05.01.2014 Views

27.Sayı - Hacibektaslilar

27.Sayı - Hacibektaslilar

27.Sayı - Hacibektaslilar

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Klâsik felsefe tarihine göre aydınlanma<br />

felsefesi, aslında bir XVIII. yüzyıl felsefesidir.<br />

Dünyada, ilkin İÖ V. yüzyılda<br />

eski Yunan’da bir antik aydınlanma’nın<br />

(Grek aydınlanması) gerçekleştiği bilinir.<br />

Grek Aydınlamacıları bilgicilerdir. Anılan bu iki<br />

aydınlanmada da dogmacılığa karşı çıkılmış, insan<br />

usu bilgi ölçüsü olarak alınıp değerlendirilmiş ve bilginin<br />

geniş halk kitlelerine yayılmasına çalışılmıştır.<br />

Her iki aydınlanmada da spekülâsyonlara sırt çevrilmiş,<br />

insan ve kültür sorunlarına eğilinmiştir. XVIII.<br />

yüzyıl aydınlanması İngiliz düşünürü John Locke<br />

(1632-1704)’la başlar. Hume, Condillac ve Fransız<br />

özdekçileri bu aydınlanmanın önemli temsilcileridir.<br />

Daha sonra Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi Alman<br />

düşüncecileri bu aydınlanmanın geliştiricileri olmuşlar,<br />

bu konuda kayda değer eserler vermişlerdir. Gerçek<br />

aydınlanma felsefesi ise, Karl Marks ve Friedrich<br />

Engels’le gerçekleşmiştir.<br />

İmmanuel Kant (1724-1804)’a göre aydınlanma,<br />

“aklın kendi yol açtığı erginsizlik durumundan kurtulması”<br />

anlamına gelir. Aslından ise, bireysel açıdan<br />

aydınlanma ancak, bireyin etnik köken, din, mezhep, toplumsal sınıf ve<br />

yöre gibi bağımlılık, dolayısıyla da erginsizlik yaratan “aidiyet ya da<br />

mensubiyet”lerden sıyrılıp kurtularak bağımsızlaşmasıyla olanaklıdır.<br />

Aydınlanma anlamında kültürlenme ise, insan aklının evrimi sürecinde<br />

bir üst aşamaya çıkarak, örneğin özerklik, özgürlük, barış, kölelik<br />

ve kutsallığın yok edilmesi, başta yoksulluk olmak üzere, her türlü eşitsizliğin,<br />

haksızlığın, acının, farklılığın ortadan kaldırılması durumuna<br />

ulaşmadır. Zaten insanlık, tüm tarihi boyunca hep, iyiyi, güzeli, doğruyu,<br />

gerçeği ve yararlıyı ereklemiştir. Böyle bir düşünce evrensel niteliklidir.<br />

Yani, bundan çıkarılacak sonuç şudur: Her türlü düşünsel etkinlik<br />

insan içindir. Bilim de, felsefe de, uygarlık da insan içindir. Bütün bunlar<br />

insanın araştırılmasına yönelik çalışmalar niteliğindedir; öyle anılıp,<br />

öyle kabul edilmelidir.<br />

İşte bu bağlamda İngiliz düşünürü Francis Bacon (1561-1626), pek<br />

yerinde bir girişim olarak kabul gören “yararlıya yönelme” yaklaşımını<br />

düşünce tarihine getiren filozof olarak tanındı. Yine bu bağlamda, her<br />

şey insan içinse, “sadece beni ilgilendiren, gerçekte beni hiç ilgilendirmez”<br />

diyebilmek ya da J. Paul Sartre’ın (1905-1980) dediği gibi “İnsan<br />

bütün dünyadan sorumludur” sözünde gizli düşünceyi gerçek anlamıyla<br />

kavrayıp ortaya koymak çok önemlidir. Ancak, insan diğer varlıklardan<br />

ayrı olarak kendini ve dünyayı yenileme potansiyeli taşıdığı için, önem<br />

kazanır ve öne geçer; böylece ilerleme yeteneğini hiçbir zaman yitirmez.<br />

Bunun için yaşam her zaman filozofları haklı çıkarmış, otoritelerin tüm<br />

baskılarına karşın, XV ve XVI. yüzyıllar bir tür aydınlanma sayılan Rönesans<br />

dönemi bu şekilde değerlendirilmiş, filozoflar hümanist düşüncenin<br />

ilk ışıklarını o yıllarda yakarak dünyaya yaymışlar ve bu hümanist<br />

düşünürler tüm insanları kendi duygu ve düşüncelerinde bularak, “ben”<br />

yerine “biz” kavramını koyan insanlar olarak anılmayı hak etmişlerdir<br />

(Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe).<br />

Her aydınlanmanın mutlaka sosyal, duygusal ve düşünsel temellerinin<br />

olduğunu, başlangıçta bunların çekirdeği beslediğini, çekirdeğin<br />

bunlara ve benzer olgulara sarılarak oluşup geliştiğini, hüda-yı nabit,<br />

yani kendiliğinden ortaya çıkmadığını, her düşünce akımının ilk yere<br />

bastığı, salt bir başlangıç zemini edindiğini, oradaki kültürel birikiminden<br />

yola çıkarak, böylece ilk hareket noktasını seçtiğini, sonraki aşamalarda<br />

temel amaçlara götürecek prosedürleri belirlemeye çalışarak<br />

detaylara girip yan ve nüans sayılabilecek erekleri, yol ve yöntemleri<br />

seçip oluşturduğunu, bu arada çalışma arkadaşları, işçiler bulunduğunu,<br />

bunların çoğunu ince eleyip, sık dokuyarak değil de, çoğunu rastlantılarla<br />

yakalayıp yanına aldığını, sonradan bir kısmından anlaşamayarak<br />

ayrıldığını, arayıp bulmaya çalıştıklarını ancak akan zaman içinde tanıma<br />

fırsatı bulduğunu, böylece hazırladığı ortamda tabakalaşarak, gelişip<br />

beslenerek ana ışığın kaynağı haline geldiğini, hep yeni ürünler verip<br />

bunlarla hem beslenip hem de kendisinin, ürünlerinin ve gerçek düşünce<br />

özünün tanımlarını yapmak için büyük uğraşlar verdiğini, okullaşma<br />

gayreti içinde geleceklere dal budak salmaya çalıştığını söylemeye gerek<br />

var mı? Ama yine de, özü yakalayabilmek, akışı kesintisiz görebilmek,<br />

her şeyi doğru tanıyıp yerli yerine koymak için, işe kalıntılardan, detaylardan<br />

başlamak gerek, en doğrusu bu.<br />

SERÇEÞME<br />

Anadolu Aydınlanması<br />

İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi<br />

Veli, âşık ve düşünürlerin<br />

hazırladıkları aydınlanmanın<br />

oluşturduğu duygu ve düşünce<br />

ortamında kendine özgü<br />

özellikler kazanmış<br />

temel ilkeleri,<br />

sevgiye, emeğe, alın terine,<br />

dayanışmaya açık, içtenlikli<br />

ve basit öykü anlatımı<br />

yollarıyla yansıtıp<br />

sevdirmeleri<br />

eğitim ve öğretim alanlarında<br />

örnek bir tutum ve davranış<br />

olarak<br />

değerlendirilmelidir<br />

Gerçekte ise, böylesi büyük kurum ve oluşumların<br />

doğru tanısı, ancak küllerini eşelemekten geçer. Onlarda<br />

ne büyük cevherler varsa, izleri hep o küllerin<br />

içinde gizlidir. Böylesi durumlarda, bulunup gidilecek<br />

temel düşünsel yöntem, sezgisel bir yoldur. Bu<br />

ise, “duymak” ile “dinlemek” arasındaki ilişkiden geçer.<br />

Bu ilişki, tıpkı “bakmak” ile “görmek” arasındaki<br />

ilişkiye benzer. Yine böylesi hallerde şunu hiç akıldan<br />

çıkarmamak gerek, “görmek hep konuşmadan önce<br />

gelmiştir: Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp<br />

tanımayı öğrenmiştir” (John Berger, Görme Biçimleri).<br />

Bütün bunlar “gerçeklik duygusuna varmayı”<br />

anlatmak ve sağlamak için kullanılan yöntem ve izleklerdir.<br />

Buradan yola çıkalım. Burada önemli olan,<br />

bizim varmak istediğimiz büyük hümanizmanın ışıklarını<br />

hemen başlangıçta söndürmemiz gerekir. Çünkü,<br />

bizim bilip varmak istediğimiz ve adına aydınlanma<br />

dediğimiz büyük hümanizma, öyle kolay kolay<br />

oluşup ortaya çıkmamıştır, çok yönlü bir oluşumu ve<br />

gelişimi olduğu gibi, çok yönlü, karışık dağılım, etkileşim<br />

alanları da vardır, bunların hiçbiri yadsınamaz;<br />

çünkü, bunlar gerçekten özlerinde, insanlığın öyküsünü<br />

taşırlar; ışıkları hep, insanlığın belli dönemlerinde, bazı kesim ve<br />

yerlerde şimşekler gibi çakıp parlayan, herkese kurtuluş/ümit vadeden,<br />

ferahlık ve mutluluk getiren akıl ışıkları olarak kabul edilir. Gerçeklere,<br />

oluşa ve tarihsel kaynaklara dayanarak diyebiliriz ki, olay ve olgu bu<br />

doğrultuda oluşup gelişmiştir.<br />

İşte böyle ışıklı dönemlerden biri de, XIII. yüzyılda Anadolu’da oluşarak<br />

ortaya çıkan, ne yazık ki, derinlemesine, çok yönlü bir incelenme<br />

imkânına kavuşturulamamış olan özgün Aydınlanma’dır.<br />

O çağa, bu büyük özgün aydınlanmanın ortaya çıktığı döneme az da<br />

olsa, hoşgörülü/iyimser bir açıdan baktığımız zaman, Selçuklu İmparatorluğu<br />

yönetimindeki Anadolu’nun bir kısmında, İslâmî tasavvufî düşünce<br />

ile bazı genel felsefe deneyimlerinin bir anlamda özgürce yazılıp,<br />

şiirle de olsa söylenebildiği, özgürlük tüten bir ortam ve havaya sahip<br />

olduğunu görürüz; ancak bu hava özünde, ne zaman susturulacağı kesin<br />

olarak bilinmeyen güvensiz, kaygan olgularla dolu bir görünümü de içerip<br />

sergiler durumdadır. Doğal olarak bunlar, o çağın Anadolu’sundaki<br />

yadsınamaz gerçeklerdir. Bir başka anlatımla Anadolu, XIII. yüzyıl’da<br />

böyle dinsel yorum özgürlüğü bulunan kısa bir dönem yaşayıp geçirmiştir.<br />

Bu ortamda oluşturulan özgün aydınlanmanın baş rolüne soyunmuş<br />

kişiler, böyle bir karışık ve kırık bir ortamda yaşamışlar, düşüncelerini<br />

böylesi bir ortamda söyleyip yazmışlardır.<br />

Aslında ise Anadolu, o çağda büyük kırılmalara gebe, karanlık bir<br />

kaos ortamına sürüklenmek üzere, dipsiz bir uçurumun kenarında gezip<br />

durmaktadır, bu açıdan baktığımızda onun her yanı kıpır kıpırdır, herkes<br />

hem korku, hem de ümit içinde tedirgin yaşamaktadır; siyaset, zaman ve<br />

toplum yapısı yakın geleceklerin kan denizini hazırlama telaşı içindedirler,<br />

adetâ sessizce buna hazırlanmaktadırlar.<br />

XIII, XIV ve hâttâ giderek XV. yüzyıllara ilişkin Anadolu tarihini,<br />

şöyle kaba hatlarıyla da olsa, gözler önüne getirip serdiğimiz zaman, o<br />

günleri inceleyen tarihçilerin yapıtlarında, 1071 Malazgirt Savaşı öncesi<br />

ve sonrası, hatta tâ X. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya çeşitli Türk kavimlerinin<br />

durmadan kümeler halinde sessizce akışlarını izlediklerini, daha<br />

sonraki kanlı Haçlı seferlerini, hemen ardından acımasız, talancı Moğol<br />

istilalarını, ardı arkası kesilmeyen kaoslu iç isyanları, nedeni, niçini bilinen<br />

veya bilinemeyen çeşitli karşılıklı vuruşmaları, kör savaşları, çılgınca<br />

saldırıları, yağmaları, talanları, insanların çoluk, çocuk, kadın, erkek<br />

ayırmaksızın öldürülmelerini, daha nice benzer insanlık dışı eylem ve<br />

davranışları seyredip yazdıklarını, bütün bunları kaygan, güvensiz bir<br />

ortamda insanlığa karşı işlenen suçlar sınıfına sokup öyle nitelendirdiklerini,<br />

hepsini umutsuzluğu besleyen karanlık olgu ve olaylar olarak kabul<br />

edip değerlendiklerini görür, bu acı gerçekle yüz yüze geldiğimizi<br />

anlarız.<br />

Elbette ki, bütün bu belirgin kırıklar, kargaşa, kaos, güvensizlik,<br />

korku ortamları, büyük çapta işin kötü yönlerini teşkil etse bile, bunun<br />

yanında, Anadolu’ya gelen Türkler İslâmiyet’i, şöyle ya da böyle, Arap-<br />

Emevi-Bedevî barbar yağmacı ordularıyla ilk ilişkilerinden itibaren,<br />

kanlı boğuşmalarla geçen yaklaşık 350 yıl sonra, daha çok bir kısım tasavvufçu<br />

kanadın esin ve ümit telkin etmeleriyle benimsemiş oldukları<br />

kabul edilse bile; yine kim ne derse desin, Anadolu’ya gelen Türklerin,<br />

22 Sayı 27

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!