27.Sayı - Hacibektaslilar
27.Sayı - Hacibektaslilar
27.Sayı - Hacibektaslilar
You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
SERÇEÞME<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
Bu Sayida<br />
Velİyettİn Ulusoy: Ebuzer Giffari<br />
Kelİme Ata’nin Kİtabi - Alevilerin İlk Siyasal<br />
Denemesi: (Türkiye) Birlik Partisi<br />
Ahmet Koçak Kelime Ata ile Söyleştik<br />
Alİ Balkız Hüzün Dolu Bir Deney<br />
Kelİme Ata Birlik Partisi-Sosyalist Tarladan<br />
Hasat Stratejisi<br />
Nadİre Ana Hakk’a Yürüdü<br />
Fİkret Otyam Sizin “Hrant<br />
Ağabeyiniz” Oldu mu?<br />
Esat Korkmaz Kadın Sorunu<br />
İsmaİl Kaygusuz Alamut<br />
İsmaililiği - Bölüm I<br />
Veysel Kaymak CHP ve Sol<br />
Seçenek ya da Halkla İnatlaşmak<br />
Fuat Bozkurt Alevilikte Zaman ve Uzam<br />
Kâmİl Derİn ABF’de Haksız Rekabete Hayır<br />
Nafİz Ünlüyurt Türbeler Yeniden Açılsın mı?<br />
Feramuz Acar Kişisel Görüş ve Önerilerim<br />
Enver Cemal Şahİn Aleviler ve Siyaset<br />
Fevzİ Gümüẟ ABF Yöneticilerinin Samimiyetsizliği<br />
Alİ İhsan Doğan İnandırılmak<br />
Hasan Harmancı Ocaklar ve Dedelik Sempozyumu<br />
Sirri Öztürk Dersim... Dersim...<br />
İsmaİl Özmen Anadolu Aydınlanması<br />
Ahmet Koçak Kadın Ozanlarımız: Ayhan Kaleli<br />
Seda Coẟkun Selahattin Akarsu ile Söyleştik<br />
13. Abant Platformu Değerlendirme Metni<br />
PSAKD Basin Açıklaması Gazi Katliamı<br />
Ceyhun Günal Ateş Düştüğü Yeri mi Yakar?<br />
Metİn Özdemİr Selçik Köyü SYD Derneği<br />
Aylık Dergİ<br />
Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz<br />
Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti.<br />
adına Ahmet Koçak<br />
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak<br />
Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54<br />
Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul<br />
Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35<br />
E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com<br />
Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe<br />
Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00<br />
Yayın Türü: Yerel - Süreli<br />
Fİyati: Ytl 3 / € 3 / £ 3<br />
Mart 2007 Sayi:<br />
27<br />
ALEVİLİĞİN İNANÇ YANI DİN DEĞİL AŞKTIR<br />
Kimileri Alevilikle-Sünniliği “görücü” usulüyle evlendirmeye kalkıyor:<br />
Biz diyoruz ki bu “evlilikte bir tecavüz olayı” var.<br />
Aymazlığımızı sürdürürsek yakın gelecekte<br />
bu “tecavüz olayı”nın çocukları<br />
“Ben Aleviyim”, diye karşımıza çıkacak ve<br />
bizleri “mekândan kovacaktır”.<br />
Kendi Bilincimizin “Yoklanmasına” İzin Verelim ki<br />
Başkalarının Bilincini “Yoklayabilelim”<br />
Esat Korkamaz, Genel Yayın Yönetmeni<br />
Bana göre “yazmak”, “bilinci yoklamak” anlamına gelir: Bilinci yoklamayan her<br />
yazma eylemi “kolay”ı anlatır. Biz biliyoruz ki “kolay güzel değildir”; her zaman<br />
“zor güzeldir” demek de doğru olmayabilir; “güzel” ayrımına varamadığımız<br />
herhangi bir yerde ya da yanı başımızdadır, sakındığımız yerdedir, suçladığımız<br />
mekândadır, günahkâr kabul ettiğimiz şeyin içindedir. Yazmak “değiştirme<br />
kültürünün” bir parçası ise eğer “yaşamanın sonucudur”. 1980’den bu yana “yazmak<br />
için yaşadım” ya da “yaşamak için yazdım”: Yazgımın, yazgımın “göbeğinde” yaşamımın<br />
“gündemine” göre yazdım. Yeri geldi “öleyazdım”; yittim, çıktım. Ne çare yaşam “gerçek”ti,<br />
yani her gerçek gibi “iki yüzlü”: Çoğunluğun bulunduğu “yüzde” değil de karşı “yüzde”<br />
oyalanmayı yeğledim. “Karşı yüz” bir “sır” alanıdır; onun her şeyini “iletişime” sokamazsın;<br />
sokarsan, “sır sır olmaktan çıkar”.<br />
O zaman düşündüm: Ben de bu “iki yüzlü gerçeğin” bir “felsefesi” olsun dedim. Yaşamın<br />
içerisindeki amaçlı yürüyüşüm, dışarıdan bir “savrulma” olarak algılansa da ben; “iki<br />
yüzlülüğü” bir “erdem” olarak gören ya da yetişmişliğin “kanıtı” kabul eden bir “sûfi” gibi<br />
algılanmayı yeğledim. Doğru mu yaptım yanlış mı yaptım bilemem: Ama yaşamımın hiçbir<br />
anında ne kendimi “aldattım” ne de “sattım”.<br />
Ruhumuz da Alanlardan ve Hacimlerden Oluşur<br />
İnsanın bedeni bir “mekân”dır; yani, bir “alanlar” ve “hacimler” bütünüdür: Ruh “ayağını<br />
yere basmak” zorunda olduğuna göre o da “alanlardan ve hacimlerden” oluşan bir<br />
“mekân”dır. Bugün Alevilik kendini “koruma” konusunda “yüksek bir gerilim” yaşıyor:<br />
Böylesi durumlarda ortaya çıkan “bilinç yırtılmaları”, giderek bilincin “dağılması” ve her<br />
Alevi ile çevresi arasına bir “yabancılaşma” girmesi sonucunu doğuruyor. Köktendinci<br />
inançlardaki “din” terimini karşılayan Alevilikteki “aşk” terimi, “kültürel” yanından arındırılarak<br />
“utanç verici fi zyolojik bir eylem”e indirgeniyor.<br />
Bilinç “aydınlık” bir şey olarak algılanır ve doğal olarak “anası-atası” karanlıktır: Kendisini<br />
en iyi yetiştirmiş insanın bilinci bile “kendi cahilliğini, yani kendi karanlığını algılamaya<br />
yeter” deriz. Öyleyse bilinç “karanlık bir yumak”tır; “gönül evi”nin hangi penceresinden<br />
bakarsak bakalım bu “karanlıkla” karşılaşırız. Bizi işlevli kılan ve “apaçık” olan duygularımız<br />
bu “yumağın” içine taşındığında “boş bir oda”ya ya da “gönül evi”nin şurasına burasına<br />
yerleşmiş “hayaletlere” dönüşür. Odanın altında “patlamaya hazır”, al bir “top” biçiminde<br />
bir kalp vardır sanki. Herkesin gönlü birbirine eklendiğinde “toplumsal vicdan” anlamında<br />
bir “iç uzay” elde edilir ki bilinç dediğimiz şey bu “uzayda” bir “noktadır” sadece. Tam da<br />
bu nedenle biz işte bu “nokta” olmak için çabalarız.<br />
Bâtıni yabancılaşmanın “maya tutmaya” başladığı günümüz koşullarında hemen herkesin<br />
tapındığı “anonim saçmalıklarla” baş edemiyoruz: Bir çıkış bulabilmek için kıvranıyoruz.<br />
Bize göre her şeyin her şeye göre bizim “anlam ve içerik” yitirdiği/yitirdiğimiz ve adına<br />
yaşam dediğimiz “sürüklenmede” görünürde yan yanayız, belki her zamankinden “daha<br />
yakınız” birbirimize.<br />
İnsan bâtıni kültürde kendi yapısında var olan “düşman” durumundaki “karşıtların” ayrımına<br />
varması gerekir: Varır varmaz da kendisinin “ağlayan, gülen, koşan, yeri geldiğinde<br />
adam gibi konuşan, durup dururken saçmalayan bir bomba” olduğunu kavrayıverir. Bu<br />
(Devamı 2. Sayfada)
SERÇEÞME<br />
(Baştarafı 1. Sayfada)<br />
“bombayı kim imha edecek”: Kendisi mi yoksa<br />
dışarıdan insanlar mı? Doğrusu bu “bombayı”<br />
kişinin kendisinin “imha” etmesidir: Bu enerjiyi<br />
“üretken” biçimde tüketmesidir. Ancak kişi<br />
kendisini imha edecek denli bilgiye sahip değilse;<br />
imha edeceğim diye “orasını-burasını”<br />
karıştırırken birden kendisini “patlatıverir”:<br />
Enerjisini boşu boşuna harcar. Sistem kafalarımıza<br />
bir “ezber” veriyor: Herkesin kendini<br />
“imha” etmesi, yani var olan enerjisini “düzen”<br />
yararına tüketmesi için. Bilinçlere yönelik bu<br />
“yapı bozumu”, belletilmiş toplumsal yaşam<br />
tarafından her birimizin “ele geçirilmesi” sonucunu<br />
üretiyor. Böylesi bir durumda “işgal”<br />
ediliyor beyinlerimiz; nasıl konuşacağımız,<br />
nasıl davranacağımız “beyin defteri”ne kaydediliyor.<br />
Alevilikte “sözel taşınma” kanalları tıkanınca<br />
baba ile oğul, dede ile torun arasındaki<br />
ilişki birbirlerine benzemekle birlikte birbirinden<br />
“sakınan”, yani “anlamsızlığa açılan iki<br />
kara deliğe” dönüşür: Bu nedenle “örgüt üyesi<br />
ile yönetici” arasındaki ilişkiyi, “tıkanan sözel<br />
taşınma kanalları”nın işlevli “çağdaş karşılığı”<br />
olarak yaşama geçirmemiz gerekirdi. Beceremedik:<br />
Onu da “iki kara deliğe” benzettik.<br />
Nereden bakarsak bakalım hiçbir şey görünmüyor.<br />
Geçmişte örgüt yöneticisi ile örgüt üyesi<br />
arasındaki ilişki “çocuksu” idi; şimdi “mahcup”;<br />
işlevsel değil, “tersine dönüşümle” emir<br />
alma-emri yerine getirmeyle belirgin “memurlaşmış<br />
bir iletişim” dili egemen artık.<br />
Eğri oturalım ama doğru konuşalım: Alevi-<br />
Bektaşi zeminde ruhlar “kirlenmiş” durumdadır;<br />
“temizlenmeden” Alevi-Bektaşi “yeniden<br />
doğuşunun” altından kalkmak olanağı yoktur.<br />
Bedenini terk edebilen, yani canını “soyut”<br />
olarak avucunun içine alabilen bir kimlik onu,<br />
“sonsuz yaşam” içinde “saklar”. Sonsuz yaşam<br />
kaynağı can, yeri-zamanı geldiğinde ıslak toprakta<br />
fışkıran bir ot gibi yeşeriverir “yeni bedenlerde”.<br />
“İlahi ciğer” ruhla bedeni birleştirdiğinde,<br />
“bilmeyiş erdeme” dönüştü; ruh-beden bütünleşmesinin<br />
“içe-dışa vurumu” olarak algılanan<br />
görme-duyma-hissetme vb’ye yönelik “sevgiaşk”<br />
bilgiden “uzaklaşma” yeteneğini göstermez.<br />
Bedeni “küçümser”, ruhu “tanımazsak”,<br />
bilginin kaynağı “kurur”; aşk da sevgi de “matematik<br />
formüllere” dönüşür: Unutmayalım ki<br />
ruhlar da “buharlaşır”. Buharlaşan ruh, “dahileşir”;<br />
dahileşen ruh, kimliği “egemenliği<br />
altına” alır. Biz, ruhumuzun “efendisi” olmak<br />
istemiyor muyuz? Öyleyse ruhu “su” gibi içimizde<br />
tutmasını öğrenmeliyiz.<br />
•<br />
Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu?<br />
Fikret Otyam<br />
YAZDIM geçenlerde, seksen bir yaşımda, yazılarımı artık q ile başlayan dizinle yazıyorum!<br />
Dile kolay, 1953 yılından bu yana a ile başlayan Fransız dizini ile yazmışım, bu alışkanlığı<br />
kırmak kolay mı sanırsınız? Tastamam yedi yıldır her hafta politik bir dergi olan Aydınlık<br />
Dergisi’ne yazıyorum ve yıllar içinde yazısını daktilo ile yazan bir bu can kalmış iyi mi? Yazımı<br />
dizen arkadaş izinli olduğu zaman, yazım tastamam yazılıktan çıkıyor ve bu can da zıvanadan!<br />
Suudi Kralı Hazretleri ülkeye geliyor “yanında, üç yüz kişi, içlerinde tek kadın yok”; yazımda ise<br />
bu, “içlerinde tek kalem yok” olduruluyor! Kral Hazretleri Kâbe’ye doğru işemezmiş ise “kral<br />
hazretleri Kabe’ye işemezmiş” oluyor ve yedi yıl içinde salt bu yüzden okur canlarıma üçüncü kez<br />
“eyvallah” dedim, yok yahu, dedirttiler!<br />
Evet daha önce de yazdım, Çorum’lu Alevi iki canın Haşim ve Levent’in bilgisayar kuruluşu<br />
AK-BİM imdadıma yetişti en son model ve dahi en yetenekli cihazları atölyeme kurdular, para<br />
peşin kırmızı meşin, üstelik zorla!..<br />
Bu yaşta benim için akıl sır ermez aletlerle(!) boğuştum durdum haftalarca ve dahi boğuşuyorum!<br />
Öğrenmenin sonu yokmuş ya, bu da öyle, Kâbe derken a’nın üzerine inceltme simgesini<br />
tastamam uygulayamıyorum; ya sevgili Ahmet Koçak ya da sevgili Esat Korkmaz can bunu hallederler,<br />
eyvallah….<br />
Aydınlık’a ceza(!) bitti ve ilk yazımı yazdım, başlığı yukarıda: “Sizin ‘Hrant Ağabeyiniz’ Oldu<br />
mu?” Gösterilen yere yerlere gerekeni yazdım e-posta. Yazım bir dakika sonra İstanbul’daydı!<br />
Hani lokma, lokmalar vardır, sevdikleriniz düşer aklınıza da o lokma boğazınızdan geçmez olur,<br />
tutun ki bu yazım bir lokma, o dergi başka, bu dergi başka, herkesin yüksek hoşgörüsüne sığınarak<br />
çıkan yazımı burada da tekrar ediyorum, gerçeğe hü... Yönetici canlar bu kelli yazımın uzunluğunu<br />
da bağışlaya, eyvallah..<br />
Aydınlık Dergisi, Sayı: 1022, 18 Şubat 2007<br />
Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu?<br />
AKSARAY’DA Halk Eczanesi sahibi Vasıf İbrahim Bey’in eczanesinin karşısındaki evinden<br />
haber geldi, eczacı iki dakika sonra evindeydi. Uzatılanı kollarına aldı öptü. Sonra Kuran’ın<br />
iç kapağına yazdı:<br />
“Bugün bir oğlum daha oldu, adını Fikret Vesim koydum. 19.12.1926”<br />
Eczaneye dönünce çalışanlarına müjdeyi verdi. Genç kalfa adayı Hrant (Maraşlıyan) da hemen<br />
eve koştu. Anam Naciye belki bin kere anlattı: “Seni, babandan sonra Horont aldı kucağına.”<br />
Ona hiçbir zaman Hrant diyemedi. Altı yedi yaşlarındayım, babam öteki kardeşlerimde olduğu<br />
gibi bana da beyaz gömlek diktirdi, eczanede çalışmaya başladım. Bu, ilaç kutularına ve şişelerine<br />
yapıştırılacak etiketleri kesmekti. Çok parlak elişi kağıtlarına basılmış yuvarlak ve dikdörtgen<br />
etiketleri tek tek kesmektense harika bir buluşla üç dördünü üst üste koyup kesmek marifetini gösterdim,<br />
ne ki hergele elişi kağıtları kayı kayıvermiş, halkın Koca Vasıf dediği babam “işini doğru<br />
yap bakalım” deyip ense köküme ilk şaplağı patlatmıştı! Bu beklenen dayaklar uzun sürerse imdadıma<br />
Hrant ağabey yetişir, “Baba bir daha yapmaz” garantisiyle dayağı sonlandırırdı. Görmezdi<br />
bir gözü, sormadım, öğrenemedim nedenini. O tek gözü hep, ama hep sevgiyle bakardı insanlara<br />
ve gülen gözü Hrant Ağabeyim’in o tek gözünde gördüm.<br />
Kocaman adam oldum Hrant Ağabeyin yanında, kardeşi yaşdaşım Aron’a kimi arkadaşlar<br />
Harun da derlerdi. Ortaokulda sıra arkadaşım, siyah önlüklü, beyaz yakalı, kıvır kıvır saçlı resimlerimde<br />
olduğu gibi kapkara kaşlı gözlü, birazda tombulca Anahit idi. “Kırsaçlılar” hep siyah<br />
giyinen üç teyzeydi, Aksaray’ın ünlü kadın terzileri. Biz çocuklar nasıl ama nasıl severdik onları,<br />
bişeyler olurdu onlar yumurtaları boyarlardı elvan elvan, kapılarına duranda bizleri öpüp severler,<br />
o boyalı yumurtalarla, kara üzümle karışık ceviz içleriyle, şekerli leblebilerle tıka basa doldururlardı<br />
ceplerimizi.<br />
Çarşıda en çok demirci Ohannes Amca’yı severdim. O da Eczacı Vasıf Bey’in yaramaz oğlunu.<br />
Yolda bulduğumuz iki ucu da açık boruyu Ohannes Amca’ya götürüp bir ucunu kapattırdım ve<br />
yakınına da bir delik açtırdım ve hemen biraz barut, evden bez parçaları, azıcık gazyağı ve upuzun<br />
bir kavak dalı, ver elini ulu ırmağın yanı, topumuz hazırdı. İlk atış başarılı olmadı, üzerine<br />
“Yüzler ve Gözler”<br />
Fikret Otyam’ın resimleri ve Filiz<br />
Otyam’ın fotoğ raflarından oluşan<br />
“Yüzler ve Gözler” sergisi 6 Mart<br />
akşamı yapılan bir kokteyl ile<br />
Toprak Sanat Galerisi’nde açıldı.<br />
30 Mart’a kadar sürecek olan<br />
sergi hafta içi 12-19 saatleri arasın<br />
da, cumartesi günleri 11-17<br />
sa at leri arasında izlenebilir. Ihlamur<br />
Yıldız Cad. No: 10 Beşiktaş<br />
İstanbul Tel: 0212.326 35 80.<br />
Açılışta Fikret Otyam Anahtar<br />
Kitaplar’ın sahibi Mehmet Atay ve<br />
Esat Korkmaz ile birlikte.<br />
Filiz Otyam açılışa katılan<br />
konuklarla birlikte<br />
2 Sayı 27
SERÇEÞME<br />
ağır taşlar koydum ve uzun dalın ucundaki gazlı bezleri yaktım evden yürütülen kibritle ve ünlü<br />
naramızı haykırdım:<br />
“Ölüm ölüm bir ölüm, ateş!”<br />
Yer gök gümbürdedi, üçüncü atışı hazırladım tam kibriti çakacağım zaman kıçıma inen baston<br />
adım gibi emindim babamın bastonuydu, özel olarak İstanbul Zaman Ecza Deposu’ndan sık sık gelen!<br />
“Ulan yezit yine mi sen?” Üzülmek neye yarar, bendim! Dayak fasıllarında en çok duyduğum<br />
sözcük “yezit”ti… Ben kaçarım, o koca göbeğiyle babam, bir eliyle de küçüğüm Neşecan’ı (Bener)<br />
tutarak kovalar. Epey isabet almıştım… Allah için iyi bir dayaktı, Ramazan ayı dayağı! Duyulan<br />
patlamayı Bayram Tepesi’nden atılan top sanan oruçlu amcalar teyzeler oruçlarını zamanından<br />
önce bigüzel bozuvermişler ve dahi müsebbibinin de Vasıf Bey’in küçük oğlu olduğu anlaşılmış,<br />
haberdar edilen kişi de o sırada eczanede olan küçük Neşecan ve okkalı göbeğiyle dışarı fırlamış,<br />
şikayet edileni suçüstü yakalar yakalamaz ilk bastonu başarıyla indirmişti… Bu, aşağı yukarı yetmiş<br />
beş yıl önceki unutamadığım dayaklardan en coşkulusuydu ve yaşam tarihimde “Ramazan’da<br />
millete oruçlarını nasıl bozdurdum?” ana başlığıyla yer alır! Ek ceza olarak da on sayfa “göz” için<br />
sarı, on sayfa “dahilen” için beyaz, on sayfa “haricen” için kırmızı, on sayfa da “gargara” için<br />
yeşil etiket kesmek! Bunların çoğunu Hrant ağabeyimin kestiğini açıklıyorum…<br />
NADİRE DEMİRTAŞ ANA<br />
HAKK’A YÜRÜDÜ<br />
Neden? Neden? Neden?<br />
Gün geldi, günler geldi Aksaray da Anahit’siz, Ohannes amcasız, Kırsaçlılarsız, kunduracı Bedros’suz<br />
kalıverdi ve daha niceleriyle…<br />
Onlar gitti, anılar kaldı yadigâr…<br />
1956… Artık Ankara’lıyım<br />
Burada en keyifli anlarım, aldıkları kamyonla Anadolu’ya taşımacılığa başlayan İstanbul yerleşimli<br />
Hrant Ağabey ile Aron’un Ankara’dan her geçişlerinde bize uğramaları…<br />
Rakı eşliğinde muhabbetin gözün gözüne vururken çocukluğumdaki yaramazlıklar, yediğim<br />
o güzelim dayaklar bikez daha yaşanırken üç kız bebemin katılırcasına gülmeleri “Hrant Amca<br />
nolur daha anlat” demeleri hâlâ kulaklarımda…<br />
“Ya Allah Ya Muhammet Ya Ali”<br />
Hrant ağabeyin el yazısı harikaydı, Fransız stili; eski yazıyı da bilirdi. Bir gelişinde defteri kalemi<br />
uzattım “Hrant Ağabey” dedim, “tablom için gerekli, bana Ya Allah Ya Muhammet Ya Ali yazıversene.”<br />
Bir an duraksadı, yukardan aşağıya güzel bir çizgi çekti “bu ‘ya’dır” dedi. Sonra sol tarafa<br />
isimleri sıraladı. Harika olmuştu, nerdeyse kırk yıldır sevgiyle saklarım bunu…<br />
Ey İstanbul İstanbul…<br />
İstanbul’a yolumuz düşende Aronlara gitmemek olur muydu, asla! Aron’un eşi Mayda Yenge ve<br />
kocaman olmuş kızlar iki üç gün önceden hazırlığa başlarlarmış. Aron kıvranarak anlatırdı, “sayende<br />
biz de nasipleneceğiz…” O güzelim sofrada neredeyse bir kürdan bile koyacak yer bulunmazdı<br />
sanki. Birisinde Hrant Ağabey yoktu, telaşlanınca güldüler, sofraya bakmış bakmış, “tüh<br />
be” demiş, “deli oğlan rakıyı pastırmayla içer…” O yaşında en güzel pastırmayı alıp gelmişti,<br />
boynuna sarıldım, “dur gâvur, dur deli oğlan, biyerimi kıracaksın”, yine gülüyordu tek gözüyle…<br />
Ama fersiz miydi, yaşamasız mıydı? Nereden, nasıl bilebilirdim seksenini aşmış Hrant Ağabeyimi<br />
bir daha göremeyeceğimi? Mayda’dır, Topik ustasıdır, dürtükler durur: “Yesene..”<br />
İki yıl sonra sergimize zor yürüyerek geldi Aron, sonra hep geldi, durmadan “tuvalet” diyordu,<br />
koluna girip iki kat aşağıdaki tuvalete indirip çıkarıyorum, “ulan” dedim “başlarım senin<br />
prostatından, bu işe el koyuyorum.” Yukarı çıkar çıkmaz, can dostum, dostumuz Prof. Dr. Tarık<br />
Minkari’yi aradım durumu anlattım, “Aron artık benim hastam, para mara söz konusu bile değil,<br />
söyle ona.” Telefonu uzattım, uzun uzun konuşup kavilleştiler. Ödü kopuyordu ameliyattan, gönül<br />
rahatlığıyla döndük Antalya’mıza. Bir başka sergimize Mayda Yenge, kızlar, damatlar, torunlar<br />
geldiler, ama Aron’suz! Korkudan gitmemiş Tarık Hoca’ya.<br />
Sivas ellerinde Madımak Oteli’nde diri diri yakılanlardan dostum/arkadaşım Şair Metin Altıok<br />
ne diyordu bir şiirinde:<br />
“Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar<br />
Ne zaman bir dosta gitsem<br />
Evde yoklar..”<br />
Şüceattin Veli Dergâhı postnişini<br />
Nevzat Demirtaş Dede’nin eşi<br />
Nadire Ana bir dede kızıydı.<br />
Misafirperver, eli açık, ziya re te gelen<br />
herkesle ilgilenen örnek bir Ale vi-Bektaşi<br />
kadınıydı. Cemde Dede’nin yanında<br />
yerini alır, benzersiz sesiyle nefesler<br />
okurdu. Talipler Dede’yle birlikte Nadire<br />
Ana’ya da niyaz ederdi.<br />
YATTIĞI YER IŞIK OLSUN.<br />
M. TEVFİK OYTAN<br />
Bektaşiliğin İçyüzü<br />
Dibi, Köşesi, Yüzü ve Astarı<br />
7. Baskı, Mart 2007<br />
ISBN: 975-9944-387-04-0<br />
13,5 x 21 cm boyutunda 544 sayfa, 20 YTL<br />
Demos Yayınları Tel: 0212.526 60 28<br />
Ne Bu Can Anadan Babadan Ermeni,<br />
Ne Hrant Ağabey Anadan Babadan Türk Oldu!<br />
Sivaslı Başbakan Yardımcısı Şener, geçenlerde haykırdı:<br />
“Hepimiz Aleviyiz!”<br />
Haykırmakla, demekle olunmaz ey canlar, olunmaz, ol nedenle kimse uykularını yitirmesin,<br />
bayraklı, tabancalı Kuran’lı yeminler neyim etmesin. Bu yürek katılımıdır, acıysa acıyı kıvançsa<br />
kıvancı bölüşmedir... Bir olmaktır… Diri olmaktır, hepsinden öte sevgidir sevgi, insan sevgisi…<br />
Sevgiye sarılmadır, illa sevgi. Ulus, ırk, renk, dil, din, mezhep, cins şu bu farkı gözetmeksizin illa<br />
sevgi, barış, kardeşlik.<br />
Tüm Hrantlara, Aronlara, Ohanneslere, Kırsaçlılara ve nicelerine Gök Tanrı’dan rahmet diliyorum,<br />
kabirleri her daim ışıklı ola.<br />
Gerçeğe Hüü…<br />
Mart 2007 3
SERÇEÞME<br />
Türkiye sol hareketi içinde ilk kitlesel kadın örgütlenmeleri<br />
1975’te ortaya çıktı. Yıl içinde hem Ankara<br />
Kadınlar Derneği, Adana, Tunceli, Pülümür, Ardahan<br />
ve Giresun Devrimci Kadın dernekleri, bu derneklerin<br />
katılımıyla oluşan Devrimci Kadın Dernekleri Federasyonu<br />
kuruldu. Hem de aynı siyasal görüşü paylaşanlarca<br />
“yukarıdan aşağıya” oluşturulan ve özellikle DİSK<br />
içinde etkinlik gösteren İlerici Kadınlar Derneği(İKD)<br />
örgütlü mücadeleye başladı. İzleyen süreçte Demokratik<br />
Kadın Birlikleri Federasyonu’nu oluşturacak olan<br />
Demokratik Kadınlar Birliği hukuki kimlik kazandı.<br />
Bu kadın örgütlerinde değişik görüşlere sahip binlerce<br />
kadın, 1975-1980 arasında, anti-faşist mücadele içinde aktif olarak yer<br />
aldılar. Kadınların örgütlü eylemleri; “Faşizmin Maşası Ülkü Ocakları<br />
Kapatılmalıdır!”(AKD), “Ülkü Ocakları Kapatılsın!”(İKD), kampanyaları;<br />
“Eşit İşe Eşit Ücret!”, kürtaj sorunu; su, yol, çöp kampanyaları;<br />
okuma-yazma, biçki dikiş kursları; Medeni Kanunu’ndaki ayrımcı maddelere<br />
karşı mücadele etkinlikleri; konuya ilişkin paneller, seminerler,<br />
mitingler; işsizliğe karşı mücadele, olarak sıralanabilir.<br />
Görüldüğü gibi 1970’li yılların ikinci yarısında, sınıflı toplumda ezilen<br />
ötesinde erkek tarafından hırpalanan, kimliksizleştirilen kadının,<br />
gelecekteki “düşsel” kurtuluşuna kaynaklık edecek düşyapısal tasarımlar<br />
yaratabilmiş değildi. Kadınına karşı sevgi göstermekten “utanan” erkekler<br />
dünyasında; yabancılaşmış erkeğin, yabancılaşmış gereksinimini<br />
karşılamak üzere sistemin bir ürünü olarak ortaya çıkan “vücudunu para<br />
karşılığı satan” kadın kimliği, kadınların alçalmasının öcünü, erkeklerin<br />
de alçalmasıyla alınmasına aracılık edecek durumda değildi. Yaşanan<br />
süreçte kadın, henüz kendini özgürleştirememişti; doğal olarak erkeğini<br />
de özgürleştiremedi: Alçalarak da olsa kendi öcünün alınması sonucunu<br />
doğuran ancak erkeğini de alçaltan “emeğini satma yerine vücudunu satan”<br />
kadın kimliğine, uzantısında bunları üreten sisteme toplu bir karşı<br />
duruş alamamıştı. Erkeklerin asla kadın sıkıntısı çekmediği “erkek egemen<br />
sistemi” sorgulamak, kendilerinin “satın alınma” koşullarını ortadan<br />
kaldırmak konusunda bir bakıma “çocukluk” dönemini yaşıyordu.<br />
Uygarlığın “İcadı” Kadını Modern “Köle” Yaptı<br />
Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki<br />
“çelişmenin” karı-koca evliliği içinde “gelişme”siyle, ilk sınıf baskısının<br />
ise dişi cinsin erkek tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana<br />
denk geldiği hiçbir zaman unutulmamalıydı. Egemen anlamda, doğal koşullar<br />
üzerine değil de ekonomik koşullar üzerine kurulan tek karı-koca<br />
evliliği, insanlığın evriminde kuşkusuz büyük bir tarihsel ilerlemeydi.<br />
Ama ne var ki bu ilerleme, erkeklerin refah ve gelişmesi, kadınların acı<br />
ve gerilemesiyle elde edilen bir “ilerleme”ydi. Her ilerlemenin aynı zamanda<br />
bir “gerileme” olduğu bu çağ, kadın-erkek ilişkilerinin, erkeğin<br />
belirleyici olduğu çıkar zemininden, her iki cins için<br />
eşitlik üreten “doğal-toplumsal” zemine aktarılamadığı<br />
sürece aşılamayacaktı: İlerleyen erkek, gerileyen kadın<br />
olacaktı.<br />
Günümüzde “teknik akılsallık” egemenin, özelde erkeğin<br />
akılsallığıydı; bu “akılsallık”, kendine “yabancılaşmış”<br />
toplumun ya da kendine “yabancılaşmış” erkeğin<br />
“zor” kullanan “niteliği”ydi. “Zor” kullanan “nitelik”<br />
nedeniyle “bireyleşme”deki her türden gelişme “bireyselliğin”<br />
zararına işlemeye başladı. Sonuçta; yaşam,<br />
iş yaşamına ve özel yaşama; özel yaşam, mahremiyete;<br />
mahremiyet, geçimsiz evlilik beraberliğine “bölündü”.<br />
Geriye “kendi amacını izleme kararı”ndan başka bir şey<br />
bırakmadı: Yalnız başına kalan, kendisiyle ve herkesle<br />
arası açık olan “birey” artık, hem heyecana getiren hem<br />
de hareket eden gizil bir “Nazi”ydi ya da dostluğu “sosyal<br />
anlaşma” olarak algılayan “soğuk”, “namert” bir<br />
kent sakiniydi.<br />
Aile biçimi, toplumsal sistemin bir ürünüydü ve onun<br />
kültür durumunu yansıtıyordu. Ataerkil aileyle birlikte<br />
ev yönetimi, “kamusal” niteliğini yitirdi. Artık ev işi, toplumu ilgilendirmez<br />
oldu; erkeğin özel bir hizmeti durumuna geldi. Modern karı-koca ailesi,<br />
açık ya da gizli, kadının “evcil köleliği” üzerine kuruldu ve giderek<br />
kadın, toplumsal üretim sürecinden uzaklaştırıldı. Bu “uzaklaştırma”yla<br />
HAYVANI ÇOĞALTMAK ANLAMINDA KADIN EVCİLLEŞTİRİLDİ<br />
Kadın Sorunu<br />
Esat Korkmaz<br />
Modern çağda,<br />
“kadının doğa ve bereketle<br />
özdeşleştirilmesinden sakınıldığı”<br />
için<br />
“ezilenler katında”<br />
kadının yazgısı<br />
erkeğin yazgısından<br />
“uzaklaştı”:<br />
“Vahşi doğa” erkek,<br />
“evcil doğa” kadın oldu<br />
Önce hayvan<br />
evcilleştirilmişti<br />
“uygarlık” geldi<br />
evcilleştirilmiş hayvan<br />
“hizmette yetersiz”<br />
kalınca bu kez<br />
“hayvanı çoğaltmak”<br />
anlamında<br />
“kadın” evcilleştirildi.<br />
Sonuç mu?<br />
Uygarlığın bu “icadı”<br />
kadını “modern köle”<br />
yaptı.<br />
birlikte kadın, erkekle “kavga” vereceği “alanı” da yitirmiş<br />
oldu. Günümüz sanayi toplumu, kadına, toplumsal<br />
iş sürecine katılma yolunu “açmış” gözüküyor ama<br />
istisnalar bir yana bırakılırsa “ev işi”, hâlâ bu iş sürecinin<br />
dışında. Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, kadınların<br />
yeniden kamu işine dönmesinden ve “ev işinin”,<br />
toplumsal iş sürecinin bir parçası durumuna getirilmesinden<br />
geçecekti: Bu koşul yaşama geçtiğinde toplum,<br />
“ev hizmeti”yle ilgi kurmaya başlar, “ev işi” özel hizmet<br />
olmaktan çıkar; kadının baş hizmetçiliği sona erer.<br />
Yaşama geçirilen kadın hakları, erkekle kadın arasındaki<br />
“karşıtlığı” ortadan kaldırmaz; tersine, aralarındaki<br />
mücadelenin üzerinde yapılacağı “alanı” hazırlar. Ama ne var<br />
ki var olan koşulda bu “alan”, sistem ve sistemin taşıyıcısı erkek tarafından<br />
“işgal” edilmiş durumdadır. Kadının erkekle mücadele edeceği<br />
“alanı” belirlemeye girişmesi özünde bir “başkaldırı”dır; her başkaldırı<br />
bir “bedel” ister; kendini bilmek isteyen her kadın bu “bedeli” ödemek<br />
durumundadır.<br />
Anlaşılacağı üzere ataerkillikle birlikte kadın, “özne” olmaktan çıkıyor:<br />
Artık o, bir “şey” üretmiyor; sadece üretilenlere bakıp, özen gösteriyor.<br />
Bu durumunu onurlandırırsak, tarihin uzak geçmişinde kalmış<br />
“kapalı ev ekonomisi” anısının canlı bir “anıtı” olarak çıkar karşımıza.<br />
Erkek egemen sistem tarafından “zorlanan” işbölümü, kadına pek “yaramamış”<br />
gözüküyor. Kadın, biyolojik işlevin “maddeleşme”sine, “tene<br />
aşkın” ürününe “konaklık” eden “yatağa” dönüşürken, kadına hükmediliş,<br />
uygarlığın övünç kaynağı olup çıkıyor. Bu “övünç kaynağı”, “evcilleştirilmiş”<br />
ya da “evcil doğa”nın, egemen bilinçte yansıyan imajından<br />
başka bir şey değildi. Uyum sağlamayan ya da sağlayamayan, “başına<br />
buyruk” davranan kadın, buna eşlik eden “ekonomik bir acizlikle” cezalandırıldı.<br />
Başlangıçtan bu yana, doğaya sınırsızca hükmetmek, evreni uçsuz<br />
bucaksız bir avlanma alanına çevirmek, insan düşüncesinin temel ideali<br />
olageldi. Bu düşünce erkek egemen sisteme, ataerkil topluma “uyarlanınca”<br />
varılan sonuç insanlık adına ürkütücü oldu. Erkeğe göre kadın, ufak<br />
tefek ve güçsüzdü; yani erkekle arasında doğasal bir fark vardı. Amaç<br />
doğaya “hükmetme” olunca, biyolojik olarak “güçlü-güçsüz” ilişkisine<br />
yönelik eğilim yine doğanın kendisi tarafından “uygulamaya” sokulur.<br />
Sonuçta kadın, sömürülmüş doğa karşılığında, egemenlik dünyasına<br />
ya da “uygar dünya”ya alınmayı başarır: Galibin zaferi, yani, erkeğin<br />
yengisi, kadının “boyun eğişi”yle yaşama geçer. Tersinden düşünürsek,<br />
kadının yenilgisi, galibin, yani erkeğin zaferi görüntüsü ardında “kutsanır”.<br />
Bu durumda, “ters dönmüş” bilinç gereği kadının yenilgisi “fedakârlık”,<br />
umutsuzluğu “yüce ruh”; lekelenmiş yüreği “seven bir kucak”<br />
olup çıkar.<br />
Özetlemeye çalışırsak; toplumsal iş sürecinden kovulmasının bedeli<br />
olarak kadın, “efendi”sinden saygı görür. Zamanla bu “zorunluluk”,<br />
“zorbalık” kadın açısından “gönüllülüğe” dönüşür; kadın<br />
artık “vahşi doğa”yı, “egemen doğa”yı erkeğe bırakır;<br />
“evcilleştirilmiş doğa”yla kendini bir tutar. Kadın<br />
kendi “ben”i hakkında erkeğin değerlerine göre hüküm<br />
vermeye başlar; ne olduğunu ise ataerkil bir ailede “başına<br />
gelenlere” bakarak öğrenir.<br />
Hayvanın Rolüne<br />
Soyundurulan Kadın<br />
Bu karşıtlık tarihsel sürecinde, dışımızdaki doğada ve<br />
kendi doğasında “yaşama” geçerken; egemen doğa,<br />
vahşi doğa olarak algılanan erkekler tarafından, hükmedilen<br />
doğa, evcil doğa olarak bilince taşınan “hayvan”a<br />
gösterilen ilgi, özen “yetersiz”, “doyurucu” olmaktan<br />
uzak bulundu. Çünkü, hükmedilen doğa, evcil doğa,<br />
“ek-doğa” olarak algılayabileceğimiz insanın toplumsal<br />
yapısını kullanamıyordu da ondan. Yeni “onur” kaynakları<br />
aranmaya girişildi. Bu kaynak “uygarlıkta” bulundu;<br />
kadın, “hayvan”ın “rolüne” soyundu ya da soyunduruldu.<br />
Bu nedenle bugün kadınlara düşen görev, kendi sorunlarının<br />
çözümüne ilişkin “kavganın-mücadelenin” verileceği “alanı” hazırlamak;<br />
bu “alanda” kullanacağı iletişim “dilini” yaratmak; bunu yaparken<br />
erkekleri de “özgürleştirmek”; erkeğe bu konumu biçen “erkek egemen<br />
4 Sayı 27
SERÇEÞME<br />
Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde<br />
Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde<br />
Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok<br />
Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde<br />
Hacı Bektaş Veli<br />
toplumu” sorgulamak ve genel demokrasi kavgasının “üretici” bir halkasını<br />
oluşturmak olmalıdır.<br />
1960’lı yıllarda olduğu gibi 1970’li yıllarda da kadın olsun, erkek olsun<br />
“kadın sorunlarına ilişkin” bilincimiz, Engels’in “Devletin, Ailenin,<br />
Özel Mülkiyetin Kökeni” ve Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitaplarında<br />
verilen bilgilerle sınırlıydı. Kısaca, kadın sorununun çözümü sosyalizme<br />
bırakılıyordu. “Erkeksi devrimcilik” 1970’li yıllarda da “kırılabilmiş”<br />
değildi. Kadınlar değilse bile erkekler hâlâ Engels “Baba”nın sözünden<br />
çıkmıyordu: “Kadın evin ekmeğini kazanan fi gür rolünü alır, erkek ise<br />
evde oturup çocuk bakar, temizlik ve yemek işleri yaparsa... aile ilişkileri<br />
tersine dönmüş olur ama toplumsal durum değişmez. Böyle bir gelişim,<br />
erkeği erkek olmaktan; kadını da tümüyle kadınlık niteliklerinden uzaklaştırır....<br />
Ve bu, insanoğlunun cinsiyetlere karşı utanç verici ve aşağılayıcı<br />
tavrını gösteren bir durumdur.”<br />
Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitabı kadınlar için “yaşamaları ve<br />
savaşabilmeleri için umut ve sevinç kaynağı” oldu. Bebel’e göre eşitlik<br />
ve özgürlük kadın için hem kişisel hem de toplumsal bir olguydu; ancak,<br />
toplumsallık baskın olduğundan kadın sorununun çözümü ileri yıllarda<br />
“görülecek”ti; bu da devrim sonrası bir “gelecek” demekti. Peki kadın<br />
sorunlarının çözümü için hiçbir şey yapılmayacak mıydı? Yapılacaktı<br />
elbette: Kadının, topluma eşit haklarla katılımını sağlamak için “kavga”<br />
verilecekti. Bugünden geriye baktığımızda, bu, liberal feministlerin, kapitalist<br />
toplumda “cinsiyet eşitliğini” sağlamak için verdikleri kavgadan<br />
başka bir şey değildi. 1970’lerin ikinci yarısında, Türkiye’de, onca kadın<br />
örgütüne karşın kadın sorunlarının saptanmasına ve çözümüne ilişkin<br />
mücadele “liberal feminist” bir kavganın sınırları dışına çıkamadı.<br />
Clara Zetkin Sahne Aldı<br />
1800’lü yılların sonunda, “sahneye”, bilincine ancak 1980’li yıllarda<br />
varabildiğimiz Clara Zetkin çıktı: Kapitalist toplumla birlikte kadın sorununun<br />
“modern” bir sorun olarak ortaya çıktığı saptamasıyla sorunu<br />
sınıf açısından irdelemek gerektiğini söyleyiverdi. O, “Kadın sorunu:<br />
Proleter ve orta burjuva kadını için, aydın kadın için ve egemen sınıf<br />
kadını için vardır, ancak, sınıfına göre bu sorun değişik şekiller alır”,<br />
diyordu.<br />
Zetkin’in bu yaklaşımıyla o güne değin egemen olan sosyalist tavır<br />
“yara” aldı; tabular yıkılıyordu. Zetkin’e göre, egemen sınıf kadınının<br />
sorunu mülkiyetti; mülkiyet sahipliğindeki eşitsizlikti;<br />
yaşamından doyum sağlayabilmesi için mülkiyetleri<br />
üzerinde özgür ve bağımsız denetimi ele<br />
geçirmeliydi. Bu amaçla kendi sınıfından erkeklere<br />
karşı bir savaşım içine girdi. Küçük ve orta-burjuva<br />
ile aydın burjuva kadınının sorunu oldukça farklı bir<br />
sosyal biçim sergiliyordu: Buradaki kadının sorunu,<br />
kendi sınıf temelinde cinsiyete dayalı eşitsizlikti; yani<br />
kazanç eşitsizliğiydi; sorunun çözümünü ise iş yaşamında,<br />
kendi sınıfının erkekleriyle ekonomik eşitlik<br />
talebinde buluyordu. Proleter kadının sorunuysa başka<br />
bir biçim içeriyordu: Kapitalizmin ekonomik yaşamına<br />
girmek için bir kavga vermek zorunda değildi; o<br />
zaten ekonomik yaşamın içindeydi. Onun, kapitalist<br />
düzenin kullanımına, sömürüsüne ve olanaklı olan<br />
en ucuz emek gücü arayışına “alet olmaktan” dolayı<br />
bir kadın sorunu vardı. Proleter kadının temel sorunu<br />
kapitalizmdi; çözümü ise proleter sınıfın politik iktidarını<br />
sağlamaktı. Onun yapacağı şey, kendi sınıfının<br />
erkeğiyle omuz omuza, onunla “uzlaşmaz” bir çelişkiye<br />
girmeden kavga vermesiydi.<br />
Bizde “esintisi” görülmese de uluslararası düzeyde feminist<br />
hareket oldukça boyutluydu: 60’la rın sonlarında<br />
Zetkin’in izinde “sosyalist-feminist” bir akımın çıkışı<br />
çok önemli bir ge liş me oldu: Anti-emper yalist ve ülke içi/<br />
ülke dışı ilerici hareket ler le dayanışma içine girdi. Ama<br />
Âşık olmak,<br />
“acıyla yaşamayı” başarmak<br />
anlamına gelir:<br />
Âşık olmak<br />
kolay olmadığına göre<br />
erkek için<br />
“acı da kolay elde edilir”<br />
bir olanak değildir.<br />
Kadın, “modern bir köle”<br />
olarak “acıyı icra” eder;<br />
demek ki<br />
kadın için “acı”<br />
yaşamın içinde olan<br />
bir şeydir:<br />
O âşık olduğunda,<br />
zaten var olan acısını<br />
“sağlıklı yaşama sanatı”na<br />
“dönüştürür” o kadar<br />
feminist hareket kendi zemininde “karşıtını” üretmekte gecikmedi: Erkek üs<br />
tünlüğünü tüm insanlığın ezilmişliğinin kökeni kabul eden ve kadın özgürlüğü<br />
önünde başlıca engel olduğunu savunan köktenci feminist akım<br />
“boy verdi”.<br />
Türkiye’de 1980’li yıllarla birlikte sosyalist-feminist hareketten çok<br />
temel çelişkiyi kadınla erkek arasında gören, erkeği baş düşman kabul<br />
eden, popülist hezeyanlar eşliğinde, erkeği içine almayan, onunla bir arada<br />
bulunmaktan “tiksinen” küçük-burjuva nitelikli köktenci feminist hareket<br />
egemen oldu. 1970’lerin sonuna kadar kadın hareketinde sosyalist<br />
nitelik yoktu; sonraki yıllarda ise sosyalist nitelik boğuldu.<br />
Alevilikte Kadın<br />
Alevi inancında insanlar cinsiyetlerine göre değil de tasavvufta-inançta<br />
kat ettiği yola göre değerlendirilir. Eğer kişi yetişmişliği ve davranışıyla<br />
tasavvuf-inanç zemininde ilerlemiş ise ister kadın ister erkek olsun o,<br />
sıradan insanlardan daha üst aşamadadır ve “er” olarak tanımlanır.<br />
“Doğrudan demokrasi” temelli yol örgütlenmesinde kadın-erkek “ayrımı”,<br />
yani cinsiyet “ayrımı” yapılmadığı için dervişlik makamı dışında<br />
“halife” olan, tekkeleri yöneten, kendilerine bağlı birçok müridi bulunan<br />
kadınların sayısı az değildir: Bunun en çarpıcı örneği “Kadıncık Ana”dır.<br />
Hacı Bektaş Veli’nin Hakk’a yürümesinin ardından O’nun postuna oturur.<br />
Halife iken Yol’un birinci piri durumuna gelebilmiştir. Kadıncık<br />
Ana, Bektaşiliğin kurumlaşmasını sağlayan Abdal Musa’yı yetiştirmiştir.<br />
Aleviliğin-Bektaşiliğin dört büyük dergâhından birinin adına<br />
bağlandığı ve Kızıldeli olarak bilinen Seyit Ali Sultan da Kadıncık Ana<br />
yetiştirmesidir.<br />
Balkanlar’a geçtiğimizde “Kız Ana” ile karşılaşırız: Demir Baba<br />
Vilâyetnamesi’nde, tekkede oturan kişi olarak anlatılır. Adına kurulan<br />
tekke, bugün de halkın önemli uğrak yerleri arasındadır. Kadınların “post<br />
sahibi” olma geleneği XIX. yüzyılda Tokat’ta yaşayan Hubyarlı Alevilerinin<br />
“Anşa Bacı”ya, Afyon/Emirdağ ilçesine bağlı Karcalar köyü Alevilerinin<br />
“Zöhre Bacı”ya bağlanmalarıyla sürdürülür. Alevi zeminde kimi<br />
ocak pirlerinin “kadın” olduğunu görmekteyiz: Adıyaman/Çelikan ilçesi<br />
Bulam bucağında “Zebran” (Sarı Gök) ziyareti vardır. Bu ziyaret, “Zebran”<br />
adında bir kadın pire ait olup, aynı kandan gelenlerce “ocak” olarak<br />
bilinir. Bu kadın pire bağlı ocaktan gelenler, son dönemlere değin kimi<br />
Alevi gruplara dini hizmet götürdü .(*)<br />
Alevilikte kadının yerini tam olarak algılayabilmek için temel ibadet<br />
biçimi olan “cemlere” bakmak gerekir: Kırklar, Alevi inancında en yük<br />
sek makama ulaşanların oluşturduğu bir birliktir. Kutsal gerekçesinin<br />
önemi nedeniyle Alevilikte cem, Kırkların yaptığı muhabbeti “canlandırmak”<br />
anlamına gelir. Açıktır ki Kırklar arasında yalınız erkekler değil<br />
kadınlar da bulunmaktadır: Kırklar’ın 23’ünün erkek 17’sinin kadın<br />
olduğuna ve kadınlar arasında Fatma Ana’nın da bulunduğuna inanılır.<br />
Kırklar’ın içinde kadınların bulunduğu, cemde süpürgecinin okuduğu<br />
gülbankla bize aktarılır: “Biz üç bacıydık, Kırklar meydanında süpürgeciydik.”<br />
Yol uygulamaları rehberlik hizmetinin özünde bir “kadın hizmeti” olduğunu<br />
kanıtlıyor: İnançta ve inanç uygulamasında mürşit, talibin “yol<br />
babası”dır; rehber ise “yol anası” olarak algılanır. Cemlerdeki zâkirlik<br />
hizmeti kimi ocaklarda ağırlıklı olarak kadınlar tarafından<br />
yerine getirilir: Sözgelimi “Ela Ana”, zâkirlik<br />
yapmıştır. Aynı yörede yaşamış ve evliya aşamasına<br />
taşınmış “Fato”nun uzun süre cemlerde zâkirlik yaptığı<br />
anlatılır. Adıyaman bölgesinde çerağ hizmetinin,<br />
bir kadın hizmeti olduğu vurgulanır: Kadınlar, Fatma<br />
Ana’nın temsilcileri olduğu için “ışık” onlardan gelir.<br />
Yine Malatya ve Adıyaman bölgelerinde cemevinin<br />
hazırlanması işleri kadınlara verilir: Doğal olarak cemevine<br />
gelen mürşit ya da pir, bu kadından “rıza” alarak<br />
içeri girer. (**)<br />
Kadın-erkek eşitliğini, yaşamda ve ibadette kadınerkek<br />
birlikteliğini kanıtlayan bu uygulamalar, “erkek<br />
egemen toplum” insanının ya da sisteme uyarlanmış<br />
yabancılaşmış bireylerin anlamakta “zorlanacağı” çok<br />
“demokratik” bir durumu anlatır. Kadının özgürleşmesinde,<br />
Alevi kadınının yeri ayrıcalıklıdır. Bu “ayrıcalıklı”<br />
durumu yaşama geçirmek hepimizin görevi-sorumluluğudur.<br />
Son söz olarak, hayvanları “mahkemeye çıkarmadan”<br />
kesiyoruz (idam ediyoruz); bunu bugün kadına<br />
da aynen “uyguluyoruz” acı olan budur.<br />
NOTLAR<br />
(*) Daha fazla bilgi için bakınız: İbrahim Bahadır, Kadın<br />
Dervişler, Su Yayınları, İstanbul, 2005<br />
(**) Daha fazla bilgi için bakınız: Age.<br />
Mart 2007 5
SERÇEÞME<br />
BREMEN ALEVİ EVİ DERNEĞİ’NİN 8 ARALIK 2006 TARİHİNDE DÜZENLEDİĞİ PANELE YAPILAN SUNUŞ<br />
Alamut (Nizari) İsmaililiği ve Anadolu’da Yaşayan Alevilikle İlişkileri-Etkileşimi<br />
Bölüm I<br />
İsmail Kaygusuz<br />
Alamut Nizari Aleviliği, yani İsmaililik, Alevi-Bektaşi inancının<br />
Anadolu’da sistemleşmesi ve kurumlaşmasında fazlasıyla<br />
etkili olmuş ve birçok bakımlardan batınilik bağlamında<br />
onun uzantısıdır. Genel anlamda Heterodoks İslam<br />
olarak tanımladığımız Aleviliğin çok önemli bir kolu olan<br />
İsmailiğin Alamut çağı Nizari İsmaililerine ilişkin yanlış, yalan ve iftira<br />
dolu hayali bilgiler yüzyıllar boyu aktarılarak, tarihsel gerçeklermişçesine<br />
sunulmuş; sözde tarih araştırmaları, romanlar, öyküler ve film senaryolarıyla<br />
bu uydurma ve tarihsel çarpıklıklar hala sürdürülmektedir.<br />
Alamut devleti ve onun kurucusu Hasan Sabbah (1034?-1124) hakkında<br />
da akıl almaz kara çalmaları ve aşağılamaları, en ciddi yazar ve<br />
araştırmacıların yazılarında görmek, günümüz tarihçilerinin kaleminden<br />
okumak insanı dehşete düşürüyor; bu denli bağnazlık olamaz diye!<br />
Bağnazlık diyoruz, çünkü Avrupa merkezci tarih anlayışı Avrupalı-Hıristiyan<br />
kökenli kaynakları güvenirlilik ölçütü alırken; Ortodoks İslam<br />
(Sünni) tarihçi ve din bilginleri; çağdaş saray kronikçileri ve yönetim<br />
erkinin besleme yazar ve bilginlerinin bu yazdıklarını ana kaynak olarak<br />
kullanmaktadırlar. Türk Sünni yazar ve tarihçileri ile Avrupalı Hıristiyan<br />
tarihçileriyle birleştiren işte bu bağnazlık anlayışıdır.<br />
Büyük İsmaili Dai’si, döneminin bilgin ve düşünürü, eşi az bulunur<br />
örgütçü bir devlet adamı olan Hasan Sabbah’ın, İmam Cafer oğlu<br />
İsmail’in soyundan 19. İmam Nizar’ın adına ve İsmaili Aleviliği inanç<br />
öğretisini daha da geliştirerek, onun özündeki özgürlükçü, barışçıl,<br />
eşitlik ve paylaşımcılık temeli üzerinde kurduğu Alamut devleti 167 yıl<br />
sürmüştür. Pamir’den, Güneydoğu Akdeniz kıyılarına-Filistin’e kadar<br />
uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası içinde 300’e ulaştığı bildirilen, baş<br />
Dai’lerin yönetiminde bulunan ortaklaşa çalışıp kazanarak, ortak kazanda<br />
aş yenilen ve özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri Dar<br />
ül Hicra’lardan oluşan bir devletti. Alamut Nizari İsmaili devleti tam<br />
anlamıyla bir Sosyalistik Federe Cumhuriyeti idi. Dar ül Hicra’lar, çok<br />
iyi bir hiyerarşik yapılanma içinde örgütlenmiş, İsmaili Dava’sını yayan<br />
görevli Dai’ler (çağıran, davet eden), Dava’yı açık ve gizli düşmanlara<br />
karşı savunmada canını vermekten asla çekinmeyen Fedai’ler aracılığıyla<br />
uygulanan çok güçlü ve geniş propaganda-iletişim-savunma ağıyla<br />
Alamut’a bağlıydı.<br />
İslam dinini ve kutsal kitabını kendi iktidar çıkarlarına uygun biçimde<br />
yorumlayarak baskıcı yönetimlerini sürdüren Sünni Bağdat Halifeleri,<br />
onların kılıcı olmayı kabul etmiş Selçuklu Sultanları ve diğer prenslere<br />
karşı ölümüne direnerek, düşünce ve inançlarını yaymak, dünyayı<br />
değiştirmek ve dünyayı gerçek adalet ve eşitlik içinde, nimetlerini hakça<br />
paylaşarak, yaşanılır kılmak savaşımı veren bir yönetim olarak dünya<br />
sahnesinde çok onurlu bir yeri vardır Alamut Nizari İsmaili Devleti ve<br />
onun kurucusu Hasan Sabbah’ın.<br />
Yaşayan İsmaililik ve İsmaililer<br />
Dokuzuncu yüzyılın ortalarında İmam Zeynel oğlu Zeyd soyundan gelenlerle<br />
birlikte, Aleviliğinin girdiği Anadolu, 12. yüzyılın başlarından<br />
itibaren, Batıni inanç olarak Alamut İsmaili-Aleviliğinin yoğun biçimde<br />
etki alanında kalmıştır. Bu etki, 13. yüzyılın ortalarından sonra da<br />
(Alamut sonrası dönemde) Anadolu, Azerbaycan, Gilan, Horasan İran<br />
ve Hindistan’ın köy, kasaba ve dağlarında açık-gizli, sürekli kılık değiştirerek<br />
dolaşan İsmaili İmamları ve Dai’lerinin olağanüstü çabaları<br />
sonucudur. 10-11. yüzyılda Ebül Vefa, 13. yüzyılda Şemseddin Tebrizi<br />
ve Hacı Bektaş’tan başka Alamut sonrası ikinci İsmaili İmamı Kasım<br />
Şah’ın (1310-1370) yaşamının bir bölümünü, Anadolu’da Alevi-Bektaşiler<br />
arasında geçirdiğini İsmaili kaynaklarının söylediğini zikredelim.<br />
Ayrıca Kızılbaş Safevi devletinin oluşumunda, dönemin İsmaili İmamlarının,<br />
Kızılbaş Türkmen dede-beyleri ve Şah İsmail ile kurdukları yakın<br />
siyasi ilişkiler ve savaşçı destekleriyle katkıda bulunmuş olduklarını<br />
biliyoruz.<br />
Bu nedenlerden dolayı Alamut İsmaililiği (Nizarilik) bizi çok daha<br />
yakından ilgilendirir. Ancak Alamut İsmaililiğine adını veren Nizar’ın<br />
(Ö. 1095) kardeşi Mustali billah’ı (Ö. 1101) izleyen İsmaililerin kimler<br />
olduğu e tarihsel süreçlerine de kısaca değinmek gerekiyor. Arif Tamir’i<br />
dinleyelim:<br />
“909 tarihinde Mısır’da Fatımi devletinin kurulmasıyla, 10. yüzyıl<br />
boyunca ve 11. yüzyılın ortalarına kadar çok yoğun bir propaganda<br />
(dava) çalışmaları uygulandı. Daha o zaman, İsmailizm gücünü,<br />
Atlantik’ten itibaren İslam dünyasının uzak doğu sınırlarına kadar<br />
gösterdi; özel olarak İran’da, Hazar bölgesi eyaletlerinde, Azerbaycan,<br />
Rey, Kum, Isfahan, Fars, Huzistan, Kirman, Kürdistan, Horasan,<br />
Kuhistan, Gazne, Mavera-ün Nehir’deki Bedehşan’da yürütme<br />
merkezleri kurdu. İran’da, Ebu Yakub-ül Sicistani (ö. 331/942), Ebu<br />
Hatim-ül Razi (aynı tarihler), Hamid-üd Din-ül Kirmani (ö. 410/1019<br />
civarında) ve El-Muayyad Sirazi (ö. 470/1077 civarı) gibi hareketin<br />
doktrininin gerçek kurucuları olan İsmaili bilgin-filozoflarına ortaya<br />
çıkış olanağı verdi. Nasır-ı Hüsrev (ö. 1085 civarı) ve Hasan Sabbah<br />
(ö. 1124) da bu gruba eklenebilir.<br />
Mısır’da son zamanlarda İsmaililer arasında süren karışıklık ve umursamazlık,<br />
Mısır Fatımi İmamları çizgisi çökünceye dek, Mustali’leri<br />
de yönlendirdi. El. Hakim oğlu El-Amir 542/1130’da öldürülünce,<br />
genç oğlu ve halefi El-Tayyib “sır olmak” kavramında yerini aldı.<br />
Son beş Mısır Fatımi halifesi, kendilerini İmam olarak düşünmediler<br />
ve son adalet gününde (Kıyamet’te) gelmesi beklenen İmam olan<br />
al-Kaim adına hutbe okundu. Son Fatımi imamı olan çocuk-İmam<br />
al-Tayyib 526/1131 yılında ortadan kayboluyor; babası da otuzunda.<br />
Oniki İmamcı Şiilerin gizli İmamı olan 12. İmamın (Mehdi) babası<br />
Hasan-ül Askeri ile aynı yaşta ölmüştür. El Emir’inkine benzemekten<br />
uzak pak, soylu ve yumuşak kişilik sahibi olduğuna inanılır El<br />
Tayyib’in. Bu kayboluşla, İsmailizmin Batı kolu da İmamlığın sır<br />
olması dönemine girdi. Uygulama olarak da, Oniki İmamcı Şiilerinkiyle<br />
benzer bir inançsal durum içinde buluştu. Tıpkı bu Şiiler için,<br />
yeryüzünde görünüm alanına çıkan imamlardan onikinci gizli İmam<br />
ile tamamlandığı gibi; aynı şekilde 21. İmam olarak El Tayyib’in sır<br />
olmasıyla, onlara göre Muhammed peygamberden itibaren İmamların<br />
üç yedili dönüşüm tamamlanmış oluyordu. İmam’ın sır olmasının<br />
birinci sonucu, Fatımi geleneğini izleyen İsmaililerin pratikte<br />
inançsal bağlılıklarını, Nizari İsmaililerin yaptıkları gibi görünür bir<br />
İmama değil, görünmeyen İmamın temsilcisi olan Dai al-Mutlak’a<br />
gösteriyorlardı. ‘Batılı İsmaililer’ denilen bu kol, eski Fatımi İsmai-<br />
6 Sayı 27
SERÇEÞME<br />
lizmi geleneğini ara vermeden ve yüzyıldan yüzyıla geliştirip yenilemeden sürdürdüler.” (Arif<br />
Tamir, La Qasida Safıya, Texte arabe établi et annoté. )<br />
Mustalilerin yönetim merkezi Yemen’e geçti ve Dai al-Mutlak’lar yönetiminde Yemen’de aşağı<br />
yukarı 500 yıl boyunca belli-belirsiz bir durum içinde tutundu. Ancak 17. yüzyılın başlarında ilk<br />
sömürgeciliğin oldukça genişlediği Hindistan’da tamamıyla farklı bir gidiş, bir süreç oluştu. Bu<br />
süreç İsmaili özgün topluluğu için çok önemliydi; Dai’lerin bazılarını Hindistan’a taşınmayı zorunlu<br />
kıldı. Orada Davudi İsmaililer adını aldılar. Yemen’dekilere ise Süleymani’ler deniliyordu.<br />
Bugün İsmaililer’in Davudi Bohralar kolu Hindistan ve Kaşmir’de yaşamaktadırlar. Sayıları<br />
otuz bin kadar olduğu bilinen Bohralar, Arif Tamir’in söylediğinin tersine son yıllarda “bir gelişim<br />
ve yenilenme” süreci yaşamaktadırlar. İlerici Davudi Bohralar adı altında reformcu bir hareket,<br />
Bohra inançsal önderi (Dai al-Mutlak) ve onun yönetimine karşı mücadele ermektedir. 70’li yılların<br />
ortalarından beri bu mücadelenin başında Dr. Asgar Ali Engineer bulunmaktadır…<br />
Diğer yandan büyük çoğunluğu oluşturan Alamut- Nizari İsmailileri Hindistan, Pakistan, İran,<br />
Afganistan-Pamir, Suriye ve bazı Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde cemaatler olarak yaşamaktadır.<br />
Yirmi milyonu aşkın olduğu söylenen bu büyük inançsal topluğun önderi Nizar’ın soyundan<br />
gelen 49. İmam olarak tanınan Kerim Ağa Han’dır. İnanç kimliklerini kabul ettirdikleri ve büyükküçük<br />
topluluklar halinde yaşadıkları ülkeler dâhil, İsmaililerin çeşitli Batı ülkelerinde Üniversiteleri,<br />
Araştırma Enstitüleri ve geniş Cemaat Örgütlenmeleri bulunmaktadır. Nizari İsmaililerin bir<br />
bayrağı ve anayasası vardır; deyim yerindeyse bu topluluk, başkanı, bayrağı, hazinesi, anayasası<br />
ve –belki meclis ve hükümet gibi kabul edilebilecek(!)– Dai’lerden oluşturulmuş bölgesel ve üst<br />
konseyleri olan, fakat kendilerine ait vatanı bulunmayan devlet örgütüne sahiptir. İmam ailesinin<br />
fertleri prens ve prenses olarak dünya medyasında sıkça geçmektedir.<br />
Günümüz Nizari İsmaililiğinde Zahiri ve Batıni İnanç Kaynaşımı<br />
Kendilerini İsmaili Şiiler olarak tanıtan İsmaili dai’leri ve cemaat önderleri, Kuran İslamı ile tarihsel<br />
batıni felsefe ve öğretilerinin sentezi biçiminde bir yapılanmaya reform etmiş görünüyorlar.<br />
Batıni dai’ler aracılığıyla taşınan öğretileri ve inanç kurumlarıyla Anadolu’da batıni Aleviliğin<br />
kökleşmesinde büyük çapta etkili olmuş Alamut Nizari İsmaililiği, bugün Şiiliğe biraz daha yaklaşmış<br />
görünmektedir. Gevşek şeriatla da olsa Şiiliğe yakınlaştırılması oranında, Anadolu batıni<br />
Aleviliğinden biraz daha uzağa düşmektedirler.<br />
Şimdi günümüz İsmaili din bilgini ve önderlerinin, Kuran ayetlerinin giderek artırılan zahiri<br />
ve batıni yorumlarına dayalı inançsal yapılanma içinde yenileştirilmiş gibi görülen kuramları ve<br />
tapınma kurumları ve de insanı merkez alan öğretilerine kısaca değineceğiz. Bu yenileştirmeci<br />
ya da geliştirmeciliğin, 1970 yılında Beyrut’ta yayınlanarak Nizar soylu İmam ailesine adanmış<br />
Lübnanlı avukat Dr. Şeyh Hodr Hamawi tarafından yazılmış İsmaililiğe Giriş adlı kitapta kristalleştirildiğini<br />
görmekteyiz. Ancak Kuran’ı ve İslam dinini, Şeriat bağlamında dahi, Ortodoks<br />
İslam’dan (Sünnilik ve Oniki İmamcı Şiilikten) çok farklı ve akılcı yorumladıklarını içtenlikle<br />
söyleyebiliriz.<br />
Burada yapacağımız, kitap hakkında İsmaili internet sitesine genişçe bir yazı yazarak onu<br />
tanıtan Ebuali A. Aziz’e dayanarak konuyu özetlemek olacak. Yazarın yakın dostu ve Tanzanya<br />
Dar-üs Selam (Barış Evi) Dai’si olan Ebuali, yazısının başında Dr. Mustafa Galib’in önsözünü<br />
veriyor.<br />
Ebuali, “Dinlerin Karşılaştırmalı İncelenmesi”, “İslam’da Bölünmeler” ve “İsmaili Öğretisi”<br />
gibi üç ana bölüm içeren kitaptaki bütün konuları kısa olarak işleyip tanıtmışsa da, üçüncü bölümü<br />
daha uzun tutmakla kalmamış kitabın yazarının ağzından yazmayı tercih etmiştir. Biz de önce<br />
Mustafa Galib’in önsözünden kısa bir alıntı yapacağız. Sonra da, Ebuali’nin yazısından vereceğimiz<br />
sadece üçüncü bölümüne ilişkin çeviri özetinde de aynı yöntemi kullanacağız.<br />
Dr. Mustafa Galib’in İsmaililik İnanç ve Felsefesi Üzerine’de kısaca şunları söylüyor:<br />
“Çeşitli çağlarda İsmaili bilgin ve filozofları, İslam düşüncesinin gelişimi; onu daha etkin daha<br />
verimli yapmak ve tüm dünyada bilgiyi ve bilimi yaymaya daha uygun hale koymak için çok<br />
şey yaptılar. Bazı noktaları ve hedefleri paylaştıkları Caferi mezhebinin kuralları ve kökleri<br />
üzerindeki inançlarına bağlı kaldılar. İsmaililer ve Caferi Şiilerin üzerinde bir araya geldikleri<br />
en önemli nokta İmamlık sorunu ve İmam Ali Bin Abi Talib’in soyundan gelen bir İmam’ın<br />
varlığının gerekliliğidir. Bu inanç her iki mezhebin dinsel anlayışının temeli olarak düşünülür.<br />
Her ikisi de İmamlığın (İmamat), Peygamberliğin (Nübüvvet) devamı olduğuna inanır. Fakat<br />
İsmaililikte Monoteizm (Tanrısal birlik) en önemli ögedir…<br />
İsmaili (Alevi) Öğretisi eylem (iş, amel) ve bilgi, ya da Zahir ve Batın temelleri üzerinde durur.<br />
İsmaililere göre dinin temelleri şunlardır: Dua, temizlik, oruç, hac ve velayet (velilik)tir. Velayet<br />
hepsinin en önemlisidir. Çünkü bir mümin Tanrısını bilip, ona saygı gösteriyor, Peygamberin<br />
mesajını kabul ediyor ve dinsel görevlerini yerine getiriyor, fakat İmama itaat etmiyor ve<br />
onu inkâr ediyorsa büyük günah işlemektedir, inancı tam değildir. Hac da İmamı ziyarettir. “<br />
Batıni bilgi olan gerçek ibadete gelince; bu aşağıdaki ve yukarıdaki varlıklara ilişkin derin bilgi<br />
ve doğru yorum demektir. Ayrıca, monoteizm (Tanrısal birlik) ve ruhsal dünya içindeki ayırt<br />
edicilik hakkında üretilen derin bilgiler ve İsmaililerin ondan çıkarttığı gerçek Nübüvvet nitelikleri,<br />
başlı başına bir dinsel felsefedir: Bu evrendeki bütün varlıklar Tanrının iradesiyle ikiye<br />
bölünmüştür: Zahir ve Batın. Kuran ayetlerinin de zahiri ve batıni açıklamaları vardır. Batıni<br />
açıklamaları da İmamlar/Veliler, büyük Dai’lerden başkaları bilemez. Öğretici onlardır<br />
İsmaililer bazı alt bölümlere ayrıldılar. İlk dikkate değer olanı, İmam el Hakim bin Emr Allah’ın<br />
ölümünden sonra bir grup İsmaili tarafından tanrısallaştırılmasıdır; bunlar El Hakim’in ölmediğini<br />
ve bir gün dünyanın sonunu getirmek için ortaya çıkacağı ve Tanrısal adaleti sağlayacağını<br />
ileri sürüyorlardı. Bu gruba Druziler adı verilir kendileri Lübnan, Suriye ve Filistin’de<br />
yaşamaktadırlar. Fakat İsmaililerin büyük çoğunluğu El-Hakim’in oğlu el-Zahir’i ve İmam<br />
Mustansir Billah’a kadar onun soyundan gelenleri izlediler. Asıl burada İsmaililikte en büyük<br />
bölünme oldu; Mustaliler ve Nizariler!”<br />
Bremen’de yapılan panelde<br />
Sefil Ali’nin aşağıdaki nefesi<br />
Feyzullah Çınar’ın sesinden dinletildi:<br />
SEFİL ALİ<br />
Nur-u Rahman’ım Ali<br />
Şah-ı Merdan cûşa geldi sırrın aşikâr eyledi<br />
Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi<br />
Ol dem şimşek yalap oldu yedi semâ gürledi<br />
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />
Ömer vardı ol Muhammed katına eyledi beyan<br />
Ali’midir ya Muhammed arş-ı Âla’da gürleyen<br />
Çark-ı Gerdûn elindedir sırr-ı hikmet söyleyen<br />
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />
Ol Muhammed buyurdu ki yektir Ali bir dedi<br />
Huvel evvel huvel ahir her şeye kadir dedi<br />
Ali’ye şek getirenler mutlaka kâfir dedi<br />
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />
“Kün” deyince vareyledi onsekiz bin âlemi<br />
Hem yazandır hem bozandır<br />
levh-i mahfuz kâlemi<br />
Dertlilerin dermanıdır yar elinin merhemi<br />
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />
“Lahmike lahmi” buyurdu<br />
“cismim Ali demmike”<br />
“Ali benim vechim” dedi Zülcelâl-ı rabbike<br />
Hükmü bâki adîlhamdir ve lailahi gayrüke<br />
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />
Sefi l Ali akıl ermez hikmetine Ali’nin<br />
Sarraf olan kıymet biçer gevherine lâlinin<br />
Aşıka Mâşuk göründü aklın aldı delinin<br />
Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />
SÖZLÜKÇE:<br />
Yalap oldu: Parıldadı<br />
Sâki: Burada, kevser şarabı sunan veya özündeki<br />
tanrısal ışığı saçan<br />
Bâki: Sonsuza dek<br />
Nur-u Rahman: Acıyan-Esirgeyen (Tanrının) ışığı<br />
Kün: Ol!<br />
Arş-ı Âla: Göğün en yüksek dokuzuncu katı<br />
Çark-ı Gerdûn: Dönen gökler ya da dönen devran<br />
Huvel evvel huvel ahir: Öncesi O, sonrası O’dur.<br />
Şek getiren: Şüphe duyan, kuşkulanan<br />
Levh-i mahfuz: Tanrının insanların kaderini<br />
üzerine yazdığına inanılan gizli levha.<br />
Ya Ali, lahmike lahmi cismûke demmike demmî:<br />
Hadis, tamamı: Ya Ali etin etimden, cismin<br />
cismimden, kanın kanımdandır.<br />
Zülcelâl-ı rabbike: Tüm yüceliklere sahip olan Rab,<br />
Tanrı<br />
Hükmi bâki adîlhamdir ve lailahi gayrüke: Yargısı<br />
adil ve sonsuza kadardır ve gayri Tanrı yoktur.<br />
Gevherine lâlinin: Kırmızı renkli değerli taşın<br />
özüne, onun cevher değeri olup olmadığına…<br />
Mart 2007 7
SERÇEÞME<br />
CHP ve Sol Seçenek ya da<br />
Halkla İnatlaşmak<br />
Alevilikte Zaman ve Uzam<br />
Kavramları Üzerine<br />
Fuat Bozkurt<br />
BEKTAŞİLİK üzerine pek güvenilir olmayan bir kaynakta şöyle bir<br />
saptama geçiyor:<br />
“Nasıl ki Shakespeare’in eserlerinde zaman vardır, mekân yoktur Bektaşi<br />
menkıbelerinde de aynı zamanda zaman yoktur, mekân vardır.”<br />
Anlamın karmaşıklığı, yazım yanlışı bir yana bu yargı, bana tümüyle<br />
yanlış, çarpıtılmış gibi geliyor.<br />
Shakespeare’de zaman var, mekân yok demek ne gibi bir kanıta dayanıyor?<br />
İngilizce eğitimli kolej çıkışlı meslektaşın, bilimsel araştırma<br />
nitelikli kitabında bu konuyu örneklemesi, en azından bu görüşü kimden<br />
aldıysa, belgelemesi gerekmez miydi?<br />
Ama böyle bir kaygısı yok araştırmacının. Oysa küçük bir bakışla bile<br />
bu sava karşı örneklerle dolu Shakespeare’in oyunları. Ülkemizde Shakespeare<br />
üzerine yapılmış en ciddi incelemelerden biri olan Mina Urgan’ın<br />
Shakespeare ve Hamlet çalışması şu an elimin altında. Shakespeare’den<br />
günümüze kalan 36 oyundan tümüne yakınında uzam belli. Toplumsal<br />
içerikli olanların büyük bölümü Elizabeth İngiltere’sinde geçer. Yazar,<br />
toplumun sorunlarını anlatırken bireyin sorunlarını irdeler.<br />
Tarihsel oyunlarda ise uzam çok daha kesin bellidir. Othello,<br />
Kıbrıs’ta, Kral Lear Büyük Britanya’da Hamlet, Danimarka sarayında,<br />
Jul Sezar Roma’da, Antonionus ile Cleopatra Mısır’da, Veronalı İki Centilmen,<br />
Verona’da geçer.<br />
Bildiğim ölçülerde Shakespeare’in tüm oyunlarında belirgin uzam<br />
bel li. Araştırmacı arkadaşın savının tam karşıtı, zaman daha “belirsizdir”.<br />
Hangi yıl geçtiği kesin belirtilmez. Belki de Shakespeare’i zaman<br />
ötesine ulaştıran etkenlerden biri bu. Her neyse konumuz ne Shakespeare,<br />
ne de tiyatro. Alevilikte “zaman kavramını” tartışmak istiyoruz bu<br />
yazı m ız da.<br />
Araştırmacı, Alevilikte -Bektaşilik terimini uygun buluyor- Zaman<br />
kavramının bulunmamasını evliyaların doğum ve ölüm tarihlerinin kesinlik<br />
göstermemesine, farklı kaynaklarda, farklılıklar göstermesine<br />
bağlıyor. Bu savın çıkış noktası da 13. yüzyılda yaşayan Hacı Bektaş’ın<br />
doğum ve ölüm tarihinin kesin olmayışı!<br />
Veysel Kaymak<br />
AYLARDIR sol ve sosyal demokratların birlikte hareket etmesinden,<br />
seçimlere birlikte katılmasından söz ediliyor. Bütün bu konularda<br />
toplantılar düzenleniyor, düşünceler öne sürülüyor. Birliktelik sağlandığında<br />
ise kamuoyu yoklamaları sol ve sosyal demokratların oyunu yüzde<br />
otuzlarda, otuz beşlerde gösteriyor.<br />
DİSK konunun önemini gördüğünden olacak, aylar öncesinden bu<br />
konu ile ilgili bir dizi toplantı düzenledi. Toplantılara katılan, toplumun<br />
hemen her kesiminden insan, bu konularla ilgili düşüncelerini açıkladı.<br />
Sonunda da toplantılarda alınan kararlar, bir bildiri ile kamuoyuna açıklandı.<br />
Toplantıları düzenleyenleri de toplantılara katılarak katkı sunanları<br />
da kutlamak gerek.<br />
Ayrıca bazı sol, sosyal demokrat partiler, demokratik kitle örgüt yöneticileri<br />
de solun, sosyal demokratların birlikteliği konularında benzer<br />
görüşler öne sürmekteler.<br />
Ama ne yazık ki CHP’de, bu konulara ilişkin en küçük bir kıpırdama<br />
yok. Yani anlayacağınız, bir halk deyimi ile CHP’de yaprak kıpırdamıyor.<br />
Son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamalarında CHP, barajın etrafında<br />
dolaşıyor. Buna da aldıran yok. Öte yandan, CHP’nin seçimlere<br />
yönelik olarak yaptırdığı afişlerde; “küsmekle olmaz” diye bir cümle var.<br />
Peki, küsen halk da küstüren kim? En azından bu afişle, kendilerini ele<br />
verdiklerinin farkında değiller mi?<br />
Bana sorarsanız, küstürmek ne kelime, CHP halkla inatlaşıyor.<br />
Hatırlarsınız, bundan bir süre önce yapılan CHP Kurultayında, Deniz<br />
Baykal, toplantının yapıldığı salona, tavandan ışıklı merdivenle indi.<br />
Uzun söze ne gerek var. İşte anlayış bu! Şehir dışına görkemli bir şekilde<br />
yaptırılan genel merkez de bunun bir göstergesi değil mi?<br />
Birilerinin sık sık söylediği gibi, bunların iktidar olma gibi bir düşüncelerinin<br />
olmadığı açık. Anlaşılan onların derdi, Halkla bütünleşerek<br />
iktidar olmak değil, zar zor da olsa seçim barajını aşarak, Deniz Baykal<br />
ve arkadaş grubunun meclise taşınıp, sırça köşklerinde yaşamlarını<br />
sürdürmek. Son dönemde sıkça söylenen moda bir deyimle; “yan gelip<br />
yatmak.”<br />
Yine Deniz Baykal, katıldığı bir televizyon programında, sokaklara<br />
inmenin, miting yapmanın gerekmediğini de açıklamıştı. Bu nasıl<br />
bir sosyal demokrat anlayıştır. Bana göre asıl sorun da burada yatıyor.<br />
Kendisine sol, sosyal demokrat denilen bir parti de, parti içi demokrasi<br />
işlemiyor. Partili kendini ifade etmekten yoksun. Her şey genel başkanın<br />
iki dudağının arasında. Bu yüzden milletvekilleri de Deniz Baykal’ın<br />
dediğinden çıkamıyor. Böyle bir anlayış, böyle bir sosyal demokrat parti<br />
olur mu? Sonrada, halkın ilgisizliğinden, oy vermediğinden yakınılıyor.<br />
İyi hoş Deniz Baykal’ın böyle bir sıkıntı duyduğu söylenemez. O sürekli<br />
partinin oyunu artırdığından dem vuruyor. CHP’yi yeni kurulan bir parti<br />
olarak gösterip, kendisinin genel başkan olduktan sonra, oylarının arttığından<br />
söz ediyor.<br />
Bu ne pişkinlik! Öyle kuruyordun da CHP değil de neden, CMP-<br />
CSP diye kurmadın, Sayın Baykal. Şunu bilesin ki bütün bu söz oyunları<br />
ile bir yere varamazsın. Bir yere varılmıyor. Halk olanları görüyor,<br />
Atatürk’ün partisi diye şimdilik ayakta durabiliyorsun. Daha ne zamana<br />
kadar kendini de Halkı da oyalayacaksın? Halkla inatlaşacaksın? Olacak<br />
şey değil.<br />
Baykal ve ekibinin yıllardır yaptıkları göz önüne alındığında, hiç de<br />
iç açıcı olmadığı görülür. Halk olanları görüyor, yeri geldiğinde tepkisini<br />
gösteriyor ama bunların anladığı yok. Ya da anlamazdan geliyorlar.<br />
Yani CHP bir bakıma görmezden, bilmezden, duymazdan gelerek,<br />
sürekli üç maymunu oynuyor.<br />
Bu günlerde medyada, (Baykal’ın bir zamanlar örnek aldığı) İngiltere<br />
Başbakanı Tony Blair’le ilgili haberler yer alıyor. Gazeteler, Tony<br />
Blair’in, anketlerde açıklanan oy kaybına daha fazla sebep olmamak<br />
için, partisinden ayrılacağını yazıyor. Bizimkiler ise yıllardır, büyük bir<br />
pişkinlikle, olanlara aldırmadan üç maymunu oynamaya devam ediyor.<br />
Bütün bu olanlar karşısında ne söylenir bilemem ama bildiğim bir<br />
şey var ki son sözü Halk söyler. Halk ne eylerse güzel eyler. Bundan<br />
kuşkunuz olmasın.<br />
Onlarca yıllık zaman kaybının ve ülkemizin bu durumlara düşürülmesinin<br />
sorumlusu, sorumsuz parti başkanları, onların yardakçılarıdır.<br />
Bu böyle biline…<br />
•<br />
Bu mantıktan yola çıkarsak, Hıristiyanlıkta da Musevilikte de zaman<br />
kavramı bulunmaz. Bu dinlerde bırak herhangi bir evliyayı, peygamber<br />
olarak kabul edilen, Davut, Süleyman, Musa, İsa’nın doğum ölüm tarihleri<br />
–hatta kiminin gerçekten yaşayıp yaşamadığı– bilinmez.<br />
Bu gibi uzak geçmişe dayanan kişiler bir yana, yazarın “zaman” bulunduğunu<br />
söylediği Shakespeare’nin yaşamı üzerine İngiltere gibi yerleşik<br />
yaşama geçmiş toplumda bile yeterli bulunmaz.<br />
Bir araştırmacı böylesine küçük bir olaydan yola çıkarak, nasıl bir<br />
toplumsal sonuç çıkarır, anlamak olanaksız. Böyle bir düşünceyle yola<br />
çıkarsa, tüm geçmiş yüzyıllarda zaman kavramı bulunmaz. Ne eski<br />
Doğu’da ne de eski Batı’da olayları anı anına saptama geleneği var. Hatta<br />
bu bakımdan, Şark Batı’dan daha üstün: Osmanlı’da Vakanüvislik kurumu<br />
var: Sarayın resmi görevlisi, günü gününe olayları saptamakla görevli.<br />
Yerleşik toplumlarda yazıya erken geçilmesi nedeniyle, zaman dilimleri<br />
“daha erken” saptanır olmuştur. Göçebeliği sürdüren toplumlarda ise bu<br />
alışkanlık daha geç başlar. Ne ki, böyle alışkanlık toplumlarda “zaman”<br />
kavramının bulunmadığı savını getirmez. Üstelik Bektaşilik kurumlaştığı<br />
ve yazılı geleneğe erken başladığı için bu bakımdan Alevilikten de<br />
üstündür. 14-15. yüzyıllardan başlanarak olaylar, yaşantılar belgelenmiş,<br />
günü tarihi belirtilmiştir. Alevilikte ise, anlatı ve söylencelerde yıl-gün<br />
belirtilmese bile “dönem” bellidir. Olayların hangi dönemde geçtiği -<br />
“Harun Reşit döneminde, Hacı Bektaş Rum’a gelirken”- biçiminde belirtilir.<br />
Hani, araştırmacının Massignon’un “Müslüman Şarkta zaman değil<br />
anlar vardır” sözünden yola çıkarak bu kanıya vardığını düşünmek de<br />
sözü doğrulamaz. Son aylarda yazar Zülfü Livaneli’nin Batılı gezginlere<br />
dayanarak yinelediği bu özlü söz, doğum ve ölüm tarihlerinin bilinip<br />
bilinmemesi ile ilgili değildir.<br />
“Profesör” sanı taşıyan meslektaşın, düşünülmeden ileri sürülen savları<br />
içeren, tümüyle dağınık iki kitabı var. Kitapları Kültür Bakanlığı<br />
yayınlamış. En küçük sistematikten yoksun, ne dediği anlaşılmayan bu<br />
yayınlarla arkadaşımız sosyal antropoloji dalında “profesör” olmuş.<br />
Hadi, doktora, doçentlik, profesörlük gibi bilimsel sanları -Bağışlanmış<br />
Küheylan gibi- sunan öğretim üyeleri buna göz yummuşlar da, bu<br />
arkadaş, böylesine ne dediği anlaşılmayan kitapları nasıl yayınlamış?<br />
Amacım bu kitapları eleştirmek değil. O ayrı bir konu. Ama en azından<br />
bir noktayı aydınlatmak istedim.<br />
Yazık ki ülkemizde bilimin konumu bu: Kimsenin en küçük sorumluluk<br />
duyduğu yok. Alevilik de “sorumsuzca yapılan yağmanın” içinde.<br />
Bilip bilmeyen herkes kendine göre “kuram” üretiyor.<br />
•<br />
8 Sayı 27
SERÇEÞME<br />
ALEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU (ABF) Genel Başkanı Selahattin<br />
Özel imzasını taşıyan, 23 Şubat 2007 tarihli “Kamuoyuna Açıklama”<br />
başlıklı “Hubyar Sorunu ve Sağduyu Çağrımız” konulu açıklama<br />
ibreti âlemlik bir belgedir. Zira ABF, bu açıklama ile Alevi inancının<br />
simgelerini, figürlerini, inanç önderlerinin isimlerini ve Alevi ritüel<br />
isimlerini; “Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları” kapsamında değerlendirmekte<br />
ve ticari hayatta haksız rekabetin önüne geçmek için kullanılan<br />
patent, marka vb. ticari belgelerin konusu yapılmasını savunmaktadır.<br />
Hatta bunun bugüne kadar yapılmamasını bir “eksiklik” olarak görmekte<br />
ve teşvik etmektedir.<br />
Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması fikri mülkiyet<br />
haklarını; “kişilerin düşüncelerinin ürünleri üzerine verilen haklardır.<br />
Bu haklar genellikle bu düşünceyi yaratan kişiye, onu belirli bir zaman<br />
süresi için münhasıran kullanma hakkı verir” şeklinde tanımlamaktadır.<br />
Yine Sınai Mülkiyet Haklarını düzenleyen Paris Sözleşmesi; “sınai<br />
mülkiyeti koruma patent, faydalı modeller, endüstriyel tasarımlar, ticari<br />
markalar, hizmet markaları, ticari unvanlar, kaynak işaretleri ve haksız<br />
rekabetin sınırlandırılması konularını” içerdiğini düzenlemektedir.<br />
Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları; düşünsel çabanın ve yaratıcılığın<br />
ürünü olan buluşları/icatları, yenilikleri, edebi, sanatsal ve bilimsel çalışmaları,<br />
yeni tasarımları vb. değerler ile ticari alanda piyasaya sunulan<br />
malların ilk üretici adına tescili suretiyle devlet otoritesi ile korumayı<br />
amaçlamaktadır. Yine bu yöntemle hak sahibi olmayanların bu fikri haklar<br />
veya mallar üzerinde hak iddia etmelerinin önüne geçilmesi amaçlanmaktadır.<br />
Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları kavramı; patent, marka, faydalı model<br />
belgesi, endüstriyel tasarım vb.ni kapsamaktadır. Marka, “bir teşebbüsün<br />
veya bir işletmenin mal ve hizmetlerini, başka bir teşebbüsün mal<br />
ve hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla, kişi adları dahil,<br />
özellikle sözcükler, şekiller, harfl er, sayılar, malların biçim ve ambalajları<br />
gibi çizim ve görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen,<br />
baskı yoluyla çoğaltılabilen her türlü işarettir.” Yani Marka, ürünü/malı<br />
üretme, satma, elinde bulundurma, izinsiz kullanmayı engelleme ve ithal<br />
haklarını sahibine yasal olarak vermekte ve bu hakka tecavüz edilmesini<br />
önlemektedir. Yasaların bu alanda güttüğü temel amaç, ticari hayatta<br />
haksız rekabetin önüne geçmektir.<br />
ALEVİ BEKTAŞİ dünyasındaki gelişmeler dikkat çekici boyutlarda…<br />
Muharrem ayı süresince, Alevi Bektaşi toplumunun sergilediği<br />
tavır, televizyon kanallarında yayınlanan Muharrem sohbetleri<br />
bir şeylerin habercisi gibi. Alevi Bektaşi inancı çizgisinde yayın yapan<br />
televizyon kanalları arasında gizli bir yarış yaşandı Muharrem Orucu<br />
boyunca. Hacı Bektaş Veli Türbesinden sürdürdüğü yayınla bir ilki gerçekleştiren<br />
Yol TV, bu yarışı önde bitirmesini bildi.<br />
Alevi Bektaşi Düşüncesinin önde gelen sanatçıları, yazarları, Alevi<br />
Bektaşi örgüt temsilcileri, kimi dede ve babalar, Hacı Bektaş Veli Dergahında<br />
düzenlenen sohbetlere katıldı. Sazlar çalındı. Deyişler söylendi.<br />
Semahlar dönüldü.<br />
Hacı Bektaş Veli Türbe kapılarının televizyon kanallarına açılması,<br />
önemli bir gelişme. Türbe içinden yansıtılan görüntüler, yapılan söyleşiler,<br />
edilen niyazlar, Kara kazan yanında dağıtılan aşure, bir yerlere iletilmek<br />
istenen mesaj niteliğindeydi sanki.<br />
Hacı Bektaş Veli Türbesinin, Alevi Bektaşi Kuruluşlarına verilmesi<br />
gerektiğini gündeme taşıyanlar, bir adım daha atmış oldular bu eylemleriyle.<br />
Bu açıdan bakıldığında başarılı bir organizasyon. Başka bir açıdan<br />
bakıldığında ise durum değişik. Sonu nereye varacağı belli olmayan bir<br />
uygulamanın başlangıcı.<br />
Bu tür yerleri, tarikat ve cemaatlerin dini ayinler yapmaları için kullanıma<br />
açma, ne ölçüde doğru. Tartışılması gereken bir konu.<br />
Ümmetçiliğe karşı ulusçuluğu, kulluğa karşı yurttaşlığı, bağnazlığa<br />
karşı çağdaşlığı savunan, Laik, demokratik, çağdaş yaşam biçiminden<br />
ödün vermeyen Alevi Bektaşi toplumu ile tekke ve türbeleri kullanıma<br />
açma düşüncesi nasıl örtüşür?<br />
Yıllardır inanç sömürüsüne, din üzerinden siyaset yapılmasına, irticanın<br />
her türlüsüne karşı çıkan, ilkeleri için bedel ödeyen bir topluma,<br />
bunun haklılığı nasıl anlatılabilir?…<br />
Kim daha milliyetçi, kim daha dinci yarışı içerisine girme bizi nerelere<br />
götürür iyi düşünülmeli. Bir yarıştır gidiyor. Türban yetmiyor, kara<br />
çarşaf diyoruz. Yetmiyor, Arap alfabesi yeniden kullanılmalı diyoruz.<br />
Yetmiyor, hafta sonu tatilleri Cuma gününe çekilmeli diyoruz. Yetmiyor.<br />
Yetmiyor. Yetmiyor…<br />
Derken kervana Alevi Bektaşi Örgütleri de katılıyor: Tekkeler, türbeler<br />
yeniden açılsın, Hacı Bektaş Veli Türbesi kendilerine verilsin istiyor.<br />
“Ne oluyor? Ne yapıyoruz?” diye sorası geliyor insanın.<br />
Tekke ve türbelerin kapatılmaları hiçbir dönemde sorun edilmedi<br />
Alevi Bektaşi Toplumunca. Hacı Bektaş Veli Tekkesi’nin kapatılması ile<br />
ABF’den Haksız Rekabete Hayır!<br />
Av. Kemal Derin<br />
ABF’nin açıklamasında, “ocak mensubu bir dedenin, ocağının ismini<br />
tescil ettirmesi” diye uygun bulduğu ve Hıdır Temel’in Türkiye Patent<br />
Enstitüsü’ne (TPE) başvurarak almak istediği “marka” ya da “patent”<br />
Sınai Mülkiyet Hakları kapsamında bir belgedir. Marka ya da Patent belgesi<br />
bir sahip olma belgesidir.<br />
ABF, toplumumuzun ortak değerleri, inancımızın ve kültürümüzün<br />
taşıyıcısı olan simgelerimizin, figürlerimizin, inanç önderlerimizin isimlerinin<br />
ve Alevi ritüel isimlerinin kişilerin malı olmasına ve bu yolla<br />
metalaşmasında bir sakınca görmemektedir. Her ne kadar açıklamada<br />
“önemli olan Alevi değer ve simgelerinin ticari amaç için kullanılmasını<br />
önlemektir” denilmekte ise de, özce değerlerin ticari hayatın belgeleri<br />
ne bağlanması ve bunun savunulması başlı başına simgelerin ticarileştiril<br />
diğini ve her şeyin mal (alınıp-satılan) olarak görüldüğüne açık kanıt<br />
niteliğindedir.<br />
ABF açıklamasında devamla, “ABF olarak her kim ki Alevi değerlerini<br />
amacı dışında kullanırsa açıktan karşı duracaktır” diyerek öncelikle<br />
kullanmaya itirazının olmadığını ama kullanmanın şekline itirazının olduğunu<br />
ifade etmektedir. Oysa ABF bilmelidir ki, Alevi inancı ve kültürü<br />
kullanmaya değil, öğrenmeye ve yeniden üretmeye uygundur.<br />
ABF açıklamasında devamla, “Hubyar’ın isim olarak tescil edilmesi,<br />
bunun ticari amaç için kullanılması durumunda da bu tavrımız geçerli<br />
olacaktır” diyerek bir kişiyi savunma adına büsbütün yörüngesini şaşırmaktadır.<br />
Oysa ABF bilmelidir ki, toplumumuzun geçmişi ve geçmişteki<br />
yaşamın taşıyıcı müzeleri olan inanç önderlerinin isimlerinin dahi birilerinin<br />
malı olması toplumsal bağı koparır. Zira bu müzeler iyi korunup<br />
yeni kuşaklara aktarılmadığı takdirde, toplumun göbek bağı koparılmış<br />
demektir.<br />
ABF’nin açıklaması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ABF’nin<br />
soruna toplumsal değil, kişisel baktığı ve dönemine göre şerbet dağıttığı<br />
açıktır.<br />
Tanrı kimseyi pusulasız bırakmasın. Zira ibresi bozulan pusulanın<br />
sahibine ne zaman nereyi göstereceği belli olmaz.<br />
•<br />
Türbeler Yeniden Açılsın mı?<br />
Nafi z Ünlüyurt<br />
ilgili aykırı bir görüş de sergilenmedi bu güne dek. Mustafa Kemal’e tek<br />
kem söz bile edilmedi bu süreçte. Çağdaş bir toplumda bu tür kurumların<br />
yeri olmamalı görüşü hep destek buldu.<br />
Hacı Bektaş Veli Türbesi Alevi ve Bektaşiler için son derece önemli.<br />
Hıristiyanlar için Ayasofya ne ölçüde manevi değere sahipse, Alevi ve<br />
Bektaşiler için de Hacı Bektaş Veli Türbesi o ölçüde manevi bir değere<br />
sahip. Böyle bir yerin polemik konusu yapılması, başta Hacıbektaş<br />
insanı olmak üzere tüm Alevi Bektaşi insanımızı sıkıntıya sokar. Buna<br />
hakkımız olmamalı.<br />
Hacı Bektaş Veli Türbesi, Hacıbektaş insanına emanet edilmiş, manevi<br />
değeri ölçülemeyecek ölçüde büyük bir miras. Hiç kuşku duyulmasın,<br />
bu güne dek olduğu gibi bundan sonra da bu mirası koruyacak bilinç<br />
ve bilgi Hacıbektaş insanında var.<br />
Alevi Bektaşi toplumunda böylesi önemli gelişmeler yaşanırken, Hacıbektaş<br />
olup bitenden habersiz, olanları izlemekle yetinmekte.<br />
Yaşanılan gelişmeler, gösterilen vefasızlık, bu güne dek söylemlerimde<br />
ne ölçüde haklı olduğumun kanıtı. Yıllardır sürdürülen yanlış<br />
politikanın günümüzde de inatla sürdürülmesi bizi bu noktalara taşıdığı<br />
artık görülmeli. Nerelerden nereye gelindi? Deniz bitti, kara görünüyor!<br />
Gözlerimiz açılmalı artık. Bu açmazdan kurtulmak zorundayız. Çocuksu<br />
kavgaları bir yana itip yeni bir sayfa açma zamanı gelmedi mi?<br />
Kişiye endeksli bir anlayışla bu tür çalışmaların sürdürülemeyeceği<br />
gün gibi ortada. Hacı Bektaş Veli Kültür derneği çatısı altındaki yapılanmayı<br />
güçlendirmek zorundayız. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği hiç<br />
kimsenin tapulu malı değil. Tıpkı Belediye gibi, tüm Hacıbektaş’ın ortak<br />
değeri. Bu gerçeği görmeliyiz artık! Alevi Bektaşi toplumunun serçeşmesi<br />
Hacıbektaş’tan güçlü ve de doğru bir sese gereksinim duyuluyorsa,<br />
herkes üstüne düşen görevi yapmalı… Hiç kimse görevden kaçmamalı…<br />
Hiçbir bahane de kaçanları haklı kılmamalı!<br />
Yerel yönetim bu işe sahip çıkıp destek olmak zorunda. Hepimiz<br />
Hacıbektaş için varız. Kendimiz için değil, Hacıbektaş için çalıştığımızı<br />
söylüyorsak, hiç kimse bu işte ben yokum deme hakkına sahip değil.<br />
Kişilerin değil, örgütün önde olacağı demokratik bir yapılanma için<br />
başta yerel yönetim olmak üzere herkes görev başına!<br />
•<br />
Mart 2007 9
SERÇEÞME<br />
ABF’NİN, DİYANET’İN AVRUPA’YA GÖNDERDİĞİ DEDELER KONUSUNDA DİYANET’E SORDUĞU SORULAR VE GELEN CEVAP KONUSUNDA<br />
DİYANET İşleri Başkanlığı’nın (DİB) verdiği cevapta dikkate değer<br />
bir kaç nokta var:<br />
1. DİB, sorulan beş sorudan sadece, bilinen bir soruya, “altı dede konusuna”<br />
cevap vermiş. Diğer sorulara da cevap verilmesini, ABF yeniden<br />
istemelidir, yeni soru ve cevapları basına da bildirmelidir.<br />
2. DİB, sorulan en önemli soruya: “hangi hukuksal gerekçelere dayanarak”<br />
dede gönderip, ödeme yaptıkları sorusunu cevapsız bırakılmıştır..<br />
a) Her kamu kurumu bir kanun maddesine göre hizmet yürütür.. O<br />
kurum adına yetkili memur kimse, tüm faaliyet ve özelikle maddi ödemelerini<br />
xxx kanunun, xx maddesi ve xxx gerekçeler ile ödeme yaptığına<br />
dair not/tutanak tutması gerekir. Yoksa ödeme yapılamaz (kanunsuz<br />
iş yapmış olur)... Bilgi edinme yasasına göre, kamuoyunun bu bilgileri de<br />
isteme hakkı vardır/olmalıdır, bu bilgi/tutanakları da ABF, Diyanetten<br />
yeniden istemelidir..<br />
3. DİB “hangi hukuksal gerekçelere dayanarak” Avrupa’ya dede gönderildiği<br />
sorusuna üstü kapalı cevap vermektedir: “topluma din hizmeti<br />
sunarken vatandaşlık esasına ve kamu hizmeti ölçütlerine göre hareket<br />
edip birleştirici ve kuşatıcı olmaya azami gayreti sarf etmekte...”<br />
Avrupa’da yaşayan biri olarak, bu konuda TC yasalarını bilmiyorum..<br />
TC’de vatandaşlık esası ve kamu hizmeti ölçütleri diye bir kanun yasa/<br />
lar var mı? Varsa, normalde DİB’in, xxx sayılı yasa/lar uyarınca cevap<br />
vermesi gerekir..<br />
a) Böyle bir yasa olmasa da, bu genel ve doğru bir hukuk prensibidir...<br />
Bu cümlede DİB: bir devlet kamu kurumu olduğunu belirtiyor, ve bu<br />
ülkenin vatandaşı olan herkese, ayrım gözetmeden dini hizmet verme<br />
yükümlülüğü olduğunu bir anlamda kabul ediyor (çünkü herkesin 80 x<br />
yıldır Alevilerin de verdiği vergiden pay/bütçe alıyor/ “besleniyor” başka<br />
şey söylemeleri hukuka insan haklarına aykırı olur)..<br />
4. Başka bir unsur, DİB yine dolaylı olarak, bu cevabı ile: Cem Vakfını,<br />
yine yasal bir madde/kanun göstermeden inanç kurumu olarak kabul<br />
etmiş oluyor.. Fakat yasal dayanak yine göstermiyor, cevapta öncelikle<br />
bunu bildirmeleri gerekirdi...<br />
TC<br />
Başbakanlık<br />
Diyanet İşleri Başkanlığı’na<br />
BELGE<br />
4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu gereğince istediğim bilgi<br />
veya belgeler aşağıda belirtilmiştir.<br />
19 Ocak 2007 tarihinde, Ali Rıza Uğurlu, Sinan Boztepe, Davut<br />
Ali Savaş, Şükrü Kılıç, Yılmaz Doğan ve Veli Kızıldeli isimli<br />
kişilere Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, gri pasaportların ve<br />
masraflarının karşılandığını basından öğrenmiş oluyoruz.<br />
DİB kaç Alevi dedesine gri pasaport vermiştir?<br />
Bu kişiler için ayrılan bütçe ne kadardır?<br />
Bu masrafların karşılığı olan miktar kime ya da hangi hesaba<br />
aktarılmıştır?<br />
DİB, kamu ve DİB personeli olmayan, DİB kurumu personel<br />
meslek statüsünde olmayan kişilere, pasaport verme ve masraflarını<br />
karşılama yetkisini, hangi hukuksal gerekçelerle dayandırmaktadır?<br />
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez, cemevlerinde<br />
kuran kursu verilmesi talebi geldiğini basına yansıtmıştır. Bu<br />
talebi dile getiren, cemevi, dernek ya da vakıf hangisidir?<br />
Gereğini arz ederim.<br />
Turan Eser<br />
ABF Genel Sekreteri<br />
NOT: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yanıtını 26. sayımızın 11.<br />
sayfasında bulabilirsiniz. Ali Yıldırım’ın da bu konuda yaptığı<br />
başvuruya aynı yanıt gelmişti..<br />
Kişisel Görüş ve Önerilerim<br />
Feramuz Acar<br />
Danimarka Alevi-Bektaşi Federasyonu Başkanı<br />
a) Yoksa dört vatandaş çıkıp “eti sütü boynuzu, işe yarıyor, tanrımız<br />
inek, hocamız öküz, xxx kişi/kişiler bizim ‘imamımız’ bunları bize eğitim<br />
vermesi, inanç hizmeti sunması, için göndermenizi ve masrafl arını karşılamanızı,<br />
talep ederiz” demek yeterli olmasa gerek (Bence ineğin, tanrı<br />
olarak görmenin sakıncası yok, fakat bir ülkede insan hakları doğrultusunda,<br />
kanunen neyin inanç ve inanç kurumu olarak kabul edilebileceği,<br />
yasal olarak belirli olması gerekir, belirlidir). Türkiye’de Hukukçu arkadaşlar<br />
bu konuyla ilgilenmelidir…<br />
b) Bence normalde DİB’e şöyle bir yazı yazmaları gerekirdi: xxx TC<br />
yasası uyarınca DİB, dini hizmet veren bir kamu kuruluşu olarak, xxx<br />
tarihinde başvurup, xxx yasası uyarınca inanç/kurumu olarak kabul edilen<br />
ve xxx tarihinde Avrupa’ya Dede gönderilmesi talep/başvurusunda<br />
bulunan ve xxx tarihinde, xxx kamu kuruluş yönetim/yetkilisince değerlendirilip,<br />
xxx yasası uyarınca ve xxx gerekçelerle, kendilerinin istek<br />
öneri üzerine, xxx Dedelerin bu hizmeti vermeleri kabul olunup, bu iş<br />
için xxx YTL bütçe ayrılmış, xxx kurum adına başvuran kişiye, xxx<br />
tarihinde aldığımız karar bildirilip, xxx. YTL miktarı xxx tarihinde,<br />
xxx kurum/kişi hesabına aktarılmıştır. Avrupa’da bildiğimiz bilgi edinme<br />
kanununun gereği budur. (TC’de başka uygulama varsa o başka). Bir<br />
kamu kumru, kişisel bir dava/dosya değilse “değil kamuoyundan her kim<br />
isterse”, istenildiğinde her türlü tutanak ve makbuzları da göndermek<br />
zorundalar. DİB bu xxx’lerin hiç birine cevap verilmemiştir. Bence ortada<br />
bir kanunsuzluk keyfi uygulama, “seçim yatırımı”, söz konusudur.<br />
ABF bu xx soruların cevabını istemelidir.<br />
5. DİB’in verdiği cevaba göre, genel hukuk prensibi “kanun önünde vatandaşların<br />
eşitliği ilkesi” vurgulanıyor.. Çok güzel… Bunun üzerine gidilmelidir..<br />
(çünkü bugüne kadar bu yaklaşım sergilenmemiştir)... Bunu<br />
kalıcı kılmak gerek... O zaman örnek: Türkiye’de Avrupa’da herhangi<br />
bir vatandaş (grup)... Bizler, Avrupa’da iki yüze yakın Alevi derneklerimiz...<br />
(üç aylık vize sınırı ile) Dede talebinde bulunabiliriz..<br />
a) Masraflarını en az seksen yıl boyunca DİB çeksin. Çünkü seksen<br />
yıldır Alevilerin verdiği, beş kuruş (inanç bazında) Alevilere geri dönmedi...<br />
(Bizim isteğimiz cami yerine mahalle, köyümüze, okul, hastane, yol<br />
vs. yapılmasıdır, bunu diretmek gerek. ‘Biz zaten üç can bir Cemiz’....<br />
Alevi kurumları olarak, ya bu ‘diyanete giden’ vergiyi ödememek, ya da<br />
ödüyorsak geri istemek hakkımızdır... Alır istediğimiz alanda kullanırız.)<br />
Bence laik bir ülkede, diyanet tamamen devletten ayrı, fakat yasal<br />
kontrol altından olmalıdır, laik devlette DİB olmaz, olsa da din inanç<br />
ayrımı yapamaz.. Yaptırmayalım...<br />
6. Hiçbir yasal gerekçe göstermeden (hakim güçler seçim yatırımı olsun<br />
diye) DİB aracılığı ile böyle bir uygulama yapıldı. Gördüğüm kadarı<br />
ile bunun, TC yasalarınca yasal dayanağını yok. Aleviler, kurumlarımız<br />
olarak yıllardır Hak mücadelesini biz verdik, veriyoruz. Fakat bildiğimiz,<br />
hakim güçler her zaman yaptıkları (böl parçala yönet) taktiğini güdüyor...<br />
Esas kurumlarımızı dışlayıp işine gelene, “kemik” atıyor, Aleviliği<br />
asimile etme ve seçimlere yatırım yapma yolunu seçiyor. Yasal güvence<br />
vermiyor.... Bunu ortaya çıkarıp, bu aldatmaca oyunu bozmamız gerek.<br />
7. Şimdi anayurdu Türkiye’de, Aleviliği kendi başına özgün bir inanç<br />
olarak kabul ettirmek için, yasal sınırları bir daha zorlama zamanıdır. 21<br />
Mart Nevroz, Hz. Ali’nin doğum günü Avrupa’dan iki yüz derneğimiz,<br />
TC konsolosluklarına standart bir mektupla başvurup üç aylığına Cem<br />
yürütmek, inancımız doğrultusunda bilgi eğitim vermek amacıyla xxx<br />
dedelerimizi istiyoruz diye başvursun.. (TC derneklerimiz de benzeri<br />
başvuruda bulunabilir)... Anya-konya o zaman ortaya çıkar...<br />
8. Görüşüm ABF’nin DİB’in cevap veremediği beş sorunun cevabını<br />
yeniden istemesi.. Diğer kurumlarımızı bilmiyorum fakat ben DABF<br />
başkanı olarak Türkiye’den kurumlarımıza bağlı bir dedemizi (örnek<br />
Hüseyin Gazi Metin Dedemizi) TC Danimarka konsolosluğuna başvurup,<br />
Danimarka’ya getirmek istediğimizi yönetimimin de onayını alarak,<br />
başvuruda bulunmayı düşünüyorum...<br />
9. Ayrıca, Türkiye AB Federasyonumuzun TC kanunlarını gözden geçirip<br />
direk, Aleviliği kendine özgü bir inanç ve ABF’yi de bu inancın<br />
kurumu olarak kabul edilmesini sağlamak için, TC yetkili makamlarına<br />
başvurmasını öneriyorum..<br />
10 Sayı 27
ÖRGÜT: Türk Dil Kurumu’na göre örgüt:<br />
“Ortak bir amaç ya da eylemi gerçekleştirmek<br />
için, bir araya gelmiş kurumların ya da<br />
kişilerin oluşturduğu birliktir.” Örgütlemek<br />
ise: “Bir bütünün ögelerini teker teker ele<br />
alarak, tutarlı ve kullanım amacına uygun bir<br />
bütün oluşturmak; teşkilatlandırmaktır.”<br />
Bireyler ekonomik, toplumsal ve siyasal<br />
alanda seslerini duyurmak, çıkarlarını korumak<br />
ve geliştirip güvence altına alınmasını<br />
isterler. Tek başlarına sorunların çözümü ve<br />
güvenceye alınma olanağı yoktur. Bu nedenle<br />
ortak çıkarları olanlar bir araya gelerek<br />
örgütlenirler.<br />
Ortak çıkarları doğrultusundaki örgütlenmeye<br />
birkaç örnek verecek olursak: İşçi;<br />
Memur; Küçük Esnaf; Köylü; Gençlik; Meslek Odaları; Sanayi Odaları;<br />
Ticaret Odaları; Coğrafi Temele Dayalı; Dinsel Temele Dayalı; Topluma<br />
Dayalı, gibi örgütleri sayabiliriz.<br />
Demokratik Kitle Örgütlerinin Özellikleri<br />
Kitle örgütü olmalıdır<br />
Demokratik olmalıdır<br />
Sınıfsal içerikli olmalıdır<br />
Bağımsız olmalıdır<br />
Demokratik merkeziyetçi olmalıdır.<br />
Pir Sultan Örgütlülüğü<br />
Bilindiği gibi, dinsel temele dayalı yönetimler ve örgütler laik ve demokrat<br />
olamazlar. Ne kadar ilerici yanı olursa olsun, sınıfsal ve demokratik<br />
mücadelenin önünde engeldir. Bilimsel olarak tanımı böyledir. Gerçeği<br />
de budur. Anadolu Aleviliğini bir din, mezhep, tarikat olarak değerlendiren<br />
ve böyle görüntü veren örgütler laik ve demokrat olamazlar. Pir Sultan<br />
Abdal Kültür Derneği, Anadolu Aleviliğini “Din, mezhep, tarikat”<br />
olarak görmüyor ve öyle değerlendirmiyor.<br />
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Anadolu Aleviliğini: Anadolu’da<br />
uygarlık kurmuş olan toplumların oluşturdukları, ortak kültür mozaiğinin<br />
ürünü olarak tanımlar. Tanrıyı, doğayı ve insanı, iç içe kaynaştırarak,<br />
insan sevgisinde somutlaştırır.<br />
Diğer anlamda; Anadolu Aleviliğini: İslam’ın bir mezhebi olarak<br />
değil, Anadolu’nun kültür ve inanç mozaiğinin özümleştirdiği kültür<br />
ve yaşam biçimi olarak algılar. Uğraşlarını bu doğrultuda yönlendirir...<br />
Anadolu Alevilerinin sorunlarının çözümünü, tek yanlı ele almayı değil;<br />
toplumun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel sorunlarıyla iç içe kaynaştırarak<br />
ve bir bütün olarak çözümlemeyi amaçlar...<br />
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Aleviliği böyle tanımlamakta ve<br />
değerlendirmektedir.<br />
Dinsel temele dayalı sivil örgütlerin tüzüğünde ve amaçlarında “Demokrasi,<br />
laiklik, özgürlük, insan hakları” yazılı değildir. Emperyalizme,<br />
faşizme, ırkçılığa, şeriata, sömürüye karşı değildir. Oysa Pir Sultan Abdal<br />
Kültür Derneği’nin tüzüğünde ve amaçlarını belirleyen ilkeler programında,<br />
bu konular açık bir şekilde belirtilmiştir. O nedenle, Pir Sultan<br />
örgütlülüğü, demokratik bir kitle örgütüdür.<br />
SERÇEÞME<br />
Aleviler ve Siyaset<br />
Enver Cemal Şahin<br />
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Basın Yayın Sekreteri<br />
Kitle örgütlerinde bir araya gelme<br />
nedeni, çıkar ortaklığıdır.<br />
Bu siyasi ortaklığa dönüştürüldüğünde,<br />
kitle örgütünün yapısında ayrışımlar başlar.<br />
Örgütün bağımsızlığı ortadan kalkar;<br />
bir siyasi partinin veya grubun<br />
yan kuruluşu olur.<br />
demokratik merkeziyetçiliği zedelenir,<br />
eylemleri başarıya ulaşmadığı gibi,<br />
örgütsel güveni ve saygınlığı gölgelenir<br />
ettikleri tüm katmanları örgütler ve onların<br />
ortak istemlerine cevap verirler.<br />
Bir siyasal partinin yan örgütü durumuna<br />
düşmüş demokratik kitle örgütleri, önce lik le<br />
kendi üyeleri arasındaki bölünmeye neden<br />
olur. Kitlesel birlik bozulur. Bu kitle örgütünün,<br />
herhangi bir siyasal partinin güdümünde,<br />
ondan direktif alması, onun siyasal<br />
görüşünü kitle örgütünde hakim kılmaya çalışması,<br />
kitlesel yığınlaşmayı önler ve yeni bölünmelere<br />
neden olarak, kitlesel birliği bozar.<br />
Eğer, demokratik kitle örgütlerine, siyasi<br />
partinin işlevini yüklemeye ve o gözle görmeye<br />
çalışırsak, büyük bir yanılgı içerisine<br />
düşmüş oluruz. Bunca deneyimin yaşanmasına<br />
karşın, geçmişe dayalı olumsuzluklardan<br />
yeterince ders alınmazsa, sonumuz hüsran olur.<br />
Kısaca: Demokratik kitle örgütlerinin yani, sendikalar, meslek odaları,<br />
derneklerin işlevi bellidir. Kitle örgütlerinde bir araya gelmenin nedeni,<br />
politik ve ideolojik ortaklığı değil; ekonomik, sosyal ve demokratik<br />
ortaklığıdır. Bu çıkar ortaklığı, siyasi ortaklığa dönüştürüldüğünde, kitle<br />
örgütünün yapısında ayrışımlar başlar. Örgütün bağımsızlığı ortadan<br />
kalkar; bir siyasi partinin veya grubun yan kuruluşu olur. Böylece örgütün<br />
demokratik merkeziyetçiliği zedelenir, etkinlikleri, eylemleri başarıya<br />
ulaşmadığı gibi, örgütsel güveni ve saygınlığı gölgelenir.<br />
Bu olumsuzlukları gidermenin yolu ve yöntemi, kitle örgütlerinin<br />
işlevi ile siyasi partilerin işlevini birbirine karıştırmadan, örgütsel bağımsızlığın<br />
korunmasıdır.<br />
Kitle örgütleri ile parti ilişkileri irdelenirken, “kitle örgütleri politikayla<br />
uğraşmaz” anlamı çıkarılmamalıdır. Kitle örgütlerinin ekonomik,<br />
sosyal ve demokratik haklarının özü ve çözümü politikaya dayanır. Ayrıca,<br />
tüm bireyi ve toplumu ilgilendiren temel hakların gelişmesine ve<br />
korunmasına çalışmak, örgütsel ve yurttaşlık görevidir. Belirlenen haklar<br />
ve çıkarlar tartışılacaktır, çözümü için kamuoyu desteğini almaya ve<br />
siyasal iktidarları ve partiler üzerinde örgütsel baskı oluşturmaya çalışılacaktır.<br />
Emek, demokrasi, barış, insan hakları, özgürlük gibi konuları<br />
kendine ilke edinen ve içtenlikle uğraş veren siyasi partilerin etkinliklerine,<br />
destek verilmesi doğru bir yaklaşımdır. Gerektiğinde, birbirlerine<br />
yakın siyasi partiler arasında, eylem ve seçimlerde ittifak sağlamaya<br />
zorlanmalıdır. Bu etkinlikler ve uğraşlar siyasi partilere yamanma değil,<br />
demokratik haklarını ve baskı gücünü kullanmaktır.<br />
Bu tür etkinlik ve çalışmalar yapılarken, değişik siyasi düşünceler<br />
birbirini dışlamadan, kendi düşüncesini egemen kılmaya çalışmadan,<br />
karşılıklı hoşgörü içinde, demokratik kurallara uyarak yapıldığında,<br />
hem kitle örgütünün bağımsızlığı korunur, hem de ilişkilerin sağlıklı olmasına<br />
katkı sağlar.<br />
Demokratik kitle örgütlerinin üyeleri, bireysel olarak inandıkları<br />
siyasi partilere üye olma, üye olduğu partinin yönetimine gelme, hatta<br />
milletvekili olma gibi hakları en doğal haklarıdır. Bu tür uğraşlar, üyenin<br />
doğal hakkı olduğu gibi, yurttaşlık görevini de yerine getirmiş olmaktadır.<br />
Ancak, siyasi partilerdeki sorumluluğu ve işlevini, örgüt sorumluluğuyla<br />
ve işleviyle karıştırmadan ayrı ayrı sürdürmelidir.<br />
18 Şubat 2007 tarihli bu yazı PSKAD Genel Merkezi’nin<br />
internet sitesinden alınmıştır: <br />
Demokratik Kitle Örgütlerinde Siyaset<br />
Siyasi partilerin hedefi, iktidara gelip ülkeyi yönetmektir. Oysa, sendika<br />
veya derneklerin böyle bir hedefi olamaz.<br />
Ayrıca, siyasi partiler, toplumdaki bütün çelişkilere çözüm aramak<br />
ve bu çelişkilere çözücü yolları göstermek zorundadır. Kitle örgütleri<br />
ise, çelişkilerin bir bölümünün odaklaştığı örgütlerdir.<br />
Bu görüş, yani kitlelerin mücadelelerini ekonomik çember içine hapsetmek<br />
demek değildir. Elbette, kitlelerin sınıfsal mücadelelerinde nihai<br />
hedefleri, iktidar olmaktır. Kitle örgütleri bu hedefi gösterecekler, ancak<br />
bu hedefe siyasi partiler yoluyla varılacağı bilincinde olmalıdır.<br />
Bilindiği gibi, siyasi partiler, üyeleri arasında tam bir düşünce ve eylem<br />
birliği ararlar. Temsil ettikleri tabakaların en ileri ve militan kesimini<br />
öncelikle örgütlerler. Oysa sendika ve dernekler en geniş tabanı arayan<br />
ve örgütleyen kuruluşlardır. Siyasal düşüncesine bakılmadan, temsil<br />
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sultanbeyli Şubesinin 22 Aralıkta Cemevine<br />
Bir Tuğla da Siz Koyun adı altında yaptığı dayanışma etkinliğinden.<br />
Mart 2007 11
SERÇEÞME<br />
ABF Yöneticilerinin Samimiyetsizliği<br />
Av. Fevzi Gümüş<br />
DÜŞÜNCE KARANLIĞINA IŞIK TUTANLARA NE MUTLU<br />
HACI BEKTAŞ VELİ<br />
İnandırılmak<br />
Ali İhsan Doğan<br />
Toplumların bilinci geliştikçe katliamların yerini siyasal baskılar almış,<br />
katliamlar insanların düşüncelerine yapılmıştır. Amaç, insan beynini gereksiz<br />
bilgilerle doldurup, düşünemeyen, sorgulayamayan tek tip insan<br />
yaratmak ve teslim almaktır. Hegemonyalarını sürdürmek için vakıflar,<br />
dernekler, kurslar, basın yayın kuruluşları, zorunlu din dersi kullanılıyor.<br />
Bu olumsuz gelişmeler yaşanırken, kendi inancımızı irdeleyelim.<br />
Alevi-Bektaşilikte aldatma ve kandırma, kadrolaşma yok. Zalime<br />
boyun eğme yok. Biz yüzyıllar önce tanrıyı insanda bulduk. İnsan odaklı<br />
inanç sistemi geliştirdik. Kendi nefsimizi, terbiye etmeye çalıştık. Ahlakımızı<br />
düzeltmeye çalıştık. İnancımız gereği temiz toplum yaratmak<br />
için katili, hırsızı, zina yapanı düşkün ilan ettik, toplum dışına ittik. Kişiyi<br />
yola alırken (ikrar verirken ) yaş sınırı koyduk. ‘Gelme gelme, dönme<br />
dönme’ diyerek düşünme fırsatı sunduk. Bektaşi öğretisine insan sevgisini<br />
yerleştirdik. Gönlümüzü açtık, aklımızla birleştirip düşünce gücünü<br />
ortaya çıkardık. Düşünen ve sorgulayan bir toplum yarattık.<br />
Yolumuzun bir güzelliği de eleştiriye açık olmamızdır. Fakat bu zaman<br />
zaman dozunu aşarak araştırma yapmadan, yeterli bilgiye sahip olmadan<br />
eleştiri yapmaya varmaktadır. Yani sorgulamadan yargılamaktır.<br />
Bu da Bektaşilikte bölünmelere ve kutuplaşmalara yol açmaktadır.<br />
Çeşitli dernek, vakıf ve ocaklar ayrı faaliyet göstermekte. Oysa tarihimize,<br />
Anadolu erenleri Sarı Saltuk, Abdal Musa, Dede Garkın, Mahmut<br />
Hayrani, Hubyar Sultan, Karaca Ahmet, Pir Sultan Abdal şiirlerine<br />
bakmak yeterlidir. Hepsi Hacı Bektaş Veli ye bağlıdırlar. Yani icazetlidirler.<br />
Şemsi Tebrizi’nin Mevlana’yı nasıl irşat ettiği biliniyor. Hacı Bektaş<br />
Veli merkez olmuş, bütün ocakzadeleri kendine bağlamıştır. Bu da<br />
Bektaşiliğin gelişme sürecinde çok etkili olmuştur.<br />
O tarihte Bektaşilikte bu kadar farklılaşmalar yoktu. Hacı Bektaş<br />
Veli bugün yaşananları öngörmüştü ve bir de bedduası vardır. (*) O zaman<br />
10 Şubat 2007-Cumartesi<br />
-12 ŞUBAT 2007 tarihinde yapılacak olan Tüzük hükmü uyarıca<br />
11 doğal üyesi olduğum ABF Danışma Kuruluna aşağıdaki gerekçelere<br />
dayalı olarak katılmadım.<br />
Gündemin “Kurumsal işleyiş ve sorunlarımız” başlıklı maddesi, benim<br />
açımdan Olağanüstü Genel Kurul öncesi ve sonrası yaşanan olumsuzlukların<br />
tartışılmasına yol açabilecek bir gündem maddesi olmasına<br />
karşın, bu süreçte mevcut ABF yönetimine karşı benimde içinde yer<br />
aldığım alternatif liste çıkartanlara yönelik kullanılan “şer cephesi ve<br />
darbeciler”, “genel kurmay-derin devletin adamları” gibi son derece<br />
çirkin, ahlak dışı, Alevi edep ve terbiyesine aykırı, ‘çamur at izi kalsın’<br />
türünden basit olumsuz kavramlar henüz orta yerde durmaktadır. Bu ifadelerin<br />
ABF Olağanüstü Genel Kurulu öncesi ve sonrası yaşanan sıcak<br />
gerilimden kaynaklı olarak kullanıldığı bile hiçbir yerde söylenme ihtiyacı<br />
duyulmamıştır. Bu yönde gerekli soruşturma, yüzleştirme ve dahası<br />
dar cemi yapılması talebi karşısında yönetimce gerçekle yüzleşmekten<br />
‘sinsice’ kaçılmaktadır. Alevi hareketinin emektarlarına karşı kullanılan<br />
bu çirkin, ahlak dışı ifadeler ve iftiralar düzeltilmedikçe, iftiracılar, söz<br />
sahipleri hakkında gerekli soruşturma, kovuşturma, yüzleştirme, gerekiyorsa<br />
alevi hukukunun gerektirdiği cezalandırma yapılmadıkça ABF<br />
üzerinden yaşanacak kurumsal işleyiş ve sorunların devam edeceği şüphesizdir.<br />
Gündemin, “Aleviler ve Siyaset ilişkisi” başlıklı maddesi, Mersin’de<br />
yapılan AABK ve ABF toplantısı basına açıklaması olarak yapılan açıklamalarda<br />
CHP-DSP gibi partilerden kontenjan talep edileceği; taleplerinin<br />
kabul edilmemesi halinde genel seçimlere bağımsız adaylarla girileceği<br />
görüşü dile getirilerek, ABF’nin tavrı kesinleştirilmiş bir biçimde<br />
açıklanmış durumdadır. Basında çıkan bu minvaldeki haberler yalanlanmamıştır.<br />
Hal böyleyken, konu ilk kez ABF bileşenlerinin gündemine<br />
getiriliyormuş gibi bir hava yaratılmak istenmesi, ABF’nin bileşenlerine<br />
karşı samimiyetsiz bir tutum içinde olduğu, en azından alınmış ve kamuoyuna<br />
açıklanmış bir kararı, dikte ettirmek maksatlı olarak Danışma<br />
Kurulu’nun gündemine yazdığı sonucunu doğurmaktadır. Ayrıca kendi<br />
açımdan da 1.maddede özetlediğim çirkin, ahlak dışı, Alevi edep ve terbiyesine<br />
aykırı, çamur at izi kalsın türünden basit olumsuz kavramların<br />
Alevi hareketinin emektarlarına karşı kullanılmasının altında yatan ihtiras<br />
da, 2007 yılında yapılacak Milletvekili Genel Seçimlerinde ‘tek ses’,<br />
‘dikensiz gül bahçesi’ bir alevi örgütlenmesi görüntüsü verilmesi sureti<br />
ile mevcut ABF yönetiminden adı artık kamuoyunda açıkça telaffuz<br />
edilmeye başlayan birkaç kişinin, ama asıl yurtdışı örgütlenmesinden<br />
adı birilerince malum olan arkadaş çevresinin meclise taşınacağı yönündeki<br />
saf hayalden kaynaklanmaktadır.<br />
Sonu hüsranla bitecek böylesi bir süreçte adımın kullanılmasını<br />
istemediğim gibi, örgütsel bir yönetim görevimin de bulunmaması sebebiyle,<br />
Danışma Kurulu’nun uzun tartışmalarla ve müzakerelerle oluşturulduğu<br />
varsayılarak kamuoyuna sunulacak olan, oysaki daha önce<br />
belki Köln’de bir televizyon bürosunda, belki Çankaya’da bir restoranda<br />
yazılarak birilerinin diz üstü bilgisayarında kayıtlı bulunan sözde bir<br />
bildirgenin nesnesi de olmak istemiyorum. Yani bu Danışma Kurulu’na<br />
çağrılmamız anlamı da, daha önceden alınmış ve basına da haber olmuş<br />
bir kararı, bizleri bir arka fon olarak kullanıp, kamuoyuna deklere etme<br />
girişiminden başka bir şey değildir.<br />
Ayrıca bu türden yapay, samimiyetsiz ve daha önemlisi gerçeklikten<br />
kopuk süreçlerle Alevi Örgütlenmesinin gerçek ideolojik mücadelesinin<br />
ve enerjisinin, potansiyelinin zaafa uğratıldığını da düşünmekteyim.<br />
‘Siyasete müdahale’ adı altında daha evvel DBH-BP Sürecinde bir<br />
benzeri denenmiş bulunan ve maalesef aynı kişilerce ‘Alevi Örgütlenmesini<br />
Bölme’ pahasına yürütülen bu gözü karalığı hak etmediğine inandığımdan<br />
da toplantıya katılmak istememekteyim.<br />
ABF tarafından sıkça kullanılan “doğrudan temsil” kavramı da, siyaseten<br />
yanlış ve hiçbir temeli olmayan bir kavramdır. Siyasal literatürde,<br />
böyle bir kavram bulunmamaktadır. Temsil ve doğrudanlık ilişkisi birbiriyle<br />
çelişirler. Ancak siyasal literatürde, “Temsili demokrasi” ve(ya)<br />
“doğrudan demokrasi” gibi kavramlar kullanıldığı bilinmektedir. ABF,<br />
siyasal literatürde bulunan ve birbirinin alternatifi olan bu iki deyimden<br />
ilk iki sözcüğü alarak, yeni bir kavram uydurmuştur ki, bu kavramın hiçbir<br />
anlamı yoktur. Eğer kastedilen Alevilerin siyasette yer alması ise, bu<br />
kavram hem Alevilerin siyasette yer alması prensibini karşılamaz hem<br />
de yaratılan kavram kargaşası nedeniyle istenilen sonuca ulaşılamayacağı<br />
için Alevi toplumunda yeni bir hayal kırıklığı yaratılmasına neden<br />
olur.<br />
Neden toplantıya katılmadığımı soranlara ve ilgilenenlerin bilgisine<br />
saygı ile arz ederim.<br />
•<br />
ki kervan hızıyla yolu bir günlük olanın bir yılda, iki günlük olanın iki<br />
yılda, üç günlük olanın üç yılda, on günlük olanın on yılda bir gelip icazetlerini<br />
yenilemeleri gerekmektedir. Gelmediği taktirde ‘yediği haram,<br />
yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtattır’ der Hacı Bekaş Veli.<br />
Durum böyleyken şimdiki ocak dedeleri, diğer toplum kuruluşları<br />
neden Hacı Bektaş Veli Serçeşmede birleşmiyorlar? Veliyettin Efendimin<br />
birçok kere “Biz yol gösteririz, yönlendirmeyiz” dediğini duydum.<br />
Ekonomik ve sosyal nedenlerden dolayı köylerimiz boşaldı. Köy<br />
Enstitüleri gibi çalışan, büyüklerimizin ‘irfan mektebi’ dediği insan yetiştiren<br />
cemevlerimiz sürdürülemez oldu, etkinliğini yitirdi. Bu geleneği<br />
geleceğe taşımak için tek umut sivil toplum örgütleridir. Bu örgütlerden<br />
verim alabilmek için tek çatı altında birleşilmelidir. Yolumuzdaki<br />
sevgi ve hoşgörüye dayanarak, menfaati, siyaseti bir kenara bırakıp bir<br />
merkez oluşturmak durumundayız. Aksi durumda farklı sesler ortaya<br />
çıkar, benliğimizle çelişen fikirler üretilir. Bilinen Alevi-Bektaşi yolunu<br />
nereye koyacağını bilemeyenler, Bektaşiliğin içinde tanrıyı kaybedenler,<br />
türbana benzeyen bezlerle bacıların başını bağlayıp cem yaptıran dedeler<br />
görüyoruz. Bu farklı tanım ve yorumlar zenginlik anlamına gelmez,<br />
aksine parçalanmaya yol açar. Bazı sivri uçların yada art niyetli insanlar<br />
Alevi-Bektaşiliği bir tarafa çekmek isteyebilir.<br />
Bunların ortadan kalkması için merkezi yönetim gerekmektedir.<br />
Özellikle bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bütün dernek, vakıflar,<br />
federasyonlar bir noktada toplanırsa temsil hakkı konusunda hukuki açıdan<br />
güçlenir. Alternatif oluşturur. Alevi-Bektaşi felsefesini taşımayan<br />
Alevi Din Hizmetleri adı altında faaliyet gösteren vakıf ve dernekleri<br />
reddedebilme gücüne sahip olur.<br />
Bütün evrensel değerleri içinde taşıyan yolumuzu geleceğe taşıyıp<br />
toplumsal birlik için hizmet etmemiz gerekmektedir. Hatasız bildiğim<br />
bu yol kolay kazanılmadı. Bu zamana kadar atalarımız canlarıyla kanlarıyla<br />
bedel ödediler. Oysa biz çok kolay tüketiyoruz. Gelecek bizden<br />
hesap soracak bu iyi biline!<br />
Saygılarımla<br />
•<br />
(*) Kaynak: Ali Celallettin Ulusoy, Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi Bektaşi<br />
Yolu.<br />
12 Sayı 27
SERÇEÞME<br />
HÜSEYİN GAZİ KÜLTÜR VE SANAT VAKFI İLE HÜSEYİN GAZİ DERNEĞİ’NİN DÜZENLEDİĞİ<br />
Ocaklar ve Dedelik Sempozyumu<br />
Hasan Harmancı<br />
HÜSEYİN GAZİ Kültür ve Sanat Vakfı ile Hüseyin Gazi Derneği’nin<br />
ortaklaşa düzenlediği “Anadolu Aleviliğinde Ocaklar ve<br />
Dedelik Kurumu” sempozyumu 15-16 Aralık 2006 tarihinde Hacı Bektaş<br />
Anadolu Kültür Vakfı’nda yapıldı. Aleviliğin son dönem sorunlu<br />
alanlarından biri olarak Ocak ve Dedelik sorunu bu alanda araştırma<br />
yapan araştırmacılar, bilim adamları ve bazı ocakların dedeleri tarafından<br />
tartışıldı. Farklı disiplinlerden katılımcılarla gerçekleştirilen Sempozyumda<br />
on dokuz bildiri yer aldı ve Türkiye’nin her yerinden farklı<br />
Ocaklardan yirmi dokuz dede konuşmacı olarak katıldı.<br />
Piri Er’in “Anadolu Aleviliğinde Dedelik Kurumu ve Kentleşme Sürecinde<br />
Yaşadığı Değişim” ve Ali Yaman’ın “Değişen Ocak Sistemi”<br />
konulu bildirileri ile başlayan Sempozyum dokuz ayrı oturum olarak<br />
gerçekleştirildi.<br />
Ayhan Yalçınkaya, “Eşitlikçi Dışlama Dedelik Soy ve Siyaset”; Ali<br />
Yıldırım, “Ocakların Tarihsel Kökeni”; Yılmaz Soyer, “Bektaşilikte<br />
Mürşid ve ‘Dedelik’, ‘Babalık’”; Ahmet Taşgın, “Buyruklarda Dedelik<br />
ve Günümüze Yansımaları”; Cenk Üçer, “Tokat Örneğinden Hareketle<br />
Alevi Ocakları”; İbrahim Bahadır, “Sucaaddin Veli ve Ocağa Bağlı<br />
Gruplar”; Ali Aksüt, “Tahtacıların Bağlı Oldukları Dede Ocakları”;<br />
Dilek Kızıldağ Soileau, “Elif Ana; Gelenek Dışı Bir Ocak İcadı”; Hasan Harmancı, “Erkekler Dünyasında<br />
Bir Kadın: Sultan Ana”; Ömer Uluçay, “Nusayrilerde İnanç Önderleri”; Hamza Aksüt,<br />
“Dede Ocaklarında Hiyerarşi”; Hıdır Temel, “Ocaklar ve Dedeler ile İlgili Güncel Bir Değerlendirme”;<br />
Gülağ Öz, “Sivrialan Köyünde Alevi İnançları; Ocaklar- Bektaşilik” gibi öne çıkan çeşitli<br />
konular tartışıldı.<br />
Sempozyumun ilk günü konuyla ilgili bildirilere yer verilirken, ikinci gün Ocakları temsil<br />
eden veya ocaklar konusunda yetkin olan Dedeler yer aldı. Çoğunlukla kendi ocaklarının bağlı<br />
olduğu soy ve şecereler üzerinde duran dedeler ellerindeki yeni bilgi ve kaynakları da aktarma<br />
olanağı buldular.<br />
Dedelik Kurumunun ve Ocakların durumlarının disiplinler arası bir çalışma ile gündeme taşınması<br />
kuşaklar arasındaki kopukluğun da gündeme alınmasına neden oldu. Ocak ve Dedelik<br />
yapılarının yaşadığı sorunları tespit etmek açısından benzerinin bir süre önce Almanya’da da gerçekleştirilmiş<br />
olması ilginçti. Bu kadar yakın dönemde aynı konunun bilimsel yanıyla ele alınması,<br />
bu iki yapının yaşadığı sorunların önümüzdeki dönemlerde daha da tartışılacağını göstermektedir.<br />
Sempozyumun gelecek yıllarda da tekrarlanacağı düşünüldüğünde, kurumsal çeşitli zaaflar<br />
ve sorunlarla ilgili bütünsel bir yaklaşıma ve çözüme gideceği belli olmaktadır.<br />
Alevilik sorununun iki temel yapısal sorunuyla gündeme gelen konuların sadece bu iki alanla<br />
sınırlı kalmaması ve farklı bilim disiplinleri tarafından bağlı sorunların gündeme taşınması, Alevilik<br />
kapsamındaki sorunların ve çözümlerin iç içe geçmiş olduğunu göstermektedir.<br />
Özellikle Dedelik ile ilgili hazırlanan ve Dedelerin yanıtladığı on yedi sorulu form önemli<br />
bir veri oluşmasına hizmet edecek özellikteydi; Ocaklarla ilgili beraatların, kurucu inanç önderlerinin,<br />
Ocaklara ait türbeler etrafında oluşan kültlerin, makamların, ne tür Ocak olduklarının<br />
tanımlanmasının istenmesi, talip coğrafyalarının, söylencelerin, ocağın anlatıldığı şiir vb.lerinin<br />
sorulması alana çıkmadan önce edinilmesi gereken ön bilginin toplanmasına, araştırmacıların alana<br />
hazırlıklı çıkmasına destek olacaktır.<br />
Kitap olarak da hazırlanacak olan bütün çalışmalar ocakların dağılımı konusunda son dönemde<br />
başlayan tartışmalara yeni boyut kazandıracaktır. Ocak dağılımı ve coğrafyalarının belirlenmesi<br />
için son dönemlerde yapılan alan çalışmaları bu Sempozyuma taşınan boyutuyla da Aleviliğin hem<br />
tarihle hem de veri karmaşasından kaynaklanan eksiklikleriyle yüzleşmesine veri sunacaktır.<br />
Ocaklarla ilgili şecerelerin varlığına rağmen, yazılı kaynak sorunu yaşayan Alevi kültürünün<br />
sözlü geleneğinin ‘süren’ renkli ve canlı boyutu olan şiirle yaşaması ocakların kendilerini<br />
Ehlibeyt’e veya Erdebil’e vb. bağlamaları için önemli ve vazgeçilmez kaynak olarak karşımıza<br />
çıktı, bu Sempozyumda da. Neredeyse her Ocak’ın kendisi için söylenegelen şiirlerle kendine tarihi<br />
misyon, keramet, Seyit kökenli ve soy bağlantısı kurma çabasında olması sorunun tanımlanmasını<br />
zorlaştırmaktadır. Geleneksel Aleviliğin inanç ve kültür noktalarının şiir geleneğine bağlı<br />
olarak ifade edilmesi ve şecerelerin güven vermemesi, doğru belge ve bilginin oluşmasına engel<br />
olmaktadır.<br />
Ocakların kendilerine övünç oluşturmak için talip sayılarını tam olarak bilmemeleri ve tahminlerle<br />
hareket ederek abartmaları, ocaklarına fazla keramet yüklemeleri ve Ocaklarını tarihsel<br />
bilgi olarak yanlış sunma çabaları verimliliğin düşmesine neden oldu. Dedelerin hâlâ kendilerini<br />
Ehlibeyt’e bağlama çabaları yanında bir kısmının da Şaman gelenek ve kökene bağlı olarak<br />
kendilerini ifade etmeleri ‘öğretilmiş’ bilgi ile hareket ettiklerini göstermektedir. Ortak bir nokta<br />
yakalayamamaları ve Sempozyumda Ocakların kuruluşu ile ilgili bildirilerden çok da etkilenmediklerini<br />
gösterdi. Halbuki bu konudaki bildiriler bir anlamda verili bilgileri, yanlışlarını ortaya<br />
koyan ve çürüten içeriklere sahipti. Alevilerin asimilasyondan nasıl etkilendiğinin en açık görüldüğü<br />
koşullar bir yönüyle de bu dedelerin bilgi alanında ortaya çıktı.<br />
Öte yandan kadınların Alevilik içindeki önderlik vasıflarının göz ardı edilmesine karşın “Ana”<br />
unvanlı “Kadın Dedelerin” bu Sempozyum’da gündeme gelmesi ve ilgi görmesi yeni çalışmaların<br />
önünü açacak özellikteydi. Elif Ana ve Sultan (Battal) Ana gibi kadınlara ait yaşayan örneklerin<br />
sunulması Dedelik ve Ocak anlayışlarının görünen ve bilinenler dışında “yeniden değerlendirilmesi”<br />
için açık kapılar yarattı.<br />
KELİME ATA<br />
Alevilerin İlk Siyasal Denemesi<br />
(Türkiye) Birlik Partisi<br />
ISBN 975-10109-0-2<br />
13 x 19,5 cm boyutunda 352 sayfa<br />
Kelime Yayınevi, Ocak 2007<br />
Tel: 0312.231 4209<br />
Kitabın Arka Kapak Tanıtım<br />
Yazısından<br />
Kırk bir yıl önce bir grup zengin Alevi, Alevilerin<br />
ilk siyasal denemesi olan Birlik Partisi’ni<br />
kurdu. İlk genel başkanı istihbaratçı Emekli<br />
General Hasan Tahsin Berkman’dı; sadece<br />
Berkman değil, üç kurucu daha asker kökenliydi.<br />
Milli Birlik Komitesi üyesi Sıtkı Ulay’dan,<br />
Alaattin Kıral’a, Sadettin Süataç’tan, Celil<br />
Gürkan’a ve Lütfü Gezer’e kadar çok sayıda<br />
emekli subayın politika yaptığı Birlik Partisi,<br />
on dört yıllık siyasi ömrü boyunca üç genel<br />
başkana sahip oldu; üç kez programını değiştirdi.<br />
Sağ eğilimli bir yapıda başladığı siyasi<br />
yolculuğu, demokratik sol çizgiyle devam etti,<br />
1980’lerin sonuna doğru sol örgütlerin yuvası<br />
oldu [...].<br />
İç çalkantıları hiçbir döneminde bitmedi,<br />
sayısız bölünmeye uğradı hatta kendi içinden<br />
bir parti doğdu. Devrimci Alevi gençleriyle-<br />
Alevi dedelerin iktidar savaşlarına sahne oldu,<br />
Hacı Bektaşi Veli’nin efradı kabul edilen Ulusoy<br />
ailesiyle siyasi kan davası yaşadı. CHP’nin,<br />
gerçekleştirdiği operasyonlarla güçsüzleştirdiği<br />
parti, devlet tarafından Alevilerin oyunu<br />
soldan koparmak üzere kurdurulduğu ithamından<br />
kurtulamadı.<br />
Alevilerin siyasete müdahale etmesi gerektiğine<br />
dair tartışmaların olanca sıcaklığı<br />
ile devam ettiği şu günlerde, (Türkiye) Birlik<br />
Partisi, anımsanması gereken bir deneyim.<br />
Türkiye’deki siyasal yaşamı derinden etkileyen,<br />
Alevilerin kimlik mücadelesine siyasal<br />
öncülük eden (Türkiye) Birlik Partisi deneyimiyle<br />
ilgili bugüne kadar hiçbir akademisyen<br />
ya da araştırmacının çalışma yapmaması ya da<br />
yapamaması ise düşündürücü. [...]<br />
13
SERÇEÞME<br />
YAZARIN SORUN POLEMİK DERGİSİNİN 22–24 SAYILARINDA YAYINLANAN UZUN ÇALIŞMASINDAN ALINTILAR<br />
Dersim... Dersim…<br />
Sırrı Öztürk<br />
BU YIL altıncısı düzenlenen Munzur Kültür<br />
ve Doğa Festivali’ne katılma kararı alırken<br />
[…] iki konuyu ya da özlemimizi üst üste çakıştırmayı<br />
denedik.<br />
Birincisi, bu festivale katılmak, Sorun Yayınları<br />
Kolektifi’nin üretmiş olduğu kitap ve dergi<br />
faaliyetlerini bölge halkının yakından tanımasına<br />
imkân vermek, okurlarımızla canlı diyaloglar<br />
kurmak, yörenin havasını teneffüs etmek, tarihsel-kültürel<br />
önemi olan yerleri bizzat gözlem<br />
yaparak görmek, insanımızın ne yiyip içtiğini,<br />
yüreğinin nasıl çarptığını yakından öğrenmek,<br />
eleştirilerini dinlemek, onlardan da öğrenmek,<br />
vb. gibi siyasî amaçlı duygu ve özlemlerimiz olarak<br />
sıralanabilir.<br />
İkincisi, 120 yıl önce bu bölgeden göç eden<br />
Apo Memed Dedemin doğup büyüdüğü köyü,<br />
yöre insanlarını görüp gecikmiş bir hasreti gidermek<br />
gibi, kişiselliği ağır basan bir özlem olarak<br />
özetlenebilir. […]<br />
Dersim, yalnızca bugünkü değiştirilmiş adıyla<br />
Tunceli ili sınırlarıyla anılmıyor. Kuzeyinde<br />
Erzincan’ın, doğusunda Bingöl’ün, güneyinde<br />
Malatya’nın, batısında ise Sivas’ın (Koçgiri) bazı bölgelerini de içine<br />
alan bir coğrafyanın adıdır Dersim. Bölge halkı İslâmiyet’e ve Arap<br />
adetlerine muhalefet eden Kızılbaş kültürel geleneğinin insanıdır. […]<br />
Dersim; halk hareketleri, isyan-başkaldırıları ve halkının dili, inançları,<br />
kültürel gelenekleri, mitolojik zenginliği, tarihi, iklim ve coğrafyası,<br />
dağı, taşı, suyu, şelalesi, bitki örtüsü, ormanı, hayvanları, öyküleri,<br />
destanları, türkü ve şarkılarıyla ayrıntılı ve çok yönlü irdelenmeye değer<br />
bir bölge.<br />
Dersim tarihi denilince akla hep gözyaşı, acı, çile ve kan geliyor. Bölgede<br />
her hanenin birkaç ölüsü ve onulmaz acılarla dolu öyküsü var. […]<br />
Dersim halkı, Anadolu’da çeşitli uygarlıklar kuran halklardan Ermenilerin<br />
toprakları üzerine, göç ederek yerleşmişti. Tehcire kadar<br />
uzun süre de birlikte yaşamışlardı Ermenilerle. Bölgede Ermenilere<br />
ait mezar, ev ve kilise kalıntılarına rastlanmaktadır. Bu kalıntılar, çoğunlukla<br />
taşlarından yararlanma ya da define saikiyle tahrip edilmiştir.<br />
Dersim’de ki pek çok köy, dağ, su, dere, köprü isminin kökleri çoğunlukla<br />
Ermenice’dir. […]<br />
Büyüklerimizden bizlere aktarılanlara baktığımızda Aile Kolektifimizin<br />
ilerici ve devrimci geleneklerini, anne tarafımızdan gelen<br />
Havva Ana ile Eşkiya Apo Memed’in hayatı varlığımızı daha çok biçimlendirmiştir.<br />
Apo Memed’in (dedemizin) yedi kardeş olduklarını,<br />
ticaret kervanlarıyla Halep ve Şam’a gidip geldiklerini, onların da ‘eşkiya<br />
yatağı’nda silahlı olduklarını, bir müsademede kardeşlerden birinin<br />
ölmüş olduğunu, ölen kardeşin karısı Leyla’ya öteki kardeşlerin sahip<br />
çıktığını, vb. öyküleri büyüklerimizden dinlemiştik. Eşkiya Apo Memed,<br />
Dersim Ovacık İlçesi Mıkıko köyünden (şimdiki adı, Eğri Kavak)<br />
geliyor. Anılan köy günümüzde tamamen yakılmıştır. Dedem bir kısım<br />
bölge halkıyla birlikte 1890–1900 yıllarında (kesin tarih kaydı yok)<br />
Erzurum Aşkale Taşağıl Köyü’ne göç ediyor. Dedem ve Nenem kendi<br />
aralarında Dersimîce konuşurmuş. Eşkıya Apo Memed, neden ve hangi<br />
gerekçelerle göç etmişti? Veya göçe zorlanmıştı? Eşkıyalık mesleğini<br />
neden seçmişti, neden bırakmıştı? Neden çobanlıkta karar kılmıştı? Hiçbir<br />
zaman toprağı ve mülkü olmadığına göre emekçi halklardan yana<br />
ve belki de İnce Memed türünden bir konuma sahipti. Hayatın şu garip<br />
cilvesine bakın ki, 1923’den sonra Dersim-Ovacık-Mıkıko köyünden<br />
Aşkale’nin bir Kürt-Alevi karışımı köyüne göç eden toprak ağası, mütegallibe,<br />
halk düşmanı Yehmo Ağa neden ve hangi vukuatından ötürü<br />
Eşkıya Apo Memed’ten “ne olur, ben ettim sen etme, canımı bağışla!...”<br />
diye yalvarıp diz çökmüştü? Köyümüzün yaşlı kuşaklarının aktardığı<br />
anlatımlar dışında ayrıntılı bilgilerle bu süreci bir türlü öğrenemedik.<br />
Eşkıya Apo Memed’in çeşitli tüfekleri, kamaları, eşkıyalık mesleğinin<br />
gümüş kakmalı alet ve edevatları nasıl da kapanın elinde kalmıştı? Yoksulluk,<br />
yoksunluk ve öksüzlük ailemizin belini bükünce bu soruların da<br />
tutarlı bir cevabını alamıyorduk. O günün koşullarına göre de “ateist”<br />
sayılan babam neden Molla (Melle) olmuştu?<br />
Ailemiz, inkâr, imha, göç, göçe zorlama şartlarında Dersim’den<br />
Aşkale’ye geldikten sonra da, Osmanlı-Rus Harbinde tekrar göç etmiş,<br />
Tokat, Dersim ve Çorum’a gitmişti. Savaşın<br />
sona ermesiyle, tekrar Aşkale, Taşağıl köyüne<br />
gelmişlerdi. Sırasıyla Taşağıl, Saptıran, Pırnagapan<br />
köylerinde topraksız, mülksüz bir aile yaşamı<br />
içindeyken babam Mehmed, Anam Ayşe’den<br />
olma tam on bir çocuk dünyaya getirmiş. Babam<br />
da cömert ve fukaraydı. Haddinden fazla da diyergâm<br />
biriydi. Anam, 13 yaşında iken 55 yaşındaki<br />
babama üçüncü eşi olarak kocaya gitmiş<br />
(verilmiş)ti. Anamın 27 yaşında dul ve kimsesiz<br />
kalışı, on bir çocuktan beşinin ‘doğal seleksiyon’<br />
ölüşü, altısının binbir sıkıntıyla bakımı, bütün<br />
bunlar bizlerin düşünce-davranış çizgilerimizi<br />
biçimlendiren etkenler idi.<br />
Apo Memed Dedemin, babamın ölümünden<br />
sonra, göçtüğümüz, daha doğrusu sığındığımız<br />
Erzurum’a anamı ve torunlarını görmeye gelirken<br />
kendisine yapılan bir hakaret sonucu kalp krizi<br />
geçirip ölüşü, cenazesinin belediye tarafından (sahipsizce)<br />
kaldırılışı, Nenem’in, Babam’ın ölümü,<br />
Erzurum’daki toprak ağalığına dayanan sömürü<br />
ilişkileri, bölge insanının işsiz, yoksul ve çok korkunç<br />
bir baskı ve sömürü altında yaşamış oluşu,<br />
Osmanlı sonu oluşan Cumhuriyet rejiminin de köklü yapısal değişimler<br />
yapmadan sosyo ekonomik yapıyı aynen koruyup kollaması, dahası<br />
“devlet eliyle kapitalist yetiştirme” politikası, Gorki’nin Ana’sını aratmayan<br />
Ana’mın olağanüstü fedakârlığı,10 Eylül 1920 Bakû’de yapılan I.<br />
Şark Milletleri Kurultayı’na ve Erzurum Kongresi’ne katılan öğretmen<br />
Mehmet Fikri Saygın’ın (Babamın Medrese arkadaşı ve vasiyeti üzerine<br />
Aile Kolektifimiz’e bakmakla görevli) bizleri okutmak için insanüstü<br />
çabası, 1936’da kabul edilen “Soyadı Kanunu”na göre irademiz dışında<br />
soyadımızın “Öztürk” konuluşu, öksüzlüğümüz, Dedemin, Nenemin,<br />
Babamın ne bir mezarına ne de bir fotoğrafına sahip oluşumuz, savaşlarda,<br />
seferberlikte kaybolan aile fertlerinin akıbetinin bilinemeyişi, bizi<br />
vareden topraklarla buluşup insanlarımızla diyaloga giremeyişimiz, vb.<br />
binbir etken Aile Kolektifimiz’in hamurunu yoğurmuştur.<br />
1950 yılında bir gazeteye ilan vererek ailemizin varsa akrabalarını-köklerini<br />
ve seferberlikte, göç sırasında kaybolan Anamın ve Ezem<br />
Nenenin anlatımlarına göre ise kaçırılan kardeşleri Fatma’nın akıbetini<br />
soruşturduk. Bu ilandan hiçbir olumlu cevap alamadık. Fatma Ezem güzelliği<br />
ile tanınırmış. O dönem Türkiye’nin nüfusu 30 milyon. Gazete<br />
okuma oranı da yüzde 1–2 civarında. İlanımıza olumlu cevap alamayışımızın<br />
sebepleri malum. Bizzat yöreye giderek araştırma-soruşturma<br />
yapacak maddî imkânlara da sahip değildik. Yine o dönem radyodaki<br />
“kayıp ilanları”na başvurduk, Oradan da olumlu bir cevap alamadık.<br />
İşin ilginç yanı o dönem evimizde radyo da yoktu. Komşuların radyosunu<br />
dinliyorduk arada bir. Fukara Anam son demlerinde dahi, yakınarak<br />
kardeşi Fatma’yı anıyordu… […]<br />
Rayber ve Rayberlik Kurumu<br />
Sözcüklerde Rayber: Dinî yol gösterici, yol açan olarak kullanılıyor.<br />
Dersim üzerine yazılan hemen hemen bütün anı, roman, şiir, inceleme<br />
ve araştırma kitaplarında bir “Rayber” tipolojisine rastlanır. Bölge halkı<br />
bir zamanlar yaygın biçimde “Rayber” ismini çocuklarına verirlermiş.<br />
Osmanlı’nın Dersim’e uygulayageldiği baskı, terör, kırım ve kıyıcılığı<br />
artırılarak Cumhuriyet dönemine aktarılmış. TC Devleti’nin de devlet<br />
tekelci kapitalist dönemine evrilmesi aşamasıyla birlikte, bölge halkını<br />
içinden vurmak, zayıf düşürülmüş karakterli kimseleri para ve altın<br />
karşılığında kullanmak düşüncesi hâkim bir uygulama olarak varlığını<br />
korumuş. Bu uygulama yeni nitelikler kazanarak sürdürülmüş. Özellikle<br />
1938’deki kırım ve katliamlarda Seyyid Rıza, Seyyid Hüseyin ve<br />
Alişer’lerin öldürülmesi gibi olaylarda “Rayber” isimli birinin Ocağına,<br />
aşiret, inanç, kült ve kültürel geleneğine karşı ihbar, jurnal, ispiyon ve<br />
adı ne olursa olsun Kızılbaşlık birikimlerine aykırı kullanılmasıyla birlikte<br />
artık bu ismi hiç kimse çocuklarına koymamaktadır. […]<br />
Dersim’e eşim ve ben, bölge halkından “mihmandar” bir yol arkadaşım<br />
ve eşi ile birlikte gitmiştik. […] Arkadaşım ilerici, demokrat ve<br />
dürüst bildiği bazı kimselere bendenizin hayat öyküsünü, hapishane deneyimimi,<br />
işimi, iyi niyetlerle de olsa bazı abartılarla anlatmadan edemi-<br />
14 Sayı 27
SERÇESME SERÇEÞME<br />
yordu. Özellikle de “Mahir, Ulaşlarla hapis yatmıştır...” gibi anlatımları<br />
Bölge’de aleyhte yankı yapabilecek ölçüye varabilirdi. Eşi ise, Kadın-Ata<br />
kültünden olsa gerek, daha gerçekçiydi. Kocasına itidal ve denge tavsiye<br />
ediyordu. Sık sık, “zevzeklik insanın başına iş açar” uyarısında bulunmaktan<br />
edemiyordu.<br />
Bölge halkı yüzlerce yıllık deneyimiyle dikkatli ve dengeli olmayı<br />
yeğliyordu. “İç Savaş” yaşamıştı son olarak... Hâlâ da askeri timlerin,<br />
helikopterlerin, savaş uçaklarının, namluların ucundaki demokrasimizde<br />
‘nasıl ayakta kalabilirim’in kavgasını veriyordu. Kuzeyli Kürtlerin<br />
ve Dersimlilerin, özellikle de yoksul köylülüğün, emekçilerin ekmeğini<br />
kazanırken nelere katlandığını, ne yiyip içtiğini, hangi şartlarda üretim<br />
yapmaya çalıştığını herkes bilemez. […]<br />
Tunceli’de bir parkta oturuyoruz. “Bu parkın adı nedir?” sorumuza<br />
bölge halkı “İsmet Paşa Parkı” dediğinde, bu ismin parka verilişini<br />
yadırgadığımızı hissettiriyoruz, fakat halk temkinli, “tahrik” dolu eleştirimize<br />
hemen cevap vermiyor, gülümseyerek, sağına soluna bakarak<br />
cevap vermeyi yeğliyor. Bölgenin tüm sokak, cadde, okul, meydan,<br />
park, hastane, vb. resmî ideolojinin ve resmî tarih anlayışının uzantısında<br />
isimlendirilmiştir. Çoğu Ermenice ya da sonradan Dersimce konulan<br />
köy, mezra, dere, geçit, mağara isimleri de öztürkçeleştirilmiş...<br />
Öztürkçeciliğin büyük bir zevkle tadını çıkaranların hâkimiyetindeki<br />
bir bölgede elbette şaka yollu da olsa asla zevzeklik yapamazsın.<br />
“Eline, Diline, Beline Sahip ol!” öğretisine sahip olamazsan, “Rayberlik<br />
Kurumu”nun işbaşında olduğunu unutursan, başına iş açarsın!.. […]<br />
Kadın-Ata Geleneği’nden Üç Örnek<br />
Bir yandan Arap İslâm’ın, bunun üstüne Osmanlı’nın, bunun da üzerine<br />
TC Devletinin Kızılbaşlık geleneği üzerine sistemli biçimde uygulayageldiği<br />
baskı, terör, kuşatma, kıyım ve kırımlar Dersim’deki Kadın-<br />
Ata geleneğinin etkisini kırmayı denemiştir. […]<br />
Ovacık’ın kırsalında ve bazı köylerinde Kadın-Ata geleneğinin uzantılarını<br />
aradık. Bulduğumuz örneklerden biri Mıkıko köyü yıkıntılarının<br />
yanıbaşındaki yaylada 85–90 yaşlarındaki karı-koca örneğinde ortaya<br />
çıktı. Kadın-Ata âdeta bir heykel gibi dimdikti. Uzun boylu ve soylu<br />
Kızılbaş geleneğinin bir parçasıydı. Kızılbaş Ana-Ata’larla karşılaştığımızda<br />
ellerinin içi ve omuzları öpülüyor (niyaz ediliyor)du. Kızılbaş<br />
Ana-Ata kadınlarımızdan özellikle 1938’i dinledik. Sorunlarını öğrendik.<br />
Böyle bir karşılaşmada “mihmandar” yol arkadaşımıza (ki ağır şaka<br />
yapmasını sever) bizlerin kim olduğumuzu sorduklarında: “Bunlar Tırkî<br />
(Türk)” dediğinde uzattıkları ellerini hemen geri çekmiş bizlerle tokalaşmamışlardı.<br />
Dersimceyi bilmeyişimiz “mihmandar” arkadaşımızın<br />
muzipliğini kolaylaştırmış ve zor bir sahnenin yaratılmasını tetiklemişti.<br />
Sonradan kimlik ve kişiliklerimizi ve aile kolektifimizin 120 yıllık serüvenini<br />
anlatınca sıkılmayan eller daha sıcak bir kabule dönüşmüş birbirimize<br />
sarılmış, kucaklaşmıştır. Kadın-Ata örneğindeki Ana’lar gözyaşlarını<br />
tutamamıştı. “Bize otuzsekizi hatırlattınız. Yaralarımız derindir. Sen<br />
bizim aşirettensin. Koçgirilisin. Sen bizim Alişer’imizsin. Ne iyi ettiniz de<br />
geldiniz. Lisanımızı konuşamasanız da simanızdan (cemalinizden) bellidir.<br />
İyi ki kendinizi korumuş, bu günlere gelmişsiniz” diyen Kadın-Atalar<br />
ile bizim hanım (eşim, hayat arkadaşım) da kırk yıllık Kızılbaş gibi kaynaşmış<br />
gözyaşı selinde kucaklaşıp hemhal oluvermişti.<br />
İkinci Kadın-Ata örneğini torunu dünyaya yeni gelen yoksul bir<br />
emekçinin evinde görmüştük. O da heykel gibi duruyordu. Dışarıda<br />
40–45 derece sıcaklık vardı, fakat O mahalli giysileri içinde çok rahat<br />
ve gururluydu. Hane’nin direği ve sözü geçeniydi. Geleneklerin durumu<br />
hakkında pek az şey konuştuk. Giyim ve kuşamı dışında, görsel malzemelere<br />
hayranlığımız dışında konuya derinliğine giremedik. Torununun<br />
doğumunu kutladık, görevimizi yerine getirdik ve Hane’sinden ayrıldık.<br />
Üçüncü Kadın-Ata örneğini yılın altı ay yazını Ovacık kırsalında,<br />
altı ay kışını İstanbul’daki oğlunun yanında geçiren bir Ana’da gördük.<br />
Ovacık’a gelir gelmez Kadın-Ata giysileriyle kurum kurum kuruluyordu.<br />
Kendisini bu türden giysiler içinde çok daha rahat hissettiğini söylüyordu.<br />
[…]<br />
Arap İslâm-Kızılbaş Karşıtlığı<br />
[…] Munzur Baba’yı ziyaretimizde, O’nu anlatan kocaman tabeladaki<br />
Türkçe-İngilizce sunumları okuyunca çok irkildik. Munzur Baba, yok<br />
şöyle yapmış da… Okuyup üflemiş de… Kâbe’de sıcak helva yedirmiş<br />
de… türünden sunumlar Kızılbaşlığın kültü ile ters orantılıdır. Kızılbaşlığın<br />
kültü ilerici, iyimser, dinamik ve yaratıcı bir yöntemle (Marksist<br />
yöntem) yorumlanmadığı/yorumlanamadığı koşullarda mistisizm, Arap<br />
İslâm ve Devlet bu alana kama sokup gerici-idealist yorumlarla bizim<br />
insanlarımızı uyutmak istemektedir. Bu takdirde Kızılbaş ve Anadolu<br />
Aleviliğinin egemen olduğu yörelerdeki köylere cami yaptırılması, zorunlu<br />
din dersi okutulması ve Cemevi kurumsallaşmasına karşı girişimler-saldırılar<br />
geri püskürtülemeyecektir. […]<br />
Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği, tarihsel seyri içinde kendi ürettiği<br />
araçları doğrultusunda hareket etmiştir. İnanç, kültür ve geleneklerinin<br />
günümüze kadar taşınmasında “Dedelik Kurumu” önemli bir rol<br />
oynamıştır. Bu kurum aynı zamanda ve doğallıkla sınıflı toplumlardaki<br />
sömürü ilişkilerini de bağrında taşıyagelmiştir. Kapitalist yabancılaşmadan<br />
önemli oranda etkilenen “Dedelik Kurumu” geleneği de bazı istisnaları<br />
dışında yozlaşmıştır. […]<br />
Söylemek zorundayız: Babaî’ler, Hacı Bektaş’lar ve Pir Sultan’lardan<br />
süzülüp gelen inanç, kültür, gelenek ve erdemler günümüzdeki<br />
“Dede”lerde yoktu. Yeni nesillerin de “Dede”lik geleneğine bir ihtiyacı<br />
yoktu. […]<br />
Kızılbaş Batınî kült ve geleneğine olan süregen saldırı ve katliamlar<br />
karşısında kimileri susmayı tercih etmiş, kimileri korkmuş, “biz de<br />
müslümanız” diyerek bilinçli karşı koymayı göze alamamıştır. Resmî<br />
din saldırıları karşısında “Öz-Müslüman” savunuculuğuna soyunmuş<br />
Kızılbaş aydınlar, bu türden “arguman”larıyla tarihsel-sosyal-kültürel<br />
haklılıklarını bir türlü savunamamıştır. […]<br />
Alevi topluluğunun örgütlü sözcüleri şunları dile getirmektedir:<br />
“20–25 milyon bir topluluğuz. Siyasî bir parti olarak öne çıkmayı<br />
şimdilik düşünmüyoruz. Toplumsal bir hareket yaratmayı düşünüyoruz.<br />
‘Laik, demokratik, özgür bir cumhuriyet için’ yola çıkıyoruz.<br />
Yalnızca Alevi-Bektaşi topluluğunu değil, emek eksenli solu da yanımıza<br />
almayı amaçlıyoruz. AB’yi savunuyoruz. Köyümüze cami yapılmasını<br />
istemiyoruz. Din derslerinin okutulmasına karşıyız (kimi<br />
ABD yanlısı Alevi sözcüleri ise, Alevilerin de Sünniler gibi Diyanet<br />
İşleri Başkanlığında bir masa ile temsil edilmesini, yardım almasını<br />
ve okullarda Aleviliğin de din derslerinde okutulmasını talep etmektedir).<br />
Cemevlerimizin de Cami statüsünde olmasını, su ve elektrik<br />
paralarının devlet tarafından karşılanmasını, vb. talep ediyoruz...”<br />
Bu ve daha onlarca talepleriyle öne çıkan Alevi kuruluşları, tıpkı<br />
Sol’un içine yuvarlandığı anlamsız yarım-aydın tartışmalarına benzer<br />
biçimde kendi aralarında kıyasıya tartışmaktadırlar. […]<br />
Alevi kuruluşlarından bir sorumlu şu özeleştiriyi yapıyor:<br />
“Biz, 10 milyonluk oy kütlemizle sandığı protesto etmiştik. Oy vermediğimiz<br />
için gerici AKP’nin iktidar oluşundan bizler de sorumluyuz.<br />
Bu sefer toplumsal muhalefeti emek eksenli bileşimlerle buluşturup<br />
iktidara gelmeyi amaçlıyoruz. Şu aşamada siyasî partileri ve<br />
öteki kuruluşları etkilemeyi düşünüyoruz. Siyasî parti kurmayı şu<br />
aşamada düşünmüyoruz. Gerektiğinde böyle bir adım atılmasından<br />
da geri durmayız...”<br />
Bu türden gerekçelerle kurumsal gelenekler yaratılması düşüncesi ve<br />
olayı da elbette siyasetle uğraşmak anlamına gelir. Alevi örgütlerinin<br />
anılan temelde ve doğrultuda çeşitli istişari toplantılar yapması, kurultay<br />
ve konferanslar düzenlemesi, radyo, TV, basın-yayın faaliyetlerinde bulunması,<br />
aralarındaki bitmez tükenmez tartışmaları nispeten telif ederek<br />
belli ilke ve amaçlarla bir araya gelişi, onlar açısından “ileri” bir aşama<br />
ve süreçtir. […]<br />
Kızılbaşlık inanç ve kültürleri, her türden otoriterliğe karşı ve “düzen<br />
dışı” olarak nitelenen isyan, başkaldırı ve ayaklanma, ayrıca hak arama<br />
geleneklerini bağrında taşımaktadır. Sömürücü sistemlerin, resmî İslâmın<br />
ve sözde laiklerin Kızılbaş Batınîliği “boy hedefi” yaparak saldırmasının<br />
temel nedeni budur. […]<br />
Kısaltan: Esen Uslu<br />
Köşeli parantez içinde üç nokta<br />
dergimizde aktaramadığımız bölümleri belirtmektedir.<br />
Yazının tümünü okumak isteyen canlar,<br />
Sorun Polemik dergisinin internet sitesine<br />
başvurabilir: www.sorunpolemik.net<br />
Mart 2007 15
SERÇEÞME<br />
Ebuzer Giffari<br />
Veliyettin Ulusoy<br />
EBUZER Müslümanların yitik vicdanıdır. Kim ki yitirdiği<br />
sosyal adalet duygusunu aramak isterse karşısına Ebuzer<br />
çıkmaktadır. Emperyalizmin ve kapitalizmin bizi parça parça<br />
ettiği anlam dünyamızda, gerçekten uzaklaşmış inancın,<br />
tekrar gerçeği bulmak için her geçen gün Ebuzer ve benzerlerine<br />
ihtiyaç duyuyoruz. İşte bu noktada hakkı ve sabrı tavsiye eden ve<br />
taviz vermeyen duruşuyla yolumuzu aydınlatıyor.<br />
Ne yazık ki İslam tarihinde Ebuzer’in yaşamı karanlıkta kalmıştır.<br />
Bu gün sadece Alevi-Bektaşi cemlerinde ve pek az bölgede bilinmektedir.<br />
Cemlerimizde yaşar ve semahın piri olarak kabul edilir. Kırklar’dan<br />
birisidir, on yedi kemerbestler’dendir.<br />
Ebuzer sosyal adalet ve paylaşımı esas alan düşünceyi sembolize<br />
eder.<br />
Kimdir Ebuzer?<br />
EBUZER Giffar kabilesindendir. İslam’ın zor ve sıkıntılı dönemlerinde<br />
Müslüman olmuş beşinci kişiydi.<br />
Peygamberi duymuş, merak etmiş ve kardeşi Üneys’i Mekke’ye göndermişti.<br />
Üneys döndüğünde verdiği cevaplar kendisini tatmin etmemiş,<br />
bizzat kendisinin Mekke’ye gitmesine karar vermişti.<br />
Kardeşi Üneys:<br />
– Tamam. Ancak kavminden sakın. Çünkü onlar o adama düşmanlık<br />
yapıyorlar. O’na karşı buğuzlu, kindar ve kötüdürler.<br />
Ebuzer uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştı.<br />
Mescide gidip Peygamberi aradı. Ancak onu göremediği gibi, onunla<br />
ilgili bir şey de duymadı. Çaresiz mescitte güneşin batmasını bekledi.<br />
Gece herkes uyudu. Bu arada Ali tavaf için içeri girdi. Mescidin köşesinde<br />
zayıf, uzun boylu, siyah sarıklı, yırtık abalı bir adamın oturduğunu<br />
görünce yanına gelip sordu:<br />
– Sanırım yabancısın<br />
– Evet<br />
– Benimle gel.<br />
Ali ve Ebuzer yola koyuldular. Ebuzer ondan bir şey sormadı. Ali de<br />
bir şey söylemedi. Eve vardılar. Ebuzer geceyi orada geçirdi. Sabah peygamberi<br />
aradı ve tekrar mescide geldi. Ne kimse ondan bir şey soruyor,<br />
ne de o kimseden bir şey duyabiliyordu. Akşam yine eski yerine gidip<br />
uzandı. Uyumayı beklerken Ali yine önünden geçti. Onu görünce durdu<br />
ve:<br />
– Hâlâ evini tanıyamadın mı? Benimle gel gidelim.<br />
Ali onu yerden kaldırdı ve birlikte sessizce eve gittiler.<br />
Ali misafirini üçüncü gecede evine götürdü. Ebuzer yine sessizdi.<br />
Sonunda, Ali sordu:<br />
– Ne iş yaptığını ve seni bu şehre getirenin ne olduğunu bana söylemeyecek<br />
misin?<br />
– Eğer kimseye söylemez ve bana yol göstereceğine söz verirsen söylerim.<br />
– Peki tamam.<br />
– Burada bir adamın peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydum.<br />
Kardeşimi onunla konuşması için gönderdim; ancak döndüğünde işime<br />
yarayacak bir haber getirmedi. Kendim onunla görüşme kararı<br />
aldım. Fakat ne onu tanıyorum, ne de onu sormaya cesaret edebiliyorum.<br />
– Kimsin ve nerelisin?<br />
– Adım Cündep-i Cünede, künyem Ebuzer’dir. Giffar kabilesindenim.<br />
– Kurtuluşa erdin, O peygamberdir. Ben şimdi onun yanına gidiyorum.<br />
Sen de peşim sıra gel ve dikkatli ol. Nereye girersem sen de<br />
gir.<br />
Ali ve Ebuzer gece karanlığında yola düştüler. Ali, Safa yakınlarında<br />
bir evin kapısının önünde durdu. Ve birlikte içeri girdiler.<br />
Ardından Peygamber ve Ebuzer arasında farklı konularda konuşmalar<br />
oldu. Bu konuşmalar Ebuzer’i tam manasıyla tatmin etti ve Müslüman<br />
oldu.<br />
Peygamber.<br />
– Ebuzer, bu konuyu gizli tut ve memleketine geri dönüp kavmine<br />
tebliğde bulun, çünkü ben bunların sana zarar vereceklerinden korkuyorum.<br />
Ne zaman ortaya çıktığımızı haber alırsan, o zaman gel.<br />
Bu ilk tanışma Ebuzer’in dünyasında bir dönüm noktası oldu. Peygamber<br />
yaşadığı müddetçe hep yanında oldu, onun sevgi ve güvenini<br />
kazandı. Orada olgunlaştı ve pişti. Düşüncelerinden ve öğrendiğinden<br />
hiç taviz vermedi, korkusuzca doğruyu ve sosyal adaleti savundu. Haksızlıklar<br />
karşısında susmadı, bu yüzden halife Osman tarafından çöle<br />
sürgün edildi ve orada öldü.<br />
Peygamberden sonra hep dostu Ali’nin yanında oldu. İlk iki halife<br />
döneminde Ebuzer’in Ali gibi sessizliğini koruduğunu görüyoruz.<br />
* * *<br />
EBUBEKIR’İN ölümünden sonra hanımını ve kızını alıp Şam’a gitti.<br />
Şam’da bir gün mescitte oturmuş, halk da etrafında halkalanmış,<br />
sohbet ediyorlardı. İçlerinden biri:<br />
– Ey Ebuzer, sen de Bahreyn Emiri olan Ebu Hureyre (1) gibi bir makama<br />
gelmeyecek misin?<br />
Ebuzer:<br />
– Emir olup da ne yapacağım? Bana her gün biraz su ya da süt ve<br />
haftada bir ölçek buğday yeter.<br />
Bir diğeri:<br />
– Ömer’in Ebu Hureyre’ye ne yaptığından haberiniz var mı?<br />
Diğerleri:<br />
– Hayır.<br />
– Ömer onun servetini hesaplayıp ona, “Seni Bahreyn’e göreve gönderdiğimde<br />
bir çift terliğin yoktu, şimdi bana ulaşan haberlere göre<br />
1,600 Dinara atlar almışsın!” dedi.<br />
Ebu Hureyre şöyle cevapladı:<br />
– Sahibi olduğum atlar doğum yaptılar, bazıları da hediye geldi.<br />
Ömer:<br />
– Ben senin günlüğünü ve yaşam harcını hesapladım. Bunlar fazlalıktır,<br />
geri ver.<br />
Ebu Hureyre:<br />
– Vermem!<br />
Ömer:<br />
– Vallahi belini kırarım, dedi ve sırtını öyle bir kırbaçladı ki, kan<br />
aktı. Sonra şöyle dedi: “Getir onları!”<br />
Ebu Hureyre:<br />
– Allah yolunda verdim.<br />
Ömer:<br />
– Eğer helal yoldan kazanıp kendin verseydin öyleydi, sen Bahreyn’in<br />
son noktasına gelmişsin, vergileri Müslümanlar için değil, kendin için<br />
topluyorsun. Annen sana eşek otlatmaktan başka bir iş vermezdi.<br />
Ebuzer:<br />
– Ömer, Allah ve Resulü’nün hoşnut olacağı şeyi yapmıştır. Çünkü<br />
sorumlu halkın yararına çalışmalıdır. Kendi yararına değil.<br />
* * *<br />
ÖMER’İN ölürken hilafeti Ali, Osman, Abdurrahman bin Avf, Sa’d<br />
bin Ebi Vakkas, Zübeyr ve Talha’dan oluşan şuraya bıraktığı haberi<br />
geldi. Dostu Ali’nin bu makama en layık aday olduğunu biliyor ve onun<br />
yanında olmak üzere Medine’ye gidiyor. Yolda karşılaştığı bir kervandan<br />
Osman bin Affan’ın halife olduğunu öğreniyor. Medine’ye gelir gelmez<br />
Ali’nin yanına gidip gerçekleri öğreniyor.<br />
Ebuzer Medine’de kaldı. Görüyordu ki, hilafet rejimi saltanat rejimine<br />
dönüşüyor, Peygamber’in dostlarının çoğunun da değiştiğini görüyordu.<br />
Zübeyr, Talha ve Abdurrahman bin Avf (Osman’a oy verenler.)<br />
birçok mal mülk edinmişler, kendilerine saraylar yaptırmışlardı. Fakir<br />
halk gittikçe fakirleşiyordu.<br />
Ebuzer bu sapmalar karşısında mücadele etmekten başka bir yol bulamıyordu.<br />
Zamanın yöneticilerinden korkmadan halkı eşitliğe davet<br />
ediyor, şiddetle Osman’ın kötü davranışlarını eleştiriyordu.<br />
Bir gün Osman’ın Hayber kalesinin tümünü ve Afrika’dan gelen verginin<br />
beşte birini amcası Mervan bin Hakem’e (Peygamber’in, kendisini<br />
ve babasını sürgüne gönderdiği kişiye) bağışladığını, yakınlarına yüklü<br />
miktarlarda para dağıttığının haberini aldı.<br />
Ebuzer bunun üzerine mescitte şu ayeti okudu: “Altın ve gümüş toplayıp<br />
Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara sonraki hayat için<br />
çok çetin azabı müjdele” (Tevbe Suresi, 9/34)<br />
Mervan, Ebuzer’in kendisine ve Osman’a şiddetle saldırdığını duydu.<br />
Konuyu Osman’a iletti. Osman da Ebuzer’i çağırdı:<br />
– Ey Ebuzer! Seninle ilgili duyduğum şeyden vazgeç!<br />
– Benim hakkımda ne duydun?<br />
– Senin, halkı benim aleyhime tahrik ettiğini duydum!<br />
– Nasıl?<br />
– Duydum ki sen mescitte ‘Altın ve gümüşü biriktirenler’ ile ilgili bir<br />
ayet okumuşsun.<br />
– Ey Allah Resulü’nün halifesi Osman, sen beni Allah’ın kitabını<br />
okumaktan ve onun emirlerini terk edenlere karşı mücadele etmekten<br />
men mi ediyorsun?<br />
16 Sayı 27
OSMAN ve Ebuzer arasında devamlı şiddetli tartışmalar oluyordu.<br />
Osman bir gün dayanamayarak onu Şam’a gönderdi.<br />
Ebuzer Şam’a ulaştı. Muaviye binlerce işçiyi çalıştırarak yeşil bir saray<br />
yapıyordu. Ebuzer oradan geçerken manzarayı görünce Muaviye’ye<br />
dönüp:<br />
– Muaviye! Eğer sen bu sarayı halkın parasıyla yapıyorsan, ihanettir<br />
ve eğer kendi paranla yapıyorsan israf!<br />
Muaviye cevap vermedi, Ebuzer yoluna devam etti. Mescide gidip<br />
oturdu. Yanına gelen Müslümanlar Muaviye’yi ona şikâyet ettiler ve ne<br />
zamandır maaşlarını alamadıklarını söylediler. Halkın karşısına dikilip<br />
şöyle dedi:<br />
– Öyle olaylar yaşandı ki, ben hâlâ bir şey anlamış değilim. Bu amellerin<br />
ne Allah’ın kitabında, ne de Peygamber’in davranışlarında hiçbir<br />
yeri yoktur. Hak ortadan kalkmış, batıl canlanmıştır. Yalancılık<br />
doğruluğa yeğ tutulmuştur ve düzensizlik ortaya çıkmıştır. Ey servet<br />
sahipleri! Fakirlere eşit olun!<br />
Bunlar yemeklerini eğlence ve törenle hazırlarlar. O kadar bol çeşitli<br />
yemekler yerler ki, bunları hazmedebilmek için ilaç kullanmak<br />
zorunda kalırlar. Oysa Peygamber dünyadan göçene kadar bir gün<br />
bile iki çeşit yemekle karnını doyurmadı. Hurmaya doyduğu gün<br />
ekmeğe doyamıyordu. Peygamber’in ailesi hiçbir zaman üç gün üst<br />
üste sabah ve akşam, arpa ekmeğiyle bile doyamadı. Bazen aylarca<br />
Peygamber’in evinde yemek pişirmek için ateş yanmıyordu.<br />
Ebuzer saldırılarına devam ediyordu. Servet sahiplerini elim bir<br />
azapla müjdeliyor, Muaviye iktidarını titretiyordu. Muaviye ondan nasıl<br />
kurtulacağını ve bu tehlikeli kural tanımazı nasıl ortadan kaldırabileceğini<br />
düşünüyordu. Sonunda bu adamı lekelemeye karar verdi. Yapabilirse<br />
halkı, Ebuzer’in kendisinin de altın biriktirdiğine ikna edecekti.<br />
Muaviye bir yol bulabilmek için çok düşündü. Beni Ümeyye için önemli<br />
bir durum ortaya çıkmış ve hâkim sınıf için büyük bir tehlike baş göstermişti.<br />
Sonunda kendince iyi bir yol buldu. Hizmetçilerinden birine<br />
bin Dinar vererek, onu geceleyin Ebuzer’e gönderdi. Sabah olunca tekrar<br />
aynı hizmetçiyi çağırıp şöyle dedi: “Ebuzer’e git ve de ki Muaviye bedenim<br />
yara içinde kalıncaya dek beni dövdü. O parayı başkasına göndermişti.<br />
Ben yanlışlıkla paraları sana getirdim.”<br />
Hizmetçi gidip Ebuzer’e Muaviye’nin söylediklerini tekrarladı. Ebuzer:<br />
“Evladım! Ona deki vallahi senin gönderdiğin paralardan bir Dinar<br />
bile sabaha kadar bende kalmadı. Üç gün zaman versin, parayı toplayayım.”<br />
Muaviye, Ebuzer’in bin Dinarı aldıktan sonra fakirler arasında<br />
paylaştırdığını ve bir gece bile yanında tutmadığını anladı.<br />
* * *<br />
MUAVİYE, Ebuzer’e yumuşak davrandı olmadı; sert davrandı olmadı.<br />
Parayla satın almak istedi, başaramadı. Onu Şam’dan uzaklaştırmaktan<br />
başka çare yoktu. Osman’a bir mektup yazdı:<br />
“Ebuzer’in etrafında toplanmalar var. Beni dara sokup işimi zorlaştırıyor.<br />
Etrafındakileri sana karşı ayaklandırmasından korkuyorum.<br />
Eğer Şam halkına ihtiyacın varsa Ebuzer’i buradan al.”<br />
Osman acil olarak Ebuzer’i Medine’ye getirtti. Medine yakınlarında<br />
Ali, Osman ve birkaç kişi daha bir araya geldiler. Osman’ın çehresi öfkeyle<br />
kaplandı ve bağırmaya başladı:<br />
– Siz bana söyleyin, ben bu yaşlı ve yalancı adama ne yapayım? Döveyim<br />
mi? Öldüreyim mi? O Müslüman topluluğunu birbirinden<br />
ayırmıştır. İslam topraklarından sürgün mü edeyim?<br />
Ali.<br />
– Ben Firavun ailesinden iman etmiş olanların söylediklerini sana<br />
söylerim: “Eğer yalancı ise yalanı kendisine dönecektir. Eğer doğru<br />
sözlüyse sizin için öngördüğü şey başınıza gelecektir.”<br />
Osman bu söz üzerine daha da sinirlendi ve Ebuzer’i Ali’yle işbirliği<br />
yapmakla suçladı. Osman sonunda Ebuzer’le oturmayı ve konuşmayı<br />
yasakladı.<br />
Ebuzer susmadı, konuşmaya devam etti. Osman bunun üzerine<br />
Abuzer’i getirtti, yanında Kab’ul Ahbar ve birkaç kişi daha vardı.<br />
(Kab’ul Ahbar, Ömer zamanına kadar Müslüman olmayan Yahudi din<br />
adamı, Osman’ın veziri ve danışmanı.) Osman, “Ey Ebuzer! Bu işleri ne<br />
zaman bırakacaksın?” diye sordu.<br />
Ebuzer.<br />
– Düşkünlerin hakları sermayedarlardan alındığı vakit!<br />
Osman:<br />
– Sizce bir insan malının zekâtını verdikten sonra artık onda kimsenin<br />
hakkı var mıdır?<br />
Kab’ul Ahbar:<br />
– Hayır, Emirel Mü’minin! Birisi malının zekâtını verdikten sonra,<br />
isterse bir kerpiç altından bir kerpiç gümüşten ev bile yapabilir.<br />
Ebuzer elindeki asayla sertçe Kab’ul Ahbarın göğsüne vurup, “Yalancı<br />
Yahudizade, benim dinimi bana sen mi öğreteceksin?” dedi ve Bakara<br />
Suresi 2/177 okudu.<br />
SERÇESME SERÇEÞME<br />
– Görmüyor musun? Allah zekât vermekle, yakınlara, yetimlere, sefillere<br />
ve kölelere bağışta bulunmayı ayırmış ve bunları zekâta göre<br />
öncelemiştir. Mal biriktirmeyi men ettiğini ve hayır yolunda infakta<br />
bulunmayı emrettiğini görmüyor musun?<br />
* * *<br />
BİR GÜN Abdurrahman bin Avf’ın mirasını getirip Osman’ın önüne<br />
yığdılar. Bu mallar o kadar çoktu ki, Osman’la orada dikilen adam<br />
arasında engel oluşturmuştu.<br />
Osman:<br />
– Ümit ederim ki Allah, Abdurrahman’a hayır versin. Zira o Sadaka<br />
verip misafir ağırlıyordu. Şimdi gördükleriniz de malından geriye<br />
kalanlardır.<br />
Kab’ul Ahbar:<br />
– Doğru söylüyorsunuz ey Emirel Mü’minin! Helal kazandı, helal<br />
harcadı ve ardındakileri helal bıraktı. Allah ona dünya ve ahrette iyilik<br />
bağışlamıştır.<br />
Ebuzer:<br />
– Ey Yahudizade! Sen ardında bu kadar mal bırakıp ölen birisi için,<br />
Allah ona dünya ve ahiret hayrı vermiştir mi diyorsun? Abdurrahman<br />
bin Avf’ın bıraktıklarına helal diyorsun, öyle mi? Söyle bakalım, Abdurrahman<br />
bu malı nereden getirdi? Allah ona gökten mi gönderdi?<br />
Yoksa halkın hakkından ve milletin elinin emeğinden mi topladı?<br />
Osman:<br />
– Hemen bugün hareket edeceksin, seni Rebeze’ye gönderiyorum.<br />
Ebuzer’i buradan dışarı çıkarın! Onu örtüsüz tahta semeri olan bir<br />
deveye bindirip tam bir sertlikle Rebeze’ye kadar götürün. Orada<br />
hiçbir dostu olmamalıdır.<br />
Osman Ebuzer’i Rebeze’ye götürmesi için Mervan’ı görevlendirdi ve<br />
kimsenin onu uğurlamaması veya birlikte gitmemesi emrini verdi.<br />
Ali, Ebuzer’in sürgün haberini duyunca çok üzüldü; Peygamber’in<br />
vefalı dostuna neler yapıyorlar? O an Ali, Hasan, Hüseyin, kardeşi Akil,<br />
Abdullah bin Cafer ve Ammar bin Yasir’le birlikte Ebuzer’in peşinden<br />
şehirden çıkarak ona yetiştiler. Ali, Ebuzer’le konuşmak için yanına yaklaştı.<br />
Mervan araya girip Ali’nin önünü keserek:<br />
– Ey Ali, Emirel Mü’minin, Ebuzer’e kılavuzluk ya da yol arkadaşlığı<br />
yapmayı yasaklamıştır. Bilmiyorsan bilmiş ol!<br />
Ali, aldırmadan Ebuzer’e yöneldi. Mervan tekrar Ali’nin yoluna çıkınca<br />
Ali kamçısıyla Mervan’ın devesine vurdu ve “çekil kenara!”diye<br />
Mervan’ı azarladı.<br />
Mervan, Ali’nin sinirli ve kararlı olduğunu görünce devenin dizginlerini<br />
çevirip, Ebuzer’i onların yanında bırakıp şikâyet etmek için şehre<br />
döndü. Ali ve yanındakiler Ebuzer’le birlikte Rebeze’ye vardılar. Bir süre<br />
konuştular, ayrılık vakti gelince de hüzünlü bir şekilde vedalaştılar.<br />
Rebeze’de şartlar çok ağırdı, Ebuzer zaten çok yaşlanmıştı, bu ağır<br />
şartlara fazla dayanamadı ve Hakk’a yürüdü.<br />
Notlar:<br />
(1) Ebu Hureyre Müslüman olmadan önce hayatı hakkında kendi<br />
anlattıklarından başka bir şey bilinmez. Müslüman olduktan sonra<br />
fakirliğinden dolayı Ashab-ı Suffe’den olduğu bilinir. Müslim’in Fezailus<br />
Sahabede’ki 159. bölümünde Ebu Hureyre’nin sırf karın tokluğuna<br />
Peygamber’le beraber olduğu anlatılır. Ebu Hureyre’ye ait 5374 hadis<br />
olduğu söylenir. Buhari bunlardan büyük bir kısmını kitabına almıştır.<br />
Hz. Ali şöyle demiştir: “Yaşayanlar arasında Allah Resulü’ne en fazla<br />
yalan isnat eden Ebu Hureyre’dir.” (İbni Ebul Hadid, Nehcul Belaga,<br />
c. 1, s. 360).<br />
Yine o, “Sevgili dostum bana haber verdi ki” diye Peygamberden<br />
bahsettiğinde Hz. Ali, “Peygamber ne zaman senin sevgili dostun oldu?”<br />
demiştir.<br />
Hz. Ali öldürülmesinden sonra Emeviler dönemi Ebu Hureyre’ye bir köşk<br />
inşa edip arazi vermişlerdir. Buna karşılık Ebu Hureyre Muaviye ile ilgili<br />
şu hadisi uydurmuştur: “Allah’ın Resulü Muaviye’ye bir ok verdi ve şöyle<br />
dedi: ‘Bu oku al ve cennet’te beni onunla karşıla’ ”<br />
Ebu Hureyre’den şu hadis rivayet edilmiştir: Allah’ın Resulü şunu derken<br />
duydum: “Allah vahyini üç kişiye emanet etti: Ben, Cebrail ve Muaviye.”<br />
Tüm bu delillere rağmen “Her sahabe doğrudur” şeklindeki yanlış<br />
inancın hadisçileri sürüklediği nokta ortadadır. Ebu Hureyre kimdir ki,<br />
Peygamber’in en yakınlarının bile nakletmediği en garip uydurmaları<br />
Peygamber’le çok az görüşmesine rağmen nakletmiştir.<br />
Emeviler bu hadislerden(!) hüküm çıkartmış ve gerçeği siyasetleri<br />
doğrultusunda saptırmışlardır.<br />
KAYNAKLAR.<br />
Taberi, Tarih-i Taberi Tercümesi<br />
İmam Ali bin Ebu Talib, Nehc’ül Belaga<br />
Prof. Dr. Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası<br />
A. Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik<br />
Abdullah Aydınlı, “ Ebu Zer el Giffari”, TDV İslam Ansiklopedisi<br />
Ebuzer Ali Şeraiti-Cevdet Es-Sahher<br />
Mart 2007 17
SERÇEÞME<br />
“ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ” KİTABI ÜZERİNE<br />
Kelime Ata ile Söyleştik<br />
Ahmet Koçak<br />
Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?<br />
• Sivas doğumluyum. Üniversite öncesi<br />
Sivas’ta okudum. Üniversite için Ankara’ya<br />
geldim ve kaldım. 1988’den sonra Hürriyet,<br />
Siyah Beyaz, Flash TV ve Gazete Ankara’da<br />
gazetecilik yaptım. Alevi derneklerinde yöneticilik<br />
yaptım.<br />
Birlik Partisi üzerine çalışma fi kri nereden doğdu? Ne zaman<br />
başladın?<br />
• Bu çalışmaya çocukluğumdan kalan izlerle başladım. Mustafa<br />
Timisi’nin sesi zihnime yerleşmişti. İkinci yönü de Demokratik Barış<br />
Hareketi’ne duyduğum meraktır. Kuruluş sürecinde hep Birlik Partisi<br />
örneği veriliyordu; başarısız kaldığı söyleniyordu; partileşmeye karşı<br />
çıkılıyordu.<br />
Birlik Partisi’ne bakma ihtiyacı duydum, ama hiçbir bilgi bulamadım.<br />
İlk yazma fikri 1995–96 yıllarında böyle doğdu. Ailevi nedenlerle<br />
2000 yılı sonuna kadar adım atamadım.<br />
O dönemde girişimlerim oldu, örneğin Celil Gürkan’ı aradım. Celil<br />
Gürkan garip bir tepki gösterdi ve “bu konuyu kesinlikle konuşmak istemiyorum”<br />
dedi. Bu partide yöneticilik yapmış bir generalin bu konuda<br />
konuşmaması bana garip geldi.<br />
Benzer tepkilerle çok karşılaştım. Yusuf Ulusoy’u aradım, telefonda<br />
sert tepki gösterdi; Derler ya “bir dövmediği kaldı.” Öyle korktum ki<br />
Ulusoylar’a bir daha yaklaşamadım.<br />
Mustafa Timisi de konuşmadı. O partiyle özdeşti, neredeyse Birlik<br />
Partisi eşittir Mustafa Timisi. Parti tarihinde bu kadar önemli yeri olan<br />
Timisi de konuşmak istemedi.<br />
Genel başkan yardımcılığı yapmış emekli general Sıtkı Ulay, anılarını<br />
Giderayak adlı bir kitapta yayınlamış. O kitabı tesadüfen buldum.<br />
Tuhaf bir şekilde o da anılarında BP ile ilgili tek kelime bile etmemiş.<br />
Oysa kendisi parti içindeki ciddi tartışmalarda taraf; birçok kişiyle birlikte<br />
partiden ayrılıyor, CHP’ye geçiyor. Bu kadar önemli bir olaydan bir<br />
kelime dahi bahsetmemiş.<br />
Bu çalışmayı yaparken kaynak bulmak kolay oldu mu?<br />
• Yaklaşık beş yıl çalıştım, 1963 ile 1980 arasındaki gazeteleri taradım.<br />
Bulabildiğim parti yöneticileri ve kurucularla görüştüm. Kütüphanelerden<br />
resmi belgeleri, parti yöneticilerinden bazı belgeleri edindim.<br />
Sonuçta söyleşiler, yayın taraması ve bulunabilen belgelerden bu çalışma<br />
çıktı.<br />
Partinin kurucu Genel Başkanı bir general. Hangi nedenlerle<br />
kuruldu parti?<br />
• Mustafa Timisi’den önce iki tane genel başkan var. Kurucu genel<br />
başkanın emekli tuğgeneral Hasan Tahsin Berkman olduğu pek bilinmiyor.<br />
İlginç bir kişi. Ordudan ayrıldıktan sonra 1961 yılında Cumhuriyetçi<br />
Köylü Millet Partisi’nden senatör adayı olmuş. Daha önce NATO’da<br />
görev yapmış, Genel Kurmay’da ve Milli İstihbarat’ta çalışmış. Bunu,<br />
o dönemde partiyi desteklemek üzere çıkarılan Cem Dergisi söylüyor.<br />
Paşa, siyasi görüş olarak sağcı, aşırı Sovyet aleyhtarı, ABD yanlısı bir<br />
general.<br />
Partinin kuruluş nedeni olarak görüştüklerim genellikle Muğla Ortaca<br />
olaylarını gösteriyorlar. “Ortaca olaylarından sonra parti kurma fi k-<br />
rine sahip olduk.” diyorlar. Ortaca’da Alevi bir kadına tecavüz edilmesi<br />
çok büyük bir infial yaratıyor. Türkiye’nin birçok yerinde Alevi köyleri<br />
kendilerini korumak için silahlanıyor.<br />
Bunun belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Genel sekreter Cemal<br />
Özbey’in 1966’dan önce parti kurmak istediğine dair ipuçları var. Şahin<br />
Ulusoy, “geldi babamla görüştü, ama babam böyle bir şeyi yanlış bulduğu<br />
için reddetti” diyor.<br />
Ayrıca Adalet Partisi’nden tasfiye edilen Aleviler var. Demirel, “Aleviler<br />
bize oy vermiyor, o zaman biz bunları partiden atalım” diyor. Çok<br />
ağır hakaretler içeren sözler söyleniyor: “Alevi oyları Adalet Partisi’ni<br />
kirletiyor” deniyor. Bu da Alevilerde tepki oluşturuyor.<br />
Alevilerin Demokrat Partiye oy verdiği biliniyor.<br />
• O gelenek 1960’tan sonra Birlik Partisi’nin çıkışına kadar devam<br />
ediyor. 1961 ve 1965 seçimlerinde AP’ye ciddi oy akışı var. Çoğu yerde<br />
CHP’den daha fazla oy alıyor.<br />
Kurulmasının ardından geleneksel yapının korunduğu bölgelerde<br />
Alevi oyları BP’ne yöneliyor.<br />
Alevilerin TİP’e oy vermesi bir tehlike olarak algılanıyor mu?<br />
• Bu çok konuşulan bir tezdir. Çalışmaya başlarken kafamda bu düşünce<br />
vardı. Oy dağılımlarında bu tezi destekleyen ipuçları var. 1961<br />
seçimlerinde Alevi oyları AP ve CHP’ye gitmiş. TİP’e oy veren yok mu?<br />
Var, ama az sayıda. Örneğin AP’nin iki yüz yetmiş oy aldığı yerde TİP<br />
on beş oy almış.<br />
Bu, TİP ile Aleviler arasında ilişki yok anlamına gelmiyor. TİP’te<br />
Alevilere yönelik bir kıpırdanma var. Eğitimli Alevi gençlerin TİP’e yönelmesi<br />
var.<br />
BP’yi eleştirenler, partinin TİP’e karşı kurulduğunu söylüyorlar, ama<br />
CHP’ye karşı kurulma ihtimali de yüksek.<br />
Genel Başkanlığın Mustafa Timisi’ye geçmesiyle beraber, partide<br />
halkçı bir söylem başlıyor. Bu süreçten bahsedebilir misin?<br />
• Parti önceki dönemde AP’nin güdümünde, daha çok CHP ve TİP’e<br />
muhalefet yapıyor, 1969’da Mustafa Timisi genel başkan seçildiğinde,<br />
farklı bir durum ortaya çıkıyor.<br />
Mustafa Timisi gencecik bir insan. Alevilerin toplumsal-ekonomik<br />
koşullarını yansıtıyor. Tuzluçayır’da gecekondu da oturan bir genel başkan.<br />
Partiyi demokratik sola açmak üzere girişimde bulunuyor. Bunun<br />
için de TİP’ten gelen Orhan Arsan’a yönetimde yer veriyor. Orhan Arsan,<br />
Genel Politika Esasları adı altında genel bir çerçeve veriyor, ama<br />
parti tüzüğüne dokunulmuyor.<br />
Tüzükte partinin Türkçü olduğu, Atatürkçü olduğu söyleniyor. Programda<br />
da var bu, “Bizim birinci gayemiz sınıf çatışmalarını gidermektir”<br />
diyor. Toprak reformu konusunda AP’ye yakın bir çizgi savunuyor.<br />
Değişimde tüzük korunuyor, ama program değiştiriliyor. Değişiklik<br />
daha sonra benimsenen on iki ilke ile daha da belirginleşiyor. Sınıfsal bir<br />
yaklaşım geliyor, ezilenler halk olarak görülüyor. Devletçilik konusunda<br />
Ortanın Solu’na yakın bir çizgi benimseniyor. Milliyetçilik sözcüğü kalkıyor,<br />
yerine yurtseverlik kavramı getiriliyor.<br />
Mustafa Timisi’nin genel başkanlığı, devrimci Alevi gençlerle, geleneksel<br />
yapının çarpışmasını yansıtıyor. Sola eğilimli insanlar partide<br />
egemen oluyor. Bu da bir süre sonra başka sıkıntılara yol açıyor.<br />
Birlik Partisi’nin ilk seçim deneyimine değinir misin?<br />
• BP ilk kez 1968 İl Genel Meclisi seçimlerine katılıyor. İlk kez genel<br />
seçime ise 1969’yılında katılıyor. O seçimlerde sekiz milletvekili çıkarıyor.<br />
AP hükümetine güvenoyu verilmesi ne zaman? Beyaz oy verenler<br />
neden partiden ihraç ediliyor?<br />
• 1970’de beş milletvekili AP hükümetine beyaz oy veriyor ve parti<br />
ihraç kararı çıkarılıyor. Bunu ihraç edenler söylüyor. Bu konu Su TV’de<br />
de tartışıldı. Beş Yol Düşkünü adlı kitaptan dolayı Mustafa Bey’i eleştirdiğimde<br />
bana tepkiler geldi, “Ulusoyları savunan kimse nasıl televizyona<br />
çıkıyor” dediler. O zaman bir açıklama yapma ihtiyacını hissettiğimde<br />
Mustafa Bey, “bir daha bu konuyu kesinlikle konuşmayalım, ben on yıl<br />
boyunca kan kustum, lütfen bunu burada keselim” dedi. Ne kadar ısrar<br />
ettiysem de Mustafa Bey konuşmak istemedi.<br />
Bu meselenin hassas bir nokta olduğunu biliyordum. Toplumun bunu<br />
tartışmaya henüz hazır olmadığını fark ettim. İnsanlar, geçmişte yapılan<br />
kimi hataların, yanlışların ortaya çıkmasından endişe ediyorlar.<br />
Ulusoy ailesi ağır ithamlarla karşılaşmış ve kendilerini yeterince savunmamıştır.<br />
O dönemde, “kişisel çıkar sağladılar, onun için beyaz oy<br />
verdiler” deniyor. Hayır, böyle değildir! Parti içerisinde yeni bir ideolojik<br />
saflaşma oluşuyor. Ulusoy ailesi BP için Orhan Arsan’ın hazırladığı<br />
Genel Politika Esasları’na karşı çıkıyor, “Partiyi TİP’ne dönüştürmek<br />
istiyor” diyorlar.<br />
Bu kavgada diğer taraf da rejimin bekası, onların demokrasinin kurtarılması<br />
için AP’yi desteklediğini söylüyor.<br />
İki taraf da bu konuyu fazla konuşmak istemiyor, ama bugün benzer<br />
sorunlar yaşadığımız için konuşulması ve ders çıkarılması gerekiyor.<br />
Dergâhın, Ulusoy Ailesi’nin partileşme sürecindeki rolü ne oldu?<br />
• Dergâh, parti kuralım diye karar almış değil. Tam tersine, Dergâh’a<br />
gidiliyor, çünkü Dergâh’sız bir şey yapılamayacağını biliyorlar.<br />
18 Sayı 27
SERÇESME SERÇEÞME<br />
Yanlışlık orada başlıyor. Dergâh’ın bir siyasi parti politikası içerisinde<br />
rol almaması gerekir. Siyaset ise başka bir âlemdir. Siyasetin yalın,<br />
çıplak, acı gerçekleri var. Orada kavga, ihtiras, iktidar mücadelesi var.<br />
Dergâh ister istemez bu mücadelenin içine çekiliyor. Bana göre bu yanlış.<br />
Sonra Ulusoy Ailesi’nden dört kişi aday gösterilmiş, çünkü onlar olmadan<br />
oy alınamayacağı düşünülmüş. Bu da başlı başına bir zaaftır.<br />
Sonra birdenbire siyasi bir nedenle bu kadar rol verdiğin, misyon<br />
yüklediğin dini yapıyla ters düşüyorsun ve kalkıp, “bunlar beş yol düşkünü”<br />
diyorsun. İhraç, düşkünlüğü ifade eder; Alevilikte karşılığı budur.<br />
İnanç ve siyasetin karışması tam da bu anlama geliyor.<br />
Manevi kimlikli insanlardan milletvekili olur mu? Olabilir, ama milletvekili<br />
olduğu zaman siyasi dille konuşması lazım. İnsanlar dedesine,<br />
mürşidine mi oy verecek, yoksa bir partinin milletvekili adayına, genel<br />
başkanına mı oy verecek? Bu hassas bir sorudur.<br />
Bugün bile bu tür girişimlerin olduğunu düşünerek geçmişi hatırlatmak<br />
istedim. Evet, Ulusoy Ailesi oy getirmiştir, çünkü geleneği temsil<br />
ediyor, manevi otoritesi var. Fakat yetmiş yılından sonra bu durum değiştiği<br />
için parti artık eski oyları alamamıştır.<br />
AP hükümetinin bütçesinin desteklenmesi de ayrı bir olumsuzluk<br />
oluyor. İlginç bir durum doğuyor: Kazım Ulusoy aday oluyor, ama seçilemiyor.<br />
Alevilikte başka bir gelişme yaşanıyor, sola bir açılım var. Dolayısıyla,<br />
gelenek de yavaş yavaş çözüldüğü için bu taktikler başarılı olamıyor.<br />
Alevilerin BP sürecinden bugüne siyasallaşma, partileşme çabası<br />
ne kadar doğrudur?<br />
• Gerçekte ne Birlik Partisi ne de Demokratik Barış Hareketi bir Alevi<br />
partisidir. Toplumsal algılamada ise BP ve DBH Alevilerin partisidir.<br />
İkisi arasında fark olduğunu düşünüyorum.<br />
Parti programlarında Aleviliğe vurgu yapan hiçbir ifade yoktur. Tam<br />
tersi, BP’de kendini milliyetçilik üzerinden sistemle bütünleştiren bir<br />
özellik var.<br />
BP’nin Alevi olduğunu nereden çıkarıyoruz? On iki yıldızı var, aslanı<br />
var; kadrolarının büyük bir kısmı Alevi olunca, toplumsal algılama<br />
Alevi partisi şeklinde gelişiyor. Barış Partisi de öyle. Her ikisine de inanç<br />
partisi diyemeyiz, ama toplumsal algı böyle.<br />
İnanç ve siyaset konusunda şunu söyleyebiliriz. İnanç ve siyasetin<br />
birbirine karıştırılması elbette doğru değildir. Birisinde bir Tanrı anlayışı<br />
vardır. Tartışırsın, ama çıplak hale getiremezsin. Tartışmanın daha<br />
dar olduğu bir alandır. Öte tarafta da olabildiğince tartışılacak, gündelik<br />
yaşamımızda hissettiğimiz sorunlara çözüm bulmaya çalışan siyaset<br />
var. Bir tarafta seçim var, demokratik usuller var; öte yanda inançla ilgili<br />
başka ölçütler var. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekiyor.<br />
Aleviler yıllardır CHP’yi eleştirdiler, kendilerini oy deposu olarak<br />
gördüğünü söylediler. Bugün de demokratik Alevi örgütlerinin<br />
yöneticileri benzer şeyler söylüyorlar. Bu söylem ne kadar doğru?<br />
• Siyasete müdahale etmek, Alevi kimliğiyle siyasi arenaya çıkmak<br />
isteyen Alevi kurumlarının önce bir araştırma yapması gerek: Bir Alevi<br />
sandığa gittiğinde hangi düşüncelerle oy veriyor? Eğitim durumu, sosyal<br />
yapısı, sınıfsal kökeni oy vermesinde ne kadar etkili oluyor? Oy verirken<br />
inanç önderlerinin tercihleri ne kadar belirleyici oluyor? Siyasi bir program<br />
bu araştırma üzerinden geliştirilse daha gerçekçi olur.<br />
Bir Alevi, sadece Alevi olduğu için bir siyasal tercihte bulunmuyor.<br />
Başka ölçütlere de bakıyor. Özelleştirme yanlısı bir partiye de, karşıt<br />
bir partiye de oy verebilir. Emperyalizm perspektifini göz önünde tutup<br />
tercih yapabilir. Bence Aleviler arasında, “Ben Aleviyim, A partisi de<br />
Alevi aday gösterdi; o zaman benim oyumu da bu Alevi almalı” gibi bir<br />
düşünce yok.<br />
Geçmişte yaşanan olaylar ve bu çalışma günümüze nasıl ışık<br />
tutuyor?<br />
• Alevilerin örgütlendikleri dernekleri var; vakıfları var; dedeler tekrar<br />
itibar kazandı; yeni bir Alevilik inşa ediliyor. Bu, bizim dışımızda,<br />
kontrol edemeyeceğimiz bir süreç. Alevilik yazılı hale getirilmeye çalışılıyor.<br />
Ben siyasete müdahale etme duygusunu anlıyorum. Aleviler haksızlığa<br />
uğramışlar; katledilmişler; baskı görmüşler; hakarete uğramışlar.<br />
“Beni ancak bir Alevi anlayabilir, benim derdimi ancak bir Alevi çözebilir”<br />
diye düşünüyorlar.<br />
Peki, ezilen bir Kürt, ezilen bir işçi, ezilen bir Alevi’yi anlayamaz<br />
mı? Ya da ezilen Alevi, ezilen Kürdü, ezilen işçiyi anlayamaz mı?<br />
• İşte sorun o. Devletin Alevilere bir bakışı var: Alevileri yok sayıyor.<br />
Bu noktada sadece Alevileri esas alan bir yapılanma, bir düşünce, bir<br />
program sonuç vermez. Doğru da değildir. Bunun çok ciddi tehlikeleri<br />
olduğunu düşünüyorum.<br />
Taleplerin eşitlik temelinde olması gerekiyor. Kanun önünde eşitlik,<br />
yani Alevi’ye, Sünni’ye ya da Ermeni’ye Kürt’e, Türk’e ayrıcalık değil.<br />
Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkesin kimliğini ifade etmesine<br />
olanak sağlayan demokratik bir düzen talebiyle ortaya çıkmak gerek.<br />
Böyle bir demokratik düzen ancak eşitlik temelinde mümkün olabilir,<br />
ayrıcalıklarla değil. Demokrasi, zaten ayrıcalığı olanları korumak değildir.<br />
Yüz kişinin olduğu bir yerde doksan dokuz kişi aynı şeyi düşünüyor<br />
da bir kişi farklı düşünüyorsa, o bir kişinin hakkını koruyan düzendir.<br />
Dolayısıyla bu ruh halini anlamakla birlikte doğru bulmuyorum. Biz<br />
asla sınıf gerçeğini göz ardı ederek siyaset üretmemeliyiz diye düşünüyorum.<br />
Bana göre bu yanlış asıl sorunu gözden kaçırmamıza neden olabilir.<br />
Ama bir siyasi partinin varlığını sürdürebilmesi için oy kaygısı var.<br />
• Dolayısıyla çoğunluğa yaslanmak durumunda. Ancak o çoğunluğu<br />
ikna edebilmek gerek. Faklılığın bir zenginlik olduğunu hem devlete,<br />
hem de topluma kabul ettirmek gerek. Düşünsel bir zenginlik, düşünsel<br />
bir açılımın daha doğru olduğunu düşünüyorum.<br />
Bu, Aleviler siyasetle uğraşmasın demek değil. Aleviler zaten siyasetten<br />
uzak insanlar değiller ki! Oy kullanmayarak, pasif bir tavır takınarak<br />
bile siyasi bir tavır alıyorlar. Unutmayalım oy kullanmamak,<br />
bütün partileri reddetmek anlamına gelir.<br />
BP Alevi toplumuna çok da fayda sağlamadı diyebilir miyiz?<br />
• Hayır, BP parlamento düzeyinde başarılı örnek değil, ama Alevi<br />
kimliğinin fark edilmesi, savunulması açısından kazanımlar sağlamıştır.<br />
Barış Partisi için de söylenebilir mi bu?<br />
• İkisinin koşulları farklıydı. Bu süreç içinde Birlik Partisi’nin daha<br />
büyük rolü var. Kadro yönünden de daha zengindi. Bugünkü derneklerin,<br />
vakıfların ve siyasi partilerin Alevi kadrolarının büyük bir kısmı bu<br />
partiyle ilişkili olmuş insanlardır.<br />
Özetçe kitap neyi anlatmaya çalışıyor?<br />
• Bu kitap özünde inanç ve siyaset ilişkisi konusunda yaşanmış bir<br />
örnek üzerinden veri sunuyor.<br />
Kitap çalışmasını bitirdikten sonra şuna kanaat getirdim: İnanç siyaseti<br />
ya da alt kimlik üzerinden siyaset anlayışı büyük riskler taşıyor.<br />
Kazanımları olmuyor mu? Evet, oluyor, ama toplumun bütünü açısından<br />
baktığında önyargıları arttırıyor. Siyasi bir olayı inançla izah etmeye<br />
çalışıyorsun ya da inanca ilişkin bir olguyu siyasi bakış açısından<br />
yorumlamaya çalışıyorsun. Bana göre her ikisi de yanlış.<br />
Kitap tabii ki günümüze atıfta bulunuyor. Aleviler, bazı dönemlerde<br />
yalnız kaldıklarını düşünüyorlar. Bu duyguyu çok iyi anlıyorum. Kimsenin<br />
kendilerine sahip çıkmadığına inanıyorlar. Kendilerinin başkalarının<br />
anlamadığını düşünüyorlar. Böyle bir refleksle siyaset projesi geliştiriyorlar,<br />
yeni bir parti kurma fikrine kapılıyorlar. Bu çok geçerli ve<br />
doğru bir yöntem değil.<br />
Çok ders alınması gereken bir örnek BP. Milletvekillerinin parlamento<br />
çalışmalarına bakıyorsun: Hemen hemen hiç yok! Alevilerin cemevleri<br />
konusunda şikâyetleri, talepleri var; Diyanet ile ilgili sıkıntıları var.<br />
Bunlar parlamento çalışmalarına yansımıyor. Gündelik olaylarla ilgili<br />
kimi küçük açıklamalar var. Bir tane bile doğru düzgün soru önergesi<br />
bulmak olanaklı değil.<br />
Demek ki Alevi olarak parlamentoda bulunmak, Alevilerin sorunlarının<br />
gündeme getirileceği anlamına da gelmiyor.<br />
Hataları ve yaptığı iyi işler ortada, ama umudum Birlik Partisi’nin<br />
daha kapsamlı tartışılması, çünkü tarihimizle yüzleşmemiz gerek.<br />
Mart 2007 19
SERÇEÞME<br />
KELİME ATA’NIN “ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ: (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ” ADLI KİTABINA ÖNSÖZ<br />
Hüzün Dolu Bir Deney<br />
Ali Balkız<br />
KÖYDEN KENTE GÖÇ dalgası 1950’li<br />
yıl larda başladı ülkemizde. Göç edenlerin<br />
büyük bir bölümü Alevilerdi. Okul yüzü<br />
görmemiş, herhangi bir mesleği öğrenmemiş,<br />
ekonomik birikimden yoksun, köyünden toprağından<br />
mecburen kopmuş, kent yaşamına<br />
ayak uydurmaya çalışan kimselerdi onlar.<br />
(İstisnalar elbette vardı her sosyolojik olayda<br />
olduğu gibi.) Aleviler kentte bankayı tanıdılar, fabrikayı, çarşıyı,<br />
“Hökümet”i, belediyeyi, somunu, camiyi tanıdılar. İlk kez Sünnilerle<br />
kapı komşu oldular.<br />
Doğayı, toprağı, bağı-bahçeyi, atı ineği, halıyı kilimi, oyayı nakışı,<br />
sazı sözü çok iyi bilirlerdi de mensucatı yeni öğreniyorlardı. Fırını, şoseyi,<br />
kuaförü yeni öğreniyorlardı.<br />
Gelip kentlerin varoşlarına bir gecede yaptıkları derme çatma, eğreti<br />
kondularında yaşamaya başladıklarında belediye onlara; yol, su, elektrik,<br />
okul, sağlık ocağı getirmeden önce siyaseti getiriyordu. Parti, particilik<br />
diye yeni olgular giriyordu yaşamlarına.<br />
Dedelerinden bu yana hiç saray, konak, han, hamam, bedesten, köprü<br />
yapmamışlardı ama mimariyi öğreniyorlardı yeni yeni.<br />
Ne devlet kurmuş, ne ordu beslemiş, ne yasa yapmış, ne meclis açmışlardı.<br />
Aslında dergâhları, pirleri, mürşitleri, dedeleri, musahipleri,<br />
yolları, ikrarları, dört kapılan, onun kuralları (hem de kıldan ince kılıçtan<br />
keskin) vardı da dernek-vakıf, sandık, kooperatif kurmayı yeni yeni<br />
öğreniyorlardı...<br />
Bu “yeni yeni”ler o denli çoktu ki yaşamlarında; yetişebilene aşk olsun...<br />
Biri “Sünniler” di.<br />
Hiç de sandıkları gibi “Yezit soyundan” değildi onlar. Hele de kapı<br />
komşu olanlar. Basbayağı kendileri gibi emekçilerdi onlar da... Zengin<br />
mahallelerinde oturanlar başka tabi...<br />
Diğeri de şu solcu gençlerdi... Gün yoktu ki evlerinin duvarlarına<br />
yeni bir yazı yazılmamış ola… Üstelik onlar bir de Pir Sultan’ın dilinden<br />
konuşmazlar mı?..<br />
Siyasetle ilk sıcak temasları böyle başladı.<br />
Hepsinden önemlisi devleti tanıdılar, onun sınıf karakterini... Yapısını,<br />
işlevini öğrendiler. Öğrendikçe korkuları arttı. Korku gizlenmeyi<br />
getirdi.<br />
Devrimci gençler cesaret aşıladı. “Hep kapıcı, odacı, bakıcı, çaycı mı<br />
olacağız?..” diye sormaya başladılar.<br />
Soru sormanın ne denli tehlikeli bir şey olduğunu sonradan öğrenecek<br />
ve ağır bedeller ödemiş olacaklardı.<br />
Atatürk’ün (ki o bir bakıma mehdi idi) yoldaşı da olsa, İsmet Paşa’yı<br />
sevmemişlerdi. Zira o kar-kış dinlemiyor, köylerde cemleri bastırıyordu<br />
jandarmaya. Onun için Menderes dediler önce. Hem Doğan Dede de<br />
orada değil miydi?... Sonra ihtilal oldu Cemal Ağa (Cemal Gürsel) başa<br />
geçti... Ayrıca; “Bir söylentiye göre bizdenmiş mübarek adam...” gerçeği<br />
vardı. Âşık Ali İzzet’i de köşke çağırdığına göre...<br />
O Cemal Ağa “bizden” de olsa; hiç kimse Hasan Paşa gibi “özce bizden”<br />
olamazdı... Zira partisinin işareti, ne at, ne ok, ne el, ne koç, ne<br />
terazi, ne başka... Basbayağı, açıktan açığa aslan ve onu kuşatmış 12 yıldızdı.<br />
Bunlar, Hz. Ali ve on iki imamlardan başka kim olabilirdi?...<br />
Aleviler henüz dün gelmişlerdi kente ama, çok çabuk kavuşmuşlardı<br />
partilerine.<br />
Aslında bu işte bir gariplik vardı ama, sonu inşallah hayrolaydı. Zira<br />
solcu gençlerle TİP farklı şeyler söylüyorlardı bu konuda. Yine de Hz. Pir<br />
yardım ederdi nasıl olsa...<br />
Doğru sandığa koştular, sekiz milletvekili birden çıkardılar.<br />
Bunca oy verdikleri bir partinin tüzük ve programında ne “komünizme<br />
karşıyız”, “Türk milliyetçisiyiz” diye yazmalarını önemsediler, ne de<br />
“Komünizm Türk milletinin en büyük düşmanıdır.” diye konuşmalarını.<br />
Ne partinin daha ilk kuruluşu sırasında kimi girişimcilerin gizlice bir oldubittiyle<br />
dışlanmasının ne anlama geldiğini anlayabildiler, ne de ilk Genel<br />
Başkanları Hasan Paşa’nın (Emekli General Hasan Tahsin Berkman)<br />
bir istihbarat subayı olması, NATO’da çalışması, ordudan resen emekliye<br />
sevk edilmesi, henüz Birlik Partisi kurulmamışken sağcı CKMP’den<br />
(daha sonra MHP olacak) Çorum adayı olması düşündürdü onları.<br />
Varsın Demirel, İnönü, Aybar kızıp dursunlardı... Hiçbiri etkilemezdi<br />
onları...<br />
Ama ah keşke o kara gün olmasaydı.<br />
Çalkantılı bir yıldı 1969 sonları ve 1970...<br />
Mecliste 450 milletvekili vardı. Yarının bir fazlası 226 idi.<br />
AP, Demirel’in önderliğinde 256 sandalye kazanmış olmasına karşın;<br />
Sadettin Bilgiç ve Ferruh Bozbeyli’nin başkaldırısı ile 34 milletvekilini<br />
kaybetmişti. İki kez üstlendiği hükümet kurma görevi, “Güvenoyu” ile<br />
temelli elinden uçup gidebilirdi.<br />
AP’ye; CHP, TİP, Bilgiççiler, en önemlisi 68 Gençliği karşıydı.<br />
Bu kritik güven oylamasında Demirel’in dışarıdan edineceği destek<br />
oylarına şiddetle ihtiyacı vardı. Çalmadığı kapı kalmamıştı. O sıra BP’nin<br />
genel başkanı Mustafa Timisi idi. Timisi, 8 Mart 1970 günü GYK’yı toplamış<br />
ve bir karara ulaşmışlardı. İki gün sonra AP hükümetinin güven<br />
oylaması vardı. Karar kesindi: Güvensizlik oyu verilecekti.<br />
Ama öyle olmadı.<br />
Alevi seçmenlerin gurur duyduklan, “Pirimiz”, “Dedemiz”, “Efendimiz”<br />
diye ünledikleri beş milletvekili Demirel’e “beyaz oy” verdiler. .<br />
Bu beş kişi niye ise BP’nin 17 Ekim 1966’da kuruluşunu izleyen günlerde<br />
Demirel’in; “Kanunlarımız din esasına göre bir siyasi parti kurulmasına<br />
izin vermemektedir. (...) İhbarlar gelirse Anayasa Mahkemesi<br />
harekete geçer. Gereken yapılır. Türkiye’nin sahipsiz olmadığı anlaşılır.<br />
Kanunlar herkesi hizaya sokar.” biçimindeki tehdit dolu demecini üç yıl<br />
içinde unutmuşlardı.<br />
Bu beş vekilin kimlerce, nasıl “ikna” edildikleri hâlâ meçhul... Bu<br />
ilginç olay Alevileri derinden sarstı. Güvenoyu gününü (Beyazoyu) hep<br />
“kara gün” diye andılar.<br />
Seçmenler seçmiş, seçilenler “satılmıştı.”<br />
Yara derindi.<br />
Kimilerine göre bu durum; Aslan’ın At’ın dizginlerini ele geçirmesi<br />
iken; kimilerine göre ise, Aslan’ın At’ın ayakları altında ezilmesiydi.<br />
Solcu gençlerin ve TİP’in kaç yıldır söyledikleri gerçek olmuştu.<br />
Alevilerin kentte “yeni yeni” öğrendiklerinin arasına şimdi bir de “siyasi<br />
oyunlar” eklenmişti.<br />
Kendi partilerinde bile; ikilik olabiliyor, delegeler sahte olabiliyor,<br />
seçimi ben kazandım, sen kaybettin derken mahkemelere düşebiliyor,<br />
biri az geliyor, iki genel merkezli hale gelebiliyorlardı.<br />
BP, birazcık toparlanabildiğinde, sağ-sol ayırımı olmaksızın bütün<br />
partiler, bütün vekiller aynı kutupta toplanabiliyor, BP’yi bölmek, etkisizleştirmek<br />
için elçiler kullanabiliyor, yeri gelince rüşvete, olmadı tehdide<br />
başvurabiliyorlardı.<br />
Yaman bir işti şu siyaset işi. Aleviler alışık değildi bu duruma.<br />
Alışamadılar.<br />
Alışamadıkları içindir ki; BP 12 Eylül Askeri Darbesi ile kapatıldıktan<br />
sonra oluşturulmaya çalışılan Demokratik Barış Hareketi (Barış Partisi)<br />
girişimine yüz vermediler.<br />
Haksız da sayılmazlardı: İlk siyasi deneyimleri büyük bir hüzünle<br />
sonuçlanmış; partileri en sağdan en sola savrulmuş, oy oranları neredeyse<br />
sıfıra düşmüştü.<br />
12 Eylül yönetimi diğer tüm partilerle birlikte BP’yi de kapatınca<br />
kurtulmuşlardı bu dertten.<br />
Onlara da dersler kalmıştı; en başa şunu yazdılar:<br />
• Din, mezhep, inanç, kültür vb. duyarlılıklara seslenen bir parti oluşumu<br />
(yasalar bir yana) Alevi öğretisine yakışmaz.<br />
• Laiklik denilen olgu da zaten kabul etmez bunu.<br />
• Şu mevcut partiler isterler ki; Aleviler hep seçmen kalsın, oylar hep<br />
onların olsun.<br />
• “Siyaset” denilen şey; şu yaşadıklarımız, (ya da bize yaşatılanlar) olmasa<br />
gerek. Siyaset; ilkeler, programlar, projeler çerçevesinde, saydamlık,<br />
mutluluk, eşitlik, özgürlük, barış, refah, huzur ve bağımsızlık için<br />
çalışmak değil midir?<br />
• En önemlisi halk için, ülke için öz menfaatlerini göz ardı ederek çalışmak<br />
değil midir?..<br />
• Böyle bir siyaseti ve siyasetçileri buluncaya dek aramalıyız. Bulamıyorsak<br />
şimdilik, yaratmalıyız...<br />
Aleviler böyle bir deney yaşamışlarken, bu dersleri çıkartmışlarken;<br />
dönüp bir de diğer partilere baktılar elbette: Gördükleri ne ilginç, BP’de<br />
gördüklerinden hiç de farklı değildi. Parti içi ayrılıklar, bölünmeler, kavgalar,<br />
ihraçlar, mahkemeler, suçlamalar her birinde neredeyse birebirdi.<br />
Önce bir partinin kendi içinden başlaması, sonra tüm ülkeyi sarması gereken<br />
demokrasi kültürü ve ahlakı ne denli uzaklardaydı.<br />
Kelime Ata bize bu titiz çalışmasıyla bir dönemi anımsatıyor. Türk<br />
siyasi yaşamının çok özel bir deneyimine ışık tutuyor. Sadece Aleviler<br />
için değil her yurttaş için bir laboratuardır bu deney. Sonuçları acı da<br />
olsa.<br />
20 Sayı 27
SERÇESME SERÇEÞME<br />
“ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ: (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ” - KİTABIN GİRİŞ BÖLÜMÜNDEN<br />
Birlik Partisi - Sosyalist Tarladan Hasat Stratejisi<br />
Kelime Ata<br />
ALEVİLİĞİN siyasetle bağlarına dair tartışmaların, hep seçim dönemlerinde<br />
gündeme geldiğine, sandığın kalkmasıyla birlikte tartışmaların<br />
alevinin de söndüğüne tanık oluyoruz.<br />
Oysa Alevilik ve siyaset, Alevilerin siyasal tercihleri, ideolojik konumlanışları,<br />
Türkiye’deki gelişmeleri anlayabilmenin, daha demokratik,<br />
çağdaş, laik bir toplum ve devlet yapısı için mutlaka ele alınıp incelenmesi<br />
gereken mayınlı alanı oluşturuyor. Bu mayınlı alanlardan biri de<br />
hiç kuşku yok ki, Birlik Partisi’dir.<br />
Birlik Partisi deneyimi, hem Alevilik ve siyaset ilişkisinin en tartışmalı<br />
evrelerinden biridir, hem de Alevilerin kimlik mücadelesinde dönüm<br />
noktasıdır. Böylesine önem atfedilmesi gereken bir sürecin, akademisyenlerin<br />
ya da Alevi araştırmacıların, Alevilerin ilgi alanına girememiş<br />
olması düşündürücüdür. Kanımca bunun iki nedeni var: Biri, BP’nin<br />
tarihini araştırmanın güçlüğü diğeri de konunun taşıdığı hassasiyet. [...]<br />
Birlik Partisi, Soğuk Savaş stratejilerinin uygulandığı, komünizme<br />
karşı “yeşil kuşak” oluşturulmak istenildiği bir dönemde, 17 Ekim<br />
1966’da kuruldu. İlk nefes alışını, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü<br />
ortama borçlu olan partinin en önemli özelliği Türkiye Cumhuriyeti<br />
tarihinde belli bir inanç kesimine hitap eden ilk parti ve Alevilerin<br />
ilk siyasal deneyimi olmasıydı. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra<br />
ideolojik mücadelenin keskinleşmesi, yeni sınıf ve kimliklerin siyasete<br />
müdahil olması, Demokrat Parti döneminde örgütlenmeye başlayan<br />
Nurculuğun DP’nin mirasçısı Adalet Partisi iktidarlarında devlete ve<br />
topluma nüfuz etmesi, Alevilere saldırıların yoğunlaşması, Alevilerin,<br />
siyaset yaptıkları partilerden dışlanması ve kendi hukuk sistemini asırlarca<br />
dağlarda uygulayan ve kapalı bir yaşam sürdüren bu kesimin şehirlerde<br />
aktif siyaseti öğrenmeye başlaması, Birlik Partisi’nin doğuşunu<br />
hazırlayan temel faktörlerdi.<br />
Birlik Partisi, [...] ne kitle partisiydi ne de başlangıçta doktriner özelliği<br />
vardı; tepkisel bir hareketin ve bu tepki hareketinin 1960 sonrasında<br />
kendisini ifade etme olanağını elde etmesiyle ortaya çıkmıştı. Kurucularının<br />
çoğunluğu farklı siyasi partilerde çalışmış ancak başarılı olamamış<br />
kişilerdi.<br />
Alevilerin hak ve taleplerini savunmak üzere siyaset yarışına giren,<br />
barışçıl yollarla iktidara gelmeyi hedeflemekle birlikte, önceliği parlamentoda<br />
grup oluşturmak şeklinde belirleyen, bunu da Alevilerin meşruiyetinin<br />
sistem tarafından kabulü olarak yorumlayan BP’nin tarihi incelendiğinde<br />
iki farklı dönemin varlığı dikkati çeker.<br />
Birinci dönem, Kurucu Genel Başkan Emekli General Hasan Tahsin<br />
Berkman’la başlayıp, Hüseyin Balan’la devam eden 1966–1969 dönemiydi.<br />
Bu evrede Alevilik vurgusu alabildiğine ön plana çıkartıldı.<br />
Dönemin kadroları, Alevi taban üzerinde yoğunlaşarak siyaset yaptı.<br />
İnancın geleneksel yapısıyla buluşmayı başardı, yerel düzeyde dedelerin<br />
gücünden yararlandı. Türkiye’deki laiklik anlayışının Alevilerin aleyhinde<br />
oluşan boyutlarına dikkat çekerken, ekonomik ve sosyal sorunlara<br />
inanç özgürlüğü kadar öncelik tanımadı.<br />
Partinin ikinci dönemi ise Mustafa Timisi’nin genel başkanlığını kapsıyor.<br />
1969–1980 arasındaki on bir yıllık süreyi kapsayan dönemde, BP,<br />
Alevilerin haklarının savunuculuğunu bırakmamakla birlikte, kendisine<br />
daha ideolojik bir rota çizdi ve demokratik sol anlayışı benimsedi, radikal<br />
değişiklikler gerçekleştirip sosyalist düşüncelere yelken açtı ve 12<br />
Eylül darbesinden birkaç ay önce de yaptığı tüzük ve program değişikliği<br />
ile başlangıçta var olan komünizm karşıtlığını sona erdirdi. Parti bu<br />
dönemde daha baskın biçimde Türkiye’nin tam bağımsızlığını savundu,<br />
NATO’yu, CENTO’yu reddetti, “işbirlikçi burjuvazinin sömürü düzeni<br />
yarattığını” ifade edip dikkatini sınıf çelişkilerine yöneltti.<br />
Ezen-ezilen ilişkisi üzerinden belirlenen bu yeni çizgi, doğal olarak<br />
dedeleri partiden uzaklaştırdı ve devrimci gençleri dinamik güç haline<br />
getirdi.<br />
Geleneksel yapıyla kurulan bağ, partiye 1969 seçimlerinde sekiz milletvekili<br />
kazandırmıştı. Mustafa Timisi’nin sosyalist tarladan hasat stratejisi<br />
ise, başka sol örgüt ve partilerin daha başarılı performanslarından<br />
dolayı hüsrana uğradı.<br />
Birlik Partisi, kendisine siyasi gelecek arayan politikacıların bir nevi<br />
“siyasi staj” gördükleri ya da kendilerini vitrine çıkardıkları çatı oldu<br />
aynı zamanda. Siyaset tutkunu eski askerler, öteki partilerde varlık gösteremeyenler,<br />
tasfiye olmuş siyasi kadrolar zaman<br />
zaman 12 yıldızlı aslana yöneldiler ama<br />
kalıcı olamadılar. Bir genel sekreterin en fazla<br />
bir yıl görev yaptığı partide, kadrolar sürekli<br />
değişti, gelenler bir süre siyasi gelecek aradı,<br />
olmadığını görünce de partiyi terk etti. Kadroların<br />
değişkenliği başlı başına güvensizlik<br />
yarattı. Buna, maddi olanakların yetersizlikleri, entelektüel birikimin<br />
yokluğu ve tutarlı bir siyasi çizginin olmaması yüzünden konjonktüre<br />
göre davranma tarzı da eklenince Alevilerin niceliksel oyu ile orantılı<br />
başarı hiçbir zaman elde edilemedi.<br />
Birlik Partisi’nin Türk siyaseti ve Aleviler açısından taşıdığı bir değer<br />
var. Ne kadar küçük kalmış olsa da her seçimden yenilerek çıksa da<br />
BP, Alevileri, bu inançtaki insanların kimlik mücadelesini ve siyaseti<br />
derinden etkiledi. Bu etkilenmenin iki boyutu var: Birincisi; BP’nin ve<br />
Türk siyasetinin karşılıklı olarak birbirinden ne öğrendiği, ikincisi ise<br />
Alevilerin BP deneyiminden ne kazandığıdır.<br />
BP’nin siyaset sahnesine çıkışı, Alevilerin gerekirse siyasete partileşerek<br />
müdahale edebileceğini gösterdi. Bu çıkış, ister istemez öbür partilerin<br />
Alevi duyarlılıklarına simgesel anlamlar da taşısa sahip çıkmasına<br />
ortam hazırladı. Özellikle CHP’ye, Alevi isimlerine milletvekili listelerinde<br />
daha fazla yer verme zorunluluğunu hissettirdi. BP’nin bir siyasi<br />
rakip şeklinde ortaya çıkışıyla Alevi isimler, diğer partilerin listelerinde<br />
daha çok sayıda yer alır oldu. Siyaset dünyası Alevileri bir denge unsuru<br />
olarak kabullendi.<br />
Dönemin bazı siyasi gruplarınca Türkiye İşçi Partisi (TİP) oylarını<br />
parçalamak üzere devlet tarafından kurdurulduğu ileri sürülen BP,<br />
Osmanlı İmparatorluğu za manında “yok edilen”, Cumhuriyet döneminde<br />
“yok sayılan” Alevi-Bektaşi tabana dayandı. Anayasanın laiklik ilkesinin<br />
uygulanışının Alevi ler açısından doğurduğu sorunları çözmeyi<br />
amaçladı, gerici çevrelerin ve dev letin “sakıncalı, kâfi r, zındık” değerlendirmelerine<br />
muhatap olan Ale vilerle ilgili önyargıları yıkmayı ve<br />
bu kimliğin kabulünü Diyanet Teş kilatı ve parlamentodaki temsiliyet<br />
üzerinden sağlayarak meşruiyet so ru nunu aşmayı hesapladı. 27 Mayıs<br />
Anayasasının sunduğu örgütlenme olanakları çerçevesinde programı,<br />
etkinlikleri ve yürüttüğü hukuk mü ca delesiyle toplumdaki önyargıların<br />
kırılmasına kısmen siyasal öncü lük etti.<br />
Aleviler ise Birlik Partisi ile siyasi bir deneyim ve etkisi yıllar sonra<br />
ortaya çıkacak bazı kazanımlar edindi. En önemli kazanım –bir bütün<br />
olarak değerlendirildiğinde başarısızlıklar sözkonusu idiyse de– elde<br />
edilen özgüvendir. Siyaset terazisinde denge ağırlıklarından birini oluşturduklarını<br />
görmek, Alevilere, oyunun gücünü hissettirdi, partileşme<br />
onlara siyasi bir deneyim kazandırdı. Cesaret ve özgüven özellikle 1980<br />
sonrasında siyasal ve toplumsal düzeyde, devletle olan ilişkilerde Alevilerin,<br />
daha talepkâr davranmasının yolunu açtı. Bugün Aleviliğin, devlet<br />
tarafından resmen tanınmasa da kısmen başardığı toplumsal meşruiyette,<br />
BP’ye büyük bir hisse ayırmak gerekiyor.<br />
Aleviler, bu süreçte BP deneyiminin olumsuzluklarını da kavradılar.<br />
İyi niyetlerle yola çıkılmış ve Alevilik esaslarına dayalı bir devlet<br />
düzeni öngörülmemiş olsa bile inançların siyasete bulaştırılmasının sakıncalarını<br />
yaşayarak gördüler. İnanca dayalı bir devlet düzenine taraflar<br />
olmamasına rağmen tabanının Alevilerden oluşması, BP’nin Alevi<br />
Partisi şeklinde algılanmasına yetiyordu ki, bu durum yalnızlaştırıcı bir<br />
etki yapmıştı. Oysa Alevilerin sorunları ancak çağdaş, aydınlanmacı,<br />
demokratik çerçevesi geniş bir sistemin kurulmasıyla ve toplumun demokrasi<br />
problemi yaşayan öbür kesimleriyle kucaklaşmasıyla çözülebilirdi.<br />
BP deneyimi bu açıdan epey öğretici oldu.<br />
Nitekim edinilen bu deneyim Sivas Katliamı sonrasındaki tepkiden<br />
beslenerek 1995 yılında kurulan Demokratik Barış Hareketi ve devamı<br />
niteliğindeki Barış Partisi sürecinde yol gösterici oldu. Siyasi partilerin<br />
Alevi sorunlarının çözümünde samimi davranmadığı, Alevilerin hak ve<br />
taleplerinin ancak Alevilerin kuracağı bir parti ile gerçekleştirilebileceği<br />
tezleri ortaya atıldığında, BP örneği anımsandı; Demokratik Barış<br />
Hareketi’ne karşı açık tavır alındı. Çünkü Aleviler, sorunlarının toplumun<br />
öteki kesimlerinin sorunlarıyla birlikte çözümlenebileceğinin farkına<br />
çoktan varmışlardı. [...].<br />
Mart 2007 21
Klâsik felsefe tarihine göre aydınlanma<br />
felsefesi, aslında bir XVIII. yüzyıl felsefesidir.<br />
Dünyada, ilkin İÖ V. yüzyılda<br />
eski Yunan’da bir antik aydınlanma’nın<br />
(Grek aydınlanması) gerçekleştiği bilinir.<br />
Grek Aydınlamacıları bilgicilerdir. Anılan bu iki<br />
aydınlanmada da dogmacılığa karşı çıkılmış, insan<br />
usu bilgi ölçüsü olarak alınıp değerlendirilmiş ve bilginin<br />
geniş halk kitlelerine yayılmasına çalışılmıştır.<br />
Her iki aydınlanmada da spekülâsyonlara sırt çevrilmiş,<br />
insan ve kültür sorunlarına eğilinmiştir. XVIII.<br />
yüzyıl aydınlanması İngiliz düşünürü John Locke<br />
(1632-1704)’la başlar. Hume, Condillac ve Fransız<br />
özdekçileri bu aydınlanmanın önemli temsilcileridir.<br />
Daha sonra Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi Alman<br />
düşüncecileri bu aydınlanmanın geliştiricileri olmuşlar,<br />
bu konuda kayda değer eserler vermişlerdir. Gerçek<br />
aydınlanma felsefesi ise, Karl Marks ve Friedrich<br />
Engels’le gerçekleşmiştir.<br />
İmmanuel Kant (1724-1804)’a göre aydınlanma,<br />
“aklın kendi yol açtığı erginsizlik durumundan kurtulması”<br />
anlamına gelir. Aslından ise, bireysel açıdan<br />
aydınlanma ancak, bireyin etnik köken, din, mezhep, toplumsal sınıf ve<br />
yöre gibi bağımlılık, dolayısıyla da erginsizlik yaratan “aidiyet ya da<br />
mensubiyet”lerden sıyrılıp kurtularak bağımsızlaşmasıyla olanaklıdır.<br />
Aydınlanma anlamında kültürlenme ise, insan aklının evrimi sürecinde<br />
bir üst aşamaya çıkarak, örneğin özerklik, özgürlük, barış, kölelik<br />
ve kutsallığın yok edilmesi, başta yoksulluk olmak üzere, her türlü eşitsizliğin,<br />
haksızlığın, acının, farklılığın ortadan kaldırılması durumuna<br />
ulaşmadır. Zaten insanlık, tüm tarihi boyunca hep, iyiyi, güzeli, doğruyu,<br />
gerçeği ve yararlıyı ereklemiştir. Böyle bir düşünce evrensel niteliklidir.<br />
Yani, bundan çıkarılacak sonuç şudur: Her türlü düşünsel etkinlik<br />
insan içindir. Bilim de, felsefe de, uygarlık da insan içindir. Bütün bunlar<br />
insanın araştırılmasına yönelik çalışmalar niteliğindedir; öyle anılıp,<br />
öyle kabul edilmelidir.<br />
İşte bu bağlamda İngiliz düşünürü Francis Bacon (1561-1626), pek<br />
yerinde bir girişim olarak kabul gören “yararlıya yönelme” yaklaşımını<br />
düşünce tarihine getiren filozof olarak tanındı. Yine bu bağlamda, her<br />
şey insan içinse, “sadece beni ilgilendiren, gerçekte beni hiç ilgilendirmez”<br />
diyebilmek ya da J. Paul Sartre’ın (1905-1980) dediği gibi “İnsan<br />
bütün dünyadan sorumludur” sözünde gizli düşünceyi gerçek anlamıyla<br />
kavrayıp ortaya koymak çok önemlidir. Ancak, insan diğer varlıklardan<br />
ayrı olarak kendini ve dünyayı yenileme potansiyeli taşıdığı için, önem<br />
kazanır ve öne geçer; böylece ilerleme yeteneğini hiçbir zaman yitirmez.<br />
Bunun için yaşam her zaman filozofları haklı çıkarmış, otoritelerin tüm<br />
baskılarına karşın, XV ve XVI. yüzyıllar bir tür aydınlanma sayılan Rönesans<br />
dönemi bu şekilde değerlendirilmiş, filozoflar hümanist düşüncenin<br />
ilk ışıklarını o yıllarda yakarak dünyaya yaymışlar ve bu hümanist<br />
düşünürler tüm insanları kendi duygu ve düşüncelerinde bularak, “ben”<br />
yerine “biz” kavramını koyan insanlar olarak anılmayı hak etmişlerdir<br />
(Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe).<br />
Her aydınlanmanın mutlaka sosyal, duygusal ve düşünsel temellerinin<br />
olduğunu, başlangıçta bunların çekirdeği beslediğini, çekirdeğin<br />
bunlara ve benzer olgulara sarılarak oluşup geliştiğini, hüda-yı nabit,<br />
yani kendiliğinden ortaya çıkmadığını, her düşünce akımının ilk yere<br />
bastığı, salt bir başlangıç zemini edindiğini, oradaki kültürel birikiminden<br />
yola çıkarak, böylece ilk hareket noktasını seçtiğini, sonraki aşamalarda<br />
temel amaçlara götürecek prosedürleri belirlemeye çalışarak<br />
detaylara girip yan ve nüans sayılabilecek erekleri, yol ve yöntemleri<br />
seçip oluşturduğunu, bu arada çalışma arkadaşları, işçiler bulunduğunu,<br />
bunların çoğunu ince eleyip, sık dokuyarak değil de, çoğunu rastlantılarla<br />
yakalayıp yanına aldığını, sonradan bir kısmından anlaşamayarak<br />
ayrıldığını, arayıp bulmaya çalıştıklarını ancak akan zaman içinde tanıma<br />
fırsatı bulduğunu, böylece hazırladığı ortamda tabakalaşarak, gelişip<br />
beslenerek ana ışığın kaynağı haline geldiğini, hep yeni ürünler verip<br />
bunlarla hem beslenip hem de kendisinin, ürünlerinin ve gerçek düşünce<br />
özünün tanımlarını yapmak için büyük uğraşlar verdiğini, okullaşma<br />
gayreti içinde geleceklere dal budak salmaya çalıştığını söylemeye gerek<br />
var mı? Ama yine de, özü yakalayabilmek, akışı kesintisiz görebilmek,<br />
her şeyi doğru tanıyıp yerli yerine koymak için, işe kalıntılardan, detaylardan<br />
başlamak gerek, en doğrusu bu.<br />
SERÇEÞME<br />
Anadolu Aydınlanması<br />
İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi<br />
Veli, âşık ve düşünürlerin<br />
hazırladıkları aydınlanmanın<br />
oluşturduğu duygu ve düşünce<br />
ortamında kendine özgü<br />
özellikler kazanmış<br />
temel ilkeleri,<br />
sevgiye, emeğe, alın terine,<br />
dayanışmaya açık, içtenlikli<br />
ve basit öykü anlatımı<br />
yollarıyla yansıtıp<br />
sevdirmeleri<br />
eğitim ve öğretim alanlarında<br />
örnek bir tutum ve davranış<br />
olarak<br />
değerlendirilmelidir<br />
Gerçekte ise, böylesi büyük kurum ve oluşumların<br />
doğru tanısı, ancak küllerini eşelemekten geçer. Onlarda<br />
ne büyük cevherler varsa, izleri hep o küllerin<br />
içinde gizlidir. Böylesi durumlarda, bulunup gidilecek<br />
temel düşünsel yöntem, sezgisel bir yoldur. Bu<br />
ise, “duymak” ile “dinlemek” arasındaki ilişkiden geçer.<br />
Bu ilişki, tıpkı “bakmak” ile “görmek” arasındaki<br />
ilişkiye benzer. Yine böylesi hallerde şunu hiç akıldan<br />
çıkarmamak gerek, “görmek hep konuşmadan önce<br />
gelmiştir: Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp<br />
tanımayı öğrenmiştir” (John Berger, Görme Biçimleri).<br />
Bütün bunlar “gerçeklik duygusuna varmayı”<br />
anlatmak ve sağlamak için kullanılan yöntem ve izleklerdir.<br />
Buradan yola çıkalım. Burada önemli olan,<br />
bizim varmak istediğimiz büyük hümanizmanın ışıklarını<br />
hemen başlangıçta söndürmemiz gerekir. Çünkü,<br />
bizim bilip varmak istediğimiz ve adına aydınlanma<br />
dediğimiz büyük hümanizma, öyle kolay kolay<br />
oluşup ortaya çıkmamıştır, çok yönlü bir oluşumu ve<br />
gelişimi olduğu gibi, çok yönlü, karışık dağılım, etkileşim<br />
alanları da vardır, bunların hiçbiri yadsınamaz;<br />
çünkü, bunlar gerçekten özlerinde, insanlığın öyküsünü<br />
taşırlar; ışıkları hep, insanlığın belli dönemlerinde, bazı kesim ve<br />
yerlerde şimşekler gibi çakıp parlayan, herkese kurtuluş/ümit vadeden,<br />
ferahlık ve mutluluk getiren akıl ışıkları olarak kabul edilir. Gerçeklere,<br />
oluşa ve tarihsel kaynaklara dayanarak diyebiliriz ki, olay ve olgu bu<br />
doğrultuda oluşup gelişmiştir.<br />
İşte böyle ışıklı dönemlerden biri de, XIII. yüzyılda Anadolu’da oluşarak<br />
ortaya çıkan, ne yazık ki, derinlemesine, çok yönlü bir incelenme<br />
imkânına kavuşturulamamış olan özgün Aydınlanma’dır.<br />
O çağa, bu büyük özgün aydınlanmanın ortaya çıktığı döneme az da<br />
olsa, hoşgörülü/iyimser bir açıdan baktığımız zaman, Selçuklu İmparatorluğu<br />
yönetimindeki Anadolu’nun bir kısmında, İslâmî tasavvufî düşünce<br />
ile bazı genel felsefe deneyimlerinin bir anlamda özgürce yazılıp,<br />
şiirle de olsa söylenebildiği, özgürlük tüten bir ortam ve havaya sahip<br />
olduğunu görürüz; ancak bu hava özünde, ne zaman susturulacağı kesin<br />
olarak bilinmeyen güvensiz, kaygan olgularla dolu bir görünümü de içerip<br />
sergiler durumdadır. Doğal olarak bunlar, o çağın Anadolu’sundaki<br />
yadsınamaz gerçeklerdir. Bir başka anlatımla Anadolu, XIII. yüzyıl’da<br />
böyle dinsel yorum özgürlüğü bulunan kısa bir dönem yaşayıp geçirmiştir.<br />
Bu ortamda oluşturulan özgün aydınlanmanın baş rolüne soyunmuş<br />
kişiler, böyle bir karışık ve kırık bir ortamda yaşamışlar, düşüncelerini<br />
böylesi bir ortamda söyleyip yazmışlardır.<br />
Aslında ise Anadolu, o çağda büyük kırılmalara gebe, karanlık bir<br />
kaos ortamına sürüklenmek üzere, dipsiz bir uçurumun kenarında gezip<br />
durmaktadır, bu açıdan baktığımızda onun her yanı kıpır kıpırdır, herkes<br />
hem korku, hem de ümit içinde tedirgin yaşamaktadır; siyaset, zaman ve<br />
toplum yapısı yakın geleceklerin kan denizini hazırlama telaşı içindedirler,<br />
adetâ sessizce buna hazırlanmaktadırlar.<br />
XIII, XIV ve hâttâ giderek XV. yüzyıllara ilişkin Anadolu tarihini,<br />
şöyle kaba hatlarıyla da olsa, gözler önüne getirip serdiğimiz zaman, o<br />
günleri inceleyen tarihçilerin yapıtlarında, 1071 Malazgirt Savaşı öncesi<br />
ve sonrası, hatta tâ X. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya çeşitli Türk kavimlerinin<br />
durmadan kümeler halinde sessizce akışlarını izlediklerini, daha<br />
sonraki kanlı Haçlı seferlerini, hemen ardından acımasız, talancı Moğol<br />
istilalarını, ardı arkası kesilmeyen kaoslu iç isyanları, nedeni, niçini bilinen<br />
veya bilinemeyen çeşitli karşılıklı vuruşmaları, kör savaşları, çılgınca<br />
saldırıları, yağmaları, talanları, insanların çoluk, çocuk, kadın, erkek<br />
ayırmaksızın öldürülmelerini, daha nice benzer insanlık dışı eylem ve<br />
davranışları seyredip yazdıklarını, bütün bunları kaygan, güvensiz bir<br />
ortamda insanlığa karşı işlenen suçlar sınıfına sokup öyle nitelendirdiklerini,<br />
hepsini umutsuzluğu besleyen karanlık olgu ve olaylar olarak kabul<br />
edip değerlendiklerini görür, bu acı gerçekle yüz yüze geldiğimizi<br />
anlarız.<br />
Elbette ki, bütün bu belirgin kırıklar, kargaşa, kaos, güvensizlik,<br />
korku ortamları, büyük çapta işin kötü yönlerini teşkil etse bile, bunun<br />
yanında, Anadolu’ya gelen Türkler İslâmiyet’i, şöyle ya da böyle, Arap-<br />
Emevi-Bedevî barbar yağmacı ordularıyla ilk ilişkilerinden itibaren,<br />
kanlı boğuşmalarla geçen yaklaşık 350 yıl sonra, daha çok bir kısım tasavvufçu<br />
kanadın esin ve ümit telkin etmeleriyle benimsemiş oldukları<br />
kabul edilse bile; yine kim ne derse desin, Anadolu’ya gelen Türklerin,<br />
22 Sayı 27
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
AHMET AKAR<br />
Geldim<br />
İslâm öncesi Şamanist ve Budist dönemlerin ve yeni yurtlarındaki yerel dinlerin bazı değer motiflerini<br />
ve kurumlarını benimsedikleri, onları İslamî boyalarla süsledikleri, hatta İslâm’ı özgün bir<br />
yoruma tabi tutup, buna göre anlayıp uyguladıkları; bunun yanı sıra, Anadolu’da kendilerinden<br />
önce var olan zengin kültür ve yerel inançlardan da etkilendikleri ve onları bazen de kendilerinin<br />
şu veya bu tarzda etkilemiş oldukları yadsınamaz tarihsel bir durum sayılsa bile, Anadolu’daki bu<br />
büyük aydınlanmayı böyle bir deprem ortamında, kırıklar içinde sağlıklı, doğru ve nesnel biçimde,<br />
gerçeğe uygun olarak saptayıp, yanılgıya düşmeden değerlendirmek kolay iş olmasa gerek.<br />
Onun içindir ki, Anadolu Aydınlanması dediğimiz olgu, öyle birden bire bir gecede ortaya çıkmış<br />
bir olay da değildir. Uzun bir tarihsel süreç içerisinde, çeşitli ortam ve kültürlerden beslenmek<br />
suretiyle yetişen büyük düşünürlerin düşünce platformunda oluşup gelişmiş; zamanla zenginleşerek<br />
kazandığı çeşitlilikler içinde güçlenen bu Türk, İslâm geleneği şeklinde bir kimlik kazanarak<br />
ortaya çıkmıştır. Oysa, İslâm’ın dünyanın diğer bölgelerindeki görünümleri, özellikle Arap, İran<br />
ya da Kuzey Afrika’da yaşayan halkların oluşturdukları İslâm gelenekleri, Anadolu’da oluşturulan<br />
bu özgün gelenekten çok ayrı, farklı ve değişik bir kimlik ve içeriktedir. Çünkü, Anadolu’da<br />
anılan yüzyıllarda oluşan İslâmî gelenek, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Edebâli, Yunus Emre, Hacı<br />
Bayram-ı Veli, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan ve benzeri veli, âşık ve düşünürlerin hazırladıkları<br />
aydınlanmanın oluşturduğu duygu ve düşünce ortamında kendine özgü özellikler kazanmış, geliştirilen<br />
temel ilkelerin ışığında oluşan sevgiye, saygıya, emeğe, alın terine, dayanışmaya açık,<br />
içtenlikli ve yeni bu aktöre, zaman süreci içinde, toplumun her kesimine taşınıp yansıtılarak bu<br />
konularda ışıklı, verimli ve doyurucu ürünler verilmeye başlanmış, inanç ve düşüncelerini halkın<br />
düzeyine inerek açıklamayı başaran veliler ile ardıllarının ve yardımcılarının aktöresel bu görüş<br />
ve düşünceleri geniş halk kesimlerine inanılması güç yazılı ve sözlü basit öykü anlatımı yollarıyla<br />
(menâkıpnâmeler gibi) yansıtıp sevdirmeleri eğitim ve öğretim alanlarında örnek bir tutum ve<br />
davranış olarak değerlendirilmelidir.<br />
Zaten Anadolu’daki bu İslâm geleneği, her yanı sevgi dostluk dolu, ılımlı, hoşgörülü, sevecen,<br />
paylaşımcı, gerçekçi ve özünü yitirmeden çağın değişen koşullarına uyum sağlayarak gelişmeyi<br />
ilke edinmiş, insancıl yönü her alanda ağır basan, engin bir tevazu içinde, köleliğe, sömürüye, her<br />
türlü haksızlığa, yabancılaşmaya olanak tanımayan, çirkinliklerle savaşan, tamaha, ikiyüzlülüğe<br />
karşı çıkan, uygulamalarında kadın-erkek ayırımı gözetmeyen, dil, din, ırk, mezhep, cins farklılıkları<br />
bilmeyen ve her türlü ayrımcılığa haklı tepkiler gösteren, saygıyı, turablığı yol bilen bir<br />
görünüm sergilemektedir.<br />
Böyle olduğu içindir ki, bir Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Yunus Emre, Pir Sultan<br />
Abdal, Edebali, Hacı Bayram-ı Veli ve daha niceleri, büyük İslâm velileri ve ardılları hiç durmadan<br />
kendi dergâh ve ocaklarında, İslâm’ı hümanist ve kültürel açılardan ele alarak, tasavvufun<br />
engin ve yetkin ışıklarında olgunlaştırdıkları binlerce özgün görüş ve düşünceyi, yine binlerce<br />
öykü haline dönüştürerek Anadolu’da binlerce kent, kasaba, köy, tekke, berigâh, dergâh gezerek<br />
durmadan bir bir anlatmak suretiyle tohumlarını ekip yeşerterek, evrensel barış, sevgi ve dostluk<br />
ürünleri olarak bu topraklarda kökleşmeleri için kan, ter ve göz nuru dökerek çalışmışlar, kendilerinden<br />
sonra gelen kuşaklara kutsal ve dayanıklı bir kültür ve inanç hamulesi olarak bu aydınlanmayı<br />
sunmuşlardır.<br />
İşe bu aydınlanma açısından bakarken, şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım ve unutmayalım ki,<br />
elbetteki dinler tarihi, bir bakıma, çok geniş bir zaman ve mekân atmosferinde oluşup gelişen çok<br />
kapılı bir yapının, dinler arası, söyleşim, etkileşim, iletişim süreçlerinin karışımlarının oluşturduğu<br />
çok renkli ve değişik kültür yığınları durum ve görünümündedirler. Ancak yine de, kendine<br />
özgü iyi, güzel, sevimli, etik yönler kazanmış, birikimli içerikleri olduğu da yadsınamaz olgulardır,<br />
ama bütün bunlara karşın, dinler tarihi, insanlık ve uygarlık tarihi içinde, ne yazık ki, karma<br />
ve eli kanlı bir tarih olarak karşımıza çıkmakta, kendisini akıl almaz, mantık dışı nedenlerle savunmaya<br />
çalışmaktadır. İnsan olarak, tarihin karşısında yapılanların acısının verdiği burukluğu<br />
duymamak olanaksızdır.<br />
Kaldı ki, bu olgulara bir de kültür kuramı bağlamından bakarsak, daha değişik durum ve olgularla<br />
karşılaşırız. Şöyle ki; maddi kültür nesnelerinin yanı sıra, kişinin toplumsallaşarak bireyselleşmesi<br />
aşamalarında, kazanmış olduğu yeteneklerin ve edindiği her türlü bilginin toplamı<br />
onun için, manevi bir kültür oluşturur. Din kültürü de bu genel kültürün bir bölümünü teşkil eder.<br />
Yani, aslında bir toplumun ve kültürün içine doğan insan, tüm insanlığın kültür birikimini önünde<br />
bulur ve gücü ölçüsünde de onu edinmeye çalışır. Bir insanın kendi gücüyle katıksız olarak özünde<br />
yarattığı değerler son derece az ve sınırlıdır ama; onun edindiği her şey, başkaları tarafından<br />
üretildiği için de kendisine yabancıdır. Gerçekte her kültür ürününde öz ve yabancı öğeler bir araya<br />
gelir/getirilir. Bu olgu, bir tür özün ve yabancının birlikteliğidir. Ernst Bloch’un anlatımıyla, “İç”,<br />
içliğinin, ya da “öz” özlüğünün ayrımına varabilmek için, “dışı” deneyimlemiş olmak zorundadır.<br />
Öğrenme denilen ve dış etkiyle, ya da etkileşimle gerçekleşen süreç, zaten başka türlü de yürüyemez<br />
(Onur Bilge Kula, Kültürel İletişim). O zamanla kişi ve topluluklar üzerinde egemen olsa<br />
bile, yine de onun özel dünyasında belirli, belli bir alanı ve ağırlık kazanır. Ancak, bu ağırlık ve<br />
egemenlik sürekli sayılamaz. Bunun için, öz kültür, ulusal ya da katıksız kültür kavramları görecelidir.<br />
Çünkü hepsinin içinde yabancı öge, en azından üzerinde başkasının eli vardır. Dünyada<br />
katıksız, arı, duru bir kültür yoktur. Aslında her kültür bir alaşımdır. Öz ve yabancı denilen öğelerden<br />
oluşur, bunlar kaynaşmış, karışmış, kanları, renkleri, kokuları birbirine sinip erimişlerdir.<br />
Bunların bazı değişik nitelik ve özelliklerini görüp saptamak mümkündür, ama bunları tel tel<br />
ayırmak, cımbızlamak imkânsız olduğu gibi şudur budur diye sınıflayıp ayırmak da olanaksızdır.<br />
Bunlar kültür alanında sadece, aidiyet ve mensubiyet duygusu ve algısı yaratan olgular olarak<br />
düşünülüp ele alınmalıdır.<br />
(Devamı 24. Sayfada)<br />
Aşkı niyaz etmek için<br />
Pirim kalktım sana geldim<br />
Bu yol erenler yoludur<br />
Edeple erkâna geldim.<br />
Gerçekler çekermiş çile<br />
Erişmek için menzile<br />
Aşk odundan döndüm küle<br />
Kerem gibi yana geldim.<br />
Aşk dalgası coşar sende<br />
Goncalar açar seherde<br />
Özüm dâr’da yüzüm yerde<br />
Hü deyip meydana geldim.<br />
Vuslat badesini içip<br />
Gerçeği fark edip seçip<br />
Hurafelerden vazgeçip<br />
İlimle irfanla geldim.<br />
Ahmet Akar çeker yası<br />
Silindi gönlümün pası<br />
Davam Kerbelâ davası<br />
Ol Şahı Merdan’a geldim.<br />
Pir Bana Dedi ki<br />
Hü dedim çağırdım şahlar şahına<br />
Destur gir içeri gel dedi bana<br />
Girdim huşu ile bir niyaz kıldım<br />
Çalış yola layık ol dedi bana<br />
Güzel pirim gül cemalin özledim<br />
Gelir diye yollarını gözledim<br />
Hak Hakikat nedir, kerem kıl dedim<br />
Hakkı öz gönlünde bul dedi bana<br />
Bu yola ser veren yolundan şaşmaz<br />
Yol ehli olanlar benliğe düşmez<br />
İnsanlara gurur kibir yakışmaz<br />
Ölmeden evvela öl dedi bana<br />
Şah Hüseyin için serin verenler<br />
Geri dönmez Hak yoluna girenler<br />
Yolun kurucusu ulu erenler<br />
Her şeyden uludur yol dedi bana<br />
Pirim Pir Sultanım bana kıbledir<br />
Aşk dalgası gelir, dilim söyletir<br />
Ahmet Akar sana kuldur köledir<br />
Yargıla kendini bil dedi bana.<br />
Sükût-u<br />
Harf<br />
Hüseyin Albayrak<br />
ISBN: 9944-986-52-6<br />
15 x 19 cm boyutunda 216 sayfa<br />
Dharma Yayınları 0212.512 8121<br />
Mart 2007 23
SERÇEÞME<br />
COŞKUN GÖNÜLLÜ<br />
Sevgi Barış Olmalı<br />
Dostlar çok önemli yüz ifademiz<br />
Duruşunda sevgi barış olmalı<br />
Aslında doğuştan her yürek temiz<br />
Vuruşunda sevgi barış olmalı<br />
Her insana yeter gök deniz kara<br />
Savaş insanlığa cinayet en büyük yara<br />
O zaman silaha harcanmaz para<br />
Kuruşunda sevgi barış olmalı<br />
Hiç kimse almasın yalanı dile<br />
Riyakarlık ekler çileye çile<br />
İnsanın insana elini bile<br />
Sürüşünde sevgi barış olmalı<br />
Ne olursa olsun şöhreti şanı<br />
İnsan olan insan incitmez canı<br />
Bir doğrunun eksik yanlış olanı<br />
Yerişinde sevgi barış olmalı<br />
Vefasız olanlar bilsin vefayı<br />
Herkes mutlu olsun sürsün sefayı<br />
Bilim adamının bilme kafayı<br />
Yoruşunda sevgi barış olmalı<br />
İnsanın özüdür beraber oluş<br />
Eşitçe paylaşmak en güzel buluş<br />
Hep bana hep bana demeden alış<br />
Verişinde sevgi barış olmalı<br />
Gönüllü Coşkun’um demeden benim<br />
Yediğim lokmanın yarısı senin<br />
Her halimde insanım diyen insanın<br />
Her işinde sevgi barış olmalı<br />
AŞIK DAİMİ<br />
Kainatın Aynasıyım<br />
Kainatın aynasıyım<br />
Madem ki ben bir insanım<br />
Hakkın varlık deryasıyım<br />
Madem ki ben bir insanım<br />
İnsan Hak’ta Hak insanda<br />
Arıyorsan bak insanda<br />
Çok marifet var insanda<br />
Madem ki ben bir insanım<br />
Bunca temenni dilekler<br />
Vız gelir çarkı felekler<br />
Bana eğilsin melekler<br />
Madem ki ben bir insanım<br />
Daimi’yem harap benim<br />
Aşk ehline şarap benim<br />
Ayaklara turap benim<br />
Madem ki ben bir insanım<br />
Bu iki nefesin alındığı kaynak:<br />
Av. İsmail Metin, Alevilerde Halk<br />
Mahkemeleri, Cilt 2, Alev Yayınları,<br />
İstanbul, 1995<br />
Esat Korkmaz’ı<br />
20 Mart’tan başlayarak Salı geceleri<br />
saat 9 ile 10 arasında<br />
Dem TV’de Gönül Defteri<br />
programında izleyebilirsiniz.<br />
Türksat 1C - Frekans: 10955 V<br />
SR: 5860 - FEC: 5/6<br />
(Baştarafı 23. Sayfada)<br />
Anadolu Aydınlanması<br />
Kişisel kimlik, bireyin din, mezhep, etnisite, ulus, yöre, meslek ve kültür gibi değişik alanlarda<br />
onun öz bilinci temelinde “özü” başkadan, “öteki”nden ayırma uğraşı temelinde oluşturulan bir<br />
olgu sayılmalıdır. Bu yönüyle kimlik bir tekleşme edimidir. Öteki, ona tehlikeli ve düşman olarak<br />
görüle bilir. Böyle karışık ve sürekli bir oluşum ortamında yaşayan kültür de bunlar normal sayılmalıdır.<br />
İşte bu çok yönlü gerçeklere ve olgulara hep açık olan Alevi-Bektaşi topluluklarının, zamanla<br />
çok yönlü ve renkli şekilde oluşup paylaşılan, birikimsel ve dinsel içerikli kültürlerini, önemli<br />
pirlerin ışıklı yol göstericilikleri doğrultusunda, köktencilikten ve katı şekilcilikten uzak tutmaya<br />
çalışarak ve her türlü bağnazlığa, karanlığa çöküp oturmadan, “bilimle gidilmeyen yolun sonunu<br />
karanlık” olduğuna inanarak, böylesi yerlere hiç yanaşmadan, trenini durdurmadan, hep yeniden<br />
biçimlendirdiği alt, üst, ara kültür kimliklerini yeri geldikçe hem koruyarak, hem karıştırarak,<br />
hem birleştirerek kendi özünü, diriliğini, rengini, ayrılığını ve temel kimlik niteliklerini korumak<br />
suretiyle günümüze değin varlığını sürdürmüş bir topluluk olarak karşımıza çıkmaktadır, diyebiliriz.<br />
Toplumsal açıdan baktığımızda kültür, bir insan üretimi olarak, doğuştan gelen, kişisel olgu<br />
ve özelliklerden ziyade, öğrenilen ve kazanılan bilgi ve deneyimlerden oluşur, o hep her türlü nitelik<br />
ve koşullarını kendi özünde türeten özgün bir bal arısı gibi çalışır. Ancak, onun bu nitelik ve<br />
özellikleri paylaşılan, edinilen ve yeniden biçimlendirilen türdendir. Zaten kültür çok yönlü, diri<br />
bir oluşumdur. Bütün bunlar yani tarihsel durum,olgu, doğa, coğrafya, iklim ve toplum koşulları,<br />
etnik kökenler ile din, mezhep ya da inanç anlayışı, kültür farklılıkları bir araya gelerek karışık<br />
yöntemlerle hazırlanıp yoğrulur. Bu gibi kavramlarda oluşum hep komplike ve çok yönlüdür.<br />
Bu bağlamda din, sanıldığı gibi, katıksız ve saf sayılamaz; böyle bir alanda da karşılıklı etkileşim<br />
alış-verişi ilkesi düzeyinde görünür, öyle de geçerlidir. Kültür alanında etnik köken, ulusal<br />
ögeler, dil, gelenek, görenek ve töreler, tasada, kıvançta, iyi günde, kötü günde ortaklık duygusu<br />
kültür alanındaki temel ana unsurları oluştururlar, hattâ şovenizmden arındırılmış ulusal onur bile<br />
bu sıralamaya dahil edilebilir, bunlar, toplumsal gerçeklerdir, yadsınamazlar. Özetlersek, bunun<br />
yanında “Kültür, soyut ve somut değerliliklerin ve değersizliklerin üretim sürecini de içerir.” Ama<br />
yine de unutmayalım ki, her kültür ürünü, diyalektik ilke gereği, kendi karşıtını da her zaman<br />
içinde taşıyıp barındırır. Tez, anti-tez, sentez oluşumu ve ilkeleri burada da geçerliliğini korur.<br />
XIII. yüzyılda Anadolu’da oluşturulan dinsel ağırlıklı özgün Aydınlanma’nın çekirdeğinde,<br />
harcında, temelinde, binasında ve çatısında yukarıda açıklanmaya çalıştığımız maddi ve mânevi<br />
ögelerin hepsi elbette vardı. Çünkü kültür salt değerlilikleri içermez, bunun yanında, insanın içine,<br />
içselliğine de yönelip bakar; oysa, yine onun yarattığı uygarlık öyle değildir; o hep dışa, dıştaki<br />
nesnelere, hak hukuk gibi dış belirleyimcilere yönelir, oralarda uğraş verir. Demek ki, bu yönüyle<br />
de kültür, insanlığın tarihsel gelişimiyle yakından bağlantılıdır; hatta, daha kaba taslak şekilde de<br />
olsa, tarihe şöyle bir göz attığımızda, insanlığın evriminin, düz ve doğrusal bir çizgi izlemediğini,<br />
kültürün, insanlığın tarihsel evrimi içerisinde bir üst aşamaya çıkma uğraşının türevi olarak<br />
ortaya çıkıp bağırdığını görürüz. Hatta giderek; İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve bu çağın temel<br />
belirleyicilerinin başında bile, Aydınlanma olgusunu öngörecek bazı temel katkıların bulunduğunu<br />
söyleyebiliriz.<br />
Bütün bunların yanı sıra, tevhit kavramı etrafında odaklaşan tasavvufun geniş yelpazesi altında,<br />
Kuran-ı Kerim’inin üzerindeki simsiyah örtüyü kaldırarak şeriatın ördüğü kalın kabuğu kırarak,<br />
İslâm mentalitesinin tevhit kavramının gösterdiği noktada, elele, gönül gönüle, tüm insanların<br />
ayni inançta birleşmesi ve kendi aralarında bir olması ve yine kendi aralarında başka başka fıkralara<br />
ayrılsalar bile, sırf bu noktada bir olmaları anlamına gelir ki; bu Alevi-Bektaşi dünyasındaki<br />
inanç ve felsefik anlayışın Tanrı ile bir olmak, varlığın birliği demek sayılan Vahdet-i Vücûdçu<br />
felsefenin özünde şiirleşerek, daha büyüsel bir ortama girmeye başladığının ilk izleri, tohumları<br />
sayılabilir. Yine bu, giderek Anadolu Aydınlanmasının temelindeki atomsal çekirdeği oluşturan<br />
güzel değerlerin çevresinde dönüp dolaşan görüşler olmuş ve daha gerçekçi bir kimlik ve anlamlar<br />
kazanmaya başlamıştı, böyle bir içerik oluşturmuştur.<br />
İşte bu nedenledir ki, Bâtınî felsefesinde, tanrı insan birliği, giderek “Ene-l’Hak” kavramında<br />
gerçek anlamını ve özünü bulmuş, zaman sürecinde her şeyi yoğurup yapan Allah, insanı ve doğayı<br />
yaratmakla kalmayıp, bütün bunlarla evrende bir tür kendi görünüm ve yansımasını vermek<br />
suretiyle sözünü ettiğimiz aydınlanmadaki gerçek yerini, anlamını ve önemini kazanıp korumuştur.<br />
Böylece bu özgün aydınlanmada, bütün taşlar yerli yerine oturmuş, sular durulmuş, her şey<br />
yoluna girmiştir. Yine bunun yanı sıra, aydınlanmadaki gizli anlayışta birikip tortulanan, Tanrı<br />
ile olan ilişki, itiraz ve eleştiri şeklinde geniş bir elastikiyet alanı ve içeriği kazanarak beyinlerde<br />
ve gönüllerde görülen aşk ve yârenlik ilişkisi olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Muhyiddin ibn<br />
Arabî, Şahabeddin Suhreverdi ve benzerleri özgülünde oluşan bu felsefe, İslâm’ın kendi içinde<br />
başlayıp derinleşen değişik bir anlam kazanmış, din kendi kendine üzerindeki kabuğu kırarak derinleşmeyi,<br />
içtenliği oto kritiği öğrenerek şekilcilikten, sığlıktan, kuruluktan, korkaklıktan hızla<br />
uzaklaşarak derin uçurumlarda koşmaya, yeni anlam ve soluklar kazanmaya, büyük yollar kat<br />
etmeye başlamıştır.<br />
Gerçekte, Vahdet-i Vücûdcu anlayışın esası ile ilk kaynağının Hint Felsefesi olduğu yadsınamaz<br />
bir gerçek sayılmalıdır. Ama Vahdet-i Vücût felsefesi, bu yeni açılımlarıyla İslâm’ın kendi<br />
içinde başlayıp derinleşen, çeşitlilikler kazanan yeni bir anlam ve içerik olarak,bu iklimde bütün<br />
azametiyle doğmuş, canlı ve sınır tanımayan bir kültür ürünü olarak kendini günümüze değin<br />
taşımasını bilmiş ve XIII. yüzyıldaki Anadolu Aydınlanması’yla da tarihe adını altın harflerle<br />
yazdırarak sosyal ve kültürel alanda gerçek ve saygın yerini almıştır.<br />
Anadolu’da XX. yüzyılda, 1919-1923 yılları arasında çiçeklenmesi başlayan son aydınlanma,<br />
daha değişik bir kimlik ve daha evrensel nitelikler içermektedir. Ancak, bu son aydınlanmanın<br />
XIII. yüzyıldaki aydınlanmadan etkilendiği, bazı benzer yönleri bulunduğu, her ikisinin de temelde<br />
hoşgörü, iyilik, doğruluk, dayanışma, gerçeklik ve sevgi üzerine kurulmuş olduğu açıktır. •<br />
24 Sayı 27
SERÇESME SERÇEÞME<br />
KADIN OZANLARIMIZ<br />
Ayhan Kaleli (Deli)<br />
Ahmet Koçak<br />
AYHAN KALELİ 9 Mart 1968 Malatya<br />
doğumlu. İlkokulu Malatya’da, ortaokulu<br />
İstanbul’da okudu. Geçim koşullarının zor<br />
olması nedeniyle çocuk yaşta çalışmaya başladı.<br />
1988 yılında evlenen ozanımızın, iki oğlu<br />
var. Ozanımız ilk şiir denemelerine ilkokulda<br />
başlamış. Daha sonraki süreç için şunları söylüyor:<br />
“dünya görüşüm, yaşadıklarım ve duygularım<br />
olgunlaştıkça şiirlerim de ona göre<br />
şekillendi”.<br />
Ozanımıza Deli mahlasını Malatya<br />
Arguvan’ın Minayık ocağından Hüseyin<br />
Orhan Dede vermiştir.<br />
Ozanımızın halk ozanlığı geleneği üzerine<br />
görüşleri ise şöyle: “Halk ozanı olmak,<br />
bütün dünyaya aynı gözle bakabilmek ve<br />
yaşadığın dönemi tarihi bir belge haline<br />
getirebilmek demektir”.<br />
Günümüz kadın ozanlarımızdan Ayhan<br />
Kaleli, kalemi güçlü, tasavvuf ehli bir hak<br />
âşığıdır.<br />
Hak Kelâmı<br />
Hak kelâmı çalar söyler sazımız<br />
Dil bilmeze gayet kolay söz gelir<br />
Muhabbette dosta geçer nazımız<br />
Pişer canı fikri kâmil öz gelir<br />
Damla damla düşer çeşmi yaşımız<br />
Kerbelâ’da şehit mazlum şahımız<br />
Tene değil insanlığa lafımız<br />
Zalim tığlar gözümüzden yaş gelir<br />
Can bedende gezip gördük elleri<br />
Baldan tatlı bize dostun dilleri<br />
Yağar üstümüze dostun gülleri<br />
Atar başımıza elden taş gelir<br />
Cam değil ki, gönül canda kırılmaz<br />
Hak deyince dost ayrılmaz<br />
Bir olmadan hak yoluna varılmaz<br />
Deli derler her sözümüz boş gelir<br />
Turap<br />
Turap olmak arifliğin nişanı<br />
Talip olan yüzün Hakk’a çevirir<br />
Erenlerin engin olur lisanı<br />
Acımış dilleri bala çevirir<br />
Toprak olur ayakaltında kalır<br />
Hakikat sözünden hisseler alır<br />
Gönlünü yok eder menzile varır<br />
Aşılmaz dağları yola çevirir<br />
Sinesinde gonca güller açtırır<br />
Dostu sever sermayesin artırır<br />
Muhabbetle aşk ateşin yaktırır<br />
Kurumuş dalları güle çevirir<br />
Deli gibi sevmesini bilirsen<br />
Aşka düşüp buzlar gibi erirsen<br />
İkrarını bir gerçeğe verirsen<br />
Sultan seni turap kula çevirir<br />
Hüdai<br />
Ardımda bırakıp gittiğim dünya<br />
Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />
Ne bir murat aldım ne de bir fayda<br />
Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />
Ne nazlı bebeğe ninni söyledim<br />
Ne bir güzel sevdim gönül eyledim<br />
Ne kusur ettim de bilmem ne eyledim<br />
Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />
Yüzler sürdüm dergâhların tozuna<br />
Mızrap vurdum erenlerin sazına<br />
Katlanmışım cümlesinin nazına<br />
Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />
Akıl ermez bu dünyanın işine<br />
El etti de düştüm yarın peşine<br />
Deli gibi yandım aşk ateşine<br />
Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />
Yağmur Gibi Düştük<br />
Toprak Üstüne<br />
Yağmur gibi düştük toprak üstüne<br />
Çamur olup bir bedene ten olduk<br />
Nefes verilince gönül köşküne<br />
Akıl aldık cennetinden men olduk<br />
Ayrı değil farklı farklı düşünce<br />
Eldir deyip ikiliğe düşünce<br />
Uğraşırsın bütün ömrüm boyunca<br />
Gelip giden mihmanlara han olduk<br />
Allah birdir neden dinler övülür<br />
Hak katında canlar eşit görülür<br />
İnanmayan aşk narına gömülür<br />
Piştik ateşinde şükür can olduk<br />
İkrar verdik Şah-ı Merdan Ali’ye<br />
Süre geldik Hacı Bektaş Veli’ye<br />
Beyan etmek nasip oldu Deli’ye<br />
Baba Mansur evladına cem olduk<br />
Kul Olursun<br />
Hazır yapılmış dünyaya<br />
Sanki senin kurulursun<br />
Gücün yetmez Hak olmaya<br />
Taşıyamaz yorulursun<br />
Saza vurdun üç beş mızrap<br />
Eller yazmış olma kitap<br />
İnsanlığa eyle hitap<br />
Fikri paksan var olursun<br />
Koyun güden çoban olma<br />
Hep sözlerin elden alma<br />
Sonra sacın başın yolma<br />
Cennetimden kovulursun<br />
Gözü değil gönlünü aç<br />
Lazım değil başıma taç<br />
Yol bilirsen gönüldür haç<br />
Bu kafayla yok olursun<br />
Ne Süleyman ne de Harun<br />
Hükmederdi yok firavun<br />
Yarat bir can sonra savun<br />
Bir zerre ile boğulursun<br />
Deli demiş sana gardaş<br />
Hoş sineme kurdun bağdaş<br />
Bırak teni canla uğraş<br />
Belki Hakk’a kul olursun<br />
Huylarım<br />
Şu kötü huylarım ne de kıymetli<br />
Ölmeden ölmek de ne zor iş imiş<br />
Yaşamak güzel de ölüm heybetli<br />
Arzularım hayal masal düş imiş<br />
Kıymetin bilmedim geçti baharım<br />
Gezdirdim başımda kara dumanım<br />
Bir işe yarar mı bilmem imanım<br />
Günahım içimde yanan köz imiş<br />
Yar dediğim acı oldu ömrüme<br />
Yaralarım göz göz olmuş kime ne<br />
Sözler hançer gibi batar sineme<br />
Gözümden dökülen kanlı yaş imiş<br />
Deli isen akıl başta kuş olur<br />
Arif isen her söz dile hoş olur<br />
Cahil isen başa gelen taş olur<br />
Hak bilene yalan dünya boş imiş<br />
Ah Çeke Çeke<br />
Karardı gül bahtım geceye döndüm<br />
Yar senin derdini ben çeke çeke<br />
Çıra gibi yaktın gidince söndüm<br />
Yüreğimde derdin ah çeke çeke<br />
Coşkun seller ile kaynadım coştum<br />
Bir köle misali peşine düştüm<br />
Ne dedim de yârim sen bana küstün<br />
Ölürüm derdinden ah çeke çeke<br />
İstersen aşkıma Deli deyip gül<br />
Ben sana yanmışım yalnız bunu bil<br />
Beni anlamadın sen dengini bul<br />
Yar birazda sen yan ah çeke çeke<br />
Vay<br />
Kendini unutup ele karışma<br />
Ararda kendini bulamazsın vay<br />
Bilmediğin sözle kemle konuşma<br />
Söz ile menzile varamazsın vay<br />
Herkes ateşini içinde taşır<br />
Başı kirlenenin tırnağı kaşır<br />
Yükü taşımaktan her yeri nasır<br />
Bu hal ile turap olmazsın vay<br />
Alev alev yanar ocağın közü<br />
Sanma imdat eder gerçeğin özü<br />
Genç iken gezip de görünce güzü<br />
Elin ateşiyle pişemezsin vay<br />
Eşilir mezarın gayet çok derin<br />
Sızılı kesilir inan bedenin<br />
Cehennem mi derin cennet mi serin<br />
Başında bir duman dolanırsın vay<br />
Gidip gelen var mı bilsen ahrete<br />
Deli deyip gülme düşme hayrete<br />
Halin ne olacak sor bir millete<br />
Sonra kâinatta yok olursun vay<br />
Mart 2007 25
SERÇEÞME<br />
BEN OZANIM / ANKARA’YA ADLI ALBÜMÜ YENİ YAYINLANAN<br />
Selahattin Akarsu ile Söyleştik<br />
OZANLIK geleneğinin önemli temsilcilerinden<br />
Selahattin Akarsu’yla sıcak, samimi<br />
bir sohbet gerçekleştirdik. Ben Ozanım<br />
/ Ankara’ya adını taşıyan yeni albümünde toplumsal<br />
sorunlara, haksızlıklara, eleştirel ve yalın<br />
bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Diğer albümlerinde<br />
olduğu gibi bu albümde de gelenekten<br />
beslenip, anonimleşen türküler görüyoruz ve<br />
yine Selahattin Akarsu besteleri önemli bir<br />
yere sahip. Selahattin Akarsu, ozan olmanın,<br />
kişiye yüklediği sorumlulukların bilinciyle<br />
hareket ediyor ve yetkin, usta bir dille; sazını,<br />
sesini, sanatını hissetmemizi, sevmemizi<br />
sağlıyor. Halkın derdini, kendi derdi edinmiş,<br />
korkusuzca sazın teline vuran ozanımıza kulak<br />
verelim:<br />
Öncelikle siz tanıyarak başlayalım<br />
söyleşimize. Selahattin Akarsu kimdir?<br />
• Ben Sivas’ın Kangal İlçesinin Minerakaya<br />
Köyünde doğmuşum. Evli ve 3 kız çocuğu<br />
babasıyım. İstanbul, Örnektepe’de ikamet ediyorum.<br />
Sanatçılara uygulanan geriye dönük<br />
borçlanma yasasından emekli oldum. Şu anda<br />
Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı İstanbul<br />
Şubesi-Okmeydanı Cemevi’nde, yönetim<br />
kurulu üyesi olarak kültür sanat çalışmalarını<br />
yürütüyorum.<br />
Muhlis Akarsu’nun yeğeni olmanız,<br />
ondan etkilenmeniza neden oldu mu?<br />
• Nasıl etkilenilmez ki, çok büyük bir ozanın<br />
yeğeni olmam dolayısıyla, bir kere kan bağım<br />
var. Kendimi bildim bileli ben Muhlis Akarsu<br />
dinlerim. Ona benzersiz bir sevgi ve saygı<br />
besliyorum. Her şeyiyle benim hayranlık duyduğum<br />
ve örnek aldığım bir ozandır. Onun<br />
dışında müziğe olan büyük bir aşkım var. Bu<br />
duygularımı şöyle dile getireyim; ben çocukluğumdan<br />
beri, Muhlis Akarsu’nun plaklarını<br />
dinleyerek büyüdüm -Muhlis Akarsu’nun<br />
dışında büyük ozanlarımızdan, Mahsuni’nin,<br />
Aşık Daimi’nin, o büyük üstatların plaklarını,<br />
kasetlerini de dinleyerek-. Kasetlerimde<br />
de Akarsu türküleri okudum. Son dönemlerde<br />
kendim yapıyorum türkülerimi. Ne demişler<br />
“Göl yerinde su eksik olmaz”<br />
Yeni kasetiniz çıktı. Hem Alevi Bektaşi<br />
deyişlerinin gelişiminden hem de yeni<br />
kasetinizden konuşalım.<br />
• Ben bir Alevi çocuğuyum, Alevi dedesinin<br />
çocuğuyum. Bizim soyumuzda dedelik var,<br />
Seda Coşkun<br />
seyitiz biz, baba tarafından ocakzadeyiz, Kocaleşker<br />
oğullarındanım. Alevi Bektaşi geleneğinden<br />
geldiğim için deyişlerin ben de çok<br />
büyük yeri vardır. Köyümüzde yıllar önce<br />
yapılan, cemlere katılırdım, Alevi dedelerin<br />
cemlerini hatırlıyorum. Gerçi çok fazla cem<br />
olmazdı, senede bir iki defa perşembe günleri<br />
cem yaparlardı, o yoksulluktan dolayı, ama<br />
aklımdadır. Alevi deyişlerini hep o dedelerden<br />
dinlerdim. O zaman Muhlis Akarsu’da zakirlik<br />
yapardı. Bizim köylerde de, yakın köylerde de<br />
dedelerle birlikte, zakirlik yapardı, deyiş, mersiye<br />
okurdu.<br />
Ben dayım Muhlis Akarsu’nun, sağlığında<br />
bir iki tane kaset çıkardım. Onun beste ve<br />
deyişlerini seslendirdim. Bana kendisi şöyle<br />
derdi: “Bir gün gelecek sen benim tahtıma oturacaksın”<br />
Tabii böyle bir şey mümkün değil,<br />
kimse kimsenin yerini alamaz. Ama söylediğim<br />
gibi üzerimde etkisi çoktur. Onun kasetleri,<br />
plakları, beni söz ve türkü yazmaya da itti.<br />
Daha sonra, türkü yazmaya başladım. O talihsiz<br />
olaydan, Sivas katliamından sonra, türkü<br />
çalışmalarıma ağırlık verdim. Çok severek,<br />
Akarsu’nun plağını dinlerdim, bir arkasını, bir<br />
önünü. Annem bazen kaygılanırdı, şöyle derdi:<br />
“Oğlum bu kadar sık dinleme, sana bir şey olacak”<br />
Daha sonra da ASM’de dayım Akarsu’nun<br />
anısına bir kaset yapmam zorunlu oldu. Onun<br />
anısına ithaf edilen bir kaset çalışması yaptık.<br />
Bu gelinen süreçte ise iki sene arayla bir kaset<br />
yaptım ve son olarak da beşinci kaset-CD piyasaya<br />
çıktı. Beşinci ve son kasetim, Ben Ozanım<br />
/ Ankara’ya adını taşıyor<br />
Bu albümde toplumsal ve siyasal<br />
sorunlarımızı dile getiren taşlamalara,<br />
yergilere rastlıyoruz.<br />
• Oluşturduğum eserlerimde bu özellikler var.<br />
Bir eseri yazarken, ona hazırlanmıyorsun, bir<br />
anda geliyor. Dünyada olan biteni büyük bir<br />
merakla izliyorum, dünya insanlığının gelişmesine<br />
kayıtsız değilim. Örneğin orada dinlediğiniz<br />
Ankara’ya türküsünde;<br />
“Bir oyum vardı vermiştim<br />
Çekip gitti Ankara’ya<br />
Elimden aldı lokmamı<br />
Yutup gitti Ankara’ya<br />
Ankara’ya Ankara’ya<br />
Yazık oldu fıkaraya<br />
Boş verirsen bu dünyaya<br />
Her zaman kalırsın yaya”<br />
Selahattin Akarsu,<br />
Yılmaz Güney’in<br />
Paris’te, Père Lachaise<br />
Mezarlığındaki<br />
kabrinin başında<br />
Bu bir anlık bir şey. Beş dakika ya da on<br />
dakika içerisinde dörtlükler meydana geliyor.<br />
Bu eserlerimizi sağlığımızda anlamazlarda, öldükten<br />
sonra değer verirler. “Ne güzel yazmış,<br />
söylemiş” derler. Bu hep böyle olmuştur. Toplumsal<br />
içerikli yönleri olan türkülerim ağırlıkta<br />
olacaktır, türkülerimde belli bir noktada<br />
Akarsu tarzı hakim, bu çizgide yürüyorum.<br />
Albümünüzün geneline baktığımızda<br />
neler var?<br />
• Usta malı deyişler, türküler var. Diğerleri<br />
bana ait eserler.<br />
Halk ozanlarının geleneği ve kültürü<br />
yaşattığına inanıyor musunuz? Hala<br />
devam ediyor mu ozanlık geleneği?<br />
• Hala devam ediyor. Ancak koşullar insanları<br />
biraz uzaklaştırmış denilebilir. Yoksa ozanlık<br />
ölmedi ki, ölmez de, mümkün değil. Bakıyorsunuz<br />
geçmiş dönemdeki ozanların yazdıkları,<br />
hala türkülerde, sanatçılar tarafından da okunuyor.<br />
Bu işte olumsuz gördüğüm taraf ise yenilik<br />
yapılmaması. Buna rağmen pek çok yazan<br />
ozan var, ama ismi, duyulmamış, tanınmamış.<br />
Pek çok kitap var, bestelenmemiş şiirler mevcut,<br />
türkü olacak kalıplarda, türkü motifinde<br />
yazılmış. Sürüyor ozanlık, sürecek de. Yaşanan<br />
durgunluk, teknolojiden mi, dünyada gelişen<br />
olumsuz olayların etkisi mi bilinmez. İnsanlar<br />
artık eskisi gibi ilgilenmiyor, türkülerin içinde<br />
yaşamıyor gözükse de türküler ölümsüzdür biliyorsunuz,<br />
ama üretkenlik yok, bu bir gerçek.<br />
Mahsuni Şeriflerin, Pir Sultanların, o büyük<br />
ozanların yazdıklarını şimdi insanlar yazamıyor.<br />
Niye yazamıyor; o hayatı yaşamadığı için,<br />
onların yaşamı çok farklıydı, şimdiki durum<br />
ise biraz daha farklı. Yazılmıyor, eski ozanlarımız<br />
da olduğu gibi yazılmıyor, yazanlar da<br />
seslerini duyuramıyor.<br />
İnsanların belki birbirlerine<br />
bağlılıkları azaldı.<br />
• Evet, insan ilişkilerinde kopukluklar var<br />
ve ne yazık ki günden güne zayıflıyor. Dayanışma,<br />
insan sevgisi yok oluyor ve genel bir<br />
bencillik söz konusu. Günümüzde hakim olan<br />
globalleşen, rezilleşen bir sürece doğru gidiyoruz.<br />
Bu bizi derinden etkiliyor. Bizim üretkenliğimizi<br />
olumsuz bir şekilde etkileyen nedenlere<br />
olumlu çözümler üretmek lazım. Bugün<br />
hala Mahzuni’nin, Muhlis Akarsu’nun, Aşık<br />
Daimi’nin, bildiğimiz ozanların, türküleri günümüzde<br />
yaşıyor, farkındaysan hiç yeni üretim<br />
yok, ya da son derece az.<br />
Örnek aldığınız diğer sanatçılar<br />
kimler?<br />
• Muhlis Akarsu, Mahzuni Şerif, Davut Suları.<br />
Çok fazla yok diyebilirim. Ama en çok etkilendiğim;<br />
Muhlis Akarsu ve Mahsuni Şerif.<br />
Yön FM’deki programınızdan<br />
bahsedelim, Aşıklar Meclisi’nden.<br />
• O program kendiliğinden oluştu. Radyolar<br />
kuruldu, 1993 yıllarında, Yön FM’nin dışındaki<br />
diğer radyolarda da peş peşe gelişti. Diyebiliriz<br />
ki, halk müziği çalan, Alevi deyişleri<br />
çalan radyoların içinde emekten yana tavır<br />
koyan bir Yön FM’di. Orada arkadaşlarımız,<br />
26 Sayı 27
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
akademik çalışma yok, diksiyon yok, bu şartlar<br />
altında teklif ettiler.<br />
Ben programcılığı bilmem, ne yapacağım<br />
dediğimde: “Sazını alıp geleceksin, iki tane de<br />
konuk bulacaksın, sohbet edeceksin, bu kadar”<br />
dediler. “Kolay” dedim o zaman. Yön FM’de<br />
Aşıklar Meclisi isminde. Sevgili yönetmenimiz,<br />
Murat Taylan’ın da burada çok emeği var.<br />
İlk radyo programcılarından, ayrıca genel yayın<br />
yönetmenimiz. Aşıklar Meclisi çok uzun<br />
sürdü, nasıl oldu, ben de anlayamadım, orası<br />
bir okuldu ve o okulda yetiştim sanki.<br />
Kaç yıl sürdü?<br />
• On yıl sürdü, kesintisiz, orada arkadaşlarımız<br />
“yeter artık” demediler, ben dedim. On yıldır,<br />
bu program sürüyor, Aşıklar Meclisi, “yeter<br />
artık, ben yapmayacağım” dedim ve bıraktım.<br />
Dönüp baktığımda çok da iyi geçtiğini düşünüyorum.<br />
Hemen hemen bütün ozanları konuk<br />
ettim. Mahzuni Şerif’ten, Ali Ekber Çiçek’e<br />
kadar. Aşık tarzında okuyan, ya da aşıklama<br />
okuyan insanların çoğunu. Ben bile unuttum<br />
sayısını. Aşıklar Meclisi adlı programı biz Yol<br />
Televizyonu’nda gerçekleştirmek istiyoruz, bu<br />
konuyla ilgili görüşmelerimiz sürüyor. Daha<br />
önce Yeditepe Televizyonun deneyim sahibi<br />
olmuştum, önümüzdeki günler içinde de bu<br />
programla sizlerle olmayı umuyorum.<br />
Vakıftaki çalışmalarınızdan<br />
bahsedelim biraz da.<br />
• Bildiğiniz gibi Hacı Bektaş Veli Anadolu<br />
Kültür Vakfı yönetimi kurulunda görevliyim.<br />
Çeşitli birimlerdeki arkadaşlarımızla görev<br />
dağılımı yaptıktan sonra, benim yapacağım iş;<br />
kültür sanat, görevi oldu. Vakfın kültür sanat<br />
bölümünde görev yapıyorum şu anda. Sanatsal<br />
alanda; paneller, konserler, dinletiler, periyodik<br />
olarak anma günleri düzenleniyor. Anma<br />
günlerimize özellikle önem veriyoruz. Bizim<br />
kültürümüzün en önemli yapı taşlarından,<br />
taşıyıcılarından olan aşıklarımızın, ozanlarımızın,<br />
yazarlarımızın konuk edildiği, kitleye,<br />
halka yönelik bilinçlendirme, bilgilendirme<br />
seminerleri ve dinletiler gerçekleşiyor, oldukça<br />
da iyi gidiyor.<br />
Buradaki ilgiden memnun musunuz?<br />
• Evet, memnunum. Okmeydanı bölgesi Alevi<br />
halkın, ilerici demokrat insanların yaşadığı bir<br />
bölgedir. Bu bölgede Hacı Bektaş Veli Anadolu<br />
Kültür Vakfı ve cemevi var. On üç yıl oldu<br />
kurulalı, burada yaşayan herkesin de çok büyük<br />
emekleri var, halkın ilgisi, sevgisi var.<br />
Halk müziğinin dünden bugüne<br />
gelişimini ve günümüzdeki yerini nasıl<br />
değerlendiriyorsunuz?<br />
• Yenilik yapmamız gerekir. Müzikte tekelleşmeyi<br />
kırmamız gerekir, tabii ki zor. Şöyle<br />
ki; müzikteki tekelleşmeyi kırmadıktan sonra,<br />
paylaşımı gerçekleştirmedikten sonra, biz bir<br />
yere varamayız.<br />
Bakıyoruz sanatçı arkadaşlarımızın tavırlarına;<br />
birliktelik yok, dayanışma yok, tekrar<br />
yineliyorum; üretkenlik yok. Çok çalışmamız<br />
gerekir, istediğimiz noktada değiliz. Ayrım<br />
var sanatçılar arasında, medyatik sanatçı diye<br />
nitelendirdiğimiz, kendini duyurmuş, kendini<br />
bir şekilde gündeme taşımış insanların hizip<br />
hastalıkları çok, sanatçı olmaktan, sanatçı duruşundan<br />
uzaklar. Diyebilirim ki; kendini ön<br />
plana koymuş, sanatı onun arkasında kalmış.<br />
Bu durum müziğimizi yanlış ve olumsuz bir<br />
tarzda etkiliyor.<br />
Eskilerden güzel örnekler verirsek, Ruhi<br />
Su olsun, diğer bahsettiğimiz ozanlar olsun. Bu<br />
ozanlarımızın kaygıları yokmuş, günümüzde<br />
piyasada yer almak için kaset çıkarmayı yeterli<br />
görülüyor. Sistem de bunu destekliyor. Sistem<br />
sanatçıyı yaratıyor, ancak sanatçılar arasında<br />
da eşitsizlikler yaratıyor, uçurumlar yaratıyor.<br />
Kendini duyuran insanlar geriye dönüp<br />
bakmıyor, kimse kimseye yardımcı olmuyor.<br />
Günümüzde bu çelişkiler çok büyük. Gelinen<br />
noktaya ben çok kızıyorum. Sanatçılar sanatını,<br />
kafelerde, barlarda yapıyorlar.<br />
Buna karşı mısınız?<br />
• Evet, son derece karşıyım. “Yapmalıdır, ekonomik”<br />
diyorlar, ama başka olanakları düşünmek<br />
gerek. Ben şahsım adına kafe, barlarda<br />
türkülerin dile getirilmesini, özellikle de Alevi<br />
deyişlerinin, içkilere meze edilmesini doğru<br />
bulmuyorum. Bunu bütün içtenliğimle dile getiriyorum;<br />
çok yanlış.<br />
Yeni kasetinizin tanıtımı için konserler<br />
düşünüyor musunuz?<br />
• Benim en çok yapmak istediğim de, geniş<br />
halk kitlelerine seslenebileceğim konserlerde<br />
yer almak. Bu düşünceyle konserlere ağırlık<br />
veriyorum. Avrupa’da, burada, dernek toplantılarında<br />
konserlerim var, televizyon programlarım<br />
olacak. Bu şekilde çalışmalarım sürecek.<br />
Ayrıca müzik firmamın da desteğiyle, çeşitli<br />
çalışmalarla halka ulaşacağız. Eskiden ozanların,<br />
halka ulaşması gönül birliği yoluyla gerçekleşiyordu.<br />
Çünkü dinlemeye istekli, hevesli<br />
halk, ozanını tanıyordu. Köylerden kentlere<br />
ozanlar gelir, plaklar tanıtılırdı. Şimdi medyanın,<br />
her konuda desteği gerekiyor. Benim esasen<br />
öyle bir derdim yok, ben doğru işi yapıyorsam,<br />
kitlelere ulaşacaktır, yeteri kadar olmasa<br />
da ulaştığı kadarı da bana yeter.<br />
Halkın türkülerden, kendi<br />
değerlerinden uzaklaşmasını neye<br />
bağlıyorsunuz?<br />
• Kötü yapıtlara bağlıyorum, kötü yorumculara<br />
bağlıyorum. Hızlı bir şekilde tüketilme söz<br />
konusu. Hep söyleriz, eskiden çok daha ilgi<br />
vardı, konserlere büyük ilgi vardı. Bir Mahzuni<br />
konseri yapıldığı zaman yer yerinden oynardı.<br />
Bugün baktığımızda, her yerde, etkinlik ve<br />
konser var, bıktırıldı diye düşünüyorum, halk o<br />
kadar doydu ki, ama o türkü dinleme zevki ve<br />
alışkanlığı hala insanlarda var. Ancak insanlar<br />
artık kötüyü iyiden ayırt etmeyi öğrendi. Gelenekten<br />
beslenen ozanlarımız, bu işi hakkıyla<br />
yapan insanlarımız hala büyük bir zevkle dinlenmeye<br />
devam ediyor.<br />
Son olarak ne söylemek istersiniz.<br />
• Size ve derginize çok teşekkür ederim.<br />
ALİ İHSAN DOĞAN (KUL İHSAN)<br />
Duaz<br />
Gelin canlar hu çekelim<br />
Murteza’nın aşkına<br />
Bilinmez mi kimden geldi<br />
Muhammed’in hatemi<br />
İmam Hasan hulk-ı Rıza geçir<br />
gönül köşküne<br />
Mahşere dek unutulmaz<br />
Şah Hüseynin matemi<br />
İmam Zeynel Abidin’le zindan olur<br />
bu günler<br />
Bakır Cafer i Sadık’la<br />
çözümlenir düğümler<br />
Musa Kazım Rıza ile sermest olur gönüller<br />
El aman ey canda canan umman<br />
eyle katremi<br />
Takı Nakı Askeri den demin alır özümüz<br />
Mehdi sır olmuştur derler<br />
onu görür gözümüz<br />
Pir Hacı Bektaş Veli’ye ikrar ettik sözümüz<br />
Kul İhsan’ım medet mürvet<br />
af eyle sen hatamı<br />
ÖZLEM RENDE<br />
Bir Zaman<br />
Bir zaman var<br />
Kimi zaman yakınımdadır<br />
Tutmak isterken elimden kaçıp gider<br />
Kimi zaman gelir uzağımdadır yetişemem<br />
Bir zaman vardır<br />
Beni alıp götürür memleketimin<br />
diyarlarına<br />
Yurdumun güzel insanlarıyla tanıştırır<br />
Anadolu’mun toprak kokan yollarından<br />
geçeriz<br />
Elleri hamur kokan analar görürüz<br />
Orak biçmekten beli bükülen ihtiyar<br />
dedeleri görürüz<br />
Alacakaranlıkta okuma sevdasına düşen<br />
çocuklar görürüz<br />
Bir zaman ki bu ne zaman<br />
Şimdi kapımı çalıp içeri girecek olan<br />
bir misafir<br />
Beklenmedik bir konuktur.<br />
HASAN ÖZTÜRK (BERRAKİ)<br />
Olur Bir Gün<br />
Bir olsa gönüller bayram eğlenir<br />
Kırkların makamı seyran eğlenir<br />
Gönüller hünkâra hayran eğlenir<br />
Ömür mevsim mevsim yaz olur bir gün<br />
İnsanın zulmüne seyre duranlar<br />
Yalan üzerine zemin kuranlar<br />
Haram lokma ile kul doyuranlar<br />
Kırkların ceminden yoz olur bir gün<br />
Berraki bu sesine uyar uyanır<br />
Elini yüzünü yuar uyanır<br />
Sağır sultan bile duyar uyanır<br />
Sivrisinek bile saz olur bir gün<br />
Mart 2007 27
SERÇEÞME<br />
ŞÜKRÜ BABA<br />
Sultan-ı Nevruz<br />
Akşamlar aşk olsun bayram gecesi<br />
Bu ayın nurudur Sultanı Nevruz<br />
Fazlı Şahım budur dilek gecesi<br />
Ne Mübarek gündür Sultan-ı Nevruz<br />
Bayram kutlu olsun açılmış güller<br />
Konmuşlar meydana garip bülbüller<br />
Esmai Hayderi zikreder diller<br />
Ne Saadet bize Sultan-ı Nevruz<br />
Muhammet Mustafa Sultanı Cihan<br />
Ali’nin sırrını çün kıldı beyan<br />
Hatice sırrından kamusu şâdân<br />
Ruha Safa verir Sultan-ı Nevruz<br />
Saadet hırkasını büründü Ali<br />
Velayet tacını vurundu Ali<br />
Melek secde etti bilindi Ali<br />
Nübüvvet sırrında Sultan-ı Nevruz<br />
Muhabbet şehrinin nurdan yapısı<br />
On iki imamdır cennet kapısı<br />
Hak’a secde eder kulun hepsi<br />
Dilekler kabuldür Sultan-ı Nevruz<br />
Sakii kevserdir ol Şahı merdan<br />
Sundular kevseri ol demde heman<br />
Süreriz demleri yıkılsa cihan<br />
Şah olur kalbimiz Sultan-ı Nevruz<br />
On dört masumu pak sırrı sırrullah<br />
Ayini cem içre nuru nurullah<br />
Cümlenin muradın verici Allah<br />
Bizi de Şâd eder Sultan-ı Nevruz<br />
Şükrü Baba söyler, bu deme şükür<br />
Nurunu, sırrını kırdı tefekkür<br />
Muhammet Ali’dir dilinde zikir<br />
Ne mürüvvet bize Sultan-ı Nevruz<br />
HÜSNÜ BABA<br />
Nevruz Bayramı<br />
Gönüller Şad oldu ilkbahar geldi<br />
Nevruz bayramına eriştik ya Hu…<br />
Çemen zar şevk ile nüra bezendi<br />
Nevruz bayramına eriştik ya Hu...<br />
Gelin cümle canlar birlik olalım<br />
Arzı niyaz edüp dâra duralım<br />
Muhabbet bezminde zevkler bulalım<br />
Nevruz bayramına eriştik ya Hu... (...)<br />
Hüsnü Baba’m derki Ali’dir Şahım<br />
Ehli Beyt yolunda fedadır canım<br />
Bunlarla kaimdir benim imanım<br />
Nevruz bayramına eriştik ya Hu...<br />
ERDOĞAN AYDIN<br />
Kimlik<br />
Mücadelesinde<br />
Alevilik<br />
Birinci baskısı<br />
“Aleviliği Ne Yapmalı”<br />
adıyla yayınlanan kitabın<br />
ikinci baskısı çıktı<br />
ISBN: 975-9169-40-1<br />
Kırmızı Yayınları, 2007<br />
14 x 20 cm boyutunda 400 sayfa<br />
Tel: 0216.371 36 29<br />
Burada Sonuç Bildirisini Yayımladığımız Abant Platformu’nun Alevilik Üzerine<br />
Toplantısını Gelecek Sayıda Daha Geniş Ele Alacağız<br />
13. Abant Platformu Toplantısı - Değerlendirme Metni<br />
17-18 Mart 2007 tarihlerinde gerçekleşen 13. Abant Platformu toplantısında akademik ve entelektüel<br />
çevre ile Alevî toplumunun temsilcilerinden 45 müzakereci ve 100 dolayında gözlemcinin<br />
iştiraki ile “Tarihi, Kültürel ve Aktüel Boyutları ile Alevîlik” konusu tartışılmıştır. Toplantı<br />
boyunca aşağıdaki hususların altı çizilmiştir.<br />
İslam tarihi ve Türk-İslam kültürünün önemli ve özgün yüzlerinden biri olan Alevîliğin,<br />
tarihî arka planı, teolojik karakteri, kültürel ve folklorik boyutu ile ilgili gözlenen bilgi eksikliklerinin<br />
bir an önce giderilmesi, hem bu mirastan daha geniş çapta yararlanılması hem de<br />
bu yapıya mensup kimselerin haklı taleplerinin sağlıklı çözümlere kavuşturulması ülkedeki<br />
sosyal barışın pekiştirilmesi açısından zaruret arz etmektedir.<br />
Alevîlik, tarihî kökleri itibariyle X. yüzyıldan itibaren İslam’ı kabul etmeye başlayan konar-göçer<br />
oymakların, bu yeni dini önceki bazı inanç ve gelenekleriyle, bir biçimde bağdaştırdığı<br />
sosyo-kültürel bir yapı olup, XI. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’ya taşınmış, XV. yüzyılda<br />
Safevilik’le birlikte oniki İmam Şiiliği’ne ait bazı kavramları kendi kültürel dokusuna adapte<br />
ederek almış, XVII. Yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı merkezi yapısına fiili muhalefette<br />
bulunmuş, daha sonra içe kapanarak varlığını devam ettirmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda<br />
diğer kesimler gibi aktif rol oynamış ve bugüne kadar varlığını sürdürmüştür.<br />
Alevîlik, baştan beri İslam’ı bir kimlik olarak benimsemiş, önceki bazı anlayış ve geleneklerini<br />
İslamî bir çerçeveye oturtma gayreti içinde olmuş, yol uluları, Anadolu ve Balkanların<br />
İslamlaşmasında önemli katkılar sağlamıştır.<br />
Alevîlik tümüyle, itikadî tartışmalara bağlı olarak ortaya çıkan bir yapı olmadığı için, kendine<br />
has sistemli bir teoloji kurma konumunda olmamış, İslam’ın inanç konularını içinden geldiği<br />
tarihi surece paralel bir nitelikte algılayıp yorumlamıştır.<br />
Alevîlik, belli ölçüde, diğer dini yapılar gibi, doğup geliştiği ve ulaştığı coğrafi mekânlardaki<br />
kimi anlayış ve uygulamaların tesirine maruz kalarak “senkretik” bir niteliğe bürünmüş<br />
olmakla birlikte, ana unsur, belirleyici öğe İslam olmuştur. Bazı akademik çalışmalarda yahut<br />
kimi marjinal kesimlerde önceki inançlara vurgu yapan yahut İslam’ın belirleyiciliğini göz ardı<br />
eden yaklaşım ve çıkışlara, kanaat önderlerinin tamamına yakını ve bu kökenden gelenler tepki<br />
göstermişlerdir.<br />
2005’te Hollanda’da ve 2006’da Karaca Ahmet Sultan’da gerçekleştirilen aynı nitelikteki<br />
toplantıda teyit edilen Alevîlik tanımındaki: “Alevîlik İslam’dır. Hz. Muhammed Ali yolunun<br />
Kırklar meclisinde olgunlaştığı ve Oniki imamlarla devam eden, İmam Cafer-i Sadik’in akil<br />
ölçüsünü rehber olarak alan, Horasan erenlerinin himmetleriyle Anadolu’ya gelen, Hz. Pir’le<br />
ve ulu ozanlarımızın nefesleriyle hayat bulan inancın adıdır şeklinde” tarif ve tespitler gözardı<br />
edilmemelidir. Ayrıca aynı toplantıdaki Alevîliğe göre hayatın amacına yönelik olarak ifade<br />
edilen “Alevîlik inancı hayatın amacını insanın ham ervahlıktan çıkarak insan-ı kâmil olup<br />
özüne dönmek olarak tanımlar. Bunun için de mürşit, pir ve rehber huzurunda ikrar verilerek<br />
4 kapı-40 makam aşamasından geçilir. İnancımızın uygulandığı mekân cemevidir.” tespiti de<br />
vurgulanmalıdır.<br />
Alevîliğin temel kaynakları ve halen uygulanmakta olan erkân (temel ritüeller) ve yukarıda<br />
sözü edilen kanaat önderlerinin tespitleri dikkate alındığında Alevîliğin müstakil bir din yahut<br />
itikadi, fıkhi ve siyasî nitelikli bir mezhep olmadığı, onun İslam kimliği içinde batini ve mistik<br />
bir karakter arz ettiği unutulmamalıdır.<br />
Bazı eleştirilere açık boyutları olmakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevî-Bektaşi<br />
metinlerini orijinal nüshalarıyla birlikte yayımlaması takdire şayan görülmüştür.<br />
Alevî toplumunun başta cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması olmak üzere bütün taleplerinin<br />
anayasanın garanti altına aldığı temel dini inanç ve özgürlükler kapsamında değerlendirilmesi<br />
demokrasinin zorunlu gereği olarak kabul edilmelidir.<br />
Türk Alevîliğinin şekillenmesinde saz ve semah hayati önem taşıyan unsurlar olup bu unsurların<br />
Türk halk ve tasavvuf müziği ile Türk folkloruna çok önemli katkılarda bulunduğu<br />
gözardı edilmemelidir.<br />
Erdoğan Aydın’ın<br />
aynı<br />
yayınevinden<br />
çıkan<br />
diğer<br />
kitapları:<br />
Milliyetçilik: Türkiye’nin Çıkmazı<br />
ISBN 975-9169-44-4, 2006, 3. baskı, 14 x 20 cm, 300 sayfa<br />
İslamcılık ve Din Politikaları<br />
ISBN 975-9169-45-2, 2007, 14 x 20 cm, 290 sayfa<br />
28 Sayı 27
SERÇESME<br />
PSAKD BASIN AÇIKLAMASI: 12 MART GAZİ KATLİAMI<br />
Gazi Katliamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi<br />
Kararına Uyulmalı ve<br />
Katliamın Arkasındaki Güçler Açığa Çıkartılmalıdır!<br />
MART 1995’de görünüşte her şeyin sıradan olduğu bir günün akşamında, işsizliğin, yokluğun,<br />
yoksulluğun kol gezdiği, Gazi Mahallesi’nin tıka basa dolu kahvehaneleri ve yörenin<br />
12<br />
tek Cemevi, faili meçhul kişiler tarafından otomatik silahlarla taranmış; biri Alevi dedesi, iki<br />
canımız katledilmişti. Aslında Gazi Mahallesi’nde gerçekleştirilen bu saldırının benzerleri, 12<br />
Eylül öncesi dönemde Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Balgat’ta, Piyangotepe’de görülen cinstendi.<br />
Ancak ilk defa bir katliam bu kadar açık, herkesin gözü önünde yapılıyordu.<br />
Katliam, polis karakoluna yüz metre mesafedeki bir kahvehanede yapılmış; polis, olay yerine,<br />
saldırı olduktan; mahalle halkı sokağa çıkıp, protestoya başladıktan sonra gelebilmiştir. Geç gelen<br />
polisin, saldırganların peşine düşmektense, protestocu halkı dağıtmayı tercih etmesi, saldırının<br />
adresi açısından manidar bir ipucu niteliğindeydi. Ertesi gün de devam eden protestolar sırasında<br />
güvenlik güçlerinin halkın üzerine ateş açması sonucu on yedi canımız yaşamını yitirmiş; yüzlercesi<br />
yaralanmıştı.<br />
Saldırının, Alevilerin çete düzenine karşı yükselttikleri sesin en gür çıktığı ve örgütlenme<br />
bilincinin arttığı yerlerden biri haline gelen Gazi Mahallesi’ni hedeflemesi, örgütlenme bilincini<br />
dağıtmaya yönelikti. Gazi Mahallesi’ne yapılan saldırıyı protesto etmek isteyenlere yönelik şiddet<br />
kullanılması sonucu Gazi ve Ümraniye, Mustafa Kemal (1 Mayıs) mahallelerinde yirmi iki kişi<br />
yaşamını yitirmişti. Otopsi raporları, ölenlerin tümünün arkadan ve tek kurşunla öldürüldüğünü<br />
açığa çıkardı. Buradan da anlaşılıyor ki, Gazi Mahallesi’nde yapılan protestolar sırasında güvenlik<br />
güçleriyle halk arasında bir çatışma söz konusu olmamış; inançlar arasındaki farklılıkların çatışmaya<br />
dönüşmesini isteyenlerin provokasyon senaryolarının kurbanı olarak katledilmişlerdir.<br />
Toplumsal bir çatışmanın fitilini ateşleyebilecek bir kışkırtmaya yol açabilmek amacıyla yapılan<br />
katliam için Gazi’nin seçilmesinin rastlantı olmadığı sonradan anlaşılacaktı. Alevi kökenli<br />
yurttaşların yoğun olarak yaşadığı, kendi inançlarını gerçekleştirmek için Cemevi’ni kendi olanaklarıyla<br />
kurduğu bir ortamda, çalıntı arabayla otomatik silah kullanan faillerin bugüne dek bulunmamaları<br />
da, olayın ne kadar “derin” olduğunun işareti olarak algılanmalıdır. Hedef seçilen<br />
yerleri Alevi kökenli yurttaşlar işletmekteydi; hedeflerin arasında Cemevi’nin bulunması da, muhtemelen<br />
Kahramanmaraş katliamı, Madımak katliamı gibi bir sonuç elde etme amaçlı olduğunun<br />
işaretini vermektedir.<br />
Gazi’de gerçekleşen katliamın ardından konu yargıya intikal etti. Yirmi polis hakkında dava<br />
açıldı. İstanbul’dan Trabzon’a taşınarak gözden kaçırılmaya çalışılan dava sonrasında polislerden<br />
on sekizi aklandı. Polislerden yalnızca ikisi yirmişer ay hapis cezasına çarptırıldı. Gazi katliamına<br />
yol açtıkları iddiasıyla yargılanan polislerin davalarının, yargı sisteminin kadro ve mekân<br />
olarak çok güçlü olduğu varsayılan İstanbul gibi bir ilde değil de, Trabzon gibi bir taşra kentine<br />
nakledilmesi de davanın seyri açısından ilk işaretti. Son dönemlerde, Trabzon ilinde yaşananlar,<br />
Trabzon’un neden seçilmiş olduğunun da göstergesidir. Belli ki dava gözlerden ırak tutularak<br />
uygulanmak istenen senaryo gizlenmek istenmişti. AİHM’nin yargılanmanın adil yapılmadığına<br />
ilişkin kararına rağmen, davanın yeniden görülmesinin bir türlü gerçekleşmemiş olması da, bu<br />
katliamın unutturulmasına yönelik bir çabadır.<br />
Bu katliamın izleri sürüldüğünde önce Susurluk’a; ardından da Şemdinli’ye çıktığı açıkça görülecektir.<br />
Katliamı yapanların aklanması konusunda gösterilen çaba da bunu kanıtlar niteliktedir.<br />
Nitekim katliama karışanların, “görevleri nedeniyle” karıştıklarına ilişkin savunmalarının kabulü<br />
de, yirmi bir canımızın “görev icabı” öldürüldüğünün resmiyete kavuşturulması anlamına gelmektedir.<br />
Keza, katliamdan on bir yıl sonra aldığı ceza nedeni ile polislik mesleğinden atılan Adem<br />
Albayrak’ın, “Bize ateş etme emrini zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, İstanbul Emniyet<br />
Müdürü Nejdet Menzir ve İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu verdi” yönündeki gecikmiş<br />
itirafı, gerçeği göz önüne sermektedir.<br />
Tarihe kara bir leke olarak düşmüş bulunan Gazi-<br />
Ümraniye katliamlarını unutmak bir yana; sürekli<br />
olarak hatırlamaya ve topluma hatırlatmaya devam<br />
edeceğiz. Çünkü bu katliamın ucu, her gün ülkemizin<br />
başka bir coğrafyasında karşımıza çıkmaktadır.<br />
Susurluk’tan Şemdinli’ye, Uğur Mumcu suikastından,<br />
Hrant Dink cinayetine kadar uzanan bir dizi faili meçhul<br />
cinayet ve katliamlar benzer yöntemlerle yapılmış,<br />
esas katillerin bulunup toplumun önüne çıkartılması<br />
ve yargılanması görevi bilinçli olarak hep savsaklanmıştır.<br />
Bu nedenle bundan on iki yıl önce yaşadığımız<br />
Gazi-Ümraniye katliamlarını, perde arkasından organize<br />
edenler ile tetikçilerini kınıyor, katliamın arkasındaki<br />
gerçek güçlerin ve sorumluların açığa çıkarılarak<br />
cezalandırılması; AİHM kararına uyularak, yeniden<br />
yargılamanın yapılmasını diliyor ve kamuoyunu,<br />
katliamlara karşı duyarlı olmaya davet ediyoruz.<br />
Av. Kazım Genç, Genel Başkan , 12 Mart 2007<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
SERÇEŞME<br />
OKUYUCULARININ KATKISIYLA<br />
ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR<br />
Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den<br />
niyaz alan okuyucularıdır.<br />
Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt<br />
içinde ve dışında çalışan, emeğiyle<br />
geçinen insanlardır.<br />
Serçeşme canların özverisine,<br />
paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir<br />
ve zorlukları birlikte aşma gücüne<br />
dayanır.<br />
Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan<br />
yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş<br />
bekliyor.<br />
Serçeşme tüm canları temsilci olmaya,<br />
canları abone yapmaya, yörelerine<br />
derginin toplu getirtilmesine ve elden<br />
dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.<br />
TEMSİLCİ CANLAR<br />
YURTDIŞI<br />
Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29<br />
Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56<br />
Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35<br />
Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54<br />
Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62<br />
Hanau Kemal Nayman ...................+49.173.667 72 91<br />
Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20<br />
Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34<br />
Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95<br />
Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70<br />
Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99<br />
Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12<br />
Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16<br />
Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84<br />
Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19<br />
İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276<br />
İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07<br />
Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54<br />
K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek ....0533 845 21 02<br />
YURTİÇİ<br />
Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14<br />
Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13<br />
Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ................0536.886 48 56<br />
Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25<br />
Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37<br />
Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78<br />
Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80<br />
Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17<br />
Denizli: Merkez Ziya Gürsoy ...................0258.242 71 09<br />
Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03<br />
Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90<br />
Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77<br />
Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50<br />
İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23<br />
4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79<br />
Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75<br />
Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14<br />
Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42<br />
İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12<br />
Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86<br />
Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09<br />
Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79<br />
Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98<br />
Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58<br />
Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09<br />
İzmir: Bornova Hüsniye Çınar ..................0532.512 59 62<br />
Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06<br />
Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91<br />
Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52<br />
Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05<br />
Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99<br />
Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam...........0535.826 39 84<br />
Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03<br />
Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79<br />
Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54<br />
Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99<br />
Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26<br />
Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07<br />
Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47<br />
Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75<br />
Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17<br />
Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50<br />
Mart 2007 29
SERÇEÞME<br />
Ateş Düştüğü Yeri mi Yakar Her Zaman?<br />
Ceyhun Günal<br />
Alevionline İnternet Sitesinin Koordinatörü <br />
ÖMER SEYFETTİN. Çocukken hemen hepimiz bir öyküsünü<br />
okumuşuzdur. Çocuk kitabı yazmak zor iştir. Çünkü yazarlar<br />
komplike düşünür. Roman yazmak, öykü yazmak basit düşünme<br />
yeteneğinden daha fazlasını gerektirir. Çocuklar için öykü yazan bir yazar<br />
ise komplike düşünüp basit şekilde anlatmak zorundadır. Ama Ömer<br />
Seyfettin başarılı bir çocuk öykücüsü sayıldığına göre belki de bu tezimi<br />
gözden geçirmeliyim.<br />
Demek ki, çocuklara roman yazmak için “basit olmak” da yeterli olabiliyormuş.<br />
Bir topluluğa kara çalmak, iftira atmak; bir edebiyatçı için<br />
bu kadar “basit” olduğuna göre, sadece çocuklar için basit düşünme gibi<br />
bir olgu yokmuş, bu yazarda. Her neyse. Ömer Seyfettin’in durumu da<br />
aslında yaşadığı çağlardaki bilinç, haberleşme olanakları, bilgi kaynaklarının<br />
azlığı gibi şartlarda değerlendirilebilir. Belki de Ömer Seyfettin’i<br />
kendi yaşadığı çağda değerlendirmek ve aşağıdaki basitliği onun için bir<br />
nebze anlayışla karşılamak da gerekebilir. Harem (Örgün Yayınevi, sayfa<br />
29) [adlı yapıtında] Nazan ile Sermet konuşuyorlar:<br />
“Evvel zamanda, insanlar daha hayvanlara pek yakın iken, ferdi izdivaç<br />
yokmuş. Sürü halinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri,<br />
bütün kadınların müsavi surette kocası imiş.<br />
Nazan şaştı:<br />
Olur iş değil…<br />
Neye? Basit bir teşkilatın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası<br />
da kabilenin, bütün halkı imiş. Bu hal ayin gibi hala bazı cemaatlerde<br />
devam eder. Mesela Kızılbaşlar gibi… Ne ise…”<br />
Ömer Seyfettin’i geçtik. Peki, yukarıdaki satırların Milli Eğitim Bakanlığı<br />
tarafından çocuklara tavsiye edilmesine ne diyorsunuz? O bakanlığın<br />
başındaki kişi cemlere katılıp Alevilere vaazlar veriyor. Daha<br />
geçenlerde Cem Vakfı isimli kuruluş bu bakanı eski MHP’lilerle birlikte<br />
binlerce yıllık değerimiz olan cemlerimize soktu. Bu bakana kürsüden<br />
Alevi yurttaşlara vaaz verme imkanını tanıdı. Eleştirilere karşı da “Biz<br />
aslında bu insanlara propaganda yapıyoruz” gibi bir mealde cevaplar<br />
verildi. Nedir yaptığınız propaganda? Neyi başardınız? Ceminize çağırdığınız<br />
bakanın kurumu önce Alevilere yapılan hakaretleri çocuklara<br />
tavsiye etme politikasını gözden geçirsin. Buyurun işte. Sosyal pedagog<br />
Tamer Dursun bu bilgiyi kamuoyuna ulaştıralı günler geçti. Var mı atılan<br />
bir adım?<br />
Veya bir de şu soru geliyor akıllara. “Ben de Aleviyim” diye konuşmalar<br />
yapan bir bakanımız daha var. Abdullatif Şener de bilir ki, Alevilere<br />
verilen bir başka isim de Kızılbaş’tır. Demek ki kendisi de bir Kızılbaş<br />
o halde. Yukarıdaki Kızılbaş tarifine bir itirazını halen göremedik.<br />
Devlete bağlı bir bakanlık tarafından çocuklara mensubu olduğu Alevi<br />
toplumu bu halde tanıtılıyor.<br />
Ha bir de “kraldan çok kralcı” bir güruh var içimizde her zamanki<br />
gibi. Abdullatif Şener “Ben de Aleviyim” deyince, Alevi temsilcileri tepki<br />
göstermişti. Bir tanesi çıktı, kendisini dernek başkanlarından falan daha<br />
çok “Alevi temsilcisi” gören, “Şener’i asalım mı?” gibisinden kelamlar<br />
etti. Ne anlama geliyorsa bu asmak. Kimsenin asmaya falan kalktığı yok.<br />
Madem Aleviyse sayın bakan, işte buyursun bir samimiyet sınavı. “Hop<br />
kardeşim. Ben de Aleviyim. Buna müsaade etmem.” desin. Ondan sonra<br />
“Alevi dernekleri Alevileri temsil etmiyor” diyen ve asıl Alevi temsilcisinin<br />
kendileri olduğunu sanan bu “köşe” yazarları “Bravo bakanım. Yaşa<br />
bakanım. Bakanıma laf söylettirmem.” derler; bize de susmak kalır.<br />
Yukarıda bu “MEB tavsiyeli hakaret” haberi ile ilgili verilmeyen tepkilere<br />
değindim. Peki verilen tepkiler nelerdir? Tepki vermesi beklenip<br />
de tepki vermeyenler kimlerdir? Biraz da buraya değinelim.<br />
Bu haberi ilk olarak Pir Sultan Abdal Kültür Derneği resmi sitesi<br />
pirsultan.net’de gördüm. pirsultan.net direkt olarak Tamer Dursun’un<br />
yazısını aktarmıştı. O günlerde bizim Türkülerin Sesi’nde bazı problemler<br />
olduğu için bu haberi aktaramadık. İlerleyen günlerde de Tamer<br />
Dursun’un yazısını haberleştirerek yayınladık ve basın yayın kuruluşlarına<br />
gönderdik. Bizim haberimizi de Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu<br />
sitesi alevi.com ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği hubyar.org<br />
yayınladı. Bir de Alevihaber’de gördük yazımızı. Onun dışında başka<br />
Alevi siteleri ve forumlarına da aktarılmış olabilir. Ama konuya değinen<br />
sadece Alevi kuruluşlarının siteleri ve bunlara yakın Alevi siteleri. Bizim<br />
sitemizde yaklaşık 700 kez okunmuş. Gönderilen mailleri ve diğer<br />
siteleri de sayarsak bu haber en fazla bin 500, iki bin kişiye ulaştırıldı<br />
bizler tarafından. Ateş düştüğü yeri mi yakıyor denir buna?<br />
Aleviler, Türkiye’de her zaman sol siyasetler için “hazır destekçi”<br />
olarak görülmüştür. Hemen hemen bütün sol partilerin oy verenleri, destekçileri<br />
büyük bir çoğunlukla Alevilerdir. Bir insan hakkı ihlali olur,<br />
bir işçi direnişi olur, hapishanelerde bir sorun olur hemen Alevi mahallelerinden<br />
ses verilir. Duyarlılık gösterilir. Aleviler hiçbir zaman kendi<br />
özel sorunlarını, toplumun genel sorunlarından daha üstün tutmamıştır.<br />
Bu konuda Alevi yayınları da sol yayınlara paralel bir görüntü çizmiştir.<br />
Günümüzde açılan Alevi televizyonları, oldukça çoğalan sitelerimiz<br />
bunlara açık örnek.<br />
Peki sol basın yayın organlarının Alevilerin sorunlarına gösterdiği<br />
ilgi ne düzeydedir? Siz Cumhuriyet, Radikal, Birgün veya Evrensel gazetelerinde<br />
yukarıdaki konuya değinen bir habere rastladınız mı? Ben<br />
rastlamadım. Hadi bunu geçtik. Gazete ayrı bir olay diyelim. Yayın politikası,<br />
yer sorunu falan filan. Peki bu gazetelerin internet sitelerinde veya<br />
sesonline.net, sendika.org gibi sitelerde bu sorunlardan bahsedildiğini<br />
gördünüz mü? Keza benzer bir sorun, sevgili Ali Polat’ın sitemizdeki<br />
Karaağaç Tekkesi ile ilgili yazı için de geçerlidir.<br />
Solun ülkede yaşayan bir toplum kesimine duyarlı olmasının yolu;<br />
solun tabi destekçiliğini bırakıp “Alevicilik” yapmaktan mı geçer? Bazı<br />
etnik gruplara karşı olağanüstü duyarlıdır örneğin sol basın. Bunun sebebi<br />
bu kitlelerin kendilerinden kopup milliyetçilik eksenine kaymış<br />
olmaları mıdır? “Solculuk” yapmanın yöntemi, işçiler kaybedildikten<br />
sonra sendikalara ilgi gösterme, Kürtler kaybedildikten sonra Kürtçülük<br />
yapma veya Aleviler kaybedildikten sonra Alevilerin sorunlarına yer<br />
ayırmaktan mı geçer?<br />
Günde on, yirmi haber yayınlayan internet siteleri, ülkedeki başka<br />
etnik ve dini sorunlara oldukça duyarlı olan sol basın, dünyanın öbür<br />
ucundaki bir haberi çevirip çevirip yayınlayan kuruluşlar; neden Alevilerin<br />
sorunlarına bu kadar duyarsız kalırlar? Milli Eğitim Bakanlığı<br />
tavsiyesiyle ülkedeki bir topluma “sapık” demenin ülkemizde kaç örneği<br />
vardır? Bu durumun haber değeri yok mudur? Bizim sorunlarımıza ilgi<br />
gösterilmesi için bizim de “mezhepçilik” yapmamız mı gerekiyor? Sadece<br />
Alevilerin sorunlarını düşünmemiz, kendimiz için partiler kurmamız,<br />
sadece kendimiz için yaşamamız mı gerekiyor? Suçumuz solcu olmak<br />
mıdır? Kayıtsız-şartsız sola destek olmak mıdır? Hiçbir çıkar beklemeden,<br />
hiçbir ayrım gözetmeksizin ülkedeki diğer etnik ve dini gruplardan<br />
solcularla aynı idealler altında toplanmamız mıdır? Ateş düştüğü yeri<br />
yakacaksa; bizim kendi öznel sorunlarımızı bırakıp ülkenin tamamındaki<br />
sorunlarla ilgilenmemizin anlamı nedir?<br />
İLHAN CEM ERSEVEN’in tutkulu bir çalışmayla incelediği 26<br />
roman, 12 öykü ve bir oyunda, Kızılbaşların, Alevilerin ve<br />
Bektaşilerin nasıl ele alındığını ve nasıl yansıtıldığını çarpıcı<br />
örneklerle sergilediği çalışmasını Türkiye yazını ile ilgili her<br />
okuyucunun mutlaka okumasını salık veririz.<br />
İLHAN CEM ERSEVEN<br />
Çağdaş<br />
Türk Romanı<br />
ve<br />
Öyküsünde<br />
Aleviler<br />
Haziran 2005<br />
15 x 23 cm boyutunda<br />
321 sayfa<br />
Alev Yayınları<br />
Tel: 0212.319 56 35<br />
www.alevyayinlari.com<br />
30 Sayı 27
SERÇESME<br />
SERÇEÞME<br />
Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma<br />
Derneği Kuruldu<br />
Metin Özdemir<br />
Serçeşme Afyon-Sandıklı Temsilcisi<br />
A<br />
FYONKARAHİSAR’IN Sandıklı İlçesi’ne bağlı Selçik köyü canlarının bir araya gelerek kurdukları<br />
“Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” merkezi Ankara olmak<br />
üzere Yusuf Yıldırım başkanlığında resmen kuruldu. On iki kurucu üyeyle kurulan dernek, şu<br />
anda geçici yönetim kuruluyla faaliyetlerini sürdürüyor. Selçikliler aralarındaki yardımlaşma ve<br />
dayanışmayı örgütlü bir şekilde sürdürebilmek, sorunlarını birlikte çözmek, inançlarını ve kültürlerini<br />
canlı tutarak yaşatmak, gençlerin köyden kopmadan aralarındaki bağları sıkı tutarak yetişmeleri<br />
amacıyla yola çıktılar. Derneğin yöneticileri, yakın zamanda genel kurullarını yaparak,<br />
daha güzel bir şekilde çalışmalarına devam edeceklerini bildirdiler. Derneğin 4 Şubat 2007’de<br />
yaptığı ilk yönetim kurulu toplantısında, ilk başta yapılacak öncelikli işlerle ilgili birtakım kararlar<br />
alındı. Derneğe üye kayıtları yapılmaya başlandı.<br />
Derneğin ilk olarak kültürümüzü tanıtıcı takvimlerden ve canların gönül rızasıyla verdikleri<br />
bağışlardan elde ettiği gelirlerle, yardıma muhtaç olanların Muharrem ayında değerlerimize yakışır<br />
şekilde kışlık yiyecekleri karşılanmaya çalışıldı.<br />
Selçik köyü yaklaşık doksan haneli, iki yüz nüfuslu küçük bir köyümüz. Fakat yurt içi ve yurt<br />
dışında yaşayan köylülerin de, yaz aylarında köye gelmesiyle bu sayı ikiye üçe katlanıyor. Selçik<br />
köyü asimile olmadan, inançlarından bir şey kaybetmeden yaşamlarını sürdüren sadece Alevi<br />
canların yaşadığı, Sandıklı’nın tek Alevi köyü.<br />
“Sarı Selçuk Dede” Türbesi’nin bulunduğu Selçik köyü’nde canlar bir de köylerine cemevi<br />
kazandırma çabası içerisindeler. Sarı Selçuk Dede Türbesi’nin yanına yaptıkları cemevinin inşaatı<br />
halen devam etmekte. Alt katı aşevi olarak kullanılacak olan cemevi iki kattan oluşuyor. Dış yapısı<br />
bitmiş durumda olan cemevinin, tabanından tavanına kadar iç dizaynında daha bir çok eksiği<br />
bulunuyor. Şimdiye kadar köylülerimizin ve canların katkısıyla bu kadarı tamamlanabildi. İmkanı<br />
olan dostların da cemevlerine yardımda bulunmalarını bekliyorlar.<br />
Yapılan araştırmalara göre Hicri 1113 yılında kurulduğu bilinen köyün, tarihinin daha eskilere<br />
dayandığı tahmin ediliyor. Köyde türbesi bulunan, halkın “Sarı Dede Sultan” diye adlandırdığı<br />
eren, “Sarı Selçuk” diye de biliniyor. Sarı Dede Sultan’ın köyde âdeta bir birleştirici, toparlayıcı<br />
misyonu da var. Bu sebepten insanlar yerleşimlerini köyün içerisinde bulunan yatırın etrafında<br />
kurmuşlar. Köy ismini Sarı Selçuk Dede’den almaktadır. Yaşamı hakkında kesin bilgiler olmamakla<br />
beraber Sandıklı’da da türbesi bulunan Yunus Emre ile aynı çağda yaşadığı bilinmektedir.<br />
Daha çok halk arasında söylencelerle, rivayetlerle anılan Sarı Dede Sultan canların gönüllerinde<br />
de yerini bulmuştur. Türbeye gelen canlar ziyaretlerini yaparak, ibadetlerini ederler. Dilekte bulunanlar<br />
gelerek adaklarını kurbanlarını keserler. Canlarla hep birlikte lokmalar yenilerek, dualar<br />
edilir.<br />
Kültürlerinden ve inançlarından hiçbir şey kaybetmeden yaşamlarını sürdüren Selçik köylü<br />
canlar, geçmişten bugüne kadar cemlerini hiç aksatmadan yapmaya devam etmişler. Geçtiğimiz<br />
Muharrem ayı boyunca matemlerini tutarak, ibadetlerini yerine getirdiler. Cemlerini yapan, aşurelerini<br />
kaynatan Selçiklilerin yanı sıra, Ankara’da yaşayan Selçik köylüler de bir araya gelerek<br />
aşurelerini kaynatıp, ibadetlerini sürdürdüler.<br />
Geleneksel hale getirerek her yıl yaz aylarında yapacakları Sarı Dede Sultan’ı Anma ve Dayanışma<br />
etkinliğinde yurt içi ve yurt dışında yaşayan tüm köylülerini bir araya getirmeyi amaçlayan<br />
Selçikliler, kültürlerini bu şenlikler çerçevesinde sergileyerek bir dayanışma ve birlik ortamı hazırlamayı<br />
hedefliyorlar.<br />
Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ilk toplu etkinliğini önümüzdeki<br />
günlerde Nevruz’da gerçekleştirecek. Hz. Ali’nin doğum günü olan Nevruz Bayramı’nı, köy dışında<br />
yaşayan köylülerini de bir araya getirerek kutlayacak, baharı dayanışma içinde hep beraber<br />
karşılayacaklar.<br />
Selçik köyündeki Sarı Selçuk Dede Türbesi’nin içi<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
SERÇEŞME<br />
Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı<br />
İyileştiren Kılıçtır<br />
Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu<br />
ilgilendiren tüm fikirlere açıktır.<br />
Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı<br />
kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini<br />
temsil eden yazarlara açıktır.<br />
Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer<br />
aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri<br />
platformu olacaktır.<br />
Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve<br />
örgütsel çekişmelere yer vermez.<br />
Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği<br />
fikirler yalnız yazarlarını bağlar.<br />
Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler<br />
nedeniyle sansür etmez.<br />
Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya<br />
dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.<br />
Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme<br />
getirmekten kaçınmaz.<br />
Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik<br />
verir, boş sözlerden ve bilinenlerin<br />
tekrarından kaçınır.<br />
Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir.<br />
Yollanan yazıları yayımlamamak,<br />
kısaltarak ya da bölerek yayımlamak<br />
ve düzeltmek hakkını saklı tutar.<br />
Ancak fikirleri değiştirmemeye ve<br />
yazarın onayını almaya özen gösterir.<br />
Serçeşme’ye gönderilen yazılar<br />
yayımlansın, yayımlanmasın iade<br />
edilmez<br />
YILLIK ABONE BEDELI<br />
Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50<br />
İngiltere £40<br />
Türkiye’den abone olmak isteyen canlar<br />
lütfen abone bedelini bir postaneden<br />
Genel Ajans Basım Dağıtım<br />
Organizasyon Ltd Şti<br />
Posta Çeki Hesabına (No 1629127)<br />
yollayın.<br />
Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun<br />
Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,<br />
varsa Faks Numaranızı ve E-posta<br />
adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak,<br />
kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu<br />
içeren posta adresinizi<br />
okunaklı olarak yazın<br />
ve ödeme dekontunuz ile birlikte<br />
büromuza fakslayın:<br />
+90.(0)212.519 5635<br />
Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar,<br />
abone bedelini aşağıdaki<br />
adrese yollayabilir:<br />
Avrupa Baş Temsilciliği<br />
Tel: +49.179.107 88 56<br />
Hüseyin Akın<br />
Postbank<br />
Kontonummer: 826 857 303<br />
Bankleitzahl: 25 01 00 30<br />
Mart 2007 31
SERÇEÞME<br />
BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />
ALEVİ-BEKTAŞİ ÖRGÜTLERİ PASİF TEPKİ İLE YETİNEMEZ, DEMOKRATİK HAKLAR İÇİN AKTİF MÜCADELE GEREKİR<br />
Aktif Mücadele için Tutarsızlığa ve Kafa Karışıklığına Son<br />
İNANÇ TEMELİNDE ortak zemini olan Alevi-Bektaşi toplumu, henüz<br />
bu zeminde “ortak bir payda” yaratabilmiş değildir. Bunun tarihsel-toplumsal<br />
nedenleri vardır; ancak günümüzün somut gerçekliği<br />
budur.<br />
Öte yandan Alevi-Bektaşi toplumu geçmişten farklı olarak toplumsalekonomik<br />
yapıya uygun sınıflara bölünmüştür. Toplumsal sınıf demek,<br />
üretim sürecinde farklı, birbirine zıt yerlerde konumlanmak demektir.<br />
Bir yanda üretimin örgütlenmesini, yürütülmesini belirleyen sermaye<br />
sahipleri; öte yanda mal ve hizmetlerin üretimini bilfiil yapan, ama üretimin<br />
örgüt len mesinde söz sahibi olmayan işçiler vardır. Sermaye sahibi<br />
sınıf, bu güçle, toplumun üstyapısını, devleti ve diğer kurumları belirler.<br />
Emeklerinden başka satacak şeyi olmayan işçiler ise bu üstyapının kurumlarında,<br />
bu çerçevede devlet ve siyasette daha baştan “altta kalan”<br />
durumundadır.<br />
Bu toplumsal sınıfların zıt çıkarları siyasete yansır. Basitleştirerek<br />
söylersek, işçi Alevi-Bektaşi ile patron Alevi-Bektaşinin siyasi tercihleri<br />
farklıdır. Buna ek olarak bir seçim ortamında Alevi-Bektaşiler çok değişik<br />
nedenlerle farklı siyasi partileri destekleyebilir. Saydığımız zıt çıkarlar<br />
nedeniyle Alevi-Bektaşilerin siyasete yaklaşımının tek ve bütünlük<br />
içinde olması beklenemez.<br />
En geniş kesimleri birleştirmesi beklenen demokratik Alevi-Bektaşi<br />
kuruluşlarının bu farklı çıkarları temsil eden parti siyasetiyle uğraşması,<br />
birleştirici işleve aykırıdır. Bu örgütlerin siyasetle uğraşması, zaten<br />
inanç temelinde bile farklılıklar taşıyan Alevi-Bektaşi toplumun bir araya<br />
getirebildikleri kesimlerini bile dağıtma, bin bir zorlukla bir araya getirilebilmiş<br />
gücü iç tartışmalara yönelterek boşa harcayan bir etki yapar.<br />
Geçtiğimiz yılın ilkbaharından başlayarak Alevi-Bektaşi demokratik<br />
örgütlerinin merkezi yapılarının üst yönetimden kaynaklanan “siyasete<br />
müdahale edeceğiz” yaklaşımı, ne yazık ki bugüne kadar iç tartışmalarla<br />
gücü mirasyedi gibi tüketme, bölünme ve parçalanma dışında bir sonuç<br />
vermemiştir.<br />
Tutarsızlık ve Kafa Karışıklığı<br />
SEÇİMLER ve parti siyaseti gündeme gelince, Alevi-Bektaşi derneklerinin<br />
merkez kuruluşları geçirdikleri örgütsel sarsıntıların etkisiyle<br />
son derece tutarsız davranmışlardır. Bir kez, “siyasete müdahale edeceğiz”<br />
dedikten sonra, nereye çekersen gider bu söylemin içini doldurmakta<br />
zorlanmışlardır. Yükselen eleştiriler ve artan sorular karşısında,<br />
Demirel’in ünlü, “kendim için bir şey istiyorsam, namerdim” söylemini<br />
andırırcasına, “kendimiz için milletvekilliği istemiyoruz” demişlerdir. Partileşme<br />
konusunda yaşanmış olumsuz eski deneyimler hatırlatıldığında,<br />
“bir Alevi partisi kurmayacağız” demişler. Peki, siyasete nasıl müdahale<br />
edeceksiniz sorusunu, “miting ve gösteriler yaparak” diye yanıtlamışlardır.<br />
O günden bu yana yapılan eylemler ortadayken, bir demeçlerinde,<br />
“oy vermemek siyasete müdahaledir” deyip, Alevi-Bektaşilerde seçimleri<br />
boykot çağrısı mı yapılıyor sorusunu uyandırmışlardır. Ardından,<br />
“Solun birliği için çaba göstereceğiz” diyerek, Alevi-Bektaşilere, bugün<br />
henüz ortada bulunmayan, ileride de oluşup oluşmayacağı bilirsiz bir sol<br />
partiyi ya da seçim bloğunu destekleme çağrısı yapacakları izlenimini<br />
vermişlerdir. Yükselen eleştiriler karşısında bu da yetmemiştir, son günlerde<br />
“Aleviler için Mecliste kontenjan” istemini dillendirmektedirler. Bu<br />
tutarsızlıklar kafa karışıklığı yaratmaktan başka işe yararmamıştır.<br />
Esen Uslu<br />
Böylece demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşlarının merkezleri Alevi-<br />
Bektaşilere net ve açık hedef göstermemek bir yana, yapmaları gereken<br />
esas görevi savsaklar duruma düşmüştür. Türkiye’de merkezi düzeyde,<br />
uzun soluklu, iyi planlanmış, örgütlenmiş ve ses getirici bir dizi etkinlik<br />
yapılmasının en gerektiği dönemde, örgütler adım atamaz hale getirilmiştir.<br />
Yalnız Alevi-Bektaşileri değil, ülke içindeki ve ülke dışından en<br />
geniş aydınları, yazarları, fikir ana-babalarını bir araya getiren sempozyum,<br />
konferans, panel gibi toplantılar; buna paralel tutarlı basın-yayıntanıtım<br />
çalışması yapılmamıştır. Temel haklar için Alevi-Bektaşileri<br />
sokaklar, meydanlar taşıyarak, diğer demokrasi güçlerini Alevi-Bektaşilerin<br />
istemleri çevresinde birliğe çağıran eylemlerle yaşama müdahale<br />
edilememiştir.<br />
Bu asli görevin savsaklanmasından doğan boşluğu, en istenmeyen<br />
siyasi eğilimler doldurmaya başlamıştır. ANAP’tan MHP’ye kadar bütün<br />
partiler, Alevi-Bektaşi oylarını yanlarına çekebilmek için diller dökmeye<br />
ve kandırmacaya dayalı seçim taktiklerini uygulamaya koymaya<br />
başlamıştır. AKP hükümeti, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kullanarak,<br />
gözüne kestirdiği Alevi-Bektaşi dedelerini örgütlemeye ve talip üzerine<br />
sürmeye(!) başlamıştır. Fettullah Gülenci Abant Forumu bile Aleviliği<br />
gündem yapan toplantılar düzenlemektedir.<br />
Pasif Tepki Değil, Aktif Girişim<br />
GÜNÜMÜZÜN patron egemen siyasi ortamında çeşit çeşit siyasi<br />
partiler ya da siyasi çekim merkezleri Alevi-Bektaşilerin oylarına<br />
ağızlarının suları akarak yaklaşırken, demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin<br />
tepkisi “geriden gelmekte”, olay olup bittikten sonra basına yapılan<br />
kuru açıklamalara indirgenmektedir. Demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin<br />
gösterebildiği bu cılız ve pasif tepkiler içimizi acıtmaktadır.<br />
Örgüt merkezlerimizin basın açıklamalarına hapsolmuş cılız ve pasif<br />
tepkilerinde dile getirilen bazı görüşler ise birer talihsizliktir. Pasif<br />
bir tepki diliyle konuşulunca, hep aynı tema bildirilerimize sızmaktadır:<br />
Alevi-Bektaşilerin sorunlarının, Aleviler-Bektaşiler dışında konuşulmasına<br />
karşıyız! Bu anlaşılmaz ve yanlış bir tutumdur.<br />
Yıllar boyu Alevi-Bektaşileri yok sayanlar, bugün Alevi-Bektaşileri<br />
konuşuyorsa, bu onların değil, Alevi-Bektaşilerin değişmesinden; biraz<br />
olsun örgütlü, iri ve diri bir duruş sergilemesinden kaynaklanmaktadır.<br />
Onlar yaptıkları toplantılarda ne isterse konuşsun, Alevi-Bektaşilere<br />
ne “don” biçerse biçsin! Ellerindeki tüm araçlarla Alevi-Bektaşi toplumunun<br />
ezenlerin düzenine muhalif tutumunu törpülemeye çalışsın! Hızır<br />
Paşa’lar eliyle Aleviliği-Bektaşiliği kendi içinde eritmeye çalışsın!<br />
Demokratik örgütlerimiz tüm toplum çapında Alevi-Bektaşiliğin demokratik<br />
haklarının gerçek sözcüleri olarak kendilerini ortaya koyarsa,<br />
hangi Alevi dinler Fettulahçıları, kim giyer onların biçtiği “donu”?<br />
Demokratik örgütlerimiz, Alevi-Bektaşileri demokratik istemler için<br />
mücadele çevresinde birleştirilebilirse, tarihten gelen direniş ruhuyla donanmış<br />
Alevi-Bektaşi emekçiler ezenlerin düzenine destek olur mu?<br />
Alevi-Bektaşilerin istemlerini en geniş kapsamlı demokrasi için mücadele<br />
eden tüm diğer toplum kesimleriyle birlikte savunmayı gündemin<br />
başına koyan Alevi-Bektaşi örgütlerimiz, belki içimizden yeni Hızır Paşaların<br />
çıkmasını engelleyemez, ancak onların çevresinde bir avuç yol<br />
düşkününden başkasının toplanmasına fırsat vermez!<br />
•