You also want an ePaper? Increase the reach of your titles
YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.
ÇOCUK KRAL ALPHREL<br />
VE DİĞER HİKAYELER, VİSTALAR<br />
SEMİH SÜREN
ARKA KAPAK<br />
Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel / Sinekkaydı Tıraşlı Dostoyevski / Gölgeli Yol /<br />
Mutluluğu Başkasına Bulaştırmak / Küçük Asya’nın Büyük Dehası /<br />
Kayıp Şaheserler / Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı / Yakıştı<br />
Mı Bu Şimdi Tanrıların Kızına / Jerkiousion / Balayı / Yağmur<br />
Ormanlarında Melekler / Zorun Neydi / Karafatma Fablı / Sonsuza<br />
Değin Birlikte / Mutluluğun Resmi / Hayalperest Bir Adamdı Mustafa<br />
/ Türk Vampirle Görüşme / Kavak Ağacı Depresyonda / Şaka Gibi /<br />
Oyunlar / Oyuncak Maç / Manyak Karga / Deprem ve Genç Yazar /<br />
Çaldılar Yarimin Kafatasını / Büyükannenin Talibi / Reenkarne<br />
Ordinaryüs Vakası
semihsuren.com<br />
Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel<br />
ÇOCUK KRAL ALPHREL<br />
Blunyalıların efsanevi çocuk kralı Loui Fredie ‘Alphrel’ Xavienne<br />
babası VI. Hellmut ölüp tahta çıktığında yalnızca altı yaşındaydı. Taç<br />
töreninde yaşına ve yaradılışına ters büyük bir ciddiyet, büyüleyici bir<br />
vakur sergiledi. Tören boyunca atölyede dökülmüş tunçtan bir büst<br />
gibiydi. Yüzünde neredeyse tek kas kıpırdamadı. Heyecanını, telaşını,<br />
çocuksu korkularını serinkanlılıkla gizleyebildi, renk vermedi. Çünkü<br />
hazırlıklar hızla sürerken hiç beklenmedik bir talihsizlik yaşanmıştı,<br />
Alphrel’in tamamı çürük olan ön dişlerinden ikisi düşüvermişti.<br />
Çocuğun canı bu duruma çok sıkılmış, kontrol edilemez biçimde<br />
ağlama krizlerine tutulmuştu. “Beni öldürün!” diye ağlıyordu masum<br />
suratıyla, beyazı kızarmış yeşil gözleriyle. “Helden Burcu’ndan<br />
itiverin beni. Öleyim ben lütfen!” Hanedanlığın başhekimi Selughho<br />
asıllı dünya tatlısı bir adamdı. Alphrel’i kendi çocuklarından fazla<br />
sever, doğumundan beri onun üzerine titrerdi. Karamel esanslı ve<br />
muzlu bir bulamaca karıştırdığı sakinleştirici tozlarla Alphrel’i<br />
yatıştırdı. Bu özel bulamaç çocuğun favorisi değildi. Bunun<br />
bulunduğu bir kaseyi üç defa kaşıkladığı görülmemişti. Hekim tozun<br />
dozajını bunu göz önüne alarak ayarlamıştı. Fakat Alphrel’in<br />
tecrübesiz damağı bulamaçtaki değişikliği enteresan buldu. Çocuk<br />
bütün kaseyi bitirdi, yenisini istedi. Bu sırada başhekim başka bir işle,<br />
süs takarken merdivenden yuvarlanan şişman bir ihtiyar adamla<br />
meşguldü. Kendisine yaklaşan mutfak oğlanından Alphrel’in ikinci<br />
kaseyi istediğini duyunca telaşa kapıldı. Derhal çocuğun odasına<br />
koştu. Alphrel’i ömrünün en derin uykusuna dalıvermiş buldu.<br />
Lemdujiog Şatosu’nda yaşayan meslektaşlarıyla birlikte tam sekiz saat<br />
boyunca çocuğu uyandırmaya çalıştılar. Alphrel taç töreninden kırk<br />
dakika kadar önce kendine gelebildi. Tören boyunca bu yüzden bir<br />
çocuk gibi değil, dünyasından bezmiş yaşlı bir adam gibiydi. Bütün<br />
vücudu dökülüyordu. Ayakta zor duruyordu. İki şarap şişesi dibi<br />
görmüş adamlar gibi kafası iyiydi. O şıkır şıkır giyinmiş kasıntılı<br />
kalabalığın arasında geçen her saniye başka bir keyifsizlik örneğiydi.<br />
Ancak çocuğun bu görünen yorgunluğu, kendisini törenin<br />
gerekliliklerine zorlayışı, ışıklar altında parıldayan sevimli suratının<br />
ıstırabı halkın gönlüne yer etti. Blunyalılar çocuk kral Alphrel’i<br />
Blunya tarihinde kimseyi sevmedikleri kadar sevdiler. O şanslı çocuk,<br />
o sevimli velet, Alphrel, ülkedeki her hanenin öz oğluydu artık.
semihsuren.com<br />
Blunya Devleti kendi dillerinden türetip yalnızca kendi kültürlerine<br />
has olan ‘raphalenit’ dedikleri esnek bir rejimle yönetilmekteydi.<br />
Çocuk kral Alphrel’i tahta çıkaran Birleşik Blunyal Hanedanlığı fahri<br />
bir konumdaydı. Halk onlara bir çeşit tapardı. Onların şaşaalı, bol<br />
ziyafetli, çalgılı çengili, mutlu, parlak yaşamları günlerini zorlukla<br />
geçiren halkın vücuda gelmiş ortak düşüydü denilebilir. Blunya<br />
topraklarında, abartmıyorum, melankolik bir hanedan üyesinin yüzüne<br />
bir gülümseme kondurabilmek uğruna bütün sülalesini gözünü<br />
kırpmadan kesebilecek fanatik kimseler yaşardı. Hanedanlığın fertleri<br />
safkan Blunyalılardı. Birleşik Blunyal Hanedanlığı dört asır öncesine<br />
kadar kıtanın tamamına hakim, kudretli, ihtişamlı bir imparatorluktu.<br />
Bin yüz yirmi sekiz sağlıklı yaş geçirmiş ve yeryüzünün bilinen<br />
topraklarının büyük kısmında bayrak dalgalandırmıştı.<br />
Çocuk kral Alphrel kelimenin tam anlamıyla bir fırlamaydı. Tarih<br />
belki de böylesine nazlı, şımarık, küstah, kaprisli, kompleksli çocuk<br />
görmemişti. Fakat felaket sevimliydi. O aslında pis pis parıldayan<br />
yalancı masum bakışıyla karşısındakine her şeyi yaptırabilirdi. Çocuk<br />
kralın tavırları, jestleri, sesi, kokusu ve daha bir çok şeyi kişinin<br />
doğrudan yüreğine işlerdi. Onunla aynı ortamda bulunup etkisi altında<br />
kalmamak mümkün değildi. Göz alıcı büyülü bir yaratıktı Alphrel.<br />
Çocuk kral, “Tahta çıktım madem,” dedi ilk hafta, “ben büyük bir<br />
adamım.” Bu sözleri masada bulunan onlarca davetliden büyük alkış<br />
aldı. Hemen ardından ise, “O halde,” dedi ve herkesi gizemli bir<br />
bekleyiş içinde bıraktı. Elindeki kadehi kaldırdı. Tadını berbat<br />
bulduğu Canfteroho Şarabı’nı büyük bir adam pozları takınarak,<br />
iğrene iğrene yudumladı. “O halde,” diye sözlerini sürdürdü, “beni<br />
evlendireceksiniz.” Sözleri büyük şaşkınlık yarattı. Çocuk kral<br />
sözlerinin aldığı tepkiyle mest oldu. Konuşmayı sürdürdü. “İsterim ki<br />
altı eşim olsun. İsterim ki sayıları bundan böyle alacağım her yaşta bir<br />
tane artsın.” <strong>Kral</strong>ların ilk isteği uğur sayılırdı Blunyalılarda. Çocuk<br />
kral tuhaf isteğiyle efsane olma yolunda emin bir adım attı böylece.<br />
Dileği halka iletilince tüm Blunya topraklarında yüzler sevinçle ve<br />
umutla ışıdı. O ay ülkenin iki yüzü aşkın bölgesinden beş, altı ve yedi<br />
yaşlarını süren kırk bin kız çocuğu Alphrel’in huzuruna sunuldu.<br />
Çocuk kral kıtalar halinde hazır duran kız bölükleri arasında güneş<br />
doğumundan gün batımına kadar dolandı ve sayılarını altmış dokuza<br />
indirdi. Elenen kızlar memleketlerine gönderildi. Çocuk kral seçtiği<br />
kızlarla haftalar geçirerek hepsini tanımaya çalıştı. Her biri<br />
Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel
semihsuren.com<br />
birbirinden şirin, kabiliyetli, hanım, iş bilir, güleryüzlü kızlardı.<br />
Alphrel kızların kırk kadarına ciddi manada aşık oldu. Diğerlerine<br />
karşı da boş değildi hani. Bir bildiri kaleme aldırarak kriterlerini<br />
değiştirmiş bulunduğunu, kızların altmış dokuzuyla da evleneceğini<br />
açıkladı. O hafta nasıl olduysa kızların ikisi kusursuz şekilde doğal<br />
görünüp doğal olmayan nedenlerden ötürü öldüler.<br />
Görkemli bir düğün gerçekleştirildi. Ülkenin tamamında kutlamalar<br />
yaşandı. Hanedana kabul edilen kızların aileleri başkent civarına<br />
yerleştirildiler ve hediyelere boğuldular.<br />
Çocuk kral Alphrel altıncı yaşını sürdüğü o seneyi eşlerinin<br />
tamamıyla birlikte başka ülkeleri gezerek geçirdi. Devlet bütçesinden<br />
hanedanlık harcamalarına ayrılan fon tarihte ilk defa fena halde<br />
sömürülmüş ve çocuk kral için bozulmayan şekerleme kaplamalı dev<br />
bir yüzen saray inşa edilmişti. Böylelikle çocuk kral o sene denize<br />
kıyısı olan ülkelerin tamamını ziyaret ederek yeryüzünün belinde bir<br />
tur atıp döndü. Altmış yedi eşle çıktığı dünya turu on birine mal oldu.<br />
Çünkü çocuk kralın eşleri birbirini yiyordu. Kumpaslar, zehirleme<br />
teşebbüsleri, verilen gözdağları, küçük ve büyük yaralamalar… O<br />
sıralar yeryüzünün gördüğü en renkli kendi kendine işkence çeşidi<br />
kalpsiz davranışlarıyla insanı çileden çıkaran bu küçük hanımlara<br />
dadılık etmekti. Bu yüzden hanedanlık nezdindeki dadılara her ne<br />
kadar ülkenin sapa yerlerinde olsa da büyük toprak parçaları hediye<br />
edilirdi. Dadıların aileleri genelde bu arazileri dayanıklı sebze ve<br />
meyvelerin yetiştiricisi olan kurumlara kiralardı. Blunya’da hanedan<br />
dadısı olmak cidden ömür kısaltan bir meslekti. Ortalama ömürleri<br />
yirmi yediydi. Yüzünün asılmasına neden olacağınız küçücük bir<br />
çocuğun kaprisleri asılmanıza neden olabilirdi.<br />
Çocuk kralın on yaşına kadar geldiği dört senelik süreçte ülke<br />
ekonomisi önlem alınmasını gerektirebilecek seviyede gerileme<br />
kaydetti. Halk canından çok sevdiği Alphrel için deli oluyor, çocuk<br />
kralsa bu sevgiyi yakıt yapıp birbirinden masraflı olmadık<br />
şımarıklıklar icat edip duruyordu: Çocuk sahibi olmak istedi; uzun<br />
müddet ülkeyi gezdi, seçtiği yeni doğmuş bebekleri Lemdujiog Şatosu<br />
sakini yaparak ömür boyu bakımlarını garanti altına aldı. Bir savaşa<br />
başkomutan olası geldi; sırf gönlü olsun diye birbirine ne zamandır<br />
kan güden iki etnik grup kışkırtıldı, insanlar yok yere hayatından oldu,<br />
sonunda, çocuk kralın kılıcı buyruğundaki devlet birlikleri iki tarafın<br />
asilerini yargılayıp boyunlarını vurdurarak iç savaşa son verdi.<br />
Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel
semihsuren.com<br />
Havada yürümek sevdasına kapıldı; iki yüksek burcun arasına ve dibi<br />
görünmeyecek kadar kazılan üç yüz metre çapında devasa bir çukurun<br />
üzerine gerilen asma köprülerde keyifle gezintiye çıktı.<br />
On beş yaşına geldiğinde çocuk kral Alphrel’de olumlu<br />
değişiklikler gözlendi. Kitaplara merak saldı. Onun okuma listelerini<br />
halk da takip ediyordu. Günde birkaç saat az uyuma pahasına çocuk<br />
kral ne okursa halk da aynını okuyordu. Halk için harika alışkanlıktı.<br />
On beş ve yirmi yaşları arasındaki dönemde Alphrel gerek fizik<br />
gerek kafa olarak müthiş gelişme gösterdi. Yüreğini yakan büyük<br />
tutkusu yeryüzünün en donanımlı adamlarından birisi olmaktı.<br />
Sevecen yaradılışını, bonkörlüğünü ve düşük çenesinin hünerlerini<br />
kullanarak ‘çok ama çok büyük beyinler’ dediği ülke içinde ve dışında<br />
yaşayan pek çok sanatçı, bilim adamı, eğitmen ve teorisyenle tanıştı,<br />
ahbap oldu. Bazısının heykelini diktirdi. Lemdujiog Şatosu’nu<br />
dönemin en prestijli mimar heyetini kurarak klas formda, minimalist<br />
bir tarzda restore ettirdi. Asırlardır kıtanın şaşaa ve cazibe merkezi<br />
olan şato Alphrel’in ilkgençlik döneminden itibaren tüm ulusların<br />
gözünde ‘yaşayan kültürün sağlıkla atan kalbi’ iltifatını kabul etti.<br />
Alphrel (çocuk kral demiyorum artık, koca adam oldu) bir gece,<br />
sonraki kuşaklarca ismi ‘beyaz devrim’ olarak isimlendirilecek bir<br />
harekat gerçekleştirerek ülke yönetimini ele geçirdi. Blunya Devleti<br />
saatler içerisinde ömrünü tamamladı ve eski otorite Yeni Birleşik<br />
Bulunyal Hanedanlığı ismiyle tekrar söz sahibi oldu. Alphrel<br />
başkentin Blunya dilinde ‘meme emen tilki’ anlamına gelen<br />
Aihen’oghhl ismini değiştirdi ve kente şahsen tanımamakla birlikte<br />
hatırasına büyük saygı duyduğu babasının ön ismini verdi; Thuldonn.<br />
Hanedanlığın yeniden doğuşu bilinen yeryüzündeki bütün toplumlar<br />
tarafından samimi saygı gösterileriyle karşılandı. Tarihte ilk defa bir<br />
ülkenin en entelektüel beyinlerinden birisi yönetime geçiyordu.<br />
Alphrel halkının ruhunu en iyi şekilde temsil eden bir konuma sahipti.<br />
Son yıllarda halkıyla aynı kitapları okumuş, aynı sanat eserlerini<br />
incelemiş, aynı düşleri kurmuş, aynı milli iradeyi büyük sabır ve<br />
şevkle inşa etmişti. Denilebilirdi ki Alphrel tek başına tüm Blunya<br />
toprakları üzerinde yaşayan halkların vücut bulmuş haliydi.<br />
Genç kralın yüksek konumu ona mor yerkürenin tüm ulusları<br />
üzerinde etki eden nüfuz sağlıyordu. Otuz yaşına varmadan diğer<br />
baskın devletlerin tümünü aynı gaye etrafında topladı: Bu gaye<br />
yaşayan diğer (mavi) gezegeni ziyaret etmekti. Yakında gelirler.<br />
Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel
semihsuren.com<br />
Sinekkaydı Tıraşlı Dostoyevski<br />
SİNEKKAYDI TIRAŞLI DOSTOYEVSKİ<br />
Kentimizin dışındaki F tipi cezaevinde 2001 yılında emekli olana<br />
kadar otuz sekiz sene müdürlük yaptım. ’72 senesinde, Hasan isminde,<br />
on dört orta yaşlı kadın öldürmüş, bir nevi seri katil katıldı aramıza.<br />
Hasan gördüğüm en efendi, en masum görünüşlü, en aklı başında<br />
konuşan mahkumumdu. Çok defa kendisini kahve içmeye veya<br />
lahmacun yemeye odama çağırtıp onunla sohbet etmiştim. O dönemde<br />
muzip bir adamdım, çalıştığım kasvetli ortamda hep bir eğlence<br />
arardım. Mahkumlar gardiyanlardan daha eğlenceli, daha gizemli<br />
tipler oldukları için vaktimin neredeyse bütününü onlarla geçirirdim.<br />
Hasan yirmi bir yaşında Zonguldak’ta askerlik yaparken ömründe<br />
ilk defa kitap okumuş. Dostoyevski isimli Rus yazarın Suç ve Ceza<br />
romanının iki ciltlik Türkçe çevirisini. Hani, “Kitabı nerenle okudun<br />
çok merak ediyorum,” diye bir laf vardır. Hasan kitabı afedersiniz<br />
götüyle okumuş ve kötü etkilenmiş. Askerliği bitince kitaptaki<br />
Raskolnikov karakterinin işlediğine benzer cinayetler işlemeye<br />
başlamış. Hasan kadınları kitaptaki gibi baltayla öldürmüyormuş.<br />
Yüzükoyun yatırıyor, sırtlarına oturuyor, bıçağıyla enselerini mozaik<br />
pasta dilimlercesine soğukkanlılıkla kesip doğrayıveriyormuş.<br />
’91 senesi yılbaşında mahkumlara bir oyun edeyim istedim. Onlara<br />
gece yarısından saatler öncesinde LSD damlatılmış küçük kurabiyeler<br />
ikram ettim. Kafaları iyi olunca hücrelerine en büyük fantazileriyle<br />
ilgili şakalar yapmak üzere bazı tanıdıklarımı gönderdim.<br />
Dostoyevksi’nin ellerini dizinde kavuşturmuş meşhur bir tablosu<br />
vardır. Hasan’ın hücresine bu tablodakinin aynısı bir adam yolladım.<br />
Aslen berber olan Hasan’ın en büyük fantezisi Dostoyevski’yi<br />
sinekkaydı tıraşlı görmekti. Dostoyevski paltosunun cebinden tıraş<br />
malzemelerini çıkarıp masaya dizerken Hasan onun üzerine atıldı.<br />
Seyrek saçlı, uzun sakallı, zayıf, çelimsiz adamı kolayca altına aldı.<br />
Monitörden izliyordum. Önce yüzünü sabunlama gereği duymadan<br />
ustalıkla adamın sakallarını aldı. Sonra birkaç defa eğilip onu<br />
alnından, yanaklarından öptü. Şaka bitmişti. Çakma Dostoyevski’yi<br />
hücreden çıkarması için yanımdaki gardiyanlardan birisini gönderdim.<br />
Fakat gardiyan hücreye varana değin Hasan usturayı tekrar eline<br />
aldı. Adamın yüzüne, boynuna, kafasına derin kesikler açtı. Gardiyan<br />
hücreye vardığında Dostoyevski’ye benzeyen adam çoktan ölmüştü.<br />
Ortanca oğlum Sinan’dı o adam.
semihsuren.com<br />
Gölgeli Yol<br />
GÖLGELİ YOL<br />
Ben talihsiz bir resimli çocuk kitabıyım. Talihsizliğim Osmanlıca<br />
yazılmış ve aceleci biri tarafından elle çirkince resmedilmiş olmamdan<br />
geliyor. Kitaplar konuştuklarında onları kimsenin dinleyemiyor olması<br />
ne üzücü şey. Oysa ne çok isterdim kendi iç seslerini bile<br />
dinleyemeyen insanların bizlere kulak vermesini. Yaratılmış şeyler<br />
içerisinde sadece ağızların, ağızların arasında da sadece insan<br />
ağızlarının konuşabiliyor oluşu büyük haksızlık. Keşke düşünmekten<br />
yoksun olan onca hayvana ağız verileceğine, insanlara kalpleri ve<br />
beyinleri için ikişer ağız daha verilseymiş. Zavallı kapler ve beyinler<br />
yedi yirmi dört o kadar doğru şeyler söyleyip dururlar ki, insanoğlu<br />
alçaklığından ötürü bunları duymamayı başardığı gibi, duyduğunda da<br />
duyduklarını dile getirmez. Bakın iki üstümdeki çözülmüş matematik<br />
soru bankası ne diyor bu düşünceme: İnsanlar yazmaya<br />
başladıklarında beyinleri ve kalpleri de kendilerini ifade etme fırsatı<br />
bulurmuş. Bok bulur! Tövbe estağfurullah. Ne dedim yine! Üzgünüm.<br />
Yaşlandıkça aksileştim, normalde ağzımı bozmam.<br />
Zamanında nasıl basıldım, hangi ortamda hangi kafayla kaleme<br />
alındım hiç bilmiyorum. Nasıl insan bebekliğini ve çocukluğunun ilk<br />
evrelerini hatırlayamazsa, kitaplar da ilk okunmaya başlanıldıkları<br />
günden öncesi hakkında en küçük hatıraya sahip değillerdir.<br />
Bebekliğini hatırladığını söyleyip bir yerlerinden hatıra uyduran<br />
insanlar gibi, yazılma ve basılmalarına ilişkin şeylerden bahsetmeyi<br />
seven ukâla kitaplarla da tanışmadım değil. Yalan yoktur bende.<br />
Hikayemi okunduğum günden başlayarak anlatacağım. Bu arada,<br />
ismim Gölgeli Yol.<br />
Ucuz bir baskı olduğum ve gazetelerde olsun diğer edebiyat<br />
mecmualarında olsun hiç reklamım yapılmadığı için paşa konaklarına,<br />
köşklere, kasırlara yerleşemedim. Ah, onları ne kıskanırdım. Hele<br />
bazıları ilk basımlarından itibaren saraya postalanırdı. Beni ikinci sınıf<br />
sabunculukla uğraşan, kıt kanaat geçinen ama uyku nedir bilmeden<br />
aşkla çalışan, işi için gönülden didinen Mahmut Efendi isminde bir<br />
adam ortanca kızı yedi yaşındaki Peyker’e hediye olarak satın aldı.<br />
Okumayı yeni söktüğü anlaşılan minik Peyker hep ilk on sayfamla<br />
ilgiliydi. Satır altlarımı çizer, sayfa boşluklarıma kelebekler, sinekler<br />
resmederdi. Sonra bunların içini boyar, sayfalarımın kulaklarını<br />
kıvırır, üzerime yediği şeylerin kırıntılarını dökerdi. Sanıyorum o
semihsuren.com<br />
zamandan kalma kırıntılar hâlâ bir yerlerimdedir. Çünkü onları belli<br />
belirsiz bir gıdıklanma hissiyle hisseder gibiyim. Peyker allı pullu,<br />
gıcırdayıp duran küçük döşeğine hoplar, yastıkların arasına çekilir,<br />
beni kucağına alıp sayfalarımı hışırdatıp resimlerime bakar dururdu.<br />
Ben de o çirkin resimleri ilk onun kocaman, kapkara, çok göz<br />
kırpmaktan kaynaklanan çocuklara has bir neşeyle nemli<br />
gözbebeklerindeki yansımamdan gördüm.<br />
Okumaya sürekli ilk satırdan başlayıp dura ilerleye on sayfa bile<br />
ilerlemeden beni haftalarca bir kenara bırakan Peyker yüzünden<br />
içimdeki hikaye nasıl sürüp nasıl sona erecek diye ölesiye<br />
heyecanlanıyordum. Sonra bir bayram arifesi Mahmut Efendi’nin<br />
Edirne’de oturan kızkardeşi Zarife eve birkaç günlüğüne konuk oldu<br />
ve varlığımı keşfetmekte gecikmeyip beni geceleri gözleri<br />
yorgunlukla kapanıp duran küçük Peyker’e kandil ışığında miktar<br />
miktar okumaya başladı. Allah’ım yarabbim, nasıl büyük bir<br />
heyecanla bütün sayfalarım titreyerek hemen gece olsun diye<br />
sabırsızlanıyordum! Zarife Halam (halamdı evet, n’olmuş!) beni<br />
yumuşak elleriyle yerimden kaldırıp kapağımı açtığında dünyalar<br />
benim oluyor, satırlarımı sağdan sola gözünü kırpmadan hevesle takip<br />
ederek güzel sesiyle okumaya başladığında sevincimden deliye<br />
dönüyordum. Bazen öyle sevinirdim ki, ilk anlarda sevincimin<br />
kabartısından okunduğum kısmı duyamazdım; ya da şöyle mi<br />
söylesem; nefesim olsa kesilirdi, o derece.<br />
Zarife Halam beni okuyup bitirdikten iki gün sonra Edirne’ye<br />
döndü; kapının önündeki at arabasının seslerini dinlerken şurama<br />
duygulu bir şeyler oturdu, zoruma mı gitti bilmem, kötü oldum,<br />
ağlayasım geldi. Ama işte kitabız, ağlayamıyoruz :( Bir önceki gün<br />
başımda konuşuyorlardı; Zarife Halam beni evine götürüp kendi<br />
çocuklarına okumak için Peyker’e ricada bulundu, ama Peyker nasıl<br />
cadılaştı birden; öf, o halini hâlâ unutmadım; küçücük sevimli bir<br />
kızın güzel gözlerinin öyle öfkeyle pörtleyebileceği dünyada aklıma<br />
gelmezdi. Peyker’i çok severdim ama keşke beni halama vermiş<br />
olsaydı, çünkü halam gittikten sonra benimle hiç ilgilenmedi Peyker;<br />
belki ara ara satırlarımda gezinen nefis masal aklına gelmiştir,<br />
bilemem, fakat beni dibinde kurumuş karafatmalar olan elma kurusu<br />
kokulu bir sandıkta kenarları oyalı kocakarı çemberlerinin arasına<br />
kaldırıp unuttu.<br />
Gölgeli Yol
semihsuren.com<br />
Tekrar okunacağımın hayaliyle yaşamaya başladım. Sandıktan<br />
sandığa, çekmeceden çekmeceye, ıvır zıvırlar arasında seyahat edip<br />
durdum senelerce ama Allah’a şükürler olsun çöpe atılma veya sobaya<br />
yakıt olma talihsizliğine uğramadım. Eve yeni kitaplar alınıyordu,<br />
bunlar sosyal ve dost canlısı kitaplardı, evin diğer odun kafalı<br />
eşyalarına hissettirmeden uzun uzun fısıldaşırdık aramızda. Peyker<br />
büyüdükçe eve daha akıllı ve kibirli kitaplar girmeye başladı; kısa süre<br />
geçtiğinde bu kitapların da aslında kibirli olmadıklarını, efendi bir<br />
ağırbaşlılığa sahip olduklarını anlardık, ama anlata anlata dillerinde<br />
tüy bittiği halde ne hakkında olduklarına kafamız basmazdı.<br />
Peyker iri yarı, fakat fevkalâde kibar, yakışıklı bir subayla evlenip<br />
yeni evine taşındığında kitaplarının bir kısmını yanına aldı. Bunlar<br />
henüz okumamış olduğu, paketleri dahi açılmamış kitaplarıydı,<br />
aralarında ben yoktum. Peyker’le vedalaşamamış oluşumuz içimde<br />
hâlâ derin bir sızıdır. En son bir arada olduğumuz anı hiç unutmadım<br />
ve Peyker aklıma geldikçe onun da beni zaman zaman anımsıyor<br />
olabileceğini düşünerek hüznümü yatıştırdım.<br />
Yıllar geçti. Ben bu yılların bir kısmını biri üzerinde kaykıldıkça<br />
sallanan ve sinir sinir gıcırdayan bir kanepenin arka ayağının altında<br />
denge sağlayarak ve tabii tozlanarak, yıpranarak geçirdim. Bir gün,<br />
Allah’tan, eve misafir gelen bir çocuğun bilyesi kanepenin altına kaçtı<br />
da onu almak için kanepeyi hareket ettirdiklerinde fark edildim.<br />
Çocuk ısrar kıyamet beni aldı evine götürdü. Beni n’olur versin diye<br />
Peyker’in yaşlılıktan kamburu çıkmış annesine yalvarmıyordu, hayır,<br />
beni bu tozlu, sararmış, kabarmış, cildinin rengi atmış, berbat ve pis<br />
halimle eve alması için annesini kandırmaya çalışıyordu. Helal olsun<br />
ona, o kadar yıl geçti hâlâ hatırıma geldikçe takdirle anarım o anları,<br />
yavrucuk ne yaptı etti hijyen takıntılı titiz annesini ikna ediverdi.<br />
İsmi Hasan’dı çocuğun. Hasan’ın beni okuyacağını, hatta beni de<br />
düşünerek yüksek sesle okuyacağını hayal ediyordum çantasının<br />
içinde evlerine doğru zıplaya zıplaya ilerlerken. Fakat Hasan’la<br />
ilişkimiz içimdeki çirkin resimleri kuru boyayla renklendirmesinden<br />
öteye gitmedi. Nedenini uzun müddet kavrayamadım. Evindeki başka<br />
kitapları zevkle okuyan Hasan neden beni okumaya hiç başlamamış,<br />
gözlerini rastgele açtığı sayfalardaki rastgele satırlarda gezdirmekle<br />
yetinmişti, ve neden satırlarıma sağdan sola değil her defasında soldan<br />
sağa nazar etmişti? Sonradan söylediler ama bu acı gerçeği hiç kabul<br />
etmek istemedim; bir kültür neden alfabesini değiştirirdi, çocukluklarında<br />
Gölgeli Yol
semihsuren.com<br />
Osmanlıca kitaplarla yetişen insanlar nasıl olup da hatıralarla yüklü<br />
eski kitaplarını hatırlamamacasına unuturdu, hâlâ anlam veremiyorum.<br />
Ama modernlik benim anlayamadığım tüm o yönleriyle iyi bir şey<br />
olmalı ki, Latin alfabesi hâlâ kullanımını sürdürüyor. Kızmıyorum<br />
hayır, biraz dargınım, biraz da yeni kitapları kıskanıyorum. Belki<br />
kendim onlar kadar uygar, derin, şık olmadığım için.<br />
Hasan delikanlılık çağını yaşamaya başladığında yirmi kadar<br />
sayfamı kesip kıvırıp su borusunun içinden üfleyeceği fişekler yapmak<br />
için kopardı. Minnettarım ki bu nefesli sporla yalnızca iki gün<br />
ilgilendi, yoksa halim nice olurdu düşünmek bile istemiyorum. Ama<br />
keşke içimde anlatılan masalın en soluk kesici kısımlarını<br />
koparmasaydı da bana sorsaydı ona saçma salak yapay gazellerin<br />
bulunduğu sayfaları işaret etseydim. Evet hikayemde bir gezgin halk<br />
ozanı var ki o adama hâlâ gıcık oluyorum. Bu güzel masalı<br />
uyduruverip kaleme alan yazarım o pos bıyıklı, gözü dönmüş, obur<br />
herifi nasıl hayal etmiş, hayal etmekle kalmayıp onu nasıl kitabına<br />
eklemiş anlayamadım gitti.<br />
Sonrasında tabii yine yıllar yılı yüzüme bakılmadı. Daha eskidim,<br />
daha yıprandım, daha soldum. Hasan’ın hippi kılıklı kızı Ceylan bir<br />
gün beni ve diğer unutulmuş kitapları kaptığı gibi bisikletinin selesine<br />
yerleştirdi, sahafın birine yok pahasına sattı. Beni görünce yaşlı<br />
sahafın yüzü aydınlanır gibi oldu, ortamdan açtı beni, burnunu soktu<br />
arama, derince, uzun, mutlu bir şekilde kokladı beni gözlerini<br />
yumarak. Sandım beni okuyacak! Nerde! Kaldırdı koydu beni bir<br />
kenara. Ama sağ olsun, tozlanmayayım, daha da yıpranmayayım diye<br />
başka kitapların arasına koydu. O gençlerle başta anlaşamadımsa da<br />
sonradan alttakileri ve üsttekileri, hepsini çok sevdim. Bana<br />
modernliği, değişimi, gelişimi sevdirdiler.<br />
Bazen yakılmak istiyorum, bazen bir müzede sergilenmek. Bazen<br />
içimde anlatılan masalın kimi kısımlarını unuttuğum için kendime<br />
kızıyorum. Bazense kendimin o masala kendi aklımdan içimde<br />
yazmayan kısımlar eklemiş olabileceğimi fark ediyorum.<br />
Geçenlerde Osmanlıca öğrenen insanlar olduğunu duydum. Hadi<br />
beni bulun. N’olursunuz.<br />
Bir de, e-kitap diye bir şey duydum, aklım hayalim almadı.<br />
Gölgeli Yol
semihsuren.com<br />
MUTLULUĞU BAŞKASINA BULAŞTIRMAK<br />
O gün de yaşlı adam için neşeli bir gündü. Ay başında yeni bir<br />
torunu olmuştu. Son günlerde mutluluktan uçuyordu ve istiyordu ki bu<br />
mutluluğu dünyadaki herkese bulaşsın.<br />
Hava bulutluydu, esiyordu, belki birazdan yağmur yağacaktı. Evine<br />
doğru yürüyordu. Çimenlere basarak yürümek istediği için, yolunu<br />
uzatmak pahasına, sahil yoluna sapmıştı. Sahil boyunca bir bölümü<br />
koruluk olan güzel bir park vardı. Özellikle böyle kapalı havalarda<br />
gölgeli ve sisli görünür, yaşlı adama tuhaf bir büyü hissettirirdi.<br />
Parkın deniz esintisi, yeni biçilmiş taze çimen ve nemli toprak<br />
kokan havasını soluyarak yavaş yavaş yürürken, banklardan birinde<br />
yalnız, üzgün, gözleri nemli bir kız gördü. Kız çok çok yirmi beş<br />
yaşındaydı. Yaşlı adam kızı inanılmaz sevimli buldu ve onu<br />
üzüntüsünden kurtarmak, kendi mutluluğunu ona bulaştırmak istedi.<br />
“Merhaba,” dedi, kızın yanına otururken. “Fazla vaktim yok.<br />
Yalnızca dinle beni. Hiçbir şey sorma. Gelecekten geliyorum. Sen<br />
benim büyükannemsin.”<br />
“Ne diyorsunuz?” dedi kız şaşırarak.<br />
“Dediğim gibi fazla vaktim yok. Seni evimizdeki eski albümlerde<br />
bulunan fotoğraflarından tanıyorum. Canlı canlı görebilmek için<br />
geçmişe seyahat ettim.”<br />
Kız adamın Alzheimer hastası olabileceğini düşündü. Ama adam<br />
hiç de kontrolsüz ve hasta görünmüyordu.<br />
“Çok güzelmişsin büyükanne,” diye iltifat etti yaşlı adam.<br />
“Hayır, ama, anlamıyorum… Söylesenize…”<br />
“Lütfen,” diye lafını kesti yaşlı adam. “Vaktim yok. Yalnızca şunu<br />
söylememe izin ver. Büyükbabamla altı yıl sonra karşılaşacaksınız.<br />
Büyükanneciğim, ben böyle söyleyince kaşların çatıldı :) Altı yıl<br />
yalnız olacaksın demek istemedim, hayır :) Büyükbabamla tanışmadan<br />
önce, annemin anlattığına göre birkaç tane mutlu flörtün olmuş. Daha<br />
sonra büyükbabam kalbini ebediyen çalmayı başarmış.”<br />
Yaşlı adamın söyledikleri ve konuşurkenki mutlu, sıcak, samimi<br />
tavrı son derece inandırıcı ve rahatlatıcıydı. Kız düşüncelere dalmış,<br />
yüzünde şaşkın bir gülümseme belirmişti, gözlerindeki nem gitmiş,<br />
üzüntüsünü unutmuştu. Birbirlerine mutlulukla gülümsüyorlardı.<br />
Yaşlı adam kızın ellerini avucunun içine aldı, dostça sıktı. Ayağa<br />
kalktı. “Şimdi gitmeliyim büyükanne,” dedi, kızı alnından öptü, gitti.<br />
Mutluluğu Başkasına Bulaştırmak
semihsuren.com<br />
Küçük Asya’nın Büyük Dehası<br />
KÜÇÜK ASYA’NIN BÜYÜK DEHASI<br />
Independent Community dergisinin Those Who Changed<br />
Our Universe köşesinde yayımlanan, Rose Theresa Tringham<br />
imzalı, 13 Kasım 2104 (Perşembe) tarihli makale<br />
Halide Meryem Kozanca (Mary the Magnificent) dört yıl önce<br />
geride bıraktığımız 21. Yüzyıl’ın en büyük ressamlarından biri olarak<br />
kabul ediliyor. Meryem, doksan üç yıl önce bugün, Türkiye’nin<br />
Kütahya şehrinde, tutucu bir ailenin altıncı kızı olarak dünyaya geldi.<br />
Ailesinin ihmalkârlığı sebebiyle sekiz yaşında başladığı zorunlu<br />
ilköğrenimini on beş yaşını doldurduğunda tamamladı. Aynı sene<br />
okuldan alınıp uzaktan akrabaları olan Zekeriya isimli orta yaşlı<br />
kuyumcuyla evlendirildi. Zekeriya’nın çocuğu olmuyordu. Bu yüzden<br />
Meryem ev işlerinin yanı sıra çocuk bakımıyla ilgilenmek zorunda<br />
kalmadı. Bunun yerine, tek başına geçirdiği gündüz vakitlerinde,<br />
resim sanatına yönelebildi. Resim kendini bildi bileli ilgisini<br />
çekiyordu. Fırsat buldukça denemeler yaparak yeteneğini<br />
geliştiriyordu.<br />
Meryem ilk tablolarını henüz üç buçuk yaşındayken yapmıştı.<br />
Havlu peçete üzerine bol şekerli soğuk çay damlaları işleyip kurutarak<br />
elde ediyordu onları. Kaybolan o ilk çalışmalarının hologramlarını<br />
Bilbao’daki asırlık Guggenheim Müzesi’nde görebiliyoruz.<br />
Meryem’in koca evinde geçirdiği dört yıl sanatı açısından yetişme<br />
dönemi olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemde meydana getirdiği<br />
eserlerini mahalle kırtasiyelerinden elde ettiği ucuz resim kâğıtları<br />
üzerine sulu ve guaj boya kullanarak resmetmiştir. Bu yarı amatör<br />
eserlerin sayılarının iki bini bulduğu tahmin ediliyor. Bu eserlerin<br />
büyük çoğunluğunun akıbeti bugün hâlâ sır olarak varlığını koruyor.<br />
Çünkü resimlerde değer görüp bunları semt pazarında satmayı akıl<br />
eden Zekeriya’nın girişimleri yüzünden hepsi kaybolmuştur. Bunlar<br />
önemli ilk çalışmalardı. Meryem’in olgunluk döneminde yaratacağı<br />
büyük eserlerinin basit ama sanatı hakkında büyük sırlar fısıldayan<br />
eskizleriydi.<br />
Henüz yirmi yaşına gelmemişti ki Meryem’e meme kanseri teşhisi<br />
konuldu. Sonraki on yedi ay içerisinde geçirdiği üçü başarısız beş<br />
ameliyat neticisinde genç kadının iki göğsü birden alındı. Kısa<br />
hayatının en melankolik dönemini geçirmekte olan Meryem
semihsuren.com<br />
kocasından artan dozajda şiddet, hakaret ve aşağılama görüyordu.<br />
Yalnız kaldığı zamanların tümünü eskizleri üzerinde çalışarak<br />
geçiriyordu. Sol göğsünden kalan son parçaların alındığı son<br />
ameliyatın yol açtığı sızılar henüz dinmemişti. Zekeriya bu haliyle bile<br />
ona acımıyordu. Kendisini son kez dayaktan hastanelik ettikten sonra<br />
Meryem’i babasının evine teslim etti.<br />
Meryem baba evinin şartlarını bıraktığı gibi bulamadı. Peş peşe<br />
doğan üç çocuk ve babasının eve kuma olarak getirdiği iki çocuklu bir<br />
kadının katılımıyla nüfus artmıştı. Her işe koşturan büyük hanımın bel<br />
fıtığı olup yatağa düşmesiyle iş yükü ortada kalmıştı. Meryem’in<br />
kendine güveni ve yaşama olan inancı neredeyse sıfırlanmıştı. Bir de<br />
üzerine kendi evinde köle hayatı sürecekti. Kendisini çalışmalarından<br />
tamamen soyutladı. O senenin aralık ayında belediyenin düzenlediği<br />
kış temalı bir amatör resim yarışmasına kardeşlerinin ısrarıyla bir<br />
karalamasını gönderdi. Kıraathane işleten babasının yüz günde<br />
kazandığı paraya denk bir ödül elde ederek yarışmada birinci geldi.<br />
Ancak Meryem işin parasında değildi. Onu en çok sevindiren para<br />
ödülünün yanı sıra hediye edilen ek ödüldü: Onu en azından bir yıl<br />
idare edecek miktarda profesyonel resim malzemesi. Bu müthiş<br />
hediyenin verdiği moral Meryem’i tekrar hayata bağladı. Resimleri<br />
tekrar hüzünlü genç kadının maneviyatı haline geldi.<br />
Sonraki seneler Meryem’in kişiliği önemli değişiklikler gösterdi.<br />
Yeme içmesi, uykusu iyice azaldı. İnsani ilişkileri tamamen koptu.<br />
Güçten düşmüştü. İnsanda acıma uyandırıyordu. Kimse kendisinden<br />
herhangi bir işe yardım etmesini, evdeki büyüklere hizmette<br />
bulunmasını beklemiyordu artık. Öylesine eridi, görünümü öylesine<br />
perişan bir hal aldı ki… Moral bozucu varlığı sebebiyle babası ve cici<br />
annesi konu komşuya ve misafirlerine karşı ondan utanır oldular.<br />
Babası onu sonunda kendi köyüne götürdü. Kömür sobasıyla ısınan,<br />
çatısı akan, sıvası dökülen, tuğlaları çıkmış, yarı betonarme bir eve<br />
yerleştirdi. Babası Meryem’in hayatta tek dileği olan şeyi yerine<br />
getirmeye razı olmuştu: Ona ülkede bulabildiği, çağdaş ressamların<br />
kullandığı en kaliteli boyaları ve tuvalleri satın aldı. Tabii ki ailesinin<br />
zulmünü ve ihmalkârlığını kimselere bildirmeyip onları el âleme rezil<br />
etmemesi karşılığında. Köyün delisi olarak yaftalanan Meryem o<br />
soğuk evde tek başına kan öksürerek ölene kadar, yaşadığı çağın en<br />
önemli tablolarına birer birer imza attı. Bunları kendisi ölünceye değin<br />
hiçbir ölümlünün göremeyeceği şekilde muhafaza etti. Günümüzde bu<br />
Küçük Asya’nın Büyük Dehası
semihsuren.com<br />
tabloların büyük çoğunluğu Avrupa’nın klas müzelerinde sergileniyor.<br />
Bir kısmı Amerikan kaçak sanat koleksiyonerliği piyasasında el<br />
değiştirip duruyor. Çok çok küçük bir azınlığı ise Uzak Doğu<br />
ülkelerindeki varlıklı ailelerin saklı malikânelerinin özel konuk<br />
duvarlarını süslüyor.<br />
Bu son dönem tablolarına günümüzde on milyonlarca Amerikan<br />
doları paha biçiliyor. Sayıları dört yüzü aşkın. Bu nefis tablolar<br />
insanın hayal sınırlarını zorlayan berbat bir ortamda resmedildi.<br />
Meryem alanında hiçbir eğitim almamıştı. Dıştan, basılı ve görsel<br />
materyalle dahi, kendini geliştirmemişti. Tamamen içgüdüsel olarak<br />
fırça kullanmıştı. Meryem sağlığını günden güne kaybettikçe giderek<br />
artan büyük bir iştahla tablolarını tamamlıyordu. Daha sonra bunları<br />
kese kâğıtlarına ve naylon muşambalara sarıp civar tarlalara gömüyordu.<br />
Onun biyografisini yazan Türk ve diğer milletlerden yazarlarca keyifle<br />
anlatılan ünlü hikâyeyi bilirsiniz. Şiddetli bir yağmur sonrası<br />
Meryem’in tablolarının bir kısmının gömülü olduğu bir tarla aşınıyor.<br />
Tablolardan birisi yüzeye çıkıyor. Tabloyu köyün ilkokulunda görev<br />
yapan genç öğretmen buluyor. Tabloyu başının üzerine kaldırıp onu<br />
yağmura siper ederek evine gidiyor. Tabloyu naylon kılıftan ve darbe<br />
koruyucu kalın kâğıtlardan kurtarıyor. Karşısında hayal bile<br />
edemeyeceği güzellikte eşsiz bir dişi varlığın resmedildiğini görüyor.<br />
Nutku tutuluyor. Genç öğretmenin aklı başından öyle bir gidiyor ki,<br />
ömrünün geri kalanında kekeliyor. Çok sevdiği öğretmenlikten<br />
zorunlu emekliliğe ayrılmak zorunda kalıyor. Bu tablo (kendisine<br />
2044’te Viyana’da verilen isimle) Helenor Madonna’sıydı.<br />
Uygarlığımızca insan elinden çıkan gelmiş geçmiş en hoş ve en tahrik<br />
edici sanat eserlerinden biri kabul edilen tablo.<br />
Çok boyutlu fotoğrafik panaromal portreleme akımı 2060’larda<br />
altın çağını yaşadı. Meryem’in tabloları bu akımın en bilinen<br />
öncülerini oluşturmaktadır. Tablolardaki insanötesi eril ve dişil<br />
formlar bugün gençlerimizin hayal dünyalarını meşgul eden pek çok<br />
kurgu fantazyanın tasarlanmasına da zemin oluşturmuştur. Meryem’in<br />
içgüdüsel olarak yapıyor olduğu şey resim sanatına yenilik getirmişti.<br />
Maymun ve insan arasındaki farkların tümünün paralellerini<br />
saptamıştı. Bunları insanlar ve tablolarındaki doğaüstü güzellikteki<br />
canlılar arasında kullanmıştı. Bize fiziksel olarak en yakın hayvan<br />
olan maymunla aramızda ne kadar ve ne yönlerde farklar varsa, bu<br />
büyük fırça, bizim yanında maymunlara benzer nitelikte sönük ve ilkel<br />
Küçük Asya’nın Büyük Dehası
semihsuren.com<br />
kaldığımız büyüleyici bir tür hayal etmişti. Yüz yıl öncesinin şartlarını<br />
ve düşünme alışkanlıklarını göz önüne alınız. Bu tabloları ilk görenlerin<br />
konuşma yetilerini kaybetmelerini, dünyadan soğumalarını,<br />
renklerinin atmalarını, iştahtan kesilmelerini, uzun periyotlarda<br />
karasevda çekmelerini doğal karşılamak gerekir.<br />
Bizler Meryem’in fırçasından çıkmadan önce dünyada böylesine<br />
dünyaötesi güzelliklerin hayal edilebilir olduğunu aklımıza dahi<br />
getiremezdik. O nefes kesen efsane tablolar toprak altında kalmış<br />
olsaydı sanıyorum uygarlığımız bu denli bir ilerleme kaydedemezdi.<br />
Çünkü yakın geçmişteki atalarımız bugünün dünyasını tasarlarlarken<br />
kıyısından köşesinden bu muhteşem tablolardaki zarafetten,<br />
parlaklıktan, göz kamaştırıcı hayal âlemi unsurlarından etkilenmiş,<br />
ama kasıtlı ama bilinçsiz esinlenmişlerdir.<br />
Yeni yeni türeyen Marianistler, Meryem’in keşfini yücelten<br />
insanlar. Altı kola ayrılmış bulunuyorlar. Sayıları yüz binleri buluyor.<br />
Bir nevi neo-pagan mezhebi bu. Sözü geçen tablolalara sayıları her<br />
geçen gün artan ilahi nitenikler yüklemekteler. Anadolulu Meryem’e<br />
ilaheler ilahesi gözüyle bakmakta ve tablolarda yaratıcının hamlelerini<br />
aramaktadırlar. Ben bir içgüdüyle Meryem’i hep daha insani, daha<br />
kırılgan, zavallı, muhtaç yanıyla gördüm. Onu hep ayakları yerde,<br />
ilahi olmayan, acılar içinde bir dünyalı olarak resmettim.<br />
Okutulmamış, hürlüğü elinden alınmış, şiddet görmüş, aşağılanmıştı.<br />
Görünür kadınlığını yitirmiş, kendisinden canavarmış gibi uzak<br />
durulmuş, ölüme terk edilmiş yaralı bir genç kadın olarak tanıdım onu.<br />
Onu hâlen anlayamıyoruz. İhtimal, gelecek kuşaklar da<br />
anlayamayacaktır. Çünkü o bizlere tablolarından başka hiçbir ipucu<br />
bırakmamıştır. İnsanda hayret uyandıran, bakanın soluğunu kesen,<br />
uzun bakıldığında kalpte ağrılara neden olan otoportresi haricinde<br />
onun nasıl göründüğünü bilmiyoruz. Sesini duymadık. Kendi<br />
hakkında yazdığı, söylediği tek şey yok elimizde. Belki de tüm bu<br />
nedenlerden ötürü Küçük Asyalı, Anadolulu Meryem, doğum ismiyle<br />
Halide Meryem Kozanca, ilelebet efsane kalmaya mecbur olacaktır.<br />
Küçük Asya’nın Büyük Dehası<br />
bkz. The Great Mind of Asia Minor, by R. T. Tringham, ’04.
semihsuren.com<br />
Kayıp Şaheserler<br />
KAYIP ŞAHESERLER<br />
Vakti zamanında gönlünü Batı medeniyetlerine kaptırmış bir Arap<br />
emiri yaşardı. Kudretli, nüfuzlu, sağlam adamdı. Belki yarımadanın en<br />
zengin adamıydı. Dünyanın en muhteşem atları emirin haralarında<br />
doğar ve serpilirdi. Birbirinden hoş taylar nam için Kıta Avrupası’nın<br />
şöhretli adamlarına hediye edilirdi. Hükümdarlar, prensler, çarlar ve<br />
dükler bu dilberler gibi güzel nefis atlara aşık olurlardı. Atlarını ve<br />
kendilerini çağın en büyük ressamlarına bir arada resmettirirlerdi.<br />
Altmışlı yaşlarına kadar kadınlarının hiçbiri emire oğul veremedi.<br />
Bu durum yeryüzünün bir nevi hakimi olan kudretli emiri<br />
kahrediyordu. Derken, bir kış, topraklarından geçmekte olan bir<br />
Kafkas kafilesi emirin gönlünü okşamak için ona yirmi yaşlarında bir<br />
Çerkez güzeli armağan etti. Emir ömründe böylesi güzel bir yaratık<br />
görmemişti. Cibinliği koluyla yana itip güzel kızı yumuşacık ipekten<br />
döşeğin üzerinde ilk gördüğünde ona vuruldu. Yıllar üzerine, sayısız<br />
kadın üzerine, emirin yüreği ilk defa böylesine titrer oldu.<br />
Çerkez güzeli Arap kumulları üzerindeki kırk dokuz odalı taş<br />
konakta geçirdiği üçüncü baharda emirine kırmızı tenli, masmavi<br />
gözlü, sağlıklı bir oğlan doğurdu. Kader bu ya, tam da o sene o<br />
vakitte, yarımadayı amansız bir salgın vurdu, emirin atlarının<br />
neredeyse tamamını, ama en güzellerinin, en cins olanlarının tümünü<br />
kırdı. Yine kaderdendir, emir kendisini son zamanlarda batıla<br />
kaptırmış, etrafına yıldızları, rüyaları yorumlayan, tütsüler, yakılar,<br />
tılsımlar hazırlayıp duran adamları toplamıştı. Haraları vuran salgına<br />
sebep olarak emirin yeni doğan oğlunu gösterdiler. Emiri Çerkez<br />
güzelini kendisi kadar şeytanların da döllediğine ikna ettiler. Emir bir<br />
Şam ziyareti sırasında kenti terk ettiğinde, şeytanların el sürdüğüne<br />
inandığı Çerkez güzelini boğdurup bir mağara dehlizine gömdürdü.<br />
Şeytanların nefretini hepten çekmemek için canını bağışladığı oğlunu<br />
ise Avrupa’nın soğuk bir ücra kentinde bir kuleye hapsettirdi.<br />
Emirin oğlu daracık o kulenin tepesinde, küçük ve rutubetli, iki göz<br />
bir hücrede altmış bir yıl yaşadı. Hücresinde döne döne baştan<br />
okuduğu on yedi kitabı ve içine işlemiş tahtakurularının on yıllarca<br />
kemirdiği kan kırmızısı bir piyanosu vardı. Emirin toprak satın alıp<br />
hizmetlerine verdiği bir aile onu orada üç kuşak boyunca tutsak etti.<br />
Emirin oğlunun bugün kayıp olan harika dört kitap kaleme aldığı,<br />
bütün ulusların bildiği anonim parçaların ilk bestecisi olduğu söylenir.
semihsuren.com<br />
PROFESÖR LOTHAR’IN ÖMÜR BOYU PİŞMANLIĞI<br />
Ömrünü Avusturya’nın Tirol eyaletinin başkenti olan<br />
Innsbruck’taki, atalarından kalma, taşlarla örülmüş, devasa kır evinde<br />
alkoloidler üzerine çalışmalarına adayarak geçiren Alman kimyager<br />
Hermann Emil Lothar’ın devletten ve insanlardan yirmi yıl boyunca<br />
gizlemeyi başardığı Karl isminde gayrimeşru bir oğlu vardı. Karl’ın<br />
annesi, Profesör Lothar’ın 1929 senesinde stereokimya üzerine bir<br />
panele konuşmacı olarak çağrıldığı Paris’te tanıştığı ve Nice kentinde<br />
altı ay süresince dost hayatı yaşadığı Clémence Coupeau sahne isimli<br />
genç bir aktristi. Genç kadın Karl’ı dünyaya getirdikten kısa süre<br />
sonra zatürreeye kapılıp hayata veda etmişti; bunun ardından Profesör<br />
Lothar nedensiz bir iğrenme duyduğu bebeğiyle birlikte çocukluğunu<br />
geçirdiği kır evine dönmüştü.<br />
Profesör Lothar son derece disiplinli ve ölçülü bir adamdı; her<br />
sabah güneş doğuş saatinde kalkar, iki saat spor yapar, ardından aynı<br />
zamanda devasa bir bitki serası olan laboratuvarında hava kararıncaya<br />
değin çalışırdı. Evin hizmetinden sorumlu uzaktan akrabası olan yaşlı<br />
karı kocayla birlikte aynı sofrada yediği akşam yemeğinden sonra ise<br />
geç vakitlere kadar okurdu. Ara sıra okuduğu kitaptan başını kaldırır,<br />
gaz lambasının ışığına gözlerini diker ve henüz bir bebek olan oğlu ve<br />
onu emzirmesi için civar köylerden getirttiği süt anneler hakkında<br />
düşüncelere dalardı. Düşündükçe kafası karışırdı; bazen süt annelerden<br />
birini nikahına alıp insanların gözünde mutlu bir aile tablosu çizerek<br />
kentteki davetlere katılmayı arzular, çoğu zaman ise hırçın yalnızlığını<br />
yüceltip böyle küçük mutluluklara asla gönül indirmeyeceğine dair<br />
kendisine sözler verirdi.<br />
Fevkalâde şirin bir görünümü olan Karl bebeklik çağını<br />
tamamlıyor, ilk çocukluk evrelerini yaşamaya başlıyordu. Profesör<br />
Lothar oğlunun geleceği hakkında alışılmadık tasarılara sahipti;<br />
bunların en aşırısı onu okula göndermeyip deneysel eğitime tabi tutma<br />
arzusuydu. Profesör’ün kendini beğenmiş yanı kuvvetliydi; bu kibri<br />
sebebiyle hayatta fikirlerine saygı duyduğu çok az insan vardı; bu<br />
kişilerden birisi yeni kurulan Türkiye’de yaşayan ortanca kardeşi<br />
Rudolf’tu. Rudolf yıllar evvel Viyana’da tanışıp ışık hızıyla aşık<br />
olduğu Türk kızı Merve ile ilişkilerini evliliğe doğru götürmek üzere<br />
adım attığında aile büyükleriyle karşı karşıya gelmiş ve müthiş bir<br />
gözü karalık ve dik başlılık göstererek aile servetinden vazgeçip<br />
Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı
semihsuren.com<br />
yakınlarıyla bütün bağlarını koparmış, Merve ile birlikte Kayseri’ye<br />
yerleşmiş, Müslüman olup Kemalettin Ruhi Bey ismini almış,<br />
kayınpederine ait Sarıçiçek Pastırma Sucuk Şarküteri’yi işletmeye<br />
başlamıştı. Kardeşinin yaptığı aşırılığın ardından müthiş bir öfke ve<br />
acıma duyan Profesör onunla uzun müddet görüşmek istememiş,<br />
mektuplarına cevap vermemiş, hediyelerini kabul etmemişti.<br />
Babalarını kaybettikleri hafta bir araya geldiklerinde sempatik<br />
yaratılışlı Rudolf sevimli kişiliğinin hünerlerini sergileyerek<br />
ağabeyinin gönlünü almayı başarmıştı.<br />
Karl’ın dördüncü yaşını doldurduğu bahar Profesör Lothar onu<br />
kendi elleriyle sünnet etti ve çocuğun on bir gece ateşler içinde<br />
titremesine, ağlama krizlerine girerek defalarca bayılmasına neden<br />
oldu. Otuz yaşından sonra sünnet olan Kemalettin Ruhi Bey ile yeni<br />
yıldan beri sünnet üzerine yazışmaktaydı. Profesör o insanı bezdiren<br />
ısrarlarıyla kardeşini sıkıştırarak onu sünnet deneyimini bütün<br />
ayrıntılarıyla kaleme almaya ve penisini fotoğraflamaya zorlamıştı.<br />
Kendisi de sünnet kültürü ve genital bölge ameliyatları üzerine aylar<br />
süren yoğun bir okuma girişiminde bulunmuştu. Operasyon<br />
sonrasında Karl öylesine kan kaybetmiş, ağlamaktan ve ateşten<br />
öylesine bitkin düşmüştü ki, feci derecede ağırlaştığı gecelerin birinde,<br />
onun bakımıyla üstlenen genç kadınların birisi, Profesör yattıktan<br />
sonra, küçük çocuğun ruhunu kurtarması için kır evine aşağıdaki<br />
kasabanın papazını getirtmişti.<br />
Profesör Lothar beş yaşında okumayı söken Karl için iki sene içinde<br />
tamamlayacaklarını planladığı hızlandırılmış bir ilköğretim müfredatı<br />
geliştirdi. Karl’a ‘Temel Almanca’, ‘Avrupa Coğrafyası’, ‘Yüksek<br />
Sanat Tarihi’, ‘Yeryüzümüz’, ‘Anatomi’, ‘Karşı Cinsle Yakın ve Uzak<br />
Münasebetler’, ‘Uygarlık, Çağdaşlık’ gibi isimler koyduğu dersler<br />
veriyordu. Derslerde bir çocuğun kavrayabileceği kavramlarla ve basit<br />
bir dille Karl’a bilgileri hikayeleştirerek aktarıyordu. Sonrasında<br />
birlikte anlatılanlar üzerinde sohbet ediyor, akıl yürütüyorlardı. Karl’a<br />
her ders bitiminde öğütler veriyor, bunları not etmesini sağlıyordu,<br />
fakat oğluna asla sınav yapmıyordu.<br />
Karl on yaşına geldiğinde dünya üzerine pek çok teorik bilgi<br />
sahibiydi, ancak Profesör oğlunun bakıcılarıyla birlikte kasabaya<br />
inmesi, tiyatro ve temsillerde bulunması, arkadaş edinmesi gibi en<br />
küçük şeyleri dahi pratikte kavramasına anlaşılmaz bir tutuculukla<br />
karşı çıkıyordu. Karl günlerini programlanmış bir robot gibi hep aynı<br />
Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı
semihsuren.com<br />
şekilde geçirmek zorundaydı. Sabah gün ışığıyla birlikte uyanıp<br />
babasıyla spor yapmak, duşun ardından hafif sohbetlerle renklenen bir<br />
kahvaltı etmek, öğleye kadar ders görmek, daha sonra seraya gidip<br />
babası kendi çalışmalarıyla meşgulken orada kendisine hazırlanan<br />
küçük yazı masasında güneş batana kadar kitap okumak ve günlüğüne<br />
en az yüz kelime eklemek zorundaydı; akşam yemeğinden sonraysa<br />
babasının müsaade ettiği altı oyundan birini oynar, kitap okumayı<br />
sürdürür, bakıcılarıyla vakit geçirir veya çok yorgun hissediyorsa<br />
erkenden uyurdu.<br />
Profesör Lothar kendisini otuz beş yaşından sonra keşfettiğini,<br />
şimdiki halini yaratan gündelik hayat disiplinlerini o yaşlarda icat edip<br />
uygulamaya koyduğunu söylerdi. Bahsettiği disiplinleri Karl’a çok<br />
küçük yaşlardan itibaren uygulatmaya başlamıştı ve Karl çok<br />
geçmeden bunları alışkanlık edinmiş, bazılarını hayatın olmazsa<br />
olmazları olarak kabul edivermişti. Misalen, Karl babası gibi kitapları<br />
karışık bir düzende okurdu; önce kitabın kaç bölüm olduğuna bakar,<br />
daha sonra bölümler kadar sayıyı birden başlayarak küçük kağıtlara<br />
not eder, bunlardan kura çeker ve kitabın bölümlerini kurada çıkan<br />
sırayla okurdu; böylelikle kitaplar ona olduklarından daha gizemli,<br />
daha heyecanlı gelirdi. Bu okuma alışkanlığı yüzünden aklı diğer<br />
yaşıtlarına nazaran daha kuşkucu, kişiliği daha sinsi gelişmekteydi.<br />
Babası ona kitapların aslında birinci sayfadan son sayfaya doğru<br />
sayfaların numara sırasına göre çevrilerek okunduğunu öğretmemişti;<br />
Karl bazı kitaplarda kitapları hiç okuma kurası hazırlamadan, açıp ilk<br />
sayfadan okumaya başlayan karakterlere rastlar ve büyük şaşkınlık<br />
duyardı; bu kısımları yazarların okurlarını şaşırtmak için mahsustan<br />
böyle yazdıklarını düşünürdü. Profesör Lothar bu okuma örneğinin<br />
benzeri pek çok şeyi sırf kendisi öyle yapıyor diye Karl’a da tüm<br />
dünyanın yapıyor olduğundan farklı yapmayı öğretmiş, benimsetmişti.<br />
Karl on altı yaşını doldurduğunda, küçük bir sebepten kaynaklanan<br />
bir öfkeyle, ilk defa babasıyla tartışmayı göze aldı ve kendini<br />
tutamayarak dakikalar boyunca çılgın gibi boyun damarları şişerek<br />
bağırdı. Profesör Lothar hiçbir şey söylemedi, yazı masasına oturup<br />
Londra’daki tedarikçi eczacısından gelen mektuba cevap yazmaya<br />
başladı, Karl’ın yatışıncaya kadar seranın kuzey kısmında sıralanmış<br />
küçük saksıları tekmeleyip durmasına ses etmedi. Profesör mektubunu<br />
bitirip zarfa yerleştirdiğinde, Karl bir köşeye çökmüş, dizlerini<br />
kucaklamış, burnunu çekerek ağlıyordu. Profesör yanına gidip Karl’ı<br />
Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı
semihsuren.com<br />
ayağa kaldırdı, boyuna yetiştiği, kocaman bir adam olduğu için onu<br />
övdü, saçlarını kestirme vaktinin geldiğini söyledi, elini Karl’ın<br />
ensesine atıp başını göğsüne sımsıkı bastırdı ve saçlarını koklayarak<br />
öptü onu. Bu Karl’ın babasından gördüğü ilk ve son şefkat<br />
gösterisiydi.<br />
Karl yirmi yaşına geldiğinde dünya hakkında her şeyi bildiğini<br />
düşünüyor, bunu babasına her fırsatta ispatlamaya uğraşıyordu. Fakat<br />
babasının ona bahsini bile açmadığı sayısız şey vardı. Genç adam<br />
giderek daha yürekli, daha atılgan biri oluyordu. Geceleri kır evinden<br />
kaçıyor, at üzerinde saatlerce yakınlardaki kasabaları geziyor,<br />
kendisini her gece farklı bir kimlikle tanıtarak sarhoşlarla ve<br />
fahişelerle sohbet ediyor, hava ağarmadan geri dönüyordu. Bu gece<br />
maceraları onu değiştiriyordu. İlk defa kendi yaşıtı ve kendinden<br />
küçük kimselerle karşılaşıyordu. Yabancılarla kaynaştıkça hemen her<br />
konuda fikirleri etkileniyor, alışkanlıklarını yeniden düzenliyordu.<br />
Babasının sandığının aksine ne kadar geri kafalı ve despot bir adam<br />
olduğunu seziyor, günlerini huzursuzluk duyarak geçiriyordu.<br />
Gece gezmelerinin yedinci ayında gezgin bir sirk grubuyla birlikte<br />
şehre gelmiş olan on yedi yaşında bir İspanyol güzele vuruldu. Sirkin<br />
fil terbiyecisi olan bu kız sadist ruhlu, durmadan sigara içen, ağza<br />
alınmayacak küfürlerle konuşan biriydi. Profesör Lothar Karl’a<br />
bahsedilmeye değmez bulduğu bayağı insanlar hakkında en küçük söz<br />
etmemişti; bu yüzden Karl daha önce hayalinden bile geçirmemiş<br />
olduğu böyle bir kızla karşılaştığında, deniz kenarında gezinirken bir<br />
denizkızıyla karşılaşmış gibi şaşkına döndü ve anında büyülendi.<br />
Gecelerce ucuz şarap içip boş ve ıslak sokaklarda ağızlarından<br />
buharlar çıkarak, üşüyerek, birbirlerine sokularak konuştular. Ne kız<br />
Karl’ın anlattıklarına inanabiliyordu, ne de Karl kızdan dinlediklerine.<br />
İspanyol güzelin sirki altı hafta sonra Balkan turu yapmak üzere<br />
Innsbruck’tan ayrıldı. Karl onlarla birlikte Avusturya’yı terk etti.<br />
Niyeti ilk ve tek aşkı olan İspanyol güzelinin aklını çelmek, onu<br />
kendisiyle birlikte Kayseri’ye, amcası Kemalettin Ruhi Bey’in<br />
yaşadığı kente gelmeye ikna etmekti.<br />
Karl çok toy, çok bilgisizdi. Pespembe bir gelecek düşlüyordu.<br />
Oysa birkaç yüz bin mil sonra soyulacak, ölesiye dövülecek,<br />
haftalarca soğuk ve sisli dağlarda yaşam savaşı verecek, ölecekti.<br />
Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı
semihsuren.com<br />
YAKIŞTI MI BU ŞİMDİ TANRILARIN KIZINA<br />
Yazının bulunmasından asırlar önceydi. Khleonia isimli küçük bir<br />
ülke toprakları üzerinde altı çeşit ırk yaşardı. Ülkenin batısında<br />
yaşayan Sahnih kökenli insanların kadınları güzellikte dillere destandı.<br />
Bilinen dünyanın dört yanında Sahnih kadınları ‘tanrıların kızları’<br />
ismiyle övülürdü. Uzak toprakların hükümdarları Khleonia ile iyi<br />
ilişkiler kurmuşsa kendilerine Sahnih kadını hediye edilmesi adetti.<br />
Bu tanrısal hediyelere ağızları ne kadar sulanırsa sulansın<br />
hükümdarlar el sürmezdi. Çünkü o dönem yerküre üzerinde yaşayan<br />
tüm halklar bir şeyde hemfikirdi: Hükümdarlar tanrıların kızlarını<br />
kirletecek olursa dünyanın sonu gelecekti. Olur da hükümdarın biri<br />
şehvetini bir Sahnih kadınıyla söndürürse, yıldızların ardından bir<br />
ejder gelecek ve dünyayı çiğneye çiğneye yutuverecekti.<br />
Çağlar çağları kovaladıkça insan aklı aşama kaydetti. Zihinler<br />
kısmen silkelenmeye, toplumlar uygarlaşmaya başladı. Kadın denen<br />
varlık insanlık tarihinde ilk defa hakikatli mevkiler kazanır oldu.<br />
Nasıl olduysa vaktin birinde, tarihte ilk defa, bir kadın iktidar oldu.<br />
Bir Sahnih kadını. Zaten olsa olsa bir Sahnih kadını olabilirdi.<br />
Ona ‘ilaheler ilahesi’ diyorlardı. Asıl ismi Şurag’dı. Kızıldeniz<br />
kıyısına toprağı olan Lümendi isminde bir liman kentinin kızıydı.<br />
Ailesi kentteki diğer aileler gibi fakir sünger avcılarıydı. Aile beş asır<br />
kadar önce Batı Khleonia’dan buraya sürgüne gönderilmişti. Yoksa bu<br />
lanetli topraklardan Sahnih kanında bir kızın yetişmesi görülmüş şey<br />
değildi. Şurag toz içindeki, sıcaktan kavrulan Lümendi topraklarında<br />
yetişen tüm kızlar gibi hafif yaratılışlıydı. Edepsizdi. Ancak büyük bir<br />
iradeyle, belki kanındaki soylulukla, edepsizliğini on yıllarca<br />
gizlemeyi başardı. Zekası, hafızası ve soğukkanlılığıyla ülke<br />
yönetiminde yükseldi, otuz altıncı yaşında hükümdar oldu.<br />
Bir hükümdar bir Sahnih kızına el süremezdi. O bir hükümdardı.<br />
Aynı zamanda bir Sahnih kızı. Dayanamayacaktı ama. Yıllardır<br />
yenemediği büyük alışkanlığıyla bir gece ipekten yatağında kendine<br />
hükümdar olduktan sonra ilk kez dokundu. Büyük bir titreyişle<br />
kendinden geçti. O an korkuya kapıldı. Bir hükümdar bir Sahnih<br />
kızıyla şehvetini dindirmiş olmuştu böylelikle. Evet, aptalca bir şey<br />
düşünmekteydi. Ancak korku Şurag’ı ele geçirdi. Göğün ardından o<br />
malum ejderin kıyamet çığlıklarını duyduğunu sandı. Ve kalbi durdu.<br />
He bu arada bu Şurag denen hatun mumyalanan ilk insandır.<br />
Yakıştı Mı Bu Şimdi Tanrıların Kızına
semihsuren.com<br />
Jerkiousion<br />
JERKIOUSION<br />
Minicik şeffaf Jerkiousion kapsüllerinden sonuncusunu ağzına<br />
koydu, hapı bir süre dişlerinin arasında tuttu, diliyle ıslatıp damağına<br />
bastırarak hafifçe ezdi, sonra yuttu ve arkasına yaslanıp beklemeye<br />
başladı. Parmakları belli belirsiz uyuşuyordu, ellerine bakıyor,<br />
sıkıntıyla bekliyordu. Gözyaşları durmuyordu. Dakikalar içerisinde<br />
gözleri ağırlaştı, çenesini genişçe açarak ardı ardına esnedi.<br />
Göğüslerinde bir kamaşma hissettiğinde yüzündeki hüzün anlatımı<br />
derinleşti; bu kamaşma uykuya dalmak üzere olduğunun işaretiydi,<br />
çok geçmeden diğer âleme geçiş yapacaktı. Diğer âleme geçmeden<br />
önceki son saniyelerde aklında o sabah gazetede okuduğu haber vardı.<br />
Samsun’un Kavak ilçesine bağlı Çerkezköy’de gerçekleştirilen bir<br />
kazıda, yerin on yedi metre altında ulaşılan bir kaya mezarından on bir<br />
ay önce çıkarılan kırık kafataslı iskeletler üzerineydi haber. Testler<br />
sonucunda iskeletlerin genç bir kadına ve küçük bir kıza ait olduğu<br />
saptanmıştı.<br />
İlk Jerkiousion kapsülünü yutalı tam üç bin gün oluyordu.<br />
Jerkiousion kapsüllerinin bulunduğu poşet oyuncakdenizi.com’dan<br />
satın aldığı üç bin parçalık dev Typus Orbis Terranum puzzle<br />
kutusundan çıkmıştı. Poşete ‘Swallow Them If You Want To See The<br />
Rabbit Hole’ başlıklı bir not iliştirilmişti. Burcu’nun İngilizcesi pek<br />
iyi sayılmazdı, ancak yazının ‘Tavşan Deliğini Görmek İstiyorsanız<br />
Hapları Yutun’ anlamına geldiğini tahmin edebildi. Tesadüf bu ya,<br />
Burcu çocukluğundan yarım yamalak hatırladığı Alice Harikalar<br />
Diyarı’nı o hafta tekrar okumuştu, bu yüzden nottaki tavşan deliğinin<br />
Alice’teki tavşan deliğine gönderme olduğunu hemen kavradı.<br />
Notta şu metnin İngilizcesi yazılıydı: ‘Merhaba, ben Justina<br />
Večerinskaitė. Satın aldığınız puzzle Litvanya’da üretildi. Bu notu<br />
okuyorsanız puzzle kutulanmadan önce kapsülleri yerleştirmeyi<br />
başarmışım demektir. Poşette iki bin adet Jerkiousion kapsülü var.<br />
Herhangi bir yan etki göstermeyen Jerkiousion size eklemeli gerçekçi<br />
rüyalar gördürecektir. Eklemeli rüya demek, bir rüya havuzu oluşturup<br />
her uyuduğunuzda aynı rüyaya kaldığınız yerden devam etmeniz<br />
anlamına geliyor. İkinci bir gerçeklikten bahsediyorum. Rüyalarınızda<br />
süreceğiniz ikinci yaşamdan gerçek yaşamınıza geri uyanmak için bu<br />
ikinci âlemde uykuya dalmanız yeterli olacaktır. Söylediklerim size<br />
komik ve saçma gelecektir. İlk kapsülü yutana kadar böyle
semihsuren.com<br />
hissetmeniz gayet doğal. Ben de hapla ilk tanıştığımda inanmayı<br />
reddetmiştim. Daha fazla açıklama yapmayacağım. Bunun nedenini de<br />
açıklamayacağım. Jerkiousion kapsüllerinin yeryüzünde hep doğru<br />
kişileri sihirli bir şekilde bulduğuna tanık olduk, bu yüzden, siz şu an<br />
aksini düşünüyor, hatta sinirleniyor olsanız bile, hapların sadık bir<br />
kullanıcısı olacağınızdan eminiz. Bundan böyle yıllar yılı sürecek<br />
ikinci bir hayatınız olacak. Keyfini çıkartın.’<br />
Burcu tam üç bin gün önce ilk Jerkiousion kapsülünü yutup uykuya<br />
daldığında kendisini birdenbire serin bir rüzgarın estiği kumul bir<br />
düzlükte çırılçıplak bulmuş, ufuk çizgisinde görülen kayalık tepelere<br />
doğru dört saat boyunca güçlükle yürümüştü. Kayalık alçak dağların<br />
üzerinde yüz dört nüfuslu bir yerleşim vardı ve oranın halkı güneşin<br />
batış saatinde kayalıklara ulaşan Burcu’yu dostça karşılamış, ona<br />
kadim Şlengçede ‘uzak tanrıların hediyesi’ anlamına gelen Hemg<br />
ismini vermişlerdi.<br />
Hemg kendisine ertesi gece yarısına doğru ikram edilen kurtlu<br />
yaprak çorbasını içene kadar damağında ve genzinde Jerkiousion<br />
hapının buruk tadını duydu. Burcu ikinci hayatındaki bu ilk<br />
deneyiminde o kadar heyecanlıydı, o kadar ürküyordu ki uykuya<br />
teslim olabilmesi için en uzunlarının boyu bir buçuk metreyi<br />
geçmeyen Şleng ırkı insanlarının arasında bitkinlikle kırk saat geçirdi.<br />
Burcu bir kabusa benzettiği o ilk rüyadan uyandığında bir daha<br />
Jerkiousion almayacağına yeminler ederek ve kırk saati aşkın süredir<br />
yatakta kalan uyuşmuş bedenini zor hareket ettirerek duşa girdi. Fakat<br />
gece yarısı olduğunda, kendisini tekrar uyku bastırdığında korkulu bir<br />
merak duyarak Jerkiousion poşetini açtı, ikinci hapı yuttu ve az sonra<br />
Hemg olarak Şlenglerin arasında uyandı.<br />
Burcu o hafta günlük tutmaya başladı:<br />
Jerkiousion<br />
İlk hafta: ‘O an nasıl dehşete kapıldım, anlatamam. Lastik<br />
gibi sertleşmiş çirkin eliyle koluma dokundu. Bir şey<br />
anlatmak istiyordu. Başta anlayamadım. Sonra birden<br />
duruma uyandım! Jestlerin evrensel olduğunu hatırladım<br />
ve vücut diline dikkat ettim. Goatt bana insanlarının<br />
kendisini eşim olarak seçtiğini anlatmaya çalışıyordu!’<br />
İlk ay: ‘Dillerini kaptım sayılır. Zaten topu topu kırk<br />
kelimeyle anlaştıklarını zannediyorum. Kimi kelimeleri
semihsuren.com<br />
Jerkiousion<br />
farklı şeyler için kullanıyorlar. Bu kafamı karıştıyor. (…)<br />
Goatt benim için ansiklopedilerde bile görmediğim<br />
kocaman bir sürüngen yakalamış. Sırtı geniş ve sert<br />
pullarla kaplı, ağır hareket eden, küçük ağızlı, tombul bir<br />
sürüngen. Birlikle üzerine bindik ve o hantal canlı bizi on<br />
metre kadar taşıyıp birden yorulup uyuyakaldı. Bu esnada<br />
Goatt’ın arkadan beline sarılmaktaydım. Kocamın<br />
başlarda leş gibi gelen kokusuna alıştım sanırım. Hatta bu<br />
kokuyu artık almıyorum bile denebilir.’<br />
İlk sene: ‘Bacak aramdaki sızı geçmek bilmiyor. Sızının<br />
psikolojik etkisinden gerçek hayatımda bile<br />
kurtulamıyorum. Bugün iş yerinde kanamam olduğunu<br />
hissedip lavaboya attım kendimi, baktım bir şey yok. Bu iki<br />
âlem beni başlarda ikiye bölüyordu, korkuyordum;<br />
şimdiyse iki âlem iç içe geçip bir bütün oldu, daha da<br />
korkuyorum. Bebeğimiz yaşayacak mı, bilememek beni<br />
öldürüyor, kalbim batışıyor, onu buradayken çok<br />
özlüyorum. İşi bırakmayı düşündüm bugün. Uykularımda<br />
gittiğim bir âlemde doğurduğum bir bebeğin bakımı için<br />
bana izin vermeyeceklerine göre, bebeğim için benim bir<br />
şeyler yapmam lazım.’<br />
Burcu öteki âlemdeki ikinci kişiliği Hemg olarak eşi Goatt’a<br />
sağlıklı bir kız çocuğu armağan etti. Bebek, kaldıkları mağaranın<br />
duvarlarını kaplayan is tabakasını geceleyin kanatlı böceklerin<br />
tozutmasından dolayı başlarda nefes darlığı çekiyor, çok öksürüyor,<br />
mosmor oluyor, ateşleniyordu, ama sonradan düzeldi. Burcu derin bir<br />
bağla bağlandığı kızına bakabilmek için gerçek hayattaki işinden istifa<br />
etti, eşyalı olarak kiraladığı evi boşalttı ve memleketi Giresun’a,<br />
arıcılık yapan babasının evine döndü. Artık günlerini on beş saat<br />
uyuyarak geçiriyor, bu on beş saati öteki âlemdeki ailesine ayırıyor,<br />
uyandığı zaman ise köy evinin içinde sersem sersem geziniyor,<br />
annesiyle bamya soyuyor, pirinç ayıklıyor, babasıyla tavla oynuyor,<br />
çamaşır asıp topluyor, kuzenleriyle çarşıya iniyordu.<br />
İkili hayata alışmıştı. Ailesi, akrabaları ve diğer yakınları da<br />
Burcu’nun uzun uykularına ve hayatı bir uyku mahmurluğuyla<br />
yaşamasına alışmışlardı.
semihsuren.com<br />
Günlüğünü ihmal etmiyordu, çünkü tek gerçek dostu günlüğüydü:<br />
Jerkiousion<br />
‘Liddh büyüyor. Koca kız oldu sayılır. Kızım olmasaydı<br />
zannediyorum Jerkiousion almayı derhal keserdim.’<br />
Böyle yazıyordu, çünkü ikinci âlemindeki hayat Burcu’ya giderek<br />
daha katlanılmaz, kaba, zor ve insanlık dışı geliyordu. Bir arada<br />
yaşadığı insanların hayvanlaştığına, kadim töreler uğruna akla hayale<br />
gelmedik canavarlıklar yaptığına şahit oluyordu. En son Hemg’in<br />
kaynı olan Tol isimli on dört yaşındaki delikanlı, arkadaşlarıyla<br />
birlikte keskin uçlu kargılarla zararsız bir yavru nehir dinozorunu<br />
katletmiş, civardaki büyük dinozorların kayalıklara saldırmalarına<br />
neden olmuştu. Kayalık halkı öfkeli dev hayvanlar yüzünden günlerce<br />
mağaralardan çıkamamış, bozulan yiyecekler yüzünden hastalananlar<br />
olmuştu. Geceleri kayalık kovuklarına yakın yerlerde uyuklayan<br />
dinozorlar tepeleri terk ettikten sonra, kayalık halkı öldürülen yavru<br />
dinozorun kurtlu ve irinli midesini yarıp el ve ayaklarını bağladıkları<br />
Tol’u buraya koyarak cezalandırdı. Delikanlı leş içindeki<br />
mikroplardan kaptığı ateşli ve titremeli bir hastalık sonucu hayatını<br />
yitirdi. Âdetleri gereği derisi yüzüldü ve kemikleri kayalıklarda<br />
yaşayan aileler arasında günlük gereçler olarak kullanılmak üzere<br />
paylaşıldı. Goatt ölen kardeşinin üzerinde et parçaları bulunan<br />
kafatasını Hemg’e çorba kasesi olarak kullansın diye getirdiğinde<br />
Hemg çileden çıktı, delicesine kavga ettiler.<br />
Burcu ikinci hayatına gitmek hiç istemiyor, ancak tatlı kızı Liddh<br />
için Jerkiousion yutmayı sürdürüyordu. Dünya tatlısı bir kız olan<br />
Liddh Türkçe konuşabiliyordu. Hemg ona masallar anlatıyordu.<br />
Burcu dün son Jerkiousion kapsülünü yutup son kez Hemg<br />
olduğunda gazetedeki habere konu olan dramı gerçekleştirmek üzere<br />
Liddh ile en karanlık çakıl mağarasına yürüdü. Kızını yere yatırdı.<br />
Güçlükle kaldırdığı bir kaya parçasıyla tek hamlede çocuğun başını<br />
ezdi. Daha sonra hıçkırıklara boğularak sırt üstü uzandı, kayayı var<br />
gücüyle yukarı doğru itti, ansızın bıraktı ve yüzüne düşen kaya<br />
ölümcül bir yara almasına neden oldu.
semihsuren.com<br />
Vistalar 2011 – Semih Süren<br />
BALAYI<br />
Altıncı gün odaya neredeyse hiç giremez oldu. Sıcağın etkisiyle<br />
koku ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Burnunu ve ağzını havluyla<br />
tıkamasına rağmen odada birkaç saniyeden fazla kalamıyordu.<br />
Kendisini dışarıya, kumsala atıyordu. Ölü adamın teni, özellikle<br />
boyun kısmı, baktıkça midesini altüst eden morumsu, mat bir yeşile<br />
dönmüştü. Dil, alt dudağa yapışıp kurumuş, beyazlaşmış, grileşmişti.<br />
Uzun müddet bakmak mümkün değildi. Biri mavi biri yeşil iki şeffaf<br />
sinek dünden beri ölünün açık sağ gözünün çevresinde uçuşuyordu.<br />
Onları almaya geleceklerdi gelmesine, ama daha vardı. Sekiz gün<br />
dayanmalıydı. Sekiz koca gün. Biliyordu, canından çok sevdiği<br />
adamdan arta kalan bu ceset sekiz gün içerisinde hepten çözülecekti.<br />
Üç gecedir ay doğmuyordu. Yıldızlar silikti. Gün batımının<br />
ardından sahilde belli belirsiz ürperten bir esinti dolaşmaya<br />
başlıyordu. Duyduğu üşüme sabah olup deniz beyazlayana, peşinden<br />
güneş tekrar kendini gösterene kadar onu terk etmiyordu.<br />
Yemek yiyemiyordu. Midesi iyice hassaslaşmıştı. Öğürüyordu<br />
sürekli. Yanında taşıdığı viski şişesinden yarım yudum alıyor, ağzını<br />
çalkalıyor, kumlara tükürüyordu. Uyuyamıyordu da. Kanlanmış<br />
gözleri batışıyordu. Halsizlik onu sersemletiyordu. Bitkin düşüp<br />
uykuya dalmak için bir defasında olabildiğince hızlı ve olabildiğince<br />
ileri yüzüp dönmüştü.<br />
Üzerinde durdukları şey, bir odadan ve bir lavabodan oluşan dar bir<br />
bungalovu olan avuç kadar bir adacıktı. Kayıkla yanına yaklaşıncaya<br />
kadar ortaya çıkmayan ufacık bir kumul tepeydi. Buraya dünyayı<br />
okyanusun ardında bırakıp iki haftalığına cenneti yaşamak için<br />
gelmişlerdi.<br />
Kafaları iyiydi, sarmaş dolaşlardı, silik bir ay ışığında<br />
öpüşüyorlardı. Kumul tepecik ileriden hayal meyal görününce kayıkçı<br />
onları küreğin sırtıyla suya düşürmüş, uzaklaşmıştı. Adaya kadar<br />
gülüşerek, şakalaşarak yarışmışlardı.<br />
Gelin ve damattılar. Adem ve Havva’ydılar. Ayak bastıkları küçük<br />
kumluk alanda, üzerlerindeki gelinliğin ve damatlığın ve yiyeceklerin<br />
haricinde kendi yüzyıllarına ait tek şey yoktu.<br />
Ertesi sabah adada yalnız uyanmıştı. Sevdiği adam hâlâ ılıklığını<br />
yitirmediği için bir süre bunun farkına varamamıştı.<br />
Gelinliği yırtılıvermişti ilk gece. Damatlığın içindeydi bu yüzden.
semihsuren.com<br />
Yağmur Ormanlarında Melekler<br />
YAĞMUR ORMANLARINDA MELEKLER<br />
(Günlüğümden)<br />
22 Ocak 2012<br />
Bolivya topraklarında, yağmur ormanlarının kalbinde yaşayan<br />
Challunnaj Kabilesi’nin fotoğraflarını bugün gördüm. Hayal bile<br />
edilemeyecek bambaşka bir dünya olan o büyüleyici kareleri<br />
incelerken gözlerime inanamadım. Slayt gösterisi modunu ayarladım<br />
ve hiç abartmıyorum, gözlerimi saatlerce bilgisayarımın ekranından<br />
alamadım.<br />
2008 Nisanından bu yana internet üzerinden yazışarak sanal dostluk<br />
yaptığım Jevomorlo’yu yaşamını fotoğraflamaya ikna etmek sanırım<br />
ömrümde başardığım en zor şeydi. Dışarıdan bakınca yeterince derin<br />
bulmadığım, çok tanrılı, ritüelleri faydacı fakat zor olan bir inanış<br />
biçimi geliştirmiş olan Challunnaj insanları, son iki asırdır gelişen<br />
teknolojiyle birlikte inançlarında pek çok güncelleme yapmak<br />
durumunda kalmışlar. Gündelik yaşamlarının dünya üzerinde yalnızca<br />
bir kişi için, benim için fotoğraflanmasına izin verilmesi aslında pek<br />
zor olmamış. Çünkü dostum, kabile büyüklerinden ilk defa bir ricada<br />
bulunuyormuş ve onu kırmayarak hemen toplanıp ‘fotoğraf ve<br />
sinema’ hakkındaki dini kanunlarında bir defalığa mahsus bir esnetme<br />
yapmışlar. Dediğim gibi, zor olan buna Jevomorlo’yu ikna etmekti;<br />
çünkü arkadaşımın kafasındaki yasaklar kabilesinin inandığı<br />
yasaklardan çok daha katı, çok daha acımasızdır.<br />
Jevomorlo, Challunnaj Kabilesi’nin celladı. Kabilenin insanları<br />
çiğnenen yasaklar sebebiyle değil, tuhaf ve anlaşılmaz bulduğum bir<br />
ödüllendirme yöntemi olarak katlediliyor. Dostum senelerdir bana bu<br />
anlaşılmazlığı farklı bakış açılarıyla ve sayısız benzetmeyle<br />
açıklamaya uğraştı, yine de aklım almadı bunu. Benim veya görüştüğü<br />
başka sanal dostlarının onun için yaşamın gerçekleri olan bu ritüelleri<br />
sorguluyor oluşları Jevomorlo’yu müthiş geriyor ve üzüyor. Bu sabah<br />
e-mail adresime gönderdiği olağanüstü fotoğraflara gözlerimi<br />
kırpmadan bakarken Jevomorlo’nun bana uzun süredir anlatmaya<br />
çalıştığı bu şeyleri nihayet anladım.<br />
Jevomorlo’nun kabilesi de şu ana kadar bilinen, gün yüzüne çıkmış<br />
diğer ilkel topluluklar ve yerliler gibi hayatlarını görünmeyen güçlere
semihsuren.com<br />
tapınma etrafında şekillendiren mistik bir inanışa sahip. Fakat<br />
Challunnaj Kabilesi’ni diğer ilkel topluluklardan ayıran, inanışlarının<br />
spiritüel olduğu kadar, yaşanılan dünyanın kanunlarına da sahip<br />
çıkıyor oluşu. Kabile en az 21. yüzyıl modern toplumları kadar<br />
dünyaya ve maddeye bağlı. Hatta bazı kulvarlarda bizlerden çok daha<br />
materyalist olduklarını kabul etmekteyim. Başlarda, yazışmaya<br />
başladığımız ilk aylarda, Jevomorlo’nun kabile insanlarının uygar<br />
Bolivyalılarla karşılaşmalarının hemen her defasında ölümcül sonuçlar<br />
doğurduğu yönündeki sözlerine anlam verememiştim. Her şeyi bugün<br />
fotoğrafları gördükten sonra kavradım.<br />
Yılbaşı gecesi birlikte Victoria’s Secret defilesini izlerken,<br />
podyumdaki mankenlere dikkatle ve sırıtarak baktığımı görüp<br />
kıskançlık duyan eşim, kıskandığını fark etmemem için, “Bunlar insan<br />
olamaz. Harikalar baksana!” demişti. Akşam dergiden geldiğinde,<br />
Jevomorlo’nun gönderdiği fotoğrafları gördüğünde nasıl tepki<br />
verecek, çok merak ediyorum. Çünkü Victoria’s Secret meleklerinin<br />
insan olmadığını söyleyen birisi, Challunnaj Kabilesi’nin kadınlarına<br />
(ve aynı şekilde erkeklerine) bırakın insanlığı, dünya dışı varlıklar<br />
olarak bakacaktır.<br />
Challunnaj Kabilesi’nin günlük ritüellerinin tamamına yakını<br />
fiziksel egzersizlere dayanıyor. Kalanı ise beslenme ve aktif dinlenme<br />
üzerine birtakım yarı esnek disiplinlerden oluşuyor. Jevomorlo bana<br />
bunların detaylarını açıklamaya çalışırken günümüz fitness ve sağlıklı<br />
yaşam sektörlerinin kullandığı kelime ve kavramları değil, kendi<br />
zihninin alışık olduğu ifadeleri kullandığı için onu anlar gibi oluyor<br />
anlayamıyordum. Fotoğraflar gayet açıklayıcı, ve bu yüzden uzun<br />
süredir dostumdan dinlediklerimi bir anda bambaşka bir açıklıkta<br />
görünce serseme döndüm.<br />
Challunnaj Kabilesi’ne mensup insanlar, abartmıyorum, gördüğüm<br />
en muhteşem yaratıklar. E-mailime gelen o nefis kırk altı fotoğrafta<br />
gördüğüm genç kızlar, genç adamlar, çocuklar, yaşlılar zihnimdeki<br />
güzellik sıralamalarını bir anda yeniden şekillendirdi. Örnek vermem<br />
gerekirse, Jevomorlo’nun bir kayanın üzerine çıkıp yüksekten çektiği<br />
bir fotoğraf karesinde, elindeki yassı taşla kucağındaki küçük kızının<br />
kaşlarını düzeltir gibi görünen genç anne zihnimde bir anda on<br />
yıllardır hayranı olduğum Hollywood aktrislerinden, mankenlerden ve<br />
bekarlık dönemimde çıktığım kızlardan oluşturduğum ‘en güzeller’<br />
listemde birdenbire birinci sıraya yükseliverdi. Henüz bu şoku<br />
Yağmur Ormanlarında Melekler
semihsuren.com<br />
atlatmamışken, hızlı hızlı baktığım öteki fotoğraflarda karşılaştığım<br />
diğer Challunnaj kadınları hayatımda gördüğüm en güzel yirmi<br />
kadından on altısını oluşturdu. Fotoğraflardaki erkekler de öyleydi.<br />
Çocuğundan ihtiyarına hepsi erkek güzeliydi. Jevomorlo’nun büyük<br />
şehre giderken neden zoraki bir kılıksızlığa büründüğünü, kaşlarına<br />
kadar tıraş olduğunu, kendisini sekerek yürümeye zorladığını ve<br />
yüzüne hastalıklı bir ifade verdiğini böylelikle anlamış oldum.<br />
Fotoğraflarda yeryüzüne inmiş melekler gördüm inanın. İri gözlü,<br />
dünya tatlısı, ısırmalık çocuklar, baktıkça insanın kanını hızlandıran<br />
baş döndürücü genç kızlar ve kadınlar, bütün kasları çizgi filmlerdeki<br />
kahramanlar gibi kalemle çizilmişçesine belirgin adamlar, gayet fit ve<br />
mutlu görünen atletik vücutlu yaşlı insanlar gördüm. Anladım, hak<br />
verdim. Kapalı bir toplum olarak kalmak, ülkenin medeni<br />
kısımlarından uzak durmak Challunnaj soyunun yazgısıydı. Modern<br />
toplumların ulaşmak için asırlardır çabaladıkları her şeye sahipti onlar.<br />
Modern tıbbın önerdiği, günlük alınması gereken besinleri ve<br />
miktarlarını içeren en sağlıklı beslenme düzenleri Challunnaj<br />
inanışlarının bir parçasıydı ve kalbinde yaşadıkları cömert yağmur<br />
ormanları onlara besinlerin en tazesini, organiğini, besleyicisini<br />
sunuyordu. Artı, fiziksel egzersizler de onların tapınmasıydı.<br />
Jevomorlo’nun bir mailinde açıkladığına göre, ölü bir Challunnaj<br />
insanının bedeni yarıldığında sarı yağ katmanları göze batacak<br />
derecede belirginse bu apaçık bir lanet izi olarak kabul ediliyor ve tüm<br />
kabile kaburga kemikleri belirene kadar Roma takvimine göre yüz ilâ<br />
iki yüz gün yarı aç yaşıyormuş.<br />
Kendilerine düzenli olarak Jevomorlo’dan bahsettiğim iki<br />
arkadaşım var. Jevomorlo’yu onlarla da tanıştırdım. Birisi yıllardır<br />
yüz yüze görüşmediğim, ama irtibatımı koparmadığım, ortaokuldan<br />
sıra arkadaşım Zeki. Bursa’da yaşıyor, Beyaz Kitap Kırtasiye isimli<br />
şirin bir yer işletiyor. Kitaplarımı kendisinden alırım, sağ olsun aynı<br />
gün kargolar. Jevomorlo ile sonradan en az benim kadar yakın olan<br />
diğer arkadaşım ise Londra’da yaşayan sevgili Uma. Tasarladığı<br />
birbirinden göz alıcı klas şapkalar ile kendi ismi olan Uma Turan’ı<br />
saygın bir marka yapma yolunda emin adımlar atıyor. Şansıma ikisini<br />
de online yakaladım ve facebook üzerinden konferans görüşme<br />
ayarladım. Jevomorlo üzerine yazışmaya başladık, onları iyice<br />
heyecanlandırdım ve fotoğraflardan seçtiğim bir tanesini, en az çekici<br />
olanını, kesinlikle başkalarına göstermemeleri sözünü aldıktan sonra<br />
Yağmur Ormanlarında Melekler
semihsuren.com<br />
onlarla paylaştım. Bahsettiğim fotoğrafta Jevomorlo kendisine<br />
gönderdiğim Nokia E6-00’ı sol eliyle havaya kaldırmış ve etrafına<br />
toplanan altı karısıyla büyüklü küçüklü on bir çocuğunu kadraja<br />
almayı başarmıştı. İtişmelerden dolayı fotoğraf titrek ve buğulu<br />
çıkmıştı, fakat yine de fena halde etkileyici görünüyorlardı. Uma<br />
elimde daha fazla fotoğraf olduğundan kuşkulandı. Ama eminim<br />
Jevomorlo’ya fotoğraflardan haberi olduğunu sezdirip beni zor<br />
durumda bırakmayacaktır. Çünkü her ne kadar ona samimiyet duyup<br />
onu anlamaya çalışmayı zevkli bir alışkanlık haline getirmiş olsak da<br />
Jevomorlo’dan korkuyoruz. Ters bir durumda bütün dünyayı katedip<br />
bizi gözünü kırpmadan öldürebileceği konusunda hemfikiriz.<br />
Bir saniye. Sanırım kapı çalıyor. Eşim gelmiş olabilir. Öyleyse<br />
bugünlük bu kadar. Gerçi yazı yarım kaldı. Belki gece yatmadan bir<br />
paragraf daha eklerim. Neyse kaçıyorum günlük. Kız kapıda kaldı!<br />
Allah Allah, anahtar niye almamış ki, anlamadım.<br />
Ooo! Saat iki olmuş. Hemen bir paragraf daha ekleyeyim yatayım.<br />
Söz vermiştim.<br />
Jevomorlo kabilenin celladı, çünkü o bile kabilenin diğer üyeleri<br />
gibi aralarındaki en değersiz Challunnaj’ın kendisi olduğunu<br />
düşünüyor. Aslında bunu anlamak zor değil. Kabile son derece<br />
muhafazakar. Kendi soylarının evrenin yaratıcı güçlerinin ilk<br />
çalışmaları olduğuna inanıyorlar. Jevomorlo ise öteki dünyayı<br />
merak etme lanetine tutulmuş ender Challunnaj’lardan. Böylelerinin<br />
diğer insanlarla iletişime geçerek, onların dillerini öğrenerek,<br />
adetlerini benimseyerek kirlendiklerine inanıyorlar. Aralarında en<br />
kirli, en değersiz olan Jevomorlo bu yüzden kabilenin meslekleri<br />
arasında kimsenin tercih etmediği cellatlık vazifesini yerine getirmek<br />
zorunda kalmış.<br />
Challunnajlar her sene inandıkları tanrılar için kabilenin en<br />
yakışıklı erkeğini ve en arzu edilen dişisini boğazlıyorlar. İşin en<br />
acımasız yanı ise bir Challunnaj senesinin MÖ 46 yılından beri<br />
kullandığımız Roma takvimine göre yalnızca altı buçuk hafta etmesi.<br />
Bu yüzden sayıları bu kadar kalabalık.<br />
Yağmur Ormanlarında Melekler
semihsuren.com<br />
Zorun Neydi<br />
ZORUN NEYDİ<br />
Yasemin internetteydi. İntihar etmiş insanların ceset fotoğraflarına<br />
bakıyordu. Alttaki komşuları beş yaşındaki oğluyla birlikte oturmaya<br />
gelmişti. Yasemin’in annesi keki fırına verip komşusuna telefon<br />
açmış, onu çaya çağırmıştı.<br />
Çocuğun adı Sefa’ydı. Yasemin Abla’sıyla oynamak için genç kızın<br />
odasına girdi. Elinde bir sürpriz yumurta vardı. Çikolatasını ablasıyla<br />
bölüşmek istiyordu.<br />
Yasemin çocuğu kucağına aldı. Ona yüksekten atlayıp yere<br />
çakılmış insanların deforme olmuş bedenlerini gösterdi. Sefa<br />
fotoğraflara dikkatle baktı. Ağlayası geldi. Yasemin’in kucağından<br />
inmeye çalıştı.<br />
Genç kız çocuğu odasının balkonuna çıkardı. Küçük bir arka<br />
balkondu. Yandaki binanın dümdüz arka cephesine bakıyordu.<br />
Yasemin sağı solu kontrol etti. Sefa’yı kaldırıp balkondan aşağı attı ve<br />
bir koşu odasına döndü.<br />
Kulaklıkları taktı. Gürültülü bir müzik açtı. Kalbi deli gibi<br />
çarpıyordu. Annesi odaya girene kadar böyle takılacaktı. Sefa’yı<br />
gördüğünü, ama çocuğun balkona çıktığını fark etmediğini, içeri<br />
döndüğünü sandığını söyleyecekti.<br />
Beş dakika geçti.<br />
On dakika geçti.<br />
Yarım saat geçti.<br />
Şimdiye kadar en azından komşu kadın oğlu yaramazlık edip ablayı<br />
üzüyor mu diye çoktan kontrole gelmiş olmalıydı.<br />
Kalbi hızlı hızlı çarparak çıktı odadan Yasemin. Önce mutfağa<br />
sonra oturma odasına baktı. Annesi ve komşu kadın evde yoktu.<br />
Gitmişlerdi. Bir an ne yapacağını şaşırdı.<br />
Odasına döndü. Balkona çıktı. Aşağıya baktı. Çocuğun ölüsünü<br />
arka bahçenin toprak zemini üzerinde göremedi. O esnada kapının<br />
çaldığını duydu.<br />
Kapıyı açmak için koştu. Kapı dışarıdan kilitlenmişti. Birileri<br />
konuşuyordu. Delikten baktı. Polis. Annesi de polislerin yanındaydı.<br />
Annesi dışarıdan anahtarla kapıyı açtı. Yasemin’i polislere teslim<br />
etti. Yasemin’i polis arabasına bindirdiler. Araba hareket ederken<br />
Yasemin balkonların birinde Sefa’yı gördü. Annesinin kucağındaydı.<br />
Sefa çamaşır iplerine takılmış, iki alttaki balkonun içine düşmüştü.
semihsuren.com<br />
Karafatma Fablı<br />
KARAFATMA FABLI<br />
Yaman Ailesi evin bütün ışıklarını söndürüp yattıktan yarım saat<br />
kadar sonra anne karafatma birkaç hafta önce hayata gelen küçük<br />
kızını oturma odasında yürüyüşe çıkardı.<br />
Odanın ortasındaki halının püsküllü kenarına varmışlardı ki, küçük<br />
kız, “Anne insanlar bizi neden sevmiyor?” diye sordu.<br />
Anne karafatma bezginlikle iç geçirdi, çünkü beyninin hafızasından<br />
sorumlu kısmı henüz tam olgunlaşmamış olan kızı bu soruyu bir<br />
haftadır günde belki on defa soruyordu.<br />
“Yavrum, insanlar mantıklı canlılar değillerdir,” dedi yine sabırla.<br />
“Şükür evimizde kalan bu insanların o tarz huyları yok, ama bazı<br />
aileler evin içinde kedi, köpek, balık beslerler. Ailenin bireyi<br />
saydıkları bu hayvanlara özel ilgi gösterir, onlar için masraf yaparlar,<br />
fakat bizden birisi ışıkta onlara görünmeyiversin birden içleri<br />
ürperiverir ve becerebilirlerse şayet (bazıları beceremez) sert bir<br />
cisimle oracıkta cılkımızı çıkarırlar. Aynı kaderi sivrisinekler,<br />
karasinekler, arılar, karıncalar ve uçan veya uçamayan diğer böcekler<br />
de yaşar maalesef.”<br />
Hızlarını kesmişlerdi. Sakin sakin ilerliyorlardı halının üzerinde.<br />
Halı üzerinde yürümek yavru karafatmanın kıl inceliğindeki minik<br />
tabanlarına iyi geliyor, adım attıkça içi bir hoş oluyordu.<br />
“Bak ne anlatacağım;” dedi annesi, “sen kabuğunda uyurken, daha<br />
gözlerini açmamışken, bir gece baban beni kovuğumuzdan dışarı<br />
sürükledi. Cumartesi gecesiydi. Otur otur içimiz sıkılmıştı. Selma<br />
Hanım ışıkları söndürmüş, televizyon izliyordu. Yatmak bilmiyordu<br />
kadın. Babana daral gelmişti artık. Varlığımızı sezdirmeden kovuktan<br />
peş peşe çıktık, duvar dibini takip ederek büfeye kadar hızla koştuk,<br />
büfenin yanında duran (şimdi çok karanlık o taraf göremezsin) gri<br />
pufun altına gizlendik. Şarkıcının birisi playback yapıyordu, şarkısı<br />
tatlıydı, gözümüz ekranda, babanla dip dibe girdik, birbirimizi<br />
kaşındırarak neşeyle dinlemeye, izlemeye koyulduk. Şarkı bitince<br />
program reklama girdi. Selma Hanım kanalları gezmeye başladı.”<br />
Küçük karafatma merakla dinliyordu dinlemesine ancak annesinin<br />
söylediği şeylerin yarısını anlamıyordu; annesi daha önce kendisine<br />
açıklamış olmasına karşın ‘program, ekran, şarkı’ gibi kelimelere ve<br />
‘playback, puf’ gibi hiç duymamış olduklarına anlam veremiyordu;
semihsuren.com<br />
yine de konu heyecanlı bir yere gidiyor merakıyla annesinin sesini<br />
kesmek istemiyordu.<br />
“Selma Hanım kanalları gezerken bir haber kanalında takıldı. Başka<br />
bir şehirde kadının birisi bir sokak kedisini tekmeleye tekmeleye<br />
öldürmüş ve güpegündüz işlenen bu kedi cinayeti civardaki gizli<br />
kameralara yakalanmıştı. Selma Hanım kanalı değiştirmeden önce<br />
kediyi tekmelerken gösterilen kadına daha önce hiç duymadığımız çok<br />
kötü, çok ağır bir küfür etti. Hani sen bu öğlen mutfaktan gelen<br />
çocuklardan biriyle bir şey konuşuyordun, hatırladın mı? Heh, işte o<br />
çocuğun halası bir talihsizlik anında Mehmet Bey’e görünmüş<br />
balkonda. Mehmet Bey katlayıp rulo haline getirdiği gazeteyi<br />
kadıncağızın tepesine şakkadanak bir indirmiş ki zavallının ölüsü<br />
tutkal gibi bembeyaz çıkan kanıyla kaplanmış. Sonra onu peçeteyle<br />
alıp gülümseyerek evdeki herkese gösterdikten, onların midelerini<br />
kaldırdıktan sonra peçeteyi iyice sıkıp rahmetliyi çıtır çıtır ezmiş,<br />
balkondan aşağıya fırlatıp atmış. O kedi cinayeti haberini ve Selma<br />
Hanım’ın habere gösterdiği tepkiyi görünce hatırımıza bu geldi<br />
hemen. İnsanların ne kadar ikiyüzlü varlıklar olduklarını anla diye<br />
söylüyorum kızım. Güya bunlar yaşam hakkına çok büyük saygı<br />
duyarlar. Hep bunu söyler, bunu savunurlar. Ama işte görüyorsun ki<br />
sadace empati kurabildikleri, kalben yakın hissedebildikleri canlıların<br />
yaşam haklarına saygı duyarlar. Seni beni terliğin altıyla pestile<br />
çevirmeleri onların içlerindeki o hassas noktaya ulaşmaz hiç.”<br />
“Bizden iğreniyorlar,” dedi küçük kız hüzünle.<br />
“Asıl bizim onlardan iğrenmemiz lazım. Söylesene şimdi ben<br />
Selma Hanım’dan daha güzel değil miyim? Baksana sırtım nasıl da<br />
güzel parlıyor. Onlardan birisine iyice yaklaşsan ne kadar çirkin, ne<br />
kadar kokuşmuş olduklarını anında anlarsın, kusasın gelir kusasın.”<br />
“Anne ben küçüğüm ya… Beni görseler de mi öldürürler? Bebeğim<br />
ya ben daha…”<br />
“Ah bebeğim, çok küçüksün, kafan almıyor onların kötülüğünü.”<br />
“Hiç kaçmasam? Dostça gülümsesem? Öylece dursam?”<br />
“Öldürürler kuzum. Geçenlerde senin kadar bir yavruyu kandırdılar.<br />
Halının ucunu kaldırdılar havaya, garibim de oradaki karanlığı güvenli<br />
bir yer sanıp hemen koşturdu, gözlerimin önünde halıyı üzerine atıp<br />
üzerine basıverdiler, bütün kıkırdağımsıları yerle bir oldu.”<br />
Anne karafatma sustu. Sırtında gözle görülür bir nem belirdi.<br />
Karafatma Fablı
semihsuren.com<br />
“Ağlama anneciğim, tamam, daha sormuyorum. Hadi dönelim,<br />
yoruldum,” dedi minimini dişi karafatma yavrusu.<br />
Kovuklarına dönerlerken yolda rastladıkları şeker tanelerini<br />
emdiler. Küçük karafatmanın hassas damağı öylesine yoğun, öylesine<br />
enfes bir tat aldı ki, şeker bitene kadar gözleri hazla yumuldu.<br />
Ertesi sabah yavru karafatma televizyondan gelen enerjik sesleri<br />
taze kulağıyla duyup kovuktaki herkesten önce uyandı. Kovuğun<br />
girişine tülden sızan güneş vuruyordu. Küçük kız güneş şeridinin<br />
içinde dönen toz parıltılarını izlerken zevkten kendisini kaybetti ve hiç<br />
anlamadan bir anda kendisini Yaman Ailesi’nin küçük kızı Nil’in az<br />
önce yuvarladığı kırmızı topun yanında buldu. O an her şey, annesinin<br />
tembihledikleri, babasının öğrettikleri, diğer karafatmalardan dinlediği<br />
‘insanlara kazara görünüldüğü anda yapılması gerekenler’ listesi, her<br />
şey aklından uçup gitmişti. Kırmızı topun kocamanlığı, önünden<br />
hafifçe hoplayarak hızla yuvarlanışı onu büyülemişti; dokuz yaşındaki<br />
Nil onu fark ettiğinde salak salak, tatlı tatlı gülümsüyordu.<br />
Dairede yaşayan karafatma nüfusunun tamamı Yamanların en<br />
tehlikelisinin Nil olduğu konusunda hemfikirdi. Çünkü Nil annesi,<br />
babası ve ablaları gibi karafatmalardan ve diğer böceklerden<br />
iğrenmiyor, onları ustalıkla canlı ele geçirip türlü işkencelerle<br />
canlarını alıyordu. Böcekler diğer Yamanların elinde anında ölümü<br />
tadıyor, uzun müddet acı çekmemiş oluyorlardı, ama Nil onlara<br />
kuvvetli bir azap yaşatmadıkça ölmelerine izin vermezdi. Mesela en<br />
sık şöyle öldürürdü onları; kapıları açıp kapanan metal oyuncak<br />
arabaların plastik ön koltuklarına sabitlerdi üç dört tane karafatmayı<br />
(güya karafatmalar ailece araba gezintisindelermişçesine) ve arabayı<br />
başka bir arabayla kafa kafaya çarpıştırır, diğer arabaya takla attırıp<br />
onu ters çevirir, annesinin mutfakta sebze doğrarken kullandığı<br />
mermer kesme tahtasının üzerinde duran bu kaza mahalline bol bol<br />
kolonya döker, ardından arabaların ikisini de ateşe verir ve talihsiz<br />
karafatma ailesinin mavimsi alevler arasında diri diri kızarıp köz<br />
olarak can verişlerini büyük bir heyecan ve sadist bir zevk duyarak<br />
izlerdi. Daha sonra belli belirsiz kolonya ve is kokan naaşları pamuk<br />
parçalarından kefenlere sardıktan sonra kibrit kutularından tabutlara<br />
tıkıştırır ve onları odasının penceresinin önüne dizeceği, içinde fasulye<br />
yetiştireceği minik saksılara gömerdi.<br />
Nil, adeti olduğu üzere, kaçmasına fırsat vermeden küçük<br />
karafatmanın üzerine birden atıldı, yavru karafatmanın hiç hareket<br />
Karafatma Fablı
semihsuren.com<br />
etmeden donakalışını fırsat bilerek eğildi, kırmızı topu aldı ve topu iki<br />
defa sertçe karafatmanın üzerinde sektirerek onu sersemletti, daha<br />
sonra onu avucuna aldı, odasına götürdü ve çekmecelerden birinde<br />
duran ters koli bandının yapışkan yüzeyine, o hafta yakaladığı diğer<br />
karafatmaların (biri ölmüştü, dördü hâlâ canlıydı, aralarında çocuk<br />
yoktu, hepsi ihtiyarlık zamanlarındalardı) yanına sırt üstü yapıştırdı.<br />
Küçük karafatmanın ailesinin yaşadığı kovuğun bağrına ateş<br />
düşmüştü. Anne karafatma yastaydı, ağzını açmıyordu, dünyayla<br />
iletişimini kesmişti. Yüreği yanıyordu kadıncağızın, içi acıyordu. Bir<br />
köşeye çekilmişti ve sessizce bir ağıt mırıldanıyordu. Bu Yamanlara<br />
verdiği altıncı evladıydı. Bu yavrusu ölen diğer evlatları gibi<br />
ilkgençlik dönemlerini görememiş, çocukluğunu yaşayamamıştı.<br />
Ağıdında sık sık bunu dile getiriyor, bütün kabuğu büyük bir hüzünle<br />
nemleniyordu. Komşu kovuklardan taşınan birbirinden lezzetli<br />
kırıntılara (yere damlamış portakal kabuğu reçeli kurusu bile vardı<br />
aralarında) dönüp de bakmıyor, komşu kadınların onca ısrarına<br />
rağmen ağzına lokma koymuyordu. Baba karafatma ise nedense pek<br />
kanının ısınmadığı bu kızı için pek moralini bozmadı; konu komşunun<br />
evi doldurduğu yas ortamından uzaklaşmak için ne olursa olsun<br />
eğlenceden vazgeçmeyen gamsız birkaç arkadaşının peşine takıldı ve<br />
kendisini dairenin yatak odasındaki aynalı komodinin altında<br />
düzenlenen bitlere binen maytların yarıştığı bahislere verdi.<br />
Nil banttan çıkardığı karafatmaların böğürlerinden iğne geçirerek<br />
onları tek tek ipe dizdi. Onları elektrik çarpması için iğneyi prize<br />
soktu, fakat ipteki karafatmalar değil kendisi çarpıldı ve bayıldı.<br />
Nefeslerini tutmuş gözleri yaşlı olayı izleyen karafatmalar sevince<br />
boğuldular ve büyük gayret göstererek el birliğiyle ipi en yakındaki<br />
kovuğa çekiştirdiler. Çok afedersiniz, asidik karafatma boku ipin<br />
üzerinde kuruduğunda onu koparabilen bir kimyaya sahiptir; bu<br />
yüzden yan yana dizili yaralı karafatmaların arasındaki iplerin üzerine<br />
bir güzel kakalarını edip kurumasını beklediler. Yaşlı karafatmaların<br />
birisi yarası enfeksiyon kaptığı için ateşlenerek öldüyse de diğerleri<br />
hızla kendilerini toparlayıp hayata tutunmayı bildiler.<br />
Küçük karafatma ise sırtındaki ve karnındaki kapanmayan iki<br />
delikle birlikte (bu kusuru onu nedense genç erkeklerin gözünde<br />
ayrıcalıklı kılıyordu; bu yüzden bol flörtlü kısmeti açık bir genç kızlık<br />
dönemi geçirdi) karafatma senesiyle elli dokuz yıl mutlu mesut yaşadı<br />
ve mesleği avcılık olan oldukça yakışıklı bir kocaya on evlat verdi.<br />
Karafatma Fablı
semihsuren.com<br />
Sonsuza Değin Birlikte<br />
SONSUZA DEĞİN BİRLİKTE<br />
Yıllar oluyor, kadının güzelliği, zarafeti, hüznü, çektiği acıyı<br />
yansıtan bakışları, insanın içine dokunan sesi hatırımdan çıkmıyor.<br />
‘Selamlar, ismim mühim değil. Ününüzü biliyorum. Telefonunuzu<br />
kimden edindiğimi sormayınız. Sizinle bir işimiz olacak. Vakit gelince<br />
arayacağım.’<br />
Böyle bir mesaj gelmişti telefonuma. Mesajı yanıtlamadım. Altı<br />
hafta sonra telefon etti. Asla unutamadığım o harika sesini ilk o zaman<br />
duydum. Konuşmayı uzun tutmadı. Ertesi gün orada bulunmam için<br />
bir adres verdi, not ettim.<br />
Ertesi sabah taksici beni oldukça şık, büyük bahçesi rengarenk<br />
çiçeklerle ve asırlık olduklarını düşündüren yüksek ağaçlarla dolu,<br />
bakanın ruhunu okşayan klas bir konağın önünde indirdi.<br />
“Rahat olunuz,” dedi oturma salonuna geçtiğimizde. “Hizmetlilere<br />
bugünlüğüne izin verdim. Yalnızız.”<br />
Böylesi bir güzellik görmemiştim. Kadına bakmaya doyamıyordum.<br />
Bu hissimden de utanmıştım. Beni ne denli etkilediğini anlamasın diye<br />
ilgisiz ve soğukkanlı görünmeyi sürdürdüm.<br />
Getirdiği albümü kucağıma koyup açtığımda, “Fotoğraflardaki<br />
beyefendi eşim olur,” dedi. “Evvelki sene kaybettik kendisini.”<br />
Albümün yapraklarını çeviriyordum. Etkileyici bir adamdı kocası.<br />
“Onsuz edemeyeceğimi sonunda kabul ettim,” dedi ve konuyu işimize<br />
getirdi: “Beni öldüreceksiniz.”<br />
“Sizi mi?! A hayır! Hayır, bunu kabul edemem.”<br />
Ayaklanmıştım, gerilmiştim. Sakinleştirdi beni. Aklındaki şeyi<br />
büyük bir cesaretle anlattı bana. Benim gibi büyük gizlilikle çalışan,<br />
işine aşkla bağlı, prensiplerine sadık birisini bulması kolay olmamış.<br />
İstediği şeyi kendi yapamayacağına, başkasına yaptıramayacağına<br />
göre yapsam yapsam ben yaparmışım. İkna etti beni sonunda. Hesap<br />
numaramı aldı ve beni evden samimi bir yakınlık göstererek uğurladı.<br />
Henüz taksideyken, şehre dönüyorken, telefonum kendisinden,<br />
‘Paranız hesabınıza yatmıştır,’ mesajını aldı. Huzursuz oldum, ancak,<br />
nadiren hissettiğim bu hissin üzerinde durmadım.<br />
Üç gece sonra buluştuk. Kentin en göz alıcı lokantasında akşam<br />
yemeği yedik. Ardından sinemaya uğrayıp çok görmek istediği bir<br />
filmi izledik. Vakit gece yarısını biraz geçtiğinde ailelerine özel olan o<br />
küçük kabristandaydık. Mezarı açtım, onu kocasının üzerine gömdüm.
semihsuren.com<br />
Mutluluğun Resmi<br />
MUTLULUĞUN RESMİ<br />
Genç öğretmen son öğrenci de sırasına yerleşene kadar bekledikten<br />
sonra masasından kalktı. Teneffüs henüz bitmişti. Öğrencilerin<br />
çoğunun yüzü kıpkırmızıydı.<br />
“Evet, boyalarınızı göreyim. Dünya tatlılarım, şimdi benim için<br />
mutluluğun resmini yapmanızı istiyorum.”<br />
“Nasıl ki?” diye sordu ön sıradaki küçük kız.<br />
“Mutluluğun resmi. Bunu çizeceksiniz. Mutluluğun resmi.”<br />
Bir başkası, “Bizi en çok mutlu eden şeyleri mi çizelim?” diye<br />
sordu.<br />
“Mutluluğun resmi denildiğinde aklınıza gelen her şeyi<br />
çizebilirsiniz. Resim kâğıtlarınızın arkalarını imzalamayı unutmayın.”<br />
Sınıf sustu.<br />
Çocuk oldukları halde hayal gücü zayıf olanlar hemen kendilerini<br />
ve anne babalarını resmetmeye başladı. Hayal gücünden neredeyse<br />
yoksun olanlar ise başlarını arkadaşlarının resim kâğıtlarına çevirerek<br />
yardım almaya çalışıyordu.<br />
Genç öğretmen masasına oturdu. Bir kitap açıp okumaya başladı.<br />
Arada başını kaldırıyor, “Hişşt ama!” diyordu. “Ses istemiyorum.<br />
Resminize odaklanın.”<br />
O esnada dışarıda yağmur başladı. Yağmur damlaları camlara<br />
vuruyordu.<br />
“Biriniz ışıkları açabilir mi?” diye rica etti öğretmen.<br />
Sonrasında tatlı bir sessizlik oldu.<br />
Dersin bitimine yakın ön sırada oturan öğrencilerin birisi<br />
öğretmenin komutuyla ayağa kalkıp resimleri toplamaya başladı.<br />
Resimler toplanırken hapşıran bir öğrenciye bütün sınıf, “Çok<br />
yaşa!” dedi. Bazı kıkırdamalar oldu.<br />
İki dakika sonra resimler öğretmenin masasındaydı. Öğretmen<br />
saatine baktı.<br />
“Zile yedi dakikamız var. Kim şarkı söylemek istiyor?”<br />
İki kız iki erkek parmağını kaldırdı.<br />
“En çok hanginiz istiyor?”<br />
Çocuklar ellerini daha da kaldırdı.<br />
“O zaman, durun, şöyle yapalım en iyisi. Bilinen bir şarkıyı<br />
söylemeye başlayın, sınıf da size katılsın.”<br />
“Neyi söyleyelim?”
semihsuren.com<br />
“Siz neyi söyleyecektiniz?”<br />
“Ben Murat Boz’dan söyleyecektim.”<br />
“Sen Elif?”<br />
“Tarkan’dan.”<br />
“Mustafa?”<br />
“Ben öğretmenim İzmir’in Kavakları’nı söyleyecektim.”<br />
“Sen nereden biliyorsun onu?”<br />
“Babamdan.”<br />
“Çiğdem sen neyi söyleyecektin?”<br />
“Bilmem, aklıma gelmeden öyle parmak kaldırdım.”<br />
“Peki o zaman. Aklına bir şarkı getirip söylemeye başla. Bilenler<br />
sana katılsın.”<br />
Kız düşündü, düşündü, gide gide damardan, eski bir şarkı buldu.<br />
Öğretmen diğer çocuğa İzmir’in Kavakları’nı söyletmemekle hata<br />
ettiğini düşündü.<br />
“Çabuk olalım aşkım / Her şeyi paylaşalım / Ben kendimi sana<br />
adadım / Sevgilim sensiz anlamsızım,” diye şarkıya giriş yaptı küçük<br />
kız.<br />
Gözlerini kapatarak, kaşlarını hüzünle çatarak söylüyordu. Kimse<br />
ona eşlik etmeyince ikinci yarısını söylemeden şarkıyı bitirdi. Sınıftan<br />
bir alkış koptu.<br />
“Öğretmenim, öğretmenim ben de, n’olursunuz!” diyen parmaklar<br />
kalktı.<br />
“Çocuklar zil çalacak. Haydi toparlanın, bugünlük yeter. Daha<br />
sıralarınızı toplayacaksınız, montlarınızı giyeceksiniz.”<br />
Öğrencilerini gönderdikten sonra sınıftan en son kendisi çıktı.<br />
Öğretmenler odasında biraz oyalandı. Öğlencileri okutan<br />
meslektaşlarıyla çay içip vakit geçirdi.<br />
“Nasıldı bugün?” diye sordular.<br />
“Nasıl olsun, aynıydı,” dedi.<br />
“Koridordan geçiyordum demin. Senin sınıf alkıştan yıkılıyordu.”<br />
“Şarkı söyletiyordum çocuklara. Kız da gitmiş dertli dertli Yıldız<br />
Tilbe söylüyor. Yahu anlamıyorum, küçücük çocuksun, niye…”<br />
Güldüler.<br />
Genç öğretmen çayını bitirince ayaklandı. Arkadaşının elini sıktı.<br />
Odadaki diğer öğretmenlere iyi günler dileyip çıktı.<br />
Dışarıda işleri vardı. Birkaç saati bunlara gitti. Akşamüzeri aracını<br />
evine yakın olan marketin önüne park etti. Akşam yemeği için bir<br />
Mutluluğun Resmi
semihsuren.com<br />
şeyler aldı. Marketten eve kadar yürüdü. Bu yüzden ıslandı biraz. Eve<br />
girer girmez kendisine koyu bir kahve hazırlayıp balkona çıktı.<br />
Yağmuru izleyerek kahvesini yudumladı. Havanın ağır ağır<br />
kararmasını izledi.<br />
Sabah evde unuttuğu telefonunu buldu, eşini aradı.<br />
“Canım kaç gibi gelirsin? Et sote yapacağım. / Tamam bebeğim. /<br />
Gelip alayım ister misin seni? / Ha, tamam. / Yağıyor ya, o yüzden<br />
söyledim. / Peki balım. / Tamam, öpüyorum, görüşürüz.”<br />
Yıllar önce öğrenci evindeyken keşfettiği yöntemle soğanları<br />
gözleri yanmadan doğradı. Dolaptan domates çıkardı, kabukları kolay<br />
soyulsun diye biraz kaynar suda bekletti. Çay suyu koydu.<br />
Yemeği hazırladıktan sonra sofrayı kurdu. Sandalyeleri televizyona<br />
bakacak şekilde yerleştirdi. Karısını beklerken gidip üzerini değiştirdi.<br />
Keyifli bir akşam yemeği oldu. Ardından televizyonun karşısındaki<br />
rahat oturma gurubuna kuruldular. Birlikte izledikleri üç diziden biri<br />
başlamak üzereydi. Karısı meyve soyuyor, genç öğretmen ise<br />
çocukların resimlerini inceliyordu.<br />
“Ailelerini çizmelerini mi söyledin?”<br />
“Hayır. Mutluluğun resmini istedim onlardan.”<br />
Karısının yüzünde bir şefkat anlatımı belirdi.<br />
“Ama n’apsın çocuklar,” dedi yumuşacık bir sesle. “O yaşlarda<br />
hepimizin dünyası, mutluluğu, mutsuzluğu ailemiz. Her şey onlara<br />
bağlı.”<br />
Resimleri uzun uzun inceliyordu. Baktığı resmi en arkaya<br />
koyuyordu.<br />
“Bak bu kocaman bir tane kaplan çizmiş mesela. Kimmiş bu?”<br />
Kâğıdı çevirip ismi okudu. “Hmm. Çizgileri kırmızı, pembe kaplan.”<br />
Birisi mor Milka inekleri ve çikolatalar çizmişti. Bir başkası renk<br />
renk gülümseyen balonlar. Bir diğeri annesiyle kek yapmalarını<br />
çizmişti. Birisi anneannesinin patates kızartışını resmetmişti.<br />
Patateslerin üzerine ‘patatesler’ yazmıştı. Sınıfın en tatlı kızı bir ayna<br />
ve aynanın karşısına kendisine bakan kendisini çizmişti. Yaramaz<br />
oğlanlardan birisi arkadaşlarıyla uzun eşek oynayışlarını resmetmişti.<br />
Oklar çıkarıp yatanların, atlayanların ve yastığın isimlerini yazmıştı.<br />
Karısı başını genç öğretmenin omzuna yaslamış, onunla birlikte<br />
bakıyordu resimlere. İkişer defa baktılar.<br />
“O boş resim fazlalık mı?”<br />
“Herhâlde karışmış araya. Ama dur sayayım.”<br />
Mutluluğun Resmi
semihsuren.com<br />
Saydı. Sınıf mevcudu adedince resim vardı. Boş resmin arkasını<br />
çevirince açık gri kuru boyayla silikçe yazılmış ismi görüp şaşırdı.<br />
Elinde tuttuğu sınıfın en çok gülen çocuğunun mutluluk resmiydi.<br />
Genç öğretmen, “Anlamıyorum,” dedi hayretle. “Ben Semih kadar<br />
mutlusunu görmedim. Görsen, sürekli gülümseyen, kahkaha atmaya<br />
yer arayan, gözlerinin içi parlayan bir çocuk. Çok da tatlı kerata.”<br />
“Hatırlıyorum onu,” dedi karısı. “Yerli malı haftasında sınıfa<br />
misafir olduğumda onun sırasında oturmuştum. Annesinin yaptığı<br />
ıslak kekten ikram etmişti bana, sohbet etmiştik.”<br />
Genç öğretmen o gece geç saatlere kadar uyuyamadı. Ertesi günkü<br />
ilk ders saatinin gelmesi için sabırsızlanıyordu. Saatlerdir düşünüp<br />
duruyor, mutlu bir çocuğun neden mutluluğu boşluk olarak gördüğünü<br />
yorumlayamıyordu.<br />
Gecenin bir yarısı uykusundan uyanıp su içmeye mutfağa giren<br />
karısı onu görünce, “Uyumamışsın,” dedi.<br />
“Semih’in resmini düşünüyorum. Yarın ilk işim…”<br />
Karısı gözlerini ona dikerek, birden, “Bunda bir şey var,” dedi<br />
soğuk bir sesle. “Çocuğa o resmin nedenini sormanı istemiyorum. Ben<br />
çok inanırım böyle şeylere. Bir uğursuzluk, bir şey vardır. Belli mi<br />
olur.”<br />
“Ama…”<br />
“Hayır, sormayacaksın. Söz ver.”<br />
“Peki.”<br />
Gerçekten de genç öğretmen Semih’e resmini neden boş bıraktığını<br />
sormadı. Karısı yattıktan sonra düşünmeyi sürdürdü. Karısının<br />
sözlerinin etkisiyle düşündükçe korktu.<br />
Bir zaman genç öğretmen bu konu yüzünden huzursuz oldu.<br />
Keşke sorsaydı. Huzursuz olmaya değecek bir şey yoktu ortada.<br />
Mutluluğun resmini çizmesi istendiğinde Semih’in aklına abisiyle<br />
PlayStation oynaması gelmişti. Bu mutlu sahneyi özenerek bir güzel<br />
resmetmişti. Ama sonra, resimler toplanırken birden hapşırmış,<br />
resminin üzerini epeyce kirletmişti. Bunu silmeye kalkınca resimdeki<br />
televizyon hafifçe bozulmuştu. Birden çok üzülmüş, ağlayacak hale<br />
gelmiş, gözleri kızarıp dolmuştu. Resim dosyasından yeni bir resim<br />
kâğıdı çıkarıp üzerine ismini yazıp arkadaşının elindeki diğer<br />
resimlerin arasına koyuvermişti.<br />
Mutluluğun Resmi
semihsuren.com<br />
HAYALPEREST BİR ADAMDI MUSTAFA<br />
“Mustafa, götürme bizi oralara.” Yalvarıyordu kadın. Günlerdir<br />
gözleri yaşlıydı. “Götürme Mustafa’m. Gideceksen kendin git.”<br />
Mustafa akşam güneşiyle terlemiş, nemlenmiş, ekşi ekşi kokan koca<br />
gövdesini divana attı. Gömleğinin cebinden öğle vakti sardığı<br />
sigaralardan sonuncusunu çıkardı. “Kızım kibrit götür babana,” dedi<br />
kadın. Büyük kız babasına kül tablasıyla kibrit uzattı. Mustafa<br />
sigaranın ucunu ateşledi. Derin bir nefes çekti içine. “Bir daha ağzını<br />
aç bakalım. Bak bakayım sikmiyor muyum o ağzını senin.” Böyle<br />
söyledi en sert, acımasız sesiyle. Ciğerindeki dumanı burun<br />
deliklerinden sarı bıyıklarının üzerine üfledi. “Siktir ol git şu odadan<br />
kadın! Mamalak suratınla karşımda ağlama! Kaldırma beni şuradan!”<br />
Kadın kızlarıyla birlikte odadan çıktı. Mustafa’yı yalnız bıraktılar.<br />
Köyün yarısı Almanya’ya göçmüştü. Mustafa’nın birlikte büyüdüğü<br />
çocukluk arkadaşlarının hemen hepsi oradaydı. Onu çağırıp<br />
duruyorlardı. Mustafa’nınsa başka bir düşü vardı. Şehirdeki kasaplara<br />
küçükbaş hayvan götürdüğü bir hafta Konak Sineması’nda bir film<br />
görmüş, etkisinden kurtulamamıştı. Almanya yerine Kolombiya’ya<br />
gitmeyi kafasına koymuştu. Almanya’ya gidip milletin bokunu<br />
pisliğini temizleyeceğine, Kolombiya’da başlarda kahve ırgatlığı,<br />
sonradansa beyaz zehir ticareti yapacaklarını söylüyordu. Değil sadece<br />
o köyde o kasabada, koca Anadolu’da kendisinin yapacağını yapmış<br />
adam yoktu. Ondan çok daha deli, çok daha dediğim dedik adamlar<br />
vardı etrafta, ama hiçbiri ailesini bilinmezin kucağına atmıyordu.<br />
Bir gecenin bir köründe, daha kuşlar uyanmadan, bir taksi çağırıp<br />
doğup büyüdükleri köylerinden ayrıldılar. Dökülen bir otobüsle<br />
Ankara’ya, oradan, hurda bir kamyonun kasasında Mersin’e geçtiler.<br />
Motoru baş ağrıtan gıcırtılı tekne onları suyun üzerinde sabahladıkları<br />
bir gece Kıbrıs’a aktardı. Kadının, çocukların çıtları çıkmıyordu.<br />
Adamın birisi onları bir hafta sonra leş gibi, devasa, yarısı<br />
paslanmış, korkutucu bir yük gemisine bindirdi. Üzerleri başları<br />
dökülen, pis kokan, saçları sakalları uzamış, kir pas içinde adamlar<br />
vardı her yanda. Bir gece adamların dördü kaldıkları bölmeyi bastı.<br />
Kucağındaki boğma rakıyla kafası milyon olmuş Mustafa’yı kolayca<br />
alt edip boğazını kestiler. Kadının ve büyük kızın defalarca öldüresiye<br />
ırzına geçtiler. Babasının, annesinin, ablasının cesetlerini denize<br />
attıktan sonra küçük kızı parçaladılar, üç türlü yemeğini yapıp yediler.<br />
Hayalperest Bir Adamdı Mustafa
semihsuren.com<br />
Türk Vampirle Görüşme<br />
TÜRK VAMPİRLE GÖRÜŞME<br />
Büyükannemden onu dinleyerek büyüdüm. Türk vampiri. Vampirle<br />
o Karadeniz yaylasında 1942 baharında karşılaşmış. Onunla geçirdiği<br />
haftayı bana gözlerini kocaman açarak anlatırdı. Çocukluğum bu<br />
hikayeyi dinlemekle geçti desem yeridir.<br />
Öyle esrarengiz bir tavırla anlatır, anlatırken gözleri öyle bir<br />
görüntü alırdı ki! O zamanlar bile çocuk aklımla bunun bir hikaye<br />
olmadığından kuşkulanırdım. Büyükannemin değindiği detaylar son<br />
derece gerçekçi ve huzursuz ediciydi. Bir o kadar da büyüleyiciydi.<br />
Meğersem yıllar yılı hikaye diye dinlediğim o şey gerçekmiş.<br />
Sevgili büyükannem Elsa Theodosiadou geçen Kasım ayında<br />
aramızdan ayrıldı. Son yılını geçirdiği özel hastanede onu son defa<br />
ziyaret etmemden dört gün sonra vefat etti.<br />
O gün boğazından zoru vardı. Konuşamıyordu. Dakikalarca gözleri<br />
nemlenerek beni izledi. Eliyle kağıt kalem istediğini işaret etti. Kağıda<br />
güçlükle bir şeyler yazdı, uzattı. Elime vampirin adresini<br />
tutuşturmuştu. Adresin altında vampirin beni bekliyor olduğu<br />
yazılıydı.<br />
Kağıdı okuduktan sonra büyükannemin yüzüne baktım. Yüzündeki<br />
ifade kanımı dondurdu. Bana öyle bir bakmaktaydı ki, yemin<br />
ediyorum saniyeler içerisinde vücut ısım düştü. Buna yemin<br />
ediyorum.<br />
Aylarca o kağıdın varlığını unutmak istedim. Ama beni sanki<br />
boğazıma yapışmış gibi rahatsız ediyordu. Dayanamadım, durumu<br />
eşim Theo’ya anlattım. Alay edeceğini düşündüğüm için onunla ilk<br />
başta konuşamamıştım. Aksine, Theo beni ciddiye aldı, kızdı bile<br />
bana, bunun büyükannemin benden son dileği olduğunu hatırlattı.<br />
Birkaç hafta sonra ansızın, “Türkiye’ye gidiyoruz!” dedi. Şaka<br />
yapmıyordu.<br />
Ay başında Samsun Uluslararası Çarşamba Havaalanı’na indik. Bizi<br />
Edfa Turizm ve Seyahat Acentesi çalışanları karşıladı. Kibar bir beyin<br />
rehberliğinde, diğer turistlerle birlikte, otobüsle Rize’ye doğru yola<br />
çıktık. Yorgun bir hafta geçirmiştim. Theo’nun omzunda uyumuşum.<br />
Rüyamda büyükannem oldum. Onun gençliğiydim. Aynalarla çevrili,<br />
büyük, loş bir aydınlığı olan bir odada, devasa bir yapbozu çözmeye<br />
uğraşıyordum. Derken, kapısız ve penceresiz bu odanın tavanındaki<br />
tek parça devasa aynanın üzeri ansızın buğulandı. Sonra ise bir...
semihsuren.com<br />
Üç yıldızlı bir otele yerleştik. Ertesi gün hava ağarmadan<br />
toplanacak, diğerleriyle birlikte yayla yürüyüşü programına<br />
katılacaktık. Ben odamızda kestirmeyi sürdürürken, Theo acentenin<br />
bizi gözetmesi için görevlendirdiği rehberle yemek yedi. Theo odaya<br />
döndüğünde uyanmış, dergi bakıyordum. Rakı içmişlerdi, Theo<br />
kokuyordu. Rehber çocukla anlaşmış. Çocuk bizi büyükannemin<br />
notunda ismi geçen Hacer Ana denen kadınla buluşturmayı kabul<br />
etmiş. Çocuk birisine telefon açmış. Kısa konuşmuşlar. Konuştuğu<br />
kişi Hacer Ana’yı biliyormuş. Bizi Hacer Ana’yla buluşacağımız<br />
yerde bırakacaktı. Tam yirmi dört saat sonra diğer turistler dönerken<br />
aynı yerde onlara tekrar katılacaktık.<br />
İşleri böylesine kolay halledebildiği, beni Türkiye’ye getirdiği için<br />
Theo’nun boynuna sarıldım. Rakı kokusuna ve üç günlük sert sakalına<br />
aldırmayarak öpüştüm onunla. Yüzüm yolundu gerçi, ama<br />
aldırmadım, Theo’m bir tanedir.<br />
“Şu senin vampir gerçek çıkar umarım,” diyordu. “Buraya kadar<br />
gelmişken ‘nefis yaylalardan, buzul göllerinden, bulut denizlerinin<br />
muhteşem manzarasından’ mahrum olacağız.”<br />
Bu söylediklerini gezi kataloğundan okuyordu.<br />
“Çatlak şey!” dedim. “Hadi uyu şimdi, yorgunluğunu at.”<br />
Theo tüm gece horul horul uyudu. Ben uykumu almıştım.<br />
Televizyonun önünde sabahı ettim. Tek kelimesini anlamadığım bir<br />
Türk dizisinin tekrarını izledim. Sonra kanalları gezerken e2 kanalına<br />
rastladım. Nip/Tuck dizisinin eski bir bölümü oynuyordu. Dr.<br />
Christian Troy yine götürüyordu hatunları. Theo’yla ne izlerdik!<br />
Bitmeseydi keşke. Hâlâ süren Yalan Rüzgarı gibi senelerce sürseydi.<br />
Sıkıntıdan ayak parmaklarıma oje sürüyordum. Kapımız vuruldu.<br />
Vakit gelmişti. Theo’yu uyandırdım. Birer Bounty yedikten sonra<br />
valizlerimizi toparlayıp lobiye indik. Minibüslere doluştuğumuzda<br />
hava hâlâ karanlıktı.<br />
Bir köyün içinden geçiyorduk. Bir çay ocağının önünde durduk.<br />
Rehber çocuk, “Siz burada iniyorsunuz,” dedi.<br />
O da bizimle birlikte indi. Çay ocağına girdi, yaşlı bir adamla<br />
birlikte çıktı. Adamla tokalaştık. Ben böyle tokalaşan görmedim.<br />
Elimizle değil kolumuzla tokalaştı resmen. Theo ile baş bile<br />
tokuşturdular. Gülesim geldi. Kaşlarına kadar beyazlamış, başı bereli,<br />
ceketli, kırışık yüzlü, sigara içmekten bıyıkları sararmış birisiydi. Adı<br />
Yılmaz’mış. Hacer Ana’nın kocası olurmuş.<br />
Türk Vampirle Görüşme
semihsuren.com<br />
Rehber çocuk motoru hır hır hır eden minibüse atladı, biz de<br />
ihtiyarın peşine düştük. Patikalardan geçirdi bizi. Sabah ayazı<br />
yüzümüzü üşütüyordu. İhtiyar bağıra bağıra bir şeyler anlatıyordu. O<br />
gülüyor diye biz de gülüyorduk. Biz gülünce zannediyordu ki<br />
söylediklerini anlıyoruz. Ay ne âlem adamdı.<br />
Tek katlı beton bir eve girdik. Hacer Ana’yı bekliyorduk. Yılmaz<br />
bize monomon mu menemen mi öyle bir şey yaptı. Yanında neskafe<br />
ikram etti. Sonra nedense bizden sıkıldı. Radyo açtı. Sobayı karıştırdı.<br />
Eline bir kıracakla bir poşet fındık alıp karşı divana kuruldu. Biz<br />
pencerenin önündeki diğer divandaydık. Havanın ağarışını izledik.<br />
İlerideki tepede sırtlarında kuru çalılar olan beli bükük yaşlı<br />
kadınlar göründü. Yılmaz’ı çağırdık. Soldaki kadını işaret etti. Hacer<br />
Ana oydu. Zayıf bir şeydi. Yetmişlerinde gösteriyordu. Evin elli metre<br />
kadar ilerisinde diğer kadınlardan ayrıldı. Bahçeye girerken bizi<br />
gördü, el salladı. Biz de ona el salladık. İçeri girmedi. Sırtındaki<br />
çalıları yere yıkarken bize dışarı çıkmamızı işaret etti. Yılmaz bizi<br />
eşikten uğurladı.<br />
Hacer Ana konuşmadı bizimle. Yüzü gülüyordu ama. Bize birer<br />
ince uzun sopa verdi. Birlikte yola düştük. Güzel bir doğa yürüyüşü<br />
oldu. Theo’yla onu izliyorduk. Nasıl çevikti, nasıl hareketliydi! Tek<br />
kusuru köyün diğer kadınları gibi beli büküktü.<br />
İncecik akan bir akarsu boyunca yukarılara doğru hafif bir eğimle<br />
tırmanıyorduk. Dört metrelik gürültülü bir şelaleye vardık sonunda.<br />
Orada durduk. Theo neden durduğumuzu sormaya çalıştı. Hacer Ana<br />
beklememizi işaret etti. O an korkuya kapıldım. Vampirin yaşam<br />
alanına yaklaşmış olmalıydık.<br />
Hacer Ana boynunu kıtırdattı. Kollarını sıvadı. Sopasını kayaya<br />
dayadı. Endişeyle izlemeye başladık. Sopayı dayadığı kayanın üzerine<br />
çıktı. Onun üzerindeki ve onun üzerindeki kayalara da. Orada bitmiş<br />
bitkileri yoldu. Kolunu omzuna kadar bir aralığa soktu. Bir şey tık etti.<br />
Ardından mekanik bir gümbürtü oldu. Theo’ya yarım adım yaklaştım,<br />
korkuyla kolunu sıktım. Birdenbire şelalenin arkasından ahşap bir<br />
tente gerildi ve şelale akıntısını bir tülü aralar gibi araladı. Üçümüz<br />
buradan içeri girdik. Kalbim nasıl çarpıyordu anlatamam.<br />
Hacer Ana elini koynuna soktu. Bir cep telefonu çıkardı oradan.<br />
Işığını yaktı. Epeyi kuvvetli bir ışıktı. Bir tünel girişinde olduğumuzu<br />
gördük. Heyecandan bacaklarım titremeye başlamıştı. Theo da<br />
tırsmıştı, anladım. Gövdelerimizi birbirimize yakın tutuyorduk.<br />
Türk Vampirle Görüşme
semihsuren.com<br />
Hacer Ana bize yaklaştı. Tatlı tatlı gülüyordu. Rahatlamamızı<br />
istiyordu. Biz gülümseyemedik. Telefon ışığını karanlıkta gezdirdi.<br />
İleride kumaşı kirlenmiş bir puf gördük. Telefonu Theo’ya uzattı.<br />
Gidip pufu aldı, yanımıza gelip duvara dayadı, üzerine çıktı, uzandı ve<br />
Theo’nun ışık tuttuğu yerdeki kovuğa elini sokup bir şey çevirdi.<br />
Şelaleyi aralayan tahta düzenek gürültüyle geri kapandı. Birkaç saniye<br />
zifiri karanlıkta kaldık. Sonra ansızın etraf tavana gömülü spot<br />
ışıklarla ışıdı. Tertemiz bir yerde olduğumuzu gördük ve şaşırdık.<br />
Hacer Ana birden doğruldu. Kambur sırtı dimdik oldu.<br />
“Korkmayın çocuklar,” dedi güzel bir İngilizceyle. “Korkacak<br />
olursanız, bir rüya görüyor olduğunuzu düşünün.”<br />
Böyle söylüyordu ama bir insanı korkudan öldürecek şeyler<br />
yapıyordu. Nefesim kesildi, bakamadım, başımı çevirdim. Tırnaklarını<br />
boğazına geçirmiş, yırttığı yere parmaklarını sokmuş, yüz derisini<br />
çenesinden yukarıya kaldırmaya başlamıştı.<br />
Korkuyla titreyerek yüzümü Theo’nun göğsüne kapadım. Theo’nun<br />
kalbi delice çarpıyordu. Onu geriye doğru itiyordum. Birden direndi,<br />
Theo’yu itemez oldum. Saçlarımı öptü. Yüzümü çevirip Hacer Ana’ya<br />
bakmamı istedi. Kasılmıştım, dönemiyordum. Theo gövdemi çevirdi.<br />
Çenem titriyordu. Yüzümün, kaşımın gözümün kontrolünü<br />
yitirmiştim. Yüzüm yanıyordu. Vücudumun geri kalanında his yoktu.<br />
Theo yüzümdeki saçları çekti ve onu gördüm. Az önce Hacer Ana<br />
olan şeyi gördüm. Hacer Ana’nın kıyafetlerinin içinde uzun boylu,<br />
narin yapılı, güleryüzlü, dünya güzeli bir kız duruyordu.<br />
“Lütfen korkmayın, lütfen,” diyordu. Bunu söylerken ise<br />
kollarındaki yaşlı deriyi kaldırıyordu. “Kostüm bunlar. Makyaj. Film<br />
setinde yaşlandırılmış bir aktris gibi düşünün beni.”<br />
Bir şey söyleyemedik. Güzelliği göz alıcıydı. Sanırım<br />
büyülenmiştik. Ama üzerimizdeki korku bir anda gidivermişti. Çünkü<br />
gözlerimizin içine bakıyor, tatlılıkla gülümsüyor, yumuşacık bir sesle<br />
konuşuyor, bizi yatıştırıyordu.<br />
“İyi ki geldiniz. Ah, ne sevindim,” diyordu üzerindeki yapay deri<br />
kalıntılarını soyarken. “Elsa’nın torunu. Bebeğim,” diyordu bana.<br />
Evet, oydu, gerçekten oydu. Çocukluğumda büyükannemden<br />
dinlediğim gibiydi.<br />
“Vampir gibi değildi,” derdi büyükannem. “Peri gibi güzeldi.”<br />
Türk Vampirle Görüşme
semihsuren.com<br />
Kavak Ağacı Depresyonda<br />
KAVAK AĞACI DEPRESYONDA<br />
Bir kavak ağacıyım ben. Kendimi bildim bileli böyle içimden kendi<br />
kendime konuşup dururum. İnsanlar farkında olmasa da, görüldüğü<br />
üzere, ağaçlar da hisseden, düşünen canlılardır. Biz de kendimize göre<br />
planlar yapan, üreyen, analık eden, umut besleyen, en az insanlarınki<br />
kadar değerli hayatları olan, iyisiyle kötüsüyle, masumuyla çakal<br />
ruhlusuyla gayet akıllı varlıklarız.<br />
Bir derdim var benim, o yüzden içim sıkıntıda, daralıyorum,<br />
çaresizlikten, kasvetten kabuklarımda oyuklar çıkıyor. Kesecekler<br />
yakında beni. Etrafımda uçuşan, bulunduğum okul bahçesine<br />
teneffüse çıkan çocukları hapşırtan, bazılarını hasta eden polenlerim<br />
yüzünden. Bu seneye kadar hiç sorun olmamıştı. Eski bir okul bu. Şu<br />
an pencereden ders görürken izlediğim bu sevimli çocukların anneleri,<br />
dayıları, amcaları, halaları, teyzeleri de aynı böyle gözlerimin önünde<br />
okudu. Şu bakın, sarı saçlı kıvırcık bir kız var, ikinci kattaki soldaki<br />
sınıfın önden üçüncü sırasında oturuyor. Evet işte o, kırmızı kalemini<br />
ısırıp dişlerini pembe pembe eden kız. Onun annesiyle babası, o kız<br />
kadarken, ufacıklarken, benim gölgem altımda birbirlerine aşık<br />
oldular. Sekiz sene okudular gözümün önünde, üzerime isimlerini<br />
kazıdılar çakıyla (zaten her yanımda isim, kalp, slogan, küfür falan<br />
kazılı), sonra yağmurlu bir gün öğle vakitlerinde herkes sınıflarda<br />
bunlar nöbetçiyken, kimse görmeden kalın gövdemin arkasına<br />
saklanıp birbirlerine ilk öpücüklerini vermişlerdi. Hiç unutamam, hâlâ<br />
hatırımdadır o mutlu sahne. Sonra nasıl olmuşsa yılların ardından<br />
birbirlerine tekrar rastlayıp tekrar aşık olmuşlar da sonunda onlardan<br />
bu edepsiz sarı kız doğmuş. Çok edepsiz, cimcimedir bu, az değildir,<br />
oğlanlara neler çektiriyor, yavrucukları peşinde pervane ediyor.<br />
Ya, işte böyle, ben insanları çok severim, bu şehirdeki insanların<br />
çoğu, son iki kuşak gözlerimin önünde öğrendiler dünyayı, gölgemden<br />
faydalandılar, üzerimdeki karıncaları, salyangozları, eteğimdeki<br />
solucanları toplayıp fen hocalarına götürdüler, reçinelerimi koparıp<br />
koparıp ağızlarına sakız ettiler, ilk çizdikleri resimlerdeki ağaçları<br />
boyarken pencereye dönüp hep bana baktılar, o an yeşilin hangi<br />
tonundaysam o yeşille boyadılar manzaralarını.<br />
Kesmeseler beni. Kahroluyorum. Ya benden kalem değil (kalem<br />
yine iyidir, gam yemem) kürdan, kibrit çöpü, kepçe, masa ayağı falan<br />
yaparlarsa? N’olursunuz, duyun beni, söyleyin, kesmesinler, n’olur!
semihsuren.com<br />
Şaka Gibi<br />
ŞAKA GİBİ<br />
Çarşamba günü akşamüzeri falezlerdeki patikadan inip kayalıklara<br />
sabitlenmiş merdiveni kullanarak denize girdim. İleriye doğru beş yüz<br />
kulaç atıp geri dönecektim. Ukraynalı ve Rus turistler kayalıkların<br />
üzerinde uyukluyor, batan güneşle ısınıyorlardı.<br />
Suda benden başkaları da vardı. Daha önce yüzerken tanışıp sohbet<br />
ettiğim amcalar ve teyzelerle selamlaşarak kıyıdan kulaç kulaç<br />
uzaklaşmaya başladım.<br />
Ardı ardına kulaçlar atıyor, dört yüz doksan iki, dört yüz doksan üç<br />
diye içimden sayıyordum ki, birden bir şey oldu. Birisi şortumu çekip<br />
bacaklarımdan çıkardı. Sinirden kan beynime sıçradı. Bu salak şakayı<br />
yapan kimse suyun yüzüne çıkması için bekledim.<br />
Bir dakika geçip etrafımda kimseyi göremeyince öfkem yerini<br />
şaşkınlığa ve korkuya bıraktı, panikledim. Suyun altına dalıp bulanık<br />
görüşümle etrafa bakındım. Ne sağımda solumda ne derinlerde<br />
herhangi bir karartı veya insan lekesi görebildim.<br />
Çırılçıplaktım.<br />
Kararsızlıkla olduğum yerde duruyordum. Falez üzerindeki parkta<br />
yürüyüş yapanları görebileceğim kadar açıktaydım. Onlar da beni<br />
görebiliyorlardı.<br />
Güneş batıyordu, üşümeye başlamıştım. Vücut ısımın düşmemesi<br />
için kıyıya paralel şekilde ileri geri yüzdüm. Suya gireli kırk dakikayı<br />
geçmişti. Benimle birlikte suda yalnızca dört kişi kalmıştı. Üçü yan<br />
yana kıyıya yüzüyordu. Patikadan manzaranın güzelliği hakkında<br />
konuşarak indiğim kilolu teyze patikadan geri çıkıyordu.<br />
Güneş dağların arkasında gözden kaybolup beyaz sular giderek<br />
koyulaşmaya başladığında hâlâ yüzüyordum. Kayalara çıkıp kurumak<br />
için kayalardaki insanların toparlanıp patikaya koyulmalarını<br />
bekliyordum. Sık sık kollarım uyuşuyor, suyun yüzüne uzanıyordum.<br />
Ancak çırılçıplak olduğumun anlaşılacağı korkusuyla bu rahat<br />
pozisyonda uzun süre kalamıyordum.<br />
Genç turistlerin gideceği yoktu. Güneş battıktan sonra üzerlerini<br />
giyinmişler, çantalarından yiyecek içecek çıkarmışlardı. Bana<br />
bakıyorlardı. Aralarında şakalaşıyor, arada bana doğru anlamadığım<br />
bir şeyler diyorlardı. Hava iyice kararmaya başladığında patikadan<br />
aşağıya inen gençler görünce tamamen umutsuzluğa kapıldım. Bunlar
semihsuren.com<br />
büyük ihtimalle kayalıklarda oturup saatlerce bira içecek, çekirdek<br />
yiyeceklerdi.<br />
Sırt çantam kayalıklardaydı. İçinde tişörtüm, kurulanmak için<br />
küçük bir havlu ve bir litre su vardı. Çantam tamamen aklımdan<br />
çıkmıştı. Önümü arkamı kapatarak sudan çıkabilmek için kıyıya<br />
yaklaşıp turistlerden çantamı suya atmalarını isteyebilirdim. Veya<br />
daha mantıklısı bana şortlarını ödünç vermelerini rica edebilirdim.<br />
Veya sudan çıplak çıkıp gülünç duruma düşmeyi ve alay edilmeyi<br />
üşüyüp hastalanmaya tercih edebilirdim. Sonuçta oradaki turistlerle<br />
büyük ihtimalle ömrümde bir daha karşılaşmayacaktım.<br />
Ama işte salaklık ettim. Patikadan inen gençleri gördüğümde<br />
küfürler ederek kıyıya paralel şekilde yüzdüm ve suya girdiğim<br />
yerden yüzlerce metre uzaklaştım. Orada balıkçılar vardı. Daha da<br />
ileri gittim. Yine balıkçılar vardı. Balıkçıların olmadığı, beni kimsenin<br />
göremeyeceği bir kayalık sırası bulmam için bir buçuk saat yüzmem<br />
gerekti. Oradan ellerimi ve dizlerimi kanatarak kayalıklara tırmandım.<br />
Vücudum kururken titriyordum.<br />
Suya girdiğim yere geri yüzmem gerektiğini biliyordum.<br />
Falezlerden evime en yakın yer orasıydı. Ay bir türlü doğmuyordu.<br />
Etraf epeyi karanlıktı. Böcekler, fareler gelecek diye tiksiniyordum.<br />
Sonra ay doğar, ortalık biraz aydınlanır diye umut etmeyi kestim.<br />
Önceki gece ayın çok ince bir hilâl şeklinde olduğunu hatırlamıştım.<br />
Hava giderek soğuyordu. Veya hissettiğim açlığın da etkisiyle<br />
giderek üşümem artıyordu. Kimsenin beni görmediğine emin olduğum<br />
bu kayalıkları bulmam için ne kadar yüzmüş olduğumu tahmin ettim.<br />
Bu süreye kayanın üzerinde titreyerek geçirdiğim süreyi ekledim.<br />
Buna dönüş yolumu ekleyecek olursam suya girdiğim yere<br />
yaklaştığımda orada kimsenin kalmamış olacağını düşündüm. Buna<br />
neredeyse emindim, çünkü yarım saat önce sert bir rüzgâr başlamıştı.<br />
Ekim ayında, ay ışıksız karanlıkta, şehir Antalya bile olsa, kimse<br />
rüzgâr eserken kayalıklarda oturup üşütmek istemezdi.<br />
Rüzgârla birlikte deniz kabarmış, dalgalanmıştı. Dalgalar kayalara<br />
çarpıyor, üzerime su sıçratıyor, tüylerimi diken diken ediyordu.<br />
Üzerime bir halsizlik gelmişti. Başım dönüyordu. Midem<br />
gurulduyordu. Bu soğuk dalgalara atlayıp saatlerce yüzme fikri ölüm<br />
gibi geliyordu. Bulunduğum kayalıklardan falezlerin başına kadar<br />
tırmanmayı başarsaydım otoyol kenarına çıkardım. Bunu<br />
Şaka Gibi
semihsuren.com<br />
yapabilirdim, gözüm kesiyordu, ama acınacak halde olduğumu fark<br />
ettiğim hâlde hâlâ utanıyordum.<br />
Çaresiz bir şekilde dalgaları beyaz beyaz köpüren karanlık buz gibi<br />
suya atladım. Daha yüz metre ilerlememiştim ki gücümün tükendiğini<br />
hissettim. Kollarım kopuyordu, sürekli dinlenmem gerekiyordu.<br />
Kıyıya yakın yüzüyordum. Bundan korkuyordum. Görüş çok<br />
karanlıktı. Bazen dalgalar çekilirken ayaklarım suya gömülü kayalara<br />
değiyordu. Bazen de dalgalar beni kaldırıyor, kıyıda yükselen sivri<br />
kayalara tehlikeli biçimde yaklaştırıyordu.<br />
Azmettim, dura dinlene yüzmeyi sürdürdüm. Artık bu gece<br />
ölebileceğimi düşünmeye başlamıştım. Gücüm tükeniyordu. Kulaç<br />
attığımı görüyordum ama kollarımı hissedemiyordum. Boynum beni<br />
korkutan bir şekilde uyuşuyordu. Çenem takırdıyordu. Öyle bir<br />
yerdeydim ki tekrar kayalara çıkıp dinlenmem mümkün değildi. Ya<br />
devam edecektim, ya ölümü kabullenecektim.<br />
Artık kulaç atamıyordum. Başımı suyun üstünde tutarak yavaş<br />
yavaş ilermeye çalışıyordum. Ama akıntı bana doğruydu, ilerleyiş<br />
hızım acınasıydı. Sonra birden kollarımı tekrar hisseder gibi oldum.<br />
Bu sefer de onları sudan çıkaramıyordum, çünkü sudan çıkardığımda<br />
donuyordum. Hava dehşet soğuk geliyordu. Yüzümü zaten bir<br />
tahtaymış gibi hissediyordum.<br />
Burnumdan sürekli akan sümükleri ve arkadan başımı örten, önden<br />
yüzüme çarpan dalgalar yüzünden deniz suyu yutarak ilerliyordum.<br />
Bu soğuk işkence ne kadar sürdü bilmiyorum. Başım öyle dönüyordu<br />
ki, dünya öyle uğulduyordu ki. Sonunda denize girdiğim kayalıkları<br />
karanlıkta seçebilmek mutluluğuna eriştim. Paslanmış demir<br />
merdivenlerden bütün vücudum soğuktan zangır zangır titreyerek<br />
güçlükle çıkabildim.<br />
Kendimi çok yüksek yerden düşmüş ama ölmemiş gibi<br />
hissediyordum. Görünürde öyle bir şey yoktu fakat parçalandığımı<br />
hissediyordum. Başım kazan gibiydi. Nefes almak zordu. Vücudum<br />
kısım kısım uyuşuktu, bu canımı acıtıyordu, kısım kısım hissizdi, bu<br />
da beni korkuyordu.<br />
Merdivenin başında çömelmiş duruyordum. Hemen yanımda<br />
terliklerimi gördüm. Çantam aklıma geldi. Terlikleri giydim, çantamın<br />
yanına gittim. Çantamın çalınmış da olabileceğini o an akıl ettim.<br />
Öyle bir şey olsaydı ne yapardım hiç bilmiyorum. Anahtarlarım<br />
içindeydi. Bir şekilde evime girerdim veya tanıdığım birinin evine,<br />
Şaka Gibi
semihsuren.com<br />
ama utancımdan ölürdüm. Çanta koyduğum yerde duruyordu. Belki<br />
biri onu açmıştır. Ama içinde kimseye yarayacak bir şey yoktu.<br />
Suyum duruyordu. Öyle susuz hissediyordum ki, kana kana içeceğimi<br />
sanıyordum, ama iki yudum zor aldım, midem bulandı. Küçük<br />
havluyla kurulandım, tişörtü üzerime geçirdim.<br />
Donuyordum, titriyordum. Dişlerim vuruyordu. Hapşırıyordum,<br />
burnum durmuyordu. Saatin kaç olduğundan haberim yoktu. O<br />
kayalıklarda ölmek üzereydim ama canımın derdine düşeceğime hâlâ<br />
geri zekâlı gibi utanıyordum. Sudan çıkalı yarım saati geçmişti.<br />
Oyalanacağıma gözümü karartıp eve gidebilmiş olsaydım, çoktan<br />
karnımı doyurmuş, sıcak duş almış, uyumuş olurdum.<br />
Sonunda karar verebildim. Küçük düşmeyi göze almıştım, ama<br />
götüne başına pamuk tıkar gibi, eller önde arkada gidemezdim.<br />
Kayaları kullanarak tişörtün kol deliklerini yırtıp genişlettim.<br />
Buralardan bacaklarımı sokarak onu giydim, tişörtü belime çektim,<br />
karnımdan katlayarak örtünmeye çalıştım. Gülünç durumdaydım.<br />
Keşke küçük bir havlu yerine plaj havlusu getirmiş olsaydım.<br />
Havluyu da kullanarak, komik bir kıyafetle, Tarzan’a benzeyerek,<br />
sırtımda çanta, patikadan çıktım. Gece olmuştu. Yoldan gelen geçen<br />
kalmamıştı. Hâlâ aydınlık olan parktan ve ışıl ışıl caddeden<br />
geçemedim. Yolumu uzatmak pahasına civardaki karanlık binaların<br />
arka sokaklarından dolandım.<br />
Şüphesiz beni o halimle balkonlarından, pencerelerinden görenler<br />
oldu. Sokakta karşılaştıklarım oldu. En acısı, oturduğum apartmana<br />
vardığımda komşularım gördü beni. Ama yukarıdan baktıkları için<br />
çok çok gece serinliğinde üstsüz olmamı yadırgarlar diye düşünerek<br />
kendimi avuttum. Yüksekten bakıldığında belki altımdaki kepaze<br />
görünüm şort sanılabilirdi.<br />
Kendimi eve attığımda ömrümde hiç hissetmediğim kadar berbat<br />
hissediyordum. Ağlayasım vardı. Mutfağa şöyle bir uğrayıp ekmeğin<br />
arasına sürme çikolata koyup yedim. Kaynar suyla duş aldım. Aylardır<br />
soğuk suyla yıkanan bünyem buna tatlı tepkiler verdi.<br />
Banyodan çıktığımda yorgunluktan ölüyordum. Boxerımı bile<br />
giymeden yatağa attım kendimi. İnce yorganı çeneme kadar çektim,<br />
çırılçıplak uyudum.<br />
Kalktığımda denizde üzerimden çekip alınan şortum üzerimdeydi.<br />
Şaka Gibi
semihsuren.com<br />
Oyunlar<br />
OYUNLAR<br />
Kırk sekiz yıl önce. 2012 yılı. Adam yirmi dokuz, kadın yirmi dört<br />
yaşındaydı. Yeni evlilerdi. Aynı banka şubesinde çalışıyorlardı. Kasım<br />
ayında kadının hamile olduğunu öğrendiler. Bunu beklemiyorlardı.<br />
Aynı ay hiç ummadıkları bir diğer şey gerçekleşti. Haftalardır<br />
devreden büyük ikramiye adamın loto kuponuna isabet etti.<br />
Parayı aldıktan sonra ülkeyi sessiz sedasız terk ettiler. Ortak<br />
hayallerini yaşamaya başladılar. Kendilerini bildiler bileli aynı düşü<br />
kurmuşlardı. Dünyanın dört bir yanında farklı şehirlerde kısa sürelerle<br />
araba ve eşyalı daire kiralayıp yaşamayı düşlemişlerdi. Hiçbir yerde<br />
birkaç aydan fazla yaşamamayı planlıyorlardı. Böylelikle hayatlarına<br />
yabancıları sokmayacaklardı. Ömürlerini bir yere bağlanarak, bir yere<br />
alışarak geçirmemiş olacaklardı. Sahibi oldukları bu beklenmedik para<br />
ömürlerinin sonuna dek bu hayallerini yaşamalarını sağlayacaktı.<br />
Kadının gebeliği tamamen kazaydı. Karnında istenmeyen iki çocuk<br />
büyüyordu. Kürtaj için gün sayıyorlardı. Ancak ilk kürtaj<br />
girişimlerinde bir sürprizle karşılaştılar. Kadın on milyonda bir<br />
görülen bir rahim genetiğine sahipti ve kürtaja elverişsizdi.<br />
Bir rüya gibi yaşamayı planladıkları hayatlarında bu çocukları<br />
kesinlikle istemiyorlardı. Doğduklarında onları derhal ortadan<br />
kaldıracaklardı. Çocuklarına başka ailelerin yanındaki bir geleceği bile<br />
çok görüyorlardı. Çocuklar yaşarsa, onların varlığının mutluluklarına,<br />
rüyamsı yaşamlarına gölge düşüreceğini düşünüyorlardı.<br />
Doğum St. Petersburg’da gerçekleşti. Kadın hastaneden taburcu<br />
olduktan sonra hemen başka bir kente uçacaklar, orada bebeklerden<br />
sonsuza dek kurtulacaklardı. Bebekleri kara gömeceklerdi. Ani ve<br />
acısız bir ölüm olacağı fikrindeydiler.<br />
Fakat tüm Rusya gündemini uzun süre meşgul edecek esrarengiz bir<br />
olay gerçekleşti. Gözlerden uzak o küçük özel hastaneden kendi<br />
bebekleriyle birlikte aynı gece yirmi bebek kaçırıldı.<br />
Yıllar sonra, bebekleri kaçıranların kimlikleri belli oldu. Bir grup<br />
aşırı zengin çılgın insan tarafından finanse ediliyordu bu kaçırma<br />
olayları. Birkaç sene içerisinde dünyanın dört yanından yirmi bin<br />
çocuk kaçırılmıştı. İki kuşak sonra dünyayı yönetmek istiyorlardı.<br />
Yirmi bin bebeğin kimlikleri yeni yeni saptanıyor. St. Petersburg<br />
hastanesinden kaçırılan Türk asıllı ikizlerden birisi Nato’da üst düzey<br />
bir mevkide, diğeri ise Fransa Parlamentosu’nda görev alıyor.
semihsuren.com<br />
Oyuncak Maç<br />
OYUNCAK MAÇ<br />
Kadriye Teyze geçen eylül ayında pazar alışverişinde kendisini<br />
kaybedip yere yığıldı. Tanımadığı insanlarca hastaneye götürüldü.<br />
Kansermiş. Torunundan, komşularından sakladı bunu. Yaşlı ve<br />
kırılgan bünyesi kuru soğukların etkisiyle aralık ortalarına doğru gözle<br />
görülür biçimde kötülemeye başladı. Göz altları belirgin şekilde<br />
torbalandı. Göz çukurları çöktü. Yüz çizgileri derinleşti. İfadesi<br />
donuklaştı. Çay içmeye çağırdığı komşuları, “Kadriye Abla sen<br />
zayıflıyorsun,” demeye başladı. Demliği on saniyeden fazla tutmaya<br />
kalksa eli titriyordu. Bu yüzden evine kimseyi çağırmaz oldu. Böyle<br />
olunca iyice yalnızlaştı, içine kapandı. Tek arkadaşları üç senedir<br />
birlikte yaşadığı ortanca oğlundan torunu Hakan ile onunla<br />
PlayStation oynamaya gelen komşu çocukları oldu.<br />
Kadriye Teyze televizyonda kadın programı veya dizi izlerken<br />
Hakan arkadaşlarıyla gelip televizyonu sahiplenirdi. Kadriye Teyze<br />
çıtını çıkarmazdı. Kadın programı ve dizi izlediği dikkatle, çocuklarla<br />
birlikte onların PlayStation’da kapışmalarını izlerdi. Onlara çay<br />
demler, kek yapardı. Yerinden kalkamayacak kadar ağrısı sızısı varsa<br />
Hakan’ı bakkala gönderip abur cubur ve kola aldırırdı.<br />
Yeni yıla iyi girmedi. Sabahları genzinde duyduğu kötü bir tatla<br />
uyanıyor, lavaboya koşup eğiliyordu. Burnundan yarım çay bardağı<br />
kan damlıyordu.<br />
Bir gün Hakan’ın arkadaşlarının arasında hiç görmediği birini<br />
görünce, “Kimin oğlusun yavrum sen?” diye sordu.<br />
“Teyze ben Hakan’ın ortaokuldan sınıf arkadaşıyım. Hatırlamazsın,<br />
bir defasında Hakan beni buraya getirmişti. Arka odada ders<br />
çalışmıştık. Bize patates kızartmıştın.”<br />
“Dur bakayım. Kenan mısın sen?”<br />
“Kemal,” diye düzelltti Hakan, PlayStation’ını Migros torbasından<br />
çıkarırken.<br />
“Kemal hah, Kemal,” diye sevindi Kadriye Teyze. “Hatırladım.”<br />
“İyi hatırladın vallahi teyzeciğim. Çok tombuldum o seneler.”<br />
Hakan arkadaşlarıyla kısaca PES denilen Pro Evolution Soccer<br />
isimli bir oyun oynuyordu. Kemal oynamayı pek bilmiyordu. İlk<br />
birkaç maçta farklı şekilde mağlup olunca pes edip arkadaşlarının<br />
yanından kalktı. Kadriye Teyze’nin yanına oturdu.
semihsuren.com<br />
“Kadriye Teyze Hakan’la konuştuk bayağı. Futbola çok<br />
meraklıymışsın.”<br />
“Çook,” dedi Kadriye Teyze gülerek.<br />
“Kemal sor bakayım,” dedi Hakan, yeni maç için kadro kurarken.<br />
“Messi’ci miymiş, Ronaldo’cu mu?”<br />
Kemal gülümseyerek, “Hangisi?” diye sordu.<br />
“İkisi de oğlum sayılır benim,” dedi Kadriye Teyze. “Messi daha<br />
efendi tabii. Öteki biraz horoz, ama o da iyi çocuk. Bizim bir Halide<br />
Hanım vardı rahmetli, çaya gelirdi. Ronaldo onun sümüklü torununa<br />
benziyor. Hakan hatırlıyor musun sen Alper’i?”<br />
Çocuklar gülüştü. 98 Dünya Kupası’ndan beri maç izleyen Kadriye<br />
Teyze’nin sıkı bir futbol bilgisi vardı.<br />
“Ah yavrum, Hakan topçu olsun ne çok istedim,” diyordu. “Hayatı<br />
bu çocuklar yaşıyor. Spor yapıyorlar, sağlıklı yaşıyorlar, ömürleri<br />
oyun oynayarak geçiyor, paraya para demiyorlar, şan şöhret de<br />
cabası.”<br />
Oynadığı maçı kaybeden Hakan analoglu kolu sıra bekleyen<br />
arkadaşına verip babaannesiyle Kemal’in karşısına oturdu.<br />
“Kemal biliyor musun, babaannem de PES oynuyor.”<br />
“Hadi! Öyle mi Kadriye Teyze?”<br />
“Eh, öğrendik bir şeyler,” dedi yaşlı kadın.<br />
“Şaka yapıyorsunuz,” dedi Kemal.<br />
“Yoo, ne şakası,” dedi Hakan. “Seni rahat yener. Oyununu gördük<br />
demin. Sıfırsın. Babaannem yener seni.”<br />
Dışarıdan pide söylemişlerdi. Karınlarını doyurduktan sonra Hakan<br />
ve diğer iki çocuk Kemal’le Kadriye Teyze’yi televizyonun karşısına<br />
oturtup ellerine kolları verdiler.<br />
“Ben hep İnter’i alıyorum,” dedi Kadriye Teyze, kayıtlı taktiğini<br />
yüklerken. “Forvet Milito var ya, aynı benim rahmetli abimin<br />
gençliği.”<br />
“Gerçekten ha,” dedi Hakan boşalan bardaklara kola koyarken.<br />
“Arka odada çekmecede fotoğrafı var. Siyah beyaz. Hapishanede<br />
ranzada çekilmiş. 50’li 60’lı yıllar. Görseniz, aynı Diego Milito.”<br />
“Yapma yahu,” dediler.<br />
Kadriye Teyze Kemal’le üç maç yaptı. Üçünde de attığı tek golle<br />
galip geldi.<br />
“Şu an şoktayım resmen,” dedi Kemal. Elinde telefonuyla onları ve<br />
maçları videoya kalan Hakan’a bakıyordu. “Kadriye Teyze, helal<br />
Oyuncak Maç
semihsuren.com<br />
olsun, ne diyeyim. Bir ara da Fifa’da kapışalım. Fifa oynar mısın?<br />
Onda bayağı bayağı iyiyimdir.”<br />
“Yok oğlum,” dedi Kadriye Teyze. Kolu sehpanın üzerine,<br />
bardakların yanına bıraktı. “Biz PES’çiyiz.” Güldü tatlılıkla. “Anam<br />
anam bacaklarım,” dedi ayağa kalkarken. “Üç maç mı yaptık? Bak<br />
yarım saattir tek bacağımın üzerine oturdum öyle külçe gibi. Şimdi bu<br />
bacağım kaç saat sızım sızım sızlayacak. O kadar aklımı başımdan<br />
alıyor bu futbol oyunu işte.”<br />
O akşamdan sonra Kemal, Kadriye Teyze’yi haftada birkaç gün<br />
ziyaret etti. Sonradan yanında anneannesi Firdevs Hanım’ı da<br />
getirmeyi akıl etti. Yumuşacık bir kalbi olan Firdevs Hanım’ın<br />
dostluğu Kadriye Teyze’ye iyi geldi. Birlikte kol kola girip, iki<br />
sevimli pinpon, havadan sudan konuşarak yokuş aşağı sahile iniyor,<br />
gelirken de faytona biniyorlardı. Firdevs Hanım ve Kadriye Teyze<br />
kanka olan iki genç kız gibiydiler. Kemal’in ailesiyle birlikte kalan<br />
Firdevs Hanım bir iki haftada bir kızından izin alarak Kadriye<br />
Teyze’nin evinde geceliyordu. Böyle günlerde iki kadın erkenden<br />
kalkıp kahvaltı yapıyor, insanın yüzüne gülüp sırtını ısıtmayan kış<br />
güneşinde geziniyorlardı.<br />
Bir defasında, Kadriye Teyze’nin doğum günüydü, Firdevs Hanım<br />
sürpriz yaparak onu maça götürdü. Samsunspor seneler üzerine Süper<br />
Lig’e dönmüştü ve o hafta Fenerbahçe’yi konuk ediyordu. Firdevs<br />
Hanım’ın tanıdıkları vasıtasıyla maçı konuk takım teknik ekibinin<br />
bulunduğu kulübenin yanında tekerli iskemlelerde oturarak izlediler.<br />
“Kız ne demeye bu sakat arabalarına oturttun bizi?” dedi Kadriye<br />
Teyze ters ters. Bir gözü Fenerbahçeli futbolcuların oturduğu<br />
kulübedeydi. “Şunların yanına oturamaz mıyız?”<br />
“Yok, yasakmış. Bakalım bir buçuk saat kafamız buranın<br />
gürültüsünü nasıl alacak.”<br />
Maçın bitimine yakın Kadriye Teyze Fenerbahçe’nin yaşayan<br />
efsanesi Brezilyalı Alex de Souza’nın kendilerine doğru geldiğini<br />
gördü. Yirmi dakika önce oyundan çıkan Alex üzerine kalın bir şey<br />
almış kulübede otururken Kadriye Teyze onu bakışlarıyla taciz<br />
etmişti. Adam nezaketen bu iki yaşlı hanımı ziyaret etmek zorunda<br />
kalmış, geliyordu. Alex de Souza patlayan flaşlar altında Kadriye<br />
Teyze ve Firdevs Hanım’ın ellerini sıktı.<br />
Ertesi sabah Kadriye Teyze lavaboya eğilmiş, burnundan kan<br />
damlarken, dalgın bakışlarını aynaya kaldırınca Firdevs Hanım’ı<br />
Oyuncak Maç
semihsuren.com<br />
gördü. Yüreği ağzına geldi. Firdevs Hanım ve Hakan üzerine o kadar<br />
çok geldiler ki Kadriye Teyze onlara hastalığından bahsetmek zorunda<br />
kaldı. Onu hastaneye yatmaya ikna edemediler. Aslında o ara iyi<br />
hissediyordu, giderek toparlanıyordu.<br />
Hakan onun Alex’le çekindiği fotoğrafı internetten buldu,<br />
oturdukları sokağın köşesindeki stüdyoda büyütüp çerçevelettirdi.<br />
Kadriye Teyze fotoğrafıyla gurur duyuyordu. Fotoğrafı Facebook<br />
hesabında profil resmi yaptı. Hakan’ı her gördüğünde aynı fotoğrafın<br />
bir eşini de Alex’e göndermesini, yoksa ayıp olacağını söyleyerek ona<br />
takılıyordu. Bir başka gurur kaynağı da Hakan’ın Youtube’a yüklediği<br />
Kadriye Teyze ve Kemal’in PlayStation’daki kapışmalarının<br />
videosuydu. Bu video internette fenomen haline gelmişti. Okan<br />
Bayülgen videoyu yeni kanaldaki talk showunda Medya Arkası<br />
bölümünde göstermişti.<br />
Yaz biterken iyice toparlandı, kilo aldı. Kendi kendine her işini<br />
görebilecek kadar iyileşti. Yüzüne bir güzellik geldi.<br />
Sonradan hayatı tatlı bir rutine bağlandı.<br />
Evdeki PlayStation’ına PES 2012 alan Kemal yaz boyunca oyunda<br />
iyice ilerledi. Neredeyse Hakan’a kafa tutar hale geldi. Haftada üç<br />
akşam Hakan, Kemal ve diğer çocuklar turnuva yapıyordu.<br />
Kadriye Teyze, son gelişinde Firdevs Hanım’a, “Sen de öğrensene<br />
şu oyunu gı,” diyerek ona takıldı. “Her şeyi biliyorsun da, bundan<br />
nasıl cahil kaldın?” Kadriye Teyze birden kalktı, onu da kaldırdı. “Az<br />
kaçın bakalım eşek sıpaları,” dedi çocuklara. Çocukların elinden<br />
kolları alınca sahadaki futbolcular birden durdu. Yaşlı kadın kolun<br />
birini Firdevs Hanım’a uzattı. “Bak şimdi nasıl seveceksin,” diyordu.<br />
“Ben de ilk başta buna ‘oyuncak maç’ diyordum. Beyazlar sensin. Bak<br />
bas şuraya. Gördün mü ayağında top olan delikanlı yukarı yürüdü sen<br />
basınca. Heh, aferim kız. Bak, şu çarpıya bastın mı pas verir. Az<br />
basarsan sakin veriyor. Basılı tutarsan küfreder gibi hızlı pas verir,<br />
olmaz öyle, kararında bas. Top sende değilken hep çarpıya bas ki,<br />
adamın haldır haldır koşsun, top kimdeyse ona dalsın. Şu yuvarlak<br />
olan tuş da kayıyor, ama…”<br />
Gençler gülmekten yerlere yatıyordu.<br />
Kadriye Teyze âlem kadındı.<br />
Oyuncak Maç
semihsuren.com<br />
Manyak Karga<br />
MANYAK KARGA<br />
Sıyırıyorum galiba. Ciddi ciddi kafayı yiyorum. El kadar bir kuştan<br />
korkuyorum. Bir kargadan. Hayır, deli diyecekler diye kimseye de bir<br />
şey diyemiyorum. Of, düşündükçe tüylerim nasıl diken diken oluyor.<br />
Önceki ay ev arkadaşımı kaybettim. Bitişik odada kendisini astı<br />
kravatıyla. Arkadaşım öldüğü için geçen ayın kirasını yarım verdim.<br />
Ev sahibim kabul etti, ama depozitoyu geri vermeyeceğini, bundan<br />
sonraki kirayı ödeyemezsem evi boşaltmam gerektiğini söyledi. Kara<br />
kara düşünüyordum. Bir de baktım ki kapkara karganın birisi panjuru<br />
yarı kapalı pencerelerin birinin önüne yuva yapmış, yavrulamış.<br />
Yavruları ilk gördüğümde yalnızlardı. Bir dakika sonra pis bakışlı<br />
kara anneleri geldi. Başladı gözümün içine bakmaya. İçim ürperdi.<br />
Ama yine de göz temasını kesmedim. İlk pes eden o oldu.<br />
Ertesi sabah, karga gagasıyla, yuvanın olduğu pencereninkini değil,<br />
yatak odamın penceresinin camını tıklatarak beni uyandırdı.<br />
Yatağımdan çıkıp tülü aralayana kadar gitmişti. Pencerenin önünde<br />
yirmi milyonluk eski yeşil banknotlardan vardı bir tane. Liradan altı<br />
sıfır atılmadan önceki banknotlardan. Üzerinde de küçük bir taş. Hava<br />
biraz esiyor gibiydi. O taş olmasa para orada durmaz, uçardı.<br />
Sonraki her sabah karga yirmi milyonluk bir banknot getirerek beni<br />
aynı saatte uyandırdı. Bunu bir ay boyunca sürdürdü. Sanki içine insan<br />
kaçmış gibiydi. Sanki kiramın altı yüz lira olduğunu biliyormuş<br />
gibiydi. Alacakaranlık kuşaklarına soktu beni. Sabahları o daha camı<br />
tıklatmadan önce uyanıyordum artık. Hatta kasten erken uyanıyor,<br />
para getirişini izliyordum. Gagasına kıstırdığı parayı getirip<br />
pencerenin dış pervazına koyuyor, uçmasın diye üzerine basıyor,<br />
kursağından çıkardığı nohut kadar bir taşı paranın üzerine bırakıyor,<br />
başını yan yatırıp bana pis bir bakış atıyor, ardından çekip gidiyordu.<br />
Bir gün dayanamadım ona tedavülde olan yeni banknotu, yeni yirmi<br />
lirayı gösterdim. Hani getiriyorsun madem, bundan getir, demek için.<br />
Anlamadı tabii kuş beyni. Bir ay boyunca bana eski yirmilikleri taşıdı<br />
durdu. Bir ay düşündüm durdum, işin içinden çıkamadım. İntihar eden<br />
arkadaşımın ruhu buna girdi falan diye düşünüp kendimi korkutuyor,<br />
ödümle bokumu birbirine karıştırıyordum.<br />
Kirayı ödeyemedim. Evi boşalttım. Gerisin geri yurda yerleştim. O<br />
manyak kargadan kurtuldum mu derseniz, hayır; nereye gitsem<br />
buluyor beni. Para pul da getirmiyor artık. Ne istiyorsun lan?!
semihsuren.com<br />
Deprem ve Genç Yazar<br />
DEPREM VE GENÇ YAZAR<br />
Adını kimsenin bilmediği genç bir yazar, ülke gündemini meşgul<br />
eden depremin mağdurları için ne yapabileceğini sordu kendisine.<br />
Parası yoktu. Üstelik borçları vardı. Yardım için telefonundan ilgili<br />
numaraya kısa mesaj atıp beş lira bağışlayabilecek durumda bile<br />
değildi. Televizyonda gördüğü insanlara üzülüyordu. Kendi dertlerini<br />
unutuyordu. Onlara baktıkça borç batağında olduğunu, hacizlik<br />
durumda olduğunu unutuyor, onların acılarıyla canı yanıyordu.<br />
Deprem gündemini takip ettiğinden beri yüreği sıkışıyordu.<br />
Yazmak istemiyordu. Gerçekler karşısında eziliyor, hayal kurmak,<br />
hayattan kaçmak istemiyordu. Masasından kalkıyor, televizyonun<br />
karşısına geçiyor, insanların çaresizliğini gösteren ekrana gözleri<br />
nemlenerek bakıyordu.<br />
Sıkıntıyla kendisini evden dışarıya attı. Nereye gittiğini bilmeden,<br />
elleri ceplerinde, üzüntüyle yürüdü. Yakınlarda belediye binası vardı.<br />
Binanın önünde içerlerine koliler yüklenen tırlar gördü. Sorduğunda<br />
tırlara yardım kolilerinin yükleniyor olduğunu, bunların deprem<br />
bölgesine götürüleceğini öğrendi. Yüzü aydınlanır gibi oldu.<br />
Kendinde tuhaf bir şeye cesaret edecek gücü bulmuştu.<br />
Bir belediye görevlisine yaklaştı, elini sıktı, kendisini tanıttı.<br />
Adamla ayak üstü biraz sohbet etti, üzüntüsünü dile getirdi. Birlikte<br />
tırların yanında ileri geri yürüyerek konuşuyorlardı.<br />
“Onlarla oraya gitmek istiyorum,” dedi. “Beni götürürler mi?”<br />
Belediye görevlisi birilerine telefon açıp tırcılarla da görüştükten<br />
sonra delikanlıya isteğinin kabul edilebilir olduğunu söyledi. Genç<br />
yazar teşekkür etti ve tırların ne zaman hareket edeceğini öğrendi.<br />
Kaldığı daireye döndü. Çabucak duş aldı, giyindi. Ortaya bir sırt<br />
çantası çıkardı. İçerisine bisküvi ve kraker paketleri, elma ve havuçlar,<br />
kuruyemişler ve içecek şişeleri koydu. Bilgisayarını almasının<br />
anlamsız olacağını düşündü. Nasıl bir ortamla karşılaşacağını tahmin<br />
edebiliyordu. Bilgisayarını şarj edemezdi. Onun yerine kafasındaki<br />
fikri geleneksel yöntemle hayata geçirmeye karar verdi. Çantanın<br />
diğer gözüne çekmecelerde bulduğu tükenmez kalemlerle birlikte bir<br />
paket A4 kâğıt koydu.<br />
Tırlar caddedeki diğer araçların çaldığı yüreklendirici kornalar<br />
eşliğinde yola koyuldu. Arkadaki tırın önünde şoför ve genç yazarla<br />
birlikte bir de gazeteci vardı. Gazeteci bir nedenden ötürü iki gecedir
semihsuren.com<br />
uykusuz olduğunu söyledi, uyuklamaya başladı. Genç yazar tırcıyla<br />
sohbete daldı. Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadılar.<br />
Gazeteci sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ancak uyanabildi. Genç<br />
yazarla o zaman tanıştılar. Tırcı iki saat kadar daha gittikten sonra bir<br />
tesiste durup onlara çay ısmarladı. Bisküvi ve çayla karınlarını<br />
doyurdular ve yola devam ettiler.<br />
Tır depremin vurduğu şehre girdiğinde ortalık zifiri karanlıktı.<br />
Yağmur atıştırıyordu. Nefesleri aracın ön camını buharlaştırıyordu.<br />
Tırcı sigara içmek için camını iki parmak açmıştı. Birbiri ardına sigara<br />
içtiği için o cam hiç kapanmıyordu, bu yüzden üşüyorlardı. Gerçi genç<br />
yazar birkaç saattir gazetecinin omzunda uyuyordu. Soğuğu duyduğu<br />
yoktu.<br />
Genç yazar gözlerini açtığında tırın içinde yalnızdı. Kalabalık bir<br />
yerde duruyordu tır. Etrafta başka tırlar, kamyonlar, kamyonetler,<br />
minibüsler vardı. Çiseleyen yağmur altındaki oldukça geniş bir alan<br />
araçların farlarıyla aydınlanıyordu. Genç yazar tırın içinde bir saat<br />
kadar şoförün veya gazetecinin dönmesini bekledi. Baktı gelmiyorlar,<br />
bir paket krakerle açlığını bastırdı ve soğuk geceye çıktı.<br />
Üzeri kalın değildi. Feci üşüyordu. Bu yüzden ışık gördüğü yerlere<br />
doğru hızlı hızlı yürüyordu. Yaşadığı kentte hâlâ yaz havası hakimdi.<br />
Kendini birden soğuk bir gecede bulmak ona iyi gelmemişti.<br />
Uzaklardan gelen köpek havlamalarını dinleyerek çakıllı bir yol<br />
boyunca yürüdü. Yoldan seyrek konvoylar halinde geçen araçların<br />
arasında üzerlerinde TV kanallarının amblemlerini taşıyan minibüsler<br />
görüyordu. Sırtında taşıdığı kâğıtların ıslanabileceğini akıl edince<br />
otostop çekti ve pek izlemediği bir kanalın aracına binip olay yerine<br />
gitti.<br />
Televizyonda depremden mağdur olan insanlara ülkenin diğer<br />
insanlarının kucak açacağına dair bir şeyler duymuştu. Yaralı bölgeye<br />
varır varmaz bununla ilgilenen insanların bulunduğu bir binaya düştü<br />
yolu.<br />
Kendi yaşlarında birine yaklaştı.<br />
“Merhaba, bir şey sorabilir miyim?”<br />
“Sor birader.”<br />
“Burada toplanan insanlar başka şehirlere mi gönderilecek?”<br />
“Evet. Bak, şuradakiler bizimkiler. Sıra bekliyoruz. Biz kabul ettik<br />
başka yere gitmeyi, ama çoğu istemiyor. Şanslıydık biz. Çadır da<br />
Deprem ve Genç Yazar
semihsuren.com<br />
aldık, yemek de, battaniye de. Ama hastamız var, bebeğimiz var.<br />
Madem böyle fırsat çıkmış. Değil mi? Neden gitmeyelim?”<br />
“Siz ne derece etkilendiniz? Evinizi kaybettiniz sanırım. Can kaybı<br />
yaşadınız mı?”<br />
“Bizim bina ayakta hâlâ. İçine giremiyoruz. Benim yattığım odanın<br />
duvarı yıkıldı. Duvarlarımız, tavanlarımız çatladı. Kilitledik kapımızı<br />
çıktık. Şükür bizde ölen olmadı. Tanıdıklarımızdan ölen olduğunu<br />
duyduk. Yakın akrabalarımızdan kayıplar var. Sağ sağlim ortaya<br />
çıkarlar diye bekliyoruz.”<br />
Sohbete daldılar. Genç yazar depremzedeye amacını anlattı.<br />
Depremzede genç onun söylediklerini tuhaf buldu fakat genç yazara<br />
yardım etmek istedi. Onu ailesiyle tanıştırdı. Takip eden saatler<br />
boyunca genç yazar deprem anını ve sonrasında olanları uyanık olan<br />
aile bireylerinden dinledi. Sabah olduğunda onlardan ayrıldı.<br />
Hikâyelerini öğrenmiş, isimlerini, iletişim bilgilerini almıştı.<br />
Ertesi günü gün boyunca depremin vurduğu mahallelerde<br />
gezinerek, insanlarla konuşarak, çalışmaları yakından izleyerek<br />
geçirdi. Klimayla ısıtılmış bir sağlık ocağının bekleme koridorunda<br />
duvar dibine oturarak birkaç saat uyukladı.<br />
Çantasındaki abur cuburlar bitmişti. Elmalarını gördüğü çocuklara<br />
dağıtmıştı. Yarım litre suyu, eline zorla tutuşturdukları yarım somun<br />
ekmeği ve havuçları kalmıştı.<br />
Yeterli malzeme topladığı kanısındaydı. Dönmesi gerektiğini<br />
düşünüyordu. Böylelikle yaşadığı şehre gidecek olan araç bulabilmek<br />
için ortalıkta dolanmaya başladı. Annesiyle babasını almaya gelen bir<br />
adamla tanıştırdılar kendisini. Adam çadırların birinde yabancı bir<br />
aileyle kalan babasını bulabilmişti, ancak annesi kayıptı. Çalıştığı<br />
şirketin arabasıyla gelmişti, hemen dönmesi gerekiyordu. Genç adam<br />
birbirleriyle gözleri nemlenerek sohbet eden baba oğulla birlikte<br />
döndü.<br />
Sayfalarca not almıştı. Gece gündüz masa başından ayrılmayarak<br />
kendisine anlatılan hikayeleri detaylarıyla hatırlayıp bu notları<br />
genişletti. Daha sonra bunları kısa hikâyelere dönüştürdü. Yüz sayfa<br />
tutarında bir metin üretmişti.<br />
Olay bölgesindeki gelişmeleri televizyon ve internetten takip<br />
ediyor, depremzedelerden dinlediklerini hikayeleştiriyordu. Daha<br />
sonra farklı hikayeleri birleştiren belli belirsiz bir kimya keşfetti.<br />
Deprem ve Genç Yazar
semihsuren.com<br />
Hikayeleri birbirine bağlayacak bir hikaye daha tasarladı ve üzerinde<br />
çalıştığı kitabı bir romana benzetmeye karar verdi.<br />
Deprem bölgesinden döneli onuncu gün olmuştu ki baştan sona<br />
okuyup son düzenlemeleri yaptığı deprem romanını tamamladı.<br />
Yaptığı şeyin içeriğinin büyük kısmı kurgu değil gerçekler olduğu için<br />
bir romandan çok olay günlüğüydü belki. Hikayeleri parçalamış,<br />
insanların kendisine anlattıklarına kendi gözlemlediği detaylar<br />
eklemişti. Kitabın sonuna eklediği bölümde hikayelerini dinlediği<br />
kişilerin isimlerini ve iletişim bilgilerini paylaşıyordu. Amacı kitabı<br />
okuyacakların bölgedeki mağdurlarla empati kurabilmesi, onların<br />
hislerini paylaşabilmesiydi. Bunu televizyondaki görüntüler,<br />
gazetelerdeki yazılar yapamazdı, hikayeler yapabilirdi ancak. Bir<br />
acıya ekrandan şahit olmak bünyede acıma, üzüntü uyandırabilirdi, bir<br />
hikayeye dahil olarak öğrenmekse yabancı hayatlara ruhunu açmaktı.<br />
Kitabı önce internet üzerinden dosya kabul eden yayınevlerine<br />
gönderdi. Kitabın okunup hikayedeki mağdur insanlara ve yakınlarına<br />
yardım edilebilmesi için derhâl basılması gerektiğini düşünüyordu.<br />
Yayınevlerinin çoğunluğu ona dönmedi. Dönenlerse kitabın ellerine<br />
ulaştığını, yayım kurulunun metni denetleyeceğini söylüyorlardı.<br />
Kitabı yayımlayıp yayımlamayacaklarının kararını aylar içinde<br />
öğrenebilecekti. Bazılarıysa kibarca yayın programlarının dolu<br />
olduğunu bildirerek dosyayı reddediyordu.<br />
Sonunda genç yazar iletişime geçtiği yayımcılara dosyayı<br />
ilgilerinden çektiğine ve e-kitap şeklinde internette paylaşacağına dair<br />
mail attı. Hiç vakit kaybetmeden kitabını sosyal paylaşım sitelerindeki<br />
hesaplarından paylaşıma açtı. Kitabı çeşitli sitelere yükledi,<br />
arkadaşlarının yardımıyla indirme linklerini sağa sola dağıttı. Kitabın<br />
baştan sona bölüm bölüm okuyucuya ulaşması için bir blog hesabı bile<br />
açtı, kitabı bloga yerleştirdi.<br />
Günlerdir uzun bir uykuya hasretti. Gözleri kıpkırmızıydı.<br />
Kemikleri sızlıyordu. Deprem bölgesindeki soğuk havayı hatırlayarak<br />
ılık bir duş aldı ve başını yastığa koyup huzurlu bir uykuya daldı.<br />
Deprem ve Genç Yazar
semihsuren.com<br />
Çaldılar Yarimin Kafatasını<br />
ÇALDILAR YARİMİN KAFATASINI<br />
“La İsmail, senin küçük oğlan ne hale gelmiş öyle yahu. Sen ne<br />
biçim babasın? Vampirlere benzemiş resmen. Hiç mi lafını<br />
geçiremiyorsun?”<br />
“Çok dertli. Nişanlısını kaybetti biliyorsun. Gerçi üç sene oldu.<br />
Kendisini bir türlü toparlayamadı. İnsan içine bile yeni yeni çıkmaya<br />
başladı. Kasım ayında askere gidiyor. Bakarsın orada düzelir.”<br />
“Valla ben bilmem İsmail. Babasının, ne yap et, onun kılığını<br />
değiştir. Bak burası tutucu şehir. Yoktan yere sataşırlar, sonra bir<br />
aksilik olur, kaza olur, canınız sıkılır.”<br />
İsmail kahvehaneden sıkıntılı ayrıldı. Oğlunu severdi, ona<br />
kıyamazdı. Acısını anlıyor, karışmak istemiyordu. Fakat giyimi<br />
kuşamı, tavırları herkes için rahatsız ediciydi.<br />
Oğlunun odasına bir girdi ki, etraf duman altı.<br />
“Ah oğlum, içme şu boku diyoruz. Kendini öldürüyorsun.”<br />
“Üzerime gelmeyin baba. Çocuk değilim.”<br />
Bilgisayar depresif black metal albümlerinden birisini çalıyordu.<br />
İsmail nefret ederdi oğlunun dinlediği parçalardan. Yine de, iyi bir<br />
baba olmaya, sesini çıkarmamaya çalışırdı. Girdiği gibi çıktı odadan.<br />
Kasım ayında oğlanı askere gönderdiler. Annesi başka şehirden<br />
yatıya gelecek bir misafir için odaya çeki düzen verirken kitaplığın<br />
çekmecelerinden birinde içinde bir kafatası olan kadife bir kese buldu.<br />
Üç gün sonra delikanlı vatani görevini yaptığı yerden İsmail’e telefon<br />
açtığında odasında sakladığı kafatasının intihar eden nişanlısına ait<br />
olduğunu itiraf edince ne yapacaklarını şaşırdılar. Delikanlı, eğer<br />
kafatasını mezarlığa geri götürecek olurlarsa bir daha yüzlerine<br />
bakmayacağına, ömrü boyunca onlarla konuşmayacağına ant içiyordu.<br />
Delikanlının odasını verdikleri misafirin biraz eli uzundu. Evlerinde<br />
üç hafta kadar kaldı. Onun ardından kadın odaya tekrar eski halini<br />
vermeye çalışırken kafatasının ortadan yok olduğunu fark etti.<br />
İsmail o gece, sabaha karşı dört gibi, yer kalmadığı için artık yeni<br />
defin yapılmayan asri mezarlığın duvarından içeriye atladı. Korkudan<br />
kolları titreyerek, içi bir garip olarak, toprağı gözüne en yumuşak<br />
görünen mezarı açtı ve kafatasını çıkardı. Ardından kazmanın küt<br />
kısmıyla kafatasının üzerini çatlatıp oraya yumurta büyüklüğünde bir<br />
oyuk açtı. Çünkü oğlanın eski nişanlısı yüksek irtifadan baş üstü<br />
çakılarak yaşamına feci şekilde son vermişti.
semihsuren.com<br />
Büyükannenin Talibi<br />
BÜYÜKANNENİN TALİBİ<br />
Niye herkes büyükannemi soruyor hâlâ?<br />
Peki, size de anlatayım, son olsun.<br />
Büyükannem önceki sene evlendi o çocukla. Engel olamadık, ne<br />
dediysek dinlemedi. Eşe dosta rezil olduğumuzla kaldık. Haftalarca<br />
bütün ülke bizi konuştu.<br />
Fethiye’ye yerleşmişler. Çocuk orada bir otelde çalışıyormuş.<br />
Keyifleri yerindeymiş. Görüşmüyoruz artık. Eşten dosttan duyuyoruz.<br />
Baştan anlatayım kısaca.<br />
Üç sene önce üniversiteye kaydımı yaptırıp Eskişehir’de yaşamaya<br />
başladım. Kaldığım yurdun şartlarından memnun kalmayınca acele<br />
edip kendi kafamda üç arkadaşımla birlikte eve çıktık. Ailelerimizden<br />
uzakta dört kızdık. Birbirimize destek oluyorduk, bayağı bayağı iyi<br />
anlaşıyorduk. Dört sene boyunca hep ev arkadaşı olacağımızı,<br />
birbirimizden belki ömür boyu kopmayacağımızı sanıyorduk. Ancak<br />
aylar geçtikçe birbirimize gıcık kapmaya başladık. Hep öyle olur.<br />
İkinci sömestrın ortalarına doğru ev arkadaşlarım bana karşı cephe<br />
aldı. Durumu anneme bildirdim. Annem memleketimizdeki evimizi<br />
eşyalı olarak kiralayacak birilerini buldu, ardından büyükannemi alıp<br />
Eskişehir’e geldi. Burada güzel bir apartmanda, ful eşyalı, küçük ama<br />
sevimli, sıcak bir daireyi kiraladık ve hep olduğu gibi üçümüz birlikte<br />
yaşamaya başladık.<br />
Büyükannem öğretmen emeklisidir. Çok kitap okur. Günlerini kitap<br />
okuyarak, bulmaca çözerek evde tek başına geçirir. Bilmiyorum hâlâ<br />
öyle midir. Annem ise evde durunca daralır, o yüzden sürekli bahane<br />
uydurur, yeni yeni arkadaşlar edinir, gezip tozar. Bense hep sessiz,<br />
çalışkan, fazla öne çıkamayan biri olmuşumdur. Annelerin beğendiği<br />
ama oğullarına beğendiremediği, aklı başında, hanım, elinden her iş<br />
gelen, iyi de okuyan standart bir ev kızıyımdır.<br />
Büyükannem dediğim gibi kitap kurdu bir kadındı. Televizyondan<br />
pek hazzetmezdi. Bazen bizimle birlikte bir dizi takip eder, üç beş<br />
bölüm izler, sonra senaryoda boşluklar olduğunu, hikâyenin çok ağır<br />
ilerlediği falan söyleyip izlemeyi bırakırdı. Yemek masasının bir<br />
ucuna oturur, ayağının önüne ısıtıcı fanı açar, ağzına bir sakız koyar,<br />
saatlerce kitap okur, bulmaca çözerdi.<br />
Bir gün nasıl becerdiyse perde takarken merdivenden düşmüş,<br />
bacağını kırmış. Geldim eve kimse yok. Annemin telefonu evde
semihsuren.com<br />
kalmış, büyükanneminki cevap vermiyor. Deliye döndüm. Neyse<br />
annem hastaneden beni aramayı akıl etti de büyükannemin başına<br />
gelenleri öğrenmiş oldum. Telaşla hemen hastaneye koşturdum.<br />
Doktor belini de fena halde inciten büyükanneme sızılarını<br />
dindirmesi için kuvvetli ağrı kesiciler verdi. Büyükannem bu ilaçları<br />
aldıktan sonra kendini halsiz hissediyor, kitap okumaya çalıştığında<br />
başının döndüğünü, gözünün karardığını söylüyordu. Bu yüzden<br />
televizyona sardı mecburen. Annemle birlikte Oktay Usta izliyor<br />
yemek tarifleri öğreniyor, Okan Bayülgen izliyor kahkahalar atıyor,<br />
Esra Erol izliyor evlenmek için programa çıkanları hayretle<br />
karşılıyordu. Büyükannem normalde kibar bir hanımdır. Ama<br />
düştükten sonra gücünü yitirmesi, saatlerce televizyon izlemek<br />
zorunda kalması yaşlı bünyesinde sinire neden oldu sanırım.<br />
Televizyonda gördüğü herkese bir lafı vardı, herkesi eleştiriyordu,<br />
herkese bok atıyordu. Kadın bir ayda öyle bir değişmişti ki annemle<br />
şaşıp kalmıştık. Sanki o hep böyle hırçın, edepsiz biriydi de, yıllar yılı<br />
kitap okuyarak, şehirdeki sanat olaylarını takip ederek bizlere görgülü,<br />
kültürlü, modern bir Türk hanımefendisi rolü yapmıştı.<br />
Bir gün öyle bir şey söyledi ki annemle birbirimize bakakaldık.<br />
“Nasıl?” diye sordu annem. “Anne ne diyorsun?”<br />
“Ne demek ne diyorum?!” dedi sertçe.<br />
“Büyükanne ciddi misin?” diye sordum.<br />
“Ay hâlâ ciddi misin diyor,” dedi üfleyerek. “Aç şu Facebook’unu<br />
mu ne bokunuysa!”<br />
Bilgisayarımı kucağıma aldım, büyükannemin yanına oturdum.<br />
Esra Erol’un evlilik programının fan sayfasına girdik, kayıt doldurduk.<br />
Büyükannem nasıl heyecanlıydı, annemle ben nasıl şoktaydık<br />
anlatamam.<br />
Ertesi hafta kanaldan telefon geldi, büyükannemi İstanbul’a<br />
çağırdılar. Kadın sevincinden deliye döndü resmen. Annemi aldı<br />
yanına İstanbul’a uçtu.<br />
O günden sonra onları televizyondan takip ettim. İlk gün, hiç<br />
unutmam, Esra Erol kendisini ilk tanıttığında, bana selam ve öpücük<br />
yollamıştı. Arkadaşlarım telefon acıp benimle dalga geçmişlerdi.<br />
“Hayriye Teyze yetmiş bir yaşında. Eskişehir’de kızı ve torunuyla<br />
birlikte yaşıyor,” diyordu Esra Erol. “Aslen Sinoplu. Öğretmen<br />
emeklisi. Versenize ayol mikrofonu kadına. Buyur Hayriye Teyze.”<br />
Büyükannenin Talibi
semihsuren.com<br />
“Yetmiş seksen yaş arasında, yaşama bağlı, kültürlü, yanıma<br />
yakışacak, beni taşıyacak bir beyefendi arıyorum,” diyordu<br />
büyükannem. Bir başka gün ise, “Şöyle şarkı türkü söyleyebilen, ah<br />
bir de ud, kanun, ne bileyim tambur çalan bir beyefendi olsa,” demişti.<br />
“Kel olmasın, kel istemem,” de demişti. “Her yaşlı bey kel olacak diye<br />
bir kaide yok ya. Cüneyt Arkın’a bakın, Ekrem Bora’ya bakın.”<br />
Büyükannem programda konuk olmayı, her gün milyonların<br />
huzurunda bulunmayı sevmişti. Kendisini şımartılmış hissediyordu.<br />
Akşamları telefonda konuştuğumuzda bunları söylüyordu.<br />
Biri Afyon’dan diğeri Trabzon’dan yetmişli yaşlarını süren iki<br />
adam talip oldu ona. Büyükannem birini Laz şiveli, ötekini de pis<br />
bakışlı diye beğenmedi. Ama adam hakikaten pis bakışlıydı, böyle<br />
sapık bir yüzü vardı. Bunun üzerine büyükanneme üç hafta talip<br />
gelmedi.<br />
Bir gün Esra Erol telefon hattında büyükanneme talip olmak isteyen<br />
Aydınlı bir beyefendi olduğunu söyledi. Adamın ismi Metincan’dı.<br />
“Metincan Bey, isminiz biraz genç ismi gibi,” dedi büyükannem,<br />
sanki biraz burun kıvırarak.<br />
Adamla bir iki dakika sohbet ettiler. Büyükannem onu stüdyoya<br />
çağırdı. Telefon konuşması salı günü gerçekleşmişti. Esra Erol<br />
perşembe günü büyükannemi talibinin geldiğini söyleyerek sahneye<br />
aldı, paravanın sol tarafına oturttu.<br />
Tam o anda kimsenin beklemediği bir şey oldu ve paravanın sağ<br />
tarafında yirmili yaşlarda, uzun boylu, atletik vücutlu, kara kaşlı kara<br />
gözlü bir erkek güzeli belirdi. Herkesin ağzı açık kaldı.<br />
Metincan konuşmaya başladı. Kimsenin sözünü kesmesine izin<br />
vermedi. Kimsenin anlam veremediği, inanamadığı şeylerden söz<br />
ediyordu. Büyükannemin yetmiş yaşını geçmiş yaşlı bir hanım<br />
olduğunu bildiğini ama onu kendi yaşlarında dünya güzeli biri olarak<br />
gördüğünü söylüyordu. Mecazen söylemediğini söylüyordu.<br />
Gerçekten öyle görüyormuş. Ailesiyle kavga ederek, hatta evini terk<br />
ederek gelmişti. Anlattığına göre babası programa çıkarsa onu<br />
evlatlıktan reddeceğini söylemişti. Evde televizyon başında<br />
büyükannemden “Ne güzel kız” diye bahsettiğinde ailesi durumun<br />
garipliğini anlamış, ekrandakinin yaşlı bir kadın olduğuna onu bir<br />
türlü ikna edememişlerdi. Sonunda ikna olmuştu. Ama aşık da<br />
olmuştu.<br />
Büyükannenin Talibi
semihsuren.com<br />
Her şeyi göze alıp ona talip olarak gelmişti. Kendisine güveniyor,<br />
büyükannemi baştan çıkaracağına inanıyordu.<br />
Salı günü telefonda kendi yerine sokakta rastladığı yaşlı bir amcayı<br />
konuşturduğunu söylüyordu. Kuliste bahaneler uydurmuş, bir şekilde<br />
paravanın ardındaki yerini almayı başarmıştı.<br />
Herkes şoktaydı. Stüdyodakiler, ekran başındaki bizler, herkes.<br />
Facebook’ta, Twitter’da insanlar paylaşım yaparak tuhaf durumu<br />
yaymaya başlamışlardı. Ev telefonumuz ve cep telefonum sürekli<br />
çalıyordu, açamıyordum. Ekrana kilitlenmiştim. Metincan öyle<br />
yakışıklıydı ki gidip ben kendisine talip olabilirdim.<br />
Program aniden reklama girdi. Bu esnada annemi aradım.<br />
Kadıncağız konuşacak halde değildi. Reklam sırasında hiçbir şey<br />
çözülmemişti. Program tekrar yayına girdiğinde insanların şaşkınlığı<br />
sürüyordu. Esra Erol’un yüzü asıktı. Kimse söz almıyor, mikrofon<br />
istemiyordu, herkes Metincan konuşsun istiyordu. Az sonra yayına<br />
Metincan’ın ablası bağlandı, kardeşinin anlattıklarını teyit etti,<br />
kardeşini alenen kınadı.<br />
Metincan büyükannemi ünlü Hollywood aktrisi Scarlett<br />
Johansson’un esmeri olarak gördüğünü söylüyordu. Sunucu Esra Erol<br />
deliye döndü, sessizliğini bozdu, Metincan’ı ve olaya tepki<br />
göstermeyip paravanın ardında kıkırdayıp duran büyükannemi<br />
azarladı. İkisini peş peşe stüdyoyu terk etmeye zorladıktan sonra<br />
programı tekrar reklama sokmak istedi, ancak nedense reklamlara<br />
girilmedi. Hemen konu değiştirildi, orkestra canlı parçalar çalarak az<br />
önceki tuhaf olayı unutturmaya çalıştı. Paravanın iki yanına başka<br />
çiftler alındı.<br />
Annem, büyükkannem ve Metincan’ın ardından kulise gitmiş. Bir<br />
yerde yemek yemişler. Çocukla uzun uzun konuşmuş annem. Çocuk<br />
büyükannemle birlikte olmaya kararlıymış. Şaşkın büyükannemse<br />
durumdan çok hoşnutmuş.<br />
Olayın üzerinden haftalar geçtiği halde haberciler hâlâ bunaltıyordu<br />
bizi. Metincan’la büyükannem sabahlara kadar telefonda<br />
görüşüyorlardı. Metincan sonunda kaçırdı büyükkanemi. Çünkü ne biz<br />
ne çocuğun ailesi rıza gösteriyordu.<br />
Bu kadar. Daha ne anlatayım? Bak hatırlayınca yine sinirlerim<br />
bozuldu. Bundan sonra Obama rica etse bile anlatmam bunu.<br />
Büyükannenin Talibi
semihsuren.com<br />
Reenkarne Ordinaryüs Vakası<br />
REENKARNE ORDİNARYÜS VAKASI<br />
“Değerli dostum Harun,<br />
Öncelikle uzun süredir yazmadığım ve incelemem için gönderdiğin<br />
kitabına baskıya verilmeden önce göz atamadığım için ne kadar<br />
mahcup olduğumu belirtmeliyim. En kısa sürede programımda boşluk<br />
ayarlayıp ziyaretine geleceğim ve kabahatimi unutturacağım dostum.<br />
Harun’cuğum, sana danışmak istediğim özel bir konu var. Birkaç<br />
hafta önce kliniğime ailesinin şizofren olabileceğinden şüphelendiği<br />
beş yaşında bir kız çocuğu getirdiler. Küçük kızımız kendisinin beş<br />
sene önce vefat etmiş olan bir ordinaryüs profesör olduğunu iddia<br />
ediyor. Önceki hayatındaki ismini sorduğumdaysa belirtmediği özel<br />
bir sebepten ötürü yanıt vermeye yanaşmıyor. Bizim çocuklar ricam<br />
üzerine son on yıl içerisinde aramızdan ayrılmış ordinaryüslere ilişkin<br />
bir çalışma başlattılar gerçi ama yakın zamanda sonuç alamayacağız<br />
gibi görünüyor, çünkü çocukların da işleri başlarından aşkın.<br />
Kızımız beş yaşındaki bir çocuğun edinmesinin imkansız olduğu bir<br />
kelime dağarcığına ve kimi bilimsel hususlarda akıl karıştıracak<br />
ciddiyette inanılmaz bir bilgiye sahip. Hatırlarsın onu; Avusturya’daki<br />
o 2007’de çağrıldığımız panelde tanıştığımız, dedesinin Prusya<br />
ordusunda görev aldığını söyleyen Alman nörolojist ile bir telefon<br />
görüşmesi gerçekleştirdim. Haftaya Türkiye’ye gelip kız ile bizzat<br />
muhatap olmak istiyor. Ben kızın hassas durumunu örneklerken adam<br />
inan o denli heyecanlandı ki, not almak istediği için tüm<br />
söylediklerimi baştan bir kez daha tekrar etmek durumunda kaldım.<br />
Dört gündür klinikten çıkar çıkmaz evime değil, kızın ailesinin<br />
yaşadığı siteye gidiyorum. Kendisiyle birlikte vakit geçirmek insanı<br />
her ne kadar allak bullak etse de bu birlikteliklerin son derece<br />
bağımlılık yapıcı olduğunu belirtmeliyim. Belki sana şu söyleyeceğim<br />
çılgınlık gelecektir; Harun, günler geçtikçe ben yavaş yavaş kızın<br />
iddiasında haklı olduğuna inanmaya başlıyorum sanırım. Sana da bu<br />
yüzden yazıyorum. Beni bu yeni, bu olmaz fikrimden caydırabilmen<br />
için. Çünkü düşünsene, eğer ben ona tüm benliğimle inanır ve<br />
iddiasının peşinden gidersem ve sonunda iddia bir şekilde çürütülürse<br />
meslek hayatımdan olurum. Bana yardımcı ol dostum.”<br />
Vedat