13.10.2012 Views

%C3%87ocuk-Kral-Alphrel1

%C3%87ocuk-Kral-Alphrel1

%C3%87ocuk-Kral-Alphrel1

SHOW MORE
SHOW LESS

You also want an ePaper? Increase the reach of your titles

YUMPU automatically turns print PDFs into web optimized ePapers that Google loves.

ÇOCUK KRAL ALPHREL<br />

VE DİĞER HİKAYELER, VİSTALAR<br />

SEMİH SÜREN


ARKA KAPAK<br />

Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel / Sinekkaydı Tıraşlı Dostoyevski / Gölgeli Yol /<br />

Mutluluğu Başkasına Bulaştırmak / Küçük Asya’nın Büyük Dehası /<br />

Kayıp Şaheserler / Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı / Yakıştı<br />

Mı Bu Şimdi Tanrıların Kızına / Jerkiousion / Balayı / Yağmur<br />

Ormanlarında Melekler / Zorun Neydi / Karafatma Fablı / Sonsuza<br />

Değin Birlikte / Mutluluğun Resmi / Hayalperest Bir Adamdı Mustafa<br />

/ Türk Vampirle Görüşme / Kavak Ağacı Depresyonda / Şaka Gibi /<br />

Oyunlar / Oyuncak Maç / Manyak Karga / Deprem ve Genç Yazar /<br />

Çaldılar Yarimin Kafatasını / Büyükannenin Talibi / Reenkarne<br />

Ordinaryüs Vakası


semihsuren.com<br />

Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel<br />

ÇOCUK KRAL ALPHREL<br />

Blunyalıların efsanevi çocuk kralı Loui Fredie ‘Alphrel’ Xavienne<br />

babası VI. Hellmut ölüp tahta çıktığında yalnızca altı yaşındaydı. Taç<br />

töreninde yaşına ve yaradılışına ters büyük bir ciddiyet, büyüleyici bir<br />

vakur sergiledi. Tören boyunca atölyede dökülmüş tunçtan bir büst<br />

gibiydi. Yüzünde neredeyse tek kas kıpırdamadı. Heyecanını, telaşını,<br />

çocuksu korkularını serinkanlılıkla gizleyebildi, renk vermedi. Çünkü<br />

hazırlıklar hızla sürerken hiç beklenmedik bir talihsizlik yaşanmıştı,<br />

Alphrel’in tamamı çürük olan ön dişlerinden ikisi düşüvermişti.<br />

Çocuğun canı bu duruma çok sıkılmış, kontrol edilemez biçimde<br />

ağlama krizlerine tutulmuştu. “Beni öldürün!” diye ağlıyordu masum<br />

suratıyla, beyazı kızarmış yeşil gözleriyle. “Helden Burcu’ndan<br />

itiverin beni. Öleyim ben lütfen!” Hanedanlığın başhekimi Selughho<br />

asıllı dünya tatlısı bir adamdı. Alphrel’i kendi çocuklarından fazla<br />

sever, doğumundan beri onun üzerine titrerdi. Karamel esanslı ve<br />

muzlu bir bulamaca karıştırdığı sakinleştirici tozlarla Alphrel’i<br />

yatıştırdı. Bu özel bulamaç çocuğun favorisi değildi. Bunun<br />

bulunduğu bir kaseyi üç defa kaşıkladığı görülmemişti. Hekim tozun<br />

dozajını bunu göz önüne alarak ayarlamıştı. Fakat Alphrel’in<br />

tecrübesiz damağı bulamaçtaki değişikliği enteresan buldu. Çocuk<br />

bütün kaseyi bitirdi, yenisini istedi. Bu sırada başhekim başka bir işle,<br />

süs takarken merdivenden yuvarlanan şişman bir ihtiyar adamla<br />

meşguldü. Kendisine yaklaşan mutfak oğlanından Alphrel’in ikinci<br />

kaseyi istediğini duyunca telaşa kapıldı. Derhal çocuğun odasına<br />

koştu. Alphrel’i ömrünün en derin uykusuna dalıvermiş buldu.<br />

Lemdujiog Şatosu’nda yaşayan meslektaşlarıyla birlikte tam sekiz saat<br />

boyunca çocuğu uyandırmaya çalıştılar. Alphrel taç töreninden kırk<br />

dakika kadar önce kendine gelebildi. Tören boyunca bu yüzden bir<br />

çocuk gibi değil, dünyasından bezmiş yaşlı bir adam gibiydi. Bütün<br />

vücudu dökülüyordu. Ayakta zor duruyordu. İki şarap şişesi dibi<br />

görmüş adamlar gibi kafası iyiydi. O şıkır şıkır giyinmiş kasıntılı<br />

kalabalığın arasında geçen her saniye başka bir keyifsizlik örneğiydi.<br />

Ancak çocuğun bu görünen yorgunluğu, kendisini törenin<br />

gerekliliklerine zorlayışı, ışıklar altında parıldayan sevimli suratının<br />

ıstırabı halkın gönlüne yer etti. Blunyalılar çocuk kral Alphrel’i<br />

Blunya tarihinde kimseyi sevmedikleri kadar sevdiler. O şanslı çocuk,<br />

o sevimli velet, Alphrel, ülkedeki her hanenin öz oğluydu artık.


semihsuren.com<br />

Blunya Devleti kendi dillerinden türetip yalnızca kendi kültürlerine<br />

has olan ‘raphalenit’ dedikleri esnek bir rejimle yönetilmekteydi.<br />

Çocuk kral Alphrel’i tahta çıkaran Birleşik Blunyal Hanedanlığı fahri<br />

bir konumdaydı. Halk onlara bir çeşit tapardı. Onların şaşaalı, bol<br />

ziyafetli, çalgılı çengili, mutlu, parlak yaşamları günlerini zorlukla<br />

geçiren halkın vücuda gelmiş ortak düşüydü denilebilir. Blunya<br />

topraklarında, abartmıyorum, melankolik bir hanedan üyesinin yüzüne<br />

bir gülümseme kondurabilmek uğruna bütün sülalesini gözünü<br />

kırpmadan kesebilecek fanatik kimseler yaşardı. Hanedanlığın fertleri<br />

safkan Blunyalılardı. Birleşik Blunyal Hanedanlığı dört asır öncesine<br />

kadar kıtanın tamamına hakim, kudretli, ihtişamlı bir imparatorluktu.<br />

Bin yüz yirmi sekiz sağlıklı yaş geçirmiş ve yeryüzünün bilinen<br />

topraklarının büyük kısmında bayrak dalgalandırmıştı.<br />

Çocuk kral Alphrel kelimenin tam anlamıyla bir fırlamaydı. Tarih<br />

belki de böylesine nazlı, şımarık, küstah, kaprisli, kompleksli çocuk<br />

görmemişti. Fakat felaket sevimliydi. O aslında pis pis parıldayan<br />

yalancı masum bakışıyla karşısındakine her şeyi yaptırabilirdi. Çocuk<br />

kralın tavırları, jestleri, sesi, kokusu ve daha bir çok şeyi kişinin<br />

doğrudan yüreğine işlerdi. Onunla aynı ortamda bulunup etkisi altında<br />

kalmamak mümkün değildi. Göz alıcı büyülü bir yaratıktı Alphrel.<br />

Çocuk kral, “Tahta çıktım madem,” dedi ilk hafta, “ben büyük bir<br />

adamım.” Bu sözleri masada bulunan onlarca davetliden büyük alkış<br />

aldı. Hemen ardından ise, “O halde,” dedi ve herkesi gizemli bir<br />

bekleyiş içinde bıraktı. Elindeki kadehi kaldırdı. Tadını berbat<br />

bulduğu Canfteroho Şarabı’nı büyük bir adam pozları takınarak,<br />

iğrene iğrene yudumladı. “O halde,” diye sözlerini sürdürdü, “beni<br />

evlendireceksiniz.” Sözleri büyük şaşkınlık yarattı. Çocuk kral<br />

sözlerinin aldığı tepkiyle mest oldu. Konuşmayı sürdürdü. “İsterim ki<br />

altı eşim olsun. İsterim ki sayıları bundan böyle alacağım her yaşta bir<br />

tane artsın.” <strong>Kral</strong>ların ilk isteği uğur sayılırdı Blunyalılarda. Çocuk<br />

kral tuhaf isteğiyle efsane olma yolunda emin bir adım attı böylece.<br />

Dileği halka iletilince tüm Blunya topraklarında yüzler sevinçle ve<br />

umutla ışıdı. O ay ülkenin iki yüzü aşkın bölgesinden beş, altı ve yedi<br />

yaşlarını süren kırk bin kız çocuğu Alphrel’in huzuruna sunuldu.<br />

Çocuk kral kıtalar halinde hazır duran kız bölükleri arasında güneş<br />

doğumundan gün batımına kadar dolandı ve sayılarını altmış dokuza<br />

indirdi. Elenen kızlar memleketlerine gönderildi. Çocuk kral seçtiği<br />

kızlarla haftalar geçirerek hepsini tanımaya çalıştı. Her biri<br />

Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel


semihsuren.com<br />

birbirinden şirin, kabiliyetli, hanım, iş bilir, güleryüzlü kızlardı.<br />

Alphrel kızların kırk kadarına ciddi manada aşık oldu. Diğerlerine<br />

karşı da boş değildi hani. Bir bildiri kaleme aldırarak kriterlerini<br />

değiştirmiş bulunduğunu, kızların altmış dokuzuyla da evleneceğini<br />

açıkladı. O hafta nasıl olduysa kızların ikisi kusursuz şekilde doğal<br />

görünüp doğal olmayan nedenlerden ötürü öldüler.<br />

Görkemli bir düğün gerçekleştirildi. Ülkenin tamamında kutlamalar<br />

yaşandı. Hanedana kabul edilen kızların aileleri başkent civarına<br />

yerleştirildiler ve hediyelere boğuldular.<br />

Çocuk kral Alphrel altıncı yaşını sürdüğü o seneyi eşlerinin<br />

tamamıyla birlikte başka ülkeleri gezerek geçirdi. Devlet bütçesinden<br />

hanedanlık harcamalarına ayrılan fon tarihte ilk defa fena halde<br />

sömürülmüş ve çocuk kral için bozulmayan şekerleme kaplamalı dev<br />

bir yüzen saray inşa edilmişti. Böylelikle çocuk kral o sene denize<br />

kıyısı olan ülkelerin tamamını ziyaret ederek yeryüzünün belinde bir<br />

tur atıp döndü. Altmış yedi eşle çıktığı dünya turu on birine mal oldu.<br />

Çünkü çocuk kralın eşleri birbirini yiyordu. Kumpaslar, zehirleme<br />

teşebbüsleri, verilen gözdağları, küçük ve büyük yaralamalar… O<br />

sıralar yeryüzünün gördüğü en renkli kendi kendine işkence çeşidi<br />

kalpsiz davranışlarıyla insanı çileden çıkaran bu küçük hanımlara<br />

dadılık etmekti. Bu yüzden hanedanlık nezdindeki dadılara her ne<br />

kadar ülkenin sapa yerlerinde olsa da büyük toprak parçaları hediye<br />

edilirdi. Dadıların aileleri genelde bu arazileri dayanıklı sebze ve<br />

meyvelerin yetiştiricisi olan kurumlara kiralardı. Blunya’da hanedan<br />

dadısı olmak cidden ömür kısaltan bir meslekti. Ortalama ömürleri<br />

yirmi yediydi. Yüzünün asılmasına neden olacağınız küçücük bir<br />

çocuğun kaprisleri asılmanıza neden olabilirdi.<br />

Çocuk kralın on yaşına kadar geldiği dört senelik süreçte ülke<br />

ekonomisi önlem alınmasını gerektirebilecek seviyede gerileme<br />

kaydetti. Halk canından çok sevdiği Alphrel için deli oluyor, çocuk<br />

kralsa bu sevgiyi yakıt yapıp birbirinden masraflı olmadık<br />

şımarıklıklar icat edip duruyordu: Çocuk sahibi olmak istedi; uzun<br />

müddet ülkeyi gezdi, seçtiği yeni doğmuş bebekleri Lemdujiog Şatosu<br />

sakini yaparak ömür boyu bakımlarını garanti altına aldı. Bir savaşa<br />

başkomutan olası geldi; sırf gönlü olsun diye birbirine ne zamandır<br />

kan güden iki etnik grup kışkırtıldı, insanlar yok yere hayatından oldu,<br />

sonunda, çocuk kralın kılıcı buyruğundaki devlet birlikleri iki tarafın<br />

asilerini yargılayıp boyunlarını vurdurarak iç savaşa son verdi.<br />

Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel


semihsuren.com<br />

Havada yürümek sevdasına kapıldı; iki yüksek burcun arasına ve dibi<br />

görünmeyecek kadar kazılan üç yüz metre çapında devasa bir çukurun<br />

üzerine gerilen asma köprülerde keyifle gezintiye çıktı.<br />

On beş yaşına geldiğinde çocuk kral Alphrel’de olumlu<br />

değişiklikler gözlendi. Kitaplara merak saldı. Onun okuma listelerini<br />

halk da takip ediyordu. Günde birkaç saat az uyuma pahasına çocuk<br />

kral ne okursa halk da aynını okuyordu. Halk için harika alışkanlıktı.<br />

On beş ve yirmi yaşları arasındaki dönemde Alphrel gerek fizik<br />

gerek kafa olarak müthiş gelişme gösterdi. Yüreğini yakan büyük<br />

tutkusu yeryüzünün en donanımlı adamlarından birisi olmaktı.<br />

Sevecen yaradılışını, bonkörlüğünü ve düşük çenesinin hünerlerini<br />

kullanarak ‘çok ama çok büyük beyinler’ dediği ülke içinde ve dışında<br />

yaşayan pek çok sanatçı, bilim adamı, eğitmen ve teorisyenle tanıştı,<br />

ahbap oldu. Bazısının heykelini diktirdi. Lemdujiog Şatosu’nu<br />

dönemin en prestijli mimar heyetini kurarak klas formda, minimalist<br />

bir tarzda restore ettirdi. Asırlardır kıtanın şaşaa ve cazibe merkezi<br />

olan şato Alphrel’in ilkgençlik döneminden itibaren tüm ulusların<br />

gözünde ‘yaşayan kültürün sağlıkla atan kalbi’ iltifatını kabul etti.<br />

Alphrel (çocuk kral demiyorum artık, koca adam oldu) bir gece,<br />

sonraki kuşaklarca ismi ‘beyaz devrim’ olarak isimlendirilecek bir<br />

harekat gerçekleştirerek ülke yönetimini ele geçirdi. Blunya Devleti<br />

saatler içerisinde ömrünü tamamladı ve eski otorite Yeni Birleşik<br />

Bulunyal Hanedanlığı ismiyle tekrar söz sahibi oldu. Alphrel<br />

başkentin Blunya dilinde ‘meme emen tilki’ anlamına gelen<br />

Aihen’oghhl ismini değiştirdi ve kente şahsen tanımamakla birlikte<br />

hatırasına büyük saygı duyduğu babasının ön ismini verdi; Thuldonn.<br />

Hanedanlığın yeniden doğuşu bilinen yeryüzündeki bütün toplumlar<br />

tarafından samimi saygı gösterileriyle karşılandı. Tarihte ilk defa bir<br />

ülkenin en entelektüel beyinlerinden birisi yönetime geçiyordu.<br />

Alphrel halkının ruhunu en iyi şekilde temsil eden bir konuma sahipti.<br />

Son yıllarda halkıyla aynı kitapları okumuş, aynı sanat eserlerini<br />

incelemiş, aynı düşleri kurmuş, aynı milli iradeyi büyük sabır ve<br />

şevkle inşa etmişti. Denilebilirdi ki Alphrel tek başına tüm Blunya<br />

toprakları üzerinde yaşayan halkların vücut bulmuş haliydi.<br />

Genç kralın yüksek konumu ona mor yerkürenin tüm ulusları<br />

üzerinde etki eden nüfuz sağlıyordu. Otuz yaşına varmadan diğer<br />

baskın devletlerin tümünü aynı gaye etrafında topladı: Bu gaye<br />

yaşayan diğer (mavi) gezegeni ziyaret etmekti. Yakında gelirler.<br />

Çocuk <strong>Kral</strong> Alphrel


semihsuren.com<br />

Sinekkaydı Tıraşlı Dostoyevski<br />

SİNEKKAYDI TIRAŞLI DOSTOYEVSKİ<br />

Kentimizin dışındaki F tipi cezaevinde 2001 yılında emekli olana<br />

kadar otuz sekiz sene müdürlük yaptım. ’72 senesinde, Hasan isminde,<br />

on dört orta yaşlı kadın öldürmüş, bir nevi seri katil katıldı aramıza.<br />

Hasan gördüğüm en efendi, en masum görünüşlü, en aklı başında<br />

konuşan mahkumumdu. Çok defa kendisini kahve içmeye veya<br />

lahmacun yemeye odama çağırtıp onunla sohbet etmiştim. O dönemde<br />

muzip bir adamdım, çalıştığım kasvetli ortamda hep bir eğlence<br />

arardım. Mahkumlar gardiyanlardan daha eğlenceli, daha gizemli<br />

tipler oldukları için vaktimin neredeyse bütününü onlarla geçirirdim.<br />

Hasan yirmi bir yaşında Zonguldak’ta askerlik yaparken ömründe<br />

ilk defa kitap okumuş. Dostoyevski isimli Rus yazarın Suç ve Ceza<br />

romanının iki ciltlik Türkçe çevirisini. Hani, “Kitabı nerenle okudun<br />

çok merak ediyorum,” diye bir laf vardır. Hasan kitabı afedersiniz<br />

götüyle okumuş ve kötü etkilenmiş. Askerliği bitince kitaptaki<br />

Raskolnikov karakterinin işlediğine benzer cinayetler işlemeye<br />

başlamış. Hasan kadınları kitaptaki gibi baltayla öldürmüyormuş.<br />

Yüzükoyun yatırıyor, sırtlarına oturuyor, bıçağıyla enselerini mozaik<br />

pasta dilimlercesine soğukkanlılıkla kesip doğrayıveriyormuş.<br />

’91 senesi yılbaşında mahkumlara bir oyun edeyim istedim. Onlara<br />

gece yarısından saatler öncesinde LSD damlatılmış küçük kurabiyeler<br />

ikram ettim. Kafaları iyi olunca hücrelerine en büyük fantazileriyle<br />

ilgili şakalar yapmak üzere bazı tanıdıklarımı gönderdim.<br />

Dostoyevksi’nin ellerini dizinde kavuşturmuş meşhur bir tablosu<br />

vardır. Hasan’ın hücresine bu tablodakinin aynısı bir adam yolladım.<br />

Aslen berber olan Hasan’ın en büyük fantezisi Dostoyevski’yi<br />

sinekkaydı tıraşlı görmekti. Dostoyevski paltosunun cebinden tıraş<br />

malzemelerini çıkarıp masaya dizerken Hasan onun üzerine atıldı.<br />

Seyrek saçlı, uzun sakallı, zayıf, çelimsiz adamı kolayca altına aldı.<br />

Monitörden izliyordum. Önce yüzünü sabunlama gereği duymadan<br />

ustalıkla adamın sakallarını aldı. Sonra birkaç defa eğilip onu<br />

alnından, yanaklarından öptü. Şaka bitmişti. Çakma Dostoyevski’yi<br />

hücreden çıkarması için yanımdaki gardiyanlardan birisini gönderdim.<br />

Fakat gardiyan hücreye varana değin Hasan usturayı tekrar eline<br />

aldı. Adamın yüzüne, boynuna, kafasına derin kesikler açtı. Gardiyan<br />

hücreye vardığında Dostoyevski’ye benzeyen adam çoktan ölmüştü.<br />

Ortanca oğlum Sinan’dı o adam.


semihsuren.com<br />

Gölgeli Yol<br />

GÖLGELİ YOL<br />

Ben talihsiz bir resimli çocuk kitabıyım. Talihsizliğim Osmanlıca<br />

yazılmış ve aceleci biri tarafından elle çirkince resmedilmiş olmamdan<br />

geliyor. Kitaplar konuştuklarında onları kimsenin dinleyemiyor olması<br />

ne üzücü şey. Oysa ne çok isterdim kendi iç seslerini bile<br />

dinleyemeyen insanların bizlere kulak vermesini. Yaratılmış şeyler<br />

içerisinde sadece ağızların, ağızların arasında da sadece insan<br />

ağızlarının konuşabiliyor oluşu büyük haksızlık. Keşke düşünmekten<br />

yoksun olan onca hayvana ağız verileceğine, insanlara kalpleri ve<br />

beyinleri için ikişer ağız daha verilseymiş. Zavallı kapler ve beyinler<br />

yedi yirmi dört o kadar doğru şeyler söyleyip dururlar ki, insanoğlu<br />

alçaklığından ötürü bunları duymamayı başardığı gibi, duyduğunda da<br />

duyduklarını dile getirmez. Bakın iki üstümdeki çözülmüş matematik<br />

soru bankası ne diyor bu düşünceme: İnsanlar yazmaya<br />

başladıklarında beyinleri ve kalpleri de kendilerini ifade etme fırsatı<br />

bulurmuş. Bok bulur! Tövbe estağfurullah. Ne dedim yine! Üzgünüm.<br />

Yaşlandıkça aksileştim, normalde ağzımı bozmam.<br />

Zamanında nasıl basıldım, hangi ortamda hangi kafayla kaleme<br />

alındım hiç bilmiyorum. Nasıl insan bebekliğini ve çocukluğunun ilk<br />

evrelerini hatırlayamazsa, kitaplar da ilk okunmaya başlanıldıkları<br />

günden öncesi hakkında en küçük hatıraya sahip değillerdir.<br />

Bebekliğini hatırladığını söyleyip bir yerlerinden hatıra uyduran<br />

insanlar gibi, yazılma ve basılmalarına ilişkin şeylerden bahsetmeyi<br />

seven ukâla kitaplarla da tanışmadım değil. Yalan yoktur bende.<br />

Hikayemi okunduğum günden başlayarak anlatacağım. Bu arada,<br />

ismim Gölgeli Yol.<br />

Ucuz bir baskı olduğum ve gazetelerde olsun diğer edebiyat<br />

mecmualarında olsun hiç reklamım yapılmadığı için paşa konaklarına,<br />

köşklere, kasırlara yerleşemedim. Ah, onları ne kıskanırdım. Hele<br />

bazıları ilk basımlarından itibaren saraya postalanırdı. Beni ikinci sınıf<br />

sabunculukla uğraşan, kıt kanaat geçinen ama uyku nedir bilmeden<br />

aşkla çalışan, işi için gönülden didinen Mahmut Efendi isminde bir<br />

adam ortanca kızı yedi yaşındaki Peyker’e hediye olarak satın aldı.<br />

Okumayı yeni söktüğü anlaşılan minik Peyker hep ilk on sayfamla<br />

ilgiliydi. Satır altlarımı çizer, sayfa boşluklarıma kelebekler, sinekler<br />

resmederdi. Sonra bunların içini boyar, sayfalarımın kulaklarını<br />

kıvırır, üzerime yediği şeylerin kırıntılarını dökerdi. Sanıyorum o


semihsuren.com<br />

zamandan kalma kırıntılar hâlâ bir yerlerimdedir. Çünkü onları belli<br />

belirsiz bir gıdıklanma hissiyle hisseder gibiyim. Peyker allı pullu,<br />

gıcırdayıp duran küçük döşeğine hoplar, yastıkların arasına çekilir,<br />

beni kucağına alıp sayfalarımı hışırdatıp resimlerime bakar dururdu.<br />

Ben de o çirkin resimleri ilk onun kocaman, kapkara, çok göz<br />

kırpmaktan kaynaklanan çocuklara has bir neşeyle nemli<br />

gözbebeklerindeki yansımamdan gördüm.<br />

Okumaya sürekli ilk satırdan başlayıp dura ilerleye on sayfa bile<br />

ilerlemeden beni haftalarca bir kenara bırakan Peyker yüzünden<br />

içimdeki hikaye nasıl sürüp nasıl sona erecek diye ölesiye<br />

heyecanlanıyordum. Sonra bir bayram arifesi Mahmut Efendi’nin<br />

Edirne’de oturan kızkardeşi Zarife eve birkaç günlüğüne konuk oldu<br />

ve varlığımı keşfetmekte gecikmeyip beni geceleri gözleri<br />

yorgunlukla kapanıp duran küçük Peyker’e kandil ışığında miktar<br />

miktar okumaya başladı. Allah’ım yarabbim, nasıl büyük bir<br />

heyecanla bütün sayfalarım titreyerek hemen gece olsun diye<br />

sabırsızlanıyordum! Zarife Halam (halamdı evet, n’olmuş!) beni<br />

yumuşak elleriyle yerimden kaldırıp kapağımı açtığında dünyalar<br />

benim oluyor, satırlarımı sağdan sola gözünü kırpmadan hevesle takip<br />

ederek güzel sesiyle okumaya başladığında sevincimden deliye<br />

dönüyordum. Bazen öyle sevinirdim ki, ilk anlarda sevincimin<br />

kabartısından okunduğum kısmı duyamazdım; ya da şöyle mi<br />

söylesem; nefesim olsa kesilirdi, o derece.<br />

Zarife Halam beni okuyup bitirdikten iki gün sonra Edirne’ye<br />

döndü; kapının önündeki at arabasının seslerini dinlerken şurama<br />

duygulu bir şeyler oturdu, zoruma mı gitti bilmem, kötü oldum,<br />

ağlayasım geldi. Ama işte kitabız, ağlayamıyoruz :( Bir önceki gün<br />

başımda konuşuyorlardı; Zarife Halam beni evine götürüp kendi<br />

çocuklarına okumak için Peyker’e ricada bulundu, ama Peyker nasıl<br />

cadılaştı birden; öf, o halini hâlâ unutmadım; küçücük sevimli bir<br />

kızın güzel gözlerinin öyle öfkeyle pörtleyebileceği dünyada aklıma<br />

gelmezdi. Peyker’i çok severdim ama keşke beni halama vermiş<br />

olsaydı, çünkü halam gittikten sonra benimle hiç ilgilenmedi Peyker;<br />

belki ara ara satırlarımda gezinen nefis masal aklına gelmiştir,<br />

bilemem, fakat beni dibinde kurumuş karafatmalar olan elma kurusu<br />

kokulu bir sandıkta kenarları oyalı kocakarı çemberlerinin arasına<br />

kaldırıp unuttu.<br />

Gölgeli Yol


semihsuren.com<br />

Tekrar okunacağımın hayaliyle yaşamaya başladım. Sandıktan<br />

sandığa, çekmeceden çekmeceye, ıvır zıvırlar arasında seyahat edip<br />

durdum senelerce ama Allah’a şükürler olsun çöpe atılma veya sobaya<br />

yakıt olma talihsizliğine uğramadım. Eve yeni kitaplar alınıyordu,<br />

bunlar sosyal ve dost canlısı kitaplardı, evin diğer odun kafalı<br />

eşyalarına hissettirmeden uzun uzun fısıldaşırdık aramızda. Peyker<br />

büyüdükçe eve daha akıllı ve kibirli kitaplar girmeye başladı; kısa süre<br />

geçtiğinde bu kitapların da aslında kibirli olmadıklarını, efendi bir<br />

ağırbaşlılığa sahip olduklarını anlardık, ama anlata anlata dillerinde<br />

tüy bittiği halde ne hakkında olduklarına kafamız basmazdı.<br />

Peyker iri yarı, fakat fevkalâde kibar, yakışıklı bir subayla evlenip<br />

yeni evine taşındığında kitaplarının bir kısmını yanına aldı. Bunlar<br />

henüz okumamış olduğu, paketleri dahi açılmamış kitaplarıydı,<br />

aralarında ben yoktum. Peyker’le vedalaşamamış oluşumuz içimde<br />

hâlâ derin bir sızıdır. En son bir arada olduğumuz anı hiç unutmadım<br />

ve Peyker aklıma geldikçe onun da beni zaman zaman anımsıyor<br />

olabileceğini düşünerek hüznümü yatıştırdım.<br />

Yıllar geçti. Ben bu yılların bir kısmını biri üzerinde kaykıldıkça<br />

sallanan ve sinir sinir gıcırdayan bir kanepenin arka ayağının altında<br />

denge sağlayarak ve tabii tozlanarak, yıpranarak geçirdim. Bir gün,<br />

Allah’tan, eve misafir gelen bir çocuğun bilyesi kanepenin altına kaçtı<br />

da onu almak için kanepeyi hareket ettirdiklerinde fark edildim.<br />

Çocuk ısrar kıyamet beni aldı evine götürdü. Beni n’olur versin diye<br />

Peyker’in yaşlılıktan kamburu çıkmış annesine yalvarmıyordu, hayır,<br />

beni bu tozlu, sararmış, kabarmış, cildinin rengi atmış, berbat ve pis<br />

halimle eve alması için annesini kandırmaya çalışıyordu. Helal olsun<br />

ona, o kadar yıl geçti hâlâ hatırıma geldikçe takdirle anarım o anları,<br />

yavrucuk ne yaptı etti hijyen takıntılı titiz annesini ikna ediverdi.<br />

İsmi Hasan’dı çocuğun. Hasan’ın beni okuyacağını, hatta beni de<br />

düşünerek yüksek sesle okuyacağını hayal ediyordum çantasının<br />

içinde evlerine doğru zıplaya zıplaya ilerlerken. Fakat Hasan’la<br />

ilişkimiz içimdeki çirkin resimleri kuru boyayla renklendirmesinden<br />

öteye gitmedi. Nedenini uzun müddet kavrayamadım. Evindeki başka<br />

kitapları zevkle okuyan Hasan neden beni okumaya hiç başlamamış,<br />

gözlerini rastgele açtığı sayfalardaki rastgele satırlarda gezdirmekle<br />

yetinmişti, ve neden satırlarıma sağdan sola değil her defasında soldan<br />

sağa nazar etmişti? Sonradan söylediler ama bu acı gerçeği hiç kabul<br />

etmek istemedim; bir kültür neden alfabesini değiştirirdi, çocukluklarında<br />

Gölgeli Yol


semihsuren.com<br />

Osmanlıca kitaplarla yetişen insanlar nasıl olup da hatıralarla yüklü<br />

eski kitaplarını hatırlamamacasına unuturdu, hâlâ anlam veremiyorum.<br />

Ama modernlik benim anlayamadığım tüm o yönleriyle iyi bir şey<br />

olmalı ki, Latin alfabesi hâlâ kullanımını sürdürüyor. Kızmıyorum<br />

hayır, biraz dargınım, biraz da yeni kitapları kıskanıyorum. Belki<br />

kendim onlar kadar uygar, derin, şık olmadığım için.<br />

Hasan delikanlılık çağını yaşamaya başladığında yirmi kadar<br />

sayfamı kesip kıvırıp su borusunun içinden üfleyeceği fişekler yapmak<br />

için kopardı. Minnettarım ki bu nefesli sporla yalnızca iki gün<br />

ilgilendi, yoksa halim nice olurdu düşünmek bile istemiyorum. Ama<br />

keşke içimde anlatılan masalın en soluk kesici kısımlarını<br />

koparmasaydı da bana sorsaydı ona saçma salak yapay gazellerin<br />

bulunduğu sayfaları işaret etseydim. Evet hikayemde bir gezgin halk<br />

ozanı var ki o adama hâlâ gıcık oluyorum. Bu güzel masalı<br />

uyduruverip kaleme alan yazarım o pos bıyıklı, gözü dönmüş, obur<br />

herifi nasıl hayal etmiş, hayal etmekle kalmayıp onu nasıl kitabına<br />

eklemiş anlayamadım gitti.<br />

Sonrasında tabii yine yıllar yılı yüzüme bakılmadı. Daha eskidim,<br />

daha yıprandım, daha soldum. Hasan’ın hippi kılıklı kızı Ceylan bir<br />

gün beni ve diğer unutulmuş kitapları kaptığı gibi bisikletinin selesine<br />

yerleştirdi, sahafın birine yok pahasına sattı. Beni görünce yaşlı<br />

sahafın yüzü aydınlanır gibi oldu, ortamdan açtı beni, burnunu soktu<br />

arama, derince, uzun, mutlu bir şekilde kokladı beni gözlerini<br />

yumarak. Sandım beni okuyacak! Nerde! Kaldırdı koydu beni bir<br />

kenara. Ama sağ olsun, tozlanmayayım, daha da yıpranmayayım diye<br />

başka kitapların arasına koydu. O gençlerle başta anlaşamadımsa da<br />

sonradan alttakileri ve üsttekileri, hepsini çok sevdim. Bana<br />

modernliği, değişimi, gelişimi sevdirdiler.<br />

Bazen yakılmak istiyorum, bazen bir müzede sergilenmek. Bazen<br />

içimde anlatılan masalın kimi kısımlarını unuttuğum için kendime<br />

kızıyorum. Bazense kendimin o masala kendi aklımdan içimde<br />

yazmayan kısımlar eklemiş olabileceğimi fark ediyorum.<br />

Geçenlerde Osmanlıca öğrenen insanlar olduğunu duydum. Hadi<br />

beni bulun. N’olursunuz.<br />

Bir de, e-kitap diye bir şey duydum, aklım hayalim almadı.<br />

Gölgeli Yol


semihsuren.com<br />

MUTLULUĞU BAŞKASINA BULAŞTIRMAK<br />

O gün de yaşlı adam için neşeli bir gündü. Ay başında yeni bir<br />

torunu olmuştu. Son günlerde mutluluktan uçuyordu ve istiyordu ki bu<br />

mutluluğu dünyadaki herkese bulaşsın.<br />

Hava bulutluydu, esiyordu, belki birazdan yağmur yağacaktı. Evine<br />

doğru yürüyordu. Çimenlere basarak yürümek istediği için, yolunu<br />

uzatmak pahasına, sahil yoluna sapmıştı. Sahil boyunca bir bölümü<br />

koruluk olan güzel bir park vardı. Özellikle böyle kapalı havalarda<br />

gölgeli ve sisli görünür, yaşlı adama tuhaf bir büyü hissettirirdi.<br />

Parkın deniz esintisi, yeni biçilmiş taze çimen ve nemli toprak<br />

kokan havasını soluyarak yavaş yavaş yürürken, banklardan birinde<br />

yalnız, üzgün, gözleri nemli bir kız gördü. Kız çok çok yirmi beş<br />

yaşındaydı. Yaşlı adam kızı inanılmaz sevimli buldu ve onu<br />

üzüntüsünden kurtarmak, kendi mutluluğunu ona bulaştırmak istedi.<br />

“Merhaba,” dedi, kızın yanına otururken. “Fazla vaktim yok.<br />

Yalnızca dinle beni. Hiçbir şey sorma. Gelecekten geliyorum. Sen<br />

benim büyükannemsin.”<br />

“Ne diyorsunuz?” dedi kız şaşırarak.<br />

“Dediğim gibi fazla vaktim yok. Seni evimizdeki eski albümlerde<br />

bulunan fotoğraflarından tanıyorum. Canlı canlı görebilmek için<br />

geçmişe seyahat ettim.”<br />

Kız adamın Alzheimer hastası olabileceğini düşündü. Ama adam<br />

hiç de kontrolsüz ve hasta görünmüyordu.<br />

“Çok güzelmişsin büyükanne,” diye iltifat etti yaşlı adam.<br />

“Hayır, ama, anlamıyorum… Söylesenize…”<br />

“Lütfen,” diye lafını kesti yaşlı adam. “Vaktim yok. Yalnızca şunu<br />

söylememe izin ver. Büyükbabamla altı yıl sonra karşılaşacaksınız.<br />

Büyükanneciğim, ben böyle söyleyince kaşların çatıldı :) Altı yıl<br />

yalnız olacaksın demek istemedim, hayır :) Büyükbabamla tanışmadan<br />

önce, annemin anlattığına göre birkaç tane mutlu flörtün olmuş. Daha<br />

sonra büyükbabam kalbini ebediyen çalmayı başarmış.”<br />

Yaşlı adamın söyledikleri ve konuşurkenki mutlu, sıcak, samimi<br />

tavrı son derece inandırıcı ve rahatlatıcıydı. Kız düşüncelere dalmış,<br />

yüzünde şaşkın bir gülümseme belirmişti, gözlerindeki nem gitmiş,<br />

üzüntüsünü unutmuştu. Birbirlerine mutlulukla gülümsüyorlardı.<br />

Yaşlı adam kızın ellerini avucunun içine aldı, dostça sıktı. Ayağa<br />

kalktı. “Şimdi gitmeliyim büyükanne,” dedi, kızı alnından öptü, gitti.<br />

Mutluluğu Başkasına Bulaştırmak


semihsuren.com<br />

Küçük Asya’nın Büyük Dehası<br />

KÜÇÜK ASYA’NIN BÜYÜK DEHASI<br />

Independent Community dergisinin Those Who Changed<br />

Our Universe köşesinde yayımlanan, Rose Theresa Tringham<br />

imzalı, 13 Kasım 2104 (Perşembe) tarihli makale<br />

Halide Meryem Kozanca (Mary the Magnificent) dört yıl önce<br />

geride bıraktığımız 21. Yüzyıl’ın en büyük ressamlarından biri olarak<br />

kabul ediliyor. Meryem, doksan üç yıl önce bugün, Türkiye’nin<br />

Kütahya şehrinde, tutucu bir ailenin altıncı kızı olarak dünyaya geldi.<br />

Ailesinin ihmalkârlığı sebebiyle sekiz yaşında başladığı zorunlu<br />

ilköğrenimini on beş yaşını doldurduğunda tamamladı. Aynı sene<br />

okuldan alınıp uzaktan akrabaları olan Zekeriya isimli orta yaşlı<br />

kuyumcuyla evlendirildi. Zekeriya’nın çocuğu olmuyordu. Bu yüzden<br />

Meryem ev işlerinin yanı sıra çocuk bakımıyla ilgilenmek zorunda<br />

kalmadı. Bunun yerine, tek başına geçirdiği gündüz vakitlerinde,<br />

resim sanatına yönelebildi. Resim kendini bildi bileli ilgisini<br />

çekiyordu. Fırsat buldukça denemeler yaparak yeteneğini<br />

geliştiriyordu.<br />

Meryem ilk tablolarını henüz üç buçuk yaşındayken yapmıştı.<br />

Havlu peçete üzerine bol şekerli soğuk çay damlaları işleyip kurutarak<br />

elde ediyordu onları. Kaybolan o ilk çalışmalarının hologramlarını<br />

Bilbao’daki asırlık Guggenheim Müzesi’nde görebiliyoruz.<br />

Meryem’in koca evinde geçirdiği dört yıl sanatı açısından yetişme<br />

dönemi olarak değerlendirilmektedir. Bu dönemde meydana getirdiği<br />

eserlerini mahalle kırtasiyelerinden elde ettiği ucuz resim kâğıtları<br />

üzerine sulu ve guaj boya kullanarak resmetmiştir. Bu yarı amatör<br />

eserlerin sayılarının iki bini bulduğu tahmin ediliyor. Bu eserlerin<br />

büyük çoğunluğunun akıbeti bugün hâlâ sır olarak varlığını koruyor.<br />

Çünkü resimlerde değer görüp bunları semt pazarında satmayı akıl<br />

eden Zekeriya’nın girişimleri yüzünden hepsi kaybolmuştur. Bunlar<br />

önemli ilk çalışmalardı. Meryem’in olgunluk döneminde yaratacağı<br />

büyük eserlerinin basit ama sanatı hakkında büyük sırlar fısıldayan<br />

eskizleriydi.<br />

Henüz yirmi yaşına gelmemişti ki Meryem’e meme kanseri teşhisi<br />

konuldu. Sonraki on yedi ay içerisinde geçirdiği üçü başarısız beş<br />

ameliyat neticisinde genç kadının iki göğsü birden alındı. Kısa<br />

hayatının en melankolik dönemini geçirmekte olan Meryem


semihsuren.com<br />

kocasından artan dozajda şiddet, hakaret ve aşağılama görüyordu.<br />

Yalnız kaldığı zamanların tümünü eskizleri üzerinde çalışarak<br />

geçiriyordu. Sol göğsünden kalan son parçaların alındığı son<br />

ameliyatın yol açtığı sızılar henüz dinmemişti. Zekeriya bu haliyle bile<br />

ona acımıyordu. Kendisini son kez dayaktan hastanelik ettikten sonra<br />

Meryem’i babasının evine teslim etti.<br />

Meryem baba evinin şartlarını bıraktığı gibi bulamadı. Peş peşe<br />

doğan üç çocuk ve babasının eve kuma olarak getirdiği iki çocuklu bir<br />

kadının katılımıyla nüfus artmıştı. Her işe koşturan büyük hanımın bel<br />

fıtığı olup yatağa düşmesiyle iş yükü ortada kalmıştı. Meryem’in<br />

kendine güveni ve yaşama olan inancı neredeyse sıfırlanmıştı. Bir de<br />

üzerine kendi evinde köle hayatı sürecekti. Kendisini çalışmalarından<br />

tamamen soyutladı. O senenin aralık ayında belediyenin düzenlediği<br />

kış temalı bir amatör resim yarışmasına kardeşlerinin ısrarıyla bir<br />

karalamasını gönderdi. Kıraathane işleten babasının yüz günde<br />

kazandığı paraya denk bir ödül elde ederek yarışmada birinci geldi.<br />

Ancak Meryem işin parasında değildi. Onu en çok sevindiren para<br />

ödülünün yanı sıra hediye edilen ek ödüldü: Onu en azından bir yıl<br />

idare edecek miktarda profesyonel resim malzemesi. Bu müthiş<br />

hediyenin verdiği moral Meryem’i tekrar hayata bağladı. Resimleri<br />

tekrar hüzünlü genç kadının maneviyatı haline geldi.<br />

Sonraki seneler Meryem’in kişiliği önemli değişiklikler gösterdi.<br />

Yeme içmesi, uykusu iyice azaldı. İnsani ilişkileri tamamen koptu.<br />

Güçten düşmüştü. İnsanda acıma uyandırıyordu. Kimse kendisinden<br />

herhangi bir işe yardım etmesini, evdeki büyüklere hizmette<br />

bulunmasını beklemiyordu artık. Öylesine eridi, görünümü öylesine<br />

perişan bir hal aldı ki… Moral bozucu varlığı sebebiyle babası ve cici<br />

annesi konu komşuya ve misafirlerine karşı ondan utanır oldular.<br />

Babası onu sonunda kendi köyüne götürdü. Kömür sobasıyla ısınan,<br />

çatısı akan, sıvası dökülen, tuğlaları çıkmış, yarı betonarme bir eve<br />

yerleştirdi. Babası Meryem’in hayatta tek dileği olan şeyi yerine<br />

getirmeye razı olmuştu: Ona ülkede bulabildiği, çağdaş ressamların<br />

kullandığı en kaliteli boyaları ve tuvalleri satın aldı. Tabii ki ailesinin<br />

zulmünü ve ihmalkârlığını kimselere bildirmeyip onları el âleme rezil<br />

etmemesi karşılığında. Köyün delisi olarak yaftalanan Meryem o<br />

soğuk evde tek başına kan öksürerek ölene kadar, yaşadığı çağın en<br />

önemli tablolarına birer birer imza attı. Bunları kendisi ölünceye değin<br />

hiçbir ölümlünün göremeyeceği şekilde muhafaza etti. Günümüzde bu<br />

Küçük Asya’nın Büyük Dehası


semihsuren.com<br />

tabloların büyük çoğunluğu Avrupa’nın klas müzelerinde sergileniyor.<br />

Bir kısmı Amerikan kaçak sanat koleksiyonerliği piyasasında el<br />

değiştirip duruyor. Çok çok küçük bir azınlığı ise Uzak Doğu<br />

ülkelerindeki varlıklı ailelerin saklı malikânelerinin özel konuk<br />

duvarlarını süslüyor.<br />

Bu son dönem tablolarına günümüzde on milyonlarca Amerikan<br />

doları paha biçiliyor. Sayıları dört yüzü aşkın. Bu nefis tablolar<br />

insanın hayal sınırlarını zorlayan berbat bir ortamda resmedildi.<br />

Meryem alanında hiçbir eğitim almamıştı. Dıştan, basılı ve görsel<br />

materyalle dahi, kendini geliştirmemişti. Tamamen içgüdüsel olarak<br />

fırça kullanmıştı. Meryem sağlığını günden güne kaybettikçe giderek<br />

artan büyük bir iştahla tablolarını tamamlıyordu. Daha sonra bunları<br />

kese kâğıtlarına ve naylon muşambalara sarıp civar tarlalara gömüyordu.<br />

Onun biyografisini yazan Türk ve diğer milletlerden yazarlarca keyifle<br />

anlatılan ünlü hikâyeyi bilirsiniz. Şiddetli bir yağmur sonrası<br />

Meryem’in tablolarının bir kısmının gömülü olduğu bir tarla aşınıyor.<br />

Tablolardan birisi yüzeye çıkıyor. Tabloyu köyün ilkokulunda görev<br />

yapan genç öğretmen buluyor. Tabloyu başının üzerine kaldırıp onu<br />

yağmura siper ederek evine gidiyor. Tabloyu naylon kılıftan ve darbe<br />

koruyucu kalın kâğıtlardan kurtarıyor. Karşısında hayal bile<br />

edemeyeceği güzellikte eşsiz bir dişi varlığın resmedildiğini görüyor.<br />

Nutku tutuluyor. Genç öğretmenin aklı başından öyle bir gidiyor ki,<br />

ömrünün geri kalanında kekeliyor. Çok sevdiği öğretmenlikten<br />

zorunlu emekliliğe ayrılmak zorunda kalıyor. Bu tablo (kendisine<br />

2044’te Viyana’da verilen isimle) Helenor Madonna’sıydı.<br />

Uygarlığımızca insan elinden çıkan gelmiş geçmiş en hoş ve en tahrik<br />

edici sanat eserlerinden biri kabul edilen tablo.<br />

Çok boyutlu fotoğrafik panaromal portreleme akımı 2060’larda<br />

altın çağını yaşadı. Meryem’in tabloları bu akımın en bilinen<br />

öncülerini oluşturmaktadır. Tablolardaki insanötesi eril ve dişil<br />

formlar bugün gençlerimizin hayal dünyalarını meşgul eden pek çok<br />

kurgu fantazyanın tasarlanmasına da zemin oluşturmuştur. Meryem’in<br />

içgüdüsel olarak yapıyor olduğu şey resim sanatına yenilik getirmişti.<br />

Maymun ve insan arasındaki farkların tümünün paralellerini<br />

saptamıştı. Bunları insanlar ve tablolarındaki doğaüstü güzellikteki<br />

canlılar arasında kullanmıştı. Bize fiziksel olarak en yakın hayvan<br />

olan maymunla aramızda ne kadar ve ne yönlerde farklar varsa, bu<br />

büyük fırça, bizim yanında maymunlara benzer nitelikte sönük ve ilkel<br />

Küçük Asya’nın Büyük Dehası


semihsuren.com<br />

kaldığımız büyüleyici bir tür hayal etmişti. Yüz yıl öncesinin şartlarını<br />

ve düşünme alışkanlıklarını göz önüne alınız. Bu tabloları ilk görenlerin<br />

konuşma yetilerini kaybetmelerini, dünyadan soğumalarını,<br />

renklerinin atmalarını, iştahtan kesilmelerini, uzun periyotlarda<br />

karasevda çekmelerini doğal karşılamak gerekir.<br />

Bizler Meryem’in fırçasından çıkmadan önce dünyada böylesine<br />

dünyaötesi güzelliklerin hayal edilebilir olduğunu aklımıza dahi<br />

getiremezdik. O nefes kesen efsane tablolar toprak altında kalmış<br />

olsaydı sanıyorum uygarlığımız bu denli bir ilerleme kaydedemezdi.<br />

Çünkü yakın geçmişteki atalarımız bugünün dünyasını tasarlarlarken<br />

kıyısından köşesinden bu muhteşem tablolardaki zarafetten,<br />

parlaklıktan, göz kamaştırıcı hayal âlemi unsurlarından etkilenmiş,<br />

ama kasıtlı ama bilinçsiz esinlenmişlerdir.<br />

Yeni yeni türeyen Marianistler, Meryem’in keşfini yücelten<br />

insanlar. Altı kola ayrılmış bulunuyorlar. Sayıları yüz binleri buluyor.<br />

Bir nevi neo-pagan mezhebi bu. Sözü geçen tablolalara sayıları her<br />

geçen gün artan ilahi nitenikler yüklemekteler. Anadolulu Meryem’e<br />

ilaheler ilahesi gözüyle bakmakta ve tablolarda yaratıcının hamlelerini<br />

aramaktadırlar. Ben bir içgüdüyle Meryem’i hep daha insani, daha<br />

kırılgan, zavallı, muhtaç yanıyla gördüm. Onu hep ayakları yerde,<br />

ilahi olmayan, acılar içinde bir dünyalı olarak resmettim.<br />

Okutulmamış, hürlüğü elinden alınmış, şiddet görmüş, aşağılanmıştı.<br />

Görünür kadınlığını yitirmiş, kendisinden canavarmış gibi uzak<br />

durulmuş, ölüme terk edilmiş yaralı bir genç kadın olarak tanıdım onu.<br />

Onu hâlen anlayamıyoruz. İhtimal, gelecek kuşaklar da<br />

anlayamayacaktır. Çünkü o bizlere tablolarından başka hiçbir ipucu<br />

bırakmamıştır. İnsanda hayret uyandıran, bakanın soluğunu kesen,<br />

uzun bakıldığında kalpte ağrılara neden olan otoportresi haricinde<br />

onun nasıl göründüğünü bilmiyoruz. Sesini duymadık. Kendi<br />

hakkında yazdığı, söylediği tek şey yok elimizde. Belki de tüm bu<br />

nedenlerden ötürü Küçük Asyalı, Anadolulu Meryem, doğum ismiyle<br />

Halide Meryem Kozanca, ilelebet efsane kalmaya mecbur olacaktır.<br />

Küçük Asya’nın Büyük Dehası<br />

bkz. The Great Mind of Asia Minor, by R. T. Tringham, ’04.


semihsuren.com<br />

Kayıp Şaheserler<br />

KAYIP ŞAHESERLER<br />

Vakti zamanında gönlünü Batı medeniyetlerine kaptırmış bir Arap<br />

emiri yaşardı. Kudretli, nüfuzlu, sağlam adamdı. Belki yarımadanın en<br />

zengin adamıydı. Dünyanın en muhteşem atları emirin haralarında<br />

doğar ve serpilirdi. Birbirinden hoş taylar nam için Kıta Avrupası’nın<br />

şöhretli adamlarına hediye edilirdi. Hükümdarlar, prensler, çarlar ve<br />

dükler bu dilberler gibi güzel nefis atlara aşık olurlardı. Atlarını ve<br />

kendilerini çağın en büyük ressamlarına bir arada resmettirirlerdi.<br />

Altmışlı yaşlarına kadar kadınlarının hiçbiri emire oğul veremedi.<br />

Bu durum yeryüzünün bir nevi hakimi olan kudretli emiri<br />

kahrediyordu. Derken, bir kış, topraklarından geçmekte olan bir<br />

Kafkas kafilesi emirin gönlünü okşamak için ona yirmi yaşlarında bir<br />

Çerkez güzeli armağan etti. Emir ömründe böylesi güzel bir yaratık<br />

görmemişti. Cibinliği koluyla yana itip güzel kızı yumuşacık ipekten<br />

döşeğin üzerinde ilk gördüğünde ona vuruldu. Yıllar üzerine, sayısız<br />

kadın üzerine, emirin yüreği ilk defa böylesine titrer oldu.<br />

Çerkez güzeli Arap kumulları üzerindeki kırk dokuz odalı taş<br />

konakta geçirdiği üçüncü baharda emirine kırmızı tenli, masmavi<br />

gözlü, sağlıklı bir oğlan doğurdu. Kader bu ya, tam da o sene o<br />

vakitte, yarımadayı amansız bir salgın vurdu, emirin atlarının<br />

neredeyse tamamını, ama en güzellerinin, en cins olanlarının tümünü<br />

kırdı. Yine kaderdendir, emir kendisini son zamanlarda batıla<br />

kaptırmış, etrafına yıldızları, rüyaları yorumlayan, tütsüler, yakılar,<br />

tılsımlar hazırlayıp duran adamları toplamıştı. Haraları vuran salgına<br />

sebep olarak emirin yeni doğan oğlunu gösterdiler. Emiri Çerkez<br />

güzelini kendisi kadar şeytanların da döllediğine ikna ettiler. Emir bir<br />

Şam ziyareti sırasında kenti terk ettiğinde, şeytanların el sürdüğüne<br />

inandığı Çerkez güzelini boğdurup bir mağara dehlizine gömdürdü.<br />

Şeytanların nefretini hepten çekmemek için canını bağışladığı oğlunu<br />

ise Avrupa’nın soğuk bir ücra kentinde bir kuleye hapsettirdi.<br />

Emirin oğlu daracık o kulenin tepesinde, küçük ve rutubetli, iki göz<br />

bir hücrede altmış bir yıl yaşadı. Hücresinde döne döne baştan<br />

okuduğu on yedi kitabı ve içine işlemiş tahtakurularının on yıllarca<br />

kemirdiği kan kırmızısı bir piyanosu vardı. Emirin toprak satın alıp<br />

hizmetlerine verdiği bir aile onu orada üç kuşak boyunca tutsak etti.<br />

Emirin oğlunun bugün kayıp olan harika dört kitap kaleme aldığı,<br />

bütün ulusların bildiği anonim parçaların ilk bestecisi olduğu söylenir.


semihsuren.com<br />

PROFESÖR LOTHAR’IN ÖMÜR BOYU PİŞMANLIĞI<br />

Ömrünü Avusturya’nın Tirol eyaletinin başkenti olan<br />

Innsbruck’taki, atalarından kalma, taşlarla örülmüş, devasa kır evinde<br />

alkoloidler üzerine çalışmalarına adayarak geçiren Alman kimyager<br />

Hermann Emil Lothar’ın devletten ve insanlardan yirmi yıl boyunca<br />

gizlemeyi başardığı Karl isminde gayrimeşru bir oğlu vardı. Karl’ın<br />

annesi, Profesör Lothar’ın 1929 senesinde stereokimya üzerine bir<br />

panele konuşmacı olarak çağrıldığı Paris’te tanıştığı ve Nice kentinde<br />

altı ay süresince dost hayatı yaşadığı Clémence Coupeau sahne isimli<br />

genç bir aktristi. Genç kadın Karl’ı dünyaya getirdikten kısa süre<br />

sonra zatürreeye kapılıp hayata veda etmişti; bunun ardından Profesör<br />

Lothar nedensiz bir iğrenme duyduğu bebeğiyle birlikte çocukluğunu<br />

geçirdiği kır evine dönmüştü.<br />

Profesör Lothar son derece disiplinli ve ölçülü bir adamdı; her<br />

sabah güneş doğuş saatinde kalkar, iki saat spor yapar, ardından aynı<br />

zamanda devasa bir bitki serası olan laboratuvarında hava kararıncaya<br />

değin çalışırdı. Evin hizmetinden sorumlu uzaktan akrabası olan yaşlı<br />

karı kocayla birlikte aynı sofrada yediği akşam yemeğinden sonra ise<br />

geç vakitlere kadar okurdu. Ara sıra okuduğu kitaptan başını kaldırır,<br />

gaz lambasının ışığına gözlerini diker ve henüz bir bebek olan oğlu ve<br />

onu emzirmesi için civar köylerden getirttiği süt anneler hakkında<br />

düşüncelere dalardı. Düşündükçe kafası karışırdı; bazen süt annelerden<br />

birini nikahına alıp insanların gözünde mutlu bir aile tablosu çizerek<br />

kentteki davetlere katılmayı arzular, çoğu zaman ise hırçın yalnızlığını<br />

yüceltip böyle küçük mutluluklara asla gönül indirmeyeceğine dair<br />

kendisine sözler verirdi.<br />

Fevkalâde şirin bir görünümü olan Karl bebeklik çağını<br />

tamamlıyor, ilk çocukluk evrelerini yaşamaya başlıyordu. Profesör<br />

Lothar oğlunun geleceği hakkında alışılmadık tasarılara sahipti;<br />

bunların en aşırısı onu okula göndermeyip deneysel eğitime tabi tutma<br />

arzusuydu. Profesör’ün kendini beğenmiş yanı kuvvetliydi; bu kibri<br />

sebebiyle hayatta fikirlerine saygı duyduğu çok az insan vardı; bu<br />

kişilerden birisi yeni kurulan Türkiye’de yaşayan ortanca kardeşi<br />

Rudolf’tu. Rudolf yıllar evvel Viyana’da tanışıp ışık hızıyla aşık<br />

olduğu Türk kızı Merve ile ilişkilerini evliliğe doğru götürmek üzere<br />

adım attığında aile büyükleriyle karşı karşıya gelmiş ve müthiş bir<br />

gözü karalık ve dik başlılık göstererek aile servetinden vazgeçip<br />

Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı


semihsuren.com<br />

yakınlarıyla bütün bağlarını koparmış, Merve ile birlikte Kayseri’ye<br />

yerleşmiş, Müslüman olup Kemalettin Ruhi Bey ismini almış,<br />

kayınpederine ait Sarıçiçek Pastırma Sucuk Şarküteri’yi işletmeye<br />

başlamıştı. Kardeşinin yaptığı aşırılığın ardından müthiş bir öfke ve<br />

acıma duyan Profesör onunla uzun müddet görüşmek istememiş,<br />

mektuplarına cevap vermemiş, hediyelerini kabul etmemişti.<br />

Babalarını kaybettikleri hafta bir araya geldiklerinde sempatik<br />

yaratılışlı Rudolf sevimli kişiliğinin hünerlerini sergileyerek<br />

ağabeyinin gönlünü almayı başarmıştı.<br />

Karl’ın dördüncü yaşını doldurduğu bahar Profesör Lothar onu<br />

kendi elleriyle sünnet etti ve çocuğun on bir gece ateşler içinde<br />

titremesine, ağlama krizlerine girerek defalarca bayılmasına neden<br />

oldu. Otuz yaşından sonra sünnet olan Kemalettin Ruhi Bey ile yeni<br />

yıldan beri sünnet üzerine yazışmaktaydı. Profesör o insanı bezdiren<br />

ısrarlarıyla kardeşini sıkıştırarak onu sünnet deneyimini bütün<br />

ayrıntılarıyla kaleme almaya ve penisini fotoğraflamaya zorlamıştı.<br />

Kendisi de sünnet kültürü ve genital bölge ameliyatları üzerine aylar<br />

süren yoğun bir okuma girişiminde bulunmuştu. Operasyon<br />

sonrasında Karl öylesine kan kaybetmiş, ağlamaktan ve ateşten<br />

öylesine bitkin düşmüştü ki, feci derecede ağırlaştığı gecelerin birinde,<br />

onun bakımıyla üstlenen genç kadınların birisi, Profesör yattıktan<br />

sonra, küçük çocuğun ruhunu kurtarması için kır evine aşağıdaki<br />

kasabanın papazını getirtmişti.<br />

Profesör Lothar beş yaşında okumayı söken Karl için iki sene içinde<br />

tamamlayacaklarını planladığı hızlandırılmış bir ilköğretim müfredatı<br />

geliştirdi. Karl’a ‘Temel Almanca’, ‘Avrupa Coğrafyası’, ‘Yüksek<br />

Sanat Tarihi’, ‘Yeryüzümüz’, ‘Anatomi’, ‘Karşı Cinsle Yakın ve Uzak<br />

Münasebetler’, ‘Uygarlık, Çağdaşlık’ gibi isimler koyduğu dersler<br />

veriyordu. Derslerde bir çocuğun kavrayabileceği kavramlarla ve basit<br />

bir dille Karl’a bilgileri hikayeleştirerek aktarıyordu. Sonrasında<br />

birlikte anlatılanlar üzerinde sohbet ediyor, akıl yürütüyorlardı. Karl’a<br />

her ders bitiminde öğütler veriyor, bunları not etmesini sağlıyordu,<br />

fakat oğluna asla sınav yapmıyordu.<br />

Karl on yaşına geldiğinde dünya üzerine pek çok teorik bilgi<br />

sahibiydi, ancak Profesör oğlunun bakıcılarıyla birlikte kasabaya<br />

inmesi, tiyatro ve temsillerde bulunması, arkadaş edinmesi gibi en<br />

küçük şeyleri dahi pratikte kavramasına anlaşılmaz bir tutuculukla<br />

karşı çıkıyordu. Karl günlerini programlanmış bir robot gibi hep aynı<br />

Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı


semihsuren.com<br />

şekilde geçirmek zorundaydı. Sabah gün ışığıyla birlikte uyanıp<br />

babasıyla spor yapmak, duşun ardından hafif sohbetlerle renklenen bir<br />

kahvaltı etmek, öğleye kadar ders görmek, daha sonra seraya gidip<br />

babası kendi çalışmalarıyla meşgulken orada kendisine hazırlanan<br />

küçük yazı masasında güneş batana kadar kitap okumak ve günlüğüne<br />

en az yüz kelime eklemek zorundaydı; akşam yemeğinden sonraysa<br />

babasının müsaade ettiği altı oyundan birini oynar, kitap okumayı<br />

sürdürür, bakıcılarıyla vakit geçirir veya çok yorgun hissediyorsa<br />

erkenden uyurdu.<br />

Profesör Lothar kendisini otuz beş yaşından sonra keşfettiğini,<br />

şimdiki halini yaratan gündelik hayat disiplinlerini o yaşlarda icat edip<br />

uygulamaya koyduğunu söylerdi. Bahsettiği disiplinleri Karl’a çok<br />

küçük yaşlardan itibaren uygulatmaya başlamıştı ve Karl çok<br />

geçmeden bunları alışkanlık edinmiş, bazılarını hayatın olmazsa<br />

olmazları olarak kabul edivermişti. Misalen, Karl babası gibi kitapları<br />

karışık bir düzende okurdu; önce kitabın kaç bölüm olduğuna bakar,<br />

daha sonra bölümler kadar sayıyı birden başlayarak küçük kağıtlara<br />

not eder, bunlardan kura çeker ve kitabın bölümlerini kurada çıkan<br />

sırayla okurdu; böylelikle kitaplar ona olduklarından daha gizemli,<br />

daha heyecanlı gelirdi. Bu okuma alışkanlığı yüzünden aklı diğer<br />

yaşıtlarına nazaran daha kuşkucu, kişiliği daha sinsi gelişmekteydi.<br />

Babası ona kitapların aslında birinci sayfadan son sayfaya doğru<br />

sayfaların numara sırasına göre çevrilerek okunduğunu öğretmemişti;<br />

Karl bazı kitaplarda kitapları hiç okuma kurası hazırlamadan, açıp ilk<br />

sayfadan okumaya başlayan karakterlere rastlar ve büyük şaşkınlık<br />

duyardı; bu kısımları yazarların okurlarını şaşırtmak için mahsustan<br />

böyle yazdıklarını düşünürdü. Profesör Lothar bu okuma örneğinin<br />

benzeri pek çok şeyi sırf kendisi öyle yapıyor diye Karl’a da tüm<br />

dünyanın yapıyor olduğundan farklı yapmayı öğretmiş, benimsetmişti.<br />

Karl on altı yaşını doldurduğunda, küçük bir sebepten kaynaklanan<br />

bir öfkeyle, ilk defa babasıyla tartışmayı göze aldı ve kendini<br />

tutamayarak dakikalar boyunca çılgın gibi boyun damarları şişerek<br />

bağırdı. Profesör Lothar hiçbir şey söylemedi, yazı masasına oturup<br />

Londra’daki tedarikçi eczacısından gelen mektuba cevap yazmaya<br />

başladı, Karl’ın yatışıncaya kadar seranın kuzey kısmında sıralanmış<br />

küçük saksıları tekmeleyip durmasına ses etmedi. Profesör mektubunu<br />

bitirip zarfa yerleştirdiğinde, Karl bir köşeye çökmüş, dizlerini<br />

kucaklamış, burnunu çekerek ağlıyordu. Profesör yanına gidip Karl’ı<br />

Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı


semihsuren.com<br />

ayağa kaldırdı, boyuna yetiştiği, kocaman bir adam olduğu için onu<br />

övdü, saçlarını kestirme vaktinin geldiğini söyledi, elini Karl’ın<br />

ensesine atıp başını göğsüne sımsıkı bastırdı ve saçlarını koklayarak<br />

öptü onu. Bu Karl’ın babasından gördüğü ilk ve son şefkat<br />

gösterisiydi.<br />

Karl yirmi yaşına geldiğinde dünya hakkında her şeyi bildiğini<br />

düşünüyor, bunu babasına her fırsatta ispatlamaya uğraşıyordu. Fakat<br />

babasının ona bahsini bile açmadığı sayısız şey vardı. Genç adam<br />

giderek daha yürekli, daha atılgan biri oluyordu. Geceleri kır evinden<br />

kaçıyor, at üzerinde saatlerce yakınlardaki kasabaları geziyor,<br />

kendisini her gece farklı bir kimlikle tanıtarak sarhoşlarla ve<br />

fahişelerle sohbet ediyor, hava ağarmadan geri dönüyordu. Bu gece<br />

maceraları onu değiştiriyordu. İlk defa kendi yaşıtı ve kendinden<br />

küçük kimselerle karşılaşıyordu. Yabancılarla kaynaştıkça hemen her<br />

konuda fikirleri etkileniyor, alışkanlıklarını yeniden düzenliyordu.<br />

Babasının sandığının aksine ne kadar geri kafalı ve despot bir adam<br />

olduğunu seziyor, günlerini huzursuzluk duyarak geçiriyordu.<br />

Gece gezmelerinin yedinci ayında gezgin bir sirk grubuyla birlikte<br />

şehre gelmiş olan on yedi yaşında bir İspanyol güzele vuruldu. Sirkin<br />

fil terbiyecisi olan bu kız sadist ruhlu, durmadan sigara içen, ağza<br />

alınmayacak küfürlerle konuşan biriydi. Profesör Lothar Karl’a<br />

bahsedilmeye değmez bulduğu bayağı insanlar hakkında en küçük söz<br />

etmemişti; bu yüzden Karl daha önce hayalinden bile geçirmemiş<br />

olduğu böyle bir kızla karşılaştığında, deniz kenarında gezinirken bir<br />

denizkızıyla karşılaşmış gibi şaşkına döndü ve anında büyülendi.<br />

Gecelerce ucuz şarap içip boş ve ıslak sokaklarda ağızlarından<br />

buharlar çıkarak, üşüyerek, birbirlerine sokularak konuştular. Ne kız<br />

Karl’ın anlattıklarına inanabiliyordu, ne de Karl kızdan dinlediklerine.<br />

İspanyol güzelin sirki altı hafta sonra Balkan turu yapmak üzere<br />

Innsbruck’tan ayrıldı. Karl onlarla birlikte Avusturya’yı terk etti.<br />

Niyeti ilk ve tek aşkı olan İspanyol güzelinin aklını çelmek, onu<br />

kendisiyle birlikte Kayseri’ye, amcası Kemalettin Ruhi Bey’in<br />

yaşadığı kente gelmeye ikna etmekti.<br />

Karl çok toy, çok bilgisizdi. Pespembe bir gelecek düşlüyordu.<br />

Oysa birkaç yüz bin mil sonra soyulacak, ölesiye dövülecek,<br />

haftalarca soğuk ve sisli dağlarda yaşam savaşı verecek, ölecekti.<br />

Profesör Lothar’ın Ömür Boyu Pişmanlığı


semihsuren.com<br />

YAKIŞTI MI BU ŞİMDİ TANRILARIN KIZINA<br />

Yazının bulunmasından asırlar önceydi. Khleonia isimli küçük bir<br />

ülke toprakları üzerinde altı çeşit ırk yaşardı. Ülkenin batısında<br />

yaşayan Sahnih kökenli insanların kadınları güzellikte dillere destandı.<br />

Bilinen dünyanın dört yanında Sahnih kadınları ‘tanrıların kızları’<br />

ismiyle övülürdü. Uzak toprakların hükümdarları Khleonia ile iyi<br />

ilişkiler kurmuşsa kendilerine Sahnih kadını hediye edilmesi adetti.<br />

Bu tanrısal hediyelere ağızları ne kadar sulanırsa sulansın<br />

hükümdarlar el sürmezdi. Çünkü o dönem yerküre üzerinde yaşayan<br />

tüm halklar bir şeyde hemfikirdi: Hükümdarlar tanrıların kızlarını<br />

kirletecek olursa dünyanın sonu gelecekti. Olur da hükümdarın biri<br />

şehvetini bir Sahnih kadınıyla söndürürse, yıldızların ardından bir<br />

ejder gelecek ve dünyayı çiğneye çiğneye yutuverecekti.<br />

Çağlar çağları kovaladıkça insan aklı aşama kaydetti. Zihinler<br />

kısmen silkelenmeye, toplumlar uygarlaşmaya başladı. Kadın denen<br />

varlık insanlık tarihinde ilk defa hakikatli mevkiler kazanır oldu.<br />

Nasıl olduysa vaktin birinde, tarihte ilk defa, bir kadın iktidar oldu.<br />

Bir Sahnih kadını. Zaten olsa olsa bir Sahnih kadını olabilirdi.<br />

Ona ‘ilaheler ilahesi’ diyorlardı. Asıl ismi Şurag’dı. Kızıldeniz<br />

kıyısına toprağı olan Lümendi isminde bir liman kentinin kızıydı.<br />

Ailesi kentteki diğer aileler gibi fakir sünger avcılarıydı. Aile beş asır<br />

kadar önce Batı Khleonia’dan buraya sürgüne gönderilmişti. Yoksa bu<br />

lanetli topraklardan Sahnih kanında bir kızın yetişmesi görülmüş şey<br />

değildi. Şurag toz içindeki, sıcaktan kavrulan Lümendi topraklarında<br />

yetişen tüm kızlar gibi hafif yaratılışlıydı. Edepsizdi. Ancak büyük bir<br />

iradeyle, belki kanındaki soylulukla, edepsizliğini on yıllarca<br />

gizlemeyi başardı. Zekası, hafızası ve soğukkanlılığıyla ülke<br />

yönetiminde yükseldi, otuz altıncı yaşında hükümdar oldu.<br />

Bir hükümdar bir Sahnih kızına el süremezdi. O bir hükümdardı.<br />

Aynı zamanda bir Sahnih kızı. Dayanamayacaktı ama. Yıllardır<br />

yenemediği büyük alışkanlığıyla bir gece ipekten yatağında kendine<br />

hükümdar olduktan sonra ilk kez dokundu. Büyük bir titreyişle<br />

kendinden geçti. O an korkuya kapıldı. Bir hükümdar bir Sahnih<br />

kızıyla şehvetini dindirmiş olmuştu böylelikle. Evet, aptalca bir şey<br />

düşünmekteydi. Ancak korku Şurag’ı ele geçirdi. Göğün ardından o<br />

malum ejderin kıyamet çığlıklarını duyduğunu sandı. Ve kalbi durdu.<br />

He bu arada bu Şurag denen hatun mumyalanan ilk insandır.<br />

Yakıştı Mı Bu Şimdi Tanrıların Kızına


semihsuren.com<br />

Jerkiousion<br />

JERKIOUSION<br />

Minicik şeffaf Jerkiousion kapsüllerinden sonuncusunu ağzına<br />

koydu, hapı bir süre dişlerinin arasında tuttu, diliyle ıslatıp damağına<br />

bastırarak hafifçe ezdi, sonra yuttu ve arkasına yaslanıp beklemeye<br />

başladı. Parmakları belli belirsiz uyuşuyordu, ellerine bakıyor,<br />

sıkıntıyla bekliyordu. Gözyaşları durmuyordu. Dakikalar içerisinde<br />

gözleri ağırlaştı, çenesini genişçe açarak ardı ardına esnedi.<br />

Göğüslerinde bir kamaşma hissettiğinde yüzündeki hüzün anlatımı<br />

derinleşti; bu kamaşma uykuya dalmak üzere olduğunun işaretiydi,<br />

çok geçmeden diğer âleme geçiş yapacaktı. Diğer âleme geçmeden<br />

önceki son saniyelerde aklında o sabah gazetede okuduğu haber vardı.<br />

Samsun’un Kavak ilçesine bağlı Çerkezköy’de gerçekleştirilen bir<br />

kazıda, yerin on yedi metre altında ulaşılan bir kaya mezarından on bir<br />

ay önce çıkarılan kırık kafataslı iskeletler üzerineydi haber. Testler<br />

sonucunda iskeletlerin genç bir kadına ve küçük bir kıza ait olduğu<br />

saptanmıştı.<br />

İlk Jerkiousion kapsülünü yutalı tam üç bin gün oluyordu.<br />

Jerkiousion kapsüllerinin bulunduğu poşet oyuncakdenizi.com’dan<br />

satın aldığı üç bin parçalık dev Typus Orbis Terranum puzzle<br />

kutusundan çıkmıştı. Poşete ‘Swallow Them If You Want To See The<br />

Rabbit Hole’ başlıklı bir not iliştirilmişti. Burcu’nun İngilizcesi pek<br />

iyi sayılmazdı, ancak yazının ‘Tavşan Deliğini Görmek İstiyorsanız<br />

Hapları Yutun’ anlamına geldiğini tahmin edebildi. Tesadüf bu ya,<br />

Burcu çocukluğundan yarım yamalak hatırladığı Alice Harikalar<br />

Diyarı’nı o hafta tekrar okumuştu, bu yüzden nottaki tavşan deliğinin<br />

Alice’teki tavşan deliğine gönderme olduğunu hemen kavradı.<br />

Notta şu metnin İngilizcesi yazılıydı: ‘Merhaba, ben Justina<br />

Večerinskaitė. Satın aldığınız puzzle Litvanya’da üretildi. Bu notu<br />

okuyorsanız puzzle kutulanmadan önce kapsülleri yerleştirmeyi<br />

başarmışım demektir. Poşette iki bin adet Jerkiousion kapsülü var.<br />

Herhangi bir yan etki göstermeyen Jerkiousion size eklemeli gerçekçi<br />

rüyalar gördürecektir. Eklemeli rüya demek, bir rüya havuzu oluşturup<br />

her uyuduğunuzda aynı rüyaya kaldığınız yerden devam etmeniz<br />

anlamına geliyor. İkinci bir gerçeklikten bahsediyorum. Rüyalarınızda<br />

süreceğiniz ikinci yaşamdan gerçek yaşamınıza geri uyanmak için bu<br />

ikinci âlemde uykuya dalmanız yeterli olacaktır. Söylediklerim size<br />

komik ve saçma gelecektir. İlk kapsülü yutana kadar böyle


semihsuren.com<br />

hissetmeniz gayet doğal. Ben de hapla ilk tanıştığımda inanmayı<br />

reddetmiştim. Daha fazla açıklama yapmayacağım. Bunun nedenini de<br />

açıklamayacağım. Jerkiousion kapsüllerinin yeryüzünde hep doğru<br />

kişileri sihirli bir şekilde bulduğuna tanık olduk, bu yüzden, siz şu an<br />

aksini düşünüyor, hatta sinirleniyor olsanız bile, hapların sadık bir<br />

kullanıcısı olacağınızdan eminiz. Bundan böyle yıllar yılı sürecek<br />

ikinci bir hayatınız olacak. Keyfini çıkartın.’<br />

Burcu tam üç bin gün önce ilk Jerkiousion kapsülünü yutup uykuya<br />

daldığında kendisini birdenbire serin bir rüzgarın estiği kumul bir<br />

düzlükte çırılçıplak bulmuş, ufuk çizgisinde görülen kayalık tepelere<br />

doğru dört saat boyunca güçlükle yürümüştü. Kayalık alçak dağların<br />

üzerinde yüz dört nüfuslu bir yerleşim vardı ve oranın halkı güneşin<br />

batış saatinde kayalıklara ulaşan Burcu’yu dostça karşılamış, ona<br />

kadim Şlengçede ‘uzak tanrıların hediyesi’ anlamına gelen Hemg<br />

ismini vermişlerdi.<br />

Hemg kendisine ertesi gece yarısına doğru ikram edilen kurtlu<br />

yaprak çorbasını içene kadar damağında ve genzinde Jerkiousion<br />

hapının buruk tadını duydu. Burcu ikinci hayatındaki bu ilk<br />

deneyiminde o kadar heyecanlıydı, o kadar ürküyordu ki uykuya<br />

teslim olabilmesi için en uzunlarının boyu bir buçuk metreyi<br />

geçmeyen Şleng ırkı insanlarının arasında bitkinlikle kırk saat geçirdi.<br />

Burcu bir kabusa benzettiği o ilk rüyadan uyandığında bir daha<br />

Jerkiousion almayacağına yeminler ederek ve kırk saati aşkın süredir<br />

yatakta kalan uyuşmuş bedenini zor hareket ettirerek duşa girdi. Fakat<br />

gece yarısı olduğunda, kendisini tekrar uyku bastırdığında korkulu bir<br />

merak duyarak Jerkiousion poşetini açtı, ikinci hapı yuttu ve az sonra<br />

Hemg olarak Şlenglerin arasında uyandı.<br />

Burcu o hafta günlük tutmaya başladı:<br />

Jerkiousion<br />

İlk hafta: ‘O an nasıl dehşete kapıldım, anlatamam. Lastik<br />

gibi sertleşmiş çirkin eliyle koluma dokundu. Bir şey<br />

anlatmak istiyordu. Başta anlayamadım. Sonra birden<br />

duruma uyandım! Jestlerin evrensel olduğunu hatırladım<br />

ve vücut diline dikkat ettim. Goatt bana insanlarının<br />

kendisini eşim olarak seçtiğini anlatmaya çalışıyordu!’<br />

İlk ay: ‘Dillerini kaptım sayılır. Zaten topu topu kırk<br />

kelimeyle anlaştıklarını zannediyorum. Kimi kelimeleri


semihsuren.com<br />

Jerkiousion<br />

farklı şeyler için kullanıyorlar. Bu kafamı karıştıyor. (…)<br />

Goatt benim için ansiklopedilerde bile görmediğim<br />

kocaman bir sürüngen yakalamış. Sırtı geniş ve sert<br />

pullarla kaplı, ağır hareket eden, küçük ağızlı, tombul bir<br />

sürüngen. Birlikle üzerine bindik ve o hantal canlı bizi on<br />

metre kadar taşıyıp birden yorulup uyuyakaldı. Bu esnada<br />

Goatt’ın arkadan beline sarılmaktaydım. Kocamın<br />

başlarda leş gibi gelen kokusuna alıştım sanırım. Hatta bu<br />

kokuyu artık almıyorum bile denebilir.’<br />

İlk sene: ‘Bacak aramdaki sızı geçmek bilmiyor. Sızının<br />

psikolojik etkisinden gerçek hayatımda bile<br />

kurtulamıyorum. Bugün iş yerinde kanamam olduğunu<br />

hissedip lavaboya attım kendimi, baktım bir şey yok. Bu iki<br />

âlem beni başlarda ikiye bölüyordu, korkuyordum;<br />

şimdiyse iki âlem iç içe geçip bir bütün oldu, daha da<br />

korkuyorum. Bebeğimiz yaşayacak mı, bilememek beni<br />

öldürüyor, kalbim batışıyor, onu buradayken çok<br />

özlüyorum. İşi bırakmayı düşündüm bugün. Uykularımda<br />

gittiğim bir âlemde doğurduğum bir bebeğin bakımı için<br />

bana izin vermeyeceklerine göre, bebeğim için benim bir<br />

şeyler yapmam lazım.’<br />

Burcu öteki âlemdeki ikinci kişiliği Hemg olarak eşi Goatt’a<br />

sağlıklı bir kız çocuğu armağan etti. Bebek, kaldıkları mağaranın<br />

duvarlarını kaplayan is tabakasını geceleyin kanatlı böceklerin<br />

tozutmasından dolayı başlarda nefes darlığı çekiyor, çok öksürüyor,<br />

mosmor oluyor, ateşleniyordu, ama sonradan düzeldi. Burcu derin bir<br />

bağla bağlandığı kızına bakabilmek için gerçek hayattaki işinden istifa<br />

etti, eşyalı olarak kiraladığı evi boşalttı ve memleketi Giresun’a,<br />

arıcılık yapan babasının evine döndü. Artık günlerini on beş saat<br />

uyuyarak geçiriyor, bu on beş saati öteki âlemdeki ailesine ayırıyor,<br />

uyandığı zaman ise köy evinin içinde sersem sersem geziniyor,<br />

annesiyle bamya soyuyor, pirinç ayıklıyor, babasıyla tavla oynuyor,<br />

çamaşır asıp topluyor, kuzenleriyle çarşıya iniyordu.<br />

İkili hayata alışmıştı. Ailesi, akrabaları ve diğer yakınları da<br />

Burcu’nun uzun uykularına ve hayatı bir uyku mahmurluğuyla<br />

yaşamasına alışmışlardı.


semihsuren.com<br />

Günlüğünü ihmal etmiyordu, çünkü tek gerçek dostu günlüğüydü:<br />

Jerkiousion<br />

‘Liddh büyüyor. Koca kız oldu sayılır. Kızım olmasaydı<br />

zannediyorum Jerkiousion almayı derhal keserdim.’<br />

Böyle yazıyordu, çünkü ikinci âlemindeki hayat Burcu’ya giderek<br />

daha katlanılmaz, kaba, zor ve insanlık dışı geliyordu. Bir arada<br />

yaşadığı insanların hayvanlaştığına, kadim töreler uğruna akla hayale<br />

gelmedik canavarlıklar yaptığına şahit oluyordu. En son Hemg’in<br />

kaynı olan Tol isimli on dört yaşındaki delikanlı, arkadaşlarıyla<br />

birlikte keskin uçlu kargılarla zararsız bir yavru nehir dinozorunu<br />

katletmiş, civardaki büyük dinozorların kayalıklara saldırmalarına<br />

neden olmuştu. Kayalık halkı öfkeli dev hayvanlar yüzünden günlerce<br />

mağaralardan çıkamamış, bozulan yiyecekler yüzünden hastalananlar<br />

olmuştu. Geceleri kayalık kovuklarına yakın yerlerde uyuklayan<br />

dinozorlar tepeleri terk ettikten sonra, kayalık halkı öldürülen yavru<br />

dinozorun kurtlu ve irinli midesini yarıp el ve ayaklarını bağladıkları<br />

Tol’u buraya koyarak cezalandırdı. Delikanlı leş içindeki<br />

mikroplardan kaptığı ateşli ve titremeli bir hastalık sonucu hayatını<br />

yitirdi. Âdetleri gereği derisi yüzüldü ve kemikleri kayalıklarda<br />

yaşayan aileler arasında günlük gereçler olarak kullanılmak üzere<br />

paylaşıldı. Goatt ölen kardeşinin üzerinde et parçaları bulunan<br />

kafatasını Hemg’e çorba kasesi olarak kullansın diye getirdiğinde<br />

Hemg çileden çıktı, delicesine kavga ettiler.<br />

Burcu ikinci hayatına gitmek hiç istemiyor, ancak tatlı kızı Liddh<br />

için Jerkiousion yutmayı sürdürüyordu. Dünya tatlısı bir kız olan<br />

Liddh Türkçe konuşabiliyordu. Hemg ona masallar anlatıyordu.<br />

Burcu dün son Jerkiousion kapsülünü yutup son kez Hemg<br />

olduğunda gazetedeki habere konu olan dramı gerçekleştirmek üzere<br />

Liddh ile en karanlık çakıl mağarasına yürüdü. Kızını yere yatırdı.<br />

Güçlükle kaldırdığı bir kaya parçasıyla tek hamlede çocuğun başını<br />

ezdi. Daha sonra hıçkırıklara boğularak sırt üstü uzandı, kayayı var<br />

gücüyle yukarı doğru itti, ansızın bıraktı ve yüzüne düşen kaya<br />

ölümcül bir yara almasına neden oldu.


semihsuren.com<br />

Vistalar 2011 – Semih Süren<br />

BALAYI<br />

Altıncı gün odaya neredeyse hiç giremez oldu. Sıcağın etkisiyle<br />

koku ağırlaştıkça ağırlaşıyordu. Burnunu ve ağzını havluyla<br />

tıkamasına rağmen odada birkaç saniyeden fazla kalamıyordu.<br />

Kendisini dışarıya, kumsala atıyordu. Ölü adamın teni, özellikle<br />

boyun kısmı, baktıkça midesini altüst eden morumsu, mat bir yeşile<br />

dönmüştü. Dil, alt dudağa yapışıp kurumuş, beyazlaşmış, grileşmişti.<br />

Uzun müddet bakmak mümkün değildi. Biri mavi biri yeşil iki şeffaf<br />

sinek dünden beri ölünün açık sağ gözünün çevresinde uçuşuyordu.<br />

Onları almaya geleceklerdi gelmesine, ama daha vardı. Sekiz gün<br />

dayanmalıydı. Sekiz koca gün. Biliyordu, canından çok sevdiği<br />

adamdan arta kalan bu ceset sekiz gün içerisinde hepten çözülecekti.<br />

Üç gecedir ay doğmuyordu. Yıldızlar silikti. Gün batımının<br />

ardından sahilde belli belirsiz ürperten bir esinti dolaşmaya<br />

başlıyordu. Duyduğu üşüme sabah olup deniz beyazlayana, peşinden<br />

güneş tekrar kendini gösterene kadar onu terk etmiyordu.<br />

Yemek yiyemiyordu. Midesi iyice hassaslaşmıştı. Öğürüyordu<br />

sürekli. Yanında taşıdığı viski şişesinden yarım yudum alıyor, ağzını<br />

çalkalıyor, kumlara tükürüyordu. Uyuyamıyordu da. Kanlanmış<br />

gözleri batışıyordu. Halsizlik onu sersemletiyordu. Bitkin düşüp<br />

uykuya dalmak için bir defasında olabildiğince hızlı ve olabildiğince<br />

ileri yüzüp dönmüştü.<br />

Üzerinde durdukları şey, bir odadan ve bir lavabodan oluşan dar bir<br />

bungalovu olan avuç kadar bir adacıktı. Kayıkla yanına yaklaşıncaya<br />

kadar ortaya çıkmayan ufacık bir kumul tepeydi. Buraya dünyayı<br />

okyanusun ardında bırakıp iki haftalığına cenneti yaşamak için<br />

gelmişlerdi.<br />

Kafaları iyiydi, sarmaş dolaşlardı, silik bir ay ışığında<br />

öpüşüyorlardı. Kumul tepecik ileriden hayal meyal görününce kayıkçı<br />

onları küreğin sırtıyla suya düşürmüş, uzaklaşmıştı. Adaya kadar<br />

gülüşerek, şakalaşarak yarışmışlardı.<br />

Gelin ve damattılar. Adem ve Havva’ydılar. Ayak bastıkları küçük<br />

kumluk alanda, üzerlerindeki gelinliğin ve damatlığın ve yiyeceklerin<br />

haricinde kendi yüzyıllarına ait tek şey yoktu.<br />

Ertesi sabah adada yalnız uyanmıştı. Sevdiği adam hâlâ ılıklığını<br />

yitirmediği için bir süre bunun farkına varamamıştı.<br />

Gelinliği yırtılıvermişti ilk gece. Damatlığın içindeydi bu yüzden.


semihsuren.com<br />

Yağmur Ormanlarında Melekler<br />

YAĞMUR ORMANLARINDA MELEKLER<br />

(Günlüğümden)<br />

22 Ocak 2012<br />

Bolivya topraklarında, yağmur ormanlarının kalbinde yaşayan<br />

Challunnaj Kabilesi’nin fotoğraflarını bugün gördüm. Hayal bile<br />

edilemeyecek bambaşka bir dünya olan o büyüleyici kareleri<br />

incelerken gözlerime inanamadım. Slayt gösterisi modunu ayarladım<br />

ve hiç abartmıyorum, gözlerimi saatlerce bilgisayarımın ekranından<br />

alamadım.<br />

2008 Nisanından bu yana internet üzerinden yazışarak sanal dostluk<br />

yaptığım Jevomorlo’yu yaşamını fotoğraflamaya ikna etmek sanırım<br />

ömrümde başardığım en zor şeydi. Dışarıdan bakınca yeterince derin<br />

bulmadığım, çok tanrılı, ritüelleri faydacı fakat zor olan bir inanış<br />

biçimi geliştirmiş olan Challunnaj insanları, son iki asırdır gelişen<br />

teknolojiyle birlikte inançlarında pek çok güncelleme yapmak<br />

durumunda kalmışlar. Gündelik yaşamlarının dünya üzerinde yalnızca<br />

bir kişi için, benim için fotoğraflanmasına izin verilmesi aslında pek<br />

zor olmamış. Çünkü dostum, kabile büyüklerinden ilk defa bir ricada<br />

bulunuyormuş ve onu kırmayarak hemen toplanıp ‘fotoğraf ve<br />

sinema’ hakkındaki dini kanunlarında bir defalığa mahsus bir esnetme<br />

yapmışlar. Dediğim gibi, zor olan buna Jevomorlo’yu ikna etmekti;<br />

çünkü arkadaşımın kafasındaki yasaklar kabilesinin inandığı<br />

yasaklardan çok daha katı, çok daha acımasızdır.<br />

Jevomorlo, Challunnaj Kabilesi’nin celladı. Kabilenin insanları<br />

çiğnenen yasaklar sebebiyle değil, tuhaf ve anlaşılmaz bulduğum bir<br />

ödüllendirme yöntemi olarak katlediliyor. Dostum senelerdir bana bu<br />

anlaşılmazlığı farklı bakış açılarıyla ve sayısız benzetmeyle<br />

açıklamaya uğraştı, yine de aklım almadı bunu. Benim veya görüştüğü<br />

başka sanal dostlarının onun için yaşamın gerçekleri olan bu ritüelleri<br />

sorguluyor oluşları Jevomorlo’yu müthiş geriyor ve üzüyor. Bu sabah<br />

e-mail adresime gönderdiği olağanüstü fotoğraflara gözlerimi<br />

kırpmadan bakarken Jevomorlo’nun bana uzun süredir anlatmaya<br />

çalıştığı bu şeyleri nihayet anladım.<br />

Jevomorlo’nun kabilesi de şu ana kadar bilinen, gün yüzüne çıkmış<br />

diğer ilkel topluluklar ve yerliler gibi hayatlarını görünmeyen güçlere


semihsuren.com<br />

tapınma etrafında şekillendiren mistik bir inanışa sahip. Fakat<br />

Challunnaj Kabilesi’ni diğer ilkel topluluklardan ayıran, inanışlarının<br />

spiritüel olduğu kadar, yaşanılan dünyanın kanunlarına da sahip<br />

çıkıyor oluşu. Kabile en az 21. yüzyıl modern toplumları kadar<br />

dünyaya ve maddeye bağlı. Hatta bazı kulvarlarda bizlerden çok daha<br />

materyalist olduklarını kabul etmekteyim. Başlarda, yazışmaya<br />

başladığımız ilk aylarda, Jevomorlo’nun kabile insanlarının uygar<br />

Bolivyalılarla karşılaşmalarının hemen her defasında ölümcül sonuçlar<br />

doğurduğu yönündeki sözlerine anlam verememiştim. Her şeyi bugün<br />

fotoğrafları gördükten sonra kavradım.<br />

Yılbaşı gecesi birlikte Victoria’s Secret defilesini izlerken,<br />

podyumdaki mankenlere dikkatle ve sırıtarak baktığımı görüp<br />

kıskançlık duyan eşim, kıskandığını fark etmemem için, “Bunlar insan<br />

olamaz. Harikalar baksana!” demişti. Akşam dergiden geldiğinde,<br />

Jevomorlo’nun gönderdiği fotoğrafları gördüğünde nasıl tepki<br />

verecek, çok merak ediyorum. Çünkü Victoria’s Secret meleklerinin<br />

insan olmadığını söyleyen birisi, Challunnaj Kabilesi’nin kadınlarına<br />

(ve aynı şekilde erkeklerine) bırakın insanlığı, dünya dışı varlıklar<br />

olarak bakacaktır.<br />

Challunnaj Kabilesi’nin günlük ritüellerinin tamamına yakını<br />

fiziksel egzersizlere dayanıyor. Kalanı ise beslenme ve aktif dinlenme<br />

üzerine birtakım yarı esnek disiplinlerden oluşuyor. Jevomorlo bana<br />

bunların detaylarını açıklamaya çalışırken günümüz fitness ve sağlıklı<br />

yaşam sektörlerinin kullandığı kelime ve kavramları değil, kendi<br />

zihninin alışık olduğu ifadeleri kullandığı için onu anlar gibi oluyor<br />

anlayamıyordum. Fotoğraflar gayet açıklayıcı, ve bu yüzden uzun<br />

süredir dostumdan dinlediklerimi bir anda bambaşka bir açıklıkta<br />

görünce serseme döndüm.<br />

Challunnaj Kabilesi’ne mensup insanlar, abartmıyorum, gördüğüm<br />

en muhteşem yaratıklar. E-mailime gelen o nefis kırk altı fotoğrafta<br />

gördüğüm genç kızlar, genç adamlar, çocuklar, yaşlılar zihnimdeki<br />

güzellik sıralamalarını bir anda yeniden şekillendirdi. Örnek vermem<br />

gerekirse, Jevomorlo’nun bir kayanın üzerine çıkıp yüksekten çektiği<br />

bir fotoğraf karesinde, elindeki yassı taşla kucağındaki küçük kızının<br />

kaşlarını düzeltir gibi görünen genç anne zihnimde bir anda on<br />

yıllardır hayranı olduğum Hollywood aktrislerinden, mankenlerden ve<br />

bekarlık dönemimde çıktığım kızlardan oluşturduğum ‘en güzeller’<br />

listemde birdenbire birinci sıraya yükseliverdi. Henüz bu şoku<br />

Yağmur Ormanlarında Melekler


semihsuren.com<br />

atlatmamışken, hızlı hızlı baktığım öteki fotoğraflarda karşılaştığım<br />

diğer Challunnaj kadınları hayatımda gördüğüm en güzel yirmi<br />

kadından on altısını oluşturdu. Fotoğraflardaki erkekler de öyleydi.<br />

Çocuğundan ihtiyarına hepsi erkek güzeliydi. Jevomorlo’nun büyük<br />

şehre giderken neden zoraki bir kılıksızlığa büründüğünü, kaşlarına<br />

kadar tıraş olduğunu, kendisini sekerek yürümeye zorladığını ve<br />

yüzüne hastalıklı bir ifade verdiğini böylelikle anlamış oldum.<br />

Fotoğraflarda yeryüzüne inmiş melekler gördüm inanın. İri gözlü,<br />

dünya tatlısı, ısırmalık çocuklar, baktıkça insanın kanını hızlandıran<br />

baş döndürücü genç kızlar ve kadınlar, bütün kasları çizgi filmlerdeki<br />

kahramanlar gibi kalemle çizilmişçesine belirgin adamlar, gayet fit ve<br />

mutlu görünen atletik vücutlu yaşlı insanlar gördüm. Anladım, hak<br />

verdim. Kapalı bir toplum olarak kalmak, ülkenin medeni<br />

kısımlarından uzak durmak Challunnaj soyunun yazgısıydı. Modern<br />

toplumların ulaşmak için asırlardır çabaladıkları her şeye sahipti onlar.<br />

Modern tıbbın önerdiği, günlük alınması gereken besinleri ve<br />

miktarlarını içeren en sağlıklı beslenme düzenleri Challunnaj<br />

inanışlarının bir parçasıydı ve kalbinde yaşadıkları cömert yağmur<br />

ormanları onlara besinlerin en tazesini, organiğini, besleyicisini<br />

sunuyordu. Artı, fiziksel egzersizler de onların tapınmasıydı.<br />

Jevomorlo’nun bir mailinde açıkladığına göre, ölü bir Challunnaj<br />

insanının bedeni yarıldığında sarı yağ katmanları göze batacak<br />

derecede belirginse bu apaçık bir lanet izi olarak kabul ediliyor ve tüm<br />

kabile kaburga kemikleri belirene kadar Roma takvimine göre yüz ilâ<br />

iki yüz gün yarı aç yaşıyormuş.<br />

Kendilerine düzenli olarak Jevomorlo’dan bahsettiğim iki<br />

arkadaşım var. Jevomorlo’yu onlarla da tanıştırdım. Birisi yıllardır<br />

yüz yüze görüşmediğim, ama irtibatımı koparmadığım, ortaokuldan<br />

sıra arkadaşım Zeki. Bursa’da yaşıyor, Beyaz Kitap Kırtasiye isimli<br />

şirin bir yer işletiyor. Kitaplarımı kendisinden alırım, sağ olsun aynı<br />

gün kargolar. Jevomorlo ile sonradan en az benim kadar yakın olan<br />

diğer arkadaşım ise Londra’da yaşayan sevgili Uma. Tasarladığı<br />

birbirinden göz alıcı klas şapkalar ile kendi ismi olan Uma Turan’ı<br />

saygın bir marka yapma yolunda emin adımlar atıyor. Şansıma ikisini<br />

de online yakaladım ve facebook üzerinden konferans görüşme<br />

ayarladım. Jevomorlo üzerine yazışmaya başladık, onları iyice<br />

heyecanlandırdım ve fotoğraflardan seçtiğim bir tanesini, en az çekici<br />

olanını, kesinlikle başkalarına göstermemeleri sözünü aldıktan sonra<br />

Yağmur Ormanlarında Melekler


semihsuren.com<br />

onlarla paylaştım. Bahsettiğim fotoğrafta Jevomorlo kendisine<br />

gönderdiğim Nokia E6-00’ı sol eliyle havaya kaldırmış ve etrafına<br />

toplanan altı karısıyla büyüklü küçüklü on bir çocuğunu kadraja<br />

almayı başarmıştı. İtişmelerden dolayı fotoğraf titrek ve buğulu<br />

çıkmıştı, fakat yine de fena halde etkileyici görünüyorlardı. Uma<br />

elimde daha fazla fotoğraf olduğundan kuşkulandı. Ama eminim<br />

Jevomorlo’ya fotoğraflardan haberi olduğunu sezdirip beni zor<br />

durumda bırakmayacaktır. Çünkü her ne kadar ona samimiyet duyup<br />

onu anlamaya çalışmayı zevkli bir alışkanlık haline getirmiş olsak da<br />

Jevomorlo’dan korkuyoruz. Ters bir durumda bütün dünyayı katedip<br />

bizi gözünü kırpmadan öldürebileceği konusunda hemfikiriz.<br />

Bir saniye. Sanırım kapı çalıyor. Eşim gelmiş olabilir. Öyleyse<br />

bugünlük bu kadar. Gerçi yazı yarım kaldı. Belki gece yatmadan bir<br />

paragraf daha eklerim. Neyse kaçıyorum günlük. Kız kapıda kaldı!<br />

Allah Allah, anahtar niye almamış ki, anlamadım.<br />

Ooo! Saat iki olmuş. Hemen bir paragraf daha ekleyeyim yatayım.<br />

Söz vermiştim.<br />

Jevomorlo kabilenin celladı, çünkü o bile kabilenin diğer üyeleri<br />

gibi aralarındaki en değersiz Challunnaj’ın kendisi olduğunu<br />

düşünüyor. Aslında bunu anlamak zor değil. Kabile son derece<br />

muhafazakar. Kendi soylarının evrenin yaratıcı güçlerinin ilk<br />

çalışmaları olduğuna inanıyorlar. Jevomorlo ise öteki dünyayı<br />

merak etme lanetine tutulmuş ender Challunnaj’lardan. Böylelerinin<br />

diğer insanlarla iletişime geçerek, onların dillerini öğrenerek,<br />

adetlerini benimseyerek kirlendiklerine inanıyorlar. Aralarında en<br />

kirli, en değersiz olan Jevomorlo bu yüzden kabilenin meslekleri<br />

arasında kimsenin tercih etmediği cellatlık vazifesini yerine getirmek<br />

zorunda kalmış.<br />

Challunnajlar her sene inandıkları tanrılar için kabilenin en<br />

yakışıklı erkeğini ve en arzu edilen dişisini boğazlıyorlar. İşin en<br />

acımasız yanı ise bir Challunnaj senesinin MÖ 46 yılından beri<br />

kullandığımız Roma takvimine göre yalnızca altı buçuk hafta etmesi.<br />

Bu yüzden sayıları bu kadar kalabalık.<br />

Yağmur Ormanlarında Melekler


semihsuren.com<br />

Zorun Neydi<br />

ZORUN NEYDİ<br />

Yasemin internetteydi. İntihar etmiş insanların ceset fotoğraflarına<br />

bakıyordu. Alttaki komşuları beş yaşındaki oğluyla birlikte oturmaya<br />

gelmişti. Yasemin’in annesi keki fırına verip komşusuna telefon<br />

açmış, onu çaya çağırmıştı.<br />

Çocuğun adı Sefa’ydı. Yasemin Abla’sıyla oynamak için genç kızın<br />

odasına girdi. Elinde bir sürpriz yumurta vardı. Çikolatasını ablasıyla<br />

bölüşmek istiyordu.<br />

Yasemin çocuğu kucağına aldı. Ona yüksekten atlayıp yere<br />

çakılmış insanların deforme olmuş bedenlerini gösterdi. Sefa<br />

fotoğraflara dikkatle baktı. Ağlayası geldi. Yasemin’in kucağından<br />

inmeye çalıştı.<br />

Genç kız çocuğu odasının balkonuna çıkardı. Küçük bir arka<br />

balkondu. Yandaki binanın dümdüz arka cephesine bakıyordu.<br />

Yasemin sağı solu kontrol etti. Sefa’yı kaldırıp balkondan aşağı attı ve<br />

bir koşu odasına döndü.<br />

Kulaklıkları taktı. Gürültülü bir müzik açtı. Kalbi deli gibi<br />

çarpıyordu. Annesi odaya girene kadar böyle takılacaktı. Sefa’yı<br />

gördüğünü, ama çocuğun balkona çıktığını fark etmediğini, içeri<br />

döndüğünü sandığını söyleyecekti.<br />

Beş dakika geçti.<br />

On dakika geçti.<br />

Yarım saat geçti.<br />

Şimdiye kadar en azından komşu kadın oğlu yaramazlık edip ablayı<br />

üzüyor mu diye çoktan kontrole gelmiş olmalıydı.<br />

Kalbi hızlı hızlı çarparak çıktı odadan Yasemin. Önce mutfağa<br />

sonra oturma odasına baktı. Annesi ve komşu kadın evde yoktu.<br />

Gitmişlerdi. Bir an ne yapacağını şaşırdı.<br />

Odasına döndü. Balkona çıktı. Aşağıya baktı. Çocuğun ölüsünü<br />

arka bahçenin toprak zemini üzerinde göremedi. O esnada kapının<br />

çaldığını duydu.<br />

Kapıyı açmak için koştu. Kapı dışarıdan kilitlenmişti. Birileri<br />

konuşuyordu. Delikten baktı. Polis. Annesi de polislerin yanındaydı.<br />

Annesi dışarıdan anahtarla kapıyı açtı. Yasemin’i polislere teslim<br />

etti. Yasemin’i polis arabasına bindirdiler. Araba hareket ederken<br />

Yasemin balkonların birinde Sefa’yı gördü. Annesinin kucağındaydı.<br />

Sefa çamaşır iplerine takılmış, iki alttaki balkonun içine düşmüştü.


semihsuren.com<br />

Karafatma Fablı<br />

KARAFATMA FABLI<br />

Yaman Ailesi evin bütün ışıklarını söndürüp yattıktan yarım saat<br />

kadar sonra anne karafatma birkaç hafta önce hayata gelen küçük<br />

kızını oturma odasında yürüyüşe çıkardı.<br />

Odanın ortasındaki halının püsküllü kenarına varmışlardı ki, küçük<br />

kız, “Anne insanlar bizi neden sevmiyor?” diye sordu.<br />

Anne karafatma bezginlikle iç geçirdi, çünkü beyninin hafızasından<br />

sorumlu kısmı henüz tam olgunlaşmamış olan kızı bu soruyu bir<br />

haftadır günde belki on defa soruyordu.<br />

“Yavrum, insanlar mantıklı canlılar değillerdir,” dedi yine sabırla.<br />

“Şükür evimizde kalan bu insanların o tarz huyları yok, ama bazı<br />

aileler evin içinde kedi, köpek, balık beslerler. Ailenin bireyi<br />

saydıkları bu hayvanlara özel ilgi gösterir, onlar için masraf yaparlar,<br />

fakat bizden birisi ışıkta onlara görünmeyiversin birden içleri<br />

ürperiverir ve becerebilirlerse şayet (bazıları beceremez) sert bir<br />

cisimle oracıkta cılkımızı çıkarırlar. Aynı kaderi sivrisinekler,<br />

karasinekler, arılar, karıncalar ve uçan veya uçamayan diğer böcekler<br />

de yaşar maalesef.”<br />

Hızlarını kesmişlerdi. Sakin sakin ilerliyorlardı halının üzerinde.<br />

Halı üzerinde yürümek yavru karafatmanın kıl inceliğindeki minik<br />

tabanlarına iyi geliyor, adım attıkça içi bir hoş oluyordu.<br />

“Bak ne anlatacağım;” dedi annesi, “sen kabuğunda uyurken, daha<br />

gözlerini açmamışken, bir gece baban beni kovuğumuzdan dışarı<br />

sürükledi. Cumartesi gecesiydi. Otur otur içimiz sıkılmıştı. Selma<br />

Hanım ışıkları söndürmüş, televizyon izliyordu. Yatmak bilmiyordu<br />

kadın. Babana daral gelmişti artık. Varlığımızı sezdirmeden kovuktan<br />

peş peşe çıktık, duvar dibini takip ederek büfeye kadar hızla koştuk,<br />

büfenin yanında duran (şimdi çok karanlık o taraf göremezsin) gri<br />

pufun altına gizlendik. Şarkıcının birisi playback yapıyordu, şarkısı<br />

tatlıydı, gözümüz ekranda, babanla dip dibe girdik, birbirimizi<br />

kaşındırarak neşeyle dinlemeye, izlemeye koyulduk. Şarkı bitince<br />

program reklama girdi. Selma Hanım kanalları gezmeye başladı.”<br />

Küçük karafatma merakla dinliyordu dinlemesine ancak annesinin<br />

söylediği şeylerin yarısını anlamıyordu; annesi daha önce kendisine<br />

açıklamış olmasına karşın ‘program, ekran, şarkı’ gibi kelimelere ve<br />

‘playback, puf’ gibi hiç duymamış olduklarına anlam veremiyordu;


semihsuren.com<br />

yine de konu heyecanlı bir yere gidiyor merakıyla annesinin sesini<br />

kesmek istemiyordu.<br />

“Selma Hanım kanalları gezerken bir haber kanalında takıldı. Başka<br />

bir şehirde kadının birisi bir sokak kedisini tekmeleye tekmeleye<br />

öldürmüş ve güpegündüz işlenen bu kedi cinayeti civardaki gizli<br />

kameralara yakalanmıştı. Selma Hanım kanalı değiştirmeden önce<br />

kediyi tekmelerken gösterilen kadına daha önce hiç duymadığımız çok<br />

kötü, çok ağır bir küfür etti. Hani sen bu öğlen mutfaktan gelen<br />

çocuklardan biriyle bir şey konuşuyordun, hatırladın mı? Heh, işte o<br />

çocuğun halası bir talihsizlik anında Mehmet Bey’e görünmüş<br />

balkonda. Mehmet Bey katlayıp rulo haline getirdiği gazeteyi<br />

kadıncağızın tepesine şakkadanak bir indirmiş ki zavallının ölüsü<br />

tutkal gibi bembeyaz çıkan kanıyla kaplanmış. Sonra onu peçeteyle<br />

alıp gülümseyerek evdeki herkese gösterdikten, onların midelerini<br />

kaldırdıktan sonra peçeteyi iyice sıkıp rahmetliyi çıtır çıtır ezmiş,<br />

balkondan aşağıya fırlatıp atmış. O kedi cinayeti haberini ve Selma<br />

Hanım’ın habere gösterdiği tepkiyi görünce hatırımıza bu geldi<br />

hemen. İnsanların ne kadar ikiyüzlü varlıklar olduklarını anla diye<br />

söylüyorum kızım. Güya bunlar yaşam hakkına çok büyük saygı<br />

duyarlar. Hep bunu söyler, bunu savunurlar. Ama işte görüyorsun ki<br />

sadace empati kurabildikleri, kalben yakın hissedebildikleri canlıların<br />

yaşam haklarına saygı duyarlar. Seni beni terliğin altıyla pestile<br />

çevirmeleri onların içlerindeki o hassas noktaya ulaşmaz hiç.”<br />

“Bizden iğreniyorlar,” dedi küçük kız hüzünle.<br />

“Asıl bizim onlardan iğrenmemiz lazım. Söylesene şimdi ben<br />

Selma Hanım’dan daha güzel değil miyim? Baksana sırtım nasıl da<br />

güzel parlıyor. Onlardan birisine iyice yaklaşsan ne kadar çirkin, ne<br />

kadar kokuşmuş olduklarını anında anlarsın, kusasın gelir kusasın.”<br />

“Anne ben küçüğüm ya… Beni görseler de mi öldürürler? Bebeğim<br />

ya ben daha…”<br />

“Ah bebeğim, çok küçüksün, kafan almıyor onların kötülüğünü.”<br />

“Hiç kaçmasam? Dostça gülümsesem? Öylece dursam?”<br />

“Öldürürler kuzum. Geçenlerde senin kadar bir yavruyu kandırdılar.<br />

Halının ucunu kaldırdılar havaya, garibim de oradaki karanlığı güvenli<br />

bir yer sanıp hemen koşturdu, gözlerimin önünde halıyı üzerine atıp<br />

üzerine basıverdiler, bütün kıkırdağımsıları yerle bir oldu.”<br />

Anne karafatma sustu. Sırtında gözle görülür bir nem belirdi.<br />

Karafatma Fablı


semihsuren.com<br />

“Ağlama anneciğim, tamam, daha sormuyorum. Hadi dönelim,<br />

yoruldum,” dedi minimini dişi karafatma yavrusu.<br />

Kovuklarına dönerlerken yolda rastladıkları şeker tanelerini<br />

emdiler. Küçük karafatmanın hassas damağı öylesine yoğun, öylesine<br />

enfes bir tat aldı ki, şeker bitene kadar gözleri hazla yumuldu.<br />

Ertesi sabah yavru karafatma televizyondan gelen enerjik sesleri<br />

taze kulağıyla duyup kovuktaki herkesten önce uyandı. Kovuğun<br />

girişine tülden sızan güneş vuruyordu. Küçük kız güneş şeridinin<br />

içinde dönen toz parıltılarını izlerken zevkten kendisini kaybetti ve hiç<br />

anlamadan bir anda kendisini Yaman Ailesi’nin küçük kızı Nil’in az<br />

önce yuvarladığı kırmızı topun yanında buldu. O an her şey, annesinin<br />

tembihledikleri, babasının öğrettikleri, diğer karafatmalardan dinlediği<br />

‘insanlara kazara görünüldüğü anda yapılması gerekenler’ listesi, her<br />

şey aklından uçup gitmişti. Kırmızı topun kocamanlığı, önünden<br />

hafifçe hoplayarak hızla yuvarlanışı onu büyülemişti; dokuz yaşındaki<br />

Nil onu fark ettiğinde salak salak, tatlı tatlı gülümsüyordu.<br />

Dairede yaşayan karafatma nüfusunun tamamı Yamanların en<br />

tehlikelisinin Nil olduğu konusunda hemfikirdi. Çünkü Nil annesi,<br />

babası ve ablaları gibi karafatmalardan ve diğer böceklerden<br />

iğrenmiyor, onları ustalıkla canlı ele geçirip türlü işkencelerle<br />

canlarını alıyordu. Böcekler diğer Yamanların elinde anında ölümü<br />

tadıyor, uzun müddet acı çekmemiş oluyorlardı, ama Nil onlara<br />

kuvvetli bir azap yaşatmadıkça ölmelerine izin vermezdi. Mesela en<br />

sık şöyle öldürürdü onları; kapıları açıp kapanan metal oyuncak<br />

arabaların plastik ön koltuklarına sabitlerdi üç dört tane karafatmayı<br />

(güya karafatmalar ailece araba gezintisindelermişçesine) ve arabayı<br />

başka bir arabayla kafa kafaya çarpıştırır, diğer arabaya takla attırıp<br />

onu ters çevirir, annesinin mutfakta sebze doğrarken kullandığı<br />

mermer kesme tahtasının üzerinde duran bu kaza mahalline bol bol<br />

kolonya döker, ardından arabaların ikisini de ateşe verir ve talihsiz<br />

karafatma ailesinin mavimsi alevler arasında diri diri kızarıp köz<br />

olarak can verişlerini büyük bir heyecan ve sadist bir zevk duyarak<br />

izlerdi. Daha sonra belli belirsiz kolonya ve is kokan naaşları pamuk<br />

parçalarından kefenlere sardıktan sonra kibrit kutularından tabutlara<br />

tıkıştırır ve onları odasının penceresinin önüne dizeceği, içinde fasulye<br />

yetiştireceği minik saksılara gömerdi.<br />

Nil, adeti olduğu üzere, kaçmasına fırsat vermeden küçük<br />

karafatmanın üzerine birden atıldı, yavru karafatmanın hiç hareket<br />

Karafatma Fablı


semihsuren.com<br />

etmeden donakalışını fırsat bilerek eğildi, kırmızı topu aldı ve topu iki<br />

defa sertçe karafatmanın üzerinde sektirerek onu sersemletti, daha<br />

sonra onu avucuna aldı, odasına götürdü ve çekmecelerden birinde<br />

duran ters koli bandının yapışkan yüzeyine, o hafta yakaladığı diğer<br />

karafatmaların (biri ölmüştü, dördü hâlâ canlıydı, aralarında çocuk<br />

yoktu, hepsi ihtiyarlık zamanlarındalardı) yanına sırt üstü yapıştırdı.<br />

Küçük karafatmanın ailesinin yaşadığı kovuğun bağrına ateş<br />

düşmüştü. Anne karafatma yastaydı, ağzını açmıyordu, dünyayla<br />

iletişimini kesmişti. Yüreği yanıyordu kadıncağızın, içi acıyordu. Bir<br />

köşeye çekilmişti ve sessizce bir ağıt mırıldanıyordu. Bu Yamanlara<br />

verdiği altıncı evladıydı. Bu yavrusu ölen diğer evlatları gibi<br />

ilkgençlik dönemlerini görememiş, çocukluğunu yaşayamamıştı.<br />

Ağıdında sık sık bunu dile getiriyor, bütün kabuğu büyük bir hüzünle<br />

nemleniyordu. Komşu kovuklardan taşınan birbirinden lezzetli<br />

kırıntılara (yere damlamış portakal kabuğu reçeli kurusu bile vardı<br />

aralarında) dönüp de bakmıyor, komşu kadınların onca ısrarına<br />

rağmen ağzına lokma koymuyordu. Baba karafatma ise nedense pek<br />

kanının ısınmadığı bu kızı için pek moralini bozmadı; konu komşunun<br />

evi doldurduğu yas ortamından uzaklaşmak için ne olursa olsun<br />

eğlenceden vazgeçmeyen gamsız birkaç arkadaşının peşine takıldı ve<br />

kendisini dairenin yatak odasındaki aynalı komodinin altında<br />

düzenlenen bitlere binen maytların yarıştığı bahislere verdi.<br />

Nil banttan çıkardığı karafatmaların böğürlerinden iğne geçirerek<br />

onları tek tek ipe dizdi. Onları elektrik çarpması için iğneyi prize<br />

soktu, fakat ipteki karafatmalar değil kendisi çarpıldı ve bayıldı.<br />

Nefeslerini tutmuş gözleri yaşlı olayı izleyen karafatmalar sevince<br />

boğuldular ve büyük gayret göstererek el birliğiyle ipi en yakındaki<br />

kovuğa çekiştirdiler. Çok afedersiniz, asidik karafatma boku ipin<br />

üzerinde kuruduğunda onu koparabilen bir kimyaya sahiptir; bu<br />

yüzden yan yana dizili yaralı karafatmaların arasındaki iplerin üzerine<br />

bir güzel kakalarını edip kurumasını beklediler. Yaşlı karafatmaların<br />

birisi yarası enfeksiyon kaptığı için ateşlenerek öldüyse de diğerleri<br />

hızla kendilerini toparlayıp hayata tutunmayı bildiler.<br />

Küçük karafatma ise sırtındaki ve karnındaki kapanmayan iki<br />

delikle birlikte (bu kusuru onu nedense genç erkeklerin gözünde<br />

ayrıcalıklı kılıyordu; bu yüzden bol flörtlü kısmeti açık bir genç kızlık<br />

dönemi geçirdi) karafatma senesiyle elli dokuz yıl mutlu mesut yaşadı<br />

ve mesleği avcılık olan oldukça yakışıklı bir kocaya on evlat verdi.<br />

Karafatma Fablı


semihsuren.com<br />

Sonsuza Değin Birlikte<br />

SONSUZA DEĞİN BİRLİKTE<br />

Yıllar oluyor, kadının güzelliği, zarafeti, hüznü, çektiği acıyı<br />

yansıtan bakışları, insanın içine dokunan sesi hatırımdan çıkmıyor.<br />

‘Selamlar, ismim mühim değil. Ününüzü biliyorum. Telefonunuzu<br />

kimden edindiğimi sormayınız. Sizinle bir işimiz olacak. Vakit gelince<br />

arayacağım.’<br />

Böyle bir mesaj gelmişti telefonuma. Mesajı yanıtlamadım. Altı<br />

hafta sonra telefon etti. Asla unutamadığım o harika sesini ilk o zaman<br />

duydum. Konuşmayı uzun tutmadı. Ertesi gün orada bulunmam için<br />

bir adres verdi, not ettim.<br />

Ertesi sabah taksici beni oldukça şık, büyük bahçesi rengarenk<br />

çiçeklerle ve asırlık olduklarını düşündüren yüksek ağaçlarla dolu,<br />

bakanın ruhunu okşayan klas bir konağın önünde indirdi.<br />

“Rahat olunuz,” dedi oturma salonuna geçtiğimizde. “Hizmetlilere<br />

bugünlüğüne izin verdim. Yalnızız.”<br />

Böylesi bir güzellik görmemiştim. Kadına bakmaya doyamıyordum.<br />

Bu hissimden de utanmıştım. Beni ne denli etkilediğini anlamasın diye<br />

ilgisiz ve soğukkanlı görünmeyi sürdürdüm.<br />

Getirdiği albümü kucağıma koyup açtığımda, “Fotoğraflardaki<br />

beyefendi eşim olur,” dedi. “Evvelki sene kaybettik kendisini.”<br />

Albümün yapraklarını çeviriyordum. Etkileyici bir adamdı kocası.<br />

“Onsuz edemeyeceğimi sonunda kabul ettim,” dedi ve konuyu işimize<br />

getirdi: “Beni öldüreceksiniz.”<br />

“Sizi mi?! A hayır! Hayır, bunu kabul edemem.”<br />

Ayaklanmıştım, gerilmiştim. Sakinleştirdi beni. Aklındaki şeyi<br />

büyük bir cesaretle anlattı bana. Benim gibi büyük gizlilikle çalışan,<br />

işine aşkla bağlı, prensiplerine sadık birisini bulması kolay olmamış.<br />

İstediği şeyi kendi yapamayacağına, başkasına yaptıramayacağına<br />

göre yapsam yapsam ben yaparmışım. İkna etti beni sonunda. Hesap<br />

numaramı aldı ve beni evden samimi bir yakınlık göstererek uğurladı.<br />

Henüz taksideyken, şehre dönüyorken, telefonum kendisinden,<br />

‘Paranız hesabınıza yatmıştır,’ mesajını aldı. Huzursuz oldum, ancak,<br />

nadiren hissettiğim bu hissin üzerinde durmadım.<br />

Üç gece sonra buluştuk. Kentin en göz alıcı lokantasında akşam<br />

yemeği yedik. Ardından sinemaya uğrayıp çok görmek istediği bir<br />

filmi izledik. Vakit gece yarısını biraz geçtiğinde ailelerine özel olan o<br />

küçük kabristandaydık. Mezarı açtım, onu kocasının üzerine gömdüm.


semihsuren.com<br />

Mutluluğun Resmi<br />

MUTLULUĞUN RESMİ<br />

Genç öğretmen son öğrenci de sırasına yerleşene kadar bekledikten<br />

sonra masasından kalktı. Teneffüs henüz bitmişti. Öğrencilerin<br />

çoğunun yüzü kıpkırmızıydı.<br />

“Evet, boyalarınızı göreyim. Dünya tatlılarım, şimdi benim için<br />

mutluluğun resmini yapmanızı istiyorum.”<br />

“Nasıl ki?” diye sordu ön sıradaki küçük kız.<br />

“Mutluluğun resmi. Bunu çizeceksiniz. Mutluluğun resmi.”<br />

Bir başkası, “Bizi en çok mutlu eden şeyleri mi çizelim?” diye<br />

sordu.<br />

“Mutluluğun resmi denildiğinde aklınıza gelen her şeyi<br />

çizebilirsiniz. Resim kâğıtlarınızın arkalarını imzalamayı unutmayın.”<br />

Sınıf sustu.<br />

Çocuk oldukları halde hayal gücü zayıf olanlar hemen kendilerini<br />

ve anne babalarını resmetmeye başladı. Hayal gücünden neredeyse<br />

yoksun olanlar ise başlarını arkadaşlarının resim kâğıtlarına çevirerek<br />

yardım almaya çalışıyordu.<br />

Genç öğretmen masasına oturdu. Bir kitap açıp okumaya başladı.<br />

Arada başını kaldırıyor, “Hişşt ama!” diyordu. “Ses istemiyorum.<br />

Resminize odaklanın.”<br />

O esnada dışarıda yağmur başladı. Yağmur damlaları camlara<br />

vuruyordu.<br />

“Biriniz ışıkları açabilir mi?” diye rica etti öğretmen.<br />

Sonrasında tatlı bir sessizlik oldu.<br />

Dersin bitimine yakın ön sırada oturan öğrencilerin birisi<br />

öğretmenin komutuyla ayağa kalkıp resimleri toplamaya başladı.<br />

Resimler toplanırken hapşıran bir öğrenciye bütün sınıf, “Çok<br />

yaşa!” dedi. Bazı kıkırdamalar oldu.<br />

İki dakika sonra resimler öğretmenin masasındaydı. Öğretmen<br />

saatine baktı.<br />

“Zile yedi dakikamız var. Kim şarkı söylemek istiyor?”<br />

İki kız iki erkek parmağını kaldırdı.<br />

“En çok hanginiz istiyor?”<br />

Çocuklar ellerini daha da kaldırdı.<br />

“O zaman, durun, şöyle yapalım en iyisi. Bilinen bir şarkıyı<br />

söylemeye başlayın, sınıf da size katılsın.”<br />

“Neyi söyleyelim?”


semihsuren.com<br />

“Siz neyi söyleyecektiniz?”<br />

“Ben Murat Boz’dan söyleyecektim.”<br />

“Sen Elif?”<br />

“Tarkan’dan.”<br />

“Mustafa?”<br />

“Ben öğretmenim İzmir’in Kavakları’nı söyleyecektim.”<br />

“Sen nereden biliyorsun onu?”<br />

“Babamdan.”<br />

“Çiğdem sen neyi söyleyecektin?”<br />

“Bilmem, aklıma gelmeden öyle parmak kaldırdım.”<br />

“Peki o zaman. Aklına bir şarkı getirip söylemeye başla. Bilenler<br />

sana katılsın.”<br />

Kız düşündü, düşündü, gide gide damardan, eski bir şarkı buldu.<br />

Öğretmen diğer çocuğa İzmir’in Kavakları’nı söyletmemekle hata<br />

ettiğini düşündü.<br />

“Çabuk olalım aşkım / Her şeyi paylaşalım / Ben kendimi sana<br />

adadım / Sevgilim sensiz anlamsızım,” diye şarkıya giriş yaptı küçük<br />

kız.<br />

Gözlerini kapatarak, kaşlarını hüzünle çatarak söylüyordu. Kimse<br />

ona eşlik etmeyince ikinci yarısını söylemeden şarkıyı bitirdi. Sınıftan<br />

bir alkış koptu.<br />

“Öğretmenim, öğretmenim ben de, n’olursunuz!” diyen parmaklar<br />

kalktı.<br />

“Çocuklar zil çalacak. Haydi toparlanın, bugünlük yeter. Daha<br />

sıralarınızı toplayacaksınız, montlarınızı giyeceksiniz.”<br />

Öğrencilerini gönderdikten sonra sınıftan en son kendisi çıktı.<br />

Öğretmenler odasında biraz oyalandı. Öğlencileri okutan<br />

meslektaşlarıyla çay içip vakit geçirdi.<br />

“Nasıldı bugün?” diye sordular.<br />

“Nasıl olsun, aynıydı,” dedi.<br />

“Koridordan geçiyordum demin. Senin sınıf alkıştan yıkılıyordu.”<br />

“Şarkı söyletiyordum çocuklara. Kız da gitmiş dertli dertli Yıldız<br />

Tilbe söylüyor. Yahu anlamıyorum, küçücük çocuksun, niye…”<br />

Güldüler.<br />

Genç öğretmen çayını bitirince ayaklandı. Arkadaşının elini sıktı.<br />

Odadaki diğer öğretmenlere iyi günler dileyip çıktı.<br />

Dışarıda işleri vardı. Birkaç saati bunlara gitti. Akşamüzeri aracını<br />

evine yakın olan marketin önüne park etti. Akşam yemeği için bir<br />

Mutluluğun Resmi


semihsuren.com<br />

şeyler aldı. Marketten eve kadar yürüdü. Bu yüzden ıslandı biraz. Eve<br />

girer girmez kendisine koyu bir kahve hazırlayıp balkona çıktı.<br />

Yağmuru izleyerek kahvesini yudumladı. Havanın ağır ağır<br />

kararmasını izledi.<br />

Sabah evde unuttuğu telefonunu buldu, eşini aradı.<br />

“Canım kaç gibi gelirsin? Et sote yapacağım. / Tamam bebeğim. /<br />

Gelip alayım ister misin seni? / Ha, tamam. / Yağıyor ya, o yüzden<br />

söyledim. / Peki balım. / Tamam, öpüyorum, görüşürüz.”<br />

Yıllar önce öğrenci evindeyken keşfettiği yöntemle soğanları<br />

gözleri yanmadan doğradı. Dolaptan domates çıkardı, kabukları kolay<br />

soyulsun diye biraz kaynar suda bekletti. Çay suyu koydu.<br />

Yemeği hazırladıktan sonra sofrayı kurdu. Sandalyeleri televizyona<br />

bakacak şekilde yerleştirdi. Karısını beklerken gidip üzerini değiştirdi.<br />

Keyifli bir akşam yemeği oldu. Ardından televizyonun karşısındaki<br />

rahat oturma gurubuna kuruldular. Birlikte izledikleri üç diziden biri<br />

başlamak üzereydi. Karısı meyve soyuyor, genç öğretmen ise<br />

çocukların resimlerini inceliyordu.<br />

“Ailelerini çizmelerini mi söyledin?”<br />

“Hayır. Mutluluğun resmini istedim onlardan.”<br />

Karısının yüzünde bir şefkat anlatımı belirdi.<br />

“Ama n’apsın çocuklar,” dedi yumuşacık bir sesle. “O yaşlarda<br />

hepimizin dünyası, mutluluğu, mutsuzluğu ailemiz. Her şey onlara<br />

bağlı.”<br />

Resimleri uzun uzun inceliyordu. Baktığı resmi en arkaya<br />

koyuyordu.<br />

“Bak bu kocaman bir tane kaplan çizmiş mesela. Kimmiş bu?”<br />

Kâğıdı çevirip ismi okudu. “Hmm. Çizgileri kırmızı, pembe kaplan.”<br />

Birisi mor Milka inekleri ve çikolatalar çizmişti. Bir başkası renk<br />

renk gülümseyen balonlar. Bir diğeri annesiyle kek yapmalarını<br />

çizmişti. Birisi anneannesinin patates kızartışını resmetmişti.<br />

Patateslerin üzerine ‘patatesler’ yazmıştı. Sınıfın en tatlı kızı bir ayna<br />

ve aynanın karşısına kendisine bakan kendisini çizmişti. Yaramaz<br />

oğlanlardan birisi arkadaşlarıyla uzun eşek oynayışlarını resmetmişti.<br />

Oklar çıkarıp yatanların, atlayanların ve yastığın isimlerini yazmıştı.<br />

Karısı başını genç öğretmenin omzuna yaslamış, onunla birlikte<br />

bakıyordu resimlere. İkişer defa baktılar.<br />

“O boş resim fazlalık mı?”<br />

“Herhâlde karışmış araya. Ama dur sayayım.”<br />

Mutluluğun Resmi


semihsuren.com<br />

Saydı. Sınıf mevcudu adedince resim vardı. Boş resmin arkasını<br />

çevirince açık gri kuru boyayla silikçe yazılmış ismi görüp şaşırdı.<br />

Elinde tuttuğu sınıfın en çok gülen çocuğunun mutluluk resmiydi.<br />

Genç öğretmen, “Anlamıyorum,” dedi hayretle. “Ben Semih kadar<br />

mutlusunu görmedim. Görsen, sürekli gülümseyen, kahkaha atmaya<br />

yer arayan, gözlerinin içi parlayan bir çocuk. Çok da tatlı kerata.”<br />

“Hatırlıyorum onu,” dedi karısı. “Yerli malı haftasında sınıfa<br />

misafir olduğumda onun sırasında oturmuştum. Annesinin yaptığı<br />

ıslak kekten ikram etmişti bana, sohbet etmiştik.”<br />

Genç öğretmen o gece geç saatlere kadar uyuyamadı. Ertesi günkü<br />

ilk ders saatinin gelmesi için sabırsızlanıyordu. Saatlerdir düşünüp<br />

duruyor, mutlu bir çocuğun neden mutluluğu boşluk olarak gördüğünü<br />

yorumlayamıyordu.<br />

Gecenin bir yarısı uykusundan uyanıp su içmeye mutfağa giren<br />

karısı onu görünce, “Uyumamışsın,” dedi.<br />

“Semih’in resmini düşünüyorum. Yarın ilk işim…”<br />

Karısı gözlerini ona dikerek, birden, “Bunda bir şey var,” dedi<br />

soğuk bir sesle. “Çocuğa o resmin nedenini sormanı istemiyorum. Ben<br />

çok inanırım böyle şeylere. Bir uğursuzluk, bir şey vardır. Belli mi<br />

olur.”<br />

“Ama…”<br />

“Hayır, sormayacaksın. Söz ver.”<br />

“Peki.”<br />

Gerçekten de genç öğretmen Semih’e resmini neden boş bıraktığını<br />

sormadı. Karısı yattıktan sonra düşünmeyi sürdürdü. Karısının<br />

sözlerinin etkisiyle düşündükçe korktu.<br />

Bir zaman genç öğretmen bu konu yüzünden huzursuz oldu.<br />

Keşke sorsaydı. Huzursuz olmaya değecek bir şey yoktu ortada.<br />

Mutluluğun resmini çizmesi istendiğinde Semih’in aklına abisiyle<br />

PlayStation oynaması gelmişti. Bu mutlu sahneyi özenerek bir güzel<br />

resmetmişti. Ama sonra, resimler toplanırken birden hapşırmış,<br />

resminin üzerini epeyce kirletmişti. Bunu silmeye kalkınca resimdeki<br />

televizyon hafifçe bozulmuştu. Birden çok üzülmüş, ağlayacak hale<br />

gelmiş, gözleri kızarıp dolmuştu. Resim dosyasından yeni bir resim<br />

kâğıdı çıkarıp üzerine ismini yazıp arkadaşının elindeki diğer<br />

resimlerin arasına koyuvermişti.<br />

Mutluluğun Resmi


semihsuren.com<br />

HAYALPEREST BİR ADAMDI MUSTAFA<br />

“Mustafa, götürme bizi oralara.” Yalvarıyordu kadın. Günlerdir<br />

gözleri yaşlıydı. “Götürme Mustafa’m. Gideceksen kendin git.”<br />

Mustafa akşam güneşiyle terlemiş, nemlenmiş, ekşi ekşi kokan koca<br />

gövdesini divana attı. Gömleğinin cebinden öğle vakti sardığı<br />

sigaralardan sonuncusunu çıkardı. “Kızım kibrit götür babana,” dedi<br />

kadın. Büyük kız babasına kül tablasıyla kibrit uzattı. Mustafa<br />

sigaranın ucunu ateşledi. Derin bir nefes çekti içine. “Bir daha ağzını<br />

aç bakalım. Bak bakayım sikmiyor muyum o ağzını senin.” Böyle<br />

söyledi en sert, acımasız sesiyle. Ciğerindeki dumanı burun<br />

deliklerinden sarı bıyıklarının üzerine üfledi. “Siktir ol git şu odadan<br />

kadın! Mamalak suratınla karşımda ağlama! Kaldırma beni şuradan!”<br />

Kadın kızlarıyla birlikte odadan çıktı. Mustafa’yı yalnız bıraktılar.<br />

Köyün yarısı Almanya’ya göçmüştü. Mustafa’nın birlikte büyüdüğü<br />

çocukluk arkadaşlarının hemen hepsi oradaydı. Onu çağırıp<br />

duruyorlardı. Mustafa’nınsa başka bir düşü vardı. Şehirdeki kasaplara<br />

küçükbaş hayvan götürdüğü bir hafta Konak Sineması’nda bir film<br />

görmüş, etkisinden kurtulamamıştı. Almanya yerine Kolombiya’ya<br />

gitmeyi kafasına koymuştu. Almanya’ya gidip milletin bokunu<br />

pisliğini temizleyeceğine, Kolombiya’da başlarda kahve ırgatlığı,<br />

sonradansa beyaz zehir ticareti yapacaklarını söylüyordu. Değil sadece<br />

o köyde o kasabada, koca Anadolu’da kendisinin yapacağını yapmış<br />

adam yoktu. Ondan çok daha deli, çok daha dediğim dedik adamlar<br />

vardı etrafta, ama hiçbiri ailesini bilinmezin kucağına atmıyordu.<br />

Bir gecenin bir köründe, daha kuşlar uyanmadan, bir taksi çağırıp<br />

doğup büyüdükleri köylerinden ayrıldılar. Dökülen bir otobüsle<br />

Ankara’ya, oradan, hurda bir kamyonun kasasında Mersin’e geçtiler.<br />

Motoru baş ağrıtan gıcırtılı tekne onları suyun üzerinde sabahladıkları<br />

bir gece Kıbrıs’a aktardı. Kadının, çocukların çıtları çıkmıyordu.<br />

Adamın birisi onları bir hafta sonra leş gibi, devasa, yarısı<br />

paslanmış, korkutucu bir yük gemisine bindirdi. Üzerleri başları<br />

dökülen, pis kokan, saçları sakalları uzamış, kir pas içinde adamlar<br />

vardı her yanda. Bir gece adamların dördü kaldıkları bölmeyi bastı.<br />

Kucağındaki boğma rakıyla kafası milyon olmuş Mustafa’yı kolayca<br />

alt edip boğazını kestiler. Kadının ve büyük kızın defalarca öldüresiye<br />

ırzına geçtiler. Babasının, annesinin, ablasının cesetlerini denize<br />

attıktan sonra küçük kızı parçaladılar, üç türlü yemeğini yapıp yediler.<br />

Hayalperest Bir Adamdı Mustafa


semihsuren.com<br />

Türk Vampirle Görüşme<br />

TÜRK VAMPİRLE GÖRÜŞME<br />

Büyükannemden onu dinleyerek büyüdüm. Türk vampiri. Vampirle<br />

o Karadeniz yaylasında 1942 baharında karşılaşmış. Onunla geçirdiği<br />

haftayı bana gözlerini kocaman açarak anlatırdı. Çocukluğum bu<br />

hikayeyi dinlemekle geçti desem yeridir.<br />

Öyle esrarengiz bir tavırla anlatır, anlatırken gözleri öyle bir<br />

görüntü alırdı ki! O zamanlar bile çocuk aklımla bunun bir hikaye<br />

olmadığından kuşkulanırdım. Büyükannemin değindiği detaylar son<br />

derece gerçekçi ve huzursuz ediciydi. Bir o kadar da büyüleyiciydi.<br />

Meğersem yıllar yılı hikaye diye dinlediğim o şey gerçekmiş.<br />

Sevgili büyükannem Elsa Theodosiadou geçen Kasım ayında<br />

aramızdan ayrıldı. Son yılını geçirdiği özel hastanede onu son defa<br />

ziyaret etmemden dört gün sonra vefat etti.<br />

O gün boğazından zoru vardı. Konuşamıyordu. Dakikalarca gözleri<br />

nemlenerek beni izledi. Eliyle kağıt kalem istediğini işaret etti. Kağıda<br />

güçlükle bir şeyler yazdı, uzattı. Elime vampirin adresini<br />

tutuşturmuştu. Adresin altında vampirin beni bekliyor olduğu<br />

yazılıydı.<br />

Kağıdı okuduktan sonra büyükannemin yüzüne baktım. Yüzündeki<br />

ifade kanımı dondurdu. Bana öyle bir bakmaktaydı ki, yemin<br />

ediyorum saniyeler içerisinde vücut ısım düştü. Buna yemin<br />

ediyorum.<br />

Aylarca o kağıdın varlığını unutmak istedim. Ama beni sanki<br />

boğazıma yapışmış gibi rahatsız ediyordu. Dayanamadım, durumu<br />

eşim Theo’ya anlattım. Alay edeceğini düşündüğüm için onunla ilk<br />

başta konuşamamıştım. Aksine, Theo beni ciddiye aldı, kızdı bile<br />

bana, bunun büyükannemin benden son dileği olduğunu hatırlattı.<br />

Birkaç hafta sonra ansızın, “Türkiye’ye gidiyoruz!” dedi. Şaka<br />

yapmıyordu.<br />

Ay başında Samsun Uluslararası Çarşamba Havaalanı’na indik. Bizi<br />

Edfa Turizm ve Seyahat Acentesi çalışanları karşıladı. Kibar bir beyin<br />

rehberliğinde, diğer turistlerle birlikte, otobüsle Rize’ye doğru yola<br />

çıktık. Yorgun bir hafta geçirmiştim. Theo’nun omzunda uyumuşum.<br />

Rüyamda büyükannem oldum. Onun gençliğiydim. Aynalarla çevrili,<br />

büyük, loş bir aydınlığı olan bir odada, devasa bir yapbozu çözmeye<br />

uğraşıyordum. Derken, kapısız ve penceresiz bu odanın tavanındaki<br />

tek parça devasa aynanın üzeri ansızın buğulandı. Sonra ise bir...


semihsuren.com<br />

Üç yıldızlı bir otele yerleştik. Ertesi gün hava ağarmadan<br />

toplanacak, diğerleriyle birlikte yayla yürüyüşü programına<br />

katılacaktık. Ben odamızda kestirmeyi sürdürürken, Theo acentenin<br />

bizi gözetmesi için görevlendirdiği rehberle yemek yedi. Theo odaya<br />

döndüğünde uyanmış, dergi bakıyordum. Rakı içmişlerdi, Theo<br />

kokuyordu. Rehber çocukla anlaşmış. Çocuk bizi büyükannemin<br />

notunda ismi geçen Hacer Ana denen kadınla buluşturmayı kabul<br />

etmiş. Çocuk birisine telefon açmış. Kısa konuşmuşlar. Konuştuğu<br />

kişi Hacer Ana’yı biliyormuş. Bizi Hacer Ana’yla buluşacağımız<br />

yerde bırakacaktı. Tam yirmi dört saat sonra diğer turistler dönerken<br />

aynı yerde onlara tekrar katılacaktık.<br />

İşleri böylesine kolay halledebildiği, beni Türkiye’ye getirdiği için<br />

Theo’nun boynuna sarıldım. Rakı kokusuna ve üç günlük sert sakalına<br />

aldırmayarak öpüştüm onunla. Yüzüm yolundu gerçi, ama<br />

aldırmadım, Theo’m bir tanedir.<br />

“Şu senin vampir gerçek çıkar umarım,” diyordu. “Buraya kadar<br />

gelmişken ‘nefis yaylalardan, buzul göllerinden, bulut denizlerinin<br />

muhteşem manzarasından’ mahrum olacağız.”<br />

Bu söylediklerini gezi kataloğundan okuyordu.<br />

“Çatlak şey!” dedim. “Hadi uyu şimdi, yorgunluğunu at.”<br />

Theo tüm gece horul horul uyudu. Ben uykumu almıştım.<br />

Televizyonun önünde sabahı ettim. Tek kelimesini anlamadığım bir<br />

Türk dizisinin tekrarını izledim. Sonra kanalları gezerken e2 kanalına<br />

rastladım. Nip/Tuck dizisinin eski bir bölümü oynuyordu. Dr.<br />

Christian Troy yine götürüyordu hatunları. Theo’yla ne izlerdik!<br />

Bitmeseydi keşke. Hâlâ süren Yalan Rüzgarı gibi senelerce sürseydi.<br />

Sıkıntıdan ayak parmaklarıma oje sürüyordum. Kapımız vuruldu.<br />

Vakit gelmişti. Theo’yu uyandırdım. Birer Bounty yedikten sonra<br />

valizlerimizi toparlayıp lobiye indik. Minibüslere doluştuğumuzda<br />

hava hâlâ karanlıktı.<br />

Bir köyün içinden geçiyorduk. Bir çay ocağının önünde durduk.<br />

Rehber çocuk, “Siz burada iniyorsunuz,” dedi.<br />

O da bizimle birlikte indi. Çay ocağına girdi, yaşlı bir adamla<br />

birlikte çıktı. Adamla tokalaştık. Ben böyle tokalaşan görmedim.<br />

Elimizle değil kolumuzla tokalaştı resmen. Theo ile baş bile<br />

tokuşturdular. Gülesim geldi. Kaşlarına kadar beyazlamış, başı bereli,<br />

ceketli, kırışık yüzlü, sigara içmekten bıyıkları sararmış birisiydi. Adı<br />

Yılmaz’mış. Hacer Ana’nın kocası olurmuş.<br />

Türk Vampirle Görüşme


semihsuren.com<br />

Rehber çocuk motoru hır hır hır eden minibüse atladı, biz de<br />

ihtiyarın peşine düştük. Patikalardan geçirdi bizi. Sabah ayazı<br />

yüzümüzü üşütüyordu. İhtiyar bağıra bağıra bir şeyler anlatıyordu. O<br />

gülüyor diye biz de gülüyorduk. Biz gülünce zannediyordu ki<br />

söylediklerini anlıyoruz. Ay ne âlem adamdı.<br />

Tek katlı beton bir eve girdik. Hacer Ana’yı bekliyorduk. Yılmaz<br />

bize monomon mu menemen mi öyle bir şey yaptı. Yanında neskafe<br />

ikram etti. Sonra nedense bizden sıkıldı. Radyo açtı. Sobayı karıştırdı.<br />

Eline bir kıracakla bir poşet fındık alıp karşı divana kuruldu. Biz<br />

pencerenin önündeki diğer divandaydık. Havanın ağarışını izledik.<br />

İlerideki tepede sırtlarında kuru çalılar olan beli bükük yaşlı<br />

kadınlar göründü. Yılmaz’ı çağırdık. Soldaki kadını işaret etti. Hacer<br />

Ana oydu. Zayıf bir şeydi. Yetmişlerinde gösteriyordu. Evin elli metre<br />

kadar ilerisinde diğer kadınlardan ayrıldı. Bahçeye girerken bizi<br />

gördü, el salladı. Biz de ona el salladık. İçeri girmedi. Sırtındaki<br />

çalıları yere yıkarken bize dışarı çıkmamızı işaret etti. Yılmaz bizi<br />

eşikten uğurladı.<br />

Hacer Ana konuşmadı bizimle. Yüzü gülüyordu ama. Bize birer<br />

ince uzun sopa verdi. Birlikte yola düştük. Güzel bir doğa yürüyüşü<br />

oldu. Theo’yla onu izliyorduk. Nasıl çevikti, nasıl hareketliydi! Tek<br />

kusuru köyün diğer kadınları gibi beli büküktü.<br />

İncecik akan bir akarsu boyunca yukarılara doğru hafif bir eğimle<br />

tırmanıyorduk. Dört metrelik gürültülü bir şelaleye vardık sonunda.<br />

Orada durduk. Theo neden durduğumuzu sormaya çalıştı. Hacer Ana<br />

beklememizi işaret etti. O an korkuya kapıldım. Vampirin yaşam<br />

alanına yaklaşmış olmalıydık.<br />

Hacer Ana boynunu kıtırdattı. Kollarını sıvadı. Sopasını kayaya<br />

dayadı. Endişeyle izlemeye başladık. Sopayı dayadığı kayanın üzerine<br />

çıktı. Onun üzerindeki ve onun üzerindeki kayalara da. Orada bitmiş<br />

bitkileri yoldu. Kolunu omzuna kadar bir aralığa soktu. Bir şey tık etti.<br />

Ardından mekanik bir gümbürtü oldu. Theo’ya yarım adım yaklaştım,<br />

korkuyla kolunu sıktım. Birdenbire şelalenin arkasından ahşap bir<br />

tente gerildi ve şelale akıntısını bir tülü aralar gibi araladı. Üçümüz<br />

buradan içeri girdik. Kalbim nasıl çarpıyordu anlatamam.<br />

Hacer Ana elini koynuna soktu. Bir cep telefonu çıkardı oradan.<br />

Işığını yaktı. Epeyi kuvvetli bir ışıktı. Bir tünel girişinde olduğumuzu<br />

gördük. Heyecandan bacaklarım titremeye başlamıştı. Theo da<br />

tırsmıştı, anladım. Gövdelerimizi birbirimize yakın tutuyorduk.<br />

Türk Vampirle Görüşme


semihsuren.com<br />

Hacer Ana bize yaklaştı. Tatlı tatlı gülüyordu. Rahatlamamızı<br />

istiyordu. Biz gülümseyemedik. Telefon ışığını karanlıkta gezdirdi.<br />

İleride kumaşı kirlenmiş bir puf gördük. Telefonu Theo’ya uzattı.<br />

Gidip pufu aldı, yanımıza gelip duvara dayadı, üzerine çıktı, uzandı ve<br />

Theo’nun ışık tuttuğu yerdeki kovuğa elini sokup bir şey çevirdi.<br />

Şelaleyi aralayan tahta düzenek gürültüyle geri kapandı. Birkaç saniye<br />

zifiri karanlıkta kaldık. Sonra ansızın etraf tavana gömülü spot<br />

ışıklarla ışıdı. Tertemiz bir yerde olduğumuzu gördük ve şaşırdık.<br />

Hacer Ana birden doğruldu. Kambur sırtı dimdik oldu.<br />

“Korkmayın çocuklar,” dedi güzel bir İngilizceyle. “Korkacak<br />

olursanız, bir rüya görüyor olduğunuzu düşünün.”<br />

Böyle söylüyordu ama bir insanı korkudan öldürecek şeyler<br />

yapıyordu. Nefesim kesildi, bakamadım, başımı çevirdim. Tırnaklarını<br />

boğazına geçirmiş, yırttığı yere parmaklarını sokmuş, yüz derisini<br />

çenesinden yukarıya kaldırmaya başlamıştı.<br />

Korkuyla titreyerek yüzümü Theo’nun göğsüne kapadım. Theo’nun<br />

kalbi delice çarpıyordu. Onu geriye doğru itiyordum. Birden direndi,<br />

Theo’yu itemez oldum. Saçlarımı öptü. Yüzümü çevirip Hacer Ana’ya<br />

bakmamı istedi. Kasılmıştım, dönemiyordum. Theo gövdemi çevirdi.<br />

Çenem titriyordu. Yüzümün, kaşımın gözümün kontrolünü<br />

yitirmiştim. Yüzüm yanıyordu. Vücudumun geri kalanında his yoktu.<br />

Theo yüzümdeki saçları çekti ve onu gördüm. Az önce Hacer Ana<br />

olan şeyi gördüm. Hacer Ana’nın kıyafetlerinin içinde uzun boylu,<br />

narin yapılı, güleryüzlü, dünya güzeli bir kız duruyordu.<br />

“Lütfen korkmayın, lütfen,” diyordu. Bunu söylerken ise<br />

kollarındaki yaşlı deriyi kaldırıyordu. “Kostüm bunlar. Makyaj. Film<br />

setinde yaşlandırılmış bir aktris gibi düşünün beni.”<br />

Bir şey söyleyemedik. Güzelliği göz alıcıydı. Sanırım<br />

büyülenmiştik. Ama üzerimizdeki korku bir anda gidivermişti. Çünkü<br />

gözlerimizin içine bakıyor, tatlılıkla gülümsüyor, yumuşacık bir sesle<br />

konuşuyor, bizi yatıştırıyordu.<br />

“İyi ki geldiniz. Ah, ne sevindim,” diyordu üzerindeki yapay deri<br />

kalıntılarını soyarken. “Elsa’nın torunu. Bebeğim,” diyordu bana.<br />

Evet, oydu, gerçekten oydu. Çocukluğumda büyükannemden<br />

dinlediğim gibiydi.<br />

“Vampir gibi değildi,” derdi büyükannem. “Peri gibi güzeldi.”<br />

Türk Vampirle Görüşme


semihsuren.com<br />

Kavak Ağacı Depresyonda<br />

KAVAK AĞACI DEPRESYONDA<br />

Bir kavak ağacıyım ben. Kendimi bildim bileli böyle içimden kendi<br />

kendime konuşup dururum. İnsanlar farkında olmasa da, görüldüğü<br />

üzere, ağaçlar da hisseden, düşünen canlılardır. Biz de kendimize göre<br />

planlar yapan, üreyen, analık eden, umut besleyen, en az insanlarınki<br />

kadar değerli hayatları olan, iyisiyle kötüsüyle, masumuyla çakal<br />

ruhlusuyla gayet akıllı varlıklarız.<br />

Bir derdim var benim, o yüzden içim sıkıntıda, daralıyorum,<br />

çaresizlikten, kasvetten kabuklarımda oyuklar çıkıyor. Kesecekler<br />

yakında beni. Etrafımda uçuşan, bulunduğum okul bahçesine<br />

teneffüse çıkan çocukları hapşırtan, bazılarını hasta eden polenlerim<br />

yüzünden. Bu seneye kadar hiç sorun olmamıştı. Eski bir okul bu. Şu<br />

an pencereden ders görürken izlediğim bu sevimli çocukların anneleri,<br />

dayıları, amcaları, halaları, teyzeleri de aynı böyle gözlerimin önünde<br />

okudu. Şu bakın, sarı saçlı kıvırcık bir kız var, ikinci kattaki soldaki<br />

sınıfın önden üçüncü sırasında oturuyor. Evet işte o, kırmızı kalemini<br />

ısırıp dişlerini pembe pembe eden kız. Onun annesiyle babası, o kız<br />

kadarken, ufacıklarken, benim gölgem altımda birbirlerine aşık<br />

oldular. Sekiz sene okudular gözümün önünde, üzerime isimlerini<br />

kazıdılar çakıyla (zaten her yanımda isim, kalp, slogan, küfür falan<br />

kazılı), sonra yağmurlu bir gün öğle vakitlerinde herkes sınıflarda<br />

bunlar nöbetçiyken, kimse görmeden kalın gövdemin arkasına<br />

saklanıp birbirlerine ilk öpücüklerini vermişlerdi. Hiç unutamam, hâlâ<br />

hatırımdadır o mutlu sahne. Sonra nasıl olmuşsa yılların ardından<br />

birbirlerine tekrar rastlayıp tekrar aşık olmuşlar da sonunda onlardan<br />

bu edepsiz sarı kız doğmuş. Çok edepsiz, cimcimedir bu, az değildir,<br />

oğlanlara neler çektiriyor, yavrucukları peşinde pervane ediyor.<br />

Ya, işte böyle, ben insanları çok severim, bu şehirdeki insanların<br />

çoğu, son iki kuşak gözlerimin önünde öğrendiler dünyayı, gölgemden<br />

faydalandılar, üzerimdeki karıncaları, salyangozları, eteğimdeki<br />

solucanları toplayıp fen hocalarına götürdüler, reçinelerimi koparıp<br />

koparıp ağızlarına sakız ettiler, ilk çizdikleri resimlerdeki ağaçları<br />

boyarken pencereye dönüp hep bana baktılar, o an yeşilin hangi<br />

tonundaysam o yeşille boyadılar manzaralarını.<br />

Kesmeseler beni. Kahroluyorum. Ya benden kalem değil (kalem<br />

yine iyidir, gam yemem) kürdan, kibrit çöpü, kepçe, masa ayağı falan<br />

yaparlarsa? N’olursunuz, duyun beni, söyleyin, kesmesinler, n’olur!


semihsuren.com<br />

Şaka Gibi<br />

ŞAKA GİBİ<br />

Çarşamba günü akşamüzeri falezlerdeki patikadan inip kayalıklara<br />

sabitlenmiş merdiveni kullanarak denize girdim. İleriye doğru beş yüz<br />

kulaç atıp geri dönecektim. Ukraynalı ve Rus turistler kayalıkların<br />

üzerinde uyukluyor, batan güneşle ısınıyorlardı.<br />

Suda benden başkaları da vardı. Daha önce yüzerken tanışıp sohbet<br />

ettiğim amcalar ve teyzelerle selamlaşarak kıyıdan kulaç kulaç<br />

uzaklaşmaya başladım.<br />

Ardı ardına kulaçlar atıyor, dört yüz doksan iki, dört yüz doksan üç<br />

diye içimden sayıyordum ki, birden bir şey oldu. Birisi şortumu çekip<br />

bacaklarımdan çıkardı. Sinirden kan beynime sıçradı. Bu salak şakayı<br />

yapan kimse suyun yüzüne çıkması için bekledim.<br />

Bir dakika geçip etrafımda kimseyi göremeyince öfkem yerini<br />

şaşkınlığa ve korkuya bıraktı, panikledim. Suyun altına dalıp bulanık<br />

görüşümle etrafa bakındım. Ne sağımda solumda ne derinlerde<br />

herhangi bir karartı veya insan lekesi görebildim.<br />

Çırılçıplaktım.<br />

Kararsızlıkla olduğum yerde duruyordum. Falez üzerindeki parkta<br />

yürüyüş yapanları görebileceğim kadar açıktaydım. Onlar da beni<br />

görebiliyorlardı.<br />

Güneş batıyordu, üşümeye başlamıştım. Vücut ısımın düşmemesi<br />

için kıyıya paralel şekilde ileri geri yüzdüm. Suya gireli kırk dakikayı<br />

geçmişti. Benimle birlikte suda yalnızca dört kişi kalmıştı. Üçü yan<br />

yana kıyıya yüzüyordu. Patikadan manzaranın güzelliği hakkında<br />

konuşarak indiğim kilolu teyze patikadan geri çıkıyordu.<br />

Güneş dağların arkasında gözden kaybolup beyaz sular giderek<br />

koyulaşmaya başladığında hâlâ yüzüyordum. Kayalara çıkıp kurumak<br />

için kayalardaki insanların toparlanıp patikaya koyulmalarını<br />

bekliyordum. Sık sık kollarım uyuşuyor, suyun yüzüne uzanıyordum.<br />

Ancak çırılçıplak olduğumun anlaşılacağı korkusuyla bu rahat<br />

pozisyonda uzun süre kalamıyordum.<br />

Genç turistlerin gideceği yoktu. Güneş battıktan sonra üzerlerini<br />

giyinmişler, çantalarından yiyecek içecek çıkarmışlardı. Bana<br />

bakıyorlardı. Aralarında şakalaşıyor, arada bana doğru anlamadığım<br />

bir şeyler diyorlardı. Hava iyice kararmaya başladığında patikadan<br />

aşağıya inen gençler görünce tamamen umutsuzluğa kapıldım. Bunlar


semihsuren.com<br />

büyük ihtimalle kayalıklarda oturup saatlerce bira içecek, çekirdek<br />

yiyeceklerdi.<br />

Sırt çantam kayalıklardaydı. İçinde tişörtüm, kurulanmak için<br />

küçük bir havlu ve bir litre su vardı. Çantam tamamen aklımdan<br />

çıkmıştı. Önümü arkamı kapatarak sudan çıkabilmek için kıyıya<br />

yaklaşıp turistlerden çantamı suya atmalarını isteyebilirdim. Veya<br />

daha mantıklısı bana şortlarını ödünç vermelerini rica edebilirdim.<br />

Veya sudan çıplak çıkıp gülünç duruma düşmeyi ve alay edilmeyi<br />

üşüyüp hastalanmaya tercih edebilirdim. Sonuçta oradaki turistlerle<br />

büyük ihtimalle ömrümde bir daha karşılaşmayacaktım.<br />

Ama işte salaklık ettim. Patikadan inen gençleri gördüğümde<br />

küfürler ederek kıyıya paralel şekilde yüzdüm ve suya girdiğim<br />

yerden yüzlerce metre uzaklaştım. Orada balıkçılar vardı. Daha da<br />

ileri gittim. Yine balıkçılar vardı. Balıkçıların olmadığı, beni kimsenin<br />

göremeyeceği bir kayalık sırası bulmam için bir buçuk saat yüzmem<br />

gerekti. Oradan ellerimi ve dizlerimi kanatarak kayalıklara tırmandım.<br />

Vücudum kururken titriyordum.<br />

Suya girdiğim yere geri yüzmem gerektiğini biliyordum.<br />

Falezlerden evime en yakın yer orasıydı. Ay bir türlü doğmuyordu.<br />

Etraf epeyi karanlıktı. Böcekler, fareler gelecek diye tiksiniyordum.<br />

Sonra ay doğar, ortalık biraz aydınlanır diye umut etmeyi kestim.<br />

Önceki gece ayın çok ince bir hilâl şeklinde olduğunu hatırlamıştım.<br />

Hava giderek soğuyordu. Veya hissettiğim açlığın da etkisiyle<br />

giderek üşümem artıyordu. Kimsenin beni görmediğine emin olduğum<br />

bu kayalıkları bulmam için ne kadar yüzmüş olduğumu tahmin ettim.<br />

Bu süreye kayanın üzerinde titreyerek geçirdiğim süreyi ekledim.<br />

Buna dönüş yolumu ekleyecek olursam suya girdiğim yere<br />

yaklaştığımda orada kimsenin kalmamış olacağını düşündüm. Buna<br />

neredeyse emindim, çünkü yarım saat önce sert bir rüzgâr başlamıştı.<br />

Ekim ayında, ay ışıksız karanlıkta, şehir Antalya bile olsa, kimse<br />

rüzgâr eserken kayalıklarda oturup üşütmek istemezdi.<br />

Rüzgârla birlikte deniz kabarmış, dalgalanmıştı. Dalgalar kayalara<br />

çarpıyor, üzerime su sıçratıyor, tüylerimi diken diken ediyordu.<br />

Üzerime bir halsizlik gelmişti. Başım dönüyordu. Midem<br />

gurulduyordu. Bu soğuk dalgalara atlayıp saatlerce yüzme fikri ölüm<br />

gibi geliyordu. Bulunduğum kayalıklardan falezlerin başına kadar<br />

tırmanmayı başarsaydım otoyol kenarına çıkardım. Bunu<br />

Şaka Gibi


semihsuren.com<br />

yapabilirdim, gözüm kesiyordu, ama acınacak halde olduğumu fark<br />

ettiğim hâlde hâlâ utanıyordum.<br />

Çaresiz bir şekilde dalgaları beyaz beyaz köpüren karanlık buz gibi<br />

suya atladım. Daha yüz metre ilerlememiştim ki gücümün tükendiğini<br />

hissettim. Kollarım kopuyordu, sürekli dinlenmem gerekiyordu.<br />

Kıyıya yakın yüzüyordum. Bundan korkuyordum. Görüş çok<br />

karanlıktı. Bazen dalgalar çekilirken ayaklarım suya gömülü kayalara<br />

değiyordu. Bazen de dalgalar beni kaldırıyor, kıyıda yükselen sivri<br />

kayalara tehlikeli biçimde yaklaştırıyordu.<br />

Azmettim, dura dinlene yüzmeyi sürdürdüm. Artık bu gece<br />

ölebileceğimi düşünmeye başlamıştım. Gücüm tükeniyordu. Kulaç<br />

attığımı görüyordum ama kollarımı hissedemiyordum. Boynum beni<br />

korkutan bir şekilde uyuşuyordu. Çenem takırdıyordu. Öyle bir<br />

yerdeydim ki tekrar kayalara çıkıp dinlenmem mümkün değildi. Ya<br />

devam edecektim, ya ölümü kabullenecektim.<br />

Artık kulaç atamıyordum. Başımı suyun üstünde tutarak yavaş<br />

yavaş ilermeye çalışıyordum. Ama akıntı bana doğruydu, ilerleyiş<br />

hızım acınasıydı. Sonra birden kollarımı tekrar hisseder gibi oldum.<br />

Bu sefer de onları sudan çıkaramıyordum, çünkü sudan çıkardığımda<br />

donuyordum. Hava dehşet soğuk geliyordu. Yüzümü zaten bir<br />

tahtaymış gibi hissediyordum.<br />

Burnumdan sürekli akan sümükleri ve arkadan başımı örten, önden<br />

yüzüme çarpan dalgalar yüzünden deniz suyu yutarak ilerliyordum.<br />

Bu soğuk işkence ne kadar sürdü bilmiyorum. Başım öyle dönüyordu<br />

ki, dünya öyle uğulduyordu ki. Sonunda denize girdiğim kayalıkları<br />

karanlıkta seçebilmek mutluluğuna eriştim. Paslanmış demir<br />

merdivenlerden bütün vücudum soğuktan zangır zangır titreyerek<br />

güçlükle çıkabildim.<br />

Kendimi çok yüksek yerden düşmüş ama ölmemiş gibi<br />

hissediyordum. Görünürde öyle bir şey yoktu fakat parçalandığımı<br />

hissediyordum. Başım kazan gibiydi. Nefes almak zordu. Vücudum<br />

kısım kısım uyuşuktu, bu canımı acıtıyordu, kısım kısım hissizdi, bu<br />

da beni korkuyordu.<br />

Merdivenin başında çömelmiş duruyordum. Hemen yanımda<br />

terliklerimi gördüm. Çantam aklıma geldi. Terlikleri giydim, çantamın<br />

yanına gittim. Çantamın çalınmış da olabileceğini o an akıl ettim.<br />

Öyle bir şey olsaydı ne yapardım hiç bilmiyorum. Anahtarlarım<br />

içindeydi. Bir şekilde evime girerdim veya tanıdığım birinin evine,<br />

Şaka Gibi


semihsuren.com<br />

ama utancımdan ölürdüm. Çanta koyduğum yerde duruyordu. Belki<br />

biri onu açmıştır. Ama içinde kimseye yarayacak bir şey yoktu.<br />

Suyum duruyordu. Öyle susuz hissediyordum ki, kana kana içeceğimi<br />

sanıyordum, ama iki yudum zor aldım, midem bulandı. Küçük<br />

havluyla kurulandım, tişörtü üzerime geçirdim.<br />

Donuyordum, titriyordum. Dişlerim vuruyordu. Hapşırıyordum,<br />

burnum durmuyordu. Saatin kaç olduğundan haberim yoktu. O<br />

kayalıklarda ölmek üzereydim ama canımın derdine düşeceğime hâlâ<br />

geri zekâlı gibi utanıyordum. Sudan çıkalı yarım saati geçmişti.<br />

Oyalanacağıma gözümü karartıp eve gidebilmiş olsaydım, çoktan<br />

karnımı doyurmuş, sıcak duş almış, uyumuş olurdum.<br />

Sonunda karar verebildim. Küçük düşmeyi göze almıştım, ama<br />

götüne başına pamuk tıkar gibi, eller önde arkada gidemezdim.<br />

Kayaları kullanarak tişörtün kol deliklerini yırtıp genişlettim.<br />

Buralardan bacaklarımı sokarak onu giydim, tişörtü belime çektim,<br />

karnımdan katlayarak örtünmeye çalıştım. Gülünç durumdaydım.<br />

Keşke küçük bir havlu yerine plaj havlusu getirmiş olsaydım.<br />

Havluyu da kullanarak, komik bir kıyafetle, Tarzan’a benzeyerek,<br />

sırtımda çanta, patikadan çıktım. Gece olmuştu. Yoldan gelen geçen<br />

kalmamıştı. Hâlâ aydınlık olan parktan ve ışıl ışıl caddeden<br />

geçemedim. Yolumu uzatmak pahasına civardaki karanlık binaların<br />

arka sokaklarından dolandım.<br />

Şüphesiz beni o halimle balkonlarından, pencerelerinden görenler<br />

oldu. Sokakta karşılaştıklarım oldu. En acısı, oturduğum apartmana<br />

vardığımda komşularım gördü beni. Ama yukarıdan baktıkları için<br />

çok çok gece serinliğinde üstsüz olmamı yadırgarlar diye düşünerek<br />

kendimi avuttum. Yüksekten bakıldığında belki altımdaki kepaze<br />

görünüm şort sanılabilirdi.<br />

Kendimi eve attığımda ömrümde hiç hissetmediğim kadar berbat<br />

hissediyordum. Ağlayasım vardı. Mutfağa şöyle bir uğrayıp ekmeğin<br />

arasına sürme çikolata koyup yedim. Kaynar suyla duş aldım. Aylardır<br />

soğuk suyla yıkanan bünyem buna tatlı tepkiler verdi.<br />

Banyodan çıktığımda yorgunluktan ölüyordum. Boxerımı bile<br />

giymeden yatağa attım kendimi. İnce yorganı çeneme kadar çektim,<br />

çırılçıplak uyudum.<br />

Kalktığımda denizde üzerimden çekip alınan şortum üzerimdeydi.<br />

Şaka Gibi


semihsuren.com<br />

Oyunlar<br />

OYUNLAR<br />

Kırk sekiz yıl önce. 2012 yılı. Adam yirmi dokuz, kadın yirmi dört<br />

yaşındaydı. Yeni evlilerdi. Aynı banka şubesinde çalışıyorlardı. Kasım<br />

ayında kadının hamile olduğunu öğrendiler. Bunu beklemiyorlardı.<br />

Aynı ay hiç ummadıkları bir diğer şey gerçekleşti. Haftalardır<br />

devreden büyük ikramiye adamın loto kuponuna isabet etti.<br />

Parayı aldıktan sonra ülkeyi sessiz sedasız terk ettiler. Ortak<br />

hayallerini yaşamaya başladılar. Kendilerini bildiler bileli aynı düşü<br />

kurmuşlardı. Dünyanın dört bir yanında farklı şehirlerde kısa sürelerle<br />

araba ve eşyalı daire kiralayıp yaşamayı düşlemişlerdi. Hiçbir yerde<br />

birkaç aydan fazla yaşamamayı planlıyorlardı. Böylelikle hayatlarına<br />

yabancıları sokmayacaklardı. Ömürlerini bir yere bağlanarak, bir yere<br />

alışarak geçirmemiş olacaklardı. Sahibi oldukları bu beklenmedik para<br />

ömürlerinin sonuna dek bu hayallerini yaşamalarını sağlayacaktı.<br />

Kadının gebeliği tamamen kazaydı. Karnında istenmeyen iki çocuk<br />

büyüyordu. Kürtaj için gün sayıyorlardı. Ancak ilk kürtaj<br />

girişimlerinde bir sürprizle karşılaştılar. Kadın on milyonda bir<br />

görülen bir rahim genetiğine sahipti ve kürtaja elverişsizdi.<br />

Bir rüya gibi yaşamayı planladıkları hayatlarında bu çocukları<br />

kesinlikle istemiyorlardı. Doğduklarında onları derhal ortadan<br />

kaldıracaklardı. Çocuklarına başka ailelerin yanındaki bir geleceği bile<br />

çok görüyorlardı. Çocuklar yaşarsa, onların varlığının mutluluklarına,<br />

rüyamsı yaşamlarına gölge düşüreceğini düşünüyorlardı.<br />

Doğum St. Petersburg’da gerçekleşti. Kadın hastaneden taburcu<br />

olduktan sonra hemen başka bir kente uçacaklar, orada bebeklerden<br />

sonsuza dek kurtulacaklardı. Bebekleri kara gömeceklerdi. Ani ve<br />

acısız bir ölüm olacağı fikrindeydiler.<br />

Fakat tüm Rusya gündemini uzun süre meşgul edecek esrarengiz bir<br />

olay gerçekleşti. Gözlerden uzak o küçük özel hastaneden kendi<br />

bebekleriyle birlikte aynı gece yirmi bebek kaçırıldı.<br />

Yıllar sonra, bebekleri kaçıranların kimlikleri belli oldu. Bir grup<br />

aşırı zengin çılgın insan tarafından finanse ediliyordu bu kaçırma<br />

olayları. Birkaç sene içerisinde dünyanın dört yanından yirmi bin<br />

çocuk kaçırılmıştı. İki kuşak sonra dünyayı yönetmek istiyorlardı.<br />

Yirmi bin bebeğin kimlikleri yeni yeni saptanıyor. St. Petersburg<br />

hastanesinden kaçırılan Türk asıllı ikizlerden birisi Nato’da üst düzey<br />

bir mevkide, diğeri ise Fransa Parlamentosu’nda görev alıyor.


semihsuren.com<br />

Oyuncak Maç<br />

OYUNCAK MAÇ<br />

Kadriye Teyze geçen eylül ayında pazar alışverişinde kendisini<br />

kaybedip yere yığıldı. Tanımadığı insanlarca hastaneye götürüldü.<br />

Kansermiş. Torunundan, komşularından sakladı bunu. Yaşlı ve<br />

kırılgan bünyesi kuru soğukların etkisiyle aralık ortalarına doğru gözle<br />

görülür biçimde kötülemeye başladı. Göz altları belirgin şekilde<br />

torbalandı. Göz çukurları çöktü. Yüz çizgileri derinleşti. İfadesi<br />

donuklaştı. Çay içmeye çağırdığı komşuları, “Kadriye Abla sen<br />

zayıflıyorsun,” demeye başladı. Demliği on saniyeden fazla tutmaya<br />

kalksa eli titriyordu. Bu yüzden evine kimseyi çağırmaz oldu. Böyle<br />

olunca iyice yalnızlaştı, içine kapandı. Tek arkadaşları üç senedir<br />

birlikte yaşadığı ortanca oğlundan torunu Hakan ile onunla<br />

PlayStation oynamaya gelen komşu çocukları oldu.<br />

Kadriye Teyze televizyonda kadın programı veya dizi izlerken<br />

Hakan arkadaşlarıyla gelip televizyonu sahiplenirdi. Kadriye Teyze<br />

çıtını çıkarmazdı. Kadın programı ve dizi izlediği dikkatle, çocuklarla<br />

birlikte onların PlayStation’da kapışmalarını izlerdi. Onlara çay<br />

demler, kek yapardı. Yerinden kalkamayacak kadar ağrısı sızısı varsa<br />

Hakan’ı bakkala gönderip abur cubur ve kola aldırırdı.<br />

Yeni yıla iyi girmedi. Sabahları genzinde duyduğu kötü bir tatla<br />

uyanıyor, lavaboya koşup eğiliyordu. Burnundan yarım çay bardağı<br />

kan damlıyordu.<br />

Bir gün Hakan’ın arkadaşlarının arasında hiç görmediği birini<br />

görünce, “Kimin oğlusun yavrum sen?” diye sordu.<br />

“Teyze ben Hakan’ın ortaokuldan sınıf arkadaşıyım. Hatırlamazsın,<br />

bir defasında Hakan beni buraya getirmişti. Arka odada ders<br />

çalışmıştık. Bize patates kızartmıştın.”<br />

“Dur bakayım. Kenan mısın sen?”<br />

“Kemal,” diye düzelltti Hakan, PlayStation’ını Migros torbasından<br />

çıkarırken.<br />

“Kemal hah, Kemal,” diye sevindi Kadriye Teyze. “Hatırladım.”<br />

“İyi hatırladın vallahi teyzeciğim. Çok tombuldum o seneler.”<br />

Hakan arkadaşlarıyla kısaca PES denilen Pro Evolution Soccer<br />

isimli bir oyun oynuyordu. Kemal oynamayı pek bilmiyordu. İlk<br />

birkaç maçta farklı şekilde mağlup olunca pes edip arkadaşlarının<br />

yanından kalktı. Kadriye Teyze’nin yanına oturdu.


semihsuren.com<br />

“Kadriye Teyze Hakan’la konuştuk bayağı. Futbola çok<br />

meraklıymışsın.”<br />

“Çook,” dedi Kadriye Teyze gülerek.<br />

“Kemal sor bakayım,” dedi Hakan, yeni maç için kadro kurarken.<br />

“Messi’ci miymiş, Ronaldo’cu mu?”<br />

Kemal gülümseyerek, “Hangisi?” diye sordu.<br />

“İkisi de oğlum sayılır benim,” dedi Kadriye Teyze. “Messi daha<br />

efendi tabii. Öteki biraz horoz, ama o da iyi çocuk. Bizim bir Halide<br />

Hanım vardı rahmetli, çaya gelirdi. Ronaldo onun sümüklü torununa<br />

benziyor. Hakan hatırlıyor musun sen Alper’i?”<br />

Çocuklar gülüştü. 98 Dünya Kupası’ndan beri maç izleyen Kadriye<br />

Teyze’nin sıkı bir futbol bilgisi vardı.<br />

“Ah yavrum, Hakan topçu olsun ne çok istedim,” diyordu. “Hayatı<br />

bu çocuklar yaşıyor. Spor yapıyorlar, sağlıklı yaşıyorlar, ömürleri<br />

oyun oynayarak geçiyor, paraya para demiyorlar, şan şöhret de<br />

cabası.”<br />

Oynadığı maçı kaybeden Hakan analoglu kolu sıra bekleyen<br />

arkadaşına verip babaannesiyle Kemal’in karşısına oturdu.<br />

“Kemal biliyor musun, babaannem de PES oynuyor.”<br />

“Hadi! Öyle mi Kadriye Teyze?”<br />

“Eh, öğrendik bir şeyler,” dedi yaşlı kadın.<br />

“Şaka yapıyorsunuz,” dedi Kemal.<br />

“Yoo, ne şakası,” dedi Hakan. “Seni rahat yener. Oyununu gördük<br />

demin. Sıfırsın. Babaannem yener seni.”<br />

Dışarıdan pide söylemişlerdi. Karınlarını doyurduktan sonra Hakan<br />

ve diğer iki çocuk Kemal’le Kadriye Teyze’yi televizyonun karşısına<br />

oturtup ellerine kolları verdiler.<br />

“Ben hep İnter’i alıyorum,” dedi Kadriye Teyze, kayıtlı taktiğini<br />

yüklerken. “Forvet Milito var ya, aynı benim rahmetli abimin<br />

gençliği.”<br />

“Gerçekten ha,” dedi Hakan boşalan bardaklara kola koyarken.<br />

“Arka odada çekmecede fotoğrafı var. Siyah beyaz. Hapishanede<br />

ranzada çekilmiş. 50’li 60’lı yıllar. Görseniz, aynı Diego Milito.”<br />

“Yapma yahu,” dediler.<br />

Kadriye Teyze Kemal’le üç maç yaptı. Üçünde de attığı tek golle<br />

galip geldi.<br />

“Şu an şoktayım resmen,” dedi Kemal. Elinde telefonuyla onları ve<br />

maçları videoya kalan Hakan’a bakıyordu. “Kadriye Teyze, helal<br />

Oyuncak Maç


semihsuren.com<br />

olsun, ne diyeyim. Bir ara da Fifa’da kapışalım. Fifa oynar mısın?<br />

Onda bayağı bayağı iyiyimdir.”<br />

“Yok oğlum,” dedi Kadriye Teyze. Kolu sehpanın üzerine,<br />

bardakların yanına bıraktı. “Biz PES’çiyiz.” Güldü tatlılıkla. “Anam<br />

anam bacaklarım,” dedi ayağa kalkarken. “Üç maç mı yaptık? Bak<br />

yarım saattir tek bacağımın üzerine oturdum öyle külçe gibi. Şimdi bu<br />

bacağım kaç saat sızım sızım sızlayacak. O kadar aklımı başımdan<br />

alıyor bu futbol oyunu işte.”<br />

O akşamdan sonra Kemal, Kadriye Teyze’yi haftada birkaç gün<br />

ziyaret etti. Sonradan yanında anneannesi Firdevs Hanım’ı da<br />

getirmeyi akıl etti. Yumuşacık bir kalbi olan Firdevs Hanım’ın<br />

dostluğu Kadriye Teyze’ye iyi geldi. Birlikte kol kola girip, iki<br />

sevimli pinpon, havadan sudan konuşarak yokuş aşağı sahile iniyor,<br />

gelirken de faytona biniyorlardı. Firdevs Hanım ve Kadriye Teyze<br />

kanka olan iki genç kız gibiydiler. Kemal’in ailesiyle birlikte kalan<br />

Firdevs Hanım bir iki haftada bir kızından izin alarak Kadriye<br />

Teyze’nin evinde geceliyordu. Böyle günlerde iki kadın erkenden<br />

kalkıp kahvaltı yapıyor, insanın yüzüne gülüp sırtını ısıtmayan kış<br />

güneşinde geziniyorlardı.<br />

Bir defasında, Kadriye Teyze’nin doğum günüydü, Firdevs Hanım<br />

sürpriz yaparak onu maça götürdü. Samsunspor seneler üzerine Süper<br />

Lig’e dönmüştü ve o hafta Fenerbahçe’yi konuk ediyordu. Firdevs<br />

Hanım’ın tanıdıkları vasıtasıyla maçı konuk takım teknik ekibinin<br />

bulunduğu kulübenin yanında tekerli iskemlelerde oturarak izlediler.<br />

“Kız ne demeye bu sakat arabalarına oturttun bizi?” dedi Kadriye<br />

Teyze ters ters. Bir gözü Fenerbahçeli futbolcuların oturduğu<br />

kulübedeydi. “Şunların yanına oturamaz mıyız?”<br />

“Yok, yasakmış. Bakalım bir buçuk saat kafamız buranın<br />

gürültüsünü nasıl alacak.”<br />

Maçın bitimine yakın Kadriye Teyze Fenerbahçe’nin yaşayan<br />

efsanesi Brezilyalı Alex de Souza’nın kendilerine doğru geldiğini<br />

gördü. Yirmi dakika önce oyundan çıkan Alex üzerine kalın bir şey<br />

almış kulübede otururken Kadriye Teyze onu bakışlarıyla taciz<br />

etmişti. Adam nezaketen bu iki yaşlı hanımı ziyaret etmek zorunda<br />

kalmış, geliyordu. Alex de Souza patlayan flaşlar altında Kadriye<br />

Teyze ve Firdevs Hanım’ın ellerini sıktı.<br />

Ertesi sabah Kadriye Teyze lavaboya eğilmiş, burnundan kan<br />

damlarken, dalgın bakışlarını aynaya kaldırınca Firdevs Hanım’ı<br />

Oyuncak Maç


semihsuren.com<br />

gördü. Yüreği ağzına geldi. Firdevs Hanım ve Hakan üzerine o kadar<br />

çok geldiler ki Kadriye Teyze onlara hastalığından bahsetmek zorunda<br />

kaldı. Onu hastaneye yatmaya ikna edemediler. Aslında o ara iyi<br />

hissediyordu, giderek toparlanıyordu.<br />

Hakan onun Alex’le çekindiği fotoğrafı internetten buldu,<br />

oturdukları sokağın köşesindeki stüdyoda büyütüp çerçevelettirdi.<br />

Kadriye Teyze fotoğrafıyla gurur duyuyordu. Fotoğrafı Facebook<br />

hesabında profil resmi yaptı. Hakan’ı her gördüğünde aynı fotoğrafın<br />

bir eşini de Alex’e göndermesini, yoksa ayıp olacağını söyleyerek ona<br />

takılıyordu. Bir başka gurur kaynağı da Hakan’ın Youtube’a yüklediği<br />

Kadriye Teyze ve Kemal’in PlayStation’daki kapışmalarının<br />

videosuydu. Bu video internette fenomen haline gelmişti. Okan<br />

Bayülgen videoyu yeni kanaldaki talk showunda Medya Arkası<br />

bölümünde göstermişti.<br />

Yaz biterken iyice toparlandı, kilo aldı. Kendi kendine her işini<br />

görebilecek kadar iyileşti. Yüzüne bir güzellik geldi.<br />

Sonradan hayatı tatlı bir rutine bağlandı.<br />

Evdeki PlayStation’ına PES 2012 alan Kemal yaz boyunca oyunda<br />

iyice ilerledi. Neredeyse Hakan’a kafa tutar hale geldi. Haftada üç<br />

akşam Hakan, Kemal ve diğer çocuklar turnuva yapıyordu.<br />

Kadriye Teyze, son gelişinde Firdevs Hanım’a, “Sen de öğrensene<br />

şu oyunu gı,” diyerek ona takıldı. “Her şeyi biliyorsun da, bundan<br />

nasıl cahil kaldın?” Kadriye Teyze birden kalktı, onu da kaldırdı. “Az<br />

kaçın bakalım eşek sıpaları,” dedi çocuklara. Çocukların elinden<br />

kolları alınca sahadaki futbolcular birden durdu. Yaşlı kadın kolun<br />

birini Firdevs Hanım’a uzattı. “Bak şimdi nasıl seveceksin,” diyordu.<br />

“Ben de ilk başta buna ‘oyuncak maç’ diyordum. Beyazlar sensin. Bak<br />

bas şuraya. Gördün mü ayağında top olan delikanlı yukarı yürüdü sen<br />

basınca. Heh, aferim kız. Bak, şu çarpıya bastın mı pas verir. Az<br />

basarsan sakin veriyor. Basılı tutarsan küfreder gibi hızlı pas verir,<br />

olmaz öyle, kararında bas. Top sende değilken hep çarpıya bas ki,<br />

adamın haldır haldır koşsun, top kimdeyse ona dalsın. Şu yuvarlak<br />

olan tuş da kayıyor, ama…”<br />

Gençler gülmekten yerlere yatıyordu.<br />

Kadriye Teyze âlem kadındı.<br />

Oyuncak Maç


semihsuren.com<br />

Manyak Karga<br />

MANYAK KARGA<br />

Sıyırıyorum galiba. Ciddi ciddi kafayı yiyorum. El kadar bir kuştan<br />

korkuyorum. Bir kargadan. Hayır, deli diyecekler diye kimseye de bir<br />

şey diyemiyorum. Of, düşündükçe tüylerim nasıl diken diken oluyor.<br />

Önceki ay ev arkadaşımı kaybettim. Bitişik odada kendisini astı<br />

kravatıyla. Arkadaşım öldüğü için geçen ayın kirasını yarım verdim.<br />

Ev sahibim kabul etti, ama depozitoyu geri vermeyeceğini, bundan<br />

sonraki kirayı ödeyemezsem evi boşaltmam gerektiğini söyledi. Kara<br />

kara düşünüyordum. Bir de baktım ki kapkara karganın birisi panjuru<br />

yarı kapalı pencerelerin birinin önüne yuva yapmış, yavrulamış.<br />

Yavruları ilk gördüğümde yalnızlardı. Bir dakika sonra pis bakışlı<br />

kara anneleri geldi. Başladı gözümün içine bakmaya. İçim ürperdi.<br />

Ama yine de göz temasını kesmedim. İlk pes eden o oldu.<br />

Ertesi sabah, karga gagasıyla, yuvanın olduğu pencereninkini değil,<br />

yatak odamın penceresinin camını tıklatarak beni uyandırdı.<br />

Yatağımdan çıkıp tülü aralayana kadar gitmişti. Pencerenin önünde<br />

yirmi milyonluk eski yeşil banknotlardan vardı bir tane. Liradan altı<br />

sıfır atılmadan önceki banknotlardan. Üzerinde de küçük bir taş. Hava<br />

biraz esiyor gibiydi. O taş olmasa para orada durmaz, uçardı.<br />

Sonraki her sabah karga yirmi milyonluk bir banknot getirerek beni<br />

aynı saatte uyandırdı. Bunu bir ay boyunca sürdürdü. Sanki içine insan<br />

kaçmış gibiydi. Sanki kiramın altı yüz lira olduğunu biliyormuş<br />

gibiydi. Alacakaranlık kuşaklarına soktu beni. Sabahları o daha camı<br />

tıklatmadan önce uyanıyordum artık. Hatta kasten erken uyanıyor,<br />

para getirişini izliyordum. Gagasına kıstırdığı parayı getirip<br />

pencerenin dış pervazına koyuyor, uçmasın diye üzerine basıyor,<br />

kursağından çıkardığı nohut kadar bir taşı paranın üzerine bırakıyor,<br />

başını yan yatırıp bana pis bir bakış atıyor, ardından çekip gidiyordu.<br />

Bir gün dayanamadım ona tedavülde olan yeni banknotu, yeni yirmi<br />

lirayı gösterdim. Hani getiriyorsun madem, bundan getir, demek için.<br />

Anlamadı tabii kuş beyni. Bir ay boyunca bana eski yirmilikleri taşıdı<br />

durdu. Bir ay düşündüm durdum, işin içinden çıkamadım. İntihar eden<br />

arkadaşımın ruhu buna girdi falan diye düşünüp kendimi korkutuyor,<br />

ödümle bokumu birbirine karıştırıyordum.<br />

Kirayı ödeyemedim. Evi boşalttım. Gerisin geri yurda yerleştim. O<br />

manyak kargadan kurtuldum mu derseniz, hayır; nereye gitsem<br />

buluyor beni. Para pul da getirmiyor artık. Ne istiyorsun lan?!


semihsuren.com<br />

Deprem ve Genç Yazar<br />

DEPREM VE GENÇ YAZAR<br />

Adını kimsenin bilmediği genç bir yazar, ülke gündemini meşgul<br />

eden depremin mağdurları için ne yapabileceğini sordu kendisine.<br />

Parası yoktu. Üstelik borçları vardı. Yardım için telefonundan ilgili<br />

numaraya kısa mesaj atıp beş lira bağışlayabilecek durumda bile<br />

değildi. Televizyonda gördüğü insanlara üzülüyordu. Kendi dertlerini<br />

unutuyordu. Onlara baktıkça borç batağında olduğunu, hacizlik<br />

durumda olduğunu unutuyor, onların acılarıyla canı yanıyordu.<br />

Deprem gündemini takip ettiğinden beri yüreği sıkışıyordu.<br />

Yazmak istemiyordu. Gerçekler karşısında eziliyor, hayal kurmak,<br />

hayattan kaçmak istemiyordu. Masasından kalkıyor, televizyonun<br />

karşısına geçiyor, insanların çaresizliğini gösteren ekrana gözleri<br />

nemlenerek bakıyordu.<br />

Sıkıntıyla kendisini evden dışarıya attı. Nereye gittiğini bilmeden,<br />

elleri ceplerinde, üzüntüyle yürüdü. Yakınlarda belediye binası vardı.<br />

Binanın önünde içerlerine koliler yüklenen tırlar gördü. Sorduğunda<br />

tırlara yardım kolilerinin yükleniyor olduğunu, bunların deprem<br />

bölgesine götürüleceğini öğrendi. Yüzü aydınlanır gibi oldu.<br />

Kendinde tuhaf bir şeye cesaret edecek gücü bulmuştu.<br />

Bir belediye görevlisine yaklaştı, elini sıktı, kendisini tanıttı.<br />

Adamla ayak üstü biraz sohbet etti, üzüntüsünü dile getirdi. Birlikte<br />

tırların yanında ileri geri yürüyerek konuşuyorlardı.<br />

“Onlarla oraya gitmek istiyorum,” dedi. “Beni götürürler mi?”<br />

Belediye görevlisi birilerine telefon açıp tırcılarla da görüştükten<br />

sonra delikanlıya isteğinin kabul edilebilir olduğunu söyledi. Genç<br />

yazar teşekkür etti ve tırların ne zaman hareket edeceğini öğrendi.<br />

Kaldığı daireye döndü. Çabucak duş aldı, giyindi. Ortaya bir sırt<br />

çantası çıkardı. İçerisine bisküvi ve kraker paketleri, elma ve havuçlar,<br />

kuruyemişler ve içecek şişeleri koydu. Bilgisayarını almasının<br />

anlamsız olacağını düşündü. Nasıl bir ortamla karşılaşacağını tahmin<br />

edebiliyordu. Bilgisayarını şarj edemezdi. Onun yerine kafasındaki<br />

fikri geleneksel yöntemle hayata geçirmeye karar verdi. Çantanın<br />

diğer gözüne çekmecelerde bulduğu tükenmez kalemlerle birlikte bir<br />

paket A4 kâğıt koydu.<br />

Tırlar caddedeki diğer araçların çaldığı yüreklendirici kornalar<br />

eşliğinde yola koyuldu. Arkadaki tırın önünde şoför ve genç yazarla<br />

birlikte bir de gazeteci vardı. Gazeteci bir nedenden ötürü iki gecedir


semihsuren.com<br />

uykusuz olduğunu söyledi, uyuklamaya başladı. Genç yazar tırcıyla<br />

sohbete daldı. Saatlerin nasıl geçtiğini anlamadılar.<br />

Gazeteci sabahın ilk ışıklarıyla birlikte ancak uyanabildi. Genç<br />

yazarla o zaman tanıştılar. Tırcı iki saat kadar daha gittikten sonra bir<br />

tesiste durup onlara çay ısmarladı. Bisküvi ve çayla karınlarını<br />

doyurdular ve yola devam ettiler.<br />

Tır depremin vurduğu şehre girdiğinde ortalık zifiri karanlıktı.<br />

Yağmur atıştırıyordu. Nefesleri aracın ön camını buharlaştırıyordu.<br />

Tırcı sigara içmek için camını iki parmak açmıştı. Birbiri ardına sigara<br />

içtiği için o cam hiç kapanmıyordu, bu yüzden üşüyorlardı. Gerçi genç<br />

yazar birkaç saattir gazetecinin omzunda uyuyordu. Soğuğu duyduğu<br />

yoktu.<br />

Genç yazar gözlerini açtığında tırın içinde yalnızdı. Kalabalık bir<br />

yerde duruyordu tır. Etrafta başka tırlar, kamyonlar, kamyonetler,<br />

minibüsler vardı. Çiseleyen yağmur altındaki oldukça geniş bir alan<br />

araçların farlarıyla aydınlanıyordu. Genç yazar tırın içinde bir saat<br />

kadar şoförün veya gazetecinin dönmesini bekledi. Baktı gelmiyorlar,<br />

bir paket krakerle açlığını bastırdı ve soğuk geceye çıktı.<br />

Üzeri kalın değildi. Feci üşüyordu. Bu yüzden ışık gördüğü yerlere<br />

doğru hızlı hızlı yürüyordu. Yaşadığı kentte hâlâ yaz havası hakimdi.<br />

Kendini birden soğuk bir gecede bulmak ona iyi gelmemişti.<br />

Uzaklardan gelen köpek havlamalarını dinleyerek çakıllı bir yol<br />

boyunca yürüdü. Yoldan seyrek konvoylar halinde geçen araçların<br />

arasında üzerlerinde TV kanallarının amblemlerini taşıyan minibüsler<br />

görüyordu. Sırtında taşıdığı kâğıtların ıslanabileceğini akıl edince<br />

otostop çekti ve pek izlemediği bir kanalın aracına binip olay yerine<br />

gitti.<br />

Televizyonda depremden mağdur olan insanlara ülkenin diğer<br />

insanlarının kucak açacağına dair bir şeyler duymuştu. Yaralı bölgeye<br />

varır varmaz bununla ilgilenen insanların bulunduğu bir binaya düştü<br />

yolu.<br />

Kendi yaşlarında birine yaklaştı.<br />

“Merhaba, bir şey sorabilir miyim?”<br />

“Sor birader.”<br />

“Burada toplanan insanlar başka şehirlere mi gönderilecek?”<br />

“Evet. Bak, şuradakiler bizimkiler. Sıra bekliyoruz. Biz kabul ettik<br />

başka yere gitmeyi, ama çoğu istemiyor. Şanslıydık biz. Çadır da<br />

Deprem ve Genç Yazar


semihsuren.com<br />

aldık, yemek de, battaniye de. Ama hastamız var, bebeğimiz var.<br />

Madem böyle fırsat çıkmış. Değil mi? Neden gitmeyelim?”<br />

“Siz ne derece etkilendiniz? Evinizi kaybettiniz sanırım. Can kaybı<br />

yaşadınız mı?”<br />

“Bizim bina ayakta hâlâ. İçine giremiyoruz. Benim yattığım odanın<br />

duvarı yıkıldı. Duvarlarımız, tavanlarımız çatladı. Kilitledik kapımızı<br />

çıktık. Şükür bizde ölen olmadı. Tanıdıklarımızdan ölen olduğunu<br />

duyduk. Yakın akrabalarımızdan kayıplar var. Sağ sağlim ortaya<br />

çıkarlar diye bekliyoruz.”<br />

Sohbete daldılar. Genç yazar depremzedeye amacını anlattı.<br />

Depremzede genç onun söylediklerini tuhaf buldu fakat genç yazara<br />

yardım etmek istedi. Onu ailesiyle tanıştırdı. Takip eden saatler<br />

boyunca genç yazar deprem anını ve sonrasında olanları uyanık olan<br />

aile bireylerinden dinledi. Sabah olduğunda onlardan ayrıldı.<br />

Hikâyelerini öğrenmiş, isimlerini, iletişim bilgilerini almıştı.<br />

Ertesi günü gün boyunca depremin vurduğu mahallelerde<br />

gezinerek, insanlarla konuşarak, çalışmaları yakından izleyerek<br />

geçirdi. Klimayla ısıtılmış bir sağlık ocağının bekleme koridorunda<br />

duvar dibine oturarak birkaç saat uyukladı.<br />

Çantasındaki abur cuburlar bitmişti. Elmalarını gördüğü çocuklara<br />

dağıtmıştı. Yarım litre suyu, eline zorla tutuşturdukları yarım somun<br />

ekmeği ve havuçları kalmıştı.<br />

Yeterli malzeme topladığı kanısındaydı. Dönmesi gerektiğini<br />

düşünüyordu. Böylelikle yaşadığı şehre gidecek olan araç bulabilmek<br />

için ortalıkta dolanmaya başladı. Annesiyle babasını almaya gelen bir<br />

adamla tanıştırdılar kendisini. Adam çadırların birinde yabancı bir<br />

aileyle kalan babasını bulabilmişti, ancak annesi kayıptı. Çalıştığı<br />

şirketin arabasıyla gelmişti, hemen dönmesi gerekiyordu. Genç adam<br />

birbirleriyle gözleri nemlenerek sohbet eden baba oğulla birlikte<br />

döndü.<br />

Sayfalarca not almıştı. Gece gündüz masa başından ayrılmayarak<br />

kendisine anlatılan hikayeleri detaylarıyla hatırlayıp bu notları<br />

genişletti. Daha sonra bunları kısa hikâyelere dönüştürdü. Yüz sayfa<br />

tutarında bir metin üretmişti.<br />

Olay bölgesindeki gelişmeleri televizyon ve internetten takip<br />

ediyor, depremzedelerden dinlediklerini hikayeleştiriyordu. Daha<br />

sonra farklı hikayeleri birleştiren belli belirsiz bir kimya keşfetti.<br />

Deprem ve Genç Yazar


semihsuren.com<br />

Hikayeleri birbirine bağlayacak bir hikaye daha tasarladı ve üzerinde<br />

çalıştığı kitabı bir romana benzetmeye karar verdi.<br />

Deprem bölgesinden döneli onuncu gün olmuştu ki baştan sona<br />

okuyup son düzenlemeleri yaptığı deprem romanını tamamladı.<br />

Yaptığı şeyin içeriğinin büyük kısmı kurgu değil gerçekler olduğu için<br />

bir romandan çok olay günlüğüydü belki. Hikayeleri parçalamış,<br />

insanların kendisine anlattıklarına kendi gözlemlediği detaylar<br />

eklemişti. Kitabın sonuna eklediği bölümde hikayelerini dinlediği<br />

kişilerin isimlerini ve iletişim bilgilerini paylaşıyordu. Amacı kitabı<br />

okuyacakların bölgedeki mağdurlarla empati kurabilmesi, onların<br />

hislerini paylaşabilmesiydi. Bunu televizyondaki görüntüler,<br />

gazetelerdeki yazılar yapamazdı, hikayeler yapabilirdi ancak. Bir<br />

acıya ekrandan şahit olmak bünyede acıma, üzüntü uyandırabilirdi, bir<br />

hikayeye dahil olarak öğrenmekse yabancı hayatlara ruhunu açmaktı.<br />

Kitabı önce internet üzerinden dosya kabul eden yayınevlerine<br />

gönderdi. Kitabın okunup hikayedeki mağdur insanlara ve yakınlarına<br />

yardım edilebilmesi için derhâl basılması gerektiğini düşünüyordu.<br />

Yayınevlerinin çoğunluğu ona dönmedi. Dönenlerse kitabın ellerine<br />

ulaştığını, yayım kurulunun metni denetleyeceğini söylüyorlardı.<br />

Kitabı yayımlayıp yayımlamayacaklarının kararını aylar içinde<br />

öğrenebilecekti. Bazılarıysa kibarca yayın programlarının dolu<br />

olduğunu bildirerek dosyayı reddediyordu.<br />

Sonunda genç yazar iletişime geçtiği yayımcılara dosyayı<br />

ilgilerinden çektiğine ve e-kitap şeklinde internette paylaşacağına dair<br />

mail attı. Hiç vakit kaybetmeden kitabını sosyal paylaşım sitelerindeki<br />

hesaplarından paylaşıma açtı. Kitabı çeşitli sitelere yükledi,<br />

arkadaşlarının yardımıyla indirme linklerini sağa sola dağıttı. Kitabın<br />

baştan sona bölüm bölüm okuyucuya ulaşması için bir blog hesabı bile<br />

açtı, kitabı bloga yerleştirdi.<br />

Günlerdir uzun bir uykuya hasretti. Gözleri kıpkırmızıydı.<br />

Kemikleri sızlıyordu. Deprem bölgesindeki soğuk havayı hatırlayarak<br />

ılık bir duş aldı ve başını yastığa koyup huzurlu bir uykuya daldı.<br />

Deprem ve Genç Yazar


semihsuren.com<br />

Çaldılar Yarimin Kafatasını<br />

ÇALDILAR YARİMİN KAFATASINI<br />

“La İsmail, senin küçük oğlan ne hale gelmiş öyle yahu. Sen ne<br />

biçim babasın? Vampirlere benzemiş resmen. Hiç mi lafını<br />

geçiremiyorsun?”<br />

“Çok dertli. Nişanlısını kaybetti biliyorsun. Gerçi üç sene oldu.<br />

Kendisini bir türlü toparlayamadı. İnsan içine bile yeni yeni çıkmaya<br />

başladı. Kasım ayında askere gidiyor. Bakarsın orada düzelir.”<br />

“Valla ben bilmem İsmail. Babasının, ne yap et, onun kılığını<br />

değiştir. Bak burası tutucu şehir. Yoktan yere sataşırlar, sonra bir<br />

aksilik olur, kaza olur, canınız sıkılır.”<br />

İsmail kahvehaneden sıkıntılı ayrıldı. Oğlunu severdi, ona<br />

kıyamazdı. Acısını anlıyor, karışmak istemiyordu. Fakat giyimi<br />

kuşamı, tavırları herkes için rahatsız ediciydi.<br />

Oğlunun odasına bir girdi ki, etraf duman altı.<br />

“Ah oğlum, içme şu boku diyoruz. Kendini öldürüyorsun.”<br />

“Üzerime gelmeyin baba. Çocuk değilim.”<br />

Bilgisayar depresif black metal albümlerinden birisini çalıyordu.<br />

İsmail nefret ederdi oğlunun dinlediği parçalardan. Yine de, iyi bir<br />

baba olmaya, sesini çıkarmamaya çalışırdı. Girdiği gibi çıktı odadan.<br />

Kasım ayında oğlanı askere gönderdiler. Annesi başka şehirden<br />

yatıya gelecek bir misafir için odaya çeki düzen verirken kitaplığın<br />

çekmecelerinden birinde içinde bir kafatası olan kadife bir kese buldu.<br />

Üç gün sonra delikanlı vatani görevini yaptığı yerden İsmail’e telefon<br />

açtığında odasında sakladığı kafatasının intihar eden nişanlısına ait<br />

olduğunu itiraf edince ne yapacaklarını şaşırdılar. Delikanlı, eğer<br />

kafatasını mezarlığa geri götürecek olurlarsa bir daha yüzlerine<br />

bakmayacağına, ömrü boyunca onlarla konuşmayacağına ant içiyordu.<br />

Delikanlının odasını verdikleri misafirin biraz eli uzundu. Evlerinde<br />

üç hafta kadar kaldı. Onun ardından kadın odaya tekrar eski halini<br />

vermeye çalışırken kafatasının ortadan yok olduğunu fark etti.<br />

İsmail o gece, sabaha karşı dört gibi, yer kalmadığı için artık yeni<br />

defin yapılmayan asri mezarlığın duvarından içeriye atladı. Korkudan<br />

kolları titreyerek, içi bir garip olarak, toprağı gözüne en yumuşak<br />

görünen mezarı açtı ve kafatasını çıkardı. Ardından kazmanın küt<br />

kısmıyla kafatasının üzerini çatlatıp oraya yumurta büyüklüğünde bir<br />

oyuk açtı. Çünkü oğlanın eski nişanlısı yüksek irtifadan baş üstü<br />

çakılarak yaşamına feci şekilde son vermişti.


semihsuren.com<br />

Büyükannenin Talibi<br />

BÜYÜKANNENİN TALİBİ<br />

Niye herkes büyükannemi soruyor hâlâ?<br />

Peki, size de anlatayım, son olsun.<br />

Büyükannem önceki sene evlendi o çocukla. Engel olamadık, ne<br />

dediysek dinlemedi. Eşe dosta rezil olduğumuzla kaldık. Haftalarca<br />

bütün ülke bizi konuştu.<br />

Fethiye’ye yerleşmişler. Çocuk orada bir otelde çalışıyormuş.<br />

Keyifleri yerindeymiş. Görüşmüyoruz artık. Eşten dosttan duyuyoruz.<br />

Baştan anlatayım kısaca.<br />

Üç sene önce üniversiteye kaydımı yaptırıp Eskişehir’de yaşamaya<br />

başladım. Kaldığım yurdun şartlarından memnun kalmayınca acele<br />

edip kendi kafamda üç arkadaşımla birlikte eve çıktık. Ailelerimizden<br />

uzakta dört kızdık. Birbirimize destek oluyorduk, bayağı bayağı iyi<br />

anlaşıyorduk. Dört sene boyunca hep ev arkadaşı olacağımızı,<br />

birbirimizden belki ömür boyu kopmayacağımızı sanıyorduk. Ancak<br />

aylar geçtikçe birbirimize gıcık kapmaya başladık. Hep öyle olur.<br />

İkinci sömestrın ortalarına doğru ev arkadaşlarım bana karşı cephe<br />

aldı. Durumu anneme bildirdim. Annem memleketimizdeki evimizi<br />

eşyalı olarak kiralayacak birilerini buldu, ardından büyükannemi alıp<br />

Eskişehir’e geldi. Burada güzel bir apartmanda, ful eşyalı, küçük ama<br />

sevimli, sıcak bir daireyi kiraladık ve hep olduğu gibi üçümüz birlikte<br />

yaşamaya başladık.<br />

Büyükannem öğretmen emeklisidir. Çok kitap okur. Günlerini kitap<br />

okuyarak, bulmaca çözerek evde tek başına geçirir. Bilmiyorum hâlâ<br />

öyle midir. Annem ise evde durunca daralır, o yüzden sürekli bahane<br />

uydurur, yeni yeni arkadaşlar edinir, gezip tozar. Bense hep sessiz,<br />

çalışkan, fazla öne çıkamayan biri olmuşumdur. Annelerin beğendiği<br />

ama oğullarına beğendiremediği, aklı başında, hanım, elinden her iş<br />

gelen, iyi de okuyan standart bir ev kızıyımdır.<br />

Büyükannem dediğim gibi kitap kurdu bir kadındı. Televizyondan<br />

pek hazzetmezdi. Bazen bizimle birlikte bir dizi takip eder, üç beş<br />

bölüm izler, sonra senaryoda boşluklar olduğunu, hikâyenin çok ağır<br />

ilerlediği falan söyleyip izlemeyi bırakırdı. Yemek masasının bir<br />

ucuna oturur, ayağının önüne ısıtıcı fanı açar, ağzına bir sakız koyar,<br />

saatlerce kitap okur, bulmaca çözerdi.<br />

Bir gün nasıl becerdiyse perde takarken merdivenden düşmüş,<br />

bacağını kırmış. Geldim eve kimse yok. Annemin telefonu evde


semihsuren.com<br />

kalmış, büyükanneminki cevap vermiyor. Deliye döndüm. Neyse<br />

annem hastaneden beni aramayı akıl etti de büyükannemin başına<br />

gelenleri öğrenmiş oldum. Telaşla hemen hastaneye koşturdum.<br />

Doktor belini de fena halde inciten büyükanneme sızılarını<br />

dindirmesi için kuvvetli ağrı kesiciler verdi. Büyükannem bu ilaçları<br />

aldıktan sonra kendini halsiz hissediyor, kitap okumaya çalıştığında<br />

başının döndüğünü, gözünün karardığını söylüyordu. Bu yüzden<br />

televizyona sardı mecburen. Annemle birlikte Oktay Usta izliyor<br />

yemek tarifleri öğreniyor, Okan Bayülgen izliyor kahkahalar atıyor,<br />

Esra Erol izliyor evlenmek için programa çıkanları hayretle<br />

karşılıyordu. Büyükannem normalde kibar bir hanımdır. Ama<br />

düştükten sonra gücünü yitirmesi, saatlerce televizyon izlemek<br />

zorunda kalması yaşlı bünyesinde sinire neden oldu sanırım.<br />

Televizyonda gördüğü herkese bir lafı vardı, herkesi eleştiriyordu,<br />

herkese bok atıyordu. Kadın bir ayda öyle bir değişmişti ki annemle<br />

şaşıp kalmıştık. Sanki o hep böyle hırçın, edepsiz biriydi de, yıllar yılı<br />

kitap okuyarak, şehirdeki sanat olaylarını takip ederek bizlere görgülü,<br />

kültürlü, modern bir Türk hanımefendisi rolü yapmıştı.<br />

Bir gün öyle bir şey söyledi ki annemle birbirimize bakakaldık.<br />

“Nasıl?” diye sordu annem. “Anne ne diyorsun?”<br />

“Ne demek ne diyorum?!” dedi sertçe.<br />

“Büyükanne ciddi misin?” diye sordum.<br />

“Ay hâlâ ciddi misin diyor,” dedi üfleyerek. “Aç şu Facebook’unu<br />

mu ne bokunuysa!”<br />

Bilgisayarımı kucağıma aldım, büyükannemin yanına oturdum.<br />

Esra Erol’un evlilik programının fan sayfasına girdik, kayıt doldurduk.<br />

Büyükannem nasıl heyecanlıydı, annemle ben nasıl şoktaydık<br />

anlatamam.<br />

Ertesi hafta kanaldan telefon geldi, büyükannemi İstanbul’a<br />

çağırdılar. Kadın sevincinden deliye döndü resmen. Annemi aldı<br />

yanına İstanbul’a uçtu.<br />

O günden sonra onları televizyondan takip ettim. İlk gün, hiç<br />

unutmam, Esra Erol kendisini ilk tanıttığında, bana selam ve öpücük<br />

yollamıştı. Arkadaşlarım telefon acıp benimle dalga geçmişlerdi.<br />

“Hayriye Teyze yetmiş bir yaşında. Eskişehir’de kızı ve torunuyla<br />

birlikte yaşıyor,” diyordu Esra Erol. “Aslen Sinoplu. Öğretmen<br />

emeklisi. Versenize ayol mikrofonu kadına. Buyur Hayriye Teyze.”<br />

Büyükannenin Talibi


semihsuren.com<br />

“Yetmiş seksen yaş arasında, yaşama bağlı, kültürlü, yanıma<br />

yakışacak, beni taşıyacak bir beyefendi arıyorum,” diyordu<br />

büyükannem. Bir başka gün ise, “Şöyle şarkı türkü söyleyebilen, ah<br />

bir de ud, kanun, ne bileyim tambur çalan bir beyefendi olsa,” demişti.<br />

“Kel olmasın, kel istemem,” de demişti. “Her yaşlı bey kel olacak diye<br />

bir kaide yok ya. Cüneyt Arkın’a bakın, Ekrem Bora’ya bakın.”<br />

Büyükannem programda konuk olmayı, her gün milyonların<br />

huzurunda bulunmayı sevmişti. Kendisini şımartılmış hissediyordu.<br />

Akşamları telefonda konuştuğumuzda bunları söylüyordu.<br />

Biri Afyon’dan diğeri Trabzon’dan yetmişli yaşlarını süren iki<br />

adam talip oldu ona. Büyükannem birini Laz şiveli, ötekini de pis<br />

bakışlı diye beğenmedi. Ama adam hakikaten pis bakışlıydı, böyle<br />

sapık bir yüzü vardı. Bunun üzerine büyükanneme üç hafta talip<br />

gelmedi.<br />

Bir gün Esra Erol telefon hattında büyükanneme talip olmak isteyen<br />

Aydınlı bir beyefendi olduğunu söyledi. Adamın ismi Metincan’dı.<br />

“Metincan Bey, isminiz biraz genç ismi gibi,” dedi büyükannem,<br />

sanki biraz burun kıvırarak.<br />

Adamla bir iki dakika sohbet ettiler. Büyükannem onu stüdyoya<br />

çağırdı. Telefon konuşması salı günü gerçekleşmişti. Esra Erol<br />

perşembe günü büyükannemi talibinin geldiğini söyleyerek sahneye<br />

aldı, paravanın sol tarafına oturttu.<br />

Tam o anda kimsenin beklemediği bir şey oldu ve paravanın sağ<br />

tarafında yirmili yaşlarda, uzun boylu, atletik vücutlu, kara kaşlı kara<br />

gözlü bir erkek güzeli belirdi. Herkesin ağzı açık kaldı.<br />

Metincan konuşmaya başladı. Kimsenin sözünü kesmesine izin<br />

vermedi. Kimsenin anlam veremediği, inanamadığı şeylerden söz<br />

ediyordu. Büyükannemin yetmiş yaşını geçmiş yaşlı bir hanım<br />

olduğunu bildiğini ama onu kendi yaşlarında dünya güzeli biri olarak<br />

gördüğünü söylüyordu. Mecazen söylemediğini söylüyordu.<br />

Gerçekten öyle görüyormuş. Ailesiyle kavga ederek, hatta evini terk<br />

ederek gelmişti. Anlattığına göre babası programa çıkarsa onu<br />

evlatlıktan reddeceğini söylemişti. Evde televizyon başında<br />

büyükannemden “Ne güzel kız” diye bahsettiğinde ailesi durumun<br />

garipliğini anlamış, ekrandakinin yaşlı bir kadın olduğuna onu bir<br />

türlü ikna edememişlerdi. Sonunda ikna olmuştu. Ama aşık da<br />

olmuştu.<br />

Büyükannenin Talibi


semihsuren.com<br />

Her şeyi göze alıp ona talip olarak gelmişti. Kendisine güveniyor,<br />

büyükannemi baştan çıkaracağına inanıyordu.<br />

Salı günü telefonda kendi yerine sokakta rastladığı yaşlı bir amcayı<br />

konuşturduğunu söylüyordu. Kuliste bahaneler uydurmuş, bir şekilde<br />

paravanın ardındaki yerini almayı başarmıştı.<br />

Herkes şoktaydı. Stüdyodakiler, ekran başındaki bizler, herkes.<br />

Facebook’ta, Twitter’da insanlar paylaşım yaparak tuhaf durumu<br />

yaymaya başlamışlardı. Ev telefonumuz ve cep telefonum sürekli<br />

çalıyordu, açamıyordum. Ekrana kilitlenmiştim. Metincan öyle<br />

yakışıklıydı ki gidip ben kendisine talip olabilirdim.<br />

Program aniden reklama girdi. Bu esnada annemi aradım.<br />

Kadıncağız konuşacak halde değildi. Reklam sırasında hiçbir şey<br />

çözülmemişti. Program tekrar yayına girdiğinde insanların şaşkınlığı<br />

sürüyordu. Esra Erol’un yüzü asıktı. Kimse söz almıyor, mikrofon<br />

istemiyordu, herkes Metincan konuşsun istiyordu. Az sonra yayına<br />

Metincan’ın ablası bağlandı, kardeşinin anlattıklarını teyit etti,<br />

kardeşini alenen kınadı.<br />

Metincan büyükannemi ünlü Hollywood aktrisi Scarlett<br />

Johansson’un esmeri olarak gördüğünü söylüyordu. Sunucu Esra Erol<br />

deliye döndü, sessizliğini bozdu, Metincan’ı ve olaya tepki<br />

göstermeyip paravanın ardında kıkırdayıp duran büyükannemi<br />

azarladı. İkisini peş peşe stüdyoyu terk etmeye zorladıktan sonra<br />

programı tekrar reklama sokmak istedi, ancak nedense reklamlara<br />

girilmedi. Hemen konu değiştirildi, orkestra canlı parçalar çalarak az<br />

önceki tuhaf olayı unutturmaya çalıştı. Paravanın iki yanına başka<br />

çiftler alındı.<br />

Annem, büyükkannem ve Metincan’ın ardından kulise gitmiş. Bir<br />

yerde yemek yemişler. Çocukla uzun uzun konuşmuş annem. Çocuk<br />

büyükannemle birlikte olmaya kararlıymış. Şaşkın büyükannemse<br />

durumdan çok hoşnutmuş.<br />

Olayın üzerinden haftalar geçtiği halde haberciler hâlâ bunaltıyordu<br />

bizi. Metincan’la büyükannem sabahlara kadar telefonda<br />

görüşüyorlardı. Metincan sonunda kaçırdı büyükkanemi. Çünkü ne biz<br />

ne çocuğun ailesi rıza gösteriyordu.<br />

Bu kadar. Daha ne anlatayım? Bak hatırlayınca yine sinirlerim<br />

bozuldu. Bundan sonra Obama rica etse bile anlatmam bunu.<br />

Büyükannenin Talibi


semihsuren.com<br />

Reenkarne Ordinaryüs Vakası<br />

REENKARNE ORDİNARYÜS VAKASI<br />

“Değerli dostum Harun,<br />

Öncelikle uzun süredir yazmadığım ve incelemem için gönderdiğin<br />

kitabına baskıya verilmeden önce göz atamadığım için ne kadar<br />

mahcup olduğumu belirtmeliyim. En kısa sürede programımda boşluk<br />

ayarlayıp ziyaretine geleceğim ve kabahatimi unutturacağım dostum.<br />

Harun’cuğum, sana danışmak istediğim özel bir konu var. Birkaç<br />

hafta önce kliniğime ailesinin şizofren olabileceğinden şüphelendiği<br />

beş yaşında bir kız çocuğu getirdiler. Küçük kızımız kendisinin beş<br />

sene önce vefat etmiş olan bir ordinaryüs profesör olduğunu iddia<br />

ediyor. Önceki hayatındaki ismini sorduğumdaysa belirtmediği özel<br />

bir sebepten ötürü yanıt vermeye yanaşmıyor. Bizim çocuklar ricam<br />

üzerine son on yıl içerisinde aramızdan ayrılmış ordinaryüslere ilişkin<br />

bir çalışma başlattılar gerçi ama yakın zamanda sonuç alamayacağız<br />

gibi görünüyor, çünkü çocukların da işleri başlarından aşkın.<br />

Kızımız beş yaşındaki bir çocuğun edinmesinin imkansız olduğu bir<br />

kelime dağarcığına ve kimi bilimsel hususlarda akıl karıştıracak<br />

ciddiyette inanılmaz bir bilgiye sahip. Hatırlarsın onu; Avusturya’daki<br />

o 2007’de çağrıldığımız panelde tanıştığımız, dedesinin Prusya<br />

ordusunda görev aldığını söyleyen Alman nörolojist ile bir telefon<br />

görüşmesi gerçekleştirdim. Haftaya Türkiye’ye gelip kız ile bizzat<br />

muhatap olmak istiyor. Ben kızın hassas durumunu örneklerken adam<br />

inan o denli heyecanlandı ki, not almak istediği için tüm<br />

söylediklerimi baştan bir kez daha tekrar etmek durumunda kaldım.<br />

Dört gündür klinikten çıkar çıkmaz evime değil, kızın ailesinin<br />

yaşadığı siteye gidiyorum. Kendisiyle birlikte vakit geçirmek insanı<br />

her ne kadar allak bullak etse de bu birlikteliklerin son derece<br />

bağımlılık yapıcı olduğunu belirtmeliyim. Belki sana şu söyleyeceğim<br />

çılgınlık gelecektir; Harun, günler geçtikçe ben yavaş yavaş kızın<br />

iddiasında haklı olduğuna inanmaya başlıyorum sanırım. Sana da bu<br />

yüzden yazıyorum. Beni bu yeni, bu olmaz fikrimden caydırabilmen<br />

için. Çünkü düşünsene, eğer ben ona tüm benliğimle inanır ve<br />

iddiasının peşinden gidersem ve sonunda iddia bir şekilde çürütülürse<br />

meslek hayatımdan olurum. Bana yardımcı ol dostum.”<br />

Vedat

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!