05.01.2014 Views

24.Sayı - Hacibektaslilar

24.Sayı - Hacibektaslilar

24.Sayı - Hacibektaslilar

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

SERÇEÞME<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

Bu Sayida<br />

Velİyettİn Ulusoy:<br />

Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri<br />

Birlik-Dayanışma Toplantısında<br />

Konuşma<br />

Karşındakinin Seni Seviyorum<br />

Demesini Beklemeden<br />

Seni Seviyorum Demenin<br />

Zamanı Geldi<br />

Birlik Ceminde Konuşma:<br />

Cem’in Manası<br />

Gönül Birliğini Sağlamaktır<br />

Gaziantep Konserinde Konuşma:<br />

Bugünkü Durum ve Siyasallaşma<br />

Fİkret Otyam “Kara Gündür Gelip Geçer / Gam<br />

Yeme Gönül Gam Yeme”<br />

Esat Korkmaz Gölge Etme Başka İhsan İstemem<br />

Erdoğan Aydin Tarihi Özgürleştirmek<br />

Erdal Yildirim Siyasete Müdahale Etmek<br />

Turan Eser Aleviler ve Siyaset İlişkisinde Yeni Stratejiler<br />

ve Yaklaşımlar<br />

PSAKD Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi<br />

Sidika Su - Ruhİ Su Yitirdiklerimiz<br />

H. Sİnan Ulusoy Toplumsal Birliğimiz - Bölüm II<br />

Hüseyİn İlbey Şikayetname<br />

Haẟİm Kutlu Hakk’a Yürüyen Can İçin Erkan - V<br />

Nafİz Ünlüyurt Bildiğini Söyleyebilme<br />

İsmaİl Özmen Hacım Sultan Velayetnamesi - II<br />

DAH Kamuoyuna Çağrı<br />

Alİ Güzelyüz Gazali’nin Bilinmeyen Bir Risalesi...<br />

Seda Coẟkun Türkülerle Anadolu İnsanı<br />

Ahmet Koçak Bağcılar HBVD Başkanı - Gençlik<br />

Komisyonu Başkanı ile Söyleştik<br />

Yalçin Yusufoğlu Kaygusuz Abdal...<br />

Aylık Dergİ<br />

Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz<br />

Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti<br />

adına Ahmet Koçak<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak<br />

Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54<br />

Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul<br />

Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35<br />

E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com<br />

Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe<br />

Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00<br />

Yayın Türü: Yerel - Süreli<br />

Fİyati: Ytl 3 / € 3 / £ 3<br />

Ekİm-Kasim 2006 Sayi:<br />

24<br />

GERİYE DÖNÜŞ TAPIMI ANLAŞILMADAN ALEVİLİK ANLAŞILAMAZ<br />

Geleneksel anlatım dilinde “geriye dönüş tapımı”nın izleri “silinir”;<br />

nesnelliğin “tarihin geçmişine taşındığı” bir “sanı” yaratılır.<br />

Bu “sanı”ya “ fetiş” biçimde bağlananlar<br />

hiçbir zaman Aleviliği anlayamayacaklardır.<br />

Tanrı-Doğa-İnsan’dan Hak-Muhammet-Ali’ye<br />

Esat Korkmaz, Genel Yayın Yönetmeni<br />

Geriye dönüş tapımı gereği Anadolu Aleviliği, kendini yaratan kaynaklardan<br />

biri ya da birkaçının izini sürerek kendini “geçmişe” taşır. Anadolu Aleviliğinde<br />

geçmişe taşınma, belirleyici anlamda, heterodoksi bir zeminde “Ali<br />

Yandaşları Hareketi” geriye doğru izlenerek gerçekleştirilmiştir. Böylece son<br />

tektanrıcı din olan İslam’ın şeriatına ve şeriatçı kimliklerine, bu dinin doğuş<br />

koşullarında “tersine-dönüşüm” kazandırılarak tavır alınmış; şeriatçı İslam’ın karşısında,<br />

değişim-dönüşüme koşut biçimde gelişen ve vahiy ile aklı “barıştırma” gibi bir işlevi yerine<br />

getirmeye çalışan “dinsel felsefe”nin sınırları aşılarak bir “felsefi öğreti” ya da “bilgelik<br />

öğretisi” yaratılmıştır.<br />

Özkaynaklarından özümsenen Alevi felsefesi ve onun insan, evren ve Tanrı tasarımı<br />

“ikirciksiz” gün yüzüne çıkarılamadığı için, bir Alevi kendi çağdaşlığını, aydınlanmacılığını,<br />

demokratlığını, ilericiliğini ya da ahlaklılığını, iyiliğini, güzelliğini “sorgulayacak”,<br />

dünya görüşüne uygun biçimde “ayakları üzerine dikecek” ölçütten de yoksun kalıyor. Bu<br />

durum bilgisiz kalmanın, kendi kökeniyle iletişimi kesmenin ötesinde, yoğun bir yabancılaşmayı<br />

da beraberinde getiriyor. Süreç içinde;<br />

l. Alevi felsefesinin Doğatanrıcılık yanının, “Tanrı-evren-insan” üçlemesi biçiminde<br />

dışa vuran doğasal diyalektiği; toplumsal diyalektiği yansıtması gerekirken bu diyalektiği<br />

gizleyen İnsantanrıcılık anlayışı “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesi biçiminde öne çıkarılarak<br />

“perdeleniyor”.<br />

2. “Hak-Muhammet-Ali” üçlemesinin özündeki diyalektik kavranamadığı için, evren,<br />

insan ve toplum sorunları akıl alanından inanç alanına, felsefe alanından tanrıbilim alanına<br />

taşınıyor; Alevi felsefesi tanrıbilim olup çıkıyor.<br />

Sonunda olan hem Alevilere, hem de Aleviliğe oluyor: İnancını aklına indirgemek, idealizmini<br />

materyalizmine dönüştürmek için nesnel-toplumsal bir evren görüşü (1) , insanlığı<br />

kurtuluşa taşıyacak bir toplumsal proje (2) yaratan dünün Aleviliği bugün; aklını inancına<br />

taşımak, materyalizmini idealizmine dönüştürmek isteyen kimi Alevilerce egemen sınıflara<br />

“altın tepsi”de sunuluyor. “Anısız” ve “geleceksiz” bir Alevilik, Ortaçağ’ın “günümüz<br />

kılıklı” sömürücülerinin elinde, “iç kimlik bunalımını şifa sayan” bir “dine” (3) dönüşüyor;<br />

çağ d a ş toplumun “karnına”, sindirilmesi zor bir lokma olarak “balyoz” gibi iniyor.<br />

Cumhuriyet’ten bugüne gelinen süreçte, toplumsal altüst oluşa koşut olarak sınıflar konumlanmasında<br />

önemleri ve durumları değişen sınıf ilişkileri “cangılında” yerlerini bir<br />

türlü bulamadı Aleviler. Genelde, kendini yaratan ezilen sınıfın, yani dünün köylü sınıfının,<br />

bugünün köylü tabakalarının nesnel olarak yaslandığı Ortaçağ toprak değerlerini, özelde<br />

Cumhuriyet’le birlikte edindikleri burjuva değerleri (ulusal burjuvazinin önder yargısıyla<br />

kutsanmış dünün ilerici, bugünün gerici değerlerini) ağırlıklı olarak terk edemediler. Nesnel<br />

açıdan geçmiş tarihten gelen, nicelikçe ve nitelikçe azalma sürecini yaşayan toplumsal<br />

tabakalara, yani köylülüğe, küçük mülkiyete; ideolojik açıdan ise modern güdümün ürünü<br />

olan “küçükburjuva” aydınlara bağlanıp kaldılar.<br />

Geciktik, Canlarımızdan Özür Dileriz...<br />

(Devamı 2. Sayfada)<br />

Bilgisayar sistemimizdeki önemli bir arıza nedeniyle dergimizin yayını gecikti.<br />

Bu tür arızaların yaşanmaması ya da önlenemeyen arızların dergimizin çıkışını<br />

aksatmaması için elimizden geleni yapıyoruz. Aşk-ı niyazlarımızla.


SERÇEÞME<br />

(Baştarafı 1. Sayfada)<br />

Tanrı-Doğa-İnsan’dan<br />

Hak-Muhammet-Ali’ye<br />

Toplumsal zeminde köylülükle kader ortaklığı<br />

yaparken, küçük mülkiyetin sığ ufku<br />

içinde siyaset yapmaya soyundular. Yeri geldi;<br />

toplumsal/bireysel aklıyla çelişen “uçlara”<br />

taşıdılar kendilerini. Yeri geldi; burjuva gibi<br />

davrandılar; davranmakla kalmayıp bu yolda<br />

burjuvalaştılar da.<br />

Bu gelişmeler nedeniyle “geçmişte” buluşulan<br />

“ortak payda”nın sınırları zorlandı.<br />

Açılan “gedikten” Alevi kimliği kendini yadsıyarak,<br />

kendini yaratan toplumsal temele sırt<br />

çevirerek sağ siyaset temeline; inançla kutsanmış<br />

bir zeminde inancından “yedilerek” devlet<br />

katına taşınmak istendi.<br />

Aleviler eğer bu oyunu bozmak istiyorlarsa,<br />

kendi öğretilerini bilimsel olarak tanımlamak<br />

ve yerli yerine oturtmak zorundadırlar.<br />

Ancak o zaman halk memnuniyetsizliğinin<br />

taşıyıcıları olarak aşağıdan yukarıya bir baskı<br />

unsuru olabilirler. Resmi dünyaya onlara<br />

rağmen girdiklerinde, o yapıları halk yararına<br />

“dönüşüme-değişime” uğratabilirler. Ortodoks<br />

(dogma) dini ve onun her türlü kurum ve değerini<br />

felsefeleştirebilirler. Bu yolla şeriattan<br />

bağımsızlaşma zemininde, insanı ve doğayı<br />

özgürleştirebilirler; laikliğin düşünsel yapısını<br />

ve kitle temelini yaratabilirler.<br />

NOTLAR:<br />

(1) Dört kapı kırk makam: Hacı Bektaş Veli tarafından<br />

geliştirilen dört ana aşama ve kırk alt aşamadan<br />

oluşan eğitim öğretisi. Dört kapı, tarikat<br />

yolunda, yolda tarikat yolcusunun, yol erinin<br />

Tanrı’ya ulaşmada yükselmek ve derinleşmek<br />

durumunda olduğu dört aşamayı simgeleyen<br />

şeriat kapısı, tarikat kapısı, marifet kapısı ve<br />

hakikat kapısı. Dört kapı öğretisi ise Tanrı’ya<br />

ulaşmada ya da bu görüntü ardında ham ervahlıktan<br />

kâmil insan durumuna dönüşmede, dört<br />

kapı görüşünü temel alan öğreti<br />

(2) Kâmil toplum: Anadolu Alevilerinin, felsefelerine,<br />

öğretilerine ve yaşama biçimlerine uygun<br />

olarak toplumu kurtuluşa taşımak için tasarımladıkları;<br />

devletin, sınıfların, özel mülkiyetin<br />

ve paranın olmamasıyla belirgin, herkesin<br />

yeteneğine göre üretime katkıda bulunduğu,<br />

gereksinimine göre toplumsal üretimden pay<br />

aldığı kusursuz toplumdur.<br />

(3) Alevilikte “din” terimi yoktur; “geriye dönüş<br />

tapımı” kapsamında “tersine” yönelimle “din<br />

aşka dönüştürülmüştür.”<br />

Esat Korkmaz’ın<br />

“GÖNÜL YOLU”<br />

Programını<br />

Salı Akşamları<br />

Saat 9’da<br />

Su TV’de İzleyebilirsiniz<br />

TURKSAT 2A<br />

42˚ Batı<br />

FR: 11762,5 MHz,<br />

Polarite: V<br />

SR: 2155,<br />

FEC: 3/4<br />

“Kara Gündür Gelip Geçer<br />

Gam Yeme Gönül Gam Yeme”<br />

Fikret Otyam<br />

13, 14 15 Ekim 2006, Geyikbayırı Köyü / Antalya<br />

1926 doğumlu olduğuma göre yaş dayanmış seksene! Şu satırları yazarken zaman zaman kıkırdadığımı<br />

nereden nasıl bileceksiniz, ol nedenle bir açıklama yapmak zorunlu oldu. 1953 yılında<br />

evlendim, en büyük ağabeyim, besteci ve orkestra şefi Nedim Otyam armağan olarak Groma<br />

marka bir daktilo verdi masaüstü. Şimdi kitaplığımda naylona sarılı duruyor ve üzerinde bir yazı;<br />

“1953-1965”. Klavyesi a, i, e... diye başlayan, yani Fransız klavyesi. Birazcık da ağır olan bu güzel<br />

armağanı neredeyse gece yatarken koynuma almadığım kalmıştı! Gezilere giderken bile o hep<br />

yanımdaydı ve üç yıllık gazeteciydim, bundan önce yazılarımı hatta yazılarımızı yazardık tüm<br />

çalışanlar.<br />

Öğünmek gibi olmasın, ama mesleki kuruluşların yarışmalarında nice ödüller kazandım. Zamanın<br />

Başbakanı Süleyman Demirel, yazarlara daktilo, fotoğrafçılara da fotoğraf makinası armağan<br />

ederdi; evet Demirel’den iki kez taşınabilir daktilo almak nasip olmuştu. Ne ki bunların<br />

klavyeleri benim alıştığım A ile başlayan klavyeler değildi ve Demirel’in bir deyimine göre “çare<br />

tükenmez”di. Ankara Cumhuriyet Gazetesi Bürosu’nun karşısında Kocabeyoğlu Pasajı’ndaki daktilo<br />

tamircisi arkadaş, harfleri alıştığım diziye getiriverirdi söküp yeniden lehimleyerek!<br />

Yıllar bu minval üzre geçip gidiyordu ve İstanbul’da açtığım resim sergisinde işler iyi gitmişti.<br />

Bir gün Galata Köprüsü’nün altındaki hayvan yemi satan dükkândan kedimize mama almış,<br />

Bankalar Caddesi’nden Beyoğlu’na çıkarken gözüm kocaman bir mağazanın vitrinindeki ünlü bir<br />

markanın bilgisayarına takıldı; etiketine baktım hemen alabilirdim sattığım resim paralarıyla, içeri<br />

girdim, yazıhanede üç dört kalantor tam deyimiyle bir “Geyik muhabbeti”ndelerdi! Ben onlara,<br />

onlar da bana bakıyor, ama kimse ne istediğimi, neden dikildiği sormuyordu! Aradan otuz yıla<br />

yakın bir zaman geçti, anımsıyorum saatime bakmıştım, saat tastamam 18.55 idi, yani kapanmaya<br />

sadece beş dakika kalmıştı ve bin hayret o herifler geyiğe devamdalardı! Sonunda ne mi yaptım,<br />

-elbette içimden- bigüzel sövdüm, bildiğim tüm küfürleri sıralayarak! Çıktım.. İnanır mısınız bilgisayarla<br />

arama bu soğukluk girdi; heriflerin ilgisizliği nedeniyle bu müthiş buluşun peşini bıraktım..<br />

Ta ki yıllar sonra bir Ankara sergimizde yeniden söz konusu oldu. Arkadaşım Kolukısa, sergimize<br />

gelmişti, şimdileri ne yaptığını sordum bermutad, zira çok marifetli olduğundan her işi yapar<br />

başka bir işe el atardı, yanıta bakın: Bilgisayar satıyormuş, hem de ünlü bir firmanın! Ak şam otele<br />

geldi kutularla. Yazılar yazdı, renkli resimler, grafikler yaptı, bunları da bigüzel bastı. En hoşuma<br />

giden sergi çağrılarının adres etiketlerini basmasıydı ve ufak bir resim karşılığı o lenduha kutular<br />

Gazipaşa otobüsündeydi. Deliler gibi boğuştum durdum bana yabancı gelen klavye ile.. Eşim Filiz<br />

alışmıştı, bendeniz daktiloya devam!<br />

Yolumun üzerinde, gelip geçerken bana can-ı yürekten “Dedeeeee” diye el sallayan bebecik<br />

okula başlamıştı ve ilkokulu bitirip ortaokula geçtiğini müjdeleyince armağanımız o bilgisayar<br />

oldu. Sonraları üç dört bilgisayar daha konuk oldu evimize, bense Başbakan Sn. Demirel’in ar -<br />

mağanlarıyla idare ediyorum yıllar yılı! İlla Fransız klavye ve bir Alevi dostum Çorum’un Gökköy<br />

köyünden çıkma Antalya’da Ak-Bim Bilgisayar Ltd sahibi Haşim Barış benim yazı dizi nimi<br />

istedi. Hemen faksladım. Bir hafta sonra yine aynı köyden bu işlerin has ustası Levent Halit can,<br />

taa Geyikbayırı köyündeki evimize bir klavye ile geldi saatlerce uğraşıp parmaklarıma uygun hale<br />

soktu; gelgelelim klavyede ü, i, ç, ş. ü yoktu. Bunları elde etmek için ayrı yerlerde tuşlara basmanı<br />

gerekiyordu. Olan oldu! Yani efendim, yaramaz oldum vesselam! Defteri kapattım ey canlar, def<br />

teri kapattım!<br />

Demirel’in Evinde Olanlar<br />

TEMA Vakfı, GAP ile ilgili belgesel hazırlatıyormuş ve çalışmalar iki yıldır yürüyormuş; bil meyenler<br />

bilsin diye açıklıyorum, GAP’ın babası Sn. Süleyman Demirel’dir, üvey babası da bendeniz!<br />

Ne ki bu can oraya ilk kez 1953 yılında gitmişti, Devlet Su İşleri Genel Müdürü Süleyman Demirel<br />

de 1955 yılında! Evet bilmeyenler bilsin bunu; Güneydoğu Anadolu’nun sulanması ikimizin tarifsiz<br />

bir sevdasıdır, salt bu konuda sanki kan bağımız var salt bu konuda!.. Büyük seçiciler kurulu<br />

Cumhurbaşkanlığı Büyük Odülünü açıkladı; tiyatro dalında Yıldız Kenter, görsel sanatlar dalında<br />

bu satırların yazarı ve Vakıflar adına Şakir Eczacıbaşı. Bir ay sonra yine resim dalında yılın sanatçısı<br />

seçildiğimi okudum gazetelerde! Hemen bir demeç verip ödülü reddettiğimi açıkladım ve son<br />

imza sahibi, GAP dostum Cumhurbaşkanı Sn. Demirel darılmıştı! Yetmedi, uzun uğraşlar verip<br />

ayağa düşürülen bu ödül çabalarımızla ortadan tastamam kalktı.<br />

GAP Belgeselini hazırlayanlar bu satırların yazarıyla da uzun uzun çekimler yaptı ve sonunda<br />

bir öneri, “Bu konuda Sayın Demirel ile sizin bir konuşma yapmanız şart, ne dersiniz?” Kırgın<br />

olduğunu söyledim, haber geldi; “Çok iyi olur, özledim, muhakkak bekliyorum!” Uçağa atladık,<br />

aylardır görüşmüyorduk merdivenlerden ağır ağır indi, gözgöze geldik içten bir “uy babooooo”<br />

çekti ve sarıldık. Üç saat konuştuk, kamera çalışıyordu, bu konuşma sırasında bikez olsun teklemediğini<br />

özellikle belirtmek isterim.<br />

“Çağdışı Galmışsın Otyam!”<br />

Bir aralık şenlik olsun “deyuuuu”, “Beyefendi” dedim, “hâlâ sizin armağanınız daktilo ile yazıyorum.”<br />

Şaşkınlıkla baktı yüzüme, “Bilgisayara geçmedin mi gardaşım?” dedi. Bu konuda yaşadıklarımı<br />

nasıl anlatırdım, kısaca “klavye sorunu” diyebildim, hüzünlendi, “Çağdışı kalmışın Otyam”<br />

dedi, “şimdi laptoplar var gardaşım, diz üstü, öğren de sana bir tane göndereyim.”<br />

2 Sayı 24


SERÇEÞME<br />

Müjdeler Olsun!<br />

Bu yıl 75. İzmir Enternasyonal Fuarı’nın üç onur konuğu vardı Uşak İli, Kazakistan ve sanatçılar<br />

olarak biz iki Otyam, fotoğraf Filiz Otyam, resim Fikret Otyam. Artık kullanıl mayan<br />

Pakistan pavyonunda açıldı sergimiz 2 Eylül saat ondokuzda. Adı: Gözler ve Yüzler. Ve bir<br />

başka konuda da hayırlara vesile oldu! Filiz’in yeğeni mimar Ahmet Timurcan’ın evindeki<br />

bilgisayara gitti parmaklarım, hayret, bin hayret, adımı yazıverdim. Baktım, üste lik doğru!<br />

Klavye bizim sistem yani Q ile başlayan!. Dostum, kulakları çınlaya Murat Oktar, ‘sen bulamazsın’<br />

dedi bu Çin işi klavye kutusunu getirdi, yerleri değişik de olsa tüm harfler vardı.<br />

Antalya’daki Hızır’larım sevgili Haşim ve sevgili Levent işe el koydular. Levent can resmen<br />

ölmüş bilgisayarımı canlandırdı, üstelik köye kadar gelip kurdu ve gerekli bilgileri verdi,<br />

tarifler etti.<br />

Esat Korkmaz Can Telefon Etti Yazı İstiyor!<br />

Önce yazı dedi, ardından ekledi Serçeşme yılbaşı takvimi için seçeceğim dialarımı. Bir<br />

önemli isteği de göçtüğüne hâlâ inanamadığım can dostum, büyük halk ozanı Feyzullah<br />

Çınar için SU Televizyonu’na hazırlayacağı belgesel için Antalya’ya geleceğinden muhakkak<br />

orada olmamı…<br />

“Esat can, yazıyı üç dört gün sonra ancak fakslayabilirim!” Esat can, böyle bir yanıtı asla<br />

beklemiyordu, anlıyorum çok şaşırmıştı onu daha fazla merakta bırakmamak için nede nini<br />

açıkladım: “Bu yazımı artık bilgisayarda yazacağım onun için üç dört gün dedim.” Evet,<br />

sevgili can okurlarım, bugün üçüncü gün, binbir uğraşla yazımı bitirmek üze reyim. Bu mutluluğumu<br />

sizlerle paylaşmak istedim, bilgisayar “geyiği” de bu yüzdendi. Sekseni aşan yaşımda<br />

yeni bir şeye başlamanın kıvancı içindeyim, bu kıvancı elbette çok görmeyeceksiniz;<br />

bu kadar yazı için de canlar Haşim ve Levent’e bir kere başvurduğumu özellikle belirtmek<br />

isterim. Gerçeğe kocaman bir hû. Anladınız mı neden kıkırdadığımı?<br />

Cenab-ı Allah Bu Kafaları Sanki<br />

Alevileri Üzmek İçin Halketmiş!<br />

Milli Eğitim Bakanlığı’nın 9-10-11 ve 12. sınıfların Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi ders kitaplarına<br />

konulan Alevilikle ilgili bilgiler Alevi canları yeniden üzdü, yaraladı. İslama ayrılığı<br />

ve dahi zulmü sokan Muaviye, “Hazret” olarak anılıyor, yeter mi? Hayır! Alevi ibadeti yine<br />

yok sayılıyor!.<br />

Bu konuda Alevi canların hazırladığı raporda şunlar var, özetle:<br />

“9. sınıf ‘İbadetin kapsamı’ alt başlığı altında namaz, ramazan orucu, hac, zekat gibi<br />

ibadetler ele alınıyor. Ancak, Alevi İslam inancının ibadet biçimlerinden söz edilmiyor.<br />

Cem ibadeti, muharrem orucu görmezlikten geliniyor.<br />

‘Türkler ve Müslümanlık’ başlıklı ünitede, Türklerin Müslümanlaşması sürecinde özellikle<br />

Kuteybe bin Müslim komutasındaki Emevi İslam ordularının Türk ülkelerinde gerçekleştirdiği<br />

katliamlara hiç değinilmemiş. Türklerin Müslümanlaşmasındaki Ehli Beyt<br />

soyuna mensup seyitlerin etkisinden de hiç söz edilmemiş.<br />

Onuncu sınıf: ‘Allah İnancı’ başlıklı ünitede Şii ve Alevi İslam anlayışlarının temel inanç<br />

ilkelerinden olan ‘Velâyet / İmamet inancı’ yadsınmış.<br />

İslam dışı ya da Kuran dışı tüm inançlar yanlış / batıl biçiminde nitelenmiş.<br />

‘Bütün ibadethaneler (cami, mescit, kilise, havra, sinagog) aynı saygıyı görürler...’ denilirken<br />

cemevlerinin de ibadethane olduğu gerçeği inkâr ediliyor.”<br />

Cânım Feyzullah’ın avazı ve sazı kulaklarımda, nasıl da güzel avazlardı şu deyişi: “Kara<br />

Gündür Gelip Geçer Gam Yeme Gönül Gam Yeme”<br />

•<br />

O’nu Her Zaman Olduğu Gibi<br />

Sevgiyle, Saygıyla ve<br />

Özlemle Anıyorum<br />

CAN dostum, bilgi ışığım, aydınlatıcım ve başım<br />

dara düşende telefona sarılıp yardım istediğim<br />

o güzel insan Nejat Birdoğan can, Adıyamanlı Dede<br />

Rıfat’tan bir şiir salmış; bunu Nefes dergisindeki<br />

(sayı: 35, Eylül 1996) yazıma; daha sonra Almanya<br />

/ Mannheim Alevi Kültür Merkezi’ne telif haklarını<br />

bağışladığım Cancana adlı kiıabımın 104. sayfasına<br />

da almıştım.<br />

O’nun yadigârı eşi sevgili Şule Birdoğan, kitabımı<br />

(yayın tarihi 1998) yeniden okurken şiirdeki<br />

kimi diz gi yanlışlarının ayrımına varmış, doğru<br />

d i z i l i şi ni bana faksladı. Canım Nejat Birdoğan’ı en<br />

içten saygı ve sevgiyle bikez daha anarak şiirin doğrusunu<br />

yazıma alıyorum, Şule Can’a binlerce teşekkürlerimle.<br />

ADIYAMANLI DEDE RIFAT<br />

Ben şehid-i bâdeyim, dostlar demim yâdeyleyin<br />

Türbemi meyhâne enkazıyla bünyâd eyleyin<br />

Gaslolunmaz mâ ile böyle şehidân-ı vega<br />

Yıkayın meyle beni, bir mezhep icâdeyleyin<br />

Neyle, meyle bir alay mahbub ile her dem gelin<br />

Bezm-i cem ayinini türbemde mutâd eyleyin<br />

Türbeme kandile bir eski sagar vakfedin<br />

Şule-i nûr-i arakla ruhumu şâdeyleyin<br />

Türbedâr olsun bana bir pir-i meyhor-ı garib<br />

N ezr-i sarhoşân ile o rinde imdâd eyleyin<br />

Yadigâr olsun bu nazmım evliyâ-yı sagare<br />

Perr açıp uçtu Rıfat, ardınmca feryâd eyleyin<br />

Bünyad: Temel<br />

Gasl: Ölünün yıkanması<br />

Mâ: Su<br />

Şehidan-ı vega: Kavgada şehit olan<br />

Beznı-i Cem: İran’ın şarap tanrısı Cem için yapılan ayin<br />

Mutâd: Alışkanlık<br />

Sagar: Kadeh<br />

Şule-i nur-i arak: Kadehin nurlu alevi<br />

Pir-i meylıor-ı garib: Sarhoş ihtiyar<br />

Nezr-i sarhoşan: Sarhoşların sadakası<br />

Perr: Kanat<br />

YENİ ÇIKAN KİTAPLARIMIZ<br />

SAVAŞLI YILLAR<br />

ROMAN<br />

İsmail Kaygusuz<br />

ISBN 975-668-055-4<br />

15 x 23 cm boyutunda<br />

374 sayfa<br />

İki Cilt Birarada:<br />

SON GÖRGÜ CEMİ<br />

ÇİLELİ GÜNLER<br />

ŞAH HATAYİ<br />

VE<br />

PİR SULTAN<br />

Lütfi Kaleli<br />

ISBN 975-335-054-6<br />

15 x 23 boyutunda<br />

160 sayfa<br />

Alev Yayınları<br />

Divanyolu Cad. No: 54, Erçevik İşhanı - 102<br />

34110 Eminönü - İstanbul<br />

Tel: +90.(0)212.519 56 35<br />

www.alevyayinlari.com<br />

Toplu Satışlarda %40 İndirim Yapılır<br />

Ekim-Kasım 2006 3


SERÇEÞME<br />

MİTOLOJİLERDE GEZİNTİ<br />

“Gölge Etme Başka İhsan İstemem”<br />

Esat Korkmaz<br />

Roma’da Ulusal Müze Plazza Altemps’de bulunan Dionysos heykeli. Fotoğraf: Ryan Freisling.<br />

İlksel tasarımlarda, tanrılar panteonunu oluşturan<br />

kutsal kimliklerin, yapılarında bir zorunluluk<br />

olarak öne çıkan “karşıtlığın” olumsuz yanını<br />

“Şeytan” olarak algılarsak şöyle bir sonuca ulaşırız:<br />

“Şeytan” yoksa “Tanrı” da yoktur. Ve bu<br />

“doğru” bir çıkarsamadır.<br />

Tektanrıcı dinlerle Antik Yunan dinini karşılaştırmak<br />

bizi açmaza götürebilir: Çünkü, “din” teriminin<br />

açılımı tektanrıcı inançlarda olduğu gibi “vecd içinde gerçekleştirilen<br />

ve inananı aşkınlığa götüren” bireysel bir pratik olarak anlaşılmaz. Tam<br />

tersine Antik Yunan’da din, “Site’de oturanlar arasındaki bir bağ”dır.<br />

Bu durumuyla din, devletin “birleştirici” hamurudur ve tanrıları “kurucu<br />

ilkeler”le yüklü kahramanlarıdır. Bu nedenle onlara gösterilen tapım,<br />

kişiyi “aşkınlığa” taşıyan “metafi zik” bir ritüel değil, Site’nin özüyle<br />

özdeşleşen “erdemin” kutsanmasıdır. Yunan demokrasisi, Site’nin<br />

“vicdanı”nın kimliklendirilmiş biçimi olarak algılanan ve her biri Site<br />

insanının “ilkelerinin taşıyıcısı” durumunda bulunan tanrılarına sıkı<br />

sıkıya bağlıdır: Başka bir yapıya taşındığında önemlerini “yitirirler”.<br />

Örneğin Roma, Yunan tanrılarını kendi panteonlarına taşıdıklarında<br />

onları, başında imparatorun bulunduğu sisteme uyarladılar, yani zorba<br />

imparatorlarıyla tanrıları “devirmek” zorunda kaldılar. Antik Yunan’da<br />

ise tanrıların yardımıyla zorbalar devrilirdi. Demek ki Antik Yunan’da<br />

gerçek tanrı Site idi.<br />

Yunanlılar, tanrıları tasarımlarken onların “zorbalıklarını yadsıdılar”;<br />

çünkü, tek ya da birkaç kişinin mutlak iktidarı anlamına gelen “zorbalık”,<br />

Yunan’la bağdaşır bir şey değildi. Bu nedenle Antik Yunan’da<br />

tanrılar “sorgulanmış”; sürece koşut olarak mitolojiler onlara “kötü alışkanlıklar”,<br />

“düşünsel sarsıntılar” ve tektanrıcı dinleri “rahatsız” edecek<br />

denli “ahlaksız” serüvenler yüklemiştir. Antik Yunan aynı zamanda,<br />

“özgürlüğün temelini saygısızlıkta” gören, şairlerin, oyun yazarlarının ve<br />

geleneğin yarattığı “kutsal söylenceleri” yerle bir eden, yağmalayan “Kinizmin”,<br />

yani Avrupa toprağında “ilk sufi liğin” doğumuna “annelik” etti.<br />

Kinik Okul’un kurucusu Diogenes’in, kendisine ne hizmette bulunabileceğini<br />

soran İskender’e, “Gölge etme, başka ihsan istemem!” biçimindeki<br />

Yunan’da tanrılar yardımıyla<br />

“zorbalar” devrilirken,<br />

sonraları Roma’da<br />

“zorba imparatorlar”<br />

yardımıyla tanrılar devrildi.<br />

yanıtı, bugün bile “özgürlük” sağlayıcı bir “saygısızlık”<br />

olarak algılanır. Bu nedenle Antik Yunan’ı, din duygusundan<br />

ve varoluş sıkıntısından “uzak duran saygısız<br />

kahramanlar uygarlığı” olarak görmek gerekir.<br />

Platon’un yapıtlarını irdelediğimizde O’nun bir Pythagorasçı<br />

olduğunu hemen algılarız: Attika ruhundan<br />

çok Zerdüşt’e ve Orphikçilere daha yakın bir mistiktir.<br />

Pythagorasçıların “ruh göçü” inancı, Hint Vedacılığından<br />

alınmadır; bu inanç Pythagorasçılardan Platon’a geçti. Platon, insanlarla<br />

tanrılar arasında “aracılar” olduğunu ve bunların da iyi olan “daimonlar”<br />

olduklarını ileri sürdü: Hıristiyan yazarların, “iblislerin çevremizdeki<br />

havada yaşadıkları” düşüncesi Platon’dan “ödünç” alınmadır.<br />

İS I. yüz yılda, Pythagorasçı öğreti/inanç, Platon tasarımları içinde eridi.<br />

Bu tasarımlara göre, dünyada yüce bir düzen, “İdea” vardır: Gerçek<br />

oldu ğu nu sandığımız her şey bu “İdea”nın bir “gölgesi”dir; bu gölgeler<br />

bozulmuş birer “kopya”dan başka bir şey değildir. Gerçek dünya bir<br />

“yanılsama”dır. Kimi gnostikler, bu düşünceyi “uç noktalara” taşıyarak<br />

“maddi olan her şeyin kötü olduğunu” ileri sürmeye kadar götürdüler.<br />

Platon’un düşünceleri sanki Yunanlı olmaktan çok İranlı gibi: Devlet’te<br />

yüceltilen “Mutlak İyi” ve “Mutlak Kötü”, Yunan ruhuna yabancı bir Şeytan’ı<br />

içerir. Şeytan’a bu kadar yaklaşan Platon, Gnostisizmin ve Hıristiyanlığın<br />

“müjdeleyicisidir” bir bakıma.<br />

Dinsel oyunların eşlik ettiği başka kutlamalar da vardı. Helenik<br />

dö nemde bunun üç örneği görülür: a) Dionysos törenleri; b) Eleusis<br />

mysterionları ve c) Orpheus törenleri.<br />

Dionysos Törenleri<br />

Şarap tanrısı ve aynı zamanda buğday, bağ, çiçek tanrısı olan, Trakya<br />

kö kenli kahraman Dionysos’u kutlama törenleridir. Erkek ve verimlilik<br />

tan rısı olan Dionysos, Zeus’un meşru eşi olan Hera’nın lanetine uğ rar:<br />

Bir Girit tasarımına göre Hera’nın kışkırttığı Titanlar tarafından kol larıbacakları<br />

koparılır; pişirilir ve yenir. Titanların bu davranışı ölüm cül<br />

sonuç doğurur; ünlü öfke nöbetlerinden birine kapılan Zeus, eski hizmetkârlarını<br />

öldürür. Apollon, Dionysos’un gövde parçalarını bir araya<br />

getirir. Kimi söylencelerin belirttiğine göre Delphoi’ye, kimi söylencelerin<br />

belirttiğine göre ise Thebai’ye gömülür. Söylencenin diline uyarsak<br />

“dirilir” ya da Zeus tarafından “diriltilir”.<br />

Bu söylencede tanrı olarak tasarımlanan ezeli kahraman Dionysos’u<br />

katleden Titanlar, iblislerin, yani Şeytan’ın çocukluğunun bir çeşitlemesi<br />

olabilir. Tıpkı, Gökyüzü’nden Cehennem’e atılan Yahudi tanrısı Luci fer<br />

ve boynuzlu takipçilerinden oluşan, kafese kapatılmadan önce Olympos’tan<br />

aşağı atılan “birliği” gibi. Kötü hizmetçilerini “Şeytan”a havale<br />

eden Yahudiliğin “tanrı kral”ı, Hıristiyanların tanrısını çağrıştırır; çünkü<br />

O da kötü meleklerini, Cehennem’in derinliklerine gönderir.<br />

İÖ VII. yüzyılda Trakya’dan ya da Frigya’dan gelen Dionysos’un Mısırlı<br />

Osiris’in bir “dönüşüm” ürünü olduğunu savlayanlar da vardır: Yazgısı,<br />

O’nun yazgısına çok benzer; çünkü O da “yeniden doğuş” tanrı sıdır<br />

ve O’nun da gövdesi parçalanmıştır.<br />

Benzer biçimde Babilli Dumuzi de “yeniden doğuş”un simgesiydi.<br />

Başka uygarlıklarda da cinayetlerin kurbanı olan ve “yeniden doğuş”<br />

mucizesiyle dirilişler sunulan tanrılar vardı.<br />

Yunan sanatında betimlendiğine göre Dionysos, sevimli bir tanrıydı;<br />

sürekli gülümseyen toraman bir kimlikti. Kimi bölgelerde yılda bir, kimi<br />

böl gelerde altı ayda bir düzenlenen Dionysos törenlerinde tanrı aşkı, yer<br />

yer “vahşiliğe” başvurarak canlandırılıyordu: Örneğin Girit’te, bir boğanın<br />

kol ve bacakları koparılıyor, törene katılanlar dişleri arasında kanlı<br />

bir et parçası taşıyordu. Kimi anlatımlarda bu törenlere katılanlar “deliler”<br />

olarak tanımlanıyor, insanların kol ve bacaklarını parçalıyor ve çiğ<br />

çiğ yiyorlar, biçiminde anlatılıyor. Bu işte Şeytan’ın “parmağı” olduğunu<br />

ileri sürenler de az değil. Trakya ve Frigya topluluklarında ben zer<br />

“vahşilikleri” anımsarsak bu yargıların doğru olduklarını kabul etmek<br />

gerekir.<br />

Bu kanlı törenler, İÖ V.-IV. yüzyıldan başlayarak yavaş yavaş ortadan<br />

kalkmıştır.<br />

Doğa güçleriyle “mistisizm”e varan bir “kaynaşma”nın ürünü durumun<br />

daki Dionysos törenleri özünde “kefaret törenleri” değildir. Yani<br />

“Kötülüğü” kovmak için düzenlenmezler. Ölülerle, yaşayanlarla ve yaşayacak<br />

olanlarla “metafi zik birliği” kutlarlar.<br />

4 Sayı 24


SERÇEÞME<br />

Eleusis Mysterionları<br />

Atina ile Megare arasındaki Eleusis’te kutlanan tarım festivalleridir. Tanrıça Demeter ve Kore’nin<br />

ikili koruması altındaki ekin, tohum atma ve hasat kutlanır: Söylenceye göre Cehennem tanrısı<br />

Pluton kadın aramaktadır; bu nedenle Kore’yi kaçırır. Kızını arayan Demeter, Eleusis’e gelir; bereket<br />

tanrıçası olmasına karşın atılmış tohumu yeşertmeyi yadsır. Pluton’a rehineyi serbest bırakması<br />

emredilir. Pluton emre uyunca Kore Yeryüzü’ne yeniden çıkar. Demeter de tohumu yeşertir:<br />

Ve “zenginlik” anlamına gelen oğlu Plutos’u doğurur. Ne var ki Kore, Yeraltı Dünyası’nda “ölümü<br />

ve doğumu” simgeleyen “nar”ı yediğinden Yeryüzü’nde sürekli kalamaz. Bir anlaşma yolu bulunur:<br />

Buna göre Kore, yılın üçte birini eşinin yanında, geri kalan süreyi annesinin yanında geçirir.<br />

Bunun anısına Demeter, Eleusis mysterionlarını başlatır.<br />

Pluton, Zerdüştlükle başlayan ve tektanrıcı dinlerde son biçimini alan “Evrensel Kötü” olmakla<br />

belirgin Şeytan değil, onu önceleyen bir tasarımdır: Söylencede bu nedenle, “ezeli bir ölümü”<br />

değil, “geçici bir ölümü” temsil eder. Bu tasarımlarda “Şeytan”la, “ezeli ve mutlu yaşamın sırrı”na<br />

ulaşma kutsallığı altında “doğanın karşıt güçleri arasındaki birliğe” katılım amaçlanır.<br />

Orpheus Törenleri<br />

Dionysos ve Eleusis törenlerindeki “şeytan” tasarımını geliştiren, doğal olarak bu törenleri güçlü<br />

bir biçimde çağrıştıran törenlerdir. Mainadlar tarafından Orpheus’un kolları ve bacakları koparılır;<br />

kimi yorumlara göre bu Dionysos’un emriyle gerçekleşir: Müzisyen kahraman, Dionysos’u<br />

yücel teceği yerde Apollon’u yüceltmekte ısrar edince şarap tanrısı da O’nu katlettirir.<br />

Eliade gibi kimi araştırmacılar, Orpheus’u Dionysos adına düzenlenen dinsel törenlerde “reform”<br />

yapan bir kimlik olarak görürler.<br />

Orphik tasarımlar, “tensel yüceltmeyi” yadsır; ne et yer, ne de şarap tüketir; cinsel perhiz uygular:<br />

Anlaşılacağı gibi “sade” bir yaşamı amaçlar. Amacın açılımları açıktır: Cennet’te selamete<br />

erişmek ve Dionysosvari bir yaşam sürmüş olanlara ayrılmış olan Cehennem azabından kurtulmak.<br />

Doğulu “köken”i nedeniyle Orphik törenlerin yapısında bulunan “öte dünya ve selamet kaygısı”<br />

Helenik kültürle bütünüyle “çelişki” oluşturur. Diğer yandan Orphik hareket “İyi ve Kötü”<br />

karşıtlığını, “İlk Günah” tasarımını “tohum” halinde taşıyan, daha doğrusu “yeşerten” ilk Yunan<br />

hareketidir diyebiliriz.<br />

Orphik metinlerde rastlanan tasarımlara göre insanlar, kötü yürekli ruhlar olan Titanların<br />

külle rinden doğar. Bu nedenle insanların bir kötülük yanı vardır. Diğer yandan yıldırımla öldürülmeden<br />

önce bir tanrının, genç Dionysos’un etini yediği için Titanların küllerinde ve dolayısıyla<br />

insanda tanrısal bir yan vardır. İnsanlar ortaya çıkmadan önce dünya mükemmeldi; dünyasal dengenin<br />

bozulması Titanların hatasıdır. İnsan selamete erebilmesi için, kendi yapısındaki tanrısallığı<br />

“keşfetmesi” gerekir. Bu tasarım bize, “evrensel kötü” anlamında “Şeytan”ın doğumunun gerçekle<br />

şe ceğini haber verir.<br />

Kimi araştırmacıların ya da kaynakların belirttiği gibi Orphik tasarımlar, İÖ VI. yüzyılda<br />

Yunan’da ortaya çıkmış dinsel bir “protesto” hareketidir. Bu mistik hareket, Yunan sitelerinin resmi<br />

dinini kesintisiz bir biçimde sorgulamıştır. Bu nedenle Orphik tasarımların birçok öğesini yapısına<br />

alan Pythagorasçı hareketle Platon’a taşınma dışında Yunan’da pek başarı kazanamamıştır.<br />

Çünkü, Yunan dininin kurucu büyüklerinden biri olan Hesiodos’a göre, dünyanın başlangıcında<br />

“kaos” vardı; çetin mücadelelerden sonra Zeus hükümranlığını dayatabildi; düzen, beklenmedik<br />

olay lardan sonra gerçekleşti. Buna karşılık Orpheus’a göre ilk tanrı Eros’un, yani “karşıt-kaos”un<br />

doğduğu “yumurta” en baştan beri vardı; yani düzen, baştan itibaren vardı.<br />

Yunan dünyasına yabancı bu Orphikçiler nereden geldi?<br />

Açıkçası bilinmemektedir: Perhizci, et yemez, sade Orpheus, ne vatandaşı Dionysos’a, ne de<br />

başka herhangi bir tanrıya benzer. İskit ya da Frigyalı da değildir; karakterleri kaçınılmaz olarak<br />

İran’ı hatırlatır: Büyük olasılıkla İÖ XV. ve VIII. yüzyıllar arasında Orta Asya, Yakın ve Ortadoğu<br />

topluluklarının büyük göçleriyle geldiler.<br />

Demokrasi yoluyla “Şeytan”ı Helen ve Helenistik kültür dışında tutabilen Yunan, Orphik dinle<br />

“Şeytan”ı Olympos’a dahil etmek zorunda kaldı.<br />

YİTİRDİKLERİMİZ<br />

ŞİNASİ KAYA<br />

20 Mayıs 1938 - 20 Ekim 2006<br />

Demir Döküm’ün ilk işçilerinden<br />

Maden-İş ve TİP’in yöneticisi<br />

DİSK’in kurucularından<br />

1961 Saraçhane Mitingi<br />

1970 15-16 Haziran Direnişi<br />

1 Mayısların ve nice grevin, direnişin<br />

yöneticilerinden, önçü işçi<br />

DR. FÜSUN SAYEK<br />

1947 - 19 Ekim 2006<br />

1996-2006 dönemi<br />

Türk Tabipler Birliği<br />

Merkez Konseyi Başkanı<br />

insan hakları, kadın hakları<br />

ve demokrasi kavgasının<br />

yılmaz savaşçısı<br />

KAYNAKÇA:<br />

Baudelaire, Charles; Kötülük Çiçekleri (Çev.: S. Maden); Çekirdek Yayınları; İkinci Baskı; İstanbul-1998<br />

Erhat, Azra; Mitoloji Sözlüğü; İstanbul-1972<br />

Hançerlioğlu, Orhan; İnanç Sözlüğü (Dinler-Mezhepler-Tarikatlar-Efsaneler); Remzi; İstanbul-1975<br />

Korkmaz, Esat; Şeytan Tasarımı Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul-2006; Eski Türk<br />

İnançları ve Şamanizm Terimleri Sözlüğü; Anahtar Kitaplar; İstanbul-2003; Zerdüştlük Terimleri Sözlüğü;<br />

Anahtar Kitaplar Yayınevi; İstanbul-2003; Ansiklopedik Alevilik-Bektaşilik Terimleri Sözlüğü; Kaynak<br />

Yayınları; Genişletilmiş Üçüncü Baskı; İstanbul-2003; Anadolu Aleviliği; Berfin Yayınları; İstanbul-<br />

2000<br />

Link, Luther; Şeytan/ Yüzü Olmayan Maske (Çev.: E. Ergün); Ayrıntı Yayınları; İstanbul-2003<br />

Messadie, Gerald; Şeytan’ın Genel Tarihi; Kabalcı Yayınevi; İkinci Baskı; İstanbul-1999<br />

Nietzsche, Friedrich; Yunanlıların Trajik Çağında Felsefe (Çev.: N. Hızır); Kabalcı Yayınları; İstanbul-1992;<br />

Dionysos Dithyrambosları (Çev.: O. Aruoba); Kabalcı Yayınları; İstanbul-1993<br />

Russell, Jeffrey Burton; Mephistopheles/Modern Dünyada Şeytan (Çev.: N. Plümer); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001;<br />

Lucifer/Ortaçağ’da Şeytan (Çev.: A. Fethi); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001; Şeytan/ Antikiteden<br />

İlkel Hıristiyanlığa Kötülük (Çev.: N. Plümer); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-1999; İblis/Erken<br />

Dönem Hıristiyan Geleneği (Çev.: A. Fethi); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2000<br />

Schimmel, Annemarie; İslamın Mistik Boyutları (Çev.: E. Kocabıyık); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2001;<br />

Tanrı’nın Yeryüzündeki İşaretleri (Çev: E. Demirli); Kabalcı Yayınevi; İstanbul-2004<br />

Süzer, Evlin Azar; Ana Tanrıça Şeytan; Pencere Yayınları; İstanbul-2003<br />

Werner, Helmut; Ezoterik Sözlük (Çevirenler: B. Atatanır, M. Batmankaya, D. Demirbaş, U. Önver); Omega<br />

Yayınları; İstanbul-2005<br />

PROF. CAHİT TALAS<br />

1917 - 14 Ekim 2006<br />

27 Mayıs’ın Çalışma Bakanı;<br />

“Ecevit Yasaları” diye bilinen<br />

Sendika ve Grev yasalarının mimarı;<br />

Polisin “arama” bahanesiyle<br />

öğrenci yurtlarına saldırmasına<br />

izin vermediği için dövülen;<br />

12 Eylül genarallerinin<br />

hakeretine uğrayan<br />

Siyasi Bilgiler Fakültesi Denkanı;<br />

12 Eylül cuntası maduru<br />

demokrasi ve işçi hakları savaşçısı<br />

Ekim-Kasım 2006 5


SERÇEÞME<br />

Nisan 1915, Harput (Elazığ) Ermenileri, silahlı Osmanlı askerlerinin gözetiminde yakındaki Mezire’deki hapishaneye götürülüyorlar. Bir Alman gezgin tarafından<br />

çekilmiş olan bu fotoğraf SAVE Projesi’nin Ermeni Fotoğraf Arşivi’nde bulunmaktadır: .<br />

ERMENİ sorununda ‘soykırım yoktur’ diyeni para<br />

ve hapisle cezalandırma yasası Fransa Par lamentosunda<br />

onaylandı.<br />

Bereket ki Fransa’da tarihçiler ve aydın namusuna<br />

sahip olanlar var; bereket var ki, bu hukuk karşıtı<br />

yasaya karşı aldıkları tavırla emperyalizmin elinde<br />

paspas edilen Fransa’nın namusunu kurtardılar. Bu<br />

aydınların, ezici bir çoğunlukla, Ermeni sorununun<br />

bir ‘soykırım’ sorunu olduğuna inandıkları halde<br />

takındığı bu açık tutum, bilim, basın ve aydın ahlakının<br />

ne olduğunu göstermesi anlamında da ayrı bir<br />

önem taşıyor.<br />

Egemen siyasetin bu aşamada bu aydınları dinlememiş<br />

olması Fransa tarihinin diğer yüzkarası<br />

örneklerine yeni bir örneğin daha eklenmesi anlamına<br />

geliyor kuşkusuz. Ama bu yasaya alınan tutum,<br />

Fransa’nın herşeye karşın onlardan ibaret olmadığını,<br />

Voltaire’in, Zola’nın, Sartre’ın, aydınlanmanın ve özgürlüklerin<br />

Fransa’sının da yaşadığını gösterdi.<br />

Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, kendi özgürlüklerimiz ve halklar<br />

arası barış, ülkelere giydirilmeye çalışılan deli gömleklerine itiraz etme<br />

gücümüzle elde edilebilecektir. Bu vesileyle birkez daha görüldü ki, dini<br />

ve milli kimliklerin altında yekpare toplumlar yaşamıyor. Her bayrağın<br />

altında özgür, adil ve barışçıl bir dünya arayışında olanlar yanısıra bunları<br />

engelleme inadını sürdürenler var. Nasıl ki özgürlükler Türkiye’de<br />

301. maddenin tehdidi altındaysa Fransa’da yasalaşma sürecindeki gericiliğin<br />

tehdidi altında.<br />

Oysa bizim ihtiyacımız olan şey, daha çok, daha çok özgürlük ve<br />

bunu güvence altına alan bir hukuktur.<br />

Ucuz Politikalara İsyan<br />

illi tarih’ tezi saptayıp tarihçileri de bunun gerekçesini yazan<br />

‘Minsanlar konumuna düşürmek, gerçekte bizim yabancısı olmadığımız<br />

bir durum. Ne yazık ki Fransa da, bu son kararıyla kendini bu<br />

duruma düşürmüş bulunmaktadır. 200 yıldır bizler onların düzeyine<br />

Tarihi Özgürleştirmek<br />

Erdoğan Aydın<br />

Bu yazı Cumhuriyet gazetesinin 21 Ekim 2006 tarihli “Hafta Sonu” ekinde yayımlandı.<br />

Tarihe ve<br />

yaşadığımız sorunlara<br />

ezenler açısından değil<br />

ezilenler,<br />

devletler açısından değil<br />

halklar,<br />

öldürenler açısından değil<br />

öldürülenler<br />

açısından bakma<br />

standardı oluşturmak<br />

ve bu standardı<br />

ayrımsız uygulamak<br />

zorundayız.<br />

çıkma mücadelesi verirken onların bizim düzeyimize<br />

düşmesi tarihsel bir ironi örneği olsa gerek.<br />

Fransız Parlamentosunda onaylanan yasanın insan<br />

haklarından yana samimiyetin değil, yaklaşan<br />

seçimler karşısında popülist bir aşağılanma ve tabii<br />

Türkiye’yi AB dışında bırakmaya yönelik bir tahkimat<br />

olduğu açık.<br />

Bizim kendi tarihimizle yüzleşme gereksini mimize<br />

işaret edenlerin kendi tarihleriyle yüzleşmekten<br />

kaçınmaları bir yana, tarihe yasal kelepçe takmaları,<br />

egemen ahlaksızlığın tipik bir yansıması. Fransız<br />

tarihçi Jean-Michel Thibaux’nun ifade ettiği gibi,<br />

“bu ucuz politika metotlarına isyan etmek” duru mundayız.<br />

‘Soykırıma’ karşı, insan haklarından yana bir<br />

parlamenter aklın, samimiyetini ancak kendi tarihin<br />

deki hak ihlallerine karşı tavırla gösterebileceği<br />

açık. Özellikle dünya medeniyet tarihinde önemli bir<br />

misyona sahip Fransa’dan bu davranışı beklemeye<br />

fazlasıyla hakkımız var. Dolayısıyla Ermeni sorunu açısından da sergilenebilecek<br />

biricik pozitif tavır, Fransa’nın öncelikle 1685’teki ‘Siyah<br />

Yasa’dan, Cezayir ve Vietnam halklarına karşı işlediği suçlardan, 1921<br />

öncesinde ülkemizi işgalden, Tutsilere yönelik katliamdaki açık sorumluluğundan<br />

dolayı özeleştirel bir tutumdur.<br />

Fransız parlamenterler belli ki bu gibi örnekleri ve bunların ken dilerine<br />

yüklediği ahlaki sorumluluğu unutmuş görünüyor. Üstelik söz konusu<br />

Parlamento, yine kendi aydınları ve Cezayirlilerin tepki si ne rağmen<br />

23 Nisan 2005’de Fransa’da sömürgeciliğin oynadığı ‘po zi tif rol’e ilişkin<br />

bir yasa yayınlayarak ne denli kötü bir noktaya sav rulduğunu göstermişti.<br />

Oysa bu seçici unutkanlık ve çarpıtmalara karşın, başta Fransa ve<br />

ABD olmak üzere Emperyalizmin tarihi, hak ihlalleri ile şekillenmiştir.<br />

Dolayısıyla demokrasi geleneği çok daha zayıf ülkelerdeki hak ihlallerini<br />

azaltmanın, geçmişleriyle yüzleşme cesareti edinmelerinin sağlanabilmesi<br />

anlamında da böylesi ağır bir sorumluluğun yükü altındadırlar.<br />

Oysa onlar çifte standart politika izleyerek, hak sorunlarını hegemonya<br />

amacının kamçısı olarak kullanıyorlar.<br />

6 Sayı 24


Tutarlılık Bizim de İhtiyacımız<br />

Kuşkusuz emperyalist güçleri eleştirmek, tek başına sorunları çözmeye<br />

ve bizi yüklerimizden kurtarmaya yetmez. Onlara yönelik<br />

eleştirilerimizin tutarlılığı ve işlevselliği, aynı standardı kendimize de<br />

uygulamaktan, dolayısıyla kendi dini ve milli ayrımcılığımıza da itiraz<br />

etme yeteneğimizi sürdürmekten geçiyor.<br />

Tarihe ve yaşadığımız sorunlara ezenler açısından değil ezilenler,<br />

devletler açısından değil halklar, öldürenler açısından değil öldürülenler<br />

açısından bakma standardı oluşturmak ve bu standardı ayrımsız her sorunda<br />

uygulamak zorundayız.<br />

Böyle bir yaklaşım düzeyi, bizi öncelikle Enver Paşa’yı bin yıldır birlikte<br />

yaşadığımız Ermeni komşumuzdan daha yakın zannetmek yanılgısından<br />

kurtaracaktır. Bu bilinç ise yönetenlerin bizi güdebilmek yerine<br />

haklarımıza saygılı olmalarını sağlayacaktır. Unutulmamalıdır ki sürgüne<br />

giden Ermeni komşularımızla aramızdaki tek fark ayrı dillere, ayrı<br />

inançlara sahip olmaktan ibaret. Oysa Enver Paşa İmparatorluğu haksız<br />

bir savaşa sokarak dedelerimizi Yemen çöllerinde, Kafkaslarda, dahası<br />

ta Galiçya’larda ölüme süren bir despotizmi temsil etmektedir. Çoğu zaman<br />

unutuyoruz, ama Yemen Türküleri, sadece emperyalistlerin değil,<br />

İttihatçı iktidarın da maceracı politikaların sonucunda üremiştir. Bu yayılmacı<br />

politikaların sonucu sadece Ermenilerin tasfiyesi değil, onlardan<br />

çok daha fazla Müslümanın da ölüme sürülmesidir.<br />

Bir bütün olarak Osmanlı coğrafyasını ve I. Dünya Savaşı’nı ele aldığımızda,<br />

açık ki Ermenilerden çok Türkler öldü. Ancak tüm inanç ve milletlerden<br />

insanlarımızın kırımından, emperyalistler kadar, bize ‘atamız’<br />

diye belletilen o dönemin İttihatçı iktidarı sorumlu. Dolayısıyla halklar<br />

olarak birbirimizle acı yarıştırarak, hak yarıştırarak değil, öncelikle birbirimizin<br />

acılarını anlamaya çalışarak çıkabiliriz bu handikaptan.<br />

Birbirimizin acılarını anlayan bir olgunluk, bize bu acıları yaşatan<br />

egemen politikalara suç ortağı olmamızı engelleyeceği bir yana, egemenlerin<br />

bizi, bugün olduğu gibi adaletsizlik koşullarında<br />

istismar etmelerini de engelleyecektir.<br />

Üstelik bu topraklardan yokedilmişlerin, örneğin<br />

Ermeni halkının acılarını anlamaya çalışan bir<br />

Türkiye’nin, büyük olasılıkla onlardan da çok ölmüş<br />

Balkan Türkmenlerinin acılarını da dünyaya<br />

kabul ettirmesi mümkün olacaktır.<br />

Resmi Tez Gerçeklerden Uzak<br />

Bilindiği gibi ‘hakikat’ diye bize yinelenegelen<br />

ve aksini iddia edenin ‘ihanetle’ suçlandığı<br />

resmi tezimiz şöyle: “Ermenilerin savaş ortamında<br />

askerlerimizi ve erkeksiz köylerimizi arkadan vurmalarından<br />

dolayı Osmanlı Devleti tehcir kararı<br />

almaya mecbur kaldı!”<br />

Kuşkusuz Doğu Anadolu’da Osmanlı egemenliğine<br />

karşı bağım sız lığı hedefleyen ciddi bir Ermeni<br />

eylemliliği söz konusuydu. Ancak bu durum, eğer<br />

ki Osmanlı devletinin etnik arındırma, yani bu toprakları<br />

Erme nisizleştirme planı olmamış olsaydı<br />

asla böylesi topyekün bir tehcir uygulamasıyla karşılanmayacaktı.<br />

Oysa resmi tez; “Tehcire tabi tutulan Ermeniler,<br />

devlet aleyhine faaliyette bulunan Ermenilerdir.<br />

Devlete sadakatle bağlı olan Erme niler ise<br />

hiçbir surette tehcire tabi tutulmamıştır. Tehcire<br />

tabi tutulan Ermenilerin yollarda her türlü ihtiyaçları, emniyetleri ve<br />

iskanları sağlanmış, malları güvence altına alınmıştır” diye gerçekleri<br />

çarpıt maktadır. (İsmet Binnark, Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, Sunuş,<br />

s. XXV)<br />

Halkın hakları ve hukuku ekseninde değil, Osmanlı devleti ve onu<br />

yönlendiren İtihatçı politikaları aklamak amacıyla şekillenen bu ger çekdışı<br />

tez, Türkiye’nin halen başına dolanan en büyük çoraplardan biri işle<br />

vi görmektedir. Aksi olsaydı, en azından Erzurum, Van, Maraş gibi<br />

do ğudaki şehirlerin tehciriyle yetinilirdi. Oysa Bursa, Ankara, Es ki şehir,<br />

Konya, İzmit, Adapazarı gibi, söz konusu eylemliliklerle iliş ki lendirilmesi<br />

için en küçük bahane bulunamayan batı illerimizin Ermenileri<br />

de aynı âkıbete uğramıştır. Kaldı ki, söz konusu doğu illerinde bile, “adil<br />

ve kuvvetine güvenilir bir hükümetin yapacağı şey, hükümet aleyhine isyanları<br />

tahakkuk edenleri cezalandırmaktı; fakat İttihatçılar Ermenileri<br />

imha etmek” istiyorlardı; “nihayet Ermenilerin Van kıtâli (savaşı), askeri<br />

hareketlere engel teşkil etmeleri, İttihatçıların milli gaye leri için mühim<br />

bir fırsat vücûda getirdi” (Ahmet Refik, İki Komite, İki Kıtâl, s. 27)<br />

SERÇEÞME<br />

Tüm inanç ve milletlerden<br />

insanlarımızın<br />

kırımından,<br />

emperyalistler kadar,<br />

bize ‘atamız’ diye belletilen<br />

o dönemin<br />

İttihatçı iktidarı<br />

sorumlu.<br />

Dolayısıyla<br />

halklar olarak<br />

birbirimizle<br />

acı yarıştırarak,<br />

hak yarıştırarak değil,<br />

öncelikle<br />

birbirimizin acılarını<br />

anlamaya çalışarak<br />

çıkabiliriz<br />

bu handikaptan.<br />

Bu çok önemli ve bence durumu olanca çıplaklığıyla görmemiz açısından<br />

da çok gerçekçi çözümleme Ahmet Refik’e ait. Onun satırlarıyla<br />

devam etmeden, anımsatmalıyım ki Ahmet Refik, Osmanlı Tarih Encümeni<br />

üyeliği ve Askeri Sansür Müfettişliğini takiben 1919 yılında<br />

Türkiye Tarihi Müderrisliği, 1924–1927 yılları arasında da Türk Tarih<br />

Encümeni Başkanlığı yapan bir tarihçimiz. Ermenileri de ağır bir şekilde<br />

eleştiren yazar, Ermeni sorunu tartışıldığında nedense unutulan asli<br />

sorumluya, yani Türk halkını da çok ağır bir istismara ve neredeyse imhaya<br />

sürükleyen İttihatçı zihniyete işaret ediyor. İşte bu Ahmet Refik’in,<br />

1915’te Eskişehir Sevk Komisyonu’nda görevli olduğu döneme dair gözlemlerini,<br />

giderek sağduyumuzu yitirmemize neden olan şoven savrulmaya<br />

karşı bizi uyarması dileğiyle aktarmak istiyorum:<br />

Feci Manzara<br />

“Bir sabah Eskişehir istasyonunda me’mûlün ha ri ci (umulmayan) bir<br />

manzara görüldü” diyen Refik, ağlama ve feryatlarıyla çoluk çocuk<br />

yük va gon larına tıkabasa doldurulmuş insanların hazin tablosunu<br />

aktarıyor.<br />

“Trenler birbirini velyediyor (peşpeşe geliyor), her trenden binlerce<br />

aile, binlerce köy halkı çıkıyordu. (...) Trenle sevkedilemeyen çoluk<br />

çocuk, kadın erkek, ayakları kanlar içinde, etraflarında birkaç jandarma<br />

karadan geliyorlardı. Manzara pek feciy di” (s.30)<br />

“Nihayet birgün meş’ûm (uğursuz) bir emir geldi, Eskişehir de tahliye<br />

edilecekti (...) Ertesi gün, Eski şehir’in biçare aileleri ellerinde birer<br />

sepet, kol larında paltoları, hayvan vagonlarına bindiler. Gözleri yaşlarla<br />

dolu, asırlardan beri sevdikleri, oturdukları, yaşadıkları evlerini<br />

çiçekli bahçelerini, muazzez hatıralarını bıraktılar; Konya ovasını<br />

kuşatan dağlara, Pozantı’nın yalçın geçitlerine, Elcezire’nin ateşin<br />

çöllerine, açlığa, sefalete, peri şanlığa, ölüme doğru gittiler...” (s.34)<br />

“Artık Eskişehir Ermenileri de çıkarılmıştı. (...)<br />

Sahipsiz kalan evler güya polisler tarafından muhafaza<br />

olunuyordu. Halbuki geceleyin halılar ve<br />

davarlar, kıymettar eşya kamilen çalınıyordu. Aynı<br />

hal, İzmit’in, Adapazarı’nın tahliyesi esnasında da<br />

vukua gelmiş, eşyalar çalındıktan sonra izi belli<br />

edilmemek için evlere ateş verilmişti.”<br />

“Eskişehir kafile kafile, tren tren boşalıyordu. Bu<br />

trenler kapalı yük vagonları bile değildi, kafes şeklinde,<br />

her tarafı açık hayvan va gonları idi. Muhacirin<br />

idaresinden gelen memura: ‘Bari kapalı va gonlarla<br />

gönderin’ dedim. Hiç tavrını bozmadı, lakaydane<br />

bir sesle: ‘Daha iyi ya, hava alırlar!’ cevabını<br />

verdi” (s.37).<br />

Cemal Paşa’nın yanından gelen Orgeneral Liman<br />

Von Sanders’in eşinin: “Ah ne kadar yazık, bu<br />

yavrulardan, bu masumlardan, bu biçare kadınlardan<br />

bilmem ne istiyorlar? Kimler cinayet yapmışsa<br />

onları tecziye etsinler. (...) Dereler insan gövdeleri,<br />

çocuk başları taşıyor. Bu manzara yürekleri parçalıyor”<br />

şeklindeki gözlemini aktardıktan sonra Ahmet<br />

Refik, şöyle yazar:<br />

“Zaten bu zulmü takdir etmemek için çeteci zihniyeti<br />

ile malûl ol mak lazımdı, Almanlardan kalpleri<br />

insaniyet hisleriyle meşhun (dolu) olanların<br />

da bu cinayetlerden müteneffir olduklarına (iğrendiklerine)<br />

hiç şüphe yok. Fakat resmi Almanya isteseydi, bu kıtâle<br />

mani olurdu. Said Halim Paşa İttihad’ın kör bir aletiydi; Enver ve<br />

Talat Almanya’nın sözünden bir adım çıkmazlardı, bu cinayetleri<br />

kuvvetlerine güvenerek icra etmeleri imkan haricinde idi. Hiç şüphesiz<br />

Almanya’nın zaferine güveniyorlar, bu muazzam faciayı Almanya’nın<br />

kuvvetiyle, bu masumlar feryadını Almanların za fer teraneleriyle<br />

bastırmak ümidinde bulunuyorlardı. Almanya Ana do lu’da<br />

kazanacağı menfaatlerle sermest; kurun-u vusta’da (Orta çağ’da) bile<br />

görülmeyen bu cinayetlere; samit (sessiz) ve lakayt, seyirci vaziyetini<br />

takınıyordu”. (s.38)<br />

“Ermenilerin en ziyade korktukları Pozantı idi. Orada, çetelerin hücu<br />

mu kalplerini titretiyordu. Bunlar hangi çetelerdi? İttihad hükü metinin<br />

Turan siyaseti, İslam ittihadı namına Kafkasya’ya gön der diği<br />

çetelerdi”. (s.39)<br />

Yaşanan acıların çok küçük bir parçasına dair yapılan bu gözlemlere<br />

bir şey eklemek gerekir mi bilmem...<br />

•<br />

Ekim-Kasım 2006 7


SERÇEÞME<br />

PSAKD MERKEZ YÜRÜTME KURULU ÜYESİ VE KÜLTÜR-SANAT SEKRETERİNİN GÜNCEL TARTIŞMALARA KATKISI<br />

Siyasete müdahale etmek!...<br />

İçerdiği anlam düşünüldüğünde son derece kulağa<br />

hoş gelen ve mantıklı bir ifade. Bundan yaklaşık<br />

2–2,5 ay kadar önce birden bire bazı yurtdışı örgüt<br />

yöneticilerimiz ve yazar çizerimiz Alevi Bektaşi<br />

kamuoyuna ve çeşitli internet sitelerine: “artık siyasete<br />

müdahale edeceğiz!” diye bir açıklama yaptılar,<br />

Konu ile ilgili bazı yazılar da yazdılar.<br />

Çok doğaldır ki, her kişi, kurum ve kuruluşun kendi dünya görüşüne,<br />

yaşamı nasıl algıladığına uygun olarak bir siyasi görüşü ve duruşu vardır.<br />

Ve buna uygun politikaları da hayata geçirmek için mücadele eder.<br />

Özellikle de demokratik kurumlar, siyasal kurumlar çeşitli konulardaki<br />

politikalarını belirler ve kamuoyuna açıklarlar.<br />

Bunu yaparken de kendi iç işleyişlerine, program ve tüzüklerine<br />

uygun şekilde davranırlar. Merkezi örgütlenmelerin tümünde olduğu<br />

gibi, Alevi Bektaşi örgütlenmelerinde ve siyasal yapılanmalarda da bu<br />

tur açıklamalar, genellikle örgüt içersinde tartışıldıktan ve örgütün fikri<br />

alındıktan sonra yapılır. Fakat ne yazık ki, böyle olmadı.<br />

Alevi Bektaşi örgütlenmesinin ülkedeki en üst çatı örgütü Alevi<br />

Bektaşi Birlikleri Federasyonu ABF’ye bağlı içersinde Pir Sultan Abdal<br />

Kültür Derneği PSAKD (40 şubesi) Hacı Bektaş Veli Kültür Tanıtma<br />

Dernekleri HBVKTD (72 şubesi), Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı<br />

HBKAV (30 şubesi) ve bunların dışında bağımsız derneklerin de olduğu,<br />

toplam 186 kurumda; Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu AABK çatısı<br />

altında, 9 Avrupa ülkesindeki federasyonlara bağlı yüzlerce kurumda<br />

tartışılmadan, örgütlerin fikri alınmadan, tepeden inme bir mantıkla<br />

bu söylem dile getirildi…<br />

İşte tam da bu noktada çeşitli tepkiler oluşmaya başladı. Bu Alevi<br />

Bektaşi Örgütlerinin, daha doğrusu merkezi örgütlülüklerde ve demokratik<br />

işleyişe göre yönetilen örgütlerde alışılagelen bir durum değildi. Ve<br />

çok haklı olarak örgütlerdeki insanlarımız bu konudaki rahatsızlıklarını<br />

dile getirmeye başladılar.<br />

Siyasete müdahale etmeye devam edelim. Evet, her kişinin, kurum<br />

ve kuruluşun yaşamı algılayış şekline uygun bir siyasi görüşü ve bu görüşü<br />

yaşama geçirmek için de bir siyasi duruşu vardır. Alevi Bektaşi<br />

örgütlenmesinin çatı örgütünde ve ona bağlı kuruluşlarda da bu duruş<br />

demokrasiden, insan haklarından, emek cephesinden yana net bir duruştur.<br />

Daha doğrusu öyle olmalıdır.<br />

Çünkü hepimiz bilmekteyiz ki, ülkedeki demokrasi sorunu çö zümlenmeden<br />

hiç bir sorun tek başına çözümlenmiş olamaz. Alevi Bek taşilerin<br />

sorunu da, tıpkı barış sorunu gibi, eğitim, sağlık sorunu gibi,<br />

işçilerin, memurların, köylülerin, esnaf ve öğrencilerin, kadınların sorunları<br />

gibi, etnik ve inançsal tüm sorunlar gibi bir demokrasi soru nudur.<br />

Alevi örgütlenmeleri, demokrasi güçleriyle birlikte hareket edip,<br />

demokrasi sorununu çözüme kavuşturduklarında, Alevi sorunun da<br />

çözü münü sağlamış olurlar.<br />

Alevilik sorununu tek başına ele almak ve çözmeye çalışmak, kısa<br />

vadeli ve mevzi bir çözüm olacaktır. Bu çözüm kalıcı bir çözüm ola ma yacaktır,<br />

daha da önemlisi ülkedeki demokrasi mücadelesinden ayrı olarak<br />

düşünülmesi doğru da değildir.<br />

Ülkedeki sorunların çözümlenmesi noktasında demokrasi güçleriyle<br />

birlikte hareket etmenin zorunluluğu ve doğruluğu ortada iken, bunu tespit<br />

etmişken, birden bire nereden çıktı bu “siyasete müdahale etmek?”<br />

Alevi Bektaşi örgütleri, özellikle de demokratik kitle örgütü niteliğinde<br />

olan yapılar, zaten bugüne kadar özel ve genel politikaları ile<br />

ülkedeki siyasete duruşlarıyla, mücadeleleriyle müdahale ediyorlar ve<br />

etmelidirler…<br />

Hatta sadece ülkedeki siyasete müdahale etmekle kalınmamalı; coğra<br />

fyamızdaki tüm siyasal gelişmelere, emperyalist saldırganlıklara, Siyonist<br />

saldırılara, katliamlara ve savaşlara da müdahale etmelidirler.<br />

Alevi Bektaşi Federasyonu ve bileşenleri, özellikle de Pir Sultan Abdal<br />

Kültür Dernekleri, tam da yukarıda tarif ettiğimiz şekilde kurulduğu<br />

günden bugüne kadar, özelde Alevi inanç ve kültürünün tanı t ılması, yaşa<br />

tılması ve gelecek kuşaklara aktarılmasında; genelde ise ülkede sür dürülen<br />

demokrasi, insan hakları ve emek mücadelesinde yer almak prensip<br />

ve siyasetine uygun politikalarını sürdüregelmiştir. Emperyalistlerin<br />

BOP [Büyük Ortadoğu Projesi-Serçeşme] gereği Ortadoğu halk larını<br />

katletme katliamlarına karşı, dünyayı yeniden paylaşma politikalarına<br />

karşı mücadelesini sürdü re gelmiştir. Bundan sonra da sürdürecektir.<br />

Siyasete Müdahale Etmek (!)<br />

Erdal Yıldırım, İstanbul, 21 Ekim 2006<br />

Arkadaşlarımız ‘siyasete müdahale<br />

etme’ ifadesini kulla nırlarken,<br />

aslında ‘seçimlere müdahale etme’yi<br />

kastediyorlardı.<br />

Asıl tehlike burada meydana çıkıyor<br />

Böyle olunca “siyasete müdahale etme” fikri, ye rini<br />

“seçime müdahale etme”ye bırakıyor. Sanırım ki,<br />

arkadaşlarımız ‘siyasete müdahale etme’ ifadesini<br />

kulla nırlarken, aslında ‘seçimlere müdahale etme’yi<br />

kastediyorlardı. İşte asıl tehlike burada meydana çıkıyor.<br />

Alevi Bektaşi Federasyonu ve bileşenleri, özellikle<br />

de Pir Sultan Abdal Kültür Derneği kurulduğu günden<br />

bu yana demokrasi güçlerinin ‘ilkeli’ birlikteliğinden yana olmuş<br />

kurumlardır. Demokrasi güçlerinin ilkeli birlikteliğini savunmuşlardır.<br />

Seçimlerde bireysel hesaplamaların peşinde gitmemişlerdir.<br />

Siyasete müdahale etmek isteyen arkadaşların da bu ‘ilkeli’ birlikteliği<br />

baz almaları gerekmektedir. Çeşitli siyasi parti başkanlarının 29<br />

Ekim’de Adana’da ABF’ye bağlı kurumlarca düzenlenen etkinliğe davet<br />

edilmesi için Ankara’da Genel Başkan kapılarında beklenerek davet<br />

edildiklerini duymaktayız. Üstelik ve işin trajikomik ve acı yanı şu ki, bu<br />

kişi ve kurumların içinde Demokratik Alevi Örgütlenmesinden rahatsız<br />

olan, bu örgütlenmeye karşı dostça davranmayan, Alevi Bektaşilerin ‘Diyanet<br />

Kurumunun kaldırılması’, ‘Cemevlerinin Alevilerin ibadet yerleri<br />

ola rak kabul edilmesi’, ‘Zorunlu Din Derslerinin Kaldırılması’, ‘Nüfus<br />

Cüz danlarından din bölümünün kaldırılması’, ‘Madımak Otelinin Müze<br />

Yapılması’ taleplerini duymayan, görmeyenler var. Ayrıca ülkede sür dürülen<br />

demokrasi mücadelesine, emek cephesine sırtını çevirip, barışın<br />

sağlanmasına karşı ırkçı politikaları savunanlar var.<br />

Siyasete müdahale etmek çabasında olan yöneticilerimizin, arkadaşlarımızın<br />

meclis koridorlarında, ofi s ve bürolarda, yani kapalı kapılar<br />

ardında değil, örgütlerimizin demokrasi mücadelesine bakış açılarına<br />

uygun olarak meydanlarda, eylem alanlarında olmaları gerekiyor.<br />

Adana’da yapılacak olan bu etkinlikten bahsetmişken bir iki noktada<br />

bazı tespitler yapmak gerektiğine inanmaktayım. Bu Adana etkinliği<br />

üzerinde ibretle durulması gereken bir konudur. Adına Cumhuriyet ve<br />

Demokrasi Etkinliği denilen ve “güçlerimizi birleştiriyoruz” sloganı ile<br />

açıklanan bu etkinliğin “AABK ve ABF tarafından birlikte düzenlenmiş<br />

olduğu” açıklanmıştır. Oysa hepimiz biliyoruz ki, gerçek hiçte böyle değildir.<br />

Zira ABF konuyu 21 Ekimdeki Yönetim Kurulu toplantısında görü<br />

şecektir. ABF isminin buraya bu şekilde eklenmesinin, bir ‘oldu bitti’<br />

olduğunu, ABF yönetimini zor durumda bırakmak olduğunu da ayrı ca<br />

belirtmek isterim.<br />

Örgütlerin hiçbir kademesinde tartışılmadan “siyasete müdahale etmek”<br />

deyimini ‘tepeden inme’, ‘emrivaki’ bir şekilde örgütlerimizin, üyelerimizin<br />

önüne koyan, adeta tek kişilik bir örgütlenme modeline uygun<br />

davranan birilerinin, bu ‘siyasete müdahale etmek’ ile neyi kas tet tikleri,<br />

artık ortaya çıkmış bulunmaktadır.<br />

Siyasete müdahale etmenin, aslında ‘seçime müdahale etmek’ olası<br />

seçimlerde, o şekilde, ya da bu şekilde bir yerlerde seçilmek olduğu; bir<br />

yerlere yamanmak olduğu, bunun için herhangi bir ilke, prensip ve çerçeve<br />

bile çizilmediği meydana çıkmıştır. Yani gelecekle ilgili kişisel kaygı<br />

ve tasarruflar ön plana çıkarılmış, örgütlerin fikrine bile danışılma gereği<br />

duyulmamış, adeta bu deyimler örgütlerin kucağına bırakılmıştır.<br />

Tabii ki, Alevi örgütleri varolma ve kurulma nedenlerine uygun siyasi<br />

politikalar geliştirmeli, seçimlerde de tavrını ortaya koymalıdır.<br />

Yö neticileri de seçilmelidirler. Ancak altını çizerek belirtmeliyim ki, bu<br />

politikalar ilkeli, prensipli ve demokrasi güçleriyle birlikte olmalıdır...<br />

İnsanların bireysel olarak siyasete atılmak istemeleri, çeşitli kademelerde<br />

seçilmek istemeleri son derece doğaldır. Ancak siyasal bir vizyonu,<br />

misyonu ve politikası olan örgütlerde yöneticilik yapanların, örgütleri<br />

basamak gibi kullanmak istemeleri doğal değildir. Bu tür dü şüncesi<br />

olanların, bulundukları görevlerden istifa ederek siyasete atıl ma ları etik<br />

açısından da son derece önemlidir.<br />

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği yöneticileri, bugüne kadar sür dürdükleri<br />

ilkeli siyasi duruşlarını bugün de sürdürme kararlılığındadırlar.<br />

Demokrasiden yana olmayan güçlerle olan bir birlikteliği savunmaları<br />

söz konusu değildir.<br />

Geçmişinde demokrasi güçlerinin ilkeli birlikteliğini savunan Pir<br />

Sultan Abdal Kültür Derneği örgütlülüğünün bugün de yarın da ‘Yerel’<br />

veya ‘genel’ seçimlerdeki tavrı bellidir.<br />

Demokrasi Güçlerinin Birliğini Savunmak ve Demokrasi Güçleriyle<br />

Birlikte Hareket Etmek !...<br />

Bu yazı, yazarın izniyle ilk kez yayınlandığı PSKAD internet<br />

sitesinden alınmıştır: <br />

8 Sayı 24


SERÇEÞME<br />

YENİ SEÇİLEN ABF GENEL SEKRETERİ’NİN GÜNCEL TARTIŞMAYA KATKISI<br />

Aleviler ve Siyaset İlişkisinde Yeni Stratejiler ve Yaklaşımlar<br />

“ALEVILER ve SIYASET” üzerine yazmış oldu<br />

ğum iki yazı üzerinde, bazı tartışmaların<br />

başlamış olmasını önemsiyorum. Serçeşme<br />

dergisinde son iki sayısında Esen Uslu imzalı<br />

iki yazı yayınlandı. Daha sonra internet<br />

or tamında ve toplantılarda ya zılarıma<br />

iliş kin, “arka plan” sorusu sorulmaktadır.<br />

Bu iki yazımda bir çerçeve sunmak ve<br />

ama cın tartışmayı derinlemesine ve dü şün -<br />

sel bir söylem üzerinden daha da zen ginleş<br />

tirileceğini umuyorum. Fakat bu konu<br />

üze rindeki, tartışmaların, bazı kişi lerce,<br />

sa de ce seçimlere endeksli, dar bir alanda<br />

ele alınmasını, tartışmanın zen ginleşmesi<br />

önünde bir engel olduğunu düşünüyorum.<br />

Bu nedenle, gerek yazıda eksik kalan boyutları, gerekse yazının işaret<br />

ettiği noktaların tam “anlaşılmamış” olmasından dolayı, daha da “net”<br />

bir şeyler söylemeyi zorunlu kılıyor.<br />

Bazı ifadelerimin kendi içinde bir çok çağrışım uyandırdığı görüşlerine<br />

karşın, bunların daha spesifik bir tanım üzerinde tanımlamaya<br />

başlayalım.<br />

Son günlerde Aleviler ve siyaset ilişkisini, içerikten yoksun bir zeminde<br />

tartışanlar, Alevilerin toplumsal ve kurumsal itibarlarına gölge<br />

düşüren tarzda sürdürmesini olumsuz bir davranış olarak değerlendiriyorum.<br />

Bu kadar önemli ve toplumsal bir projeyi, kişisel polemiklerle,<br />

bilgi ve vizyondan uzak bir seviyeye indirgeyerek tartışması, bu konunun<br />

öneminin yeterince anlaşılmasından kaynakladığı kanaatindeyim. Sorunu<br />

“birileri milletvekili olmak istiyor” düzeyindeki tartışmaları, Alevi<br />

toplumun ihtiyaçlarından çok, Alevi hareketinin yeni döneme hazırlanmasına<br />

dönük çabalarına, çözüm üretmekteki bir tıkanıklık göstergesi<br />

olarak görmek gerekir.<br />

Aleviler Kendini Yeni Bir Döneme Hazırlamalıdır<br />

Alevi hareketinin, 1993 sonrası yaratmış olduğu haklı ve tepkisel ha reketi,<br />

daha sonra talep hareketine dönüştürmüştür. Fakat, içinde bu lunduğumuz<br />

süreç ise bizden daha fazlasını bekliyor. Yani Alevi ör gütlenmeleri, tepki<br />

ve talep hareketi olmanın ötesine sıçramak zo run dadır. Sadece tepki<br />

gösteren ve talep etmekle sınırlı bir mücadele ile ken dini geliştirmesi,<br />

kitleselleşmesi ve çekim merkezi olması mümkün değildir. Bu nedenle<br />

önümüzdeki süreç, Alevi hareketinin hem kendi kurumsallaşma sürecine,<br />

hem de buradan yaratacağı güçle siyasal alana müdahale etme kararlılığı<br />

ile kendisini ve oluşturacağı Türkiye projesini/vizyonunu merkeze<br />

taşımak zorundadır. Bu ise yeni döneme sıçrayışı birlikte kurgulamak<br />

açısından önemlidir. Eşitlik, emek, demokrasi, laiklik, özgürlükler ekseninde<br />

iktidar hedefli siyasal proje, düşünce ve hareketliliklerle birlikte<br />

kendi temsiliyetini, bu zeminde düşünsel ve fiziki olarak sağlamak için<br />

mücadele etmek zorundadır. Bu süreç tek başına, başarı ve kazanımlar<br />

elde etmek için yeterli değildir. Bu nedenle sol ve sosyal demokrat<br />

zeminde duran tüm demokrasi güçleri, ortak bir siyasi gelecek projesini<br />

hazırlamak gerekir. Aksi durumda, siyasetin merkezdeki Alevilik<br />

inkârını yok edemeyiz. Pir Sultan Abdalın dediği gibi “Bozuk düzende<br />

sağlam çark olmaz”, bu nedenle “bozuk çarktan” medet ummamaktansa,<br />

yine Pir’in dediği gibi “Hızır Paşa bizi berdar etmeden, siyaset günleri<br />

gelip çatmadan, açılın kapılar Şah’a” tüm demokrasi sevdalıları ile gitmenin<br />

zamanı geldiğine vurgu yapmak zorundayız.<br />

Alevi hareketi yeni bir eşiğe sıçramaya aday olduğunu bilince çıkarmak<br />

zorundadır. Bundan kaçış olamaz. Çünkü Alevi toplumundaki düşensel<br />

dönüşümün derinlemesine izlenmesi gerekir. Aleviler artık yeni<br />

dönemin gerçeklerini bilince çıkarmak istiyor. Hiçbir yönetici ve örgütlü<br />

Alevi, Alevilerin toplumsal gücünü ve hareketini, bulunduğu noktada<br />

durdurmaya hakkı olmamalıdır. İçinde bulunduğumuz süreç, siyasal,<br />

kültürel ve ekonomik politikaların yarattığı gericileşme ve sağcılaşma<br />

eğilimlilerinin arttığına tanıklık ediyor. Bu süreç herkesi etkilediği gibi,<br />

Alevileri iki kez etkilemektedir. Yurttaş olmasından dolayı onun sınıfsal,<br />

mesleki, cinsiyet kimliğinden dolayı, siyasal, sosyal, hukuksal ve<br />

ekonomik haklarını bir bir budarken, kültürel ve inançsal kimliğinden<br />

dolayı da inkârın ve asimilasyon politikalarının merkezine koymaktadır.<br />

Dolaysı ile yeni dönemin dayatmış olduğu şartlar ve koşullar, geçmişin<br />

muhasebesi ile birlikte, Alevi hareketini geleceğe hazırlanmayı zorluyor.<br />

Asırladır, mevcut resmi politikalarının merkezine, inkâr olarak konulan<br />

Turan Eser<br />

Turan Eser candan e-postayla aldığımız<br />

bu yazı, ne yazık ki kendisini yazarları arasında<br />

sayan internet sitelerinde yer almadı.<br />

Bu nedenle hedeflediği Alevi-Bektaşi<br />

kamuoyunda ve sol çevrelerde<br />

yeterince duyulmadı.<br />

Konuyu şimdiye dek en geniş çerçevede ele alan<br />

çalışma olduğu için uzunluğuna bakmadan<br />

yazının tümünü yayınlıyoruz.<br />

Aleviler ve Alevilik, kendisi ile yüzleşmek<br />

zorundadır. Toplumsal sorunlarla yüzleşme<br />

zorundadır. Her türden baskıcı egemenlik<br />

politikalarının yarattığı ve dayattığı baskılardan,<br />

düşünsel ve örgütsel olarak kurtulma<br />

yollarını bulmalıdır. Alevi kurumları<br />

ve yöneticilerine bu dönem önemli görevler<br />

düşmektedir. İçinde bulunduğumuz süreç,<br />

geçmişin muhasebesini zorunlu kılarken,<br />

geçmişi de aşan bir tarzla, Alevi aydınları,<br />

akademisyenleri, sanatçıları ve kitlesi<br />

ile buluşmak için kişisel hırsları, toplumsal<br />

mücadeleye dönüştürmelidir. Kolektif akılı<br />

ve toplumsal gücü açığa çıkarmak için çalışmalara<br />

girişmelidir.<br />

Aleviler, Türkiye’de Önemli Bir Toplumsal Güç<br />

Olduğunun Farkına Varmalıdır<br />

İçinde bulunduğumuz ve önümüzdeki süreç Alevi hareketi için, demokrasi<br />

mücadelesinde akıl ve güç hareketi olma zamanıdır. Dernekler içine<br />

çekilmiş, iç tartışmalarla zamanı, enerjiyi, motivasyonu ve gücü tüketmeye<br />

dönük davranışlardan kurtulmak için ciddi ve gerçekçi projelere<br />

girişmeli ve tartışmalıdır. Siyaset gündeminin merkezinde olmanın önemi<br />

büyüktür. Şimdi kişisel akılın kolektif akıla, bireysel enerjinin kolektif<br />

güce dönüştürülmesi gerekir.<br />

Alevi hareketi bu nedenle gündemin merkezine taşınması gereken,<br />

demokratikleşme, insan hakları, kültürel, dilsel ve inançsal çeşitliğin bir<br />

arada eşit haklarla yaşama talebini, emeğin sorunlarını, eğitim, sağ l ık,<br />

barış, sosyal politikalar, çevre, çocuk ve kadın sorunu gibi ol mazsa olmazlarını,<br />

ancak siyasi alana aktif ve fikri katılımla mümkün kılabilir.<br />

Dernek çalışmalarından elde edilen düşünsel, örgütsel güç bu nedenle<br />

siyasi alana taşınmalıdır, Alevi hareketi bu nedenle kurumsal yapılarındaki<br />

dinamiklerini daha çok akıl, üretim ve siyasi müdahale eksenine<br />

yöneltmesi, hak arama bilincini bu zeminde de artırması gere ğine inanmalıdır.<br />

Buna dair Alevi toplumundaki refleks ve siyasete müdahale karar lılığı,<br />

2006 yılında gerçekleşen tüm Alevi etkinliklerinde açığa çık mış t ır.<br />

Bu yıl gerçekleşen tüm etkinliklere 500 binden fazla insan ka tıl mış ve<br />

“Alevilerin siyasete müdahale” kararlığı en olumlu tepkiyi almıştır. Şimdi<br />

bu müdahalenin tabandan başlayarak siyasetin merkeze taşınması ve<br />

orada diğer demokrasi güçleri ile buluşması sağlanmalıdır.<br />

Alevi örgütlenmeleri maalesef kendi güçlerinin tam olarak farkında<br />

değillerdir. Alevilerin toplumsal talepleri, toplumun gündemine kendiliğinden<br />

girmedi. Alevi sorunu kendiliğinden, uluslararası bir konu<br />

ha line gelmedi. Alevi hareketinin sadece 2006 yılında, kamuoyuna<br />

yansıyan yüzü ve gücü bile, çoğu Alevi kurumlarınca maalesef, yeterince<br />

fark edilmiş bir durum değildir. Kurumsallaşma açısından kimi<br />

ek sik liklerine rağmen, (ki bu eksiklikleri gidermek için sorumluluk üstlenmek<br />

gerekir.), kanımca önemli başarılar elde edilmiştir.<br />

Şimdi burada önemli olan, Alevi hareketinin kendi gücünün far kına<br />

varması ve bu gücü toplumsal amaçları ve vizyonuna uy gun alanda değerlendirmesidir.<br />

Gücünü amaç dışı kullanması duru munda ise, orta ya<br />

çıkan sonuçlar, Alevi kurumlarını memnun etme diği gibi, Alevi toplumunu<br />

da memnun etmeyecektir.<br />

Alevi toplumu ve Alevi kurumları kendi gücünün, demokratikleşme<br />

mücadelesinde bir değişim sağlayacağını bilince çıkarmak zorundadır.<br />

Bu gücün siyasal alanda bir sol güç birliğine dönüşmesine katkı koymak<br />

zorundadır. Söz konusu Alevilerin güç olgusu olunca, garip ama tersten<br />

bir gelişmeye tanık oluyoruz. Alevilerin gücünün farkına varanların,<br />

sağcı ve İslamcı partilerin olması ve bu eğilim giderek artması, Alevi<br />

top lumu üzerinde oluşturulmaya çalışılan milliyetçi ve muhafazakârlık<br />

hegemonyası, Alevi toplumunun geleceği açısından tehlikeli bir geli şimdir.<br />

MHP, AKP, DYP ve bazı sağ partilerin şu anda vitrinlik siyasi konu<br />

mankenleri bulmak için “Alevi avı”na çıktıklarına tanık oluyoruz. Sağ<br />

siyasetin merkezinde duran, Alevi inkarı ve asimilasyonu, şimdi vitrinlik<br />

siyasi konu mankenleri ile farklı stratejileri ile ele alınacaktır. Karşı<br />

karşıya olduğumuz bu tablo ile barışık olmamız mümkün değildir. Bu<br />

gelişmeye karşın, Alevi toplumun gücünü, sol eksen toparlamanın ve<br />

sağcılaşma tehlikesine karşı düşünsel ve kurumsal duruşun örgütlenme-<br />

(Devamı 10. Sayfada)<br />

Ekim-Kasım 2006 9


SERÇEÞME<br />

(Baştarıfı 9. Sayfada)<br />

si gerekir. İşte bu nedenle Alevi toplumdaki özgüvensizlik duygusunu<br />

özgüvene dönüştürmek için, gücümüzün farkında olarak hareket etmeliyiz.<br />

Alevi Yerleşim Birimlerinde Oylar Sağcılaşıyor<br />

Alevi hareketinin siyasete katılım gerekçeleri konusunda, daha önceki<br />

yazımda sınırlı da olsa bahsetmiştim. Fakat bu gerekçeleri, argümanları<br />

ile birlikte ele almakta fayda var. Türkiye’nin siyaset alanında giderek<br />

artan bir sağcılaşma ve muhafazakârlaşma eğilimi var. Bunun net bir<br />

şekilde görülmemesi, ancak siyasi ve sosyolojik bakıştaki körlükle açıklanabilir.<br />

Siyasal alandaki sol erozyon, kendi muhasebesini yaparken bu<br />

boyutu gözden kaçırmamalıdır. Eğer son otuz yıllık seçim sonuçları,<br />

Türkiye’nin siyasal tercih coğrafyasına göre, seçimler arasındaki sonuçların<br />

karşılaş t ırması, bir istatistiksel analiz süzgecinden geçirilmiş<br />

olsa, sola veri len oylardaki, “sağcılaşma”da yaşanan değişim daha da<br />

net görülür. Dü şün celeri itibari ile halen kendini solda tanımlayanların,<br />

oylarını son dönemlerdeki seçimlerde, neden düşüncelerine göre kullanmadıkları<br />

ciddi bir araştırma konusudur. Örneğin 1973 seçimlerinde,<br />

Kayseri’nin Sarız ilçesinde % 48.71 oy alan CHP, 2002 yılında seçimlerinde<br />

ancak % 16.83 oy alabilmiştir. Sol seçmen ağırlıklı yerleşim bölgelerindeki,<br />

oy ların sağcılaşmasını göstermesi açısından ilginç bir örnektir.<br />

Di ğer bir örnek olarak, 1973 seçimlerinde, Kahramanmaraş’a bağlı<br />

Elbis tan ilçesinde oyların %60 civarında CHP’ye verilirken, 2002 yılı<br />

seçim le rinde tüm sol ve sosyal demokrat partileri verilen oyların toplamı<br />

% 23 oranında kalmıştır. Yüzde doksanın Alevi olduğu Nurhak ilçesinde,<br />

2002 seçimlerinde sola verilen toplam oy ise sadece %50’dir. Bu seçim<br />

bölgesindeki, 1980 öncesi seçim sonuçları incelendiğinde, oyaların<br />

%95 civarında sol tercih olduğu görülür.<br />

Diğer bir ilginç veri ise, son seçimlerde sandık başına gitmeyen 8<br />

milyon 638 bin kişinin yaklaşık %85’i sola oy veren seçim bölgele rinden<br />

dir. Bunlar içerisinde sandığa yansımayan oyların büyük bir kesimi<br />

ise Alevilere ait olduğundan kuşku yok. 1980 sonrası egemen olan apolitikleştirme<br />

sürecinin etkilerini, 2000’li yılarda görmek, yeni kuşak üzerinde<br />

belirleyici olduğunu izlemek, Alevi hareketi için siyasi acı veren<br />

bir durumdur.<br />

Bu nedenle Alevi hareketinin, siyasete müdahale kararlığının en<br />

önemli amaçlarından birisi de, apolitikleştirme çabalarına karşı durmak<br />

için, Aleviliğin değil, Alevi yurttaşının siyasallaşmasını Türkiye’deki<br />

demokrasi mücadelesi katmaktır. Buna göz yummak ve bu kararlılığa<br />

dışarıdan eleştiri yapmak, sol akıl kârı bir durum değildir.<br />

3 Kasım 2002 seçimleri ile solun siyasal alandaki etkisini ciddi oranda<br />

azaldığı tespitinde herkes anlaşıyor. 3 Kasım seçimlerinin sola verdiği<br />

mesajların derinlemesine analiz edilmesi gerekmektedir. Bunları sıralayacak<br />

olursak;<br />

1. ABD eksenli siyasi müdahale Türkiye’deki siyasi alanda halen et ki sini<br />

sürdürüyor. ABD’deki siyasi ve istihbarat destekli araştırma mer kezleri<br />

Türkiye’de mevcut siyasi dengeleri ve eğilimleri araştırıp, Washington’un<br />

stratejik yol haritasına katkılar sunuyor. Ilımlı İslam seçeneğinin ABD<br />

tarafından desteklenmesi, tesadüfü bir tercih değildir.<br />

2. 1999 seçimlerinde 6.310.721 kişinin sandıkta temsil edilmediği; 2002<br />

yılında ise bu durumun, 8 milyon 638 bin (%20,90) seçmenin oy kullanmadığı<br />

ve 1 milyon 363 bin (%3,29) seçmenin de oyları geçer siz sayıldığı<br />

dikkate alınacak olursa, sol siyaset açısından, siyasete küskünlüğün ve<br />

tepkinin hangi toplumsal kesimden geldiğini ve bu duruma se be biyet veren<br />

sol siyaset tarzının kendisini sorgulaması gerekir.<br />

Alevi hareketinin en önemli iki mücadele zemini olarak; birincisi<br />

kendi içerisindeki birlik ve kurumsallaşma stratejilerini pekiştirmek<br />

iken, diğeri siyasal alana güç ve akıl ile müdahale etmek olmalıdır.<br />

Siyasete Müdahale Bir Seçimlik Tartışma<br />

Olmaktan Çıkarılmalıdır<br />

“Aleviler siyasete müdahale etmelidir” vurgusunun pek de anlaşılmadığı<br />

ya da anlaşılmak istenmediğinden dolayı, bu vurguyu biraz daha açmakta<br />

fayda var.<br />

• Alevilerin siyasete müdahalesinden kesinlikle, salt 2007 yılındaki seçimlere<br />

endeksli, kısa vadeli bir söylem olarak anlaşılmasın. Bu vurgu,<br />

Alevi hareketinin önümüzdeki süreci, yeni döneme uygun uzun vadeli<br />

olarak kurgulanması, seçimlerden bağımsız, siyasal alana, sürekliği olan<br />

uzun soluklu bir müdahale, katılım, yön verme olarak değerlendirilmelidir.<br />

Bugün tartışılmasını sağladığımız, “Alevilerin siyasete müdahalesi”<br />

kararlılığı, bir yıllık proje değildir. Daha uzun dönemi kapsayan bir proje<br />

olarak algılanmalıdır. Alevilerin siyasete müdahale kararlılığı, 30 yıl, 50<br />

yıl sonrası düşünülerek verilen bir kararlılıktır. Yani 2007 seçimlerine<br />

Alevilerin müdahalesinin hissedilmesi meselesi değil, geleceğimize tüm<br />

demokrasi güçleri ile birlikte sahip çıkma kararlılığı olarak okunması<br />

gerekir. Burada amaç, siyasette çoğulculuk ve çok kültürlülük ekseninde<br />

bir değişim yaratmak ve değişimi sol eksende korumaktır. Ortodoks<br />

yaklaşımlardan kurtulmuş, Latin Amerika örneklerinde olduğu gibi,<br />

toplumsal kesimleri talepleri ile birlikte, siyasi alanın ortak paydalarında<br />

bir araya getirmek, Alevi hareketin önemsediği bir boyuttur.<br />

• Alevi hareketi açısından, siyasete müdahale bir parti kurmak hiç değildir.<br />

Aksine, halk adına kurulduğunu iddia eden, ama kendinden menkul<br />

siyasi dükkân işletenlere, siyasi bakkalcılığı bırakın, toplumsallaşın<br />

demek olacaktır. Alevi hareketi, sola ve sosyal demokratlara, “kişisel ve<br />

grupsal ihtiraslarınızdan dolayı, toplumsal sorunların çözümünü ertelemeyin,<br />

yan yana gelebilmeyi sağlayan, Türkiye’nin müşterek sorunlarına,<br />

asgari siyasi çözüm programlarda birleşin” mesajı vermektir.<br />

• Alevi hareketinin siyasete müdahalesini, “solun zaten dağınık olan yapısını<br />

zayıfl atmaya neden olacaktır” görüşünün aksine, siyasetin ceminde<br />

tüm demokrasi, emek, barış, özgürlükler ve insan hakları eksenindeki<br />

sevdalıları musahip yapmağı hedeflemektedir.<br />

• Alevi hareketinin siyasete müdahale etme kararlılığı, kendisini bugüne<br />

kadar, salt “oy deposu” ve “kadro” olarak değerlendirenlere, Aleviler<br />

siyasette düşünceleri, kimlikleri, projeleri, hayalleri ve fiziki olarak katılmak<br />

istediklerini hatırlatmak istiyor.<br />

• Kimse Aleviler “Siz ne istiyorsunuz?”, “Sizin Türkiye sorunlarına ilişkin<br />

çözüm önerileriniz var mı?” diye soru yöneltmeyenlere, Aleviler kendi<br />

öğretilerinden besledikleri düşünceleri ile kendilerini anlatmak için<br />

siyasete doğrudan katılımın demokratik hak olduğunu anlatmak için,<br />

siyasete kendi aklı ve gücü katarak müdahale etmek istiyor.<br />

• Türkiye’de egemen olan siyasi zihniyet kurguları, Alevi sorununa<br />

ilişkin net ve açık bir tutum almamıştır. Nüfusun üçte birini oluşturan<br />

bir toplumsal kesimin, siyaset alanında “yok” sayılması kabul edilemez<br />

bir gerçektir. Bu ülkenin asırlardır inkâr edilmiş sorunları karşısında,<br />

siyaset alanı demokratikleşme perspektifi çerçevesinde ele alınması konusunda<br />

tutarlı ve evrensel insan hakları çerçevesinde bir politik hat üretilmemiştir.<br />

Alevi sorununu tanıma ilişkisi üzerinden makro siyasi alana<br />

taşınması, toplumdaki önyargıları kırmaya hizmet edecek ve toplumsal<br />

dokulara eşit koşullarda bir arada yaşama kültürünü nüfuz ettirecek ve<br />

bu ortak değerlerin bir arada yaşamasına katkı sunacaktır. Böylece, bugüne<br />

kadar çatışma kültürü üzerinde beslenen siyaset, yerini hazmetme<br />

kapasitesi yüksek ortak gelecek projesini besleyerek, demokrasinin derinlemesine<br />

inşasına olanak sunacaktır. Bunun için yapılması gereken<br />

bir dizi siyasi görev kararlılık ve irade beyanı beklemektedir.<br />

• Alevi hareketi siyasetin merkezine yerleşmiş olan tekçiliğe karşı, siyasetin<br />

çoğulculuğuna sahip çıkılmasının, demokrasinin gereği olduğunu<br />

ve gereğin yerine getirilmesi için de, birçok sorunda olduğu gibi Alevilerin<br />

sorunlarında da, siyasetin yüksek sesle düşünmesini talep edecek ve<br />

sağlayacaktır. Söz konusu Aleviler olunca, meseleyi siyasette “mezhepçilik”,<br />

“ayrımcılık” ve “bölücülük” gibi algılayanların, siyasi ve zihinsel<br />

olarak özrünü tedavi etmesine katkı koyacak, çok kültürlü ve çoğulcu<br />

siyasi kültürün reçetesini beraber yazmayı önerecektir.<br />

• Alevi hareketi, siyasetin toplumsallaşması için, doğrudan katılımı<br />

esas alan bir yönelimi seçmiştir. Bu nedenle siyasetin, şahıs partilerinden,<br />

şahıs siyasetinden kurtulması için, toplumun kendisini, siyasetin<br />

merkezine taşımasına, destek verecektir.<br />

• Türkiye’de çözüm bekleyen sorunların ertelenme lüksü yoktur. Siyasetin<br />

aktörleri ise sorunların çözümüne iki nedenden dolayı karşı çıkıyorlar.<br />

Birinci gerekçe statükonun sağlamcılığını koruyan ideolojik tercih<br />

iken, ikinci sebep olarak, çözümde halkın tepkisini hesaba katmaktır.<br />

Halkın oyları ile güç ve yetki erkini bulunduran mevcut siyaset kültürü,<br />

ülke sorunlarının, çözümüne, kendine bu erki veren halkın katılmasını<br />

da hiç sağlamaz. Eğer siyasi irade, halkı sorunlarının çözümünün içine<br />

dâhil ederek, yürümekten kaçmaktadır. Alevi hareketi işte bu nedenle<br />

gücünü ve oylarını çözüm bekleyen sorunlara ilişkin önerileri ile birlikte<br />

siyasete müdahale etmek istiyor.<br />

İnkâra ve Siyasi Dışlanmaya İtirazımız<br />

Siyasi Alanda Olmalıdır<br />

Aleviler, kendilerine dönük inkâr ve siyasi dışlanmaya karşı haklı gerekçelere<br />

dayalı bir itirazı var. Aleviler Türkiye’nin mevcut sorunlarına karşı<br />

duyarlı ve duyarlılığını her platformda ifade etmektedir. Bu nedenle<br />

kendilerinin, siyasal alandan, eşit hakların kullanımından dışlanmasına<br />

itirazları vardır. Alevi hareketi, devletin dinsel faaliyetlerine ve bu faaliyetlerin<br />

Alevileri yok saymasına itirazı vardır. Yine devlet eliyle Alevilerin<br />

asimilasyona tabi tutan, ideolojik girişimlere itirazı vardır. Aleviler<br />

siyasetin bir ürünü olan, zorunlu din derslerine, dinci kadrolaşmaya,<br />

dinin finanse edilmesine, 67 bin okul yerine 100 bin cami yapılmasına<br />

itirazı vardır. Önce insan diyen, Alevi hareketinin, sağlık ocağı dahi bu-<br />

10 Sayı 24


SERÇEÞME<br />

lunmayan Alevi köylerine zorla cami yaptırılmasına ciddi itirazı vardır.<br />

Alevilerin siyasete müdahale gerekçeleri bunlardan ibaret değildir. Aleviler<br />

yolsuzluklarla, yoksulluğu ve işsizliği körükleyen, IMF memurluğu<br />

yapan hükümetlere itirazı vardır. Aleviler, Kürt sorunu çözümsüzlüğe<br />

mahkûm edilmesine, emekçilerin sosyal, ekonomik ve örgütlenme<br />

özgürlüklerini engelleyen siyasi zihniyete, Ortadoğu’da tırmandırılan<br />

savaşa, kadının sömürülen emeğine ve eşit haklardan yararlanmamasına<br />

itirazı vardır. Gençlerin geleceğini karartan eğitim sistemine, “paran<br />

kadar sağlık” diyen, sağlık sistemine itirazı vardır. Yani Aleviler, bu ve<br />

benzer itirazlarını, siyasete müdahale fikri ile doğrudan bağlantılı olduğu<br />

bilinmelidir.<br />

Artık Bedeli ve Hakkı Ödenmeyen<br />

Kiralık Oy Kullanmamalıdır<br />

Nüfusun üçte birini oluşturan Aleviler, Cumhuriyet tarihi boyuncu oylarını<br />

ve siyasi tercihlerini teslim ettikleri siyasi partilerden, kendilerinin<br />

sorunlarına sahip çıkılmadığını bilmektedirler. Siyasi alandaki vekâleten<br />

temsil edilmenin, dayanılmaz acısını çeken Aleviler, artık siyasi tercihlerini<br />

kendileri ve doğrudan temsil edilmek üzerinden tercih belirtmeleri<br />

önemlidir. Aleviler, verdikleri her oyun kendilerine inkâr, asimilasyon,<br />

saldırı, yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik ve sağlıksızlık olarak geri döndüğünü<br />

bilince çıkarmaya başlamıştır. Bu nedenle Aleviler “Artık bedeli<br />

ödenmeyen, karşılıksız oyumuz yok” demektedirler. Alevi hareketi bu<br />

nedenle, siyasetin dinbazlık ve düzenbazlık üzerine kurulmuş hokkabazlıklarına,<br />

kiraya verecek akılının ve oyunun olmadığını, Türkiye ile<br />

paylaşmak zorundadır. Oylarımızın bedeli bellidir. Demokrasi, eşitlik,<br />

insan haklarına saygı, özgürlükçü laiklik, emeğe saygı, kadınlara yönelik<br />

ayrımcılığı son vermek. Farklı kimliklerin bir arada ve eşit koşullarda<br />

yaşamasını yasal güvence altına almaktır.<br />

Oylarımızın Sağcılaşmasına Karşı Çıkmak,<br />

Aleviler Üzerinde Etnik Milliyetçiliğin<br />

Hegemonya Oluşturmasını Engellemek İçin<br />

Siyasete Müdahale Ediyoruz<br />

Demokrasi mücadelesi ekseninde duran Alevi hareketi, Alevilerin kitleselleşmesine<br />

tanıklık ettiğimiz şu son dönemlerde, sağ siyasi yapıların<br />

Alevi toplumu üzerine yeni bir siyasi strateji oluşturduklarını tanık<br />

olu yoruz. Alevilere dönük katliamlarda ideolojik yandaşlığı ile bilinen<br />

MHP’nin, son parti ekinliklerinde Alevi sembollerini ve değerlerine özel<br />

bir hassasiyet göstermesi, yine sağ ve milliyetçi çizgide duran başta Reha<br />

Çamuroğlu olmak üzere, Cemal Şener gibi kişilerle siyasi flörtü bilinmek<br />

tedir. Hiçbir kitlesel tabana sahip olmayan kişilikler üzerinden, Alevi<br />

topluma ulaşma stratejileri, Alevi hareketinin müdahalesi ile, MHP<br />

gibi sağ ve etnik milliyetçi partilere, siyasi olarak dipsiz kuyudan çek tire<br />

ceğiz.<br />

1999 Yılı 2002 Yılı<br />

Toplam Sandık 208.606 172.143<br />

Toplam Seçmen 37.495.217 41.407.015<br />

Toplam Kullanılan Oy 32.656.070 32.753.386<br />

Toplam Geçerli Oy 31.184.496 31.510.007<br />

Katılım Oranı % 87,09 % 79,10<br />

Kullanılmayan oy: 4.839.147 8.653.629<br />

Geçersiz oy: 1.471.574 1.471.574<br />

Toplam geçersiz oy 6.310.721 10.125.203<br />

Tablo I: 1999 ve 2002 Yılı Türkiye Geneli Seçim Sonuçları<br />

Her iki seçim sonuçları (Tablo II) arasında bize verilen mesajlar oldukça<br />

net durmaktadır. Kamuoyunda “sol” diye algılan partiler 1999 seçimlerinde,<br />

11.508.899 oy alırken, 2002 seçimlerinde bu oran 8.757.208<br />

oya düşmüştür. Yani 2.751.691 kişi “sola” oy verme tercihinden vazgeçmiştir.<br />

Yine bu iki seçim arasında kararsızların oyları, siyasete olan<br />

güvensizlikten dolayı artmıştır. 1999 yılında toplam 6.310.721 ki şinin<br />

iradesi TBMM’de temsil edilmez iken, bu oran 2002 yılında 10.125.203<br />

kişiye yükselmiştir. 2002 yılında kullanılmayan ve geçersiz sayılan<br />

oyun toplamı tek başına hükümet olan AKP’nin oyundan daha fazla olmasını,<br />

başka bir ifadeyle, tek başına hükümet olacak oylar, meclisin<br />

dışında kalmıştır. Eğer % 10’luk anti demokratik barajını göz önüne alırsak,<br />

41.407.015 seçmenin olduğu bu ülkede, toplam geçerli oy sayısı olan<br />

31.510.007 kişiden sadece 16.963.547 kişinin iradesi TBMM’de temsil<br />

edilmektedir. Demokrasi açısından skandal olan bu durum, ancak azınlığın<br />

hükümetlerini toplumun karşısına dikmektedir.<br />

Parti<br />

2002 Yılı Sonuçları 1999 Yılı Sonuçları<br />

% Oy<br />

Oranı<br />

Toplam Oy Parti % Oy<br />

Oranı<br />

Tablo II: 2002 ve 1999 Yılı Seçimleri, Oyların Partilere Göre Dağılımı<br />

Bu seçim sistemi, anti demokratik olma özelliğinin yanı sıra, halkın<br />

siyasi tercihlerine de müdahale eden bir stratejik özelliğe sahiptir.<br />

Siyasetin Nabzı Sadece İstiklal Caddesinde<br />

ve Yüksel Caddesinde Atmıyor<br />

Toplam<br />

Oy<br />

AKP 34,43 10.848.704 DSP 22,19 6.919.668<br />

CHP 19,41 6.114.843 MHP 17,98 5.606.634<br />

DYP 9,54 3.004.949 FP 15,41 4.805.384<br />

MHP 8,35 2.629.808 ANAP 13,22 4.122.926<br />

GP 7,25 2.284.644 DYP 12,01 3.745.417<br />

DEHAP 6,14 1.933.680 CHP 8,71 2.716.096<br />

ANAP 5,11 1.610.207 HADEP 4,75 1.482.194<br />

SP 2,49 784.087 BBP 1,46 456.354<br />

DSP 1,22 383.609 BAĞ. 0,87 270.265<br />

YTP 1,15 363.671 ÖDP 0,80 248.555<br />

BBP 1,02 321.486 DTP 0,58 179.873<br />

BAĞ. 0,96 302.801 LDP 0,41 127.168<br />

YP 0,93 294.517 DP 0,30 92.089<br />

İP 0,51 160.227 MP 0,25 79.363<br />

BTP 0,48 150.154 BP 0,25 78.923<br />

ÖDP 0,34 105.862 İP 0,18 57.593<br />

LDP 0,28 89.177 EMEP 0,17 51.752<br />

MP 0,22 68.077 YDP 0,14 44.782<br />

TKP 0,19 59.515 SİP 0,12 37.671<br />

DEPAR 0,12 37.370<br />

DBP 0,08 24.419<br />

Eğer siyasete müdahalenin bilinçli oy kullanmakla sağlanacağı tezini<br />

benimsiyor isek, önümüzdeki görevin de adını koymuş oluyoruz. Alevi<br />

hareketi, bu görevi kendi örgütsel alanında yerine getirmek için, başlattığı<br />

çalışmalar, tüm eksikliklerine rağmen, doğru bir siyasi karardır.<br />

Siyasetin toplumsallaşması için, siyasetin, Türkiye’nin tüm sorunlarına<br />

çözüm öneren ve bunu halkla paylaşan, yaşam alanlarına akması gerekir.<br />

Bunu da ancak sol ve sosyal demokrat partiler yapmalıdır.<br />

Siyasetin nabzının sadece, türkü barlarda, İstiklal ve Yüksel cad de -<br />

lerinde atmadığının kavranması için, toplumun tüm yaşam alanlarında<br />

yer almak, oradan sürece müdahale etmek gerekir. Toplumun si ya sallaşmasını,<br />

dindarların, etnik milliyetçiliğin hegemonyasından kur tarmak,<br />

mahallede, işyerinde, köyde, sokakta örgütlenmekten ve par lamen<br />

toda olmaktan geçiyor. En azından 2006 yılının yaz dönem lerinde<br />

Aleviler tarafından yapılan tüm etkinliklere toplam 500 binden fazla<br />

insan katılmış ve Alevi hareketinin buralarda siyaset müdahale etmek<br />

gerektiği konusunda mesajları bile önemle izlenmesi gerekir. Mahalleler,<br />

etkinlikler, işyerleri, yerel yönetimler, sokakları sağ siyasete teslim<br />

etmenin bedeli, özgürlükçü, eşitlikçi, demokratik, sosyal ve laik ülke rüyalarımızdan<br />

mahrum kalmak olur. Bu nedenle “Aleviliği siyasallaştırmaya<br />

kalkışmak kimin ekmeğine yağ sürmektir” gibi soruları yönelten,<br />

bazı arkadaşlara şunu ifade etmek gerekir; Bir, Alevi hareketi, “Aleviliği”<br />

değil, Alevi yerleşim birimlerindeki, oy sağcılaşması ve giderek bireyinde<br />

sağcılaşmasına karşın, Alevi yurttaşların siyasallaşmasını istiyor.<br />

İki, Alevilerin sol ve sosyal demokrat eksende siyasallaşmasına katkı<br />

sunmak istiyor. Bu alanı örgütlemek yerine, “sağcılaşması için bırakın<br />

da dağınık kalsın” anlamına gelecek öneriler bizim dikkate alacağımız<br />

öneriler değildir.<br />

Aleviler, Siyasetin Şarlatanlarına, Dinbazlarına ve<br />

Düzenbazlarına Alevi Öğretisinden Beslenmiş<br />

Yeni Bir Siyasi Kültür Öğretmek İçin<br />

Siyasete Müdahale Ediyor<br />

Alevilerin, demokrasi güçlerini güç sunacak, fikirsel katkı koyacak ve<br />

“nasıl bir Türkiye istiyoruz” sorusuna verilecek cevaba ilişkin önermeleri<br />

vardır. Bugün ülkemizde egemen olan kaba milliyetçilik, kaba dindar-<br />

(Devamı 12. Sayfada)<br />

Ekim-Kasım 2006 11


SERÇEÞME<br />

(Baştarıfı 11. Sayfada)<br />

lık ve derin düzenbazlıklara karşı, Alevi öğretisinden ve felsefesinden<br />

besleyerek günümüze taşıdığı düşünsel zenginlikler mevcuttur. Siyaset<br />

ve yönetim kültürünün kirlenmişliğini temizleyecek yeni bir siyaset ve<br />

yönetim kültürü yaratmak için, ortak değerleri gündelik hayatımızın ilişkilerine,<br />

siyasete ve yönetimlere egemen kılmak mümkün. Alevi hareketinin<br />

siyasete müdahale etmesi için önemli nedenlerinden birisi olarak,<br />

bunu ciddi bir gerekçe olarak sıralayabiliriz. Yani siyasetin din baz ve düzenbazlarına<br />

karşı, önce akıl ve insanı merkezde tutmak mümkündür.<br />

Aleviler, Siyaset Bilimine Kur’an ya da İdeolojik<br />

Merkezden Değil,<br />

İnsanın Merkezinden Bakılmasını Öğretmek İçin<br />

Siyasete Yeni Kültür Taşımak İstiyor<br />

Siyasetin aktörleri geçmiş seçimlerde olduğu gibi, 2007 yılındaki seçim<br />

lere yelken açarken, iç ve dış politikada yaşanan sorunları, sosyal,<br />

ekonomik, demokratikleşme, AB süreci, düşünce özgürlüğü, işsizlik,<br />

yok sulluk ve kültürel kimlik hakları gibi çözüm bekleyen, toplumsal<br />

sorunları ertelemaye devam edecektir. Önümüzdeki seçimlerin mer kezinde<br />

statükonun güçlenerek çıkması konulacaktır. Seçim öncesi ve sırasında,<br />

“laik”, “milliyetçi” ve “İslamcı” siyasi eksenler toplumsal hafızayı<br />

ve akılı geri plana atan ve “dinci”, “milliyetçi” ve “vatanseverlik”<br />

duygularını kabartacak bir seçim stratejini benimsemiş durumdadır.<br />

Son dönemlerde gündelik hayatımızı abluka altına almış, linç girişimleri<br />

ve “vatanseverlik” söylemiyle, siyasetteki sağa kayış, hamaset üzerine<br />

ku rulu, tehlikeli bir yönelimi tercih etmiştir. Meclis partileri bir siyasi<br />

eksen krizi yaratmakla kalmıyor, siyaseti de kirletiyorlar. Kimin “sağ”,<br />

kim “sol” olduğu birbirine karışmış durumda. Ama her halükârda hepsinin<br />

sağ siyasi eksene hizmet ettiği bir gerçektir.<br />

Yani toplumun gündeminde olan ve her bireyin gündelik hayatını zehir<br />

eden sorunları unutturmak, pembe renklerle bir Türkiye tarif etmek<br />

için, “ulusalcı”, “dinci” ve “milliyetçi” duygular kabartılmaya çalışılıyor.<br />

Makro siyasi söylemlerle ile kabartılan bu “vatanseverlik duyguları” sokakta<br />

öfkeye dönüşüyor, sosyal ve siyasi dertlerine derman önerenlere<br />

yönelik linç girişiminde bulunuyor. Bu bildik klasik taktikler egemenlerin<br />

elinde, ihtiyaç oranında kullandıkları ve başvurdukları yöntemler<br />

olarak, 21 yüzyılda da değişmedi.<br />

Siyaset İnsanı Eşit ve Mutlu Kılmanın Aracıdır<br />

Egemen siyaset kültürü, insanı nesne ve siyaseti amaç olarak gören zihniyet<br />

kurgusuna sahiptir. Bu nedenle insanı merkeze koymaz. Egemen<br />

siyasi zihniyet, nesne olarak gördüğü insanların birbiri ile çatışmasını<br />

sağlayarak beslenir. Bu nedenle toplumsal ilişkilerde yaratılan, ideolojik<br />

gerilimlerden sadece resmi görüş ve yine statükodan yana olan belirli<br />

siyasi eksenler beslenmiş ve toplum kaybetmiştir. Bu nedenle Alevi hareketi<br />

“bu oyuna gelmeyeceğiz” diyerek, sistemin kendi içinde çatışan bu<br />

kanatları arasında, herhangi birisine destek sunmayacaktır. Ne siyasetin<br />

dinbazı, ne de düzenbazından yana tercih koymayacaktır. Aleviler siyasi<br />

olarak yeni bir kültürün egemen olmasını, kendi diliyle ifade etmeye<br />

çalışmayı önemseyecektir. Alevilerin siyasi hayata katkısının felsefi ve<br />

fikri olarak arka planı vardır. İnsanı merkez alan Alevi öğretisi, insanın<br />

eşit haklara sahip olmasını ve haklara yaşamasını hedef alan bir eksendedir.<br />

Bu eksen kendisini, insanlık ve eşitlik adına, evrensel kazanımlar<br />

ve mücadele tarih bilgisi ile beslemiştir. Dolaysı ile siyaseti, insanı eşit ve<br />

mutlu kılmanın aracı olarak görür. Aleviler, Türkiye’de bu dili ve benzeri<br />

dili kullananların varlığına inandığı için, dili ortaklaştırmak, güçleri<br />

birleştirmek, yeni siyaset kültürünün tohumlarını akıllara ve duygulara<br />

ekmek için işbirliği yapmaya adaydır.<br />

Kanımca görev nettir; nüfusun üçte birini Aleviler oluşturan Alevileri<br />

kucaklayacak tüm Alevi ve Bektaşi, derneklerin, vakıfların, birliklerin,<br />

Alevi Bektaşi Federasyonu (ABF) ve Avrupa Alevi Birlikleri Konfederasyonu<br />

(AABK) ile ortak hareket etmesi, en önemli bir kazanım<br />

olacaktır. Alevilerin toplumsal sorunlarını, Türkiye’nin diğer sorunları<br />

ile buluşturup, çözümüne birlikte katkı koymak gerekir. Bu nedenle Alevi<br />

hareketi faaliyetinin merkezine tüm Alevilerin oylarını, demokratik,<br />

özgürlükçü laiklik, sosyal ve hukuk devleti, eşitlik mücadelesi gibi toplumsal<br />

amacı olan bu yolda toparlamalı ve yönlendirmelidir.<br />

Bu görevin yerine getirilmesi içinse önderlik edecek kurumlar ve kadrolar<br />

sorumluluk bilincine varmalıdır. Eğer biz geçmişte olduğu gibi, yedek<br />

güç ve arka bahçe olarak görülmek ve kullanılmak is te miyorsak, siyasete<br />

aktif müdahale ve yön vermek kaçınılmaz.<br />

•<br />

AABF internet sitesinden alınmıştır<br />

12 KASIM, PAZAR GÜNÜ ANKARA’DA YAPILAN PSAKD DANIŞMA KURULU TOPLANTISI SONUNDA BENİMSENMİŞTİR.<br />

Alevi örgütlerinin uzun yıllardır vermekte oldukları hak ve demokrasi<br />

mücadelesinin sonucunda oluşmuş olan Alevi Bektaşi Federas-<br />

1.<br />

yonun kurumlaşmakta sorunlar yaşadığı; ABF’nin ABF bileşenlerinin<br />

temsil yeri olduğu, bileşenlerin dışlanmadığı ve temsil edildiği bir yönetimin,<br />

örgütler arası yol ve mücadele arkadaşlıklarına özenli olmak<br />

gerektiğinin önemine vurgu yapılarak, örgütümüzün de temsilinin ve<br />

hukukun korunması için, delegelerimizin birlikte hareket etmesi gerektiği<br />

vurgulanmıştır.<br />

ABF’nin Olağanüstü Genel Kurulunda seçilecek yönetimin, örgütler<br />

2. arası hukuka özenli, demokrasi ve emek mücadelesi veren Demokratik<br />

Kitle Örgütleri ve sendikalar ile birlikte ve ortak mücadeleyi geliştiren,<br />

aynı zamanda ABF’nin bağımsızlığını ve özerkliğini koruyarak,<br />

biat eden değil, ortak eylem ve mücadele yürüten bir ABF hedefleyen,<br />

yönetim kadrosu talebi dile getirilmiştir.<br />

PSAKD Danışma Kurulu Sonuç Bildirgesi<br />

<br />

Toplumsal yapının hızla sağa kaydığı ülkemizde, bu girdaptan kurtulmanın<br />

yolu olarak emekten, demokrasiden yana siyasi partiler,<br />

3.<br />

sendikalar, odalar, DKÖ’nin oluşturacakları sol platform ile seçimlere<br />

katılınarak iktidar alternatifi olmak gerektiğinin altı çizilmiş ve sol<br />

platformun oluşması konusunda çalışmalar yapılmasının gerektiği ifade<br />

edilmiştir. Bu ortak platformun yaratılması ile, yaşamları boyunca soldan<br />

yana tavır koymuş olan, ama; solun bir araya gelmemesinin sonucu<br />

oluşan alternatifsizlikten ve yaşananlardan duyulan kaygının yarattığı<br />

umutsuzluk nedeni ile, “denize düşen yılana sarılır” misali, Maraş’ı,<br />

Çorum’u, Sivas’ı, Gazi’yi yaratan ideolojinin partilerine yönelen Alevi<br />

yurttaşlarımızın ve sandığa gitmemekle karşı karşıya kalan demokrat<br />

kamuoyunun, umudu olunacağı vurgulanmıştır.<br />

Alevi toplumunun yüreklerini ortaya koyarak, dişinden tırnağından<br />

4. arttırarak, katkı sunarak yaratılmış olan basın yayın organlarının<br />

(Cem-TV, Cem Radyo ve Ekin Radyo), sadece ticari birer kuruluş olduğu<br />

mantığından hareket edilerek, Alevilerin asimile edilmesinin ve katledilmesini<br />

baş sorumlusu olan ideolojilerin sahiplerine satılarak veya<br />

ortak edilerek, Alevilerin yaratmış olduğu değerlerin yok edilmesini Kınadığımız<br />

karar altına alınmıştır.<br />

Yıllardan beri, Alevilere yönelik katliamların; Maraş, Çorum, Sivas,<br />

Gazi ve diğerlerinin derin devletin ve onun uzantılarının, planlı<br />

5.<br />

programlı katliamları olduğu dile getirilmiştir. Ecevit’in ölümü üzerine<br />

çekmecesinde bulunan ve kamuoyuna yansıyan “Maraş katliamını<br />

MİT’in içindeki MHP kanadının organize ettiği” yönündeki bilgi notu<br />

ile söylediklerimizin doğruluğu belgelenmiştir. Zamanının Hükümetinin,<br />

kendisine gelen bu bilgi notuna rağmen gereğini yapmaması da,<br />

Alevi kamuoyunun belleğinden silinmeyecektir.<br />

Örgütümüzün kuramsallaşmasının ve kadrolarının geliştirilmesi<br />

6. için, yöneticilerimizin bir bütün olarak örgüt içi eğitim görmesi,<br />

ayrıca örgütümüzün geleceği olan gençlerimizin Pir Sultan’ın Felsefesi,<br />

Anadolu Alevi Öğretisi ve tarihi konularda bilgilenmelerinin, örgüt<br />

gençliğinin tanışarak kaynaşmalarının sağlanması için Gençlik Kampına<br />

alınmalarının projelendirilmesi kararlaştırılmıştır.<br />

Saygı ile kamuoyunun bilgisine sunarız.<br />

12 Sayı 24


SERÇEÞME<br />

Ruhi Su’nun<br />

Sultan Suyu - Pir Sultan<br />

Abdal’dan Deyişler<br />

Adlı Albümünün<br />

Sunuş Yazısı, 1990<br />

Sıdıka Su<br />

Yıllar boyu, devrimci hareketin içinde bulunanlar, Aleviliğin, Alevi türkülerinin, sosyalist<br />

hareketin gelişmesinde nasıl bir rol oynadığını iyi bilirler. Bu yolla bilinçlenmenin, insanın<br />

ezilmesine ve sömürülmesine karşı duyarlık kazanmanın, türkülerden bir çeşit güç alıp zenginleşmenin<br />

ölçüsü, hiç abartısız, Ruhi Su olmuştur.<br />

Ruhi Su, 1943–1945 yılları arasında, Türkiye radyolarında ilk kez Alevi ozanlarının türkülerini<br />

söylemiştir. Pir Sultan Abdal’dan “Gelin Canlar Bir Olalım”, Ali İzzet’ten “Bir Allah’ı Tanıyalım”,<br />

Muhyi’den “Zahit Bizi Taneyleme” gibi... Bir süre sonra Alevi türküleri söylediği ve solculuk<br />

propagandası yaptığı için, radyodan uzaklaştırılmıştır Ruhi Su. Çünkü Aleviler tarih boyunca<br />

ezilmişler ve ezilmişlerin yanında yer almışlardır. Halkın direnme duygularını türküleriyle, müzikleriyle<br />

dile getirmişlerdir.<br />

Ruhi Su, türkü repertuarının çoğunluğunu Alevi türküleriyle oluşturmuştur. Nerede Alevi türküleri<br />

sözkonusu olursa, orada Ruhi Su anılmalıdır. Ruhi Su’nun bu alanda yaptığı önemli çalışmaları<br />

dile getirmek, hem ona, hem de Alevi halkına karşı en azından bir kadirbilirlik borcudur.<br />

Ruhi Su’nun gene dost evlerinde ve kendi evinde banta kaydedilmiş çalışmalarının, Alevi deyişleri<br />

ve Pir Sultan Abdal ezgilerinden oluşan bir derlemesini yaparak, bazı dizelerdeki sürçmelere<br />

rağmen, yayınlamaya karar verdim. Bu, bir tarihi arşivlemek anlamını taşımaktadır. Bu<br />

deyişlerin, Ruhi Su’nun derlediği türküler arasında önemli bir yeri olduğuna inanıyorum. Alevi<br />

müziğinin yaygınlaşmasında, en az Alevi ozanlar kadar, Ruhi Su’nun da emeği geçmiştir. Bunu<br />

Alevi halkı çok iyi bilir<br />

Ruhi Su’nun Semahlar Adlı<br />

Albümünde Yer Alan<br />

“Semahlar Üzerine”<br />

Başlıklı Yazısı<br />

Ruhi Su<br />

Bütün sözlüklere baktım, araştırdım. Yalnız Mevlevi semahı<br />

ile ilgili bilgilere rastlayabildim. Alevi-Bektaşi<br />

inançlara sahip halkımız arasında yaygın olan bu semahlar üzerine açıklayıcı, doyurucu bilgiler<br />

bulamadım. Kendi bildiklerime, görgülerime dayanarak söylüyorum: Sema ve semah aynı sözcük.<br />

Halk Arapça sema sözcüğündeki ayın harfini atarak semah demiş.<br />

Bildiğiniz gibi sema, Mevlevilerce yapılan, kuralları daha çok Mevlana’dan sonra saptanmış<br />

törensel bir ayinin içinde yer alan raksın adı. Müziği de bestelenmiş bir müzik. Klasik Türk musikisinden<br />

kaynaklanan, tekkelerde ve kimi besteciler tarafından bestelenen bir müzik bu. Sema<br />

ile semah arasındaki temel ayırımda burada. Çünkü semahların müziğinin kökeninde halk müziği<br />

vardır. Oyun da yine halktan kaynaklanan halay türünde bir oyundur. Sonra Mevlevilerde cezbe<br />

denilen bir kendinden geçme sözkonusu. Oysa semahlarda hayata dönük. Sözgelimi Mevlevi<br />

sema’ında kadın yoktur. Semahlarda ise, kadının baskı ve peçe altında tutulduğu zamanlarda bile<br />

kadın-erkek birlikte oynanır. Üstelik semahlar türkülüdür. Mevlevi sema’ında oyun oynanırken<br />

söz yoktur. Oyun sırasında, oyunun müziğine bağlı söz görülmez. Ama semahlarda türkü ile oyun<br />

iç içedir. Benzer yanları, ikisinin de dinsel bir coşkuyla yapılan rakslar olmalarıdır. Yalnız semahlar<br />

her zaman, yani olur olmaz günlerde yapılmaz. Genellikle hasat mevsimi gibi, yılın belli<br />

zamanlarında ya da dinsel görevlerin yerine getirildiği günlerin sonunda, topluluğun daha neşeli<br />

bir havaya girmesi için, şenlik biçimimde yapılır. Bir barış şöleni gibi, barış sevinci içinde. Hayata,<br />

yaşama sevincine dönük bir şenliktir bu. Sözleri dinsel de, din dışı da olsa hep yaşama sevinciyle<br />

doludur, coşkuludur.<br />

Dinsel özle beslenen türküler kimi zaman kendi inançlarını telkin edebilir; kimi zamanda aşkı<br />

dile getirir. Türküler yoluyla öğütler verilir, tevhitler yapılır. Bir bakıma dinsel sloganlar çevresinde<br />

birleşilir. Tevhit sözcüğü de birlik, birleşme anlamını taşır bazen. Yani oyun, türkü aracılığıyla<br />

bir olma. Böylece kimi sözcüklerin müzikli tekrarından yararlanılır. Semahların sonunda ise daima<br />

gülbang çekilir. Gülbang dua demektir. Bununla da, bir bakıma gelecek için, yaşanılan zaman<br />

için iyi şeyler dilenir; yine halkın özlemleri dile getirilir.<br />

Gerek Alevi-Bektaşi müziği, gerekse öteki türküler, sürekli değişip gelen bir müzik türüdür.<br />

Hayat değişkendir çünkü. Kısaca değişen insanlardır. Ben de çağının insanı, çağdaş düşünceye<br />

sahip bir sanatçı olarak semahları çağımın gözüyle yorumladım; onlara kendi üslubumu, söyleyişimi<br />

kattım.<br />

YİTİRDİKLERİMİZ<br />

SIDIKA SU<br />

Sivas, 1923 - 18 Ekim 2006<br />

Ruhi Su’nun can yoldaşı,<br />

1951 TKP tevkifatı sanıklarından,<br />

bütün ömrü emekçi insanlığın<br />

eziden, sömürüden kurtuluşu<br />

kavgası içinde geçmiş,<br />

yanık sesini duyanın unutamadığı<br />

öğretmenimiz,<br />

anamız,<br />

yoldaşımız,<br />

vefa, tutkunluk,<br />

insanlık, çalışkanlık<br />

örneği güzel insan<br />

Onlar Hem Birdir<br />

Hem de Bir Efsanedir<br />

RUHİ SU<br />

Mahsus Mahal<br />

Mahsus mahal derler kaldım zındanda<br />

Kalırım kalırım dostlar yandadır<br />

İk’elleri kızıl kandadır kanda<br />

Ölürüm ölürüm aklım sendedir<br />

Artar eksilmeyiz zındanlarında<br />

Kolay değil derdin ucu derinde<br />

Kumhan Irmağı’nda Karaburun’da<br />

Bulurum bulurum öfkem kındadır<br />

Dirliğim düzenim dermanım canım<br />

Solum sol tarafım imanım dinim<br />

Benim beyaz unum ak güvercinim<br />

Bilirim bilirim gelen gündedir<br />

Benim Kabe’m İnsandır<br />

Ellerin Kâbe’si var<br />

Benim Kâbe’m insandır<br />

Kuran da kurtaran da<br />

İnsan oğlu insandır<br />

Ellerin Kâbe’si var<br />

Benim Kâbe’m sevidir<br />

Kuran da kurtaran da<br />

Sevili insanlardır<br />

Ellerin Kâbe’si var<br />

Benim Kâbe’m emektir<br />

Kuran da kurtaran da<br />

Emekçi insanlardır<br />

Ellerin Kâbe’si var<br />

Benim Kâbe’m dünyadır<br />

Kuran da kurtaran da<br />

Dünyayı insanlardır<br />

Ekim-Kasım 2006 13


SERÇEÞME<br />

FUZULİ<br />

Su Kasidesi<br />

Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su<br />

Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su<br />

Âb-gûndur günbed-i devvâr rengi bilmezem<br />

Yâ muhît olmış gözümden günbed-i devvâra su<br />

Zevk-ı tîğundan aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk<br />

Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su<br />

Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin<br />

İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su<br />

Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün<br />

Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su<br />

Ohşadabilmez gubârını muharrir hattuna<br />

Hâme tek bahmahdan inse gözlerine kara su<br />

Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola<br />

Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su<br />

Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ<br />

Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su<br />

İste peykânın gönül hecrinde şevkum sâkin it<br />

Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su<br />

Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi<br />

Nitekim meste mey içmek hoş gelür hûş-yâra su<br />

Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr<br />

Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su<br />

Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek<br />

Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su<br />

Dest-bûsı ârzûsıyla ger ölsem dostlar<br />

Kûze eylen toprağum sunun anunla yâra su<br />

Serv ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger<br />

Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su<br />

İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile<br />

Gül budağınun mizâcına gire kurtara su<br />

Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme<br />

İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su<br />

Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ<br />

Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su<br />

Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın<br />

Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su<br />

Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim<br />

Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su<br />

Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ<br />

Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su<br />

Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât<br />

Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su<br />

Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz<br />

El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su<br />

Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl<br />

Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su<br />

Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr<br />

Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su<br />

Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ<br />

Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su<br />

Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam<br />

Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su<br />

Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi’râc’da<br />

Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su<br />

Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner<br />

Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su<br />

Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma<br />

Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su<br />

Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri<br />

Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su<br />

Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr<br />

Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su<br />

Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam<br />

Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su<br />

Hacı Bektaş Veli Dergahı Postnişini Veliyettin Ulusoy Efendi’n<br />

BİRLİK VE DAYANIŞMA TOPLANTISINDA YAPILAN KONUŞMA<br />

Karşıdakinin Seni Seviyorum Demesini<br />

Beklemeden, Seni Seviyorum Demenin Zamanı<br />

Geldi<br />

Dostlar, hoş geldiniz Hacıbektaş’ımıza,<br />

Gerçekten bu 16 Ağustos Hacı Bektaş’ı Anma Törenleri’nin farklı bir tarafı var. Hepinizin<br />

bildiği gibi, ilk defa Alevi-Bektaşi örgütlerinin biraraya gelerek birliğin sağlanması yönünde<br />

bir adım atılmıştır.<br />

Hep söyleriz, tarih tekerrürden ibaret diye. Osmanlı tarihine baktığımızda, Alevi-Bektaşi<br />

ve Osmanlı tarihini karşılaştırdığımızda şunu görüyoruz: İlk ikiyüz, ikiyüzelli yıl çok sakin<br />

bir dönem, rahat bir dönem; fakat ondan sonra rahat bırakmıyorlar bizi. Öyle zekice politikalar<br />

uyguluyorlar ki parça paça ediyorlar bizi. Ve bu parçalanmışlık bugüne kadar geldi, ama<br />

artık kendimize gelmemiz lazım; artık birbirimizi kucaklamamız lazım. Artık Babagan kolu,<br />

Çelebi kolu, Dedegan kolu demeden birbirimize elimizi uzatmamız lazım. Karşıdakinin seni<br />

seviyorum demesini beklemeden, seni seviyorum demenin zamanı geldi.<br />

O bakımdan, bu akşamki Cem özellikle, bu birliğe bir adım atacak umuduyla geçekleştirmeye<br />

çalışıyoruz, gerçekleştirecegiz himmetiyle.<br />

Benden önceki konuşmacılar internetten, basından, televizyondan bahsetti. Onlar olacak;<br />

karşı taraf hep olacak. İslam tarihini incelediğimizde Hazreti Peygamber döneminden, Ali<br />

döneminden, Oniki İmamlar döneminden bugüne kadar her zaman muhalefet olmuştur; muhalefet<br />

olacaktır.<br />

Olacaktır ki gerçekler ortaya çıksın, gerçeğin değeri belli olsun. Hiç önemli değil onların<br />

diyecekleri. Her türlü kulpu takacaklar, takmaya çalışacaklar.<br />

Sizin daha fazla zamanınız almak istemiyorum; bir noktaya değinmek istiyorum sadece.<br />

Nafiz Hocam, güzel isimler saydı, bu törenlere emeği geçen güzel insanların isimlerini saydı.<br />

O’na bir isim de ben ilave etmek istiyorum: 1964’te ilk törenleri yapan ve onun mimarı<br />

olan, Hocamın da bahsettiği Hacı Bektaş Derneği Başkanı Ali Celalettin Ulusoy’u rahmetle<br />

anıyor ve minnet duygularımı sunuyorum aziz ruhuna.<br />

Hoş geldiniz, tekrar hoş geldiniz. Saygılar sunuyorum.<br />

Birlik Cemi - Ağustos 2006 - Hacı Bektaş Veli Anma Törenleri<br />

14 Sayı 24


SERÇESME SERÇEÞME<br />

in Hacı Bektaş Veli Anma Törenlerinde Yaptığı Konuşmalar<br />

BİRLİK CEMİNDE YAPILAN KONUŞMA<br />

Cem’in Manası Gönül Birliğini Sağlamaktır<br />

Hoş geldiniz dostlar,<br />

Bugünkü Cem, gelecekteki birliğimize hizmet etmek, Alevi-Bektaşi inancında olan<br />

insan la rı m ızın dağınıklığının giderilerek biraraya gelmesi amacıyla yapılmıştır. Birliğe<br />

hizmet etmek amacıyla yapılmıştır. Bunun dışında herhangi bir amacımız yoktur.<br />

Hepinizin bildiği gibi Cem’in manası gönül birliğini sağlamak ve Hakk’ın huzuruna<br />

çıkmaktır. Gönül birliğinin sağlanması bu ortamda ne derecede mümkün olur, bu tartışılabilir,<br />

ama amaç gönül birliğini sağlamaktır.<br />

Bu sembolik bir Cem olacak, öğretici bir Cem olacak. Ben Hacı Bektaş Dergâhının<br />

tarihsel işlevi üzerinde konuşmak istiyorum. Horasan Pirleri ve Rum Erenleri, Hacı Bektaş<br />

Veli’nin etrafında toplandılar ve ona biat ettiler, eyvallah dediler ona. Böylece ocaklar<br />

kuruldu ve Alevi-Bektaşiliğin piramit yapısı o şekilde oluş turuldu: Başta Hacı Bektaş Veli<br />

Dergâhı, etrafında ocaklar, onun etrafında talipleri, yani Dedeler.<br />

Dede ocakları tarih boyunca talipleri yuğup yıkadılar ve Hacı Bektaş Dergâhı da Dedeleri<br />

ve görev yapanları yuğup yıkadı. Bu uzun süre, aşağı yukarı ikiyüz-ikiyüz elli yıl<br />

böyle devam etti. Tarihimizi incelediğimizde herhangi bir aksama olmadığını görüyoruz.<br />

Fakat ikiyüz, ikiyüz elli sene sonra çok önemli bir olay görüyoruz. Bu olay da Kalender<br />

Çelebi İsyanı’dır.<br />

Kalender Çelebi İsyanı üzerine bugüne kadar çok az yazı yazıldı, çok az inceleme yapıldı.<br />

Bu olayı, Alevi-Bektaşi tarihindeki parçalanmanın başlangıcı olarak kabul ediyoruz.<br />

Kalender Çelebi İsyanı’nı bazı tarihçiler dini bir isyan olarak görür, bazı tarihçiler de ekonomik<br />

bir isyan olarak görür. Fakat ağırlık ekonomik bir isyandan yanadır. Neden? Çünkü<br />

Kalender Çelebi’nin yanında sipahiler de vardı.<br />

İsyan hepinizin bildiği gibi Kalender Çelebi’nin öldürülmesiyle sonuçlanır, ama esas<br />

sonuç Kalender Çelebi’nin ölümünden sonraki olaylardır. Kalender Çelebi’nin ölümünden<br />

aşağı yukarı 24 yıl sonra, Hacı Bektaş Dergâhı’na bir postnişin atanır: “Sersem Ali Baba.”<br />

İlk defa Hacı Bektaş Veli Dergâhı’na, onun dergâhından, ocağından, sülalesinden olmayan,<br />

dışarıdan bir postnişin ata nır. Ve böylece Alevi-Bektaşi toplumu ikiye bölünmüş olur.<br />

Tabii bu arada baskılar da devam eder. Yavuz’un Mısır’dan getirdiği Emevi görüşünde<br />

olan sözüm ona ilim adamları, din adamları Osmanlı’ya hâkim olur ve baskı uygulamaya<br />

başlanır. Kan akmaya başlar. Kıpırdayacak hal bırakmazlar bizde ve dağ başına, dere içine<br />

göçeriz. Parçalanma ikiyle kalmaz, dergâhtan uzak olan bir takım ocaklar da “Sersem Ali<br />

Baba”nın iddiasını, yani Hacı Bektaş Veli’nin mücerret olduğu düşüncesini benimserler.<br />

Böylece kendi ocaklarını öne çıkartmak isterler. Bunun için Dergâh’a bağlı olan Alevi-<br />

Bektaşi toplumu şöyle bir deyim kullanır: “Yediği haram, yuduğu murdar, tacı delik, kendi<br />

murtaddır.”<br />

Olay bununla bitmez, tarih süresince zaman zaman Osmanlı’yla aramız iyi olur, fakat<br />

hiçbir zaman güven olmaz.<br />

“Suçsuz Yere Ahalinin Kanını Dökenlere Lanet Ediyoruz”<br />

En önemli olaylardan biri de 1826’da Yeniçeri’lerin kaldırılması sırasında yaşanır. O dönemde<br />

postnişin olan Hamdullah Çelebi, yeniçeriler üzerinde hiçbir yaptırım gücü yokken,<br />

Kırşehir’de kurulan bir şeriat mahkemesinde yargılanır. On gün boyunca idamla yargılanır.<br />

Hergün idam olacağını bilerek, fakat hiçbir zaman gerçekten uzaklaşmayarak, gerçekleri<br />

mahkeme heyetine bildirir.<br />

Buradan size orada geçen sadece bir olayı aktarmak istiyorum. Şeriat mahkemesinde<br />

kadı şöyle soruyor:<br />

“Şeyh Efendi doğru söyle vakfınızın bulunduğu dergâhta, mensuplarınızın toplantılarında<br />

kim lere lanet ediyorsunuz? Muaviye ve Yezide lanet ediyor musunuz?”<br />

Cevap:<br />

“Kadı Efendim Hazretleri, suçsuz yere ahalinin kanını dökenlere lanet ediyoruz; Yezidin<br />

yaptığı o şenaati tensip eden, hafife alan, beğenenlere de lanet ediyoruz.”<br />

Yani o zamanki mahkeme heyetine de lanet ediyor. Kadı soruyor yine:<br />

“Şeyh Efendi, Allah tövbe edenin günahını affeder. Siz büyük bir günaha giriyorsunuz.<br />

Yezid ve Muaviye ölmeden tövbe etmiştir. Allah onları affetmiştir. Var mı diyeceğin?”<br />

Cevap:<br />

“Allah, Hazreti Hüseyin’in katlinden dolayı yine de Yezid ve Muaviye’yi affederse onlara<br />

lanet ettiğimizden dolayı bizleri de kolaca affeder.”<br />

Ailemizin En Büyüğü Muharrem Sefa Ulusoy ile<br />

Hizmeti Elele Tutuşup Götürmeye Karar Verdik<br />

Dostlar, daha fazla zamanınız almak istemiyorum, ancak bir noktayı daha belirtmek<br />

istiyorum.Ailemizin en büyüğü Muharrem Sefa Ulusoy sağlık nedenlerinden dolayı aramızda<br />

bulunamadığı için sizlere selam ve sevgilerini iletti benim kanalımla. Ve şöyle bir<br />

karara da vardık: Karşılıklı deneyimlerimizin sonucu olarak bu hizmeti elele tutuşup götürmeye<br />

karar verdik.<br />

Beni dinlediğiniz için çok teşekkür ediyorum, sağolun.<br />

FUZULİ<br />

Su Kasidesi<br />

Günümüz Türkçesiyle<br />

Saçma ey göz aşktan gönlümdeki ateşe su<br />

Çare olmazsa bu kadar tutuşmuş ateşe su<br />

Dönen gök kubbe su rengi midir bilmem<br />

Yoksa gök kubbeyi mi kapladı gözümden akan su<br />

Keskin bakışlarının zevkiyle gönlüm parça parça<br />

Nasıl akarken duvarda yarıklar açarsa su<br />

Yaralı gönül kirpiklerinin sözünü korkarak söyler<br />

Nasıl yarası olan ihtiyatla içerse su<br />

Bahçıvan yorulmasın, suyu koyversin gül bahçesine<br />

Yüzün gibi gül açılmaz bin gül bahçesine verse su<br />

İnce yazısını, yüzündeki tüylere benzetemez<br />

Ak kâğıda bakmaktan hattatın gözlerine inse kara su<br />

Yanağını anarak kirpiklerim ıslansa ne olur<br />

Boşa gitmez gül olsun dileğiyle dikene verilen su<br />

Gamlı günde hasta gönlümden bakışını esirgeme<br />

Hayırdır vermek karanlık gecede hastaya su<br />

Gönül, ayrılıkta ok kirpiklerini iste, hasretimi yatıştır<br />

Susuzum bu kez de çölde benim için ara su<br />

Sofular Kevser ister, ben dudaklarını özlüyorum<br />

Sarhoşa şarap içmek hoş gelir, aklı başında olana su<br />

Durmandan senin cennet bahçene doğru akar<br />

Âşık olmuş galiba o hoş salınışlı serviye su<br />

Toprak set olup o yere giden suyolunu tutmalıyım<br />

Çünkü rakibimdir, bırakmam gitsin o yere su<br />

Dostlar, dudaklarını öpme arzusuyla ölürsem<br />

Toprağımdan kâse yapın, onunla sunun yare su<br />

Servi kumrunun niyazına dikbaşlılık eder<br />

Ta ki eteğini tutup, ayağına düşüp, yalvara su<br />

Gül hile ile bülbülün kanını içmek ister<br />

Ta ki gül budağından içine işleyerek kurtara su<br />

Dünya halkına temiz ruhunu göstermiş<br />

Ahmed-i Muhtar yoluna uymuş su<br />

Seçme incilerin denizi, insan cinsinin efendisi<br />

Serpti kötülerin ateşine mucizelerini sanki su<br />

Gül bahçesinin parlaklığını tazelemek için<br />

Mucizeyle katı taştan çıkarmıştır su<br />

Mucizeleri dünyada uçsuz bucaksız bir denizmiş<br />

Ondan binlerce ateşe tapan kâfirlere yetişmiş su<br />

Kim işitse hayret ile parmağını ısırır<br />

Şiddet günü parmağından verdiğini Ensâr’a su<br />

Dostu yılan zehri içse olur yaşam suyu<br />

Hasmı su içse elbette döner yılan zehrine su<br />

Her damlasından bin rahmet denizi dalgalanır<br />

El uzatıp gül yüzüne vurunca sıçrayan su<br />

Ayağını bastığın toprağa ulaşmak arzusuyla<br />

Başını taştan taşa vurarak başıboş gezer su<br />

Her damlası dergâhının toprağına ışık salmak ister<br />

Parça parça da olsa vazgeçmez o dergâhtan su<br />

Hatalı insanlar seni kutsamayı derdine derman bilir<br />

Sarhoş baş ağrısını gidermek için nasıl içerse su<br />

Ey Allah’ın sevgilisi, insanların hayırlısı, özledim<br />

Dudağı kurumuşlar nasıl yanıp dilerse susuzlara su<br />

Sen o keramet denizisin ki Mi’râc gecesinde<br />

Feyzinin çiyleri yıldız ve gezegenlere ulaştırmış su<br />

Güneş çeşmesinden daima güzel su iner<br />

Kabrini tamir eden mimara lazım olsa su<br />

Cehennem korkusu, yanık gönlüme gam ateşi salmış<br />

Var ümidim ihsan bulutun serper o ateşe su<br />

Seni övmenin bereketiyle Fuzûlî’nin sözleri<br />

Nisan bulutundan düşüp iri inciye dönen damla su<br />

Kıyamet günü gaflet uykusundan uyanan<br />

Hasret aşkından döktüğü zaman uyanık gönle su<br />

Umudum o ki mahşer günü mahrum kalmayayım<br />

Vuslat çeşmen vere benim seni arzulayan gönlüme su<br />

Ekim-Kasım 2006 15


SERÇEÞME<br />

HACI BEKTAŞ VELİ KÜLTÜR DERNEĞİ GAZİANTEP ŞUBESİ’NİN 3 ARALIK PAZAR GÜNÜ SERÇEŞME DERG<br />

Bugünkü Durum ve Siyasallaşma<br />

Veliyettin Ulusoy<br />

Dostlar merhaba, hoş geldiniz,<br />

Bu geceyi düzenleyen, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Gaziantep Şubesine, Serçeşme<br />

dergisine, İstanbul ve Ankara’dan gelerek bu güzel katkılarda bulunan sanatçılarımıza ve<br />

özellikle katkıda bulunduğunuz için sizlere teşekkürlerimi arz ediyorum.<br />

Dostlar,<br />

Son günlerde Alevi-Bektaşi örgütleri temsilcileri siyasi arenaya inme konusunda düşüncelerini<br />

belirtiyorlar.<br />

Türkiye’de yaşayan Alevi-Bektaşi toplumu varlığını kanıtlama ve haklarını elde etme kavgası<br />

yüz yıllardır hep olmuştur; zamanımıza kadar da hep süregelmiştir. Kavga yalnızca Anadolu’da<br />

yaşayan Alevilerle sinirli kalmamıştır. İslamiyet’in doğuşundan itibaren, özellikle de Hz. Peygamberin<br />

vefatından sonra, önce Anadolu’nun dışında başlamış, yüz yıllar boyu da türlü evrelerden<br />

geçmiştir. Osmanlı padişahlarından Yavuz Selim’in İslam Halifeliği’ni eline geçirmesinden sonra,<br />

Alevilerin varlıklarını koruma ve var olduklarını, bir takım haklarının bulunduğunu kanıtlama<br />

kavgası Anadolu’da başlamıştır.<br />

Ne var ki tüm bu çabalar, çoğu kez beklenilen ya da istenilen sonuçlara ulaşmamıştır. Hz.<br />

Ali’nin şahadeti ile kurulan Emevi saltanatı ve bu saltanatın yıkılması ile kurulan Abbasi yönetimi<br />

boyunca, Alevi kesim daima takip altında, daima baskı içinde tutulmuştur. Osmanlı döneminde<br />

de durum bundan pek farklı olmamıştır. Ayni zamanda bir İslam Halifesi olan Osmanlı padişahları,<br />

özellikle, Şii inanca sahip İran devleti ile her zaman hasım durumda olmuşlardır. Bu sebeple<br />

de Anadolu Alevilerine daima şiddet ve baskı uygulanmıştır. Bu şiddet ve baskı ise, haklı olarak<br />

zaman zaman karşı tepkilerin doğmasına sebep olmuştur.<br />

Çok partili demokratik devlet yönetimlerinin bulunmadığı dönemlerde, şiddet ve baskılara karşı<br />

ortaya çıkan tepkiler, ancak halk ayaklanması biçiminde gerçekleştiriliyordu. Emevilere karşı<br />

Hz. Hüseyin’in direnişi, Osmanlı Padişahı Kanuni Süleyman’a karşı Kalender Çelebi’nin ayaklanması,<br />

Pir Sultan’ın, Şah Kulu’nun yaptığı hareketler ve benzerleri bu karşı tepkilerin hep birer<br />

sonucudurlar.<br />

Çok partili demokratik devlet yönetimlerinde inanç, düşünce ve amaç mücadeleleri, siyasal<br />

partiler aracılığıyla ya da türlü adlar altında kurulmuş dernekler, vakıflar ve sendikalar gibi yasal<br />

örgütler kanalı ile yapılmaktadır.<br />

Hangi türden olursa olsun, şiddet ve baskılara karşı gösterilen tepkilerin başarıları, ancak ve<br />

ancak çok iyi bir planlamaya, çok sağlam bir biçimde kurulmuş altyapıya, gerçekçi ölçülerle varlığı<br />

saptanmış temel dayanaklara, yani potansiyel destek gücün varlığına ve güvenilirliğine bağlıdır.<br />

Tarih iyi incelenirse, Hz. Hüseyin’in, Kalender Çelebi’nin, hak aramak, hakkını korumak ve<br />

hakkını almak ya da inançları, düşünceleri sebebiyle maruz kaldığı şiddeti ve baskıyı kaldırmak<br />

üzere başlatılmış tüm ayaklanmaların genellikle başarısızlığa uğramış olmalarının temelinde hep<br />

şu gerçeklerin yattığı görülür:<br />

• Başlangıçta iyi bir planlama yapmamış olmak;<br />

• Gerekli altyapıyı önceden yeterince hazırlayamamak;<br />

• Potansiyel destek gücü gerçekçi ölçüler içinde saptayamamak.<br />

Hz. Hüseyin, Kalender Çelebi ve diğerleri özellikte potansiyel destek gücün güvenilirliğini<br />

önceden gerçekçi bir biçimde saptayamamış olduklarından, savaş anında ihanete ve kalleşliğe uğramışlar,<br />

sonuç olarak da yalnız kalarak yenilgiden kurtulamamışlardır.<br />

Altmışlı yıllarda kurulan Birlik Partisi’nin kısa bir süre içinde dağılıp yok olması da biraz önce<br />

saydığımız bu üç temel şartın parti kurulurken yerine getirilmeden, alelacele partileşmek hevesinin<br />

ve aceleciliğinin sonucundan başka bir şey değildir. Diğer dedikodular bence ikinci, üçüncü<br />

planda kalır.<br />

1963 yılında, Hacı Bektaş Veli Dergâhı’nın müze olarak yeniden açılmasına paralel olarak<br />

ku rulmuş bulunan “Hacı Bektaş Kültür ve Tanıtma” derneklerine başlangıçta görülen o kitlesel<br />

katılımların ve bu derneklerce yapılan o coşkulu faaliyetlerin kısa sürede parlayıp sönmesi de yine<br />

plansızlığa, yine altyapının yeterince hazırlanmamış olmasına, yine potansiyel destek güçlerin<br />

gerçeklerin ışığı altında saptanıp, organize edilmemesine dayanır.<br />

Derneklerin o zamanki başarısızlıklarında ayrıca, bu derneklere üye olanlardan bazılarının,<br />

dernek yönetim kurullarında görevler üstlenenlerden yine bazılarının, dernekleri siyasal, politik<br />

ya da bir başka iş alanında kişisel çıkarları için bir basamak yapmak istemeleri, yani dernek faaliyetlerinde<br />

kişisel çıkar hesapları yapmaları hayli önemli rol oynamıştır.<br />

Günümüzün Alevi-Bektaşi kamuoyunda şimdi yeni bir arayışın gün ışığına çıkmış bulunduğu<br />

görülüyor. Mademki yurt çapında 15-20 milyon, hatta belki daha fazla sayıda bir Alevi-Bektaşi<br />

toplumu mevcuttur; bu, milletvekili ve yerel yönetim seçimlerinde hatırı sayılır bir oy potansiyelidir;<br />

o halde kendi varlığımızı ve kendi gücümüzü kanıtlamamız gerekmez mi? Bunun zamanı<br />

gelmedi mi? Hele de Atatürk’ün kurmuş bulunduğu demokratik, laik Türkiye Cumhuriyeti, aşırı<br />

dinci akımların iktidara yürüyüşlerinin tehdidi altında iken!. Hele de Atatürk’ün demokratik ve<br />

laik cumhuriyetinin özüne, ruhuna en saygılı, en çok sahip çıkan çevrelerin başında Alevi-Bektaşi<br />

toplumu varken!<br />

Simdi tartışılan şudur: Alevi-Bektaşi toplumu artık partileşerek, siyasal partiler arasında yerini<br />

alsın mı? Ya da programını, ilkelerini, yönünü, kendi ilkelerine en yakın bulduğu bir siyasal<br />

par tiyi destekleyerek, o partinin çeşitli kademelerinde görevler üstlenmek suretiyle, Alevi-Bektaşi<br />

top lumunun beklentilerini bu yoldan mı gerçekleştirmeyi denesin?<br />

Bir başka seçenek ise dernekler ve vakıflar kanalı ile güçlü bir biçimde örgütlenmeye devam<br />

edip, en kısa sürede federatif bir çatı altında toparlanarak, bir tür baskı gurubu oluşturmaktır. Bu<br />

kısmen gerçekleşmiş, ancak henüz birlik sağlanamamıştır.<br />

16 Sayı 24


SERÇESME SERÇEÞME<br />

İSİ YARARINA DÜZENLEDİĞİ KONSERDE HACI BEKTAŞ VELİ DERGÂHI POSTNİŞİNİN YAPTIĞI KONUŞMA<br />

Acaba diye düşünüyorum, bu yollar ile iktidar partilerine, Alevi-Bektaşi toplumunun yurt çapında<br />

etkili bir güce sahip bulunduğu; iyi bir oy potansiyeli olduğu gösterilerek, bugüne dek kaybolan,<br />

verilmeye yanaşılmayan birçok haklar daha kolaylıkla elde edilebilir mi?<br />

Bugün için en önemli mesele, bu seçeneklerden hangisinin en verimli olarak gerçekleştirilebilir<br />

olduğudur. Hangisi ele alınırsa alınsın; asla aceleye getirilmeden çok ayrıntılı, çok gerçekçi,<br />

heyecanlı davranışa yer vermeden konunun araştırılması, fizibilitesinin [gerçekleştirilebilirlik<br />

araştırmasının-Serçeşme] çok iyi yapılması ve gerçekçilikten asla ayrılmaması gerekir diye düşünüyorum.<br />

Şimdi de bu seçenekleri kısaca ele alıp, üzer lerinde biraz akıl yürütelim.<br />

Önce parti konusundan başlayalım. Bu ko nuyu ele alırken Birlik Partisi örneğini her zaman<br />

göz önünde tutmanın yararı vardır. Şu anda yurdumuzdaki gerçek durum şudur: Köyler, kasabalar<br />

boşalıyor, Ankara, İstanbul, İzmir ve benzeri büyük şehirler doluyor. Yurt çapındaki Alevi-Bektaşi<br />

nüfusunda büyük kaymalar olmuştur.<br />

Bir partinin ayakta kalıp, varlık gösterebilmesi için yurt çapında desteğe ihtiyacı vardır. Göçlerle<br />

dağılan Alevi-Bektaşi toplumuna ait oylar acaba kurulacak bir partiyi ayakta tutmaya yetecek<br />

mi?<br />

Birlik Partisi’nin katıldığı seçimlerde çıkartmış bulunduğu milletvekili sayısı, hatırlanacağı<br />

üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde bir grup kurulmasına bile kâfi gelmemişti.<br />

Ayrıca bir siyasal partinin politika alanında varlık gösterebilmesi ve seçmenlerine güven verebilmesi<br />

için büyük maddi olanaklara da sahip bulunması gerekir. Sağ partiler bunu başarmıştır.<br />

Acaba, şeriatçı kesim gibi Alevi-Bektaşi toplumu da özveriyle, heyecanla aynı desteği kendi partisine<br />

verebilecek midir?<br />

Gerçekleri orta yere dökmekte büyük yarar var. Ne yazık ki, bugün derneklere üye bulunan<br />

pek çok kişi, dernek aidatını bile bin türlü naz ile ya kısmen ödemekte ya da hiç ödememektedir.<br />

Sayın Başkan ile biraz önce konuştuk: Sekiz yıldan beri bu binanın aynı şekilde kaldığını, üst<br />

katlarını çıkamadıklarını üzülerek bildirdi. Buralar hepinizin, hepimizin malı. Buraya el atmanız<br />

lazım, hep beraber el atmamız lazım diye düşünüyorum.<br />

Çok az sayıdaki gazete ve dergilerimiz birkaç kişinin özverisi ile yaşamlarını çok zor şartlar<br />

altında sürdürmeye çalışmaktadırlar.<br />

Bunlardan birisi, demin bahsedildi, Serçeşme dergisi de gene aynı durumda. Birkaç kişinin<br />

öz ve risi ile ayakta durmaya çalışıyor. Bu gece, onu destekleme gecesidir biliyorsunuz. Bu dergiler<br />

bizim toplumumuzun dışarıya açılan penceresidir. Dertlerimizi, kültürümüzü anlattığımız, inançlarımızdan<br />

söz ettiğimiz dergilerdir. Bunları yaşatmamız lazım. Sağ kesim bunu çok iyi beceriyor,<br />

fakat ne yazık ki biz bunu beceremiyoruz. Dönelim esas konuya.<br />

Partiler elbette derneklerle ölçülmeyecek kadar çok maddi desteğe ihtiyaç duyar. Diğer taraftan,<br />

bu partiyi Alevi-Bektaşi kesim dışında kaç kişi destekler ve benimser?<br />

Bir başka önemli husus da şudur: Bugün aramızda Alevi-Bektaşiliği türlü türlü yorumlayan,<br />

karşı düşüncede olanları kıyasıya eleştiren gruplar da vardır. Bu görüşleri, bu yorumları asgari<br />

müş tereklerde buluşturmadan bir parti kurulduğunda, hiziplerin oluşması, bu hiziplerin karşılıklı<br />

mü cadeleleri sonunda da partinin parçalanıp bölünmesi nasıl önlenecektir?<br />

Diğer önemli bir konu da böyle bir partinin kurulması, inandığımız ve savunduğumuz laiklik<br />

ilkelerine ters düşmez mi? Bugün Sünni demokrat kesimin, özellikle aydınların Alevi-Bektaşilere<br />

sempatiyle baktığı, düşüncelerimizi desteklediği bir gerçektir. Böyle bir parti kurulduğunda ayni<br />

desteği bu kesimden alabilecek miyiz?<br />

İşte tüm bu kuşkularla, kurulacak bir partinin çok ayrıntılı, çok titiz ön çalışmalardan sonra<br />

düşünülmesi gerekeceğine inanıyorum.<br />

Alevi-Bektaşi kuruluşlarının ve inanç gruplarının asgari müşterekte birleşerek birbirlerini kucaklamaları,<br />

tek bir çatı altında organize olmaları ve baskı grubu oluşturmaları ilk bakışta en çıkar<br />

yol olarak görünüyor.<br />

Bu konuda en önemli olan husus şudur: Dernekleri ve vakıfları yönetenler, bölgesel, kişisel ve<br />

derneksel kaygıları bir yana bırakabilirlerse; yalnız ve yalnız Alevi-Bektaşi toplumun genel beklentilerini<br />

düşünerek, tam bir özveri ile işe sımsıkı sarılırlarsa çok güzel şeylerin yapılması, güzel<br />

sonuçlara ulaşılması hiç de zor olmayacaktır.<br />

Tüm bunlar, bu çalışmalar ve organizasyonlar yapılmadan, yani iyi bir altyapı oluşturulmadan;<br />

bugün için tartışılmakta olan, Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun varlığını sürdürüp sürdürmemesi,<br />

Alevi-Bektaşi toplumun da bu kurumda temsil edilip edilmemesi üzerinde düşünceler<br />

üretilmesi, bence sağlıklı herhangi bir sonuca varılmasını pek mümkün kılmayacaktır. Zira bizim<br />

öncelikle neye, niçin ve nasıl inandığımız konusunda, tarihsel ve geleneksel gerçekleri göz ardı<br />

etmeden, asgari müştereklerde buluşmaya çok ihtiyacımız vardır.<br />

Bir toplumda, o toplumun varlık sebepleri konusunda, o toplumun temel dayanakları hakkında<br />

bir kavram kargaşası varsa ya da kargaşa –şu ya da bu sebeple– yaratılmışsa kim neyi savunacaktır,<br />

o şeyi nasıl savunacaktır?<br />

Bu hususların ele alınarak üzerlerinde uzun uzun düşünülmesi gerekecektir her halde...<br />

Saygılar sunuyorum beni dinlediğiniz için.<br />

Niyaz edip yerine oturmak üzere sahneden inmekte olan Sn. Ulusoy,<br />

mikrofona geri dönerek konuşmasına şunları ekledi:<br />

Dostlar,<br />

Bu konuşmamdan zannetmeyin ki ben siyasete gireceğim ya da böyle bir amacım var.<br />

Şunu özellikle söyleyeyim: Ben, inanç işleriyle uğraşan dedelerin siyasete girmesine çok karşıyım.<br />

Ve özellikle ben de siyasete girmeyeceğim. Öyle bir niyetim yok. Anlamam da o işten.<br />

Bu konuşmalarımdan böyle bir sonucu lütfen çıkartmayın. Sadece ben gerçekleri ortaya duyurmaya<br />

çalıştım.<br />

Tekrar teşekkür ediyorum.<br />

İnanç işleriyle uğraşan dedelerin<br />

siyasete girmesine çok karşıyım.<br />

Ve özellikle ben de siyasete<br />

girmeyeceğim<br />

•<br />

Bizim öncelikle<br />

neye, niçin ve nasıl<br />

inandığımız konusunda,<br />

tarihsel ve geleneksel gerçekleri<br />

göz ardı etmeden,<br />

asgari müştereklerde buluşmaya<br />

çok ihtiyacımız var<br />

•<br />

Ekim-Kasım 2006 17


SERÇEÞME<br />

KARANLIĞIN İÇİNDE YANAN BİR MUM, ORANIN GÜNEŞİDİR<br />

Toplumsal Birliğimiz - Bölüm: II<br />

Hüseyin Sinan Ulusoy<br />

Anadolu insanı, 1990’lı yılların başında, şehirlerde örgütlenme<br />

çabası içine girmeye başlamıştır. Bu örgütlenme<br />

biçimi daha öncelerinden farklı olarak dinsel ihtiyaçlarını<br />

gidermeye yönelik olmuştur. Bunun şekli ise sivil toplum<br />

örgütleri olan dernekleşme ile olmuştur. Çünkü toplum<br />

siyasi akımların etkisini yitirdiği ve siyasi baskıdan kurtulduğu bir dönemdir.<br />

Artık gerçek ihtiyaçların giderilmesine sıra gelmiştir.<br />

Dernekleşme ile başlayan örgütlenme, insanlarımızın şehir toplu muna<br />

uyum sağlama girişimleriydi. Aradıkları ise “Biz geçmişte ne idik,<br />

burada neyiz?” sorusuna yanıttı. 1970’li, 1980’li yıllarda şehirlerde<br />

yaşa nan olaylar insanları örgütlenmeye itmiştir. Önceleri küçük mahalle<br />

aralarında oluşan birlikler, sonraları kendi imkânları ile büyümüş<br />

der neklere, federasyonlara dönüşmüştür. Ama bu durum rahatlamayla<br />

birlikte sorunları da getirmiştir.<br />

En büyük sıkıntı; halen tam olarak birlik kurulamamış olmasıydı.<br />

Birliğin sağlanamamış olması, lidersizlikten kaynaklanmaktaydı. Her<br />

yörenin insanı şehirde kendi yöresinin liderini başta görmek istemekteydi.<br />

Bir nevi liderler karmaşasıydı. “Aslanın olmadığı yerde tilkilerin<br />

kendini kral sanması” gibiydi.<br />

Toplum liderini aramakta kendine baş olacak kişiyi bulamamaktadır.<br />

Yönetim bilimi, liderlik ile yöneticiliği birbirinden ayırır. Lider kişiliğiyle,<br />

duruşuyla, toplumun önünden giden, toplumu istediği yöne çeviren<br />

kişidir. Yönetici ise, toplumun isteklerini yerine getiren, toplumun<br />

ihtiyaçları doğrultusunda hareket edendir. Yani toplum ona yön verir.<br />

Herkes yönetici olabilir ama herkes lider olamaz. Yönetici seçilebilir,<br />

bir süre görev yapar, yönetebilir. Lider, işin sonuna kadar (ya da kendi<br />

sonuna kadar) başta kalır. Toplumu hep ileriye geleceğe taşır. Atatürk:<br />

“Yalnızca ufku görmek yetmez, ufkunda ötesini görmek gerekir.” Sözü<br />

ile lideri tarif etmiştir.<br />

Alevi-Bektaşi toplumunda liderlik toplumun yapısı gereği farklı ve<br />

çok zordur. Çünkü toplum yüzyıllardır getirdiği değerler gereği liderine<br />

farklı anlamlar yüklemiştir. Liderinde velayet makamını arar. Bu makamın<br />

asıl sahiplerinin (İmam Ali, İmam Hüseyin, Hacı Bektaş Veli)<br />

özelliklerini arar. Lider olacak kişi çok ince bir sorgudan geçer. Liderin<br />

uyandıracağı en ufak şüphe, soru işareti onu sade bir yöneticiye dönüştürüverir.<br />

Bu nedenle lider özelliklerini her yerde göstermek durumundadır.<br />

Ayrıca toplum töreleri gereği kabullenici değil, sorgulayıcıdır.<br />

(Miraç; Kırklar makamında Hz. Muhammed’in sorgulanması) Her fert<br />

kendi kafasındaki soruların, sorunların yanıtını liderinde arar. Lider, karşılaştığı<br />

her fert tarafından ömrü boyunca sorgulanır. Lider için; Alevi-<br />

Bektaşi toplumunun önünde gitmekte, arkasında kalmakta zordur. Önde<br />

gidersen hep önde olacaksın, yoksa seni ezip geçerler. Arkada kalırsan<br />

tutup seni sürüklerler. Toplum yeniliğe açık, kendini geliştiren ilerleyen<br />

özellik taşır öyle lider ister. Kafasını hep ileriye dönmüştür. Hiçbir zaman<br />

boyun eğici, kabullenici olmamıştır.<br />

1990’lı yılların şehirlerinde örgütlenen toplum yavaş yavaş da olsa<br />

geleneklerini yerine getirmeye başlamıştır. Toplum bu açlığını gi der -<br />

mektedir. İlerlemeyi ve gelişmeyi hedef almış olan Alevi-Bektaşi toplumu<br />

için yeterli kelimesi yetmemiştir. Hep daha iyiye, daha ileriye<br />

demiştir. Bu istek, bu arayış, yolun kurucusu tarafından iki kelime ile<br />

özetlenmiştir. “Ara Bul!”<br />

Arayış, şehirlerde dernekleşerek örgütlenen toplumun örgütlerin başın<br />

daki yöneticileri zorlaması, sıkıştırması ile yeni açılımlar yaratmıştır.<br />

Örgüt yöneticileri sorunların ortak kısımlarını paylaşmış, örgütlerin birliğini<br />

doğurmuştur. Dernekler federasyonlara dönüşmüştür.<br />

Karışık şehir toplumu, bulundukları mahallelere farklı bölgelerden,<br />

köylerden geldiğini belirtmiştik. Doğal olarak her yöre kendi kültürünü<br />

yaşam biçimini yaşatmak isteyecektir. Hatta önde olmayı, kendi düşüncesinin<br />

doğruluğunu ispatlamaya çalışacaktır. Bunun için; en iyi benim<br />

yolum en doğru benimki diyecektir. Sayıca ya da farklı bir biçimde üstün<br />

gelmeye çalışacaktır. Kısaca bulunduğu örgüte kendi benliğini kabul ettirmeye<br />

çalışacaktır. Bu yaşatma çabasının içinde toplumun eski örgütünün<br />

daha doğrusu asıl örgütünün bozulmuş yapısının da etkisi vardır.<br />

Ocaklar dergâhlar benim ocağım yürüsün benim ocağım üstündür çabasını<br />

burada da sürdürmektedir. Ama bu, doğrunun, gerçeğin tekliği<br />

kuralını değiştirmeyecektir.<br />

Ocakların kurcu liderleri Hoca Ahmet Yesevi okullarında yetişen<br />

erenler olduğunu bu kişilere “Horasan Erenleri” dendiğini söylemiştik.<br />

Horasan erenleri hem soy hem de yol olarak İmam Ali’ye bağlı olduklarını<br />

bilmekteyiz. Soy olarak silsilelerine (şecerelerine) bakacak olursak<br />

bazı ocakların diğerlerine göre İmam Ali’ye soyca daha yakın olduğunu<br />

görürüz. Ama liderlik bu yakın ocaklara verilmemiştir. Horasan ve<br />

Anadolu’ya gelen Rum erenlerinin liderliği şecere bakımından bazılarına<br />

göre daha uzak olan, ama liderlik özellikleri bakımından daha uygun<br />

olan Hacı Bektaş Veli’ye verilmiştir. O erenlerin başı “Serçeşme”<br />

olmuştur.<br />

Hacı Bektaş Veli yaptığı liderlik, birleştiricilik, mürşitlik ile “Hünkâr”<br />

sıfatını; taşıdığı velayet makamı ile “Veli”lik sıfatını almıştır. Bu nedenle<br />

tüm erenler ona biat etmiş bağlanmıştır. Hırka ve post ona verilmiştir.<br />

XIII. yüzyılda kurulan bu birlik ve düzen iki ya da üç yüzyıl kadar<br />

sürmüştür. Bu süreçte toplum gelişimini sürdürmüş. Örgütün yapısı<br />

oturmuştur. Anadolu, Balkanlar, Mısır, Horasan bölgelerine kadar yayılmıştır.<br />

Toplum özünü bulmuş, gereksinimlerini bu örgütsel düzen ile<br />

gidermiştir. Yaşam biçimiyle inancıyla bu özün üzerinde şekli boyutunu<br />

geliştirmiştir. Vücuda elbise giydirmiştir. (on iki hizmet, cem töreni)<br />

böylece ibadeti yaşam biçimine uymuştur.<br />

XVI. yüzyıla kadar gelişen topluma çatı görevini üstlenen Osmanlı<br />

Devleti de bu gelişmeyle büyümüş sınırlarını Avrupa’ya, Afrika’ya,<br />

Asya’ya kadar genişletmiş. İmparatorluğa dönüşmüştür. Bu büyüme<br />

etrafındaki diğer devlet ve hükümdarları kıskandırmıştır. Bu devirde<br />

iki büyük Türk devletinin liderini (Yavuz Selim ile Şah İsmail) tamahkârlık<br />

hırs bürümüştür. Toprak kazanma ve hükümdarlık hırsı Anadolu<br />

insanına zarar vermiştir. Çıkar uğruna düzen bozulmuş, halkın üzerinde<br />

oyunlar oynanmıştır. Bu hükümdarlar, ne insanlara, ne topluma, ne<br />

de inanç biçimlerine saygı göstermemişlerdir. Her ikisi de bu değerlere<br />

zarar vermişlerdir. Bu ilk bozukluk ile Yavuz Selim hükümdarlığı altındaki<br />

Osmanlı topraklarındaki Alevi-Bektaşi toplumu kılıç zoruyla yok<br />

etmeye ya da değişime (asimilasyona) zorlanmıştır. Çünkü hükümdar<br />

bu toplumdan korkmuştur. Hükümdarlık için tehlike olarak görmüştür.<br />

Böylece Osmanlı Devletinin Temelini oluşturan değerler yıpratılmış.<br />

Devlet ile halk arasındaki bağ koparılmıştır. Hükümdar, devletinin temelini<br />

oluşturan halka sırtını dönmüştür. Osmanlı, bindiği dalı kes meye<br />

başlamıştır.<br />

Yavuz Selim’den sonra gelen hükümdarlarda aynı yolu sür dür müşlerdir.<br />

Nitekim Kanuni Sultan Süleyman zamanında Avrupa’ya dü zen lenen<br />

seferlere kaynak yaratmak için vergilerin artırılmasıyla zaten kıt lık<br />

ve açlık ile mücadele eden Anadolu İnsanı artık baş kaldırmış ayaklanmıştır.<br />

Ekonomik sıkıntı yüzünden çıkan bu ayaklanma tüm Anadolu’yu<br />

sarmıştır. Osmanlı tarihindeki en büyük ayaklanmalardan biri olmuştur.<br />

Alevi-Bektaşi toplumunun lideri olan Hacı Bektaş Veli postnişini Kalender<br />

Çelebi bu ayaklanmanın başında yer almak zorunda kalmıştır. (Birçok<br />

tarihçi bunu mezhep ayaklanması olarak tanımlayarak yanılmaktadır.)<br />

Bu ayaklanmanın bastırılmasından sonra Osmanlı Sultanı iyiden<br />

iyiye bu toplumdan korkmuş, hükümdarlık tedbirlerini yükseltmiştir.<br />

Başlangıçta kılıç ve zor ile yapılan asimilasyon hareketi, Kanuni Sultan<br />

Süleyman ile politikayla, hileyle, iftirayla (mum söndü) yürütülmüştür.<br />

Yapılan politika basit ama etkilidir.<br />

Böl ve Yönet<br />

O zamana kadar Serçeşme’den “El Ele, El Hakk’a” ilkesiyle yönetilen<br />

Alevi-Bektaşi toplumu (Mürşit-Dede-Rehber-Talip) ustaca sokulan nifak<br />

tohumu ile (Mücerretlik) toplumun başı bölünmüştür. Toplum bölünerek<br />

zayıflamış, başlangıçta kurulan birlik bozulmuştur.<br />

Alevi-Bektaşi toplumunun o zamana kadarki birliğini oluşturan temel<br />

öğelere, namusuna, liderine, Mürşitlik (Postnişinlik) makamına leke<br />

getirilmiş makam bölünmüştür. Bu bölünme başlangıçta tüm erenlerin<br />

bağlandığı Serçeşme’den kopmalar olmuştur. Bu durumdan yararlanan<br />

ocak liderlerinden bazıları bulundukları bölgeden itibaren ön plana kendilerini<br />

çıkarmaya başlamışlardır. Tepedeki birlik yerine, her ocak “Ben<br />

soyca İmam Ali’ye daha yakınım. Dolayısıyla ben daha üstünüm. Ben<br />

daha uluyum.” gibi benliğe girmişlerdir. Bu benlik toplumda bölünmeyi<br />

büyütmüştür. Tamah ve hırs yükselmiştir. Yolun ululuğu, üstünlüğü<br />

kalkmış birlik ve beraberlik kalmamıştır. Ama bu bozulma oyuna gelmeyen<br />

Serçeşme’ye bağlılığını sürdüren ocaklarda olmamış ya da çok<br />

sonraları (başka nedenlerle de olabilir) olmuştur.<br />

<br />

18 Sayı 24


SERÇESME SERÇEÞME<br />

Şikâyetname<br />

Hüseyin İlbey,<br />

15 Eylül 2006, İzmir<br />

Süleyman Demirel Üniversitesi<br />

İlahiyat Fakültesi<br />

tarafından düzenlenen ve<br />

28-30 Eylül 2005 tarihleri arasında<br />

Isparta’da yapılan<br />

I. ULUSLARARASI BEKTAŞİLİK VE<br />

ALEVİLİK SEMPOZYUMU’na<br />

sunulan bildirilerin tam metnini okumak<br />

isteyen okuyucularımız<br />

kitap olarak fakülteden alabilecekleri<br />

gibi, internet sitesinden de<br />

okuyabilir ya da indirebilirler:<br />

<br />

Ocaklar atalarının sözlerine karşı çıkmış,<br />

nefisleri üstün gelmiştir. Yöresel liderlikler ortaya<br />

çıkmıştır.<br />

Günümüz toplumu bunu ancak şehirleşme<br />

ile görebilmiştir. Çünkü köyünden çıkmış, farklı<br />

insanlarla karşılaşmıştır. Toplumumuz bu soruna<br />

çözüm ürettiği zaman birliğine tek rar kavuşacaktır.<br />

Kaostan çıkılacak, düze ne yeniden<br />

gelinecektir. Yöneticiler tek lider altında görev<br />

alacaklardır. Yaşadığımız z a m a n ın kaosu birliğimizin<br />

olmayışı, tek elden liderin olmayışıdır.<br />

Serçeşme’yi bulamayı şı m ızdır.<br />

Alevi-Bektaşi toplumu olarak, yüzyıllardır<br />

sürdürdüğümüz geleneklerimiz, yöreden yöreye<br />

şekli olarak farklı olsa da öz olarak tekdir.<br />

Önemli olan bu teklik etrafında birleşmektir.<br />

Bu teklik;<br />

• İmama Ali’ye duyulan sevgidir.<br />

• İmam Hüseyin yolundan gitmektir.<br />

• Üçler, Beşler, Yediler Kırklar’dır.<br />

• On iki hizmet, Cem Törenidir. (şekli farklı<br />

olsa da)<br />

• Örgütsel düzendir. (Mürşit-Dede-Rehber-<br />

Talip)<br />

• Dört Kapı Kırk Makam’dır.<br />

• Serçeşme’dir.<br />

Bölünüp parçalanan inançlar yok ol ma ya<br />

ya da kendi değerlerinden uzaklaşıp baş ka değerlerin<br />

etkisi altında kalmaya mah kûm durlar<br />

evrensel doğrularımızı yarınlara taşıyıp yok<br />

olmamak için yolumuzun temel ilkesi olan<br />

“Bir olmak, iri olmak ve diri olmak.” bizlerinde<br />

temel ilkesi olmalıdır.<br />

Bu birlikteliğin tek yolu da Serçeşme’dir •<br />

Serçeşme Dergisi’ne,<br />

Aşağıdaki yazımı,<br />

bütün yasal ve hukuksal sorumluluklar<br />

bana ait olmak üzere,<br />

yayımlamanızı dilerim…<br />

Serçeşme Dergisi’nin Şubat 2006, 19. sayısı ile Mart-Nisan 2006, 20. sayısında yayımlanan,<br />

“Kısas Kültürel Mirası Geliştirme Projesi”yle ilgili dosyanız için size teşekkür etmek istiyorum…<br />

Bu dosyanızı “ibretle ve hayretle okudum” dersem, yalan yazmış olurum… Çünkü içinde Cem<br />

Vakfı’nın olduğu, onların kotardığı hiçbir işe artık hayretle ve ibretle bakmıyorum. Sadece, içimde<br />

kabaran “hiddet ve lanet” duygularıyla bakmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Fakat hiddet,<br />

şiddet ve lanet inançlarıma, kişiliğime, dünya görüşüme uymayan, o nedenle de içimde barınamayan<br />

duygular. Sonuçta, sadece acınası hal ve gidişleri kalıyor ki, öyle bakıyorum kendilerine,<br />

karnelerine sıfırı basıyorum…<br />

Dosya olarak ele alıp işlediğiniz “Kısas Projesi”nin ne mene bir “üç kâğıt” fırıldağı olduğunu,<br />

dergiyi ve bu dosyayı okuyup izleyenler çok net şekilde anlamışlardır umudundayım.<br />

Daha öncesini bilmiyorum. 1950’lerde gerici Demokrat Parti’nin kuyruğuna takılan; daha<br />

sonra, başta Deniz, Yusuf ve Hüseyin olmak üzere, yurtsever binlerce gencimizi asarak, ite kurda<br />

katlettirerek yok eden; elleri kanlı, bütün aile efradıyla, yakın çevresiyle hırsızlık, yolsuzluk,<br />

hortumculuk batağında debelenen Süleyman Demirel’in Adalet Partisi’ne yamanan; en sonunda<br />

da, beygir suratlı, hırsız, elleri kanlı Amerika’nın “bizim oğlanları”, 12 Eylül’ün faşist generallerinin<br />

kurduğu Milliyetçi Demokrat Parti’den milletvekili adayı olan Dede İzzettin Doğan’ın kurduğu<br />

Cem Vakfı, anlaşılan, Tansu Çiller’in eteklerini öperek devletten para koparma, Diyanet’in<br />

dev bütçesinden pay kapma; Kerbela’da katledilenlerin kesik başlarını, kanlı bedenlerini kefene<br />

sarıp yeniden pazarlama; Aleviliği bin yıllık doğru yolundan saptırarak İslamlaştırma, Alevileri<br />

has Müslüman’a dönüştürme, cemevlerini camiye çevirme melanetleri yetmemiş ki, şimdi de,<br />

Avrupa’dan proje adı altında koparacakları 300 bin Avro’yu ceplerine atmak için, Kısaslıları bölüp<br />

parçama, onların inançlarını, inanç ritüellerini, kültürlerini pazarlamaya kalkmışlar…<br />

Tam kendi geçmişlerine ve tıynetlerine uygun bir işe sıvanmışlar ki, Arapların Kureyş<br />

Kabilesi’nin her şeye muktedir “Yüce Allah’ı” müstahaklarını versin…<br />

Bu projeyi (anladıklarım yanlış değilse eğer) Cem Vakfı adına yürüten, aynı vakfın kuru cularından<br />

Doğan Bermek, Serçeşme’nin kendisiyle yaptığı söyleşide, sıvandığı işin doğruluğunu ve<br />

gerekliliğini savunurken, Türkiye çöngülünde ne kadar çam, gürgen meşe varsa tümünü devirip<br />

yere sermekte; bindiği çürük dalın çatırdadığını, 300 bin Avro paranın tehlikeye düştüğünü, kuş<br />

olup uçmakta olduğunu anladığından, işi küstahlığa, utanmazlığa, saygısızlığa, edepsizliğe kadar<br />

vardırmaktadır…<br />

Söyleşisinde, Serçeşme’nin 19. sayısında aynen şöyle konuşuyor: “Veliyettin Bey meselesine<br />

gelince, …”<br />

Anadolu Alevilerinin Kâbe’si olan bir mekândaki postta oturan insanı böyle, “falanca kişi<br />

meseline gelince…” gibi bir cümleyle anmak, utanmazlıktan, cahillikten öte, ham ervahlıktır, bu<br />

inancın sahiplerine ve Kâbelerine saygısızlıktır…<br />

Fakat saygısızlık ve ham ervahlık, bununla da kalmıyor, “beterin beteri var”ın zirvesine ulaşıyor:<br />

Kısaslıları kastederek, “Veliyettin Bey de malını iyi bildiği için, yani ortamı gayet iyi bildiği<br />

için bu tür spekülasyonlara izin vermiyor.”<br />

Bu sözlerin altından kalkmak, elbetteki öncelikle “Veliyettin Bey”in ve Kısaslıların görevidir…<br />

Ama ben, Veliyettin Efendi ve Kısaslılara,<br />

içimde kıvranıp duran soruyu sormak zorundayım:<br />

Kısas lılar sizin “malınız” mıdır, yani koyun<br />

sürünüz müdür, siz de onların “çobanı” mısınız?..<br />

Ayrıca Doğan Bermek’in sözünü ettiği, sizin de iyi<br />

bildiğinizi söylediği “ortam” da, yani Kısas da o<br />

sürünün ahırı, ağılı mıdır?..<br />

Bir gün canı sıkılan Padişah, İncili Çavuş’a,<br />

“İncili, bana öyle bir laf et ki, özrü kabahatinden<br />

büyük olsun… Ben de bu lafına güleyim, keyfi m<br />

yerine gelsin” der. Tam o sırada, padişah önde,<br />

İn ci li arkada bir merdiven çıkıyorlarmış… İncili,<br />

padişahın kıçına esaslı bir parmak atmış. Padişah,<br />

hışımla arkaya dönüp, “Sen ne yaptığını sanıyorsun<br />

bre gafi l!” diye kükremiş. İncili, hiç istifini bozmamış<br />

: “Bağışlayın Sultanım, sizi muhterem zevceniz<br />

sandım.”<br />

Elbette ki ben, Veliyettin Efendi’nin ve Kısas lıların<br />

avukatı değilim. Eminim ki, Veliyettin Efendi<br />

ve Kısaslılar, bu adama ve adına iş kotardığı Cem<br />

Vakfı’na haddini bildirecek, Kısas’ta kurdukları<br />

bü royu efendice kapatıp, kendilerine ve orada ça lışan<br />

elemanlarına Kısas’tan çıkış yolunu göste re ceklerdir…<br />

Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği<br />

Gaziantep Şubesi’nin 3 Aralık Pazar günü<br />

Serçeşme dergisi yararına düzenlediği konserden<br />

Ekim-Kasım 2006 19


SERÇEÞME<br />

KIZILBAŞ ALEVİLİKTE BEDEN (DON) DEĞİŞİMİ: HAKK’A YÜRÜME<br />

Hakk’a Yürüyen Can için Erkân – Bölüm: V<br />

Haşim Kutlu<br />

Üç ya da Yedinci Günde Rızalık Lokması<br />

Hakk’a yürüyen Can için üçüncü ve yedinci günlerin anlamını yukarıdaki<br />

başlıklarda açıkladık. Burada onları tekrar etmeyeceğiz. Şimdi<br />

sunmayı düşündüğümüz şey, Rızalık Lokması ile ilgili olan erkândır<br />

Kızılbaşlıkta üçüncü ya da yedinci günü için verilmesi gereken Rızalık<br />

Lokması, hem “Yol Kardeşliği” hem de “komşuluk” hakkına veri lir.<br />

Sanıldığı gibi bu lokma, Hakk’a yürüyen canın varsa Musahip kardeşi ve<br />

en yakınları tarafından verilmez. Çünkü bu lokma, haneye özgü bir lokma<br />

değil “Yol-Erkân-Meydan” hakkına verilmesi gereken bir lokmadır.<br />

Bu bağlamda bu lokma, varsa Musahip Kardeş başta olmak üzere<br />

en yakınlarında içinde olduğu bütün “Yol kardeşleri”nce verilir. Hakk’a<br />

yürüyen canın evinde ya da Cemevinde verilir bu lokma.<br />

Hakk’a yürüyen Canın en yakınlarıyla Musahibi rızalık için “Un<br />

Helvası” dökerler ya da “Kömbe” yaparlar. Konumlarına göre değişik<br />

yemekler de hazırlayabilirler. Bunun dışında her evden de lokmalar hazır<br />

edilerek getirilir.<br />

Anlaşılacağı gibi Rızalık Lokmasında da diğer Kızılbaş Cem Meydanlarında<br />

olduğu gibi “Kanlı Kurban” yoktur. Ne var ki, özellikle kimi<br />

bölge Kızılbaşlarının Yol-Erkân-Meydan yürüten Pirleri, kanlı kurban<br />

olmadan Meydan açmamaktadırlar. Gören sanır, bu Pirler, Hak için<br />

kendi canını yatırıyor o Meydana! Ya da bu Meydan, bir Kızılbaş Alevi<br />

Meydanı değil de, tersine bir Bektaşi savaş örgütü olan ve karavananın<br />

koçsuz, boğasız kaynamadığı, Yeniçeri Meydanı! Öyle de anlamış olacaklar<br />

ki zâhir okudukları gülbanklarda da; “taşsın dökülmesin, artsın<br />

eksilmesin, yağ olsun, bal olsun, hepimize yarasın, bu gitti yenisi gelsin!”<br />

türünden yağmaya yönelik ifadeler kullanmaktadırlar. Bunun ne<br />

yol ne de erkân olmadığını belirtelim<br />

Ancak, kimi alışkanlıkları terk ettirmek de kolay olmamaktadır. Bu<br />

nedenle yeniden kendi özüyle Dâr olmaya çalışan Kızılbaş evlatlarına<br />

tavsiyemiz, Kanlı Kurban hazırlayıp lokma vermeyi alışkanlık haline<br />

getirmiş, birçok sosyal nedenden dolayı terk etmekle zorlanan Canlar,<br />

çok özel hallerde bu lokmaları sunsunlar, ama azaltarak sunsunlar. Bu<br />

güne dek bu türden Lokma vermemiş olanlar ise hiç başlamasınlar. Yeni<br />

olarak Yol-Erkân-Meydan tutanlar için ise Kanlı Kurban, katil olmakla<br />

eş anlamlıdır yapmasınlar.<br />

Bu gerekli notu düştükten sonra tekrar konumuza dönebiliriz.<br />

Rızalık Lokmasının verilmesi için açılan Meydanda, Pir dışında beş<br />

“Hizmetli” bulunur. Bunlardan birisi, Delilcidir; ikincisi Sakidir; üçüncüsü<br />

Zâkir; dördüncüsü Gözcü; beşincisi ise Meydancıdır. Oniki Hizmetin<br />

tamamı bu Meydanda olması gerekmiyor.<br />

Pir, Rızalık Lokması Meydanını diğer meydanlardaki gibi erkâna uygun<br />

olarak alır. Pir’in Meydan almasında Meydancı Pire yardımcı olur.<br />

Zâkir Pir için bir davet tezkeresi okur. Pir Meydana girer, Rızalık<br />

ala rak makamına oturur. Diğer Meydanlarda olduğu gibi önce Delilciyi<br />

alır, dört ya da on iki adet mum yakılır. Gülbanklar değişmez, diğer meydanlardaki<br />

hizmet Gülbanklarıdır.<br />

Sonra Saki gelir. O da hizmetini yerine getirir ve Pir nefesi Gülbankını<br />

alır. Sonra Meydancı, sonra da Gözcü gelir ve hizmet erkânlarını<br />

yürütürler.<br />

Meydancı destur alarak, en başta varsa Musahip Kardeşleri, yoksa<br />

Hakk’a yürüyen canın annesini ya da eşini Meydana lokmasıyla alır.<br />

Onun yanına iki çift de Musahiplilerden lokmalarıyla alır. Hazırda Musahipli<br />

yoksa, yetişkin çiftlerden iki çift Meydana davet edilir. Erkân<br />

üzere lokma sahiplerine, Meydan hakkı için Meydan adına Pir, bir Lokma<br />

Gülbankı verir:<br />

“Tende ve Canda kendini vareden Hakk’ın adıyla Bismişah Allah<br />

Allah!<br />

Ey canlar! (Üç ya da Yedi) gün önce bedeni dünyamızdan ayrılıp Hak<br />

diyarına yolcu ettiğimiz sevgili canımız, Zeynep kızı Aslı’ nın (ya da<br />

oğlu Mazlum’un) canı hakkı için; (varsa) Musahibi ve evhanesi hakkı<br />

için; yol kardeşleri ve kapı komşuları hakkı için, rızalık teslim edip<br />

rızalık almak üzere, bu akşam lokma dökülmüştür.<br />

Bismişah Allah Allah!...<br />

Lokmamız hak bula Hak katında makbul ola. Her ocağa bu meydandan<br />

nasip gide. Aç, çıplak cümle mazlum nasiplene. Dâr’da olan,<br />

zorda olan, verdiğimiz lokmadan nasibini ala. Müşkülünü hallede.<br />

Dertlere deva, acılara merhem ola. Belalara karşı gele. Binlerce eskinin<br />

ruh ları şad ola. Binlerce geleceğe rehber ola. Kazanana, getirene,<br />

ha zırlayana, Hızır yardım ede, saklaya, bekleye. Güzel canımızın canı<br />

na değe, ruhu mutlu ola, bizimle ola. Geride kalanlarına uzun ömür<br />

ola. Tertemiz bir yaşam nasip ola. Sevgi, mutluluk, bolluk ve bereket<br />

hanesinden, hanelerimizden eksik olmaya. Duvarlarından taş gözlerinden<br />

yaş dökülmeye. Yiyene ve yedirene Rızalık Lokması ola. Helal<br />

hol ola. Dil bizden kerem Bozatlı Hızır’dan ola. Gerçeğe Hü!”<br />

Bunu söyledikten sonra başparmağını dudaklarına götürerek niyazda<br />

bulunur ve baş keser.<br />

Hazır bulunan canlarda aynı şekilde, “Gerçekler aşkına” diyerek niyazda<br />

bulunup baş keserler. Lokmalarıyla dâr’da olan canlar, ellerindeki<br />

lokmalarını Pir önüne koyar, Pir’le niyazlaşır ve geri çekilirler. Geri çekilmede<br />

dikkat edilmesi gereken husus, dâr’daki canlar, niyazlaşıp geri<br />

çekilirken usulünce çekilirler. Pir’e ve Meydana arkalarını dönmezler.<br />

Kural olarak eşikten çıkıncıya dek arka arka giderler. Erkân “Can Cana,<br />

Can Cemale” şeklindedir. Arka dönmek Meydan iradesine saygısızlıktır.<br />

Erkân bittikten sonra Hakk’a yürüyen canın yakınları Pir postunun<br />

soluna oturtulur.<br />

Bu erkân tamamlandıktan sonra Lokmalar ve yemekler Meydan Canlarına<br />

dağıtılır. Çocukların sofrası öncelikle kurulur ve onlar erkânsız<br />

ye meklerini yerler. Çocuklar masum-u paktır Kızılbaş Meydanında.<br />

On ların varlığıyla Meydanın, onların paklığından ve masumluğundan<br />

nasiplenmesi demektir. Bu nedenle, Çocukların sofrasını cemevlerinde<br />

Meydanın ortasına kurmakta büyük nasiplenmek vardır. Özünde o sofraya<br />

çağır. O sofra seni arındıracaktır. Aynın açılacak, nasibin bol olacaktır.<br />

Yeter ki cesaret et ve iste!...<br />

Sofraya el sürme Pir’in vereceği desturla olur. Dağıtım tamam landıktan<br />

sonra Meydancı hazır canlara sorar; “Elimizde yok altın terazi!<br />

Her can oldu mu hakkına razı?” der. Herhangi bir aksaklık yoksa<br />

Meydan canları; “Gerçeğe Hü!” der ve rızalık verir. Bu erkân, üç kez<br />

tekrarlanır. Sonuçta Pir daha önceki erkândan önüne konmuş hazır lokmalardan<br />

birer lokma alır ve Hakk’a yürüyen canın Musahibine, eşine<br />

ve anasına sunar. Niyazlaşırlar. Sonra Pir “Yürüye Şah Yürüye” der ve<br />

yemek için destur verir.<br />

“Bismişah” diyen önündeki lokmasını yemeye koyulur. Mümkün olduğunca<br />

sessiz olunmaya gayret gösterilir. Hakk’a yürüyen cana ve o<br />

Meydana saygının gereğidir bu.<br />

Yemekler yendikten sonra sofra toplanır. Meydancı “Gerçeğe Hü”<br />

diyerek canları Rızalık Gülbankı için edep ve erkâna davet eder. Zâkir<br />

meydan alır. Zâkir güne uygun bir mersiye okur. Bir örnek olsun:<br />

Gerçeğe Hü!...<br />

Seyran edip bu âlemi geçerken<br />

Uğradım gördüm bir bölük canları<br />

Cümlesinin erkânı bir yolu bir<br />

Güruhu Naci derler sevmişiz biz anları<br />

Durakları irfan bağıyla bostan<br />

Silinmiş kalpleri gümandan pastan<br />

Cümlenin muradı lokmadır dosttan<br />

Arı petek baldır sadalaşır ünleri<br />

Sıratı mizanı anlar geçmişler<br />

Senlik benlik davasını yıkmışlar<br />

Al giymişler yas donundan çıkmışlar<br />

Şol Hüseyin aşkına aktı gözyaşları<br />

(…)<br />

Kul Himmet’im gerçeklerin bu meydan<br />

Özün yumuşlar kirden kubardan<br />

Erimişler Kırkların içtiği tastan<br />

El ele El Hakk’a bağlanmış canları.<br />

Zâkir nefesini bitirip sazına niyazda bulunurken Pir nefeslenir:<br />

“Tende ve Canda kendini vareden Hakk’ın adıyla Bismişah Allah Allah!...<br />

Değerli canlar, Hakk’a yürüyen Canımız Zeynep Kızı Aslı, beden<br />

evini bu gün terk etmektedir. Can bedeni bugün terk etmektedir<br />

inanışımıza göre. Verilen Rızalık Lokması bu yolculuk hakkı içindir<br />

aynı zamanda. Canımızın aramızdan ayrılan bedenidir. O ise her zaman<br />

bizimle olacaktır. Hakk’a yürüyen Canımız ve Meydanımız için<br />

her canı bir dakikalık susmaya ve içe kapanmaya davet ediyorum.”<br />

20 Sayı 24


SERÇESME SERÇEÞME<br />

Cümle Meydan canları ayaklanır ve o anda dâr olurlar. Eller boyunda<br />

kement olur sağ ayak baş parmağı sol ayak baş parmağı üzerine konularak<br />

vücut “Saf”lıkta ve “Pak”lıkta Bir’lenir. Bir dakikalık bir sükut tan<br />

sonra Pir, dâr Bir’liğini hiç bozmadan devam eder. “Bismişah Allah Allah!..<br />

El ele El Hakk’a Canlar!” der. Canlar, El ele vererek secde eder ler.<br />

Secde safları bozmadan hafif öne eğilmelidir. Pir devam eder:<br />

“Ya Hızır!...<br />

Akşamlar hayır ola! Hayırlar feth ola. Günahlar af ola. El ele, el<br />

Hakk’a yete. Dâr’lık, Rızalık, Bir’lik Menzile yete. Cemi canlar birbirinden<br />

razı ola. Gam kasavat, adavet Meydanımızdan ve hanelerimizden<br />

uzak dura. Verdiğimiz ikrar bizimle ola. Durduğumuz dâr,<br />

bizi hiçbir mecliste zora düşürmeye. İkrar ve iman her cana nasip<br />

ola. İkrarsız ve imansız hiçbir can Hakk’a yürümeye. Rızasız lokma<br />

yedirmeye. Her hizmetlinin hizmetini Hakk’a yetire. Hanelerimizden<br />

yürek ferahlığı, yüreklerimizde dostun sıcaklığı eksik olmaya.<br />

Acısı olanın acısı dine. Her canın mutluluğu, dirliği ve birliği daim<br />

ola. Gözlerinizden yaş hanelerinizden taş dökülmeye. Hakk’a yürüyen<br />

canımızdan biz razı olduk, Hak da ondan razı ola. Yolunu açık<br />

mekanını nur eyleye. Dâr ola. Yar ola. Deliller sır ola! Ağızlar, gözler,<br />

tenler ve canlar mühürlene. Dil bizden ola; kerem Bozatlı Hızır’dan<br />

ola. Gerçeğe Hü!”<br />

Gülbank bittikten sonra canlar sırayla, Pir ile niyazlaşırlar. Pirin yanında<br />

duran Hakk’a yürüyen canın yakınlarıyla niyazlaşır. “Yolu açık,<br />

mekânı nur olsun” diyerek tazimde bulunurlar. Deliller Sır’lanır. Meydan<br />

Sır’lanarak bitirilmiş olur. Dileyen canlar, orada kalırlar ve Hakk’a<br />

yürüyen can ile ilgili sohbet eder, ayrılık acısı çeken ailesi ve yakınlarının<br />

yüklerini paylaşmaya çalışırlar.<br />

Rızalık Lokması Yerine<br />

Kanlı Kurban Tığlamışlar İçin<br />

Lokma Gülbankı<br />

“Tende ve Canda kendini vareden, doğan ve doğuran, esirgeyen ve<br />

bağışlayan Hakkın adıyla!<br />

Senden geldim sana giderim. Ya Hak ben ispatsızlardan değilim! Ya<br />

Hak sen bende varolansın ben sende yok olanım!...Demine, devranına,<br />

gerçekler aşkına Hü!...<br />

Bismişah Halla Halla! Ferman-ı Celil, Kurban-ı Halil, Delil-i Cebrail,<br />

Tercüman-ı İsmail ola!<br />

Yüzümüz yerde ola! Özümüz dâr’da, Dâr-ı Mansur’da ola!... Tenimiz<br />

tercüman canımız kurban ola!... Kurbanlar mübarek ola!...<br />

Binlerce eskiye armağan ola. Ruhları şad ola. Mekânları Nur ola.<br />

Binlerce yeniye karşı gele. Yollarına ışık özlerine terazi ola. Hak nasip<br />

eyleye. Hızır kerem eyleye. Bu son incinen can ola. Son dökülen<br />

kan ola. Nefs için olmaya Hak için ola. Hak katında makbul ola.<br />

Üçler şahit ola. Beşler menzil vere. Yediler Hak katına götüre. Onikiler<br />

Meydanında dâr ola. Kırklar katarından ayrılmaya. Hak Meydanı<br />

her cana nasip ola. Hiçbir can ikrarsız imansız Hakk’a yürümeye.<br />

Kurbanımız cümle günahlara, kusurlara bedel ola. Hak meydanına<br />

niyaz ola. Her haneye nasip gide. Bin belaya karşı gele. Bin<br />

kötülüğü hanemizden vücud şehrimizden defheyleye.<br />

Ya Hızır, Ya Şah-ı Merdan. Kurban ettiğimiz bu can, son kez in cinen<br />

can olsun! Döktüğümüz kan, son dökülen kan olsun! Du varlarımızdan<br />

taş, gözümüzden yaş dökülmesin. Aç görürsek do yu ralım.<br />

Çıplak görürsek giydirelim. Varlıkta övünmeyelim. Yok lukta<br />

yerinmeyelim. Soframız bereketli olsun, ocağımız gür, hane miz şen<br />

olsun. Kazanana, pişirene, hazır edip getirene Bozatlı Hızır yardımcı<br />

olsun. Acıları olan canlarımızın acılarını dindirsin. Yüklerini hafifletsin.<br />

Yüreklerine ferahlık gelsin.<br />

Dil bizden kerem hazreti Pirden olsun! Gerçeğe Hü!...”<br />

Bu Gülbank, erkek çocukların bir erginleme töreni olan sünnet erkânında<br />

da aynı şekilde okunur. Sünnet, Yol-Erkân-Meydan’a girmez.<br />

O bir gelenek olarak vardır. Erkek çocuğun bir halden bir başka hale geçişini<br />

simgeler. Kızılbaşlar Sünnete bundan başka bir anlam vermezler.<br />

Hele, İslam’daki erkeği yücelten, onun önünde secdeyi zorunlu kılan bir<br />

anlamı ise hiçbir şekilde vermezler. Verme eğiliminde olanlar ise Yol-<br />

Erkân-Meydan ile alakaları kalmamış olanlardır.<br />

Postmodern yaklaşımlar, ona yüklenilen anlam bakımından<br />

İslam’daki Sünnet ile Kızılbaştaki sünneti aynılaştırıyorlar, ama, “Sağlıkla<br />

ilgili olarak bu kural konmuş” gibi bir usavurma yapıyorlar. Müslüman<br />

Peygamberini kendilerinde güzelleştirelim derken, onun kendi<br />

çağında, onun kendinde de olmayan bir anlamı ona yüklemiş oluyorlar.<br />

Kuşkusuz bu doğru değil. Sünnet Erkânını biz Yol-Erkân-Meydan ile<br />

ilgili bir başka broşür çalışmamızda vereceğiz. Burada değinip geçiyoruz.<br />

Hakk’a Yürüyen Canın Kırk Gün Erkânı<br />

Hakk’a yürüyen bir Can için “Kırk Gün” ne demektir, Kızılbaşlık açısından<br />

bu erkâna nasıl yaklaşılmaktır? Onun yaratılış felsefesinde bu<br />

belirleme nereye oturmaktadır, özetle bu çalışmanın başında ifade ettik.<br />

Burada tekrarlama gereği duymuyoruz.<br />

Kırkıncı Gün Meydanının açılması ve erkânının yürütülmesine gelince,<br />

gerek Meydanın açılma usulü, gerekse erkânlarının yürütülmesi<br />

ve hizmetler, Rızalık Lokması Meydanında olduğu gibidir. Bu yönden o<br />

erkânlara ilave edilebilecek herhangi bir farklılık bulunmamaktadır.<br />

Buna karşın belirtebileceğimiz bir tek farklılık bulunmaktadır. Bu<br />

farklılık da Kırk Lokması’yla ilgili olanıdır. Kırk Lokması’nı, var ise<br />

Hakk’a yürüyen canın Musahibi, eşi, anne ve babası ya da kardeşleri<br />

üstlenir. Bunlardan yoksun bir Can ise ifade ettiklerimiz dışında kalan<br />

yakın akrabaları üstlenir. Hiç kimsesi yoksa, onu da Yol Kardeşliği hakkına,<br />

Kızılbaş Meydanı üstlenir.<br />

EKLER:<br />

Üç Ayrı Erkân Üç Ayrı Belge<br />

İslam Şeriatına Göre Ölü<br />

(Orhan Hançerlioğlu, İslam İnançları Sözlüğü,<br />

s. 455-457. Özetle alındı.)<br />

YAŞAMI sona erip cansız kalan…İslam şeriatında ölü, hastalığından<br />

gömülmesine kadar bütün ayrıntılarıyla saptanmış hükümleri<br />

bulunan başlı başına bir konudur. Ölmek üzere bulunan hastanın başını<br />

Kıble’ye doğru sağ yanına çevirmek sünnettir. Hem başının hem de<br />

ayaklarının Kıble’ye karşı gelmesi için sırtına bir yastık konarak hafifçe<br />

doğrultulur. Başına yakınlarından biri oturup ona hatırlatmak için birkaç<br />

kez kelime-i şehadet (bkz. Kelime-i şehadet) getirir. Ama hastaya<br />

bunu söylemesini asla ihtar etmez, çünkü ölecek olanın bunu kendiliğinden<br />

söylemesi gerekir. Sadece kelime-i tevhid de söylenebilir. Bunu<br />

bir kez söyleyerek ölen insan cennete gider. Ölmek üzere olan hastanın<br />

yanında Yasin Suresinin okunması onun günahlarını bağışlatabilir. Ra’d<br />

suresinin okunması da sünnettir. Ölünün yıkanmasından gömülmesine<br />

kadar yapılan tüm hazırlıklara techiz denir. Techiz ve gömme (defin) işlemlerinin<br />

acele yapılması müstehabtır (yapılması her zaman gerekmeyen-HK)<br />

Şeriat (kokmaması, mikrop saçmaması, ağlayıp hay kır maları<br />

gerektirmemesi gibi bir çok nedenlerle) ölünün bir an önce gömülmesini<br />

buyurmuştur. Ölenin çirkin görünmemesi için de ölür ölmez çenesi bir<br />

tülbentle çekilerek başının üstünden bağlanır. Gözkapakları kapatılır ve<br />

elleri yanına konur. (Ellerin göğsüne konul ması ya da kavuşturulması<br />

yasaktır)<br />

Ayaklar uzatılır, elbiseleri çıkartılar (soyulur) ve üstü örtülür. Tütsü<br />

yakılır ve odasında güzel kokular bulundurulur. Şişmemesi için karnının<br />

üstüne herhangi bir ağırlık konulur. Öldükten sonra yıkanıncaya kadar<br />

ölünün yanında Kur’an okunması mekruhtur. (Arapça iğrenç anlamına<br />

gelir. Yapılması çok kötü olan.) Sadece şu dua okunur:<br />

“Biismillahi ve ala milleti resulullah, Allahümme yessir aleyhi emrehu<br />

ve sehhil Aleyhi mabadehu ve es’ idhü bilikaaike vec’al ma harace<br />

ileyhi hayran mimma harace anhu.”<br />

Ölü, teneşir adı verilen bir tahta üstüne arka üstü yatırılarak yıkanır.<br />

Önce önü ve avret yeri yıkanır ve abdest aldırılır. Bir bezle ya da elle yıkanabilir.<br />

Yüzü, kolları, elleri ve ayakları yıkanır. Başı meshedilir. Islatılmış<br />

bir bezle dudaklarının içi, burun delikleri ve göbek çukuru silinir.<br />

Abdest aldırma böylelikle bitirilince üstüne ılık su dökülür. Başı ve varsa<br />

sakalı ve bıyığı sabunlanır. Sonra önce sol ta ra fa çevrilerek sağ tarafı üç<br />

kez yıkanır. Sağ tarafa döndürülerek sol tarafı da üç kez yıkanır ve su<br />

dökülür. Oturtularak karnına bastırılır, bir şey çıkarsa sadece o yıkanır.<br />

(Yeniden abdest aldırılması ve yıkanması gerekmez) Her organın en az<br />

üç kez yıkanması sünnettir. Ölü şişmişse ve dokunulamıyorsa, üstüne<br />

sadece su dökmekle yetinilir. Sonra kurulanıp kefenlenir…<br />

Ölü yıkanıp kefenlendikten sonra musalla taşına konur ve cenaze<br />

namazı kılınır. Cenaze namazına şöyle niyet edilir: Allah için namaza,<br />

(Devamı 22. Sayfada)<br />

Ekim-Kasım 2006 21


SERÇEÞME<br />

(Baştarafı 21. Sayfada)<br />

meyit için duaya (ölü kadınsa Meyyide için demek gerekir) ve hazır olan<br />

imama uymaya niyet ettim. Niyetten sonra Allahu Ekber denir ve şu dua<br />

okunur…<br />

Ölü mezara Kıble’ye doğru konur ve sağ yanına yatırılır. Ölüyü mezara<br />

indirenler bu işi yaparken Bismillahi ve billahi ve ala milleti resulullahi<br />

derler… Bundan sonra becerebilen bir kişi, mezar başında Kur’an<br />

okur. (Şu sureler okunur: Bk. Yasin, Tebareke, İhlas, Muavvizeteyen,<br />

Fatiha)<br />

“Ölüm ve Ölüm Halinde Erkân”<br />

(Doç.Dr. Bedri Noyan, Bektaşilik Alevilik Nedir, s. 298, 300)<br />

“Gerçeğin birleştirildiğini<br />

ölüm ayırmaz”<br />

Vitrus junxit mors separabit<br />

HAKK’A YÜRÜYEN bir muhib, derviş baba ve Dedebaba için yapı<br />

lan bir merasimdir. Buna “Dâr’dan indirme Erkânı”, “Lokma Erkâ<br />

nı” da derler. Göçen zat dost ve tanıdıklarıyla görüşüp helalaşmadan<br />

ayrılmışcasına, ailesinden ona en yakın olan bir kimse tarafından yerine<br />

getirilen bir erkândır. Hakk’a yürüyenin ruhu sükun ve istirahata girer<br />

amaç ve düşüncesiyle yapılır. Yaşadığı zaman o Bektaşı nasıl her yıl baş<br />

okutuyor, yani hizmet görerek tezkiye-i nefs ediyorsa, yine öyle tezkiye<br />

edilmiş olur.<br />

Bu erkân aynen ikrar verme, nasib alma ve baş okutma erkânlarında<br />

olduğu gibi açılır. Çerağlar usulüyle uyarılır. Meydana usulüyle girilir.<br />

Mürşit ve diğerleri yerli yerlerine oturduktan sonra Hakk’a yürüyen kardeşin<br />

en yakını olan kimse dar’a çıkar ve rahmetli adına baş okutma<br />

erkânı gibi önce (Rabbena zalem ma…) ayetini okur, arkasından: “Yüzüm<br />

yerde, özüm darda, Hak Muhammed Ali divanında, erenlerin Dâr-ı<br />

Mansur’unda, canım kurban tenim tercüman, bu fakirden ağrınmış incinmiş<br />

can kardeş var ise dile gelsün bile gelsün. Hakkıma, yoluma kailim.<br />

Allah Eyvallah!” tercümanını okur.<br />

Rahmetlinin alacağı, borcu varsa varisleri bunları kabul eder, öderler.<br />

Böyle bir şey yoksa, hazır bulunanlar: Öz gönül birliği ile, cümlemiz<br />

hakkımızı helal eyledik. (Nusha: suçlarından vazgeçtik) Allah erenler<br />

de affetsin. Ruh-u revanı şad ve hurrem olsun. Hak erenler yardımcısı<br />

olsun… diyerek hep birden oldukları yerde niyaz eder, yer öperler.<br />

Bu törenlerden sonra, baş okutmak erkânında olduğu gibi niyazlar yapılır,<br />

Mürşit bir gülbank çeker. Bunun içinde Hakk’a yürüyen canın adını<br />

anarak onun için tığlanan kurbanın, okunan Kur’an’ın kabul olunması<br />

ruhunun şad olması için de cümleler söyler. Usulü ile meydandan çıkılır.<br />

Sofralar kurulur, yemekler yenir, nefesler okunur. Tığlanan kurban ve<br />

yemek masraflarını Hakk’a yürüyen canın varisleri üstlenir.<br />

Lokma sırasında, sofraya başkanlık eden Baba efendi bir tabak içerisindeki<br />

pilavdan hazır bulunanlara, sıra ile bir kaşık pilavı kendi eliyle<br />

yedirir ve bu esnada, her kaşık verişte: “Hakk’a yürüyen kardeşimiz …’ın<br />

ruh-u revanı şad ve hurrem olsun!” diye söyler.<br />

(Not: Bu pilav yeme işinde, sıra ile mürşide her gelen kendi kaşığı ile<br />

gelir. Ayakta niyaz ile kaşığı mürşide sunar. Mürşit, pilavı onun ağzına<br />

uzatırken önce onun elini öper, sonra pilavı ağzına alır, yer. Yine niyaz<br />

ile kaşığını alıp yerine döner.)<br />

Bu lokma töreni sırasında Nefes ve Düvaz’lar okunur, demiştim ki bu<br />

günlerde okunacak, konu ile ilgili nefesler de vardır.<br />

Lokma Töreni de denilen bu ölüm erkânı, Hakk’a yürüyenin göçü şünün<br />

yedinci veya Kırkıncı günü içinde yapılır. Üçüncü günü de yapılabilir.<br />

(…)<br />

Bektaşilerde “insan aslına dönecektir” inanışına uygun olarak, bedenin<br />

toprağa karışıp erimesi istenir: (Topraktan hasıl, toprağa vasıl) Ruh<br />

da yücelmiş, olgunlaşmış olarak “asli Ruh”a, Tanrı ruhuna, Gerçeğe<br />

dönmelidir. Bu nedenle Hakk’a yürüyenin tabutla gömülmesi, kabir içinde<br />

çimento ve tuğladan lahit yapılması sonradan edinilmiş âdetlerdir.<br />

Bektaşi, ancak Peygamber soyundan gelen ve ma’sum sayılan kimse<br />

arkasında namaz kılar; bütün Ca’feri mezhepliler böyle yapar. Ma’aşlı<br />

cami hocası imam sayılmaz. Aslolan ma’nevi İmamettir. Ma’aşla memuriyetle<br />

olanı değil.<br />

İşte bu durumda kimselere Hakk’a yürüyenlerin cenazesini yıkatmak<br />

değil, cesedini bile göstermezler. Bektaşilerde Hakk’a yürüyeni Baba<br />

veya onun yerine bu işe eli yatkın bir Derviş veya Can yıkar. Eğer buna<br />

da imkan yoksa Ca’feri mezhebine bağlı diğer mistik yol erbabından bir<br />

derviş veya muhip kimseye yaptırılır.<br />

Bektaşi’nin cesedi “zâhir”lere gösterilmez. Sağ iken bile vücudu<br />

mah rem sayılır ve şehir hamamlarına gitmeyenler vardır. Dergâhın hamamında<br />

veya evlerindeki banyo yerlerinde yıkanırlar.<br />

Cenaze yıkandıktan sonra tennuresi giydirilir veya üzerine sarılır.<br />

Kefeni bunun üzerine sarılır. Fahir, tac, kemer, kanberiyye, teslim taşı,<br />

Hakk’a yürüyenin beraberine konulmaz. Yola ilk girişindeki giydiği<br />

arakkiyyesi başına, Baba erenler veya görevlendirdiği kimse tarafından,<br />

giydirilir. Tığ-bendi boynuna dolanıp iki uçları göğsünden aşağı indirilerek<br />

sağ eline verilir. Tariykat-ı aliyyede (Gidiş Çeyizi) denir. Bazı<br />

yerlerde Tığbendin sağ ucu sağ ele, sol ucu da sol ele veriliyor.<br />

Hakk’a yürüyen zat Mürşit ise, tabutuna konulmadan önce, isteyenler<br />

ona niyaza gelirler. Hayatta olduğu zamanki gibi saygı gösterirler. Vasiyeti<br />

varsa bir gece (dinlendirirler), yani dergâhta Meydan odasında bırakırlardı.<br />

O zaman çevresine on iki şamdan çerağ konur, mumları bitesiye<br />

kadar uyanık kalırlardı. Cenaze başında hiçbir şey okunmaz ve kimse<br />

bulunmazdı. Çerağlar sır olunca kapıyı kilitleyip dışarı çıkarlardı.<br />

Hakk’a yürüyenin sırlandığı (toprağa verildiği) günün akşamı kendi<br />

dergâhında göçtüğü yerde evindeki odasında çerağlar uyarılıp hayrına<br />

kurban tığlayıp helva yaparlar ve akşam lokma edildikten sonra meydan<br />

açılır, Ayn-ü Cem yapılırdı. Bektaşilerde üçüncü, yedinci veya kırkıncı<br />

gününe kadar herhangi bir günde ayrıca lokma töreni yapılır. (…)<br />

Bektaşilerde, ıskat gibi, İslam’ın aslında bulunmayan uydurma adetler<br />

asla yoktur. Keza (Ölüye Telkin) konusu da uydurma sayılır. Bektaşiler:<br />

(Biz telkini diriye yapıyoruz…Yola girdiği zaman…) derler. Yani<br />

telkin diriye olur, ölüye değil…<br />

Alevilikte Ölüm Halinde Erkân<br />

Hakk’a Yürüyen Bir Can İçin<br />

Yapılacak İşlemler<br />

(Dedeler Y.K. Adına Bşk. Derviş Tur İmzalı Broşürden.<br />

Yazıma hiç dokunulmadı. Cümle yapıları, sözcüklerin kullanımı, noktalama<br />

işaretleri tümüyle Derviş Tur Dedeye özgüdür.)<br />

ALEVİ TOPLUMU bütün dini vecibelerini dedelerin öncülüğünde<br />

yapar. Çünkü, manevi imamlık ancak o soya aittir. Bu güne kadar<br />

böyle devam etmiştir ve böyle biliniyor. Okumuş camii hocasını imam<br />

kabul etmezler. Onun için Alevi cenazelerinde de mümkün olduğu kadar<br />

bu görevi Dedelere yaptırırlar. Dedenin bulunmadığı yerde, yol ehli olan<br />

bir talip ve muhip bu görevi yapabilir.<br />

Hakk’a yürüyen can hastanede ise yıkanma erkânına kadar hiçbir işlem<br />

olmaz. Evinde ruhunu Hakk’a teslim ediyor veya etmiş ise, sırasıyla<br />

yazdığımız erkânı yerine getirmek, her Alevi dedesinin veya hocasının<br />

görevidir.<br />

Bir can, er kişi veya bacı kişi evinde ruhunu Hakk’a teslim ettiği<br />

zaman, yanında bulunan yaşlı biri, “Bismillah ala hümmeti Resülullah<br />

Ali’yel Veliyullah; Şefaat kıl ya Resulullah.” diyerek gözlerini kapatır.<br />

Bir temiz bez ile çenesini bağlar. “Hak la ilahe illallah Muhammeden<br />

Resulullah, Ali’yün Veliyullah. Ehlibeyti keremullah. Mürşid’i Kamilullah.”<br />

Bu duaları okuyarak elbiselerini çıkarır. Ayakları düzeltilir. Baş<br />

parmakları bağlanır. Elleri yanlarına düzgünce konur. Başını ve ayaklarını<br />

kapatacak şekilde üzerine bir örtü örtülür ve üzerine güzel kokular<br />

serpilir.<br />

1 Numaralı Dua<br />

Bu aşamadan sonra o bölgede bu hizmeti yapan, dede veya hocaya haber<br />

verilir. Görevi üstlenmiş er içeriye girer girmez, Hakk’a yürüyen meftanın<br />

üzerine gider. Tam göğüs hizasında durur, şu Dua’yı okur:<br />

“Bismi Şah Allah Allah. Bağışlayan ve yargılayan yüce Allah’ın ismi<br />

ile başlıyorum.”<br />

“Allahu ekber, Allahu ekber, Allahu ekber. La ilahe illallahu vallahu<br />

ekber. Allahu ekber Velillahi hamd. Allahümme salli ala seyyiddine<br />

Muhammed. Ve Ala Ali seyyidine Muhammed.”<br />

Bundan sonra şu Gülbengi okur:<br />

“Ey gökleri ve yerleri yaratan kadir-i mutlak tanrım, bu gün, bu saatte<br />

… den doğma bacımız veya kardeşimiz Hakk’a yürüdü. Bir eşi<br />

ve benzeri olmayan Allah’ım. Rahman ve rahim olan sensin. Yargılayan<br />

ve bağışlayan da sensin. Bu kardeşimizi veya bacımızı Dünya’da<br />

bilerek, bilmeyerek yapmış olduğu günahlarını, Adem’i Safiyullah,<br />

Nuh’u Naciyullah, İbrahim’i Halil’ullah, İsmail’i Teslimmullah,<br />

Musa’yı Kelamullah, İsa’yı Ruhullah, Muhammed’i Habibullah,<br />

Ali’ye Veli’yullah, Ehli Beyti Rusullullah hakkı için bağışla. Haticetül<br />

Kübra, Fati ma’tül Zöre yüzü suyu hürmetine cehen nem narına,<br />

kabir azabına uğratma ya rab… Üçlerin, beşlerin, yedilerin, oniki<br />

imam la rın, ondört masumi pakların, onyedi kemeri bestlerin, kırkların,<br />

yüzüsuyu hürmetine, Hz. Muhammed’in şefaatinden mahrum<br />

ey le me ya rab. Ruhunu şad, mekanını cennet eyle ya rab.<br />

22 Sayı 24


SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

Subhane rabbike rabbil izzeti ama yesifun,<br />

vessalamun alel mürselin, Elhamdülüllahi<br />

rabbil alemin. Hakk’a yürüyen ruhumuzun<br />

ruhuna fatiha.<br />

Türkçesi: senin tanrın kudret ve izzet tan -<br />

rısıdır./ 2. Onların bütün isnatlarında mü nezzeh<br />

tir. Peygamberlerine selamlar ol sun. Âlemleri<br />

yaratan Tanrıya hamdolsun. Merhumun<br />

ruhu için El-Fatiha.<br />

“Elhemdü lillahi rabbil’alemin, errah manır<br />

ahiym, maliki yevmiddin, iyyake nağbu<br />

du ve iyyake nesteiyn, ihdinas sıratal<br />

mustakıym, sıratellezine en’amte aleyhim,<br />

gayrilmağbudi aleyhim veleddalliyn”<br />

Bu Fatiha Duasının Türkçe anlamı şöyledir.<br />

Hamdi sena o Allah’a mahsusutur ki o<br />

alemlerin Rab’bidir, esirgeyendir, bağışlayandır,<br />

hesap gününün malikidir. Kulluğu yalnız<br />

sana ederiz, yardımı da ancak senden dileriz.<br />

Bizleri doğru yola, gazaba uğrayanların, sapıkların<br />

yoluna değil, sana iman edenlerin yoluna<br />

götür.<br />

Dedeler kurulu olarak, Kur’an ayetlerinin,<br />

Fatiha da dahil hepsinin Türkçe tercüme<br />

edilip, gülbank tipinde okunmasını arzu ederiz.<br />

Ne yazık ki Osmanlı’nın içimize soktuğu<br />

Arapça, halk’dan bir alışkanlık halini almış.<br />

Şimdilik söküp atmamız mümkün değil. bütün<br />

ümidimiz kurulacak olan Bilim Araştırma<br />

Enstitüsü kadrolarının, araştırarak Aleviliğin<br />

özüne uygun bir sistemi getirmeleri, ancak bu<br />

karmaşalığı ortadan kaldırır. Yoksa fert olarak<br />

hiç kimsenin buna gücü yetmez. Düşünebiliyor<br />

musunuz Aleviler inanç ve felsefelerine<br />

gö re bütün ibadetlerini Türkçe yaparken, ba zı<br />

yerlerde sanki Arapça’yı içerisine sokma yınca,<br />

dualar doğru olmuyormuş gibi halktan yanlış<br />

bir izlenim var. Ben gücüm yettiği yer lere<br />

kadar, duaları öztürkçe yazmaya çalı şıyoruz.<br />

Mecburiyet karşısında içine Arapça koyduğumuz<br />

dua’larda bizi af edin. Konumuz Hakk’a<br />

yürüyenin erkânı, bu açıklamayla konu dan dışarı<br />

çıktık. Kusura bakmayın. Fatihanın arkasında<br />

yine sırayla devam edelim.<br />

Hakk’a yürüyen Meftaya yapılan bu ilk hizmetten<br />

sonra başına 3 veya 12 mumu yakarlar.<br />

Artık yıkanıncaya kadar, sadece üzerinde ila hiler,<br />

bağışlamalar, tövbe estağfurullah, içerikli<br />

duazdeler okunur.<br />

DAYLEMİ<br />

At sırtından yükün meğer ki gevher isen<br />

On sekiz bin âlem cana geldi bu gün<br />

Üryan büryan gir o meydana can isen<br />

Üç Anadan yedi Âlem rağma geldi bugün<br />

Cem oldu âlemler çark-ı pervaz içinde<br />

Yar ile ağyar dâr’dadır cem-i sema içinde<br />

Yer gök canlı cansız dem-i devran içinde<br />

Vücudun şehrinde mihmana geldi bugün<br />

Ateş hava su ve topraktır cümle vücut<br />

İlla mekândan gelmeyene etmezler sücut<br />

Daylemi hakkım bende mevcut<br />

Faşettik sırrı meydana mey sunuldu bugün<br />

Bildiğini Söyleyebilme<br />

Nafi z Ünlüyurt<br />

24 Eylül 2006, Hacıbektaş<br />

nafizunluyurt@hotmail.com<br />

Hacı Bektaş Veli Etkinliklerini<br />

yanlış bir uygulamadan arındırmadığı<br />

için eleştiriyorum Selmanpakoğlu’nu.<br />

Bir gerçeği hepimizin bilmesi gerek.<br />

Hacı Bektaş Veli etkinliklerini<br />

kurum olarak Bele diye yapmıyor.<br />

Bugüne kadar da Belediye yapmadı.<br />

Belediye yapıyormuş gibi gösterildi.<br />

Etkinlikler, hiçbir sorumluluğu olmayan,<br />

denetimi yapılamayan<br />

bir kurul aracılığı ile düzenleniyor.<br />

Üstelik oluşturuluş biçimi hiçbir esasa<br />

ve kurala bağlı olmayan bir kurul!<br />

Ara sıra da olsa, kendi kendimi sor gu luyorum:<br />

“Ne yapıyorsun?. O kadar mı önem li? Hep<br />

aynı şeyleri söyleyip yazmaktan usan madın mı?”<br />

diye Her dönemde Hacı Bek taş Veli adına düzenlenen<br />

etkinliklerin dü zenleniş biçi mini eleştiriyorum<br />

ya, kendi ken di me ettiğim sitem hep bunun<br />

için…<br />

Katıldığım her toplantıda, yaptığım her söyle<br />

şi de, etkinlikler konusunu dile getirdiğim doğru.<br />

Katılım rekorları kırılarak görkemli dü zen lemelerin<br />

yapıldığı yıllarda bile, tepki göreceğimi<br />

göze alıp, eleştiri hakkımı hep kullandım. O güzel<br />

görüntüler gözlerimi ka maş t ırmadı. Et kinliklerle ilgili çalışmalara ka tılmadığım doğru. Yanlış<br />

bulduğum bir ça lışmanın içerisinde görev üslenemezdim. Bu, söylemimin inkârı anlamına gelirdi,<br />

üs te lik yakışık da almazdı… Hacı Bektaş Veli Et kinlikleri’nin düzenleniş biçimi ile ilgili düşüncelerimi<br />

sürekli bir şekilde kamuoyu ile paylaştığım bilinir. Bugün yaptığım eleş ti rilerin daha<br />

çarpıcı olanlarını dün de [Eski Belediye Başkanı Mustafa] Özcivan için yap tı ğı m ı söylemeliyim.<br />

Bugüne dek hiç kimse ile kişisel bir sorunum olmadı. Belediye Başkanı Selmanpakoğlu ile de<br />

bir sorunum yok. Niye olsun ki?. İlçenin ya rarını düşünerek yaptığım eleştirileri, so run varmış<br />

gibi görenler, yanılıyor. Hacı Bek taş Veli Etkinliklerini yanlış bir uygulamadan arındırmadığı için<br />

eleştiriyorum Selman pak oğlu’nu. Yanlışta direnmesini kabullenmek iste miyorum! O’nun daha<br />

başarılı ve zor işlerin üs te sinden gelmesi gerektiğine inanıyorum! Sa hip olduğu avantajları doğru<br />

ve yerinde kul lan masını bekliyorum. Hacı Bektaş Veli Kül tür Derneğini hasım olarak görmesini<br />

yadırgıyorum. Birlikte daha büyük bir güç ola ca ğı m ızı bilmeli. Hepimizin amacı Hacı Bek taş<br />

Veli’ye yakışır, görkemli ve daha an lamlı et kinlikler düzenleyebilme. Başka ne ola bilir ki?<br />

Yıllardır yapılan etkinliklerle ilgili yap tığım eleştirilerin bir yararı oldu mu? San mıyorum.<br />

Sürekli güncelliğini sürdüren bir konuda, somut sonuçlara ulaşılması ko lay olmuyor. Nasıl olsun<br />

ki? Hacı Bektaş Ve li adına düzenlenen etkinliklerle ilgili konuş tu ğum çoğu kişi, etkinliklerin<br />

dü zen leniş biçi mini doğru bulmadıklarını, bu işin böyle sür dü rülemeyeceğini, etkinliklerin<br />

kurum sallaşması gerektiği yönündeki düşüncemi tü müyle paylaştıklarını söyledikleri halde, bu<br />

söy lemlerini yüksek sesle dile getirmeden, dün de, bugün de kaçındılar. Üstelik düzenleniş biçimini<br />

eleştirdikleri etkinliklerde görev alıp, başarısı için çaba harcadılar…<br />

Bir gerçeği hepimizin bilmesi gerek. Hacı Bektaş Veli Etkinliklerini kurum olarak Bele diye<br />

yapmıyor. Bugüne kadar da Belediye yapmadı. Belediye yapıyormuş gibi gösterildi. Bu aldatmaca<br />

günümüzde de sürdürülmekte! Oysa, etkinlikler, hiçbir sorumluluğu olmayan, denetimi yapılamayan<br />

bir kurul aracılığı ile düzenleniyor. Üstelik oluşturuluş biçimi hiçbir esasa ve kurala bağlı<br />

olmayan bir kurul! Kişiye endeksli bir yapı. Böyle bir yapıyla, ülkenin en büyük etkinliğini düzenleme<br />

ne ölçüde doğru? Tüm demokratik hakların askıya alındığı, sıkıyönetim yasalarının uygulandığı<br />

dönemlerde başvurulan böyle bir uygulama, haklı görülebilir mi?.<br />

Hacı Bektaş Veli adına düzenlenen bu etkinliklerin sahibi de var artık Yeni bir yapılanma ile<br />

oluşturulan Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği bu etkinliklere sahip çıkıyor. Yıllar önce bir olup<br />

bittiyle elinden alınan etkinlikleri düzenleme görevinin kendilerine ait olduğunu söyleyen dernek<br />

yetkilileri, yoğun bir çaba harcıyor, gasp edilen haklarını almanın uğraşısı içerisinde.<br />

Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği sıradan bir kuruluş değil. Ağırlığı olan, belli hedefleri bulunan,<br />

sağlıklı yapısı ile Alevi Bektaşi düşüncesinin ilçedeki tek temsilcisi. Bu kuruluşun serpilip<br />

büyümesi, güç kazanması, Alevi Bektaşi hareketine renk katacak, ilçemizi yeniden çekim merkezi<br />

konumuna taşıyarak, bilim ve kültürün başkenti yapacak. Böylesi vizyonu olan bir kuruluşa, başta<br />

Belediye Başkanımız olmak üzere tüm Hacıbektaş’ın destek vermesi gerekmez mi?<br />

Hacı Bektaş Veli Kültür Derneğini, eş dost ya da, hısım akraba tarafından kurulmuş, ahbap<br />

çavuş ilişkileri içerisinde çalışmalarını sürdüren sıradan bir kuruluş olarak görmek haksızlık. Bu<br />

oluşum, ayrı görüş, ayrı yapı ve ayrı yaşamları olan kişilerin bir araya gelerek oluşturdukları saygın<br />

bir sivil toplum örgütü. Bu yapı içerisinde görev alanlar, yeri ve zamanı geldiğinde, üslendikleri<br />

görevleri, gönül rahatlığı ile başkalarına devredebilecek siyasi kültüre sahip. Bu son derece<br />

önemli bir olgu. Koltuk heveslisi olmadığımızın göstergesi, iyi niyetliliğimizin de kanıtı.<br />

Hacı Bektaş Veli Kültür Derneğini çok önemli ve de zor günler bekliyor. Bunun bilincindeyiz.<br />

Bu kuruluş, demokratik kuralların tümüyle işletildiği ve tüm Hacıbektaş’ı kucaklayan sağlıklı bir<br />

yapıya kavuşturulmalı. Etkin bir kampanya ile üye sayısının çoğaltılması sağlanmalı. Ankara Hacıbektaş<br />

Derneği Başkanı olarak başarılı bir çalışma örneği veren, Alevi Bektaşi hareketi içindeki<br />

gelişmeleri yakından izlediğini bildiğim Mustafa Selmanpakoğlu; Hacı Bektaş Veli düşüncesine<br />

çağdaş bir yorum getiren Ümit Sarıaslan; inandığı doğrulardan ödün vermeyen Caner Sümen gibi<br />

değerlerin bu çatı altında çalışabilmeleri için uygun ortam yaratılmalı.<br />

Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği yöneticileri olarak, bu söylemlerimizi hayata dönüştürme yönünde<br />

çaba harcıyoruz. Kimse kuşku duymasın, Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği çok kısa bir süre<br />

içerisinde, Alevi Bektaşi hareketi içerisinde hakkı olan onurlu yerini alarak, başarılı çalışmalara<br />

imza atacak…<br />

Hacıbektaş güzel günlere koşuyor, bu görülüyor. Milyonlarca insanımızın gönül bağı ile bağlı<br />

olduğu bu güzel ilçeyi, daha ileri noktalara taşımayı düşünüyorsak konuşmaktan, tartışmaktan,<br />

korkmayalım; eleştirilmekten çekinmeyelim. İnandığımız doğruları ne pahasına olursa olsun söyleyebilme<br />

yürekliliğini gösterebilelim. “Doğruları konuşmaktan korkmayın” diyen Kemal Atatürk,<br />

ne güzel söylemiş.<br />

Ekim-Kasım 2006 23


SERÇEÞME<br />

Hacım Sultan Vilâyetnamesi<br />

Bölüm: II<br />

İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi<br />

b) Hacım Sultan Hakkındaki Yeni Görüşleri<br />

Konusunda uzman bir tarihçi olan Ahmet Yaşar Ocak, Diyanet Vakfı’nın<br />

çıkardığı İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı bir yazıda, Hacım Sultan Velâyetnâmesi’nin<br />

eleştirisini yaparak, vilâyetnâmede anlatılanlardan bir çoğunun<br />

XIV. ve XV. yüzyıllara ait olduğunu öne sürmüştür. Onun Bektaşi<br />

tarikatı geleneğine göre Hacı Bektaş Veli’nin önde gelen halifelerinden<br />

biri olduğunu; Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi ile kendi adına düzenlenen<br />

Vilâyetnâme’de belirtildiği gibi “Koluaçık (Kolaçık) Hacım Sultan”<br />

diye anıldığını; Batı Anadolu’daki konar-göçer Türkmen oymakları içinde<br />

Hacı Bektaş Veli inanç ve kültünün yayılmasında çok önemli rolünün<br />

bulunduğunu açıklar. Buna karşın, hakkında bilinenlerin, Hacım Sultan<br />

Vilâyetnâmesi ile Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi’nde kendisine ayrılan<br />

ve birincisinin bir tür özeti olan bölüme dayandığını belirterek elde başka<br />

belge ve bilgi olmadığını açıklar. Ancak biz, bazı yönlerden aynı görüş<br />

ve düşünceleri paylaşamıyoruz. 1<br />

Sayın Ocak anılan yazısında, Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nin büyük<br />

bir olasılıkla baş halifelerinden Derviş Burhan (Burhan Abdal) tarafından,<br />

Hacı Bektaş Veli Vilâyetnâmesi’nde de belirtildiği gibi, o vilâyetnâmeden<br />

yaklaşık yirmi otuz yıl önce ya da bir başka söyleyişle en geç<br />

XV. yüz yıl ortalarında yazılmış olabileceğine değinir. Gerçek yazarının<br />

kim ol du ğunun kesin olarak bilinemediğini, ancak bu menâkıbnâmenin<br />

Hacı Bektâş Veli ile ilgili sözlü geleneklerin –kendi menâkıpnâmesinden<br />

de önce– Alevi/Bektaşî yazınında yazıya dökülen ilk metin olduğunu<br />

be lirtir. Onun bu görüşü doğrudur, katılıyoruz.<br />

Yazar, “bu metin günümüze ulaşmasaydı, Hacım Sultan’ın hayalî bir<br />

şahsiyet olduğu düşünülebilirdi.” diyor ve ekliyor:<br />

“Çünkü konar-göçer Türkmen oymakları içinde faaliyet gösteren sûfîlerin,<br />

önemli hadiselere karışmadıkları sürece de genellikle dönemin<br />

şehirlerde yazılan eserlerinde yer almaları zordu. Bu bakımdan eser<br />

onun hakkında başvurulacak yegâne kaynak durumundadır.”<br />

Böylece onun hakkında kaynak yokluğunu vurgulayarak eserin kısa<br />

bir özetlemesini yapıyor. Ona göre Hacım Sultan, Vilâyetnâme’de “zaman<br />

zaman namaz kılan, hacca giden, Kuran okuyan, zikirle meşgul<br />

olan bir derviş” olarak gösterilir. Hacım Sultan, Ahmed Yesevî’nin emriyle<br />

Germiyan iline geldiğinde önce Üveyik köyünde sığır çobanı olur,<br />

ardından Sandıklı’ya gider. Uğradığı her yerde tuhaf kılık ve kıyafetinden<br />

dolayı halk onu barındırmak istemez, çünkü Hacım Sultan da tıpkı<br />

şeyhi Hacı Bektaş Veli gibi saçı sakalı, kaşı kirpiği kazınmış, belden yukarısı<br />

çıplak bir “ışık”tır.” Sayın Ocak’a göre, eserde Hacım Sultan, XIV.<br />

yüz yılda Kalenderî ve Haydarî dervişleri için kullanılan “ışık” terimiyle<br />

nite lendirilmektedir.<br />

“Gittiği her yerde kabul görmeyen Hacım Sultan, bir gün rüyasında<br />

Hazreti Muhammed’i görür, onun irşadıyla, o sıralar Akkoyunlu<br />

yörük le rinden bir grubun yaylağı olan Susuz’a gelir. Burada âsitânesini<br />

inşa eder ve gösterdiği kerametleri sayesinde şöhreti kısa zamanda<br />

etrafa yayılır. Pek çok kimse kendisine mürit olur. Muhtemelen<br />

Hacım Sultan Velâyet nâmesi’ni yazan Derviş Burhan da bu sıralar<br />

gelip kendisine intisap eder. Burhan Abdal, Hacım Sultan’ın yanında<br />

uzun süre hizmet eder ve halifeliği kadar yükselir.” (Aynı yazı).<br />

c) Açıklama ve Eleştiri<br />

Ahmet Yaşar Ocak şöyle diyor:<br />

“Vilâyetnâme’nin Orhan Gazi zamanında yaşamış olan Geyikli<br />

Baba’ya bağlı dervişlerin (Geyikliler cemaatının) zaman zaman<br />

Hacım Sultan’ın ziyaretine geldiklerini kaydetmesi ve Fatih Sultan<br />

Mehmet devrinde yaşamış Kalenderî şeyhi Otman Baba’yı da<br />

(Osman Baba) Hacım Sultan’ın himmetiyle yaşlı bir kadından olma<br />

nefes evlâdı olarak göstermesi, çözümü güç bir takım problemlerin<br />

ortaya çıkmasına yol açmıştır.”<br />

Ne var ki Velâyetnâme’de geçen nefes evlâdı, önceleri harami, harami<br />

başı bir asi, sonunda tekkede isimsiz bir derviş olarak kalan Osman’ın<br />

(Otman); bir başka velâyetnâmeye göre Ümman’ın çok ünlü, tarih sayfalarında<br />

yer alan, Fatih Sultan Mehmet ile görüşüp bir süre onun himayesinde<br />

ve sarayında kalan, vilâyetnâme sahibi Otman Baba olduğuna<br />

ilişkin hiçbir iddia, iz, telmih, yazılı ve sözlü kanıt, yakıştırma söz konusu<br />

değildir.<br />

Geyikli topluluğunun (Geyikli cemaati bir grubun) Orhan Gazi zamanında,<br />

Bursa’nın alınışı sırasında bir geyiğe binerek elinde tahta kılıçla<br />

savaşta büyük yararlılıklar göstermiş, Bursa ve dolaylarında, özellikle<br />

de Ulu Dağ’da yaşamış, Bağdatlı Şeyh Ebü’l-Vefâ hazretlerinden feyz almış<br />

ünlü Geyikli Baba’ya (M: 1275–1350 / H: 675–750) bağlı bir topluluk<br />

olduğu da doğru olabilir.<br />

Ne yazık ki, bize göre, Ahmet Yaşar Ocak, anılan yazısında bazı<br />

konularda yanılmakta, yanlış ve yüzeysel yorumlar yapmaktadır. Onun<br />

bu tür görüş ve eleştirilerine katılmak mümkün değildir diye düşünüyoruz.<br />

Şöyle ki;<br />

1. Işık tabiri, daha sonraları, XIX. yüzyıldan itibaren Alevi adını alacak<br />

olan Kalenderî, Haydarî, Torlak, Harbendelu, Hüseynî, Kızılbaş ve<br />

Bektaşî inancına katılacak topluluklar için o dönemlerde hem Mevlânâ,<br />

hem de Hacı Bektâş Veli ile çağdaşı bir çok tarihçinin yapıtlarında geçen<br />

ve kullanılan genel bir addır. Hatta o dönemde Şems-i Tebrizî için de bu<br />

tabir kullanılmıştır. Demek ki Işık, o çağlarda, şimdiki Alevi/Bektaşilere<br />

verilen genel bir addır. Ahmet Yaşar Ocak’ın “Kalenderîler” adlı yapıtında<br />

bu terim hakkında daha geniş bilgiler verilmiştir. (s. 101)<br />

Biz, onun Diyanet Vakfı’nın İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı yazıda<br />

yer alan varsayımlarına katılamıyoruz. Sayın Ocak, yanlış ve hatalı yakla<br />

şımlar sonunda Hacım Sultan’ın, Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin çağdaşı<br />

olamayacağını; arada önemli bir zaman farkı bulunduğu; Hacım Sultan<br />

gerçekten Hacı Bektâş’ın halifesi ise ne Geyikliler cemaatini, ne de Otman<br />

Baba’yı tanımasının mümkün olmadığını, zira Geyikli Baba’nın<br />

XIV. yüzyılda, Osman (Otman) Baba’nın ise Germiyan’da doğup bir<br />

müddet orada hayatını geçirmiş olmakla birlikte, XV. yüzyılda yaşadığını<br />

belirtmektedir. Şu sonuca varmaktadır:<br />

“Ayrıca eserde bahsedilen köy ve kasabalar da Hacı Bektâş zamanında<br />

henüz Türk hakimiyetine girmiş değildi … bütün bunların, Hacım<br />

Sultan’ın Hacı Bektâş zamanında değil de, muhtemelen XIV. yüzyılda<br />

yaşamış Hacı Bektâş kültüne bağlı bir Kalenderî veya Haydarî<br />

şeyhi olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim eserde geçen ‘ışık’ teriminin<br />

XIV. yüz yıldan önce kullanılmadığı bilinmektedir. Hacım Sultan’ın<br />

Hacı Bektâş’ın çağdaşı ve halifesi olmadığını ve Bektâşi geleneklerine<br />

tıpkı Abdal Musa, Kaygusuz Abdal gibi Kalenderî-Haydarî şeyhi<br />

hüviyetiyle intikal ettiğini kabul etmek daha doğru görünmektedir”<br />

Biz bu görüşlerin hiçbirine katılamıyoruz, çünkü iddiaların sonuncusundan<br />

başlarsak, o dönemlerde Alevi/Bektâşiler, yani Haydarî, Kalenderî<br />

ve benzeri gruplar için “ışık” teriminin kullanıldığı, hatta bu sözün<br />

kay nağının Hacı Bektâş’ın yapıtları olduğu, sözün onun eserlerinde geçtiği,<br />

o dönemlerde o cemaatler için kullanılan bir ad olduğu bilinen bir<br />

gerçektir, bu yadsınamaz.<br />

2. Yine yukarıda da belirttiğimiz gibi, Vilâyetnâmede adı geçen ön celeri<br />

haramî, hatta haramî başı olup daha sonra derviş olan, nefes evlâ dı<br />

“Osman”ın (Otman-Ümman) ünlü Otman Baba olduğuna dair vilâ yetnâmede<br />

ne bir iz, ne de bir iddia mevcuttur. Öyleyse Sayın Ocak’ın yazısında<br />

sözünü ettiği iddialar, bir ad benzerliğinden kaynaklanan yü zey sel<br />

bir yakıştırma ve tahminden ileri gitmeyen, nesnel dayanaktan yoksun,<br />

yanılgısal bir durumdur.<br />

3. Hacım Sultan Velâyetnâmesi’nde geçen yer adlarının Germiyan Beyliği<br />

sınırları içinde kalan yerler olduğu bilinmektedir. Büyük tarihçi rahmetli<br />

İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Anadolu’da Türk Beylikleri yapıtı ile<br />

yine bu konunun dirayetli uzmanlarından olan rahmetli Osman Turan’ın<br />

Selçuklular Zamanında Türkiye, C. Cahen’in Anadolu’da Türkler, Bilge<br />

Umar’ın Türkiye Halkının Ortaçağ Tarihi adlı yapıtlarında verdikleri<br />

eski harita örneklerinde Türklerin Hacım Sultan’ın yaşadığı bu yerlere<br />

daha önceden geldikleri, oraları yurt edinip Türkleştirerek, yer adlarını<br />

Türkçe saptadıkları açıktır. Onun bu yerlerde bulunan Müslüman olmayan<br />

bir kısım halkı aydınlatıp Müslüman yapmak üzere gönderilen bir<br />

“misyoner veli” olduğu da yine yadsınamaz bir gerçektir.Bunun yanı<br />

sıra, başka kanıtların olduğu da aşağıda gösterilecektir.<br />

4. Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde Araştırma Görevlisi olan Mustafa<br />

Murat Öntuğ, bu Üniversitenin çıkardığı Sosyal Bilimler Dergisi’nde<br />

yayınlanan, Uşak’ta Hacım Sultan Zâviyesi ve Vakfi yesi başlıklı yazısında<br />

zâviye hakkında doyurucu bilgiler verdikten sonra, Hacım Sultan’ın<br />

Vilâyetnâme’de geçen “ışık” teriminden hareketle onun Hacı Bektaş <br />

24 Sayı 24


SERÇESME SERÇEÞME<br />

Adana Alevi Birliği’nin düzenlediği 29 Ekim<br />

kutlamalarından<br />

Veli’den<br />

sonra XIV. yüzyılda yaşadığını söyler.<br />

Ahmet Yaşar Ocak’ın bu konudaki görüşünü<br />

dile getirerek devamla şöyle der:<br />

“Bununla birlikte değerlendirmeye esas alınan<br />

vakfiyenin tarihi H.721/M.1321 olup,<br />

bu sırada Uşak’ta Hacım Köyü mevcuttur.<br />

Burada Germiyanoğlu I. Yakup Bey bir<br />

zâvi ye binâ ettirmiş, zengin vakıflar tesis<br />

ederek Dede Bâli’yi Şeyh olarak atamıştır.<br />

Şu halde Hacım Sultan, Hacı Bektâş-ı Veli<br />

gibi XIII. yüzyılda yaşamış, vakfiyenin tarihi<br />

olan 1321’den çok önce vefat etmiştir.<br />

Dolayısıyla Vilâyetnâme’deki Anadolu’ya<br />

Hacı Bektâş-ı Veli’yle birlikte geldiğine<br />

dair anlatılanları doğru kabul etmek gerekir.<br />

Böyle olunca Hacım Sultan, Hoca<br />

Ahmet Yesevî’nin müridlerinden ve Hacı<br />

Bektâş-ı Veli çağdaşı olup, onunla da yakın<br />

ilgisi bulun maktadır.” 2<br />

Sayın Öntuğ ayni yazıda şunu da belirtmektedir:<br />

“XVIII. yüzyılda zâviyede görev alan şeyhlerin<br />

Hacı Bektâş Dergâhı şeyhi tarafından<br />

atanması ve XIX. yüzyılın ilk yarısında türbe<br />

ye atanan türbedarlarında Hacım Sultan<br />

için ‘Bektaşi büyüklerinden’ ibaresini kullanmaları<br />

da bu iki zat arasındaki ilgi ve<br />

ilişkiyi göstermektedir.”<br />

5. Hacım Sultan Vilâyetnâmesi’nde Hacım<br />

Sultan da tıpkı Hacı Bektaş-ı Velî gibi on iki<br />

imam soyundan gelen bir seyyid veli olarak<br />

gösterilir. Çocukluğu, ailesi, tahsili hakkında<br />

bilgi verilmez ise de anılan yapıtta belirtildiği<br />

gibi Hacım Sultan, onuncu İmam Ali en-<br />

Naki’nin torunu Şâhzâde Hüseyin’in oğludur.<br />

Doğum ve ölüm yılları hakkında elimizde yeterli<br />

bilgi yok ise de, yaklaşık olarak onun da<br />

Hacı Bektaş Veli ile akran ve akraba olduğunu<br />

söyleyebiliriz.<br />

NOTLAR<br />

1 Ahmet Yaşar Ocak, Hacım Sultan, Türkiye Diyanet<br />

Vakfı İslâm Ansiklopedisi, c: XIV. s. 505-506<br />

2 Mustafa Murat Öntuğ, Afyon Kocatepe Üniversitesi<br />

Sosyal Bilimler Dergisi sy.: 1, 1998, s. 107-122<br />

Kamuoyuna Çağrı<br />

DEMOKRATİK ALEVİ HAREKETİ (DAH); “yol bir sürek binbir” anlayışından hareketle demokratik<br />

köklerinden beslenerek gelişip büyüdü; mücadeleyle geçen yılların ortaya çıkardığı birikiminin<br />

sonucu olarak Alevi Bektaşi Federasyonu’nu oluşturdu. Bu hareketin göz bebeği olan<br />

Alevi Bektaşi Federasyonu’ndaki (ABF), olağanüstü kongre talebi ve sonrasında yapılan görev değişimi<br />

ile bu sürecinin ardından Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği’nde (HBVD) yapılan<br />

görev değişiminin yarattığı ve yaratacağı sarsıntılar bizleri kaygılandırmakta, örgütlenmemizdeki<br />

dinamizmin temeli olan çoksesliliğin boğulmak istendiği endişesini vermektedir.<br />

Alevi örgütlenmesinde canlılık ve diriliği oluşturan çoksesliliğin, farlılıkları bir arada yaşatma<br />

anlayışının terk edilmesi, mevcut yarışın dostlar arasındaki yarış niteliğinden çıkarılması ve kutuplar<br />

oluşturması bizleri derinden üzmektedir. Hatta ülkede estirilen rüzgâra kapılarak fark lı lık ların<br />

“öteki”leş tirilmesi, birarada bulunmama eğiliminin belirmesi, farklılıkların yok edilerek tekdüze indirilmeye<br />

çalışılması ve buna yönelik pratiklerin sergilenmesi bizleri hayal kırıklığına uğratmıştır.<br />

Demokratik Alevi Hareketi’ndeki kadroların, yıllardır süre gelen demokratik işleyiş anla yı şı n ı<br />

gelinen aşamada hazmedememeleri, gelecek ile ilgili beklenti ve umutlarımızı hızla karart maktadır.<br />

Örgüt içinde mevcut kırılmaların gelecekte bir arada bulunma ve bir arada yaşama ortamını<br />

yok ettiğini ve hızla gelişen bu sürecin geriye dönülmez bir hal aldığını üzülerek izlemekteyiz.<br />

“Ağaca kurt düşmeye görsün”. Kurt düştükten sonra o ağacı işleyen heykeltıraşın ustalığının<br />

bir noktadan sonra anlamını yitireceği ve bir sanatçı elinden çıktığını göstermeyecek kadar özünden<br />

uzaklaşacağı açıktır.<br />

Bu bağlamda biz aşağıda imzaları bulunanlar; Demokratik Alevi Hareketi’nin demokratik işleyi<br />

şinin ve farklılıkların birarada yaşama arzusunun yeniden canlı tutulmasını ve hoşgörünün esas<br />

alınarak, kişisel hırs ve beklentilerin bir kenara bırakılarak örgütlülüğün esas alınması gerektiğini<br />

her şeyden elzem görmekteyiz.<br />

Bu amaçla farlılıklarımızı bir zenginlik olarak görüyor; tek sesliliğe, tasfiyeciliğe ve des po tizme<br />

gidecek eğilimlere karşı kamuoyunun dikkatini çekmeyi önemsiyoruz. Hiç kimsenin yarın larımızı,<br />

belirsiz ve ham hayaller peşinden sürüklemeye hakkı yoktur. Hele hele Alevi öğretisinin<br />

ve örgütlenmesinin yükseliş trendini yakaladığı ve kitleselleştiği şu dönemde bu süreci kesintiye<br />

uğratmaya yönelik her türden tavır ve davranışın hiç kimseye ama hiç kimseye yarar sağlamayacağı<br />

bilakis hepimizi güçsüzleştireceği herkesçe bilinip özümsenmelidir.<br />

Bu vesileyle kadroları sağduyuya davet ediyor, tüm canları bu sürece aktif olarak müdahalede bulunmaya<br />

çağırıyoruz. Ve bu çağrıda bulunmayı tarihsel sorumluluğumuzun gereği olarak görü yo ruz.<br />

İMZACILAR:<br />

Kemal Derin ..............................................(PSAKD Genel Merkez Eski GYK Üyesi)<br />

Metin Çelik ...................................................... (PSAKD Genel Merkez GYK Üyesi)<br />

Rıza Aydın ................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Kemal Çelik .......................................... (Adana Tunceliler Kültür Derneği Başkanı)<br />

Mürşit Pur .................................................................. (PSAKD Adana Şube Başkanı)<br />

Haydar Çağlar ......................................... (PSAKD Genel Merkez Eski GYK Üyesi)<br />

Cemal Karasu ................................ (Adana Tunceliler Kültür Derneği Eski Başkanı)<br />

İbrahim Çarman ...............................................(HBVD Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />

Murat Üstün ................................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />

Hıdır Canoğlu ................................ (Adana Tunceliler Kültür Derneği Eski Başkanı)<br />

Erdal Yıldırım ......................................................(HBVD Adana Şubesi II. Başkanı)<br />

Sadık Boral ..................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />

Hasan Şahin .................................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />

Hasan Mansuroğlu ................................................ (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />

Veysel Açıkalın ...................................................... (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />

Yusuf Budak ................................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Kazım Kayakıran ........................................(HBVAKV Adana Şubesi Eski Başkanı)<br />

Hayri Yılmaz ....................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />

Sahra Yeteroğlu ........................................................(PSAKD Adana Şube Saymanı)<br />

Ruşen Çelik ...................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Fatma Kaya ...................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Baki Çelik .................................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Bektaş Suman ...................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />

Ali Koç ..........................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Halil Ayhan ....................................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Hasan Kömürcü .............................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Yüksel Karaaslan ...................................................(PSAKD Adana Şube YK Üyesi)<br />

Hikmet Akkaya ..............................................(HBVD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Mustafa Kalkan ............................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Ayhan Özdemir ........................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

İsmail Batar ................................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Vedat Kızılok ............................................... (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Hakan Düzgün ............................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Mehtap Kurt ................................................ (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Hasan Aktaş ................................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Hüseyin Arı .................................................(PSAKD Adana Şubesi Eski DK Üyesi)<br />

Ali Duman .......................................... (Adana Tunceliler Kültür Derneği YK Üyesi)<br />

İbrahim Erkan ...................................................... (PSAKD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />

Cafer Poyraz .......................................................... (HBVD Adana Şubesi YK Üyesi)<br />

Halil Yiğit ......................................................(HBVD Adana Şubesi Eski DK Üyesi)<br />

Haydar Aksoy .................................. (HBVD Adana Şubesi Disiplin Kurulu Üyesi)<br />

Kadir Şimşek ............................................. (PSAKD Adana Şubesi Eski YK Üyesi)<br />

Ekim-Kasım 2006 25


SERÇEÞME<br />

Gazzali’nin Bilinmeyen Bir Risalesinde<br />

Hz. Ali’ye Ait İki Orijinal Şiir<br />

Doç. Dr. Ali Güzelyüz<br />

Hz. Ali’nin şiirlerinin<br />

başladığı<br />

sayfa<br />

ÜNLÜ İslâm filozoflarından Muhammed el-Gazzali’ye (1058-1111)<br />

nis pet edilen ve Hz. Ali’nin (600-661) iki orijinal şiirini içermesi<br />

bakı m ından da çok önemli olan risâlenin tespit edebildiğimiz tek nüsha sı<br />

Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali 2799 numarada kayıtlı bir mecmuanın<br />

içinde bulunmaktadır. 1<br />

Gazzali, Bağdat’taki Nizâmiye Medresesi’nde ders verdiği sıralarda,<br />

bir gün dönemin halifesi onu sarayına davet etmiş ve Harun Reşid’den<br />

kal ma çelikten yapılmış bir sandık bulunduğunu; bu sandıkta Hz. Ali’nin<br />

el yazısıyla yazılmış bazı kağıtlar olduğunu; bunların içeriğini merak ettiklerini<br />

ancak yazısını çözemedikleri için kendilerine yardım etmesini<br />

istemiştir.<br />

Gazzali, çelikten yapılan sandığın içinden abanoz ağacından yapılmış,<br />

altınla kaplı ve mücevherlerle süslü bir sandık çıktığını, bu san dığın<br />

içinden de güzel kokular sürülmüş bir parça beyaz brokar ku ma şa sarılı<br />

kâğıtlar çıktığını; bu kâğıtlarda Hz. Ali’ye ait şiirlerin bulunduğunu söylemektedir.<br />

Şiirlerde, ölüm ve kıyamet günü konusunda insanlara yönelik<br />

çeşitli öğüt ve uyarılar bulunduğunu anlatmaktadır.<br />

Gazzali’nin belirttiğine göre bu sandıkta Hz. Ali’ye ait Recez vezni<br />

ile söylenmiş bir beyit, ayrıca birisi Basit diğeri Remel vezni ile söylenmiş<br />

iki uzun şiir bulunmaktadır. Yine Hz. Ali’ye ait bir daire şekli<br />

bulunmaktadır. Hz. Ali, bu dairede yüce Tanrı’nın adının simgeli bir şekilde<br />

yer aldığını söylemektedir.<br />

Gazzali, bu sandıkta ayrıca Kûfe ileri gelenlerinden İbn el-Munzir lakabıyla<br />

bilinen Abdullah bin Hassân’a ait olduğu tahmin edilen bazı notlar<br />

bulunduğunu söylemektedir. Bu notlardan anlaşıldığına göre Hz. Ali<br />

veya önceki halifelerin döneminde Kûfe ve Basra’da, çok sayıda insanın<br />

ölümüne neden olan şiddetli bir veba salgını olmuştur. İbn el-Mun zir, bu<br />

salgından korunmak için ne yapılması gerektiği konusunda Hz. Ali’den<br />

yardım istemiş; o da durumu bir daire ve iki şiir halinde açıklamıştır.<br />

Gazzali, veba salgınının hangi halifenin döneminde olduğunu bil mediğini,<br />

ancak tarih kitaplarında Hz. Ömer’in halifeliği sıra sında şiddetli<br />

bir veba salgınının ortaya çıktığının anlatıldığını belirtmektedir.<br />

Hz. Ali, birinci şiirde, peygambere övgülerde bulunduktan sonra, Cehennemin<br />

bekçisi olan meleklerin alınlarında on dokuz harfin yazılı olduğunu<br />

söylemekte ve içinde Tanrı’nın adının gizli olduğu bu on dokuz<br />

harfi nasıl bir daire şeklinde yazacağını İbn el-Munzir’e anlatmaktadır.<br />

“Tanrı’nın adıyla başlıyorum,<br />

En güzel övgüler, Tanrı’yadır.<br />

Tanrı’nın bütün dualarını peygambere ediyorum,<br />

Çünkü doğru yollar, onunla açılmıştır.<br />

Tanrı’nın yarattıklarının en iyisi ve efendisi Muhammed’dir,<br />

Kıyamet günü bütün insanlar ona doğru yönelecektir…”<br />

Şeklinde başlayan şiirde, bütün canlılar için ölümün bir gerçek olduğu;<br />

ölümden sonra da Tanrı’ya kavuşulacağı anlatılmaktadır:<br />

“Benim nefsim, yaşamı aşırı sevse de, ölümü kabullenmiştir,<br />

Çünkü onun ölümünde sana kavuşma mutluluğu vardır.<br />

Yokluk denizi, bütün yaratıkları kapsamaktadır,<br />

Yüzme bilseler dahi hepsi bu denizde batacaklardır.”<br />

Daha sonra İbn el-Munzir’e Tanrı’nın bazı isimlerini söyleyerek onları<br />

yazmasını, simgeli harfleri de bir daire şekline getirmesini söyle mektedir:<br />

“Simgeli harfleri yerleştir, bunların benzeri yoktur,<br />

Nasıl yerleştirilecekleri, daha sonra anlatılacaktır.<br />

Sayıları tam olarak on ve dokuzdur,<br />

İsimler dairesi, bu harflerden oluşmaktadır.”<br />

Sonraki beyitlerde, yazının suda çözülerek hastaya içirilmesi, sağ l ı-<br />

ğına kavuşanların birer koç kurban ederek yoksullara dağıtmaları gerektiği<br />

anlatılmaktadır.<br />

İkinci şiirde Hz. Ali, İbn el-Munzir’e, daireyi nasıl çizeceğini, harfleri<br />

ve Tanrı’nın adlarını nasıl yerleştireceğini anlatmakta ve Kuran’daki<br />

En’âm suresinin altıncı ayetinin on dokuz harften oluşan “ölü iken dirilttiğimiz”<br />

anlamındaki bölümünü de daireye yerleştirmesini söylemektedir.<br />

Gazzali, bu ayette “yaşam”<br />

ve “ölüm” sözcüklerinin bulunduğunu<br />

ve bunlarda bir sır gizlendiğini<br />

belirtmektedir. Ay rı ca<br />

Hz. Ali’nin sözünü etti ği altı<br />

is min toplam on dokuz harften<br />

oluş tuğunu, besmelenin harf sayı<br />

sının da on dokuz oldu ğu nu<br />

söylemektedir. Cehennemi koruyan<br />

meleklerin alın la rında yazılı<br />

olan on do kuz har fin, Tanrı’nın<br />

yüce ad la rı n ı simgelediğini, bu<br />

harflerin Ce hen nem’in ate şi ni<br />

söndürdü ğünü, bu yüzden veba<br />

ateşini de kolay lıkla söndürebileceğini<br />

an lat mak tadır.<br />

Hz. Ali daha sonra, bu isimleri gizli tutması ve bilgisiz kişilere anlatmaması<br />

için İbn el-Munzir’i sert bir şekilde uyarmakta ve bunları çeşitli<br />

hastalıklara yakalanmış kişilere sadece sevap karşılığında yazmasını<br />

söylemektedir.<br />

Diğer kâğıtlarda ise, Gazzali’nin belirttiğine göre, İbn el-Munzir bu<br />

daire ve şiirlerin kendisine nasıl ulaştığını şöyle anlatmaktadır:<br />

“Harun Reşid’in Mâride el-Kûfiye adıyla bilinen bir eşi vardı. Bu<br />

eşinden, Muhammed adında, Ebû İshâk künyesi ve el-Mu’tasım Billah<br />

lakabıyla tanınan bir de oğlu vardı. Mâride, Ebu el-Munzir’in soyundan<br />

geliyordu. Ebu el-Munzir, onun babasının dedesiydi. Harun<br />

Reşid onunla evlenince, çeyizi onun yanına getirdiler. Anlatıldığına<br />

göre Kûfe ileri gelenlerinin çoğu, Mâride’ye saygılarından dolayı çeyizle<br />

birlikte yürüyordu. O daire ve kâğıtlardan ise haberleri yoktu.”<br />

Gazzali, sandıktaki kâğıtların birinde Harun Reşid’in şöyle anlat tığını<br />

söylemektedir:<br />

“Mâride ile nişanlandığım sırada ona baktığımda, başının üzerinde<br />

bu daire vardı. Onu gördüğümde, güzelliği karşısında hayrete düştüm.<br />

Ona karşı sabırsızlandım, hemen ailesine haber gönderip onunla<br />

nişanlandım ve evlendim. Evlendikten sonra ona nişan sırasında<br />

başına ne koyduğunu sordum. Dedesi Ebu el-Munzir’den babasına<br />

geçen daire ve kâğıtlardan bana söz etti.”<br />

Gazzali, şiirlerin ve diğer kâğıtların içeriğini halifeye anlatınca, halifenin<br />

çok sevindiğini ve Hz. Ali’nin daire ve şiirlerinden ona bir nüsha<br />

kopyalamasını istediğini belirtmektedir. Gazzali, halife ile birlik te kendisi<br />

için de bir kopya çıkarmak için izin istediğini, evraklar kop ya landıktan<br />

sonra tekrar sandığa konularak kilitlendiğini ve başka kimsenin açmaması<br />

için anahtar deliğinin kurşunla kapatıldığını söyle mektedir.<br />

Risalenin sonunda bulunan nottan anlaşıldığına göre bu nüsha, Gazzali’nin<br />

asıl nüshasından sekizinci silsile ile Taşköprüzade tarafından<br />

kopyalanmıştır.<br />

NOTLAR:<br />

1 Tarafımdan eleştirili yayım (edition critique) çalışması yapılan bu risâle,<br />

An Unknown Letter of Gazzali, Includes Two Original Poems from Ali ibn<br />

Abi Talib, adıyla 2004 yılında<br />

Suriye’de basılmıştır.<br />

Bir ayet, Tanrı’nın altı ismi,<br />

besmelenin on dokuz harfi<br />

ve on dokuz simgeli harften<br />

oluşan dairenin resmi<br />

26 Sayı 24


Anadolu insanının “yaşadıkları”, türkülere doğal ve duru bir biçimde<br />

yansır. Dürüst, içten bir dille öyküler anlatılır: Bu öyküler aracılığıyla<br />

Anadolu insanı acısını, sevincini, isyanını ve özlemini türkülere<br />

işler.<br />

“Türkü” denen seslerle gönüllere aktarılırken bu öyküler; söyleyenin<br />

bıraktığı “etki” oranında yaygınlaşmış, yeri gelmiş söyleyenin dilinde<br />

“değişikliklere” uğramış kimi kez de söyleyen kendinden “bir şeyler”<br />

katmıştır. Kuşaktan kuşağa söylenerek geçmişimizi bugüne taşıyan<br />

“türküler”, bizi anamıza-babamıza, sevgilimize, dağa-taşa bağlayan en<br />

sağlam araçlarımızdır.<br />

Türkülerin büyük bir bölümü “anonim”dir; yani kim tarafından söylendiği<br />

belli değildir. Artık o halkındır. Burada bu toprak insanının bütünleşmesini,<br />

beraberliğini görürüz; tam bir “kendini verişe” tanık oluruz.<br />

Anadolu insanı savaşın, yoksulluğun, doğal afetlerin, hastalıkların,<br />

isyanların, kıtlıkların acılarına, bir “derviş sabrıyla” katlanmasını bilmiş,<br />

bunu türkülerine “umutsuzluk” olarak yansıtmamış, yaşamın getirdiği<br />

sonuca “katlanma ve direnme” olarak algılamıştır. Acıları, bekleyişleri,<br />

serzenişleri, umutları, türkünün kendine “has” diliyle anlatmıştır.<br />

Denilebilir ki bunlar tüm bir halkın duygusudur, isteğidir, özlemidir.<br />

Ağıtlara bakıldığında, ölen kişinin ardından söylenen her sözde, ona<br />

duyulan bağlılık göze çarpar. Evlilik yolundaki Anadolu kızının, baba<br />

ocağından ayrılışında hissettikleri, bunu türkülere aktarışındaki duyguları,<br />

aileye bağlılığının açık bir göstergesidir.<br />

Çaresiz kalındığında kadere “isyan” eder; sanki “kader” hakkını arayan,<br />

onuruyla yaşayan herkese “aynı oyunu oynamaktadır”: Kader ortak,<br />

türküler ortak, isyan ortaktır.<br />

Türkülerin bu denli geniş kitlelere yayılmasındaki temel etken, içlerinde<br />

barındırdıkları “temizlik”tir. Temizlik türkülere masum, mağrur<br />

ve yalın bir “hava” verir.<br />

Türkülerde Anadolu insanının kendine has kimliği hemen kendini<br />

belli eder: Yaşam görüşlerini, ideallerini hiç çekinmeksizin, ama diğer<br />

taraftan ancak “halk katı”nda tanık olabileceğimiz bir “saflık ve doğallık”<br />

içinde dile getirirler. Yeri gelir bu dile getiriş “türkü” olur; yeri gelir<br />

“masal” olur, “efsane” olur ve böylece “kültürel mirasa” dönüşür.<br />

Dinlediğimiz türküde, bahsedilen yörelerin özelliklerini öğrendiğimiz<br />

gibi, o yörelerde gezinen kişilerle, konuşulan şiveyle de tanışmış<br />

oluruz; bu “bambaşka” bir tattır; yeni bir ses ve tınıyla önümüzde “yeni<br />

bir öykü” beliriverir. Örneğin Sivas Şarkışlalı Âşık Veysel toprağa büyük<br />

bir tutkuyla bağlıdır. Bu özelliğini şiirlerinde sık sık dile getirir.<br />

Sivrialan’da ilk meyve bahçesini o “kurmuş”tur. Hem öyle bir bahçe ki<br />

içinde elmadan kayısıya, kirazdan cevize kadar türlü türlü meyve ağacı<br />

vardır. Veysel, kardeşlerinin yardımıyla bu bahçeyi yapmaya başladığı<br />

zaman köylüler, “Atalarımız bunca yıl böyle bir iş yapmamışlar, şu kör<br />

adam onlardan iyi mi bilecek ki böyle ise kalkıştı?”, demişler. Birkaç yıl<br />

sonra ağaçlar yetişmiş, meyve vermiş. Köylüler önceki dediklerini hatırlayıp<br />

utanmışlar ve bu defa, “O kör değilmiş, meğer kör olan bizmişiz”,<br />

diyerek Âşık Veysel’i kutlamışlar… (1)<br />

Halk ozanlarımız, türkülerin oluşması ve bu geleneğin yaşatılmasında<br />

temel taşlar durumundadır. Halk onların sazına, sözüne “tutku” derecesinde<br />

bağlıdır. Bu bağlılık ozanın kişiliğine de yansır. Anadolu kültür<br />

mozaiğinde özgün bir yeri olan Pir Sultan’ın eserlerini İlhan Başgöz şu<br />

şekilde yorumlar:<br />

“Pir Sultan’ın eserini en güzel açıklayacak sözcük imece’dir. Onun<br />

şiiri, insanlarımızın el ele verip de çektiği halay gibi, bulgur gibi,<br />

ektiği ekin gibi, biçtiği ekin gibi imece ile dokunmuş bir halk kumaşıdır.<br />

İncelikleri, yoğunlukları ile bu şiirin tümünü, Pir Sultan Abdal<br />

düzüp koşmuş, dokuyup yaratmış olamaz. Pir Sultan’ın bize kadar<br />

gelmiş şiirlerinden hiçbiri, eksiksiz artıksız onun dilinden çıkmış değildir.<br />

Günümüze bunlar, halkımızın dilinde ve telinde evrile çevrile,<br />

eksile arta, bozula düzele ulaşmışlardır…”<br />

Pir Sultan Abdal, köylüleri ile el ele, omuz omuza bir kavgaya katılınca,<br />

onun şiiri “tekke edebiyatı”nın dar kalıplarının “dışına” çıkar,<br />

bütün insanlığa seslenen bir çizgiye ulaşır. Gelenek, güçlü bir şiir akımına<br />

dönüşür. Burada, bir ölüm kalım savaşına giren insanının ülkücülüğü,<br />

umudu, kararsızlıkları, yiğitliği, korkaklığı, yıkılmışlığı, edebiyat<br />

oyunlarından kurtulmuş, yalın bir insan sesi olarak duyulur. Bu ses, aynı<br />

kavga imecesinde el ve gönül birliği eden öteki insanların davranışı ile<br />

birleşir, böylece ortaya güçlü bir koronun sesi çıkar. (2)<br />

Köroğlu ve Karacaoğlan’da da benzer durumlar görülür. Bu şekilde<br />

pek çok şairin adıyla “anonimleşmiş” türküler ortaya çıkmıştır.<br />

Karacaoğlan’a baktığımızda; göçebe yaşamının vazgeçilmez bir parçası<br />

SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

Türkülerde Anadolu İnsanı<br />

Seda Coşkun<br />

olan doğa, onun şiirinin başlıca temalarından biridir. Şiirlerinde; yaşadığı,<br />

gezip gördüğü yörelerin doğasını görkemli bir biçimde dile getirir.<br />

Dost, kardeş bildiği, sevgilisiyle eş gördüğü, iç içe yaşadığı bu doğa,<br />

onun için sadece bir mekân olmaktan ötedir. Şiirinin başka önemli bir<br />

teması olan aşkın varoluşu, doğadaki benzetmelerle güzelleşir. Yaşanan<br />

sevinç, hayal kırıklığı, özlem, ayrılık, acı doğa ile paylaşılır. Sevgili, şiirinde<br />

doğanın ayrılmaz bir parçasıdır. Şiirlerinde yer yer sıla özlemi ve<br />

ölüm temasına da rastlanır. Sevdiğinden, ilinden, obasından ayrı düşüşünü<br />

özlemle dile getirir, yakınır. Ölüm de, ayrılık ve yoksullukla eş<br />

tuttuğu bir derttir. Doğa temasının yanı sıra şirinin asıl odak noktasını<br />

oluşturan aşk/sevgili kavramını, “âşık şiiri”nin geleneksel kalıpları<br />

dışında bir söyleyişle ele alır. Onun için sevgili, düşlenen, binbir hayal<br />

ile var edilen, ulaşılmazlığın umutsuzluğuyla adına türküler yakılan bir<br />

varlık değildir; doğa ve insan ilişkileri içindedir. Onu, yaşamdan ve bu<br />

ilişkilerden soyutlamadan verir. (3)<br />

Ruhi Su’nun diliyle Köroğlu şöyle anlatılır:<br />

“Halkımıza göre Köroğlu, zalime başkaldıran, yaşlılara zayıflara<br />

dokunmamayı, tamahkâr zenginlerle uğraşmayı, dertlilerin derdine<br />

bakmayı öğütleyen yiğit bir kişi. Bir destan kahramanı. Kavuşturan,<br />

kurtaran esirgeyen Kırat motifi ile kökleri çok daha gerilere giden<br />

bazı efsanelerle, ‘‘Celali Köroğlu Ruşen’’ ve ‘‘Celali Kiziroğlu Mustafa<br />

Bey’’ gibi bazı gerçeklerin, daha da Allah bilir nelerin, ne özlemlerin<br />

karışarak oluşturduğu bir destan. Bütün destanlarda olduğu<br />

gibi de, her şey olumlu ya da olumsuz yönde abartmalı. Halk bu Köroğlu<br />

türkülerini, Köroğlu hikâyelerini dinlerken yürekleniyor. Bir<br />

kurtarıcı bulmuşçasına rahatlıyor. Düğünlerde derneklerde Köroğlu<br />

havaları, marşların gördüğü işi görüyor. Köroğlu’nun kimliğinden<br />

de, kişiliğinden de ben bu toplum olayını anlıyorum. Asıl Köroğlu<br />

gerçeği bu bence. Yunus Beyin ya da Seyis Yusuf’un oğlu Ruşen<br />

Ali’nin bireysel kişiliği de, bireysel kimliği de beni ilgilendirmiyor.<br />

Halk gibi, hikayeci halk ozanları gibi, Köroğlu’na ben de kendimi,<br />

kendi özlemlerimi katarak söyledim. Yiğit, duyarlı insan bir Köroğlu<br />

düşündüm”. (4)<br />

Dadaloğlu, Erzurumlu Emrah, Âşık Daimi, Âşık Ali Özkan, Âşık<br />

Hüdai, Nesimi, Muhlis Akarsu, Mahzuni Şerif vb. değerlerimizle, halkın<br />

sesine her zaman “tercüman” olunacaktır.<br />

KAYNAKÇA:<br />

(1) Oğuzcan, Ümit Yaşar; Âşık Veysel’in Yaşam Öyküsü; http://www.sivrialan.<br />

com/asik_veysel_yasami.html<br />

(2) Başgöz, İlhan- Melikoff, Irene- Birdoğan, Nejat- Bozkurt, Fuat- Korkmaz,<br />

Esat- Yıldırım, Ali; Anadolu Aleviliği ve Pir Sultan Abdal/ Fransa Alevi<br />

Birilikleri Federasyonu Yayını/ Paris-1998/ Sayfa: 19-65<br />

(3) http://www.turkuler.com/ozan/karaca.asp<br />

(4) Su, Ruhi; Ezgili Yürek/ Şiirler-Yazılar-Konuşmalar/ Everest Yayınları/<br />

İstanbul-2006<br />

Aşık Veysel ve eşi<br />

Ekim-Kasım 2006 27


SERÇEÞME<br />

Bağcılar Hacı Bektaş Veli Derneği<br />

Başkanı ve Gençlik Komisyonu<br />

Başkanı ile Söyleştik<br />

Ahmet Koçak<br />

Sayın Başkan, önce sizi tanıyalım?<br />

• İsmim Kalender Karpuz. 1954 Elbistan, Kahramanmaraş, Beştepe<br />

köyü nüfusuna kayıtlıyım. Öğretmen okulu mezunuyum. Üç sene öğretmenlik<br />

yaptım. Sonra kendi isteğimle görevi bıraktım. Şu anda tekstil<br />

sektöründe ticaretle uğraşıyorum.<br />

Bu dernek kaç yılında kuruldu? Buraya bağlı kaç şube var?<br />

• 1989 yılında kuruldu. 1989 yılından bugüne kadar aktif olarak çalışmalarına<br />

devam ediyor. Dört tane şubesi var: Bahçelievler, Kağıthane, Beyoğlu<br />

ve Erzincan Çayırlı Şubesi.<br />

ABF ile bağlantınız var mı?<br />

• Hayır. Hiçbir federasyonla bağlantımız yok.<br />

Cem Vakfı ile geçmişte yakın ilişkileriniz vardı diye biliyorum.<br />

Bugün ilişkileriniz nasıl?<br />

• Cem Vakfı’yla, onların düşünceleriyle herhangi bir bağlantımız yok.<br />

Sadece onlar herhangi bir konuda bize ihtiyaç duyduklarında sadece fikir<br />

alışverişi yapıyoruz. Onun dışında herhangi bir ilişki yok. Ama biliyorsunuz,<br />

günümüzde çektiğimiz dede sıkıntısı nedeniyle biz oradan dede<br />

talebinde bulunmuşuz. Sadece oranın yönetiminde olan dedeler burada<br />

cem ayinlerini yürütüyorlar. Ama bu demek değildir ki Cem Vakfı’nın<br />

güdümü altındayız, onlarla organik bir bağımız yok<br />

Bağcılar Hacı Bektaş Veli Derneğinde ne zaman yönetime<br />

geldiniz?<br />

• Ben Bahçelievler şubesinde iki senedir başkan yardımcılığını yapıyordum.<br />

O süre içinde oradaki arkadaşlarda, Genel Merkezde, buradaki<br />

oluşumdan rahatsız olduğumuzu gördük. Bundan dolayı burada, bu toplumun<br />

içersinde, derneğin içerisinde olmamız gerektiğini düşündük. Ve<br />

bu yıl yapılan kongrede seçilen yönetimin içerisinde bulundum.<br />

Yönetime gelmeden önce burada ne gibi sorunlar tespit<br />

etmiştiniz? Burada çalışmayı engelleyen sorunlar nelerdi? O<br />

sorunları çözmek için siz hangi projelerle geldiniz?<br />

• Bir dernek birçok toplumdan insanı bünyesinde bulundurduğunda,<br />

kültürel bir zenginlik kazanır. Burada, Bağcılar’da birçok bölgenin insanları<br />

yaşamakta. Burada bu konuda bir eksiklik olduğunu gördüm.<br />

Ne var ki yönetime gelen kişiler, illa kendi bölgelerindeki arkadaşların<br />

üye olması veya yönetime gelmesinden yana. Bizce, Bağcılar’da yaşayan<br />

farklı bölgeden göçmüş insanlarının da buraya üye olması ve bu derneğin<br />

yönetiminde olması gerekmektedir. Yöneticiler bu bilinçte olmalı.<br />

Farklı bölgelerin insanlarının bir dernekte bulunmasının bir zenginlik<br />

olduğunu düşünmek en doğrusu.<br />

Elbistan, Maraş, Adıyaman, Malatya bölgesindeki insanların cemevlerine<br />

bakışları biraz daha farklıdır. İzzettin Doğan’a karşı tepkilerinden<br />

dolayı, İzzettin Doğan’ın Aleviliği yanlış yönlendirmesinden dolayı, bu<br />

kuruluşlara gelip gitmediklerini görüyorum. Bu ayrı bir konudur.<br />

Bağcılar bölgesi ve dernek hakikaten problemli. Dernek problemli ve<br />

bu güne kadar problemlerle gelmiş. Nedir bu problemler. Buraya emeği<br />

geçen tüm dostlara, tüm arkadaşlara, hepsine teşekkür ediyorum. Buraya<br />

eliyle, emeğiyle, beyniyle, gücüyle yardım etmişler, bir mekânı, çok güzel<br />

bir mekânı da bu güne kadar getirmişler. Ancak bugüne kadar dernek<br />

yöneticiliği yapan arkadaşlarımız, biraz da bilgi eksikliğiyle bir yanlış,<br />

daha doğrusu bir yöneticilik eksikliği yapmışlar. Burada ahbap-çavuş<br />

ilişkileri veya aşiretçilik temelinde derneği yönetmeye çalışmışlar.<br />

Biz gençlik faaliyetlerinin başlaması amacı ile yeni bir gençlik komisyonu<br />

oluşturduk. Gençlik tarafından bilgisayar kursları, ÖSS kursları,<br />

folklor ve semah kursları faaliyetleri yürütülmeye başladı. Bu bir düşüncenin<br />

gençliğidir. Nedir bu düşünce? Alevi toplumuna, Alevi felsefesine<br />

inanan gençler. Onları, Alevilerin içinde yaşadığımız toplumunda ileri<br />

gitmesi için uğraş veren bir gençlik haline getirdiğimize inanıyorum. Bu<br />

konuda gerçekten arkadaşlarıma ve gençlere müteşekkirim. Gençlerimiz<br />

özverili bir şekilde davranıyorlar.<br />

Süreç bize müsaade ederse, canla başla, fedakârlıkla, anlayışla, birbirimize<br />

kenetlenerek, burada sorunların üstesinden geleceğimize kesinlikle<br />

inanıyorum.<br />

Gördüğümüz önemli sorunlarda biri de koltukların altındaki Kuran<br />

kitaplarıyla elli altmış tane kadının burayı bir tarikat gibi kullanmasıdır.<br />

Aynen Sünni tarikatların yaptığı gibi. Bunu görünce hakikaten çok garibime<br />

gitti.<br />

Alevilerin, “Kuran’a başımız bağlıdır” söylemini biliyorum, ama<br />

Kuran’ı böyle öğretisel olarak gördüklerini ben görmedim. Kendi köyümüze<br />

bakarak bir değerlendirme yaparsam, köylere dedeler gelirdi, giderdi.<br />

Senenin bir gününde Aleviliğin ibadeti olan cemi yaparlardı. Ama<br />

hiçbir bölgede koltuklarının altına Kuran’ı alarak, bir nevi okul haline<br />

getirilmiş bir yerde bu medrese kültürünü almazlardı. Tabii bu benim<br />

çok garibime gitti.<br />

Bu konu üzerinde kafa yorduk. Yönetim içerisinde arkadaşlarla, “Bu<br />

konuda neler yapılabilir” diye konuştuk. Bunun hakikaten bizim kültürümüze,<br />

inançlarımıza ve felsefemize ters olduğunu; hele aydınlanma<br />

çağında, bilim çağında bu tür şeylerin yanlış olduğunu arkadaşlar da<br />

gördüler.<br />

Kuran’ın okutulmasını tekrar gündeme getirdik, ama Kuran’ın insanların<br />

anlayacağı dilde öğretilmesinde taraf olduk. Kuran’ın Türkçe öğretilmesi<br />

konusunda bir çalışma başlattık.<br />

Benim soracaklarım bunlar. Benim eksik bıraktığım, sizin<br />

anlatmak, eklemek istediğiniz başka şeyler var mı?<br />

• Cemevi, sadece ibadet yeri değildir. Bunu görmek lazım. Benim başkan<br />

olmamla birlikte bir ilkeyi uygulamaya koyduk. Nedir bu ilke? Bağcılar<br />

bölgesinde bize yakın olan her kişi ve kuruluşla işbirliğidir. Kim<br />

var, dedik, işte, SHP, CHP, Emek Partisi… Onları yerlerinde ziyaret ettik.<br />

Bu dernek ile o kuruluşlar Bağcılar için ne yapabilir, bunun arayışı<br />

içerisinde olduk. Arkasından, gençlerin içinde çalıştığı yöre dernekleriyle<br />

paneller yaptık. Bu belli başlı oluşumlarla Bağcılar halkına birlikte<br />

neler verebiliriz konusunu görüştük.<br />

Biz buranın sadece insanların cenaze kaldırdığı, yemek yediği bir<br />

mekân görüntüsünden çıkarılması gerektiği düşüncesindeyiz. ÖSS kurslarının<br />

açılması, öbür kursların açılmasıyla burası hakikaten bir kültür<br />

merkezi olabilmeli. Bugüne kadar yapılmayan eksik olarak gördüğümüz<br />

şeylerden biri de kütüphane. Kütüphane gerçekten çok önemlidir. İnsanlarımız<br />

Alevilik konusunda, kafasından geçen herhangi bir konuda aramak<br />

istediği, sormak istediği şeyleri burada bulabilmeli.<br />

Bu tür derneklerin ve kuruluşların bazı şeyleri yapabilmesi için maddi<br />

güçlerinin olması gerekiyor. Bu da bir bağış kutusuyla ya da bir arkadaşın,<br />

bir dostun yemek vermesiyle bugüne kadar gelmiş. Ama biz<br />

bunu da buradan çıkarmaya çalışıyoruz. Bu kuruluşun birtakım şeyler<br />

yaparak ayakta tutulması ve bunların gücüyle de insanlara bir şey vermesi<br />

lazım. Bunun için şimdi bir konferans salonu, bir tiyatro salonu<br />

düzenlemeye çalışıyoruz. Bunların adımlarını attık. Önümüzdeki bir ay<br />

veya iki ay içerisinde bunlarında burada gerçekleştiğini göreceksiniz.<br />

Bunlar da bir gelir getirecek. İnsanlar buranın tam bir kültür merkezi<br />

haline geldiğini görecekler.<br />

18 Kasım’da Bağcılar Olimpik<br />

Spor Salonu’nda yöre derneklerinin<br />

katılımıyla ortak bir<br />

şölen yapacağız. Bu etkinlikteki<br />

amaç; hem Alevi le rin Bağcılarda<br />

bir potansiyel olduğunu,<br />

hem dayanışmanın, hem de<br />

üyelerimiz arasında kaynaşmanın<br />

canlanmasını sağlamaktır.<br />

Bu konuda genç lerimiz bütün<br />

enerjilerini harcamaktadırlar.<br />

İnşallah başarılı çıkacağız.<br />

Başarılı çıkacağımıza ben<br />

inanıyorum.<br />

28 Sayı 24


SERÇESME<br />

Teşekkürler Sayın Başkan. Derneğiniz bünyesinde oluşan Gençlik Komisyonunun<br />

başlattığı çalışmaları da Gençlik Komisyonu Başkanı arkadaşa sormak istiyorum.<br />

Önce sizi tanıyalım?<br />

• İsmim Celal Şen. 1974 Sivas, İmranlı doğumluyum. İlk ve orta öğrenimimi Bağcılar’da tamamladım.<br />

Liseyi Kadırga Teknik Lisesi’nde, Üniversiteyi Boğaziçi Üniversitesi’nde okudum.<br />

Bilgisayar mühendisiyim. Şu anda bir bilgisayar şirketinde, yazılım müdürlüğü görevine devam<br />

ediyorum.<br />

Gençlik komisyonunun ‘Demokratik Toplumsal Güç Oluşumu’ adında bir çalışması var.<br />

Bu projeyi bize kısaca anlatır mısınız?<br />

• 1980’lerden sonra, özellikle Türkiye’de ve bütün dünyada küresel söylemler hız kazandı. Toplumun<br />

içerisinde varolan dinamikler her geçen gün azalıyor. Şu anda toplum her şeye duyarsız, sessiz<br />

bir şekilde hayatını sürdürmeye çalışıyor. Fakat bir gerçek var. Bu toplumun içersinden geldiğiniz<br />

zaman, bu toplumun içerisinde büyüdüğünüz zaman görüyorsunuz ki aslında toplum içindeki<br />

dinamikleri hayata geçiremiyor. Seçim dönemlerinde hep gördüğüm şey şuydu: Belli çalışmalarla<br />

oy avcılığı yapılmaya çalışılıyor. Bu oy avcılığına çıkan arkadaşların genelinin gerçek anlamda<br />

insanların sorunlarına çözüm bulmak amaçlı yola çıktığını düşünmüyoruz biz.<br />

Demokratik Toplumsal Güç Oluşumunun temel amacı şudur: Biz top lum da başlayan, toplumun<br />

gerçekten, kendi ihtiyaçlarını dile getirebileceği, mahalle komiteleriyle, yöre ve köy dernekleriyle,<br />

demokratik kitle örgütleriyle bütünleşip, insanların, toplumun birbirlerini iyi tanıması yo luyla<br />

birlikte hareket edebileceğini görmesini istiyoruz. Yani bu suskun luğun artık, yavaş yavaş bozulmasını<br />

ve toplumun içinde yaşattığı dinamiklerini ortaya çıkarmasını istiyoruz. Bunun insanlara<br />

daha iyi bir yaşam için gerekliliğine inanıyoruz. Tepeden inme kararların önüne geçerek, tabandan<br />

gelen sese kulak verilmesi gerektiğini düşünüyoruz.<br />

Bu proje siyasal güç oluşturma amaçlı mı?<br />

• Projenin temel aşamalarını şöyle sıralayabiliriz: Öncelikle bu dinamikleri bir araya getireceğiz.<br />

Bu derneklerin, kendi küçük birimlerine kadar ineceğiz ve onlara işlev kazandırmaya, kahve kültüründen<br />

kurtar maya çalışacağız. Bunları aktif hale getirdikten sonra, burada platformun kendi<br />

çalışmalarını yürütebilir hale geldikten sonra, platformun kendi hareketini kendisinin yönlendirmesine<br />

çalışacağız. Bu oluşum siyasi bir güç olur mu? İleride, seçimlerde kendi adaylarını kendileri<br />

çıkarırlar mı? Biz çıkarmaları ve tek vücut olarak hareket etmesini istiyoruz. Ama bu tamamen<br />

platformun alacağı kararlarla şekillenecek.<br />

Biz sadece toplumsal bir girişim istiyoruz. Alevisiyle, Sünnisiyle demokrat düşünen herkesi<br />

insanların gerçekten yerel, Bağcılar’da var olan sorunlarını çözebileceği bir toplumsal hareketin<br />

yaratılmasını istiyoruz. Bizim projemizin temel kaynağı bu.<br />

Bu hareket yaratılıp, platform oluştuktan sonra, platform kendi kendini yönetebilir duruma<br />

geldikten sonra, içerisinde oluşacak komitenin bağımsız şekilde çalışmasını sağlamaya çabalayacağız.<br />

Bu bir süre bizlerin katkıları ile şekillenen bir hareket olacak. Biz o platformu, her geçen<br />

gün biraz daha genişletmeye, biraz daha büyütmeye çalışacağız. 18 Kasım’da, platform üyelerinin<br />

hepsinin desteğini alarak büyük bir şölen düzenleyeceğiz Bağcılar Olimpik Kompleksi tesislerinde.<br />

Bu aslında Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtım Derneği Genel Merkezi olması aşamasında çok<br />

önemli. Bizim başkanlığımız da bu oluşumun bir şöleni olacak, bunu planlıyoruz. Tek isteğimiz<br />

bu günümüzde.<br />

Bu proje dışında gençlik komisyonu olarak sizin önünüzde ne gibi hedefl eriniz var?<br />

• Biz platformdan bağımsız olarak şu anda gençlik komisyonu olarak başkanlarımızın da büyük<br />

yardımları vasıtasıyla burada eğitim çalışmaları başlattık. Kültürel yozlaşma her geçen gün<br />

gençlerimizi Amerikanlaşmaya doğru götürüyor. Bunu hepimiz görüyoruz. Burada insanları hem<br />

kültürel, hem de eğitsel yönlerde hazırlamak için kurslar başlattık. Kahve köşelerinden kurtarıp,<br />

insanları bilgisayar öğrenmeye, semah dönmeye, folklor öğrenmeye, bunun yanı sıra ihtiyacı<br />

olanlara üniversiteye hazırlık kursları vermeye kadar kurslar açıldı. Bunlar, çok cüzi bedellerle,<br />

tamamen gönüllü hocaların katılımıyla yapılan kurslar. O cüzi bedelin alınmasının tek sebebi de<br />

belgelerin gerektiği şekilde profesyonelce hazırlanabilmesi.<br />

Yapılacak etkinliklerin takvimini hazırlayarak, platformun içerisindeki diğer kuruluşlara yayma<br />

düşüncesindeyiz. Bu nasıl olabilir? Mesela biz 1 Eylül Dünya Barış Günü’nü Hacı Bektaş Veli<br />

genel merkezi olarak, burada kendi bünyemizde kutladık. Birçok oluşumdan arkadaşlar katıldılar.<br />

Ama bundan sonra bu tür etkinlikleri yaparken, o kültürel faaliyet için bir derneği görevlendirmek<br />

istiyoruz. Yer, mekân önemli değil. Yer, Hacı Bektaş Veli Genel Merkezi olabilir veya yöre derneğinin<br />

kendi yeri de olabilir. Görevli dernek tüm hazırlıkları yaparken diğerleri onu desteklemeli,<br />

Platformdaki diğer kuruluşlar ve üyeler o faaliyet günü, belirlenen saatte, belirlenen mekânda<br />

etkinliğe katılması ve gerekli desteği vermesini amaçlıyoruz.<br />

Başka söylemek istediğiniz bir şey var mı?<br />

• Bugüne kadar toplumun isteklerine ve sorunlarına ideolojik düşüncelerden yola çıkıp çözüm<br />

bulmaya çalıştık. Fakat vardığımız nokta düşündürücü. Her ne kadar da demokratik bir ortamda<br />

yaşıyorsak da, şu anda meclise bakarsanız; toplumun yarısının hiçbir fikri orada savunulmuyor.<br />

Bu durumda da yaşadığımız süreçte insanlar birçok sorun ve sıkıntı ile başbaşa kalıyor. Toplumun<br />

artık önüne konan engelleri aşması gerektiğine ve bunun ideolojik düşüncelerin üstünde toplumsal<br />

dayanışmayla sağlanabileceğine inanıyoruz. Bu hareketimizin temel amacı da bu zaten. Bu noktada<br />

bu hareketle yola çıktık.<br />

Bunun yanı sıra, Hacı Bektaş Veli Kültür ve Tanıtma Derneği Genel Merkezi’nin gerçek bir<br />

kültür merkezi haline gelmesi gerektiğini düşünüyoruz. Bir takım faaliyetler başlattık. Bize yardımcı<br />

olacak bütün arkadaşları da aramıza bekliyoruz.<br />

Teşekkür ediyorum.<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

SERÇEŞME<br />

OKUYUCULARININ KATKISIYLA<br />

ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR<br />

Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den<br />

niyaz alan okuyucularıdır.<br />

Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt<br />

içinde ve dışında çalışan, emeğiyle<br />

geçinen insanlardır.<br />

Serçeşme canların özverisine,<br />

paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir<br />

ve zorlukları birlikte aşma gücüne<br />

dayanır.<br />

Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan<br />

yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş<br />

bekliyor.<br />

Serçeşme tüm canları temsilci olmaya,<br />

canları abone yapmaya, yörelerine<br />

derginin toplu getirtilmesine ve elden<br />

dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.<br />

TEMSİLCİ CANLAR<br />

YURTDIŞI<br />

Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29<br />

Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56<br />

Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35<br />

Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54<br />

Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62<br />

Hanau Kemal Nayman ...................+49.173.667 72 91<br />

Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20<br />

Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34<br />

Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95<br />

Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70<br />

Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99<br />

Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12<br />

Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16<br />

Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84<br />

Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19<br />

İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276<br />

İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07<br />

Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54<br />

YURTİÇİ<br />

Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14<br />

Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13<br />

Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25<br />

Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37<br />

Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78<br />

Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80<br />

Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17<br />

Denizli: Merkez Eyüp Ceylan ..................0536.739 28 42<br />

Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03<br />

Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90<br />

Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77<br />

Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50<br />

İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23<br />

4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79<br />

Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75<br />

Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14<br />

Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42<br />

İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12<br />

Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86<br />

Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09<br />

Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79<br />

Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98<br />

Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58<br />

Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09<br />

İzmir: Merkez Hüseyin İlbey ....................0536.203 64 82<br />

Bornova Hüsniye Çınar .......................0532.512 59 62<br />

Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06<br />

Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91<br />

Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52<br />

Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05<br />

Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99<br />

Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03<br />

Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79<br />

Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54<br />

Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99<br />

Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26<br />

Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07<br />

Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47<br />

Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75<br />

Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17<br />

Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50<br />

Ekim-Kasım 2006 29


SERÇEÞME<br />

Yaygın medya, Ramazan’da hemen başka<br />

bir kisveye bürünerek, diğer maskesini<br />

takıp dini yayınlar yapmaya başlar.<br />

Biz tabii ki böyle bir şey yapmayacağız<br />

elbette. Ama, Ramazanı fırsat bilerek,<br />

vesile ederek ‘dindar’ şairlerden birisini<br />

Kaygusuz Abdal’ı anacağız. Okuyacağınız<br />

dizeler bir tasavvuf ozanının gerçekte<br />

bütün bildik dindarlardan daha dindar<br />

bir dervişin, dinsel tutuculuğa, biçimsel<br />

dindarlığa seslenişidir. O çağların bilim<br />

ve bilgi yoksunluğu içinde bile bilgelerin<br />

hoş görmediği bağnazlığın, yüzyıllarca<br />

sonra hâlâ pek çoklarınca benimsenmesi,<br />

teşvik edilmesi ne kadar üzüntü verici<br />

geliyor değil mi?!.<br />

KAYGUSUZ ABDAL halk edebiyatımızın<br />

önde gelen isimlerinden biri.<br />

“Tasavvuf edebiyatı” veya “tekke edebiyatı”<br />

şairlerinden. Alevi-Bektaşi edebiyatının<br />

kurucusu sayılır. Tekkeye intisab etmesi<br />

bir efsaneye dayanmaktadır. Asıl adı Alâeddin<br />

Gaybi’dir. Alâiye (Alanya) beyinin oğludur.<br />

1341- 1444 arasında yaşadığı rivayet edilir.<br />

Alageyiğe Saplanan Ok<br />

Bütün bey oğulları gibi, çok iyi eğitim görmüştür,<br />

zamanın gereği olan ata binmek, yay kullan<br />

mak, avlanmak gibi hüner veya zevkleri<br />

vardır.<br />

Ben de gittim alageyik avına,<br />

Çekti geyik beni kendi dağına,<br />

Tövbeler tövbesi geyik avına,<br />

Siz gidin kardaşlar kaldım kayada.<br />

Bir gün Toros’larda avlanırken bir geyiği<br />

böğründen vurur, yaralı geyik kaçar, bey<br />

oğlu kovalar,.. en sonunda geyik, dağlarda bir<br />

eve girer. Gaybi kapıyı çalar, dervişler açarlar.<br />

Ev meğerse Abdal Musa adlı bir Bektaşi<br />

pîrinin dergâhıymış. Genç adam “geyiğimi<br />

is te rim” diye tutturur, içeriden gelen yaşlıca<br />

bir adam, koltuğunun altına saplanmış oku<br />

çıkarır, “Oğul, aradığın ok bu mudur?” diye<br />

sorar. Bu şahıs Abdal Musa’dır. Bey oğlu Gaybi,<br />

ermiş kişinin ayağına kapanır ve tekkesine<br />

derviş girmek istediğini söyler. (Abdal Musa<br />

Velayetnâmesi’nde Bey oğlu Gaybi’nin bu dergâha<br />

kapılanmasına ait kayıtlar vardır.)<br />

Gaybi, serveti ve iktidarı bırakıp, (Âşık<br />

Yunus’un Tabtuk Emre dergâhına 40 yıl odun<br />

taşıması gibi) o da Abdal Musa’nın tekkesine<br />

hizmet eder. Zamanla abdallık payesine erişir<br />

ve Kaygusuz adını alır. Yaşı ve ilmi kemale<br />

erince, Şeyhi ona Mısır’a gidip, ocak açmasını<br />

söyler. Nil kıyılarına varır, dergâh kurar,<br />

derviş yetiştirir. Hicaz’a gider, hacı olur, dinsel<br />

törelerde kutsal yerler olan Necef’i, Kûfe’yi ziyaret<br />

eder. Sonra tekrar Pîr’inin yanına döner.<br />

Oradan, Ege’ye, Trakya’ya geçer, Edirne, Yanbolu,<br />

Manastır, Filibe’de kalır. Nerelere gittiği<br />

şiir ve yazılarında geçen şehir adlarından anlaşılmaktadır.<br />

Mısır’a geri gelir, öldüğünde bir<br />

mağaraya gömülür. Mezarının yeri nedeniyle<br />

orada Abdüllah-ül Magarevi (Allah’ın Mağaralı<br />

Kulu) diye de bilinir. Mısır’daki dergâhı<br />

halife makamı olarak sayılan en kutsal dört<br />

yerden birisidir.<br />

Kaygusuz Abdal; Bektaşi’ler için en önemli<br />

ermişlerdendir, ona Kaygusuz Sultan da derler,<br />

Bektaşi meydanına serilen 12 posttan birisi<br />

Abdal Musa, diğeri ise onun talebesi Kaygusuz<br />

‘Kaygusuz Abdal’ ya da<br />

Ramazan’da Dindar Bir Bilgeyi Anımsamak...<br />

Yalçın Yusufoğlu<br />

Sultan adınadır. Hayatının büyük bir bölümünü<br />

gurbette geçiren Kaygusuz, eskiden içinde<br />

yaşadığı ve Urum (Anadolu)’dan, Hindistan’a<br />

kadar yakın-ırak yerlerden dertlilerin, dertsizlerin,<br />

beylerin, yoksulların, tüccarların, erlerin,<br />

hastaların, sağlamların, Gayrı Müslimlerin,<br />

Müslimlerin geldiği, konuk olduğu, barındığı,<br />

karnını doyurduğu Abdal Musa dergâhını özlemle<br />

anıyordu:<br />

Beylerimiz elvan gülün üstüne,<br />

Ağlar gelir, şâhım Abdal Musa’ya.<br />

Urum abdalları postun eğnine<br />

Bağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />

Urum abdalları gelir dost deyi,<br />

Eğnimizde aba hırka post deyi,<br />

Hasteleri gelir derman isteyi,<br />

Sağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />

Hintten bezirgânlar gelir yayınır,<br />

Pişer lokmaları açlar doyunur,<br />

Bunda gelir âşıkları soyunur,<br />

Erler gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />

Her mâtem ayında kanlar saçarlar,<br />

Uyandırıp Hak çerağın yakarlar,<br />

Demine “hu!” deyip gülbeng çekerler,<br />

Nûrlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />

Benim bir isteğim vardır Kerîm’den,<br />

Münkir bilmez evliyânın hâlinden,<br />

Kaygusuz’am ayrı düştüm pîrimden,<br />

Ağlar gelir şâhım Abdal Musa’ya.<br />

(Soyunmak: Dervişliğe karar verip, o esvapları<br />

giy mek, Gülbang: bülbül sesi, Bektaşi dervişleri<br />

nin sesli duası, Uyandırmak: matem ayında<br />

(Hic ri yılın ilk ayı olan Muharrem’de) çırağı<br />

yak mak, Demine hu: her anın Tanrıyla olsun,<br />

Kerîm: İslamiyette “Esma-yı Hüsnâ” (Güzel<br />

İsimler) denilen Allah’ın 99 adından birisi.)<br />

Bilge Kişinin Dünyaya Bakışı<br />

Yukarıda andığımız tekke şairleri gibi Kaygusuz<br />

Sultan’ın da şiirlerinin temeli tasavvuftur.<br />

Ve tüm tasavvufçular gibi, o da hurafelerin,<br />

din adına tehdit ve korkutmaların, biçimsel<br />

dindarlığın, yavan ibadetçiliğin sadece dışında<br />

değil, karşısındadır. Dinin özünü o şekiller ve<br />

kurallar olarak değil, insana değer vermek diye<br />

algılar, din söylemindeki şeytan kavramını ve<br />

kullanılmasını istemez, onun bunun şeytanla<br />

korkutulmasını ya da şeytanlıkla itham edilmesini<br />

yadsır, yeryüzündeki hilekârdan daha<br />

şeytan kimsenin olamayacağını söyler, kendisini<br />

ise “ben özümü Güzel Şah’ın aşkına adamışım,<br />

makam, mevkide (ekâbir arasına katılıp<br />

cübbe ve kaftan giymekte) gözüm yoktur” diye<br />

tanımlar” (onun giysisi aba-hırkadır, cübbe ve<br />

kaftan giymesi ise sınıf atlamaktır):<br />

Dost senin yüzünden özge, ben Kıble’yi<br />

can bilmezem,<br />

Pîrin hüsnünü severim, ben gayri imân<br />

bilmezem,<br />

Bana derler ki, şeytan senin yolun azdırır,<br />

Ben şu hileci kişiden gayri bir şeytan<br />

bilmezem.<br />

Ol Şâh-ı hüsnün aşkına özümü viran<br />

kılmışım,<br />

Kaygusuz Abdal’dır adım, cübbe ü kaftan<br />

bilmezem.<br />

Bu yazı Sesonline sitesinden alınmıştır: www.sesonline.net<br />

Bu sözleri söyleyen kişi bey oğlu olmayı,<br />

babasının yerini alıp insanlara hükmetmeyi<br />

reddetmiş, sarayı, serveti, refahı terketmiş, Şeyhin<br />

Dergâhında bir lokma-bir hırka yaşamaya<br />

ve hizmet etmeye girmiş bir insandır. Halkın<br />

içinden yetişmiş birisi olarak da bunları söyleseydi,<br />

sözleri değerinden bir şey kaybetmezdi,<br />

ama sınıfını terketmiş birisi böyle konuşunca o<br />

sözlerin değeri artmaz fakat o kişinin erdemliliğini<br />

bir emsal olarak göstermek gerekir. Bey<br />

oğlu genç Gaybi sınıfını bırakıp Hak yoluna<br />

girmişti, günümüzde ise sınıfını bırakıp Halk<br />

yoluna giren gençler var, her zaman da oldu.<br />

Bektaşi ozan insana tepeden bakmaz, kendinden<br />

yola çıkarak sevginin içselleştirilmesini<br />

ister, yüzeysel bir inançlılığı aldırmaz, insana<br />

ve onun iç güzelliklerine, ruhsal zenginliklerine<br />

vurgu yapar.<br />

“Karıncayı fille karıştırma, lâl taşının değerinin<br />

hâreli renginden ileri geldiğini sanma,<br />

Hacca gittim diye kendine pay çıkarma,<br />

Hacca giden kişinin gönülleri kazanması<br />

gerekir, gerçek gönül Tanrı’yı içinde<br />

bulunduran yerdir, bu nedenle benliğini iyi<br />

tanı, Tanrı senin içinde, sen Tanrının içindesin,<br />

üstünlük taslama, insanlara söyleyeceklerini<br />

sevimlice söyle, onları kırma,<br />

benim aklım herkesten üstündür, sözüm<br />

herkese yol gösterir, deme, öyle yapmaya<br />

başlarsan sonra kibirden, böbürlenmekten<br />

kurtulamazsın, diyeceğin bir lafı çocuk<br />

gibi dambur dumbur söyleme, usül, erkân<br />

bilmezsen kaba saba birisi olursun”<br />

gibi öğütler verdikten ve bu şiirlerden ders<br />

çıkar dedikten sonra, “sözlerime bakıp böbürlendiğimi<br />

zannetme, ben de senin gibi birisiyim,<br />

helvayla püryan kebabı yemekten başka<br />

bir hünerim yoktur” diyerek, o sözleri dinleyenin<br />

gönlünü alır.<br />

Fil yükün karıncaya yükletme,<br />

çekebilmez,<br />

Lâl ü gevher kıymetin umma reng-i<br />

hâreden,<br />

Hacca vardım der isen, kanda vardın<br />

hacca sen,<br />

Kılavuzsuz kuş uçmaz bunca<br />

dağ ü dereden.<br />

Hacca varan kişinin gönül yapmak işidir,<br />

Gönül Hak’kın beytidir key sakın<br />

emmâreden.<br />

Sen özünü bil, nesin, Hak sende, sen<br />

kandasın,<br />

Eğer aklın varısa, anla bu eş’âreden.<br />

Aklına akıl deme, sözüne delil deme,<br />

Çünkü kurtaramazsın, nefsini emmâreden.<br />

Tıfıllayın dem be dem dambur dumbur<br />

söyleme,<br />

Mansurlayın olursun, bilmezsen<br />

müdâreden.<br />

Kaygusuz’un hüneri helva ü biryan yemek,<br />

Bundan özge hüneri, umma bu bîçâreden.<br />

Kim Demiş ‘Gerçeküstücülük’<br />

Batı’da Doğdu Diye?<br />

Halk edebiyatında, darbımesellerde, dilden di le<br />

geçen, zaman içinde çeşitlenen tekerlemelerde,<br />

meddahların hitaplarındaki uzayıp giden sözlerde<br />

gerçeküstücü öğeler vardır. Eskiden an-<br />

30 Sayı 24


SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

nelerin-büyükannelerin diline yerleşmiş olan,<br />

masal girişindeki, “Evvel zaman içinde, kalbur<br />

zaman içinde, deve tellâk iken, pire berber<br />

iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallar<br />

iken” gibi sözler, veya bağlamayla söylenen<br />

türkülerde, hatta bazan âşıkların atışmalarında<br />

ozanın yaratıcılığında çoğalan deyişler,..<br />

doğaya, topluma şakayla veya ironiyle bakışı<br />

sergiler. Bunlar günümüzde genellikle halk<br />

ozanlarında görülmektedir, radyo televizyon<br />

türkü programlarında daha seyrektir. Benim<br />

çocukluğumda Kırşehirli halk türküleri sanatçısı<br />

Şemsi Yastıman’ın ünlü ettiği öyle bir<br />

türkü bu tür yapıtların en çok popüler olanıydı:<br />

“Manda yuva yapmış söğüt dalına / Yavrusunu<br />

sinek kapmış gördün mü?” diye başlayan ve o<br />

minval üzerine giden Tosya türküsü ve bugün<br />

ancak yöresel olarak bilinen benzerleri, ya da<br />

âşık atışmalarında ozanın ağzından doğaçlama<br />

olarak çıkan benzerleri folklorumuzun önemli<br />

öğeleri arasındadır.<br />

Kaplu kaplu bağalar kanatlanmış uçmaya,<br />

Kertenkele derilmiş kırım suyun içmeye,<br />

Kelebek ok yay almış, ava şikâra çıkmış,<br />

Domuzları korkutur ayuları kaçmaya.<br />

Ergene’nin köprüsü susuzluktan bunalmış,<br />

Edirne minaresi eğilmiş su içmeye.<br />

Bir sinek bir devenin, tepmiş oyluğun<br />

ezmiş,<br />

Bir budunu götürmüş, dönüp ister<br />

kaçmaya.<br />

Leylek koduk doğurmuş, ovada zurna<br />

çalar,<br />

Balık kavağa çıkmış, söğüt dalın biçmeye.<br />

Bir pire bir mut tuzu yüklemiş gider yola<br />

Geh at olup yolgalar, geh kuş olur<br />

uçmağa.[*]<br />

Domuz düğün eğlemiş ayıya kızın vermiş,<br />

Maymun sındı getirmiş, kaftan gömlek<br />

biçmeye.<br />

Deve hamama girmiş, dana tellâklık eder,<br />

Su sığırı natır olmuş, nöbet ister çıkmaya.<br />

Kelebek buğday ekmiş Manisa ovasına,<br />

Sivrisinek derilmiş, ırgat olup biçmeye.<br />

Kaygusuz’un sözleri, Hindistan’ın kozları<br />

Bunca yalan söyledin, girer misin uçmaya?<br />

[*] Günümüze ulaşmış bir başka versiyona göre:<br />

Bir aksacık karınca kırk batman tuz<br />

yüklemiş,<br />

Gâh yolgalar gâh çeker, şehre gider<br />

satmaya...<br />

Okuduğunuz bu kısa değinme, medyanın<br />

monokültür bombardımanı altında yaşadığımız<br />

bir devirde, 600 yıl öncesinden kalmış bilgeliği,<br />

insan sevgisini, geniş görüşlülüğü, aynı<br />

zamanda, Bektaşi kültüründeki o özü süsleyen<br />

yergi, taşlama ve mizah öğelerini anımsatmak<br />

ve burada da gördüğümüz gibi, merkezinde insan<br />

olan kültürel zenginliklerimize sahip çıkmanın<br />

değerini vurgulamak için yazıldı.<br />

Dinde Tehdit ve Tecziyeye Red<br />

Tasavvuf insanı sevmek demektir, onun din<br />

an layışında korkutmak, cezalandırmak, “yoksa<br />

fena yaparım” demek yoktur, tehdidin aracı<br />

olan cehennem de yoktur, ateşi de. (Ve Yunus’ta<br />

gördüğümüz gibi, cennete varmak için üzerinden<br />

geçilmesi zorunlu olan sırat köprüsünden<br />

geçemeyip kızgın alevlere düşme tehlikesine<br />

de aldırmaz: varıp onun üstünde evler yapası<br />

gelir.)<br />

Bugün karşı karşıya bulunduğumuz İslami<br />

yobazlığa, örümcek kafalılığa bir din adamından,<br />

bir dervişten, bir ermişten gelen bir reddiye<br />

olarak Kaygusuz’un şu sözlerine kulak<br />

verelim:<br />

Âdemi balçıktan yuğurdun yaptın,<br />

Yapıp da neylersin, bundan sana ne?<br />

Halkettin insanı cihana saldın,<br />

Salıp da neylersin, bundan sana ne?<br />

Bakkal mısın, teraziyi neylersin,<br />

İşin gücün yoktur, gönül eylersin,<br />

Kulun günahını tartıp neylersin,<br />

Geçiver suçundan bundan sana ne?<br />

Katran kazanını döküver gitsin,<br />

Mümin olan kullar dîdâra yetsin,<br />

Emreyle yılana Tamuyu yutsun,<br />

Söndürsun Tamuyu bundan sana ne?<br />

Kaygusuz Abdal’ım sözümüz budur,<br />

Her nerde çağırsan Hak onda hazır,<br />

Hep düzâha bastırırsın, kim ne der,<br />

Yakma kullarını bundan sana ne?<br />

[Tamu: cehennem ateşi ]<br />

Bu mübarek Ramazan gününde, tövbe tövbe,..<br />

insanı günaha sokacak şu şuera bozuntusu,<br />

değil mi? Ne de olsa alt tarafı bir Batıni.<br />

Siz ise sünnisiniz, bilmem nesiniz. Peki ama<br />

sorarım size, mürşidinizden parti başkanınıza,<br />

milyarder müminizden tarikat müridine kadar<br />

hanginiz Kaygusuz’dan daha dindarsınız?<br />

Dinin Ciddiyeti Asık Surat,<br />

Çatık Kaş Değil; Neşe ve Nükte<br />

Bazı şiirlerinde “Sarayî” mahlasını da kullanmış<br />

olan Kaygusuz Abdal, hem aruz, hem<br />

hece vezniyle yazmıştır, nazım yazdığı gibi,<br />

düz yazı eserleri de vardır. Manzum yapıtları<br />

Divan’ında ve Gülistan, Gevhernâme, Yasnâme,<br />

Minbernâme’de topladığı mesnevilerindedir.<br />

Nesir yazıları ise Budalanâme, Kitab-ı<br />

Mugalâta, Vücudnâme, Dilgüşa, Saraynâme<br />

gibi kitaplarında yer alır.<br />

Kısa tanıtma yazısını, gerçeküstücü üslubun<br />

yerini nükte ve hicve bırakırtığı ve halk<br />

diline tekerleme olmuş ünlü dizeleriyle bağlayalım:<br />

Bir kaz aldım ben karıdan<br />

Boynu da uzun borudan<br />

Kırk abdal kanın kurudan<br />

Kırk gün oldu, kaynatırım kaynamaz.<br />

Sekizimiz odun çeker<br />

Dokuzumuz ateş yakar,<br />

Kaz kaldırmış başın bakar<br />

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.<br />

Kaza verdik bir çok akçe<br />

Eti kemiğinden pekçe<br />

Ne kazan kaldı ne kepçe<br />

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.<br />

Kaz değilmiş be bu, azmış!<br />

Kırk yıl Kaf Dağını gezmiş<br />

Kanadın kuyruğun düzmüş<br />

Kırk gün oldu kaynatırım, kaynamaz.<br />

Kazımın kanadı selki<br />

Dişi koyun emmiş tilki<br />

Nuh Nebi’den kalmış belki<br />

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.<br />

Suyuna biz saldık bulgur<br />

Bulgur “Allah” deyû kalkur.<br />

Be yârenler bu ne haldir!<br />

Kırk gün oldu kaynatırım kaynamaz.<br />

[Selki: Hafif]<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

SERÇEŞME<br />

Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı<br />

İyileştiren Kılıçtır<br />

Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu<br />

ilgilendiren tüm fikirlere açıktır.<br />

Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı<br />

kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini<br />

temsil eden yazarlara açıktır.<br />

Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer<br />

aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri<br />

platformu olacaktır.<br />

Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve<br />

örgütsel çekişmelere yer vermez.<br />

Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği<br />

fikirler yalnız yazarlarını bağlar.<br />

Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler<br />

nedeniyle sansür etmez.<br />

Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya<br />

dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.<br />

Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme<br />

getirmekten kaçınmaz.<br />

Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik<br />

verir, boş sözlerden ve bilinenlerin<br />

tekrarından kaçınır.<br />

Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir.<br />

Yollanan yazıları yayımlamamak,<br />

kısaltarak ya da bölerek yayımlamak<br />

ve düzeltmek hakkını saklı tutar.<br />

Ancak fikirleri değiştirmemeye ve<br />

yazarın onayını almaya özen gösterir.<br />

Serçeşme’ye gönderilen yazılar<br />

yayımlansın, yayımlanmasın iade<br />

edilmez<br />

YILLIK ABONE BEDELI<br />

Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50<br />

İngiltere £40<br />

Türkiye’den abone olmak isteyen canlar<br />

lütfen abone bedelini bir postaneden<br />

Genel Ajans Basım Dağıtım<br />

Organizasyon Ltd Şti<br />

Posta Çeki Hesabına (No 1629127)<br />

yollayın.<br />

Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun<br />

Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,<br />

varsa Faks Numaranızı ve E-posta<br />

adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak,<br />

kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu<br />

içeren posta adresinizi<br />

okunaklı olarak yazın<br />

ve ödeme dekontunuz ile birlikte<br />

büromuza fakslayın:<br />

+90.(0)212.519 5635<br />

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar,<br />

abone bedelini aşağıdaki<br />

adrese yollayabilir:<br />

Avrupa Baş Temsilciliği<br />

Tel: +49.179.107 88 56<br />

Hüseyin Akın<br />

Postbank<br />

Kontonummer: 826 857 303<br />

Bankleitzahl: 25 01 00 30<br />

Ekim-Kasım 2006 31


SERÇEÞME<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

Maksat Aleviliği Değil, Alevileri Siyasallaştırmakmış!<br />

Yazdan beri Alevi-Bektaşi kuruluşlarında bir alt-üstlük yaşandı. Birlikte<br />

göreve seçilmiş canlar, birbirlerini görevden aldı. ABF olağanüstü<br />

bir kongreye zorlandı ve seçim için taraflar kıyasıya kırıcı bir<br />

kampanya sürdürdü. Karşılıklı ağır atışmaların yaşandığı bir ABF genel<br />

kurulu yapıldı. Çalkantı hâlâ durmadı.<br />

Bu alt-üstlükle, aynı günlerde duyulmaya başlayan “Aleviliği Siyasallaştırma”<br />

söylemi, tartışmanın ana nedenlerinden biri olarak ortaya<br />

çıktı. Ama örgütsel tartışmaların bu söylemin yol açtığı tartışmanın öneminin<br />

unutulması ve yapılan kongre ile bu söylemin “benimsenmiş bir<br />

görüş” oldu-bittisine getirilme tehlikesi belirdi.<br />

Bu ortamda Turan Eser canın e-posta yolu ile dergimize yolladığı<br />

önemli bir yazı örgütsel tartışmalar arasında kaybolma eğilimi gösterdi.<br />

Yazı, “Aleviliğin siyasallaştırılması” söylemine eleştirilerime bir yanıttı<br />

ve konuya açıklık ve netlik getirmek istediğini öne sürüyordu.<br />

Ne var ki Turan Eser’i kendi yazarları arasında sayan ve yazılarını<br />

düzenli olarak yayınlayan internet siteleri bu yazıya yer vermedi. Böylece,<br />

hem “Aleviliği siyasallaştırma” söylemini eleştirenlere bir yanıt verilmiş<br />

oluyordu; hem de bu konuda bir tartışma olmamış görüntüsü yaratılıyordu.<br />

Umarım, Eser canın yazısının tamamını yayınlayarak, “olanı,<br />

olmamış gibi gösterme” türü bir şark kurnazlığının önüne geçeriz.<br />

Kendinden Menkul Keramet<br />

Eser canın yazısı ne yazık ki daha önce sorduğum sorulara yanıt vermiyor<br />

ve konuya netlik getirmek yerine kafa karıştırıyor. Siyaset ise<br />

kafa karışıklığını hiç kaldırmaz.<br />

Eser canın öne sürdüğü önemli nokta, “dernek çalışmalarından elde<br />

edilen düşünsel, örgütsel gücün siyasi alanlara taşınmalıdır” tezidir.<br />

Üslubundan anlaşıldığı kadarıyla bu o kadar açık bir “gerçek” ki, bu<br />

tezi sorgulamaya cesaret dahi etmemeliyiz! Örgütsel güç bir yana. “Dernek<br />

çalışmalarından elde edilen düşünsel güç” her ne ise Eser canın onu<br />

önce bir tanımlaması gerekirdi. Bu yapılmamış, ama var sayılmış!<br />

Kurumlarımızın çoğunda yönetime gelen ekiplerin hâlâ basit bir çalışma<br />

programı bile yokken; böyle bir programı seçimler öncesinde üye<br />

tabanında tartışmaya açmazken; seçildikten sonra da aklına geleni önünü-sonunu<br />

düşünmeden söylemeyi marifet bilirken, derneklerde birikmiş<br />

böyle bir düşünsel gücümüz olduğuna nasıl vehmedilebilir?<br />

Ne yazık ki bu, Alevi-Bektaşi tabanda rastlanan, yalnız söylencede<br />

değil, gerçek yaşamda da keramet, mucize arayan en geri görüşlerle benzerlik<br />

taşıyor. Ancak modern toplumda, “kerameti kendinden menkul”<br />

kişi ya da kurumlar ya da düşünceler eliyle siyaset olanaklı değildir.<br />

Açıktır ki, “derneklerde biriken düşünsel güç” Türkiye çapında siyaset<br />

yapmak için gerekli programı ve siyasi platformu sağlamaya yeterli<br />

değildir. “Siyasete girmek için bize bir program gerekmez, doğaçlama<br />

söyleyen âşık gibi siyaset içinde programımızı yazarız” denilebilir mi?<br />

Düşünsel hazırlık, program gerekmez ya da bunlar bizim cebimizde<br />

hazırdır yaklaşımı, siyasi parti olmadan siyasete müdahale fikri ile de<br />

kendini göstermektedir. “Siyasete müdahale” diyor Eser can, ama hemen<br />

ekliyor, “bir parti kurmak hiç değildir.” Ya nedir? Eser canın yanıtı<br />

hazır: “Sola ve sosyal demokratlara … Türkiye’nin müşterek sorunlarına<br />

asgari siyasi çözüm programlarda birleşin mesajını vermektir.”<br />

Yani, Alevi dernekleri, sola ve de sosyal demokratlara uzaktan danışmanlık<br />

ya da daha doğru deyimi ile akıldanelik yaparak siyasete müdahale<br />

edecekmiş. Kadîm bir yoldaşın sözüyle, “buna eşekler bile güler.”<br />

Esen Uslu<br />

Sosyal Demokrasicilik<br />

Eser can, yanlış anlamayın, “Aleviliğin değil, Alevi yurttaşının siyasallaşması”nı<br />

savunuyoruz diyor. Bu ayrım gerçekten önemlidir. Eser<br />

can açıkça söylemese de bu yaklaşımıyla, daha önce kullanılan “Aleviliği<br />

siyasallaştırmak” söyleminin yanlışlığını kabul etmiş oluyor. Yani yürüttüğümüz<br />

tartışma en azından bu anlamda yararlı olmuştur.<br />

Ancak sorun bununla bitmemektedir. Eser canın sosyal-demokrat<br />

diye nitelediği ve seçimlerde oylarının azalmasını, tüm yazısının ana<br />

fikri yaptığı siyasi eğilim, günümüzde hepimizin gözü önünde milliyetçilik-devletçilik<br />

kırması gerici görüşleriyle cuntacılık batağında debelenmektedir.<br />

Onlara akıldanelik yapmak Alevilere mi düştü?<br />

Eser can, “Toplumun siyasallaşmasını … etnik milliyetçiliğin hegemonyasından<br />

kurtarmak” diye bir de mesaj yolluyor. Milliyetçi-devletçi-cuntacı<br />

sosyal demokratlar eliyle etkili ve yetkili çevrelere yollanan<br />

bu mesajla, Alevi-Bektaşiler ile Kürt halkı arasına nasıl bir toplumsal<br />

dinamit döşendiğinin farkında değil mi? Bu yaklaşım kimlere akıldanelik<br />

oluyor?<br />

IMF karşıtı söylemi ağzından düşürmeyen, ama IMF’nin programının<br />

gerçekte Türkiye finans-kapitalinin arzuladığı program olduğunu<br />

görmezden gelen; kendi yerli-milli finans kapitalinin emperyalist yayılmacılığına<br />

karşı çıkmak bir yana buna şak-şak çeken, namuslu emperyalizm<br />

karşıtlığının değil, karşıtlık gösterişinin ağır bastığı milliyetçi sol<br />

açısında da durum farklı değildir.<br />

Eser can, sömürüsünü dünyanın dört bucağına yayan Türki ye’nin yerli-milli<br />

finans kapitaline karşı siyaset geliştirmeden anti-emperyalistlik<br />

yapmanın, aslında Türkiye’nin emperyalistleşme çabalarına akıldanelik<br />

yapmak olduğunu anlamıyor mu? Yoksa kendisi de emperyalist sömürü<br />

yoluyla ülkemize akacak süper kârlarla kalkınacağımızı ve demokrasimizin<br />

gelişeceğini mi düşünüyor?<br />

“Siyasete müdahalenin bilinçli oy kullanmakla sağlanacağı tezini benimsiyor<br />

isek, önümüzdeki görevinde adını koymuş oluyoruz” diyor Eser<br />

can. Kendisine daha önce sorduğumuz sorulardan birini böylece yanıtlamış<br />

oluyor. Tüm söyleminin altında demokrasiyi seçimlerle sınırlayan<br />

yaklaşımın yattığı sırıtıyor.<br />

Eşeklerle Gülünçlüğü Paylaşmamak<br />

B<br />

u siyasi yaklaşım, yalnız kendini bir kez daha yerlerde süründürecek<br />

bir geriliği yansıtsa çok ciddiye alınmazdı. Türkiye solunda şu ya da<br />

bu yoldan gelip gerici, milliyetçi, devletçi, cuntacı sosyal demokratlarımızla<br />

aynı yatağa girme fikri eskiden beri çok taraftar bulmuştur. Bu<br />

canlar da sonu baştan bilineni bir kez daha denerler, burunlarını sürter,<br />

derslerini alırlar denilip geçilebilirdi.<br />

Ancak bugün Alevi-Bektaşi hareketinin vardığı düzeyde tehlike<br />

ciddidir. Demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşları eliyle başlatılacık böyle<br />

bir girişim, solu ve sosyal demokratları birleştirmek bir yana, yeni yeni<br />

to par lanmaya başlamış Alevi-Bektaşiliğin sağlanabilmiş yetersiz birliğini<br />

bile dağıtıverir. Alevi-Bektaşi felsefesinin keskin eleştiri silahının<br />

Türkiye’nin bunalmış işçi, emekçileri arasında yeni bir açılımın yayı<br />

olma olanağının ortaya çıktığı bir dönemde, böyle önü-sonu düşünülmemiş<br />

hovardaca girişimlerin bedeli ağır olur. Bugünkü ortamda, eşeklerin<br />

bile güldüğü konular ciddi sonuçlar verebilir. Bu nedenle herkesin ağzından<br />

çıkanı kulağı duymalıdır, herkes adımını iki kez tartarak atmalıdır..

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!