, inkâr olarak konulan<br />
Turan Eser<br />
Turan Eser candan e-postayla aldığımız<br />
bu yazı, ne yazık ki kendisini yazarları arasında<br />
sayan internet sitelerinde yer almadı.<br />
Bu nedenle hedeflediği Alevi-Bektaşi<br />
kamuoyunda ve sol çevrelerde<br />
yeterince duyulmadı.<br />
Konuyu şimdiye dek en geniş çerçevede ele alan<br />
çalışma olduğu için uzunluğuna bakmadan<br />
yazının tümünü yayınlıyoruz.<br />
Aleviler ve Alevilik, kendisi ile yüzleşmek<br />
zorundadır. Toplumsal sorunlarla yüzleşme<br />
zorundadır. Her türden baskıcı egemenlik<br />
politikalarının yarattığı ve dayattığı baskılardan,<br />
düşünsel ve örgütsel olarak kurtulma<br />
yollarını bulmalıdır. Alevi kurumları<br />
ve yöneticilerine bu dönem önemli görevler<br />
düşmektedir. İçinde bulunduğumuz süreç,<br />
geçmişin muhasebesini zorunlu kılarken,<br />
geçmişi de aşan bir tarzla, Alevi aydınları,<br />
akademisyenleri, sanatçıları ve kitlesi<br />
ile buluşmak için kişisel hırsları, toplumsal<br />
mücadeleye dönüştürmelidir. Kolektif akılı<br />
ve toplumsal gücü açığa çıkarmak için çalışmalara<br />
girişmelidir.<br />
Aleviler, Türkiye’de Önemli Bir Toplumsal Güç<br />
Olduğunun Farkına Varmalıdır<br />
İçinde bulunduğumuz ve önümüzdeki süreç Alevi hareketi için, demokrasi<br />
mücadelesinde akıl ve güç hareketi olma zamanıdır. Dernekler içine<br />
çekilmiş, iç tartışmalarla zamanı, enerjiyi, motivasyonu ve gücü tüketmeye<br />
dönük davranışlardan kurtulmak için ciddi ve gerçekçi projelere<br />
girişmeli ve tartışmalıdır. Siyaset gündeminin merkezinde olmanın önemi<br />
büyüktür. Şimdi kişisel akılın kolektif akıla, bireysel enerjinin kolektif<br />
güce dönüştürülmesi gerekir.<br />
Alevi hareketi bu nedenle gündemin merkezine taşınması gereken,<br />
demokratikleşme, insan hakları, kültürel, dilsel ve inançsal çeşitliğin bir<br />
arada eşit haklarla yaşama talebini, emeğin sorunlarını, eğitim, sağ l ık,<br />
barış, sosyal politikalar, çevre, çocuk ve kadın sorunu gibi ol mazsa olmazlarını,<br />
ancak siyasi alana aktif ve fikri katılımla mümkün kılabilir.<br />
Dernek çalışmalarından elde edilen düşünsel, örgütsel güç bu nedenle<br />
siyasi alana taşınmalıdır, Alevi hareketi bu nedenle kurumsal yapılarındaki<br />
dinamiklerini daha çok akıl, üretim ve siyasi müdahale eksenine<br />
yöneltmesi, hak arama bilincini bu zeminde de artırması gere ğine inanmalıdır.<br />
Buna dair Alevi toplumundaki refleks ve siyasete müdahale karar lılığı,<br />
2006 yılında gerçekleşen tüm Alevi etkinliklerinde açığa çık mış t ır.<br />
Bu yıl gerçekleşen tüm etkinliklere 500 binden fazla insan ka tıl mış ve<br />
“Alevilerin siyasete müdahale” kararlığı en olumlu tepkiyi almıştır. Şimdi<br />
bu müdahalenin tabandan başlayarak siyasetin merkeze taşınması ve<br />
orada diğer demokrasi güçleri ile buluşması sağlanmalıdır.<br />
Alevi örgütlenmeleri maalesef kendi güçlerinin tam olarak farkında<br />
değillerdir. Alevilerin toplumsal talepleri, toplumun gündemine kendiliğinden<br />
girmedi. Alevi sorunu kendiliğinden, uluslararası bir konu<br />
ha line gelmedi. Alevi hareketinin sadece 2006 yılında, kamuoyuna<br />
yansıyan yüzü ve gücü bile, çoğu Alevi kurumlarınca maalesef, yeterince<br />
fark edilmiş bir durum değildir. Kurumsallaşma açısından kimi<br />
ek sik liklerine rağmen, (ki bu eksiklikleri gidermek için sorumluluk üstlenmek<br />
gerekir.), kanımca önemli başarılar elde edilmiştir.<br />
Şimdi burada önemli olan, Alevi hareketinin kendi gücünün far kına<br />
varması ve bu gücü toplumsal amaçları ve vizyonuna uy gun alanda değerlendirmesidir.<br />
Gücünü amaç dışı kullanması duru munda ise, orta ya<br />
çıkan sonuçlar, Alevi kurumlarını memnun etme diği gibi, Alevi toplumunu<br />
da memnun etmeyecektir.<br />
Alevi toplumu ve Alevi kurumları kendi gücünün, demokratikleşme<br />
mücadelesinde bir değişim sağlayacağını bilince çıkarmak zorundadır.<br />
Bu gücün siyasal alanda bir sol güç birliğine dönüşmesine katkı koymak<br />
zorundadır. Söz konusu Alevilerin güç olgusu olunca, garip ama tersten<br />
bir gelişmeye tanık oluyoruz. Alevilerin gücünün farkına varanların,<br />
sağcı ve İslamcı partilerin olması ve bu eğilim giderek artması, Alevi<br />
top lumu üzerinde oluşturulmaya çalışılan milliyetçi ve muhafazakârlık<br />
hegemonyası, Alevi toplumunun geleceği açısından tehlikeli bir geli şimdir.<br />
MHP, AKP, DYP ve bazı sağ partilerin şu anda vitrinlik siyasi konu<br />
mankenleri bulmak için “Alevi avı”na çıktıklarına tanık oluyoruz. Sağ<br />
siyasetin merkezinde duran, Alevi inkarı ve asimilasyonu, şimdi vitrinlik<br />
siyasi konu mankenleri ile farklı stratejileri ile ele alınacaktır. Karşı<br />
karşıya olduğumuz bu tablo ile barışık olmamız mümkün değildir. Bu<br />
gelişmeye karşın, Alevi toplumun gücünü, sol eksen toparlamanın ve<br />
sağcılaşma tehlikesine karşı düşünsel ve kurumsal duruşun örgütlenme-<br />
(Devamı 10. Sayfada)<br />
Ekim-Kasım 2006 9
SERÇEÞME<br />
(Baştarıfı 9. Sayfada)<br />
si gerekir. İşte bu nedenle Alevi toplumdaki özgüvensizlik duygusunu<br />
özgüvene dönüştürmek için, gücümüzün farkında olarak hareket etmeliyiz.<br />
Alevi Yerleşim Birimlerinde Oylar Sağcılaşıyor<br />
Alevi hareketinin siyasete katılım gerekçeleri konusunda, daha önceki<br />
yazımda sınırlı da olsa bahsetmiştim. Fakat bu gerekçeleri, argümanları<br />
ile birlikte ele almakta fayda var. Türkiye’nin siyaset alanında giderek<br />
artan bir sağcılaşma ve muhafazakârlaşma eğilimi var. Bunun net bir<br />
şekilde görülmemesi, ancak siyasi ve sosyolojik bakıştaki körlükle açıklanabilir.<br />
Siyasal alandaki sol erozyon, kendi muhasebesini yaparken bu<br />
boyutu gözden kaçırmamalıdır. Eğer son otuz yıllık seçim sonuçları,<br />
Türkiye’nin siyasal tercih coğrafyasına göre, seçimler arasındaki sonuçların<br />
karşılaş t ırması, bir istatistiksel analiz süzgecinden geçirilmiş<br />
olsa, sola veri len oylardaki, “sağcılaşma”da yaşanan değişim daha da<br />
net görülür. Dü şün celeri itibari ile halen kendini solda tanımlayanların,<br />
oylarını son dönemlerdeki seçimlerde, neden düşüncelerine göre kullanmadıkları<br />
ciddi bir araştırma konusudur. Örneğin 1973 seçimlerinde,<br />
Kayseri’nin Sarız ilçesinde % 48.71 oy alan CHP, 2002 yılında seçimlerinde<br />
ancak % 16.83 oy alabilmiştir. Sol seçmen ağırlıklı yerleşim bölgelerindeki,<br />
oy ların sağcılaşmasını göstermesi açısından ilginç bir örnektir.<br />
Di ğer bir örnek olarak, 1973 seçimlerinde, Kahramanmaraş’a bağlı<br />
Elbis tan ilçesinde oyların %60 civarında CHP’ye verilirken, 2002 yılı<br />
seçim le rinde tüm sol ve sosyal demokrat partileri verilen oyların toplamı<br />
% 23 oranında kalmıştır. Yüzde doksanın Alevi olduğu Nurhak ilçesinde,<br />
2002 seçimlerinde sola verilen toplam oy ise sadece %50’dir. Bu seçim<br />
bölgesindeki, 1980 öncesi seçim sonuçları incelendiğinde, oyaların<br />
%95 civarında sol tercih olduğu görülür.<br />
Diğer bir ilginç veri ise, son seçimlerde sandık başına gitmeyen 8<br />
milyon 638 bin kişinin yaklaşık %85’i sola oy veren seçim bölgele rinden<br />
dir. Bunlar içerisinde sandığa yansımayan oyların büyük bir kesimi<br />
ise Alevilere ait olduğundan kuşku yok. 1980 sonrası egemen olan apolitikleştirme<br />
sürecinin etkilerini, 2000’li yılarda görmek, yeni kuşak üzerinde<br />
belirleyici olduğunu izlemek, Alevi hareketi için siyasi acı veren<br />
bir durumdur.<br />
Bu nedenle Alevi hareketinin, siyasete müdahale kararlığının en<br />
önemli amaçlarından birisi de, apolitikleştirme çabalarına karşı durmak<br />
için, Aleviliğin değil, Alevi yurttaşının siyasallaşmasını Türkiye’deki<br />
demokrasi mücadelesi katmaktır. Buna göz yummak ve bu kararlılığa<br />
dışarıdan eleştiri yapmak, sol akıl kârı bir durum değildir.<br />
3 Kasım 2002 seçimleri ile solun siyasal alandaki etkisini ciddi oranda<br />
azaldığı tespitinde herkes anlaşıyor. 3 Kasım seçimlerinin sola verdiği<br />
mesajların derinlemesine analiz edilmesi gerekmektedir. Bunları sıralayacak<br />
olursak;<br />
1. ABD eksenli siyasi müdahale Türkiye’deki siyasi alanda halen et ki sini<br />
sürdürüyor. ABD’deki siyasi ve istihbarat destekli araştırma mer kezleri<br />
Türkiye’de mevcut siyasi dengeleri ve eğilimleri araştırıp, Washington’un<br />
stratejik yol haritasına katkılar sunuyor. Ilımlı İslam seçeneğinin ABD<br />
tarafından desteklenmesi, tesadüfü bir tercih değildir.<br />
2. 1999 seçimlerinde 6.310.721 kişinin sandıkta temsil edilmediği; 2002<br />
yılında ise bu durumun, 8 milyon 638 bin (%20,90) seçmenin oy kullanmadığı<br />
ve 1 milyon 363 bin (%3,29) seçmenin de oyları geçer siz sayıldığı<br />
dikkate alınacak olursa, sol siyaset açısından, siyasete küskünlüğün ve<br />
tepkinin hangi toplumsal kesimden geldiğini ve bu duruma se be biyet veren<br />
sol siyaset tarzının kendisini sorgulaması gerekir.<br />
Alevi hareketinin en önemli iki mücadele zemini olarak; birincisi<br />
kendi içerisindeki birlik ve kurumsallaşma stratejilerini pekiştirmek<br />
iken, diğeri siyasal alana güç ve akıl ile müdahale etmek olmalıdır.<br />
Siyasete Müdahale Bir Seçimlik Tartışma<br />
Olmaktan Çıkarılmalıdır<br />
“Aleviler siyasete müdahale etmelidir” vurgusunun pek de anlaşılmadığı<br />
ya da anlaşılmak istenmediğinden dolayı, bu vurguyu biraz daha açmakta<br />
fayda var.<br />
• Alevilerin siyasete müdahalesinden kesinlikle, salt 2007 yılındaki seçimlere<br />
endeksli, kısa vadeli bir söylem olarak anlaşılmasın. Bu vurgu,<br />
Alevi hareketinin önümüzdeki süreci, yeni döneme uygun uzun vadeli<br />
olarak kurgulanması, seçimlerden bağımsız, siyasal alana, sürekliği olan<br />
uzun soluklu bir müdahale, katılım, yön verme olarak değerlendirilmelidir.<br />
Bugün tartışılmasını sağladığımız, “Alevilerin siyasete müdahalesi”<br />
kararlılığı, bir yıllık proje değildir. Daha uzun dönemi kapsayan bir proje<br />
olarak algılanmalıdır. Alevilerin siyasete müdahale kararlılığı, 30 yıl, 50<br />
yıl sonrası düşünülerek verilen bir kararlılıktır. Yani 2007 seçimlerine<br />
Alevilerin müdahalesinin hissedilmesi meselesi değil, geleceğimize tüm<br />
demokrasi güçleri ile birlikte sahip çıkma kararlılığı olarak okunması<br />
gerekir. Burada amaç, siyasette çoğulculuk ve çok kültürlülük ekseninde<br />
bir değişim yaratmak ve değişimi sol eksende korumaktır. Ortodoks<br />
yaklaşımlardan kurtulmuş, Latin Amerika örneklerinde olduğu gibi,<br />
toplumsal kesimleri talepleri ile birlikte, siyasi alanın ortak paydalarında<br />
bir araya getirmek, Alevi hareketin önemsediği bir boyuttur.<br />
• Alevi hareketi açısından, siyasete müdahale bir parti kurmak hiç değildir.<br />
Aksine, halk adına kurulduğunu iddia eden, ama kendinden menkul<br />
siyasi dükkân işletenlere, siyasi bakkalcılığı bırakın, toplumsallaşın<br />
demek olacaktır. Alevi hareketi, sola ve sosyal demokratlara, “kişisel ve<br />
grupsal ihtiraslarınızdan dolayı, toplumsal sorunların çözümünü ertelemeyin,<br />
yan yana gelebilmeyi sağlayan, Türkiye’nin müşterek sorunlarına,<br />
asgari siyasi çözüm programlarda birleşin” mesajı vermektir.<br />
• Alevi hareketinin siyasete müdahalesini, “solun zaten dağınık olan yapısını<br />
zayıfl atmaya neden olacaktır” görüşünün aksine, siyasetin ceminde<br />
tüm demokrasi, emek, barış, özgürlükler ve insan hakları eksenindeki<br />
sevdalıları musahip yapmağı hedeflemektedir.<br />
• Alevi hareketinin siyasete müdahale etme kararlılığı, kendisini bugüne<br />
kadar, salt “oy deposu” ve “kadro” olarak değerlendirenlere, Aleviler<br />
siyasette düşünceleri, kimlikleri, projeleri, hayalleri ve fiziki olarak katılmak<br />
istediklerini hatırlatmak istiyor.<br />
• Kimse Aleviler “Siz ne istiyorsunuz?”, “Sizin Türkiye sorunlarına ilişkin<br />
çözüm önerileriniz var mı?” diye soru yöneltmeyenlere, Aleviler kendi<br />
öğretilerinden besledikleri düşünceleri ile kendilerini anlatmak için<br />
siyasete doğrudan katılımın demokratik hak olduğunu anlatmak için,<br />
siyasete kendi aklı ve gücü katarak müdahale etmek istiyor.<br />
• Türkiye’de egemen olan siyasi zihniyet kurguları, Alevi sorununa<br />
ilişkin net ve açık bir tutum almamıştır. Nüfusun üçte birini oluşturan<br />
bir toplumsal kesimin, siyaset alanında “yok” sayılması kabul edilemez<br />
bir gerçektir. Bu ülkenin asırlardır inkâr edilmiş sorunları karşısında,<br />
siyaset alanı demokratikleşme perspektifi çerçevesinde ele alınması konusunda<br />
tutarlı ve evrensel insan hakları çerçevesinde bir politik hat üretilmemiştir.<br />
Alevi sorununu tanıma ilişkisi üzerinden makro siyasi alana<br />
taşınması, toplumdaki önyargıları kırmaya hizmet edecek ve toplumsal<br />
dokulara eşit koşullarda bir arada yaşama kültürünü nüfuz ettirecek ve<br />
bu ortak değerlerin bir arada yaşamasına katkı sunacaktır. Böylece, bugüne<br />
kadar çatışma kültürü üzerinde beslenen siyaset, yerini hazmetme<br />
kapasitesi yüksek ortak gelecek projesini besleyerek, demokrasinin derinlemesine<br />
inşasına olanak sunacaktır. Bunun için yapılması gereken<br />
bir dizi siyasi görev kararlılık ve irade beyanı beklemektedir.<br />
• Alevi hareketi siyasetin merkezine yerleşmiş olan tekçiliğe karşı, siyasetin<br />
çoğulculuğuna sahip çıkılmasının, demokrasinin gereği olduğunu<br />
ve gereğin yerine getirilmesi için de, birçok sorunda olduğu gibi Alevilerin<br />
sorunlarında da, siyasetin yüksek sesle düşünmesini talep edecek ve<br />
sağlayacaktır. Söz konusu Aleviler olunca, meseleyi siyasette “mezhepçilik”,<br />
“ayrımcılık” ve “bölücülük” gibi algılayanların, siyasi ve zihinsel<br />
olarak özrünü tedavi etmesine katkı koyacak, çok kültürlü ve çoğulcu<br />
siyasi kültürün reçetesini beraber yazmayı önerecektir.<br />
• Alevi hareketi, siyasetin toplumsallaşması için, doğrudan katılımı<br />
esas alan bir yönelimi seçmiştir. Bu nedenle siyasetin, şahıs partilerinden,<br />
şahıs siyasetinden kurtulması için, toplumun kendisini, siyasetin<br />
merkezine taşımasına, destek verecektir.<br />
• Türkiye’de çözüm bekleyen sorunların ertelenme lüksü yoktur. Siyasetin<br />
aktörleri ise sorunların çözümüne iki nedenden dolayı karşı çıkıyorlar.<br />
Birinci gerekçe statükonun sağlamcılığını koruyan ideolojik tercih<br />
iken, ikinci sebep olarak, çözümde halkın tepkisini hesaba katmaktır.<br />
Halkın oyları ile güç ve yetki erkini bulunduran mevcut siyaset kültürü,<br />
ülke sorunlarının, çözümüne, kendine bu erki veren halkın katılmasını<br />
da hiç sağlamaz. Eğer siyasi irade, halkı sorunlarının çözümünün içine<br />
dâhil ederek, yürümekten kaçmaktadır. Alevi hareketi işte bu nedenle<br />
gücünü ve oylarını çözüm bekleyen sorunlara ilişkin önerileri ile birlikte<br />
siyasete müdahale etmek istiyor.<br />
İnkâra ve Siyasi Dışlanmaya İtirazımız<br />
Siyasi Alanda Olmalıdır<br />
Aleviler, kendilerine dönük inkâr ve siyasi dışlanmaya karşı haklı gerekçelere<br />
dayalı bir itirazı var. Aleviler Türkiye’nin mevcut sorunlarına karşı<br />
duyarlı ve duyarlılığını her platformda ifade etmektedir. Bu nedenle<br />
kendilerinin, siyasal alandan, eşit hakların kullanımından dışlanmasına<br />
itirazları vardır. Alevi hareketi, devletin dinsel faaliyetlerine ve bu faaliyetlerin<br />
Alevileri yok saymasına itirazı vardır. Yine devlet eliyle Alevilerin<br />
asimilasyona tabi tutan, ideolojik girişimlere itirazı vardır. Aleviler<br />
siyasetin bir ürünü olan, zorunlu din derslerine, dinci kadrolaşmaya,<br />
dinin finanse edilmesine, 67 bin okul yerine 100 bin cami yapılmasına<br />
itirazı vardır. Önce insan diyen, Alevi hareketinin, sağlık ocağı dahi bu-<br />
10 Sayı 24
SERÇEÞME<br />
lunmayan Alevi köylerine zorla cami yaptırılmasına ciddi itirazı vardır.<br />
Alevilerin siyasete müdahale gerekçeleri bunlardan ibaret değildir. Aleviler<br />
yolsuzluklarla, yoksulluğu ve işsizliği körükleyen, IMF memurluğu<br />
yapan hükümetlere itirazı vardır. Aleviler, Kürt sorunu çözümsüzlüğe<br />
mahkûm edilmesine, emekçilerin sosyal, ekonomik ve örgütlenme<br />
özgürlüklerini engelleyen siyasi zihniyete, Ortadoğu’da tırmandırılan<br />
savaşa, kadının sömürülen emeğine ve eşit haklardan yararlanmamasına<br />
itirazı vardır. Gençlerin geleceğini karartan eğitim sistemine, “paran<br />
kadar sağlık” diyen, sağlık sistemine itirazı vardır. Yani Aleviler, bu ve<br />
benzer itirazlarını, siyasete müdahale fikri ile doğrudan bağlantılı olduğu<br />
bilinmelidir.<br />
Artık Bedeli ve Hakkı Ödenmeyen<br />
Kiralık Oy Kullanmamalıdır<br />
Nüfusun üçte birini oluşturan Aleviler, Cumhuriyet tarihi boyuncu oylarını<br />
ve siyasi tercihlerini teslim ettikleri siyasi partilerden, kendilerinin<br />
sorunlarına sahip çıkılmadığını bilmektedirler. Siyasi alandaki vekâleten<br />
temsil edilmenin, dayanılmaz acısını çeken Aleviler, artık siyasi tercihlerini<br />
kendileri ve doğrudan temsil edilmek üzerinden tercih belirtmeleri<br />
önemlidir. Aleviler, verdikleri her oyun kendilerine inkâr, asimilasyon,<br />
saldırı, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik ve sağlıksızlık olarak geri döndüğünü<br />
bilince çıkarmaya başlamıştır. Bu nedenle Aleviler “Artık bedeli<br />
ödenmeyen, karşılıksız oyumuz yok” demektedirler. Alevi hareketi bu<br />
nedenle, siyasetin dinbazlık ve düzenbazlık üzerine kurulmuş hokkabazlıklarına,<br />
kiraya verecek akılının ve oyunun olmadığını, Türkiye ile<br />
paylaşmak zorundadır. Oylarımızın bedeli bellidir. Demokrasi, eşitlik,<br />
insan haklarına saygı, özgürlükçü laiklik, emeğe saygı, kadınlara yönelik<br />
ayrımcılığı son vermek. Farklı kimliklerin bir arada ve eşit koşullarda<br />
yaşamasını yasal güvence altına almaktır.<br />
Oylarımızın Sağcılaşmasına Karşı Çıkmak,<br />
Aleviler Üzerinde Etnik Milliyetçiliğin<br />
Hegemonya Oluşturmasını Engellemek İçin<br />
Siyasete Müdahale Ediyoruz<br />
Demokrasi mücadelesi ekseninde duran Alevi hareketi, Alevilerin kitleselleşmesine<br />
tanıklık ettiğimiz şu son dönemlerde, sağ siyasi yapıların<br />
Alevi toplumu üzerine yeni bir siyasi strateji oluşturduklarını tanık<br />
olu yoruz. Alevilere dönük katliamlarda ideolojik yandaşlığı ile bilinen<br />
MHP’nin, son parti ekinliklerinde Alevi sembollerini ve değerlerine özel<br />
bir hassasiyet göstermesi, yine sağ ve milliyetçi çizgide duran başta Reha<br />
Çamuroğlu olmak üzere, Cemal Şener gibi kişilerle siyasi flörtü bilinmek<br />
tedir. Hiçbir kitlesel tabana sahip olmayan kişilikler üzerinden, Alevi<br />
topluma ulaşma stratejileri, Alevi hareketinin müdahalesi ile, MHP<br />
gibi sağ ve etnik milliyetçi partilere, siyasi olarak dipsiz kuyudan çek tire<br />
ceğiz.<br />
1999 Yılı 2002 Yılı<br />
Toplam Sandık 208.606 172.143<br />
Toplam Seçmen 37.495.217 41.407.015<br />
Toplam Kullanılan Oy 32.656.070 32.753.386<br />
Toplam Geçerli Oy 31.184.496 31.510.007<br />
Katılım Oranı % 87,09 % 79,10<br />
Kullanılmayan oy: 4.839.147 8.653.629<br />
Geçersiz oy: 1.471.574 1.471.574<br />
Toplam geçersiz oy 6.310.721 10.125.203<br />
Tablo I: 1999 ve 2002 Yılı Türkiye Geneli Seçim Sonuçları<br />
Her iki seçim sonuçları (Tablo II) arasında bize verilen mesajlar oldukça<br />
net durmaktadır. Kamuoyunda “sol” diye algılan partiler 1999 seçimlerinde,<br />
11.508.899 oy alırken, 2002 seçimlerinde bu oran 8.757.208<br />
oya düşmüştür. Yani 2.751.691 kişi “sola” oy verme tercihinden vazgeçmiştir.<br />
Yine bu iki seçim arasında kararsızların oyları, siyasete olan<br />
güvensizlikten dolayı artmıştır. 1999 yılında toplam 6.310.721 ki şinin<br />
iradesi TBMM’de temsil edilmez iken, bu oran 2002 yılında 10.125.203<br />
kişiye yükselmiştir. 2002 yılında kullanılmayan ve geçersiz sayılan<br />
oyun toplamı tek başına hükümet olan AKP’nin oyundan daha fazla olmasını,<br />
başka bir ifadeyle, tek başına hükümet olacak oylar, meclisin<br />
dışında kalmıştır. Eğer % 10’luk anti demokratik barajını göz önüne alırsak,<br />
41.407.015 seçmenin olduğu bu ülkede, toplam geçerli oy sayısı olan<br />
31.510.007 kişiden sadece 16.963.547 kişinin iradesi TBMM’de temsil<br />
edilmektedir. Demokrasi açısından skandal olan bu durum, ancak azınlığın<br />
hükümetlerini toplumun karşısına dikmektedir.<br />
Parti<br />
2002 Yılı Sonuçları 1999 Yılı Sonuçları<br />
% Oy<br />
Oranı<br />
Toplam Oy Parti % Oy<br />
Oranı<br />
Tablo II: 2002 ve 1999 Yılı Seçimleri, Oyların Partilere Göre Dağılımı<br />
Bu seçim sistemi, anti demokratik olma özelliğinin yanı sıra, halkın<br />
siyasi tercihlerine de müdahale eden bir stratejik özelliğe sahiptir.<br />
Siyasetin Nabzı Sadece İstiklal Caddesinde<br />
ve Yüksel Caddesinde Atmıyor<br />
Toplam<br />
Oy<br />
AKP 34,43 10.848.704 DSP 22,19 6.919.668<br />
CHP 19,41 6.114.843 MHP 17,98 5.606.634<br />
DYP 9,54 3.004.949 FP 15,41 4.805.384<br />
MHP 8,35 2.629.808 ANAP 13,22 4.122.926<br />
GP 7,25 2.284.644 DYP 12,01 3.745.417<br />
DEHAP 6,14 1.933.680 CHP 8,71 2.716.096<br />
ANAP 5,11 1.610.207 HADEP 4,75 1.482.194<br />
SP 2,49 784.087 BBP 1,46 456.354<br />
DSP 1,22 383.609 BAĞ. 0,87 270.265<br />
YTP 1,15 363.671 ÖDP 0,80 248.555<br />
BBP 1,02 321.486 DTP 0,58 179.873<br />
BAĞ. 0,96 302.801 LDP 0,41 127.168<br />
YP 0,93 294.517 DP 0,30 92.089<br />
İP 0,51 160.227 MP 0,25 79.363<br />
BTP 0,48 150.154 BP 0,25 78.923<br />
ÖDP 0,34 105.862 İP 0,18 57.593<br />
LDP 0,28 89.177 EMEP 0,17 51.752<br />
MP 0,22 68.077 YDP 0,14 44.782<br />
TKP 0,19 59.515 SİP 0,12 37.671<br />
DEPAR 0,12 37.370<br />
DBP 0,08 24.419<br />
Eğer siyasete müdahalenin bilinçli oy kullanmakla sağlanacağı tezini<br />
benimsiyor isek, önümüzdeki görevin de adını koymuş oluyoruz. Alevi<br />
hareketi, bu görevi kendi örgütsel alanında yerine getirmek için, başlattığı<br />
çalışmalar, tüm eksikliklerine rağmen, doğru bir siyasi karardır.<br />
Siyasetin toplumsallaşması için, siyasetin, Türkiye’nin tüm sorunlarına<br />
çözüm öneren ve bunu halkla paylaşan, yaşam alanlarına akması gerekir.<br />
Bunu da ancak sol ve sosyal demokrat partiler yapmalıdır.<br />
Siyasetin nabzının sadece, türkü barlarda, İstiklal ve Yüksel cad de -<br />
lerinde atmadığının kavranması için, toplumun tüm yaşam alanlarında<br />
yer almak, oradan sürece müdahale etmek gerekir. Toplumun si ya sallaşmasını,<br />
dindarların, etnik milliyetçiliğin hegemonyasından kur tarmak,<br />
mahallede, işyerinde, köyde, sokakta örgütlenmekten ve par lamen<br />
toda olmaktan geçiyor. En azından 2006 yılının yaz dönem lerinde<br />
Aleviler tarafından yapılan tüm etkinliklere toplam 500 binden fazla<br />
insan katılmış ve Alevi hareketinin buralarda siyaset müdahale etmek<br />
gerektiği konusunda mesajları bile önemle izlenmesi gerekir. Mahalleler,<br />
etkinlikler, işyerleri, yerel yönetimler, sokakları sağ siyasete teslim<br />
etmenin bedeli, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik, sosyal ve laik ülke rüyalarımızdan<br />
mahrum kalmak olur. Bu nedenle “Aleviliği siyasallaştırmaya<br />
kalkışmak kimin ekmeğine yağ sürmektir” gibi soruları yönelten,<br />
bazı arkadaşlara şunu ifade etmek gerekir; Bir, Alevi hareketi, “Aleviliği”<br />
değil, Alevi yerleşim birimlerindeki, oy sağcılaşması ve giderek bireyinde<br />
sağcılaşmasına karşın, Alevi yurttaşların siyasallaşmasını istiyor.<br />
İki, Alevilerin sol ve sosyal demokrat eksende siyasallaşmasına katkı<br />
sunmak istiyor. Bu alanı örgütlemek yerine, “sağcılaşması için bırakın<br />
da dağınık kalsın” anlamına gelecek öneriler bizim dikkate alacağımız<br />
öneriler değildir.<br />
Aleviler, Siyasetin Şarlatanlarına, Dinbazlarına ve<br />
Düzenbazlarına Alevi Öğretisinden Beslenmiş<br />
Yeni Bir Siyasi Kültür Öğretmek İçin<br />
Siyasete Müdahale Ediyor<br />
Alevilerin, demokrasi güçlerini güç sunacak, fikirsel katkı koyacak ve<br />
“nasıl bir Türkiye istiyoruz” sorusuna verilecek cevaba ilişkin önermeleri<br />
vardır. Bugün ülkemizde egemen olan kaba milliyetçilik, kaba dindar-<br />
(Devamı 12. Sayfada)<br />
Ekim-Kasım 2006 11
SERÇEÞME<br />
(Baştarıfı 11. Sayfada)<br />
lık ve derin düzenbazlıklara karşı, Alevi öğretisinden ve felsefesinden<br />
besleyerek günümüze taşıdığı düşünsel zenginlikler mevcuttur. Siyaset<br />
ve yönetim kültürünün kirlenmişliğini temizleyecek yeni bir siyaset ve<br />
yönetim kültürü yaratmak için, ortak değerleri gündelik hayatımızın ilişkilerine,<br />
siyasete ve yönetimlere egemen kılmak mümkün. Alevi hareketinin<br />
siyasete müdahale etmesi için önemli nedenlerinden birisi olarak,<br />
bunu ciddi bir gerekçe olarak sıralayabiliriz. Yani siyasetin din baz ve düzenbazlarına<br />
karşı, önce akıl ve insanı merkezde tutmak mümkündür.<br />
Aleviler, Siyaset Bilimine Kur’an ya da İdeolojik<br />
Merkezden Değil,<br />
İnsanın Merkezinden Bakılmasını Öğretmek İçin<br />
Siyasete Yeni Kültür Taşımak İstiyor<br />
Siyasetin aktörleri geçmiş seçimlerde olduğu gibi, 2007 yılındaki seçim<br />
lere yelken açarken, iç ve dış politikada yaşanan sorunları, sosyal,<br />
ekonomik, demokratikleşme, AB süreci, düşünce özgürlüğü, işsizlik,<br />
yok sulluk ve kültürel kimlik hakları gibi çözüm bekleyen, toplumsal<br />
sorunları ertelemaye devam edecektir. Önümüzdeki seçimlerin mer kezinde<br />
statükonun güçlenerek çıkması konulacaktır. Seçim öncesi ve sırasında,<br />
“laik”, “milliyetçi” ve “İslamcı” siyasi eksenler toplumsal hafızayı<br />
ve akılı geri plana atan ve “dinci”, “milliyetçi” ve “vatanseverlik”<br />
duygularını kabartacak bir seçim stratejini benimsemiş durumdadır.<br />
Son dönemlerde gündelik hayatımızı abluka altına almış, linç girişimleri<br />
ve “vatanseverlik” söylemiyle, siyasetteki sağa kayış, hamaset üzerine<br />
ku rulu, tehlikeli bir yönelimi tercih etmiştir. Meclis partileri bir siyasi<br />
eksen krizi yaratmakla kalmıyor, siyaseti de kirletiyorlar. Kimin “sağ”,<br />
kim “sol” olduğu birbirine karışmış durumda. Ama her halükârda hepsinin<br />
sağ siyasi eksene hizmet ettiği bir gerçektir.<br />
Yani toplumun gündeminde olan ve her bireyin gündelik hayatını zehir<br />
eden sorunları unutturmak, pembe renklerle bir Türkiye tarif etmek<br />
için, “ulusalcı”, “dinci” ve “milliyetçi” duygular kabartılmaya çalışılıyor.<br />
Makro siyasi söylemlerle ile kabartılan bu “vatanseverlik duyguları” sokakta<br />
öfkeye dönüşüyor, sosyal ve siyasi dertlerine derman önerenlere<br />
yönelik linç girişiminde bulunuyor. Bu bildik klasik taktikler egemenlerin<br />
elinde, ihtiyaç oranında kullandıkları ve başvurdukları yöntemler<br />
olarak, 21 yüzyılda da değişmedi.<br />
Siyaset İnsanı Eşit ve Mutlu Kılmanın Aracıdır<br />
Egemen siyaset kültürü, insanı nesne ve siyaseti amaç olarak gören zihniyet<br />
kurgusuna sahiptir. Bu nedenle insanı merkeze koymaz. Egemen<br />
siyasi zihniyet, nesne olarak gördüğü insanların birbiri ile çatışmasını<br />
sağlayarak beslenir. Bu nedenle toplumsal ilişkilerde yaratılan, ideolojik<br />
gerilimlerden sadece resmi görüş ve yine statükodan yana olan belirli<br />
siyasi eksenler beslenmiş ve toplum kaybetmiştir. Bu nedenle Alevi hareketi<br />
“bu oyuna gelmeyeceğiz” diyerek, sistemin kendi içinde çatışan bu<br />
kanatları arasında, herhangi birisine destek sunmayacaktır. Ne siyasetin<br />
dinbazı, ne de düzenbazından yana tercih koymayacaktır. Aleviler siyasi<br />
olarak yeni bir kültürün egemen olmasını, kendi diliyle ifade etmeye<br />
çalışmayı önemseyecektir. Alevilerin siyasi hayata katkısının felsefi ve<br />
fikri olarak arka planı vardır. İnsanı merkez alan Alevi öğretisi, insanın<br />
eşit haklara sahip olmasını ve haklara yaşamasını hedef alan bir eksendedir.<br />
Bu eksen kendisini, insanlık ve eşitlik adına, evrensel kazanımlar<br />
ve mücadele tarih bilgisi ile beslemiştir. Dolaysı ile siyaseti, insanı eşit ve<br />
mutlu kılmanın aracı olarak görür. Aleviler, Türkiye’de bu dili ve benzeri<br />
dili kullananların varlığına inandığı için, dili ortaklaştırmak, güçleri<br />
birleştirmek, yeni siyaset kültürünün tohumlarını akıllara ve duygulara<br />
ekmek için işbirliği yapmaya adaydır.<br />
Kanımca görev nettir; nüfusun üçte birini Aleviler oluşturan Alevileri<br />
kucaklayacak tüm Alevi ve Bektaşi, derneklerin, vakıfların, birliklerin,<br />
Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu<br />
(AABK) ile ortak hareket etmesi, en önemli bir kazanım<br />
olacaktır. Alevilerin toplumsal sorunlarını, Türkiye’nin diğer sorunları<br />
ile buluşturup, çözümüne birlikte katkı koymak gerekir. Bu nedenle Alevi<br />
hareketi faaliyetinin merkezine tüm Alevilerin oylarını, demokratik,<br />
özgürlükçü laiklik, sosyal ve hukuk devleti, eşitlik mücadelesi gibi toplumsal<br />
amacı olan bu yolda toparlamalı ve yönlendirmelidir.<br />
Bu görevin yerine getirilmesi içinse önderlik edecek kurumlar ve kadrolar<br />
sorumluluk bilincine varmalıdır. Eğer biz geçmişte olduğu gibi, yedek<br />
güç ve arka bahçe olarak görülmek ve kullanılmak is te miyorsak, siyasete<br />
aktif müdahale ve yön vermek kaçınılmaz.<br />
•<br />
AABF internet sitesinden alınmıştır<br />
12 KASIM, PAZAR GÜNÜ ANKARA’DA YAPILAN PSAKD DANIŞMA KURULU TOPLANTISI SONUNDA BENİMSENMİŞTİR.<br />
Alevi örgütlerinin uzun yıllardır vermekte oldukları hak ve demokrasi<br />
mücadelesinin sonucunda oluşmuş olan Alevi Bektaşi Federas-<br />
1.<br />
yonun kurumlaşmakta sorunlar yaşadığı; ABF’nin ABF bileşenlerinin<br />
temsil yeri olduğu, bileşenlerin dışlanmadığı ve temsil edildiği bir yönetimin,<br />
örgütler arası yol ve mücadele arkadaşlıklarına özenli olmak<br />
gerektiğinin önemine vurgu yapılarak, örgütümüzün de temsilinin ve<br />
hukukun korunması için, delegelerimizin birlikte hareket etmesi gerektiği<br />
vurgulanmıştır.<br />
ABF’nin Olağanüstü Genel Kurulunda seçilecek yönetimin, örgütler<br />
2. arası hukuka özenli, demokrasi ve emek mücadelesi veren Demokratik<br />
Kitle Örgütleri ve sendikalar ile birlikte ve ortak mücadeleyi geliştiren,<br />
aynı zamanda ABF’nin bağımsızlığını ve özerkliğini koruyarak,<br />
biat eden değil, ortak eylem ve mücadele yürüten bir ABF hedefleyen,<br />
yönetim kadrosu talebi dile getirilmiştir.<br />
PSAKD Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi<br />
<br />
Toplumsal yapının hızla sağa kaydığı ülkemizde, bu girdaptan kurtulmanın<br />
yolu olarak emekten, demokrasiden yana siyasi partiler,<br />
3.<br />
sendikalar, odalar, DKÖ’nin oluşturacakları sol platform ile seçimlere<br />
katılınarak iktidar alternatifi olmak gerektiğinin altı çizilmiş ve sol<br />
platformun oluşması konusunda çalışmalar yapılmasının gerektiği ifade<br />
edilmiştir. Bu ortak platformun yaratılması ile, yaşamları boyunca soldan<br />
yana tavır koymuş olan, ama; solun bir araya gelmemesinin sonucu<br />
oluşan alternatifsizlikten ve yaşananlardan duyulan kaygının yarattığı<br />
umutsuzluk nedeni ile, “denize düşen yılana sarılır” misali, Maraş’ı,<br />
Çorum’u, Sivas’ı, Gazi’yi yaratan ideolojinin partilerine yönelen Alevi<br />
yurttaşlarımızın ve sandığa gitmemekle karşı karşıya kalan demokrat<br />
kamuoyunun, umudu olunacağı vurgulanmıştır.<br />
Alevi toplumunun yüreklerini ortaya koyarak, dişinden tırnağından<br />
4. arttırarak, katkı sunarak yaratılmış olan basın yayın organlarının<br />
(Cem-TV, Cem Radyo ve Ekin Radyo), sadece ticari birer kuruluş olduğu<br />
mantığından hareket edilerek, Alevilerin asimile edilmesinin ve katledilmesini<br />
baş sorumlusu olan ideolojilerin sahiplerine satılarak veya<br />
ortak edilerek, Alevilerin yaratmış olduğu değerlerin yok edilmesini Kınadığımız<br />
karar altına alınmıştır.<br />
Yıllardan beri, Alevilere yönelik katliamların; Maraş, Çorum, Sivas,<br />
Gazi ve diğerlerinin derin devletin ve onun uzantılarının, planlı<br />
5.<br />
programlı katliamları olduğu dile getirilmiştir. Ecevit’in ölümü üzerine<br />
çekmecesinde bulunan ve kamuoyuna yansıyan “Maraş katliamını<br />
MİT’in içindeki MHP kanadının organize ettiği” yönündeki bilgi notu<br />
ile söylediklerimizin doğruluğu belgelenmiştir. Zamanının Hükümetinin,<br />
kendisine gelen bu bilgi notuna rağmen gereğini yapmaması da,<br />
Alevi kamuoyunun belleğinden silinmeyecektir.<br />
Örgütümüzün kuramsallaşmasının ve kadrolarının geliştirilmesi<br />
6. için, yöneticilerimizin bir bütün olarak örgüt içi eğitim görmesi,<br />
ayrıca örgütümüzün geleceği olan gençlerimizin Pir Sultan’ın Felsefesi,<br />
Anadolu Alevi Öğretisi ve tarihi konularda bilgilenmelerinin, örgüt<br />
gençliğinin tanışarak kaynaşmalarının sağlanması için Gençlik Kampına<br />
alınmalarının projelendirilmesi kararlaştırılmıştır.<br />
Saygı ile kamuoyunun bilgisine sunarız.<br />
12 Sayı 24
SERÇEÞME<br />
Ruhi Su’nun<br />
Sultan Suyu - Pir Sultan<br />
Abdal’dan Deyişler<br />
Adlı Albümünün<br />
Sunuş Yazısı, 1990<br />
Sıdıka Su<br />
Yıllar boyu, devrimci hareketin içinde bulunanlar, Aleviliğin, Alevi türkülerinin, sosyalist<br />
hareketin gelişmesinde nasıl bir rol oynadığını iyi bilirler. Bu yolla bilinçlenmenin, insanın<br />
ezilmesine ve sömürülmesine karşı duyarlık kazanmanın, türkülerden bir çeşit güç alıp zenginleşmenin<br />
ölçüsü, hiç abartısız, Ruhi Su olmuştur.<br />
Ruhi Su, 1943–1945 yılları arasında, Türkiye radyolarında ilk kez Alevi ozanlarının türkülerini<br />
söylemiştir. Pir Sultan Abdal’dan “Gelin Canlar Bir Olalım”, Ali İzzet’ten “Bir Allah’ı Tanıyalım”,<br />
Muhyi’den “Zahit Bizi Taneyleme” gibi... Bir süre sonra Alevi türküleri söylediği ve solculuk<br />
propagandası yaptığı için, radyodan uzaklaştırılmıştır Ruhi Su. Çünkü Aleviler tarih boyunca<br />
ezilmişler ve ezilmişlerin yanında yer almışlardır. Halkın direnme duygularını türküleriyle, müzikleriyle<br />
dile getirmişlerdir.<br />
Ruhi Su, türkü repertuarının çoğunluğunu Alevi türküleriyle oluşturmuştur. Nerede Alevi türküleri<br />
sözkonusu olursa, orada Ruhi Su anılmalıdır. Ruhi Su’nun bu alanda yaptığı önemli çalışmaları<br />
dile getirmek, hem ona, hem de Alevi halkına karşı en azından bir kadirbilirlik borcudur.<br />
Ruhi Su’nun gene dost evlerinde ve kendi evinde banta kaydedilmiş çalışmalarının, Alevi deyişleri<br />
ve Pir Sultan Abdal ezgilerinden oluşan bir derlemesini yaparak, bazı dizelerdeki sürçmelere<br />
rağmen, yayınlamaya karar verdim. Bu, bir tarihi arşivlemek anlamını taşımaktadır. Bu<br />
deyişlerin, Ruhi Su’nun derlediği türküler arasında önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Alevi<br />
müziğinin yaygınlaşmasında, en az Alevi ozanlar kadar, Ruhi Su’nun da emeği geçmiştir. Bunu<br />
Alevi halkı çok iyi bilir<br />
Ruhi Su’nun Semahlar Adlı<br />
Albümünde Yer Alan<br />
“Semahlar Üzerine”<br />
Başlıklı Yazısı<br />
Ruhi Su<br />
Bütün sözlüklere baktım, araştırdım. Yalnız Mevlevi semahı<br />
ile ilgili bilgilere rastlayabildim. Alevi-Bektaşi<br />
inançlara sahip halkımız arasında yaygın olan bu semahlar üzerine açıklayıcı, doyurucu bilgiler<br />
bulamadım. Kendi bildiklerime, görgülerime dayanarak söylüyorum: Sema ve semah aynı sözcük.<br />
Halk Arapça sema sözcüğündeki ayın harfini atarak semah demiş.<br />
Bildiğiniz gibi sema, Mevlevilerce yapılan, kuralları daha çok Mevlana’dan sonra saptanmış<br />
törensel bir ayinin içinde yer alan raksın adı. Müziği de bestelenmiş bir müzik. Klasik Türk musikisinden<br />
kaynaklanan, tekkelerde ve kimi besteciler tarafından bestelenen bir müzik bu. Sema<br />
ile semah arasındaki temel ayırımda burada. Çünkü semahların müziğinin kökeninde halk müziği<br />
vardır. Oyun da yine halktan kaynaklanan halay türünde bir oyundur. Sonra Mevlevilerde cezbe<br />
denilen bir kendinden geçme sözkonusu. Oysa semahlarda hayata dönük. Sözgelimi Mevlevi<br />
sema’ında kadın yoktur. Semahlarda ise, kadının baskı ve peçe altında tutulduğu zamanlarda bile<br />
kadın-erkek birlikte oynanır. Üstelik semahlar türkülüdür. Mevlevi sema’ında oyun oynanırken<br />
söz yoktur. Oyun sırasında, oyunun müziğine bağlı söz görülmez. Ama semahlarda türkü ile oyun<br />
iç içedir. Benzer yanları, ikisinin de dinsel bir coşkuyla yapılan rakslar olmalarıdır. Yalnız semahlar<br />
her zaman, yani olur olmaz günlerde yapılmaz. Genellikle hasat mevsimi gibi, yılın belli<br />
zamanlarında ya da dinsel görevlerin yerine getirildiği günlerin sonunda, topluluğun daha neşeli<br />
bir havaya girmesi için, şenlik biçimimde yapılır. Bir barış şöleni gibi, barış sevinci içinde. Hayata,<br />
yaşama sevincine dönük bir şenliktir bu. Sözleri dinsel de, din dışı da olsa hep yaşama sevinciyle<br />
doludur, coşkuludur.<br />
Dinsel özle beslenen türküler kimi zaman kendi inançlarını telkin edebilir; kimi zamanda aşkı<br />
dile getirir. Türküler yoluyla öğütler verilir, tevhitler yapılır. Bir bakıma dinsel sloganlar çevresinde<br />
birleşilir. Tevhit sözcüğü de birlik, birleşme anlamını taşır bazen. Yani oyun, türkü aracılığıyla<br />
bir olma. Böylece kimi sözcüklerin müzikli tekrarından yararlanılır. Semahların sonunda ise daima<br />
gülbang çekilir. Gülbang dua demektir. Bununla da, bir bakıma gelecek için, yaşanılan zaman<br />
için iyi şeyler dilenir; yine halkın özlemleri dile getirilir.<br />
Gerek Alevi-Bektaşi müziği, gerekse öteki türküler, sürekli değişip gelen bir müzik türüdür.<br />
Hayat değişkendir çünkü. Kısaca değişen insanlardır. Ben de çağının insanı, çağdaş düşünceye<br />
sahip bir sanatçı olarak semahları çağımın gözüyle yorumladım; onlara kendi üslubumu, söyleyişimi<br />
kattım.<br />
YİTİRDİKLERİMİZ<br />
SIDIKA SU<br />
Sivas, 1923 - 18 Ekim 2006<br />
Ruhi Su’nun can yoldaşı,<br />
1951 TKP tevkifatı sanıklarından,<br />
bütün ömrü emekçi insanlığın<br />
eziden, sömürüden kurtuluşu<br />
kavgası içinde geçmiş,<br />
yanık sesini duyanın unutamadığı<br />
öğretmenimiz,<br />
anamız,<br />
yoldaşımız,<br />
vefa, tutkunluk,<br />
insanlık, çalışkanlık<br />
örneği güzel insan<br />
Onlar Hem Birdir<br />
Hem de Bir Efsanedir<br />
RUHİ SU<br />
Mahsus Mahal<br />
Mahsus mahal derler kaldım zındanda<br />
Kalırım kalırım dostlar yandadır<br />
İk’elleri kızıl kandadır kanda<br />
Ölürüm ölürüm aklım sendedir<br />
Artar eksilmeyiz zındanlarında<br />
Kolay değil derdin ucu derinde<br />
Kumhan Irmağı’nda Karaburun’da<br />
Bulurum bulurum öfkem kındadır<br />
Dirliğim düzenim dermanım canım<br />
Solum sol tarafım imanım dinim<br />
Benim beyaz unum ak güvercinim<br />
Bilirim bilirim gelen gündedir<br />
Benim Kabe’m İnsandır<br />
Ellerin Kâbe’si var<br />
Benim Kâbe’m insandır<br />
Kuran da kurtaran da<br />
İnsan oğlu insandır<br />
Ellerin Kâbe’si var<br />
Benim Kâbe’m sevidir<br />
Kuran da kurtaran da<br />
Sevili insanlardır<br />
Ellerin Kâbe’si var<br />
Benim Kâbe’m emektir<br />
Kuran da kurtaran da<br />
Emekçi insanlardır<br />
Ellerin Kâbe’si var<br />
Benim Kâbe’m dünyadır<br />
Kuran da kurtaran da<br />
Dünyayı insanlardır<br />
Ekim-Kasım 2006 13
SERÇEÞME<br />
FUZULİ<br />
Su Kasidesi<br />
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su<br />
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su<br />
Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem<br />
Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su<br />
Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk<br />
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su<br />
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin<br />
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su<br />
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün<br />
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su<br />
Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna<br />
Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su<br />
Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola<br />
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su<br />
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ<br />
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su<br />
İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it<br />
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su<br />
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi<br />
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su<br />
Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr<br />
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su<br />
Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek<br />
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su<br />
Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar<br />
Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su<br />
Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger<br />
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su<br />
İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile<br />
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su<br />
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme<br />
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su<br />
Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ<br />
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su<br />
Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın<br />
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su<br />
Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim<br />
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su<br />
Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ<br />
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su<br />
Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât<br />
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su<br />
Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz<br />
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su<br />
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl<br />
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su<br />
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr<br />
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su<br />
Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ<br />
Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su<br />
Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam<br />
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su<br />
Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi’râc’da<br />
Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su<br />
Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner<br />
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su<br />
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma<br />
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su<br />
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri<br />
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su<br />
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr<br />
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su<br />
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam<br />
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su<br />
Hacı Bektaş Veli Dergahı Postnişini Veliyettin Ulusoy Efendi’n<br />
BİRLİK VE DAYANIŞMA TOPLANTISINDA YAPILAN KONUŞMA<br />
Karşıdakinin Seni Seviyorum Demesini<br />
Beklemeden, Seni Seviyorum Demenin Zamanı<br />
Geldi<br />
Dostlar, hoş geldiniz Hacıbektaş’ımıza,<br />
Gerçekten bu 16 Ağustos Hacı Bektaş’ı Anma Törenleri’nin farklı bir tarafı var. Hepinizin<br />
bildiği gibi, ilk defa Alevi-Bektaşi örgütlerinin biraraya gelerek birliğin sağlanması yönünde<br />
bir adım atılmıştır.<br />
Hep söyleriz, tarih tekerrürden ibaret diye. Osmanlı tarihine baktığımızda, Alevi-Bektaşi<br />
ve Osmanlı tarihini karşılaştırdığımızda şunu görüyoruz: İlk ikiyüz, ikiyüzelli yıl çok sakin<br />
bir dönem, rahat bir dönem; fakat ondan sonra rahat bırakmıyorlar bizi. Öyle zekice politikalar<br />
uyguluyorlar ki parça paça ediyorlar bizi. Ve bu parçalanmışlık bugüne kadar geldi, ama<br />
artık kendimize gelmemiz lazım; artık birbirimizi kucaklamamız lazım. Artık Babagan kolu,<br />
Çelebi kolu, Dedegan kolu demeden birbirimize elimizi uzatmamız lazım. Karşıdakinin seni<br />
seviyorum demesini beklemeden, seni seviyorum demenin zamanı geldi.<br />
O bakımdan, bu akşamki Cem özellikle, bu birliğe bir adım atacak umuduyla geçekleştirmeye<br />
çalışıyoruz, gerçekleştirecegiz himmetiyle.<br />
Benden önceki konuşmacılar internetten, basından, televizyondan bahsetti. Onlar olacak;<br />
karşı taraf hep olacak. İslam tarihini incelediğimizde Hazreti Peygamber döneminden, Ali<br />
döneminden, Oniki İmamlar döneminden bugüne kadar her zaman muhalefet olmuştur; muhalefet<br />
olacaktır.<br />
Olacaktır ki gerçekler ortaya çıksın, gerçeğin değeri belli olsun. Hiç önemli değil onların<br />
diyecekleri. Her türlü kulpu takacaklar, takmaya çalışacaklar.<br />
Sizin daha fazla zamanınız almak istemiyorum; bir noktaya değinmek istiyorum sadece.<br />
Nafiz Hocam, güzel isimler saydı, bu törenlere emeği geçen güzel insanların isimlerini saydı.<br />
O’na bir isim de ben ilave etmek istiyorum: 1964’te ilk törenleri yapan ve onun mimarı<br />
olan, Hocamın da bahsettiği Hacı Bektaş Derneği Başkanı Ali Celalettin Ulusoy’u rahmetle<br />
anıyor ve minnet duygularımı sunuyorum aziz ruhuna.<br />
Hoş geldiniz, tekrar hoş geldiniz. Saygılar sunuyorum.<br />
Birlik Cemi - Ağustos 2006 - Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri<br />
14 Sayı 24
SERÇESME SERÇEÞME<br />
in Hacı Bektaş Veli Anma Törenlerinde Yaptığı Konuşmalar<br />
BİRLİK CEMİNDE YAPILAN KONUŞMA<br />
Cem’in Manası Gönül Birliğini Sağlamaktır<br />
Hoş geldiniz dostlar,<br />
Bugünkü Cem, gelecekteki birliğimize hizmet etmek, Alevi-Bektaşi inancında olan<br />
insan la rı m ızın dağınıklığının giderilerek biraraya gelmesi amacıyla yapılmıştır. Birliğe<br />
hizmet etmek amacıyla yapılmıştır. Bunun dışında herhangi bir amacımız yoktur.<br />
Hepinizin bildiği gibi Cem’in manası gönül birliğini sağlamak ve Hakk’ın huzuruna<br />
çıkmaktır. Gönül birliğinin sağlanması bu ortamda ne derecede mümkün olur, bu tartışılabilir,<br />
ama amaç gönül birliğini sağlamaktır.<br />
Bu sembolik bir Cem olacak, öğretici bir Cem olacak. Ben Hacı Bektaş Dergâhının<br />
tarihsel işlevi üzerinde konuşmak istiyorum. Horasan Pirleri ve Rum Erenleri, Hacı Bektaş<br />
Veli’nin etrafında toplandılar ve ona biat ettiler, eyvallah dediler ona. Böylece ocaklar<br />
kuruldu ve Alevi-Bektaşiliğin piramit yapısı o şekilde oluş turuldu: Başta Hacı Bektaş Veli<br />
Dergâhı, etrafında ocaklar, onun etrafında talipleri, yani Dedeler.<br />
Dede ocakları tarih boyunca talipleri yuğup yıkadılar ve Hacı Bektaş Dergâhı da Dedeleri<br />
ve görev yapanları yuğup yıkadı. Bu uzun süre, aşağı yukarı ikiyüz-ikiyüz elli yıl<br />
böyle devam etti. Tarihimizi incelediğimizde herhangi bir aksama olmadığını görüyoruz.<br />
Fakat ikiyüz, ikiyüz elli sene sonra çok önemli bir olay görüyoruz. Bu olay da Kalender<br />
Çelebi İsyanı’dır.<br />
Kalender Çelebi İsyanı üzerine bugüne kadar çok az yazı yazıldı, çok az inceleme yapıldı.<br />
Bu olayı, Alevi-Bektaşi tarihindeki parçalanmanın başlangıcı olarak kabul ediyoruz.<br />
Kalender Çelebi İsyanı’nı bazı tarihçiler dini bir isyan olarak görür, bazı tarihçiler de ekonomik<br />
bir isyan olarak görür. Fakat ağırlık ekonomik bir isyandan yanadır. Neden? Çünkü<br />
Kalender Çelebi’nin yanında sipahiler de vardı.<br />
İsyan hepinizin bildiği gibi Kalender Çelebi’nin öldürülmesiyle sonuçlanır, ama esas<br />
sonuç Kalender Çelebi’nin ölümünden sonraki olaylardır. Kalender Çelebi’nin ölümünden<br />
aşağı yukarı 24 yıl sonra, Hacı Bektaş Dergâhı’na bir postnişin atanır: “Sersem Ali Baba.”<br />
İlk defa Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na, onun dergâhından, ocağından, sülalesinden olmayan,<br />
dışarıdan bir postnişin ata nır. Ve böylece Alevi-Bektaşi toplumu ikiye bölünmüş olur.<br />
Tabii bu arada baskılar da devam eder. Yavuz’un Mısır’dan getirdiği Emevi görüşünde<br />
olan sözüm ona ilim adamları, din adamları Osmanlı’ya hâkim olur ve baskı uygulamaya<br />
başlanır. Kan akmaya başlar. Kıpırdayacak hal bırakmazlar bizde ve dağ başına, dere içine<br />
göçeriz. Parçalanma ikiyle kalmaz, dergâhtan uzak olan bir takım ocaklar da “Sersem Ali<br />
Baba”nın iddiasını, yani Hacı Bektaş Veli’nin mücerret olduğu düşüncesini benimserler.<br />
Böylece kendi ocaklarını öne çıkartmak isterler. Bunun için Dergâh’a bağlı olan Alevi-<br />
Bektaşi toplumu şöyle bir deyim kullanır: “Yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi<br />
murtaddır.”<br />
Olay bununla bitmez, tarih süresince zaman zaman Osmanlı’yla aramız iyi olur, fakat<br />
hiçbir zaman güven olmaz.<br />
“Suçsuz Yere Ahalinin Kanını Dökenlere Lanet Ediyoruz”<br />
En önemli olaylardan biri de 1826’da Yeniçeri’lerin kaldırılması sırasında yaşanır. O dönemde<br />
postnişin olan Hamdullah Çelebi, yeniçeriler üzerinde hiçbir yaptırım gücü yokken,<br />
Kırşehir’de kurulan bir şeriat mahkemesinde yargılanır. On gün boyunca idamla yargılanır.<br />
Hergün idam olacağını bilerek, fakat hiçbir zaman gerçekten uzaklaşmayarak, gerçekleri<br />
mahkeme heyetine bildirir.<br />
Buradan size orada geçen sadece bir olayı aktarmak istiyorum. Şeriat mahkemesinde<br />
kadı şöyle soruyor:<br />
“Şeyh Efendi doğru söyle vakfınızın bulunduğu dergâhta, mensuplarınızın toplantılarında<br />
kim lere lanet ediyorsunuz? Muaviye ve Yezide lanet ediyor musunuz?”<br />
Cevap:<br />
“Kadı Efendim Hazretleri, suçsuz yere ahalinin kanını dökenlere lanet ediyoruz; Yezidin<br />
yaptığı o şenaati tensip eden, hafife alan, beğenenlere de lanet ediyoruz.”<br />
Yani o zamanki mahkeme heyetine de lanet ediyor. Kadı soruyor yine:<br />
“Şeyh Efendi, Allah tövbe edenin günahını affeder. Siz büyük bir günaha giriyorsunuz.<br />
Yezid ve Muaviye ölmeden tövbe etmiştir. Allah onları affetmiştir. Var mı diyeceğin?”<br />
Cevap:<br />
“Allah, Hazreti Hüseyin’in katlinden dolayı yine de Yezid ve Muaviye’yi affederse onlara<br />
lanet ettiğimizden dolayı bizleri de kolaca affeder.”<br />
Ailemizin En Büyüğü Muharrem Sefa Ulusoy ile<br />
Hizmeti Elele Tutuşup Götürmeye Karar Verdik<br />
Dostlar, daha fazla zamanınız almak istemiyorum, ancak bir noktayı daha belirtmek<br />
istiyorum.Ailemizin en büyüğü Muharrem Sefa Ulusoy sağlık nedenlerinden dolayı aramızda<br />
bulunamadığı için sizlere selam ve sevgilerini iletti benim kanalımla. Ve şöyle bir<br />
karara da vardık: Karşılıklı deneyimlerimizin sonucu olarak bu hizmeti elele tutuşup götürmeye<br />
karar verdik.<br />
Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum, sağolun.<br />
FUZULİ<br />
Su Kasidesi<br />
Günümüz Türkçesiyle<br />
Saçma ey göz aşktan gönlümdeki ateşe su<br />
Çare olmazsa bu kadar tutuşmuş ateşe su<br />
Dönen gök kubbe su rengi midir bilmem<br />
Yoksa gök kubbeyi mi kapladı gözümden akan su<br />
Keskin bakışlarının zevkiyle gönlüm parça parça<br />
Nasıl akarken duvarda yarıklar açarsa su<br />
Yaralı gönül kirpiklerinin sözünü korkarak söyler<br />
Nasıl yarası olan ihtiyatla içerse su<br />
Bahçıvan yorulmasın, suyu koyversin gül bahçesine<br />
Yüzün gibi gül açılmaz bin gül bahçesine verse su<br />
İnce yazısını, yüzündeki tüylere benzetemez<br />
Ak kâğıda bakmaktan hattatın gözlerine inse kara su<br />
Yanağını anarak kirpiklerim ıslansa ne olur<br />
Boşa gitmez gül olsun dileğiyle dikene verilen su<br />
Gamlı günde hasta gönlümden bakışını esirgeme<br />
Hayırdır vermek karanlık gecede hastaya su<br />
Gönül, ayrılıkta ok kirpiklerini iste, hasretimi yatıştır<br />
Susuzum bu kez de çölde benim için ara su<br />
Sofular Kevser ister, ben dudaklarını özlüyorum<br />
Sarhoşa şarap içmek hoş gelir, aklı başında olana su<br />
Durmandan senin cennet bahçene doğru akar<br />
Âşık olmuş galiba o hoş salınışlı serviye su<br />
Toprak set olup o yere giden suyolunu tutmalıyım<br />
Çünkü rakibimdir, bırakmam gitsin o yere su<br />
Dostlar, dudaklarını öpme arzusuyla ölürsem<br />
Toprağımdan kâse yapın, onunla sunun yare su<br />
Servi kumrunun niyazına dikbaşlılık eder<br />
Ta ki eteğini tutup, ayağına düşüp, yalvara su<br />
Gül hile ile bülbülün kanını içmek ister<br />
Ta ki gül budağından içine işleyerek kurtara su<br />
Dünya halkına temiz ruhunu göstermiş<br />
Ahmed-i Muhtar yoluna uymuş su<br />
Seçme incilerin denizi, insan cinsinin efendisi<br />
Serpti kötülerin ateşine mucizelerini sanki su<br />
Gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için<br />
Mucizeyle katı taştan çıkarmıştır su<br />
Mucizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir denizmiş<br />
Ondan binlerce ateşe tapan kâfirlere yetişmiş su<br />
Kim işitse hayret ile parmağını ısırır<br />
Şiddet günü parmağından verdiğini Ensâr’a su<br />
Dostu yılan zehri içse olur yaşam suyu<br />
Hasmı su içse elbette döner yılan zehrine su<br />
Her damlasından bin rahmet denizi dalgalanır<br />
El uzatıp gül yüzüne vurunca sıçrayan su<br />
Ayağını bastığın toprağa ulaşmak arzusuyla<br />
Başını taştan taşa vurarak başıboş gezer su<br />
Her damlası dergâhının toprağına ışık salmak ister<br />
Parça parça da olsa vazgeçmez o dergâhtan su<br />
Hatalı insanlar seni kutsamayı derdine derman bilir<br />
Sarhoş baş ağrısını gidermek için nasıl içerse su<br />
Ey Allah’ın sevgilisi, insanların hayırlısı, özledim<br />
Dudağı kurumuşlar nasıl yanıp dilerse susuzlara su<br />
Sen o keramet denizisin ki Mi’râc gecesinde<br />
Feyzinin çiyleri yıldız ve gezegenlere ulaştırmış su<br />
Güneş çeşmesinden daima güzel su iner<br />
Kabrini tamir eden mimara lazım olsa su<br />
Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış<br />
Var ümidim ihsan bulutun serper o ateşe su<br />
Seni övmenin bereketiyle Fuzûlî’nin sözleri<br />
Nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen damla su<br />
Kıyamet günü gaflet uykusundan uyanan<br />
Hasret aşkından döktüğü zaman uyanık gönle su<br />
Umudum o ki mahşer günü mahrum kalmayayım<br />
Vuslat çeşmen vere benim seni arzulayan gönlüme su<br />
Ekim-Kasım 2006 15
SERÇEÞME<br />
HACI BEKTAŞ VELİ KÜLTÜR DERNEĞİ GAZİANTEP ŞUBESİ’NİN 3 ARALIK PAZAR GÜNÜ SERÇEŞME DERG<br />
Bugünkü Durum ve Siyasallaşma<br />
Veliyettin Ulusoy<br />
Dostlar merhaba, hoş geldiniz,<br />
Bu geceyi düzenleyen, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Gaziantep Şubesine, Serçeşme<br />
dergisine, İstanbul ve Ankara’dan gelerek bu güzel katkılarda bulunan sanatçılarımıza ve<br />
özellikle katkıda bulunduğunuz için sizlere teşekkürlerimi arz ediyorum.<br />
Dostlar,<br />
Son günlerde Alevi-Bektaşi örgütleri temsilcileri siyasi arenaya inme konusunda düşüncelerini<br />
belirtiyorlar.<br />
Türkiye’de yaşayan Alevi-Bektaşi toplumu varlığını kanıtlama ve haklarını elde etme kavgası<br />
yüz yıllardır hep olmuştur; zamanımıza kadar da hep süregelmiştir. Kavga yalnızca Anadolu’da<br />
yaşayan Alevilerle sinirli kalmamıştır. İslamiyet’in doğuşundan itibaren, özellikle de Hz. Peygamberin<br />
vefatından sonra, önce Anadolu’nun dışında başlamış, yüz yıllar boyu da türlü evrelerden<br />
geçmiştir. Osmanlı padişahlarından Yavuz Selim’in İslam Halifeliği’ni eline geçirmesinden sonra,<br />
Alevilerin varlıklarını koruma ve var olduklarını, bir takım haklarının bulunduğunu kanıtlama<br />
kavgası Anadolu’da başlamıştır.<br />
Ne var ki tüm bu çabalar, çoğu kez beklenilen ya da istenilen sonuçlara ulaşmamıştır. Hz.<br />
Ali’nin şahadeti ile kurulan Emevi saltanatı ve bu saltanatın yıkılması ile kurulan Abbasi yönetimi<br />
boyunca, Alevi kesim daima takip altında, daima baskı içinde tutulmuştur. Osmanlı döneminde<br />
de durum bundan pek farklı olmamıştır. Ayni zamanda bir İslam Halifesi olan Osmanlı padişahları,<br />
özellikle, Şii inanca sahip İran devleti ile her zaman hasım durumda olmuşlardır. Bu sebeple<br />
de Anadolu Alevilerine daima şiddet ve baskı uygulanmıştır. Bu şiddet ve baskı ise, haklı olarak<br />
zaman zaman karşı tepkilerin doğmasına sebep olmuştur.<br />
Çok partili demokratik devlet yönetimlerinin bulunmadığı dönemlerde, şiddet ve baskılara karşı<br />
ortaya çıkan tepkiler, ancak halk ayaklanması biçiminde gerçekleştiriliyordu. Emevilere karşı<br />
Hz. Hüseyin’in direnişi, Osmanlı Padişahı Kanuni Süleyman’a karşı Kalender Çelebi’nin ayaklanması,<br />
Pir Sultan’ın, Şah Kulu’nun yaptığı hareketler ve benzerleri bu karşı tepkilerin hep birer<br />
sonucudurlar.<br />
Çok partili demokratik devlet yönetimlerinde inanç, düşünce ve amaç mücadeleleri, siyasal<br />
partiler aracılığıyla ya da türlü adlar altında kurulmuş dernekler, vakıflar ve sendikalar gibi yasal<br />
örgütler kanalı ile yapılmaktadır.<br />
Hangi türden olursa olsun, şiddet ve baskılara karşı gösterilen tepkilerin başarıları, ancak ve<br />
ancak çok iyi bir planlamaya, çok sağlam bir biçimde kurulmuş altyapıya, gerçekçi ölçülerle varlığı<br />
saptanmış temel dayanaklara, yani potansiyel destek gücün varlığına ve güvenilirliğine bağlıdır.<br />
Tarih iyi incelenirse, Hz. Hüseyin’in, Kalender Çelebi’nin, hak aramak, hakkını korumak ve<br />
hakkını almak ya da inançları, düşünceleri sebebiyle maruz kaldığı şiddeti ve baskıyı kaldırmak<br />
üzere başlatılmış tüm ayaklanmaların genellikle başarısızlığa uğramış olmalarının temelinde hep<br />
şu gerçeklerin yattığı görülür:<br />
• Başlangıçta iyi bir planlama yapmamış olmak;<br />
• Gerekli altyapıyı önceden yeterince hazırlayamamak;<br />
• Potansiyel destek gücü gerçekçi ölçüler içinde saptayamamak.<br />
Hz. Hüseyin, Kalender Çelebi ve diğerleri özellikte potansiyel destek gücün güvenilirliğini<br />
önceden gerçekçi bir biçimde saptayamamış olduklarından, savaş anında ihanete ve kalleşliğe uğramışlar,<br />
sonuç olarak da yalnız kalarak yenilgiden kurtulamamışlardır.<br />
Altmışlı yıllarda kurulan Birlik Partisi’nin kısa bir süre içinde dağılıp yok olması da biraz önce<br />
saydığımız bu üç temel şartın parti kurulurken yerine getirilmeden, alelacele partileşmek hevesinin<br />
ve aceleciliğinin sonucundan başka bir şey değildir. Diğer dedikodular bence ikinci, üçüncü<br />
planda kalır.<br />
1963 yılında, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın müze olarak yeniden açılmasına paralel olarak<br />
ku rulmuş bulunan “Hacı Bektaş Kültür ve Tanıtma” derneklerine başlangıçta görülen o kitlesel<br />
katılımların ve bu derneklerce yapılan o coşkulu faaliyetlerin kısa sürede parlayıp sönmesi de yine<br />
plansızlığa, yine altyapının yeterince hazırlanmamış olmasına, yine potansiyel destek güçlerin<br />
gerçeklerin ışığı altında saptanıp, organize edilmemesine dayanır.<br />
Derneklerin o zamanki başarısızlıklarında ayrıca, bu derneklere üye olanlardan bazılarının,<br />
dernek yönetim kurullarında görevler üstlenenlerden yine bazılarının, dernekleri siyasal, politik<br />
ya da bir başka iş alanında kişisel çıkarları için bir basamak yapmak istemeleri, yani dernek faaliyetlerinde<br />
kişisel çıkar hesapları yapmaları hayli önemli rol oynamıştır.<br />
Günümüzün Alevi-Bektaşi kamuoyunda şimdi yeni bir arayışın gün ışığına çıkmış bulunduğu<br />
görülüyor. Mademki yurt çapında 15-20 milyon, hatta belki daha fazla sayıda bir Alevi-Bektaşi<br />
toplumu mevcuttur; bu, milletvekili ve yerel yönetim seçimlerinde hatırı sayılır bir oy potansiyelidir;<br />
o halde kendi varlığımızı ve kendi gücümüzü kanıtlamamız gerekmez mi? Bunun zamanı<br />
gelmedi mi? Hele de Atatürk’ün kurmuş bulunduğu demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti, aşırı<br />
dinci akımların iktidara yürüyüşlerinin tehdidi altında iken!. Hele de Atatürk’ün demokratik ve<br />
laik cumhuriyetinin özüne, ruhuna en saygılı, en çok sahip çıkan çevrelerin başında Alevi-Bektaşi<br />
toplumu varken!<br />
Simdi tartışılan şudur: Alevi-Bektaşi toplumu artık partileşerek, siyasal partiler arasında yerini<br />
alsın mı? Ya da programını, ilkelerini, yönünü, kendi ilkelerine en yakın bulduğu bir siyasal<br />
par tiyi destekleyerek, o partinin çeşitli kademelerinde görevler üstlenmek suretiyle, Alevi-Bektaşi<br />
top lumunun beklentilerini bu yoldan mı gerçekleştirmeyi denesin?<br />
Bir başka seçenek ise dernekler ve vakıflar kanalı ile güçlü bir biçimde örgütlenmeye devam<br />
edip, en kısa sürede federatif bir çatı altında toparlanarak, bir tür baskı gurubu oluşturmaktır. Bu<br />
kısmen gerçekleşmiş, ancak henüz birlik sağlanamamıştır.<br />
16 Sayı 24
SERÇESME SERÇEÞME<br />
İSİ YARARINA DÜZENLEDİĞİ KONSERDE HACI BEKTAŞ VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİN YAPTIĞI KONUŞMA<br />
Acaba diye düşünüyorum, bu yollar ile iktidar partilerine, Alevi-Bektaşi toplumunun yurt çapında<br />
etkili bir güce sahip bulunduğu; iyi bir oy potansiyeli olduğu gösterilerek, bugüne dek kaybolan,<br />
verilmeye yanaşılmayan birçok haklar daha kolaylıkla elde edilebilir mi?<br />
Bugün için en önemli mesele, bu seçeneklerden hangisinin en verimli olarak gerçekleştirilebilir<br />
olduğudur. Hangisi ele alınırsa alınsın; asla aceleye getirilmeden çok ayrıntılı, çok gerçekçi,<br />
heyecanlı davranışa yer vermeden konunun araştırılması, fizibilitesinin [gerçekleştirilebilirlik<br />
araştırmasının-Serçeşme] çok iyi yapılması ve gerçekçilikten asla ayrılmaması gerekir diye düşünüyorum.<br />
Şimdi de bu seçenekleri kısaca ele alıp, üzer lerinde biraz akıl yürütelim.<br />
Önce parti konusundan başlayalım. Bu ko nuyu ele alırken Birlik Partisi örneğini her zaman<br />
göz önünde tutmanın yararı vardır. Şu anda yurdumuzdaki gerçek durum şudur: Köyler, kasabalar<br />
boşalıyor, Ankara, İstanbul, İzmir ve benzeri büyük şehirler doluyor. Yurt çapındaki Alevi-Bektaşi<br />
nüfusunda büyük kaymalar olmuştur.<br />
Bir partinin ayakta kalıp, varlık gösterebilmesi için yurt çapında desteğe ihtiyacı vardır. Göçlerle<br />
dağılan Alevi-Bektaşi toplumuna ait oylar acaba kurulacak bir partiyi ayakta tutmaya yetecek<br />
mi?<br />
Birlik Partisi’nin katıldığı seçimlerde çıkartmış bulunduğu milletvekili sayısı, hatırlanacağı<br />
üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir grup kurulmasına bile kâfi gelmemişti.<br />
Ayrıca bir siyasal partinin politika alanında varlık gösterebilmesi ve seçmenlerine güven verebilmesi<br />
için büyük maddi olanaklara da sahip bulunması gerekir. Sağ partiler bunu başarmıştır.<br />
Acaba, şeriatçı kesim gibi Alevi-Bektaşi toplumu da özveriyle, heyecanla aynı desteği kendi partisine<br />
verebilecek midir?<br />
Gerçekleri orta yere dökmekte büyük yarar var. Ne yazık ki, bugün derneklere üye bulunan<br />
pek çok kişi, dernek aidatını bile bin türlü naz ile ya kısmen ödemekte ya da hiç ödememektedir.<br />
Sayın Başkan ile biraz önce konuştuk: Sekiz yıldan beri bu binanın aynı şekilde kaldığını, üst<br />
katlarını çıkamadıklarını üzülerek bildirdi. Buralar hepinizin, hepimizin malı. Buraya el atmanız<br />
lazım, hep beraber el atmamız lazım diye düşünüyorum.<br />
Çok az sayıdaki gazete ve dergilerimiz birkaç kişinin özverisi ile yaşamlarını çok zor şartlar<br />
altında sürdürmeye çalışmaktadırlar.<br />
Bunlardan birisi, demin bahsedildi, Serçeşme dergisi de gene aynı durumda. Birkaç kişinin<br />
öz ve risi ile ayakta durmaya çalışıyor. Bu gece, onu destekleme gecesidir biliyorsunuz. Bu dergiler<br />
bizim toplumumuzun dışarıya açılan penceresidir. Dertlerimizi, kültürümüzü anlattığımız, inançlarımızdan<br />
söz ettiğimiz dergilerdir. Bunları yaşatmamız lazım. Sağ kesim bunu çok iyi beceriyor,<br />
fakat ne yazık ki biz bunu beceremiyoruz. Dönelim esas konuya.<br />
Partiler elbette derneklerle ölçülmeyecek kadar çok maddi desteğe ihtiyaç duyar. Diğer taraftan,<br />
bu partiyi Alevi-Bektaşi kesim dışında kaç kişi destekler ve benimser?<br />
Bir başka önemli husus da şudur: Bugün aramızda Alevi-Bektaşiliği türlü türlü yorumlayan,<br />
karşı düşüncede olanları kıyasıya eleştiren gruplar da vardır. Bu görüşleri, bu yorumları asgari<br />
müş tereklerde buluşturmadan bir parti kurulduğunda, hiziplerin oluşması, bu hiziplerin karşılıklı<br />
mü cadeleleri sonunda da partinin parçalanıp bölünmesi nasıl önlenecektir?<br />
Diğer önemli bir konu da böyle bir partinin kurulması, inandığımız ve savunduğumuz laiklik<br />
ilkelerine ters düşmez mi? Bugün Sünni demokrat kesimin, özellikle aydınların Alevi-Bektaşilere<br />
sempatiyle baktığı, düşüncelerimizi desteklediği bir gerçektir. Böyle bir parti kurulduğunda ayni<br />
desteği bu kesimden alabilecek miyiz?<br />
İşte tüm bu kuşkularla, kurulacak bir partinin çok ayrıntılı, çok titiz ön çalışmalardan sonra<br />
düşünülmesi gerekeceğine inanıyorum.<br />
Alevi-Bektaşi kuruluşlarının ve inanç gruplarının asgari müşterekte birleşerek birbirlerini kucaklamaları,<br />
tek bir çatı altında organize olmaları ve baskı grubu oluşturmaları ilk bakışta en çıkar<br />
yol olarak görünüyor.<br />
Bu konuda en önemli olan husus şudur: Dernekleri ve vakıfları yönetenler, bölgesel, kişisel ve<br />
derneksel kaygıları bir yana bırakabilirlerse; yalnız ve yalnız Alevi-Bektaşi toplumun genel beklentilerini<br />
düşünerek, tam bir özveri ile işe sımsıkı sarılırlarsa çok güzel şeylerin yapılması, güzel<br />
sonuçlara ulaşılması hiç de zor olmayacaktır.<br />
Tüm bunlar, bu çalışmalar ve organizasyonlar yapılmadan, yani iyi bir altyapı oluşturulmadan;<br />
bugün için tartışılmakta olan, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun varlığını sürdürüp sürdürmemesi,<br />
Alevi-Bektaşi toplumun da bu kurumda temsil edilip edilmemesi üzerinde düşünceler<br />
üretilmesi, bence sağlıklı herhangi bir sonuca varılmasını pek mümkün kılmayacaktır. Zira bizim<br />
öncelikle neye, niçin ve nasıl inandığımız konusunda, tarihsel ve geleneksel gerçekleri göz ardı<br />
etmeden, asgari müştereklerde buluşmaya çok ihtiyacımız vardır.<br />
Bir toplumda, o toplumun varlık sebepleri konusunda, o toplumun temel dayanakları hakkında<br />
bir kavram kargaşası varsa ya da kargaşa –şu ya da bu sebeple– yaratılmışsa kim neyi savunacaktır,<br />
o şeyi nasıl savunacaktır?<br />
Bu hususların ele alınarak üzerlerinde uzun uzun düşünülmesi gerekecektir her halde...<br />
Saygılar sunuyorum beni dinlediğiniz için.<br />
Niyaz edip yerine oturmak üzere sahneden inmekte olan Sn. Ulusoy,<br />
mikrofona geri dönerek konuşmasına şunları ekledi:<br />
Dostlar,<br />
Bu konuşmamdan zannetmeyin ki ben siyasete gireceğim ya da böyle bir amacım var.<br />
Şunu özellikle söyleyeyim: Ben, inanç işleriyle uğraşan dedelerin siyasete girmesine çok karşıyım.<br />
Ve özellikle ben de siyasete girmeyeceğim. Öyle bir niyetim yok. Anlamam da o işten.<br />
Bu konuşmalarımdan böyle bir sonucu lütfen çıkartmayın. Sadece ben gerçekleri ortaya duyurmaya<br />
çalıştım.<br />
Tekrar teşekkür ediyorum.<br />
İnanç işleriyle uğraşan dedelerin<br />
siyasete girmesine çok karşıyım.<br />
Ve özellikle ben de siyasete<br />
girmeyeceğim<br />
•<br />
Bizim öncelikle<br />
neye, niçin ve nasıl<br />
inandığımız konusunda,<br />
tarihsel ve geleneksel gerçekleri<br />
göz ardı etmeden,<br />
asgari müştereklerde buluşmaya<br />
çok ihtiyacımız var<br />
•<br />
Ekim-Kasım 2006 17
SERÇEÞME<br />
KARANLIĞIN İÇİNDE YANAN BİR MUM, ORANIN GÜNEŞİDİR<br />
Toplumsal Birliğimiz - Bölüm: II<br />
Hüseyin Sinan Ulusoy<br />
Anadolu insanı, 1990’lı yılların başında, şehirlerde örgütlenme<br />
çabası içine girmeye başlamıştır. Bu örgütlenme<br />
biçimi daha öncelerinden farklı olarak dinsel ihtiyaçlarını<br />
gidermeye yönelik olmuştur. Bunun şekli ise sivil toplum<br />
örgütleri olan dernekleşme ile olmuştur. Çünkü toplum<br />
siyasi akımların etkisini yitirdiği ve siyasi baskıdan kurtulduğu bir dönemdir.<br />
Artık gerçek ihtiyaçların giderilmesine sıra gelmiştir.<br />
Dernekleşme ile başlayan örgütlenme, insanlarımızın şehir toplu muna<br />
uyum sağlama girişimleriydi. Aradıkları ise “Biz geçmişte ne idik,<br />
burada neyiz?” sorusuna yanıttı. 1970’li, 1980’li yıllarda şehirlerde<br />
yaşa nan olaylar insanları örgütlenmeye itmiştir. Önceleri küçük mahalle<br />
aralarında oluşan birlikler, sonraları kendi imkânları ile büyümüş<br />
der neklere, federasyonlara dönüşmüştür. Ama bu durum rahatlamayla<br />
birlikte sorunları da getirmiştir.<br />
En büyük sıkıntı; halen tam olarak birlik kurulamamış olmasıydı.<br />
Birliğin sağlanamamış olması, lidersizlikten kaynaklanmaktaydı. Her<br />
yörenin insanı şehirde kendi yöresinin liderini başta görmek istemekteydi.<br />
Bir nevi liderler karmaşasıydı. “Aslanın olmadığı yerde tilkilerin<br />
kendini kral sanması” gibiydi.<br />
Toplum liderini aramakta kendine baş olacak kişiyi bulamamaktadır.<br />
Yönetim bilimi, liderlik ile yöneticiliği birbirinden ayırır. Lider kişiliğiyle,<br />
duruşuyla, toplumun önünden giden, toplumu istediği yöne çeviren<br />
kişidir. Yönetici ise, toplumun isteklerini yerine getiren, toplumun<br />
ihtiyaçları doğrultusunda hareket edendir. Yani toplum ona yön verir.<br />
Herkes yönetici olabilir ama herkes lider olamaz. Yönetici seçilebilir,<br />
bir süre görev yapar, yönetebilir. Lider, işin sonuna kadar (ya da kendi<br />
sonuna kadar) başta kalır. Toplumu hep ileriye geleceğe taşır. Atatürk:<br />
“Yalnızca ufku görmek yetmez, ufkunda ötesini görmek gerekir.” Sözü<br />
ile lideri tarif etmiştir.<br />
Alevi-Bektaşi toplumunda liderlik toplumun yapısı gereği farklı ve<br />
çok zordur. Çünkü toplum yüzyıllardır getirdiği değerler gereği liderine<br />
farklı anlamlar yüklemiştir. Liderinde velayet makamını arar. Bu makamın<br />
asıl sahiplerinin (İmam Ali, İmam Hüseyin, Hacı Bektaş Veli)<br />
özelliklerini arar. Lider olacak kişi çok ince bir sorgudan geçer. Liderin<br />
uyandıracağı en ufak şüphe, soru işareti onu sade bir yöneticiye dönüştürüverir.<br />
Bu nedenle lider özelliklerini her yerde göstermek durumundadır.<br />
Ayrıca toplum töreleri gereği kabullenici değil, sorgulayıcıdır.<br />
(Miraç; Kırklar makamında Hz. Muhammed’in sorgulanması) Her fert<br />
kendi kafasındaki soruların, sorunların yanıtını liderinde arar. Lider, karşılaştığı<br />
her fert tarafından ömrü boyunca sorgulanır. Lider için; Alevi-<br />
Bektaşi toplumunun önünde gitmekte, arkasında kalmakta zordur. Önde<br />
gidersen hep önde olacaksın, yoksa seni ezip geçerler. Arkada kalırsan<br />
tutup seni sürüklerler. Toplum yeniliğe açık, kendini geliştiren ilerleyen<br />
özellik taşır öyle lider ister. Kafasını hep ileriye dönmüştür. Hiçbir zaman<br />
boyun eğici, kabullenici olmamıştır.<br />
1990’lı yılların şehirlerinde örgütlenen toplum yavaş yavaş da olsa<br />
geleneklerini yerine getirmeye başlamıştır. Toplum bu açlığını gi der -<br />
mektedir. İlerlemeyi ve gelişmeyi hedef almış olan Alevi-Bektaşi toplumu<br />
için yeterli kelimesi yetmemiştir. Hep daha iyiye, daha ileriye<br />
demiştir. Bu istek, bu arayış, yolun kurucusu tarafından iki kelime ile<br />
özetlenmiştir. “Ara Bul!”<br />
Arayış, şehirlerde dernekleşerek örgütlenen toplumun örgütlerin başın<br />
daki yöneticileri zorlaması, sıkıştırması ile yeni açılımlar yaratmıştır.<br />
Örgüt yöneticileri sorunların ortak kısımlarını paylaşmış, örgütlerin birliğini<br />
doğurmuştur. Dernekler federasyonlara dönüşmüştür.<br />
Karışık şehir toplumu, bulundukları mahallelere farklı bölgelerden,<br />
köylerden geldiğini belirtmiştik. Doğal olarak her yöre kendi kültürünü<br />
yaşam biçimini yaşatmak isteyecektir. Hatta önde olmayı, kendi düşüncesinin<br />
doğruluğunu ispatlamaya çalışacaktır. Bunun için; en iyi benim<br />
yolum en doğru benimki diyecektir. Sayıca ya da farklı bir biçimde üstün<br />
gelmeye çalışacaktır. Kısaca bulunduğu örgüte kendi benliğini kabul ettirmeye<br />
çalışacaktır. Bu yaşatma çabasının içinde toplumun eski örgütünün<br />
daha doğrusu asıl örgütünün bozulmuş yapısının da etkisi vardır.<br />
Ocaklar dergâhlar benim ocağım yürüsün benim ocağım üstündür çabasını<br />
burada da sürdürmektedir. Ama bu, doğrunun, gerçeğin tekliği<br />
kuralını değiştirmeyecektir.<br />
Ocakların kurcu liderleri Hoca Ahmet Yesevi okullarında yetişen<br />
erenler olduğunu bu kişilere “Horasan Erenleri” dendiğini söylemiştik.<br />
Horasan erenleri hem soy hem de yol olarak İmam Ali’ye bağlı olduklarını<br />
bilmekteyiz. Soy olarak silsilelerine (şecerelerine) bakacak olursak<br />
bazı ocakların diğerlerine göre İmam Ali’ye soyca daha yakın olduğunu<br />
görürüz. Ama liderlik bu yakın ocaklara verilmemiştir. Horasan ve<br />
Anadolu’ya gelen Rum erenlerinin liderliği şecere bakımından bazılarına<br />
göre daha uzak olan, ama liderlik özellikleri bakımından daha uygun<br />
olan Hacı Bektaş Veli’ye verilmiştir. O erenlerin başı “Serçeşme”<br />
olmuştur.<br />
Hacı Bektaş Veli yaptığı liderlik, birleştiricilik, mürşitlik ile “Hünkâr”<br />
sıfatını; taşıdığı velayet makamı ile “Veli”lik sıfatını almıştır. Bu nedenle<br />
tüm erenler ona biat etmiş bağlanmıştır. Hırka ve post ona verilmiştir.<br />
XIII. yüzyılda kurulan bu birlik ve düzen iki ya da üç yüzyıl kadar<br />
sürmüştür. Bu süreçte toplum gelişimini sürdürmüş. Örgütün yapısı<br />
oturmuştur. Anadolu, Balkanlar, Mısır, Horasan bölgelerine kadar yayılmıştır.<br />
Toplum özünü bulmuş, gereksinimlerini bu örgütsel düzen ile<br />
gidermiştir. Yaşam biçimiyle inancıyla bu özün üzerinde şekli boyutunu<br />
geliştirmiştir. Vücuda elbise giydirmiştir. (on iki hizmet, cem töreni)<br />
böylece ibadeti yaşam biçimine uymuştur.<br />
XVI. yüzyıla kadar gelişen topluma çatı görevini üstlenen Osmanlı<br />
Devleti de bu gelişmeyle büyümüş sınırlarını Avrupa’ya, Afrika’ya,<br />
Asya’ya kadar genişletmiş. İmparatorluğa dönüşmüştür. Bu büyüme<br />
etrafındaki diğer devlet ve hükümdarları kıskandırmıştır. Bu devirde<br />
iki büyük Türk devletinin liderini (Yavuz Selim ile Şah İsmail) tamahkârlık<br />
hırs bürümüştür. Toprak kazanma ve hükümdarlık hırsı Anadolu<br />
insanına zarar vermiştir. Çıkar uğruna düzen bozulmuş, halkın üzerinde<br />
oyunlar oynanmıştır. Bu hükümdarlar, ne insanlara, ne topluma, ne<br />
de inanç biçimlerine saygı göstermemişlerdir. Her ikisi de bu değerlere<br />
zarar vermişlerdir. Bu ilk bozukluk ile Yavuz Selim hükümdarlığı altındaki<br />
Osmanlı topraklarındaki Alevi-Bektaşi toplumu kılıç zoruyla yok<br />
etmeye ya da değişime (asimilasyona) zorlanmıştır. Çünkü hükümdar<br />
bu toplumdan korkmuştur. Hükümdarlık için tehlike olarak görmüştür.<br />
Böylece Osmanlı Devletinin Temelini oluşturan değerler yıpratılmış.<br />
Devlet ile halk arasındaki bağ koparılmıştır. Hükümdar, devletinin temelini<br />
oluşturan halka sırtını dönmüştür. Osmanlı, bindiği dalı kes meye<br />
başlamıştır.<br />
Yavuz Selim’den sonra gelen hükümdarlarda aynı yolu sür dür müşlerdir.<br />
Nitekim Kanuni Sultan Süleyman zamanında Avrupa’ya dü zen lenen<br />
seferlere kaynak yaratmak için vergilerin artırılmasıyla zaten kıt lık<br />
ve açlık ile mücadele eden Anadolu İnsanı artık baş kaldırmış ayaklanmıştır.<br />
Ekonomik sıkıntı yüzünden çıkan bu ayaklanma tüm Anadolu’yu<br />
sarmıştır. Osmanlı tarihindeki en büyük ayaklanmalardan biri olmuştur.<br />
Alevi-Bektaşi toplumunun lideri olan Hacı Bektaş Veli postnişini Kalender<br />
Çelebi bu ayaklanmanın başında yer almak zorunda kalmıştır. (Birçok<br />
tarihçi bunu mezhep ayaklanması olarak tanımlayarak yanılmaktadır.)<br />
Bu ayaklanmanın bastırılmasından sonra Osmanlı Sultanı iyiden<br />
iyiye bu toplumdan korkmuş, hükümdarlık tedbirlerini yükseltmiştir.<br />
Başlangıçta kılıç ve zor ile yapılan asimilasyon hareketi, Kanuni Sultan<br />
Süleyman ile politikayla, hileyle, iftirayla (mum söndü) yürütülmüştür.<br />
Yapılan politika basit ama etkilidir.<br />
Böl ve Yönet<br />
O zamana kadar Serçeşme’den “El Ele, El Hakk’a” ilkesiyle yönetilen<br />
Alevi-Bektaşi toplumu (Mürşit-Dede-Rehber-Talip) ustaca sokulan nifak<br />
tohumu ile (Mücerretlik) toplumun başı bölünmüştür. Toplum bölünerek<br />
zayıflamış, başlangıçta kurulan birlik bozulmuştur.<br />
Alevi-Bektaşi toplumunun o zamana kadarki birliğini oluşturan temel<br />
öğelere, namusuna, liderine, Mürşitlik (Postnişinlik) makamına leke<br />
getirilmiş makam bölünmüştür. Bu bölünme başlangıçta tüm erenlerin<br />
bağlandığı Serçeşme’den kopmalar olmuştur. Bu durumdan yararlanan<br />
ocak liderlerinden bazıları bulundukları bölgeden itibaren ön plana kendilerini<br />
çıkarmaya başlamışlardır. Tepedeki birlik yerine, her ocak “Ben<br />
soyca İmam Ali’ye daha yakınım. Dolayısıyla ben daha üstünüm. Ben<br />
daha uluyum.” gibi benliğe girmişlerdir. Bu benlik toplumda bölünmeyi<br />
büyütmüştür. Tamah ve hırs yükselmiştir. Yolun ululuğu, üstünlüğü<br />
kalkmış birlik ve beraberlik kalmamıştır. Ama bu bozulma oyuna gelmeyen<br />
Serçeşme’ye bağlılığını sürdüren ocaklarda olmamış ya da çok<br />
sonraları (başka nedenlerle de olabilir) olmuştur.<br />
<br />
18 Sayı 24
SERÇESME SERÇEÞME<br />
Şikâyetname<br />
Hüseyin İlbey,<br />
15 Eylül 2006, İzmir<br />
Süleyman Demirel Üniversitesi<br />
İlahiyat Fakültesi<br />
tarafından düzenlenen ve<br />
28-30 Eylül 2005 tarihleri arasında<br />
Isparta’da yapılan<br />
I. ULUSLARARASI BEKTAŞİLİK VE<br />
ALEVİLİK SEMPOZYUMU’na<br />
sunulan bildirilerin tam metnini okumak<br />
isteyen okuyucularımız<br />
kitap olarak fakülteden alabilecekleri<br />
gibi, internet sitesinden de<br />
okuyabilir ya da indirebilirler:<br />
<br />
Ocaklar atalarının sözlerine karşı çıkmış,<br />
nefisleri üstün gelmiştir. Yöresel liderlikler ortaya<br />
çıkmıştır.<br />
Günümüz toplumu bunu ancak şehirleşme<br />
ile görebilmiştir. Çünkü köyünden çıkmış, farklı<br />
insanlarla karşılaşmıştır. Toplumumuz bu soruna<br />
çözüm ürettiği zaman birliğine tek rar kavuşacaktır.<br />
Kaostan çıkılacak, düze ne yeniden<br />
gelinecektir. Yöneticiler tek lider altında görev<br />
alacaklardır. Yaşadığımız z a m a n ın kaosu birliğimizin<br />
olmayışı, tek elden liderin olmayışıdır.<br />
Serçeşme’yi bulamayı şı m ızdır.<br />
Alevi-Bektaşi toplumu olarak, yüzyıllardır<br />
sürdürdüğümüz geleneklerimiz, yöreden yöreye<br />
şekli olarak farklı olsa da öz olarak tekdir.<br />
Önemli olan bu teklik etrafında birleşmektir.<br />
Bu teklik;<br />
• İmama Ali’ye duyulan sevgidir.<br />
• İmam Hüseyin yolundan gitmektir.<br />
• Üçler, Beşler, Yediler Kırklar’dır.<br />
• On iki hizmet, Cem Törenidir. (şekli farklı<br />
olsa da)<br />
• Örgütsel düzendir. (Mürşit-Dede-Rehber-<br />
Talip)<br />
• Dört Kapı Kırk Makam’dır.<br />
• Serçeşme’dir.<br />
Bölünüp parçalanan inançlar yok ol ma ya<br />
ya da kendi değerlerinden uzaklaşıp baş ka değerlerin<br />
etkisi altında kalmaya mah kûm durlar<br />
evrensel doğrularımızı yarınlara taşıyıp yok<br />
olmamak için yolumuzun temel ilkesi olan<br />
“Bir olmak, iri olmak ve diri olmak.” bizlerinde<br />
temel ilkesi olmalıdır.<br />
Bu birlikteliğin tek yolu da Serçeşme’dir •<br />
Serçeşme Dergisi’ne,<br />
Aşağıdaki yazımı,<br />
bütün yasal ve hukuksal sorumluluklar<br />
bana ait olmak üzere,<br />
yayımlamanızı dilerim…<br />
Serçeşme Dergisi’nin Şubat 2006, 19. sayısı ile Mart-Nisan 2006, 20. sayısında yayımlanan,<br />
“Kısas Kültürel Mirası Geliştirme Projesi”yle ilgili dosyanız için size teşekkür etmek istiyorum…<br />
Bu dosyanızı “ibretle ve hayretle okudum” dersem, yalan yazmış olurum… Çünkü içinde Cem<br />
Vakfı’nın olduğu, onların kotardığı hiçbir işe artık hayretle ve ibretle bakmıyorum. Sadece, içimde<br />
kabaran “hiddet ve lanet” duygularıyla bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Fakat hiddet,<br />
şiddet ve lanet inançlarıma, kişiliğime, dünya görüşüme uymayan, o nedenle de içimde barınamayan<br />
duygular. Sonuçta, sadece acınası hal ve gidişleri kalıyor ki, öyle bakıyorum kendilerine,<br />
karnelerine sıfırı basıyorum…<br />
Dosya olarak ele alıp işlediğiniz “Kısas Projesi”nin ne mene bir “üç kâğıt” fırıldağı olduğunu,<br />
dergiyi ve bu dosyayı okuyup izleyenler çok net şekilde anlamışlardır umudundayım.<br />
Daha öncesini bilmiyorum. 1950’lerde gerici Demokrat Parti’nin kuyruğuna takılan; daha<br />
sonra, başta Deniz, Yusuf ve Hüseyin olmak üzere, yurtsever binlerce gencimizi asarak, ite kurda<br />
katlettirerek yok eden; elleri kanlı, bütün aile efradıyla, yakın çevresiyle hırsızlık, yolsuzluk,<br />
hortumculuk batağında debelenen Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’ne yamanan; en sonunda<br />
da, beygir suratlı, hırsız, elleri kanlı Amerika’nın “bizim oğlanları”, 12 Eylül’ün faşist generallerinin<br />
kurduğu Milliyetçi Demokrat Parti’den milletvekili adayı olan Dede İzzettin Doğan’ın kurduğu<br />
Cem Vakfı, anlaşılan, Tansu Çiller’in eteklerini öperek devletten para koparma, Diyanet’in<br />
dev bütçesinden pay kapma; Kerbela’da katledilenlerin kesik başlarını, kanlı bedenlerini kefene<br />
sarıp yeniden pazarlama; Aleviliği bin yıllık doğru yolundan saptırarak İslamlaştırma, Alevileri<br />
has Müslüman’a dönüştürme, cemevlerini camiye çevirme melanetleri yetmemiş ki, şimdi de,<br />
Avrupa’dan proje adı altında koparacakları 300 bin Avro’yu ceplerine atmak için, Kısaslıları bölüp<br />
parçama, onların inançlarını, inanç ritüellerini, kültürlerini pazarlamaya kalkmışlar…<br />
Tam kendi geçmişlerine ve tıynetlerine uygun bir işe sıvanmışlar ki, Arapların Kureyş<br />
Kabilesi’nin her şeye muktedir “Yüce Allah’ı” müstahaklarını versin…<br />
Bu projeyi (anladıklarım yanlış değilse eğer) Cem Vakfı adına yürüten, aynı vakfın kuru cularından<br />
Doğan Bermek, Serçeşme’nin kendisiyle yaptığı söyleşide, sıvandığı işin doğruluğunu ve<br />
gerekliliğini savunurken, Türkiye çöngülünde ne kadar çam, gürgen meşe varsa tümünü devirip<br />
yere sermekte; bindiği çürük dalın çatırdadığını, 300 bin Avro paranın tehlikeye düştüğünü, kuş<br />
olup uçmakta olduğunu anladığından, işi küstahlığa, utanmazlığa, saygısızlığa, edepsizliğe kadar<br />
vardırmaktadır…<br />
Söyleşisinde, Serçeşme’nin 19. sayısında aynen şöyle konuşuyor: “Veliyettin Bey meselesine<br />
gelince, …”<br />
Anadolu Alevilerinin Kâbe’si olan bir mekândaki postta oturan insanı böyle, “falanca kişi<br />
meseline gelince…” gibi bir cümleyle anmak, utanmazlıktan, cahillikten öte, ham ervahlıktır, bu<br />
inancın sahiplerine ve Kâbelerine saygısızlıktır…<br />
Fakat saygısızlık ve ham ervahlık, bununla da kalmıyor, “beterin beteri var”ın zirvesine ulaşıyor:<br />
Kısaslıları kastederek, “Veliyettin Bey de malını iyi bildiği için, yani ortamı gayet iyi bildiği<br />
için bu tür spekülasyonlara izin vermiyor.”<br />
Bu sözlerin altından kalkmak, elbetteki öncelikle “Veliyettin Bey”in ve Kısaslıların görevidir…<br />
Ama ben, Veliyettin Efendi ve Kısaslılara,<br />
içimde kıvranıp duran soruyu sormak zorundayım:<br />
Kısas lılar sizin “malınız” mıdır, yani koyun<br />
sürünüz müdür, siz de onların “çobanı” mısınız?..<br />
Ayrıca Doğan Bermek’in sözünü ettiği, sizin de iyi<br />
bildiğinizi söylediği “ortam” da, yani Kısas da o<br />
sürünün ahırı, ağılı mıdır?..<br />
Bir gün canı sıkılan Padişah, İncili Çavuş’a,<br />
“İncili, bana öyle bir laf et ki, özrü kabahatinden<br />
büyük olsun… Ben de bu lafına güleyim, keyfi m<br />
yerine gelsin” der. Tam o sırada, padişah önde,<br />
İn ci li arkada bir merdiven çıkıyorlarmış… İncili,<br />
padişahın kıçına esaslı bir parmak atmış. Padişah,<br />
hışımla arkaya dönüp, “Sen ne yaptığını sanıyorsun<br />
bre gafi l!” diye kükremiş. İncili, hiç istifini bozmamış<br />
: “Bağışlayın Sultanım, sizi muhterem zevceniz<br />
sandım.”<br />
Elbette ki ben, Veliyettin Efendi’nin ve Kısas lıların<br />
avukatı değilim. Eminim ki, Veliyettin Efendi<br />
ve Kısaslılar, bu adama ve adına iş kotardığı Cem<br />
Vakfı’na haddini bildirecek, Kısas’ta kurdukları<br />
bü royu efendice kapatıp, kendilerine ve orada ça lışan<br />
elemanlarına Kısas’tan çıkış yolunu göste re ceklerdir…<br />
Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği<br />
Gaziantep Şubesi’nin 3 Aralık Pazar günü<br />
Serçeşme dergisi yararına düzenlediği konserden<br />
Ekim-Kasım 2006 19
SERÇEÞME<br />
KIZILBAŞ ALEVİLİKTE BEDEN (DON) DEĞİŞİMİ: HAKK’A YÜRÜME<br />
Hakk’a Yürüyen Can için Erkân – Bölüm: V<br />
Haşim Kutlu<br />
Üç ya da Yedinci Günde Rızalık Lokması<br />
Hakk’a yürüyen Can için üçüncü ve yedinci günlerin anlamını yukarıdaki<br />
başlıklarda açıkladık. Burada onları tekrar etmeyeceğiz. Şimdi<br />
sunmayı düşündüğümüz şey, Rızalık Lokması ile ilgili olan erkândır<br />
Kızılbaşlıkta üçüncü ya da yedinci günü için verilmesi gereken Rızalık<br />
Lokması, hem “Yol Kardeşliği” hem de “komşuluk” hakkına veri lir.<br />
Sanıldığı gibi bu lokma, Hakk’a yürüyen canın varsa Musahip kardeşi ve<br />
en yakınları tarafından verilmez. Çünkü bu lokma, haneye özgü bir lokma<br />
değil “Yol-Erkân-Meydan” hakkına verilmesi gereken bir lokmadır.<br />
Bu bağlamda bu lokma, varsa Musahip Kardeş başta olmak üzere<br />
en yakınlarında içinde olduğu bütün “Yol kardeşleri”nce verilir. Hakk’a<br />
yürüyen canın evinde ya da Cemevinde verilir bu lokma.<br />
Hakk’a yürüyen Canın en yakınlarıyla Musahibi rızalık için “Un<br />
Helvası” dökerler ya da “Kömbe” yaparlar. Konumlarına göre değişik<br />
yemekler de hazırlayabilirler. Bunun dışında her evden de lokmalar hazır<br />
edilerek getirilir.<br />
Anlaşılacağı gibi Rızalık Lokmasında da diğer Kızılbaş Cem Meydanlarında<br />
olduğu gibi “Kanlı Kurban” yoktur. Ne var ki, özellikle kimi<br />
bölge Kızılbaşlarının Yol-Erkân-Meydan yürüten Pirleri, kanlı kurban<br />
olmadan Meydan açmamaktadırlar. Gören sanır, bu Pirler, Hak için<br />
kendi canını yatırıyor o Meydana! Ya da bu Meydan, bir Kızılbaş Alevi<br />
Meydanı değil de, tersine bir Bektaşi savaş örgütü olan ve karavananın<br />
koçsuz, boğasız kaynamadığı, Yeniçeri Meydanı! Öyle de anlamış olacaklar<br />
ki zâhir okudukları gülbanklarda da; “taşsın dökülmesin, artsın<br />
eksilmesin, yağ olsun, bal olsun, hepimize yarasın, bu gitti yenisi gelsin!”<br />
türünden yağmaya yönelik ifadeler kullanmaktadırlar. Bunun ne<br />
yol ne de erkân olmadığını belirtelim<br />
Ancak, kimi alışkanlıkları terk ettirmek de kolay olmamaktadır. Bu<br />
nedenle yeniden kendi özüyle Dâr olmaya çalışan Kızılbaş evlatlarına<br />
tavsiyemiz, Kanlı Kurban hazırlayıp lokma vermeyi alışkanlık haline<br />
getirmiş, birçok sosyal nedenden dolayı terk etmekle zorlanan Canlar,<br />
çok özel hallerde bu lokmaları sunsunlar, ama azaltarak sunsunlar. Bu<br />
güne dek bu türden Lokma vermemiş olanlar ise hiç başlamasınlar. Yeni<br />
olarak Yol-Erkân-Meydan tutanlar için ise Kanlı Kurban, katil olmakla<br />
eş anlamlıdır yapmasınlar.<br />
Bu gerekli notu düştükten sonra tekrar konumuza dönebiliriz.<br />
Rızalık Lokmasının verilmesi için açılan Meydanda, Pir dışında beş<br />
“Hizmetli” bulunur. Bunlardan birisi, Delilcidir; ikincisi Sakidir; üçüncüsü<br />
Zâkir; dördüncüsü Gözcü; beşincisi ise Meydancıdır. Oniki Hizmetin<br />
tamamı bu Meydanda olması gerekmiyor.<br />
Pir, Rızalık Lokması Meydanını diğer meydanlardaki gibi erkâna uygun<br />
olarak alır. Pir’in Meydan almasında Meydancı Pire yardımcı olur.<br />
Zâkir Pir için bir davet tezkeresi okur. Pir Meydana girer, Rızalık<br />
ala rak makamına oturur. Diğer Meydanlarda olduğu gibi önce Delilciyi<br />
alır, dört ya da on iki adet mum yakılır. Gülbanklar değişmez, diğer meydanlardaki<br />
hizmet Gülbanklarıdır.<br />
Sonra Saki gelir. O da hizmetini yerine getirir ve Pir nefesi Gülbankını<br />
alır. Sonra Meydancı, sonra da Gözcü gelir ve hizmet erkânlarını<br />
yürütürler.<br />
Meydancı destur alarak, en başta varsa Musahip Kardeşleri, yoksa<br />
Hakk’a yürüyen canın annesini ya da eşini Meydana lokmasıyla alır.<br />
Onun yanına iki çift de Musahiplilerden lokmalarıyla alır. Hazırda Musahipli<br />
yoksa, yetişkin çiftlerden iki çift Meydana davet edilir. Erkân<br />
üzere lokma sahiplerine, Meydan hakkı için Meydan adına Pir, bir Lokma<br />
Gülbankı verir:<br />
“Tende ve Canda kendini vareden Hakk’ın adıyla Bismişah Allah<br />
Allah!<br />
Ey canlar! (Üç ya da Yedi) gün önce bedeni dünyamızdan ayrılıp Hak<br />
diyarına yolcu ettiğimiz sevgili canımız, Zeynep kızı Aslı’ nın (ya da<br />
oğlu Mazlum’un) canı hakkı için; (varsa) Musahibi ve evhanesi hakkı<br />
için; yol kardeşleri ve kapı komşuları hakkı için, rızalık teslim edip<br />
rızalık almak üzere, bu akşam lokma dökülmüştür.<br />
Bismişah Allah Allah!...<br />
Lokmamız hak bula Hak katında makbul ola. Her ocağa bu meydandan<br />
nasip gide. Aç, çıplak cümle mazlum nasiplene. Dâr’da olan,<br />
zorda olan, verdiğimiz lokmadan nasibini ala. Müşkülünü hallede.<br />
Dertlere deva, acılara merhem ola. Belalara karşı gele. Binlerce eskinin<br />
ruh ları şad ola. Binlerce geleceğe rehber ola. Kazanana, getirene,<br />
ha zırlayana, Hızır yardım ede, saklaya, bekleye. Güzel canımızın canı<br />
na değe, ruhu mutlu ola, bizimle ola. Geride kalanlarına uzun ömür<br />
ola. Tertemiz bir yaşam nasip ola. Sevgi, mutluluk, bolluk ve bereket<br />
hanesinden, hanelerimizden eksik olmaya. Duvarlarından taş gözlerinden<br />
yaş dökülmeye. Yiyene ve yedirene Rızalık Lokması ola. Helal<br />
hol ola. Dil bizden kerem Bozatlı Hızır’dan ola. Gerçeğe Hü!”<br />
Bunu söyledikten sonra başparmağını dudaklarına götürerek niyazda<br />
bulunur ve baş keser.<br />
Hazır bulunan canlarda aynı şekilde, “Gerçekler aşkına” diyerek niyazda<br />
bulunup baş keserler. Lokmalarıyla dâr’da olan canlar, ellerindeki<br />
lokmalarını Pir önüne koyar, Pir’le niyazlaşır ve geri çekilirler. Geri çekilmede<br />
dikkat edilmesi gereken husus, dâr’daki canlar, niyazlaşıp geri<br />
çekilirken usulünce çekilirler. Pir’e ve Meydana arkalarını dönmezler.<br />
Kural olarak eşikten çıkıncıya dek arka arka giderler. Erkân “Can Cana,<br />
Can Cemale” şeklindedir. Arka dönmek Meydan iradesine saygısızlıktır.<br />
Erkân bittikten sonra Hakk’a yürüyen canın yakınları Pir postunun<br />
soluna oturtulur.<br />
Bu erkân tamamlandıktan sonra Lokmalar ve yemekler Meydan Canlarına<br />
dağıtılır. Çocukların sofrası öncelikle kurulur ve onlar erkânsız<br />
ye meklerini yerler. Çocuklar masum-u paktır Kızılbaş Meydanında.<br />
On ların varlığıyla Meydanın, onların paklığından ve masumluğundan<br />
nasiplenmesi demektir. Bu nedenle, Çocukların sofrasını cemevlerinde<br />
Meydanın ortasına kurmakta büyük nasiplenmek vardır. Özünde o sofraya<br />
çağır. O sofra seni arındıracaktır. Aynın açılacak, nasibin bol olacaktır.<br />
Yeter ki cesaret et ve iste!...<br />
Sofraya el sürme Pir’in vereceği desturla olur. Dağıtım tamam landıktan<br />
sonra Meydancı hazır canlara sorar; “Elimizde yok altın terazi!<br />
Her can oldu mu hakkına razı?” der. Herhangi bir aksaklık yoksa<br />
Meydan canları; “Gerçeğe Hü!” der ve rızalık verir. Bu erkân, üç kez<br />
tekrarlanır. Sonuçta Pir daha önceki erkândan önüne konmuş hazır lokmalardan<br />
birer lokma alır ve Hakk’a yürüyen canın Musahibine, eşine<br />
ve anasına sunar. Niyazlaşırlar. Sonra Pir “Yürüye Şah Yürüye” der ve<br />
yemek için destur verir.<br />
“Bismişah” diyen önündeki lokmasını yemeye koyulur. Mümkün olduğunca<br />
sessiz olunmaya gayret gösterilir. Hakk’a yürüyen cana ve o<br />
Meydana saygının gereğidir bu.<br />
Yemekler yendikten sonra sofra toplanır. Meydancı “Gerçeğe Hü”<br />
diyerek canları Rızalık Gülbankı için edep ve erkâna davet eder. Zâkir<br />
meydan alır. Zâkir güne uygun bir mersiye okur. Bir örnek olsun:<br />
Gerçeğe Hü!...<br />
Seyran edip bu âlemi geçerken<br />
Uğradım gördüm bir bölük canları<br />
Cümlesinin erkânı bir yolu bir<br />
Güruhu Naci derler sevmişiz biz anları<br />
Durakları irfan bağıyla bostan<br />
Silinmiş kalpleri gümandan pastan<br />
Cümlenin muradı lokmadır dosttan<br />
Arı petek baldır sadalaşır ünleri<br />
Sıratı mizanı anlar geçmişler<br />
Senlik benlik davasını yıkmışlar<br />
Al giymişler yas donundan çıkmışlar<br />
Şol Hüseyin aşkına aktı gözyaşları<br />
(…)<br />
Kul Himmet’im gerçeklerin bu meydan<br />
Özün yumuşlar kirden kubardan<br />
Erimişler Kırkların içtiği tastan<br />
El ele El Hakk’a bağlanmış canları.<br />
Zâkir nefesini bitirip sazına niyazda bulunurken Pir nefeslenir:<br />
“Tende ve Canda kendini vareden Hakk’ın adıyla Bismişah Allah Allah!...<br />
Değerli canlar, Hakk’a yürüyen Canımız Zeynep Kızı Aslı, beden<br />
evini bu gün terk etmektedir. Can bedeni bugün terk etmektedir<br />
inanışımıza göre. Verilen Rızalık Lokması bu yolculuk hakkı içindir<br />
aynı zamanda. Canımızın aramızdan ayrılan bedenidir. O ise her zaman<br />
bizimle olacaktır. Hakk’a yürüyen Canımız ve Meydanımız için<br />
her canı bir dakikalık susmaya ve içe kapanmaya davet ediyorum.”<br />
20 Sayı 24
SERÇESME SERÇEÞME<br />
Cümle Meydan canları ayaklanır ve o anda dâr olurlar. Eller boyunda<br />
kement olur sağ ayak baş parmağı sol ayak baş parmağı üzerine konularak<br />
vücut “Saf”lıkta ve “Pak”lıkta Bir’lenir. Bir dakikalık bir sükut tan<br />
sonra Pir, dâr Bir’liğini hiç bozmadan devam eder. “Bismişah Allah Allah!..<br />
El ele El Hakk’a Canlar!” der. Canlar, El ele vererek secde eder ler.<br />
Secde safları bozmadan hafif öne eğilmelidir. Pir devam eder:<br />
“Ya Hızır!...<br />
Akşamlar hayır ola! Hayırlar feth ola. Günahlar af ola. El ele, el<br />
Hakk’a yete. Dâr’lık, Rızalık, Bir’lik Menzile yete. Cemi canlar birbirinden<br />
razı ola. Gam kasavat, adavet Meydanımızdan ve hanelerimizden<br />
uzak dura. Verdiğimiz ikrar bizimle ola. Durduğumuz dâr,<br />
bizi hiçbir mecliste zora düşürmeye. İkrar ve iman her cana nasip<br />
ola. İkrarsız ve imansız hiçbir can Hakk’a yürümeye. Rızasız lokma<br />
yedirmeye. Her hizmetlinin hizmetini Hakk’a yetire. Hanelerimizden<br />
yürek ferahlığı, yüreklerimizde dostun sıcaklığı eksik olmaya.<br />
Acısı olanın acısı dine. Her canın mutluluğu, dirliği ve birliği daim<br />
ola. Gözlerinizden yaş hanelerinizden taş dökülmeye. Hakk’a yürüyen<br />
canımızdan biz razı olduk, Hak da ondan razı ola. Yolunu açık<br />
mekanını nur eyleye. Dâr ola. Yar ola. Deliller sır ola! Ağızlar, gözler,<br />
tenler ve canlar mühürlene. Dil bizden ola; kerem Bozatlı Hızır’dan<br />
ola. Gerçeğe Hü!”<br />
Gülbank bittikten sonra canlar sırayla, Pir ile niyazlaşırlar. Pirin yanında<br />
duran Hakk’a yürüyen canın yakınlarıyla niyazlaşır. “Yolu açık,<br />
mekânı nur olsun” diyerek tazimde bulunurlar. Deliller Sır’lanır. Meydan<br />
Sır’lanarak bitirilmiş olur. Dileyen canlar, orada kalırlar ve Hakk’a<br />
yürüyen can ile ilgili sohbet eder, ayrılık acısı çeken ailesi ve yakınlarının<br />
yüklerini paylaşmaya çalışırlar.<br />
Rızalık Lokması Yerine<br />
Kanlı Kurban Tığlamışlar İçin<br />
Lokma Gülbankı<br />
“Tende ve Canda kendini vareden, doğan ve doğuran, esirgeyen ve<br />
bağışlayan Hakkın adıyla!<br />
Senden geldim sana giderim. Ya Hak ben ispatsızlardan değilim! Ya<br />
Hak sen bende varolansın ben sende yok olanım!...Demine, devranına,<br />
gerçekler aşkına Hü!...<br />
Bismişah Halla Halla! Ferman-ı Celil, Kurban-ı Halil, Delil-i Cebrail,<br />
Tercüman-ı İsmail ola!<br />
Yüzümüz yerde ola! Özümüz dâr’da, Dâr-ı Mansur’da ola!... Tenimiz<br />
tercüman canımız kurban ola!... Kurbanlar mübarek ola!...<br />
Binlerce eskiye armağan ola. Ruhları şad ola. Mekânları Nur ola.<br />
Binlerce yeniye karşı gele. Yollarına ışık özlerine terazi ola. Hak nasip<br />
eyleye. Hızır kerem eyleye. Bu son incinen can ola. Son dökülen<br />
kan ola. Nefs için olmaya Hak için ola. Hak katında makbul ola.<br />
Üçler şahit ola. Beşler menzil vere. Yediler Hak katına götüre. Onikiler<br />
Meydanında dâr ola. Kırklar katarından ayrılmaya. Hak Meydanı<br />
her cana nasip ola. Hiçbir can ikrarsız imansız Hakk’a yürümeye.<br />
Kurbanımız cümle günahlara, kusurlara bedel ola. Hak meydanına<br />
niyaz ola. Her haneye nasip gide. Bin belaya karşı gele. Bin<br />
kötülüğü hanemizden vücud şehrimizden defheyleye.<br />
Ya Hızır, Ya Şah-ı Merdan. Kurban ettiğimiz bu can, son kez in cinen<br />
can olsun! Döktüğümüz kan, son dökülen kan olsun! Du varlarımızdan<br />
taş, gözümüzden yaş dökülmesin. Aç görürsek do yu ralım.<br />
Çıplak görürsek giydirelim. Varlıkta övünmeyelim. Yok lukta<br />
yerinmeyelim. Soframız bereketli olsun, ocağımız gür, hane miz şen<br />
olsun. Kazanana, pişirene, hazır edip getirene Bozatlı Hızır yardımcı<br />
olsun. Acıları olan canlarımızın acılarını dindirsin. Yüklerini hafifletsin.<br />
Yüreklerine ferahlık gelsin.<br />
Dil bizden kerem hazreti Pirden olsun! Gerçeğe Hü!...”<br />
Bu Gülbank, erkek çocukların bir erginleme töreni olan sünnet erkânında<br />
da aynı şekilde okunur. Sünnet, Yol-Erkân-Meydan’a girmez.<br />
O bir gelenek olarak vardır. Erkek çocuğun bir halden bir başka hale geçişini<br />
simgeler. Kızılbaşlar Sünnete bundan başka bir anlam vermezler.<br />
Hele, İslam’daki erkeği yücelten, onun önünde secdeyi zorunlu kılan bir<br />
anlamı ise hiçbir şekilde vermezler. Verme eğiliminde olanlar ise Yol-<br />
Erkân-Meydan ile alakaları kalmamış olanlardır.<br />
Postmodern yaklaşımlar, ona yüklenilen anlam bakımından<br />
İslam’daki Sünnet ile Kızılbaştaki sünneti aynılaştırıyorlar, ama, “Sağlıkla<br />
ilgili olarak bu kural konmuş” gibi bir usavurma yapıyorlar. Müslüman<br />
Peygamberini kendilerinde güzelleştirelim derken, onun kendi<br />
çağında, onun kendinde de olmayan bir anlamı ona yüklemiş oluyorlar.<br />
Kuşkusuz bu doğru değil. Sünnet Erkânını biz Yol-Erkân-Meydan ile<br />
ilgili bir başka broşür çalışmamızda vereceğiz. Burada değinip geçiyoruz.<br />
Hakk’a Yürüyen Canın Kırk Gün Erkânı<br />
Hakk’a yürüyen bir Can için “Kırk Gün” ne demektir, Kızılbaşlık açısından<br />
bu erkâna nasıl yaklaşılmaktır? Onun yaratılış felsefesinde bu<br />
belirleme nereye oturmaktadır, özetle bu çalışmanın başında ifade ettik.<br />
Burada tekrarlama gereği duymuyoruz.<br />
Kırkıncı Gün Meydanının açılması ve erkânının yürütülmesine gelince,<br />
gerek Meydanın açılma usulü, gerekse erkânlarının yürütülmesi<br />
ve hizmetler, Rızalık Lokması Meydanında olduğu gibidir. Bu yönden o<br />
erkânlara ilave edilebilecek herhangi bir farklılık bulunmamaktadır.<br />
Buna karşın belirtebileceğimiz bir tek farklılık bulunmaktadır. Bu<br />
farklılık da Kırk Lokması’yla ilgili olanıdır. Kırk Lokması’nı, var ise<br />
Hakk’a yürüyen canın Musahibi, eşi, anne ve babası ya da kardeşleri<br />
üstlenir. Bunlardan yoksun bir Can ise ifade ettiklerimiz dışında kalan<br />
yakın akrabaları üstlenir. Hiç kimsesi yoksa, onu da Yol Kardeşliği hakkına,<br />
Kızılbaş Meydanı üstlenir.<br />
EKLER:<br />
Üç Ayrı Erkân Üç Ayrı Belge<br />
İslam Şeriatına Göre Ölü<br />
(Orhan Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü,<br />
s. 455-457. Özetle alındı.)<br />
YAŞAMI sona erip cansız kalan…İslam şeriatında ölü, hastalığından<br />
gömülmesine kadar bütün ayrıntılarıyla saptanmış hükümleri<br />
bulunan başlı başına bir konudur. Ölmek üzere bulunan hastanın başını<br />
Kıble’ye doğru sağ yanına çevirmek sünnettir. Hem başının hem de<br />
ayaklarının Kıble’ye karşı gelmesi için sırtına bir yastık konarak hafifçe<br />
doğrultulur. Başına yakınlarından biri oturup ona hatırlatmak için birkaç<br />
kez kelime-i şehadet (bkz. Kelime-i şehadet) getirir. Ama hastaya<br />
bunu söylemesini asla ihtar etmez, çünkü ölecek olanın bunu kendiliğinden<br />
söylemesi gerekir. Sadece kelime-i tevhid de söylenebilir. Bunu<br />
bir kez söyleyerek ölen insan cennete gider. Ölmek üzere olan hastanın<br />
yanında Yasin Suresinin okunması onun günahlarını bağışlatabilir. Ra’d<br />
suresinin okunması da sünnettir. Ölünün yıkanmasından gömülmesine<br />
kadar yapılan tüm hazırlıklara techiz denir. Techiz ve gömme (defin) işlemlerinin<br />
acele yapılması müstehabtır (yapılması her zaman gerekmeyen-HK)<br />
Şeriat (kokmaması, mikrop saçmaması, ağlayıp hay kır maları<br />
gerektirmemesi gibi bir çok nedenlerle) ölünün bir an önce gömülmesini<br />
buyurmuştur. Ölenin çirkin görünmemesi için de ölür ölmez çenesi bir<br />
tülbentle çekilerek başının üstünden bağlanır. Gözkapakları kapatılır ve<br />
elleri yanına konur. (Ellerin göğsüne konul ması ya da kavuşturulması<br />
yasaktır)<br />
Ayaklar uzatılır, elbiseleri çıkartılar (soyulur) ve üstü örtülür. Tütsü<br />
yakılır ve odasında güzel kokular bulundurulur. Şişmemesi için karnının<br />
üstüne herhangi bir ağırlık konulur. Öldükten sonra yıkanıncaya kadar<br />
ölünün yanında Kur’an okunması mekruhtur. (Arapça iğrenç anlamına<br />
gelir. Yapılması çok kötü olan.) Sadece şu dua okunur:<br />
“Biismillahi ve ala milleti resulullah, Allahümme yessir aleyhi emrehu<br />
ve sehhil Aleyhi mabadehu ve es’ idhü bilikaaike vec’al ma harace<br />
ileyhi hayran mimma harace anhu.”<br />
Ölü, teneşir adı verilen bir tahta üstüne arka üstü yatırılarak yıkanır.<br />
Önce önü ve avret yeri yıkanır ve abdest aldırılır. Bir bezle ya da elle yıkanabilir.<br />
Yüzü, kolları, elleri ve ayakları yıkanır. Başı meshedilir. Islatılmış<br />
bir bezle dudaklarının içi, burun delikleri ve göbek çukuru silinir.<br />
Abdest aldırma böylelikle bitirilince üstüne ılık su dökülür. Başı ve varsa<br />
sakalı ve bıyığı sabunlanır. Sonra önce sol ta ra fa çevrilerek sağ tarafı üç<br />
kez yıkanır. Sağ tarafa döndürülerek sol tarafı da üç kez yıkanır ve su<br />
dökülür. Oturtularak karnına bastırılır, bir şey çıkarsa sadece o yıkanır.<br />
(Yeniden abdest aldırılması ve yıkanması gerekmez) Her organın en az<br />
üç kez yıkanması sünnettir. Ölü şişmişse ve dokunulamıyorsa, üstüne<br />
sadece su dökmekle yetinilir. Sonra kurulanıp kefenlenir…<br />
Ölü yıkanıp kefenlendikten sonra musalla taşına konur ve cenaze<br />
namazı kılınır. Cenaze namazına şöyle niyet edilir: Allah için namaza,<br />
(Devamı 22. Sayfada)<br />
Ekim-Kasım 2006 21
SERÇEÞME<br />
(Baştarafı 21. Sayfada)<br />
meyit için duaya (ölü kadınsa Meyyide için demek gerekir) ve hazır olan<br />
imama uymaya niyet ettim. Niyetten sonra Allahu Ekber denir ve şu dua<br />
okunur…<br />
Ölü mezara Kıble’ye doğru konur ve sağ yanına yatırılır. Ölüyü mezara<br />
indirenler bu işi yaparken Bismillahi ve billahi ve ala milleti resulullahi<br />
derler… Bundan sonra becerebilen bir kişi, mezar başında Kur’an<br />
okur. (Şu sureler okunur: Bk. Yasin, Tebareke, İhlas, Muavvizeteyen,<br />
Fatiha)<br />
“Ölüm ve Ölüm Halinde Erkân”<br />
(Doç.Dr. Bedri Noyan, Bektaşilik Alevilik Nedir, s. 298, 300)<br />
“Gerçeğin birleştirildiğini<br />
ölüm ayırmaz”<br />
Vitrus junxit mors separabit<br />
HAKK’A YÜRÜYEN bir muhib, derviş baba ve Dedebaba için yapı<br />
lan bir merasimdir. Buna “Dâr’dan indirme Erkânı”, “Lokma Erkâ<br />
nı” da derler. Göçen zat dost ve tanıdıklarıyla görüşüp helalaşmadan<br />
ayrılmışcasına, ailesinden ona en yakın olan bir kimse tarafından yerine<br />
getirilen bir erkândır. Hakk’a yürüyenin ruhu sükun ve istirahata girer<br />
amaç ve düşüncesiyle yapılır. Yaşadığı zaman o Bektaşı nasıl her yıl baş<br />
okutuyor, yani hizmet görerek tezkiye-i nefs ediyorsa, yine öyle tezkiye<br />
edilmiş olur.<br />
Bu erkân aynen ikrar verme, nasib alma ve baş okutma erkânlarında<br />
olduğu gibi açılır. Çerağlar usulüyle uyarılır. Meydana usulüyle girilir.<br />
Mürşit ve diğerleri yerli yerlerine oturduktan sonra Hakk’a yürüyen kardeşin<br />
en yakını olan kimse dar’a çıkar ve rahmetli adına baş okutma<br />
erkânı gibi önce (Rabbena zalem ma…) ayetini okur, arkasından: “Yüzüm<br />
yerde, özüm darda, Hak Muhammed Ali divanında, erenlerin Dâr-ı<br />
Mansur’unda, canım kurban tenim tercüman, bu fakirden ağrınmış incinmiş<br />
can kardeş var ise dile gelsün bile gelsün. Hakkıma, yoluma kailim.<br />
Allah Eyvallah!” tercümanını okur.<br />
Rahmetlinin alacağı, borcu varsa varisleri bunları kabul eder, öderler.<br />
Böyle bir şey yoksa, hazır bulunanlar: Öz gönül birliği ile, cümlemiz<br />
hakkımızı helal eyledik. (Nusha: suçlarından vazgeçtik) Allah erenler<br />
de affetsin. Ruh-u revanı şad ve hurrem olsun. Hak erenler yardımcısı<br />
olsun… diyerek hep birden oldukları yerde niyaz eder, yer öperler.<br />
Bu törenlerden sonra, baş okutmak erkânında olduğu gibi niyazlar yapılır,<br />
Mürşit bir gülbank çeker. Bunun içinde Hakk’a yürüyen canın adını<br />
anarak onun için tığlanan kurbanın, okunan Kur’an’ın kabul olunması<br />
ruhunun şad olması için de cümleler söyler. Usulü ile meydandan çıkılır.<br />
Sofralar kurulur, yemekler yenir, nefesler okunur. Tığlanan kurban ve<br />
yemek masraflarını Hakk’a yürüyen canın varisleri üstlenir.<br />
Lokma sırasında, sofraya başkanlık eden Baba efendi bir tabak içerisindeki<br />
pilavdan hazır bulunanlara, sıra ile bir kaşık pilavı kendi eliyle<br />
yedirir ve bu esnada, her kaşık verişte: “Hakk’a yürüyen kardeşimiz …’ın<br />
ruh-u revanı şad ve hurrem olsun!” diye söyler.<br />
(Not: Bu pilav yeme işinde, sıra ile mürşide her gelen kendi kaşığı ile<br />
gelir. Ayakta niyaz ile kaşığı mürşide sunar. Mürşit, pilavı onun ağzına<br />
uzatırken önce onun elini öper, sonra pilavı ağzına alır, yer. Yine niyaz<br />
ile kaşığını alıp yerine döner.)<br />
Bu lokma töreni sırasında Nefes ve Düvaz’lar okunur, demiştim ki bu<br />
günlerde okunacak, konu ile ilgili nefesler de vardır.<br />
Lokma Töreni de denilen bu ölüm erkânı, Hakk’a yürüyenin göçü şünün<br />
yedinci veya Kırkıncı günü içinde yapılır. Üçüncü günü de yapılabilir.<br />
(…)<br />
Bektaşilerde “insan aslına dönecektir” inanışına uygun olarak, bedenin<br />
toprağa karışıp erimesi istenir: (Topraktan hasıl, toprağa vasıl) Ruh<br />
da yücelmiş, olgunlaşmış olarak “asli Ruh”a, Tanrı ruhuna, Gerçeğe<br />
dönmelidir. Bu nedenle Hakk’a yürüyenin tabutla gömülmesi, kabir içinde<br />
çimento ve tuğladan lahit yapılması sonradan edinilmiş âdetlerdir.<br />
Bektaşi, ancak Peygamber soyundan gelen ve ma’sum sayılan kimse<br />
arkasında namaz kılar; bütün Ca’feri mezhepliler böyle yapar. Ma’aşlı<br />
cami hocası imam sayılmaz. Aslolan ma’nevi İmamettir. Ma’aşla memuriyetle<br />
olanı değil.<br />
İşte bu durumda kimselere Hakk’a yürüyenlerin cenazesini yıkatmak<br />
değil, cesedini bile göstermezler. Bektaşilerde Hakk’a yürüyeni Baba<br />
veya onun yerine bu işe eli yatkın bir Derviş veya Can yıkar. Eğer buna<br />
da imkan yoksa Ca’feri mezhebine bağlı diğer mistik yol erbabından bir<br />
derviş veya muhip kimseye yaptırılır.<br />
Bektaşi’nin cesedi “zâhir”lere gösterilmez. Sağ iken bile vücudu<br />
mah rem sayılır ve şehir hamamlarına gitmeyenler vardır. Dergâhın hamamında<br />
veya evlerindeki banyo yerlerinde yıkanırlar.<br />
Cenaze yıkandıktan sonra tennuresi giydirilir veya üzerine sarılır.<br />
Kefeni bunun üzerine sarılır. Fahir, tac, kemer, kanberiyye, teslim taşı,<br />
Hakk’a yürüyenin beraberine konulmaz. Yola ilk girişindeki giydiği<br />
arakkiyyesi başına, Baba erenler veya görevlendirdiği kimse tarafından,<br />
giydirilir. Tığ-bendi boynuna dolanıp iki uçları göğsünden aşağı indirilerek<br />
sağ eline verilir. Tariykat-ı aliyyede (Gidiş Çeyizi) denir. Bazı<br />
yerlerde Tığbendin sağ ucu sağ ele, sol ucu da sol ele veriliyor.<br />
Hakk’a yürüyen zat Mürşit ise, tabutuna konulmadan önce, isteyenler<br />
ona niyaza gelirler. Hayatta olduğu zamanki gibi saygı gösterirler. Vasiyeti<br />
varsa bir gece (dinlendirirler), yani dergâhta Meydan odasında bırakırlardı.<br />
O zaman çevresine on iki şamdan çerağ konur, mumları bitesiye<br />
kadar uyanık kalırlardı. Cenaze başında hiçbir şey okunmaz ve kimse<br />
bulunmazdı. Çerağlar sır olunca kapıyı kilitleyip dışarı çıkarlardı.<br />
Hakk’a yürüyenin sırlandığı (toprağa verildiği) günün akşamı kendi<br />
dergâhında göçtüğü yerde evindeki odasında çerağlar uyarılıp hayrına<br />
kurban tığlayıp helva yaparlar ve akşam lokma edildikten sonra meydan<br />
açılır, Ayn-ü Cem yapılırdı. Bektaşilerde üçüncü, yedinci veya kırkıncı<br />
gününe kadar herhangi bir günde ayrıca lokma töreni yapılır. (…)<br />
Bektaşilerde, ıskat gibi, İslam’ın aslında bulunmayan uydurma adetler<br />
asla yoktur. Keza (Ölüye Telkin) konusu da uydurma sayılır. Bektaşiler:<br />
(Biz telkini diriye yapıyoruz…Yola girdiği zaman…) derler. Yani<br />
telkin diriye olur, ölüye değil…<br />
Alevilikte Ölüm Halinde Erkân<br />
Hakk’a Yürüyen Bir Can İçin<br />
Yapılacak İşlemler<br />
(Dedeler Y.K. Adına Bşk. Derviş Tur İmzalı Broşürden.<br />
Yazıma hiç dokunulmadı. Cümle yapıları, sözcüklerin kullanımı, noktalama<br />
işaretleri tümüyle Derviş Tur Dedeye özgüdür.)<br />
ALEVİ TOPLUMU bütün dini vecibelerini dedelerin öncülüğünde<br />
yapar. Çünkü, manevi imamlık ancak o soya aittir. Bu güne kadar<br />
böyle devam etmiştir ve böyle biliniyor. Okumuş camii hocasını imam<br />
kabul etmezler. Onun için Alevi cenazelerinde de mümkün olduğu kadar<br />
bu görevi Dedelere yaptırırlar. Dedenin bulunmadığı yerde, yol ehli olan<br />
bir talip ve muhip bu görevi yapabilir.<br />
Hakk’a yürüyen can hastanede ise yıkanma erkânına kadar hiçbir işlem<br />
olmaz. Evinde ruhunu Hakk’a teslim ediyor veya etmiş ise, sırasıyla<br />
yazdığımız erkânı yerine getirmek, her Alevi dedesinin veya hocasının<br />
görevidir.<br />
Bir can, er kişi veya bacı kişi evinde ruhunu Hakk’a teslim ettiği<br />
zaman, yanında bulunan yaşlı biri, “Bismillah ala hümmeti Resülullah<br />
Ali’yel Veliyullah; Şefaat kıl ya Resulullah.” diyerek gözlerini kapatır.<br />
Bir temiz bez ile çenesini bağlar. “Hak la ilahe illallah Muhammeden<br />
Resulullah, Ali’yün Veliyullah. Ehlibeyti keremullah. Mürşid’i Kamilullah.”<br />
Bu duaları okuyarak elbiselerini çıkarır. Ayakları düzeltilir. Baş<br />
parmakları bağlanır. Elleri yanlarına düzgünce konur. Başını ve ayaklarını<br />
kapatacak şekilde üzerine bir örtü örtülür ve üzerine güzel kokular<br />
serpilir.<br />
1 Numaralı Dua<br />
Bu aşamadan sonra o bölgede bu hizmeti yapan, dede veya hocaya haber<br />
verilir. Görevi üstlenmiş er içeriye girer girmez, Hakk’a yürüyen meftanın<br />
üzerine gider. Tam göğüs hizasında durur, şu Dua’yı okur:<br />
“Bismi Şah Allah Allah. Bağışlayan ve yargılayan yüce Allah’ın ismi<br />
ile başlıyorum.”<br />
“Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber. La ilahe illallahu vallahu<br />
ekber. Allahu ekber Velillahi hamd. Allahümme salli ala seyyiddine<br />
Muhammed. Ve Ala Ali seyyidine Muhammed.”<br />
Bundan sonra şu Gülbengi okur:<br />
“Ey gökleri ve yerleri yaratan kadir-i mutlak tanrım, bu gün, bu saatte<br />
… den doğma bacımız veya kardeşimiz Hakk’a yürüdü. Bir eşi<br />
ve benzeri olmayan Allah’ım. Rahman ve rahim olan sensin. Yargılayan<br />
ve bağışlayan da sensin. Bu kardeşimizi veya bacımızı Dünya’da<br />
bilerek, bilmeyerek yapmış olduğu günahlarını, Adem’i Safiyullah,<br />
Nuh’u Naciyullah, İbrahim’i Halil’ullah, İsmail’i Teslimmullah,<br />
Musa’yı Kelamullah, İsa’yı Ruhullah, Muhammed’i Habibullah,<br />
Ali’ye Veli’yullah, Ehli Beyti Rusullullah hakkı için bağışla. Haticetül<br />
Kübra, Fati ma’tül Zöre yüzü suyu hürmetine cehen nem narına,<br />
kabir azabına uğratma ya rab… Üçlerin, beşlerin, yedilerin, oniki<br />
imam la rın, ondört masumi pakların, onyedi kemeri bestlerin, kırkların,<br />
yüzüsuyu hürmetine, Hz. Muhammed’in şefaatinden mahrum<br />
ey le me ya rab. Ruhunu şad, mekanını cennet eyle ya rab.<br />
22 Sayı 24
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
Subhane rabbike rabbil izzeti ama yesifun,<br />
vessalamun alel mürselin, Elhamdülüllahi<br />
rabbil alemin. Hakk’a yürüyen ruhumuzun<br />
ruhuna fatiha.<br />
Türkçesi: senin tanrın kudret ve izzet tan -<br />
rısıdır./ 2. Onların bütün isnatlarında mü nezzeh<br />
tir. Peygamberlerine selamlar ol sun. Âlemleri<br />
yaratan Tanrıya hamdolsun. Merhumun<br />
ruhu için El-Fatiha.<br />
“Elhemdü lillahi rabbil’alemin, errah manır<br />
ahiym, maliki yevmiddin, iyyake nağbu<br />
du ve iyyake nesteiyn, ihdinas sıratal<br />
mustakıym, sıratellezine en’amte aleyhim,<br />
gayrilmağbudi aleyhim veleddalliyn”<br />
Bu Fatiha Duasının Türkçe anlamı şöyledir.<br />
Hamdi sena o Allah’a mahsusutur ki o<br />
alemlerin Rab’bidir, esirgeyendir, bağışlayandır,<br />
hesap gününün malikidir. Kulluğu yalnız<br />
sana ederiz, yardımı da ancak senden dileriz.<br />
Bizleri doğru yola, gazaba uğrayanların, sapıkların<br />
yoluna değil, sana iman edenlerin yoluna<br />
götür.<br />
Dedeler kurulu olarak, Kur’an ayetlerinin,<br />
Fatiha da dahil hepsinin Türkçe tercüme<br />
edilip, gülbank tipinde okunmasını arzu ederiz.<br />
Ne yazık ki Osmanlı’nın içimize soktuğu<br />
Arapça, halk’dan bir alışkanlık halini almış.<br />
Şimdilik söküp atmamız mümkün değil. bütün<br />
ümidimiz kurulacak olan Bilim Araştırma<br />
Enstitüsü kadrolarının, araştırarak Aleviliğin<br />
özüne uygun bir sistemi getirmeleri, ancak bu<br />
karmaşalığı ortadan kaldırır. Yoksa fert olarak<br />
hiç kimsenin buna gücü yetmez. Düşünebiliyor<br />
musunuz Aleviler inanç ve felsefelerine<br />
gö re bütün ibadetlerini Türkçe yaparken, ba zı<br />
yerlerde sanki Arapça’yı içerisine sokma yınca,<br />
dualar doğru olmuyormuş gibi halktan yanlış<br />
bir izlenim var. Ben gücüm yettiği yer lere<br />
kadar, duaları öztürkçe yazmaya çalı şıyoruz.<br />
Mecburiyet karşısında içine Arapça koyduğumuz<br />
dua’larda bizi af edin. Konumuz Hakk’a<br />
yürüyenin erkânı, bu açıklamayla konu dan dışarı<br />
çıktık. Kusura bakmayın. Fatihanın arkasında<br />
yine sırayla devam edelim.<br />
Hakk’a yürüyen Meftaya yapılan bu ilk hizmetten<br />
sonra başına 3 veya 12 mumu yakarlar.<br />
Artık yıkanıncaya kadar, sadece üzerinde ila hiler,<br />
bağışlamalar, tövbe estağfurullah, içerikli<br />
duazdeler okunur.<br />
DAYLEMİ<br />
At sırtından yükün meğer ki gevher isen<br />
On sekiz bin âlem cana geldi bu gün<br />
Üryan büryan gir o meydana can isen<br />
Üç Anadan yedi Âlem rağma geldi bugün<br />
Cem oldu âlemler çark-ı pervaz içinde<br />
Yar ile ağyar dâr’dadır cem-i sema içinde<br />
Yer gök canlı cansız dem-i devran içinde<br />
Vücudun şehrinde mihmana geldi bugün<br />
Ateş hava su ve topraktır cümle vücut<br />
İlla mekândan gelmeyene etmezler sücut<br />
Daylemi hakkım bende mevcut<br />
Faşettik sırrı meydana mey sunuldu bugün<br />
Bildiğini Söyleyebilme<br />
Nafi z Ünlüyurt<br />
24 Eylül 2006, Hacıbektaş<br />
nafizunluyurt@hotmail.com<br />
Hacı Bektaş Veli Etkinliklerini<br />
yanlış bir uygulamadan arındırmadığı<br />
için eleştiriyorum Selmanpakoğlu’nu.<br />
Bir gerçeği hepimizin bilmesi gerek.<br />
Hacı Bektaş Veli etkinliklerini<br />
kurum olarak Bele diye yapmıyor.<br />
Bugüne kadar da Belediye yapmadı.<br />
Belediye yapıyormuş gibi gösterildi.<br />
Etkinlikler, hiçbir sorumluluğu olmayan,<br />
denetimi yapılamayan<br />
bir kurul aracılığı ile düzenleniyor.<br />
Üstelik oluşturuluş biçimi hiçbir esasa<br />
ve kurala bağlı olmayan bir kurul!<br />
Ara sıra da olsa, kendi kendimi sor gu luyorum:<br />
“Ne yapıyorsun?. O kadar mı önem li? Hep<br />
aynı şeyleri söyleyip yazmaktan usan madın mı?”<br />
diye Her dönemde Hacı Bek taş Veli adına düzenlenen<br />
etkinliklerin dü zenleniş biçi mini eleştiriyorum<br />
ya, kendi ken di me ettiğim sitem hep bunun<br />
için…<br />
Katıldığım her toplantıda, yaptığım her söyle<br />
şi de, etkinlikler konusunu dile getirdiğim doğru.<br />
Katılım rekorları kırılarak görkemli dü zen lemelerin<br />
yapıldığı yıllarda bile, tepki göreceğimi<br />
göze alıp, eleştiri hakkımı hep kullandım. O güzel<br />
görüntüler gözlerimi ka maş t ırmadı. Et kinliklerle ilgili çalışmalara ka tılmadığım doğru. Yanlış<br />
bulduğum bir ça lışmanın içerisinde görev üslenemezdim. Bu, söylemimin inkârı anlamına gelirdi,<br />
üs te lik yakışık da almazdı… Hacı Bektaş Veli Et kinlikleri’nin düzenleniş biçimi ile ilgili düşüncelerimi<br />
sürekli bir şekilde kamuoyu ile paylaştığım bilinir. Bugün yaptığım eleş ti rilerin daha<br />
çarpıcı olanlarını dün de [Eski Belediye Başkanı Mustafa] Özcivan için yap tı ğı m ı söylemeliyim.<br />
Bugüne dek hiç kimse ile kişisel bir sorunum olmadı. Belediye Başkanı Selmanpakoğlu ile de<br />
bir sorunum yok. Niye olsun ki?. İlçenin ya rarını düşünerek yaptığım eleştirileri, so run varmış<br />
gibi görenler, yanılıyor. Hacı Bek taş Veli Etkinliklerini yanlış bir uygulamadan arındırmadığı için<br />
eleştiriyorum Selman pak oğlu’nu. Yanlışta direnmesini kabullenmek iste miyorum! O’nun daha<br />
başarılı ve zor işlerin üs te sinden gelmesi gerektiğine inanıyorum! Sa hip olduğu avantajları doğru<br />
ve yerinde kul lan masını bekliyorum. Hacı Bektaş Veli Kül tür Derneğini hasım olarak görmesini<br />
yadırgıyorum. Birlikte daha büyük bir güç ola ca ğı m ızı bilmeli. Hepimizin amacı Hacı Bek taş<br />
Veli’ye yakışır, görkemli ve daha an lamlı et kinlikler düzenleyebilme. Başka ne ola bilir ki?<br />
Yıllardır yapılan etkinliklerle ilgili yap tığım eleştirilerin bir yararı oldu mu? San mıyorum.<br />
Sürekli güncelliğini sürdüren bir konuda, somut sonuçlara ulaşılması ko lay olmuyor. Nasıl olsun<br />
ki? Hacı Bektaş Ve li adına düzenlenen etkinliklerle ilgili konuş tu ğum çoğu kişi, etkinliklerin<br />
dü zen leniş biçi mini doğru bulmadıklarını, bu işin böyle sür dü rülemeyeceğini, etkinliklerin<br />
kurum sallaşması gerektiği yönündeki düşüncemi tü müyle paylaştıklarını söyledikleri halde, bu<br />
söy lemlerini yüksek sesle dile getirmeden, dün de, bugün de kaçındılar. Üstelik düzenleniş biçimini<br />
eleştirdikleri etkinliklerde görev alıp, başarısı için çaba harcadılar…<br />
Bir gerçeği hepimizin bilmesi gerek. Hacı Bektaş Veli Etkinliklerini kurum olarak Bele diye<br />
yapmıyor. Bugüne kadar da Belediye yapmadı. Belediye yapıyormuş gibi gösterildi. Bu aldatmaca<br />
günümüzde de sürdürülmekte! Oysa, etkinlikler, hiçbir sorumluluğu olmayan, denetimi yapılamayan<br />
bir kurul aracılığı ile düzenleniyor. Üstelik oluşturuluş biçimi hiçbir esasa ve kurala bağlı<br />
olmayan bir kurul! Kişiye endeksli bir yapı. Böyle bir yapıyla, ülkenin en büyük etkinliğini düzenleme<br />
ne ölçüde doğru? Tüm demokratik hakların askıya alındığı, sıkıyönetim yasalarının uygulandığı<br />
dönemlerde başvurulan böyle bir uygulama, haklı görülebilir mi?.<br />
Hacı Bektaş Veli adına düzenlenen bu etkinliklerin sahibi de var artık Yeni bir yapılanma ile<br />
oluşturulan Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği bu etkinliklere sahip çıkıyor. Yıllar önce bir olup<br />
bittiyle elinden alınan etkinlikleri düzenleme görevinin kendilerine ait olduğunu söyleyen dernek<br />
yetkilileri, yoğun bir çaba harcıyor, gasp edilen haklarını almanın uğraşısı içerisinde.<br />
Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği sıradan bir kuruluş değil. Ağırlığı olan, belli hedefleri bulunan,<br />
sağlıklı yapısı ile Alevi Bektaşi düşüncesinin ilçedeki tek temsilcisi. Bu kuruluşun serpilip<br />
büyümesi, güç kazanması, Alevi Bektaşi hareketine renk katacak, ilçemizi yeniden çekim merkezi<br />
konumuna taşıyarak, bilim ve kültürün başkenti yapacak. Böylesi vizyonu olan bir kuruluşa, başta<br />
Belediye Başkanımız olmak üzere tüm Hacıbektaş’ın destek vermesi gerekmez mi?<br />
Hacı Bektaş Veli Kültür Derneğini, eş dost ya da, hısım akraba tarafından kurulmuş, ahbap<br />
çavuş ilişkileri içerisinde çalışmalarını sürdüren sıradan bir kuruluş olarak görmek haksızlık. Bu<br />
oluşum, ayrı görüş, ayrı yapı ve ayrı yaşamları olan kişilerin bir araya gelerek oluşturdukları saygın<br />
bir sivil toplum örgütü. Bu yapı içerisinde görev alanlar, yeri ve zamanı geldiğinde, üslendikleri<br />
görevleri, gönül rahatlığı ile başkalarına devredebilecek siyasi kültüre sahip. Bu son derece<br />
önemli bir olgu. Koltuk heveslisi olmadığımızın göstergesi, iyi niyetliliğimizin de kanıtı.<br />
Hacı Bektaş Veli Kültür Derneğini çok önemli ve de zor günler bekliyor. Bunun bilincindeyiz.<br />
Bu kuruluş, demokratik kuralların tümüyle işletildiği ve tüm Hacıbektaş’ı kucaklayan sağlıklı bir<br />
yapıya kavuşturulmalı. Etkin bir kampanya ile üye sayısının çoğaltılması sağlanmalı. Ankara Hacıbektaş<br />
Derneği Başkanı olarak başarılı bir çalışma örneği veren, Alevi Bektaşi hareketi içindeki<br />
gelişmeleri yakından izlediğini bildiğim Mustafa Selmanpakoğlu; Hacı Bektaş Veli düşüncesine<br />
çağdaş bir yorum getiren Ümit Sarıaslan; inandığı doğrulardan ödün vermeyen Caner Sümen gibi<br />
değerlerin bu çatı altında çalışabilmeleri için uygun ortam yaratılmalı.<br />
Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği yöneticileri olarak, bu söylemlerimizi hayata dönüştürme yönünde<br />
çaba harcıyoruz. Kimse kuşku duymasın, Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği çok kısa bir süre<br />
içerisinde, Alevi Bektaşi hareketi içerisinde hakkı olan onurlu yerini alarak, başarılı çalışmalara<br />
imza atacak…<br />
Hacıbektaş güzel günlere koşuyor, bu görülüyor. Milyonlarca insanımızın gönül bağı ile bağlı<br />
olduğu bu güzel ilçeyi, daha ileri noktalara taşımayı düşünüyorsak konuşmaktan, tartışmaktan,<br />
korkmayalım; eleştirilmekten çekinmeyelim. İnandığımız doğruları ne pahasına olursa olsun söyleyebilme<br />
yürekliliğini gösterebilelim. “Doğruları konuşmaktan korkmayın” diyen Kemal Atatürk,<br />
ne güzel söylemiş.<br />
Ekim-Kasım 2006 23
SERÇEÞME<br />
Hacım Sultan Vilâyetnamesi<br />
Bölüm: II<br />
İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi<br />
b) Hacım Sultan Hakkındaki Yeni Görüşleri<br />
Konusunda uzman bir tarihçi olan Ahmet Yaşar Ocak, Diyanet Vakfı’nın<br />
çıkardığı İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı bir yazıda, Hacım Sultan Velâyetnâmesi’nin<br />
eleştirisini yaparak, vilâyetnâmede anlatılanlardan bir çoğunun<br />
XIV. ve XV. yüzyıllara ait olduğunu öne sürmüştür. Onun Bektaşi<br />
tarikatı geleneğine göre Hacı Bektaş Veli’nin önde gelen halifelerinden<br />
biri olduğunu; Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi ile kendi adına düzenlenen<br />
Vilâyetnâme’de belirtildiği gibi “Koluaçık (Kolaçık) Hacım Sultan”<br />
diye anıldığını; Batı Anadolu’daki konar-göçer Türkmen oymakları içinde<br />
Hacı Bektaş Veli inanç ve kültünün yayılmasında çok önemli rolünün<br />
bulunduğunu açıklar. Buna karşın, hakkında bilinenlerin, Hacım Sultan<br />
Vilâyetnâmesi ile Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi’nde kendisine ayrılan<br />
ve birincisinin bir tür özeti olan bölüme dayandığını belirterek elde başka<br />
belge ve bilgi olmadığını açıklar. Ancak biz, bazı yönlerden aynı görüş<br />
ve düşünceleri paylaşamıyoruz. 1<br />
Sayın Ocak anılan yazısında, Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nin büyük<br />
bir olasılıkla baş halifelerinden Derviş Burhan (Burhan Abdal) tarafından,<br />
Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi’nde de belirtildiği gibi, o vilâyetnâmeden<br />
yaklaşık yirmi otuz yıl önce ya da bir başka söyleyişle en geç<br />
XV. yüz yıl ortalarında yazılmış olabileceğine değinir. Gerçek yazarının<br />
kim ol du ğunun kesin olarak bilinemediğini, ancak bu menâkıbnâmenin<br />
Hacı Bektâş Veli ile ilgili sözlü geleneklerin –kendi menâkıpnâmesinden<br />
de önce– Alevi/Bektaşî yazınında yazıya dökülen ilk metin olduğunu<br />
be lirtir. Onun bu görüşü doğrudur, katılıyoruz.<br />
Yazar, “bu metin günümüze ulaşmasaydı, Hacım Sultan’ın hayalî bir<br />
şahsiyet olduğu düşünülebilirdi.” diyor ve ekliyor:<br />
“Çünkü konar-göçer Türkmen oymakları içinde faaliyet gösteren sûfîlerin,<br />
önemli hadiselere karışmadıkları sürece de genellikle dönemin<br />
şehirlerde yazılan eserlerinde yer almaları zordu. Bu bakımdan eser<br />
onun hakkında başvurulacak yegâne kaynak durumundadır.”<br />
Böylece onun hakkında kaynak yokluğunu vurgulayarak eserin kısa<br />
bir özetlemesini yapıyor. Ona göre Hacım Sultan, Vilâyetnâme’de “zaman<br />
zaman namaz kılan, hacca giden, Kuran okuyan, zikirle meşgul<br />
olan bir derviş” olarak gösterilir. Hacım Sultan, Ahmed Yesevî’nin emriyle<br />
Germiyan iline geldiğinde önce Üveyik köyünde sığır çobanı olur,<br />
ardından Sandıklı’ya gider. Uğradığı her yerde tuhaf kılık ve kıyafetinden<br />
dolayı halk onu barındırmak istemez, çünkü Hacım Sultan da tıpkı<br />
şeyhi Hacı Bektaş Veli gibi saçı sakalı, kaşı kirpiği kazınmış, belden yukarısı<br />
çıplak bir “ışık”tır.” Sayın Ocak’a göre, eserde Hacım Sultan, XIV.<br />
yüz yılda Kalenderî ve Haydarî dervişleri için kullanılan “ışık” terimiyle<br />
nite lendirilmektedir.<br />
“Gittiği her yerde kabul görmeyen Hacım Sultan, bir gün rüyasında<br />
Hazreti Muhammed’i görür, onun irşadıyla, o sıralar Akkoyunlu<br />
yörük le rinden bir grubun yaylağı olan Susuz’a gelir. Burada âsitânesini<br />
inşa eder ve gösterdiği kerametleri sayesinde şöhreti kısa zamanda<br />
etrafa yayılır. Pek çok kimse kendisine mürit olur. Muhtemelen<br />
Hacım Sultan Velâyet nâmesi’ni yazan Derviş Burhan da bu sıralar<br />
gelip kendisine intisap eder. Burhan Abdal, Hacım Sultan’ın yanında<br />
uzun süre hizmet eder ve halifeliği kadar yükselir.” (Aynı yazı).<br />
c) Açıklama ve Eleştiri<br />
Ahmet Yaşar Ocak şöyle diyor:<br />
“Vilâyetnâme’nin Orhan Gazi zamanında yaşamış olan Geyikli<br />
Baba’ya bağlı dervişlerin (Geyikliler cemaatının) zaman zaman<br />
Hacım Sultan’ın ziyaretine geldiklerini kaydetmesi ve Fatih Sultan<br />
Mehmet devrinde yaşamış Kalenderî şeyhi Otman Baba’yı da<br />
(Osman Baba) Hacım Sultan’ın himmetiyle yaşlı bir kadından olma<br />
nefes evlâdı olarak göstermesi, çözümü güç bir takım problemlerin<br />
ortaya çıkmasına yol açmıştır.”<br />
Ne var ki Velâyetnâme’de geçen nefes evlâdı, önceleri harami, harami<br />
başı bir asi, sonunda tekkede isimsiz bir derviş olarak kalan Osman’ın<br />
(Otman); bir başka velâyetnâmeye göre Ümman’ın çok ünlü, tarih sayfalarında<br />
yer alan, Fatih Sultan Mehmet ile görüşüp bir süre onun himayesinde<br />
ve sarayında kalan, vilâyetnâme sahibi Otman Baba olduğuna<br />
ilişkin hiçbir iddia, iz, telmih, yazılı ve sözlü kanıt, yakıştırma söz konusu<br />
değildir.<br />
Geyikli topluluğunun (Geyikli cemaati bir grubun) Orhan Gazi zamanında,<br />
Bursa’nın alınışı sırasında bir geyiğe binerek elinde tahta kılıçla<br />
savaşta büyük yararlılıklar göstermiş, Bursa ve dolaylarında, özellikle<br />
de Ulu Dağ’da yaşamış, Bağdatlı Şeyh Ebü’l-Vefâ hazretlerinden feyz almış<br />
ünlü Geyikli Baba’ya (M: 1275–1350 / H: 675–750) bağlı bir topluluk<br />
olduğu da doğru olabilir.<br />
Ne yazık ki, bize göre, Ahmet Yaşar Ocak, anılan yazısında bazı<br />
konularda yanılmakta, yanlış ve yüzeysel yorumlar yapmaktadır. Onun<br />
bu tür görüş ve eleştirilerine katılmak mümkün değildir diye düşünüyoruz.<br />
Şöyle ki;<br />
1. Işık tabiri, daha sonraları, XIX. yüzyıldan itibaren Alevi adını alacak<br />
olan Kalenderî, Haydarî, Torlak, Harbendelu, Hüseynî, Kızılbaş ve<br />
Bektaşî inancına katılacak topluluklar için o dönemlerde hem Mevlânâ,<br />
hem de Hacı Bektâş Veli ile çağdaşı bir çok tarihçinin yapıtlarında geçen<br />
ve kullanılan genel bir addır. Hatta o dönemde Şems-i Tebrizî için de bu<br />
tabir kullanılmıştır. Demek ki Işık, o çağlarda, şimdiki Alevi/Bektaşilere<br />
verilen genel bir addır. Ahmet Yaşar Ocak’ın “Kalenderîler” adlı yapıtında<br />
bu terim hakkında daha geniş bilgiler verilmiştir. (s. 101)<br />
Biz, onun Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı yazıda<br />
yer alan varsayımlarına katılamıyoruz. Sayın Ocak, yanlış ve hatalı yakla<br />
şımlar sonunda Hacım Sultan’ın, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin çağdaşı<br />
olamayacağını; arada önemli bir zaman farkı bulunduğu; Hacım Sultan<br />
gerçekten Hacı Bektâş’ın halifesi ise ne Geyikliler cemaatini, ne de Otman<br />
Baba’yı tanımasının mümkün olmadığını, zira Geyikli Baba’nın<br />
XIV. yüzyılda, Osman (Otman) Baba’nın ise Germiyan’da doğup bir<br />
müddet orada hayatını geçirmiş olmakla birlikte, XV. yüzyılda yaşadığını<br />
belirtmektedir. Şu sonuca varmaktadır:<br />
“Ayrıca eserde bahsedilen köy ve kasabalar da Hacı Bektâş zamanında<br />
henüz Türk hakimiyetine girmiş değildi … bütün bunların, Hacım<br />
Sultan’ın Hacı Bektâş zamanında değil de, muhtemelen XIV. yüzyılda<br />
yaşamış Hacı Bektâş kültüne bağlı bir Kalenderî veya Haydarî<br />
şeyhi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim eserde geçen ‘ışık’ teriminin<br />
XIV. yüz yıldan önce kullanılmadığı bilinmektedir. Hacım Sultan’ın<br />
Hacı Bektâş’ın çağdaşı ve halifesi olmadığını ve Bektâşi geleneklerine<br />
tıpkı Abdal Musa, Kaygusuz Abdal gibi Kalenderî-Haydarî şeyhi<br />
hüviyetiyle intikal ettiğini kabul etmek daha doğru görünmektedir”<br />
Biz bu görüşlerin hiçbirine katılamıyoruz, çünkü iddiaların sonuncusundan<br />
başlarsak, o dönemlerde Alevi/Bektâşiler, yani Haydarî, Kalenderî<br />
ve benzeri gruplar için “ışık” teriminin kullanıldığı, hatta bu sözün<br />
kay nağının Hacı Bektâş’ın yapıtları olduğu, sözün onun eserlerinde geçtiği,<br />
o dönemlerde o cemaatler için kullanılan bir ad olduğu bilinen bir<br />
gerçektir, bu yadsınamaz.<br />
2. Yine yukarıda da belirttiğimiz gibi, Vilâyetnâmede adı geçen ön celeri<br />
haramî, hatta haramî başı olup daha sonra derviş olan, nefes evlâ dı<br />
“Osman”ın (Otman-Ümman) ünlü Otman Baba olduğuna dair vilâ yetnâmede<br />
ne bir iz, ne de bir iddia mevcuttur. Öyleyse Sayın Ocak’ın yazısında<br />
sözünü ettiği iddialar, bir ad benzerliğinden kaynaklanan yü zey sel<br />
bir yakıştırma ve tahminden ileri gitmeyen, nesnel dayanaktan yoksun,<br />
yanılgısal bir durumdur.<br />
3. Hacım Sultan Velâyetnâmesi’nde geçen yer adlarının Germiyan Beyliği<br />
sınırları içinde kalan yerler olduğu bilinmektedir. Büyük tarihçi rahmetli<br />
İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Anadolu’da Türk Beylikleri yapıtı ile<br />
yine bu konunun dirayetli uzmanlarından olan rahmetli Osman Turan’ın<br />
Selçuklular Zamanında Türkiye, C. Cahen’in Anadolu’da Türkler, Bilge<br />
Umar’ın Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi adlı yapıtlarında verdikleri<br />
eski harita örneklerinde Türklerin Hacım Sultan’ın yaşadığı bu yerlere<br />
daha önceden geldikleri, oraları yurt edinip Türkleştirerek, yer adlarını<br />
Türkçe saptadıkları açıktır. Onun bu yerlerde bulunan Müslüman olmayan<br />
bir kısım halkı aydınlatıp Müslüman yapmak üzere gönderilen bir<br />
“misyoner veli” olduğu da yine yadsınamaz bir gerçektir.Bunun yanı<br />
sıra, başka kanıtların olduğu da aşağıda gösterilecektir.<br />
4. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olan Mustafa<br />
Murat Öntuğ, bu Üniversitenin çıkardığı Sosyal Bilimler Dergisi’nde<br />
yayınlanan, Uşak’ta Hacım Sultan Zâviyesi ve Vakfi yesi başlıklı yazısında<br />
zâviye hakkında doyurucu bilgiler verdikten sonra, Hacım Sultan’ın<br />
Vilâyetnâme’de geçen “ışık” teriminden hareketle onun Hacı Bektaş <br />
24 Sayı 24
SERÇESME SERÇEÞME<br />
Adana Alevi Birliği’nin düzenlediği 29 Ekim<br />
kutlamalarından<br />
Veli’den<br />
sonra XIV. yüzyılda yaşadığını söyler.<br />
Ahmet Yaşar Ocak’ın bu konudaki görüşünü<br />
dile getirerek devamla şöyle der:<br />
“Bununla birlikte değerlendirmeye esas alınan<br />
vakfiyenin tarihi H.721/M.1321 olup,<br />
bu sırada Uşak’ta Hacım Köyü mevcuttur.<br />
Burada Germiyanoğlu I. Yakup Bey bir<br />
zâvi ye binâ ettirmiş, zengin vakıflar tesis<br />
ederek Dede Bâli’yi Şeyh olarak atamıştır.<br />
Şu halde Hacım Sultan, Hacı Bektâş-ı Veli<br />
gibi XIII. yüzyılda yaşamış, vakfiyenin tarihi<br />
olan 1321’den çok önce vefat etmiştir.<br />
Dolayısıyla Vilâyetnâme’deki Anadolu’ya<br />
Hacı Bektâş-ı Veli’yle birlikte geldiğine<br />
dair anlatılanları doğru kabul etmek gerekir.<br />
Böyle olunca Hacım Sultan, Hoca<br />
Ahmet Yesevî’nin müridlerinden ve Hacı<br />
Bektâş-ı Veli çağdaşı olup, onunla da yakın<br />
ilgisi bulun maktadır.” 2<br />
Sayın Öntuğ ayni yazıda şunu da belirtmektedir:<br />
“XVIII. yüzyılda zâviyede görev alan şeyhlerin<br />
Hacı Bektâş Dergâhı şeyhi tarafından<br />
atanması ve XIX. yüzyılın ilk yarısında türbe<br />
ye atanan türbedarlarında Hacım Sultan<br />
için ‘Bektaşi büyüklerinden’ ibaresini kullanmaları<br />
da bu iki zat arasındaki ilgi ve<br />
ilişkiyi göstermektedir.”<br />
5. Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nde Hacım<br />
Sultan da tıpkı Hacı Bektaş-ı Velî gibi on iki<br />
imam soyundan gelen bir seyyid veli olarak<br />
gösterilir. Çocukluğu, ailesi, tahsili hakkında<br />
bilgi verilmez ise de anılan yapıtta belirtildiği<br />
gibi Hacım Sultan, onuncu İmam Ali en-<br />
Naki’nin torunu Şâhzâde Hüseyin’in oğludur.<br />
Doğum ve ölüm yılları hakkında elimizde yeterli<br />
bilgi yok ise de, yaklaşık olarak onun da<br />
Hacı Bektaş Veli ile akran ve akraba olduğunu<br />
söyleyebiliriz.<br />
NOTLAR<br />
1 Ahmet Yaşar Ocak, Hacım Sultan, Türkiye Diyanet<br />
Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c: XIV. s. 505-506<br />
2 Mustafa Murat Öntuğ, Afyon Kocatepe Üniversitesi<br />
Sosyal Bilimler Dergisi sy.: 1, 1998, s. 107-122<br />
Kamuoyuna Çağrı<br />
DEMOKRATİK ALEVİ HAREKETİ (DAH); “yol bir sürek binbir” anlayışından hareketle demokratik<br />
köklerinden beslenerek gelişip büyüdü; mücadeleyle geçen yılların ortaya çıkardığı birikiminin<br />
sonucu olarak Alevi Bektaşi Federasyonu’nu oluşturdu. Bu hareketin göz bebeği olan<br />
Alevi Bektaşi Federasyonu’ndaki (ABF), olağanüstü kongre talebi ve sonrasında yapılan görev değişimi<br />
ile bu sürecinin ardından Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği’nde (HBVD) yapılan<br />
görev değişiminin yarattığı ve yaratacağı sarsıntılar bizleri kaygılandırmakta, örgütlenmemizdeki<br />
dinamizmin temeli olan çoksesliliğin boğulmak istendiği endişesini vermektedir.<br />
Alevi örgütlenmesinde canlılık ve diriliği oluşturan çoksesliliğin, farlılıkları bir arada yaşatma<br />
anlayışının terk edilmesi, mevcut yarışın dostlar arasındaki yarış niteliğinden çıkarılması ve kutuplar<br />
oluşturması bizleri derinden üzmektedir. Hatta ülkede estirilen rüzgâra kapılarak fark lı lık ların<br />
“öteki”leş tirilmesi, birarada bulunmama eğiliminin belirmesi, farklılıkların yok edilerek tekdüze indirilmeye<br />
çalışılması ve buna yönelik pratiklerin sergilenmesi bizleri hayal kırıklığına uğratmıştır.<br />
Demokratik Alevi Hareketi’ndeki kadroların, yıllardır süre gelen demokratik işleyiş anla yı şı n ı<br />
gelinen aşamada hazmedememeleri, gelecek ile ilgili beklenti ve umutlarımızı hızla karart maktadır.<br />
Örgüt içinde mevcut kırılmaların gelecekte bir arada bulunma ve bir arada yaşama ortamını<br />
yok ettiğini ve hızla gelişen bu sürecin geriye dönülmez bir hal aldığını üzülerek izlemekteyiz.<br />
“Ağaca kurt düşmeye görsün”. Kurt düştükten sonra o ağacı işleyen heykeltıraşın ustalığının<br />
bir noktadan sonra anlamını yitireceği ve bir sanatçı elinden çıktığını göstermeyecek kadar özünden<br />
uzaklaşacağı açıktır.<br />
Bu bağlamda biz aşağıda imzaları bulunanlar; Demokratik Alevi Hareketi’nin demokratik işleyi<br />
şinin ve farklılıkların birarada yaşama arzusunun yeniden canlı tutulmasını ve hoşgörünün esas<br />
alınarak, kişisel hırs ve beklentilerin bir kenara bırakılarak örgütlülüğün esas alınması gerektiğini<br />
her şeyden elzem görmekteyiz.<br />
Bu amaçla farlılıklarımızı bir zenginlik olarak görüyor; tek sesliliğe, tasfiyeciliğe ve des po tizme<br />
gidecek eğilimlere karşı kamuoyunun dikkatini çekmeyi önemsiyoruz. Hiç kimsenin yarın larımızı,<br />
belirsiz ve ham hayaller peşinden sürüklemeye hakkı yoktur. Hele hele Alevi öğretisinin<br />
ve örgütlenmesinin yükseliş trendini yakaladığı ve kitleselleştiği şu dönemde bu süreci kesintiye<br />
uğratmaya yönelik her türden tavır ve davranışın hiç kimseye ama hiç kimseye yarar sağlamayacağı<br />
bilakis hepimizi güçsüzleştireceği herkesçe bilinip özümsenmelidir.<br />
Bu vesileyle kadroları sağduyuya davet ediyor, tüm canları bu sürece aktif olarak müdahalede bulunmaya<br />
çağırıyoruz. Ve bu çağrıda bulunmayı tarihsel sorumluluğumuzun gereği olarak görü yo ruz.<br />
İMZACILAR:<br />
Kemal Derin ..............................................(PSAKD Genel Merkez Eski GYK Üyesi)<br />
Metin Çelik ...................................................... (PSAKD Genel Merkez GYK Üyesi)<br />
Rıza Aydın ................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Kemal Çelik .......................................... (Adana Tunceliler Kültür Derneği Başkanı)<br />
Mürşit Pur .................................................................. (PSAKD Adana Şube Başkanı)<br />
Haydar Çağlar ......................................... (PSAKD Genel Merkez Eski GYK Üyesi)<br />
Cemal Karasu ................................ (Adana Tunceliler Kültür Derneği Eski Başkanı)<br />
İbrahim Çarman ...............................................(HBVD Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />
Murat Üstün ................................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />
Hıdır Canoğlu ................................ (Adana Tunceliler Kültür Derneği Eski Başkanı)<br />
Erdal Yıldırım ......................................................(HBVD Adana Şubesi II. Başkanı)<br />
Sadık Boral ..................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />
Hasan Şahin .................................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />
Hasan Mansuroğlu ................................................ (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />
Veysel Açıkalın ...................................................... (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />
Yusuf Budak ................................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Kazım Kayakıran ........................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />
Hayri Yılmaz ....................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />
Sahra Yeteroğlu ........................................................(PSAKD Adana Şube Saymanı)<br />
Ruşen Çelik ...................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Fatma Kaya ...................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Baki Çelik .................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Bektaş Suman ...................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />
Ali Koç ..........................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Halil Ayhan ....................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Hasan Kömürcü .............................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Yüksel Karaaslan ...................................................(PSAKD Adana Şube YK Üyesi)<br />
Hikmet Akkaya ..............................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Mustafa Kalkan ............................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Ayhan Özdemir ........................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
İsmail Batar ................................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Vedat Kızılok ............................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Hakan Düzgün ............................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Mehtap Kurt ................................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Hasan Aktaş ................................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Hüseyin Arı .................................................(PSAKD Adana Şubesi Eski DK Üyesi)<br />
Ali Duman .......................................... (Adana Tunceliler Kültür Derneği YK Üyesi)<br />
İbrahim Erkan ...................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />
Cafer Poyraz .......................................................... (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />
Halil Yiğit ......................................................(HBVD Adana Şubesi Eski DK Üyesi)<br />
Haydar Aksoy .................................. (HBVD Adana Şubesi Disiplin Kurulu Üyesi)<br />
Kadir Şimşek ............................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />
Ekim-Kasım 2006 25
SERÇEÞME<br />
Gazzali’nin Bilinmeyen Bir Risalesinde<br />
Hz. Ali’ye Ait İki Orijinal Şiir<br />
Doç. Dr. Ali Güzelyüz<br />
Hz. Ali’nin şiirlerinin<br />
başladığı<br />
sayfa<br />
ÜNLÜ İslâm filozoflarından Muhammed el-Gazzali’ye (1058-1111)<br />
nis pet edilen ve Hz. Ali’nin (600-661) iki orijinal şiirini içermesi<br />
bakı m ından da çok önemli olan risâlenin tespit edebildiğimiz tek nüsha sı<br />
Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali 2799 numarada kayıtlı bir mecmuanın<br />
içinde bulunmaktadır. 1<br />
Gazzali, Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nde ders verdiği sıralarda,<br />
bir gün dönemin halifesi onu sarayına davet etmiş ve Harun Reşid’den<br />
kal ma çelikten yapılmış bir sandık bulunduğunu; bu sandıkta Hz. Ali’nin<br />
el yazısıyla yazılmış bazı kağıtlar olduğunu; bunların içeriğini merak ettiklerini<br />
ancak yazısını çözemedikleri için kendilerine yardım etmesini<br />
istemiştir.<br />
Gazzali, çelikten yapılan sandığın içinden abanoz ağacından yapılmış,<br />
altınla kaplı ve mücevherlerle süslü bir sandık çıktığını, bu san dığın<br />
içinden de güzel kokular sürülmüş bir parça beyaz brokar ku ma şa sarılı<br />
kâğıtlar çıktığını; bu kâğıtlarda Hz. Ali’ye ait şiirlerin bulunduğunu söylemektedir.<br />
Şiirlerde, ölüm ve kıyamet günü konusunda insanlara yönelik<br />
çeşitli öğüt ve uyarılar bulunduğunu anlatmaktadır.<br />
Gazzali’nin belirttiğine göre bu sandıkta Hz. Ali’ye ait Recez vezni<br />
ile söylenmiş bir beyit, ayrıca birisi Basit diğeri Remel vezni ile söylenmiş<br />
iki uzun şiir bulunmaktadır. Yine Hz. Ali’ye ait bir daire şekli<br />
bulunmaktadır. Hz. Ali, bu dairede yüce Tanrı’nın adının simgeli bir şekilde<br />
yer aldığını söylemektedir.<br />
Gazzali, bu sandıkta ayrıca Kûfe ileri gelenlerinden İbn el-Munzir lakabıyla<br />
bilinen Abdullah bin Hassân’a ait olduğu tahmin edilen bazı notlar<br />
bulunduğunu söylemektedir. Bu notlardan anlaşıldığına göre Hz. Ali<br />
veya önceki halifelerin döneminde Kûfe ve Basra’da, çok sayıda insanın<br />
ölümüne neden olan şiddetli bir veba salgını olmuştur. İbn el-Mun zir, bu<br />
salgından korunmak için ne yapılması gerektiği konusunda Hz. Ali’den<br />
yardım istemiş; o da durumu bir daire ve iki şiir halinde açıklamıştır.<br />
Gazzali, veba salgınının hangi halifenin döneminde olduğunu bil mediğini,<br />
ancak tarih kitaplarında Hz. Ömer’in halifeliği sıra sında şiddetli<br />
bir veba salgınının ortaya çıktığının anlatıldığını belirtmektedir.<br />
Hz. Ali, birinci şiirde, peygambere övgülerde bulunduktan sonra, Cehennemin<br />
bekçisi olan meleklerin alınlarında on dokuz harfin yazılı olduğunu<br />
söylemekte ve içinde Tanrı’nın adının gizli olduğu bu on dokuz<br />
harfi nasıl bir daire şeklinde yazacağını İbn el-Munzir’e anlatmaktadır.<br />
“Tanrı’nın adıyla başlıyorum,<br />
En güzel övgüler, Tanrı’yadır.<br />
Tanrı’nın bütün dualarını peygambere ediyorum,<br />
Çünkü doğru yollar, onunla açılmıştır.<br />
Tanrı’nın yarattıklarının en iyisi ve efendisi Muhammed’dir,<br />
Kıyamet günü bütün insanlar ona doğru yönelecektir…”<br />
Şeklinde başlayan şiirde, bütün canlılar için ölümün bir gerçek olduğu;<br />
ölümden sonra da Tanrı’ya kavuşulacağı anlatılmaktadır:<br />
“Benim nefsim, yaşamı aşırı sevse de, ölümü kabullenmiştir,<br />
Çünkü onun ölümünde sana kavuşma mutluluğu vardır.<br />
Yokluk denizi, bütün yaratıkları kapsamaktadır,<br />
Yüzme bilseler dahi hepsi bu denizde batacaklardır.”<br />
Daha sonra İbn el-Munzir’e Tanrı’nın bazı isimlerini söyleyerek onları<br />
yazmasını, simgeli harfleri de bir daire şekline getirmesini söyle mektedir:<br />
“Simgeli harfleri yerleştir, bunların benzeri yoktur,<br />
Nasıl yerleştirilecekleri, daha sonra anlatılacaktır.<br />
Sayıları tam olarak on ve dokuzdur,<br />
İsimler dairesi, bu harflerden oluşmaktadır.”<br />
Sonraki beyitlerde, yazının suda çözülerek hastaya içirilmesi, sağ l ı-<br />
ğına kavuşanların birer koç kurban ederek yoksullara dağıtmaları gerektiği<br />
anlatılmaktadır.<br />
İkinci şiirde Hz. Ali, İbn el-Munzir’e, daireyi nasıl çizeceğini, harfleri<br />
ve Tanrı’nın adlarını nasıl yerleştireceğini anlatmakta ve Kuran’daki<br />
En’âm suresinin altıncı ayetinin on dokuz harften oluşan “ölü iken dirilttiğimiz”<br />
anlamındaki bölümünü de daireye yerleştirmesini söylemektedir.<br />
Gazzali, bu ayette “yaşam”<br />
ve “ölüm” sözcüklerinin bulunduğunu<br />
ve bunlarda bir sır gizlendiğini<br />
belirtmektedir. Ay rı ca<br />
Hz. Ali’nin sözünü etti ği altı<br />
is min toplam on dokuz harften<br />
oluş tuğunu, besmelenin harf sayı<br />
sının da on dokuz oldu ğu nu<br />
söylemektedir. Cehennemi koruyan<br />
meleklerin alın la rında yazılı<br />
olan on do kuz har fin, Tanrı’nın<br />
yüce ad la rı n ı simgelediğini, bu<br />
harflerin Ce hen nem’in ate şi ni<br />
söndürdü ğünü, bu yüzden veba<br />
ateşini de kolay lıkla söndürebileceğini<br />
an lat mak tadır.<br />
Hz. Ali daha sonra, bu isimleri gizli tutması ve bilgisiz kişilere anlatmaması<br />
için İbn el-Munzir’i sert bir şekilde uyarmakta ve bunları çeşitli<br />
hastalıklara yakalanmış kişilere sadece sevap karşılığında yazmasını<br />
söylemektedir.<br />
Diğer kâğıtlarda ise, Gazzali’nin belirttiğine göre, İbn el-Munzir bu<br />
daire ve şiirlerin kendisine nasıl ulaştığını şöyle anlatmaktadır:<br />
“Harun Reşid’in Mâride el-Kûfiye adıyla bilinen bir eşi vardı. Bu<br />
eşinden, Muhammed adında, Ebû İshâk künyesi ve el-Mu’tasım Billah<br />
lakabıyla tanınan bir de oğlu vardı. Mâride, Ebu el-Munzir’in soyundan<br />
geliyordu. Ebu el-Munzir, onun babasının dedesiydi. Harun<br />
Reşid onunla evlenince, çeyizi onun yanına getirdiler. Anlatıldığına<br />
göre Kûfe ileri gelenlerinin çoğu, Mâride’ye saygılarından dolayı çeyizle<br />
birlikte yürüyordu. O daire ve kâğıtlardan ise haberleri yoktu.”<br />
Gazzali, sandıktaki kâğıtların birinde Harun Reşid’in şöyle anlat tığını<br />
söylemektedir:<br />
“Mâride ile nişanlandığım sırada ona baktığımda, başının üzerinde<br />
bu daire vardı. Onu gördüğümde, güzelliği karşısında hayrete düştüm.<br />
Ona karşı sabırsızlandım, hemen ailesine haber gönderip onunla<br />
nişanlandım ve evlendim. Evlendikten sonra ona nişan sırasında<br />
başına ne koyduğunu sordum. Dedesi Ebu el-Munzir’den babasına<br />
geçen daire ve kâğıtlardan bana söz etti.”<br />
Gazzali, şiirlerin ve diğer kâğıtların içeriğini halifeye anlatınca, halifenin<br />
çok sevindiğini ve Hz. Ali’nin daire ve şiirlerinden ona bir nüsha<br />
kopyalamasını istediğini belirtmektedir. Gazzali, halife ile birlik te kendisi<br />
için de bir kopya çıkarmak için izin istediğini, evraklar kop ya landıktan<br />
sonra tekrar sandığa konularak kilitlendiğini ve başka kimsenin açmaması<br />
için anahtar deliğinin kurşunla kapatıldığını söyle mektedir.<br />
Risalenin sonunda bulunan nottan anlaşıldığına göre bu nüsha, Gazzali’nin<br />
asıl nüshasından sekizinci silsile ile Taşköprüzade tarafından<br />
kopyalanmıştır.<br />
NOTLAR:<br />
1 Tarafımdan eleştirili yayım (edition critique) çalışması yapılan bu risâle,<br />
An Unknown Letter of Gazzali, Includes Two Original Poems from Ali ibn<br />
Abi Talib, adıyla 2004 yılında<br />
Suriye’de basılmıştır.<br />
Bir ayet, Tanrı’nın altı ismi,<br />
besmelenin on dokuz harfi<br />
ve on dokuz simgeli harften<br />
oluşan dairenin resmi<br />
26 Sayı 24
Anadolu insanının “yaşadıkları”, türkülere doğal ve duru bir biçimde<br />
yansır. Dürüst, içten bir dille öyküler anlatılır: Bu öyküler aracılığıyla<br />
Anadolu insanı acısını, sevincini, isyanını ve özlemini türkülere<br />
işler.<br />
“Türkü” denen seslerle gönüllere aktarılırken bu öyküler; söyleyenin<br />
bıraktığı “etki” oranında yaygınlaşmış, yeri gelmiş söyleyenin dilinde<br />
“değişikliklere” uğramış kimi kez de söyleyen kendinden “bir şeyler”<br />
katmıştır. Kuşaktan kuşağa söylenerek geçmişimizi bugüne taşıyan<br />
“türküler”, bizi anamıza-babamıza, sevgilimize, dağa-taşa bağlayan en<br />
sağlam araçlarımızdır.<br />
Türkülerin büyük bir bölümü “anonim”dir; yani kim tarafından söylendiği<br />
belli değildir. Artık o halkındır. Burada bu toprak insanının bütünleşmesini,<br />
beraberliğini görürüz; tam bir “kendini verişe” tanık oluruz.<br />
Anadolu insanı savaşın, yoksulluğun, doğal afetlerin, hastalıkların,<br />
isyanların, kıtlıkların acılarına, bir “derviş sabrıyla” katlanmasını bilmiş,<br />
bunu türkülerine “umutsuzluk” olarak yansıtmamış, yaşamın getirdiği<br />
sonuca “katlanma ve direnme” olarak algılamıştır. Acıları, bekleyişleri,<br />
serzenişleri, umutları, türkünün kendine “has” diliyle anlatmıştır.<br />
Denilebilir ki bunlar tüm bir halkın duygusudur, isteğidir, özlemidir.<br />
Ağıtlara bakıldığında, ölen kişinin ardından söylenen her sözde, ona<br />
duyulan bağlılık göze çarpar. Evlilik yolundaki Anadolu kızının, baba<br />
ocağından ayrılışında hissettikleri, bunu türkülere aktarışındaki duyguları,<br />
aileye bağlılığının açık bir göstergesidir.<br />
Çaresiz kalındığında kadere “isyan” eder; sanki “kader” hakkını arayan,<br />
onuruyla yaşayan herkese “aynı oyunu oynamaktadır”: Kader ortak,<br />
türküler ortak, isyan ortaktır.<br />
Türkülerin bu denli geniş kitlelere yayılmasındaki temel etken, içlerinde<br />
barındırdıkları “temizlik”tir. Temizlik türkülere masum, mağrur<br />
ve yalın bir “hava” verir.<br />
Türkülerde Anadolu insanının kendine has kimliği hemen kendini<br />
belli eder: Yaşam görüşlerini, ideallerini hiç çekinmeksizin, ama diğer<br />
taraftan ancak “halk katı”nda tanık olabileceğimiz bir “saflık ve doğallık”<br />
içinde dile getirirler. Yeri gelir bu dile getiriş “türkü” olur; yeri gelir<br />
“masal” olur, “efsane” olur ve böylece “kültürel mirasa” dönüşür.<br />
Dinlediğimiz türküde, bahsedilen yörelerin özelliklerini öğrendiğimiz<br />
gibi, o yörelerde gezinen kişilerle, konuşulan şiveyle de tanışmış<br />
oluruz; bu “bambaşka” bir tattır; yeni bir ses ve tınıyla önümüzde “yeni<br />
bir öykü” beliriverir. Örneğin Sivas Şarkışlalı Âşık Veysel toprağa büyük<br />
bir tutkuyla bağlıdır. Bu özelliğini şiirlerinde sık sık dile getirir.<br />
Sivrialan’da ilk meyve bahçesini o “kurmuş”tur. Hem öyle bir bahçe ki<br />
içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevize kadar türlü türlü meyve ağacı<br />
vardır. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bu bahçeyi yapmaya başladığı<br />
zaman köylüler, “Atalarımız bunca yıl böyle bir iş yapmamışlar, şu kör<br />
adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?”, demişler. Birkaç yıl<br />
sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler önceki dediklerini hatırlayıp<br />
utanmışlar ve bu defa, “O kör değilmiş, meğer kör olan bizmişiz”,<br />
diyerek Âşık Veysel’i kutlamışlar… (1)<br />
Halk ozanlarımız, türkülerin oluşması ve bu geleneğin yaşatılmasında<br />
temel taşlar durumundadır. Halk onların sazına, sözüne “tutku” derecesinde<br />
bağlıdır. Bu bağlılık ozanın kişiliğine de yansır. Anadolu kültür<br />
mozaiğinde özgün bir yeri olan Pir Sultan’ın eserlerini İlhan Başgöz şu<br />
şekilde yorumlar:<br />
“Pir Sultan’ın eserini en güzel açıklayacak sözcük imece’dir. Onun<br />
şiiri, insanlarımızın el ele verip de çektiği halay gibi, bulgur gibi,<br />
ektiği ekin gibi, biçtiği ekin gibi imece ile dokunmuş bir halk kumaşıdır.<br />
İncelikleri, yoğunlukları ile bu şiirin tümünü, Pir Sultan Abdal<br />
düzüp koşmuş, dokuyup yaratmış olamaz. Pir Sultan’ın bize kadar<br />
gelmiş şiirlerinden hiçbiri, eksiksiz artıksız onun dilinden çıkmış değildir.<br />
Günümüze bunlar, halkımızın dilinde ve telinde evrile çevrile,<br />
eksile arta, bozula düzele ulaşmışlardır…”<br />
Pir Sultan Abdal, köylüleri ile el ele, omuz omuza bir kavgaya katılınca,<br />
onun şiiri “tekke edebiyatı”nın dar kalıplarının “dışına” çıkar,<br />
bütün insanlığa seslenen bir çizgiye ulaşır. Gelenek, güçlü bir şiir akımına<br />
dönüşür. Burada, bir ölüm kalım savaşına giren insanının ülkücülüğü,<br />
umudu, kararsızlıkları, yiğitliği, korkaklığı, yıkılmışlığı, edebiyat<br />
oyunlarından kurtulmuş, yalın bir insan sesi olarak duyulur. Bu ses, aynı<br />
kavga imecesinde el ve gönül birliği eden öteki insanların davranışı ile<br />
birleşir, böylece ortaya güçlü bir koronun sesi çıkar. (2)<br />
Köroğlu ve Karacaoğlan’da da benzer durumlar görülür. Bu şekilde<br />
pek çok şairin adıyla “anonimleşmiş” türküler ortaya çıkmıştır.<br />
Karacaoğlan’a baktığımızda; göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası<br />
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
Türkülerde Anadolu İnsanı<br />
Seda Coşkun<br />
olan doğa, onun şiirinin başlıca temalarından biridir. Şiirlerinde; yaşadığı,<br />
gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir.<br />
Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa,<br />
onun için sadece bir mekân olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir<br />
teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Yaşanan<br />
sevinç, hayal kırıklığı, özlem, ayrılık, acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde<br />
doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve<br />
ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşünü<br />
özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş<br />
tuttuğu bir derttir. Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını<br />
oluşturan aşk/sevgili kavramını, “âşık şiiri”nin geleneksel kalıpları<br />
dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, binbir hayal<br />
ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir<br />
varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu<br />
ilişkilerden soyutlamadan verir. (3)<br />
Ruhi Su’nun diliyle Köroğlu şöyle anlatılır:<br />
“Halkımıza göre Köroğlu, zalime başkaldıran, yaşlılara zayıflara<br />
dokunmamayı, tamahkâr zenginlerle uğraşmayı, dertlilerin derdine<br />
bakmayı öğütleyen yiğit bir kişi. Bir destan kahramanı. Kavuşturan,<br />
kurtaran esirgeyen Kırat motifi ile kökleri çok daha gerilere giden<br />
bazı efsanelerle, ‘‘Celali Köroğlu Ruşen’’ ve ‘‘Celali Kiziroğlu Mustafa<br />
Bey’’ gibi bazı gerçeklerin, daha da Allah bilir nelerin, ne özlemlerin<br />
karışarak oluşturduğu bir destan. Bütün destanlarda olduğu<br />
gibi de, her şey olumlu ya da olumsuz yönde abartmalı. Halk bu Köroğlu<br />
türkülerini, Köroğlu hikâyelerini dinlerken yürekleniyor. Bir<br />
kurtarıcı bulmuşçasına rahatlıyor. Düğünlerde derneklerde Köroğlu<br />
havaları, marşların gördüğü işi görüyor. Köroğlu’nun kimliğinden<br />
de, kişiliğinden de ben bu toplum olayını anlıyorum. Asıl Köroğlu<br />
gerçeği bu bence. Yunus Beyin ya da Seyis Yusuf’un oğlu Ruşen<br />
Ali’nin bireysel kişiliği de, bireysel kimliği de beni ilgilendirmiyor.<br />
Halk gibi, hikayeci halk ozanları gibi, Köroğlu’na ben de kendimi,<br />
kendi özlemlerimi katarak söyledim. Yiğit, duyarlı insan bir Köroğlu<br />
düşündüm”. (4)<br />
Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah, Âşık Daimi, Âşık Ali Özkan, Âşık<br />
Hüdai, Nesimi, Muhlis Akarsu, Mahzuni Şerif vb. değerlerimizle, halkın<br />
sesine her zaman “tercüman” olunacaktır.<br />
KAYNAKÇA:<br />
(1) Oğuzcan, Ümit Yaşar; Âşık Veysel’in Yaşam Öyküsü; http://www.sivrialan.<br />
com/asik_veysel_yasami.html<br />
(2) Başgöz, İlhan- Melikoff, Irene- Birdoğan, Nejat- Bozkurt, Fuat- Korkmaz,<br />
Esat- Yıldırım, Ali; Anadolu Aleviliği ve Pir Sultan Abdal/ Fransa Alevi<br />
Birilikleri Federasyonu Yayını/ Paris-1998/ Sayfa: 19-65<br />
(3) http://www.turkuler.com/ozan/karaca.asp<br />
(4) Su, Ruhi; Ezgili Yürek/ Şiirler-Yazılar-Konuşmalar/ Everest Yayınları/<br />
İstanbul-2006<br />
Aşık Veysel ve eşi<br />
Ekim-Kasım 2006 27
SERÇEÞME<br />
Bağcılar Hacı Bektaş Veli Derneği<br />
Başkanı ve Gençlik Komisyonu<br />
Başkanı ile Söyleştik<br />
Ahmet Koçak<br />
Sayın Başkan, önce sizi tanıyalım?<br />
• İsmim Kalender Karpuz. 1954 Elbistan, Kahramanmaraş, Beştepe<br />
köyü nüfusuna kayıtlıyım. Öğretmen okulu mezunuyum. Üç sene öğretmenlik<br />
yaptım. Sonra kendi isteğimle görevi bıraktım. Şu anda tekstil<br />
sektöründe ticaretle uğraşıyorum.<br />
Bu dernek kaç yılında kuruldu? Buraya bağlı kaç şube var?<br />
• 1989 yılında kuruldu. 1989 yılından bugüne kadar aktif olarak çalışmalarına<br />
devam ediyor. Dört tane şubesi var: Bahçelievler, Kağıthane, Beyoğlu<br />
ve Erzincan Çayırlı Şubesi.<br />
ABF ile bağlantınız var mı?<br />
• Hayır. Hiçbir federasyonla bağlantımız yok.<br />
Cem Vakfı ile geçmişte yakın ilişkileriniz vardı diye biliyorum.<br />
Bugün ilişkileriniz nasıl?<br />
• Cem Vakfı’yla, onların düşünceleriyle herhangi bir bağlantımız yok.<br />
Sadece onlar herhangi bir konuda bize ihtiyaç duyduklarında sadece fikir<br />
alışverişi yapıyoruz. Onun dışında herhangi bir ilişki yok. Ama biliyorsunuz,<br />
günümüzde çektiğimiz dede sıkıntısı nedeniyle biz oradan dede<br />
talebinde bulunmuşuz. Sadece oranın yönetiminde olan dedeler burada<br />
cem ayinlerini yürütüyorlar. Ama bu demek değildir ki Cem Vakfı’nın<br />
güdümü altındayız, onlarla organik bir bağımız yok<br />
Bağcılar Hacı Bektaş Veli Derneğinde ne zaman yönetime<br />
geldiniz?<br />
• Ben Bahçelievler şubesinde iki senedir başkan yardımcılığını yapıyordum.<br />
O süre içinde oradaki arkadaşlarda, Genel Merkezde, buradaki<br />
oluşumdan rahatsız olduğumuzu gördük. Bundan dolayı burada, bu toplumun<br />
içersinde, derneğin içerisinde olmamız gerektiğini düşündük. Ve<br />
bu yıl yapılan kongrede seçilen yönetimin içerisinde bulundum.<br />
Yönetime gelmeden önce burada ne gibi sorunlar tespit<br />
etmiştiniz? Burada çalışmayı engelleyen sorunlar nelerdi? O<br />
sorunları çözmek için siz hangi projelerle geldiniz?<br />
• Bir dernek birçok toplumdan insanı bünyesinde bulundurduğunda,<br />
kültürel bir zenginlik kazanır. Burada, Bağcılar’da birçok bölgenin insanları<br />
yaşamakta. Burada bu konuda bir eksiklik olduğunu gördüm.<br />
Ne var ki yönetime gelen kişiler, illa kendi bölgelerindeki arkadaşların<br />
üye olması veya yönetime gelmesinden yana. Bizce, Bağcılar’da yaşayan<br />
farklı bölgeden göçmüş insanlarının da buraya üye olması ve bu derneğin<br />
yönetiminde olması gerekmektedir. Yöneticiler bu bilinçte olmalı.<br />
Farklı bölgelerin insanlarının bir dernekte bulunmasının bir zenginlik<br />
olduğunu düşünmek en doğrusu.<br />
Elbistan, Maraş, Adıyaman, Malatya bölgesindeki insanların cemevlerine<br />
bakışları biraz daha farklıdır. İzzettin Doğan’a karşı tepkilerinden<br />
dolayı, İzzettin Doğan’ın Aleviliği yanlış yönlendirmesinden dolayı, bu<br />
kuruluşlara gelip gitmediklerini görüyorum. Bu ayrı bir konudur.<br />
Bağcılar bölgesi ve dernek hakikaten problemli. Dernek problemli ve<br />
bu güne kadar problemlerle gelmiş. Nedir bu problemler. Buraya emeği<br />
geçen tüm dostlara, tüm arkadaşlara, hepsine teşekkür ediyorum. Buraya<br />
eliyle, emeğiyle, beyniyle, gücüyle yardım etmişler, bir mekânı, çok güzel<br />
bir mekânı da bu güne kadar getirmişler. Ancak bugüne kadar dernek<br />
yöneticiliği yapan arkadaşlarımız, biraz da bilgi eksikliğiyle bir yanlış,<br />
daha doğrusu bir yöneticilik eksikliği yapmışlar. Burada ahbap-çavuş<br />
ilişkileri veya aşiretçilik temelinde derneği yönetmeye çalışmışlar.<br />
Biz gençlik faaliyetlerinin başlaması amacı ile yeni bir gençlik komisyonu<br />
oluşturduk. Gençlik tarafından bilgisayar kursları, ÖSS kursları,<br />
folklor ve semah kursları faaliyetleri yürütülmeye başladı. Bu bir düşüncenin<br />
gençliğidir. Nedir bu düşünce? Alevi toplumuna, Alevi felsefesine<br />
inanan gençler. Onları, Alevilerin içinde yaşadığımız toplumunda ileri<br />
gitmesi için uğraş veren bir gençlik haline getirdiğimize inanıyorum. Bu<br />
konuda gerçekten arkadaşlarıma ve gençlere müteşekkirim. Gençlerimiz<br />
özverili bir şekilde davranıyorlar.<br />
Süreç bize müsaade ederse, canla başla, fedakârlıkla, anlayışla, birbirimize<br />
kenetlenerek, burada sorunların üstesinden geleceğimize kesinlikle<br />
inanıyorum.<br />
Gördüğümüz önemli sorunlarda biri de koltukların altındaki Kuran<br />
kitaplarıyla elli altmış tane kadının burayı bir tarikat gibi kullanmasıdır.<br />
Aynen Sünni tarikatların yaptığı gibi. Bunu görünce hakikaten çok garibime<br />
gitti.<br />
Alevilerin, “Kuran’a başımız bağlıdır” söylemini biliyorum, ama<br />
Kuran’ı böyle öğretisel olarak gördüklerini ben görmedim. Kendi köyümüze<br />
bakarak bir değerlendirme yaparsam, köylere dedeler gelirdi, giderdi.<br />
Senenin bir gününde Aleviliğin ibadeti olan cemi yaparlardı. Ama<br />
hiçbir bölgede koltuklarının altına Kuran’ı alarak, bir nevi okul haline<br />
getirilmiş bir yerde bu medrese kültürünü almazlardı. Tabii bu benim<br />
çok garibime gitti.<br />
Bu konu üzerinde kafa yorduk. Yönetim içerisinde arkadaşlarla, “Bu<br />
konuda neler yapılabilir” diye konuştuk. Bunun hakikaten bizim kültürümüze,<br />
inançlarımıza ve felsefemize ters olduğunu; hele aydınlanma<br />
çağında, bilim çağında bu tür şeylerin yanlış olduğunu arkadaşlar da<br />
gördüler.<br />
Kuran’ın okutulmasını tekrar gündeme getirdik, ama Kuran’ın insanların<br />
anlayacağı dilde öğretilmesinde taraf olduk. Kuran’ın Türkçe öğretilmesi<br />
konusunda bir çalışma başlattık.<br />
Benim soracaklarım bunlar. Benim eksik bıraktığım, sizin<br />
anlatmak, eklemek istediğiniz başka şeyler var mı?<br />
• Cemevi, sadece ibadet yeri değildir. Bunu görmek lazım. Benim başkan<br />
olmamla birlikte bir ilkeyi uygulamaya koyduk. Nedir bu ilke? Bağcılar<br />
bölgesinde bize yakın olan her kişi ve kuruluşla işbirliğidir. Kim<br />
var, dedik, işte, SHP, CHP, Emek Partisi… Onları yerlerinde ziyaret ettik.<br />
Bu dernek ile o kuruluşlar Bağcılar için ne yapabilir, bunun arayışı<br />
içerisinde olduk. Arkasından, gençlerin içinde çalıştığı yöre dernekleriyle<br />
paneller yaptık. Bu belli başlı oluşumlarla Bağcılar halkına birlikte<br />
neler verebiliriz konusunu görüştük.<br />
Biz buranın sadece insanların cenaze kaldırdığı, yemek yediği bir<br />
mekân görüntüsünden çıkarılması gerektiği düşüncesindeyiz. ÖSS kurslarının<br />
açılması, öbür kursların açılmasıyla burası hakikaten bir kültür<br />
merkezi olabilmeli. Bugüne kadar yapılmayan eksik olarak gördüğümüz<br />
şeylerden biri de kütüphane. Kütüphane gerçekten çok önemlidir. İnsanlarımız<br />
Alevilik konusunda, kafasından geçen herhangi bir konuda aramak<br />
istediği, sormak istediği şeyleri burada bulabilmeli.<br />
Bu tür derneklerin ve kuruluşların bazı şeyleri yapabilmesi için maddi<br />
güçlerinin olması gerekiyor. Bu da bir bağış kutusuyla ya da bir arkadaşın,<br />
bir dostun yemek vermesiyle bugüne kadar gelmiş. Ama biz<br />
bunu da buradan çıkarmaya çalışıyoruz. Bu kuruluşun birtakım şeyler<br />
yaparak ayakta tutulması ve bunların gücüyle de insanlara bir şey vermesi<br />
lazım. Bunun için şimdi bir konferans salonu, bir tiyatro salonu<br />
düzenlemeye çalışıyoruz. Bunların adımlarını attık. Önümüzdeki bir ay<br />
veya iki ay içerisinde bunlarında burada gerçekleştiğini göreceksiniz.<br />
Bunlar da bir gelir getirecek. İnsanlar buranın tam bir kültür merkezi<br />
haline geldiğini görecekler.<br />
18 Kasım’da Bağcılar Olimpik<br />
Spor Salonu’nda yöre derneklerinin<br />
katılımıyla ortak bir<br />
şölen yapacağız. Bu etkinlikteki<br />
amaç; hem Alevi le rin Bağcılarda<br />
bir potansiyel olduğunu,<br />
hem dayanışmanın, hem de<br />
üyelerimiz arasında kaynaşmanın<br />
canlanmasını sağlamaktır.<br />
Bu konuda genç lerimiz bütün<br />
enerjilerini harcamaktadırlar.<br />
İnşallah başarılı çıkacağız.<br />
Başarılı çıkacağımıza ben<br />
inanıyorum.<br />
28 Sayı 24
SERÇESME<br />
Teşekkürler Sayın Başkan. Derneğiniz bünyesinde oluşan Gençlik Komisyonunun<br />
başlattığı çalışmaları da Gençlik Komisyonu Başkanı arkadaşa sormak istiyorum.<br />
Önce sizi tanıyalım?<br />
• İsmim Celal Şen. 1974 Sivas, İmranlı doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi Bağcılar’da tamamladım.<br />
Liseyi Kadırga Teknik Lisesi’nde, Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde okudum.<br />
Bilgisayar mühendisiyim. Şu anda bir bilgisayar şirketinde, yazılım müdürlüğü görevine devam<br />
ediyorum.<br />
Gençlik komisyonunun ‘Demokratik Toplumsal Güç Oluşumu’ adında bir çalışması var.<br />
Bu projeyi bize kısaca anlatır mısınız?<br />
• 1980’lerden sonra, özellikle Türkiye’de ve bütün dünyada küresel söylemler hız kazandı. Toplumun<br />
içerisinde varolan dinamikler her geçen gün azalıyor. Şu anda toplum her şeye duyarsız, sessiz<br />
bir şekilde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Fakat bir gerçek var. Bu toplumun içersinden geldiğiniz<br />
zaman, bu toplumun içerisinde büyüdüğünüz zaman görüyorsunuz ki aslında toplum içindeki<br />
dinamikleri hayata geçiremiyor. Seçim dönemlerinde hep gördüğüm şey şuydu: Belli çalışmalarla<br />
oy avcılığı yapılmaya çalışılıyor. Bu oy avcılığına çıkan arkadaşların genelinin gerçek anlamda<br />
insanların sorunlarına çözüm bulmak amaçlı yola çıktığını düşünmüyoruz biz.<br />
Demokratik Toplumsal Güç Oluşumunun temel amacı şudur: Biz top lum da başlayan, toplumun<br />
gerçekten, kendi ihtiyaçlarını dile getirebileceği, mahalle komiteleriyle, yöre ve köy dernekleriyle,<br />
demokratik kitle örgütleriyle bütünleşip, insanların, toplumun birbirlerini iyi tanıması yo luyla<br />
birlikte hareket edebileceğini görmesini istiyoruz. Yani bu suskun luğun artık, yavaş yavaş bozulmasını<br />
ve toplumun içinde yaşattığı dinamiklerini ortaya çıkarmasını istiyoruz. Bunun insanlara<br />
daha iyi bir yaşam için gerekliliğine inanıyoruz. Tepeden inme kararların önüne geçerek, tabandan<br />
gelen sese kulak verilmesi gerektiğini düşünüyoruz.<br />
Bu proje siyasal güç oluşturma amaçlı mı?<br />
• Projenin temel aşamalarını şöyle sıralayabiliriz: Öncelikle bu dinamikleri bir araya getireceğiz.<br />
Bu derneklerin, kendi küçük birimlerine kadar ineceğiz ve onlara işlev kazandırmaya, kahve kültüründen<br />
kurtar maya çalışacağız. Bunları aktif hale getirdikten sonra, burada platformun kendi<br />
çalışmalarını yürütebilir hale geldikten sonra, platformun kendi hareketini kendisinin yönlendirmesine<br />
çalışacağız. Bu oluşum siyasi bir güç olur mu? İleride, seçimlerde kendi adaylarını kendileri<br />
çıkarırlar mı? Biz çıkarmaları ve tek vücut olarak hareket etmesini istiyoruz. Ama bu tamamen<br />
platformun alacağı kararlarla şekillenecek.<br />
Biz sadece toplumsal bir girişim istiyoruz. Alevisiyle, Sünnisiyle demokrat düşünen herkesi<br />
insanların gerçekten yerel, Bağcılar’da var olan sorunlarını çözebileceği bir toplumsal hareketin<br />
yaratılmasını istiyoruz. Bizim projemizin temel kaynağı bu.<br />
Bu hareket yaratılıp, platform oluştuktan sonra, platform kendi kendini yönetebilir duruma<br />
geldikten sonra, içerisinde oluşacak komitenin bağımsız şekilde çalışmasını sağlamaya çabalayacağız.<br />
Bu bir süre bizlerin katkıları ile şekillenen bir hareket olacak. Biz o platformu, her geçen<br />
gün biraz daha genişletmeye, biraz daha büyütmeye çalışacağız. 18 Kasım’da, platform üyelerinin<br />
hepsinin desteğini alarak büyük bir şölen düzenleyeceğiz Bağcılar Olimpik Kompleksi tesislerinde.<br />
Bu aslında Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtım Derneği Genel Merkezi olması aşamasında çok<br />
önemli. Bizim başkanlığımız da bu oluşumun bir şöleni olacak, bunu planlıyoruz. Tek isteğimiz<br />
bu günümüzde.<br />
Bu proje dışında gençlik komisyonu olarak sizin önünüzde ne gibi hedefl eriniz var?<br />
• Biz platformdan bağımsız olarak şu anda gençlik komisyonu olarak başkanlarımızın da büyük<br />
yardımları vasıtasıyla burada eğitim çalışmaları başlattık. Kültürel yozlaşma her geçen gün<br />
gençlerimizi Amerikanlaşmaya doğru götürüyor. Bunu hepimiz görüyoruz. Burada insanları hem<br />
kültürel, hem de eğitsel yönlerde hazırlamak için kurslar başlattık. Kahve köşelerinden kurtarıp,<br />
insanları bilgisayar öğrenmeye, semah dönmeye, folklor öğrenmeye, bunun yanı sıra ihtiyacı<br />
olanlara üniversiteye hazırlık kursları vermeye kadar kurslar açıldı. Bunlar, çok cüzi bedellerle,<br />
tamamen gönüllü hocaların katılımıyla yapılan kurslar. O cüzi bedelin alınmasının tek sebebi de<br />
belgelerin gerektiği şekilde profesyonelce hazırlanabilmesi.<br />
Yapılacak etkinliklerin takvimini hazırlayarak, platformun içerisindeki diğer kuruluşlara yayma<br />
düşüncesindeyiz. Bu nasıl olabilir? Mesela biz 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü Hacı Bektaş Veli<br />
genel merkezi olarak, burada kendi bünyemizde kutladık. Birçok oluşumdan arkadaşlar katıldılar.<br />
Ama bundan sonra bu tür etkinlikleri yaparken, o kültürel faaliyet için bir derneği görevlendirmek<br />
istiyoruz. Yer, mekân önemli değil. Yer, Hacı Bektaş Veli Genel Merkezi olabilir veya yöre derneğinin<br />
kendi yeri de olabilir. Görevli dernek tüm hazırlıkları yaparken diğerleri onu desteklemeli,<br />
Platformdaki diğer kuruluşlar ve üyeler o faaliyet günü, belirlenen saatte, belirlenen mekânda<br />
etkinliğe katılması ve gerekli desteği vermesini amaçlıyoruz.<br />
Başka söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />
• Bugüne kadar toplumun isteklerine ve sorunlarına ideolojik düşüncelerden yola çıkıp çözüm<br />
bulmaya çalıştık. Fakat vardığımız nokta düşündürücü. Her ne kadar da demokratik bir ortamda<br />
yaşıyorsak da, şu anda meclise bakarsanız; toplumun yarısının hiçbir fikri orada savunulmuyor.<br />
Bu durumda da yaşadığımız süreçte insanlar birçok sorun ve sıkıntı ile başbaşa kalıyor. Toplumun<br />
artık önüne konan engelleri aşması gerektiğine ve bunun ideolojik düşüncelerin üstünde toplumsal<br />
dayanışmayla sağlanabileceğine inanıyoruz. Bu hareketimizin temel amacı da bu zaten. Bu noktada<br />
bu hareketle yola çıktık.<br />
Bunun yanı sıra, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Genel Merkezi’nin gerçek bir<br />
kültür merkezi haline gelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bir takım faaliyetler başlattık. Bize yardımcı<br />
olacak bütün arkadaşları da aramıza bekliyoruz.<br />
Teşekkür ediyorum.<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
SERÇEŞME<br />
OKUYUCULARININ KATKISIYLA<br />
ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR<br />
Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den<br />
niyaz alan okuyucularıdır.<br />
Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt<br />
içinde ve dışında çalışan, emeğiyle<br />
geçinen insanlardır.<br />
Serçeşme canların özverisine,<br />
paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir<br />
ve zorlukları birlikte aşma gücüne<br />
dayanır.<br />
Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan<br />
yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş<br />
bekliyor.<br />
Serçeşme tüm canları temsilci olmaya,<br />
canları abone yapmaya, yörelerine<br />
derginin toplu getirtilmesine ve elden<br />
dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.<br />
TEMSİLCİ CANLAR<br />
YURTDIŞI<br />
Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29<br />
Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56<br />
Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35<br />
Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54<br />
Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62<br />
Hanau Kemal Nayman ...................+49.173.667 72 91<br />
Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20<br />
Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34<br />
Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95<br />
Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70<br />
Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99<br />
Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12<br />
Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16<br />
Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84<br />
Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19<br />
İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276<br />
İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07<br />
Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54<br />
YURTİÇİ<br />
Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14<br />
Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13<br />
Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25<br />
Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37<br />
Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78<br />
Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80<br />
Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17<br />
Denizli: Merkez Eyüp Ceylan ..................0536.739 28 42<br />
Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03<br />
Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90<br />
Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77<br />
Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50<br />
İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23<br />
4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79<br />
Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75<br />
Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14<br />
Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42<br />
İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12<br />
Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86<br />
Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09<br />
Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79<br />
Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98<br />
Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58<br />
Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09<br />
İzmir: Merkez Hüseyin İlbey ....................0536.203 64 82<br />
Bornova Hüsniye Çınar .......................0532.512 59 62<br />
Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06<br />
Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91<br />
Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52<br />
Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05<br />
Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99<br />
Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03<br />
Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79<br />
Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54<br />
Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99<br />
Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26<br />
Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07<br />
Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47<br />
Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75<br />
Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17<br />
Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50<br />
Ekim-Kasım 2006 29
SERÇEÞME<br />
Yaygın medya, Ramazan’da hemen başka<br />
bir kisveye bürünerek, diğer maskesini<br />
takıp dini yayınlar yapmaya başlar.<br />
Biz tabii ki böyle bir şey yapmayacağız<br />
elbette. Ama, Ramazanı fırsat bilerek,<br />
vesile ederek ‘dindar’ şairlerden birisini<br />
Kaygusuz Abdal’ı anacağız. Okuyacağınız<br />
dizeler bir tasavvuf ozanının gerçekte<br />
bütün bildik dindarlardan daha dindar<br />
bir dervişin, dinsel tutuculuğa, biçimsel<br />
dindarlığa seslenişidir. O çağların bilim<br />
ve bilgi yoksunluğu içinde bile bilgelerin<br />
hoş görmediği bağnazlığın, yüzyıllarca<br />
sonra hâlâ pek çoklarınca benimsenmesi,<br />
teşvik edilmesi ne kadar üzüntü verici<br />
geliyor değil mi?!.<br />
KAYGUSUZ ABDAL halk edebiyatımızın<br />
önde gelen isimlerinden biri.<br />
“Tasavvuf edebiyatı” veya “tekke edebiyatı”<br />
şairlerinden. Alevi-Bektaşi edebiyatının<br />
kurucusu sayılır. Tekkeye intisab etmesi<br />
bir efsaneye dayanmaktadır. Asıl adı Alâeddin<br />
Gaybi’dir. Alâiye (Alanya) beyinin oğludur.<br />
1341- 1444 arasında yaşadığı rivayet edilir.<br />
Alageyiğe Saplanan Ok<br />
Bütün bey oğulları gibi, çok iyi eğitim görmüştür,<br />
zamanın gereği olan ata binmek, yay kullan<br />
mak, avlanmak gibi hüner veya zevkleri<br />
vardır.<br />
Ben de gittim alageyik avına,<br />
Çekti geyik beni kendi dağına,<br />
Tövbeler tövbesi geyik avına,<br />
Siz gidin kardaşlar kaldım kayada.<br />
Bir gün Toros’larda avlanırken bir geyiği<br />
böğründen vurur, yaralı geyik kaçar, bey<br />
oğlu kovalar,.. en sonunda geyik, dağlarda bir<br />
eve girer. Gaybi kapıyı çalar, dervişler açarlar.<br />
Ev meğerse Abdal Musa adlı bir Bektaşi<br />
pîrinin dergâhıymış. Genç adam “geyiğimi<br />
is te rim” diye tutturur, içeriden gelen yaşlıca<br />
bir adam, koltuğunun altına saplanmış oku<br />
çıkarır, “Oğul, aradığın ok bu mudur?” diye<br />
sorar. Bu şahıs Abdal Musa’dır. Bey oğlu Gaybi,<br />
ermiş kişinin ayağına kapanır ve tekkesine<br />
derviş girmek istediğini söyler. (Abdal Musa<br />
Velayetnâmesi’nde Bey oğlu Gaybi’nin bu dergâha<br />
kapılanmasına ait kayıtlar vardır.)<br />
Gaybi, serveti ve iktidarı bırakıp, (Âşık<br />
Yunus’un Tabtuk Emre dergâhına 40 yıl odun<br />
taşıması gibi) o da Abdal Musa’nın tekkesine<br />
hizmet eder. Zamanla abdallık payesine erişir<br />
ve Kaygusuz adını alır. Yaşı ve ilmi kemale<br />
erince, Şeyhi ona Mısır’a gidip, ocak açmasını<br />
söyler. Nil kıyılarına varır, dergâh kurar,<br />
derviş yetiştirir. Hicaz’a gider, hacı olur, dinsel<br />
törelerde kutsal yerler olan Necef’i, Kûfe’yi ziyaret<br />
eder. Sonra tekrar Pîr’inin yanına döner.<br />
Oradan, Ege’ye, Trakya’ya geçer, Edirne, Yanbolu,<br />
Manastır, Filibe’de kalır. Nerelere gittiği<br />
şiir ve yazılarında geçen şehir adlarından anlaşılmaktadır.<br />
Mısır’a geri gelir, öldüğünde bir<br />
mağaraya gömülür. Mezarının yeri nedeniyle<br />
orada Abdüllah-ül Magarevi (Allah’ın Mağaralı<br />
Kulu) diye de bilinir. Mısır’daki dergâhı<br />
halife makamı olarak sayılan en kutsal dört<br />
yerden birisidir.<br />
Kaygusuz Abdal; Bektaşi’ler için en önemli<br />
ermişlerdendir, ona Kaygusuz Sultan da derler,<br />
Bektaşi meydanına serilen 12 posttan birisi<br />
Abdal Musa, diğeri ise onun talebesi Kaygusuz<br />
‘Kaygusuz Abdal’ ya da<br />
Ramazan’da Dindar Bir Bilgeyi Anımsamak...<br />
Yalçın Yusufoğlu<br />
Sultan adınadır. Hayatının büyük bir bölümünü<br />
gurbette geçiren Kaygusuz, eskiden içinde<br />
yaşadığı ve Urum (Anadolu)’dan, Hindistan’a<br />
kadar yakın-ırak yerlerden dertlilerin, dertsizlerin,<br />
beylerin, yoksulların, tüccarların, erlerin,<br />
hastaların, sağlamların, Gayrı Müslimlerin,<br />
Müslimlerin geldiği, konuk olduğu, barındığı,<br />
karnını doyurduğu Abdal Musa dergâhını özlemle<br />
anıyordu:<br />
Beylerimiz elvan gülün üstüne,<br />
Ağlar gelir, şâhım Abdal Musa’ya.<br />
Urum abdalları postun eğnine<br />
Bağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />
Urum abdalları gelir dost deyi,<br />
Eğnimizde aba hırka post deyi,<br />
Hasteleri gelir derman isteyi,<br />
Sağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />
Hintten bezirgânlar gelir yayınır,<br />
Pişer lokmaları açlar doyunur,<br />
Bunda gelir âşıkları soyunur,<br />
Erler gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />
Her mâtem ayında kanlar saçarlar,<br />
Uyandırıp Hak çerağın yakarlar,<br />
Demine “hu!” deyip gülbeng çekerler,<br />
Nûrlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />
Benim bir isteğim vardır Kerîm’den,<br />
Münkir bilmez evliyânın hâlinden,<br />
Kaygusuz’am ayrı düştüm pîrimden,<br />
Ağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />
(Soyunmak: Dervişliğe karar verip, o esvapları<br />
giy mek, Gülbang: bülbül sesi, Bektaşi dervişleri<br />
nin sesli duası, Uyandırmak: matem ayında<br />
(Hic ri yılın ilk ayı olan Muharrem’de) çırağı<br />
yak mak, Demine hu: her anın Tanrıyla olsun,<br />
Kerîm: İslamiyette “Esma-yı Hüsnâ” (Güzel<br />
İsimler) denilen Allah’ın 99 adından birisi.)<br />
Bilge Kişinin Dünyaya Bakışı<br />
Yukarıda andığımız tekke şairleri gibi Kaygusuz<br />
Sultan’ın da şiirlerinin temeli tasavvuftur.<br />
Ve tüm tasavvufçular gibi, o da hurafelerin,<br />
din adına tehdit ve korkutmaların, biçimsel<br />
dindarlığın, yavan ibadetçiliğin sadece dışında<br />
değil, karşısındadır. Dinin özünü o şekiller ve<br />
kurallar olarak değil, insana değer vermek diye<br />
algılar, din söylemindeki şeytan kavramını ve<br />
kullanılmasını istemez, onun bunun şeytanla<br />
korkutulmasını ya da şeytanlıkla itham edilmesini<br />
yadsır, yeryüzündeki hilekârdan daha<br />
şeytan kimsenin olamayacağını söyler, kendisini<br />
ise “ben özümü Güzel Şah’ın aşkına adamışım,<br />
makam, mevkide (ekâbir arasına katılıp<br />
cübbe ve kaftan giymekte) gözüm yoktur” diye<br />
tanımlar” (onun giysisi aba-hırkadır, cübbe ve<br />
kaftan giymesi ise sınıf atlamaktır):<br />
Dost senin yüzünden özge, ben Kıble’yi<br />
can bilmezem,<br />
Pîrin hüsnünü severim, ben gayri imân<br />
bilmezem,<br />
Bana derler ki, şeytan senin yolun azdırır,<br />
Ben şu hileci kişiden gayri bir şeytan<br />
bilmezem.<br />
Ol Şâh-ı hüsnün aşkına özümü viran<br />
kılmışım,<br />
Kaygusuz Abdal’dır adım, cübbe ü kaftan<br />
bilmezem.<br />
Bu yazı Sesonline sitesinden alınmıştır: www.sesonline.net<br />
Bu sözleri söyleyen kişi bey oğlu olmayı,<br />
babasının yerini alıp insanlara hükmetmeyi<br />
reddetmiş, sarayı, serveti, refahı terketmiş, Şeyhin<br />
Dergâhında bir lokma-bir hırka yaşamaya<br />
ve hizmet etmeye girmiş bir insandır. Halkın<br />
içinden yetişmiş birisi olarak da bunları söyleseydi,<br />
sözleri değerinden bir şey kaybetmezdi,<br />
ama sınıfını terketmiş birisi böyle konuşunca o<br />
sözlerin değeri artmaz fakat o kişinin erdemliliğini<br />
bir emsal olarak göstermek gerekir. Bey<br />
oğlu genç Gaybi sınıfını bırakıp Hak yoluna<br />
girmişti, günümüzde ise sınıfını bırakıp Halk<br />
yoluna giren gençler var, her zaman da oldu.<br />
Bektaşi ozan insana tepeden bakmaz, kendinden<br />
yola çıkarak sevginin içselleştirilmesini<br />
ister, yüzeysel bir inançlılığı aldırmaz, insana<br />
ve onun iç güzelliklerine, ruhsal zenginliklerine<br />
vurgu yapar.<br />
“Karıncayı fille karıştırma, lâl taşının değerinin<br />
hâreli renginden ileri geldiğini sanma,<br />
Hacca gittim diye kendine pay çıkarma,<br />
Hacca giden kişinin gönülleri kazanması<br />
gerekir, gerçek gönül Tanrı’yı içinde<br />
bulunduran yerdir, bu nedenle benliğini iyi<br />
tanı, Tanrı senin içinde, sen Tanrının içindesin,<br />
üstünlük taslama, insanlara söyleyeceklerini<br />
sevimlice söyle, onları kırma,<br />
benim aklım herkesten üstündür, sözüm<br />
herkese yol gösterir, deme, öyle yapmaya<br />
başlarsan sonra kibirden, böbürlenmekten<br />
kurtulamazsın, diyeceğin bir lafı çocuk<br />
gibi dambur dumbur söyleme, usül, erkân<br />
bilmezsen kaba saba birisi olursun”<br />
gibi öğütler verdikten ve bu şiirlerden ders<br />
çıkar dedikten sonra, “sözlerime bakıp böbürlendiğimi<br />
zannetme, ben de senin gibi birisiyim,<br />
helvayla püryan kebabı yemekten başka<br />
bir hünerim yoktur” diyerek, o sözleri dinleyenin<br />
gönlünü alır.<br />
Fil yükün karıncaya yükletme,<br />
çekebilmez,<br />
Lâl ü gevher kıymetin umma reng-i<br />
hâreden,<br />
Hacca vardım der isen, kanda vardın<br />
hacca sen,<br />
Kılavuzsuz kuş uçmaz bunca<br />
dağ ü dereden.<br />
Hacca varan kişinin gönül yapmak işidir,<br />
Gönül Hak’kın beytidir key sakın<br />
emmâreden.<br />
Sen özünü bil, nesin, Hak sende, sen<br />
kandasın,<br />
Eğer aklın varısa, anla bu eş’âreden.<br />
Aklına akıl deme, sözüne delil deme,<br />
Çünkü kurtaramazsın, nefsini emmâreden.<br />
Tıfıllayın dem be dem dambur dumbur<br />
söyleme,<br />
Mansurlayın olursun, bilmezsen<br />
müdâreden.<br />
Kaygusuz’un hüneri helva ü biryan yemek,<br />
Bundan özge hüneri, umma bu bîçâreden.<br />
Kim Demiş ‘Gerçeküstücülük’<br />
Batı’da Doğdu Diye?<br />
Halk edebiyatında, darbımesellerde, dilden di le<br />
geçen, zaman içinde çeşitlenen tekerlemelerde,<br />
meddahların hitaplarındaki uzayıp giden sözlerde<br />
gerçeküstücü öğeler vardır. Eskiden an-<br />
30 Sayı 24
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
nelerin-büyükannelerin diline yerleşmiş olan,<br />
masal girişindeki, “Evvel zaman içinde, kalbur<br />
zaman içinde, deve tellâk iken, pire berber<br />
iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar<br />
iken” gibi sözler, veya bağlamayla söylenen<br />
türkülerde, hatta bazan âşıkların atışmalarında<br />
ozanın yaratıcılığında çoğalan deyişler,..<br />
doğaya, topluma şakayla veya ironiyle bakışı<br />
sergiler. Bunlar günümüzde genellikle halk<br />
ozanlarında görülmektedir, radyo televizyon<br />
türkü programlarında daha seyrektir. Benim<br />
çocukluğumda Kırşehirli halk türküleri sanatçısı<br />
Şemsi Yastıman’ın ünlü ettiği öyle bir<br />
türkü bu tür yapıtların en çok popüler olanıydı:<br />
“Manda yuva yapmış söğüt dalına / Yavrusunu<br />
sinek kapmış gördün mü?” diye başlayan ve o<br />
minval üzerine giden Tosya türküsü ve bugün<br />
ancak yöresel olarak bilinen benzerleri, ya da<br />
âşık atışmalarında ozanın ağzından doğaçlama<br />
olarak çıkan benzerleri folklorumuzun önemli<br />
öğeleri arasındadır.<br />
Kaplu kaplu bağalar kanatlanmış uçmaya,<br />
Kertenkele derilmiş kırım suyun içmeye,<br />
Kelebek ok yay almış, ava şikâra çıkmış,<br />
Domuzları korkutur ayuları kaçmaya.<br />
Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış,<br />
Edirne minaresi eğilmiş su içmeye.<br />
Bir sinek bir devenin, tepmiş oyluğun<br />
ezmiş,<br />
Bir budunu götürmüş, dönüp ister<br />
kaçmaya.<br />
Leylek koduk doğurmuş, ovada zurna<br />
çalar,<br />
Balık kavağa çıkmış, söğüt dalın biçmeye.<br />
Bir pire bir mut tuzu yüklemiş gider yola<br />
Geh at olup yolgalar, geh kuş olur<br />
uçmağa.[*]<br />
Domuz düğün eğlemiş ayıya kızın vermiş,<br />
Maymun sındı getirmiş, kaftan gömlek<br />
biçmeye.<br />
Deve hamama girmiş, dana tellâklık eder,<br />
Su sığırı natır olmuş, nöbet ister çıkmaya.<br />
Kelebek buğday ekmiş Manisa ovasına,<br />
Sivrisinek derilmiş, ırgat olup biçmeye.<br />
Kaygusuz’un sözleri, Hindistan’ın kozları<br />
Bunca yalan söyledin, girer misin uçmaya?<br />
[*] Günümüze ulaşmış bir başka versiyona göre:<br />
Bir aksacık karınca kırk batman tuz<br />
yüklemiş,<br />
Gâh yolgalar gâh çeker, şehre gider<br />
satmaya...<br />
Okuduğunuz bu kısa değinme, medyanın<br />
monokültür bombardımanı altında yaşadığımız<br />
bir devirde, 600 yıl öncesinden kalmış bilgeliği,<br />
insan sevgisini, geniş görüşlülüğü, aynı<br />
zamanda, Bektaşi kültüründeki o özü süsleyen<br />
yergi, taşlama ve mizah öğelerini anımsatmak<br />
ve burada da gördüğümüz gibi, merkezinde insan<br />
olan kültürel zenginliklerimize sahip çıkmanın<br />
değerini vurgulamak için yazıldı.<br />
Dinde Tehdit ve Tecziyeye Red<br />
Tasavvuf insanı sevmek demektir, onun din<br />
an layışında korkutmak, cezalandırmak, “yoksa<br />
fena yaparım” demek yoktur, tehdidin aracı<br />
olan cehennem de yoktur, ateşi de. (Ve Yunus’ta<br />
gördüğümüz gibi, cennete varmak için üzerinden<br />
geçilmesi zorunlu olan sırat köprüsünden<br />
geçemeyip kızgın alevlere düşme tehlikesine<br />
de aldırmaz: varıp onun üstünde evler yapası<br />
gelir.)<br />
Bugün karşı karşıya bulunduğumuz İslami<br />
yobazlığa, örümcek kafalılığa bir din adamından,<br />
bir dervişten, bir ermişten gelen bir reddiye<br />
olarak Kaygusuz’un şu sözlerine kulak<br />
verelim:<br />
Âdemi balçıktan yuğurdun yaptın,<br />
Yapıp da neylersin, bundan sana ne?<br />
Halkettin insanı cihana saldın,<br />
Salıp da neylersin, bundan sana ne?<br />
Bakkal mısın, teraziyi neylersin,<br />
İşin gücün yoktur, gönül eylersin,<br />
Kulun günahını tartıp neylersin,<br />
Geçiver suçundan bundan sana ne?<br />
Katran kazanını döküver gitsin,<br />
Mümin olan kullar dîdâra yetsin,<br />
Emreyle yılana Tamuyu yutsun,<br />
Söndürsun Tamuyu bundan sana ne?<br />
Kaygusuz Abdal’ım sözümüz budur,<br />
Her nerde çağırsan Hak onda hazır,<br />
Hep düzâha bastırırsın, kim ne der,<br />
Yakma kullarını bundan sana ne?<br />
[Tamu: cehennem ateşi ]<br />
Bu mübarek Ramazan gününde, tövbe tövbe,..<br />
insanı günaha sokacak şu şuera bozuntusu,<br />
değil mi? Ne de olsa alt tarafı bir Batıni.<br />
Siz ise sünnisiniz, bilmem nesiniz. Peki ama<br />
sorarım size, mürşidinizden parti başkanınıza,<br />
milyarder müminizden tarikat müridine kadar<br />
hanginiz Kaygusuz’dan daha dindarsınız?<br />
Dinin Ciddiyeti Asık Surat,<br />
Çatık Kaş Değil; Neşe ve Nükte<br />
Bazı şiirlerinde “Sarayî” mahlasını da kullanmış<br />
olan Kaygusuz Abdal, hem aruz, hem<br />
hece vezniyle yazmıştır, nazım yazdığı gibi,<br />
düz yazı eserleri de vardır. Manzum yapıtları<br />
Divan’ında ve Gülistan, Gevhernâme, Yasnâme,<br />
Minbernâme’de topladığı mesnevilerindedir.<br />
Nesir yazıları ise Budalanâme, Kitab-ı<br />
Mugalâta, Vücudnâme, Dilgüşa, Saraynâme<br />
gibi kitaplarında yer alır.<br />
Kısa tanıtma yazısını, gerçeküstücü üslubun<br />
yerini nükte ve hicve bırakırtığı ve halk<br />
diline tekerleme olmuş ünlü dizeleriyle bağlayalım:<br />
Bir kaz aldım ben karıdan<br />
Boynu da uzun borudan<br />
Kırk abdal kanın kurudan<br />
Kırk gün oldu, kaynatırım kaynamaz.<br />
Sekizimiz odun çeker<br />
Dokuzumuz ateş yakar,<br />
Kaz kaldırmış başın bakar<br />
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.<br />
Kaza verdik bir çok akçe<br />
Eti kemiğinden pekçe<br />
Ne kazan kaldı ne kepçe<br />
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.<br />
Kaz değilmiş be bu, azmış!<br />
Kırk yıl Kaf Dağını gezmiş<br />
Kanadın kuyruğun düzmüş<br />
Kırk gün oldu kaynatırım, kaynamaz.<br />
Kazımın kanadı selki<br />
Dişi koyun emmiş tilki<br />
Nuh Nebi’den kalmış belki<br />
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.<br />
Suyuna biz saldık bulgur<br />
Bulgur “Allah” deyû kalkur.<br />
Be yârenler bu ne haldir!<br />
Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.<br />
[Selki: Hafif]<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
SERÇEŞME<br />
Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı<br />
İyileştiren Kılıçtır<br />
Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu<br />
ilgilendiren tüm fikirlere açıktır.<br />
Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı<br />
kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini<br />
temsil eden yazarlara açıktır.<br />
Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer<br />
aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri<br />
platformu olacaktır.<br />
Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve<br />
örgütsel çekişmelere yer vermez.<br />
Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği<br />
fikirler yalnız yazarlarını bağlar.<br />
Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler<br />
nedeniyle sansür etmez.<br />
Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya<br />
dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.<br />
Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme<br />
getirmekten kaçınmaz.<br />
Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik<br />
verir, boş sözlerden ve bilinenlerin<br />
tekrarından kaçınır.<br />
Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir.<br />
Yollanan yazıları yayımlamamak,<br />
kısaltarak ya da bölerek yayımlamak<br />
ve düzeltmek hakkını saklı tutar.<br />
Ancak fikirleri değiştirmemeye ve<br />
yazarın onayını almaya özen gösterir.<br />
Serçeşme’ye gönderilen yazılar<br />
yayımlansın, yayımlanmasın iade<br />
edilmez<br />
YILLIK ABONE BEDELI<br />
Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50<br />
İngiltere £40<br />
Türkiye’den abone olmak isteyen canlar<br />
lütfen abone bedelini bir postaneden<br />
Genel Ajans Basım Dağıtım<br />
Organizasyon Ltd Şti<br />
Posta Çeki Hesabına (No 1629127)<br />
yollayın.<br />
Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun<br />
Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,<br />
varsa Faks Numaranızı ve E-posta<br />
adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak,<br />
kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu<br />
içeren posta adresinizi<br />
okunaklı olarak yazın<br />
ve ödeme dekontunuz ile birlikte<br />
büromuza fakslayın:<br />
+90.(0)212.519 5635<br />
Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar,<br />
abone bedelini aşağıdaki<br />
adrese yollayabilir:<br />
Avrupa Baş Temsilciliği<br />
Tel: +49.179.107 88 56<br />
Hüseyin Akın<br />
Postbank<br />
Kontonummer: 826 857 303<br />
Bankleitzahl: 25 01 00 30<br />
Ekim-Kasım 2006 31
SERÇEÞME<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
Maksat Aleviliği Değil, Alevileri Siyasallaştırmakmış!<br />
Yazdan beri Alevi-Bektaşi kuruluşlarında bir alt-üstlük yaşandı. Birlikte<br />
göreve seçilmiş canlar, birbirlerini görevden aldı. ABF olağanüstü<br />
bir kongreye zorlandı ve seçim için taraflar kıyasıya kırıcı bir<br />
kampanya sürdürdü. Karşılıklı ağır atışmaların yaşandığı bir ABF genel<br />
kurulu yapıldı. Çalkantı hâlâ durmadı.<br />
Bu alt-üstlükle, aynı günlerde duyulmaya başlayan “Aleviliği Siyasallaştırma”<br />
söylemi, tartışmanın ana nedenlerinden biri olarak ortaya<br />
çıktı. Ama örgütsel tartışmaların bu söylemin yol açtığı tartışmanın öneminin<br />
unutulması ve yapılan kongre ile bu söylemin “benimsenmiş bir<br />
görüş” oldu-bittisine getirilme tehlikesi belirdi.<br />
Bu ortamda Turan Eser canın e-posta yolu ile dergimize yolladığı<br />
önemli bir yazı örgütsel tartışmalar arasında kaybolma eğilimi gösterdi.<br />
Yazı, “Aleviliğin siyasallaştırılması” söylemine eleştirilerime bir yanıttı<br />
ve konuya açıklık ve netlik getirmek istediğini öne sürüyordu.<br />
Ne var ki Turan Eser’i kendi yazarları arasında sayan ve yazılarını<br />
düzenli olarak yayınlayan internet siteleri bu yazıya yer vermedi. Böylece,<br />
hem “Aleviliği siyasallaştırma” söylemini eleştirenlere bir yanıt verilmiş<br />
oluyordu; hem de bu konuda bir tartışma olmamış görüntüsü yaratılıyordu.<br />
Umarım, Eser canın yazısının tamamını yayınlayarak, “olanı,<br />
olmamış gibi gösterme” türü bir şark kurnazlığının önüne geçeriz.<br />
Kendinden Menkul Keramet<br />
Eser canın yazısı ne yazık ki daha önce sorduğum sorulara yanıt vermiyor<br />
ve konuya netlik getirmek yerine kafa karıştırıyor. Siyaset ise<br />
kafa karışıklığını hiç kaldırmaz.<br />
Eser canın öne sürdüğü önemli nokta, “dernek çalışmalarından elde<br />
edilen düşünsel, örgütsel gücün siyasi alanlara taşınmalıdır” tezidir.<br />
Üslubundan anlaşıldığı kadarıyla bu o kadar açık bir “gerçek” ki, bu<br />
tezi sorgulamaya cesaret dahi etmemeliyiz! Örgütsel güç bir yana. “Dernek<br />
çalışmalarından elde edilen düşünsel güç” her ne ise Eser canın onu<br />
önce bir tanımlaması gerekirdi. Bu yapılmamış, ama var sayılmış!<br />
Kurumlarımızın çoğunda yönetime gelen ekiplerin hâlâ basit bir çalışma<br />
programı bile yokken; böyle bir programı seçimler öncesinde üye<br />
tabanında tartışmaya açmazken; seçildikten sonra da aklına geleni önünü-sonunu<br />
düşünmeden söylemeyi marifet bilirken, derneklerde birikmiş<br />
böyle bir düşünsel gücümüz olduğuna nasıl vehmedilebilir?<br />
Ne yazık ki bu, Alevi-Bektaşi tabanda rastlanan, yalnız söylencede<br />
değil, gerçek yaşamda da keramet, mucize arayan en geri görüşlerle benzerlik<br />
taşıyor. Ancak modern toplumda, “kerameti kendinden menkul”<br />
kişi ya da kurumlar ya da düşünceler eliyle siyaset olanaklı değildir.<br />
Açıktır ki, “derneklerde biriken düşünsel güç” Türkiye çapında siyaset<br />
yapmak için gerekli programı ve siyasi platformu sağlamaya yeterli<br />
değildir. “Siyasete girmek için bize bir program gerekmez, doğaçlama<br />
söyleyen âşık gibi siyaset içinde programımızı yazarız” denilebilir mi?<br />
Düşünsel hazırlık, program gerekmez ya da bunlar bizim cebimizde<br />
hazırdır yaklaşımı, siyasi parti olmadan siyasete müdahale fikri ile de<br />
kendini göstermektedir. “Siyasete müdahale” diyor Eser can, ama hemen<br />
ekliyor, “bir parti kurmak hiç değildir.” Ya nedir? Eser canın yanıtı<br />
hazır: “Sola ve sosyal demokratlara … Türkiye’nin müşterek sorunlarına<br />
asgari siyasi çözüm programlarda birleşin mesajını vermektir.”<br />
Yani, Alevi dernekleri, sola ve de sosyal demokratlara uzaktan danışmanlık<br />
ya da daha doğru deyimi ile akıldanelik yaparak siyasete müdahale<br />
edecekmiş. Kadîm bir yoldaşın sözüyle, “buna eşekler bile güler.”<br />
Esen Uslu<br />
Sosyal Demokrasicilik<br />
Eser can, yanlış anlamayın, “Aleviliğin değil, Alevi yurttaşının siyasallaşması”nı<br />
savunuyoruz diyor. Bu ayrım gerçekten önemlidir. Eser<br />
can açıkça söylemese de bu yaklaşımıyla, daha önce kullanılan “Aleviliği<br />
siyasallaştırmak” söyleminin yanlışlığını kabul etmiş oluyor. Yani yürüttüğümüz<br />
tartışma en azından bu anlamda yararlı olmuştur.<br />
Ancak sorun bununla bitmemektedir. Eser canın sosyal-demokrat<br />
diye nitelediği ve seçimlerde oylarının azalmasını, tüm yazısının ana<br />
fikri yaptığı siyasi eğilim, günümüzde hepimizin gözü önünde milliyetçilik-devletçilik<br />
kırması gerici görüşleriyle cuntacılık batağında debelenmektedir.<br />
Onlara akıldanelik yapmak Alevilere mi düştü?<br />
Eser can, “Toplumun siyasallaşmasını … etnik milliyetçiliğin hegemonyasından<br />
kurtarmak” diye bir de mesaj yolluyor. Milliyetçi-devletçi-cuntacı<br />
sosyal demokratlar eliyle etkili ve yetkili çevrelere yollanan<br />
bu mesajla, Alevi-Bektaşiler ile Kürt halkı arasına nasıl bir toplumsal<br />
dinamit döşendiğinin farkında değil mi? Bu yaklaşım kimlere akıldanelik<br />
oluyor?<br />
IMF karşıtı söylemi ağzından düşürmeyen, ama IMF’nin programının<br />
gerçekte Türkiye finans-kapitalinin arzuladığı program olduğunu<br />
görmezden gelen; kendi yerli-milli finans kapitalinin emperyalist yayılmacılığına<br />
karşı çıkmak bir yana buna şak-şak çeken, namuslu emperyalizm<br />
karşıtlığının değil, karşıtlık gösterişinin ağır bastığı milliyetçi sol<br />
açısında da durum farklı değildir.<br />
Eser can, sömürüsünü dünyanın dört bucağına yayan Türki ye’nin yerli-milli<br />
finans kapitaline karşı siyaset geliştirmeden anti-emperyalistlik<br />
yapmanın, aslında Türkiye’nin emperyalistleşme çabalarına akıldanelik<br />
yapmak olduğunu anlamıyor mu? Yoksa kendisi de emperyalist sömürü<br />
yoluyla ülkemize akacak süper kârlarla kalkınacağımızı ve demokrasimizin<br />
gelişeceğini mi düşünüyor?<br />
“Siyasete müdahalenin bilinçli oy kullanmakla sağlanacağı tezini benimsiyor<br />
isek, önümüzdeki görevinde adını koymuş oluyoruz” diyor Eser<br />
can. Kendisine daha önce sorduğumuz sorulardan birini böylece yanıtlamış<br />
oluyor. Tüm söyleminin altında demokrasiyi seçimlerle sınırlayan<br />
yaklaşımın yattığı sırıtıyor.<br />
Eşeklerle Gülünçlüğü Paylaşmamak<br />
B<br />
u siyasi yaklaşım, yalnız kendini bir kez daha yerlerde süründürecek<br />
bir geriliği yansıtsa çok ciddiye alınmazdı. Türkiye solunda şu ya da<br />
bu yoldan gelip gerici, milliyetçi, devletçi, cuntacı sosyal demokratlarımızla<br />
aynı yatağa girme fikri eskiden beri çok taraftar bulmuştur. Bu<br />
canlar da sonu baştan bilineni bir kez daha denerler, burunlarını sürter,<br />
derslerini alırlar denilip geçilebilirdi.<br />
Ancak bugün Alevi-Bektaşi hareketinin vardığı düzeyde tehlike<br />
ciddidir. Demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşları eliyle başlatılacık böyle<br />
bir girişim, solu ve sosyal demokratları birleştirmek bir yana, yeni yeni<br />
to par lanmaya başlamış Alevi-Bektaşiliğin sağlanabilmiş yetersiz birliğini<br />
bile dağıtıverir. Alevi-Bektaşi felsefesinin keskin eleştiri silahının<br />
Türkiye’nin bunalmış işçi, emekçileri arasında yeni bir açılımın yayı<br />
olma olanağının ortaya çıktığı bir dönemde, böyle önü-sonu düşünülmemiş<br />
hovardaca girişimlerin bedeli ağır olur. Bugünkü ortamda, eşeklerin<br />
bile güldüğü konular ciddi sonuçlar verebilir. Bu nedenle herkesin ağzından<br />
çıkanı kulağı duymalıdır, herkes adımını iki kez tartarak atmalıdır..