05.01.2014 Views

27.Sayı - Hacibektaslilar

27.Sayı - Hacibektaslilar

27.Sayı - Hacibektaslilar

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

SERÇEÞME<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

Bu Sayida<br />

Velİyettİn Ulusoy: Ebuzer Giffari<br />

Kelİme Ata’nin Kİtabi - Alevilerin İlk Siyasal<br />

Denemesi: (Türkiye) Birlik Partisi<br />

Ahmet Koçak Kelime Ata ile Söyleştik<br />

Alİ Balkız Hüzün Dolu Bir Deney<br />

Kelİme Ata Birlik Partisi-Sosyalist Tarladan<br />

Hasat Stratejisi<br />

Nadİre Ana Hakk’a Yürüdü<br />

Fİkret Otyam Sizin “Hrant<br />

Ağabeyiniz” Oldu mu?<br />

Esat Korkmaz Kadın Sorunu<br />

İsmaİl Kaygusuz Alamut<br />

İsmaililiği - Bölüm I<br />

Veysel Kaymak CHP ve Sol<br />

Seçenek ya da Halkla İnatlaşmak<br />

Fuat Bozkurt Alevilikte Zaman ve Uzam<br />

Kâmİl Derİn ABF’de Haksız Rekabete Hayır<br />

Nafİz Ünlüyurt Türbeler Yeniden Açılsın mı?<br />

Feramuz Acar Kişisel Görüş ve Önerilerim<br />

Enver Cemal Şahİn Aleviler ve Siyaset<br />

Fevzİ Gümüẟ ABF Yöneticilerinin Samimiyetsizliği<br />

Alİ İhsan Doğan İnandırılmak<br />

Hasan Harmancı Ocaklar ve Dedelik Sempozyumu<br />

Sirri Öztürk Dersim... Dersim...<br />

İsmaİl Özmen Anadolu Aydınlanması<br />

Ahmet Koçak Kadın Ozanlarımız: Ayhan Kaleli<br />

Seda Coẟkun Selahattin Akarsu ile Söyleştik<br />

13. Abant Platformu Değerlendirme Metni<br />

PSAKD Basin Açıklaması Gazi Katliamı<br />

Ceyhun Günal Ateş Düştüğü Yeri mi Yakar?<br />

Metİn Özdemİr Selçik Köyü SYD Derneği<br />

Aylık Dergİ<br />

Genel Yayın Yönetmeni: Esat Korkmaz<br />

Sahibi: Genel Ajans Basın Dağıtım Organizasyon Ldt. Şti.<br />

adına Ahmet Koçak<br />

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ahmet Koçak<br />

Yönetim Yeri: Divanyolu Cad. No: 54<br />

Erçevik İşhanı 102, 34110 Eminönü - İstanbul<br />

Tel/Faks: +90.(0)212.519 56 35<br />

E-posta: sercesme_dergisi@yahoo.com<br />

Baskı: Mart Matbaacılık, Ceylan Sk. No 24 Nurtepe<br />

Kağıthane, İstanbul - 0212.321 23 00<br />

Yayın Türü: Yerel - Süreli<br />

Fİyati: Ytl 3 / € 3 / £ 3<br />

Mart 2007 Sayi:<br />

27<br />

ALEVİLİĞİN İNANÇ YANI DİN DEĞİL AŞKTIR<br />

Kimileri Alevilikle-Sünniliği “görücü” usulüyle evlendirmeye kalkıyor:<br />

Biz diyoruz ki bu “evlilikte bir tecavüz olayı” var.<br />

Aymazlığımızı sürdürürsek yakın gelecekte<br />

bu “tecavüz olayı”nın çocukları<br />

“Ben Aleviyim”, diye karşımıza çıkacak ve<br />

bizleri “mekândan kovacaktır”.<br />

Kendi Bilincimizin “Yoklanmasına” İzin Verelim ki<br />

Başkalarının Bilincini “Yoklayabilelim”<br />

Esat Korkamaz, Genel Yayın Yönetmeni<br />

Bana göre “yazmak”, “bilinci yoklamak” anlamına gelir: Bilinci yoklamayan her<br />

yazma eylemi “kolay”ı anlatır. Biz biliyoruz ki “kolay güzel değildir”; her zaman<br />

“zor güzeldir” demek de doğru olmayabilir; “güzel” ayrımına varamadığımız<br />

herhangi bir yerde ya da yanı başımızdadır, sakındığımız yerdedir, suçladığımız<br />

mekândadır, günahkâr kabul ettiğimiz şeyin içindedir. Yazmak “değiştirme<br />

kültürünün” bir parçası ise eğer “yaşamanın sonucudur”. 1980’den bu yana “yazmak<br />

için yaşadım” ya da “yaşamak için yazdım”: Yazgımın, yazgımın “göbeğinde” yaşamımın<br />

“gündemine” göre yazdım. Yeri geldi “öleyazdım”; yittim, çıktım. Ne çare yaşam “gerçek”ti,<br />

yani her gerçek gibi “iki yüzlü”: Çoğunluğun bulunduğu “yüzde” değil de karşı “yüzde”<br />

oyalanmayı yeğledim. “Karşı yüz” bir “sır” alanıdır; onun her şeyini “iletişime” sokamazsın;<br />

sokarsan, “sır sır olmaktan çıkar”.<br />

O zaman düşündüm: Ben de bu “iki yüzlü gerçeğin” bir “felsefesi” olsun dedim. Yaşamın<br />

içerisindeki amaçlı yürüyüşüm, dışarıdan bir “savrulma” olarak algılansa da ben; “iki<br />

yüzlülüğü” bir “erdem” olarak gören ya da yetişmişliğin “kanıtı” kabul eden bir “sûfi” gibi<br />

algılanmayı yeğledim. Doğru mu yaptım yanlış mı yaptım bilemem: Ama yaşamımın hiçbir<br />

anında ne kendimi “aldattım” ne de “sattım”.<br />

Ruhumuz da Alanlardan ve Hacimlerden Oluşur<br />

İnsanın bedeni bir “mekân”dır; yani, bir “alanlar” ve “hacimler” bütünüdür: Ruh “ayağını<br />

yere basmak” zorunda olduğuna göre o da “alanlardan ve hacimlerden” oluşan bir<br />

“mekân”dır. Bugün Alevilik kendini “koruma” konusunda “yüksek bir gerilim” yaşıyor:<br />

Böylesi durumlarda ortaya çıkan “bilinç yırtılmaları”, giderek bilincin “dağılması” ve her<br />

Alevi ile çevresi arasına bir “yabancılaşma” girmesi sonucunu doğuruyor. Köktendinci<br />

inançlardaki “din” terimini karşılayan Alevilikteki “aşk” terimi, “kültürel” yanından arındırılarak<br />

“utanç verici fi zyolojik bir eylem”e indirgeniyor.<br />

Bilinç “aydınlık” bir şey olarak algılanır ve doğal olarak “anası-atası” karanlıktır: Kendisini<br />

en iyi yetiştirmiş insanın bilinci bile “kendi cahilliğini, yani kendi karanlığını algılamaya<br />

yeter” deriz. Öyleyse bilinç “karanlık bir yumak”tır; “gönül evi”nin hangi penceresinden<br />

bakarsak bakalım bu “karanlıkla” karşılaşırız. Bizi işlevli kılan ve “apaçık” olan duygularımız<br />

bu “yumağın” içine taşındığında “boş bir oda”ya ya da “gönül evi”nin şurasına burasına<br />

yerleşmiş “hayaletlere” dönüşür. Odanın altında “patlamaya hazır”, al bir “top” biçiminde<br />

bir kalp vardır sanki. Herkesin gönlü birbirine eklendiğinde “toplumsal vicdan” anlamında<br />

bir “iç uzay” elde edilir ki bilinç dediğimiz şey bu “uzayda” bir “noktadır” sadece. Tam da<br />

bu nedenle biz işte bu “nokta” olmak için çabalarız.<br />

Bâtıni yabancılaşmanın “maya tutmaya” başladığı günümüz koşullarında hemen herkesin<br />

tapındığı “anonim saçmalıklarla” baş edemiyoruz: Bir çıkış bulabilmek için kıvranıyoruz.<br />

Bize göre her şeyin her şeye göre bizim “anlam ve içerik” yitirdiği/yitirdiğimiz ve adına<br />

yaşam dediğimiz “sürüklenmede” görünürde yan yanayız, belki her zamankinden “daha<br />

yakınız” birbirimize.<br />

İnsan bâtıni kültürde kendi yapısında var olan “düşman” durumundaki “karşıtların” ayrımına<br />

varması gerekir: Varır varmaz da kendisinin “ağlayan, gülen, koşan, yeri geldiğinde<br />

adam gibi konuşan, durup dururken saçmalayan bir bomba” olduğunu kavrayıverir. Bu<br />

(Devamı 2. Sayfada)


SERÇEÞME<br />

(Baştarafı 1. Sayfada)<br />

“bombayı kim imha edecek”: Kendisi mi yoksa<br />

dışarıdan insanlar mı? Doğrusu bu “bombayı”<br />

kişinin kendisinin “imha” etmesidir: Bu enerjiyi<br />

“üretken” biçimde tüketmesidir. Ancak kişi<br />

kendisini imha edecek denli bilgiye sahip değilse;<br />

imha edeceğim diye “orasını-burasını”<br />

karıştırırken birden kendisini “patlatıverir”:<br />

Enerjisini boşu boşuna harcar. Sistem kafalarımıza<br />

bir “ezber” veriyor: Herkesin kendini<br />

“imha” etmesi, yani var olan enerjisini “düzen”<br />

yararına tüketmesi için. Bilinçlere yönelik bu<br />

“yapı bozumu”, belletilmiş toplumsal yaşam<br />

tarafından her birimizin “ele geçirilmesi” sonucunu<br />

üretiyor. Böylesi bir durumda “işgal”<br />

ediliyor beyinlerimiz; nasıl konuşacağımız,<br />

nasıl davranacağımız “beyin defteri”ne kaydediliyor.<br />

Alevilikte “sözel taşınma” kanalları tıkanınca<br />

baba ile oğul, dede ile torun arasındaki<br />

ilişki birbirlerine benzemekle birlikte birbirinden<br />

“sakınan”, yani “anlamsızlığa açılan iki<br />

kara deliğe” dönüşür: Bu nedenle “örgüt üyesi<br />

ile yönetici” arasındaki ilişkiyi, “tıkanan sözel<br />

taşınma kanalları”nın işlevli “çağdaş karşılığı”<br />

olarak yaşama geçirmemiz gerekirdi. Beceremedik:<br />

Onu da “iki kara deliğe” benzettik.<br />

Nereden bakarsak bakalım hiçbir şey görünmüyor.<br />

Geçmişte örgüt yöneticisi ile örgüt üyesi<br />

arasındaki ilişki “çocuksu” idi; şimdi “mahcup”;<br />

işlevsel değil, “tersine dönüşümle” emir<br />

alma-emri yerine getirmeyle belirgin “memurlaşmış<br />

bir iletişim” dili egemen artık.<br />

Eğri oturalım ama doğru konuşalım: Alevi-<br />

Bektaşi zeminde ruhlar “kirlenmiş” durumdadır;<br />

“temizlenmeden” Alevi-Bektaşi “yeniden<br />

doğuşunun” altından kalkmak olanağı yoktur.<br />

Bedenini terk edebilen, yani canını “soyut”<br />

olarak avucunun içine alabilen bir kimlik onu,<br />

“sonsuz yaşam” içinde “saklar”. Sonsuz yaşam<br />

kaynağı can, yeri-zamanı geldiğinde ıslak toprakta<br />

fışkıran bir ot gibi yeşeriverir “yeni bedenlerde”.<br />

“İlahi ciğer” ruhla bedeni birleştirdiğinde,<br />

“bilmeyiş erdeme” dönüştü; ruh-beden bütünleşmesinin<br />

“içe-dışa vurumu” olarak algılanan<br />

görme-duyma-hissetme vb’ye yönelik “sevgiaşk”<br />

bilgiden “uzaklaşma” yeteneğini göstermez.<br />

Bedeni “küçümser”, ruhu “tanımazsak”,<br />

bilginin kaynağı “kurur”; aşk da sevgi de “matematik<br />

formüllere” dönüşür: Unutmayalım ki<br />

ruhlar da “buharlaşır”. Buharlaşan ruh, “dahileşir”;<br />

dahileşen ruh, kimliği “egemenliği<br />

altına” alır. Biz, ruhumuzun “efendisi” olmak<br />

istemiyor muyuz? Öyleyse ruhu “su” gibi içimizde<br />

tutmasını öğrenmeliyiz.<br />

•<br />

Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu?<br />

Fikret Otyam<br />

YAZDIM geçenlerde, seksen bir yaşımda, yazılarımı artık q ile başlayan dizinle yazıyorum!<br />

Dile kolay, 1953 yılından bu yana a ile başlayan Fransız dizini ile yazmışım, bu alışkanlığı<br />

kırmak kolay mı sanırsınız? Tastamam yedi yıldır her hafta politik bir dergi olan Aydınlık<br />

Dergisi’ne yazıyorum ve yıllar içinde yazısını daktilo ile yazan bir bu can kalmış iyi mi? Yazımı<br />

dizen arkadaş izinli olduğu zaman, yazım tastamam yazılıktan çıkıyor ve bu can da zıvanadan!<br />

Suudi Kralı Hazretleri ülkeye geliyor “yanında, üç yüz kişi, içlerinde tek kadın yok”; yazımda ise<br />

bu, “içlerinde tek kalem yok” olduruluyor! Kral Hazretleri Kâbe’ye doğru işemezmiş ise “kral<br />

hazretleri Kabe’ye işemezmiş” oluyor ve yedi yıl içinde salt bu yüzden okur canlarıma üçüncü kez<br />

“eyvallah” dedim, yok yahu, dedirttiler!<br />

Evet daha önce de yazdım, Çorum’lu Alevi iki canın Haşim ve Levent’in bilgisayar kuruluşu<br />

AK-BİM imdadıma yetişti en son model ve dahi en yetenekli cihazları atölyeme kurdular, para<br />

peşin kırmızı meşin, üstelik zorla!..<br />

Bu yaşta benim için akıl sır ermez aletlerle(!) boğuştum durdum haftalarca ve dahi boğuşuyorum!<br />

Öğrenmenin sonu yokmuş ya, bu da öyle, Kâbe derken a’nın üzerine inceltme simgesini<br />

tastamam uygulayamıyorum; ya sevgili Ahmet Koçak ya da sevgili Esat Korkmaz can bunu hallederler,<br />

eyvallah….<br />

Aydınlık’a ceza(!) bitti ve ilk yazımı yazdım, başlığı yukarıda: “Sizin ‘Hrant Ağabeyiniz’ Oldu<br />

mu?” Gösterilen yere yerlere gerekeni yazdım e-posta. Yazım bir dakika sonra İstanbul’daydı!<br />

Hani lokma, lokmalar vardır, sevdikleriniz düşer aklınıza da o lokma boğazınızdan geçmez olur,<br />

tutun ki bu yazım bir lokma, o dergi başka, bu dergi başka, herkesin yüksek hoşgörüsüne sığınarak<br />

çıkan yazımı burada da tekrar ediyorum, gerçeğe hü... Yönetici canlar bu kelli yazımın uzunluğunu<br />

da bağışlaya, eyvallah..<br />

Aydınlık Dergisi, Sayı: 1022, 18 Şubat 2007<br />

Sizin “Hrant Ağabeyiniz” Oldu mu?<br />

AKSARAY’DA Halk Eczanesi sahibi Vasıf İbrahim Bey’in eczanesinin karşısındaki evinden<br />

haber geldi, eczacı iki dakika sonra evindeydi. Uzatılanı kollarına aldı öptü. Sonra Kuran’ın<br />

iç kapağına yazdı:<br />

“Bugün bir oğlum daha oldu, adını Fikret Vesim koydum. 19.12.1926”<br />

Eczaneye dönünce çalışanlarına müjdeyi verdi. Genç kalfa adayı Hrant (Maraşlıyan) da hemen<br />

eve koştu. Anam Naciye belki bin kere anlattı: “Seni, babandan sonra Horont aldı kucağına.”<br />

Ona hiçbir zaman Hrant diyemedi. Altı yedi yaşlarındayım, babam öteki kardeşlerimde olduğu<br />

gibi bana da beyaz gömlek diktirdi, eczanede çalışmaya başladım. Bu, ilaç kutularına ve şişelerine<br />

yapıştırılacak etiketleri kesmekti. Çok parlak elişi kağıtlarına basılmış yuvarlak ve dikdörtgen<br />

etiketleri tek tek kesmektense harika bir buluşla üç dördünü üst üste koyup kesmek marifetini gösterdim,<br />

ne ki hergele elişi kağıtları kayı kayıvermiş, halkın Koca Vasıf dediği babam “işini doğru<br />

yap bakalım” deyip ense köküme ilk şaplağı patlatmıştı! Bu beklenen dayaklar uzun sürerse imdadıma<br />

Hrant ağabey yetişir, “Baba bir daha yapmaz” garantisiyle dayağı sonlandırırdı. Görmezdi<br />

bir gözü, sormadım, öğrenemedim nedenini. O tek gözü hep, ama hep sevgiyle bakardı insanlara<br />

ve gülen gözü Hrant Ağabeyim’in o tek gözünde gördüm.<br />

Kocaman adam oldum Hrant Ağabeyin yanında, kardeşi yaşdaşım Aron’a kimi arkadaşlar<br />

Harun da derlerdi. Ortaokulda sıra arkadaşım, siyah önlüklü, beyaz yakalı, kıvır kıvır saçlı resimlerimde<br />

olduğu gibi kapkara kaşlı gözlü, birazda tombulca Anahit idi. “Kırsaçlılar” hep siyah<br />

giyinen üç teyzeydi, Aksaray’ın ünlü kadın terzileri. Biz çocuklar nasıl ama nasıl severdik onları,<br />

bişeyler olurdu onlar yumurtaları boyarlardı elvan elvan, kapılarına duranda bizleri öpüp severler,<br />

o boyalı yumurtalarla, kara üzümle karışık ceviz içleriyle, şekerli leblebilerle tıka basa doldururlardı<br />

ceplerimizi.<br />

Çarşıda en çok demirci Ohannes Amca’yı severdim. O da Eczacı Vasıf Bey’in yaramaz oğlunu.<br />

Yolda bulduğumuz iki ucu da açık boruyu Ohannes Amca’ya götürüp bir ucunu kapattırdım ve<br />

yakınına da bir delik açtırdım ve hemen biraz barut, evden bez parçaları, azıcık gazyağı ve upuzun<br />

bir kavak dalı, ver elini ulu ırmağın yanı, topumuz hazırdı. İlk atış başarılı olmadı, üzerine<br />

“Yüzler ve Gözler”<br />

Fikret Otyam’ın resimleri ve Filiz<br />

Otyam’ın fotoğ raflarından oluşan<br />

“Yüzler ve Gözler” sergisi 6 Mart<br />

akşamı yapılan bir kokteyl ile<br />

Toprak Sanat Galerisi’nde açıldı.<br />

30 Mart’a kadar sürecek olan<br />

sergi hafta içi 12-19 saatleri arasın<br />

da, cumartesi günleri 11-17<br />

sa at leri arasında izlenebilir. Ihlamur<br />

Yıldız Cad. No: 10 Beşiktaş<br />

İstanbul Tel: 0212.326 35 80.<br />

Açılışta Fikret Otyam Anahtar<br />

Kitaplar’ın sahibi Mehmet Atay ve<br />

Esat Korkmaz ile birlikte.<br />

Filiz Otyam açılışa katılan<br />

konuklarla birlikte<br />

2 Sayı 27


SERÇEÞME<br />

ağır taşlar koydum ve uzun dalın ucundaki gazlı bezleri yaktım evden yürütülen kibritle ve ünlü<br />

naramızı haykırdım:<br />

“Ölüm ölüm bir ölüm, ateş!”<br />

Yer gök gümbürdedi, üçüncü atışı hazırladım tam kibriti çakacağım zaman kıçıma inen baston<br />

adım gibi emindim babamın bastonuydu, özel olarak İstanbul Zaman Ecza Deposu’ndan sık sık gelen!<br />

“Ulan yezit yine mi sen?” Üzülmek neye yarar, bendim! Dayak fasıllarında en çok duyduğum<br />

sözcük “yezit”ti… Ben kaçarım, o koca göbeğiyle babam, bir eliyle de küçüğüm Neşecan’ı (Bener)<br />

tutarak kovalar. Epey isabet almıştım… Allah için iyi bir dayaktı, Ramazan ayı dayağı! Duyulan<br />

patlamayı Bayram Tepesi’nden atılan top sanan oruçlu amcalar teyzeler oruçlarını zamanından<br />

önce bigüzel bozuvermişler ve dahi müsebbibinin de Vasıf Bey’in küçük oğlu olduğu anlaşılmış,<br />

haberdar edilen kişi de o sırada eczanede olan küçük Neşecan ve okkalı göbeğiyle dışarı fırlamış,<br />

şikayet edileni suçüstü yakalar yakalamaz ilk bastonu başarıyla indirmişti… Bu, aşağı yukarı yetmiş<br />

beş yıl önceki unutamadığım dayaklardan en coşkulusuydu ve yaşam tarihimde “Ramazan’da<br />

millete oruçlarını nasıl bozdurdum?” ana başlığıyla yer alır! Ek ceza olarak da on sayfa “göz” için<br />

sarı, on sayfa “dahilen” için beyaz, on sayfa “haricen” için kırmızı, on sayfa da “gargara” için<br />

yeşil etiket kesmek! Bunların çoğunu Hrant ağabeyimin kestiğini açıklıyorum…<br />

NADİRE DEMİRTAŞ ANA<br />

HAKK’A YÜRÜDÜ<br />

Neden? Neden? Neden?<br />

Gün geldi, günler geldi Aksaray da Anahit’siz, Ohannes amcasız, Kırsaçlılarsız, kunduracı Bedros’suz<br />

kalıverdi ve daha niceleriyle…<br />

Onlar gitti, anılar kaldı yadigâr…<br />

1956… Artık Ankara’lıyım<br />

Burada en keyifli anlarım, aldıkları kamyonla Anadolu’ya taşımacılığa başlayan İstanbul yerleşimli<br />

Hrant Ağabey ile Aron’un Ankara’dan her geçişlerinde bize uğramaları…<br />

Rakı eşliğinde muhabbetin gözün gözüne vururken çocukluğumdaki yaramazlıklar, yediğim<br />

o güzelim dayaklar bikez daha yaşanırken üç kız bebemin katılırcasına gülmeleri “Hrant Amca<br />

nolur daha anlat” demeleri hâlâ kulaklarımda…<br />

“Ya Allah Ya Muhammet Ya Ali”<br />

Hrant ağabeyin el yazısı harikaydı, Fransız stili; eski yazıyı da bilirdi. Bir gelişinde defteri kalemi<br />

uzattım “Hrant Ağabey” dedim, “tablom için gerekli, bana Ya Allah Ya Muhammet Ya Ali yazıversene.”<br />

Bir an duraksadı, yukardan aşağıya güzel bir çizgi çekti “bu ‘ya’dır” dedi. Sonra sol tarafa<br />

isimleri sıraladı. Harika olmuştu, nerdeyse kırk yıldır sevgiyle saklarım bunu…<br />

Ey İstanbul İstanbul…<br />

İstanbul’a yolumuz düşende Aronlara gitmemek olur muydu, asla! Aron’un eşi Mayda Yenge ve<br />

kocaman olmuş kızlar iki üç gün önceden hazırlığa başlarlarmış. Aron kıvranarak anlatırdı, “sayende<br />

biz de nasipleneceğiz…” O güzelim sofrada neredeyse bir kürdan bile koyacak yer bulunmazdı<br />

sanki. Birisinde Hrant Ağabey yoktu, telaşlanınca güldüler, sofraya bakmış bakmış, “tüh<br />

be” demiş, “deli oğlan rakıyı pastırmayla içer…” O yaşında en güzel pastırmayı alıp gelmişti,<br />

boynuna sarıldım, “dur gâvur, dur deli oğlan, biyerimi kıracaksın”, yine gülüyordu tek gözüyle…<br />

Ama fersiz miydi, yaşamasız mıydı? Nereden, nasıl bilebilirdim seksenini aşmış Hrant Ağabeyimi<br />

bir daha göremeyeceğimi? Mayda’dır, Topik ustasıdır, dürtükler durur: “Yesene..”<br />

İki yıl sonra sergimize zor yürüyerek geldi Aron, sonra hep geldi, durmadan “tuvalet” diyordu,<br />

koluna girip iki kat aşağıdaki tuvalete indirip çıkarıyorum, “ulan” dedim “başlarım senin<br />

prostatından, bu işe el koyuyorum.” Yukarı çıkar çıkmaz, can dostum, dostumuz Prof. Dr. Tarık<br />

Minkari’yi aradım durumu anlattım, “Aron artık benim hastam, para mara söz konusu bile değil,<br />

söyle ona.” Telefonu uzattım, uzun uzun konuşup kavilleştiler. Ödü kopuyordu ameliyattan, gönül<br />

rahatlığıyla döndük Antalya’mıza. Bir başka sergimize Mayda Yenge, kızlar, damatlar, torunlar<br />

geldiler, ama Aron’suz! Korkudan gitmemiş Tarık Hoca’ya.<br />

Sivas ellerinde Madımak Oteli’nde diri diri yakılanlardan dostum/arkadaşım Şair Metin Altıok<br />

ne diyordu bir şiirinde:<br />

“Bir bir uzaklaşıyor sevdiğim insanlar<br />

Ne zaman bir dosta gitsem<br />

Evde yoklar..”<br />

Şüceattin Veli Dergâhı postnişini<br />

Nevzat Demirtaş Dede’nin eşi<br />

Nadire Ana bir dede kızıydı.<br />

Misafirperver, eli açık, ziya re te gelen<br />

herkesle ilgilenen örnek bir Ale vi-Bektaşi<br />

kadınıydı. Cemde Dede’nin yanında<br />

yerini alır, benzersiz sesiyle nefesler<br />

okurdu. Talipler Dede’yle birlikte Nadire<br />

Ana’ya da niyaz ederdi.<br />

YATTIĞI YER IŞIK OLSUN.<br />

M. TEVFİK OYTAN<br />

Bektaşiliğin İçyüzü<br />

Dibi, Köşesi, Yüzü ve Astarı<br />

7. Baskı, Mart 2007<br />

ISBN: 975-9944-387-04-0<br />

13,5 x 21 cm boyutunda 544 sayfa, 20 YTL<br />

Demos Yayınları Tel: 0212.526 60 28<br />

Ne Bu Can Anadan Babadan Ermeni,<br />

Ne Hrant Ağabey Anadan Babadan Türk Oldu!<br />

Sivaslı Başbakan Yardımcısı Şener, geçenlerde haykırdı:<br />

“Hepimiz Aleviyiz!”<br />

Haykırmakla, demekle olunmaz ey canlar, olunmaz, ol nedenle kimse uykularını yitirmesin,<br />

bayraklı, tabancalı Kuran’lı yeminler neyim etmesin. Bu yürek katılımıdır, acıysa acıyı kıvançsa<br />

kıvancı bölüşmedir... Bir olmaktır… Diri olmaktır, hepsinden öte sevgidir sevgi, insan sevgisi…<br />

Sevgiye sarılmadır, illa sevgi. Ulus, ırk, renk, dil, din, mezhep, cins şu bu farkı gözetmeksizin illa<br />

sevgi, barış, kardeşlik.<br />

Tüm Hrantlara, Aronlara, Ohanneslere, Kırsaçlılara ve nicelerine Gök Tanrı’dan rahmet diliyorum,<br />

kabirleri her daim ışıklı ola.<br />

Gerçeğe Hüü…<br />

Mart 2007 3


SERÇEÞME<br />

Türkiye sol hareketi içinde ilk kitlesel kadın örgütlenmeleri<br />

1975’te ortaya çıktı. Yıl içinde hem Ankara<br />

Kadınlar Derneği, Adana, Tunceli, Pülümür, Ardahan<br />

ve Giresun Devrimci Kadın dernekleri, bu derneklerin<br />

katılımıyla oluşan Devrimci Kadın Dernekleri Federasyonu<br />

kuruldu. Hem de aynı siyasal görüşü paylaşanlarca<br />

“yukarıdan aşağıya” oluşturulan ve özellikle DİSK<br />

içinde etkinlik gösteren İlerici Kadınlar Derneği(İKD)<br />

örgütlü mücadeleye başladı. İzleyen süreçte Demokratik<br />

Kadın Birlikleri Federasyonu’nu oluşturacak olan<br />

Demokratik Kadınlar Birliği hukuki kimlik kazandı.<br />

Bu kadın örgütlerinde değişik görüşlere sahip binlerce<br />

kadın, 1975-1980 arasında, anti-faşist mücadele içinde aktif olarak yer<br />

aldılar. Kadınların örgütlü eylemleri; “Faşizmin Maşası Ülkü Ocakları<br />

Kapatılmalıdır!”(AKD), “Ülkü Ocakları Kapatılsın!”(İKD), kampanyaları;<br />

“Eşit İşe Eşit Ücret!”, kürtaj sorunu; su, yol, çöp kampanyaları;<br />

okuma-yazma, biçki dikiş kursları; Medeni Kanunu’ndaki ayrımcı maddelere<br />

karşı mücadele etkinlikleri; konuya ilişkin paneller, seminerler,<br />

mitingler; işsizliğe karşı mücadele, olarak sıralanabilir.<br />

Görüldüğü gibi 1970’li yılların ikinci yarısında, sınıflı toplumda ezilen<br />

ötesinde erkek tarafından hırpalanan, kimliksizleştirilen kadının,<br />

gelecekteki “düşsel” kurtuluşuna kaynaklık edecek düşyapısal tasarımlar<br />

yaratabilmiş değildi. Kadınına karşı sevgi göstermekten “utanan” erkekler<br />

dünyasında; yabancılaşmış erkeğin, yabancılaşmış gereksinimini<br />

karşılamak üzere sistemin bir ürünü olarak ortaya çıkan “vücudunu para<br />

karşılığı satan” kadın kimliği, kadınların alçalmasının öcünü, erkeklerin<br />

de alçalmasıyla alınmasına aracılık edecek durumda değildi. Yaşanan<br />

süreçte kadın, henüz kendini özgürleştirememişti; doğal olarak erkeğini<br />

de özgürleştiremedi: Alçalarak da olsa kendi öcünün alınması sonucunu<br />

doğuran ancak erkeğini de alçaltan “emeğini satma yerine vücudunu satan”<br />

kadın kimliğine, uzantısında bunları üreten sisteme toplu bir karşı<br />

duruş alamamıştı. Erkeklerin asla kadın sıkıntısı çekmediği “erkek egemen<br />

sistemi” sorgulamak, kendilerinin “satın alınma” koşullarını ortadan<br />

kaldırmak konusunda bir bakıma “çocukluk” dönemini yaşıyordu.<br />

Uygarlığın “İcadı” Kadını Modern “Köle” Yaptı<br />

Tarihte kendini gösteren ilk sınıf çatışması, erkekle kadın arasındaki<br />

“çelişmenin” karı-koca evliliği içinde “gelişme”siyle, ilk sınıf baskısının<br />

ise dişi cinsin erkek tarafından baskı altına alınmasıyla aynı zamana<br />

denk geldiği hiçbir zaman unutulmamalıydı. Egemen anlamda, doğal koşullar<br />

üzerine değil de ekonomik koşullar üzerine kurulan tek karı-koca<br />

evliliği, insanlığın evriminde kuşkusuz büyük bir tarihsel ilerlemeydi.<br />

Ama ne var ki bu ilerleme, erkeklerin refah ve gelişmesi, kadınların acı<br />

ve gerilemesiyle elde edilen bir “ilerleme”ydi. Her ilerlemenin aynı zamanda<br />

bir “gerileme” olduğu bu çağ, kadın-erkek ilişkilerinin, erkeğin<br />

belirleyici olduğu çıkar zemininden, her iki cins için<br />

eşitlik üreten “doğal-toplumsal” zemine aktarılamadığı<br />

sürece aşılamayacaktı: İlerleyen erkek, gerileyen kadın<br />

olacaktı.<br />

Günümüzde “teknik akılsallık” egemenin, özelde erkeğin<br />

akılsallığıydı; bu “akılsallık”, kendine “yabancılaşmış”<br />

toplumun ya da kendine “yabancılaşmış” erkeğin<br />

“zor” kullanan “niteliği”ydi. “Zor” kullanan “nitelik”<br />

nedeniyle “bireyleşme”deki her türden gelişme “bireyselliğin”<br />

zararına işlemeye başladı. Sonuçta; yaşam,<br />

iş yaşamına ve özel yaşama; özel yaşam, mahremiyete;<br />

mahremiyet, geçimsiz evlilik beraberliğine “bölündü”.<br />

Geriye “kendi amacını izleme kararı”ndan başka bir şey<br />

bırakmadı: Yalnız başına kalan, kendisiyle ve herkesle<br />

arası açık olan “birey” artık, hem heyecana getiren hem<br />

de hareket eden gizil bir “Nazi”ydi ya da dostluğu “sosyal<br />

anlaşma” olarak algılayan “soğuk”, “namert” bir<br />

kent sakiniydi.<br />

Aile biçimi, toplumsal sistemin bir ürünüydü ve onun<br />

kültür durumunu yansıtıyordu. Ataerkil aileyle birlikte<br />

ev yönetimi, “kamusal” niteliğini yitirdi. Artık ev işi, toplumu ilgilendirmez<br />

oldu; erkeğin özel bir hizmeti durumuna geldi. Modern karı-koca ailesi,<br />

açık ya da gizli, kadının “evcil köleliği” üzerine kuruldu ve giderek<br />

kadın, toplumsal üretim sürecinden uzaklaştırıldı. Bu “uzaklaştırma”yla<br />

HAYVANI ÇOĞALTMAK ANLAMINDA KADIN EVCİLLEŞTİRİLDİ<br />

Kadın Sorunu<br />

Esat Korkmaz<br />

Modern çağda,<br />

“kadının doğa ve bereketle<br />

özdeşleştirilmesinden sakınıldığı”<br />

için<br />

“ezilenler katında”<br />

kadının yazgısı<br />

erkeğin yazgısından<br />

“uzaklaştı”:<br />

“Vahşi doğa” erkek,<br />

“evcil doğa” kadın oldu<br />

Önce hayvan<br />

evcilleştirilmişti<br />

“uygarlık” geldi<br />

evcilleştirilmiş hayvan<br />

“hizmette yetersiz”<br />

kalınca bu kez<br />

“hayvanı çoğaltmak”<br />

anlamında<br />

“kadın” evcilleştirildi.<br />

Sonuç mu?<br />

Uygarlığın bu “icadı”<br />

kadını “modern köle”<br />

yaptı.<br />

birlikte kadın, erkekle “kavga” vereceği “alanı” da yitirmiş<br />

oldu. Günümüz sanayi toplumu, kadına, toplumsal<br />

iş sürecine katılma yolunu “açmış” gözüküyor ama<br />

istisnalar bir yana bırakılırsa “ev işi”, hâlâ bu iş sürecinin<br />

dışında. Kadının kurtuluşunun ilk koşulu, kadınların<br />

yeniden kamu işine dönmesinden ve “ev işinin”,<br />

toplumsal iş sürecinin bir parçası durumuna getirilmesinden<br />

geçecekti: Bu koşul yaşama geçtiğinde toplum,<br />

“ev hizmeti”yle ilgi kurmaya başlar, “ev işi” özel hizmet<br />

olmaktan çıkar; kadının baş hizmetçiliği sona erer.<br />

Yaşama geçirilen kadın hakları, erkekle kadın arasındaki<br />

“karşıtlığı” ortadan kaldırmaz; tersine, aralarındaki<br />

mücadelenin üzerinde yapılacağı “alanı” hazırlar. Ama ne var<br />

ki var olan koşulda bu “alan”, sistem ve sistemin taşıyıcısı erkek tarafından<br />

“işgal” edilmiş durumdadır. Kadının erkekle mücadele edeceği<br />

“alanı” belirlemeye girişmesi özünde bir “başkaldırı”dır; her başkaldırı<br />

bir “bedel” ister; kendini bilmek isteyen her kadın bu “bedeli” ödemek<br />

durumundadır.<br />

Anlaşılacağı üzere ataerkillikle birlikte kadın, “özne” olmaktan çıkıyor:<br />

Artık o, bir “şey” üretmiyor; sadece üretilenlere bakıp, özen gösteriyor.<br />

Bu durumunu onurlandırırsak, tarihin uzak geçmişinde kalmış<br />

“kapalı ev ekonomisi” anısının canlı bir “anıtı” olarak çıkar karşımıza.<br />

Erkek egemen sistem tarafından “zorlanan” işbölümü, kadına pek “yaramamış”<br />

gözüküyor. Kadın, biyolojik işlevin “maddeleşme”sine, “tene<br />

aşkın” ürününe “konaklık” eden “yatağa” dönüşürken, kadına hükmediliş,<br />

uygarlığın övünç kaynağı olup çıkıyor. Bu “övünç kaynağı”, “evcilleştirilmiş”<br />

ya da “evcil doğa”nın, egemen bilinçte yansıyan imajından<br />

başka bir şey değildi. Uyum sağlamayan ya da sağlayamayan, “başına<br />

buyruk” davranan kadın, buna eşlik eden “ekonomik bir acizlikle” cezalandırıldı.<br />

Başlangıçtan bu yana, doğaya sınırsızca hükmetmek, evreni uçsuz<br />

bucaksız bir avlanma alanına çevirmek, insan düşüncesinin temel ideali<br />

olageldi. Bu düşünce erkek egemen sisteme, ataerkil topluma “uyarlanınca”<br />

varılan sonuç insanlık adına ürkütücü oldu. Erkeğe göre kadın, ufak<br />

tefek ve güçsüzdü; yani erkekle arasında doğasal bir fark vardı. Amaç<br />

doğaya “hükmetme” olunca, biyolojik olarak “güçlü-güçsüz” ilişkisine<br />

yönelik eğilim yine doğanın kendisi tarafından “uygulamaya” sokulur.<br />

Sonuçta kadın, sömürülmüş doğa karşılığında, egemenlik dünyasına<br />

ya da “uygar dünya”ya alınmayı başarır: Galibin zaferi, yani, erkeğin<br />

yengisi, kadının “boyun eğişi”yle yaşama geçer. Tersinden düşünürsek,<br />

kadının yenilgisi, galibin, yani erkeğin zaferi görüntüsü ardında “kutsanır”.<br />

Bu durumda, “ters dönmüş” bilinç gereği kadının yenilgisi “fedakârlık”,<br />

umutsuzluğu “yüce ruh”; lekelenmiş yüreği “seven bir kucak”<br />

olup çıkar.<br />

Özetlemeye çalışırsak; toplumsal iş sürecinden kovulmasının bedeli<br />

olarak kadın, “efendi”sinden saygı görür. Zamanla bu “zorunluluk”,<br />

“zorbalık” kadın açısından “gönüllülüğe” dönüşür; kadın<br />

artık “vahşi doğa”yı, “egemen doğa”yı erkeğe bırakır;<br />

“evcilleştirilmiş doğa”yla kendini bir tutar. Kadın<br />

kendi “ben”i hakkında erkeğin değerlerine göre hüküm<br />

vermeye başlar; ne olduğunu ise ataerkil bir ailede “başına<br />

gelenlere” bakarak öğrenir.<br />

Hayvanın Rolüne<br />

Soyundurulan Kadın<br />

Bu karşıtlık tarihsel sürecinde, dışımızdaki doğada ve<br />

kendi doğasında “yaşama” geçerken; egemen doğa,<br />

vahşi doğa olarak algılanan erkekler tarafından, hükmedilen<br />

doğa, evcil doğa olarak bilince taşınan “hayvan”a<br />

gösterilen ilgi, özen “yetersiz”, “doyurucu” olmaktan<br />

uzak bulundu. Çünkü, hükmedilen doğa, evcil doğa,<br />

“ek-doğa” olarak algılayabileceğimiz insanın toplumsal<br />

yapısını kullanamıyordu da ondan. Yeni “onur” kaynakları<br />

aranmaya girişildi. Bu kaynak “uygarlıkta” bulundu;<br />

kadın, “hayvan”ın “rolüne” soyundu ya da soyunduruldu.<br />

Bu nedenle bugün kadınlara düşen görev, kendi sorunlarının<br />

çözümüne ilişkin “kavganın-mücadelenin” verileceği “alanı” hazırlamak;<br />

bu “alanda” kullanacağı iletişim “dilini” yaratmak; bunu yaparken<br />

erkekleri de “özgürleştirmek”; erkeğe bu konumu biçen “erkek egemen<br />

4 Sayı 27


SERÇEÞME<br />

Erkek dişi sorulmaz muhabbetin dilinde<br />

Hakk’ın yarattığı her şey yerli yerinde<br />

Bizim nazarımızda kadın-erkek farkı yok<br />

Noksanlık, eksiklik senin görüşlerinde<br />

Hacı Bektaş Veli<br />

toplumu” sorgulamak ve genel demokrasi kavgasının “üretici” bir halkasını<br />

oluşturmak olmalıdır.<br />

1960’lı yıllarda olduğu gibi 1970’li yıllarda da kadın olsun, erkek olsun<br />

“kadın sorunlarına ilişkin” bilincimiz, Engels’in “Devletin, Ailenin,<br />

Özel Mülkiyetin Kökeni” ve Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitaplarında<br />

verilen bilgilerle sınırlıydı. Kısaca, kadın sorununun çözümü sosyalizme<br />

bırakılıyordu. “Erkeksi devrimcilik” 1970’li yıllarda da “kırılabilmiş”<br />

değildi. Kadınlar değilse bile erkekler hâlâ Engels “Baba”nın sözünden<br />

çıkmıyordu: “Kadın evin ekmeğini kazanan fi gür rolünü alır, erkek ise<br />

evde oturup çocuk bakar, temizlik ve yemek işleri yaparsa... aile ilişkileri<br />

tersine dönmüş olur ama toplumsal durum değişmez. Böyle bir gelişim,<br />

erkeği erkek olmaktan; kadını da tümüyle kadınlık niteliklerinden uzaklaştırır....<br />

Ve bu, insanoğlunun cinsiyetlere karşı utanç verici ve aşağılayıcı<br />

tavrını gösteren bir durumdur.”<br />

Bebel’in “Kadın ve Sosyalizm” kitabı kadınlar için “yaşamaları ve<br />

savaşabilmeleri için umut ve sevinç kaynağı” oldu. Bebel’e göre eşitlik<br />

ve özgürlük kadın için hem kişisel hem de toplumsal bir olguydu; ancak,<br />

toplumsallık baskın olduğundan kadın sorununun çözümü ileri yıllarda<br />

“görülecek”ti; bu da devrim sonrası bir “gelecek” demekti. Peki kadın<br />

sorunlarının çözümü için hiçbir şey yapılmayacak mıydı? Yapılacaktı<br />

elbette: Kadının, topluma eşit haklarla katılımını sağlamak için “kavga”<br />

verilecekti. Bugünden geriye baktığımızda, bu, liberal feministlerin, kapitalist<br />

toplumda “cinsiyet eşitliğini” sağlamak için verdikleri kavgadan<br />

başka bir şey değildi. 1970’lerin ikinci yarısında, Türkiye’de, onca kadın<br />

örgütüne karşın kadın sorunlarının saptanmasına ve çözümüne ilişkin<br />

mücadele “liberal feminist” bir kavganın sınırları dışına çıkamadı.<br />

Clara Zetkin Sahne Aldı<br />

1800’lü yılların sonunda, “sahneye”, bilincine ancak 1980’li yıllarda<br />

varabildiğimiz Clara Zetkin çıktı: Kapitalist toplumla birlikte kadın sorununun<br />

“modern” bir sorun olarak ortaya çıktığı saptamasıyla sorunu<br />

sınıf açısından irdelemek gerektiğini söyleyiverdi. O, “Kadın sorunu:<br />

Proleter ve orta burjuva kadını için, aydın kadın için ve egemen sınıf<br />

kadını için vardır, ancak, sınıfına göre bu sorun değişik şekiller alır”,<br />

diyordu.<br />

Zetkin’in bu yaklaşımıyla o güne değin egemen olan sosyalist tavır<br />

“yara” aldı; tabular yıkılıyordu. Zetkin’e göre, egemen sınıf kadınının<br />

sorunu mülkiyetti; mülkiyet sahipliğindeki eşitsizlikti;<br />

yaşamından doyum sağlayabilmesi için mülkiyetleri<br />

üzerinde özgür ve bağımsız denetimi ele<br />

geçirmeliydi. Bu amaçla kendi sınıfından erkeklere<br />

karşı bir savaşım içine girdi. Küçük ve orta-burjuva<br />

ile aydın burjuva kadınının sorunu oldukça farklı bir<br />

sosyal biçim sergiliyordu: Buradaki kadının sorunu,<br />

kendi sınıf temelinde cinsiyete dayalı eşitsizlikti; yani<br />

kazanç eşitsizliğiydi; sorunun çözümünü ise iş yaşamında,<br />

kendi sınıfının erkekleriyle ekonomik eşitlik<br />

talebinde buluyordu. Proleter kadının sorunuysa başka<br />

bir biçim içeriyordu: Kapitalizmin ekonomik yaşamına<br />

girmek için bir kavga vermek zorunda değildi; o<br />

zaten ekonomik yaşamın içindeydi. Onun, kapitalist<br />

düzenin kullanımına, sömürüsüne ve olanaklı olan<br />

en ucuz emek gücü arayışına “alet olmaktan” dolayı<br />

bir kadın sorunu vardı. Proleter kadının temel sorunu<br />

kapitalizmdi; çözümü ise proleter sınıfın politik iktidarını<br />

sağlamaktı. Onun yapacağı şey, kendi sınıfının<br />

erkeğiyle omuz omuza, onunla “uzlaşmaz” bir çelişkiye<br />

girmeden kavga vermesiydi.<br />

Bizde “esintisi” görülmese de uluslararası düzeyde feminist<br />

hareket oldukça boyutluydu: 60’la rın sonlarında<br />

Zetkin’in izinde “sosyalist-feminist” bir akımın çıkışı<br />

çok önemli bir ge liş me oldu: Anti-emper yalist ve ülke içi/<br />

ülke dışı ilerici hareket ler le dayanışma içine girdi. Ama<br />

Âşık olmak,<br />

“acıyla yaşamayı” başarmak<br />

anlamına gelir:<br />

Âşık olmak<br />

kolay olmadığına göre<br />

erkek için<br />

“acı da kolay elde edilir”<br />

bir olanak değildir.<br />

Kadın, “modern bir köle”<br />

olarak “acıyı icra” eder;<br />

demek ki<br />

kadın için “acı”<br />

yaşamın içinde olan<br />

bir şeydir:<br />

O âşık olduğunda,<br />

zaten var olan acısını<br />

“sağlıklı yaşama sanatı”na<br />

“dönüştürür” o kadar<br />

feminist hareket kendi zemininde “karşıtını” üretmekte gecikmedi: Erkek üs<br />

tünlüğünü tüm insanlığın ezilmişliğinin kökeni kabul eden ve kadın özgürlüğü<br />

önünde başlıca engel olduğunu savunan köktenci feminist akım<br />

“boy verdi”.<br />

Türkiye’de 1980’li yıllarla birlikte sosyalist-feminist hareketten çok<br />

temel çelişkiyi kadınla erkek arasında gören, erkeği baş düşman kabul<br />

eden, popülist hezeyanlar eşliğinde, erkeği içine almayan, onunla bir arada<br />

bulunmaktan “tiksinen” küçük-burjuva nitelikli köktenci feminist hareket<br />

egemen oldu. 1970’lerin sonuna kadar kadın hareketinde sosyalist<br />

nitelik yoktu; sonraki yıllarda ise sosyalist nitelik boğuldu.<br />

Alevilikte Kadın<br />

Alevi inancında insanlar cinsiyetlerine göre değil de tasavvufta-inançta<br />

kat ettiği yola göre değerlendirilir. Eğer kişi yetişmişliği ve davranışıyla<br />

tasavvuf-inanç zemininde ilerlemiş ise ister kadın ister erkek olsun o,<br />

sıradan insanlardan daha üst aşamadadır ve “er” olarak tanımlanır.<br />

“Doğrudan demokrasi” temelli yol örgütlenmesinde kadın-erkek “ayrımı”,<br />

yani cinsiyet “ayrımı” yapılmadığı için dervişlik makamı dışında<br />

“halife” olan, tekkeleri yöneten, kendilerine bağlı birçok müridi bulunan<br />

kadınların sayısı az değildir: Bunun en çarpıcı örneği “Kadıncık Ana”dır.<br />

Hacı Bektaş Veli’nin Hakk’a yürümesinin ardından O’nun postuna oturur.<br />

Halife iken Yol’un birinci piri durumuna gelebilmiştir. Kadıncık<br />

Ana, Bektaşiliğin kurumlaşmasını sağlayan Abdal Musa’yı yetiştirmiştir.<br />

Aleviliğin-Bektaşiliğin dört büyük dergâhından birinin adına<br />

bağlandığı ve Kızıldeli olarak bilinen Seyit Ali Sultan da Kadıncık Ana<br />

yetiştirmesidir.<br />

Balkanlar’a geçtiğimizde “Kız Ana” ile karşılaşırız: Demir Baba<br />

Vilâyetnamesi’nde, tekkede oturan kişi olarak anlatılır. Adına kurulan<br />

tekke, bugün de halkın önemli uğrak yerleri arasındadır. Kadınların “post<br />

sahibi” olma geleneği XIX. yüzyılda Tokat’ta yaşayan Hubyarlı Alevilerinin<br />

“Anşa Bacı”ya, Afyon/Emirdağ ilçesine bağlı Karcalar köyü Alevilerinin<br />

“Zöhre Bacı”ya bağlanmalarıyla sürdürülür. Alevi zeminde kimi<br />

ocak pirlerinin “kadın” olduğunu görmekteyiz: Adıyaman/Çelikan ilçesi<br />

Bulam bucağında “Zebran” (Sarı Gök) ziyareti vardır. Bu ziyaret, “Zebran”<br />

adında bir kadın pire ait olup, aynı kandan gelenlerce “ocak” olarak<br />

bilinir. Bu kadın pire bağlı ocaktan gelenler, son dönemlere değin kimi<br />

Alevi gruplara dini hizmet götürdü .(*)<br />

Alevilikte kadının yerini tam olarak algılayabilmek için temel ibadet<br />

biçimi olan “cemlere” bakmak gerekir: Kırklar, Alevi inancında en yük<br />

sek makama ulaşanların oluşturduğu bir birliktir. Kutsal gerekçesinin<br />

önemi nedeniyle Alevilikte cem, Kırkların yaptığı muhabbeti “canlandırmak”<br />

anlamına gelir. Açıktır ki Kırklar arasında yalınız erkekler değil<br />

kadınlar da bulunmaktadır: Kırklar’ın 23’ünün erkek 17’sinin kadın<br />

olduğuna ve kadınlar arasında Fatma Ana’nın da bulunduğuna inanılır.<br />

Kırklar’ın içinde kadınların bulunduğu, cemde süpürgecinin okuduğu<br />

gülbankla bize aktarılır: “Biz üç bacıydık, Kırklar meydanında süpürgeciydik.”<br />

Yol uygulamaları rehberlik hizmetinin özünde bir “kadın hizmeti” olduğunu<br />

kanıtlıyor: İnançta ve inanç uygulamasında mürşit, talibin “yol<br />

babası”dır; rehber ise “yol anası” olarak algılanır. Cemlerdeki zâkirlik<br />

hizmeti kimi ocaklarda ağırlıklı olarak kadınlar tarafından<br />

yerine getirilir: Sözgelimi “Ela Ana”, zâkirlik<br />

yapmıştır. Aynı yörede yaşamış ve evliya aşamasına<br />

taşınmış “Fato”nun uzun süre cemlerde zâkirlik yaptığı<br />

anlatılır. Adıyaman bölgesinde çerağ hizmetinin,<br />

bir kadın hizmeti olduğu vurgulanır: Kadınlar, Fatma<br />

Ana’nın temsilcileri olduğu için “ışık” onlardan gelir.<br />

Yine Malatya ve Adıyaman bölgelerinde cemevinin<br />

hazırlanması işleri kadınlara verilir: Doğal olarak cemevine<br />

gelen mürşit ya da pir, bu kadından “rıza” alarak<br />

içeri girer. (**)<br />

Kadın-erkek eşitliğini, yaşamda ve ibadette kadınerkek<br />

birlikteliğini kanıtlayan bu uygulamalar, “erkek<br />

egemen toplum” insanının ya da sisteme uyarlanmış<br />

yabancılaşmış bireylerin anlamakta “zorlanacağı” çok<br />

“demokratik” bir durumu anlatır. Kadının özgürleşmesinde,<br />

Alevi kadınının yeri ayrıcalıklıdır. Bu “ayrıcalıklı”<br />

durumu yaşama geçirmek hepimizin görevi-sorumluluğudur.<br />

Son söz olarak, hayvanları “mahkemeye çıkarmadan”<br />

kesiyoruz (idam ediyoruz); bunu bugün kadına<br />

da aynen “uyguluyoruz” acı olan budur.<br />

NOTLAR<br />

(*) Daha fazla bilgi için bakınız: İbrahim Bahadır, Kadın<br />

Dervişler, Su Yayınları, İstanbul, 2005<br />

(**) Daha fazla bilgi için bakınız: Age.<br />

Mart 2007 5


SERÇEÞME<br />

BREMEN ALEVİ EVİ DERNEĞİ’NİN 8 ARALIK 2006 TARİHİNDE DÜZENLEDİĞİ PANELE YAPILAN SUNUŞ<br />

Alamut (Nizari) İsmaililiği ve Anadolu’da Yaşayan Alevilikle İlişkileri-Etkileşimi<br />

Bölüm I<br />

İsmail Kaygusuz<br />

Alamut Nizari Aleviliği, yani İsmaililik, Alevi-Bektaşi inancının<br />

Anadolu’da sistemleşmesi ve kurumlaşmasında fazlasıyla<br />

etkili olmuş ve birçok bakımlardan batınilik bağlamında<br />

onun uzantısıdır. Genel anlamda Heterodoks İslam<br />

olarak tanımladığımız Aleviliğin çok önemli bir kolu olan<br />

İsmailiğin Alamut çağı Nizari İsmaililerine ilişkin yanlış, yalan ve iftira<br />

dolu hayali bilgiler yüzyıllar boyu aktarılarak, tarihsel gerçeklermişçesine<br />

sunulmuş; sözde tarih araştırmaları, romanlar, öyküler ve film senaryolarıyla<br />

bu uydurma ve tarihsel çarpıklıklar hala sürdürülmektedir.<br />

Alamut devleti ve onun kurucusu Hasan Sabbah (1034?-1124) hakkında<br />

da akıl almaz kara çalmaları ve aşağılamaları, en ciddi yazar ve<br />

araştırmacıların yazılarında görmek, günümüz tarihçilerinin kaleminden<br />

okumak insanı dehşete düşürüyor; bu denli bağnazlık olamaz diye!<br />

Bağnazlık diyoruz, çünkü Avrupa merkezci tarih anlayışı Avrupalı-Hıristiyan<br />

kökenli kaynakları güvenirlilik ölçütü alırken; Ortodoks İslam<br />

(Sünni) tarihçi ve din bilginleri; çağdaş saray kronikçileri ve yönetim<br />

erkinin besleme yazar ve bilginlerinin bu yazdıklarını ana kaynak olarak<br />

kullanmaktadırlar. Türk Sünni yazar ve tarihçileri ile Avrupalı Hıristiyan<br />

tarihçileriyle birleştiren işte bu bağnazlık anlayışıdır.<br />

Büyük İsmaili Dai’si, döneminin bilgin ve düşünürü, eşi az bulunur<br />

örgütçü bir devlet adamı olan Hasan Sabbah’ın, İmam Cafer oğlu<br />

İsmail’in soyundan 19. İmam Nizar’ın adına ve İsmaili Aleviliği inanç<br />

öğretisini daha da geliştirerek, onun özündeki özgürlükçü, barışçıl,<br />

eşitlik ve paylaşımcılık temeli üzerinde kurduğu Alamut devleti 167 yıl<br />

sürmüştür. Pamir’den, Güneydoğu Akdeniz kıyılarına-Filistin’e kadar<br />

uzanan geniş Ortadoğu coğrafyası içinde 300’e ulaştığı bildirilen, baş<br />

Dai’lerin yönetiminde bulunan ortaklaşa çalışıp kazanarak, ortak kazanda<br />

aş yenilen ve özel mülkiyetin olmadığı kale yerleşim birimleri Dar<br />

ül Hicra’lardan oluşan bir devletti. Alamut Nizari İsmaili devleti tam<br />

anlamıyla bir Sosyalistik Federe Cumhuriyeti idi. Dar ül Hicra’lar, çok<br />

iyi bir hiyerarşik yapılanma içinde örgütlenmiş, İsmaili Dava’sını yayan<br />

görevli Dai’ler (çağıran, davet eden), Dava’yı açık ve gizli düşmanlara<br />

karşı savunmada canını vermekten asla çekinmeyen Fedai’ler aracılığıyla<br />

uygulanan çok güçlü ve geniş propaganda-iletişim-savunma ağıyla<br />

Alamut’a bağlıydı.<br />

İslam dinini ve kutsal kitabını kendi iktidar çıkarlarına uygun biçimde<br />

yorumlayarak baskıcı yönetimlerini sürdüren Sünni Bağdat Halifeleri,<br />

onların kılıcı olmayı kabul etmiş Selçuklu Sultanları ve diğer prenslere<br />

karşı ölümüne direnerek, düşünce ve inançlarını yaymak, dünyayı<br />

değiştirmek ve dünyayı gerçek adalet ve eşitlik içinde, nimetlerini hakça<br />

paylaşarak, yaşanılır kılmak savaşımı veren bir yönetim olarak dünya<br />

sahnesinde çok onurlu bir yeri vardır Alamut Nizari İsmaili Devleti ve<br />

onun kurucusu Hasan Sabbah’ın.<br />

Yaşayan İsmaililik ve İsmaililer<br />

Dokuzuncu yüzyılın ortalarında İmam Zeynel oğlu Zeyd soyundan gelenlerle<br />

birlikte, Aleviliğinin girdiği Anadolu, 12. yüzyılın başlarından<br />

itibaren, Batıni inanç olarak Alamut İsmaili-Aleviliğinin yoğun biçimde<br />

etki alanında kalmıştır. Bu etki, 13. yüzyılın ortalarından sonra da<br />

(Alamut sonrası dönemde) Anadolu, Azerbaycan, Gilan, Horasan İran<br />

ve Hindistan’ın köy, kasaba ve dağlarında açık-gizli, sürekli kılık değiştirerek<br />

dolaşan İsmaili İmamları ve Dai’lerinin olağanüstü çabaları<br />

sonucudur. 10-11. yüzyılda Ebül Vefa, 13. yüzyılda Şemseddin Tebrizi<br />

ve Hacı Bektaş’tan başka Alamut sonrası ikinci İsmaili İmamı Kasım<br />

Şah’ın (1310-1370) yaşamının bir bölümünü, Anadolu’da Alevi-Bektaşiler<br />

arasında geçirdiğini İsmaili kaynaklarının söylediğini zikredelim.<br />

Ayrıca Kızılbaş Safevi devletinin oluşumunda, dönemin İsmaili İmamlarının,<br />

Kızılbaş Türkmen dede-beyleri ve Şah İsmail ile kurdukları yakın<br />

siyasi ilişkiler ve savaşçı destekleriyle katkıda bulunmuş olduklarını<br />

biliyoruz.<br />

Bu nedenlerden dolayı Alamut İsmaililiği (Nizarilik) bizi çok daha<br />

yakından ilgilendirir. Ancak Alamut İsmaililiğine adını veren Nizar’ın<br />

(Ö. 1095) kardeşi Mustali billah’ı (Ö. 1101) izleyen İsmaililerin kimler<br />

olduğu e tarihsel süreçlerine de kısaca değinmek gerekiyor. Arif Tamir’i<br />

dinleyelim:<br />

“909 tarihinde Mısır’da Fatımi devletinin kurulmasıyla, 10. yüzyıl<br />

boyunca ve 11. yüzyılın ortalarına kadar çok yoğun bir propaganda<br />

(dava) çalışmaları uygulandı. Daha o zaman, İsmailizm gücünü,<br />

Atlantik’ten itibaren İslam dünyasının uzak doğu sınırlarına kadar<br />

gösterdi; özel olarak İran’da, Hazar bölgesi eyaletlerinde, Azerbaycan,<br />

Rey, Kum, Isfahan, Fars, Huzistan, Kirman, Kürdistan, Horasan,<br />

Kuhistan, Gazne, Mavera-ün Nehir’deki Bedehşan’da yürütme<br />

merkezleri kurdu. İran’da, Ebu Yakub-ül Sicistani (ö. 331/942), Ebu<br />

Hatim-ül Razi (aynı tarihler), Hamid-üd Din-ül Kirmani (ö. 410/1019<br />

civarında) ve El-Muayyad Sirazi (ö. 470/1077 civarı) gibi hareketin<br />

doktrininin gerçek kurucuları olan İsmaili bilgin-filozoflarına ortaya<br />

çıkış olanağı verdi. Nasır-ı Hüsrev (ö. 1085 civarı) ve Hasan Sabbah<br />

(ö. 1124) da bu gruba eklenebilir.<br />

Mısır’da son zamanlarda İsmaililer arasında süren karışıklık ve umursamazlık,<br />

Mısır Fatımi İmamları çizgisi çökünceye dek, Mustali’leri<br />

de yönlendirdi. El. Hakim oğlu El-Amir 542/1130’da öldürülünce,<br />

genç oğlu ve halefi El-Tayyib “sır olmak” kavramında yerini aldı.<br />

Son beş Mısır Fatımi halifesi, kendilerini İmam olarak düşünmediler<br />

ve son adalet gününde (Kıyamet’te) gelmesi beklenen İmam olan<br />

al-Kaim adına hutbe okundu. Son Fatımi imamı olan çocuk-İmam<br />

al-Tayyib 526/1131 yılında ortadan kayboluyor; babası da otuzunda.<br />

Oniki İmamcı Şiilerin gizli İmamı olan 12. İmamın (Mehdi) babası<br />

Hasan-ül Askeri ile aynı yaşta ölmüştür. El Emir’inkine benzemekten<br />

uzak pak, soylu ve yumuşak kişilik sahibi olduğuna inanılır El<br />

Tayyib’in. Bu kayboluşla, İsmailizmin Batı kolu da İmamlığın sır<br />

olması dönemine girdi. Uygulama olarak da, Oniki İmamcı Şiilerinkiyle<br />

benzer bir inançsal durum içinde buluştu. Tıpkı bu Şiiler için,<br />

yeryüzünde görünüm alanına çıkan imamlardan onikinci gizli İmam<br />

ile tamamlandığı gibi; aynı şekilde 21. İmam olarak El Tayyib’in sır<br />

olmasıyla, onlara göre Muhammed peygamberden itibaren İmamların<br />

üç yedili dönüşüm tamamlanmış oluyordu. İmam’ın sır olmasının<br />

birinci sonucu, Fatımi geleneğini izleyen İsmaililerin pratikte<br />

inançsal bağlılıklarını, Nizari İsmaililerin yaptıkları gibi görünür bir<br />

İmama değil, görünmeyen İmamın temsilcisi olan Dai al-Mutlak’a<br />

gösteriyorlardı. ‘Batılı İsmaililer’ denilen bu kol, eski Fatımi İsmai-<br />

6 Sayı 27


SERÇEÞME<br />

lizmi geleneğini ara vermeden ve yüzyıldan yüzyıla geliştirip yenilemeden sürdürdüler.” (Arif<br />

Tamir, La Qasida Safıya, Texte arabe établi et annoté. )<br />

Mustalilerin yönetim merkezi Yemen’e geçti ve Dai al-Mutlak’lar yönetiminde Yemen’de aşağı<br />

yukarı 500 yıl boyunca belli-belirsiz bir durum içinde tutundu. Ancak 17. yüzyılın başlarında ilk<br />

sömürgeciliğin oldukça genişlediği Hindistan’da tamamıyla farklı bir gidiş, bir süreç oluştu. Bu<br />

süreç İsmaili özgün topluluğu için çok önemliydi; Dai’lerin bazılarını Hindistan’a taşınmayı zorunlu<br />

kıldı. Orada Davudi İsmaililer adını aldılar. Yemen’dekilere ise Süleymani’ler deniliyordu.<br />

Bugün İsmaililer’in Davudi Bohralar kolu Hindistan ve Kaşmir’de yaşamaktadırlar. Sayıları<br />

otuz bin kadar olduğu bilinen Bohralar, Arif Tamir’in söylediğinin tersine son yıllarda “bir gelişim<br />

ve yenilenme” süreci yaşamaktadırlar. İlerici Davudi Bohralar adı altında reformcu bir hareket,<br />

Bohra inançsal önderi (Dai al-Mutlak) ve onun yönetimine karşı mücadele ermektedir. 70’li yılların<br />

ortalarından beri bu mücadelenin başında Dr. Asgar Ali Engineer bulunmaktadır…<br />

Diğer yandan büyük çoğunluğu oluşturan Alamut- Nizari İsmailileri Hindistan, Pakistan, İran,<br />

Afganistan-Pamir, Suriye ve bazı Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde cemaatler olarak yaşamaktadır.<br />

Yirmi milyonu aşkın olduğu söylenen bu büyük inançsal topluğun önderi Nizar’ın soyundan<br />

gelen 49. İmam olarak tanınan Kerim Ağa Han’dır. İnanç kimliklerini kabul ettirdikleri ve büyükküçük<br />

topluluklar halinde yaşadıkları ülkeler dâhil, İsmaililerin çeşitli Batı ülkelerinde Üniversiteleri,<br />

Araştırma Enstitüleri ve geniş Cemaat Örgütlenmeleri bulunmaktadır. Nizari İsmaililerin bir<br />

bayrağı ve anayasası vardır; deyim yerindeyse bu topluluk, başkanı, bayrağı, hazinesi, anayasası<br />

ve –belki meclis ve hükümet gibi kabul edilebilecek(!)– Dai’lerden oluşturulmuş bölgesel ve üst<br />

konseyleri olan, fakat kendilerine ait vatanı bulunmayan devlet örgütüne sahiptir. İmam ailesinin<br />

fertleri prens ve prenses olarak dünya medyasında sıkça geçmektedir.<br />

Günümüz Nizari İsmaililiğinde Zahiri ve Batıni İnanç Kaynaşımı<br />

Kendilerini İsmaili Şiiler olarak tanıtan İsmaili dai’leri ve cemaat önderleri, Kuran İslamı ile tarihsel<br />

batıni felsefe ve öğretilerinin sentezi biçiminde bir yapılanmaya reform etmiş görünüyorlar.<br />

Batıni dai’ler aracılığıyla taşınan öğretileri ve inanç kurumlarıyla Anadolu’da batıni Aleviliğin<br />

kökleşmesinde büyük çapta etkili olmuş Alamut Nizari İsmaililiği, bugün Şiiliğe biraz daha yaklaşmış<br />

görünmektedir. Gevşek şeriatla da olsa Şiiliğe yakınlaştırılması oranında, Anadolu batıni<br />

Aleviliğinden biraz daha uzağa düşmektedirler.<br />

Şimdi günümüz İsmaili din bilgini ve önderlerinin, Kuran ayetlerinin giderek artırılan zahiri<br />

ve batıni yorumlarına dayalı inançsal yapılanma içinde yenileştirilmiş gibi görülen kuramları ve<br />

tapınma kurumları ve de insanı merkez alan öğretilerine kısaca değineceğiz. Bu yenileştirmeci<br />

ya da geliştirmeciliğin, 1970 yılında Beyrut’ta yayınlanarak Nizar soylu İmam ailesine adanmış<br />

Lübnanlı avukat Dr. Şeyh Hodr Hamawi tarafından yazılmış İsmaililiğe Giriş adlı kitapta kristalleştirildiğini<br />

görmekteyiz. Ancak Kuran’ı ve İslam dinini, Şeriat bağlamında dahi, Ortodoks<br />

İslam’dan (Sünnilik ve Oniki İmamcı Şiilikten) çok farklı ve akılcı yorumladıklarını içtenlikle<br />

söyleyebiliriz.<br />

Burada yapacağımız, kitap hakkında İsmaili internet sitesine genişçe bir yazı yazarak onu<br />

tanıtan Ebuali A. Aziz’e dayanarak konuyu özetlemek olacak. Yazarın yakın dostu ve Tanzanya<br />

Dar-üs Selam (Barış Evi) Dai’si olan Ebuali, yazısının başında Dr. Mustafa Galib’in önsözünü<br />

veriyor.<br />

Ebuali, “Dinlerin Karşılaştırmalı İncelenmesi”, “İslam’da Bölünmeler” ve “İsmaili Öğretisi”<br />

gibi üç ana bölüm içeren kitaptaki bütün konuları kısa olarak işleyip tanıtmışsa da, üçüncü bölümü<br />

daha uzun tutmakla kalmamış kitabın yazarının ağzından yazmayı tercih etmiştir. Biz de önce<br />

Mustafa Galib’in önsözünden kısa bir alıntı yapacağız. Sonra da, Ebuali’nin yazısından vereceğimiz<br />

sadece üçüncü bölümüne ilişkin çeviri özetinde de aynı yöntemi kullanacağız.<br />

Dr. Mustafa Galib’in İsmaililik İnanç ve Felsefesi Üzerine’de kısaca şunları söylüyor:<br />

“Çeşitli çağlarda İsmaili bilgin ve filozofları, İslam düşüncesinin gelişimi; onu daha etkin daha<br />

verimli yapmak ve tüm dünyada bilgiyi ve bilimi yaymaya daha uygun hale koymak için çok<br />

şey yaptılar. Bazı noktaları ve hedefleri paylaştıkları Caferi mezhebinin kuralları ve kökleri<br />

üzerindeki inançlarına bağlı kaldılar. İsmaililer ve Caferi Şiilerin üzerinde bir araya geldikleri<br />

en önemli nokta İmamlık sorunu ve İmam Ali Bin Abi Talib’in soyundan gelen bir İmam’ın<br />

varlığının gerekliliğidir. Bu inanç her iki mezhebin dinsel anlayışının temeli olarak düşünülür.<br />

Her ikisi de İmamlığın (İmamat), Peygamberliğin (Nübüvvet) devamı olduğuna inanır. Fakat<br />

İsmaililikte Monoteizm (Tanrısal birlik) en önemli ögedir…<br />

İsmaili (Alevi) Öğretisi eylem (iş, amel) ve bilgi, ya da Zahir ve Batın temelleri üzerinde durur.<br />

İsmaililere göre dinin temelleri şunlardır: Dua, temizlik, oruç, hac ve velayet (velilik)tir. Velayet<br />

hepsinin en önemlisidir. Çünkü bir mümin Tanrısını bilip, ona saygı gösteriyor, Peygamberin<br />

mesajını kabul ediyor ve dinsel görevlerini yerine getiriyor, fakat İmama itaat etmiyor ve<br />

onu inkâr ediyorsa büyük günah işlemektedir, inancı tam değildir. Hac da İmamı ziyarettir. “<br />

Batıni bilgi olan gerçek ibadete gelince; bu aşağıdaki ve yukarıdaki varlıklara ilişkin derin bilgi<br />

ve doğru yorum demektir. Ayrıca, monoteizm (Tanrısal birlik) ve ruhsal dünya içindeki ayırt<br />

edicilik hakkında üretilen derin bilgiler ve İsmaililerin ondan çıkarttığı gerçek Nübüvvet nitelikleri,<br />

başlı başına bir dinsel felsefedir: Bu evrendeki bütün varlıklar Tanrının iradesiyle ikiye<br />

bölünmüştür: Zahir ve Batın. Kuran ayetlerinin de zahiri ve batıni açıklamaları vardır. Batıni<br />

açıklamaları da İmamlar/Veliler, büyük Dai’lerden başkaları bilemez. Öğretici onlardır<br />

İsmaililer bazı alt bölümlere ayrıldılar. İlk dikkate değer olanı, İmam el Hakim bin Emr Allah’ın<br />

ölümünden sonra bir grup İsmaili tarafından tanrısallaştırılmasıdır; bunlar El Hakim’in ölmediğini<br />

ve bir gün dünyanın sonunu getirmek için ortaya çıkacağı ve Tanrısal adaleti sağlayacağını<br />

ileri sürüyorlardı. Bu gruba Druziler adı verilir kendileri Lübnan, Suriye ve Filistin’de<br />

yaşamaktadırlar. Fakat İsmaililerin büyük çoğunluğu El-Hakim’in oğlu el-Zahir’i ve İmam<br />

Mustansir Billah’a kadar onun soyundan gelenleri izlediler. Asıl burada İsmaililikte en büyük<br />

bölünme oldu; Mustaliler ve Nizariler!”<br />

Bremen’de yapılan panelde<br />

Sefil Ali’nin aşağıdaki nefesi<br />

Feyzullah Çınar’ın sesinden dinletildi:<br />

SEFİL ALİ<br />

Nur-u Rahman’ım Ali<br />

Şah-ı Merdan cûşa geldi sırrın aşikâr eyledi<br />

Yağmuru yağdıran benim diye Ömer’e söyledi<br />

Ol dem şimşek yalap oldu yedi semâ gürledi<br />

Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />

Ömer vardı ol Muhammed katına eyledi beyan<br />

Ali’midir ya Muhammed arş-ı Âla’da gürleyen<br />

Çark-ı Gerdûn elindedir sırr-ı hikmet söyleyen<br />

Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />

Ol Muhammed buyurdu ki yektir Ali bir dedi<br />

Huvel evvel huvel ahir her şeye kadir dedi<br />

Ali’ye şek getirenler mutlaka kâfir dedi<br />

Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />

“Kün” deyince vareyledi onsekiz bin âlemi<br />

Hem yazandır hem bozandır<br />

levh-i mahfuz kâlemi<br />

Dertlilerin dermanıdır yar elinin merhemi<br />

Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />

“Lahmike lahmi” buyurdu<br />

“cismim Ali demmike”<br />

“Ali benim vechim” dedi Zülcelâl-ı rabbike<br />

Hükmü bâki adîlhamdir ve lailahi gayrüke<br />

Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />

Sefi l Ali akıl ermez hikmetine Ali’nin<br />

Sarraf olan kıymet biçer gevherine lâlinin<br />

Aşıka Mâşuk göründü aklın aldı delinin<br />

Hem sâkidir hem bâkidir nur-u Rahman’ım Ali<br />

SÖZLÜKÇE:<br />

Yalap oldu: Parıldadı<br />

Sâki: Burada, kevser şarabı sunan veya özündeki<br />

tanrısal ışığı saçan<br />

Bâki: Sonsuza dek<br />

Nur-u Rahman: Acıyan-Esirgeyen (Tanrının) ışığı<br />

Kün: Ol!<br />

Arş-ı Âla: Göğün en yüksek dokuzuncu katı<br />

Çark-ı Gerdûn: Dönen gökler ya da dönen devran<br />

Huvel evvel huvel ahir: Öncesi O, sonrası O’dur.<br />

Şek getiren: Şüphe duyan, kuşkulanan<br />

Levh-i mahfuz: Tanrının insanların kaderini<br />

üzerine yazdığına inanılan gizli levha.<br />

Ya Ali, lahmike lahmi cismûke demmike demmî:<br />

Hadis, tamamı: Ya Ali etin etimden, cismin<br />

cismimden, kanın kanımdandır.<br />

Zülcelâl-ı rabbike: Tüm yüceliklere sahip olan Rab,<br />

Tanrı<br />

Hükmi bâki adîlhamdir ve lailahi gayrüke: Yargısı<br />

adil ve sonsuza kadardır ve gayri Tanrı yoktur.<br />

Gevherine lâlinin: Kırmızı renkli değerli taşın<br />

özüne, onun cevher değeri olup olmadığına…<br />

Mart 2007 7


SERÇEÞME<br />

CHP ve Sol Seçenek ya da<br />

Halkla İnatlaşmak<br />

Alevilikte Zaman ve Uzam<br />

Kavramları Üzerine<br />

Fuat Bozkurt<br />

BEKTAŞİLİK üzerine pek güvenilir olmayan bir kaynakta şöyle bir<br />

saptama geçiyor:<br />

“Nasıl ki Shakespeare’in eserlerinde zaman vardır, mekân yoktur Bektaşi<br />

menkıbelerinde de aynı zamanda zaman yoktur, mekân vardır.”<br />

Anlamın karmaşıklığı, yazım yanlışı bir yana bu yargı, bana tümüyle<br />

yanlış, çarpıtılmış gibi geliyor.<br />

Shakespeare’de zaman var, mekân yok demek ne gibi bir kanıta dayanıyor?<br />

İngilizce eğitimli kolej çıkışlı meslektaşın, bilimsel araştırma<br />

nitelikli kitabında bu konuyu örneklemesi, en azından bu görüşü kimden<br />

aldıysa, belgelemesi gerekmez miydi?<br />

Ama böyle bir kaygısı yok araştırmacının. Oysa küçük bir bakışla bile<br />

bu sava karşı örneklerle dolu Shakespeare’in oyunları. Ülkemizde Shakespeare<br />

üzerine yapılmış en ciddi incelemelerden biri olan Mina Urgan’ın<br />

Shakespeare ve Hamlet çalışması şu an elimin altında. Shakespeare’den<br />

günümüze kalan 36 oyundan tümüne yakınında uzam belli. Toplumsal<br />

içerikli olanların büyük bölümü Elizabeth İngiltere’sinde geçer. Yazar,<br />

toplumun sorunlarını anlatırken bireyin sorunlarını irdeler.<br />

Tarihsel oyunlarda ise uzam çok daha kesin bellidir. Othello,<br />

Kıbrıs’ta, Kral Lear Büyük Britanya’da Hamlet, Danimarka sarayında,<br />

Jul Sezar Roma’da, Antonionus ile Cleopatra Mısır’da, Veronalı İki Centilmen,<br />

Verona’da geçer.<br />

Bildiğim ölçülerde Shakespeare’in tüm oyunlarında belirgin uzam<br />

bel li. Araştırmacı arkadaşın savının tam karşıtı, zaman daha “belirsizdir”.<br />

Hangi yıl geçtiği kesin belirtilmez. Belki de Shakespeare’i zaman<br />

ötesine ulaştıran etkenlerden biri bu. Her neyse konumuz ne Shakespeare,<br />

ne de tiyatro. Alevilikte “zaman kavramını” tartışmak istiyoruz bu<br />

yazı m ız da.<br />

Araştırmacı, Alevilikte -Bektaşilik terimini uygun buluyor- Zaman<br />

kavramının bulunmamasını evliyaların doğum ve ölüm tarihlerinin kesinlik<br />

göstermemesine, farklı kaynaklarda, farklılıklar göstermesine<br />

bağlıyor. Bu savın çıkış noktası da 13. yüzyılda yaşayan Hacı Bektaş’ın<br />

doğum ve ölüm tarihinin kesin olmayışı!<br />

Veysel Kaymak<br />

AYLARDIR sol ve sosyal demokratların birlikte hareket etmesinden,<br />

seçimlere birlikte katılmasından söz ediliyor. Bütün bu konularda<br />

toplantılar düzenleniyor, düşünceler öne sürülüyor. Birliktelik sağlandığında<br />

ise kamuoyu yoklamaları sol ve sosyal demokratların oyunu yüzde<br />

otuzlarda, otuz beşlerde gösteriyor.<br />

DİSK konunun önemini gördüğünden olacak, aylar öncesinden bu<br />

konu ile ilgili bir dizi toplantı düzenledi. Toplantılara katılan, toplumun<br />

hemen her kesiminden insan, bu konularla ilgili düşüncelerini açıkladı.<br />

Sonunda da toplantılarda alınan kararlar, bir bildiri ile kamuoyuna açıklandı.<br />

Toplantıları düzenleyenleri de toplantılara katılarak katkı sunanları<br />

da kutlamak gerek.<br />

Ayrıca bazı sol, sosyal demokrat partiler, demokratik kitle örgüt yöneticileri<br />

de solun, sosyal demokratların birlikteliği konularında benzer<br />

görüşler öne sürmekteler.<br />

Ama ne yazık ki CHP’de, bu konulara ilişkin en küçük bir kıpırdama<br />

yok. Yani anlayacağınız, bir halk deyimi ile CHP’de yaprak kıpırdamıyor.<br />

Son zamanlarda yapılan kamuoyu yoklamalarında CHP, barajın etrafında<br />

dolaşıyor. Buna da aldıran yok. Öte yandan, CHP’nin seçimlere<br />

yönelik olarak yaptırdığı afişlerde; “küsmekle olmaz” diye bir cümle var.<br />

Peki, küsen halk da küstüren kim? En azından bu afişle, kendilerini ele<br />

verdiklerinin farkında değiller mi?<br />

Bana sorarsanız, küstürmek ne kelime, CHP halkla inatlaşıyor.<br />

Hatırlarsınız, bundan bir süre önce yapılan CHP Kurultayında, Deniz<br />

Baykal, toplantının yapıldığı salona, tavandan ışıklı merdivenle indi.<br />

Uzun söze ne gerek var. İşte anlayış bu! Şehir dışına görkemli bir şekilde<br />

yaptırılan genel merkez de bunun bir göstergesi değil mi?<br />

Birilerinin sık sık söylediği gibi, bunların iktidar olma gibi bir düşüncelerinin<br />

olmadığı açık. Anlaşılan onların derdi, Halkla bütünleşerek<br />

iktidar olmak değil, zar zor da olsa seçim barajını aşarak, Deniz Baykal<br />

ve arkadaş grubunun meclise taşınıp, sırça köşklerinde yaşamlarını<br />

sürdürmek. Son dönemde sıkça söylenen moda bir deyimle; “yan gelip<br />

yatmak.”<br />

Yine Deniz Baykal, katıldığı bir televizyon programında, sokaklara<br />

inmenin, miting yapmanın gerekmediğini de açıklamıştı. Bu nasıl<br />

bir sosyal demokrat anlayıştır. Bana göre asıl sorun da burada yatıyor.<br />

Kendisine sol, sosyal demokrat denilen bir parti de, parti içi demokrasi<br />

işlemiyor. Partili kendini ifade etmekten yoksun. Her şey genel başkanın<br />

iki dudağının arasında. Bu yüzden milletvekilleri de Deniz Baykal’ın<br />

dediğinden çıkamıyor. Böyle bir anlayış, böyle bir sosyal demokrat parti<br />

olur mu? Sonrada, halkın ilgisizliğinden, oy vermediğinden yakınılıyor.<br />

İyi hoş Deniz Baykal’ın böyle bir sıkıntı duyduğu söylenemez. O sürekli<br />

partinin oyunu artırdığından dem vuruyor. CHP’yi yeni kurulan bir parti<br />

olarak gösterip, kendisinin genel başkan olduktan sonra, oylarının arttığından<br />

söz ediyor.<br />

Bu ne pişkinlik! Öyle kuruyordun da CHP değil de neden, CMP-<br />

CSP diye kurmadın, Sayın Baykal. Şunu bilesin ki bütün bu söz oyunları<br />

ile bir yere varamazsın. Bir yere varılmıyor. Halk olanları görüyor,<br />

Atatürk’ün partisi diye şimdilik ayakta durabiliyorsun. Daha ne zamana<br />

kadar kendini de Halkı da oyalayacaksın? Halkla inatlaşacaksın? Olacak<br />

şey değil.<br />

Baykal ve ekibinin yıllardır yaptıkları göz önüne alındığında, hiç de<br />

iç açıcı olmadığı görülür. Halk olanları görüyor, yeri geldiğinde tepkisini<br />

gösteriyor ama bunların anladığı yok. Ya da anlamazdan geliyorlar.<br />

Yani CHP bir bakıma görmezden, bilmezden, duymazdan gelerek,<br />

sürekli üç maymunu oynuyor.<br />

Bu günlerde medyada, (Baykal’ın bir zamanlar örnek aldığı) İngiltere<br />

Başbakanı Tony Blair’le ilgili haberler yer alıyor. Gazeteler, Tony<br />

Blair’in, anketlerde açıklanan oy kaybına daha fazla sebep olmamak<br />

için, partisinden ayrılacağını yazıyor. Bizimkiler ise yıllardır, büyük bir<br />

pişkinlikle, olanlara aldırmadan üç maymunu oynamaya devam ediyor.<br />

Bütün bu olanlar karşısında ne söylenir bilemem ama bildiğim bir<br />

şey var ki son sözü Halk söyler. Halk ne eylerse güzel eyler. Bundan<br />

kuşkunuz olmasın.<br />

Onlarca yıllık zaman kaybının ve ülkemizin bu durumlara düşürülmesinin<br />

sorumlusu, sorumsuz parti başkanları, onların yardakçılarıdır.<br />

Bu böyle biline…<br />

•<br />

Bu mantıktan yola çıkarsak, Hıristiyanlıkta da Musevilikte de zaman<br />

kavramı bulunmaz. Bu dinlerde bırak herhangi bir evliyayı, peygamber<br />

olarak kabul edilen, Davut, Süleyman, Musa, İsa’nın doğum ölüm tarihleri<br />

–hatta kiminin gerçekten yaşayıp yaşamadığı– bilinmez.<br />

Bu gibi uzak geçmişe dayanan kişiler bir yana, yazarın “zaman” bulunduğunu<br />

söylediği Shakespeare’nin yaşamı üzerine İngiltere gibi yerleşik<br />

yaşama geçmiş toplumda bile yeterli bulunmaz.<br />

Bir araştırmacı böylesine küçük bir olaydan yola çıkarak, nasıl bir<br />

toplumsal sonuç çıkarır, anlamak olanaksız. Böyle bir düşünceyle yola<br />

çıkarsa, tüm geçmiş yüzyıllarda zaman kavramı bulunmaz. Ne eski<br />

Doğu’da ne de eski Batı’da olayları anı anına saptama geleneği var. Hatta<br />

bu bakımdan, Şark Batı’dan daha üstün: Osmanlı’da Vakanüvislik kurumu<br />

var: Sarayın resmi görevlisi, günü gününe olayları saptamakla görevli.<br />

Yerleşik toplumlarda yazıya erken geçilmesi nedeniyle, zaman dilimleri<br />

“daha erken” saptanır olmuştur. Göçebeliği sürdüren toplumlarda ise bu<br />

alışkanlık daha geç başlar. Ne ki, böyle alışkanlık toplumlarda “zaman”<br />

kavramının bulunmadığı savını getirmez. Üstelik Bektaşilik kurumlaştığı<br />

ve yazılı geleneğe erken başladığı için bu bakımdan Alevilikten de<br />

üstündür. 14-15. yüzyıllardan başlanarak olaylar, yaşantılar belgelenmiş,<br />

günü tarihi belirtilmiştir. Alevilikte ise, anlatı ve söylencelerde yıl-gün<br />

belirtilmese bile “dönem” bellidir. Olayların hangi dönemde geçtiği -<br />

“Harun Reşit döneminde, Hacı Bektaş Rum’a gelirken”- biçiminde belirtilir.<br />

Hani, araştırmacının Massignon’un “Müslüman Şarkta zaman değil<br />

anlar vardır” sözünden yola çıkarak bu kanıya vardığını düşünmek de<br />

sözü doğrulamaz. Son aylarda yazar Zülfü Livaneli’nin Batılı gezginlere<br />

dayanarak yinelediği bu özlü söz, doğum ve ölüm tarihlerinin bilinip<br />

bilinmemesi ile ilgili değildir.<br />

“Profesör” sanı taşıyan meslektaşın, düşünülmeden ileri sürülen savları<br />

içeren, tümüyle dağınık iki kitabı var. Kitapları Kültür Bakanlığı<br />

yayınlamış. En küçük sistematikten yoksun, ne dediği anlaşılmayan bu<br />

yayınlarla arkadaşımız sosyal antropoloji dalında “profesör” olmuş.<br />

Hadi, doktora, doçentlik, profesörlük gibi bilimsel sanları -Bağışlanmış<br />

Küheylan gibi- sunan öğretim üyeleri buna göz yummuşlar da, bu<br />

arkadaş, böylesine ne dediği anlaşılmayan kitapları nasıl yayınlamış?<br />

Amacım bu kitapları eleştirmek değil. O ayrı bir konu. Ama en azından<br />

bir noktayı aydınlatmak istedim.<br />

Yazık ki ülkemizde bilimin konumu bu: Kimsenin en küçük sorumluluk<br />

duyduğu yok. Alevilik de “sorumsuzca yapılan yağmanın” içinde.<br />

Bilip bilmeyen herkes kendine göre “kuram” üretiyor.<br />

•<br />

8 Sayı 27


SERÇEÞME<br />

ALEVİ BEKTAŞİ FEDERASYONU (ABF) Genel Başkanı Selahattin<br />

Özel imzasını taşıyan, 23 Şubat 2007 tarihli “Kamuoyuna Açıklama”<br />

başlıklı “Hubyar Sorunu ve Sağduyu Çağrımız” konulu açıklama<br />

ibreti âlemlik bir belgedir. Zira ABF, bu açıklama ile Alevi inancının<br />

simgelerini, figürlerini, inanç önderlerinin isimlerini ve Alevi ritüel<br />

isimlerini; “Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları” kapsamında değerlendirmekte<br />

ve ticari hayatta haksız rekabetin önüne geçmek için kullanılan<br />

patent, marka vb. ticari belgelerin konusu yapılmasını savunmaktadır.<br />

Hatta bunun bugüne kadar yapılmamasını bir “eksiklik” olarak görmekte<br />

ve teşvik etmektedir.<br />

Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması fikri mülkiyet<br />

haklarını; “kişilerin düşüncelerinin ürünleri üzerine verilen haklardır.<br />

Bu haklar genellikle bu düşünceyi yaratan kişiye, onu belirli bir zaman<br />

süresi için münhasıran kullanma hakkı verir” şeklinde tanımlamaktadır.<br />

Yine Sınai Mülkiyet Haklarını düzenleyen Paris Sözleşmesi; “sınai<br />

mülkiyeti koruma patent, faydalı modeller, endüstriyel tasarımlar, ticari<br />

markalar, hizmet markaları, ticari unvanlar, kaynak işaretleri ve haksız<br />

rekabetin sınırlandırılması konularını” içerdiğini düzenlemektedir.<br />

Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları; düşünsel çabanın ve yaratıcılığın<br />

ürünü olan buluşları/icatları, yenilikleri, edebi, sanatsal ve bilimsel çalışmaları,<br />

yeni tasarımları vb. değerler ile ticari alanda piyasaya sunulan<br />

malların ilk üretici adına tescili suretiyle devlet otoritesi ile korumayı<br />

amaçlamaktadır. Yine bu yöntemle hak sahibi olmayanların bu fikri haklar<br />

veya mallar üzerinde hak iddia etmelerinin önüne geçilmesi amaçlanmaktadır.<br />

Fikri ve Sınai Mülkiyet Hakları kavramı; patent, marka, faydalı model<br />

belgesi, endüstriyel tasarım vb.ni kapsamaktadır. Marka, “bir teşebbüsün<br />

veya bir işletmenin mal ve hizmetlerini, başka bir teşebbüsün mal<br />

ve hizmetlerinden ayırt etmeyi sağlaması koşuluyla, kişi adları dahil,<br />

özellikle sözcükler, şekiller, harfl er, sayılar, malların biçim ve ambalajları<br />

gibi çizim ve görüntülenebilen veya benzer biçimde ifade edilebilen,<br />

baskı yoluyla çoğaltılabilen her türlü işarettir.” Yani Marka, ürünü/malı<br />

üretme, satma, elinde bulundurma, izinsiz kullanmayı engelleme ve ithal<br />

haklarını sahibine yasal olarak vermekte ve bu hakka tecavüz edilmesini<br />

önlemektedir. Yasaların bu alanda güttüğü temel amaç, ticari hayatta<br />

haksız rekabetin önüne geçmektir.<br />

ALEVİ BEKTAŞİ dünyasındaki gelişmeler dikkat çekici boyutlarda…<br />

Muharrem ayı süresince, Alevi Bektaşi toplumunun sergilediği<br />

tavır, televizyon kanallarında yayınlanan Muharrem sohbetleri<br />

bir şeylerin habercisi gibi. Alevi Bektaşi inancı çizgisinde yayın yapan<br />

televizyon kanalları arasında gizli bir yarış yaşandı Muharrem Orucu<br />

boyunca. Hacı Bektaş Veli Türbesinden sürdürdüğü yayınla bir ilki gerçekleştiren<br />

Yol TV, bu yarışı önde bitirmesini bildi.<br />

Alevi Bektaşi Düşüncesinin önde gelen sanatçıları, yazarları, Alevi<br />

Bektaşi örgüt temsilcileri, kimi dede ve babalar, Hacı Bektaş Veli Dergahında<br />

düzenlenen sohbetlere katıldı. Sazlar çalındı. Deyişler söylendi.<br />

Semahlar dönüldü.<br />

Hacı Bektaş Veli Türbe kapılarının televizyon kanallarına açılması,<br />

önemli bir gelişme. Türbe içinden yansıtılan görüntüler, yapılan söyleşiler,<br />

edilen niyazlar, Kara kazan yanında dağıtılan aşure, bir yerlere iletilmek<br />

istenen mesaj niteliğindeydi sanki.<br />

Hacı Bektaş Veli Türbesinin, Alevi Bektaşi Kuruluşlarına verilmesi<br />

gerektiğini gündeme taşıyanlar, bir adım daha atmış oldular bu eylemleriyle.<br />

Bu açıdan bakıldığında başarılı bir organizasyon. Başka bir açıdan<br />

bakıldığında ise durum değişik. Sonu nereye varacağı belli olmayan bir<br />

uygulamanın başlangıcı.<br />

Bu tür yerleri, tarikat ve cemaatlerin dini ayinler yapmaları için kullanıma<br />

açma, ne ölçüde doğru. Tartışılması gereken bir konu.<br />

Ümmetçiliğe karşı ulusçuluğu, kulluğa karşı yurttaşlığı, bağnazlığa<br />

karşı çağdaşlığı savunan, Laik, demokratik, çağdaş yaşam biçiminden<br />

ödün vermeyen Alevi Bektaşi toplumu ile tekke ve türbeleri kullanıma<br />

açma düşüncesi nasıl örtüşür?<br />

Yıllardır inanç sömürüsüne, din üzerinden siyaset yapılmasına, irticanın<br />

her türlüsüne karşı çıkan, ilkeleri için bedel ödeyen bir topluma,<br />

bunun haklılığı nasıl anlatılabilir?…<br />

Kim daha milliyetçi, kim daha dinci yarışı içerisine girme bizi nerelere<br />

götürür iyi düşünülmeli. Bir yarıştır gidiyor. Türban yetmiyor, kara<br />

çarşaf diyoruz. Yetmiyor, Arap alfabesi yeniden kullanılmalı diyoruz.<br />

Yetmiyor, hafta sonu tatilleri Cuma gününe çekilmeli diyoruz. Yetmiyor.<br />

Yetmiyor. Yetmiyor…<br />

Derken kervana Alevi Bektaşi Örgütleri de katılıyor: Tekkeler, türbeler<br />

yeniden açılsın, Hacı Bektaş Veli Türbesi kendilerine verilsin istiyor.<br />

“Ne oluyor? Ne yapıyoruz?” diye sorası geliyor insanın.<br />

Tekke ve türbelerin kapatılmaları hiçbir dönemde sorun edilmedi<br />

Alevi Bektaşi Toplumunca. Hacı Bektaş Veli Tekkesi’nin kapatılması ile<br />

ABF’den Haksız Rekabete Hayır!<br />

Av. Kemal Derin<br />

ABF’nin açıklamasında, “ocak mensubu bir dedenin, ocağının ismini<br />

tescil ettirmesi” diye uygun bulduğu ve Hıdır Temel’in Türkiye Patent<br />

Enstitüsü’ne (TPE) başvurarak almak istediği “marka” ya da “patent”<br />

Sınai Mülkiyet Hakları kapsamında bir belgedir. Marka ya da Patent belgesi<br />

bir sahip olma belgesidir.<br />

ABF, toplumumuzun ortak değerleri, inancımızın ve kültürümüzün<br />

taşıyıcısı olan simgelerimizin, figürlerimizin, inanç önderlerimizin isimlerinin<br />

ve Alevi ritüel isimlerinin kişilerin malı olmasına ve bu yolla<br />

metalaşmasında bir sakınca görmemektedir. Her ne kadar açıklamada<br />

“önemli olan Alevi değer ve simgelerinin ticari amaç için kullanılmasını<br />

önlemektir” denilmekte ise de, özce değerlerin ticari hayatın belgeleri<br />

ne bağlanması ve bunun savunulması başlı başına simgelerin ticarileştiril<br />

diğini ve her şeyin mal (alınıp-satılan) olarak görüldüğüne açık kanıt<br />

niteliğindedir.<br />

ABF açıklamasında devamla, “ABF olarak her kim ki Alevi değerlerini<br />

amacı dışında kullanırsa açıktan karşı duracaktır” diyerek öncelikle<br />

kullanmaya itirazının olmadığını ama kullanmanın şekline itirazının olduğunu<br />

ifade etmektedir. Oysa ABF bilmelidir ki, Alevi inancı ve kültürü<br />

kullanmaya değil, öğrenmeye ve yeniden üretmeye uygundur.<br />

ABF açıklamasında devamla, “Hubyar’ın isim olarak tescil edilmesi,<br />

bunun ticari amaç için kullanılması durumunda da bu tavrımız geçerli<br />

olacaktır” diyerek bir kişiyi savunma adına büsbütün yörüngesini şaşırmaktadır.<br />

Oysa ABF bilmelidir ki, toplumumuzun geçmişi ve geçmişteki<br />

yaşamın taşıyıcı müzeleri olan inanç önderlerinin isimlerinin dahi birilerinin<br />

malı olması toplumsal bağı koparır. Zira bu müzeler iyi korunup<br />

yeni kuşaklara aktarılmadığı takdirde, toplumun göbek bağı koparılmış<br />

demektir.<br />

ABF’nin açıklaması bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ABF’nin<br />

soruna toplumsal değil, kişisel baktığı ve dönemine göre şerbet dağıttığı<br />

açıktır.<br />

Tanrı kimseyi pusulasız bırakmasın. Zira ibresi bozulan pusulanın<br />

sahibine ne zaman nereyi göstereceği belli olmaz.<br />

•<br />

Türbeler Yeniden Açılsın mı?<br />

Nafi z Ünlüyurt<br />

ilgili aykırı bir görüş de sergilenmedi bu güne dek. Mustafa Kemal’e tek<br />

kem söz bile edilmedi bu süreçte. Çağdaş bir toplumda bu tür kurumların<br />

yeri olmamalı görüşü hep destek buldu.<br />

Hacı Bektaş Veli Türbesi Alevi ve Bektaşiler için son derece önemli.<br />

Hıristiyanlar için Ayasofya ne ölçüde manevi değere sahipse, Alevi ve<br />

Bektaşiler için de Hacı Bektaş Veli Türbesi o ölçüde manevi bir değere<br />

sahip. Böyle bir yerin polemik konusu yapılması, başta Hacıbektaş<br />

insanı olmak üzere tüm Alevi Bektaşi insanımızı sıkıntıya sokar. Buna<br />

hakkımız olmamalı.<br />

Hacı Bektaş Veli Türbesi, Hacıbektaş insanına emanet edilmiş, manevi<br />

değeri ölçülemeyecek ölçüde büyük bir miras. Hiç kuşku duyulmasın,<br />

bu güne dek olduğu gibi bundan sonra da bu mirası koruyacak bilinç<br />

ve bilgi Hacıbektaş insanında var.<br />

Alevi Bektaşi toplumunda böylesi önemli gelişmeler yaşanırken, Hacıbektaş<br />

olup bitenden habersiz, olanları izlemekle yetinmekte.<br />

Yaşanılan gelişmeler, gösterilen vefasızlık, bu güne dek söylemlerimde<br />

ne ölçüde haklı olduğumun kanıtı. Yıllardır sürdürülen yanlış<br />

politikanın günümüzde de inatla sürdürülmesi bizi bu noktalara taşıdığı<br />

artık görülmeli. Nerelerden nereye gelindi? Deniz bitti, kara görünüyor!<br />

Gözlerimiz açılmalı artık. Bu açmazdan kurtulmak zorundayız. Çocuksu<br />

kavgaları bir yana itip yeni bir sayfa açma zamanı gelmedi mi?<br />

Kişiye endeksli bir anlayışla bu tür çalışmaların sürdürülemeyeceği<br />

gün gibi ortada. Hacı Bektaş Veli Kültür derneği çatısı altındaki yapılanmayı<br />

güçlendirmek zorundayız. Hacı Bektaş Veli Kültür Derneği hiç<br />

kimsenin tapulu malı değil. Tıpkı Belediye gibi, tüm Hacıbektaş’ın ortak<br />

değeri. Bu gerçeği görmeliyiz artık! Alevi Bektaşi toplumunun serçeşmesi<br />

Hacıbektaş’tan güçlü ve de doğru bir sese gereksinim duyuluyorsa,<br />

herkes üstüne düşen görevi yapmalı… Hiç kimse görevden kaçmamalı…<br />

Hiçbir bahane de kaçanları haklı kılmamalı!<br />

Yerel yönetim bu işe sahip çıkıp destek olmak zorunda. Hepimiz<br />

Hacıbektaş için varız. Kendimiz için değil, Hacıbektaş için çalıştığımızı<br />

söylüyorsak, hiç kimse bu işte ben yokum deme hakkına sahip değil.<br />

Kişilerin değil, örgütün önde olacağı demokratik bir yapılanma için<br />

başta yerel yönetim olmak üzere herkes görev başına!<br />

•<br />

Mart 2007 9


SERÇEÞME<br />

ABF’NİN, DİYANET’İN AVRUPA’YA GÖNDERDİĞİ DEDELER KONUSUNDA DİYANET’E SORDUĞU SORULAR VE GELEN CEVAP KONUSUNDA<br />

DİYANET İşleri Başkanlığı’nın (DİB) verdiği cevapta dikkate değer<br />

bir kaç nokta var:<br />

1. DİB, sorulan beş sorudan sadece, bilinen bir soruya, “altı dede konusuna”<br />

cevap vermiş. Diğer sorulara da cevap verilmesini, ABF yeniden<br />

istemelidir, yeni soru ve cevapları basına da bildirmelidir.<br />

2. DİB, sorulan en önemli soruya: “hangi hukuksal gerekçelere dayanarak”<br />

dede gönderip, ödeme yaptıkları sorusunu cevapsız bırakılmıştır..<br />

a) Her kamu kurumu bir kanun maddesine göre hizmet yürütür.. O<br />

kurum adına yetkili memur kimse, tüm faaliyet ve özelikle maddi ödemelerini<br />

xxx kanunun, xx maddesi ve xxx gerekçeler ile ödeme yaptığına<br />

dair not/tutanak tutması gerekir. Yoksa ödeme yapılamaz (kanunsuz<br />

iş yapmış olur)... Bilgi edinme yasasına göre, kamuoyunun bu bilgileri de<br />

isteme hakkı vardır/olmalıdır, bu bilgi/tutanakları da ABF, Diyanetten<br />

yeniden istemelidir..<br />

3. DİB “hangi hukuksal gerekçelere dayanarak” Avrupa’ya dede gönderildiği<br />

sorusuna üstü kapalı cevap vermektedir: “topluma din hizmeti<br />

sunarken vatandaşlık esasına ve kamu hizmeti ölçütlerine göre hareket<br />

edip birleştirici ve kuşatıcı olmaya azami gayreti sarf etmekte...”<br />

Avrupa’da yaşayan biri olarak, bu konuda TC yasalarını bilmiyorum..<br />

TC’de vatandaşlık esası ve kamu hizmeti ölçütleri diye bir kanun yasa/<br />

lar var mı? Varsa, normalde DİB’in, xxx sayılı yasa/lar uyarınca cevap<br />

vermesi gerekir..<br />

a) Böyle bir yasa olmasa da, bu genel ve doğru bir hukuk prensibidir...<br />

Bu cümlede DİB: bir devlet kamu kurumu olduğunu belirtiyor, ve bu<br />

ülkenin vatandaşı olan herkese, ayrım gözetmeden dini hizmet verme<br />

yükümlülüğü olduğunu bir anlamda kabul ediyor (çünkü herkesin 80 x<br />

yıldır Alevilerin de verdiği vergiden pay/bütçe alıyor/ “besleniyor” başka<br />

şey söylemeleri hukuka insan haklarına aykırı olur)..<br />

4. Başka bir unsur, DİB yine dolaylı olarak, bu cevabı ile: Cem Vakfını,<br />

yine yasal bir madde/kanun göstermeden inanç kurumu olarak kabul<br />

etmiş oluyor.. Fakat yasal dayanak yine göstermiyor, cevapta öncelikle<br />

bunu bildirmeleri gerekirdi...<br />

TC<br />

Başbakanlık<br />

Diyanet İşleri Başkanlığı’na<br />

BELGE<br />

4982 sayılı Bilgi Edinme Hakkı Kanunu gereğince istediğim bilgi<br />

veya belgeler aşağıda belirtilmiştir.<br />

19 Ocak 2007 tarihinde, Ali Rıza Uğurlu, Sinan Boztepe, Davut<br />

Ali Savaş, Şükrü Kılıç, Yılmaz Doğan ve Veli Kızıldeli isimli<br />

kişilere Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, gri pasaportların ve<br />

masraflarının karşılandığını basından öğrenmiş oluyoruz.<br />

DİB kaç Alevi dedesine gri pasaport vermiştir?<br />

Bu kişiler için ayrılan bütçe ne kadardır?<br />

Bu masrafların karşılığı olan miktar kime ya da hangi hesaba<br />

aktarılmıştır?<br />

DİB, kamu ve DİB personeli olmayan, DİB kurumu personel<br />

meslek statüsünde olmayan kişilere, pasaport verme ve masraflarını<br />

karşılama yetkisini, hangi hukuksal gerekçelerle dayandırmaktadır?<br />

Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Mehmet Görmez, cemevlerinde<br />

kuran kursu verilmesi talebi geldiğini basına yansıtmıştır. Bu<br />

talebi dile getiren, cemevi, dernek ya da vakıf hangisidir?<br />

Gereğini arz ederim.<br />

Turan Eser<br />

ABF Genel Sekreteri<br />

NOT: Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yanıtını 26. sayımızın 11.<br />

sayfasında bulabilirsiniz. Ali Yıldırım’ın da bu konuda yaptığı<br />

başvuruya aynı yanıt gelmişti..<br />

Kişisel Görüş ve Önerilerim<br />

Feramuz Acar<br />

Danimarka Alevi-Bektaşi Federasyonu Başkanı<br />

a) Yoksa dört vatandaş çıkıp “eti sütü boynuzu, işe yarıyor, tanrımız<br />

inek, hocamız öküz, xxx kişi/kişiler bizim ‘imamımız’ bunları bize eğitim<br />

vermesi, inanç hizmeti sunması, için göndermenizi ve masrafl arını karşılamanızı,<br />

talep ederiz” demek yeterli olmasa gerek (Bence ineğin, tanrı<br />

olarak görmenin sakıncası yok, fakat bir ülkede insan hakları doğrultusunda,<br />

kanunen neyin inanç ve inanç kurumu olarak kabul edilebileceği,<br />

yasal olarak belirli olması gerekir, belirlidir). Türkiye’de Hukukçu arkadaşlar<br />

bu konuyla ilgilenmelidir…<br />

b) Bence normalde DİB’e şöyle bir yazı yazmaları gerekirdi: xxx TC<br />

yasası uyarınca DİB, dini hizmet veren bir kamu kuruluşu olarak, xxx<br />

tarihinde başvurup, xxx yasası uyarınca inanç/kurumu olarak kabul edilen<br />

ve xxx tarihinde Avrupa’ya Dede gönderilmesi talep/başvurusunda<br />

bulunan ve xxx tarihinde, xxx kamu kuruluş yönetim/yetkilisince değerlendirilip,<br />

xxx yasası uyarınca ve xxx gerekçelerle, kendilerinin istek<br />

öneri üzerine, xxx Dedelerin bu hizmeti vermeleri kabul olunup, bu iş<br />

için xxx YTL bütçe ayrılmış, xxx kurum adına başvuran kişiye, xxx<br />

tarihinde aldığımız karar bildirilip, xxx. YTL miktarı xxx tarihinde,<br />

xxx kurum/kişi hesabına aktarılmıştır. Avrupa’da bildiğimiz bilgi edinme<br />

kanununun gereği budur. (TC’de başka uygulama varsa o başka). Bir<br />

kamu kumru, kişisel bir dava/dosya değilse “değil kamuoyundan her kim<br />

isterse”, istenildiğinde her türlü tutanak ve makbuzları da göndermek<br />

zorundalar. DİB bu xxx’lerin hiç birine cevap verilmemiştir. Bence ortada<br />

bir kanunsuzluk keyfi uygulama, “seçim yatırımı”, söz konusudur.<br />

ABF bu xx soruların cevabını istemelidir.<br />

5. DİB’in verdiği cevaba göre, genel hukuk prensibi “kanun önünde vatandaşların<br />

eşitliği ilkesi” vurgulanıyor.. Çok güzel… Bunun üzerine gidilmelidir..<br />

(çünkü bugüne kadar bu yaklaşım sergilenmemiştir)... Bunu<br />

kalıcı kılmak gerek... O zaman örnek: Türkiye’de Avrupa’da herhangi<br />

bir vatandaş (grup)... Bizler, Avrupa’da iki yüze yakın Alevi derneklerimiz...<br />

(üç aylık vize sınırı ile) Dede talebinde bulunabiliriz..<br />

a) Masraflarını en az seksen yıl boyunca DİB çeksin. Çünkü seksen<br />

yıldır Alevilerin verdiği, beş kuruş (inanç bazında) Alevilere geri dönmedi...<br />

(Bizim isteğimiz cami yerine mahalle, köyümüze, okul, hastane, yol<br />

vs. yapılmasıdır, bunu diretmek gerek. ‘Biz zaten üç can bir Cemiz’....<br />

Alevi kurumları olarak, ya bu ‘diyanete giden’ vergiyi ödememek, ya da<br />

ödüyorsak geri istemek hakkımızdır... Alır istediğimiz alanda kullanırız.)<br />

Bence laik bir ülkede, diyanet tamamen devletten ayrı, fakat yasal<br />

kontrol altından olmalıdır, laik devlette DİB olmaz, olsa da din inanç<br />

ayrımı yapamaz.. Yaptırmayalım...<br />

6. Hiçbir yasal gerekçe göstermeden (hakim güçler seçim yatırımı olsun<br />

diye) DİB aracılığı ile böyle bir uygulama yapıldı. Gördüğüm kadarı<br />

ile bunun, TC yasalarınca yasal dayanağını yok. Aleviler, kurumlarımız<br />

olarak yıllardır Hak mücadelesini biz verdik, veriyoruz. Fakat bildiğimiz,<br />

hakim güçler her zaman yaptıkları (böl parçala yönet) taktiğini güdüyor...<br />

Esas kurumlarımızı dışlayıp işine gelene, “kemik” atıyor, Aleviliği<br />

asimile etme ve seçimlere yatırım yapma yolunu seçiyor. Yasal güvence<br />

vermiyor.... Bunu ortaya çıkarıp, bu aldatmaca oyunu bozmamız gerek.<br />

7. Şimdi anayurdu Türkiye’de, Aleviliği kendi başına özgün bir inanç<br />

olarak kabul ettirmek için, yasal sınırları bir daha zorlama zamanıdır. 21<br />

Mart Nevroz, Hz. Ali’nin doğum günü Avrupa’dan iki yüz derneğimiz,<br />

TC konsolosluklarına standart bir mektupla başvurup üç aylığına Cem<br />

yürütmek, inancımız doğrultusunda bilgi eğitim vermek amacıyla xxx<br />

dedelerimizi istiyoruz diye başvursun.. (TC derneklerimiz de benzeri<br />

başvuruda bulunabilir)... Anya-konya o zaman ortaya çıkar...<br />

8. Görüşüm ABF’nin DİB’in cevap veremediği beş sorunun cevabını<br />

yeniden istemesi.. Diğer kurumlarımızı bilmiyorum fakat ben DABF<br />

başkanı olarak Türkiye’den kurumlarımıza bağlı bir dedemizi (örnek<br />

Hüseyin Gazi Metin Dedemizi) TC Danimarka konsolosluğuna başvurup,<br />

Danimarka’ya getirmek istediğimizi yönetimimin de onayını alarak,<br />

başvuruda bulunmayı düşünüyorum...<br />

9. Ayrıca, Türkiye AB Federasyonumuzun TC kanunlarını gözden geçirip<br />

direk, Aleviliği kendine özgü bir inanç ve ABF’yi de bu inancın<br />

kurumu olarak kabul edilmesini sağlamak için, TC yetkili makamlarına<br />

başvurmasını öneriyorum..<br />

10 Sayı 27


ÖRGÜT: Türk Dil Kurumu’na göre örgüt:<br />

“Ortak bir amaç ya da eylemi gerçekleştirmek<br />

için, bir araya gelmiş kurumların ya da<br />

kişilerin oluşturduğu birliktir.” Örgütlemek<br />

ise: “Bir bütünün ögelerini teker teker ele<br />

alarak, tutarlı ve kullanım amacına uygun bir<br />

bütün oluşturmak; teşkilatlandırmaktır.”<br />

Bireyler ekonomik, toplumsal ve siyasal<br />

alanda seslerini duyurmak, çıkarlarını korumak<br />

ve geliştirip güvence altına alınmasını<br />

isterler. Tek başlarına sorunların çözümü ve<br />

güvenceye alınma olanağı yoktur. Bu nedenle<br />

ortak çıkarları olanlar bir araya gelerek<br />

örgütlenirler.<br />

Ortak çıkarları doğrultusundaki örgütlenmeye<br />

birkaç örnek verecek olursak: İşçi;<br />

Memur; Küçük Esnaf; Köylü; Gençlik; Meslek Odaları; Sanayi Odaları;<br />

Ticaret Odaları; Coğrafi Temele Dayalı; Dinsel Temele Dayalı; Topluma<br />

Dayalı, gibi örgütleri sayabiliriz.<br />

Demokratik Kitle Örgütlerinin Özellikleri<br />

Kitle örgütü olmalıdır<br />

Demokratik olmalıdır<br />

Sınıfsal içerikli olmalıdır<br />

Bağımsız olmalıdır<br />

Demokratik merkeziyetçi olmalıdır.<br />

Pir Sultan Örgütlülüğü<br />

Bilindiği gibi, dinsel temele dayalı yönetimler ve örgütler laik ve demokrat<br />

olamazlar. Ne kadar ilerici yanı olursa olsun, sınıfsal ve demokratik<br />

mücadelenin önünde engeldir. Bilimsel olarak tanımı böyledir. Gerçeği<br />

de budur. Anadolu Aleviliğini bir din, mezhep, tarikat olarak değerlendiren<br />

ve böyle görüntü veren örgütler laik ve demokrat olamazlar. Pir Sultan<br />

Abdal Kültür Derneği, Anadolu Aleviliğini “Din, mezhep, tarikat”<br />

olarak görmüyor ve öyle değerlendirmiyor.<br />

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Anadolu Aleviliğini: Anadolu’da<br />

uygarlık kurmuş olan toplumların oluşturdukları, ortak kültür mozaiğinin<br />

ürünü olarak tanımlar. Tanrıyı, doğayı ve insanı, iç içe kaynaştırarak,<br />

insan sevgisinde somutlaştırır.<br />

Diğer anlamda; Anadolu Aleviliğini: İslam’ın bir mezhebi olarak<br />

değil, Anadolu’nun kültür ve inanç mozaiğinin özümleştirdiği kültür<br />

ve yaşam biçimi olarak algılar. Uğraşlarını bu doğrultuda yönlendirir...<br />

Anadolu Alevilerinin sorunlarının çözümünü, tek yanlı ele almayı değil;<br />

toplumun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel sorunlarıyla iç içe kaynaştırarak<br />

ve bir bütün olarak çözümlemeyi amaçlar...<br />

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Aleviliği böyle tanımlamakta ve<br />

değerlendirmektedir.<br />

Dinsel temele dayalı sivil örgütlerin tüzüğünde ve amaçlarında “Demokrasi,<br />

laiklik, özgürlük, insan hakları” yazılı değildir. Emperyalizme,<br />

faşizme, ırkçılığa, şeriata, sömürüye karşı değildir. Oysa Pir Sultan Abdal<br />

Kültür Derneği’nin tüzüğünde ve amaçlarını belirleyen ilkeler programında,<br />

bu konular açık bir şekilde belirtilmiştir. O nedenle, Pir Sultan<br />

örgütlülüğü, demokratik bir kitle örgütüdür.<br />

SERÇEÞME<br />

Aleviler ve Siyaset<br />

Enver Cemal Şahin<br />

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Basın Yayın Sekreteri<br />

Kitle örgütlerinde bir araya gelme<br />

nedeni, çıkar ortaklığıdır.<br />

Bu siyasi ortaklığa dönüştürüldüğünde,<br />

kitle örgütünün yapısında ayrışımlar başlar.<br />

Örgütün bağımsızlığı ortadan kalkar;<br />

bir siyasi partinin veya grubun<br />

yan kuruluşu olur.<br />

demokratik merkeziyetçiliği zedelenir,<br />

eylemleri başarıya ulaşmadığı gibi,<br />

örgütsel güveni ve saygınlığı gölgelenir<br />

ettikleri tüm katmanları örgütler ve onların<br />

ortak istemlerine cevap verirler.<br />

Bir siyasal partinin yan örgütü durumuna<br />

düşmüş demokratik kitle örgütleri, önce lik le<br />

kendi üyeleri arasındaki bölünmeye neden<br />

olur. Kitlesel birlik bozulur. Bu kitle örgütünün,<br />

herhangi bir siyasal partinin güdümünde,<br />

ondan direktif alması, onun siyasal<br />

görüşünü kitle örgütünde hakim kılmaya çalışması,<br />

kitlesel yığınlaşmayı önler ve yeni bölünmelere<br />

neden olarak, kitlesel birliği bozar.<br />

Eğer, demokratik kitle örgütlerine, siyasi<br />

partinin işlevini yüklemeye ve o gözle görmeye<br />

çalışırsak, büyük bir yanılgı içerisine<br />

düşmüş oluruz. Bunca deneyimin yaşanmasına<br />

karşın, geçmişe dayalı olumsuzluklardan<br />

yeterince ders alınmazsa, sonumuz hüsran olur.<br />

Kısaca: Demokratik kitle örgütlerinin yani, sendikalar, meslek odaları,<br />

derneklerin işlevi bellidir. Kitle örgütlerinde bir araya gelmenin nedeni,<br />

politik ve ideolojik ortaklığı değil; ekonomik, sosyal ve demokratik<br />

ortaklığıdır. Bu çıkar ortaklığı, siyasi ortaklığa dönüştürüldüğünde, kitle<br />

örgütünün yapısında ayrışımlar başlar. Örgütün bağımsızlığı ortadan<br />

kalkar; bir siyasi partinin veya grubun yan kuruluşu olur. Böylece örgütün<br />

demokratik merkeziyetçiliği zedelenir, etkinlikleri, eylemleri başarıya<br />

ulaşmadığı gibi, örgütsel güveni ve saygınlığı gölgelenir.<br />

Bu olumsuzlukları gidermenin yolu ve yöntemi, kitle örgütlerinin<br />

işlevi ile siyasi partilerin işlevini birbirine karıştırmadan, örgütsel bağımsızlığın<br />

korunmasıdır.<br />

Kitle örgütleri ile parti ilişkileri irdelenirken, “kitle örgütleri politikayla<br />

uğraşmaz” anlamı çıkarılmamalıdır. Kitle örgütlerinin ekonomik,<br />

sosyal ve demokratik haklarının özü ve çözümü politikaya dayanır. Ayrıca,<br />

tüm bireyi ve toplumu ilgilendiren temel hakların gelişmesine ve<br />

korunmasına çalışmak, örgütsel ve yurttaşlık görevidir. Belirlenen haklar<br />

ve çıkarlar tartışılacaktır, çözümü için kamuoyu desteğini almaya ve<br />

siyasal iktidarları ve partiler üzerinde örgütsel baskı oluşturmaya çalışılacaktır.<br />

Emek, demokrasi, barış, insan hakları, özgürlük gibi konuları<br />

kendine ilke edinen ve içtenlikle uğraş veren siyasi partilerin etkinliklerine,<br />

destek verilmesi doğru bir yaklaşımdır. Gerektiğinde, birbirlerine<br />

yakın siyasi partiler arasında, eylem ve seçimlerde ittifak sağlamaya<br />

zorlanmalıdır. Bu etkinlikler ve uğraşlar siyasi partilere yamanma değil,<br />

demokratik haklarını ve baskı gücünü kullanmaktır.<br />

Bu tür etkinlik ve çalışmalar yapılarken, değişik siyasi düşünceler<br />

birbirini dışlamadan, kendi düşüncesini egemen kılmaya çalışmadan,<br />

karşılıklı hoşgörü içinde, demokratik kurallara uyarak yapıldığında,<br />

hem kitle örgütünün bağımsızlığı korunur, hem de ilişkilerin sağlıklı olmasına<br />

katkı sağlar.<br />

Demokratik kitle örgütlerinin üyeleri, bireysel olarak inandıkları<br />

siyasi partilere üye olma, üye olduğu partinin yönetimine gelme, hatta<br />

milletvekili olma gibi hakları en doğal haklarıdır. Bu tür uğraşlar, üyenin<br />

doğal hakkı olduğu gibi, yurttaşlık görevini de yerine getirmiş olmaktadır.<br />

Ancak, siyasi partilerdeki sorumluluğu ve işlevini, örgüt sorumluluğuyla<br />

ve işleviyle karıştırmadan ayrı ayrı sürdürmelidir.<br />

18 Şubat 2007 tarihli bu yazı PSKAD Genel Merkezi’nin<br />

internet sitesinden alınmıştır: <br />

Demokratik Kitle Örgütlerinde Siyaset<br />

Siyasi partilerin hedefi, iktidara gelip ülkeyi yönetmektir. Oysa, sendika<br />

veya derneklerin böyle bir hedefi olamaz.<br />

Ayrıca, siyasi partiler, toplumdaki bütün çelişkilere çözüm aramak<br />

ve bu çelişkilere çözücü yolları göstermek zorundadır. Kitle örgütleri<br />

ise, çelişkilerin bir bölümünün odaklaştığı örgütlerdir.<br />

Bu görüş, yani kitlelerin mücadelelerini ekonomik çember içine hapsetmek<br />

demek değildir. Elbette, kitlelerin sınıfsal mücadelelerinde nihai<br />

hedefleri, iktidar olmaktır. Kitle örgütleri bu hedefi gösterecekler, ancak<br />

bu hedefe siyasi partiler yoluyla varılacağı bilincinde olmalıdır.<br />

Bilindiği gibi, siyasi partiler, üyeleri arasında tam bir düşünce ve eylem<br />

birliği ararlar. Temsil ettikleri tabakaların en ileri ve militan kesimini<br />

öncelikle örgütlerler. Oysa sendika ve dernekler en geniş tabanı arayan<br />

ve örgütleyen kuruluşlardır. Siyasal düşüncesine bakılmadan, temsil<br />

Pir Sultan Abdal Kültür Derneği Sultanbeyli Şubesinin 22 Aralıkta Cemevine<br />

Bir Tuğla da Siz Koyun adı altında yaptığı dayanışma etkinliğinden.<br />

Mart 2007 11


SERÇEÞME<br />

ABF Yöneticilerinin Samimiyetsizliği<br />

Av. Fevzi Gümüş<br />

DÜŞÜNCE KARANLIĞINA IŞIK TUTANLARA NE MUTLU<br />

HACI BEKTAŞ VELİ<br />

İnandırılmak<br />

Ali İhsan Doğan<br />

Toplumların bilinci geliştikçe katliamların yerini siyasal baskılar almış,<br />

katliamlar insanların düşüncelerine yapılmıştır. Amaç, insan beynini gereksiz<br />

bilgilerle doldurup, düşünemeyen, sorgulayamayan tek tip insan<br />

yaratmak ve teslim almaktır. Hegemonyalarını sürdürmek için vakıflar,<br />

dernekler, kurslar, basın yayın kuruluşları, zorunlu din dersi kullanılıyor.<br />

Bu olumsuz gelişmeler yaşanırken, kendi inancımızı irdeleyelim.<br />

Alevi-Bektaşilikte aldatma ve kandırma, kadrolaşma yok. Zalime<br />

boyun eğme yok. Biz yüzyıllar önce tanrıyı insanda bulduk. İnsan odaklı<br />

inanç sistemi geliştirdik. Kendi nefsimizi, terbiye etmeye çalıştık. Ahlakımızı<br />

düzeltmeye çalıştık. İnancımız gereği temiz toplum yaratmak<br />

için katili, hırsızı, zina yapanı düşkün ilan ettik, toplum dışına ittik. Kişiyi<br />

yola alırken (ikrar verirken ) yaş sınırı koyduk. ‘Gelme gelme, dönme<br />

dönme’ diyerek düşünme fırsatı sunduk. Bektaşi öğretisine insan sevgisini<br />

yerleştirdik. Gönlümüzü açtık, aklımızla birleştirip düşünce gücünü<br />

ortaya çıkardık. Düşünen ve sorgulayan bir toplum yarattık.<br />

Yolumuzun bir güzelliği de eleştiriye açık olmamızdır. Fakat bu zaman<br />

zaman dozunu aşarak araştırma yapmadan, yeterli bilgiye sahip olmadan<br />

eleştiri yapmaya varmaktadır. Yani sorgulamadan yargılamaktır.<br />

Bu da Bektaşilikte bölünmelere ve kutuplaşmalara yol açmaktadır.<br />

Çeşitli dernek, vakıf ve ocaklar ayrı faaliyet göstermekte. Oysa tarihimize,<br />

Anadolu erenleri Sarı Saltuk, Abdal Musa, Dede Garkın, Mahmut<br />

Hayrani, Hubyar Sultan, Karaca Ahmet, Pir Sultan Abdal şiirlerine<br />

bakmak yeterlidir. Hepsi Hacı Bektaş Veli ye bağlıdırlar. Yani icazetlidirler.<br />

Şemsi Tebrizi’nin Mevlana’yı nasıl irşat ettiği biliniyor. Hacı Bektaş<br />

Veli merkez olmuş, bütün ocakzadeleri kendine bağlamıştır. Bu da<br />

Bektaşiliğin gelişme sürecinde çok etkili olmuştur.<br />

O tarihte Bektaşilikte bu kadar farklılaşmalar yoktu. Hacı Bektaş<br />

Veli bugün yaşananları öngörmüştü ve bir de bedduası vardır. (*) O zaman<br />

10 Şubat 2007-Cumartesi<br />

-12 ŞUBAT 2007 tarihinde yapılacak olan Tüzük hükmü uyarıca<br />

11 doğal üyesi olduğum ABF Danışma Kuruluna aşağıdaki gerekçelere<br />

dayalı olarak katılmadım.<br />

Gündemin “Kurumsal işleyiş ve sorunlarımız” başlıklı maddesi, benim<br />

açımdan Olağanüstü Genel Kurul öncesi ve sonrası yaşanan olumsuzlukların<br />

tartışılmasına yol açabilecek bir gündem maddesi olmasına<br />

karşın, bu süreçte mevcut ABF yönetimine karşı benimde içinde yer<br />

aldığım alternatif liste çıkartanlara yönelik kullanılan “şer cephesi ve<br />

darbeciler”, “genel kurmay-derin devletin adamları” gibi son derece<br />

çirkin, ahlak dışı, Alevi edep ve terbiyesine aykırı, ‘çamur at izi kalsın’<br />

türünden basit olumsuz kavramlar henüz orta yerde durmaktadır. Bu ifadelerin<br />

ABF Olağanüstü Genel Kurulu öncesi ve sonrası yaşanan sıcak<br />

gerilimden kaynaklı olarak kullanıldığı bile hiçbir yerde söylenme ihtiyacı<br />

duyulmamıştır. Bu yönde gerekli soruşturma, yüzleştirme ve dahası<br />

dar cemi yapılması talebi karşısında yönetimce gerçekle yüzleşmekten<br />

‘sinsice’ kaçılmaktadır. Alevi hareketinin emektarlarına karşı kullanılan<br />

bu çirkin, ahlak dışı ifadeler ve iftiralar düzeltilmedikçe, iftiracılar, söz<br />

sahipleri hakkında gerekli soruşturma, kovuşturma, yüzleştirme, gerekiyorsa<br />

alevi hukukunun gerektirdiği cezalandırma yapılmadıkça ABF<br />

üzerinden yaşanacak kurumsal işleyiş ve sorunların devam edeceği şüphesizdir.<br />

Gündemin, “Aleviler ve Siyaset ilişkisi” başlıklı maddesi, Mersin’de<br />

yapılan AABK ve ABF toplantısı basına açıklaması olarak yapılan açıklamalarda<br />

CHP-DSP gibi partilerden kontenjan talep edileceği; taleplerinin<br />

kabul edilmemesi halinde genel seçimlere bağımsız adaylarla girileceği<br />

görüşü dile getirilerek, ABF’nin tavrı kesinleştirilmiş bir biçimde<br />

açıklanmış durumdadır. Basında çıkan bu minvaldeki haberler yalanlanmamıştır.<br />

Hal böyleyken, konu ilk kez ABF bileşenlerinin gündemine<br />

getiriliyormuş gibi bir hava yaratılmak istenmesi, ABF’nin bileşenlerine<br />

karşı samimiyetsiz bir tutum içinde olduğu, en azından alınmış ve kamuoyuna<br />

açıklanmış bir kararı, dikte ettirmek maksatlı olarak Danışma<br />

Kurulu’nun gündemine yazdığı sonucunu doğurmaktadır. Ayrıca kendi<br />

açımdan da 1.maddede özetlediğim çirkin, ahlak dışı, Alevi edep ve terbiyesine<br />

aykırı, çamur at izi kalsın türünden basit olumsuz kavramların<br />

Alevi hareketinin emektarlarına karşı kullanılmasının altında yatan ihtiras<br />

da, 2007 yılında yapılacak Milletvekili Genel Seçimlerinde ‘tek ses’,<br />

‘dikensiz gül bahçesi’ bir alevi örgütlenmesi görüntüsü verilmesi sureti<br />

ile mevcut ABF yönetiminden adı artık kamuoyunda açıkça telaffuz<br />

edilmeye başlayan birkaç kişinin, ama asıl yurtdışı örgütlenmesinden<br />

adı birilerince malum olan arkadaş çevresinin meclise taşınacağı yönündeki<br />

saf hayalden kaynaklanmaktadır.<br />

Sonu hüsranla bitecek böylesi bir süreçte adımın kullanılmasını<br />

istemediğim gibi, örgütsel bir yönetim görevimin de bulunmaması sebebiyle,<br />

Danışma Kurulu’nun uzun tartışmalarla ve müzakerelerle oluşturulduğu<br />

varsayılarak kamuoyuna sunulacak olan, oysaki daha önce<br />

belki Köln’de bir televizyon bürosunda, belki Çankaya’da bir restoranda<br />

yazılarak birilerinin diz üstü bilgisayarında kayıtlı bulunan sözde bir<br />

bildirgenin nesnesi de olmak istemiyorum. Yani bu Danışma Kurulu’na<br />

çağrılmamız anlamı da, daha önceden alınmış ve basına da haber olmuş<br />

bir kararı, bizleri bir arka fon olarak kullanıp, kamuoyuna deklere etme<br />

girişiminden başka bir şey değildir.<br />

Ayrıca bu türden yapay, samimiyetsiz ve daha önemlisi gerçeklikten<br />

kopuk süreçlerle Alevi Örgütlenmesinin gerçek ideolojik mücadelesinin<br />

ve enerjisinin, potansiyelinin zaafa uğratıldığını da düşünmekteyim.<br />

‘Siyasete müdahale’ adı altında daha evvel DBH-BP Sürecinde bir<br />

benzeri denenmiş bulunan ve maalesef aynı kişilerce ‘Alevi Örgütlenmesini<br />

Bölme’ pahasına yürütülen bu gözü karalığı hak etmediğine inandığımdan<br />

da toplantıya katılmak istememekteyim.<br />

ABF tarafından sıkça kullanılan “doğrudan temsil” kavramı da, siyaseten<br />

yanlış ve hiçbir temeli olmayan bir kavramdır. Siyasal literatürde,<br />

böyle bir kavram bulunmamaktadır. Temsil ve doğrudanlık ilişkisi birbiriyle<br />

çelişirler. Ancak siyasal literatürde, “Temsili demokrasi” ve(ya)<br />

“doğrudan demokrasi” gibi kavramlar kullanıldığı bilinmektedir. ABF,<br />

siyasal literatürde bulunan ve birbirinin alternatifi olan bu iki deyimden<br />

ilk iki sözcüğü alarak, yeni bir kavram uydurmuştur ki, bu kavramın hiçbir<br />

anlamı yoktur. Eğer kastedilen Alevilerin siyasette yer alması ise, bu<br />

kavram hem Alevilerin siyasette yer alması prensibini karşılamaz hem<br />

de yaratılan kavram kargaşası nedeniyle istenilen sonuca ulaşılamayacağı<br />

için Alevi toplumunda yeni bir hayal kırıklığı yaratılmasına neden<br />

olur.<br />

Neden toplantıya katılmadığımı soranlara ve ilgilenenlerin bilgisine<br />

saygı ile arz ederim.<br />

•<br />

ki kervan hızıyla yolu bir günlük olanın bir yılda, iki günlük olanın iki<br />

yılda, üç günlük olanın üç yılda, on günlük olanın on yılda bir gelip icazetlerini<br />

yenilemeleri gerekmektedir. Gelmediği taktirde ‘yediği haram,<br />

yuduğu murdar, tacı delik, kendi murtattır’ der Hacı Bekaş Veli.<br />

Durum böyleyken şimdiki ocak dedeleri, diğer toplum kuruluşları<br />

neden Hacı Bektaş Veli Serçeşmede birleşmiyorlar? Veliyettin Efendimin<br />

birçok kere “Biz yol gösteririz, yönlendirmeyiz” dediğini duydum.<br />

Ekonomik ve sosyal nedenlerden dolayı köylerimiz boşaldı. Köy<br />

Enstitüleri gibi çalışan, büyüklerimizin ‘irfan mektebi’ dediği insan yetiştiren<br />

cemevlerimiz sürdürülemez oldu, etkinliğini yitirdi. Bu geleneği<br />

geleceğe taşımak için tek umut sivil toplum örgütleridir. Bu örgütlerden<br />

verim alabilmek için tek çatı altında birleşilmelidir. Yolumuzdaki<br />

sevgi ve hoşgörüye dayanarak, menfaati, siyaseti bir kenara bırakıp bir<br />

merkez oluşturmak durumundayız. Aksi durumda farklı sesler ortaya<br />

çıkar, benliğimizle çelişen fikirler üretilir. Bilinen Alevi-Bektaşi yolunu<br />

nereye koyacağını bilemeyenler, Bektaşiliğin içinde tanrıyı kaybedenler,<br />

türbana benzeyen bezlerle bacıların başını bağlayıp cem yaptıran dedeler<br />

görüyoruz. Bu farklı tanım ve yorumlar zenginlik anlamına gelmez,<br />

aksine parçalanmaya yol açar. Bazı sivri uçların yada art niyetli insanlar<br />

Alevi-Bektaşiliği bir tarafa çekmek isteyebilir.<br />

Bunların ortadan kalkması için merkezi yönetim gerekmektedir.<br />

Özellikle bu noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bütün dernek, vakıflar,<br />

federasyonlar bir noktada toplanırsa temsil hakkı konusunda hukuki açıdan<br />

güçlenir. Alternatif oluşturur. Alevi-Bektaşi felsefesini taşımayan<br />

Alevi Din Hizmetleri adı altında faaliyet gösteren vakıf ve dernekleri<br />

reddedebilme gücüne sahip olur.<br />

Bütün evrensel değerleri içinde taşıyan yolumuzu geleceğe taşıyıp<br />

toplumsal birlik için hizmet etmemiz gerekmektedir. Hatasız bildiğim<br />

bu yol kolay kazanılmadı. Bu zamana kadar atalarımız canlarıyla kanlarıyla<br />

bedel ödediler. Oysa biz çok kolay tüketiyoruz. Gelecek bizden<br />

hesap soracak bu iyi biline!<br />

Saygılarımla<br />

•<br />

(*) Kaynak: Ali Celallettin Ulusoy, Hünkar Hacı Bektaş Veli ve Alevi Bektaşi<br />

Yolu.<br />

12 Sayı 27


SERÇEÞME<br />

HÜSEYİN GAZİ KÜLTÜR VE SANAT VAKFI İLE HÜSEYİN GAZİ DERNEĞİ’NİN DÜZENLEDİĞİ<br />

Ocaklar ve Dedelik Sempozyumu<br />

Hasan Harmancı<br />

HÜSEYİN GAZİ Kültür ve Sanat Vakfı ile Hüseyin Gazi Derneği’nin<br />

ortaklaşa düzenlediği “Anadolu Aleviliğinde Ocaklar ve<br />

Dedelik Kurumu” sempozyumu 15-16 Aralık 2006 tarihinde Hacı Bektaş<br />

Anadolu Kültür Vakfı’nda yapıldı. Aleviliğin son dönem sorunlu<br />

alanlarından biri olarak Ocak ve Dedelik sorunu bu alanda araştırma<br />

yapan araştırmacılar, bilim adamları ve bazı ocakların dedeleri tarafından<br />

tartışıldı. Farklı disiplinlerden katılımcılarla gerçekleştirilen Sempozyumda<br />

on dokuz bildiri yer aldı ve Türkiye’nin her yerinden farklı<br />

Ocaklardan yirmi dokuz dede konuşmacı olarak katıldı.<br />

Piri Er’in “Anadolu Aleviliğinde Dedelik Kurumu ve Kentleşme Sürecinde<br />

Yaşadığı Değişim” ve Ali Yaman’ın “Değişen Ocak Sistemi”<br />

konulu bildirileri ile başlayan Sempozyum dokuz ayrı oturum olarak<br />

gerçekleştirildi.<br />

Ayhan Yalçınkaya, “Eşitlikçi Dışlama Dedelik Soy ve Siyaset”; Ali<br />

Yıldırım, “Ocakların Tarihsel Kökeni”; Yılmaz Soyer, “Bektaşilikte<br />

Mürşid ve ‘Dedelik’, ‘Babalık’”; Ahmet Taşgın, “Buyruklarda Dedelik<br />

ve Günümüze Yansımaları”; Cenk Üçer, “Tokat Örneğinden Hareketle<br />

Alevi Ocakları”; İbrahim Bahadır, “Sucaaddin Veli ve Ocağa Bağlı<br />

Gruplar”; Ali Aksüt, “Tahtacıların Bağlı Oldukları Dede Ocakları”;<br />

Dilek Kızıldağ Soileau, “Elif Ana; Gelenek Dışı Bir Ocak İcadı”; Hasan Harmancı, “Erkekler Dünyasında<br />

Bir Kadın: Sultan Ana”; Ömer Uluçay, “Nusayrilerde İnanç Önderleri”; Hamza Aksüt,<br />

“Dede Ocaklarında Hiyerarşi”; Hıdır Temel, “Ocaklar ve Dedeler ile İlgili Güncel Bir Değerlendirme”;<br />

Gülağ Öz, “Sivrialan Köyünde Alevi İnançları; Ocaklar- Bektaşilik” gibi öne çıkan çeşitli<br />

konular tartışıldı.<br />

Sempozyumun ilk günü konuyla ilgili bildirilere yer verilirken, ikinci gün Ocakları temsil<br />

eden veya ocaklar konusunda yetkin olan Dedeler yer aldı. Çoğunlukla kendi ocaklarının bağlı<br />

olduğu soy ve şecereler üzerinde duran dedeler ellerindeki yeni bilgi ve kaynakları da aktarma<br />

olanağı buldular.<br />

Dedelik Kurumunun ve Ocakların durumlarının disiplinler arası bir çalışma ile gündeme taşınması<br />

kuşaklar arasındaki kopukluğun da gündeme alınmasına neden oldu. Ocak ve Dedelik<br />

yapılarının yaşadığı sorunları tespit etmek açısından benzerinin bir süre önce Almanya’da da gerçekleştirilmiş<br />

olması ilginçti. Bu kadar yakın dönemde aynı konunun bilimsel yanıyla ele alınması,<br />

bu iki yapının yaşadığı sorunların önümüzdeki dönemlerde daha da tartışılacağını göstermektedir.<br />

Sempozyumun gelecek yıllarda da tekrarlanacağı düşünüldüğünde, kurumsal çeşitli zaaflar<br />

ve sorunlarla ilgili bütünsel bir yaklaşıma ve çözüme gideceği belli olmaktadır.<br />

Alevilik sorununun iki temel yapısal sorunuyla gündeme gelen konuların sadece bu iki alanla<br />

sınırlı kalmaması ve farklı bilim disiplinleri tarafından bağlı sorunların gündeme taşınması, Alevilik<br />

kapsamındaki sorunların ve çözümlerin iç içe geçmiş olduğunu göstermektedir.<br />

Özellikle Dedelik ile ilgili hazırlanan ve Dedelerin yanıtladığı on yedi sorulu form önemli<br />

bir veri oluşmasına hizmet edecek özellikteydi; Ocaklarla ilgili beraatların, kurucu inanç önderlerinin,<br />

Ocaklara ait türbeler etrafında oluşan kültlerin, makamların, ne tür Ocak olduklarının<br />

tanımlanmasının istenmesi, talip coğrafyalarının, söylencelerin, ocağın anlatıldığı şiir vb.lerinin<br />

sorulması alana çıkmadan önce edinilmesi gereken ön bilginin toplanmasına, araştırmacıların alana<br />

hazırlıklı çıkmasına destek olacaktır.<br />

Kitap olarak da hazırlanacak olan bütün çalışmalar ocakların dağılımı konusunda son dönemde<br />

başlayan tartışmalara yeni boyut kazandıracaktır. Ocak dağılımı ve coğrafyalarının belirlenmesi<br />

için son dönemlerde yapılan alan çalışmaları bu Sempozyuma taşınan boyutuyla da Aleviliğin hem<br />

tarihle hem de veri karmaşasından kaynaklanan eksiklikleriyle yüzleşmesine veri sunacaktır.<br />

Ocaklarla ilgili şecerelerin varlığına rağmen, yazılı kaynak sorunu yaşayan Alevi kültürünün<br />

sözlü geleneğinin ‘süren’ renkli ve canlı boyutu olan şiirle yaşaması ocakların kendilerini<br />

Ehlibeyt’e veya Erdebil’e vb. bağlamaları için önemli ve vazgeçilmez kaynak olarak karşımıza<br />

çıktı, bu Sempozyumda da. Neredeyse her Ocak’ın kendisi için söylenegelen şiirlerle kendine tarihi<br />

misyon, keramet, Seyit kökenli ve soy bağlantısı kurma çabasında olması sorunun tanımlanmasını<br />

zorlaştırmaktadır. Geleneksel Aleviliğin inanç ve kültür noktalarının şiir geleneğine bağlı<br />

olarak ifade edilmesi ve şecerelerin güven vermemesi, doğru belge ve bilginin oluşmasına engel<br />

olmaktadır.<br />

Ocakların kendilerine övünç oluşturmak için talip sayılarını tam olarak bilmemeleri ve tahminlerle<br />

hareket ederek abartmaları, ocaklarına fazla keramet yüklemeleri ve Ocaklarını tarihsel<br />

bilgi olarak yanlış sunma çabaları verimliliğin düşmesine neden oldu. Dedelerin hâlâ kendilerini<br />

Ehlibeyt’e bağlama çabaları yanında bir kısmının da Şaman gelenek ve kökene bağlı olarak<br />

kendilerini ifade etmeleri ‘öğretilmiş’ bilgi ile hareket ettiklerini göstermektedir. Ortak bir nokta<br />

yakalayamamaları ve Sempozyumda Ocakların kuruluşu ile ilgili bildirilerden çok da etkilenmediklerini<br />

gösterdi. Halbuki bu konudaki bildiriler bir anlamda verili bilgileri, yanlışlarını ortaya<br />

koyan ve çürüten içeriklere sahipti. Alevilerin asimilasyondan nasıl etkilendiğinin en açık görüldüğü<br />

koşullar bir yönüyle de bu dedelerin bilgi alanında ortaya çıktı.<br />

Öte yandan kadınların Alevilik içindeki önderlik vasıflarının göz ardı edilmesine karşın “Ana”<br />

unvanlı “Kadın Dedelerin” bu Sempozyum’da gündeme gelmesi ve ilgi görmesi yeni çalışmaların<br />

önünü açacak özellikteydi. Elif Ana ve Sultan (Battal) Ana gibi kadınlara ait yaşayan örneklerin<br />

sunulması Dedelik ve Ocak anlayışlarının görünen ve bilinenler dışında “yeniden değerlendirilmesi”<br />

için açık kapılar yarattı.<br />

KELİME ATA<br />

Alevilerin İlk Siyasal Denemesi<br />

(Türkiye) Birlik Partisi<br />

ISBN 975-10109-0-2<br />

13 x 19,5 cm boyutunda 352 sayfa<br />

Kelime Yayınevi, Ocak 2007<br />

Tel: 0312.231 4209<br />

Kitabın Arka Kapak Tanıtım<br />

Yazısından<br />

Kırk bir yıl önce bir grup zengin Alevi, Alevilerin<br />

ilk siyasal denemesi olan Birlik Partisi’ni<br />

kurdu. İlk genel başkanı istihbaratçı Emekli<br />

General Hasan Tahsin Berkman’dı; sadece<br />

Berkman değil, üç kurucu daha asker kökenliydi.<br />

Milli Birlik Komitesi üyesi Sıtkı Ulay’dan,<br />

Alaattin Kıral’a, Sadettin Süataç’tan, Celil<br />

Gürkan’a ve Lütfü Gezer’e kadar çok sayıda<br />

emekli subayın politika yaptığı Birlik Partisi,<br />

on dört yıllık siyasi ömrü boyunca üç genel<br />

başkana sahip oldu; üç kez programını değiştirdi.<br />

Sağ eğilimli bir yapıda başladığı siyasi<br />

yolculuğu, demokratik sol çizgiyle devam etti,<br />

1980’lerin sonuna doğru sol örgütlerin yuvası<br />

oldu [...].<br />

İç çalkantıları hiçbir döneminde bitmedi,<br />

sayısız bölünmeye uğradı hatta kendi içinden<br />

bir parti doğdu. Devrimci Alevi gençleriyle-<br />

Alevi dedelerin iktidar savaşlarına sahne oldu,<br />

Hacı Bektaşi Veli’nin efradı kabul edilen Ulusoy<br />

ailesiyle siyasi kan davası yaşadı. CHP’nin,<br />

gerçekleştirdiği operasyonlarla güçsüzleştirdiği<br />

parti, devlet tarafından Alevilerin oyunu<br />

soldan koparmak üzere kurdurulduğu ithamından<br />

kurtulamadı.<br />

Alevilerin siyasete müdahale etmesi gerektiğine<br />

dair tartışmaların olanca sıcaklığı<br />

ile devam ettiği şu günlerde, (Türkiye) Birlik<br />

Partisi, anımsanması gereken bir deneyim.<br />

Türkiye’deki siyasal yaşamı derinden etkileyen,<br />

Alevilerin kimlik mücadelesine siyasal<br />

öncülük eden (Türkiye) Birlik Partisi deneyimiyle<br />

ilgili bugüne kadar hiçbir akademisyen<br />

ya da araştırmacının çalışma yapmaması ya da<br />

yapamaması ise düşündürücü. [...]<br />

13


SERÇEÞME<br />

YAZARIN SORUN POLEMİK DERGİSİNİN 22–24 SAYILARINDA YAYINLANAN UZUN ÇALIŞMASINDAN ALINTILAR<br />

Dersim... Dersim…<br />

Sırrı Öztürk<br />

BU YIL altıncısı düzenlenen Munzur Kültür<br />

ve Doğa Festivali’ne katılma kararı alırken<br />

[…] iki konuyu ya da özlemimizi üst üste çakıştırmayı<br />

denedik.<br />

Birincisi, bu festivale katılmak, Sorun Yayınları<br />

Kolektifi’nin üretmiş olduğu kitap ve dergi<br />

faaliyetlerini bölge halkının yakından tanımasına<br />

imkân vermek, okurlarımızla canlı diyaloglar<br />

kurmak, yörenin havasını teneffüs etmek, tarihsel-kültürel<br />

önemi olan yerleri bizzat gözlem<br />

yaparak görmek, insanımızın ne yiyip içtiğini,<br />

yüreğinin nasıl çarptığını yakından öğrenmek,<br />

eleştirilerini dinlemek, onlardan da öğrenmek,<br />

vb. gibi siyasî amaçlı duygu ve özlemlerimiz olarak<br />

sıralanabilir.<br />

İkincisi, 120 yıl önce bu bölgeden göç eden<br />

Apo Memed Dedemin doğup büyüdüğü köyü,<br />

yöre insanlarını görüp gecikmiş bir hasreti gidermek<br />

gibi, kişiselliği ağır basan bir özlem olarak<br />

özetlenebilir. […]<br />

Dersim, yalnızca bugünkü değiştirilmiş adıyla<br />

Tunceli ili sınırlarıyla anılmıyor. Kuzeyinde<br />

Erzincan’ın, doğusunda Bingöl’ün, güneyinde<br />

Malatya’nın, batısında ise Sivas’ın (Koçgiri) bazı bölgelerini de içine<br />

alan bir coğrafyanın adıdır Dersim. Bölge halkı İslâmiyet’e ve Arap<br />

adetlerine muhalefet eden Kızılbaş kültürel geleneğinin insanıdır. […]<br />

Dersim; halk hareketleri, isyan-başkaldırıları ve halkının dili, inançları,<br />

kültürel gelenekleri, mitolojik zenginliği, tarihi, iklim ve coğrafyası,<br />

dağı, taşı, suyu, şelalesi, bitki örtüsü, ormanı, hayvanları, öyküleri,<br />

destanları, türkü ve şarkılarıyla ayrıntılı ve çok yönlü irdelenmeye değer<br />

bir bölge.<br />

Dersim tarihi denilince akla hep gözyaşı, acı, çile ve kan geliyor. Bölgede<br />

her hanenin birkaç ölüsü ve onulmaz acılarla dolu öyküsü var. […]<br />

Dersim halkı, Anadolu’da çeşitli uygarlıklar kuran halklardan Ermenilerin<br />

toprakları üzerine, göç ederek yerleşmişti. Tehcire kadar<br />

uzun süre de birlikte yaşamışlardı Ermenilerle. Bölgede Ermenilere<br />

ait mezar, ev ve kilise kalıntılarına rastlanmaktadır. Bu kalıntılar, çoğunlukla<br />

taşlarından yararlanma ya da define saikiyle tahrip edilmiştir.<br />

Dersim’de ki pek çok köy, dağ, su, dere, köprü isminin kökleri çoğunlukla<br />

Ermenice’dir. […]<br />

Büyüklerimizden bizlere aktarılanlara baktığımızda Aile Kolektifimizin<br />

ilerici ve devrimci geleneklerini, anne tarafımızdan gelen<br />

Havva Ana ile Eşkiya Apo Memed’in hayatı varlığımızı daha çok biçimlendirmiştir.<br />

Apo Memed’in (dedemizin) yedi kardeş olduklarını,<br />

ticaret kervanlarıyla Halep ve Şam’a gidip geldiklerini, onların da ‘eşkiya<br />

yatağı’nda silahlı olduklarını, bir müsademede kardeşlerden birinin<br />

ölmüş olduğunu, ölen kardeşin karısı Leyla’ya öteki kardeşlerin sahip<br />

çıktığını, vb. öyküleri büyüklerimizden dinlemiştik. Eşkiya Apo Memed,<br />

Dersim Ovacık İlçesi Mıkıko köyünden (şimdiki adı, Eğri Kavak)<br />

geliyor. Anılan köy günümüzde tamamen yakılmıştır. Dedem bir kısım<br />

bölge halkıyla birlikte 1890–1900 yıllarında (kesin tarih kaydı yok)<br />

Erzurum Aşkale Taşağıl Köyü’ne göç ediyor. Dedem ve Nenem kendi<br />

aralarında Dersimîce konuşurmuş. Eşkıya Apo Memed, neden ve hangi<br />

gerekçelerle göç etmişti? Veya göçe zorlanmıştı? Eşkıyalık mesleğini<br />

neden seçmişti, neden bırakmıştı? Neden çobanlıkta karar kılmıştı? Hiçbir<br />

zaman toprağı ve mülkü olmadığına göre emekçi halklardan yana<br />

ve belki de İnce Memed türünden bir konuma sahipti. Hayatın şu garip<br />

cilvesine bakın ki, 1923’den sonra Dersim-Ovacık-Mıkıko köyünden<br />

Aşkale’nin bir Kürt-Alevi karışımı köyüne göç eden toprak ağası, mütegallibe,<br />

halk düşmanı Yehmo Ağa neden ve hangi vukuatından ötürü<br />

Eşkıya Apo Memed’ten “ne olur, ben ettim sen etme, canımı bağışla!...”<br />

diye yalvarıp diz çökmüştü? Köyümüzün yaşlı kuşaklarının aktardığı<br />

anlatımlar dışında ayrıntılı bilgilerle bu süreci bir türlü öğrenemedik.<br />

Eşkıya Apo Memed’in çeşitli tüfekleri, kamaları, eşkıyalık mesleğinin<br />

gümüş kakmalı alet ve edevatları nasıl da kapanın elinde kalmıştı? Yoksulluk,<br />

yoksunluk ve öksüzlük ailemizin belini bükünce bu soruların da<br />

tutarlı bir cevabını alamıyorduk. O günün koşullarına göre de “ateist”<br />

sayılan babam neden Molla (Melle) olmuştu?<br />

Ailemiz, inkâr, imha, göç, göçe zorlama şartlarında Dersim’den<br />

Aşkale’ye geldikten sonra da, Osmanlı-Rus Harbinde tekrar göç etmiş,<br />

Tokat, Dersim ve Çorum’a gitmişti. Savaşın<br />

sona ermesiyle, tekrar Aşkale, Taşağıl köyüne<br />

gelmişlerdi. Sırasıyla Taşağıl, Saptıran, Pırnagapan<br />

köylerinde topraksız, mülksüz bir aile yaşamı<br />

içindeyken babam Mehmed, Anam Ayşe’den<br />

olma tam on bir çocuk dünyaya getirmiş. Babam<br />

da cömert ve fukaraydı. Haddinden fazla da diyergâm<br />

biriydi. Anam, 13 yaşında iken 55 yaşındaki<br />

babama üçüncü eşi olarak kocaya gitmiş<br />

(verilmiş)ti. Anamın 27 yaşında dul ve kimsesiz<br />

kalışı, on bir çocuktan beşinin ‘doğal seleksiyon’<br />

ölüşü, altısının binbir sıkıntıyla bakımı, bütün<br />

bunlar bizlerin düşünce-davranış çizgilerimizi<br />

biçimlendiren etkenler idi.<br />

Apo Memed Dedemin, babamın ölümünden<br />

sonra, göçtüğümüz, daha doğrusu sığındığımız<br />

Erzurum’a anamı ve torunlarını görmeye gelirken<br />

kendisine yapılan bir hakaret sonucu kalp krizi<br />

geçirip ölüşü, cenazesinin belediye tarafından (sahipsizce)<br />

kaldırılışı, Nenem’in, Babam’ın ölümü,<br />

Erzurum’daki toprak ağalığına dayanan sömürü<br />

ilişkileri, bölge insanının işsiz, yoksul ve çok korkunç<br />

bir baskı ve sömürü altında yaşamış oluşu,<br />

Osmanlı sonu oluşan Cumhuriyet rejiminin de köklü yapısal değişimler<br />

yapmadan sosyo ekonomik yapıyı aynen koruyup kollaması, dahası<br />

“devlet eliyle kapitalist yetiştirme” politikası, Gorki’nin Ana’sını aratmayan<br />

Ana’mın olağanüstü fedakârlığı,10 Eylül 1920 Bakû’de yapılan I.<br />

Şark Milletleri Kurultayı’na ve Erzurum Kongresi’ne katılan öğretmen<br />

Mehmet Fikri Saygın’ın (Babamın Medrese arkadaşı ve vasiyeti üzerine<br />

Aile Kolektifimiz’e bakmakla görevli) bizleri okutmak için insanüstü<br />

çabası, 1936’da kabul edilen “Soyadı Kanunu”na göre irademiz dışında<br />

soyadımızın “Öztürk” konuluşu, öksüzlüğümüz, Dedemin, Nenemin,<br />

Babamın ne bir mezarına ne de bir fotoğrafına sahip oluşumuz, savaşlarda,<br />

seferberlikte kaybolan aile fertlerinin akıbetinin bilinemeyişi, bizi<br />

vareden topraklarla buluşup insanlarımızla diyaloga giremeyişimiz, vb.<br />

binbir etken Aile Kolektifimiz’in hamurunu yoğurmuştur.<br />

1950 yılında bir gazeteye ilan vererek ailemizin varsa akrabalarını-köklerini<br />

ve seferberlikte, göç sırasında kaybolan Anamın ve Ezem<br />

Nenenin anlatımlarına göre ise kaçırılan kardeşleri Fatma’nın akıbetini<br />

soruşturduk. Bu ilandan hiçbir olumlu cevap alamadık. Fatma Ezem güzelliği<br />

ile tanınırmış. O dönem Türkiye’nin nüfusu 30 milyon. Gazete<br />

okuma oranı da yüzde 1–2 civarında. İlanımıza olumlu cevap alamayışımızın<br />

sebepleri malum. Bizzat yöreye giderek araştırma-soruşturma<br />

yapacak maddî imkânlara da sahip değildik. Yine o dönem radyodaki<br />

“kayıp ilanları”na başvurduk, Oradan da olumlu bir cevap alamadık.<br />

İşin ilginç yanı o dönem evimizde radyo da yoktu. Komşuların radyosunu<br />

dinliyorduk arada bir. Fukara Anam son demlerinde dahi, yakınarak<br />

kardeşi Fatma’yı anıyordu… […]<br />

Rayber ve Rayberlik Kurumu<br />

Sözcüklerde Rayber: Dinî yol gösterici, yol açan olarak kullanılıyor.<br />

Dersim üzerine yazılan hemen hemen bütün anı, roman, şiir, inceleme<br />

ve araştırma kitaplarında bir “Rayber” tipolojisine rastlanır. Bölge halkı<br />

bir zamanlar yaygın biçimde “Rayber” ismini çocuklarına verirlermiş.<br />

Osmanlı’nın Dersim’e uygulayageldiği baskı, terör, kırım ve kıyıcılığı<br />

artırılarak Cumhuriyet dönemine aktarılmış. TC Devleti’nin de devlet<br />

tekelci kapitalist dönemine evrilmesi aşamasıyla birlikte, bölge halkını<br />

içinden vurmak, zayıf düşürülmüş karakterli kimseleri para ve altın<br />

karşılığında kullanmak düşüncesi hâkim bir uygulama olarak varlığını<br />

korumuş. Bu uygulama yeni nitelikler kazanarak sürdürülmüş. Özellikle<br />

1938’deki kırım ve katliamlarda Seyyid Rıza, Seyyid Hüseyin ve<br />

Alişer’lerin öldürülmesi gibi olaylarda “Rayber” isimli birinin Ocağına,<br />

aşiret, inanç, kült ve kültürel geleneğine karşı ihbar, jurnal, ispiyon ve<br />

adı ne olursa olsun Kızılbaşlık birikimlerine aykırı kullanılmasıyla birlikte<br />

artık bu ismi hiç kimse çocuklarına koymamaktadır. […]<br />

Dersim’e eşim ve ben, bölge halkından “mihmandar” bir yol arkadaşım<br />

ve eşi ile birlikte gitmiştik. […] Arkadaşım ilerici, demokrat ve<br />

dürüst bildiği bazı kimselere bendenizin hayat öyküsünü, hapishane deneyimimi,<br />

işimi, iyi niyetlerle de olsa bazı abartılarla anlatmadan edemi-<br />

14 Sayı 27


SERÇESME SERÇEÞME<br />

yordu. Özellikle de “Mahir, Ulaşlarla hapis yatmıştır...” gibi anlatımları<br />

Bölge’de aleyhte yankı yapabilecek ölçüye varabilirdi. Eşi ise, Kadın-Ata<br />

kültünden olsa gerek, daha gerçekçiydi. Kocasına itidal ve denge tavsiye<br />

ediyordu. Sık sık, “zevzeklik insanın başına iş açar” uyarısında bulunmaktan<br />

edemiyordu.<br />

Bölge halkı yüzlerce yıllık deneyimiyle dikkatli ve dengeli olmayı<br />

yeğliyordu. “İç Savaş” yaşamıştı son olarak... Hâlâ da askeri timlerin,<br />

helikopterlerin, savaş uçaklarının, namluların ucundaki demokrasimizde<br />

‘nasıl ayakta kalabilirim’in kavgasını veriyordu. Kuzeyli Kürtlerin<br />

ve Dersimlilerin, özellikle de yoksul köylülüğün, emekçilerin ekmeğini<br />

kazanırken nelere katlandığını, ne yiyip içtiğini, hangi şartlarda üretim<br />

yapmaya çalıştığını herkes bilemez. […]<br />

Tunceli’de bir parkta oturuyoruz. “Bu parkın adı nedir?” sorumuza<br />

bölge halkı “İsmet Paşa Parkı” dediğinde, bu ismin parka verilişini<br />

yadırgadığımızı hissettiriyoruz, fakat halk temkinli, “tahrik” dolu eleştirimize<br />

hemen cevap vermiyor, gülümseyerek, sağına soluna bakarak<br />

cevap vermeyi yeğliyor. Bölgenin tüm sokak, cadde, okul, meydan,<br />

park, hastane, vb. resmî ideolojinin ve resmî tarih anlayışının uzantısında<br />

isimlendirilmiştir. Çoğu Ermenice ya da sonradan Dersimce konulan<br />

köy, mezra, dere, geçit, mağara isimleri de öztürkçeleştirilmiş...<br />

Öztürkçeciliğin büyük bir zevkle tadını çıkaranların hâkimiyetindeki<br />

bir bölgede elbette şaka yollu da olsa asla zevzeklik yapamazsın.<br />

“Eline, Diline, Beline Sahip ol!” öğretisine sahip olamazsan, “Rayberlik<br />

Kurumu”nun işbaşında olduğunu unutursan, başına iş açarsın!.. […]<br />

Kadın-Ata Geleneği’nden Üç Örnek<br />

Bir yandan Arap İslâm’ın, bunun üstüne Osmanlı’nın, bunun da üzerine<br />

TC Devletinin Kızılbaşlık geleneği üzerine sistemli biçimde uygulayageldiği<br />

baskı, terör, kuşatma, kıyım ve kırımlar Dersim’deki Kadın-<br />

Ata geleneğinin etkisini kırmayı denemiştir. […]<br />

Ovacık’ın kırsalında ve bazı köylerinde Kadın-Ata geleneğinin uzantılarını<br />

aradık. Bulduğumuz örneklerden biri Mıkıko köyü yıkıntılarının<br />

yanıbaşındaki yaylada 85–90 yaşlarındaki karı-koca örneğinde ortaya<br />

çıktı. Kadın-Ata âdeta bir heykel gibi dimdikti. Uzun boylu ve soylu<br />

Kızılbaş geleneğinin bir parçasıydı. Kızılbaş Ana-Ata’larla karşılaştığımızda<br />

ellerinin içi ve omuzları öpülüyor (niyaz ediliyor)du. Kızılbaş<br />

Ana-Ata kadınlarımızdan özellikle 1938’i dinledik. Sorunlarını öğrendik.<br />

Böyle bir karşılaşmada “mihmandar” yol arkadaşımıza (ki ağır şaka<br />

yapmasını sever) bizlerin kim olduğumuzu sorduklarında: “Bunlar Tırkî<br />

(Türk)” dediğinde uzattıkları ellerini hemen geri çekmiş bizlerle tokalaşmamışlardı.<br />

Dersimceyi bilmeyişimiz “mihmandar” arkadaşımızın<br />

muzipliğini kolaylaştırmış ve zor bir sahnenin yaratılmasını tetiklemişti.<br />

Sonradan kimlik ve kişiliklerimizi ve aile kolektifimizin 120 yıllık serüvenini<br />

anlatınca sıkılmayan eller daha sıcak bir kabule dönüşmüş birbirimize<br />

sarılmış, kucaklaşmıştır. Kadın-Ata örneğindeki Ana’lar gözyaşlarını<br />

tutamamıştı. “Bize otuzsekizi hatırlattınız. Yaralarımız derindir. Sen<br />

bizim aşirettensin. Koçgirilisin. Sen bizim Alişer’imizsin. Ne iyi ettiniz de<br />

geldiniz. Lisanımızı konuşamasanız da simanızdan (cemalinizden) bellidir.<br />

İyi ki kendinizi korumuş, bu günlere gelmişsiniz” diyen Kadın-Atalar<br />

ile bizim hanım (eşim, hayat arkadaşım) da kırk yıllık Kızılbaş gibi kaynaşmış<br />

gözyaşı selinde kucaklaşıp hemhal oluvermişti.<br />

İkinci Kadın-Ata örneğini torunu dünyaya yeni gelen yoksul bir<br />

emekçinin evinde görmüştük. O da heykel gibi duruyordu. Dışarıda<br />

40–45 derece sıcaklık vardı, fakat O mahalli giysileri içinde çok rahat<br />

ve gururluydu. Hane’nin direği ve sözü geçeniydi. Geleneklerin durumu<br />

hakkında pek az şey konuştuk. Giyim ve kuşamı dışında, görsel malzemelere<br />

hayranlığımız dışında konuya derinliğine giremedik. Torununun<br />

doğumunu kutladık, görevimizi yerine getirdik ve Hane’sinden ayrıldık.<br />

Üçüncü Kadın-Ata örneğini yılın altı ay yazını Ovacık kırsalında,<br />

altı ay kışını İstanbul’daki oğlunun yanında geçiren bir Ana’da gördük.<br />

Ovacık’a gelir gelmez Kadın-Ata giysileriyle kurum kurum kuruluyordu.<br />

Kendisini bu türden giysiler içinde çok daha rahat hissettiğini söylüyordu.<br />

[…]<br />

Arap İslâm-Kızılbaş Karşıtlığı<br />

[…] Munzur Baba’yı ziyaretimizde, O’nu anlatan kocaman tabeladaki<br />

Türkçe-İngilizce sunumları okuyunca çok irkildik. Munzur Baba, yok<br />

şöyle yapmış da… Okuyup üflemiş de… Kâbe’de sıcak helva yedirmiş<br />

de… türünden sunumlar Kızılbaşlığın kültü ile ters orantılıdır. Kızılbaşlığın<br />

kültü ilerici, iyimser, dinamik ve yaratıcı bir yöntemle (Marksist<br />

yöntem) yorumlanmadığı/yorumlanamadığı koşullarda mistisizm, Arap<br />

İslâm ve Devlet bu alana kama sokup gerici-idealist yorumlarla bizim<br />

insanlarımızı uyutmak istemektedir. Bu takdirde Kızılbaş ve Anadolu<br />

Aleviliğinin egemen olduğu yörelerdeki köylere cami yaptırılması, zorunlu<br />

din dersi okutulması ve Cemevi kurumsallaşmasına karşı girişimler-saldırılar<br />

geri püskürtülemeyecektir. […]<br />

Kızılbaşlık ve Anadolu Aleviliği, tarihsel seyri içinde kendi ürettiği<br />

araçları doğrultusunda hareket etmiştir. İnanç, kültür ve geleneklerinin<br />

günümüze kadar taşınmasında “Dedelik Kurumu” önemli bir rol<br />

oynamıştır. Bu kurum aynı zamanda ve doğallıkla sınıflı toplumlardaki<br />

sömürü ilişkilerini de bağrında taşıyagelmiştir. Kapitalist yabancılaşmadan<br />

önemli oranda etkilenen “Dedelik Kurumu” geleneği de bazı istisnaları<br />

dışında yozlaşmıştır. […]<br />

Söylemek zorundayız: Babaî’ler, Hacı Bektaş’lar ve Pir Sultan’lardan<br />

süzülüp gelen inanç, kültür, gelenek ve erdemler günümüzdeki<br />

“Dede”lerde yoktu. Yeni nesillerin de “Dede”lik geleneğine bir ihtiyacı<br />

yoktu. […]<br />

Kızılbaş Batınî kült ve geleneğine olan süregen saldırı ve katliamlar<br />

karşısında kimileri susmayı tercih etmiş, kimileri korkmuş, “biz de<br />

müslümanız” diyerek bilinçli karşı koymayı göze alamamıştır. Resmî<br />

din saldırıları karşısında “Öz-Müslüman” savunuculuğuna soyunmuş<br />

Kızılbaş aydınlar, bu türden “arguman”larıyla tarihsel-sosyal-kültürel<br />

haklılıklarını bir türlü savunamamıştır. […]<br />

Alevi topluluğunun örgütlü sözcüleri şunları dile getirmektedir:<br />

“20–25 milyon bir topluluğuz. Siyasî bir parti olarak öne çıkmayı<br />

şimdilik düşünmüyoruz. Toplumsal bir hareket yaratmayı düşünüyoruz.<br />

‘Laik, demokratik, özgür bir cumhuriyet için’ yola çıkıyoruz.<br />

Yalnızca Alevi-Bektaşi topluluğunu değil, emek eksenli solu da yanımıza<br />

almayı amaçlıyoruz. AB’yi savunuyoruz. Köyümüze cami yapılmasını<br />

istemiyoruz. Din derslerinin okutulmasına karşıyız (kimi<br />

ABD yanlısı Alevi sözcüleri ise, Alevilerin de Sünniler gibi Diyanet<br />

İşleri Başkanlığında bir masa ile temsil edilmesini, yardım almasını<br />

ve okullarda Aleviliğin de din derslerinde okutulmasını talep etmektedir).<br />

Cemevlerimizin de Cami statüsünde olmasını, su ve elektrik<br />

paralarının devlet tarafından karşılanmasını, vb. talep ediyoruz...”<br />

Bu ve daha onlarca talepleriyle öne çıkan Alevi kuruluşları, tıpkı<br />

Sol’un içine yuvarlandığı anlamsız yarım-aydın tartışmalarına benzer<br />

biçimde kendi aralarında kıyasıya tartışmaktadırlar. […]<br />

Alevi kuruluşlarından bir sorumlu şu özeleştiriyi yapıyor:<br />

“Biz, 10 milyonluk oy kütlemizle sandığı protesto etmiştik. Oy vermediğimiz<br />

için gerici AKP’nin iktidar oluşundan bizler de sorumluyuz.<br />

Bu sefer toplumsal muhalefeti emek eksenli bileşimlerle buluşturup<br />

iktidara gelmeyi amaçlıyoruz. Şu aşamada siyasî partileri ve<br />

öteki kuruluşları etkilemeyi düşünüyoruz. Siyasî parti kurmayı şu<br />

aşamada düşünmüyoruz. Gerektiğinde böyle bir adım atılmasından<br />

da geri durmayız...”<br />

Bu türden gerekçelerle kurumsal gelenekler yaratılması düşüncesi ve<br />

olayı da elbette siyasetle uğraşmak anlamına gelir. Alevi örgütlerinin<br />

anılan temelde ve doğrultuda çeşitli istişari toplantılar yapması, kurultay<br />

ve konferanslar düzenlemesi, radyo, TV, basın-yayın faaliyetlerinde bulunması,<br />

aralarındaki bitmez tükenmez tartışmaları nispeten telif ederek<br />

belli ilke ve amaçlarla bir araya gelişi, onlar açısından “ileri” bir aşama<br />

ve süreçtir. […]<br />

Kızılbaşlık inanç ve kültürleri, her türden otoriterliğe karşı ve “düzen<br />

dışı” olarak nitelenen isyan, başkaldırı ve ayaklanma, ayrıca hak arama<br />

geleneklerini bağrında taşımaktadır. Sömürücü sistemlerin, resmî İslâmın<br />

ve sözde laiklerin Kızılbaş Batınîliği “boy hedefi” yaparak saldırmasının<br />

temel nedeni budur. […]<br />

Kısaltan: Esen Uslu<br />

Köşeli parantez içinde üç nokta<br />

dergimizde aktaramadığımız bölümleri belirtmektedir.<br />

Yazının tümünü okumak isteyen canlar,<br />

Sorun Polemik dergisinin internet sitesine<br />

başvurabilir: www.sorunpolemik.net<br />

Mart 2007 15


SERÇEÞME<br />

Ebuzer Giffari<br />

Veliyettin Ulusoy<br />

EBUZER Müslümanların yitik vicdanıdır. Kim ki yitirdiği<br />

sosyal adalet duygusunu aramak isterse karşısına Ebuzer<br />

çıkmaktadır. Emperyalizmin ve kapitalizmin bizi parça parça<br />

ettiği anlam dünyamızda, gerçekten uzaklaşmış inancın,<br />

tekrar gerçeği bulmak için her geçen gün Ebuzer ve benzerlerine<br />

ihtiyaç duyuyoruz. İşte bu noktada hakkı ve sabrı tavsiye eden ve<br />

taviz vermeyen duruşuyla yolumuzu aydınlatıyor.<br />

Ne yazık ki İslam tarihinde Ebuzer’in yaşamı karanlıkta kalmıştır.<br />

Bu gün sadece Alevi-Bektaşi cemlerinde ve pek az bölgede bilinmektedir.<br />

Cemlerimizde yaşar ve semahın piri olarak kabul edilir. Kırklar’dan<br />

birisidir, on yedi kemerbestler’dendir.<br />

Ebuzer sosyal adalet ve paylaşımı esas alan düşünceyi sembolize<br />

eder.<br />

Kimdir Ebuzer?<br />

EBUZER Giffar kabilesindendir. İslam’ın zor ve sıkıntılı dönemlerinde<br />

Müslüman olmuş beşinci kişiydi.<br />

Peygamberi duymuş, merak etmiş ve kardeşi Üneys’i Mekke’ye göndermişti.<br />

Üneys döndüğünde verdiği cevaplar kendisini tatmin etmemiş,<br />

bizzat kendisinin Mekke’ye gitmesine karar vermişti.<br />

Kardeşi Üneys:<br />

– Tamam. Ancak kavminden sakın. Çünkü onlar o adama düşmanlık<br />

yapıyorlar. O’na karşı buğuzlu, kindar ve kötüdürler.<br />

Ebuzer uzun ve zahmetli bir yolculuktan sonra Mekke’ye ulaştı.<br />

Mescide gidip Peygamberi aradı. Ancak onu göremediği gibi, onunla<br />

ilgili bir şey de duymadı. Çaresiz mescitte güneşin batmasını bekledi.<br />

Gece herkes uyudu. Bu arada Ali tavaf için içeri girdi. Mescidin köşesinde<br />

zayıf, uzun boylu, siyah sarıklı, yırtık abalı bir adamın oturduğunu<br />

görünce yanına gelip sordu:<br />

– Sanırım yabancısın<br />

– Evet<br />

– Benimle gel.<br />

Ali ve Ebuzer yola koyuldular. Ebuzer ondan bir şey sormadı. Ali de<br />

bir şey söylemedi. Eve vardılar. Ebuzer geceyi orada geçirdi. Sabah peygamberi<br />

aradı ve tekrar mescide geldi. Ne kimse ondan bir şey soruyor,<br />

ne de o kimseden bir şey duyabiliyordu. Akşam yine eski yerine gidip<br />

uzandı. Uyumayı beklerken Ali yine önünden geçti. Onu görünce durdu<br />

ve:<br />

– Hâlâ evini tanıyamadın mı? Benimle gel gidelim.<br />

Ali onu yerden kaldırdı ve birlikte sessizce eve gittiler.<br />

Ali misafirini üçüncü gecede evine götürdü. Ebuzer yine sessizdi.<br />

Sonunda, Ali sordu:<br />

– Ne iş yaptığını ve seni bu şehre getirenin ne olduğunu bana söylemeyecek<br />

misin?<br />

– Eğer kimseye söylemez ve bana yol göstereceğine söz verirsen söylerim.<br />

– Peki tamam.<br />

– Burada bir adamın peygamberlik iddiasında bulunduğunu duydum.<br />

Kardeşimi onunla konuşması için gönderdim; ancak döndüğünde işime<br />

yarayacak bir haber getirmedi. Kendim onunla görüşme kararı<br />

aldım. Fakat ne onu tanıyorum, ne de onu sormaya cesaret edebiliyorum.<br />

– Kimsin ve nerelisin?<br />

– Adım Cündep-i Cünede, künyem Ebuzer’dir. Giffar kabilesindenim.<br />

– Kurtuluşa erdin, O peygamberdir. Ben şimdi onun yanına gidiyorum.<br />

Sen de peşim sıra gel ve dikkatli ol. Nereye girersem sen de<br />

gir.<br />

Ali ve Ebuzer gece karanlığında yola düştüler. Ali, Safa yakınlarında<br />

bir evin kapısının önünde durdu. Ve birlikte içeri girdiler.<br />

Ardından Peygamber ve Ebuzer arasında farklı konularda konuşmalar<br />

oldu. Bu konuşmalar Ebuzer’i tam manasıyla tatmin etti ve Müslüman<br />

oldu.<br />

Peygamber.<br />

– Ebuzer, bu konuyu gizli tut ve memleketine geri dönüp kavmine<br />

tebliğde bulun, çünkü ben bunların sana zarar vereceklerinden korkuyorum.<br />

Ne zaman ortaya çıktığımızı haber alırsan, o zaman gel.<br />

Bu ilk tanışma Ebuzer’in dünyasında bir dönüm noktası oldu. Peygamber<br />

yaşadığı müddetçe hep yanında oldu, onun sevgi ve güvenini<br />

kazandı. Orada olgunlaştı ve pişti. Düşüncelerinden ve öğrendiğinden<br />

hiç taviz vermedi, korkusuzca doğruyu ve sosyal adaleti savundu. Haksızlıklar<br />

karşısında susmadı, bu yüzden halife Osman tarafından çöle<br />

sürgün edildi ve orada öldü.<br />

Peygamberden sonra hep dostu Ali’nin yanında oldu. İlk iki halife<br />

döneminde Ebuzer’in Ali gibi sessizliğini koruduğunu görüyoruz.<br />

* * *<br />

EBUBEKIR’İN ölümünden sonra hanımını ve kızını alıp Şam’a gitti.<br />

Şam’da bir gün mescitte oturmuş, halk da etrafında halkalanmış,<br />

sohbet ediyorlardı. İçlerinden biri:<br />

– Ey Ebuzer, sen de Bahreyn Emiri olan Ebu Hureyre (1) gibi bir makama<br />

gelmeyecek misin?<br />

Ebuzer:<br />

– Emir olup da ne yapacağım? Bana her gün biraz su ya da süt ve<br />

haftada bir ölçek buğday yeter.<br />

Bir diğeri:<br />

– Ömer’in Ebu Hureyre’ye ne yaptığından haberiniz var mı?<br />

Diğerleri:<br />

– Hayır.<br />

– Ömer onun servetini hesaplayıp ona, “Seni Bahreyn’e göreve gönderdiğimde<br />

bir çift terliğin yoktu, şimdi bana ulaşan haberlere göre<br />

1,600 Dinara atlar almışsın!” dedi.<br />

Ebu Hureyre şöyle cevapladı:<br />

– Sahibi olduğum atlar doğum yaptılar, bazıları da hediye geldi.<br />

Ömer:<br />

– Ben senin günlüğünü ve yaşam harcını hesapladım. Bunlar fazlalıktır,<br />

geri ver.<br />

Ebu Hureyre:<br />

– Vermem!<br />

Ömer:<br />

– Vallahi belini kırarım, dedi ve sırtını öyle bir kırbaçladı ki, kan<br />

aktı. Sonra şöyle dedi: “Getir onları!”<br />

Ebu Hureyre:<br />

– Allah yolunda verdim.<br />

Ömer:<br />

– Eğer helal yoldan kazanıp kendin verseydin öyleydi, sen Bahreyn’in<br />

son noktasına gelmişsin, vergileri Müslümanlar için değil, kendin için<br />

topluyorsun. Annen sana eşek otlatmaktan başka bir iş vermezdi.<br />

Ebuzer:<br />

– Ömer, Allah ve Resulü’nün hoşnut olacağı şeyi yapmıştır. Çünkü<br />

sorumlu halkın yararına çalışmalıdır. Kendi yararına değil.<br />

* * *<br />

ÖMER’İN ölürken hilafeti Ali, Osman, Abdurrahman bin Avf, Sa’d<br />

bin Ebi Vakkas, Zübeyr ve Talha’dan oluşan şuraya bıraktığı haberi<br />

geldi. Dostu Ali’nin bu makama en layık aday olduğunu biliyor ve onun<br />

yanında olmak üzere Medine’ye gidiyor. Yolda karşılaştığı bir kervandan<br />

Osman bin Affan’ın halife olduğunu öğreniyor. Medine’ye gelir gelmez<br />

Ali’nin yanına gidip gerçekleri öğreniyor.<br />

Ebuzer Medine’de kaldı. Görüyordu ki, hilafet rejimi saltanat rejimine<br />

dönüşüyor, Peygamber’in dostlarının çoğunun da değiştiğini görüyordu.<br />

Zübeyr, Talha ve Abdurrahman bin Avf (Osman’a oy verenler.)<br />

birçok mal mülk edinmişler, kendilerine saraylar yaptırmışlardı. Fakir<br />

halk gittikçe fakirleşiyordu.<br />

Ebuzer bu sapmalar karşısında mücadele etmekten başka bir yol bulamıyordu.<br />

Zamanın yöneticilerinden korkmadan halkı eşitliğe davet<br />

ediyor, şiddetle Osman’ın kötü davranışlarını eleştiriyordu.<br />

Bir gün Osman’ın Hayber kalesinin tümünü ve Afrika’dan gelen verginin<br />

beşte birini amcası Mervan bin Hakem’e (Peygamber’in, kendisini<br />

ve babasını sürgüne gönderdiği kişiye) bağışladığını, yakınlarına yüklü<br />

miktarlarda para dağıttığının haberini aldı.<br />

Ebuzer bunun üzerine mescitte şu ayeti okudu: “Altın ve gümüş toplayıp<br />

Allah yolunda harcamayanlar var ya, işte onlara sonraki hayat için<br />

çok çetin azabı müjdele” (Tevbe Suresi, 9/34)<br />

Mervan, Ebuzer’in kendisine ve Osman’a şiddetle saldırdığını duydu.<br />

Konuyu Osman’a iletti. Osman da Ebuzer’i çağırdı:<br />

– Ey Ebuzer! Seninle ilgili duyduğum şeyden vazgeç!<br />

– Benim hakkımda ne duydun?<br />

– Senin, halkı benim aleyhime tahrik ettiğini duydum!<br />

– Nasıl?<br />

– Duydum ki sen mescitte ‘Altın ve gümüşü biriktirenler’ ile ilgili bir<br />

ayet okumuşsun.<br />

– Ey Allah Resulü’nün halifesi Osman, sen beni Allah’ın kitabını<br />

okumaktan ve onun emirlerini terk edenlere karşı mücadele etmekten<br />

men mi ediyorsun?<br />

16 Sayı 27


OSMAN ve Ebuzer arasında devamlı şiddetli tartışmalar oluyordu.<br />

Osman bir gün dayanamayarak onu Şam’a gönderdi.<br />

Ebuzer Şam’a ulaştı. Muaviye binlerce işçiyi çalıştırarak yeşil bir saray<br />

yapıyordu. Ebuzer oradan geçerken manzarayı görünce Muaviye’ye<br />

dönüp:<br />

– Muaviye! Eğer sen bu sarayı halkın parasıyla yapıyorsan, ihanettir<br />

ve eğer kendi paranla yapıyorsan israf!<br />

Muaviye cevap vermedi, Ebuzer yoluna devam etti. Mescide gidip<br />

oturdu. Yanına gelen Müslümanlar Muaviye’yi ona şikâyet ettiler ve ne<br />

zamandır maaşlarını alamadıklarını söylediler. Halkın karşısına dikilip<br />

şöyle dedi:<br />

– Öyle olaylar yaşandı ki, ben hâlâ bir şey anlamış değilim. Bu amellerin<br />

ne Allah’ın kitabında, ne de Peygamber’in davranışlarında hiçbir<br />

yeri yoktur. Hak ortadan kalkmış, batıl canlanmıştır. Yalancılık<br />

doğruluğa yeğ tutulmuştur ve düzensizlik ortaya çıkmıştır. Ey servet<br />

sahipleri! Fakirlere eşit olun!<br />

Bunlar yemeklerini eğlence ve törenle hazırlarlar. O kadar bol çeşitli<br />

yemekler yerler ki, bunları hazmedebilmek için ilaç kullanmak<br />

zorunda kalırlar. Oysa Peygamber dünyadan göçene kadar bir gün<br />

bile iki çeşit yemekle karnını doyurmadı. Hurmaya doyduğu gün<br />

ekmeğe doyamıyordu. Peygamber’in ailesi hiçbir zaman üç gün üst<br />

üste sabah ve akşam, arpa ekmeğiyle bile doyamadı. Bazen aylarca<br />

Peygamber’in evinde yemek pişirmek için ateş yanmıyordu.<br />

Ebuzer saldırılarına devam ediyordu. Servet sahiplerini elim bir<br />

azapla müjdeliyor, Muaviye iktidarını titretiyordu. Muaviye ondan nasıl<br />

kurtulacağını ve bu tehlikeli kural tanımazı nasıl ortadan kaldırabileceğini<br />

düşünüyordu. Sonunda bu adamı lekelemeye karar verdi. Yapabilirse<br />

halkı, Ebuzer’in kendisinin de altın biriktirdiğine ikna edecekti.<br />

Muaviye bir yol bulabilmek için çok düşündü. Beni Ümeyye için önemli<br />

bir durum ortaya çıkmış ve hâkim sınıf için büyük bir tehlike baş göstermişti.<br />

Sonunda kendince iyi bir yol buldu. Hizmetçilerinden birine<br />

bin Dinar vererek, onu geceleyin Ebuzer’e gönderdi. Sabah olunca tekrar<br />

aynı hizmetçiyi çağırıp şöyle dedi: “Ebuzer’e git ve de ki Muaviye bedenim<br />

yara içinde kalıncaya dek beni dövdü. O parayı başkasına göndermişti.<br />

Ben yanlışlıkla paraları sana getirdim.”<br />

Hizmetçi gidip Ebuzer’e Muaviye’nin söylediklerini tekrarladı. Ebuzer:<br />

“Evladım! Ona deki vallahi senin gönderdiğin paralardan bir Dinar<br />

bile sabaha kadar bende kalmadı. Üç gün zaman versin, parayı toplayayım.”<br />

Muaviye, Ebuzer’in bin Dinarı aldıktan sonra fakirler arasında<br />

paylaştırdığını ve bir gece bile yanında tutmadığını anladı.<br />

* * *<br />

MUAVİYE, Ebuzer’e yumuşak davrandı olmadı; sert davrandı olmadı.<br />

Parayla satın almak istedi, başaramadı. Onu Şam’dan uzaklaştırmaktan<br />

başka çare yoktu. Osman’a bir mektup yazdı:<br />

“Ebuzer’in etrafında toplanmalar var. Beni dara sokup işimi zorlaştırıyor.<br />

Etrafındakileri sana karşı ayaklandırmasından korkuyorum.<br />

Eğer Şam halkına ihtiyacın varsa Ebuzer’i buradan al.”<br />

Osman acil olarak Ebuzer’i Medine’ye getirtti. Medine yakınlarında<br />

Ali, Osman ve birkaç kişi daha bir araya geldiler. Osman’ın çehresi öfkeyle<br />

kaplandı ve bağırmaya başladı:<br />

– Siz bana söyleyin, ben bu yaşlı ve yalancı adama ne yapayım? Döveyim<br />

mi? Öldüreyim mi? O Müslüman topluluğunu birbirinden<br />

ayırmıştır. İslam topraklarından sürgün mü edeyim?<br />

Ali.<br />

– Ben Firavun ailesinden iman etmiş olanların söylediklerini sana<br />

söylerim: “Eğer yalancı ise yalanı kendisine dönecektir. Eğer doğru<br />

sözlüyse sizin için öngördüğü şey başınıza gelecektir.”<br />

Osman bu söz üzerine daha da sinirlendi ve Ebuzer’i Ali’yle işbirliği<br />

yapmakla suçladı. Osman sonunda Ebuzer’le oturmayı ve konuşmayı<br />

yasakladı.<br />

Ebuzer susmadı, konuşmaya devam etti. Osman bunun üzerine<br />

Abuzer’i getirtti, yanında Kab’ul Ahbar ve birkaç kişi daha vardı.<br />

(Kab’ul Ahbar, Ömer zamanına kadar Müslüman olmayan Yahudi din<br />

adamı, Osman’ın veziri ve danışmanı.) Osman, “Ey Ebuzer! Bu işleri ne<br />

zaman bırakacaksın?” diye sordu.<br />

Ebuzer.<br />

– Düşkünlerin hakları sermayedarlardan alındığı vakit!<br />

Osman:<br />

– Sizce bir insan malının zekâtını verdikten sonra artık onda kimsenin<br />

hakkı var mıdır?<br />

Kab’ul Ahbar:<br />

– Hayır, Emirel Mü’minin! Birisi malının zekâtını verdikten sonra,<br />

isterse bir kerpiç altından bir kerpiç gümüşten ev bile yapabilir.<br />

Ebuzer elindeki asayla sertçe Kab’ul Ahbarın göğsüne vurup, “Yalancı<br />

Yahudizade, benim dinimi bana sen mi öğreteceksin?” dedi ve Bakara<br />

Suresi 2/177 okudu.<br />

SERÇESME SERÇEÞME<br />

– Görmüyor musun? Allah zekât vermekle, yakınlara, yetimlere, sefillere<br />

ve kölelere bağışta bulunmayı ayırmış ve bunları zekâta göre<br />

öncelemiştir. Mal biriktirmeyi men ettiğini ve hayır yolunda infakta<br />

bulunmayı emrettiğini görmüyor musun?<br />

* * *<br />

BİR GÜN Abdurrahman bin Avf’ın mirasını getirip Osman’ın önüne<br />

yığdılar. Bu mallar o kadar çoktu ki, Osman’la orada dikilen adam<br />

arasında engel oluşturmuştu.<br />

Osman:<br />

– Ümit ederim ki Allah, Abdurrahman’a hayır versin. Zira o Sadaka<br />

verip misafir ağırlıyordu. Şimdi gördükleriniz de malından geriye<br />

kalanlardır.<br />

Kab’ul Ahbar:<br />

– Doğru söylüyorsunuz ey Emirel Mü’minin! Helal kazandı, helal<br />

harcadı ve ardındakileri helal bıraktı. Allah ona dünya ve ahrette iyilik<br />

bağışlamıştır.<br />

Ebuzer:<br />

– Ey Yahudizade! Sen ardında bu kadar mal bırakıp ölen birisi için,<br />

Allah ona dünya ve ahiret hayrı vermiştir mi diyorsun? Abdurrahman<br />

bin Avf’ın bıraktıklarına helal diyorsun, öyle mi? Söyle bakalım, Abdurrahman<br />

bu malı nereden getirdi? Allah ona gökten mi gönderdi?<br />

Yoksa halkın hakkından ve milletin elinin emeğinden mi topladı?<br />

Osman:<br />

– Hemen bugün hareket edeceksin, seni Rebeze’ye gönderiyorum.<br />

Ebuzer’i buradan dışarı çıkarın! Onu örtüsüz tahta semeri olan bir<br />

deveye bindirip tam bir sertlikle Rebeze’ye kadar götürün. Orada<br />

hiçbir dostu olmamalıdır.<br />

Osman Ebuzer’i Rebeze’ye götürmesi için Mervan’ı görevlendirdi ve<br />

kimsenin onu uğurlamaması veya birlikte gitmemesi emrini verdi.<br />

Ali, Ebuzer’in sürgün haberini duyunca çok üzüldü; Peygamber’in<br />

vefalı dostuna neler yapıyorlar? O an Ali, Hasan, Hüseyin, kardeşi Akil,<br />

Abdullah bin Cafer ve Ammar bin Yasir’le birlikte Ebuzer’in peşinden<br />

şehirden çıkarak ona yetiştiler. Ali, Ebuzer’le konuşmak için yanına yaklaştı.<br />

Mervan araya girip Ali’nin önünü keserek:<br />

– Ey Ali, Emirel Mü’minin, Ebuzer’e kılavuzluk ya da yol arkadaşlığı<br />

yapmayı yasaklamıştır. Bilmiyorsan bilmiş ol!<br />

Ali, aldırmadan Ebuzer’e yöneldi. Mervan tekrar Ali’nin yoluna çıkınca<br />

Ali kamçısıyla Mervan’ın devesine vurdu ve “çekil kenara!”diye<br />

Mervan’ı azarladı.<br />

Mervan, Ali’nin sinirli ve kararlı olduğunu görünce devenin dizginlerini<br />

çevirip, Ebuzer’i onların yanında bırakıp şikâyet etmek için şehre<br />

döndü. Ali ve yanındakiler Ebuzer’le birlikte Rebeze’ye vardılar. Bir süre<br />

konuştular, ayrılık vakti gelince de hüzünlü bir şekilde vedalaştılar.<br />

Rebeze’de şartlar çok ağırdı, Ebuzer zaten çok yaşlanmıştı, bu ağır<br />

şartlara fazla dayanamadı ve Hakk’a yürüdü.<br />

Notlar:<br />

(1) Ebu Hureyre Müslüman olmadan önce hayatı hakkında kendi<br />

anlattıklarından başka bir şey bilinmez. Müslüman olduktan sonra<br />

fakirliğinden dolayı Ashab-ı Suffe’den olduğu bilinir. Müslim’in Fezailus<br />

Sahabede’ki 159. bölümünde Ebu Hureyre’nin sırf karın tokluğuna<br />

Peygamber’le beraber olduğu anlatılır. Ebu Hureyre’ye ait 5374 hadis<br />

olduğu söylenir. Buhari bunlardan büyük bir kısmını kitabına almıştır.<br />

Hz. Ali şöyle demiştir: “Yaşayanlar arasında Allah Resulü’ne en fazla<br />

yalan isnat eden Ebu Hureyre’dir.” (İbni Ebul Hadid, Nehcul Belaga,<br />

c. 1, s. 360).<br />

Yine o, “Sevgili dostum bana haber verdi ki” diye Peygamberden<br />

bahsettiğinde Hz. Ali, “Peygamber ne zaman senin sevgili dostun oldu?”<br />

demiştir.<br />

Hz. Ali öldürülmesinden sonra Emeviler dönemi Ebu Hureyre’ye bir köşk<br />

inşa edip arazi vermişlerdir. Buna karşılık Ebu Hureyre Muaviye ile ilgili<br />

şu hadisi uydurmuştur: “Allah’ın Resulü Muaviye’ye bir ok verdi ve şöyle<br />

dedi: ‘Bu oku al ve cennet’te beni onunla karşıla’ ”<br />

Ebu Hureyre’den şu hadis rivayet edilmiştir: Allah’ın Resulü şunu derken<br />

duydum: “Allah vahyini üç kişiye emanet etti: Ben, Cebrail ve Muaviye.”<br />

Tüm bu delillere rağmen “Her sahabe doğrudur” şeklindeki yanlış<br />

inancın hadisçileri sürüklediği nokta ortadadır. Ebu Hureyre kimdir ki,<br />

Peygamber’in en yakınlarının bile nakletmediği en garip uydurmaları<br />

Peygamber’le çok az görüşmesine rağmen nakletmiştir.<br />

Emeviler bu hadislerden(!) hüküm çıkartmış ve gerçeği siyasetleri<br />

doğrultusunda saptırmışlardır.<br />

KAYNAKLAR.<br />

Taberi, Tarih-i Taberi Tercümesi<br />

İmam Ali bin Ebu Talib, Nehc’ül Belaga<br />

Prof. Dr. Ahmet Akbulut, Sahabe Dönemi İktidar Kavgası<br />

A. Gölpınarlı, Tarih Boyunca İslam Mezhepleri ve Şiilik<br />

Abdullah Aydınlı, “ Ebu Zer el Giffari”, TDV İslam Ansiklopedisi<br />

Ebuzer Ali Şeraiti-Cevdet Es-Sahher<br />

Mart 2007 17


SERÇEÞME<br />

“ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ” KİTABI ÜZERİNE<br />

Kelime Ata ile Söyleştik<br />

Ahmet Koçak<br />

Kısaca kendinizi tanıtır mısınız?<br />

• Sivas doğumluyum. Üniversite öncesi<br />

Sivas’ta okudum. Üniversite için Ankara’ya<br />

geldim ve kaldım. 1988’den sonra Hürriyet,<br />

Siyah Beyaz, Flash TV ve Gazete Ankara’da<br />

gazetecilik yaptım. Alevi derneklerinde yöneticilik<br />

yaptım.<br />

Birlik Partisi üzerine çalışma fi kri nereden doğdu? Ne zaman<br />

başladın?<br />

• Bu çalışmaya çocukluğumdan kalan izlerle başladım. Mustafa<br />

Timisi’nin sesi zihnime yerleşmişti. İkinci yönü de Demokratik Barış<br />

Hareketi’ne duyduğum meraktır. Kuruluş sürecinde hep Birlik Partisi<br />

örneği veriliyordu; başarısız kaldığı söyleniyordu; partileşmeye karşı<br />

çıkılıyordu.<br />

Birlik Partisi’ne bakma ihtiyacı duydum, ama hiçbir bilgi bulamadım.<br />

İlk yazma fikri 1995–96 yıllarında böyle doğdu. Ailevi nedenlerle<br />

2000 yılı sonuna kadar adım atamadım.<br />

O dönemde girişimlerim oldu, örneğin Celil Gürkan’ı aradım. Celil<br />

Gürkan garip bir tepki gösterdi ve “bu konuyu kesinlikle konuşmak istemiyorum”<br />

dedi. Bu partide yöneticilik yapmış bir generalin bu konuda<br />

konuşmaması bana garip geldi.<br />

Benzer tepkilerle çok karşılaştım. Yusuf Ulusoy’u aradım, telefonda<br />

sert tepki gösterdi; Derler ya “bir dövmediği kaldı.” Öyle korktum ki<br />

Ulusoylar’a bir daha yaklaşamadım.<br />

Mustafa Timisi de konuşmadı. O partiyle özdeşti, neredeyse Birlik<br />

Partisi eşittir Mustafa Timisi. Parti tarihinde bu kadar önemli yeri olan<br />

Timisi de konuşmak istemedi.<br />

Genel başkan yardımcılığı yapmış emekli general Sıtkı Ulay, anılarını<br />

Giderayak adlı bir kitapta yayınlamış. O kitabı tesadüfen buldum.<br />

Tuhaf bir şekilde o da anılarında BP ile ilgili tek kelime bile etmemiş.<br />

Oysa kendisi parti içindeki ciddi tartışmalarda taraf; birçok kişiyle birlikte<br />

partiden ayrılıyor, CHP’ye geçiyor. Bu kadar önemli bir olaydan bir<br />

kelime dahi bahsetmemiş.<br />

Bu çalışmayı yaparken kaynak bulmak kolay oldu mu?<br />

• Yaklaşık beş yıl çalıştım, 1963 ile 1980 arasındaki gazeteleri taradım.<br />

Bulabildiğim parti yöneticileri ve kurucularla görüştüm. Kütüphanelerden<br />

resmi belgeleri, parti yöneticilerinden bazı belgeleri edindim.<br />

Sonuçta söyleşiler, yayın taraması ve bulunabilen belgelerden bu çalışma<br />

çıktı.<br />

Partinin kurucu Genel Başkanı bir general. Hangi nedenlerle<br />

kuruldu parti?<br />

• Mustafa Timisi’den önce iki tane genel başkan var. Kurucu genel<br />

başkanın emekli tuğgeneral Hasan Tahsin Berkman olduğu pek bilinmiyor.<br />

İlginç bir kişi. Ordudan ayrıldıktan sonra 1961 yılında Cumhuriyetçi<br />

Köylü Millet Partisi’nden senatör adayı olmuş. Daha önce NATO’da<br />

görev yapmış, Genel Kurmay’da ve Milli İstihbarat’ta çalışmış. Bunu,<br />

o dönemde partiyi desteklemek üzere çıkarılan Cem Dergisi söylüyor.<br />

Paşa, siyasi görüş olarak sağcı, aşırı Sovyet aleyhtarı, ABD yanlısı bir<br />

general.<br />

Partinin kuruluş nedeni olarak görüştüklerim genellikle Muğla Ortaca<br />

olaylarını gösteriyorlar. “Ortaca olaylarından sonra parti kurma fi k-<br />

rine sahip olduk.” diyorlar. Ortaca’da Alevi bir kadına tecavüz edilmesi<br />

çok büyük bir infial yaratıyor. Türkiye’nin birçok yerinde Alevi köyleri<br />

kendilerini korumak için silahlanıyor.<br />

Bunun belirleyici olduğunu düşünmüyorum. Genel sekreter Cemal<br />

Özbey’in 1966’dan önce parti kurmak istediğine dair ipuçları var. Şahin<br />

Ulusoy, “geldi babamla görüştü, ama babam böyle bir şeyi yanlış bulduğu<br />

için reddetti” diyor.<br />

Ayrıca Adalet Partisi’nden tasfiye edilen Aleviler var. Demirel, “Aleviler<br />

bize oy vermiyor, o zaman biz bunları partiden atalım” diyor. Çok<br />

ağır hakaretler içeren sözler söyleniyor: “Alevi oyları Adalet Partisi’ni<br />

kirletiyor” deniyor. Bu da Alevilerde tepki oluşturuyor.<br />

Alevilerin Demokrat Partiye oy verdiği biliniyor.<br />

• O gelenek 1960’tan sonra Birlik Partisi’nin çıkışına kadar devam<br />

ediyor. 1961 ve 1965 seçimlerinde AP’ye ciddi oy akışı var. Çoğu yerde<br />

CHP’den daha fazla oy alıyor.<br />

Kurulmasının ardından geleneksel yapının korunduğu bölgelerde<br />

Alevi oyları BP’ne yöneliyor.<br />

Alevilerin TİP’e oy vermesi bir tehlike olarak algılanıyor mu?<br />

• Bu çok konuşulan bir tezdir. Çalışmaya başlarken kafamda bu düşünce<br />

vardı. Oy dağılımlarında bu tezi destekleyen ipuçları var. 1961<br />

seçimlerinde Alevi oyları AP ve CHP’ye gitmiş. TİP’e oy veren yok mu?<br />

Var, ama az sayıda. Örneğin AP’nin iki yüz yetmiş oy aldığı yerde TİP<br />

on beş oy almış.<br />

Bu, TİP ile Aleviler arasında ilişki yok anlamına gelmiyor. TİP’te<br />

Alevilere yönelik bir kıpırdanma var. Eğitimli Alevi gençlerin TİP’e yönelmesi<br />

var.<br />

BP’yi eleştirenler, partinin TİP’e karşı kurulduğunu söylüyorlar, ama<br />

CHP’ye karşı kurulma ihtimali de yüksek.<br />

Genel Başkanlığın Mustafa Timisi’ye geçmesiyle beraber, partide<br />

halkçı bir söylem başlıyor. Bu süreçten bahsedebilir misin?<br />

• Parti önceki dönemde AP’nin güdümünde, daha çok CHP ve TİP’e<br />

muhalefet yapıyor, 1969’da Mustafa Timisi genel başkan seçildiğinde,<br />

farklı bir durum ortaya çıkıyor.<br />

Mustafa Timisi gencecik bir insan. Alevilerin toplumsal-ekonomik<br />

koşullarını yansıtıyor. Tuzluçayır’da gecekondu da oturan bir genel başkan.<br />

Partiyi demokratik sola açmak üzere girişimde bulunuyor. Bunun<br />

için de TİP’ten gelen Orhan Arsan’a yönetimde yer veriyor. Orhan Arsan,<br />

Genel Politika Esasları adı altında genel bir çerçeve veriyor, ama<br />

parti tüzüğüne dokunulmuyor.<br />

Tüzükte partinin Türkçü olduğu, Atatürkçü olduğu söyleniyor. Programda<br />

da var bu, “Bizim birinci gayemiz sınıf çatışmalarını gidermektir”<br />

diyor. Toprak reformu konusunda AP’ye yakın bir çizgi savunuyor.<br />

Değişimde tüzük korunuyor, ama program değiştiriliyor. Değişiklik<br />

daha sonra benimsenen on iki ilke ile daha da belirginleşiyor. Sınıfsal bir<br />

yaklaşım geliyor, ezilenler halk olarak görülüyor. Devletçilik konusunda<br />

Ortanın Solu’na yakın bir çizgi benimseniyor. Milliyetçilik sözcüğü kalkıyor,<br />

yerine yurtseverlik kavramı getiriliyor.<br />

Mustafa Timisi’nin genel başkanlığı, devrimci Alevi gençlerle, geleneksel<br />

yapının çarpışmasını yansıtıyor. Sola eğilimli insanlar partide<br />

egemen oluyor. Bu da bir süre sonra başka sıkıntılara yol açıyor.<br />

Birlik Partisi’nin ilk seçim deneyimine değinir misin?<br />

• BP ilk kez 1968 İl Genel Meclisi seçimlerine katılıyor. İlk kez genel<br />

seçime ise 1969’yılında katılıyor. O seçimlerde sekiz milletvekili çıkarıyor.<br />

AP hükümetine güvenoyu verilmesi ne zaman? Beyaz oy verenler<br />

neden partiden ihraç ediliyor?<br />

• 1970’de beş milletvekili AP hükümetine beyaz oy veriyor ve parti<br />

ihraç kararı çıkarılıyor. Bunu ihraç edenler söylüyor. Bu konu Su TV’de<br />

de tartışıldı. Beş Yol Düşkünü adlı kitaptan dolayı Mustafa Bey’i eleştirdiğimde<br />

bana tepkiler geldi, “Ulusoyları savunan kimse nasıl televizyona<br />

çıkıyor” dediler. O zaman bir açıklama yapma ihtiyacını hissettiğimde<br />

Mustafa Bey, “bir daha bu konuyu kesinlikle konuşmayalım, ben on yıl<br />

boyunca kan kustum, lütfen bunu burada keselim” dedi. Ne kadar ısrar<br />

ettiysem de Mustafa Bey konuşmak istemedi.<br />

Bu meselenin hassas bir nokta olduğunu biliyordum. Toplumun bunu<br />

tartışmaya henüz hazır olmadığını fark ettim. İnsanlar, geçmişte yapılan<br />

kimi hataların, yanlışların ortaya çıkmasından endişe ediyorlar.<br />

Ulusoy ailesi ağır ithamlarla karşılaşmış ve kendilerini yeterince savunmamıştır.<br />

O dönemde, “kişisel çıkar sağladılar, onun için beyaz oy<br />

verdiler” deniyor. Hayır, böyle değildir! Parti içerisinde yeni bir ideolojik<br />

saflaşma oluşuyor. Ulusoy ailesi BP için Orhan Arsan’ın hazırladığı<br />

Genel Politika Esasları’na karşı çıkıyor, “Partiyi TİP’ne dönüştürmek<br />

istiyor” diyorlar.<br />

Bu kavgada diğer taraf da rejimin bekası, onların demokrasinin kurtarılması<br />

için AP’yi desteklediğini söylüyor.<br />

İki taraf da bu konuyu fazla konuşmak istemiyor, ama bugün benzer<br />

sorunlar yaşadığımız için konuşulması ve ders çıkarılması gerekiyor.<br />

Dergâhın, Ulusoy Ailesi’nin partileşme sürecindeki rolü ne oldu?<br />

• Dergâh, parti kuralım diye karar almış değil. Tam tersine, Dergâh’a<br />

gidiliyor, çünkü Dergâh’sız bir şey yapılamayacağını biliyorlar.<br />

18 Sayı 27


SERÇESME SERÇEÞME<br />

Yanlışlık orada başlıyor. Dergâh’ın bir siyasi parti politikası içerisinde<br />

rol almaması gerekir. Siyaset ise başka bir âlemdir. Siyasetin yalın,<br />

çıplak, acı gerçekleri var. Orada kavga, ihtiras, iktidar mücadelesi var.<br />

Dergâh ister istemez bu mücadelenin içine çekiliyor. Bana göre bu yanlış.<br />

Sonra Ulusoy Ailesi’nden dört kişi aday gösterilmiş, çünkü onlar olmadan<br />

oy alınamayacağı düşünülmüş. Bu da başlı başına bir zaaftır.<br />

Sonra birdenbire siyasi bir nedenle bu kadar rol verdiğin, misyon<br />

yüklediğin dini yapıyla ters düşüyorsun ve kalkıp, “bunlar beş yol düşkünü”<br />

diyorsun. İhraç, düşkünlüğü ifade eder; Alevilikte karşılığı budur.<br />

İnanç ve siyasetin karışması tam da bu anlama geliyor.<br />

Manevi kimlikli insanlardan milletvekili olur mu? Olabilir, ama milletvekili<br />

olduğu zaman siyasi dille konuşması lazım. İnsanlar dedesine,<br />

mürşidine mi oy verecek, yoksa bir partinin milletvekili adayına, genel<br />

başkanına mı oy verecek? Bu hassas bir sorudur.<br />

Bugün bile bu tür girişimlerin olduğunu düşünerek geçmişi hatırlatmak<br />

istedim. Evet, Ulusoy Ailesi oy getirmiştir, çünkü geleneği temsil<br />

ediyor, manevi otoritesi var. Fakat yetmiş yılından sonra bu durum değiştiği<br />

için parti artık eski oyları alamamıştır.<br />

AP hükümetinin bütçesinin desteklenmesi de ayrı bir olumsuzluk<br />

oluyor. İlginç bir durum doğuyor: Kazım Ulusoy aday oluyor, ama seçilemiyor.<br />

Alevilikte başka bir gelişme yaşanıyor, sola bir açılım var. Dolayısıyla,<br />

gelenek de yavaş yavaş çözüldüğü için bu taktikler başarılı olamıyor.<br />

Alevilerin BP sürecinden bugüne siyasallaşma, partileşme çabası<br />

ne kadar doğrudur?<br />

• Gerçekte ne Birlik Partisi ne de Demokratik Barış Hareketi bir Alevi<br />

partisidir. Toplumsal algılamada ise BP ve DBH Alevilerin partisidir.<br />

İkisi arasında fark olduğunu düşünüyorum.<br />

Parti programlarında Aleviliğe vurgu yapan hiçbir ifade yoktur. Tam<br />

tersi, BP’de kendini milliyetçilik üzerinden sistemle bütünleştiren bir<br />

özellik var.<br />

BP’nin Alevi olduğunu nereden çıkarıyoruz? On iki yıldızı var, aslanı<br />

var; kadrolarının büyük bir kısmı Alevi olunca, toplumsal algılama<br />

Alevi partisi şeklinde gelişiyor. Barış Partisi de öyle. Her ikisine de inanç<br />

partisi diyemeyiz, ama toplumsal algı böyle.<br />

İnanç ve siyaset konusunda şunu söyleyebiliriz. İnanç ve siyasetin<br />

birbirine karıştırılması elbette doğru değildir. Birisinde bir Tanrı anlayışı<br />

vardır. Tartışırsın, ama çıplak hale getiremezsin. Tartışmanın daha<br />

dar olduğu bir alandır. Öte tarafta da olabildiğince tartışılacak, gündelik<br />

yaşamımızda hissettiğimiz sorunlara çözüm bulmaya çalışan siyaset<br />

var. Bir tarafta seçim var, demokratik usuller var; öte yanda inançla ilgili<br />

başka ölçütler var. Bu ikisini birbirinden ayırmak gerekiyor.<br />

Aleviler yıllardır CHP’yi eleştirdiler, kendilerini oy deposu olarak<br />

gördüğünü söylediler. Bugün de demokratik Alevi örgütlerinin<br />

yöneticileri benzer şeyler söylüyorlar. Bu söylem ne kadar doğru?<br />

• Siyasete müdahale etmek, Alevi kimliğiyle siyasi arenaya çıkmak<br />

isteyen Alevi kurumlarının önce bir araştırma yapması gerek: Bir Alevi<br />

sandığa gittiğinde hangi düşüncelerle oy veriyor? Eğitim durumu, sosyal<br />

yapısı, sınıfsal kökeni oy vermesinde ne kadar etkili oluyor? Oy verirken<br />

inanç önderlerinin tercihleri ne kadar belirleyici oluyor? Siyasi bir program<br />

bu araştırma üzerinden geliştirilse daha gerçekçi olur.<br />

Bir Alevi, sadece Alevi olduğu için bir siyasal tercihte bulunmuyor.<br />

Başka ölçütlere de bakıyor. Özelleştirme yanlısı bir partiye de, karşıt<br />

bir partiye de oy verebilir. Emperyalizm perspektifini göz önünde tutup<br />

tercih yapabilir. Bence Aleviler arasında, “Ben Aleviyim, A partisi de<br />

Alevi aday gösterdi; o zaman benim oyumu da bu Alevi almalı” gibi bir<br />

düşünce yok.<br />

Geçmişte yaşanan olaylar ve bu çalışma günümüze nasıl ışık<br />

tutuyor?<br />

• Alevilerin örgütlendikleri dernekleri var; vakıfları var; dedeler tekrar<br />

itibar kazandı; yeni bir Alevilik inşa ediliyor. Bu, bizim dışımızda,<br />

kontrol edemeyeceğimiz bir süreç. Alevilik yazılı hale getirilmeye çalışılıyor.<br />

Ben siyasete müdahale etme duygusunu anlıyorum. Aleviler haksızlığa<br />

uğramışlar; katledilmişler; baskı görmüşler; hakarete uğramışlar.<br />

“Beni ancak bir Alevi anlayabilir, benim derdimi ancak bir Alevi çözebilir”<br />

diye düşünüyorlar.<br />

Peki, ezilen bir Kürt, ezilen bir işçi, ezilen bir Alevi’yi anlayamaz<br />

mı? Ya da ezilen Alevi, ezilen Kürdü, ezilen işçiyi anlayamaz mı?<br />

• İşte sorun o. Devletin Alevilere bir bakışı var: Alevileri yok sayıyor.<br />

Bu noktada sadece Alevileri esas alan bir yapılanma, bir düşünce, bir<br />

program sonuç vermez. Doğru da değildir. Bunun çok ciddi tehlikeleri<br />

olduğunu düşünüyorum.<br />

Taleplerin eşitlik temelinde olması gerekiyor. Kanun önünde eşitlik,<br />

yani Alevi’ye, Sünni’ye ya da Ermeni’ye Kürt’e, Türk’e ayrıcalık değil.<br />

Türkiye sınırları içerisinde yaşayan herkesin kimliğini ifade etmesine<br />

olanak sağlayan demokratik bir düzen talebiyle ortaya çıkmak gerek.<br />

Böyle bir demokratik düzen ancak eşitlik temelinde mümkün olabilir,<br />

ayrıcalıklarla değil. Demokrasi, zaten ayrıcalığı olanları korumak değildir.<br />

Yüz kişinin olduğu bir yerde doksan dokuz kişi aynı şeyi düşünüyor<br />

da bir kişi farklı düşünüyorsa, o bir kişinin hakkını koruyan düzendir.<br />

Dolayısıyla bu ruh halini anlamakla birlikte doğru bulmuyorum. Biz<br />

asla sınıf gerçeğini göz ardı ederek siyaset üretmemeliyiz diye düşünüyorum.<br />

Bana göre bu yanlış asıl sorunu gözden kaçırmamıza neden olabilir.<br />

Ama bir siyasi partinin varlığını sürdürebilmesi için oy kaygısı var.<br />

• Dolayısıyla çoğunluğa yaslanmak durumunda. Ancak o çoğunluğu<br />

ikna edebilmek gerek. Faklılığın bir zenginlik olduğunu hem devlete,<br />

hem de topluma kabul ettirmek gerek. Düşünsel bir zenginlik, düşünsel<br />

bir açılımın daha doğru olduğunu düşünüyorum.<br />

Bu, Aleviler siyasetle uğraşmasın demek değil. Aleviler zaten siyasetten<br />

uzak insanlar değiller ki! Oy kullanmayarak, pasif bir tavır takınarak<br />

bile siyasi bir tavır alıyorlar. Unutmayalım oy kullanmamak,<br />

bütün partileri reddetmek anlamına gelir.<br />

BP Alevi toplumuna çok da fayda sağlamadı diyebilir miyiz?<br />

• Hayır, BP parlamento düzeyinde başarılı örnek değil, ama Alevi<br />

kimliğinin fark edilmesi, savunulması açısından kazanımlar sağlamıştır.<br />

Barış Partisi için de söylenebilir mi bu?<br />

• İkisinin koşulları farklıydı. Bu süreç içinde Birlik Partisi’nin daha<br />

büyük rolü var. Kadro yönünden de daha zengindi. Bugünkü derneklerin,<br />

vakıfların ve siyasi partilerin Alevi kadrolarının büyük bir kısmı bu<br />

partiyle ilişkili olmuş insanlardır.<br />

Özetçe kitap neyi anlatmaya çalışıyor?<br />

• Bu kitap özünde inanç ve siyaset ilişkisi konusunda yaşanmış bir<br />

örnek üzerinden veri sunuyor.<br />

Kitap çalışmasını bitirdikten sonra şuna kanaat getirdim: İnanç siyaseti<br />

ya da alt kimlik üzerinden siyaset anlayışı büyük riskler taşıyor.<br />

Kazanımları olmuyor mu? Evet, oluyor, ama toplumun bütünü açısından<br />

baktığında önyargıları arttırıyor. Siyasi bir olayı inançla izah etmeye<br />

çalışıyorsun ya da inanca ilişkin bir olguyu siyasi bakış açısından<br />

yorumlamaya çalışıyorsun. Bana göre her ikisi de yanlış.<br />

Kitap tabii ki günümüze atıfta bulunuyor. Aleviler, bazı dönemlerde<br />

yalnız kaldıklarını düşünüyorlar. Bu duyguyu çok iyi anlıyorum. Kimsenin<br />

kendilerine sahip çıkmadığına inanıyorlar. Kendilerinin başkalarının<br />

anlamadığını düşünüyorlar. Böyle bir refleksle siyaset projesi geliştiriyorlar,<br />

yeni bir parti kurma fikrine kapılıyorlar. Bu çok geçerli ve<br />

doğru bir yöntem değil.<br />

Çok ders alınması gereken bir örnek BP. Milletvekillerinin parlamento<br />

çalışmalarına bakıyorsun: Hemen hemen hiç yok! Alevilerin cemevleri<br />

konusunda şikâyetleri, talepleri var; Diyanet ile ilgili sıkıntıları var.<br />

Bunlar parlamento çalışmalarına yansımıyor. Gündelik olaylarla ilgili<br />

kimi küçük açıklamalar var. Bir tane bile doğru düzgün soru önergesi<br />

bulmak olanaklı değil.<br />

Demek ki Alevi olarak parlamentoda bulunmak, Alevilerin sorunlarının<br />

gündeme getirileceği anlamına da gelmiyor.<br />

Hataları ve yaptığı iyi işler ortada, ama umudum Birlik Partisi’nin<br />

daha kapsamlı tartışılması, çünkü tarihimizle yüzleşmemiz gerek.<br />

Mart 2007 19


SERÇEÞME<br />

KELİME ATA’NIN “ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ: (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ” ADLI KİTABINA ÖNSÖZ<br />

Hüzün Dolu Bir Deney<br />

Ali Balkız<br />

KÖYDEN KENTE GÖÇ dalgası 1950’li<br />

yıl larda başladı ülkemizde. Göç edenlerin<br />

büyük bir bölümü Alevilerdi. Okul yüzü<br />

görmemiş, herhangi bir mesleği öğrenmemiş,<br />

ekonomik birikimden yoksun, köyünden toprağından<br />

mecburen kopmuş, kent yaşamına<br />

ayak uydurmaya çalışan kimselerdi onlar.<br />

(İstisnalar elbette vardı her sosyolojik olayda<br />

olduğu gibi.) Aleviler kentte bankayı tanıdılar, fabrikayı, çarşıyı,<br />

“Hökümet”i, belediyeyi, somunu, camiyi tanıdılar. İlk kez Sünnilerle<br />

kapı komşu oldular.<br />

Doğayı, toprağı, bağı-bahçeyi, atı ineği, halıyı kilimi, oyayı nakışı,<br />

sazı sözü çok iyi bilirlerdi de mensucatı yeni öğreniyorlardı. Fırını, şoseyi,<br />

kuaförü yeni öğreniyorlardı.<br />

Gelip kentlerin varoşlarına bir gecede yaptıkları derme çatma, eğreti<br />

kondularında yaşamaya başladıklarında belediye onlara; yol, su, elektrik,<br />

okul, sağlık ocağı getirmeden önce siyaseti getiriyordu. Parti, particilik<br />

diye yeni olgular giriyordu yaşamlarına.<br />

Dedelerinden bu yana hiç saray, konak, han, hamam, bedesten, köprü<br />

yapmamışlardı ama mimariyi öğreniyorlardı yeni yeni.<br />

Ne devlet kurmuş, ne ordu beslemiş, ne yasa yapmış, ne meclis açmışlardı.<br />

Aslında dergâhları, pirleri, mürşitleri, dedeleri, musahipleri,<br />

yolları, ikrarları, dört kapılan, onun kuralları (hem de kıldan ince kılıçtan<br />

keskin) vardı da dernek-vakıf, sandık, kooperatif kurmayı yeni yeni<br />

öğreniyorlardı...<br />

Bu “yeni yeni”ler o denli çoktu ki yaşamlarında; yetişebilene aşk olsun...<br />

Biri “Sünniler” di.<br />

Hiç de sandıkları gibi “Yezit soyundan” değildi onlar. Hele de kapı<br />

komşu olanlar. Basbayağı kendileri gibi emekçilerdi onlar da... Zengin<br />

mahallelerinde oturanlar başka tabi...<br />

Diğeri de şu solcu gençlerdi... Gün yoktu ki evlerinin duvarlarına<br />

yeni bir yazı yazılmamış ola… Üstelik onlar bir de Pir Sultan’ın dilinden<br />

konuşmazlar mı?..<br />

Siyasetle ilk sıcak temasları böyle başladı.<br />

Hepsinden önemlisi devleti tanıdılar, onun sınıf karakterini... Yapısını,<br />

işlevini öğrendiler. Öğrendikçe korkuları arttı. Korku gizlenmeyi<br />

getirdi.<br />

Devrimci gençler cesaret aşıladı. “Hep kapıcı, odacı, bakıcı, çaycı mı<br />

olacağız?..” diye sormaya başladılar.<br />

Soru sormanın ne denli tehlikeli bir şey olduğunu sonradan öğrenecek<br />

ve ağır bedeller ödemiş olacaklardı.<br />

Atatürk’ün (ki o bir bakıma mehdi idi) yoldaşı da olsa, İsmet Paşa’yı<br />

sevmemişlerdi. Zira o kar-kış dinlemiyor, köylerde cemleri bastırıyordu<br />

jandarmaya. Onun için Menderes dediler önce. Hem Doğan Dede de<br />

orada değil miydi?... Sonra ihtilal oldu Cemal Ağa (Cemal Gürsel) başa<br />

geçti... Ayrıca; “Bir söylentiye göre bizdenmiş mübarek adam...” gerçeği<br />

vardı. Âşık Ali İzzet’i de köşke çağırdığına göre...<br />

O Cemal Ağa “bizden” de olsa; hiç kimse Hasan Paşa gibi “özce bizden”<br />

olamazdı... Zira partisinin işareti, ne at, ne ok, ne el, ne koç, ne<br />

terazi, ne başka... Basbayağı, açıktan açığa aslan ve onu kuşatmış 12 yıldızdı.<br />

Bunlar, Hz. Ali ve on iki imamlardan başka kim olabilirdi?...<br />

Aleviler henüz dün gelmişlerdi kente ama, çok çabuk kavuşmuşlardı<br />

partilerine.<br />

Aslında bu işte bir gariplik vardı ama, sonu inşallah hayrolaydı. Zira<br />

solcu gençlerle TİP farklı şeyler söylüyorlardı bu konuda. Yine de Hz. Pir<br />

yardım ederdi nasıl olsa...<br />

Doğru sandığa koştular, sekiz milletvekili birden çıkardılar.<br />

Bunca oy verdikleri bir partinin tüzük ve programında ne “komünizme<br />

karşıyız”, “Türk milliyetçisiyiz” diye yazmalarını önemsediler, ne de<br />

“Komünizm Türk milletinin en büyük düşmanıdır.” diye konuşmalarını.<br />

Ne partinin daha ilk kuruluşu sırasında kimi girişimcilerin gizlice bir oldubittiyle<br />

dışlanmasının ne anlama geldiğini anlayabildiler, ne de ilk Genel<br />

Başkanları Hasan Paşa’nın (Emekli General Hasan Tahsin Berkman)<br />

bir istihbarat subayı olması, NATO’da çalışması, ordudan resen emekliye<br />

sevk edilmesi, henüz Birlik Partisi kurulmamışken sağcı CKMP’den<br />

(daha sonra MHP olacak) Çorum adayı olması düşündürdü onları.<br />

Varsın Demirel, İnönü, Aybar kızıp dursunlardı... Hiçbiri etkilemezdi<br />

onları...<br />

Ama ah keşke o kara gün olmasaydı.<br />

Çalkantılı bir yıldı 1969 sonları ve 1970...<br />

Mecliste 450 milletvekili vardı. Yarının bir fazlası 226 idi.<br />

AP, Demirel’in önderliğinde 256 sandalye kazanmış olmasına karşın;<br />

Sadettin Bilgiç ve Ferruh Bozbeyli’nin başkaldırısı ile 34 milletvekilini<br />

kaybetmişti. İki kez üstlendiği hükümet kurma görevi, “Güvenoyu” ile<br />

temelli elinden uçup gidebilirdi.<br />

AP’ye; CHP, TİP, Bilgiççiler, en önemlisi 68 Gençliği karşıydı.<br />

Bu kritik güven oylamasında Demirel’in dışarıdan edineceği destek<br />

oylarına şiddetle ihtiyacı vardı. Çalmadığı kapı kalmamıştı. O sıra BP’nin<br />

genel başkanı Mustafa Timisi idi. Timisi, 8 Mart 1970 günü GYK’yı toplamış<br />

ve bir karara ulaşmışlardı. İki gün sonra AP hükümetinin güven<br />

oylaması vardı. Karar kesindi: Güvensizlik oyu verilecekti.<br />

Ama öyle olmadı.<br />

Alevi seçmenlerin gurur duyduklan, “Pirimiz”, “Dedemiz”, “Efendimiz”<br />

diye ünledikleri beş milletvekili Demirel’e “beyaz oy” verdiler. .<br />

Bu beş kişi niye ise BP’nin 17 Ekim 1966’da kuruluşunu izleyen günlerde<br />

Demirel’in; “Kanunlarımız din esasına göre bir siyasi parti kurulmasına<br />

izin vermemektedir. (...) İhbarlar gelirse Anayasa Mahkemesi<br />

harekete geçer. Gereken yapılır. Türkiye’nin sahipsiz olmadığı anlaşılır.<br />

Kanunlar herkesi hizaya sokar.” biçimindeki tehdit dolu demecini üç yıl<br />

içinde unutmuşlardı.<br />

Bu beş vekilin kimlerce, nasıl “ikna” edildikleri hâlâ meçhul... Bu<br />

ilginç olay Alevileri derinden sarstı. Güvenoyu gününü (Beyazoyu) hep<br />

“kara gün” diye andılar.<br />

Seçmenler seçmiş, seçilenler “satılmıştı.”<br />

Yara derindi.<br />

Kimilerine göre bu durum; Aslan’ın At’ın dizginlerini ele geçirmesi<br />

iken; kimilerine göre ise, Aslan’ın At’ın ayakları altında ezilmesiydi.<br />

Solcu gençlerin ve TİP’in kaç yıldır söyledikleri gerçek olmuştu.<br />

Alevilerin kentte “yeni yeni” öğrendiklerinin arasına şimdi bir de “siyasi<br />

oyunlar” eklenmişti.<br />

Kendi partilerinde bile; ikilik olabiliyor, delegeler sahte olabiliyor,<br />

seçimi ben kazandım, sen kaybettin derken mahkemelere düşebiliyor,<br />

biri az geliyor, iki genel merkezli hale gelebiliyorlardı.<br />

BP, birazcık toparlanabildiğinde, sağ-sol ayırımı olmaksızın bütün<br />

partiler, bütün vekiller aynı kutupta toplanabiliyor, BP’yi bölmek, etkisizleştirmek<br />

için elçiler kullanabiliyor, yeri gelince rüşvete, olmadı tehdide<br />

başvurabiliyorlardı.<br />

Yaman bir işti şu siyaset işi. Aleviler alışık değildi bu duruma.<br />

Alışamadılar.<br />

Alışamadıkları içindir ki; BP 12 Eylül Askeri Darbesi ile kapatıldıktan<br />

sonra oluşturulmaya çalışılan Demokratik Barış Hareketi (Barış Partisi)<br />

girişimine yüz vermediler.<br />

Haksız da sayılmazlardı: İlk siyasi deneyimleri büyük bir hüzünle<br />

sonuçlanmış; partileri en sağdan en sola savrulmuş, oy oranları neredeyse<br />

sıfıra düşmüştü.<br />

12 Eylül yönetimi diğer tüm partilerle birlikte BP’yi de kapatınca<br />

kurtulmuşlardı bu dertten.<br />

Onlara da dersler kalmıştı; en başa şunu yazdılar:<br />

• Din, mezhep, inanç, kültür vb. duyarlılıklara seslenen bir parti oluşumu<br />

(yasalar bir yana) Alevi öğretisine yakışmaz.<br />

• Laiklik denilen olgu da zaten kabul etmez bunu.<br />

• Şu mevcut partiler isterler ki; Aleviler hep seçmen kalsın, oylar hep<br />

onların olsun.<br />

• “Siyaset” denilen şey; şu yaşadıklarımız, (ya da bize yaşatılanlar) olmasa<br />

gerek. Siyaset; ilkeler, programlar, projeler çerçevesinde, saydamlık,<br />

mutluluk, eşitlik, özgürlük, barış, refah, huzur ve bağımsızlık için<br />

çalışmak değil midir?<br />

• En önemlisi halk için, ülke için öz menfaatlerini göz ardı ederek çalışmak<br />

değil midir?..<br />

• Böyle bir siyaseti ve siyasetçileri buluncaya dek aramalıyız. Bulamıyorsak<br />

şimdilik, yaratmalıyız...<br />

Aleviler böyle bir deney yaşamışlarken, bu dersleri çıkartmışlarken;<br />

dönüp bir de diğer partilere baktılar elbette: Gördükleri ne ilginç, BP’de<br />

gördüklerinden hiç de farklı değildi. Parti içi ayrılıklar, bölünmeler, kavgalar,<br />

ihraçlar, mahkemeler, suçlamalar her birinde neredeyse birebirdi.<br />

Önce bir partinin kendi içinden başlaması, sonra tüm ülkeyi sarması gereken<br />

demokrasi kültürü ve ahlakı ne denli uzaklardaydı.<br />

Kelime Ata bize bu titiz çalışmasıyla bir dönemi anımsatıyor. Türk<br />

siyasi yaşamının çok özel bir deneyimine ışık tutuyor. Sadece Aleviler<br />

için değil her yurttaş için bir laboratuardır bu deney. Sonuçları acı da<br />

olsa.<br />

20 Sayı 27


SERÇESME SERÇEÞME<br />

“ALEVİLERİN İLK SİYASAL DENEMESİ: (TÜRKİYE) BİRLİK PARTİSİ” - KİTABIN GİRİŞ BÖLÜMÜNDEN<br />

Birlik Partisi - Sosyalist Tarladan Hasat Stratejisi<br />

Kelime Ata<br />

ALEVİLİĞİN siyasetle bağlarına dair tartışmaların, hep seçim dönemlerinde<br />

gündeme geldiğine, sandığın kalkmasıyla birlikte tartışmaların<br />

alevinin de söndüğüne tanık oluyoruz.<br />

Oysa Alevilik ve siyaset, Alevilerin siyasal tercihleri, ideolojik konumlanışları,<br />

Türkiye’deki gelişmeleri anlayabilmenin, daha demokratik,<br />

çağdaş, laik bir toplum ve devlet yapısı için mutlaka ele alınıp incelenmesi<br />

gereken mayınlı alanı oluşturuyor. Bu mayınlı alanlardan biri de<br />

hiç kuşku yok ki, Birlik Partisi’dir.<br />

Birlik Partisi deneyimi, hem Alevilik ve siyaset ilişkisinin en tartışmalı<br />

evrelerinden biridir, hem de Alevilerin kimlik mücadelesinde dönüm<br />

noktasıdır. Böylesine önem atfedilmesi gereken bir sürecin, akademisyenlerin<br />

ya da Alevi araştırmacıların, Alevilerin ilgi alanına girememiş<br />

olması düşündürücüdür. Kanımca bunun iki nedeni var: Biri, BP’nin<br />

tarihini araştırmanın güçlüğü diğeri de konunun taşıdığı hassasiyet. [...]<br />

Birlik Partisi, Soğuk Savaş stratejilerinin uygulandığı, komünizme<br />

karşı “yeşil kuşak” oluşturulmak istenildiği bir dönemde, 17 Ekim<br />

1966’da kuruldu. İlk nefes alışını, 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği özgürlükçü<br />

ortama borçlu olan partinin en önemli özelliği Türkiye Cumhuriyeti<br />

tarihinde belli bir inanç kesimine hitap eden ilk parti ve Alevilerin<br />

ilk siyasal deneyimi olmasıydı. 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra<br />

ideolojik mücadelenin keskinleşmesi, yeni sınıf ve kimliklerin siyasete<br />

müdahil olması, Demokrat Parti döneminde örgütlenmeye başlayan<br />

Nurculuğun DP’nin mirasçısı Adalet Partisi iktidarlarında devlete ve<br />

topluma nüfuz etmesi, Alevilere saldırıların yoğunlaşması, Alevilerin,<br />

siyaset yaptıkları partilerden dışlanması ve kendi hukuk sistemini asırlarca<br />

dağlarda uygulayan ve kapalı bir yaşam sürdüren bu kesimin şehirlerde<br />

aktif siyaseti öğrenmeye başlaması, Birlik Partisi’nin doğuşunu<br />

hazırlayan temel faktörlerdi.<br />

Birlik Partisi, [...] ne kitle partisiydi ne de başlangıçta doktriner özelliği<br />

vardı; tepkisel bir hareketin ve bu tepki hareketinin 1960 sonrasında<br />

kendisini ifade etme olanağını elde etmesiyle ortaya çıkmıştı. Kurucularının<br />

çoğunluğu farklı siyasi partilerde çalışmış ancak başarılı olamamış<br />

kişilerdi.<br />

Alevilerin hak ve taleplerini savunmak üzere siyaset yarışına giren,<br />

barışçıl yollarla iktidara gelmeyi hedeflemekle birlikte, önceliği parlamentoda<br />

grup oluşturmak şeklinde belirleyen, bunu da Alevilerin meşruiyetinin<br />

sistem tarafından kabulü olarak yorumlayan BP’nin tarihi incelendiğinde<br />

iki farklı dönemin varlığı dikkati çeker.<br />

Birinci dönem, Kurucu Genel Başkan Emekli General Hasan Tahsin<br />

Berkman’la başlayıp, Hüseyin Balan’la devam eden 1966–1969 dönemiydi.<br />

Bu evrede Alevilik vurgusu alabildiğine ön plana çıkartıldı.<br />

Dönemin kadroları, Alevi taban üzerinde yoğunlaşarak siyaset yaptı.<br />

İnancın geleneksel yapısıyla buluşmayı başardı, yerel düzeyde dedelerin<br />

gücünden yararlandı. Türkiye’deki laiklik anlayışının Alevilerin aleyhinde<br />

oluşan boyutlarına dikkat çekerken, ekonomik ve sosyal sorunlara<br />

inanç özgürlüğü kadar öncelik tanımadı.<br />

Partinin ikinci dönemi ise Mustafa Timisi’nin genel başkanlığını kapsıyor.<br />

1969–1980 arasındaki on bir yıllık süreyi kapsayan dönemde, BP,<br />

Alevilerin haklarının savunuculuğunu bırakmamakla birlikte, kendisine<br />

daha ideolojik bir rota çizdi ve demokratik sol anlayışı benimsedi, radikal<br />

değişiklikler gerçekleştirip sosyalist düşüncelere yelken açtı ve 12<br />

Eylül darbesinden birkaç ay önce de yaptığı tüzük ve program değişikliği<br />

ile başlangıçta var olan komünizm karşıtlığını sona erdirdi. Parti bu<br />

dönemde daha baskın biçimde Türkiye’nin tam bağımsızlığını savundu,<br />

NATO’yu, CENTO’yu reddetti, “işbirlikçi burjuvazinin sömürü düzeni<br />

yarattığını” ifade edip dikkatini sınıf çelişkilerine yöneltti.<br />

Ezen-ezilen ilişkisi üzerinden belirlenen bu yeni çizgi, doğal olarak<br />

dedeleri partiden uzaklaştırdı ve devrimci gençleri dinamik güç haline<br />

getirdi.<br />

Geleneksel yapıyla kurulan bağ, partiye 1969 seçimlerinde sekiz milletvekili<br />

kazandırmıştı. Mustafa Timisi’nin sosyalist tarladan hasat stratejisi<br />

ise, başka sol örgüt ve partilerin daha başarılı performanslarından<br />

dolayı hüsrana uğradı.<br />

Birlik Partisi, kendisine siyasi gelecek arayan politikacıların bir nevi<br />

“siyasi staj” gördükleri ya da kendilerini vitrine çıkardıkları çatı oldu<br />

aynı zamanda. Siyaset tutkunu eski askerler, öteki partilerde varlık gösteremeyenler,<br />

tasfiye olmuş siyasi kadrolar zaman<br />

zaman 12 yıldızlı aslana yöneldiler ama<br />

kalıcı olamadılar. Bir genel sekreterin en fazla<br />

bir yıl görev yaptığı partide, kadrolar sürekli<br />

değişti, gelenler bir süre siyasi gelecek aradı,<br />

olmadığını görünce de partiyi terk etti. Kadroların<br />

değişkenliği başlı başına güvensizlik<br />

yarattı. Buna, maddi olanakların yetersizlikleri, entelektüel birikimin<br />

yokluğu ve tutarlı bir siyasi çizginin olmaması yüzünden konjonktüre<br />

göre davranma tarzı da eklenince Alevilerin niceliksel oyu ile orantılı<br />

başarı hiçbir zaman elde edilemedi.<br />

Birlik Partisi’nin Türk siyaseti ve Aleviler açısından taşıdığı bir değer<br />

var. Ne kadar küçük kalmış olsa da her seçimden yenilerek çıksa da<br />

BP, Alevileri, bu inançtaki insanların kimlik mücadelesini ve siyaseti<br />

derinden etkiledi. Bu etkilenmenin iki boyutu var: Birincisi; BP’nin ve<br />

Türk siyasetinin karşılıklı olarak birbirinden ne öğrendiği, ikincisi ise<br />

Alevilerin BP deneyiminden ne kazandığıdır.<br />

BP’nin siyaset sahnesine çıkışı, Alevilerin gerekirse siyasete partileşerek<br />

müdahale edebileceğini gösterdi. Bu çıkış, ister istemez öbür partilerin<br />

Alevi duyarlılıklarına simgesel anlamlar da taşısa sahip çıkmasına<br />

ortam hazırladı. Özellikle CHP’ye, Alevi isimlerine milletvekili listelerinde<br />

daha fazla yer verme zorunluluğunu hissettirdi. BP’nin bir siyasi<br />

rakip şeklinde ortaya çıkışıyla Alevi isimler, diğer partilerin listelerinde<br />

daha çok sayıda yer alır oldu. Siyaset dünyası Alevileri bir denge unsuru<br />

olarak kabullendi.<br />

Dönemin bazı siyasi gruplarınca Türkiye İşçi Partisi (TİP) oylarını<br />

parçalamak üzere devlet tarafından kurdurulduğu ileri sürülen BP,<br />

Osmanlı İmparatorluğu za manında “yok edilen”, Cumhuriyet döneminde<br />

“yok sayılan” Alevi-Bektaşi tabana dayandı. Anayasanın laiklik ilkesinin<br />

uygulanışının Alevi ler açısından doğurduğu sorunları çözmeyi<br />

amaçladı, gerici çevrelerin ve dev letin “sakıncalı, kâfi r, zındık” değerlendirmelerine<br />

muhatap olan Ale vilerle ilgili önyargıları yıkmayı ve<br />

bu kimliğin kabulünü Diyanet Teş kilatı ve parlamentodaki temsiliyet<br />

üzerinden sağlayarak meşruiyet so ru nunu aşmayı hesapladı. 27 Mayıs<br />

Anayasasının sunduğu örgütlenme olanakları çerçevesinde programı,<br />

etkinlikleri ve yürüttüğü hukuk mü ca delesiyle toplumdaki önyargıların<br />

kırılmasına kısmen siyasal öncü lük etti.<br />

Aleviler ise Birlik Partisi ile siyasi bir deneyim ve etkisi yıllar sonra<br />

ortaya çıkacak bazı kazanımlar edindi. En önemli kazanım –bir bütün<br />

olarak değerlendirildiğinde başarısızlıklar sözkonusu idiyse de– elde<br />

edilen özgüvendir. Siyaset terazisinde denge ağırlıklarından birini oluşturduklarını<br />

görmek, Alevilere, oyunun gücünü hissettirdi, partileşme<br />

onlara siyasi bir deneyim kazandırdı. Cesaret ve özgüven özellikle 1980<br />

sonrasında siyasal ve toplumsal düzeyde, devletle olan ilişkilerde Alevilerin,<br />

daha talepkâr davranmasının yolunu açtı. Bugün Aleviliğin, devlet<br />

tarafından resmen tanınmasa da kısmen başardığı toplumsal meşruiyette,<br />

BP’ye büyük bir hisse ayırmak gerekiyor.<br />

Aleviler, bu süreçte BP deneyiminin olumsuzluklarını da kavradılar.<br />

İyi niyetlerle yola çıkılmış ve Alevilik esaslarına dayalı bir devlet<br />

düzeni öngörülmemiş olsa bile inançların siyasete bulaştırılmasının sakıncalarını<br />

yaşayarak gördüler. İnanca dayalı bir devlet düzenine taraflar<br />

olmamasına rağmen tabanının Alevilerden oluşması, BP’nin Alevi<br />

Partisi şeklinde algılanmasına yetiyordu ki, bu durum yalnızlaştırıcı bir<br />

etki yapmıştı. Oysa Alevilerin sorunları ancak çağdaş, aydınlanmacı,<br />

demokratik çerçevesi geniş bir sistemin kurulmasıyla ve toplumun demokrasi<br />

problemi yaşayan öbür kesimleriyle kucaklaşmasıyla çözülebilirdi.<br />

BP deneyimi bu açıdan epey öğretici oldu.<br />

Nitekim edinilen bu deneyim Sivas Katliamı sonrasındaki tepkiden<br />

beslenerek 1995 yılında kurulan Demokratik Barış Hareketi ve devamı<br />

niteliğindeki Barış Partisi sürecinde yol gösterici oldu. Siyasi partilerin<br />

Alevi sorunlarının çözümünde samimi davranmadığı, Alevilerin hak ve<br />

taleplerinin ancak Alevilerin kuracağı bir parti ile gerçekleştirilebileceği<br />

tezleri ortaya atıldığında, BP örneği anımsandı; Demokratik Barış<br />

Hareketi’ne karşı açık tavır alındı. Çünkü Aleviler, sorunlarının toplumun<br />

öteki kesimlerinin sorunlarıyla birlikte çözümlenebileceğinin farkına<br />

çoktan varmışlardı. [...].<br />

Mart 2007 21


Klâsik felsefe tarihine göre aydınlanma<br />

felsefesi, aslında bir XVIII. yüzyıl felsefesidir.<br />

Dünyada, ilkin İÖ V. yüzyılda<br />

eski Yunan’da bir antik aydınlanma’nın<br />

(Grek aydınlanması) gerçekleştiği bilinir.<br />

Grek Aydınlamacıları bilgicilerdir. Anılan bu iki<br />

aydınlanmada da dogmacılığa karşı çıkılmış, insan<br />

usu bilgi ölçüsü olarak alınıp değerlendirilmiş ve bilginin<br />

geniş halk kitlelerine yayılmasına çalışılmıştır.<br />

Her iki aydınlanmada da spekülâsyonlara sırt çevrilmiş,<br />

insan ve kültür sorunlarına eğilinmiştir. XVIII.<br />

yüzyıl aydınlanması İngiliz düşünürü John Locke<br />

(1632-1704)’la başlar. Hume, Condillac ve Fransız<br />

özdekçileri bu aydınlanmanın önemli temsilcileridir.<br />

Daha sonra Kant, Fichte, Schelling, Hegel gibi Alman<br />

düşüncecileri bu aydınlanmanın geliştiricileri olmuşlar,<br />

bu konuda kayda değer eserler vermişlerdir. Gerçek<br />

aydınlanma felsefesi ise, Karl Marks ve Friedrich<br />

Engels’le gerçekleşmiştir.<br />

İmmanuel Kant (1724-1804)’a göre aydınlanma,<br />

“aklın kendi yol açtığı erginsizlik durumundan kurtulması”<br />

anlamına gelir. Aslından ise, bireysel açıdan<br />

aydınlanma ancak, bireyin etnik köken, din, mezhep, toplumsal sınıf ve<br />

yöre gibi bağımlılık, dolayısıyla da erginsizlik yaratan “aidiyet ya da<br />

mensubiyet”lerden sıyrılıp kurtularak bağımsızlaşmasıyla olanaklıdır.<br />

Aydınlanma anlamında kültürlenme ise, insan aklının evrimi sürecinde<br />

bir üst aşamaya çıkarak, örneğin özerklik, özgürlük, barış, kölelik<br />

ve kutsallığın yok edilmesi, başta yoksulluk olmak üzere, her türlü eşitsizliğin,<br />

haksızlığın, acının, farklılığın ortadan kaldırılması durumuna<br />

ulaşmadır. Zaten insanlık, tüm tarihi boyunca hep, iyiyi, güzeli, doğruyu,<br />

gerçeği ve yararlıyı ereklemiştir. Böyle bir düşünce evrensel niteliklidir.<br />

Yani, bundan çıkarılacak sonuç şudur: Her türlü düşünsel etkinlik<br />

insan içindir. Bilim de, felsefe de, uygarlık da insan içindir. Bütün bunlar<br />

insanın araştırılmasına yönelik çalışmalar niteliğindedir; öyle anılıp,<br />

öyle kabul edilmelidir.<br />

İşte bu bağlamda İngiliz düşünürü Francis Bacon (1561-1626), pek<br />

yerinde bir girişim olarak kabul gören “yararlıya yönelme” yaklaşımını<br />

düşünce tarihine getiren filozof olarak tanındı. Yine bu bağlamda, her<br />

şey insan içinse, “sadece beni ilgilendiren, gerçekte beni hiç ilgilendirmez”<br />

diyebilmek ya da J. Paul Sartre’ın (1905-1980) dediği gibi “İnsan<br />

bütün dünyadan sorumludur” sözünde gizli düşünceyi gerçek anlamıyla<br />

kavrayıp ortaya koymak çok önemlidir. Ancak, insan diğer varlıklardan<br />

ayrı olarak kendini ve dünyayı yenileme potansiyeli taşıdığı için, önem<br />

kazanır ve öne geçer; böylece ilerleme yeteneğini hiçbir zaman yitirmez.<br />

Bunun için yaşam her zaman filozofları haklı çıkarmış, otoritelerin tüm<br />

baskılarına karşın, XV ve XVI. yüzyıllar bir tür aydınlanma sayılan Rönesans<br />

dönemi bu şekilde değerlendirilmiş, filozoflar hümanist düşüncenin<br />

ilk ışıklarını o yıllarda yakarak dünyaya yaymışlar ve bu hümanist<br />

düşünürler tüm insanları kendi duygu ve düşüncelerinde bularak, “ben”<br />

yerine “biz” kavramını koyan insanlar olarak anılmayı hak etmişlerdir<br />

(Bedia Akarsu, Çağdaş Felsefe).<br />

Her aydınlanmanın mutlaka sosyal, duygusal ve düşünsel temellerinin<br />

olduğunu, başlangıçta bunların çekirdeği beslediğini, çekirdeğin<br />

bunlara ve benzer olgulara sarılarak oluşup geliştiğini, hüda-yı nabit,<br />

yani kendiliğinden ortaya çıkmadığını, her düşünce akımının ilk yere<br />

bastığı, salt bir başlangıç zemini edindiğini, oradaki kültürel birikiminden<br />

yola çıkarak, böylece ilk hareket noktasını seçtiğini, sonraki aşamalarda<br />

temel amaçlara götürecek prosedürleri belirlemeye çalışarak<br />

detaylara girip yan ve nüans sayılabilecek erekleri, yol ve yöntemleri<br />

seçip oluşturduğunu, bu arada çalışma arkadaşları, işçiler bulunduğunu,<br />

bunların çoğunu ince eleyip, sık dokuyarak değil de, çoğunu rastlantılarla<br />

yakalayıp yanına aldığını, sonradan bir kısmından anlaşamayarak<br />

ayrıldığını, arayıp bulmaya çalıştıklarını ancak akan zaman içinde tanıma<br />

fırsatı bulduğunu, böylece hazırladığı ortamda tabakalaşarak, gelişip<br />

beslenerek ana ışığın kaynağı haline geldiğini, hep yeni ürünler verip<br />

bunlarla hem beslenip hem de kendisinin, ürünlerinin ve gerçek düşünce<br />

özünün tanımlarını yapmak için büyük uğraşlar verdiğini, okullaşma<br />

gayreti içinde geleceklere dal budak salmaya çalıştığını söylemeye gerek<br />

var mı? Ama yine de, özü yakalayabilmek, akışı kesintisiz görebilmek,<br />

her şeyi doğru tanıyıp yerli yerine koymak için, işe kalıntılardan, detaylardan<br />

başlamak gerek, en doğrusu bu.<br />

SERÇEÞME<br />

Anadolu Aydınlanması<br />

İsmail Özmen, Yargıtay Üyesi<br />

Veli, âşık ve düşünürlerin<br />

hazırladıkları aydınlanmanın<br />

oluşturduğu duygu ve düşünce<br />

ortamında kendine özgü<br />

özellikler kazanmış<br />

temel ilkeleri,<br />

sevgiye, emeğe, alın terine,<br />

dayanışmaya açık, içtenlikli<br />

ve basit öykü anlatımı<br />

yollarıyla yansıtıp<br />

sevdirmeleri<br />

eğitim ve öğretim alanlarında<br />

örnek bir tutum ve davranış<br />

olarak<br />

değerlendirilmelidir<br />

Gerçekte ise, böylesi büyük kurum ve oluşumların<br />

doğru tanısı, ancak küllerini eşelemekten geçer. Onlarda<br />

ne büyük cevherler varsa, izleri hep o küllerin<br />

içinde gizlidir. Böylesi durumlarda, bulunup gidilecek<br />

temel düşünsel yöntem, sezgisel bir yoldur. Bu<br />

ise, “duymak” ile “dinlemek” arasındaki ilişkiden geçer.<br />

Bu ilişki, tıpkı “bakmak” ile “görmek” arasındaki<br />

ilişkiye benzer. Yine böylesi hallerde şunu hiç akıldan<br />

çıkarmamak gerek, “görmek hep konuşmadan önce<br />

gelmiştir: Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp<br />

tanımayı öğrenmiştir” (John Berger, Görme Biçimleri).<br />

Bütün bunlar “gerçeklik duygusuna varmayı”<br />

anlatmak ve sağlamak için kullanılan yöntem ve izleklerdir.<br />

Buradan yola çıkalım. Burada önemli olan,<br />

bizim varmak istediğimiz büyük hümanizmanın ışıklarını<br />

hemen başlangıçta söndürmemiz gerekir. Çünkü,<br />

bizim bilip varmak istediğimiz ve adına aydınlanma<br />

dediğimiz büyük hümanizma, öyle kolay kolay<br />

oluşup ortaya çıkmamıştır, çok yönlü bir oluşumu ve<br />

gelişimi olduğu gibi, çok yönlü, karışık dağılım, etkileşim<br />

alanları da vardır, bunların hiçbiri yadsınamaz;<br />

çünkü, bunlar gerçekten özlerinde, insanlığın öyküsünü<br />

taşırlar; ışıkları hep, insanlığın belli dönemlerinde, bazı kesim ve<br />

yerlerde şimşekler gibi çakıp parlayan, herkese kurtuluş/ümit vadeden,<br />

ferahlık ve mutluluk getiren akıl ışıkları olarak kabul edilir. Gerçeklere,<br />

oluşa ve tarihsel kaynaklara dayanarak diyebiliriz ki, olay ve olgu bu<br />

doğrultuda oluşup gelişmiştir.<br />

İşte böyle ışıklı dönemlerden biri de, XIII. yüzyılda Anadolu’da oluşarak<br />

ortaya çıkan, ne yazık ki, derinlemesine, çok yönlü bir incelenme<br />

imkânına kavuşturulamamış olan özgün Aydınlanma’dır.<br />

O çağa, bu büyük özgün aydınlanmanın ortaya çıktığı döneme az da<br />

olsa, hoşgörülü/iyimser bir açıdan baktığımız zaman, Selçuklu İmparatorluğu<br />

yönetimindeki Anadolu’nun bir kısmında, İslâmî tasavvufî düşünce<br />

ile bazı genel felsefe deneyimlerinin bir anlamda özgürce yazılıp,<br />

şiirle de olsa söylenebildiği, özgürlük tüten bir ortam ve havaya sahip<br />

olduğunu görürüz; ancak bu hava özünde, ne zaman susturulacağı kesin<br />

olarak bilinmeyen güvensiz, kaygan olgularla dolu bir görünümü de içerip<br />

sergiler durumdadır. Doğal olarak bunlar, o çağın Anadolu’sundaki<br />

yadsınamaz gerçeklerdir. Bir başka anlatımla Anadolu, XIII. yüzyıl’da<br />

böyle dinsel yorum özgürlüğü bulunan kısa bir dönem yaşayıp geçirmiştir.<br />

Bu ortamda oluşturulan özgün aydınlanmanın baş rolüne soyunmuş<br />

kişiler, böyle bir karışık ve kırık bir ortamda yaşamışlar, düşüncelerini<br />

böylesi bir ortamda söyleyip yazmışlardır.<br />

Aslında ise Anadolu, o çağda büyük kırılmalara gebe, karanlık bir<br />

kaos ortamına sürüklenmek üzere, dipsiz bir uçurumun kenarında gezip<br />

durmaktadır, bu açıdan baktığımızda onun her yanı kıpır kıpırdır, herkes<br />

hem korku, hem de ümit içinde tedirgin yaşamaktadır; siyaset, zaman ve<br />

toplum yapısı yakın geleceklerin kan denizini hazırlama telaşı içindedirler,<br />

adetâ sessizce buna hazırlanmaktadırlar.<br />

XIII, XIV ve hâttâ giderek XV. yüzyıllara ilişkin Anadolu tarihini,<br />

şöyle kaba hatlarıyla da olsa, gözler önüne getirip serdiğimiz zaman, o<br />

günleri inceleyen tarihçilerin yapıtlarında, 1071 Malazgirt Savaşı öncesi<br />

ve sonrası, hatta tâ X. yüzyıldan itibaren Anadolu’ya çeşitli Türk kavimlerinin<br />

durmadan kümeler halinde sessizce akışlarını izlediklerini, daha<br />

sonraki kanlı Haçlı seferlerini, hemen ardından acımasız, talancı Moğol<br />

istilalarını, ardı arkası kesilmeyen kaoslu iç isyanları, nedeni, niçini bilinen<br />

veya bilinemeyen çeşitli karşılıklı vuruşmaları, kör savaşları, çılgınca<br />

saldırıları, yağmaları, talanları, insanların çoluk, çocuk, kadın, erkek<br />

ayırmaksızın öldürülmelerini, daha nice benzer insanlık dışı eylem ve<br />

davranışları seyredip yazdıklarını, bütün bunları kaygan, güvensiz bir<br />

ortamda insanlığa karşı işlenen suçlar sınıfına sokup öyle nitelendirdiklerini,<br />

hepsini umutsuzluğu besleyen karanlık olgu ve olaylar olarak kabul<br />

edip değerlendiklerini görür, bu acı gerçekle yüz yüze geldiğimizi<br />

anlarız.<br />

Elbette ki, bütün bu belirgin kırıklar, kargaşa, kaos, güvensizlik,<br />

korku ortamları, büyük çapta işin kötü yönlerini teşkil etse bile, bunun<br />

yanında, Anadolu’ya gelen Türkler İslâmiyet’i, şöyle ya da böyle, Arap-<br />

Emevi-Bedevî barbar yağmacı ordularıyla ilk ilişkilerinden itibaren,<br />

kanlı boğuşmalarla geçen yaklaşık 350 yıl sonra, daha çok bir kısım tasavvufçu<br />

kanadın esin ve ümit telkin etmeleriyle benimsemiş oldukları<br />

kabul edilse bile; yine kim ne derse desin, Anadolu’ya gelen Türklerin,<br />

22 Sayı 27


SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

AHMET AKAR<br />

Geldim<br />

İslâm öncesi Şamanist ve Budist dönemlerin ve yeni yurtlarındaki yerel dinlerin bazı değer motiflerini<br />

ve kurumlarını benimsedikleri, onları İslamî boyalarla süsledikleri, hatta İslâm’ı özgün bir<br />

yoruma tabi tutup, buna göre anlayıp uyguladıkları; bunun yanı sıra, Anadolu’da kendilerinden<br />

önce var olan zengin kültür ve yerel inançlardan da etkilendikleri ve onları bazen de kendilerinin<br />

şu veya bu tarzda etkilemiş oldukları yadsınamaz tarihsel bir durum sayılsa bile, Anadolu’daki bu<br />

büyük aydınlanmayı böyle bir deprem ortamında, kırıklar içinde sağlıklı, doğru ve nesnel biçimde,<br />

gerçeğe uygun olarak saptayıp, yanılgıya düşmeden değerlendirmek kolay iş olmasa gerek.<br />

Onun içindir ki, Anadolu Aydınlanması dediğimiz olgu, öyle birden bire bir gecede ortaya çıkmış<br />

bir olay da değildir. Uzun bir tarihsel süreç içerisinde, çeşitli ortam ve kültürlerden beslenmek<br />

suretiyle yetişen büyük düşünürlerin düşünce platformunda oluşup gelişmiş; zamanla zenginleşerek<br />

kazandığı çeşitlilikler içinde güçlenen bu Türk, İslâm geleneği şeklinde bir kimlik kazanarak<br />

ortaya çıkmıştır. Oysa, İslâm’ın dünyanın diğer bölgelerindeki görünümleri, özellikle Arap, İran<br />

ya da Kuzey Afrika’da yaşayan halkların oluşturdukları İslâm gelenekleri, Anadolu’da oluşturulan<br />

bu özgün gelenekten çok ayrı, farklı ve değişik bir kimlik ve içeriktedir. Çünkü, Anadolu’da<br />

anılan yüzyıllarda oluşan İslâmî gelenek, Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Edebâli, Yunus Emre, Hacı<br />

Bayram-ı Veli, Şeyh Bedreddin, Pir Sultan ve benzeri veli, âşık ve düşünürlerin hazırladıkları<br />

aydınlanmanın oluşturduğu duygu ve düşünce ortamında kendine özgü özellikler kazanmış, geliştirilen<br />

temel ilkelerin ışığında oluşan sevgiye, saygıya, emeğe, alın terine, dayanışmaya açık,<br />

içtenlikli ve yeni bu aktöre, zaman süreci içinde, toplumun her kesimine taşınıp yansıtılarak bu<br />

konularda ışıklı, verimli ve doyurucu ürünler verilmeye başlanmış, inanç ve düşüncelerini halkın<br />

düzeyine inerek açıklamayı başaran veliler ile ardıllarının ve yardımcılarının aktöresel bu görüş<br />

ve düşünceleri geniş halk kesimlerine inanılması güç yazılı ve sözlü basit öykü anlatımı yollarıyla<br />

(menâkıpnâmeler gibi) yansıtıp sevdirmeleri eğitim ve öğretim alanlarında örnek bir tutum ve<br />

davranış olarak değerlendirilmelidir.<br />

Zaten Anadolu’daki bu İslâm geleneği, her yanı sevgi dostluk dolu, ılımlı, hoşgörülü, sevecen,<br />

paylaşımcı, gerçekçi ve özünü yitirmeden çağın değişen koşullarına uyum sağlayarak gelişmeyi<br />

ilke edinmiş, insancıl yönü her alanda ağır basan, engin bir tevazu içinde, köleliğe, sömürüye, her<br />

türlü haksızlığa, yabancılaşmaya olanak tanımayan, çirkinliklerle savaşan, tamaha, ikiyüzlülüğe<br />

karşı çıkan, uygulamalarında kadın-erkek ayırımı gözetmeyen, dil, din, ırk, mezhep, cins farklılıkları<br />

bilmeyen ve her türlü ayrımcılığa haklı tepkiler gösteren, saygıyı, turablığı yol bilen bir<br />

görünüm sergilemektedir.<br />

Böyle olduğu içindir ki, bir Mevlânâ, Hacı Bektaş Veli, Abdal Musa, Yunus Emre, Pir Sultan<br />

Abdal, Edebali, Hacı Bayram-ı Veli ve daha niceleri, büyük İslâm velileri ve ardılları hiç durmadan<br />

kendi dergâh ve ocaklarında, İslâm’ı hümanist ve kültürel açılardan ele alarak, tasavvufun<br />

engin ve yetkin ışıklarında olgunlaştırdıkları binlerce özgün görüş ve düşünceyi, yine binlerce<br />

öykü haline dönüştürerek Anadolu’da binlerce kent, kasaba, köy, tekke, berigâh, dergâh gezerek<br />

durmadan bir bir anlatmak suretiyle tohumlarını ekip yeşerterek, evrensel barış, sevgi ve dostluk<br />

ürünleri olarak bu topraklarda kökleşmeleri için kan, ter ve göz nuru dökerek çalışmışlar, kendilerinden<br />

sonra gelen kuşaklara kutsal ve dayanıklı bir kültür ve inanç hamulesi olarak bu aydınlanmayı<br />

sunmuşlardır.<br />

İşe bu aydınlanma açısından bakarken, şunu hiç aklımızdan çıkarmayalım ve unutmayalım ki,<br />

elbetteki dinler tarihi, bir bakıma, çok geniş bir zaman ve mekân atmosferinde oluşup gelişen çok<br />

kapılı bir yapının, dinler arası, söyleşim, etkileşim, iletişim süreçlerinin karışımlarının oluşturduğu<br />

çok renkli ve değişik kültür yığınları durum ve görünümündedirler. Ancak yine de, kendine<br />

özgü iyi, güzel, sevimli, etik yönler kazanmış, birikimli içerikleri olduğu da yadsınamaz olgulardır,<br />

ama bütün bunlara karşın, dinler tarihi, insanlık ve uygarlık tarihi içinde, ne yazık ki, karma<br />

ve eli kanlı bir tarih olarak karşımıza çıkmakta, kendisini akıl almaz, mantık dışı nedenlerle savunmaya<br />

çalışmaktadır. İnsan olarak, tarihin karşısında yapılanların acısının verdiği burukluğu<br />

duymamak olanaksızdır.<br />

Kaldı ki, bu olgulara bir de kültür kuramı bağlamından bakarsak, daha değişik durum ve olgularla<br />

karşılaşırız. Şöyle ki; maddi kültür nesnelerinin yanı sıra, kişinin toplumsallaşarak bireyselleşmesi<br />

aşamalarında, kazanmış olduğu yeteneklerin ve edindiği her türlü bilginin toplamı<br />

onun için, manevi bir kültür oluşturur. Din kültürü de bu genel kültürün bir bölümünü teşkil eder.<br />

Yani, aslında bir toplumun ve kültürün içine doğan insan, tüm insanlığın kültür birikimini önünde<br />

bulur ve gücü ölçüsünde de onu edinmeye çalışır. Bir insanın kendi gücüyle katıksız olarak özünde<br />

yarattığı değerler son derece az ve sınırlıdır ama; onun edindiği her şey, başkaları tarafından<br />

üretildiği için de kendisine yabancıdır. Gerçekte her kültür ürününde öz ve yabancı öğeler bir araya<br />

gelir/getirilir. Bu olgu, bir tür özün ve yabancının birlikteliğidir. Ernst Bloch’un anlatımıyla, “İç”,<br />

içliğinin, ya da “öz” özlüğünün ayrımına varabilmek için, “dışı” deneyimlemiş olmak zorundadır.<br />

Öğrenme denilen ve dış etkiyle, ya da etkileşimle gerçekleşen süreç, zaten başka türlü de yürüyemez<br />

(Onur Bilge Kula, Kültürel İletişim). O zamanla kişi ve topluluklar üzerinde egemen olsa<br />

bile, yine de onun özel dünyasında belirli, belli bir alanı ve ağırlık kazanır. Ancak, bu ağırlık ve<br />

egemenlik sürekli sayılamaz. Bunun için, öz kültür, ulusal ya da katıksız kültür kavramları görecelidir.<br />

Çünkü hepsinin içinde yabancı öge, en azından üzerinde başkasının eli vardır. Dünyada<br />

katıksız, arı, duru bir kültür yoktur. Aslında her kültür bir alaşımdır. Öz ve yabancı denilen öğelerden<br />

oluşur, bunlar kaynaşmış, karışmış, kanları, renkleri, kokuları birbirine sinip erimişlerdir.<br />

Bunların bazı değişik nitelik ve özelliklerini görüp saptamak mümkündür, ama bunları tel tel<br />

ayırmak, cımbızlamak imkânsız olduğu gibi şudur budur diye sınıflayıp ayırmak da olanaksızdır.<br />

Bunlar kültür alanında sadece, aidiyet ve mensubiyet duygusu ve algısı yaratan olgular olarak<br />

düşünülüp ele alınmalıdır.<br />

(Devamı 24. Sayfada)<br />

Aşkı niyaz etmek için<br />

Pirim kalktım sana geldim<br />

Bu yol erenler yoludur<br />

Edeple erkâna geldim.<br />

Gerçekler çekermiş çile<br />

Erişmek için menzile<br />

Aşk odundan döndüm küle<br />

Kerem gibi yana geldim.<br />

Aşk dalgası coşar sende<br />

Goncalar açar seherde<br />

Özüm dâr’da yüzüm yerde<br />

Hü deyip meydana geldim.<br />

Vuslat badesini içip<br />

Gerçeği fark edip seçip<br />

Hurafelerden vazgeçip<br />

İlimle irfanla geldim.<br />

Ahmet Akar çeker yası<br />

Silindi gönlümün pası<br />

Davam Kerbelâ davası<br />

Ol Şahı Merdan’a geldim.<br />

Pir Bana Dedi ki<br />

Hü dedim çağırdım şahlar şahına<br />

Destur gir içeri gel dedi bana<br />

Girdim huşu ile bir niyaz kıldım<br />

Çalış yola layık ol dedi bana<br />

Güzel pirim gül cemalin özledim<br />

Gelir diye yollarını gözledim<br />

Hak Hakikat nedir, kerem kıl dedim<br />

Hakkı öz gönlünde bul dedi bana<br />

Bu yola ser veren yolundan şaşmaz<br />

Yol ehli olanlar benliğe düşmez<br />

İnsanlara gurur kibir yakışmaz<br />

Ölmeden evvela öl dedi bana<br />

Şah Hüseyin için serin verenler<br />

Geri dönmez Hak yoluna girenler<br />

Yolun kurucusu ulu erenler<br />

Her şeyden uludur yol dedi bana<br />

Pirim Pir Sultanım bana kıbledir<br />

Aşk dalgası gelir, dilim söyletir<br />

Ahmet Akar sana kuldur köledir<br />

Yargıla kendini bil dedi bana.<br />

Sükût-u<br />

Harf<br />

Hüseyin Albayrak<br />

ISBN: 9944-986-52-6<br />

15 x 19 cm boyutunda 216 sayfa<br />

Dharma Yayınları 0212.512 8121<br />

Mart 2007 23


SERÇEÞME<br />

COŞKUN GÖNÜLLÜ<br />

Sevgi Barış Olmalı<br />

Dostlar çok önemli yüz ifademiz<br />

Duruşunda sevgi barış olmalı<br />

Aslında doğuştan her yürek temiz<br />

Vuruşunda sevgi barış olmalı<br />

Her insana yeter gök deniz kara<br />

Savaş insanlığa cinayet en büyük yara<br />

O zaman silaha harcanmaz para<br />

Kuruşunda sevgi barış olmalı<br />

Hiç kimse almasın yalanı dile<br />

Riyakarlık ekler çileye çile<br />

İnsanın insana elini bile<br />

Sürüşünde sevgi barış olmalı<br />

Ne olursa olsun şöhreti şanı<br />

İnsan olan insan incitmez canı<br />

Bir doğrunun eksik yanlış olanı<br />

Yerişinde sevgi barış olmalı<br />

Vefasız olanlar bilsin vefayı<br />

Herkes mutlu olsun sürsün sefayı<br />

Bilim adamının bilme kafayı<br />

Yoruşunda sevgi barış olmalı<br />

İnsanın özüdür beraber oluş<br />

Eşitçe paylaşmak en güzel buluş<br />

Hep bana hep bana demeden alış<br />

Verişinde sevgi barış olmalı<br />

Gönüllü Coşkun’um demeden benim<br />

Yediğim lokmanın yarısı senin<br />

Her halimde insanım diyen insanın<br />

Her işinde sevgi barış olmalı<br />

AŞIK DAİMİ<br />

Kainatın Aynasıyım<br />

Kainatın aynasıyım<br />

Madem ki ben bir insanım<br />

Hakkın varlık deryasıyım<br />

Madem ki ben bir insanım<br />

İnsan Hak’ta Hak insanda<br />

Arıyorsan bak insanda<br />

Çok marifet var insanda<br />

Madem ki ben bir insanım<br />

Bunca temenni dilekler<br />

Vız gelir çarkı felekler<br />

Bana eğilsin melekler<br />

Madem ki ben bir insanım<br />

Daimi’yem harap benim<br />

Aşk ehline şarap benim<br />

Ayaklara turap benim<br />

Madem ki ben bir insanım<br />

Bu iki nefesin alındığı kaynak:<br />

Av. İsmail Metin, Alevilerde Halk<br />

Mahkemeleri, Cilt 2, Alev Yayınları,<br />

İstanbul, 1995<br />

Esat Korkmaz’ı<br />

20 Mart’tan başlayarak Salı geceleri<br />

saat 9 ile 10 arasında<br />

Dem TV’de Gönül Defteri<br />

programında izleyebilirsiniz.<br />

Türksat 1C - Frekans: 10955 V<br />

SR: 5860 - FEC: 5/6<br />

(Baştarafı 23. Sayfada)<br />

Anadolu Aydınlanması<br />

Kişisel kimlik, bireyin din, mezhep, etnisite, ulus, yöre, meslek ve kültür gibi değişik alanlarda<br />

onun öz bilinci temelinde “özü” başkadan, “öteki”nden ayırma uğraşı temelinde oluşturulan bir<br />

olgu sayılmalıdır. Bu yönüyle kimlik bir tekleşme edimidir. Öteki, ona tehlikeli ve düşman olarak<br />

görüle bilir. Böyle karışık ve sürekli bir oluşum ortamında yaşayan kültür de bunlar normal sayılmalıdır.<br />

İşte bu çok yönlü gerçeklere ve olgulara hep açık olan Alevi-Bektaşi topluluklarının, zamanla<br />

çok yönlü ve renkli şekilde oluşup paylaşılan, birikimsel ve dinsel içerikli kültürlerini, önemli<br />

pirlerin ışıklı yol göstericilikleri doğrultusunda, köktencilikten ve katı şekilcilikten uzak tutmaya<br />

çalışarak ve her türlü bağnazlığa, karanlığa çöküp oturmadan, “bilimle gidilmeyen yolun sonunu<br />

karanlık” olduğuna inanarak, böylesi yerlere hiç yanaşmadan, trenini durdurmadan, hep yeniden<br />

biçimlendirdiği alt, üst, ara kültür kimliklerini yeri geldikçe hem koruyarak, hem karıştırarak,<br />

hem birleştirerek kendi özünü, diriliğini, rengini, ayrılığını ve temel kimlik niteliklerini korumak<br />

suretiyle günümüze değin varlığını sürdürmüş bir topluluk olarak karşımıza çıkmaktadır, diyebiliriz.<br />

Toplumsal açıdan baktığımızda kültür, bir insan üretimi olarak, doğuştan gelen, kişisel olgu<br />

ve özelliklerden ziyade, öğrenilen ve kazanılan bilgi ve deneyimlerden oluşur, o hep her türlü nitelik<br />

ve koşullarını kendi özünde türeten özgün bir bal arısı gibi çalışır. Ancak, onun bu nitelik ve<br />

özellikleri paylaşılan, edinilen ve yeniden biçimlendirilen türdendir. Zaten kültür çok yönlü, diri<br />

bir oluşumdur. Bütün bunlar yani tarihsel durum,olgu, doğa, coğrafya, iklim ve toplum koşulları,<br />

etnik kökenler ile din, mezhep ya da inanç anlayışı, kültür farklılıkları bir araya gelerek karışık<br />

yöntemlerle hazırlanıp yoğrulur. Bu gibi kavramlarda oluşum hep komplike ve çok yönlüdür.<br />

Bu bağlamda din, sanıldığı gibi, katıksız ve saf sayılamaz; böyle bir alanda da karşılıklı etkileşim<br />

alış-verişi ilkesi düzeyinde görünür, öyle de geçerlidir. Kültür alanında etnik köken, ulusal<br />

ögeler, dil, gelenek, görenek ve töreler, tasada, kıvançta, iyi günde, kötü günde ortaklık duygusu<br />

kültür alanındaki temel ana unsurları oluştururlar, hattâ şovenizmden arındırılmış ulusal onur bile<br />

bu sıralamaya dahil edilebilir, bunlar, toplumsal gerçeklerdir, yadsınamazlar. Özetlersek, bunun<br />

yanında “Kültür, soyut ve somut değerliliklerin ve değersizliklerin üretim sürecini de içerir.” Ama<br />

yine de unutmayalım ki, her kültür ürünü, diyalektik ilke gereği, kendi karşıtını da her zaman<br />

içinde taşıyıp barındırır. Tez, anti-tez, sentez oluşumu ve ilkeleri burada da geçerliliğini korur.<br />

XIII. yüzyılda Anadolu’da oluşturulan dinsel ağırlıklı özgün Aydınlanma’nın çekirdeğinde,<br />

harcında, temelinde, binasında ve çatısında yukarıda açıklanmaya çalıştığımız maddi ve mânevi<br />

ögelerin hepsi elbette vardı. Çünkü kültür salt değerlilikleri içermez, bunun yanında, insanın içine,<br />

içselliğine de yönelip bakar; oysa, yine onun yarattığı uygarlık öyle değildir; o hep dışa, dıştaki<br />

nesnelere, hak hukuk gibi dış belirleyimcilere yönelir, oralarda uğraş verir. Demek ki, bu yönüyle<br />

de kültür, insanlığın tarihsel gelişimiyle yakından bağlantılıdır; hatta, daha kaba taslak şekilde de<br />

olsa, tarihe şöyle bir göz attığımızda, insanlığın evriminin, düz ve doğrusal bir çizgi izlemediğini,<br />

kültürün, insanlığın tarihsel evrimi içerisinde bir üst aşamaya çıkma uğraşının türevi olarak<br />

ortaya çıkıp bağırdığını görürüz. Hatta giderek; İlk Çağ, Orta Çağ, Yeni Çağ ve bu çağın temel<br />

belirleyicilerinin başında bile, Aydınlanma olgusunu öngörecek bazı temel katkıların bulunduğunu<br />

söyleyebiliriz.<br />

Bütün bunların yanı sıra, tevhit kavramı etrafında odaklaşan tasavvufun geniş yelpazesi altında,<br />

Kuran-ı Kerim’inin üzerindeki simsiyah örtüyü kaldırarak şeriatın ördüğü kalın kabuğu kırarak,<br />

İslâm mentalitesinin tevhit kavramının gösterdiği noktada, elele, gönül gönüle, tüm insanların<br />

ayni inançta birleşmesi ve kendi aralarında bir olması ve yine kendi aralarında başka başka fıkralara<br />

ayrılsalar bile, sırf bu noktada bir olmaları anlamına gelir ki; bu Alevi-Bektaşi dünyasındaki<br />

inanç ve felsefik anlayışın Tanrı ile bir olmak, varlığın birliği demek sayılan Vahdet-i Vücûdçu<br />

felsefenin özünde şiirleşerek, daha büyüsel bir ortama girmeye başladığının ilk izleri, tohumları<br />

sayılabilir. Yine bu, giderek Anadolu Aydınlanmasının temelindeki atomsal çekirdeği oluşturan<br />

güzel değerlerin çevresinde dönüp dolaşan görüşler olmuş ve daha gerçekçi bir kimlik ve anlamlar<br />

kazanmaya başlamıştı, böyle bir içerik oluşturmuştur.<br />

İşte bu nedenledir ki, Bâtınî felsefesinde, tanrı insan birliği, giderek “Ene-l’Hak” kavramında<br />

gerçek anlamını ve özünü bulmuş, zaman sürecinde her şeyi yoğurup yapan Allah, insanı ve doğayı<br />

yaratmakla kalmayıp, bütün bunlarla evrende bir tür kendi görünüm ve yansımasını vermek<br />

suretiyle sözünü ettiğimiz aydınlanmadaki gerçek yerini, anlamını ve önemini kazanıp korumuştur.<br />

Böylece bu özgün aydınlanmada, bütün taşlar yerli yerine oturmuş, sular durulmuş, her şey<br />

yoluna girmiştir. Yine bunun yanı sıra, aydınlanmadaki gizli anlayışta birikip tortulanan, Tanrı<br />

ile olan ilişki, itiraz ve eleştiri şeklinde geniş bir elastikiyet alanı ve içeriği kazanarak beyinlerde<br />

ve gönüllerde görülen aşk ve yârenlik ilişkisi olarak ortaya çıkmıştır. Nitekim Muhyiddin ibn<br />

Arabî, Şahabeddin Suhreverdi ve benzerleri özgülünde oluşan bu felsefe, İslâm’ın kendi içinde<br />

başlayıp derinleşen değişik bir anlam kazanmış, din kendi kendine üzerindeki kabuğu kırarak derinleşmeyi,<br />

içtenliği oto kritiği öğrenerek şekilcilikten, sığlıktan, kuruluktan, korkaklıktan hızla<br />

uzaklaşarak derin uçurumlarda koşmaya, yeni anlam ve soluklar kazanmaya, büyük yollar kat<br />

etmeye başlamıştır.<br />

Gerçekte, Vahdet-i Vücûdcu anlayışın esası ile ilk kaynağının Hint Felsefesi olduğu yadsınamaz<br />

bir gerçek sayılmalıdır. Ama Vahdet-i Vücût felsefesi, bu yeni açılımlarıyla İslâm’ın kendi<br />

içinde başlayıp derinleşen, çeşitlilikler kazanan yeni bir anlam ve içerik olarak,bu iklimde bütün<br />

azametiyle doğmuş, canlı ve sınır tanımayan bir kültür ürünü olarak kendini günümüze değin<br />

taşımasını bilmiş ve XIII. yüzyıldaki Anadolu Aydınlanması’yla da tarihe adını altın harflerle<br />

yazdırarak sosyal ve kültürel alanda gerçek ve saygın yerini almıştır.<br />

Anadolu’da XX. yüzyılda, 1919-1923 yılları arasında çiçeklenmesi başlayan son aydınlanma,<br />

daha değişik bir kimlik ve daha evrensel nitelikler içermektedir. Ancak, bu son aydınlanmanın<br />

XIII. yüzyıldaki aydınlanmadan etkilendiği, bazı benzer yönleri bulunduğu, her ikisinin de temelde<br />

hoşgörü, iyilik, doğruluk, dayanışma, gerçeklik ve sevgi üzerine kurulmuş olduğu açıktır. •<br />

24 Sayı 27


SERÇESME SERÇEÞME<br />

KADIN OZANLARIMIZ<br />

Ayhan Kaleli (Deli)<br />

Ahmet Koçak<br />

AYHAN KALELİ 9 Mart 1968 Malatya<br />

doğumlu. İlkokulu Malatya’da, ortaokulu<br />

İstanbul’da okudu. Geçim koşullarının zor<br />

olması nedeniyle çocuk yaşta çalışmaya başladı.<br />

1988 yılında evlenen ozanımızın, iki oğlu<br />

var. Ozanımız ilk şiir denemelerine ilkokulda<br />

başlamış. Daha sonraki süreç için şunları söylüyor:<br />

“dünya görüşüm, yaşadıklarım ve duygularım<br />

olgunlaştıkça şiirlerim de ona göre<br />

şekillendi”.<br />

Ozanımıza Deli mahlasını Malatya<br />

Arguvan’ın Minayık ocağından Hüseyin<br />

Orhan Dede vermiştir.<br />

Ozanımızın halk ozanlığı geleneği üzerine<br />

görüşleri ise şöyle: “Halk ozanı olmak,<br />

bütün dünyaya aynı gözle bakabilmek ve<br />

yaşadığın dönemi tarihi bir belge haline<br />

getirebilmek demektir”.<br />

Günümüz kadın ozanlarımızdan Ayhan<br />

Kaleli, kalemi güçlü, tasavvuf ehli bir hak<br />

âşığıdır.<br />

Hak Kelâmı<br />

Hak kelâmı çalar söyler sazımız<br />

Dil bilmeze gayet kolay söz gelir<br />

Muhabbette dosta geçer nazımız<br />

Pişer canı fikri kâmil öz gelir<br />

Damla damla düşer çeşmi yaşımız<br />

Kerbelâ’da şehit mazlum şahımız<br />

Tene değil insanlığa lafımız<br />

Zalim tığlar gözümüzden yaş gelir<br />

Can bedende gezip gördük elleri<br />

Baldan tatlı bize dostun dilleri<br />

Yağar üstümüze dostun gülleri<br />

Atar başımıza elden taş gelir<br />

Cam değil ki, gönül canda kırılmaz<br />

Hak deyince dost ayrılmaz<br />

Bir olmadan hak yoluna varılmaz<br />

Deli derler her sözümüz boş gelir<br />

Turap<br />

Turap olmak arifliğin nişanı<br />

Talip olan yüzün Hakk’a çevirir<br />

Erenlerin engin olur lisanı<br />

Acımış dilleri bala çevirir<br />

Toprak olur ayakaltında kalır<br />

Hakikat sözünden hisseler alır<br />

Gönlünü yok eder menzile varır<br />

Aşılmaz dağları yola çevirir<br />

Sinesinde gonca güller açtırır<br />

Dostu sever sermayesin artırır<br />

Muhabbetle aşk ateşin yaktırır<br />

Kurumuş dalları güle çevirir<br />

Deli gibi sevmesini bilirsen<br />

Aşka düşüp buzlar gibi erirsen<br />

İkrarını bir gerçeğe verirsen<br />

Sultan seni turap kula çevirir<br />

Hüdai<br />

Ardımda bırakıp gittiğim dünya<br />

Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />

Ne bir murat aldım ne de bir fayda<br />

Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />

Ne nazlı bebeğe ninni söyledim<br />

Ne bir güzel sevdim gönül eyledim<br />

Ne kusur ettim de bilmem ne eyledim<br />

Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />

Yüzler sürdüm dergâhların tozuna<br />

Mızrap vurdum erenlerin sazına<br />

Katlanmışım cümlesinin nazına<br />

Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />

Akıl ermez bu dünyanın işine<br />

El etti de düştüm yarın peşine<br />

Deli gibi yandım aşk ateşine<br />

Söyleyin türkümü diller ağlasın<br />

Yağmur Gibi Düştük<br />

Toprak Üstüne<br />

Yağmur gibi düştük toprak üstüne<br />

Çamur olup bir bedene ten olduk<br />

Nefes verilince gönül köşküne<br />

Akıl aldık cennetinden men olduk<br />

Ayrı değil farklı farklı düşünce<br />

Eldir deyip ikiliğe düşünce<br />

Uğraşırsın bütün ömrüm boyunca<br />

Gelip giden mihmanlara han olduk<br />

Allah birdir neden dinler övülür<br />

Hak katında canlar eşit görülür<br />

İnanmayan aşk narına gömülür<br />

Piştik ateşinde şükür can olduk<br />

İkrar verdik Şah-ı Merdan Ali’ye<br />

Süre geldik Hacı Bektaş Veli’ye<br />

Beyan etmek nasip oldu Deli’ye<br />

Baba Mansur evladına cem olduk<br />

Kul Olursun<br />

Hazır yapılmış dünyaya<br />

Sanki senin kurulursun<br />

Gücün yetmez Hak olmaya<br />

Taşıyamaz yorulursun<br />

Saza vurdun üç beş mızrap<br />

Eller yazmış olma kitap<br />

İnsanlığa eyle hitap<br />

Fikri paksan var olursun<br />

Koyun güden çoban olma<br />

Hep sözlerin elden alma<br />

Sonra sacın başın yolma<br />

Cennetimden kovulursun<br />

Gözü değil gönlünü aç<br />

Lazım değil başıma taç<br />

Yol bilirsen gönüldür haç<br />

Bu kafayla yok olursun<br />

Ne Süleyman ne de Harun<br />

Hükmederdi yok firavun<br />

Yarat bir can sonra savun<br />

Bir zerre ile boğulursun<br />

Deli demiş sana gardaş<br />

Hoş sineme kurdun bağdaş<br />

Bırak teni canla uğraş<br />

Belki Hakk’a kul olursun<br />

Huylarım<br />

Şu kötü huylarım ne de kıymetli<br />

Ölmeden ölmek de ne zor iş imiş<br />

Yaşamak güzel de ölüm heybetli<br />

Arzularım hayal masal düş imiş<br />

Kıymetin bilmedim geçti baharım<br />

Gezdirdim başımda kara dumanım<br />

Bir işe yarar mı bilmem imanım<br />

Günahım içimde yanan köz imiş<br />

Yar dediğim acı oldu ömrüme<br />

Yaralarım göz göz olmuş kime ne<br />

Sözler hançer gibi batar sineme<br />

Gözümden dökülen kanlı yaş imiş<br />

Deli isen akıl başta kuş olur<br />

Arif isen her söz dile hoş olur<br />

Cahil isen başa gelen taş olur<br />

Hak bilene yalan dünya boş imiş<br />

Ah Çeke Çeke<br />

Karardı gül bahtım geceye döndüm<br />

Yar senin derdini ben çeke çeke<br />

Çıra gibi yaktın gidince söndüm<br />

Yüreğimde derdin ah çeke çeke<br />

Coşkun seller ile kaynadım coştum<br />

Bir köle misali peşine düştüm<br />

Ne dedim de yârim sen bana küstün<br />

Ölürüm derdinden ah çeke çeke<br />

İstersen aşkıma Deli deyip gül<br />

Ben sana yanmışım yalnız bunu bil<br />

Beni anlamadın sen dengini bul<br />

Yar birazda sen yan ah çeke çeke<br />

Vay<br />

Kendini unutup ele karışma<br />

Ararda kendini bulamazsın vay<br />

Bilmediğin sözle kemle konuşma<br />

Söz ile menzile varamazsın vay<br />

Herkes ateşini içinde taşır<br />

Başı kirlenenin tırnağı kaşır<br />

Yükü taşımaktan her yeri nasır<br />

Bu hal ile turap olmazsın vay<br />

Alev alev yanar ocağın közü<br />

Sanma imdat eder gerçeğin özü<br />

Genç iken gezip de görünce güzü<br />

Elin ateşiyle pişemezsin vay<br />

Eşilir mezarın gayet çok derin<br />

Sızılı kesilir inan bedenin<br />

Cehennem mi derin cennet mi serin<br />

Başında bir duman dolanırsın vay<br />

Gidip gelen var mı bilsen ahrete<br />

Deli deyip gülme düşme hayrete<br />

Halin ne olacak sor bir millete<br />

Sonra kâinatta yok olursun vay<br />

Mart 2007 25


SERÇEÞME<br />

BEN OZANIM / ANKARA’YA ADLI ALBÜMÜ YENİ YAYINLANAN<br />

Selahattin Akarsu ile Söyleştik<br />

OZANLIK geleneğinin önemli temsilcilerinden<br />

Selahattin Akarsu’yla sıcak, samimi<br />

bir sohbet gerçekleştirdik. Ben Ozanım<br />

/ Ankara’ya adını taşıyan yeni albümünde toplumsal<br />

sorunlara, haksızlıklara, eleştirel ve yalın<br />

bir bakış açısıyla yaklaşıyor. Diğer albümlerinde<br />

olduğu gibi bu albümde de gelenekten<br />

beslenip, anonimleşen türküler görüyoruz ve<br />

yine Selahattin Akarsu besteleri önemli bir<br />

yere sahip. Selahattin Akarsu, ozan olmanın,<br />

kişiye yüklediği sorumlulukların bilinciyle<br />

hareket ediyor ve yetkin, usta bir dille; sazını,<br />

sesini, sanatını hissetmemizi, sevmemizi<br />

sağlıyor. Halkın derdini, kendi derdi edinmiş,<br />

korkusuzca sazın teline vuran ozanımıza kulak<br />

verelim:<br />

Öncelikle siz tanıyarak başlayalım<br />

söyleşimize. Selahattin Akarsu kimdir?<br />

• Ben Sivas’ın Kangal İlçesinin Minerakaya<br />

Köyünde doğmuşum. Evli ve 3 kız çocuğu<br />

babasıyım. İstanbul, Örnektepe’de ikamet ediyorum.<br />

Sanatçılara uygulanan geriye dönük<br />

borçlanma yasasından emekli oldum. Şu anda<br />

Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı İstanbul<br />

Şubesi-Okmeydanı Cemevi’nde, yönetim<br />

kurulu üyesi olarak kültür sanat çalışmalarını<br />

yürütüyorum.<br />

Muhlis Akarsu’nun yeğeni olmanız,<br />

ondan etkilenmeniza neden oldu mu?<br />

• Nasıl etkilenilmez ki, çok büyük bir ozanın<br />

yeğeni olmam dolayısıyla, bir kere kan bağım<br />

var. Kendimi bildim bileli ben Muhlis Akarsu<br />

dinlerim. Ona benzersiz bir sevgi ve saygı<br />

besliyorum. Her şeyiyle benim hayranlık duyduğum<br />

ve örnek aldığım bir ozandır. Onun<br />

dışında müziğe olan büyük bir aşkım var. Bu<br />

duygularımı şöyle dile getireyim; ben çocukluğumdan<br />

beri, Muhlis Akarsu’nun plaklarını<br />

dinleyerek büyüdüm -Muhlis Akarsu’nun<br />

dışında büyük ozanlarımızdan, Mahsuni’nin,<br />

Aşık Daimi’nin, o büyük üstatların plaklarını,<br />

kasetlerini de dinleyerek-. Kasetlerimde<br />

de Akarsu türküleri okudum. Son dönemlerde<br />

kendim yapıyorum türkülerimi. Ne demişler<br />

“Göl yerinde su eksik olmaz”<br />

Yeni kasetiniz çıktı. Hem Alevi Bektaşi<br />

deyişlerinin gelişiminden hem de yeni<br />

kasetinizden konuşalım.<br />

• Ben bir Alevi çocuğuyum, Alevi dedesinin<br />

çocuğuyum. Bizim soyumuzda dedelik var,<br />

Seda Coşkun<br />

seyitiz biz, baba tarafından ocakzadeyiz, Kocaleşker<br />

oğullarındanım. Alevi Bektaşi geleneğinden<br />

geldiğim için deyişlerin ben de çok<br />

büyük yeri vardır. Köyümüzde yıllar önce<br />

yapılan, cemlere katılırdım, Alevi dedelerin<br />

cemlerini hatırlıyorum. Gerçi çok fazla cem<br />

olmazdı, senede bir iki defa perşembe günleri<br />

cem yaparlardı, o yoksulluktan dolayı, ama<br />

aklımdadır. Alevi deyişlerini hep o dedelerden<br />

dinlerdim. O zaman Muhlis Akarsu’da zakirlik<br />

yapardı. Bizim köylerde de, yakın köylerde de<br />

dedelerle birlikte, zakirlik yapardı, deyiş, mersiye<br />

okurdu.<br />

Ben dayım Muhlis Akarsu’nun, sağlığında<br />

bir iki tane kaset çıkardım. Onun beste ve<br />

deyişlerini seslendirdim. Bana kendisi şöyle<br />

derdi: “Bir gün gelecek sen benim tahtıma oturacaksın”<br />

Tabii böyle bir şey mümkün değil,<br />

kimse kimsenin yerini alamaz. Ama söylediğim<br />

gibi üzerimde etkisi çoktur. Onun kasetleri,<br />

plakları, beni söz ve türkü yazmaya da itti.<br />

Daha sonra, türkü yazmaya başladım. O talihsiz<br />

olaydan, Sivas katliamından sonra, türkü<br />

çalışmalarıma ağırlık verdim. Çok severek,<br />

Akarsu’nun plağını dinlerdim, bir arkasını, bir<br />

önünü. Annem bazen kaygılanırdı, şöyle derdi:<br />

“Oğlum bu kadar sık dinleme, sana bir şey olacak”<br />

Daha sonra da ASM’de dayım Akarsu’nun<br />

anısına bir kaset yapmam zorunlu oldu. Onun<br />

anısına ithaf edilen bir kaset çalışması yaptık.<br />

Bu gelinen süreçte ise iki sene arayla bir kaset<br />

yaptım ve son olarak da beşinci kaset-CD piyasaya<br />

çıktı. Beşinci ve son kasetim, Ben Ozanım<br />

/ Ankara’ya adını taşıyor<br />

Bu albümde toplumsal ve siyasal<br />

sorunlarımızı dile getiren taşlamalara,<br />

yergilere rastlıyoruz.<br />

• Oluşturduğum eserlerimde bu özellikler var.<br />

Bir eseri yazarken, ona hazırlanmıyorsun, bir<br />

anda geliyor. Dünyada olan biteni büyük bir<br />

merakla izliyorum, dünya insanlığının gelişmesine<br />

kayıtsız değilim. Örneğin orada dinlediğiniz<br />

Ankara’ya türküsünde;<br />

“Bir oyum vardı vermiştim<br />

Çekip gitti Ankara’ya<br />

Elimden aldı lokmamı<br />

Yutup gitti Ankara’ya<br />

Ankara’ya Ankara’ya<br />

Yazık oldu fıkaraya<br />

Boş verirsen bu dünyaya<br />

Her zaman kalırsın yaya”<br />

Selahattin Akarsu,<br />

Yılmaz Güney’in<br />

Paris’te, Père Lachaise<br />

Mezarlığındaki<br />

kabrinin başında<br />

Bu bir anlık bir şey. Beş dakika ya da on<br />

dakika içerisinde dörtlükler meydana geliyor.<br />

Bu eserlerimizi sağlığımızda anlamazlarda, öldükten<br />

sonra değer verirler. “Ne güzel yazmış,<br />

söylemiş” derler. Bu hep böyle olmuştur. Toplumsal<br />

içerikli yönleri olan türkülerim ağırlıkta<br />

olacaktır, türkülerimde belli bir noktada<br />

Akarsu tarzı hakim, bu çizgide yürüyorum.<br />

Albümünüzün geneline baktığımızda<br />

neler var?<br />

• Usta malı deyişler, türküler var. Diğerleri<br />

bana ait eserler.<br />

Halk ozanlarının geleneği ve kültürü<br />

yaşattığına inanıyor musunuz? Hala<br />

devam ediyor mu ozanlık geleneği?<br />

• Hala devam ediyor. Ancak koşullar insanları<br />

biraz uzaklaştırmış denilebilir. Yoksa ozanlık<br />

ölmedi ki, ölmez de, mümkün değil. Bakıyorsunuz<br />

geçmiş dönemdeki ozanların yazdıkları,<br />

hala türkülerde, sanatçılar tarafından da okunuyor.<br />

Bu işte olumsuz gördüğüm taraf ise yenilik<br />

yapılmaması. Buna rağmen pek çok yazan<br />

ozan var, ama ismi, duyulmamış, tanınmamış.<br />

Pek çok kitap var, bestelenmemiş şiirler mevcut,<br />

türkü olacak kalıplarda, türkü motifinde<br />

yazılmış. Sürüyor ozanlık, sürecek de. Yaşanan<br />

durgunluk, teknolojiden mi, dünyada gelişen<br />

olumsuz olayların etkisi mi bilinmez. İnsanlar<br />

artık eskisi gibi ilgilenmiyor, türkülerin içinde<br />

yaşamıyor gözükse de türküler ölümsüzdür biliyorsunuz,<br />

ama üretkenlik yok, bu bir gerçek.<br />

Mahsuni Şeriflerin, Pir Sultanların, o büyük<br />

ozanların yazdıklarını şimdi insanlar yazamıyor.<br />

Niye yazamıyor; o hayatı yaşamadığı için,<br />

onların yaşamı çok farklıydı, şimdiki durum<br />

ise biraz daha farklı. Yazılmıyor, eski ozanlarımız<br />

da olduğu gibi yazılmıyor, yazanlar da<br />

seslerini duyuramıyor.<br />

İnsanların belki birbirlerine<br />

bağlılıkları azaldı.<br />

• Evet, insan ilişkilerinde kopukluklar var<br />

ve ne yazık ki günden güne zayıflıyor. Dayanışma,<br />

insan sevgisi yok oluyor ve genel bir<br />

bencillik söz konusu. Günümüzde hakim olan<br />

globalleşen, rezilleşen bir sürece doğru gidiyoruz.<br />

Bu bizi derinden etkiliyor. Bizim üretkenliğimizi<br />

olumsuz bir şekilde etkileyen nedenlere<br />

olumlu çözümler üretmek lazım. Bugün<br />

hala Mahzuni’nin, Muhlis Akarsu’nun, Aşık<br />

Daimi’nin, bildiğimiz ozanların, türküleri günümüzde<br />

yaşıyor, farkındaysan hiç yeni üretim<br />

yok, ya da son derece az.<br />

Örnek aldığınız diğer sanatçılar<br />

kimler?<br />

• Muhlis Akarsu, Mahzuni Şerif, Davut Suları.<br />

Çok fazla yok diyebilirim. Ama en çok etkilendiğim;<br />

Muhlis Akarsu ve Mahsuni Şerif.<br />

Yön FM’deki programınızdan<br />

bahsedelim, Aşıklar Meclisi’nden.<br />

• O program kendiliğinden oluştu. Radyolar<br />

kuruldu, 1993 yıllarında, Yön FM’nin dışındaki<br />

diğer radyolarda da peş peşe gelişti. Diyebiliriz<br />

ki, halk müziği çalan, Alevi deyişleri<br />

çalan radyoların içinde emekten yana tavır<br />

koyan bir Yön FM’di. Orada arkadaşlarımız,<br />

26 Sayı 27


SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

akademik çalışma yok, diksiyon yok, bu şartlar<br />

altında teklif ettiler.<br />

Ben programcılığı bilmem, ne yapacağım<br />

dediğimde: “Sazını alıp geleceksin, iki tane de<br />

konuk bulacaksın, sohbet edeceksin, bu kadar”<br />

dediler. “Kolay” dedim o zaman. Yön FM’de<br />

Aşıklar Meclisi isminde. Sevgili yönetmenimiz,<br />

Murat Taylan’ın da burada çok emeği var.<br />

İlk radyo programcılarından, ayrıca genel yayın<br />

yönetmenimiz. Aşıklar Meclisi çok uzun<br />

sürdü, nasıl oldu, ben de anlayamadım, orası<br />

bir okuldu ve o okulda yetiştim sanki.<br />

Kaç yıl sürdü?<br />

• On yıl sürdü, kesintisiz, orada arkadaşlarımız<br />

“yeter artık” demediler, ben dedim. On yıldır,<br />

bu program sürüyor, Aşıklar Meclisi, “yeter<br />

artık, ben yapmayacağım” dedim ve bıraktım.<br />

Dönüp baktığımda çok da iyi geçtiğini düşünüyorum.<br />

Hemen hemen bütün ozanları konuk<br />

ettim. Mahzuni Şerif’ten, Ali Ekber Çiçek’e<br />

kadar. Aşık tarzında okuyan, ya da aşıklama<br />

okuyan insanların çoğunu. Ben bile unuttum<br />

sayısını. Aşıklar Meclisi adlı programı biz Yol<br />

Televizyonu’nda gerçekleştirmek istiyoruz, bu<br />

konuyla ilgili görüşmelerimiz sürüyor. Daha<br />

önce Yeditepe Televizyonun deneyim sahibi<br />

olmuştum, önümüzdeki günler içinde de bu<br />

programla sizlerle olmayı umuyorum.<br />

Vakıftaki çalışmalarınızdan<br />

bahsedelim biraz da.<br />

• Bildiğiniz gibi Hacı Bektaş Veli Anadolu<br />

Kültür Vakfı yönetimi kurulunda görevliyim.<br />

Çeşitli birimlerdeki arkadaşlarımızla görev<br />

dağılımı yaptıktan sonra, benim yapacağım iş;<br />

kültür sanat, görevi oldu. Vakfın kültür sanat<br />

bölümünde görev yapıyorum şu anda. Sanatsal<br />

alanda; paneller, konserler, dinletiler, periyodik<br />

olarak anma günleri düzenleniyor. Anma<br />

günlerimize özellikle önem veriyoruz. Bizim<br />

kültürümüzün en önemli yapı taşlarından,<br />

taşıyıcılarından olan aşıklarımızın, ozanlarımızın,<br />

yazarlarımızın konuk edildiği, kitleye,<br />

halka yönelik bilinçlendirme, bilgilendirme<br />

seminerleri ve dinletiler gerçekleşiyor, oldukça<br />

da iyi gidiyor.<br />

Buradaki ilgiden memnun musunuz?<br />

• Evet, memnunum. Okmeydanı bölgesi Alevi<br />

halkın, ilerici demokrat insanların yaşadığı bir<br />

bölgedir. Bu bölgede Hacı Bektaş Veli Anadolu<br />

Kültür Vakfı ve cemevi var. On üç yıl oldu<br />

kurulalı, burada yaşayan herkesin de çok büyük<br />

emekleri var, halkın ilgisi, sevgisi var.<br />

Halk müziğinin dünden bugüne<br />

gelişimini ve günümüzdeki yerini nasıl<br />

değerlendiriyorsunuz?<br />

• Yenilik yapmamız gerekir. Müzikte tekelleşmeyi<br />

kırmamız gerekir, tabii ki zor. Şöyle<br />

ki; müzikteki tekelleşmeyi kırmadıktan sonra,<br />

paylaşımı gerçekleştirmedikten sonra, biz bir<br />

yere varamayız.<br />

Bakıyoruz sanatçı arkadaşlarımızın tavırlarına;<br />

birliktelik yok, dayanışma yok, tekrar<br />

yineliyorum; üretkenlik yok. Çok çalışmamız<br />

gerekir, istediğimiz noktada değiliz. Ayrım<br />

var sanatçılar arasında, medyatik sanatçı diye<br />

nitelendirdiğimiz, kendini duyurmuş, kendini<br />

bir şekilde gündeme taşımış insanların hizip<br />

hastalıkları çok, sanatçı olmaktan, sanatçı duruşundan<br />

uzaklar. Diyebilirim ki; kendini ön<br />

plana koymuş, sanatı onun arkasında kalmış.<br />

Bu durum müziğimizi yanlış ve olumsuz bir<br />

tarzda etkiliyor.<br />

Eskilerden güzel örnekler verirsek, Ruhi<br />

Su olsun, diğer bahsettiğimiz ozanlar olsun. Bu<br />

ozanlarımızın kaygıları yokmuş, günümüzde<br />

piyasada yer almak için kaset çıkarmayı yeterli<br />

görülüyor. Sistem de bunu destekliyor. Sistem<br />

sanatçıyı yaratıyor, ancak sanatçılar arasında<br />

da eşitsizlikler yaratıyor, uçurumlar yaratıyor.<br />

Kendini duyuran insanlar geriye dönüp<br />

bakmıyor, kimse kimseye yardımcı olmuyor.<br />

Günümüzde bu çelişkiler çok büyük. Gelinen<br />

noktaya ben çok kızıyorum. Sanatçılar sanatını,<br />

kafelerde, barlarda yapıyorlar.<br />

Buna karşı mısınız?<br />

• Evet, son derece karşıyım. “Yapmalıdır, ekonomik”<br />

diyorlar, ama başka olanakları düşünmek<br />

gerek. Ben şahsım adına kafe, barlarda<br />

türkülerin dile getirilmesini, özellikle de Alevi<br />

deyişlerinin, içkilere meze edilmesini doğru<br />

bulmuyorum. Bunu bütün içtenliğimle dile getiriyorum;<br />

çok yanlış.<br />

Yeni kasetinizin tanıtımı için konserler<br />

düşünüyor musunuz?<br />

• Benim en çok yapmak istediğim de, geniş<br />

halk kitlelerine seslenebileceğim konserlerde<br />

yer almak. Bu düşünceyle konserlere ağırlık<br />

veriyorum. Avrupa’da, burada, dernek toplantılarında<br />

konserlerim var, televizyon programlarım<br />

olacak. Bu şekilde çalışmalarım sürecek.<br />

Ayrıca müzik firmamın da desteğiyle, çeşitli<br />

çalışmalarla halka ulaşacağız. Eskiden ozanların,<br />

halka ulaşması gönül birliği yoluyla gerçekleşiyordu.<br />

Çünkü dinlemeye istekli, hevesli<br />

halk, ozanını tanıyordu. Köylerden kentlere<br />

ozanlar gelir, plaklar tanıtılırdı. Şimdi medyanın,<br />

her konuda desteği gerekiyor. Benim esasen<br />

öyle bir derdim yok, ben doğru işi yapıyorsam,<br />

kitlelere ulaşacaktır, yeteri kadar olmasa<br />

da ulaştığı kadarı da bana yeter.<br />

Halkın türkülerden, kendi<br />

değerlerinden uzaklaşmasını neye<br />

bağlıyorsunuz?<br />

• Kötü yapıtlara bağlıyorum, kötü yorumculara<br />

bağlıyorum. Hızlı bir şekilde tüketilme söz<br />

konusu. Hep söyleriz, eskiden çok daha ilgi<br />

vardı, konserlere büyük ilgi vardı. Bir Mahzuni<br />

konseri yapıldığı zaman yer yerinden oynardı.<br />

Bugün baktığımızda, her yerde, etkinlik ve<br />

konser var, bıktırıldı diye düşünüyorum, halk o<br />

kadar doydu ki, ama o türkü dinleme zevki ve<br />

alışkanlığı hala insanlarda var. Ancak insanlar<br />

artık kötüyü iyiden ayırt etmeyi öğrendi. Gelenekten<br />

beslenen ozanlarımız, bu işi hakkıyla<br />

yapan insanlarımız hala büyük bir zevkle dinlenmeye<br />

devam ediyor.<br />

Son olarak ne söylemek istersiniz.<br />

• Size ve derginize çok teşekkür ederim.<br />

ALİ İHSAN DOĞAN (KUL İHSAN)<br />

Duaz<br />

Gelin canlar hu çekelim<br />

Murteza’nın aşkına<br />

Bilinmez mi kimden geldi<br />

Muhammed’in hatemi<br />

İmam Hasan hulk-ı Rıza geçir<br />

gönül köşküne<br />

Mahşere dek unutulmaz<br />

Şah Hüseynin matemi<br />

İmam Zeynel Abidin’le zindan olur<br />

bu günler<br />

Bakır Cafer i Sadık’la<br />

çözümlenir düğümler<br />

Musa Kazım Rıza ile sermest olur gönüller<br />

El aman ey canda canan umman<br />

eyle katremi<br />

Takı Nakı Askeri den demin alır özümüz<br />

Mehdi sır olmuştur derler<br />

onu görür gözümüz<br />

Pir Hacı Bektaş Veli’ye ikrar ettik sözümüz<br />

Kul İhsan’ım medet mürvet<br />

af eyle sen hatamı<br />

ÖZLEM RENDE<br />

Bir Zaman<br />

Bir zaman var<br />

Kimi zaman yakınımdadır<br />

Tutmak isterken elimden kaçıp gider<br />

Kimi zaman gelir uzağımdadır yetişemem<br />

Bir zaman vardır<br />

Beni alıp götürür memleketimin<br />

diyarlarına<br />

Yurdumun güzel insanlarıyla tanıştırır<br />

Anadolu’mun toprak kokan yollarından<br />

geçeriz<br />

Elleri hamur kokan analar görürüz<br />

Orak biçmekten beli bükülen ihtiyar<br />

dedeleri görürüz<br />

Alacakaranlıkta okuma sevdasına düşen<br />

çocuklar görürüz<br />

Bir zaman ki bu ne zaman<br />

Şimdi kapımı çalıp içeri girecek olan<br />

bir misafir<br />

Beklenmedik bir konuktur.<br />

HASAN ÖZTÜRK (BERRAKİ)<br />

Olur Bir Gün<br />

Bir olsa gönüller bayram eğlenir<br />

Kırkların makamı seyran eğlenir<br />

Gönüller hünkâra hayran eğlenir<br />

Ömür mevsim mevsim yaz olur bir gün<br />

İnsanın zulmüne seyre duranlar<br />

Yalan üzerine zemin kuranlar<br />

Haram lokma ile kul doyuranlar<br />

Kırkların ceminden yoz olur bir gün<br />

Berraki bu sesine uyar uyanır<br />

Elini yüzünü yuar uyanır<br />

Sağır sultan bile duyar uyanır<br />

Sivrisinek bile saz olur bir gün<br />

Mart 2007 27


SERÇEÞME<br />

ŞÜKRÜ BABA<br />

Sultan-ı Nevruz<br />

Akşamlar aşk olsun bayram gecesi<br />

Bu ayın nurudur Sultanı Nevruz<br />

Fazlı Şahım budur dilek gecesi<br />

Ne Mübarek gündür Sultan-ı Nevruz<br />

Bayram kutlu olsun açılmış güller<br />

Konmuşlar meydana garip bülbüller<br />

Esmai Hayderi zikreder diller<br />

Ne Saadet bize Sultan-ı Nevruz<br />

Muhammet Mustafa Sultanı Cihan<br />

Ali’nin sırrını çün kıldı beyan<br />

Hatice sırrından kamusu şâdân<br />

Ruha Safa verir Sultan-ı Nevruz<br />

Saadet hırkasını büründü Ali<br />

Velayet tacını vurundu Ali<br />

Melek secde etti bilindi Ali<br />

Nübüvvet sırrında Sultan-ı Nevruz<br />

Muhabbet şehrinin nurdan yapısı<br />

On iki imamdır cennet kapısı<br />

Hak’a secde eder kulun hepsi<br />

Dilekler kabuldür Sultan-ı Nevruz<br />

Sakii kevserdir ol Şahı merdan<br />

Sundular kevseri ol demde heman<br />

Süreriz demleri yıkılsa cihan<br />

Şah olur kalbimiz Sultan-ı Nevruz<br />

On dört masumu pak sırrı sırrullah<br />

Ayini cem içre nuru nurullah<br />

Cümlenin muradın verici Allah<br />

Bizi de Şâd eder Sultan-ı Nevruz<br />

Şükrü Baba söyler, bu deme şükür<br />

Nurunu, sırrını kırdı tefekkür<br />

Muhammet Ali’dir dilinde zikir<br />

Ne mürüvvet bize Sultan-ı Nevruz<br />

HÜSNÜ BABA<br />

Nevruz Bayramı<br />

Gönüller Şad oldu ilkbahar geldi<br />

Nevruz bayramına eriştik ya Hu…<br />

Çemen zar şevk ile nüra bezendi<br />

Nevruz bayramına eriştik ya Hu...<br />

Gelin cümle canlar birlik olalım<br />

Arzı niyaz edüp dâra duralım<br />

Muhabbet bezminde zevkler bulalım<br />

Nevruz bayramına eriştik ya Hu... (...)<br />

Hüsnü Baba’m derki Ali’dir Şahım<br />

Ehli Beyt yolunda fedadır canım<br />

Bunlarla kaimdir benim imanım<br />

Nevruz bayramına eriştik ya Hu...<br />

ERDOĞAN AYDIN<br />

Kimlik<br />

Mücadelesinde<br />

Alevilik<br />

Birinci baskısı<br />

“Aleviliği Ne Yapmalı”<br />

adıyla yayınlanan kitabın<br />

ikinci baskısı çıktı<br />

ISBN: 975-9169-40-1<br />

Kırmızı Yayınları, 2007<br />

14 x 20 cm boyutunda 400 sayfa<br />

Tel: 0216.371 36 29<br />

Burada Sonuç Bildirisini Yayımladığımız Abant Platformu’nun Alevilik Üzerine<br />

Toplantısını Gelecek Sayıda Daha Geniş Ele Alacağız<br />

13. Abant Platformu Toplantısı - Değerlendirme Metni<br />

17-18 Mart 2007 tarihlerinde gerçekleşen 13. Abant Platformu toplantısında akademik ve entelektüel<br />

çevre ile Alevî toplumunun temsilcilerinden 45 müzakereci ve 100 dolayında gözlemcinin<br />

iştiraki ile “Tarihi, Kültürel ve Aktüel Boyutları ile Alevîlik” konusu tartışılmıştır. Toplantı<br />

boyunca aşağıdaki hususların altı çizilmiştir.<br />

İslam tarihi ve Türk-İslam kültürünün önemli ve özgün yüzlerinden biri olan Alevîliğin,<br />

tarihî arka planı, teolojik karakteri, kültürel ve folklorik boyutu ile ilgili gözlenen bilgi eksikliklerinin<br />

bir an önce giderilmesi, hem bu mirastan daha geniş çapta yararlanılması hem de<br />

bu yapıya mensup kimselerin haklı taleplerinin sağlıklı çözümlere kavuşturulması ülkedeki<br />

sosyal barışın pekiştirilmesi açısından zaruret arz etmektedir.<br />

Alevîlik, tarihî kökleri itibariyle X. yüzyıldan itibaren İslam’ı kabul etmeye başlayan konar-göçer<br />

oymakların, bu yeni dini önceki bazı inanç ve gelenekleriyle, bir biçimde bağdaştırdığı<br />

sosyo-kültürel bir yapı olup, XI. ve XIV. yüzyıllarda Anadolu’ya taşınmış, XV. yüzyılda<br />

Safevilik’le birlikte oniki İmam Şiiliği’ne ait bazı kavramları kendi kültürel dokusuna adapte<br />

ederek almış, XVII. Yüzyılın ikinci yarısına kadar Osmanlı merkezi yapısına fiili muhalefette<br />

bulunmuş, daha sonra içe kapanarak varlığını devam ettirmiş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda<br />

diğer kesimler gibi aktif rol oynamış ve bugüne kadar varlığını sürdürmüştür.<br />

Alevîlik, baştan beri İslam’ı bir kimlik olarak benimsemiş, önceki bazı anlayış ve geleneklerini<br />

İslamî bir çerçeveye oturtma gayreti içinde olmuş, yol uluları, Anadolu ve Balkanların<br />

İslamlaşmasında önemli katkılar sağlamıştır.<br />

Alevîlik tümüyle, itikadî tartışmalara bağlı olarak ortaya çıkan bir yapı olmadığı için, kendine<br />

has sistemli bir teoloji kurma konumunda olmamış, İslam’ın inanç konularını içinden geldiği<br />

tarihi surece paralel bir nitelikte algılayıp yorumlamıştır.<br />

Alevîlik, belli ölçüde, diğer dini yapılar gibi, doğup geliştiği ve ulaştığı coğrafi mekânlardaki<br />

kimi anlayış ve uygulamaların tesirine maruz kalarak “senkretik” bir niteliğe bürünmüş<br />

olmakla birlikte, ana unsur, belirleyici öğe İslam olmuştur. Bazı akademik çalışmalarda yahut<br />

kimi marjinal kesimlerde önceki inançlara vurgu yapan yahut İslam’ın belirleyiciliğini göz ardı<br />

eden yaklaşım ve çıkışlara, kanaat önderlerinin tamamına yakını ve bu kökenden gelenler tepki<br />

göstermişlerdir.<br />

2005’te Hollanda’da ve 2006’da Karaca Ahmet Sultan’da gerçekleştirilen aynı nitelikteki<br />

toplantıda teyit edilen Alevîlik tanımındaki: “Alevîlik İslam’dır. Hz. Muhammed Ali yolunun<br />

Kırklar meclisinde olgunlaştığı ve Oniki imamlarla devam eden, İmam Cafer-i Sadik’in akil<br />

ölçüsünü rehber olarak alan, Horasan erenlerinin himmetleriyle Anadolu’ya gelen, Hz. Pir’le<br />

ve ulu ozanlarımızın nefesleriyle hayat bulan inancın adıdır şeklinde” tarif ve tespitler gözardı<br />

edilmemelidir. Ayrıca aynı toplantıdaki Alevîliğe göre hayatın amacına yönelik olarak ifade<br />

edilen “Alevîlik inancı hayatın amacını insanın ham ervahlıktan çıkarak insan-ı kâmil olup<br />

özüne dönmek olarak tanımlar. Bunun için de mürşit, pir ve rehber huzurunda ikrar verilerek<br />

4 kapı-40 makam aşamasından geçilir. İnancımızın uygulandığı mekân cemevidir.” tespiti de<br />

vurgulanmalıdır.<br />

Alevîliğin temel kaynakları ve halen uygulanmakta olan erkân (temel ritüeller) ve yukarıda<br />

sözü edilen kanaat önderlerinin tespitleri dikkate alındığında Alevîliğin müstakil bir din yahut<br />

itikadi, fıkhi ve siyasî nitelikli bir mezhep olmadığı, onun İslam kimliği içinde batini ve mistik<br />

bir karakter arz ettiği unutulmamalıdır.<br />

Bazı eleştirilere açık boyutları olmakla birlikte, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Alevî-Bektaşi<br />

metinlerini orijinal nüshalarıyla birlikte yayımlaması takdire şayan görülmüştür.<br />

Alevî toplumunun başta cemevlerinin yasal statüye kavuşturulması olmak üzere bütün taleplerinin<br />

anayasanın garanti altına aldığı temel dini inanç ve özgürlükler kapsamında değerlendirilmesi<br />

demokrasinin zorunlu gereği olarak kabul edilmelidir.<br />

Türk Alevîliğinin şekillenmesinde saz ve semah hayati önem taşıyan unsurlar olup bu unsurların<br />

Türk halk ve tasavvuf müziği ile Türk folkloruna çok önemli katkılarda bulunduğu<br />

gözardı edilmemelidir.<br />

Erdoğan Aydın’ın<br />

aynı<br />

yayınevinden<br />

çıkan<br />

diğer<br />

kitapları:<br />

Milliyetçilik: Türkiye’nin Çıkmazı<br />

ISBN 975-9169-44-4, 2006, 3. baskı, 14 x 20 cm, 300 sayfa<br />

İslamcılık ve Din Politikaları<br />

ISBN 975-9169-45-2, 2007, 14 x 20 cm, 290 sayfa<br />

28 Sayı 27


SERÇESME<br />

PSAKD BASIN AÇIKLAMASI: 12 MART GAZİ KATLİAMI<br />

Gazi Katliamında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi<br />

Kararına Uyulmalı ve<br />

Katliamın Arkasındaki Güçler Açığa Çıkartılmalıdır!<br />

MART 1995’de görünüşte her şeyin sıradan olduğu bir günün akşamında, işsizliğin, yokluğun,<br />

yoksulluğun kol gezdiği, Gazi Mahallesi’nin tıka basa dolu kahvehaneleri ve yörenin<br />

12<br />

tek Cemevi, faili meçhul kişiler tarafından otomatik silahlarla taranmış; biri Alevi dedesi, iki<br />

canımız katledilmişti. Aslında Gazi Mahallesi’nde gerçekleştirilen bu saldırının benzerleri, 12<br />

Eylül öncesi dönemde Kahramanmaraş’ta, Çorum’da, Balgat’ta, Piyangotepe’de görülen cinstendi.<br />

Ancak ilk defa bir katliam bu kadar açık, herkesin gözü önünde yapılıyordu.<br />

Katliam, polis karakoluna yüz metre mesafedeki bir kahvehanede yapılmış; polis, olay yerine,<br />

saldırı olduktan; mahalle halkı sokağa çıkıp, protestoya başladıktan sonra gelebilmiştir. Geç gelen<br />

polisin, saldırganların peşine düşmektense, protestocu halkı dağıtmayı tercih etmesi, saldırının<br />

adresi açısından manidar bir ipucu niteliğindeydi. Ertesi gün de devam eden protestolar sırasında<br />

güvenlik güçlerinin halkın üzerine ateş açması sonucu on yedi canımız yaşamını yitirmiş; yüzlercesi<br />

yaralanmıştı.<br />

Saldırının, Alevilerin çete düzenine karşı yükselttikleri sesin en gür çıktığı ve örgütlenme<br />

bilincinin arttığı yerlerden biri haline gelen Gazi Mahallesi’ni hedeflemesi, örgütlenme bilincini<br />

dağıtmaya yönelikti. Gazi Mahallesi’ne yapılan saldırıyı protesto etmek isteyenlere yönelik şiddet<br />

kullanılması sonucu Gazi ve Ümraniye, Mustafa Kemal (1 Mayıs) mahallelerinde yirmi iki kişi<br />

yaşamını yitirmişti. Otopsi raporları, ölenlerin tümünün arkadan ve tek kurşunla öldürüldüğünü<br />

açığa çıkardı. Buradan da anlaşılıyor ki, Gazi Mahallesi’nde yapılan protestolar sırasında güvenlik<br />

güçleriyle halk arasında bir çatışma söz konusu olmamış; inançlar arasındaki farklılıkların çatışmaya<br />

dönüşmesini isteyenlerin provokasyon senaryolarının kurbanı olarak katledilmişlerdir.<br />

Toplumsal bir çatışmanın fitilini ateşleyebilecek bir kışkırtmaya yol açabilmek amacıyla yapılan<br />

katliam için Gazi’nin seçilmesinin rastlantı olmadığı sonradan anlaşılacaktı. Alevi kökenli<br />

yurttaşların yoğun olarak yaşadığı, kendi inançlarını gerçekleştirmek için Cemevi’ni kendi olanaklarıyla<br />

kurduğu bir ortamda, çalıntı arabayla otomatik silah kullanan faillerin bugüne dek bulunmamaları<br />

da, olayın ne kadar “derin” olduğunun işareti olarak algılanmalıdır. Hedef seçilen<br />

yerleri Alevi kökenli yurttaşlar işletmekteydi; hedeflerin arasında Cemevi’nin bulunması da, muhtemelen<br />

Kahramanmaraş katliamı, Madımak katliamı gibi bir sonuç elde etme amaçlı olduğunun<br />

işaretini vermektedir.<br />

Gazi’de gerçekleşen katliamın ardından konu yargıya intikal etti. Yirmi polis hakkında dava<br />

açıldı. İstanbul’dan Trabzon’a taşınarak gözden kaçırılmaya çalışılan dava sonrasında polislerden<br />

on sekizi aklandı. Polislerden yalnızca ikisi yirmişer ay hapis cezasına çarptırıldı. Gazi katliamına<br />

yol açtıkları iddiasıyla yargılanan polislerin davalarının, yargı sisteminin kadro ve mekân<br />

olarak çok güçlü olduğu varsayılan İstanbul gibi bir ilde değil de, Trabzon gibi bir taşra kentine<br />

nakledilmesi de davanın seyri açısından ilk işaretti. Son dönemlerde, Trabzon ilinde yaşananlar,<br />

Trabzon’un neden seçilmiş olduğunun da göstergesidir. Belli ki dava gözlerden ırak tutularak<br />

uygulanmak istenen senaryo gizlenmek istenmişti. AİHM’nin yargılanmanın adil yapılmadığına<br />

ilişkin kararına rağmen, davanın yeniden görülmesinin bir türlü gerçekleşmemiş olması da, bu<br />

katliamın unutturulmasına yönelik bir çabadır.<br />

Bu katliamın izleri sürüldüğünde önce Susurluk’a; ardından da Şemdinli’ye çıktığı açıkça görülecektir.<br />

Katliamı yapanların aklanması konusunda gösterilen çaba da bunu kanıtlar niteliktedir.<br />

Nitekim katliama karışanların, “görevleri nedeniyle” karıştıklarına ilişkin savunmalarının kabulü<br />

de, yirmi bir canımızın “görev icabı” öldürüldüğünün resmiyete kavuşturulması anlamına gelmektedir.<br />

Keza, katliamdan on bir yıl sonra aldığı ceza nedeni ile polislik mesleğinden atılan Adem<br />

Albayrak’ın, “Bize ateş etme emrini zamanın Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar, İstanbul Emniyet<br />

Müdürü Nejdet Menzir ve İstanbul Valisi Hayri Kozakçıoğlu verdi” yönündeki gecikmiş<br />

itirafı, gerçeği göz önüne sermektedir.<br />

Tarihe kara bir leke olarak düşmüş bulunan Gazi-<br />

Ümraniye katliamlarını unutmak bir yana; sürekli<br />

olarak hatırlamaya ve topluma hatırlatmaya devam<br />

edeceğiz. Çünkü bu katliamın ucu, her gün ülkemizin<br />

başka bir coğrafyasında karşımıza çıkmaktadır.<br />

Susurluk’tan Şemdinli’ye, Uğur Mumcu suikastından,<br />

Hrant Dink cinayetine kadar uzanan bir dizi faili meçhul<br />

cinayet ve katliamlar benzer yöntemlerle yapılmış,<br />

esas katillerin bulunup toplumun önüne çıkartılması<br />

ve yargılanması görevi bilinçli olarak hep savsaklanmıştır.<br />

Bu nedenle bundan on iki yıl önce yaşadığımız<br />

Gazi-Ümraniye katliamlarını, perde arkasından organize<br />

edenler ile tetikçilerini kınıyor, katliamın arkasındaki<br />

gerçek güçlerin ve sorumluların açığa çıkarılarak<br />

cezalandırılması; AİHM kararına uyularak, yeniden<br />

yargılamanın yapılmasını diliyor ve kamuoyunu,<br />

katliamlara karşı duyarlı olmaya davet ediyoruz.<br />

Av. Kazım Genç, Genel Başkan , 12 Mart 2007<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

SERÇEŞME<br />

OKUYUCULARININ KATKISIYLA<br />

ÇIKIYOR VE DAĞITILIYOR<br />

Serçeşme’nin gerçek sahibi Serçeşme’den<br />

niyaz alan okuyucularıdır.<br />

Serçeşme’yi çıkaranlar ve dağıtanlar yurt<br />

içinde ve dışında çalışan, emeğiyle<br />

geçinen insanlardır.<br />

Serçeşme canların özverisine,<br />

paylaşımcılığına, çalışkanlığına güvenir<br />

ve zorlukları birlikte aşma gücüne<br />

dayanır.<br />

Serçeşme eli kalem tutan tüm canlardan<br />

yazı, haber, fotoğraf, yorum, nefes, deyiş<br />

bekliyor.<br />

Serçeşme tüm canları temsilci olmaya,<br />

canları abone yapmaya, yörelerine<br />

derginin toplu getirtilmesine ve elden<br />

dağıtılmasına katılmaya çağırıyor.<br />

TEMSİLCİ CANLAR<br />

YURTDIŞI<br />

Almanya: Berlin Zeki Konuk ...............+49.172.305 92 29<br />

Darmstad Hüseyin Akın .................+49.179.107 88 56<br />

Frankfurt Sedat Bican ...................+49.170.751 25 35<br />

Gladbach Behçet Soğuksu ...........+49.173.510 03 54<br />

Hamburg A. Varol ..........................+49.172.453 14 62<br />

Hanau Kemal Nayman ...................+49.173.667 72 91<br />

Kassel Hüseyin Öztürk ..................+49.162.153 33 20<br />

Kiel Erdoğan Aslan ........................+49 174.484 18 34<br />

Oberhausen Mehmet Kaz .............+49.173.612 01 95<br />

Stuttgart Kılavuz Bakır ..................+49.162.909 70 70<br />

Avusturya: Tirol Hüseyin Polat ..........+43.650 841 55 99<br />

Belçika: Brüksel Kazım Bakırdan ........+32.473 49 37 12<br />

Fransa: Paris Ahmet Kesik ..................+33.6.82 07 67 16<br />

Hollanda: Schieadam Halil Cimtay ......+31.619 92 22 84<br />

Gelderland Ali Rıza Ağören .............+31.651 25 63 19<br />

İngiltere: Londra İsmail Büyükakan ....+44.77.9643 5276<br />

İsviçre: Basel İbrahim Bakır ................+41.78. 808 40 07<br />

Kanada: Toronto Ahmet Akkuş .............+1.416.652 98 54<br />

K. Kıbrıs: Lefkoşe A. Muzaffer Şimşek ....0533 845 21 02<br />

YURTİÇİ<br />

Adıyaman: Merkez Serdar Bektaş .........0538.457 34 14<br />

Gölbaşı Kenan Tezerdi .......................0535.949 43 13<br />

Afyon: Sandıklı Metin Özdemir ................0536.886 48 56<br />

Amasya: Merzifon Ali Kiziroğlu ...............0535.644 27 25<br />

Ankara: Merkez İsmail Metin ..................0532.644 95 37<br />

Sıhhiye Av. Timurtaş Özmen ..............0532.313 87 78<br />

Antalya: Merkez Gülçin Akça ..................0532.283 72 80<br />

Burdur: Merkez Mehmet Turan ..............0248.234 37 17<br />

Denizli: Merkez Ziya Gürsoy ...................0258.242 71 09<br />

Diyarbakır: Merkez Mehtap Ürer ............0535.872 63 03<br />

Eskişehir: Merkez Bekir Güven ..............0222.233 06 90<br />

Gaziantep: Merkez Haydar Dede ...........0342.250 64 77<br />

Hatay: İskenderun Haydar Kalkan ..........0326.614 26 50<br />

İstanbul: Alibeyköy Veysel Köse .............0544.305 39 23<br />

4. Levent Hüseyin Düzenli .................0555.204 73 79<br />

Avcılar Mustafa Kılçık ........................0536.552 68 75<br />

Beyazıt Rukiye Güven .......................0212.516 23 14<br />

Çağlayan Ali Ulvi Öztürk ....................0212.224 22 42<br />

İçerenköy Yılmaz Gürbüz ...................0535.524 49 12<br />

Kadıköy Kazım Erol ...........................0533.553 33 86<br />

Kayışdağ Veli Göynüsü ......................0532.687 31 09<br />

Sarıgazi-Taşdelen Ergül Şanlı ...........0532.410 51 79<br />

Soğanlık Hasan Harabati ...................0532.787 70 98<br />

Sultanbeyli Sadegül Çavuş ................0535.491 07 58<br />

Yenidoğan Salih Arslan ......................0535.941 15 09<br />

İzmir: Bornova Hüsniye Çınar ..................0532.512 59 62<br />

Kocaeli: İzmit Ali Buğdacı .......................0532.252 12 06<br />

Konya: Beyşehir Selman Zebil ................0542.431 56 91<br />

Manisa: Salihli Muhammet Petekkaya .....0538.218 90 52<br />

Maraş: Elbistan Derviş Şahin ..................0544.217 98 05<br />

Nurhak Hasan Çadır .......................... 0535.511 12 99<br />

Muğla: Yalıkavak Yasemin Sağlam...........0535.826 39 84<br />

Samsun: Terme Emrah Çolak .................0542.341 33 03<br />

Tekirdağ: Merkez Hasan Arslan ..............0282.263 05 79<br />

Tokat: Merkez Ali Rıza Yıldız ...................0536.212 49 54<br />

Zile Aslı Çıkrıkçıoğlu............................0543.682 38 99<br />

Urfa: Merkez Hakan Güleç ....................... 0542.569 11 26<br />

Akpınar Cafer Özel .............................0543.949 84 07<br />

Kısas Ahmet Aykut .............................0536.777 63 47<br />

Sırrın Sadık Besuf ..............................0537.392 63 75<br />

Zonguldak: Merkez Bahattin Arı ..............0544.246 09 17<br />

Karadeniz-Ereğli Cemal Kenanoğlu ..0532.740 42 50<br />

Mart 2007 29


SERÇEÞME<br />

Ateş Düştüğü Yeri mi Yakar Her Zaman?<br />

Ceyhun Günal<br />

Alevionline İnternet Sitesinin Koordinatörü <br />

ÖMER SEYFETTİN. Çocukken hemen hepimiz bir öyküsünü<br />

okumuşuzdur. Çocuk kitabı yazmak zor iştir. Çünkü yazarlar<br />

komplike düşünür. Roman yazmak, öykü yazmak basit düşünme<br />

yeteneğinden daha fazlasını gerektirir. Çocuklar için öykü yazan bir yazar<br />

ise komplike düşünüp basit şekilde anlatmak zorundadır. Ama Ömer<br />

Seyfettin başarılı bir çocuk öykücüsü sayıldığına göre belki de bu tezimi<br />

gözden geçirmeliyim.<br />

Demek ki, çocuklara roman yazmak için “basit olmak” da yeterli olabiliyormuş.<br />

Bir topluluğa kara çalmak, iftira atmak; bir edebiyatçı için<br />

bu kadar “basit” olduğuna göre, sadece çocuklar için basit düşünme gibi<br />

bir olgu yokmuş, bu yazarda. Her neyse. Ömer Seyfettin’in durumu da<br />

aslında yaşadığı çağlardaki bilinç, haberleşme olanakları, bilgi kaynaklarının<br />

azlığı gibi şartlarda değerlendirilebilir. Belki de Ömer Seyfettin’i<br />

kendi yaşadığı çağda değerlendirmek ve aşağıdaki basitliği onun için bir<br />

nebze anlayışla karşılamak da gerekebilir. Harem (Örgün Yayınevi, sayfa<br />

29) [adlı yapıtında] Nazan ile Sermet konuşuyorlar:<br />

“Evvel zamanda, insanlar daha hayvanlara pek yakın iken, ferdi izdivaç<br />

yokmuş. Sürü halinde yaşarlarmış. Kabilenin bütün erkekleri,<br />

bütün kadınların müsavi surette kocası imiş.<br />

Nazan şaştı:<br />

Olur iş değil…<br />

Neye? Basit bir teşkilatın basit neticesi? Doğan çocukların anası babası<br />

da kabilenin, bütün halkı imiş. Bu hal ayin gibi hala bazı cemaatlerde<br />

devam eder. Mesela Kızılbaşlar gibi… Ne ise…”<br />

Ömer Seyfettin’i geçtik. Peki, yukarıdaki satırların Milli Eğitim Bakanlığı<br />

tarafından çocuklara tavsiye edilmesine ne diyorsunuz? O bakanlığın<br />

başındaki kişi cemlere katılıp Alevilere vaazlar veriyor. Daha<br />

geçenlerde Cem Vakfı isimli kuruluş bu bakanı eski MHP’lilerle birlikte<br />

binlerce yıllık değerimiz olan cemlerimize soktu. Bu bakana kürsüden<br />

Alevi yurttaşlara vaaz verme imkanını tanıdı. Eleştirilere karşı da “Biz<br />

aslında bu insanlara propaganda yapıyoruz” gibi bir mealde cevaplar<br />

verildi. Nedir yaptığınız propaganda? Neyi başardınız? Ceminize çağırdığınız<br />

bakanın kurumu önce Alevilere yapılan hakaretleri çocuklara<br />

tavsiye etme politikasını gözden geçirsin. Buyurun işte. Sosyal pedagog<br />

Tamer Dursun bu bilgiyi kamuoyuna ulaştıralı günler geçti. Var mı atılan<br />

bir adım?<br />

Veya bir de şu soru geliyor akıllara. “Ben de Aleviyim” diye konuşmalar<br />

yapan bir bakanımız daha var. Abdullatif Şener de bilir ki, Alevilere<br />

verilen bir başka isim de Kızılbaş’tır. Demek ki kendisi de bir Kızılbaş<br />

o halde. Yukarıdaki Kızılbaş tarifine bir itirazını halen göremedik.<br />

Devlete bağlı bir bakanlık tarafından çocuklara mensubu olduğu Alevi<br />

toplumu bu halde tanıtılıyor.<br />

Ha bir de “kraldan çok kralcı” bir güruh var içimizde her zamanki<br />

gibi. Abdullatif Şener “Ben de Aleviyim” deyince, Alevi temsilcileri tepki<br />

göstermişti. Bir tanesi çıktı, kendisini dernek başkanlarından falan daha<br />

çok “Alevi temsilcisi” gören, “Şener’i asalım mı?” gibisinden kelamlar<br />

etti. Ne anlama geliyorsa bu asmak. Kimsenin asmaya falan kalktığı yok.<br />

Madem Aleviyse sayın bakan, işte buyursun bir samimiyet sınavı. “Hop<br />

kardeşim. Ben de Aleviyim. Buna müsaade etmem.” desin. Ondan sonra<br />

“Alevi dernekleri Alevileri temsil etmiyor” diyen ve asıl Alevi temsilcisinin<br />

kendileri olduğunu sanan bu “köşe” yazarları “Bravo bakanım. Yaşa<br />

bakanım. Bakanıma laf söylettirmem.” derler; bize de susmak kalır.<br />

Yukarıda bu “MEB tavsiyeli hakaret” haberi ile ilgili verilmeyen tepkilere<br />

değindim. Peki verilen tepkiler nelerdir? Tepki vermesi beklenip<br />

de tepki vermeyenler kimlerdir? Biraz da buraya değinelim.<br />

Bu haberi ilk olarak Pir Sultan Abdal Kültür Derneği resmi sitesi<br />

pirsultan.net’de gördüm. pirsultan.net direkt olarak Tamer Dursun’un<br />

yazısını aktarmıştı. O günlerde bizim Türkülerin Sesi’nde bazı problemler<br />

olduğu için bu haberi aktaramadık. İlerleyen günlerde de Tamer<br />

Dursun’un yazısını haberleştirerek yayınladık ve basın yayın kuruluşlarına<br />

gönderdik. Bizim haberimizi de Almanya Alevi Birlikleri Federasyonu<br />

sitesi alevi.com ve Hubyar Sultan Alevi Kültür Derneği hubyar.org<br />

yayınladı. Bir de Alevihaber’de gördük yazımızı. Onun dışında başka<br />

Alevi siteleri ve forumlarına da aktarılmış olabilir. Ama konuya değinen<br />

sadece Alevi kuruluşlarının siteleri ve bunlara yakın Alevi siteleri. Bizim<br />

sitemizde yaklaşık 700 kez okunmuş. Gönderilen mailleri ve diğer<br />

siteleri de sayarsak bu haber en fazla bin 500, iki bin kişiye ulaştırıldı<br />

bizler tarafından. Ateş düştüğü yeri mi yakıyor denir buna?<br />

Aleviler, Türkiye’de her zaman sol siyasetler için “hazır destekçi”<br />

olarak görülmüştür. Hemen hemen bütün sol partilerin oy verenleri, destekçileri<br />

büyük bir çoğunlukla Alevilerdir. Bir insan hakkı ihlali olur,<br />

bir işçi direnişi olur, hapishanelerde bir sorun olur hemen Alevi mahallelerinden<br />

ses verilir. Duyarlılık gösterilir. Aleviler hiçbir zaman kendi<br />

özel sorunlarını, toplumun genel sorunlarından daha üstün tutmamıştır.<br />

Bu konuda Alevi yayınları da sol yayınlara paralel bir görüntü çizmiştir.<br />

Günümüzde açılan Alevi televizyonları, oldukça çoğalan sitelerimiz<br />

bunlara açık örnek.<br />

Peki sol basın yayın organlarının Alevilerin sorunlarına gösterdiği<br />

ilgi ne düzeydedir? Siz Cumhuriyet, Radikal, Birgün veya Evrensel gazetelerinde<br />

yukarıdaki konuya değinen bir habere rastladınız mı? Ben<br />

rastlamadım. Hadi bunu geçtik. Gazete ayrı bir olay diyelim. Yayın politikası,<br />

yer sorunu falan filan. Peki bu gazetelerin internet sitelerinde veya<br />

sesonline.net, sendika.org gibi sitelerde bu sorunlardan bahsedildiğini<br />

gördünüz mü? Keza benzer bir sorun, sevgili Ali Polat’ın sitemizdeki<br />

Karaağaç Tekkesi ile ilgili yazı için de geçerlidir.<br />

Solun ülkede yaşayan bir toplum kesimine duyarlı olmasının yolu;<br />

solun tabi destekçiliğini bırakıp “Alevicilik” yapmaktan mı geçer? Bazı<br />

etnik gruplara karşı olağanüstü duyarlıdır örneğin sol basın. Bunun sebebi<br />

bu kitlelerin kendilerinden kopup milliyetçilik eksenine kaymış<br />

olmaları mıdır? “Solculuk” yapmanın yöntemi, işçiler kaybedildikten<br />

sonra sendikalara ilgi gösterme, Kürtler kaybedildikten sonra Kürtçülük<br />

yapma veya Aleviler kaybedildikten sonra Alevilerin sorunlarına yer<br />

ayırmaktan mı geçer?<br />

Günde on, yirmi haber yayınlayan internet siteleri, ülkedeki başka<br />

etnik ve dini sorunlara oldukça duyarlı olan sol basın, dünyanın öbür<br />

ucundaki bir haberi çevirip çevirip yayınlayan kuruluşlar; neden Alevilerin<br />

sorunlarına bu kadar duyarsız kalırlar? Milli Eğitim Bakanlığı<br />

tavsiyesiyle ülkedeki bir topluma “sapık” demenin ülkemizde kaç örneği<br />

vardır? Bu durumun haber değeri yok mudur? Bizim sorunlarımıza ilgi<br />

gösterilmesi için bizim de “mezhepçilik” yapmamız mı gerekiyor? Sadece<br />

Alevilerin sorunlarını düşünmemiz, kendimiz için partiler kurmamız,<br />

sadece kendimiz için yaşamamız mı gerekiyor? Suçumuz solcu olmak<br />

mıdır? Kayıtsız-şartsız sola destek olmak mıdır? Hiçbir çıkar beklemeden,<br />

hiçbir ayrım gözetmeksizin ülkedeki diğer etnik ve dini gruplardan<br />

solcularla aynı idealler altında toplanmamız mıdır? Ateş düştüğü yeri<br />

yakacaksa; bizim kendi öznel sorunlarımızı bırakıp ülkenin tamamındaki<br />

sorunlarla ilgilenmemizin anlamı nedir?<br />

İLHAN CEM ERSEVEN’in tutkulu bir çalışmayla incelediği 26<br />

roman, 12 öykü ve bir oyunda, Kızılbaşların, Alevilerin ve<br />

Bektaşilerin nasıl ele alındığını ve nasıl yansıtıldığını çarpıcı<br />

örneklerle sergilediği çalışmasını Türkiye yazını ile ilgili her<br />

okuyucunun mutlaka okumasını salık veririz.<br />

İLHAN CEM ERSEVEN<br />

Çağdaş<br />

Türk Romanı<br />

ve<br />

Öyküsünde<br />

Aleviler<br />

Haziran 2005<br />

15 x 23 cm boyutunda<br />

321 sayfa<br />

Alev Yayınları<br />

Tel: 0212.319 56 35<br />

www.alevyayinlari.com<br />

30 Sayı 27


SERÇESME<br />

SERÇEÞME<br />

Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma<br />

Derneği Kuruldu<br />

Metin Özdemir<br />

Serçeşme Afyon-Sandıklı Temsilcisi<br />

A<br />

FYONKARAHİSAR’IN Sandıklı İlçesi’ne bağlı Selçik köyü canlarının bir araya gelerek kurdukları<br />

“Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği” merkezi Ankara olmak<br />

üzere Yusuf Yıldırım başkanlığında resmen kuruldu. On iki kurucu üyeyle kurulan dernek, şu<br />

anda geçici yönetim kuruluyla faaliyetlerini sürdürüyor. Selçikliler aralarındaki yardımlaşma ve<br />

dayanışmayı örgütlü bir şekilde sürdürebilmek, sorunlarını birlikte çözmek, inançlarını ve kültürlerini<br />

canlı tutarak yaşatmak, gençlerin köyden kopmadan aralarındaki bağları sıkı tutarak yetişmeleri<br />

amacıyla yola çıktılar. Derneğin yöneticileri, yakın zamanda genel kurullarını yaparak,<br />

daha güzel bir şekilde çalışmalarına devam edeceklerini bildirdiler. Derneğin 4 Şubat 2007’de<br />

yaptığı ilk yönetim kurulu toplantısında, ilk başta yapılacak öncelikli işlerle ilgili birtakım kararlar<br />

alındı. Derneğe üye kayıtları yapılmaya başlandı.<br />

Derneğin ilk olarak kültürümüzü tanıtıcı takvimlerden ve canların gönül rızasıyla verdikleri<br />

bağışlardan elde ettiği gelirlerle, yardıma muhtaç olanların Muharrem ayında değerlerimize yakışır<br />

şekilde kışlık yiyecekleri karşılanmaya çalışıldı.<br />

Selçik köyü yaklaşık doksan haneli, iki yüz nüfuslu küçük bir köyümüz. Fakat yurt içi ve yurt<br />

dışında yaşayan köylülerin de, yaz aylarında köye gelmesiyle bu sayı ikiye üçe katlanıyor. Selçik<br />

köyü asimile olmadan, inançlarından bir şey kaybetmeden yaşamlarını sürdüren sadece Alevi<br />

canların yaşadığı, Sandıklı’nın tek Alevi köyü.<br />

“Sarı Selçuk Dede” Türbesi’nin bulunduğu Selçik köyü’nde canlar bir de köylerine cemevi<br />

kazandırma çabası içerisindeler. Sarı Selçuk Dede Türbesi’nin yanına yaptıkları cemevinin inşaatı<br />

halen devam etmekte. Alt katı aşevi olarak kullanılacak olan cemevi iki kattan oluşuyor. Dış yapısı<br />

bitmiş durumda olan cemevinin, tabanından tavanına kadar iç dizaynında daha bir çok eksiği<br />

bulunuyor. Şimdiye kadar köylülerimizin ve canların katkısıyla bu kadarı tamamlanabildi. İmkanı<br />

olan dostların da cemevlerine yardımda bulunmalarını bekliyorlar.<br />

Yapılan araştırmalara göre Hicri 1113 yılında kurulduğu bilinen köyün, tarihinin daha eskilere<br />

dayandığı tahmin ediliyor. Köyde türbesi bulunan, halkın “Sarı Dede Sultan” diye adlandırdığı<br />

eren, “Sarı Selçuk” diye de biliniyor. Sarı Dede Sultan’ın köyde âdeta bir birleştirici, toparlayıcı<br />

misyonu da var. Bu sebepten insanlar yerleşimlerini köyün içerisinde bulunan yatırın etrafında<br />

kurmuşlar. Köy ismini Sarı Selçuk Dede’den almaktadır. Yaşamı hakkında kesin bilgiler olmamakla<br />

beraber Sandıklı’da da türbesi bulunan Yunus Emre ile aynı çağda yaşadığı bilinmektedir.<br />

Daha çok halk arasında söylencelerle, rivayetlerle anılan Sarı Dede Sultan canların gönüllerinde<br />

de yerini bulmuştur. Türbeye gelen canlar ziyaretlerini yaparak, ibadetlerini ederler. Dilekte bulunanlar<br />

gelerek adaklarını kurbanlarını keserler. Canlarla hep birlikte lokmalar yenilerek, dualar<br />

edilir.<br />

Kültürlerinden ve inançlarından hiçbir şey kaybetmeden yaşamlarını sürdüren Selçik köylü<br />

canlar, geçmişten bugüne kadar cemlerini hiç aksatmadan yapmaya devam etmişler. Geçtiğimiz<br />

Muharrem ayı boyunca matemlerini tutarak, ibadetlerini yerine getirdiler. Cemlerini yapan, aşurelerini<br />

kaynatan Selçiklilerin yanı sıra, Ankara’da yaşayan Selçik köylüler de bir araya gelerek<br />

aşurelerini kaynatıp, ibadetlerini sürdürdüler.<br />

Geleneksel hale getirerek her yıl yaz aylarında yapacakları Sarı Dede Sultan’ı Anma ve Dayanışma<br />

etkinliğinde yurt içi ve yurt dışında yaşayan tüm köylülerini bir araya getirmeyi amaçlayan<br />

Selçikliler, kültürlerini bu şenlikler çerçevesinde sergileyerek bir dayanışma ve birlik ortamı hazırlamayı<br />

hedefliyorlar.<br />

Selçik Köyü Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği ilk toplu etkinliğini önümüzdeki<br />

günlerde Nevruz’da gerçekleştirecek. Hz. Ali’nin doğum günü olan Nevruz Bayramı’nı, köy dışında<br />

yaşayan köylülerini de bir araya getirerek kutlayacak, baharı dayanışma içinde hep beraber<br />

karşılayacaklar.<br />

Selçik köyündeki Sarı Selçuk Dede Türbesi’nin içi<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

SERÇEŞME<br />

Açıklık, Kendi Açtığı Yarayı<br />

İyileştiren Kılıçtır<br />

Serçeşme, Alevi-Bektaşi toplumunu<br />

ilgilendiren tüm fikirlere açıktır.<br />

Serçeşme, Alevi-Bektaşi hareketinin farklı<br />

kesimlerini, görüşlerini, örgütlerini<br />

temsil eden yazarlara açıktır.<br />

Serçeşme, farklı görüşlerin yan yana yer<br />

aldığı, hoşgörü, tartışma ve eleştiri<br />

platformu olacaktır.<br />

Serçeşme, imzasız yazılara, kişisel ve<br />

örgütsel çekişmelere yer vermez.<br />

Serçeşme’de yayımlanan yazıların içerdiği<br />

fikirler yalnız yazarlarını bağlar.<br />

Serçeşme, yollanan yazıları içerdiği fikirler<br />

nedeniyle sansür etmez.<br />

Serçeşme, bilimsel çalışmaya, araştırmaya<br />

dayalı nitelikli yazılara ağırlık verir.<br />

Serçeşme, tartışmalı konuları gündeme<br />

getirmekten kaçınmaz.<br />

Serçeşme, kısa ve özlü söze öncelik<br />

verir, boş sözlerden ve bilinenlerin<br />

tekrarından kaçınır.<br />

Serçeşme, olanakları sınırlı bir dergidir.<br />

Yollanan yazıları yayımlamamak,<br />

kısaltarak ya da bölerek yayımlamak<br />

ve düzeltmek hakkını saklı tutar.<br />

Ancak fikirleri değiştirmemeye ve<br />

yazarın onayını almaya özen gösterir.<br />

Serçeşme’ye gönderilen yazılar<br />

yayımlansın, yayımlanmasın iade<br />

edilmez<br />

YILLIK ABONE BEDELI<br />

Türkiye YTL40 - Avrupa Birliği €50<br />

İngiltere £40<br />

Türkiye’den abone olmak isteyen canlar<br />

lütfen abone bedelini bir postaneden<br />

Genel Ajans Basım Dağıtım<br />

Organizasyon Ltd Şti<br />

Posta Çeki Hesabına (No 1629127)<br />

yollayın.<br />

Adınızı, Soyadınızı ya da Kuruluşun<br />

Unvanını; İş, Ev ya da Cep Telefonunuzu,<br />

varsa Faks Numaranızı ve E-posta<br />

adresinizi, ayrıca mahalle, cadde/sokak,<br />

kapı no, daire no, ilçe, il ve posta kodunuzu<br />

içeren posta adresinizi<br />

okunaklı olarak yazın<br />

ve ödeme dekontunuz ile birlikte<br />

büromuza fakslayın:<br />

+90.(0)212.519 5635<br />

Avrupa’dan abone olmak isteyen canlar,<br />

abone bedelini aşağıdaki<br />

adrese yollayabilir:<br />

Avrupa Baş Temsilciliği<br />

Tel: +49.179.107 88 56<br />

Hüseyin Akın<br />

Postbank<br />

Kontonummer: 826 857 303<br />

Bankleitzahl: 25 01 00 30<br />

Mart 2007 31


SERÇEÞME<br />

BİLİMLE GİDİLMEYEN YOLUN SONU KARANLIKTIR<br />

ALEVİ-BEKTAŞİ ÖRGÜTLERİ PASİF TEPKİ İLE YETİNEMEZ, DEMOKRATİK HAKLAR İÇİN AKTİF MÜCADELE GEREKİR<br />

Aktif Mücadele için Tutarsızlığa ve Kafa Karışıklığına Son<br />

İNANÇ TEMELİNDE ortak zemini olan Alevi-Bektaşi toplumu, henüz<br />

bu zeminde “ortak bir payda” yaratabilmiş değildir. Bunun tarihsel-toplumsal<br />

nedenleri vardır; ancak günümüzün somut gerçekliği<br />

budur.<br />

Öte yandan Alevi-Bektaşi toplumu geçmişten farklı olarak toplumsalekonomik<br />

yapıya uygun sınıflara bölünmüştür. Toplumsal sınıf demek,<br />

üretim sürecinde farklı, birbirine zıt yerlerde konumlanmak demektir.<br />

Bir yanda üretimin örgütlenmesini, yürütülmesini belirleyen sermaye<br />

sahipleri; öte yanda mal ve hizmetlerin üretimini bilfiil yapan, ama üretimin<br />

örgüt len mesinde söz sahibi olmayan işçiler vardır. Sermaye sahibi<br />

sınıf, bu güçle, toplumun üstyapısını, devleti ve diğer kurumları belirler.<br />

Emeklerinden başka satacak şeyi olmayan işçiler ise bu üstyapının kurumlarında,<br />

bu çerçevede devlet ve siyasette daha baştan “altta kalan”<br />

durumundadır.<br />

Bu toplumsal sınıfların zıt çıkarları siyasete yansır. Basitleştirerek<br />

söylersek, işçi Alevi-Bektaşi ile patron Alevi-Bektaşinin siyasi tercihleri<br />

farklıdır. Buna ek olarak bir seçim ortamında Alevi-Bektaşiler çok değişik<br />

nedenlerle farklı siyasi partileri destekleyebilir. Saydığımız zıt çıkarlar<br />

nedeniyle Alevi-Bektaşilerin siyasete yaklaşımının tek ve bütünlük<br />

içinde olması beklenemez.<br />

En geniş kesimleri birleştirmesi beklenen demokratik Alevi-Bektaşi<br />

kuruluşlarının bu farklı çıkarları temsil eden parti siyasetiyle uğraşması,<br />

birleştirici işleve aykırıdır. Bu örgütlerin siyasetle uğraşması, zaten<br />

inanç temelinde bile farklılıklar taşıyan Alevi-Bektaşi toplumun bir araya<br />

getirebildikleri kesimlerini bile dağıtma, bin bir zorlukla bir araya getirilebilmiş<br />

gücü iç tartışmalara yönelterek boşa harcayan bir etki yapar.<br />

Geçtiğimiz yılın ilkbaharından başlayarak Alevi-Bektaşi demokratik<br />

örgütlerinin merkezi yapılarının üst yönetimden kaynaklanan “siyasete<br />

müdahale edeceğiz” yaklaşımı, ne yazık ki bugüne kadar iç tartışmalarla<br />

gücü mirasyedi gibi tüketme, bölünme ve parçalanma dışında bir sonuç<br />

vermemiştir.<br />

Tutarsızlık ve Kafa Karışıklığı<br />

SEÇİMLER ve parti siyaseti gündeme gelince, Alevi-Bektaşi derneklerinin<br />

merkez kuruluşları geçirdikleri örgütsel sarsıntıların etkisiyle<br />

son derece tutarsız davranmışlardır. Bir kez, “siyasete müdahale edeceğiz”<br />

dedikten sonra, nereye çekersen gider bu söylemin içini doldurmakta<br />

zorlanmışlardır. Yükselen eleştiriler ve artan sorular karşısında,<br />

Demirel’in ünlü, “kendim için bir şey istiyorsam, namerdim” söylemini<br />

andırırcasına, “kendimiz için milletvekilliği istemiyoruz” demişlerdir. Partileşme<br />

konusunda yaşanmış olumsuz eski deneyimler hatırlatıldığında,<br />

“bir Alevi partisi kurmayacağız” demişler. Peki, siyasete nasıl müdahale<br />

edeceksiniz sorusunu, “miting ve gösteriler yaparak” diye yanıtlamışlardır.<br />

O günden bu yana yapılan eylemler ortadayken, bir demeçlerinde,<br />

“oy vermemek siyasete müdahaledir” deyip, Alevi-Bektaşilerde seçimleri<br />

boykot çağrısı mı yapılıyor sorusunu uyandırmışlardır. Ardından,<br />

“Solun birliği için çaba göstereceğiz” diyerek, Alevi-Bektaşilere, bugün<br />

henüz ortada bulunmayan, ileride de oluşup oluşmayacağı bilirsiz bir sol<br />

partiyi ya da seçim bloğunu destekleme çağrısı yapacakları izlenimini<br />

vermişlerdir. Yükselen eleştiriler karşısında bu da yetmemiştir, son günlerde<br />

“Aleviler için Mecliste kontenjan” istemini dillendirmektedirler. Bu<br />

tutarsızlıklar kafa karışıklığı yaratmaktan başka işe yararmamıştır.<br />

Esen Uslu<br />

Böylece demokratik Alevi-Bektaşi kuruluşlarının merkezleri Alevi-<br />

Bektaşilere net ve açık hedef göstermemek bir yana, yapmaları gereken<br />

esas görevi savsaklar duruma düşmüştür. Türkiye’de merkezi düzeyde,<br />

uzun soluklu, iyi planlanmış, örgütlenmiş ve ses getirici bir dizi etkinlik<br />

yapılmasının en gerektiği dönemde, örgütler adım atamaz hale getirilmiştir.<br />

Yalnız Alevi-Bektaşileri değil, ülke içindeki ve ülke dışından en<br />

geniş aydınları, yazarları, fikir ana-babalarını bir araya getiren sempozyum,<br />

konferans, panel gibi toplantılar; buna paralel tutarlı basın-yayıntanıtım<br />

çalışması yapılmamıştır. Temel haklar için Alevi-Bektaşileri<br />

sokaklar, meydanlar taşıyarak, diğer demokrasi güçlerini Alevi-Bektaşilerin<br />

istemleri çevresinde birliğe çağıran eylemlerle yaşama müdahale<br />

edilememiştir.<br />

Bu asli görevin savsaklanmasından doğan boşluğu, en istenmeyen<br />

siyasi eğilimler doldurmaya başlamıştır. ANAP’tan MHP’ye kadar bütün<br />

partiler, Alevi-Bektaşi oylarını yanlarına çekebilmek için diller dökmeye<br />

ve kandırmacaya dayalı seçim taktiklerini uygulamaya koymaya<br />

başlamıştır. AKP hükümeti, Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kullanarak,<br />

gözüne kestirdiği Alevi-Bektaşi dedelerini örgütlemeye ve talip üzerine<br />

sürmeye(!) başlamıştır. Fettullah Gülenci Abant Forumu bile Aleviliği<br />

gündem yapan toplantılar düzenlemektedir.<br />

Pasif Tepki Değil, Aktif Girişim<br />

GÜNÜMÜZÜN patron egemen siyasi ortamında çeşit çeşit siyasi<br />

partiler ya da siyasi çekim merkezleri Alevi-Bektaşilerin oylarına<br />

ağızlarının suları akarak yaklaşırken, demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin<br />

tepkisi “geriden gelmekte”, olay olup bittikten sonra basına yapılan<br />

kuru açıklamalara indirgenmektedir. Demokratik Alevi-Bektaşi örgütlerinin<br />

gösterebildiği bu cılız ve pasif tepkiler içimizi acıtmaktadır.<br />

Örgüt merkezlerimizin basın açıklamalarına hapsolmuş cılız ve pasif<br />

tepkilerinde dile getirilen bazı görüşler ise birer talihsizliktir. Pasif<br />

bir tepki diliyle konuşulunca, hep aynı tema bildirilerimize sızmaktadır:<br />

Alevi-Bektaşilerin sorunlarının, Aleviler-Bektaşiler dışında konuşulmasına<br />

karşıyız! Bu anlaşılmaz ve yanlış bir tutumdur.<br />

Yıllar boyu Alevi-Bektaşileri yok sayanlar, bugün Alevi-Bektaşileri<br />

konuşuyorsa, bu onların değil, Alevi-Bektaşilerin değişmesinden; biraz<br />

olsun örgütlü, iri ve diri bir duruş sergilemesinden kaynaklanmaktadır.<br />

Onlar yaptıkları toplantılarda ne isterse konuşsun, Alevi-Bektaşilere<br />

ne “don” biçerse biçsin! Ellerindeki tüm araçlarla Alevi-Bektaşi toplumunun<br />

ezenlerin düzenine muhalif tutumunu törpülemeye çalışsın! Hızır<br />

Paşa’lar eliyle Aleviliği-Bektaşiliği kendi içinde eritmeye çalışsın!<br />

Demokratik örgütlerimiz tüm toplum çapında Alevi-Bektaşiliğin demokratik<br />

haklarının gerçek sözcüleri olarak kendilerini ortaya koyarsa,<br />

hangi Alevi dinler Fettulahçıları, kim giyer onların biçtiği “donu”?<br />

Demokratik örgütlerimiz, Alevi-Bektaşileri demokratik istemler için<br />

mücadele çevresinde birleştirilebilirse, tarihten gelen direniş ruhuyla donanmış<br />

Alevi-Bektaşi emekçiler ezenlerin düzenine destek olur mu?<br />

Alevi-Bektaşilerin istemlerini en geniş kapsamlı demokrasi için mücadele<br />

eden tüm diğer toplum kesimleriyle birlikte savunmayı gündemin<br />

başına koyan Alevi-Bektaşi örgütlerimiz, belki içimizden yeni Hızır Paşaların<br />

çıkmasını engelleyemez, ancak onların çevresinde bir avuç yol<br />

düşkününden başkasının toplanmasına fırsat vermez!<br />

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!