13.10.2012 Views

Yin-Yang2

Yin-Yang2

Yin-Yang2

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

YİN YANG<br />

SEMİH SÜREN


ARKA KAPAK<br />

Kitabın ana kahramanları, 25 yaşındaki Refik Atilla Yücesır ve 50<br />

yaşındaki Melih Müren. <strong>Yin</strong> Yang sembolü onları temsil ediyor. İkisi<br />

de içlerinde aynı seviyede karanlığın ve aydınlığın bulunduğu<br />

karakterlere sahipler. İyi insanlarla karşılaştıklarında dünya tatlısı<br />

insanlar oluyorlar, karanlık kişilerle temas kurduklarındaysa<br />

içlerindeki kana susamış tehlikeli canavara uyuyorlar.<br />

Melih Müren zamanında kararını iyi biri olmaktan yana<br />

kullanmıştır, meşhur bir yazar, iyi bir baba olmuştur. Fakat Refik<br />

Atilla ne yazık ki hâlâ etkiye açık biridir. Hayatı hakkındaki kararları<br />

kendisi vermeyi henüz alışkanlık edinmemiştir.<br />

Refik Atilla, Melih Müren’i vurmak niyetiyle İstanbul’a gitmek<br />

üzeredir. İsminin içinde ‘katil’ kelimesini azmettiricilerin<br />

söylemesiyle fark etmiştir Refik Atilla. O güne kadar bu tuhaf durum<br />

ne kendisinin, ne ailesinin, ne de başkalarının dikkatini çekmiştir.<br />

Hayret bir şey değil mi? Kurnaz azmettiriciler ise genç adamı bunun<br />

bir kehanet olduğuna inandırmışlardır.<br />

Refik Atilla uzun süredir disiplinle hazırlandığı kanlı planı<br />

uygulamaya koyup avucunun içindeki Melih Müren’i öldürebilecek<br />

mi? Yoksa eylem zamanı yaklaştıkça tesadüf eseri hayatına giren<br />

güzel insanlara kapılıp bambaşka biri olmaya mı çabalayacak?<br />

Refik Atilla ve Melih Müren’in yakınlarının ağzından anlatılan<br />

çarpıcı hikayesi mutlaka içinizdeki bir şeylere dokunacaktır.


semihsuren.com<br />

BÖLÜM BİR<br />

BİR ASIRLIK YAŞAM<br />

(Nazan Hanım)<br />

Yüz yaşında olduğuma kimse inanmıyor. İnanın yüz yaşındayım.<br />

Kendime baktım. Sağlığıma güzelliğime dikkat ettim. O yüzden hâlâ<br />

yetmişlerimdeymişim gibi görünüyorum. Hatta bazen altmış<br />

yaşlarında göründüğümü söyleyenler olur. Mesela ne zamandır boş<br />

olan yan dairede oturmaya başlayan o delikanlı. Dün ilk defa konuştuk<br />

kendisiyle. İkimiz de balkon demirine yaslanmış, sokağa bakıyorduk.<br />

Efendi birine benziyor. Bu dairede ondan önce oturanlar mafya gibi<br />

tiplerdi. Arada kulak misafiri oluyordum balkondayken. Ağızlarından<br />

küfür eksik olmuyordu. Başlarından geçen şiddet ve kötülük dolu<br />

olayları övünerek anlatıp duruyorlardı. Yeni çocuk pek tatlı bir şey.<br />

İsmi Refik Atilla. Dün onu çaya davet etmiştim. Birazdan çalar<br />

kapımı. Saat beşi geçti. Yaşımı söyleyeceğim ona. Bakalım tepkisi ne<br />

olacak. Böyle bir yaşa ulaşmanın en kötü yanı sevdiğiniz insanların<br />

ölmüş olmasıdır. Şükür yalnız kalmıyorum. Yaratılışım gereği sosyal,<br />

sevecen biriyimdir. Hayatıma hep yeni insanlar sokuyorum.<br />

Kapı çalıyor. Açmadan önce oradaki aynaya şöyle bir bakıp saçımı<br />

başımı kontrol edeyim. Heh, iyiymiş saçım. O mu değil mi diye önce<br />

bir delikten bakayım. O.<br />

Kapıyı açıyorum, “İyi akşamlar teyzeciğim,” diyor kibarca<br />

gülümseyerek.<br />

Eli boş gelmemiş, canım benim. Kurabiye benzeri üç çeşit bisküvi<br />

paketi tutuyor elinde.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 2


semihsuren.com<br />

“Dur yavrum, sorayım önce,” diyorum ve soruyorum; “Köpekten<br />

korkar mısın?”<br />

“Köpeğiniz mi var?” diyor. “Bana fazla yaklaşmazsa, fazla<br />

hareketli değilse, bir de havlamazsa korkmam.”<br />

“Ahah,” diye keyifle gülüveriyorum. “Tam da benimkini tarif ettin.<br />

Öyle kös kös uyur köşesinde. Başını kaldırmaz.”<br />

“İyi o zaman,” diyor Refik Atilla gülümseyerek.<br />

Delikanlıya bir çift erkek terliği çıkarıyorum. Elindeki bisküvi<br />

paketlerini alıyorum. Ben çay getirmek üzere mutfağa geçerken ona<br />

da oturma odasına gidip keyfine bakmasını söylüyorum. Daha ben<br />

bisküvi paketlerini açmamışken mutfağa giriyor.<br />

“Köpeğiniz çok büyükmüş,” derken gülümsüyor yine, ama<br />

anlıyorum, ürkmüş.<br />

“Uyuyordu, uyanmış mı?” diyorum.<br />

“Yoo,” diyor. “Uyuyordu.”<br />

Doğru ya, benim Danua cinsi koca köpeğim uyurken bile öyle<br />

heybetlidir ki alışık olmayanı huzursuz eder.<br />

“Gel Refik Atilla,” diyorum, tereğin kapaklarından birini açıyorum.<br />

“Şurada tabaklar var. Boyum yetişmiyor. Alsana oradan iki tanesini.”<br />

“Atilla’yı kullanıyorum,” diyor tabaklara uzanırken.<br />

“Doğru, demiştin dün.”<br />

Dün ismini sorduğumda ilkin yalnızca Atilla demişti. Sonra ben<br />

ikinci beyimin isminin de Atilla olduğunu söylemiştim. Rahmetli iki<br />

isimliydi. Atilla Sunay Bey. Ben böyle deyince Refik Atilla da iki<br />

isimli olduğunu söylemişti. Doğru, şimdi hatırladım.<br />

Dolaptan süt, çekmeceden cezve çıkarıyorum.<br />

“Siz süt mü içeceksiniz?” diye soruyor.<br />

“Sütlü çay.”<br />

Sanırım daha önce sütlü çay içmemiş. Soruyorum, içmemiş. Bugün<br />

benimle birlikte içeceğini söylüyorum. İtiraz etmiyor. Sevdim ben bu<br />

çocuğu.<br />

İçeri geçtiğimizde ne olur ne olmaz diye köpekten uzağa oturuyor.<br />

Benim koca oğlum başını patilerinin üzerine koymuş, incecik bir<br />

hırıltı çıkararak uyuyor. Ben de delikanlıya yakın oturuyorum.<br />

Cezvedeki ılık sütü fincanlardaki çayın üzerine yavaşça boşalttığımda<br />

oluşan bulutlanma Refik Atilla’nın hoşuna gidiyor.<br />

Delikanlının gözü sürekli köpekte.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 3


semihsuren.com<br />

“İsmi Uppsala onun,” diyorum. “Doğduğum, çocukluğumu<br />

geçirdiğim kentin ismi. Şimdiye dek beslediğim bütün hayvanlara bu<br />

ismi verdim. Sahi söylemedim sana değil mi oğlum; ben İsveç<br />

asıllıyım. Gerçek ismim Viveca. Viveca Lindfors. Bu isimde bir de<br />

Hollywood aktrisi vardı. Rahmetli oldu. Babalarımız kuzendi onunla.”<br />

“Anlıyorum,” diyor Refik Atilla. Isırdığı bisküviyi fincan tabağının<br />

kenarına koyuyor. “Türkçeniz yabancı olduğunuzu ele vermiyor.”<br />

“Eh, olsun o kadar,” diyorum. “Ömrümün dörtte üçünü Türkiye’de<br />

geçirdim. Beni buraya dün bahsettiğim ikinci eşim Atilla Sunay Bey<br />

getirdi. Viyana Başkonsolosluğu’nda görev yapıyordu o zaman.<br />

Tanıştığımızda gezgin bir tiyatro topluluğuyla yaşıyordum. Küçük<br />

kasabalarda birer hafta kadar kalıyorduk, sahne alıyordum.”<br />

Delikanlının geveze bir kadın olduğumu sezmek üzere olduğunu<br />

anlıyorum. Ama duramıyorum. “Bak şimdi bir şey söyleyeyim de gül.<br />

Atilla Sunay Bey’den sonra altı defa daha evlendim ben. Vallahi<br />

diyorum. İnanmazsan getireyim fotoğraf albümlerimi.”<br />

“İnandım, neden inanmayayım,” diyor neşeyle. “Tabii eskiden flört<br />

etmek böylesine rahat değildi. Hoşlandığınız bir adamla kendinizi evli<br />

buluveriyordunuz sanırım.”<br />

“Tam olarak öyle sayılmaz. Aman neyse. Bir şey daha! Bunu yeni<br />

tanıştığım herkese hemen söylerim.”<br />

“Siz çok ilginç birisiniz.”<br />

“Sence kaç yaşındayım?” diye soruyorum.<br />

“Ne söyleyecektiniz? Lafınızı kestim,” diyor.<br />

“Yaşımı söyleyecektim. Sence kaç yaşındayım?”<br />

“Dün de sormuştunuz bunu. Dediğim gibi altmış, en fazla altmış<br />

beş.”<br />

Ona yüz yaşında olduğumu söylüyorum. Sessizleşiyor, yüzüne bir<br />

üzüntü ifadesi gelir gibi oluyor. Sonra, sanki Alzheimerlıymışım gibi<br />

daha dikkatli ve daha şefkatle konuşmaya başlıyor benimle. Ona<br />

tekrar, gerçekten yüz yaşımda olduğumu söylüyorum. Ne güzel tatlı<br />

tatlı konuşuyorduk. Yaş meselesi aramızda gerginlik yapıyor.<br />

“Bekle canım, sana bir fotoğraf göstereceğim,” deyip kalkıyorum.<br />

Atilla Sunay Bey ile ’32 yılında tanıştık. Yirmi yaşıma yeni<br />

girmiştim. Beş sene birlikte yaşadık Viyana’da. Evlendiğimiz sene<br />

Türkiye’ye yerleştik. Viyana’da kaldığımız süre zarfında Atilla Sunay<br />

Bey bazı özel işleri yerine getirmek, bazı davetlerde görünmek için sık<br />

sık Türkiye’ye gider gelirdi. Kimileri eşli davetler olurdu. Programım<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 4


semihsuren.com<br />

elverdiğince bu davetlerde onun yanında olurdum. Beni insanlara<br />

sözlüsü olarak takdim ederdi. Ben o sıralar Viyana’da yaşayan İsveçli<br />

bir ailenin küçük ikiz kızlarına dans dersleri veriyordum. Bir yandan<br />

ise özel bir kolejde misafir öğrenci sıfatıyla sanat tarihi okuyordum.<br />

Tabii bir de konsolosluk katiplerinden olan orta yaşlı aksi bir<br />

hanımdan Türkçe öğreniyordum. Bahsettiğim davetlerden birine<br />

katılmak için Atilla Sunay Bey ile İstanbul’daydım. Davetin ikinci<br />

yarısında salonu yeni Türkiye’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı<br />

Mustafa Kemal Atatürk şereflendirmişti. Ne müthiş bir alkış kopmuş,<br />

ne keyifli bir hareketlilik olmuştu, hâlâ hatırlarım. Atilla Sunay Bey’in<br />

Paris’te kaldığı yıllarda tanıştığı eski bir ahbabı ekibiyle birlikte bu<br />

nefis geceyi fotoğraflamaktaydı. O gece Mustafa Kemal’le<br />

çekindiğimiz kalabalık fotoğrafları bugüne değin hiçbir yerde<br />

görmedim. Birazdan Refik Atilla’ya göstereceğim fotoğraf ise elime<br />

on yıllar sonra, dördüncü eşimle Paris’i ziyaret ettiğimiz sırada geçti.<br />

Refik Atilla’ya bahsettiğim fotoğrafı sonraki yıllarda çekilen başka<br />

bazı fotoğraflarımla birlikte veriyorum. Fotoğrafta gösterdiğim kızın<br />

ben olduğuma ikna olması için. Refik Atilla yirmili yaşlarımdan<br />

bugünlerime kadarki hallerimi gösteren otuz kadar fotoğrafı elinde<br />

tutuyor. Mustafa Kemal’in gözlerinin kapalı çıktığı kalabalık fotoğrafa<br />

ve diğerlerine uzun uzun, sessizce bakıyor.<br />

“Peki nasıl bu kadar genç gösterip bu kadar dinç olabiliyorsunuz?”<br />

diye soruyor şaşkınlıkla.<br />

“Kısaca söylersem; daha az yiyip, daha fazla hareket ederek. Hiçbir<br />

şeyi dert etmeyerek. Hayatı gerçek gibi değil, bir rüya gibi yaşayarak.<br />

Hep kendi bildiğimi okuyarak. Çok severek, çok aşık olarak. Ruhum<br />

karanlık arzu ettiğinde tereddüt etmeyip vahşileşerek. Rica ediyorum<br />

bununla ne kastettiğimi sorma. Sanatla yakından ilgilenerek.<br />

Tiyatroyla, müzikle, edebiyatla ve sinemayla. Etrafımda hep beni<br />

sevecek, bana tapacak insanları tutarak. Bol seyahat ederek. Yeni yeni<br />

alışkanlıklar edinmeyi alışkanlık edinerek. Kısaca bu tarz şeyler. Ama<br />

başka bir gün dilersen detaylıca izah ederim.”<br />

“Nazan Teyze, şu an inanın, şaşkınlıktan üzerime tutukluk geldi.”<br />

“Görüyorum,” diyorum, gülümsüyorum.<br />

“Yakında İstanbul’a gitmem gerekiyor. Ne zaman dönerim hiç belli<br />

değil,” diyor. “Sizinle yanlış bir zamanda tanıştık. Üzgünüm.”<br />

Bir şey söylemiyorum. O esnada köpeğim uyanıyor. Onunla<br />

ilgileniyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 5


semihsuren.com<br />

BÖLÜM İKİ<br />

KİTAP KURDU TAKSİCİ<br />

(Altan)<br />

Taksisine bindiğim adam iki üniversite bitirmiş. Hemen hemen aynı<br />

yaşlardayız. Ömrümde ilk defa bir taksinin içinde sevdiğim parçaları<br />

dinliyorum. Ray Charles, Nina Simone, Frank Sinatra çalıyor.<br />

Bunların peşine de Leonard Cohen’i, Freddie Mercury’yi dinliyoruz.<br />

“Ne tarz bir kitap yazıyorsun peki?” diye soruyor, taksi kırmızı<br />

ışıkta beklerken.<br />

“Basılacak türden bir kitap değil,” diyorum.<br />

“Nasıl?”<br />

“Yayımcılar benim yazdığım tarzda bir kitabı basmaz demek<br />

istiyorum. Kitabım basılsa bile on yılda üç baskı ancak yapar.”<br />

“Peki, neden satmayacak bir kitap yazıyorsun?”<br />

“Eserlerine hayran olduğum büyük yazarlar gibi yazmaya<br />

uğraşıyorum. Bir piyasaya yönelik yazmak var, basit yazmak, daha<br />

fazla okura ulaşmak; bir de kaliteli ve klas bir kitap yazıp nitelikli<br />

okurlarca sevilmek var.”<br />

“Mahsustan sordum. Bilgim var bu konularda. Ben de nitelikli bir<br />

okur sayılırım.”<br />

Konuşmaya devam etsin diye bir şey söylemiyorum. Tamam, güzel<br />

parçalar dinliyor olabilir. Müzik zevki müthiş. Ama her ne kadar<br />

okumuş biri olsa da, nedense ondan kitaplar konusunda bir derinlik<br />

beklemiyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 6


semihsuren.com<br />

“Evimde küçük bir kütüphanem var,” diyor. Aracı büyük bir<br />

rahatlıkla ve kendine güvenle kullanıyor. İşini keyif alarak yaptığı<br />

belli. “Kitaplar pahalı diyorlar. Cebimize giren paraya göre, diğer<br />

ülkelerdeki gelir düzeyiyle karşılaştırıldığında, evet, pahalı. Ama<br />

güzel bir kitaba gözümü kırpmadan yüzlerce lira bile verebilirim. Dün<br />

akşam kız arkadaşımı kardeşiyle birlikte yemeğe çıkardım. Yetmiş üç<br />

lira hesap ödedim. Keyifli birkaç saat geçirdik, karnımız doydu. Aynı<br />

para ile hayranı olduğum yazarların iki veya üç kitabını alabilirim. Bu<br />

da büyülü elli saat geçirmem anlamına gelir. Yavaş yavaş, tadını<br />

çıkararak, büyülenerek okuyan biriyim. Bu yüzden kitaplara pahalı<br />

diyeni dövesim geliyor. Dikkat ettiysen senin dilinden konuşuyorum.<br />

Nitelikli kitaplardan söz ediyorum. Yoksa o çok satan basit kitapların<br />

büyük çoğunluğu bana sorarsan beş lira edecek değerde bile değil.”<br />

Doğduğum, büyüdüğüm, yıllar üzerine ilk kez tekrar geldiğim<br />

şehirde böylesine derin biriyle karşılaşmış olmak beni etkiliyor.<br />

Birden içime bir sevinç doluyor. Öyle güzel konuşuyor ki, sevdiğimiz<br />

şarkılar gibi, sevdiğimiz kitapların da ortak olabileceğini<br />

düşünüyorum.<br />

“Bu aralar ne okuyorsun?” diye soruyorum.<br />

“En son Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ını tekrar okudum,” diyor, ki<br />

en sevdiğim kitaptır. “Dün gece sabahlayarak bitirdim.”<br />

“En sevdiğim kitaptır,” diyorum, yüzü gülüyor.<br />

“Kütüphanemde korsan baskısı vardı. Artık korsanlardan kurtulup<br />

orijinalleriyle yeniliyorum. Bu sabah da bak ne aldım? Aç şurayı.”<br />

Önümdeki torpido gözünü işaret ediyor. Açıyorum. Daha kitabı<br />

çıkarmadan kapağını tanıyorum. Yapı Kredi Yayınları’nın Kazım<br />

Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi’nden bir kitap. Moby Dick, Beyaz<br />

Balina – Herman Melville. Fiyatı kırk lira.<br />

“İnanmıyorum,” diyorum. Gerçekten de inanamıyorum. Kucağımda<br />

duran kendi el çantamı açıyorum. Çantamdaki iki kitaptan birisi aynı<br />

kitap; Melville’in Moby Dick’i. Bunu dün Kazuo Ishiguro’nun<br />

Avunamayanlar kitabıyla birlikte Antalya’da iki hafta önce açılan<br />

Doğan Hızlan Kütüphanesi’nden ödünç almıştım. “Rastlantıyı görüyor<br />

musun?”<br />

Taksici de mutlu oluyor.<br />

“Kendimi sana kardeşten daha yakın hissettim şu an,” diyor. Aynı<br />

şeyi ben de hissediyorum. “Kusura bakma, adını sormadım.”<br />

“Altan,” diyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 7


semihsuren.com<br />

Elini uzatıyor, sıkıyorum.<br />

“Memnun oldum Altan,” diyor gözlerinin içi gülerek. “Özgür.”<br />

Yolun geri kalanında hep kitaplardan ve filmlerden söz ediyoruz.<br />

Özgür filmlere daha düşkün. Benim henüz yarılamadığım imdb.com<br />

sitesinin Top 250 listesindeki filmleri çoktan izleyip bitirmiş. Tekrar<br />

kırmızı ışığa yakalandığımızda birbirimize telefon numaralarımızı<br />

veriyoruz. Özgür telefonuyla internete bağlanıp beni Facebook’tan da<br />

ekliyor.<br />

İneceğim yere yaklaşıyoruz.<br />

“Ben işte bu mahallede büyüdüm,” diyorum. “Şurada çimenlik bir<br />

arazi vardı. Mahalle maçlarını orada yapardık. <strong>Yin</strong>e de çok<br />

değişmemiş buralar. Şu ileriden sola dönelim, yukarı devam edelim.<br />

Şu camide dedemin cenaze namazını kılmıştık. Kaç sene olmuş, vay<br />

be.”<br />

“Buralarda teyzemler otururdu,” diyor Özgür, taksi yokuş caddeyi<br />

tırmanırken. “Hafta sonları gelirdim. Teyzemin oğluyla kankaydık.<br />

Bak şu sarı apartmanda oturuyorlardı.”<br />

“Aa, orada Mesut diye bir arkadaşım oturuyordu.”<br />

“Mesut işte Mesut,” diyor. “Teyzemin oğlu o.”<br />

“Özgür biz seninle belki çocukken de arkadaştık, hatırlamıyoruz.”<br />

“Olabilir.”<br />

Bir bakkalın önünden geçiyoruz.<br />

“Bu bakkal da hâlâ duruyor,” diyorum.<br />

Küçük bir yokuşu daha geçiyoruz. Yokuşlar daracık. Mahallenin<br />

küçük çocukları bağrışarak top oynuyorlar. Aynı bizim<br />

çocukluğumuzdaki gibi.<br />

“Şu kırmızı minibüsün hizasında durabilirsin,” diyorum. “Bu<br />

apartman.”<br />

Bagajdan valizimi alacağız. O yüzden Özgür yolu kapatmamak için<br />

minibüsün önündeki boş yere giriyor. Taksiyi kaldırıma yanaştırıp<br />

öyle duruyor.<br />

“Keşke bir arasaydın kardeşini,” diyor Özgür mahsustan. “Bekar<br />

adamın evine öyle pat diye ziyaret olmaz. Müsait değildir falan.”<br />

Gülüyorum.<br />

“Kız arkadaşı var mı?”<br />

“Var,” diyorum. “Ama araları limoni bayağıdır. Bizimki ne<br />

zamandır tuhaflaştı. Tepeden tırnağa değişti çocuk. Huyu suyu<br />

değişti.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 8


semihsuren.com<br />

“Boşver, üzerine gitme,” diyor Özgür. “Kim bilir onun da ne<br />

dertleri vardır.”<br />

Taksiden iniyoruz. Bagajı açıyor. Valizimi alıyorum.<br />

“On gün buradasın madem, mutlaka görüşelim,” diyor.<br />

“Görüşeceğiz,” diyorum.<br />

“Seninle şöyle bir gece oturup sabaha kadar sohbet edelim.”<br />

“Olur.”<br />

“İçkiyle aran nasıl?”<br />

“Rakıcıyımdır.”<br />

“Oh, iyi iyi. Bende içeriz. Bir büyük rakım var. Geçende birazını<br />

içtik bizim kızla gerçi. Kalanına dokunmayayım.”<br />

Gülümsüyorum keyifle. “Oldu kardeşim,” diyorum, elimi<br />

uzatıyorum. Elimi dostça sıkıyor. Taksiye biniyor ve gidiyor.<br />

Apartman girişinde valizimi yere bırakıyorum. Ziller yeni değişmiş<br />

gibi. Hiçbir zilin üzerinde isim yazmıyor. Bizim dairenin zilinin<br />

hangisi olduğundan emin olamıyorum. Otomatiğe bastırmak için<br />

kardeşimi arıyorum. Uzun uzun çaldırıyorum, açmıyor. Sonra, adet<br />

olduğu üzere, apartmanın kapısını açtırmak için en üst kattaki<br />

dairelerin zillerine, ikisine birden basıyorum. Ama meğersem zilleri<br />

ters takmışlar, ben gidip giriş kattaki dairelere basmışım. Yan<br />

pencerenin birinden bir baş uzanıyor. Genç bir kız.<br />

“Sen mi basıyorsun zile abi?” diyor.<br />

“Üst katlara basıp kapıyı açtıracaktım.”<br />

“Zilleri ters taktı elektrikçi. Gelip düzeltecek bugün. Dur ben<br />

basayım otomatiğe,” diyor, içeri giriyor.<br />

Apartmanın dış kapısı açılıyor. Asansörün önüne giderken deminki<br />

kız dairesinin dış kapısının önüne çıkıyor.<br />

“Ben seni tanıyorum abi,” diyor. “Rahmetli Şeref Amca’nın<br />

torunusun sen.”<br />

“Sen yoksa Şule misin?” diyorum. Ben de onu tanıyorum. “Ne<br />

kadar da büyümüşsün. Kocaman kız olmuşsun.”<br />

Gülümsüyor.<br />

“Atilla Abi niye gelmedi seninle?” diye soruyor.<br />

“Nasıl?” diyorum.<br />

“Atilla Abi’yi niye getirmedin Antalya’dan?” diye tekrar soruyor.<br />

“Atilla burada,” diyorum huzursuz bir şekilde.<br />

“Aaa, biz onu Antalya’ya döndü sanıyoruz ne zamandır,” diyor kız.<br />

“Hiç buralarda görmüyoruz. Bilmem. Annem sesleniyor. Görüşürüz.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 9


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ÜÇ<br />

YENİ BİR ARKADAŞLIK<br />

(Özgür)<br />

Altan’la tanışmak beni mutlu etti. Belki bu hafta yaşadığım en<br />

güzel şeydi. Ona kendisini bir anda kardeşimmiş gibi hissettiğimi<br />

söylerken samimiydim.<br />

Yokuşları bir bir inerek mahalleden çıkıyorum. Taksimin arka<br />

bölümünden bir yerlerden bir tıkırtı geliyor. İki gündür duyuyorum bu<br />

sesi. Aracın bu aralar bir bakımdan geçmesi lazım.<br />

Bulvarda yine trafik ışıklarına takılıyorum. Kuzenim Mesut’u bir<br />

arayayım diyorum.<br />

Mesut, “Efendim?” deyince, “N’aber lan hayırsız?” diyorum. “Hiç<br />

arayıp sormuyorsun. / Nasıl? / İyiyim ben de n’olsun be<br />

Mesut’cuğum. Çalışıyorum. / Bak ne diyeceğim sana. Eski<br />

mahallenizdeydim şimdi. Altan diye bir arkadaşın varmış senin. Onu<br />

getirdim. / Efendim? / Evet o işte, Antalya’dan gelmiş. / Evet, evet,<br />

yıllar üzerine gelmiş. Kardeşi buralardaymış, onu ziyarete gelmiş. /<br />

Yapma yahu! Ne diyorsun! / Eminsin yani? / Tüh! Bak üzüldüm<br />

şimdi. / Mesut’cuğum bir saniye, trafikteyim.”<br />

Taksiyi bulvarın üzerindeki köprünün altında müsait bir yere<br />

çekiyorum.<br />

“Anlat bakayım şimdi,” diyorum. ‘“Anlatılacak bir şey yok,’ deme,<br />

anlat. Çünkü Altan’la buluşacağız bu hafta. Bir sürü ortak noktamız<br />

var. Çok iyi çocuk. / İyi de, benden duymasa başkasından duyacak.<br />

Anlatsana sen.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 10


semihsuren.com<br />

Mesut, Altan’ın kardeşi Atilla hakkında konuşmaya başlıyor. Mesut<br />

çocuk hakkında öyle karanlık şeyler anlatıyor ki, Altan gibi birinin<br />

kardeşinin böyle birisi olması beni şaşırtıyor ve üzüyor.<br />

O ara telefonum biplemeye başlıyor.<br />

“Mesut, birisi arıyor,” diyorum. “Ben seni sonra yine ararım, oldu<br />

mu kardeşim?” deyip görüşmeyi sonlandırıyorum.<br />

Bakıyorum, Altan arıyor.<br />

“Efendim? / Bak ne yapalım o zaman? Sen orada dur. Ben gelip<br />

alıyorum seni. / İyi de, başka çaren mi var? Kardeşin sana dönene<br />

kadar benimle vakit geçirirsin. / Oldu. Beş dakikaya oradayım.”<br />

Altan’ın işi zor. Mesut’tan duyduklarımı ona söylesem mi,<br />

söylemesem mi? Ay, nasıl canım sıkıldı, anlatamam.<br />

Tekrar yola çıkıyorum. Pos bıyıklı şişman bir sürücüsü olan bir<br />

kamyonet az daha bana yandan bindiriyordu. Bir de sanki ben<br />

suçluymuşum gibi uzun uzun kornaya basıyor. Küfür mü ediyor?<br />

Başımı dışarı uzatıyorum. Ters ters bakıyorum herife.<br />

“Amca belanı arama. Zaten canım sıkkın,” diye bağırıyorum.<br />

<strong>Yin</strong>e bir şey söylüyor. Basıyor gaza gidiyor. O inse ben de<br />

inecektim. Gözünün yaşına bakmadan bir iki tane patlatacaktım.<br />

Altan’ın kardeşine gerçekten canım çok sıkıldı.<br />

Mahalleye tekrar girerken durakla görüşüyorum. Özel bir işimin<br />

çıktığını, uzayabileceğini söylüyorum.<br />

Altan bıraktığım yerde duruyor. Valizini bu sefer bagaja değil, arka<br />

koltuğa koyuyorum.<br />

“Eşek herif bakmıyor telefonuna,” diyor binince. “Mesaj attım<br />

sonra. Geldiğimi yazdım. Peşine Gül’ü aradım. Kız arkadaşını. İki<br />

haftadır falan görüşmemişler. Kıza ters davranıyormuş. Telefonlarına<br />

çıkmıyormuş. Çoğu mesajına cevap vermiyormuş.”<br />

“Yakın arkadaşlarını aradın mı?”<br />

“Arayacağım.”<br />

Ben yokuşları tekrar inerken Altan kardeşinin çocukluk arkadaşları<br />

olan Metin ve Adem isimli iki çocuğu arıyor. Adem işte olduğu için<br />

uzun konuşamıyor. Altan’ın telefonuyla uyanan gececi Metin ise ne<br />

dediyse Altan’ı huzursuz ediyor.<br />

“Ee, ne diyorlar?” diyorum.<br />

“Kesin bir şey saklıyorlar benden,” diyor. “O kadarını anladım.”<br />

Bir süre konuşmuyoruz. Müziğin sesini açıyorum. La Falsa Moneda<br />

– Buika. De Cara A La Pared – Lhasa de Sela. Bu iki nefis parçayı<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 11


semihsuren.com<br />

sessizce dinliyoruz. İkincisi biterken bir simit sarayının önüne park<br />

ediyorum.<br />

Altan tezgahtan bir kaşarlı bir de patatesli poğaça seçiyor. Sütsüz<br />

kahve söylüyor. Ben de çayımın yanına bir tane simit alıyorum.<br />

“Aramıyor da, mesaj da atmıyor, görüyor musun it herifi!”<br />

“Tamam Altan, sakin ol. Görmemiştir telefonunu, meşguldür. Ya da<br />

nerede kalıyorsa, belki daha uyanmamıştır.”<br />

“Gördüğüm yerde boğacağım onu,” diyor Altan.<br />

Bunu öfkeyle değil, kaygıyla söylüyor.<br />

“Kardeşin neden buradaydı?” diye soruyorum. “Çalışıyor muydu?”<br />

“Kız arkadaşına yakın olmak için burada yaşamak istedi. Dedemizi<br />

kaybettik. Dedemin dairesi boş kaldı. Başlarda birkaç işe girdi çıktı.<br />

Cebinde para tutmayı bilmez o. Aldığı parayı on günde yiyordu. Aç<br />

kalmasın, morali bozulmasın diye annem ona sürekli para<br />

gönderiyordu. Sonradan para istememeye başladı. Geceleri bir<br />

arkadaşının büfesinde duruyordu. MSN’den görüşüyorduk. Annem<br />

özlüyordu. Haftada bir iki defa kamera açtırıyordum ona. Aldığı<br />

maaşın haricinde büfeden erzak da veriyordu arkadaşı. Aylar önce<br />

durumu böyleydi. Sonra bilgisayarının kamerasının bozulduğunu<br />

söyledi, hiç kamera açmadı. Annem onu kaç defa çağırdı, Antalya’ya<br />

gelmedi. Bayramda bir akrabamızla görüşürken Atilla’nın büfede<br />

sadece iki ay çalıştığını, sonra arkadaşıyla bozuşup işi bıraktığını<br />

öğrendim. Anneme bir şey söylemedim. Belki beş ay geçti. Annem<br />

onu hâlâ büfede çalışıyor sanıyor.”<br />

“Annen hiç gelmiyor mu buraya?”<br />

“Annem Eskişehirli. Burada hep baba tarafından akrabalarımız var.<br />

Annemin kimi kimsesi yok burada. Zaten Samsun’da topu topu yedi<br />

sene yaşadı annem. Ama doğru söylüyorsun. Hazır ev varken,<br />

arkadaşları varken, gelse gelirdi. Canı istemiyor demek ki.”<br />

Vakit öğleyi biraz geçiyor. Simit sarayının içi kalabalıklaşmaya<br />

başlıyor. Gürültüden rahatsız oluyoruz, kalkıyoruz. Altan ısrar ettiyse<br />

de hesabı ben ödüyorum.<br />

Şehrin içinde rastgele dolaşıyoruz.<br />

“Ben seni işinden etmeyeyim,” diyor.<br />

“Öyle pek iş olmuyor zaten,” diyorum. “Bugün izin verdim<br />

kendime. Kardeşin ararsa da durağa dönmeyeceğim, eve gidip kitap<br />

okuyacağım.”<br />

“Bir tıkırtı geliyor duyuyor musun?”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 12


semihsuren.com<br />

“Dün başladı o tıkırtı. Bu hafta sanayiye götürüp baktıracağım.<br />

Lastiklerin de değişmesi lazım. Aracın sahibi ödemeyi yapmış, ama<br />

üşengeçlikten bir türlü gidemedim.”<br />

Hava bulutsuz. Masmavi. Sıkışık yollar, kalabalık, pasparlak güneş<br />

çok sıkıcı. Sinemaya gitmeyi düşünüyoruz. İlgimizi çeken bir film<br />

yok. Sonunda karar veriyoruz. Bana gideceğiz. İkimizin de izlemediği<br />

ama izlemek istediği bir film bulacak, torrentle şak diye indirip<br />

izleyeceğiz. Bu fikir ikimizin de hoşuna gidiyor.<br />

Eve girer girmez Altan benim kütüphanenin önüne dikiliyor. Ben de<br />

bu esnada filtre kahve hazırlıyorum. Bilgisayarımı açıyorum.<br />

“Altan?”<br />

“Efendim?”<br />

“Almodóvar’ın son filmini izledin mi?”<br />

“Bayıldım o filme. Adı bile hâlâ aklımda. La Piel Que Habito.”<br />

“Benim aklımda bu vardı. Geçenlerde indirmiştim. Hazır. Tekrar<br />

izlemezsin değil mi?”<br />

“İzlemem.”<br />

“Gel sen otur şunun başına, sen seç. Kahveleri getireyim.”<br />

Dokuz Melih Müren kitabının yan yana durduğu rafın önünde.<br />

“Senin gibi biri şu adamın kitaplarından ne zevk alıyor sorabilir<br />

miyim?” diyor. “Hiçbiri de korsan değil. Melih Müren benim tuvalet<br />

yazarım. Kitaplarının korsanını pazardan alıyorum.”<br />

“Bütün kitaplarını okudun mu?”<br />

“Deli miyim?”<br />

“Okudum ben hepsini. Orada gördüklerin en beğendiklerim.”<br />

Kayıp Okyanus’u eline alıyor.<br />

“En son bunu okudum,” diyor. “Sen bu kitabı sevdin mi şimdi?”<br />

“Niye ki? Gayet çekici ve sürükleyici bir hikayesi var.”<br />

Gözü Proust’lara, Nabokov’lara, Borges’lere kayıyor.<br />

“Bunu anlayamıyorum işte,” diyor. “Büyük yazarlarla tanışmış,<br />

onları sevmiş biri, neden hâlâ sırf hikayeleri için kitap okur? Sırf<br />

hikaye istiyorsam on saatimi on beş saatimi bu adamın kitaplarına<br />

vermem, açar film izlerim, en fazla üç saatim gider.”<br />

Sesimi çıkarmıyorum.<br />

Altan bilgisayarın başına oturuyor. İzlemediği birkaç film öneriyor.<br />

Hepsini izlemişim. Sonunda buluyoruz. David Lynch’in Frank<br />

Herbert kitaplarından uyarladığı Dune filmini ikimiz de izlememişiz.<br />

Altan filme konu olan kitapları okumadığını söylüyor.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 13


semihsuren.com<br />

BÖLÜM DÖRT<br />

BOZULAN İLİŞKİ<br />

(Gül)<br />

Bu sene Atilla bambaşka biri oldu. Kırıcı, kaba, umursamaz, aksi,<br />

kavgacı, alıngan biri oldu. Hiç böyle değildi. Yüzü hep gülerdi.<br />

Sıkıntılı anlarda bile gözlerinde bir ışık parlardı. Bana kıyamazdı.<br />

Gece gündüz arardı, mesaj atardı. Bazen gece yarıları evimizin önüne,<br />

penceremin altına gelirdi. Böyle gecelerde yağmur da yağsa, fırtına da<br />

kopsa mutlaka gelirdi. Çünkü yüzümü uzaktan da olsa görmeden<br />

uyuyamayacağını söylerdi. Evlerimiz de öyle pek yakın değildir. Gece<br />

soğuğunda kırk dakika yürürdü bunun için.<br />

Beni her gün görmek isterdi. Bazı günler günde iki defa. Tutucu bir<br />

annem var. Babamı kaybettim. Evin tek çocuğuyum. Ana kız bir<br />

başımıza yaşıyoruz. Annem bir erkek arkadaşım olduğunu bilmiyor.<br />

Bilse hemen evlendirmeye kalkar bizi. Ben Atilla’nın ailesiyle<br />

tanıştım. Atilla bizi bir defasında bilgisayar kamerasından<br />

görüştürmüştü. Daha sonra bayramlarda, yılbaşlarında, Anneler<br />

Günü’nde Berna Teyze’yi hep aradım. Eğer evdeyse Altan Abi ile de<br />

bir iki dakika sohbet ederim. Berna Teyze o kadar şeker bir kadın ki…<br />

Her defasında beni kendi kızı gibi sevdiğini söylüyor.<br />

Atilla’ya neler oluyor bilemiyorum. Sadece huy olarak değil,<br />

dediğim gibi, tamamen değişti çocuk. Çok kilo aldı. Bakımsızlaştı.<br />

Kılığı kıyafeti bozuldu. Yüzü tombullaştı. Belli belirsiz gıdığı çıktı.<br />

Göbeği genişledi. Yanları yüzünden eski tişörtlerini giyemez oldu.<br />

Afedersiniz ama öküz gibi yiyor sürekli. Midesini genişletti. Ne<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 14


semihsuren.com<br />

zaman evine gitsem bana patates kızarttırıyor. Ben patates kızartırken<br />

gidip bakkaldan iki buçuk litre kola ve dondurulmuş hazır köfte<br />

alıyor. Gözümün önünde iki kilo patatesi köftelerle birlikte yiyor,<br />

kolanın yarısını kana kana içiyor. Eskiden çayına kahvesine şeker<br />

atmazdı hiç. Sonradan ne olduysa şekeri neredeyse kürekle atmaya<br />

başladı. Çay kahve değil canım onlar; resmen çay reçeli, kahve<br />

marmelatı.<br />

Altan Abi Samsun’a gelmiş bu sabah. Aradı. Ona Atilla ile iki<br />

haftadır görüşmediğimizi söyledim. Gerçekte görüşmeyeli altı yedi<br />

hafta olmuştur. İki ay öncesine kadar ölen dedesinin dairesinde<br />

yaşıyordu. Geçen sene ne güzeldi. Orada cennette gibiydik. Yanına<br />

gidiyordum. Saatlerce baş başa kalıyorduk. Dünyalar benim oluyordu.<br />

Bana çok iyi davranırdı. Beni izlemeye doyamazdı. Bir aktrismişim<br />

gibi, yaptığım her şeyi sıkılmadan izlerdi. Şımartırdı hep beni :(<br />

Birazdan çıkacağım evden. Annem yan odada televizyon izliyor.<br />

Oktay Usta’nın programına bakıyor. Annemin yanına gidiyorum.<br />

Sokuluyorum ona. Onunla birlikte programı izlemeye başlıyorum.<br />

Oktay Usta yine zengin bir menü hazırlıyor. Muzlu lor peynirli<br />

piramit pasta. Sodalı börek. Marullu sıkma köfte. Bademli kremalı<br />

brokoli çorbası. Ispanaklı yumurtalı simit köfte. Konuğunu<br />

tanımıyorum. Sarışın bir kız.<br />

“Anne ben birazdan çıkacağım,” diyorum.<br />

“Nereye kız?” diyor, yana kaymış çemberini düzelterek.<br />

“Kızlar kuaföre gidecekmiş. Onlarla orada otururum. Dergi<br />

bakarım. Benim saçım, kaşım düzgün.”<br />

“İyi,” diyor annem.<br />

Hazırlanıyorum. Çıkarken anneme görünüyorum.<br />

“Para lazım mı?” diye soruyor.<br />

“Yok,” diyorum.<br />

“Var mı paran?”<br />

<strong>Yin</strong>e, “Yok,” diyorum.<br />

“Çantamı getir,” diyor yerinden kalkmadan.<br />

Getiriyorum çantayı. Cüzdanını çıkarıyor. Yirmi lira veriyor.<br />

“Üstü senin olsun. Gelirken Bim’e uğra. Tereyağı, kaymak, iki kutu<br />

da süt al.”<br />

“Ekmek?”<br />

“Var ekmek. Akşama bulgur pilavı nohut yapacağım. O ekmek de<br />

yenmez bu akşam, kurur, yarın tost yaparız.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 15


semihsuren.com<br />

“İyi, anne, çıkıyorum ben.”<br />

“İyi, geç kalma.”<br />

Kuaföre falan gittiğim yok. Atilla’nın dedesinin evine gidiyorum.<br />

Kontrole. Atilla aylardır burada yaşamıyor, ama ara sıra geliyor.<br />

Kapıcının kızıyla biraz muhabbetim var. Atilla’nın apartmana girip<br />

çıktığını hiç görmüyorlarmış. Atilla geceleri giriyor daireye.<br />

Yıkanacak çamaşırlarını sepete atıyor. Ben evi kontrole geldikçe<br />

onları yıkayıp küçük odanın ortasında açık duran askılığa asıyorum.<br />

En son telefon görüşmemizde Atilla soğuk bir teşekkür etmişti bunun<br />

için.<br />

Dolmuştan inip apartmana doğru yürüyorum. Kapıcı kızı Şule<br />

apartmanın girişinde. Hortumla kaldırımı ıslatıyor.<br />

“Gül Abla,” diyor beni görünce.<br />

“Nasılsın canım?”<br />

“Evi temizlemeye mi geldin yine? Bu sabah Atilla Abi’nin abisi<br />

geldi Antalya’dan.”<br />

“Biliyorum konuştuk.”<br />

“Atilla Abi Antalya’ya gitmemiş hiç.”<br />

“Kim gitti dedi ki sana?”<br />

“Öyle sanmıştık biz annemle.”<br />

“Canım sana kolay gelsin. Fazla vaktim yok. Yukarı geçiyorum.”<br />

Daireye girince hemen buzdolabını kontrol ediyorum. Sadece<br />

kıyafetlerini yıkamıyorum, bozulmayacak, bayatlamayacak yiyecekler<br />

de hazırlıyorum ona. Sigara böreklerine dokunmamış ama mozaik<br />

pastanın yarısını yemiş. Küllükleri boşaltıyorum. Kirlettiği bardakları<br />

yıkıyorum. Sonra banyoya geçiyorum. Kıyafet getirmemiş. Çamaşır<br />

makinesi arada çalışıyor, arada çalışmıyor. Çoğu zaman çalışmıyor.<br />

Kışın neler çektim. Sepette kan bulaşmış veya zedelenmiş, bazen<br />

yırtılmış kıyafetler buluyordum. Kışın birileriyle kavga ediyordu<br />

sürekli. Kendi vücudunda da morluklar, çizikler oluyordu. Çok<br />

üzülüyorum onun için. Gerçi ne zamandır kanlı veya hırpalanmış<br />

kıyafetler getirmiyor. Biraz uslandı gibi. Ah, benim Atilla’m nasıl<br />

böyle serseri oldu ki! Ne tatlı, ne efendi biridir normalde.<br />

Yatak odasına gidip yatağın üzerinde oturuyorum biraz. Bir ağlama<br />

geliyor. Kendimi tutamıyorum. Dakikalarca bağıra bağıra, sarsıla<br />

sarsıla ağlıyorum. Lavabonun aynasında kendime bakıyorum sonra.<br />

Yüzüm gözüm kıpkırmızı olmuş. Yüzümü yıkıyorum. Kendimi<br />

toparlıyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 16


semihsuren.com<br />

Dışarı çıkıyorum. Güneş görünmüyor, ama ortalık hâlâ apaydınlık.<br />

Rüzgar çıkmış. Gözlerimi kısarak yürüyorum. Rüzgar kaldırım<br />

kenarlarındaki tozları kaldırıyor. Geçen akşamüzeri dolmuştayken,<br />

aşağı mahallede, cadde üzerinde küçük bir anahtarcı çarpmıştı<br />

gözüme. Bu küçük dükkana giriyorum. Altan Abi’ye vermek için<br />

dairenin ve apartmanın anahtarlarının birer kopyasını çıkarttırıyorum.<br />

Apartmanın dış kapı anahtarı birkaç ay önce değişmişti. Dairenin<br />

anahtarıysa Antalya’daki evde kaybolmuş. Berna Teyze ile aramışlar<br />

bulamamışlar.<br />

Cadde boyunca dükkan vitrinlerine baka baka yürümeye<br />

başlıyorum. Altan Abi’yi arıyorum. Onun için anahtar çektirdiğimi<br />

söylüyorum. Bir arkadaşının evindeymiş. Film izliyorlarmış. Atilla<br />

hâlâ aramamış. Benim çağrılarıma ve mesajlarıma da cevap<br />

vermediğini söylüyorum. Biz konuşurken Altan Abi’nin arkadaşının<br />

arkadan bir şey söylediğini duyuyorum. Altan Abi şu an tam nerede<br />

olduğumu soruyor. Söylüyorum. Bana çok yakındaki bir taksi durağını<br />

tarif ediyor. Durağa gitmemi, anahtarı oradaki adamlara bırakmamı<br />

rica ediyor.<br />

Taksi durağı yolun karşısında. Yüz metre kadar çaprazda. Etrafta<br />

taksi göremiyorum. Küçük bir kabinin üzerinde durağın ismi yazıyor.<br />

İçeride kilolu, kibar bir amca var. Öksürüp duruyor. Ona telefon<br />

açmışlar. Beni bekliyor. Anahtarları teslim edip duraktan ayrılıyorum.<br />

Çantamdan telefonumu çıkarıyorum. Geniş bir kaldırımın<br />

ortasından, sağımdan solumdan geçen insanlara bakmadan<br />

yürüyorum. Gözüm telefonumun küçük ekranında. Atilla’ya mesaj<br />

yazıyorum. Dedesinin evine uğradığımı, abisi için evin anahtarlarını<br />

çektirdiğimi yazıyorum. Resimli parkın yakınında olduğumu,<br />

buralarda bir yerdeyse kendisini hava kararana kadar görmek<br />

istediğimi yazıyorum. Mesajı gönderip göndermemekte tereddüt<br />

ediyorum. Çünkü cevap bekleyerek yalandan vakit kaybedeceğim.<br />

Cevap vermeyecek. Hava kararana kadar sap gibi oyalanacağım<br />

buralarda.<br />

Mesajı göndermeden siliyorum.<br />

Bim’e uğramadan önce biraz oturup kendimi teselli etmek için<br />

duvarında Walt Disney karakterlerinin çizili olduğu küçük parka<br />

doğru yürüyorum. Genelde burada buluşuruz.<br />

Aa! Atilla orada. Bankta oturuyor, dondurma yiyor. Yanında<br />

kocaman kahverengi bir köpek var. Tasması Atilla’nın elinde.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 17


semihsuren.com<br />

BÖLÜM BEŞ<br />

GEZİNTİ<br />

(Nazan Hanım)<br />

Delikanlı bugün yine çaya geldi. Bu defa ben çağırmamıştım.<br />

Kendisini yalnız hissedip geldiğini söyledi ilk başta. Ama sonradan<br />

itiraf etti. Abisi gelmiş Antalya’dan. Hem abisi hem de kız arkadaşı<br />

sabahtan beri delikanlıyı arayıp duruyorlarmış. Sinirleri gerilmiş.<br />

“Yavrum, merak ettim,” diyorum usulca. “Abinle görüşmekten<br />

neden çekiniyorsun?”<br />

“Son birkaç ay içerisinde görünüş olarak epeyi değiştim,” diyor.<br />

“Fazla kilo aldım. Pis, pasaklı biri haline geldim.”<br />

“Hiç de öyle değilsin,” diyorum kibarca. Bence dediği kadar değil.<br />

“Öyleyim, biliyorum. Neşemi kaybettim. Abimin, annemin, kız<br />

arkadaşımın duysalar rahatsız olacakları şeyler yaptım. Onları tedirgin<br />

edebilecek insanlarla vakit geçirdim. Abim akıllı biridir. Beni gördüğü<br />

an hayatımı mahvettimi düşünür. Beni eski halime getirmeye uğraşır.”<br />

“Ne güzel ya işte,” diyorum. “Seni seviyor.”<br />

“Şu an öyle bir durumdayım ki, size anlatamam, en son ihtiyaç<br />

duyacağım şeydir sevmek ve sevilmek.”<br />

“Peki, oğlum, bir şey soracağım.”<br />

“Buyrun.”<br />

Ama o an aklımdaki şeyi sormaktan vazgeçiyorum. Ağır<br />

hareketlerle sütlü çayımı yudumluyorum. Gözlerim dalmış gibi<br />

yapıyorum. Uzun uzun, yavaşça, gözlerimi kısarak etrafa boş boş<br />

bakıyorum. Refik Atilla bir şeyler düşünmeye başlıyor, onun bakışı da<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 18


semihsuren.com<br />

donuklaşıyor. Sehpanın üzerindeki tabağa uzanıyorum. Paketinin<br />

üzerinde ‘Anne eli değmiş gibi’ yazan çikolata parçacıklı küçük<br />

kurabiyelerden alıyorum. Göz ucuyla Refik Atilla’yı izlerken,<br />

kurabiyeyi takma dişlerimle güzelce ezerek, küçük ısırıklarla yiyorum.<br />

Uppsala köşesinde başını kaldırıyor. Çenesini genişçe açarak,<br />

ağzında salyası uzayarak esniyor. Refik Atilla onun iri dişlerine,<br />

büyük ağzına tuhaf bir dikkatle, başını biraz öne uzatarak bakıyor.<br />

“Hadi abisi,” diyorum. “Oğluşumu gezintiye çıkaralım.”<br />

Refik Atilla boş fincanını önündeki sehpaya bırakıyor, yerinden<br />

kalkıyor. O kalkınca Uppsala da ayaklanıyor. Refik Atilla bir an<br />

panikliyor, bana doğru yarım adım geriliyor. Uppsala ona aldırış<br />

etmeden, önce ön, ardından arka patilerini uzatarak geriniyor.<br />

Korkudan ellerini havaya kaldıran Refik Atilla’ya yaklaşıyor,<br />

delikanlının kotunu kokluyor.<br />

“Bir şey yapmaz,” diyorum.<br />

Islık çalıyorum. Uppsala üzerime geliyor, önümde oturuyor.<br />

“Ben montumu alıp geleyim,” diyor Refik Atilla.<br />

“Neden?”<br />

“Köpeği gezdirmeyecek miyiz?”<br />

Ayağa kalkıyorum. Refik Atilla’nın elini tutuyorum.<br />

“Gel bak,” diyorum.<br />

Birlikte arka odaya yürüyoruz. Uppsala’ya bir işaret yapıyorum,<br />

peşimiz sıra gelmeye başlıyor.<br />

Uppsala’yı dışarı çıkarmıyorum. İnsanlar onun heybetinden<br />

korkuyor. Karşılaştığımız diğer sahipli ve sahipsiz köpekler<br />

Uppsala’yı tahrik ediyor. Uppsala her ne kadar ağırbaşlı ve soylu bir<br />

köpek olsa da, zaman zaman aşırı tahrik edildiğinde huysuzlaşıyor,<br />

kötü kötü havlıyor. Korkunç bir havlaması var. Benim bile elim<br />

ayağım boşalıyor. Küçük köpekler arsızca oğlumun kanına giriyor,<br />

onu sinirlendiriyor. Bir defasında Uppsala kısacık hırlayıverdi diye<br />

oralardan geçmekte olan bir polis memuruna bizi şikayet etmişlerdi.<br />

Uppsala boyutları bakımından toplum içine çıkarılacak köpek değil.<br />

Uppsala’nın gezinti odasına giriyoruz. Işığı yakıyorum. Uppsala<br />

aramızdan geçip koşu bandının üzerine çıkıyor. Bu büyük koşu<br />

bandını 2005 yazında satın almıştım. En pahalı olandı. Parasının<br />

hakkını verdi, bir defa bile arızalanmadı. Gerçi üzerinde kimse<br />

koşmadı. Onu sırf Uppsala’nın gezinti yapabilmesi için almıştım.<br />

Koşu bandının karşısında, küçük, ahşap bir TV ünitesinin üzerinde,<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 19


semihsuren.com<br />

LG marka 50 inç ekranlı bir plazma duruyor. Ünitenin camlı gözünde<br />

DVD player ve Uppsala’nın sevdiği çizgi filmlerin DVD’leri duruyor.<br />

Koşu bandına yaklaşıp Uppsala için özel yaptırdığım kayışları onun<br />

belinin altından geçiriyorum. Kayışların ucunu iki taraftaki tutunma<br />

bölümlerinde sabitliyorum, gerginliği ayarlıyorum.<br />

“Köpekler için özel koşu bantları var diye duymuştum.”<br />

“Uppsala’ya dar gelir onlar. İnternetten incelemiştim birkaçını.”<br />

“Formu gayet yerinde. Buna borçluymuş demek ki. Dün de<br />

dikkatimi çekmişti. Vücudunda bir gram yağ yok gibi. Kasları düzgün,<br />

belirgin. Asil bir duruşu var.”<br />

“Teşekkür ederiz abisi.”<br />

Sonra Uppsala’ya çizgi film açıyoruz. Odadan çıkıyoruz.<br />

“Milföy böreği yapayım mı sana?” diye soruyorum. “Uppsala’nın<br />

sosislerinden de koyarım içine. Hiç burun kıvırma, marketteki en<br />

kaliteli sosislerden alıyorum ona. Hani şöyle beşli oluyor, uzun uzun.”<br />

“Canım şimdi bir şey yemek istemiyor. Yeni atıştırdık ya.”<br />

“Gece karnın acıkırsa balkondan seslen bana. Ben çok az<br />

uyuyorum. Sana istediğin saatte bir şeyler hazırlarım.”<br />

Teşekkür ediyor. Köpeği dışarı çıkarmamam kafasına takılmış.<br />

Çişini kakasını nereye yaptığını öğrenmek istiyor. Uppsala tuvaletini<br />

küvete yapıyor. Ne yedirirsem yedireyim hep sert kaka yapıyor.<br />

Faraşla küvetten kolayca alıyorum. Ona güzel bir kaka adabı eğitimi<br />

verdim. Yanlışlıkla kakasına basarsa veya kakası fazla kokuluysa<br />

küvetten inmiyor. Ben gelene kadar boğuk boğuk, komşulara<br />

duyurmadan havlıyor. Çişi güzel koksun diye ananas ve kuşkonmaz<br />

yediriyorum.<br />

Refik Atilla’yla birlikte balkona çıkıyoruz. Hava rüzgarlı. Oturma<br />

odasındayken ona bir şey soracağımı söyleyip sormadığımı<br />

hatırlatıyor. Kısaca unuttuğumu söyleyebilirdim. Eğer bunu bana<br />

balkonda hatırlatmasaydı.<br />

“Bu sabah balkon demirlerini silerken, başımı uzatıp senin balkona<br />

baktım,” diyorum. “Burada senden önce tekin olmayan kişiler<br />

oturuyordu. Mafya gibi tipler. Onların masası ve sandalyeleri duruyor<br />

hâlâ balkonda. Sen bu evi eşyalı mı kiraladın oğlum? Keşke daha<br />

düzgün mülk sahiplerine denk gelseydin.”<br />

Refik Atilla, “Ne diyeceğimi bilemiyorum,” diyor sıkıntıyla. “Bu<br />

evin sahibi Kurtuluş isimli birisi. Burada daha önce kendi mi<br />

oturuyordu, yoksa benim gibi başkalarını mı oturtuyordu bilmiyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 20


semihsuren.com<br />

Onunla ve başkalarıyla bir projem var. O yüzden bir süre burada kalıp<br />

psikolojik olarak hazırlanmam gerekiyor. Yan dairede gördükleriniz<br />

mafya gibi tipler değil. Bildiğiniz mafya. Ucuz sokak serserileri değil.<br />

Büyük işler çeviren ağır abiler. Ben de böyle kişilerle takılan, efendi<br />

görünümlü, ama özünde masum olmayan biriyim. Büyük bir proje<br />

içerisindeyiz ve ben büyük bir sorumluluk üstleniyorum. Ama beni<br />

sevdiniz değil mi? Size bir kötülüğüm dokunmadı.”<br />

Delikanlıya gerçekten kanım ısındı. Anlattıklarından sonra da<br />

hislerimde değişiklik olmuyor. Bir de güzel anlatıyor ki, gözleri<br />

büyüye büyüye. Yaptığı gizli kapaklı, tehlikeli şeylerden zevk aldığı,<br />

bunların hoşuna gittiği belli. Ay ne bileyim, tehlikeli bile olsa sevdim<br />

bu çocuğu.<br />

“Gangster oğlum benim,” diyorum, yanaklarını sıkıyorum. Ne de<br />

güzel gülümsüyor ben böyle yapınca.<br />

“Gidip biraz Uppsala’yı seyredeyim,” diyor. “Hoşuma gitti orada<br />

yürümesi.”<br />

Ben de bu arada bardaklarımızı çalkalıyorum. Mutfağa çeki düzen<br />

veriyorum. Gezinti odasına bir giriyorum ki dost olmuşlar. Refik<br />

Atilla Uppsala’nın başını okşuyor. Elimi hart diye ısırır diye<br />

korkmadan başını çevirmiş, çizgi film izliyor. Casper’ı izliyorlar.<br />

Uppsala sanırım sevimli hayalet Casper’ı yiyecek bir şey sanıyor, o<br />

yüzden izlemek hoşuna gidiyor. Ninja Kaplumbağalar’a bayılıyor,<br />

Scooby Doo’dan nefret ediyor, Teletabiler’den ve Caillou’dan<br />

korkuyor, Pepee’ye havlıyor. Son eşim, rahmetli, o zamanki<br />

Uppsala’ya kırmızı noktalı video kasetler izletirdi. Âlem adamdı.<br />

“Uppsala’yı bugünlüğüne dışarı çıkaralım mı birlikte?” diye<br />

soruyor Refik Atilla. “Sokakları özlemiştir. Esiyor ama ılık esiyor.”<br />

“Peki,” diyorum. “Böyle gönüllü olursan, arada sırada gezdiririz.<br />

Ben tek başıma bir şey olur da baş edemem diye korkuyorum. Yoksa<br />

hayvancağız bunalıyor evde.”<br />

Hazırlanıyoruz. Refik Atilla yan daireden montunu ve cüzdanını<br />

alıyor. Yürürken bir ara Uppsala’nın tasmasını Refik Atilla’nın eline<br />

veriyorum. İkisi de gayet sakin. Delikanlı yine biraz çekiniyor gibi<br />

ama böyle büyük bir köpekle yürümekten haz aldığı belli. Herkes bize<br />

bakıyor.<br />

Refik Atilla ilerideki duvarı resimli küçük çocuk parkına gitmeyi<br />

öneriyor. Onları parka yalnız gönderiyorum. Ben bu arada alt<br />

mahalleye inip vezneden faturalarımı yatırıyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 21


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ALTI<br />

ORTALIĞI BOK GÖTÜRÜYOR<br />

(Altan)<br />

Hava az önce karardı. Hatta tam da kararmadı diyebilirim. Özgür<br />

puding yaptı demin. Birer kase sıcak sıcak yedik, birer kase de dolaba<br />

koyduk. Balkonda bira içiyorum. Özgür içeride kız arkadaşıyla<br />

konuşuyor. Havasını özlemişim bu şehrin.<br />

Özgür sesleniyor sanki.<br />

“Efendim?”<br />

Telefonum çalıyormuş.<br />

Aa, Gül arıyor.<br />

“Efendim Gül? / Neredesin sen? Bayağı gürültülü. / Ha, anladım.<br />

Söyle istersen biraz kıssınlar sesini. Duyamıyorum çünkü. / Tamam,<br />

iyi şimdi. / Ne diyorsun! Aa, çok iyi. Çok iyi. / Dur, bulayım kalem<br />

kağıt. Biraz bekle canım. / ‘Özgür!’ / Gül, bir saniye canım. / ‘Özgür<br />

kalem bulamıyorum.’ / ‘Hani la?’ / ‘Gördüm tamam.’ / Gül,<br />

dinliyorum, söyle. / Aa, ben biliyorum orayı. Yazmama bile gerek<br />

yok. / Altında kuru temizlemeci vardı değil mi o apartmanın? / Hâlâ<br />

mı var? / Eminsin değil mi burası olduğundan? / Dur, onu not edeyim.<br />

Ne demiştin? / Oldu canım. Çok çok teşekkürler. / İyi akşamlar sana<br />

da. En kısa zamanda görüşeceğiz seninle de. / Sana da. Sana da.”<br />

Özgür yanımda dikiliyor.<br />

“N’oluyor?” diyor.<br />

“Hadi çıkalım. Atilla’yı bulduk.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 22


semihsuren.com<br />

Çok yakındayız. Taksiyle değil yürüme bile gidebiliriz. Özgür yedi<br />

dakika sonra taksiyi Gül’ün söylediği apartmanın önüne park ediyor.<br />

“Altan birayla mı çıkacaksın milletin karşısına?” diyor Özgür. Karşı<br />

kaldırımın önündeki çöp konteynırını gösteriyor.<br />

Yarım şişe birayı başıma dikliyorum. Şişeyi çöpe atıp dönüyorum.<br />

Zillerin üzerine bakıyoruz. Zili bulup basıyoruz. Otuz saniye kadar<br />

sonra otomatiğe basılıyor.<br />

“Asansör çalışmıyor herhalde,” diyor Özgür. “Baksana ışığı<br />

yanmıyor.”<br />

Katları yürüyerek çıkıyoruz. Altıncı kata kadar. Altmış beş yetmiş<br />

yaşlarında gösteren bir kadın bizi kapısının eşiğinde bekliyor. Özgür’ü<br />

ben sanıyor.<br />

“Kardeşin geleceğini bilmiyor,” diyor Özgür’e.<br />

“Atilla benim kardeşim teyzeciğim,” diyorum.<br />

“Ne bileyim yavrum,” diyor kadın. “Atilla sana hiç benzemiyor da<br />

bu arkadaşına sanki biraz benziyor.”<br />

“Evet,” diyorum. “Benzemeyiz.”<br />

Terlik çıkarıyor, zahmet etmemesini söylüyoruz. Bizi oturma<br />

odasına yönlendiriyor. Beni görünce Atilla’nın rengi kaçıyor.<br />

“Abi!” diyor şaşkınlık içerisinde.<br />

Surat asamıyorum. Son birkaç saat içinde üç bira, iki kadeh de rakı<br />

içtim. Kendimi odanın köşesinde uyuklayan at kadar köpekten uzakta<br />

tutarak kardeşime yaklaşıyorum. Onu şöyle bir süzüyorum. Geçen yaz<br />

bir hafta on gün Antalya’ya gelmiş, sıcağa dayanamayıp geri<br />

dönmüştü. O zamandan beri MSN haricinde görmemiştim onu. Sanki<br />

bana biraz yaşlanmış gibi geldi. Neredeyse benimle yaşıt gibi<br />

görünüyor. Aramızda dokuz yaş var. Yaşlanmış göründüğünden yine<br />

de pek emin olamıyorum. Kafam bir milyon olmasa da rahat altı yüz<br />

altı yüz elli bin var. Ama şurası kesin ki Atilla gözle görünür ölçüde<br />

çirkinleşmiş. Narinliği, tatlılığı, yakışıklılığı yok olmuş.<br />

Sarılıyor bana. Tişörtü kokuyor.<br />

“Oğlum sen ne yaptın lan böyle kendine?” diyorum.<br />

Küçüklüğünde kabahat işlediğinde yaptığı gibi tatlı tatlı bakmaya<br />

çalışıyor. Öyle bakmayı bile unuttuğunu görüp üzülüyorum. Sanki<br />

çocuğun başına bir felaket gelmiş de hayata küsmüş.<br />

“Oturun çocuklar,” diyor kadın bize. “Size neskafe yapayım.”<br />

Özgür köpeğin başına çömelmiş, ona yakından bakıyor.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 23


semihsuren.com<br />

“Dana kadarmış,” diyorum. “Böyle köpek mi olur. Bunun üstüne<br />

binsen götürür valla.”<br />

“Dana değil Danua,” diyor Özgür. “Danua deniyor bu cinse.”<br />

Oturuyorum Atilla’nın yanına. Üzerime suskunluk geliyor.<br />

Şişmanlamış, saçı sakalı karışmış kardeşime üzüntüyle bakıyorum.<br />

“Öyle bakma insana,” diyor bana.<br />

Özgür ona elini uzatıyor. “Özgür ben,” diyor. El sıkışıyorlar.<br />

“Bu kadınla mı yaşıyorsun Atilla?” diyorum. Tuhafça mı baktı,<br />

bana mı öyle geldi? “Yo, o anlamda demiyorum salaklaşma.” Niye<br />

böyle dedim ki şimdi. Şaşırttı beni Atilla. Kafamı toparlayamıyorum.<br />

“Yan dairede kalıyorum,” diyor. “Nazan Hanım komşum.”<br />

“Kahveleri içelim de bir an önce yan tarafa geçelim o zaman.”<br />

Bir şeyler geveliyor ama, “Olur,” demiyor.<br />

Kahvemi ağzımı yakarak hızla içiyorum. Bakıyorum, Özgür’le<br />

Atilla da öyle içmişler.<br />

“Teyzeciğim ellerine sağlık,” diyorum.<br />

“Afiyet olsun yavrum,” diyor sevecen sesiyle. “Yapayım mı gene?”<br />

“Yok teyzeciğim. Müsaadeni isteyelim. Kerataya hesap sorayım.”<br />

Kadın, “Eh, madem,” diyor. Bizden önce o ayağa kalkıyor.<br />

Hepimiz ayaklanıyoruz. Kadın ilk önce Özgür’ün elini sıkıyor.<br />

“İsterseniz delikanlı biraz daha otursun benimle,” diyor bana,<br />

Özgür’ü kastederek.<br />

Özgür’e bakıyorum. Özgür de bana bakıyor.<br />

“Abi ne konuşacaksak konuşalım burada yahu,” diyor Atilla.<br />

“Sonra da dedemin evine gideriz.”<br />

“Niye? Ne var yan tarafta?” diye soruyorum.<br />

“O ne demek şimdi?” diyor.<br />

“Bilmem, bana yan daireyi göstermek istemiyormuşsun gibi geldi.”<br />

“Ya ne alâkası var abi?”<br />

Kadına dönüyorum.<br />

“Teyzeciğim, biz Atilla’yla yan tarafa geçiyoruz. Özgür sizinle<br />

biraz otursun. Uzun sürmez. Bir saate kalmaz geliriz tekrar.”<br />

Atilla kaldığı dairenin kapısını anahtarla açarken soruyorum:<br />

“Ne var içeride görmemi istemediğin? Ne haltlar karıştırıyorsun?”<br />

İçerisi kapkaranlık.<br />

“İçeriyi bok götürüyor abi. O yüzden öyle söyledim.”<br />

Karanlık daireye giriyoruz. Atilla ışıkları yakıyor. Harbiden de<br />

ortalığı bok götürüyor. Dairenin içi havasız. Ayakkabılarımı<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 24


semihsuren.com<br />

çıkarmamamı söylüyor. Üzerinden geçtiğimiz salon halısı küf kokuyor<br />

gibi. Duvar diplerinde izmaritler var. Yerde ezilmiş, kurumuş<br />

karafatma ölüleri var. Duvarlar leş gibi. Duvarlara yaklaşınca bir sürü<br />

yerde şamarlanmış sivrisineklerin kurumuş kanlarını ve kalıntılarını<br />

görüyorum. Atilla bir şeyler söylüyor. Susturuyorum onu. Önce<br />

daireyi oda oda dolaşmak istediğimi söylüyorum.<br />

Ev ev değil ki! Sanki evin odalarını değil bir mülteci kampındaki<br />

çadırları dolaşıyorum. Nasıl leş nasıl, anlatamam. Yerlerde sadece<br />

izmaritler ve böcek ölüleri olsa gene iyi. Yanmış kibrit çöpleri,<br />

silkelenmiş sigara külleri her yerde. Zeytin kabukları. Ekmek<br />

kırıntıları. Yatak odasında bile. Halıların, döşemelerin üzerinde<br />

kurumuş farklı sıvılar. Bazıları kan olabilir. Odanın birinde yerde<br />

üzerine basılıp kırılmış lades kemiği bile görüyorum. Balık kılçıkları.<br />

Toz topakları. Kullanılmış kulak çöpleri. Talaş. Kısa saçlar. Uzun<br />

saçlar. Büyük ihtimalle tıraş makinesinin üzerinden üflenmiş incecik,<br />

kum gibi kıllar. Kıvırcık bacak kılları. Kola kutularının açma<br />

halkaları. Daha neler neler. Daha fazlasını saymayacağım. Daraldım,<br />

bakamayacağım artık. Yemin ediyorum sokaklar daha temiz.<br />

Odanın birinde gri kahverengi tüyler saçılı zemine.<br />

“Bunlar ne? Yastık savaşı mı yaptın burada?”<br />

“Kaz tüyü onlar. Kaz yoldum.”<br />

“Burada mı yolunur kaz manyak herif!”<br />

“Kaçıyordu elimden n’apim.”<br />

O böyle söyleyince kötü oluyorum. Sert sert bakıyorum suratına.<br />

“Canlı mı yoldun lan kazı?” diyorum sinirlenerek. “Konuşsana geri<br />

zekalı! N’oluyor sana Atilla! Hasta mısın oğlum? Ruh hastası mı<br />

oldun? Lan konuşsana!”<br />

Birden toparlanarak, “Canlı yoldum,” diyor. Ona baktığım sertlikle<br />

bakıyor. Yüzlerimiz çok yakın. Yüzümüzü böyle profilden<br />

fotoğraflayıp vurdulu kırdılı bir filmin afişinde kullanabilirler.<br />

“Acıdan kıvrandırarak canlı canlı yoldum. Arada da yumrukladım,<br />

tekmeledim. Can çekişirken de penseyle gagasını çıkardım.”<br />

Bir tane yumruğu hak etti. Ama güzel oturtamıyorum yüzüne.<br />

Çenesini sıyırıyor. On yıl oluyordur birine yumruk sallamayalı. Bir<br />

tane de o bana patlatır sanıyorum. Çıkıyor odadan. Peşinden<br />

gidiyorum. Sigara yakıyor.<br />

Sigaraya da başlamış.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 25


semihsuren.com<br />

BÖLÜM YEDİ<br />

BU MU YANİ MUTLULUĞUN FORMÜLÜ<br />

(Özgür)<br />

“Yavrum bir kahve daha ister misin?” diye soruyor kadın.<br />

“Teşekkür ederim, almayayım.”<br />

“Sütlü çaya ne dersin?”<br />

“Teşekkür ederim. Gerçekten.”<br />

“Eh, sen bilirsin. Ben yeşil çay içeceğim. Ondan ister misin?”<br />

Evdeki bütün sıcak içecekleri sayacak gibi. Bu kez cevabım olumlu<br />

oluyor. Filtre kahve presinde hazırladığı yeşil çayı getirip ortamızdaki<br />

sehpaya bırakıyor. Bir çay tabağının içine dilimlenmiş limon ve içinde<br />

tarçın olan bir tuzluk getiriyor.<br />

Yan tarafta Altan’la kardeşi yüksek sesle konuşuyorlar. Ne<br />

dediklerini anlayamıyoruz. Açıkçası merak ediyorum. Mesut’un<br />

söylediklerinden sonra.<br />

Nazan Hanım, “Acaba ne konuşuyorlar?” diyor.<br />

“Bağrışıyorlar sanki,” diyorum.<br />

“Bana da öyle geldi.”<br />

Köpek uykuya dalmış gibi. Karnı yavaşça inip kalkıyor. Yandan<br />

gelen uğultuları dinlemek beni rahatsız etmeye başlıyor. Televizyon<br />

veya müzik açmasını rica etmek üzereyim.<br />

“Sence ben kaç yaşındayımdır?” diye soruyor birden.<br />

Bana kalırsa yetmiş iki yetmiş dört yaş arasında.<br />

“Altmış beş?” diyorum ama.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 26


semihsuren.com<br />

“Bekle,” diyor. Odadan çıkıyor. Az sonra elinde fotoğraflarla<br />

dönüyor. Sarımsı siyah beyaz fotoğraflardan birinde Atatürk var.<br />

Fotoğrafların tümüne dakikalarca dikkatle bakıyorum. Gözlerim beni<br />

yanıltmıyorsa, Atatürk’ün olduğu kalabalık fotoğrafta Nazan Hanım<br />

da var. Annesi olmalı.<br />

“Mustafa Kemal’in olduğu fotoğraftaki kadın anneniz mi?”<br />

“Hayır,” derken gülümsüyor. “Benim.”<br />

“Nasıl olur?”<br />

“Yüz yaşındayım ben.”<br />

Hayat hikayesini anlatmaya başlıyor. Aslen İsveçliymiş. Yetmiş beş<br />

senedir Türkiye’deymiş. Sekiz defa evlenmiş. Farklı yaşlarında<br />

çekindiği fotoğraflarda onunla yanak yanağa kucak kucağa gördüğüm<br />

adamların kimliğini açıklıyor bu. Uzun yaşamını kısmen genetik<br />

mirasına borçluymuş. Söylediğine göre büyük teyzesi yüz otuz iki<br />

yaşına kadar yaşamış, yemek yerken boğazına takılan bir kılçık<br />

yüzünden ölmüş. Akrabaları arasında yüz yirmi yaşına kadar en fazla<br />

seksen yaşlarında göstererek yaşayanlar olmuş. Ne diyeceğimi<br />

bilemiyorum. Sorular soruyorum. Karşımda sağlığına ve bakımına çok<br />

dikkat gösteren bir kadın olduğunu anlıyorum, hayranlık duyuyorum.<br />

“Ellilerimi ortalayana kadar saçlarımda bir tek beyaz yoktu. Kırklı<br />

yaşlarıma kadar çocuk gibiydim. Üçüncü eşimden üç yaş büyüktüm<br />

ama beni onun kızı sanarlardı hep.”<br />

Kendi hayatını hikaye ediş tarzı hoşuma gidiyor. Böylesine neşeli,<br />

böylesine zarif bir insanla karşılaşmadım. Gözlerine baktıkça muzip<br />

bir genç kız görüyorum.<br />

“Asıl yaşımı sorarsan yirmi yaşımdan öteye gidemediğimi<br />

hissediyorum,” diyor. “İçimdeki yirmi yaşındaki kız hiç büyümedi.<br />

Onun hep o yaşta kalması için elimden geleni yaptım.”<br />

Hiçbir şeyi dert etmeyen, ne olursa olsun kendini asla üzmeyen<br />

birisi olduğu sonucunu çıkarıyorum. Anlatmayı sürdürünce bu<br />

noktaya değiniyor. İnsanı canlı ve sağlıklı tutanın kafa rahatlığı ve<br />

neşe olduğunu söylüyor.<br />

“Atıyorum şu an deprem olsa. Falan saat sonra beni kollarımı ve<br />

bacaklarımı kaybetmiş halde göçük altından çıkarsalar. <strong>Yin</strong>e de<br />

moralimi bozmazdım. Hâlâ yaşıyor olurdum. Hâlâ bir bitkiden veya<br />

su canlısından iyi konumda. Ve hâlâ insan. İnsan olmak çok büyük bir<br />

lütuftur. Arada sırada bunun üzerinde düşün yavrum.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 27


semihsuren.com<br />

“Ölmekten korkuyor musunuz?” diye soruyorum. Yüz yaşında ve<br />

ölüme tanıdığım herkesten matematiksel olarak daha yakın.<br />

“Ölenleri kıskanıyorum,” demez mi? Oturuşumu düzeltiyorum.<br />

Dikkat kesiliyorum. “Düşünsene dünyanın en büyük deneyimi bu.<br />

İnsanlık tarihini düşün. Sayısız insan deneyimledi bunu. Ölüm şekli<br />

hiç korkutmuyor beni. İnsanın üzerine bir inşaattan cam bir panel<br />

düşebilir, kemikleri, etleri anında kıyma gibi olabilir. Ciğerleri buz<br />

gibi tuzlu suyla dolarak boğulabilir. Etlerinin döküldüğünü gözleriyle<br />

görerek yanabilir. Yıllarca acıyla kıvranarak yavaş yavaş tükenebilir.<br />

Ölüm süreci ister kısa ister uzun olsun. Umrumda değil. Ölmek nasıl<br />

bir deneyim merak ediyorum. Ama bir kez öldüm mü yaşama tekrar<br />

dönemeyeceğimi bildiğim için ölüme olan tutkum intihar edecek<br />

kadar da cezbetmiyor açıkçası.”<br />

“Gayet sağlıklısınız. Bütün fonksiyonlarınız yerinde. Bir şeylerle<br />

özel olarak ilgilenir misiniz? Böylesi uzun ve sağlıklı bir ömür insanın<br />

birçok şeyde derin bilgi ve tecrübe edinmesine, üretkenlik<br />

göstermesine olanak sağlar.”<br />

“Hayır,” diyor.<br />

Bu cevabı beklemiyordum.<br />

“Bilinçli olarak daima sanatın bazı dallarına ve diğer uğraşlara<br />

mesafeli olmuşumdur. Beni en temel içgüdü ayakta tutar. Hayatta<br />

kalma içgüdüsü. Diğer bütün canlılar gibi. Bir şeyde derinleşmiş,<br />

uzmanlaşmışsam, belki bu konudadır. Zannediyorum kaza ve bela<br />

benden uzak olursa bir yüzyıl daha yaşayacağım. Öyle olursa, iki yüz<br />

yaşıma geldiğimde, insanlar en fazla yüz yaşlarında insanlar<br />

gördükleri için benim o yaşlarda olduğumu düşünecekler.”<br />

“Umarım bu dilediğiniz gerçekleşir,” diyorum. Ne diyebilirim ki?<br />

Teyzemiz anlaşılan biraz abartmayı seviyor. Hafiften de megaloman.<br />

“Hayat zevkli. Küçük şeyler, önemsiz şeyler, aslen o denli keyifli<br />

ki. Akşam saatinde oturmuşum, bir genç adamla güzel güzel keyifle<br />

sohbet ediyorum. İnan içim kanatlanıyor şu an. Yaşıtım olan insanları<br />

düşünüyorum. Ne üzücü ki çoğu hâlâ yaşıyor olduklarını<br />

kavrayamayacak vaziyette.”<br />

Çocukları, torunları var mı merak ediyorum. Bahsetmedi.<br />

“Çocuğunuz var mı Nazan Hanım?”<br />

“Çocuk sabihi olmayı aklımdan bile geçirmedim. İlk eşim ünlü bir<br />

hekimdi. Ayrıldığımızda kendisinden beni kısırlaştırmasını rica ettim.<br />

Üsteleyerek kabul ettirdim. Üç meslektaşıyla rahmimi aldı.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 28


semihsuren.com<br />

Araya biraz sessizlik giriyor. Sıkıldığımı zannediyor Nazan Hanım.<br />

Aksine, gayet hoş vakit geçiriyorum. Yalnız, söyledikleri karşısında<br />

düşüncelere boğuluyorum. Sıklıkla gözlerim dalıyor.<br />

“İnsan sabredip beklerse, mutluluk ona gelir. En mutsuz insana bile<br />

günde yarım saat olsun mutluluk uğrar. Küçük bir şeyden küçük bir<br />

keyif duyar. Bunu yanlış buluyorum. Nasıl söylesem… İnsan kendisi<br />

için bir mutluluk aurası oluşturmalı ve bunu yedi yirmi dört koruyup,<br />

bir yandan sürekli güçlendirmeli. Mutlu olmak hiç zor değil. Beş<br />

kuruşu olmayan, sokaklarda yaşayan, karnı kazınan, başı zonklayan<br />

bir insan bile kaldırım kenarında yürüyen bir karıncayı dikkatle<br />

izleyerek beş mutlu dakika geçirebilir.<br />

Hayattan istediklerimiz vardır. Düşlerimiz, umutlarımız. Çoğu<br />

zaman bunların gerçekleşmesi zaman alır. Kimisi ise büyük ihtimalle<br />

pek yakında gerçekleşecekmiş gibi görünüp asla gerçekleşmeyebilir.<br />

Umutlara, hayallere bağlanırsak anı kaçırırız. Hep derler, yolun sonu<br />

değil yolculuğun seyridir aslolan. Bunu en iyi anlayan sanatçılar<br />

bence. Bu insanların en büyük tutkuları ne? Mesela bir yazarın en<br />

büyük tutkusu ne? Okumak ve yazmak. Yazarın amacı bir eser<br />

oluşturmak. Eserin oluşum sürecinde yazar başka yazarların<br />

kalemlerinden çıkmış metinleri okur ve kendisi oturup metin üretir.<br />

Yani amacına doğru yol alırken hayatta yapmayı en çok sevdiği<br />

şeyleri yapıyor olur. Ne mutlu bir hayat.<br />

Sanata mesafeli durdum evet. Sanatta derinleşmeyi reddettim.<br />

Çünkü çoğu sanat eseri, nefis şeyler de olsalar, üzücüler. Bunlara<br />

gelemem. Kasvetli şeyler okumam, izlemem, dinlemem ben. Frank<br />

Capra nefis filmler çekerdi. It’s A Wonderful Life filmini bilirsin<br />

kesin. Bu filmi izlediğini, peşine küçük mutluluklar üzerine yazılmış<br />

bir kitabı okuduğunu, peşine Cat Stevens’ın If You Want To Sing Out,<br />

Sing Out parçasını dinlediğini düşün. Hepsi üzerinde aynı muhteşem<br />

etkiyi yapar. Böyle sanat ürünlerini keşfeder, bunlarla vakit geçirir,<br />

kendimi hayat dolu bir ruh halinde tutarım.<br />

Kendimi şımartmaktan asla geri durmam. Şimdi yaşlandım, pek<br />

duymuyorum bu karanlık tutkuları ama, önceden canım kötülük etmek<br />

de isterdi. Bana iyi hissettiriyor ve bunu büyük gizlilikle yapıyorsam<br />

kötülük etmekten geri durmazdım. Bunlardan kötülük diye söz edişim,<br />

yaşadığım toplumun genel görüşüne göre konuştuğum için. Yoksa ben<br />

iyi ve kötü denen şeylerin varlığına inanmıyorum. Dünyayı anlamak<br />

için bu tarz kelimeler uydurmuşuz. Dilsiz olsaydı insan keşke.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 29


semihsuren.com<br />

BÖLÜM SEKİZ<br />

TERK EDİLMEK<br />

(Gül)<br />

Uykuya yeni dalmış olmalıyım. Karyolamın başlığının üzerine<br />

koyduğum telefonumun titreyişine uyanıyorum. Uyku gözlüğümü<br />

gözümden çıkarıp bakıyorum. Mesaj gelmiş. Atilla’dan. Evimizin<br />

önündeymiş! Benimle konuşmak istiyormuş! Of! içeriden hâlâ<br />

televizyon sesi geliyor! Annem yatmamış. <strong>Yin</strong>e Okan Bayülgen’in<br />

programına takılmış. Midesi ağrıyordu. Uyuyamaması doğal.<br />

‘Atilla, annem daha yatmamış. İnemem. Arasana beni,’ yazdıktan<br />

sonra sessizce çıkıyorum yataktan. “Anneciğim sen uyumadın mı?”<br />

demek için oturma odasına gidiyorum. Allah’tan koltukta,<br />

battaniyenin altında uyuyakalmış. Televizyon açık. Sesini biraz<br />

kısıyorum. Odama dönüp üzerime bir hırka alıyorum. Dış kapıyı<br />

gıcırdatmamaya çalışarak çıkıyorum evden.<br />

Aşağıda, apartman girişinde, Atilla’ya sarılıyorum. Beni kollarının<br />

arasında birkaç saniye nezaketen tutuyor. Soğukluğunu sürdüreceğini,<br />

aramızın düzelmediğini anlıyorum. Yanağına küçük bir öpücük<br />

konduruyorum ve geriye bir adım atıyorum.<br />

“Hani kola?” diyorum. Anneme yakalanırsam, “Kola almaya<br />

çıkmıştım. Canım kola çekti,” diyebilmem için Atilla gece<br />

ziyaretlerinde kola, gofret, kuruyemiş falan getirir.<br />

“Arabayla geldim,” diyor. Tedirgin oluyorum. Araba kullanamıyor.<br />

Ehliyet almadı. Elini sırtıma koyuyor. Hafifçe sokağa yönlendiriyor<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 30


semihsuren.com<br />

beni. Onunla birlikte yürüyorum. Araba ileride. Beyaz, spor bir<br />

Mercedes. İçinde bir adam oturuyor. Soğuk bir ifadeyle bize bakıyor.<br />

Arabaya yaklaşırken apartmandan birileri bizi görür mü acaba diye<br />

başımı çevirip balkonlara bakıyorum. Gerçi saat ikiyi geçmiş. O an<br />

oturma odamızın tülünün dalgalandığını görüyorum. Başımdan aşağı<br />

kaynar sular dökülüyor.<br />

Annem pencereyi açıyor. İnsanları uyandırmayacak alçak bir sesle,<br />

“Gül!” diye öfkeyle bağırıyor. Kalbim deli gibi çarpmaya, yüzüm<br />

yanmaya başlıyor. Atilla kolumu tutuyor. Arabanın arka kapısını<br />

açıyor. “Kız n’oluyorsun!” diye bağırıyor annem. Bayılacağım<br />

sanıyorum. Eve döndüğümde gebertecek beni.<br />

“Dur! N’apıyorsun!” diyorum Atilla’ya. Beni kuvvetle aracın içine<br />

itiveriyor. Yanıma biniyor. Kapıyı kapatıyor. Araba hareket ediyor.<br />

Başımı çevirip penceremize bakıyorum. Annem orada değil. Sokağa<br />

iniyor olmalı.<br />

Araba mahallemizden ayrılıyor. Bulvara iniyor. Atilla konuşmuyor.<br />

Gergin ve sinirli. Annem arıyor. Meşgule düşürüyorum, tekrar arıyor.<br />

Sonunda akıl ediyorum da ‘Anne çocuk benim arkadaşım. Hemen<br />

döneceğim,’ yazıyorum, yolluyorum. Yoksa polisi arayabilir. Atilla<br />

beni arabaya öyle bir sokuşturdu ki gören kaçırıldığımı sanardı.<br />

Mesajımdan sonra annemin aramaları kesiliyor.<br />

Ağlıyorum.<br />

“Atilla, annem beni mahvedecek,” diyorum. Hiçbir şey söylemiyor.<br />

Mercedes bizi Cumhuriyet Meydanı’na götürüyor. Meydan ışıl ışıl.<br />

Etrafta kimseler yok. Arabadan iniyoruz. Atilla’yla birlikte meydanın<br />

ortasına yürüyoruz. Kendimi berbat hissediyorum. Şehirde yalnızca<br />

ikimiz varmışız, o da benim düşmanımmış, beni öldürmeye getirmiş<br />

gibi hissediyorum.<br />

“Gül, ben İstanbul’a gidiyorum,” diyor soğuk bir sesle. “Abime<br />

neden söyledin kaldığım yeri? Nazan Hanım’la çay içiyorduk. Kapı<br />

çaldı. Abim birden odaya girince deli oldum. O kocakarıyı oracıkta<br />

boğasım geldi. Köpeği olmasaydı, yaşına başına bakmayıp<br />

tokatlayacaktım. Neyse ki sinirimi bastırdım. Belli etmedim.”<br />

Bu karşımdaki hayvan, bu odun, bu serseri Atilla olamaz. Sesi bile<br />

değişmiş gibi. Sesi aynı gerçi, ama konuşma tarzı değiştiği için böyle<br />

hissediyorum.<br />

“Ne zaman döneceksin?” diyorum. “Hemen mi gidiyorsun?”<br />

“Sabah otobüsüyle. Ne zaman dönerim bilmiyorum.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 31


semihsuren.com<br />

“Ne için gidiyorsun?”<br />

“Orası seni ilgilendirmez.”<br />

Gözyaşlarım hızlanıyor. Ağlamama aldırmıyor. Ağlamam onu<br />

sinirlendiriyor. Normalde hiç kıyamazdı ağlamama. Hemen sarılır<br />

öperdi, güldürürdü beni.<br />

Burnumu çekip yüzüne bakıyorum. Gözlerimin içine bakıyor.<br />

“Gül, bitti,” diyor. “Artık birbirimizi görmeyeceğiz. Ayrılıyoruz.”<br />

Boğulur gibi oluyorum. Hıçkırık geliyor boğazıma. Böyle<br />

ağladığımı hatırlamıyorum. Onu çok seviyorum. Çok özlüyorum.<br />

Atilla benim her şeyimdir. Öldürsün beni daha iyi. Ama terk etmesin.<br />

Koluma giriyor. Arabaya doğru yürüyoruz. Arabadaki suratsız<br />

adam bu sefer bize bakmıyor.<br />

Burnum akıp duruyor. Hıçkırığım geçmiyor. Gözyaşlarım<br />

kesilmiyor. Burnumu hırkamın koluna siliyorum. Bir büfenin önünde<br />

duruyoruz. Atilla inip bana kağıt mendil alıyor. Az sonra tekrar<br />

bulvara çıkıyoruz. Beni eve götürüyorlar. Atilla bana değil, dışarıya,<br />

geçtiğimiz boş sokaklara bakıyor. Bu onu son görüşüm olabilir. Aklım<br />

bunu kabullenmeyi reddediyor. Şu son yarım saati yaşamadığıma,<br />

bunların bir kabus olduğuna inanmaya zorluyorum kendimi.<br />

Sokağımızın başındaki belediye parkında duruyoruz.<br />

“İn haydi, evine git,” diyor Atilla. “Annene cevap verme. Kendini<br />

odana kilitle. Akşama kadar uyu. Uyandığında beni unutmuş ol.”<br />

Bunları söyledikten sonra uzanıp benim tarafımdaki kapıyı açıyor.<br />

Yüzüne bakıyorum. Akan gözyaşlarımın ılıklığını yanan yüzümde<br />

duyuyorum. Çaresiz, iniyorum arabadan. Hemen gitmiyorlar. Orada<br />

öylece duruyorum. Atilla kapıyı çekiyor. Biraz önce oturduğum yere<br />

yanaşıyor. Telefonunun bataryasını söküyor. SIM kartı çıkartıyor.<br />

Pencereyi iki parmak aralayıp onu dışarı atıyor. Ardından Mercedes<br />

hareket ediyor ve Atilla’mı götürüyor.<br />

Müthiş bir acı duyuyorum. Şoktayım. Eğilip yerden alıyorum SIM<br />

kartı. Çıkmaya başladığımız hafta Atilla ikimize yeni hat almıştı.<br />

Numaralarımız aynı. Sadece benimkinin son rakamı iki, onunkinin<br />

sonu üç. Senelerdir bu hatları kullanıyoruz. Atilla’nın kartını<br />

avucumda tutuyorum. Artık ona ulaşamayacağım.<br />

Nefret ediyorum bu parktan. Kahvaltıda hamur kızartıp yüzlerce<br />

kalori alan şişko teyzeler belediyelerin ülkenin her yerine koyduğu bu<br />

salak aletlerin tepelerine çıkıyorlar. Geri zekalılar! Vücutları<br />

hakkında, besin değerleri hakkında tek şey bilmiyorlar. Aletler buraya<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 32


semihsuren.com<br />

ilk monte edildiğinde başlarda annem de komşularımızla sabahları<br />

parka inmişti. Annem aklıma gelince telaşlanıyorum. Şimdi eve<br />

gideceğim. Kim bilir neler edecek bana! Annem sinir hastasıdır biraz.<br />

Çocukken ne döverdi beni! Kollarımı çimdikleyip mosmor ederdi.<br />

Anne dayağı yemeyeli birkaç sene oluyor. Atilla’nın dediği gibi<br />

kendimi odaya mı kapatsam, yoksa bırakayım annem benden hıncını<br />

mı alsın? Aslında şöyle iyi bir dayak yeyip bitkin düşmeye ihtiyacım<br />

var. Canımın yanmasına çok ihtiyacım var. Öldürdün beni Atilla!<br />

Annem de öldürsün.<br />

Yanında durduğum, toprağa dikilmiş paslı bisiklete biniyorum.<br />

Sinirle pedal çevirmeye başlıyorum. Pedallar tıkırtı çıkarıyor,<br />

gıcırdıyor. Çaprazdaki binanın ikinci kat balkonunda beni izleyerek<br />

sigara içen göbekli bir amca görüyorum. Yüzünü önce tam<br />

göremiyorum. Muhtelemen “N’apıyorsun kızım bu saatte? Delirdin<br />

mi?” der gibi bakıyor. Ama sigarasından nefes alınca yüzü<br />

aydınlanıyor. Gülümsediğini görüyorum. Tatlı tatlı, sapıkça olmayan,<br />

içten, anlayışlı bir ifadeyle gülümsüyor. Sanıyorum Atilla’nın beni<br />

terk ettiği sahneye şahit oldu. Amcanın bakışlarındaki şefkat beni daha<br />

da ağlatıyor. Pedal çevirmeyi bırakıyorum.<br />

Aklıma birden Nazan Hanım geliyor. Numaramı alırken çok az<br />

uyuduğunu, dilediğim vakitte kendisini arayabileceğimi söylemişti.<br />

Sevimli bir kadın. Hemen anlaştık. O resimli çocuk parkında Atilla<br />

benden uzak durup o koca köpekle ilgilenmiş, ben de bu sırada Nazan<br />

Hanım’la sohbet etmiştim.<br />

Arıyorum onu. Meşgule düşürüp hemen geri arıyor. Paslı bisikletin<br />

üzerinde, arada pedal çevirerek, balkondaki amcayı gözleyerek yirmi<br />

dakika kadar Nazan Hanım’la konuşuyorum. Nazan Hanım yumuşak<br />

sesiyle beni yatıştırmaya çalışırken balkondaki amca kendisine ekmek<br />

arası bir şeyler hazırlayıp, yine balkona dönüp, beni izlemeye devam<br />

ediyor. Sanki başıma bir şey gelecek, bir it kopuk çıkacak, beni<br />

rahatsız edecek diye endişeleniyor, ama yanıma inip derdimi sormaya<br />

da çekiniyor gibi. Nazan Hanım benimle arkadaşça konuşuyor.<br />

Dilersem kendisine gidebileceğimi söylüyor. Yeni çay demlermişiz.<br />

Kız kıza oturur dertleşirmişiz. Ricasını geri çeviriyorum. Bir an evvel<br />

eve dönüp annemle yüzleşmek zorundayım.<br />

Gözyaşlarımı siliyorum. Balkondaki amcaya el sallıyorum.<br />

Bisikletten iniyorum. Parktan ayrılıyorum. Yoksa amca balkonda<br />

duracak, üşütecek.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 33


semihsuren.com<br />

BÖLÜM DOKUZ<br />

İKİ RUHLU<br />

(Sıtkı)<br />

Refik Atilla’yı bana ilk getirdiklerinde onu pek gözüm tutmamıştı.<br />

Temiz yüzlüydü, güleçti, nazikti. Benim aradığım daha gözü kara, sert<br />

görünüşlü, korkusuz, taşaklı biriydi. Ama Refik Atilla’nın kişiliğinde<br />

korkunç bir ikilik var. Bunu görmekte gecikmedim. Günün belirli<br />

saatlerinde masum ve efendi biri olup, belirli vakitlerde ansızın<br />

canavarlaşabilecek gibi. Zaten yaptıkları da bunun kanıtı.<br />

Mahallesinde araştırdım onu. Sevilen birisi. Mahallenin gençleri de<br />

yaşlıları da seviyor onu. Hanım bir kızla uzun bir ilişkisi var.<br />

Öğrenebildiğim kadarıyla annesi ve abisi de iyi insanlar. Refik Atilla<br />

böyle bir çevrede kendini sevdirmiş, efendi yönünü göstermiş, son<br />

dönemde edindiği başka bir çevrede ise gizli saklı karanlık işler<br />

yapmış.<br />

Onunla ilk konuşmamızı hatırlıyorum. Babamın köyünde bir kır<br />

eğlencesi düzenlenmişti. Orada olmam gerekiyordu. Refik Atilla’yı da<br />

oraya getirmişlerdi. Delikanlıyla ikimiz bir köşeye çekilmiştik. Ben<br />

susmuş, onu konuşturmuştum.<br />

“Tavuk yemek örneğin,” demişti ilerideki tavuklara bakarak.<br />

“Geçen sene kedinin birini tekmeleyerek öldüren bir üniversiteliyi<br />

hayvan hakları örgütleri linç edecekti neredeyse. İnsanların<br />

ikiyüzlülüğünü görüyor musunuz? Bir kedi öldürdü diye genç bir<br />

insanı canavar olarak gösteriyorlar. Ama aynı akşam yemekte tavuk<br />

yiyor aynı insanlar. Çiftliklerde sayısız tavuğun yaşam hakkı<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 34


semihsuren.com<br />

ellerinden alınıyor. Kahve içmek için bir kafeye giderken bir sürü<br />

karınca eziyorlar. Evde bir böcek görseler hemen öldürüyorlar. Ama<br />

ölen kedi köpek olunca işler değişiyor. Bir kedi veya bir köpek<br />

tavuktan, inekten, sinekten, böcekten neden daha değerli olsun ki?<br />

Benim gözümde canlı olan her şey aynı değerdedir. Bir kedinin<br />

ölmesiyle bir karıncanın ezilmesi aynı etkiyi yapar bende. Bizim<br />

kültürümüzde tavuk yeniyor, kedi öldürmek günah. Başka bir kültürde<br />

ise kedi eti yeniyordur, atıyorum tavuk öldürmek günahtır. Kendi<br />

kültürünü, kendi inanışını dünyadaki en doğru şey olarak gören<br />

insanlardan nefret ediyorum. Tanıdığım herkes böyle. Sevmiyorum<br />

insanları. İnsan denen şey ikiyüzlü.”<br />

Bir müddet susmuştu. Gözlerinde feci bir öfke parıltısı vardı. İlk<br />

gördüğüm an gayet efendi olan o delikanlı gitmiş, yerine adeta kanlı<br />

bir diktatör modeli gelmişti. Onu böyle görünce doğrudan konuya<br />

girmek istedim.<br />

“Senden ne isteyeceğimi biliyor musun?” diye sordum.<br />

“Evet,” dedi. “Söylemeyeceklerdi, ama ısrar ettim, anlattırdım.”<br />

“Peki, kendinde bunu yapabilecek cesaret görüyor musun?”<br />

“Bakın, sayısız insan gelip geçti. Canlıların gözümde aynı değerde<br />

olduklarını söylemiştim. Üzerine basılan bir karınca yuvasında<br />

hayatını kaybedenlerle, bir depremde yerle bir olan bir binada hayatını<br />

kaybedenlerin farkı yok benim için. İnsan daha önce yapmadığı bazı<br />

şeyleri ilk denemesinde kolayca yapabileceğini hissedebilir. Bu hissi<br />

taşıyorum. O an geldiğinde tereddüt etmeyeceğime eminim. Birini<br />

öldürmeyi uzun süredir arzuluyorum. İnsan öldürmek bir insanın<br />

kendi hayatının değersizliğini derinden anlaması için büyük bir fırsat<br />

ve unutulmaz bir deneyim. Şu güne kadar birini öldürmediysem, bu<br />

sonuçlarına katlanmak istemediğim içindi. Ama siz bana sonunda<br />

yargılanmayacağım bir şekilde planlama yaparsanız, kafam yatarsa,<br />

gözümü kırpmadan bu ülkedeki herkesin canını alabilirim. Aptal biri<br />

değilim ben. Dink’i vuran o çocuk gibi olmam asla. Öyle bir şey<br />

yapacaksam yüzde yüz içime sinmeli. Yakalanacağım, ceza<br />

çekeceğim hakkında en ufak korku ve kuşku duymamalıyım.”<br />

“Anlıyorum,” dedim. Aptal olmadığını söylüyordu, ama aptaldı.<br />

Kendini değersiz bulduğunu söylemeye çalışıyordu, ama müthiş<br />

kibirliydi. “Peki Refik Atilla,” dedim. “İş senin.”<br />

Daha sonra onu eğitime aldık. İrili ufaklı, çirkin veya sevimli,<br />

yırtıcı veya evcil her türlü hayvanı tereddüt etmeden öldürebiliyordu.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 35


semihsuren.com<br />

Elleri kolları bağlı birini yumruklarıyla acımadan kan revan içinde<br />

bırakabiliyordu. Canlılara işkence edebiliyordu. Bunları yaparken bir<br />

anda başka bir ruha bürünüyordu. Verilen görevi tamamladığı dakika,<br />

kanlı ellerini yıkayıp kuruladığında, soframıza oturduğunda birden<br />

bambaşka biri oluyor, neşeyle ve tatlılıkla sohbete katılıyordu. Refik<br />

Atilla’nın bu çifte karakterine hayran olmuştum. Eski zamanlarda<br />

olsaydık, büyük bir nüfuzum olsaydı, Refik Atilla’nın dünyevi<br />

bağlarını koparır ve onu bir ölüm makinasına çevirirdim. Ama şimdi<br />

onunla sadece bir iş için birlikteyim. Bu işin altından kalkarsa, daha<br />

sonra daha büyük işlerde onu kullanabilirim.<br />

Uyanık biri. Evvelki sene arkadaşlarıyla Çakırlar Korusu’nda<br />

mangal yaparken işemek için korunun içlerine doğru uzaklaşmış.<br />

Piknik alanının epeyi uzağında tuvaletini yapan genç bir kız görmüş<br />

ve bir anda karar verip kızın ırzına geçmiş. Kız öyle korkmuş ki<br />

bayılmış. Arkadan saldıran Refik Atilla’nın yüzünü görmemiş bile.<br />

Daha sonra Refik Atilla kendi masasında karnını doyururken kızın<br />

korudan tek başına çıktığını görmüş. Kız üzerine başına çeki düzen<br />

vermiş, uğradığı yıkımın izlerini gizlemiş. Refik Atilla’yı tanımadan<br />

önlerinden öylece geçmiş ve kendi ailesinin olduğu masaya doğru<br />

ilerlemiş. Refik Atilla bir bahaneyle arkadaşlarından ayrılıp kızı takip<br />

etmiş. Kızın ailesinin oturduğu masa iki yüz metre ilerideymiş. Bayağı<br />

kalabalıklarmış. Kıza kimse neden geciktiğini sormamış. Refik Atilla<br />

bir ağaca yaslanıp uzaktan izlemiş onu. Kız yaşadığı sarsıntıyı hiç<br />

çaktırmıyormuş. Büyüklere çay koyuyor, küçük çocuklarla ilgileniyor,<br />

yaşıtlarıyla sohbet ediyormuş. Ama ara sıra korkuyla, ağladı<br />

ağlayacak gözlerle birkaç saniye koruya doğru kaçamak bakışlar<br />

atıyormuş. Kendisi böyle anlatıyordu. Ben buna inanmadım. Bir<br />

pavyondan kadın getirttim. Sanki masum birini kaçırmışız gibi yaptık.<br />

Kadına hırpalanmış bir görüntü verdik. Refik Atilla onu soğuk bir<br />

odada, yırtılmış tülbentlerle dirseklerinden kalorifer peteğine<br />

bağlanmış olarak gördü. Kadına tecavüz etmesini istedik. Kuzenim<br />

Kurtuluş’la ben birer iskemle çekip oturduk. Kadın debelendikçe<br />

Refik Atilla onu yumrukla sersemletiyordu. Kadının ağzını<br />

bağlamıştık. İyi ki de öyle yapmışız. Çünkü bu oyunun sona ermesi<br />

için gözleriyle bize yalvarıyordu. Refik Atilla onu mahvediyordu.<br />

Sonra ne olduysa Refik Atilla tam bir hayvan gibi davranıp kadını<br />

perişan etmekteyken birden durdu. Çırılçıplak bedeni kıpkırmızıydı.<br />

Öfkeyle soluyordu. Bunun bir oyun olduğunu birden anlamıştı. Bize<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 36


semihsuren.com<br />

saldıracağını sandık. Ama kendini toparladı, pantolonunu giydi,<br />

gömlediğini aldı, kadının karnına bir tekme savurup odadan çıktı.<br />

Sonuçta ben ikna olmuştum. Çakırlar Korusu hikayesi doğruydu.<br />

Refik Atilla etkiye açık birisi. Onu bir canavara da çevirebilirsiniz,<br />

dünyalar tatlısı bir aşığa da. Ondan kanlı bir diktatör de olur, kitleleri<br />

peşinden sürükleyen büyük bir yardımsever de. Ama bizim görülecek<br />

bir işimiz var ve bize Refik Atilla’nın canavar ruhu lazım.<br />

Onu İstanbul’a göndermemize biraz daha vardı. Bazı pürüzlerin<br />

hallolması için önümüzdeki ayı bekliyorduk. Ama dün gece bir buçuk<br />

gibi telefon etti. Abisi gelmiş Antalya’dan. Ortalık karışmış.<br />

Kurtuluş’un yan dairesindeki kaçık kadın Refik Atilla’ya oyun<br />

oynamış. Keşke o kadına yüz vermemesini baştan söyleseydik.<br />

İstanbul’a hemen gitmek istiyordu. Abisiyle büyük kavga etmiş. Beni<br />

resimli çocuk parkından arıyormuş. Gidip aldım onu arabayla.<br />

Niyetim onu İstanbul’a yollamak değil, pürüzler giderilene kadar<br />

benim yanımda, evimde tutmaktı. Ama ısrarcı oldu. Kafası iyice<br />

atmıştı. Böylesine öfkelendiğini görmemiştim. Söylediği şeyi kabul<br />

ettim ve onu bu sabah İstanbul’a gönderdim.<br />

Dün gece resimli parktan ayrıldıktan sonra, yoldayken, önce kız<br />

arkadaşına uğramak istediğini söyledi. Ondan derhal ayrılmak<br />

istiyordu. Çünkü Refik Atilla canavar kimliğini iyice benimsemişti.<br />

Artık eskisi gibi efendi biri değildi ve olmayacaktı. Kıza daha fazla<br />

çektirmek istemiyordu. Söylediğine göre zaten onu aylardır epeyi<br />

üzmüş. Kızın annesi bunların ilişkisini bilmiyormuş. Aksilik bu ya<br />

Refik Atilla kızı arabaya bindirirken annesi pencereden gördü bunları.<br />

Kız mesaj atmayı akıl etmese kadın kesin polisi falan arardı. Eve<br />

döndüğünde annesi kim bilir neler etmiştir kıza. Neyse, bunları<br />

geceleri bomboş olan Cumhuriyet Meydanı’na götürdüm. Orada biraz<br />

konuştular. Sonra kızı sokağına kadar bıraktık. Resmen ayrıldılar.<br />

Evde Refik Atilla’yla rakı içtik. Planın üzerinden geçtik. Onu<br />

İstanbul’da evinde kalacağı Esma’yla konuşturdum. Esma’yı eskiden<br />

beri tanırım. Mert kadındır. Bir pavyonda şarkı söylerken Kurtuluş<br />

onu çok beğenmişti. İki sene kadar ciddi ilişkileri oldu. Kurtuluş ona<br />

Matasyon tarafında ev açmıştı. Evleneceklerini düşünüyorduk.<br />

Sonradan araları bozuldu. Kurtuluş kadını çok dövüyordu. Esma’yı iki<br />

gece acile kaldırdık. O derece şiddet uyguluyordu. Bir gece bir<br />

kıskançlık anında çekip vurdu kadını. Esma kötürüm oldu. Tekerlekli<br />

iskemleye mahkum şimdi. İstanbul’da yaşamayı kendi istedi.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 37


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON<br />

MÜSTAKBEL KATİL<br />

(Esma)<br />

Dün gece Sıtkı’nın beni telefonda görüştürdüğü Atilla denen çocuk<br />

akşamüzeri evime geldi. Dalgalı uzun saçlı, kirli sakallı, çok şişman<br />

değil ama biraz kilolu, dalgın biri. Ona yiyecek bir şeyler<br />

hazırlamıştım. Yemeyeceğini söyledi. Yorgun görünüyor. Odasını<br />

gösterdim. Bir süre odanın penceresinin önünde dikildi. Düşünceli,<br />

moralsiz. Aman canım bana ne! Bana bulaşmasın yeter. Kim bilir<br />

neyin nesi. Kurtuluş’ların adamı olduğuna göre belli ki bir belaya<br />

bulaşmaya geldi buraya.<br />

Akşam televizyonda Şampiyonlar Ligi maçı vardı. Onu maçı<br />

birlikte izlemeye çağırmak için kapısını çaldım. Uyuyordu, ellemedim<br />

uyusun.<br />

Bu sabah kalktığımda evde değildi. Çay demlemiş, buzdolabında<br />

bulduklarıyla kahvaltı hazırlamış. Ekmek almak için fırına gittiğini<br />

anladım. Hemen şu karşıda bir büfe var, ama orada hiç taze ekmek<br />

bulunmaz. Fırın ise biraz uzakta. Ben o yüzden marketten dilimlenmiş<br />

hazır ekmek alıyorum hep.<br />

Çocuk gelene kadar televizyonu açtım. İki bardak çay içtim. Elleri<br />

dolu geldi. Hem kahvaltılık hem de akşam yemeği için bir şeyler<br />

almış.<br />

Kahvaltıdan sonra sordum:<br />

“Kirlin var mı? Makineyi çalıştıracağım. Çamaşırların kirlendiği<br />

zaman orada pembe naylon sepet var, ona koy.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 38


semihsuren.com<br />

“Tamam.”<br />

“Bugün yüzün gülüyor bakıyorum. Akşam pek bir suratsızdın.”<br />

“Yorgundum. Dinlendim, kendime geldim.”<br />

“Tavuk almışsın. Nasıl pişireyim tavuğu?”<br />

“Sebzelikte patates, soğan gördüm. Sarımsak var mı evde? Ben<br />

pişireyim bu akşam. Çok lezzetli bir tavuk pişirme yöntemim var.”<br />

“İyi bakalım.”<br />

Vakit öğleni geçene kadar, güneş oturma odasını terk edene kadar<br />

pencereye yakın oturup bulmaca çözüyorum, kitap okuyorum. O da<br />

kitaplığımın önünde biraz vakit geçiriyor. Bazı kitapların resimlerine<br />

bakıyor. Çok fazla kitabım yok. Yüz yirmi civarı olması lazım.<br />

“Bunların hepsini okudun mu?” diye soruyor.<br />

“Çoğunu okudum.”<br />

“Şunları soruyorum şunları. Melih Müren’leri.”<br />

“Onların hepsini okudum. Sever misin Melih Müren’i?”<br />

“Kitap okumam ben.”<br />

“Hiç mi?”<br />

“Hiç. Okulda ders olarak okutulanların haricinde hiç kitap<br />

okumadım.”<br />

“Melih Müren’leri neden sordun? Ben de hayranısın zannettim.<br />

Samsunlu diye mi ilgileniyorsun adamla? Biliyor musun Melih Müren<br />

benim ilkokul arkadaşım.”<br />

Ben böyle söyleyince yüzüne tuhaf bir ifade geliyor. Elimdeki<br />

kitabı koltuğun üzerine bırakıp, tekerlekli iskemlemi ona doğru<br />

sürüyorum. Ona ilkokul yıllarımdan bir fotoğraf göstereceğim.<br />

Fotoğraf önünde durduğu kitaplığın altındaki çekmecelerden birindeki<br />

albümde.<br />

“Melih Müren’i tanıdığını bizimkiler biliyor mu?”<br />

“Hayır.”<br />

“Buraya gelirler mi arada?”<br />

“Hayır. Onları yanımda istemiyorum. Korkuyorum onlardan.”<br />

“Bana neden evini açtın?”<br />

“Kırk yılda bir senin gibi birileri gelip kalır bende. Ama Kurtuluş’la<br />

Sıtkı’yı istemem evimde. Hayatımı mahvettiler.”<br />

“Melih Müren’le görüşüyor musun hiç?”<br />

“Taktın mı oğlum sen Melih Müren’e?”<br />

Gözlerinde sanki bir an hayvani bir ışıltı görür gibi oluyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 39


semihsuren.com<br />

O ışıltı, “İstanbul’a Melih Müren’i vurmaya geldim,” derken<br />

büyüyen gözlerinde gayet belirgin.<br />

Bir an durup düşünüyorum. Bizimkiler Melih Müren’i neden<br />

öldürmek istesin ki? Gerçi düşünecek bir şey yok. Bizimkiler delidir.<br />

Nedensiz yere çok adam harcamışlardır. Acaba Melih Müren’le bir<br />

zamanlar arkadaş olduğumu öğrendiler de, beni suça alet etmeye mi<br />

çalışacaklar? Of Allah’ım nasıl içim daraldı birden! Evimde katil var!<br />

“Melih Müren’le yaşıtsın yani? Hiç elli yaşında göstermiyorsun.”<br />

“Minyonum, ondan. Saçlarımı yeni boyattım hem. Melih de benim<br />

gibi. Ellisinde değil kırkında gösteriyor.”<br />

“Kendine bakıyor,” diyor. “Formu yerinde. Boğuşsak döver beni.”<br />

“İnşallah boğuşursunuz da temiz bir dayak yersin. Sonra da seni<br />

polise teslim eder.” Gülüyor. “Kolay sanıyorsunuz siz. Aklını<br />

çelmişler senin. Böyle bir suç işleyip yakanı kurtarabileceğini mi<br />

sanıyorsun? Ogün müydü neydi o çocuğun adı? Hrant Dink’in katili.<br />

Melih Müren gibi herkesin sevgilisi bir adamı öldürürsen kırk saat bile<br />

kaçamazsın, anında enselerler seni.” Hâlâ gülüyor.<br />

Bir saat sonra duş alıp çıktı. O çıktıktan sonra Sıtkı aradı. Çocuk<br />

konuştuklarımızı ona söylemiş. Melih Müren hakkında bir iki soru<br />

sordu. Bu pisliğe dolaylı da olsa yardım edecektim. Oturduğum bu ev<br />

Kurtuluş’un. Geçimimi de onun gönderdiği parayla sağlıyorum. Ne<br />

derlerse yapmak durumundayım. Melih Müren dünya tatlısı bir adam.<br />

Ama böyle durumlarda insan kendisini düşünmeli. Bir orta yol yok.<br />

Çocuk beceriksiz çıkarsa, yardım ve yataklıktan benim de başım<br />

yanacak. Melih’in başına gelecek felakette payım olacak. Ne kötü. Bu<br />

beni her ne kadar üzecek olsa da üzerime düşeni yapacağım.<br />

Melih Müren kendisini gizleyen birisi değil. Çocuk ona kolayca<br />

ulaşacaktır. Çocuğu bu göreve hazırlamak için resmen kampa<br />

almışlar. Sıtkı her şeyi detaylıca özetledi. Normalde düzgün<br />

görünümlü, yakışıklı, temiz bir tipmiş. Suikast için kilo almış, saç<br />

sakal uzatmış. Melih Müren’i hakladıktan sonra gelip yanıma<br />

sığınacak, evden dışarı adımını atmayacakmış. Olay sonrası kapımı<br />

çaldığında onu neredeyse tanıyamayacakmışım. Çünkü Melih’i<br />

öldürdükten sonraki bir saat içinde saçından ve sakallarından<br />

kurtulacakmış. Yani Atilla evden o gün böyle Hanzo gibi çıkacak,<br />

döndüğünde Keloğlan’a benzeyecekmiş. Sonra burada korkunç bir<br />

hızda, ölümcül hastalığa tutulmuşçasına zayıflayacakmış. Sıtkı bunları<br />

söyledikçe ne yalan söyleyeyim gülesim geldi. Kendilerini bir filmin<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 40


semihsuren.com<br />

içinde zannediyorlar herhalde. Ne gerek var ki çocuğu böyle perişan<br />

etmeye? Hollywood setlerinde uygulanan makyaj hileleriyle, insanı<br />

götlü göbekli gösteren özel kostümlerle onu olduğundan bambaşka<br />

biri gibi gösterebilirlerdi. Bok gibi paraları var. Çocuğa eziyet<br />

çektireceklerine, biraz profesyonel ve pratik olsalardı keşke. Aman!<br />

Çok da umurumda sanki!<br />

Atilla akşam o dediği tavuk yemeğinden yapıyor. Tam bekar adam<br />

yemeği. Feci lezzetli. Hele bütün koyduğu sarımsaklar lokum gibi<br />

yumuşacık. Atilla ne kadar çok yiyor öyle. Yemeğin yanına mayonezli<br />

garnitürlü makarna salatası hazırlamıştım. Gece yarısına kadar her<br />

aklına geldiğinde koltuğundan kalktı, tabağını tekrar tepeleme<br />

doldurup yedi de yedi. Beş tabaktan sonra saymayı bıraktım artık. Bir<br />

de bira içmeye doyamıyor. Ama kafası güzelleşmeye başlayınca<br />

sohbeti keyifli, kendisi sevimli birisine dönüşüveriyor. İçinde bir<br />

canavar taşıdığı doğru, fakat yeri geliyor göğsünde sakladığı pırıl pırıl<br />

tertemiz bir kalbi sezebiliyorsunuz. Kısaca, kendini yaşamın akışına<br />

bırakmış bu çocuk. Sevdim onu. İnşallah hayatta karşısına iyi insanlar<br />

çıkar, onu iyi birine dönüştürürler.<br />

Atilla Samsun’da bir sorun yaşamış. O yüzden gelmesi gereken<br />

zamandan önce gelmiş İstanbul’a. Eyleme geçmek için biraz daha<br />

vakit geçmesi gerekiyor. Bunu fırsat bildik ve onunla her gün hava<br />

kararana kadar gezdik, dolaştık. Tekerlekli iskemlemi itmek kollarını<br />

ağrıtıyor, ama aldırmıyor, çünkü akşamleyin evde bana omuzlarını<br />

sırtını ovduruyor. Sevecen yaratılışımdan sanırım, Atilla’yla birkaç<br />

gün içerisinde abla kardeş gibi olduk. Aslına bakılırsa onun annesi<br />

yaşındayım, ama ben minyon tipimden dolayı genç gösteriyorum, o da<br />

kiloları ve bakımsızlığı yüzünden yaşlı gösteriyor.<br />

En son 2006 yılında bir çocuk göndermişti Kurtuluş. Yanımda altı<br />

hafta kalmıştı. Ketum biriydi. Suratsızdı. Ne haltlar karıştırmaya<br />

geldiğini hiç öğrenememiştim. Altı hafta zor geçmişti. Çocuğu<br />

gördükçe geriliyordum. 2006 yılından beri yapayalnızım. Sanal<br />

dostluklarım var. Facebook’ta, Twitter’da takılıyorum. Facebook’ta<br />

yüzde doksanını gerçek hayatta görmediğim iki binin üzerinde<br />

arkadaşım var. Atilla’nın gelmesi iyi oldu benim için. Hayata döndüm.<br />

Kendimi tekrar hareketli İstanbul sokaklarında, ışıl ışıl AVM<br />

koridorlarında, parklarda, deniz kenarlarında buldum, içim açıldı.<br />

Atilla belki yakında elini kana bulayacak. Ama o iyi biri. Daha<br />

iyisini hak ediyor. Umarım bir şeyler ters gider, vazgeçerler.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 41


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON BİR<br />

SIKINTILI GÜNLER<br />

(Altan)<br />

Kardeşimden günlerdir haber alamıyorum. Nerede olduğunu bilen<br />

kimse yok. Benim çocukluk arkadaşım, Özgür’ün kuzeni olan<br />

Mesut’la görüştüm. Kardeşimin bulaştığı kişiler hakkında bana<br />

korkunç şeyler anlattı. Atilla’nın evinde kaldığı adamı, Kurtuluş’u<br />

bulmaya çalışıyorum, bulamıyorum.<br />

Gül’ün başına gelenlerden annem aradıktan sonra haberim oldu.<br />

Olay haberlere, gazetelere çıkmış. Gül ile bir defa bile yüz yüze<br />

görüşme fırsatım olmadı. Ama onu kendi kız kardeşimmiş gibi<br />

severdim. Büyük ihtimalle kızın ölümünden Atilla’nın henüz haberi<br />

olmadı. Gül’ün ölümüne kısmen sebep olan kendisi çünkü. Duysaydı<br />

cenazesine mutlaka gelirdi diye düşünüyorum. Sonuçta son birkaç yılı<br />

iyisiyle kötüsüyle birlikte geçirdiler, birlikte büyüdüler.<br />

Televizyondan ve gazeteden öğrendiklerime göre olay gecesi Atilla<br />

arabası olan biriyle birlikte Gül’ün evine gelmiş. Bunları Gül’ün<br />

annesi anlatıyor. Basına sızmış korkunç ifadesini okudum. Kadının<br />

daha önce kızıyla kardeşimin ilişkisinden haberi yokmuş. Atilla bize<br />

öyle söylememişti. Gül’ün annesiyle tanışıyor biliyorduk onu. Kadın<br />

Gül’ü Atilla’yla birlikte arabaya binerken görmüş. Hemen sokağa<br />

inmiş ama araba çoktan gitmişmiş. Daha sonra defalarca telefonla<br />

aramış kızını ama Gül telefonunu açmamış. Az sonra Gül mesaj atıp,<br />

arabaya birlikte bindiği çocuğun bir arkadaşı olduğunu, birazdan eve<br />

döneceğini yazmış.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 42


semihsuren.com<br />

Gül eve yaklaşık bir buçuk saat sonra dönmüş. Bağırıp çağıran<br />

annesine hiç cevap vermeyip kendisini odasına kilitlemiş. O esnada<br />

kadın sinir krizi geçiriyormuş. Kontrolünü tamamen kaybetmiş. Gül’e<br />

kapıyı açmasını söylüyor, kapının yarısını kaplayan buzlu camı<br />

kırmakla tehdit ediyormuş onu. Gül’ün hıçkıra hıçkıra ağladığını<br />

duyuyormuş. Sonunda turşuların üzerine bastırmak için kullandığı<br />

taşlardan birini atarak kapının buzlu camını çatlatmış. Tekrar atmak<br />

için taşı gene eline almış. Gül annesi taşı bir daha atsa camın olduğu<br />

gibi yere ineceğini, kadının o boşluktan içeri gireceğini anlamış.<br />

Kapıyı açmış Gül. Kadın onu saçlarından tuttuğu gibi yere yıkmış,<br />

koridor boyunca sürüklemiş.<br />

Gül sadece ağlıyormuş. Ağzını açıp tek laf etmiyormuş. Bu kadını<br />

daha da sinirlendirmiş. Gözü dönmüş iyice. O an evin içinde sadece<br />

mutfağın ışığı yanıyormuş. Oraya doğru sürüklemiş kızı. Ekmek<br />

bıçağını kapmış. Gül’ün yüzünün aldığı ifadeyi dikkatle seyrederek<br />

bıçağı kızının on altı farklı yerine soğukkanlılıkla saplamış. Vücudu<br />

seğiren Gül’ü kan gölünün ortasında bırakıp balkonda yarım paket<br />

sigara içmiş. Sabaha karşı kendini ihbar etmiş. Gelip kendisini teslim<br />

alan polislere kızının gece gizlice evden kaçıp fuhuş yaptığından<br />

şüphelendiğini, cinayeti o yüzden işlediğini söylemiş.<br />

Atilla beni neden aramıyor anlayabilmiş değilim. Acaba polisler<br />

onu da arıyorlar mıdır? Son gece birliktelermiş. Atilla’nın ortadan yok<br />

olması şüpheli bir konuma çekebilir onu. Anneme sürekli yalan<br />

söylemek zorunda kalıyorum. Atilla’nın telefonu tartıştığımız<br />

akşamdan beri kapalı. Annem beni aradığında doğal olarak onu<br />

Atilla’yla görüştüremiyorum. Kadıncağız Gül’ün haberini duyduktan<br />

sonra uyuyamaz olmuş. Kalkıp gelebilir bu aralar.<br />

Akşam Özgür’le Nazan Hanım’a yemeğe gideceğiz. Söz verdik. Üç<br />

defa davet etti bizi. İlk ikisini kibarca reddetmiştik. Bir defa gidelim<br />

de aradan çıksın istedik. Israrcı, reddedilmeyi kabullenmeyen bir<br />

yapısı var kadının. Gül’e çok üzüldüğünü, yemeğin onun anısına<br />

olacağını söyledi.<br />

Özgür akşam yediye kadar çalışacakmış. Dedemin evindeyim<br />

şimdi. İki gün sonra Antalya’ya dönüyorum. Kütüphaneden aldığım<br />

kitapların teslim süresi gelmek üzere. Annemi daha fazla yalnız<br />

bırakmak istemiyorum. Akşama kadar kitap okuyacağım. Karnım şu<br />

an aç, ama yemeyeceğim, böylelikle Nazan Hanım berbat bir sofra<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 43


semihsuren.com<br />

kursa bile iştahla yemeklerini tadabilirim. Aynı şeyi Özgür’e de<br />

tavsiye ettim.<br />

Saatler çabucak geçti. Özgür beni almaya geldiğinde çoktan<br />

hazırlanmış, televizyonda salak şeyler seyrederek vakit geçiriyordum.<br />

“Atilla’dan haber var mı?”<br />

“Yok.”<br />

“Bütün gün bir şey yemedim.”<br />

“Aynen.”<br />

“Yüz yaşında bir aşçının elinden çıkan yemeği yemek herkese nasip<br />

olmaz,” dedi keyifle.<br />

“Doğru söylüyorsun,” dedim.<br />

“Bugün konuşma yapmak için İstanbul’dan çağrılan bir profesörü<br />

yeni üniversiteye götürdüm. Profesöre yüz yaşında olduğunu iddia<br />

eden ama hiç de yüz yaşında göstermeyen bir kadınla tanıştığımı<br />

söyledim. Nüfus cüzdanına bakıp bakmadığımı sordu. Böyle bir<br />

kabalık yapmayacağımı söyledim. Nazan Hanım’dan bunu<br />

isteyemeyiz. Ayıp olur. Profesör onun yalan söylediğine kanaat<br />

getirdi. Bize yüz yaşında olduğunu belgeleyen bir nüfus cüzdanı<br />

gösterse bile ikna olmamalıymışız. Çünkü işini bilen birisi için sahte<br />

bir nüfus cüzdanı edinmek inanılmaz kolay ve ucuzmuş.”<br />

“Neyse bu yaş konusunu açmaz umarım bu akşam.”<br />

Nazan Hanım bizi kendisine yakışan, siyahın üç tonunu bir arada<br />

kullanan, şık ve sade bir elbiseyle karşılıyor. Takıları göz alıcı. Beyaz<br />

saçlarına güzel ve havalı bir şekil vermiş. Beni öperken üzerindeki<br />

parfüm kokusuyla birlikte başka bir koku daha alıyorum. Kokuyu ilk<br />

başta seçemiyorum. Bizi oturma odasına alıyor. Harika bir masa<br />

hazırlamış. Kaç çeşit yiyecek olduğunu ilk bakışta sayamıyorum.<br />

Özgür Uppsala’nın yanına gidiyor. Ben ise bir bardak su almak için<br />

mutfağa geçiyorum. Nazan Hanım’ın üzerindeki diğer kokunun ne<br />

olduğunu o an anlıyorum. Balkon barbeküsünde bize ızgara yapıyor.<br />

Tülün arkasından beni görünce balkondan içeriye giriyor.<br />

“Balık ızgara yapıyorum size,” diyor. “Üç çeşit. Çipura, mezgit,<br />

Norveç uskumrusu. Rakı da aldım size. Dokuz çeşit mezemiz var.”<br />

“Siz de mi içeceksiniz?”<br />

“Ayıp ettin! Sıkı içerim ben.”<br />

Müthiş bir akşam geçiriyoruz. Müthiş eğleniyoruz. Nazan Hanım’ın<br />

sohbeti inanılmaz keyifli. En ilginç kocası olan Atilla Sunay Bey’le ve<br />

diğer eşleriyle yaşadığı birbirinden enteresan anılarını büyük keyifle<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 44


semihsuren.com<br />

dinliyoruz. Bir büyük rakı deviriyoruz. Sokağın başında korsan film<br />

satan film kiralama dükkanına Müzeyyen Senar ağırlıklı nefis bir fasıl<br />

CDsi yaptırmış. Rahat ikişer kilo almışızdır.<br />

Gece yarısına doğru, “Şimdi size bir şey teklif edeceğim çocuklar,”<br />

diyor. “Ama önce öğrenmeniz gereken tatsız şeyler var.”<br />

Özgür’le birbirimize bakıyoruz. Kafalarımız iyi. Bizim kadar içmiş<br />

olan Nazan Hanım aramızda en ayığımız. Son söylediklerinde gayet<br />

ciddi. Onun bu ciddiyeti saatlerdir süren neşeli havamızı bir anda<br />

gergin bir bekleyişe çeviriyor.<br />

“Lafımı bölmeyin, çabucak anlatayım. Refik Atilla İstanbul’da. Ne<br />

kadar vaktimiz kaldığını bilmiyorum. Bir an önce üçümüzün<br />

İstanbul’a gidip ona engel olmamız lazım. Komşum Kurtuluş ve<br />

halasının oğlu Sıtkı, Refik Atilla’yı oraya yazar Melih Müren’i<br />

öldürmesi için gönderdiler.”<br />

Kendimi kötü hissetmeye başlıyorum. Özgür halimi görüyor, elini<br />

kolumun üzerine koyuyor. Sıkıntıyla derin bir nefes alıyorum.<br />

Nazan Hanım devam ediyor:<br />

“Bu bilgileri nasıl edindiğimi sormayın, açıklayamam. Bana<br />

inanmak zorundasınız. Her şeyi düşündüm, güzel bir plan hazırladım.<br />

Adım adım buna uyacağız. Sen Antalya’ya gitmeyi unutuyorsun.<br />

Kitaplarını yarın kargoyla anneye yollayacaksın. Annen götürür<br />

kütüphaneye verir. Sen de taksideki işini bırakıyorsun. Sana birkaç<br />

aylık para vereceğim şimdilik. Sonradan daha güzel bir işe sokacağım<br />

seni. Dinleyin, hayır. Bunlara itiraz istemiyorum. Değerli bir yazarın<br />

ve kendisini acımasız bir canavar sanan dünya tatlısı bir delikanlının<br />

hayatı söz konusu. Telefonunuz internete bağlanıyor mu?”<br />

Özgür, “Benimki bağlanıyor,” diyor.<br />

“Güzel. Gir internete. Latin alfabesi kullanmayan ve popüler<br />

olmayan üç dil bul.”<br />

“Anlamadım?”<br />

“Rusça, Yunanca, Arapça, Korece. Bunların yazımı değişik oluyor<br />

örneğin. Japonca, Çince, İbranice. Saydıklarımın hepsi popüler diller.<br />

Bu tarz başka diller bulmanı istiyorum. Üç tane bulacaksın.”<br />

Özgür’ün saydığı diller arasından Gürcüceyi, Ukraynacayı, Taycayı<br />

seçiyor. Daha sonra akılalmaz planından detaylıca söz ediyor.<br />

Büyülüyor bizi.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 45


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON İKİ<br />

ANLAYAMIYORUM<br />

(Özgür)<br />

Melih Müren’in büyük hayranıyım. Yaşayan yazarlar arasında en<br />

sevdiğim kendisidir. Kitapları yirmiyi aşkın dile çevriliyor, elliyi aşkın<br />

ülkede satılıyor. Son on senede 21. yüzyıl edebiyatında kendine has<br />

bir konum edindi. Çok tartışılan, kimilerince övülen, kimilerince<br />

yerilen bir edebiyat figürü haline geldi.<br />

Başta kendisi, pek çok edebiyatçı onun ürettiği kitapların edebiyat<br />

değeri olmadığı görüşünde. Şiirden ve tiyatrodan nefret edişi ve bunu<br />

sık sık dile getirişi kendisi ve sanat çevreleri arasında mesafe<br />

oluşmasına neden oldu. Çoğu zaman bir romancı olarak<br />

nitelendiriliyor, ama ürettiği kitaplar roman değil. Novella denen<br />

edebi tarzda büyük bir üretkenlikle eser veriyor.<br />

Melih Müren’in tüm kitapları yüz sayfa uzunluğunda.<br />

Novellalarının hepsi her biri dörder sayfadan oluşan yirmi beşer<br />

bölümden meydana geliyor. Kitapları birbirine ekli sahnelerden<br />

oluşuyor. Bir film izliyor hissi duyuyorsunuz okurken. Sinematografik<br />

tarzda yazdığı için kitabın tamamını kolaylıkla zihninizde<br />

canlandırabiliyorsunuz.<br />

Senelerdir yapımcılar Melih Müren’in kitaplarını film yapmak için<br />

yazarın kapısını aşındırıyorlar. Müren bu konuda oldukça katı.<br />

Kitapları arasında en sevdiklerini kendisi filme çekeceğini söylüyor.<br />

Bunun için henüz erkenmiş. Kendisini henüz hazır hissetmiyormuş.<br />

Yazdığı kitapların çoğundan hoşlanmıyor. Bunların filme uyarlanmayı<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 46


semihsuren.com<br />

hak etmediğini düşünüyor. Sevmediği bu kitapları kendisine müthiş<br />

bir gelir getirmiyor olsa tereddüt etmeden yeryüzünden silebileceğini<br />

söylüyor.<br />

Melih Müren’in yaşamı iki ana mekanda geçiyor.<br />

Kentin en güzel yerlerinden birindeki dubleks apartman katında<br />

karısı ve iki kızıyla birlikte yaşıyor. Bu sıcak aile evi kendisiyle<br />

yapılan röportajların bir kısmına mekan oluyor. İstisnasız bütün<br />

röportajlarda evde tek bir kitap bile olmadığı vurgulanıyor ve Melih<br />

Müren kitap okumayan, evine kitap sokmayan bir yazar olarak<br />

eleştiriliyor.<br />

2000 yılında şehrin dışında ultra lüks, modern, fütüristik, tamamı<br />

cam cepheli yuvarlak bir yapı inşa ettirdi. Binaya bir isim vermek<br />

istiyordu. Kişisel web sitesi melihmuren.com’da katılımcıların sınırsız<br />

şık ekleyebileceği ve eklenen şıkları oylayabileceği açık bir anket<br />

başlattı. Anketin biteceği tarihi bir sene sonrası olarak belirledi. Bir<br />

sene sonra, 17.093 şık arasından ‘N’apıyon La’ 8.732.117 oyun %<br />

38’ini alarak birinci oldu. Altı milyon Türk lirasına mal olan o<br />

güzelim binanın ismi, Erzincanlı bir ortaokul öğrencisinin ankete<br />

eklediği bu şık sayesinde bu ismi aldı. Türk halkı gerçekten her şeyle<br />

dalga geçmeyi, her şeyde eğlence aramayı seven bir millet. İkinci<br />

gelen şıka bakın: ‘Kızlar kesin ağlamayı / Verin çalam bağlamayı’ Ya<br />

üçünsüne ne demeli: ‘Vi ar dı çempiyıns may firends nım nım nım’<br />

Bazen melihmuren.com’u açıp yarışmada ilk elliye giren şıkları<br />

okuyup gülmekten sandalyeden düşüyorum.<br />

Dev bir şeffaf karpuza benzettiğim N’apıyon La binasında Melih<br />

Müren’in kitaplarının çevirmenleri yaşıyor. Yabancı dil bilen Türkler,<br />

Türkçe bilen yabancılar. Melih Müren N’apıyon La’da yaşayacak<br />

çevirmenleri çeviri yapılacak dile olan hakimiyetlerine göre seçmiyor.<br />

Buradaki çevirmenlerin çevirilerini Melih Müren daha sonradan<br />

uzman çevirmenlere redakte ettiriyor. Sonrasında çeviriler baskıya<br />

veriliyor ve dünyanın ilgili yerlerinde kitabevlerinde yerini alıyor.<br />

Melih Müren’in çevirmeni olup, N’apıyon La’ya yerleşebilmeniz<br />

için şu on bir özellikten olabildiğince çoğuna sahip olmanız gerekiyor:<br />

(Listeyi Melih Müren kendisi hazırlamıştır. Tek bir harfine<br />

dokunmadan web sitesinden aynen alıyorum.)<br />

1) Büyük hızla çeviri yapabilmek. Burada kastettiğim<br />

divxplanet.com’daki altyazı çevirmenleri kadar hızlı olabilmek.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 47


semihsuren.com<br />

Basit yazıyorum. Bu hızı beklemem doğal. Ben dört sayfalık bir<br />

kitap bölümünü bir buçuk saatte yazıyorsam, çevirmenim o dört<br />

sayfayı bir saatte çevirebilmeli.<br />

2) Güzel PES (Pro Evolution Soccer) oynayabilmek. Sahaya her<br />

zaman 4-2-3-1 dizilişiyle çıkar, genelde küçük takımlar yönetir,<br />

katı savunma yaparım. Oyunun Mourinho’suyum. Ona göre.<br />

Beni yenebilenin başımın üzerinde yeri var.<br />

3) Film ve dizi manyağı olmak. Film ve dizi izlemekten sıkılmamak.<br />

Binada iki tane sinema odamız var. Biri benim, biri sizin. Film ve<br />

dizi izlemeye doyamam, siz de doyamayın isterim. Zevklerimiz<br />

benzeşirse şanslısınız.<br />

4) Eğlenceli biri olmak. Burada eğlence derken saçmalamaktan<br />

bahsetmiyorum. Bazıları saçmalıklar yapıp eğlendiğini<br />

zannedebiliyor. Eğlenceli biri olmaktan kastım, yanında vaktin<br />

nasıl geçtiğini anlamayacağımız bir insan olmak.<br />

5) Açık fikirli olmak. Burada hepimiz yaratıcı insanlarız. Bir şeyler<br />

yaratıyor ve bunu dünyayla paylaşıyoruz. Burada sınırları<br />

olmayan insanlar isterim. Anlayan anlamıştır.<br />

6) Güzel görünmek, çekici olmak. Bunu yazınca kendimi biraz<br />

Adnan Hoca gibi hissetmedim değil :) Şaka bir yana, bunlar<br />

sağlık ve mutluluk için önemli. Depresif, kendine güvensiz,<br />

bedeninden utanan, çekinen tipleri sevmem. Bedenine söz<br />

geçirebilen bir insan hayatta pek çok şeyi çekip çevirebilir.<br />

7) Özel yetenek. En az bir şeyde özel bir yeteneğiniz ve<br />

potansiyeliniz olmalı. Resim, müzik, edebiyat. Sanat olması<br />

gerekmiyor. Spor, dans, bilim, ne bileyim. Demek istediğim bir<br />

konuda sizde ışık göreyim, size sponsor olayım, dünyaya açılın<br />

isterim. Buranın bir akademi yönü de olur böylece.<br />

8) Hayalperestlikle beslenen sonsuz bir özgüven sahibi olup bunu<br />

çaktırmamak. Ne demek istiyorum? Çok çok büyük bir<br />

potansiyele sahip olduğunuza inanıyorsunuz. Kendinize<br />

inanılmaz yüksek hedefler koyuyorsunuz. Kendinize feci<br />

güveniyorsunuz. Ama çevrenizdeki insanların sizi deli<br />

sanmaması için bunlardan kimseye söz etmiyorsunuz. Sürekli<br />

eylemde bulunarak, ağır ağır ama sağlam biçimde hedefinize<br />

yaklaşıyorsunuz. Örneğin dünyada şu an hayatta olan en zeki beş<br />

insandan biri olduğunuza inanıp, önünüzdeki on yıl içerisinde<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 48


semihsuren.com<br />

yeteneklerinizle yüzyılımızın akışını değiştirebilecek şeyler<br />

yapmaya çabalıyor olabilirsiniz.<br />

9) Uykudan nefret etmek. Çocukluğumdan beri dört saatten fazla<br />

uyuyamam. Haftanın bazı günleri hiç uykum gelmez. Uyku denen<br />

şey bana uğramıyor. O dört saati de kendimi zorlayarak yatakta<br />

geçiriyorum. Belki bu dört saatin ikisinde uyuyabiliyorum. Bunu<br />

da hastalanmayayım, ölmeyeyim diye yapıyorum. Doktor<br />

dostlarım beni tersine ikna etmeseydi başıma buyruk davranıp<br />

yatağıma hiç uğramazdım. Uykuyu seven insanlardan<br />

hoşlanmam. Erken yapılan kahvaltılarda akşam yemeklerinde<br />

olduğu gibi herkesi masada isterim.<br />

10) Hiperaktif olmak. Benim gibi. Miskin ve hareketsiz insanlarla bir<br />

arada bulunmaktan hoşlanmıyorum. Ne bileyim gecenin bir<br />

yarısı on kilometre koşasım veya helikopterle şehrin üzerinde<br />

gezesim gelirse yanıma adam isterim. Canımın ne zaman ne<br />

isteyeceği hiç belli olmaz. Olmayacak anlarda aksiyon isteğim<br />

açığa çıkabilir.<br />

11) Hiç sıkılmamak. Benim canım hiç sıkılmaz, sizinki de sıkılmasın<br />

isterim. Yapacak o kadar çok şey var ki. Canınız bir şeyden<br />

sıkılınca hemen başka bir şeyle ilgilenmeye başlamalısınız.<br />

Son kırk sekiz saatte yaşadıklarıma inanamıyorum. Nazan Hanım<br />

çok âlem bir kadın. Aynı zamanda çok ama çok gizemli bir kadın.<br />

Altan’la şaşkınlık içerisindeyiz. Kendimize gelemiyoruz. İstanbul’a<br />

daha bu sabah vardık. Kente vardıktan iki saat sonra Melih Müren<br />

bizimle mülakat gerçekleştirdi. Mülakatın sonunda üçümüz Melih<br />

Müren’in Gürcüce, Ukraynaca ve Tayca çevirmenleri olarak N’apıyon<br />

La binasına kabul edildik.<br />

Bu nasıl oldu? Anlam veremiyoruz. Nazan Hanım bu konuda soru<br />

sormamızı yasakladı. Çevirmen olarak atandığımız bu dillerden tek<br />

kelime bilmiyoruz. Melih Müren’in çevirmen adayları için hazırladığı<br />

nitelik listesinin maddelerinin neredeyse hiçbirini karşıladığımızı<br />

düşünmüyorum. Duyduğum heyecandan ve olan bitene anlam<br />

verememekten çıldırma noktasına geldim diyebilirim. Sanırım olayları<br />

akışına bırakmaktan ve Nazan Hanım’ın sözünden çıkmamaktan<br />

başka çare yok.<br />

İstiklal’de bir kafedeyiz şimdi. Portakal suyu içiyoruz. Gün boyu<br />

alışveriş yapacağız, geceye doğru N’apıyon La’ya yerleşmiş olacağız.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 49


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON ÜÇ<br />

GERİLİM<br />

(Esma)<br />

Telefonda geçen gece Sıtkı’yla ne konuştular bilmiyorum, ama o<br />

telefondan sonra Atilla değişti. Gecelerdir uyumuyor. Ağzına lokma<br />

koymuyor. Midesinin yandığını söyleyip duruyor. Sürekli su içiyor.<br />

Sudan başka hiçbir şey geçmiyor boğazından.<br />

Yanımda oturuyor şu an. Gözleri kan çanağı gibi. Yüzü asık.<br />

Taksideyiz. Taksideki dijital saat doğruysa saat ikiyi yirmi geçiyor.<br />

Gecenin bir yarısı. Yağmur çiseliyor. Sokaklarda kimseler yok. Melih<br />

Müren’in oturduğu semte gidiyoruz.<br />

Atilla kanlı eylemi şu önümüzdeki birkaç gün içinde<br />

gerçekleştirmek zorunda. Takvimi biraz öne almışlar. Atilla’nın<br />

morali biraz da para işlerine bozuk. Buraya gelirken cebine fazla para<br />

koymamışlar. Ne olduğunu anlayamadığım bir pürüz çıkmış. Para<br />

gönderemiyorlarmış. Elimizde ne varsa onunla idare etmeliymişiz. Bir<br />

haftaya kalmaz takviye yapacaklarmış. Son paramızın büyük kısmını<br />

taksiye vereceğiz şimdi. Melih Müren’nin yaşadığı apartmanı bulup,<br />

civarda kısa bir keşif yapacağız. Eve otobüslerle döneceğiz. Umarım<br />

sabaha kadar sokaklarda beklemek zorunda kalmayız.<br />

“Işıklarda inebilir miyiz?” diyorum taksiciye.<br />

Taksimetrede yazan ücreti ödüyorum. Taksici para üstünü verdikten<br />

sonra bagajdaki katlı tekerlekli iskemlemi getirmek için iniyor. Refik<br />

Atilla da onunla birlikte iniyor, aracın arkasından dolanıyor, benim<br />

kapımı açıp indiriyor beni. Tekerlekli iskemlemi kaldırıma<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 50


semihsuren.com<br />

çıkarıyorlar, beni yavaşça üzerine oturtuyorlar. Taksici aracına atlayıp<br />

gidiyor. Refik Atilla beni kaldırım boyunca sürmeye başlıyor.<br />

“Silahını yanına almadın değil mi?”<br />

“Aldım. Belimde.”<br />

“Neden ama?”<br />

“Bilmiyorum. Almam gerektiğini hissettim.”<br />

“Ver istersen şu alt bölmede saklayalım.”<br />

“Yok, iyi böyle.”<br />

Islanıyoruz. Daha önceden buralara gelmiştim. Apartmanın nerede<br />

olduğunu bildiğimi sanıyorum. Taksiden ineli yirmi dakika geçmiş.<br />

Az önce geçtiğimiz aynı sokağa tekrar girmek üzereyiz.<br />

“Geçtik buradan,” diyor Atilla.<br />

“Farkındayım. Hava karanlık olduğu için karıştırdım buraları.”<br />

Yağmur kesiliyor. Bir saat kadar dolanıyoruz oralarda. Sonra bir<br />

ağacı tanıyorum. Ağaçtan apartmana doğru olan güzergahı<br />

hatırlamaya çalışıyorum. Çok geçmeden Melih Müren’in yaşadığı<br />

apartmanı buluyoruz. Apartmanın mermer kaplı geniş bir girişi var.<br />

Atilla tekerlekli iskemlemi geri geri çekerek beni mermer zemine<br />

çıkarıyor. Hareket sensörlü ışık bizi algılayınca çıt edip yanıyor. Refik<br />

Atilla duvardaki zillere yaklaşıyor. Apartmanın bu olduğuna emin<br />

olmak için zillere bakmak istiyor. Melih Müren’in veya karısının<br />

isminin orada yazılı olacağına ihtimal vermiyorum.<br />

Sıtkı her nasılsa Melih Müren’in karısı ve küçük kızının birkaç<br />

günlüğüne yurt dışında olacaklarını öğrenmiş. Büyük kızı ise bir<br />

süredir arkadaşlarıyla başka bir evde yaşıyormuş. Eğer Melih Müren<br />

şehir dışındaki, çevirmenlerinin yaşadığı yuvarlak bina yerine burada<br />

yalnız kalmayı tercih ederse Atilla’nın işi gayet kolay olacak.<br />

“Abla Müren soyadı yok burada. Zillerin hepsinde isim yazılı.”<br />

“Belki takma ad yazılıdır. Veya zilleri yoktur burada.”<br />

“Emin misin bu apartman olduğundan?”<br />

Eminim, evet. O esnada apartmanın giriş kapısının kalın mozaik<br />

camının ardında büyüyen bir gölgenin kımıldandığını görüyoruz.<br />

“Birisi geliyor abla,” diyor Atilla. “Ne diyeceğiz? Benim burada<br />

görülmem hiç iyi olmayacak.”<br />

“Kamera vardır zaten buralarda. Bunu da salak kafam şimdi akıl<br />

ediyor. Aptallık ettik. Uzaktan apartmanı şöyle bir gösterecektim,<br />

gidecektik. Saçmaladık resmen.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 51


semihsuren.com<br />

Apartmanın içinden kapıya doğru yaklaşan kişinin silueti iyice<br />

büyüyor. Kapı içeri doğru çekilerek açılıyor. Soluğumu tutuyorum.<br />

O an hiç olmayacak bir şey oluyor.<br />

Apartmandan çıkan kişi Melih Müren.<br />

Kalbim telaşla çarpmaya başlıyor. Sandım ki Atilla hemen silahını<br />

çıkaracak, adama dan dan dan ateş edecek. Ama Atilla’nın ödü<br />

kopmuş gibi bir hali var. Sanırım üzerine aniden bir tutukluk geldi.<br />

Melih Müren kapıyı tutuyor, bekliyor.<br />

“Girecek misiniz? Buyurun,” diyor kibarca.<br />

Bozuntuya vermeden gözlerimle teşekkür eder gibi gülümsüyorum.<br />

Atilla’nın yapması gereken tekerlekli iskemlemin arkasına geçip beni<br />

apartmanın içine doğru sürmek. Ama geri zekalı Atilla öylece sap gibi<br />

duruyor, kımıldamıyor.<br />

“Birine geldiniz sanırım,” diyor Melih Müren. “Uyuyorlarsa<br />

duymamışlardır. Tekrar basın zile.”<br />

Bunu Atilla’ya bakarak söyledi. Yapacak bir şey yok. Atilla zillerin<br />

birisine basacak. Ya da silahını kullanmasının tam vakti. Silah<br />

susturuculu. Etrafta kimseler yok. Silahı evde görmüştüm. Silahın<br />

belinde olduğunu söylemişti. Susturucusu takılı şekilde belinde<br />

olamazdı. Susturucu montunun cebinde olmalıydı. Atilla’nın yerinde<br />

olsaydım silahı Melih’e doğrultur, onu apartmanın içine sokar, birkaç<br />

metre uzağa gerilemesini söylerdim. Sonra silahı ona doğrultmayı<br />

sürdürürken susturucuyu takmaya çalışırdım. Sonra da cıv cıv diye<br />

göğsüne doğru iki el ateş ederdim. Sonra yere düşen bedeninin başına<br />

gider, ne olur ne olmaz diye bir tane de kafasına sıkardım. Ben olsam<br />

bunu yapardım. Peki Atilla ne yapacak? Mal gibi bekliyor öyle.<br />

Gebertesim geldi çocuğu.<br />

Melih Müren bir an dudağını ısırıp boş bakıyor. Kafasında bir şey<br />

kuruyor anlaşılan.<br />

“Siz ıslanmışsınız,” diyor. “Bu saatte kime geldiyseniz, anlaşılan<br />

geleceğinizi unutmuş. Bakın ne yapalım? İnsanları uyandırmayalım.<br />

Gelin böyle. Delikanlı hanımefendiyi içeriye iter misin?”<br />

Atilla bana bakıyor. Ardından arkama geçiyor. Beni apartmanın<br />

içine itiyor. Adamı oracıkta vuracak diye korkuyorum. Apartmanın<br />

içinde feci bir gürültü çıkardı.<br />

“Şimdi sizinle benim evime çıkacağız. Apartman uyanana kadar<br />

sizi misafir edeceğim. Birlikte kahvaltı ederiz, sonra tanıdığınızın<br />

dairesine inersiniz.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 52


semihsuren.com<br />

Atilla beni itmiyor. Garip bir şekilde duruyoruz. Başımı çevirip<br />

bakıyorum. Atilla’nın yüzü anlaşılmaz bir hal almış.<br />

Melih Müren ona yaklaşıyor. Elini omuzlarına koyup onu kenara<br />

çekiyor. Tekerlekli iskemlemi asansörlere doğru itmeye başlıyor.<br />

“Delikanlı uykusuz görünüyor,” diyor bana asansörde. Dediklerini<br />

yanımızda dikilen Atilla da duyuyor. “Hiç konuşmaz mısınız? Hem<br />

korkmuş bir haliniz var. Birinden mi kaçıyordunuz yoksa? Heh he :)”<br />

Asansör duruyor. Melih Müren tekerlekli iskemlemi koridora<br />

çıkarırken Atilla asansörün kapısını tutuyor. Melih beni dairesinin<br />

kapısına doğru ıslık çalarak sürüyor. Anahtarla kapıyı açarken<br />

Atilla’nın ayakkabılarını çıkarıyor olduğunu görüp çıkarmamasını<br />

söylüyor. İçeri giriyoruz. İçerisi aydınlık. Evin bütün ışıkları yanıyor.<br />

“Hoş geldiniz,” diyor sevecen bir şekilde. “Uyumuyordum bu gece.<br />

Shameless dizisini izliyordum. Akşamdan beri izliyorum. Kızım<br />

indirmiş ilk sezonunu. Bir hanım arkadaşım var. Uyuyor içeride. Fazla<br />

ses çıkarmayalım o yüzden. Demin de açık bir büfeden çikolata<br />

almaya çıkmıştım. Canım birden bitter çikolata çekti. Siz rahatınıza<br />

bakın. Ben hemen gidip gelirim. Siz ne istersiniz? Size ne alayım?”<br />

Hızlıca düşünüyorum. Melih bizden şüphelenmiş olmalı. Büfeye<br />

değil karakola gidecek bana kalırsa. Atilla’nın yapması gereken<br />

lavabonun yerini sormak, lavaboda susturucuyu takmak, dönüp herifi<br />

alnının ortasından vurmak. Ama hayır, delireceğim! Çocuk<br />

salaklaşmış gibi hiçbir şey yapmadan öküz gibi duruyor! Öf ya! Evde<br />

biri daha varmış! Uyanırsa onu da öldürmeli!<br />

Melih Müren bizi oturma salonuna geçiriyor. Hemen döneceğini<br />

söyleyip çıkıyor. Atilla o gittikten sonra bile kendine gelemiyor.<br />

Koltuğun birine çöküyor kalıyor. Çok merak ediyorum ne düşünüyor<br />

acaba? Dangalak şey!<br />

Tekerlekli iskemleyi dış kapıya doğru sürüyorum. Melih kapıyı<br />

üzerimize kilitlemiştir diye düşünüyorum ama kilitlememiş. Atilla’nın<br />

yanına dönüyorum.<br />

“Kardeşim ne bekliyorsun? Çıkarsana silahını.”<br />

Belinden çıkarıyor silahı. Susturucusunu takıyor.<br />

“Sende bir haller var,” diyorum. “Uykusuzluk başına vurmuş.<br />

Vuramayacaksan bana ver.”<br />

Elimi uzatıyorum. Vermiyor silahı. Gidip yüzünü yıkamasını,<br />

evdeki uyuyan kadını kontrol etmesini, uyanırsa onu vurmasını<br />

istiyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 53


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON DÖRT<br />

YAĞMURLA GELEN YABANCILAR<br />

(Derya)<br />

Yağmur iki gündür aralıksız yağıyor. Sanırsın Marmara Denizi’ni<br />

yukarı almışlar üzerimize geri döküyorlar.<br />

Aramıza üç kişi daha katıldı. Danua cinsi o kocaman köpeği de<br />

sayacaksak dört kişi. Melih’in kitaplarını Ukraynacaya, Taycaya ve<br />

Gürcüceye çevirecekler. Melih onlara bir ayrıcalık tanımış. Şimdilik<br />

bizler gibi güncel çeviri yapmayacaklar. Melih yazmakta olduğu<br />

kitaba her gün bir veya iki bölüm ekler, bizler de o bölümleri aynı gün<br />

çeviririz. Bu yalnızca iki saatimizi alır. Kalan vakitlerde ise Melih’in<br />

eski kitaplarını çeviririz. Melih kitabını en geç yirmi gün içerisinde<br />

bitirmiş olur. Bu tabii ortalama süre. Bazen ay boyunca sadece birer<br />

bölüm yazar. Bazı günler ise canı yazmaktan başka hiçbir şey istemez<br />

ve yazdığı kitaba dört beş bölüm birden ekleyebilir. Melih kitabını<br />

bitirdiğinde bizler de çevirilerini bitirmiş oluruz. Daha sonra<br />

çevirilerimiz denetlenir ve basılır. Aramıza yeni katılan üç çevirmen<br />

başlarda böyle çalışmayacak. Melih’in seçtiği bazı eski kitapları<br />

çevirecekler ve çevirileri her kitap bittiğinde değil, sonradan toplu<br />

olarak kontrole gönderilecekmiş.<br />

Benim yaşlarımda olan Altan ve Özgür’ü biraz çekingen buldum.<br />

Nazan Hanım ise sohbeti inanılmaz keyifli, müthiş hareketli,<br />

güleryüzlü, neşeli, pozitif bir insan. Melih bize onları bu sabah<br />

kahvaltıda tanıştırdı. N’apıyon La isimli binamıza gece yarısına doğru,<br />

herkes toplu olarak sinema salonundayken yerleşmişler. Kahvaltılarda<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 54


semihsuren.com<br />

ve akşam yemeklerinde hep birlikte masada oluruz. Ama öğle<br />

yemeklerinde çevirmenler yalnız olmakta ve diledikleri vakitte<br />

yemekte serbestler. Üçlüyle şahsen tanışma fırsatını öğle vakti<br />

buldum. Onlara soğuk sandviç hazırladım. Uppsala isimli dev köpeğe<br />

ise akşamki sofradan kalan tavuk kemiklerini ve diğer yemek<br />

artıklarını bulup verdim.<br />

Altan ve Özgür, N’apıyon La’daki ilk günlerini genelde erkek<br />

çevirmenler arasında sosyalleşerek geçirdiler. Ben de Nazan Hanımı<br />

kızlarla kaynaştırdım. Abartmayı seviyor Nazan Hanım. Ama arada<br />

öyle detaylara giriyor ki, bu kadar olmaz diyoruz, aslında<br />

abartmadığını, söylediklerinin gerçek olabileceğini düşünüyoruz.<br />

İsveç asıllıymış, yüz yaşındaymış, sekiz defa evlenmiş. Dilinden<br />

düşürmediği ikinci eşi Atilla Sunay Bey’i Amerikan dizilerinden<br />

fırlamış gizemli adamlara benzeterek anlatıyor.<br />

Akşam Melih’te kalacağım. O yüzden bu akşam yemeğinde ikimiz<br />

buradaki kalabalık ve eğlenceli masada olmayacağız. Melih’le Çin<br />

yemeği yiyeceğiz, söz verdi. Meral Hanım ve Melike kısa bir Avrupa<br />

kaçamağı istemişler. Melih onları bir haftalığına gönderdi. Melih’le<br />

olan ilişkimin gizlisi saklısı yok. Gerçi sık görüştüğümüz söylenemez<br />

ama Meral Hanım’la aramızda bir gerginlik yaşanmadı. Onların tuhaf<br />

bir evliliği, alışılmadık bir aile yaşamı var. Dördü de birbirinden ilginç<br />

ve örneklerine rastlanmayan enteresan insanlar. Mürenler aile değil<br />

bana kalırsa, onlar başlı başına bir gezegen.<br />

Melih önceki hafta yeni bir kitaba başladı. Kitabın ismi 70..<br />

Yetmişinci. Ama rakamla. Alkoloidler üzerinde çalışan Alman<br />

kimyager Hermann Emil Lothar’ın sıkıcı hikayesi. Hikaye 1920’lerde<br />

geçtiği için atmosferinden pek zevk almadım. Bugün kitaba sadece bir<br />

bölüm ekledi. On dördüncü bölüm. Bölümün ismini Yağmurla Gelen<br />

Yabancılar koymuş. Kendisini kır evine kapatıp çalışmalarına<br />

gömülen, aylardır insan yüzü görmeyen Profesör Lothar’ın kapısı gece<br />

yarısı aniden çalınır. Gelenler yağmurdan sırılsıklam olmuş iki kız<br />

çocuğudur. Melih bu bölümde sık paragraf başı yaptığı ve karakterleri<br />

iki sayfa boyunca konuşturduğu için dört sayfayı hızla Portekizceye<br />

çevirmem yalnızca otuz altı dakikamı aldı.<br />

Avrupa yakasında, yeni açılan, küçük ama oldukça şık ve klas bir<br />

restoranda akşam yemeğimizi yedikten sonra hemen eve geçtik.<br />

Shameless dizisini izlemeye başladık. Bir bölüm bitiyor, hemen bir<br />

diğerini başlatıyorduk.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 55


semihsuren.com<br />

Niye dakikası aklımda kalmış veya o esnada neden saate bakmışım<br />

bilmiyorum, 23:48 ve 00.34 arasında çılgınlar gibi iki defa seviştik.<br />

Melih ilkinde uysal ve şefkatli, ikincisinde ise tam bir hayvandı.<br />

Neyse, detaya gerek yok. Sonra bana bir uyku bastırdı. Diziyi<br />

izlemeye döndük ama gözümü açamıyordum.<br />

“Tatlım bana müsaade et, yatayım,” diyorum.<br />

Kalkıyor, kaslı kollarıyla beni kucağına alıp banyoya götürüyor. Ne<br />

kuvvetli, ne kondüsyonlu adam yahu. Hiç ellisinde demezsin. Soluğu<br />

bile kesilmiyor. Tamam, minyon sayılırım, ama çocuk gibi taşınacak<br />

kadar da hafif olduğumu sanmıyorum. Sol ayağını kaldırıp lavabonun<br />

yanındaki alafranga tuvaletin kapalı kapağının üzerine koyuyor.<br />

Belimi baldırının üzerine yatırıp sağ kolunu boşa alıyor. Şu an sol<br />

baldırı ve sol kolundan oluşan sert hamağın üzerindeyim. Sağ<br />

avucuyla su alıp ağzıma çarpıyor. Lavabonun kenarına koyduğu diş<br />

fırçasına macun sıkıyor. Macun tüpü açışını ve kapayışını<br />

görmelisiniz. Diş etlerime zarar vermemek için yumuşak hamlelerle<br />

ve dikkatle dişlerimi fırçalıyor. Gargara yapmam için avucuyla ağzıma<br />

su taşıyor. Ağzımı çalkaladıktan sonra başımı lavaboya uzatıp<br />

tükürüyorum. Çok keyifli. Sonra beni odaya götürüyor, sevgilim değil<br />

de babammış gibi davranarak beni şımartarak, masum masum öperek<br />

uyutuyor. Yerim ben onu.<br />

Hemen uyuyorum. Bir bağrışmaya uyanıyorum. Hâlâ gece. Evin<br />

içinde birileri bağrışıyor. İkisini de tanımıyorum. Melih nerede? Bana<br />

misafir geleceğinden bahsetmemişti.<br />

Tedirginlikte çıkıyorum yataktan. Kotumu giyiyorum. Seslere kulak<br />

kabartarak oturma salonuna doğru yürüyorum. Holün duvarına vuran<br />

gölgemden daha ben ortaya çıkmadan geldiğimi anlayıp susuyorlar.<br />

Yirmili yaşlarında kılıksız bir çocuk. Sakat bir kadın.<br />

Giysileri, saçları başları ıslak.<br />

“Merhaba,” diyorum çekinerek.<br />

“Merhaba ablacım,” diyor kadın bana yumuşak bir sesle. Sonra<br />

çocuğa dönüyor: “Gördün mü uyandırdık kızı!” diyor. “Ne vardı o<br />

kadar sesini yükseltecek!”<br />

Melih neredeydi? Bunu sormuyorum. Ama kadın cevaplıyor.<br />

“Melih Bey büfeye kadar gitti,” diyor. “Çikolata alıp gelecek.”<br />

Çocuk ayağa kalkıyor.<br />

“Biz gitsek aslında,” diyor.<br />

Kadın kaş göz ederek yeniden oturtuyor onu.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 56


semihsuren.com<br />

Açıklama beklediğimi düşünen kadın konuşuyor:<br />

“Hamza Abi’lere geldik biz. Geleceğimizi unutmuş sanırım. Ziline<br />

basıyorduk aşağıda. Açmıyorlardı. Melih Bey o sıra büfeye<br />

gidiyormuş. Hamza Abi’yi uyandırmamamızı söyledi, bizi buraya<br />

çıkardı, kahvaltıya davet etti. Kahvaltıdan sonra ineceğiz aşağıya.”<br />

“Anladım,” diyorum. “Üzeriniz ıslanmış. Üşüyeceksiniz.”<br />

Klimanın kumandasını arıyorum. Açıyorum klimayı. Onlara filtre<br />

kahve hazırlamak için mutfağa gidiyorum. Aralarında fısır fısır<br />

konuşuyorlar, duyuyorum. Ne konuşuyorlar, anlayamıyorum. Kahveyi<br />

bol yapayım, Melih de içer diye düşünüyorum. Suyun kaynamasını<br />

beklerken Melih’in açık olan netbookunu yanıma alıyorum. İnternete<br />

girip güneş doğuş saatine bakıyorum. Hava bir buçuk saate<br />

aydınlanacakmış. Kahve muhtemelen kahvaltı kahvesi olacak.<br />

Melih büfeden salam, kaşar peyniri ve dilimlenmiş tost ekmeği de<br />

almış. Kadınla çocuk içeride otururken Melih’le kahvaltı hazırlıyoruz.<br />

Melih neşeli. Bütün gece ayakta olmasına karşın hiç de uykusuz<br />

görünmüyor. Her zaman böyledir. Gecelerce uyumayıp gözlerinin bile<br />

kızarmadığı olur. Arada içeri geçerek onlarla sohbet edip dönüyor.<br />

Bizi beklerken televizyonda Sezer İnanoğlu’nun yirmili yaşlardaki<br />

halinin ve Fulden Uras’ın gençliğinin oynadığı kalitesiz bir eski Türk<br />

filmine bakıyorlar. Sesi bayağı açmışlar. Filmin basit repliklerini<br />

mutfaktan duyuyoruz.<br />

“Bir şeyler tartışıyorlar,” diyor Melih. “O yüzden bu kadar açtılar<br />

sesi. Bak, bak, duyuyor musun?”<br />

“Bir alıp veremedikleri var,” diyorum. “Onların sesine uyandım.<br />

Bağrışıyorlardı. Hamza diye birine gelmişler. ‘Hamza Abi’ diyordu.”<br />

“Bir gariplik olduğunu anlamıştım. Apartmanda Hamza yok.”<br />

“Korkuyorum Melih.”<br />

“Öf! Sen de ne sütsün! Ne güzel heyecan oluyor bize. Dur bakalım<br />

boğazımızı mı kesecekler, bizi poşetle mi boğacaklar.”<br />

“Ya of ya! Salak salak konuşma! Gerçekten korkuyorum.”<br />

Korktuğum kadar varmış.<br />

Kahvaltı ederken çocuk silah çıkardı. Bizi göğsümüzden vurdu. Ben<br />

sandalyemden devrildikten sonra başımı arkadaki vitrine vurup<br />

bayılmışım. Melih ise vücuduna isabet eden kurşunların kavurucu<br />

acısına direnip ustalıkla ölü rolü yapmış. Söylediğine göre gitmeden<br />

önce ne olur ne olmaz diye kafalarımıza birer tane daha sıkıp<br />

sıkmamak için tartışmışlar.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 57


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON BEŞ<br />

HEDİYE<br />

(Melis)<br />

Arka kapağında hiçbir yazı olmayan, ön kapağı da resimsiz,<br />

üzerinde yalnızca yazarının ve isminin beyaz harflerle yazılı olduğu<br />

ince, koyu gri bir kitabım var.<br />

Kitabı dün satın aldım.<br />

Basit anlatımlı, çocuksu, güzeldi.<br />

Bir çırpıda okudum.<br />

Hayatımda bir defa bile okuduğum kitabı yarım bırakmadım.<br />

Okuma manyağıyımdır. Tuvalette bile kitap okuyan tipler olur ya,<br />

onlardanım işte. Yalnız, ben tuvalette kitap değil, sözlük, ansiklopedi,<br />

dergi falan okurum daha çok.<br />

Eğer bir kitaptan sıkılmışsam, sonunu zor getirmişsem, onu<br />

kütüphaneye bağışlarım. Ama sevmişsem kitabı, kıyamam ona hiç;<br />

kütüphanede belirsiz bir süre okunmayı beklemesini istemem. Kitabın<br />

üzerine sevimli bir not yazar, onu AVM masalarına, parktaki banklara,<br />

park etmiş arabaların üzerlerine bırakırım. Bazen apartmanlara girip<br />

posta kutularına bıraktığım da olur, alçak balkonlara fırlattığım da.<br />

İstiyorum ki birisi alsın hemen okusun.<br />

Sağa sola bıraktığım bu kitapları kim alacak diye bazen beklerim.<br />

Civardaki temizlik görevlileri alırsa, gidip kibarca uyarırım, kitabı<br />

yerine koyarlar, bir daha da başkası alana kadar ellemezler. Sevdiğim<br />

kitapların yeni sahiplerini uzaktan izlemek en büyük zevkimdir.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 58


semihsuren.com<br />

Bakın görüyor musunuz? Gri kitabım orada, karşıda. Otobüs<br />

durağındaki oturma yerinde.<br />

Deminden beri gözlüyorum. Kitabımın yanına dört insan oturdu<br />

ama hiçbiri onunla ilgilenmedi.<br />

Yağmur çiseliyor. Bir ağacın altındayım ama yine de saçlarım,<br />

kıyafetlerim ıslanıyor. Daha ne kadar bekleyeceğim? Alsa ya birisi.<br />

Kaldırımın aşağı ucundan birileri geliyor. Adamın biri tekerlekli<br />

sandalyedeki bir kadını itiyor.<br />

Tüh! Durağa oturmayacaklar.<br />

Onlar durağa varmadan otobüs önlerinde durdu.<br />

İzliyorum ikisini. Otobüsün orta kapısı açılıyor. Ayakta duran<br />

yolculardan bazıları yardım ediyor. Kadını içeri alıyorlar. Tekerlekli<br />

sandalye otobüse çıktıktan sonra biraz önce onu iten adam geri iniyor.<br />

Kadına el sallıyor. Otobüs gidiyor.<br />

Adamın yorgun ve bıkkın bir yüzü var. Arkamdaki parka bakıyor.<br />

Benim olduğum tarafa değil. Beni fark etmedi sanırım. Kitabı görse,<br />

alsa keşke. Islanıyorum. N’olurrr! Başka kimse yok etrafta.<br />

Hah hayt! Gördü kitabı! Tamamdır!<br />

Ve aldı kitabı. Önüne arkasına baktı. Kapak içine yazdığım notu<br />

görmedi. Çünkü kapağını açmadan kitabı paltosunun cebine<br />

sokuşturdu. Ama olmaz ki! Notumu okurken yüzünü görmem gerek.<br />

Parka doğru geliyor. Hayır, gidemem. Takip edeceğim onu.<br />

Yağmur çiseliyor diye açmamıştır kitabı.<br />

Beni fark etmesin diye hâlâ ağacın arkasına gizleniyorum.<br />

Aşağıdan parka giriyor. Peşinden gidiyorum.<br />

Parkta kimse yok. Tahterevalli, salıncaklar, kayacaklar boş ve ıslak.<br />

Sarmal kayacağa doğru ilerliyor adam. Merdiveni çıkıyor. Deli mi ne?<br />

Kayarsa üzeri ıslanır. Ha, anladım. Kayacağın başındaki o kulübe gibi<br />

yerin altına geçecek. Orada yağmur damlalarından korunarak<br />

inceleyecek kitabı.<br />

Başka bir ağaç buluyorum gizlenmek için. Çaprazdayım. Mesafe<br />

uzak sayılır. Bana sırtı dönük. Yüzünü görebilmem için bayağı<br />

yürüyüp başka bir pozisyon almam gerek.<br />

Başını çevirip etrafı süzüyor adam. Adam diyorum ama benim<br />

yaşlarımda falan. Öyle yorgun öyle solgun görünüyor ki, çocuk<br />

diyesim gelmiyor, adam diyorum.<br />

Öbür cebinden bir şeyler çıkarıyor. Bunları birbirine takıyor.<br />

Elindeki aletten çıkan sesi tanıyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 59


semihsuren.com<br />

Tıraş makinesi bu.<br />

Gözlerimin önünde tıraş oluyor. Başını çevirip etrafı gözlüyor.<br />

Sonra makineyi tekrar çalıştırıp devam ediyor.<br />

Anaa! Kafası iki dakikada asker kafası gibi oldu.<br />

Şimdi de sakallarına daldırıyor makineyi.<br />

Adamlığı madamlığı kalmadı işte. Tombul suratlı masum bir oğlan<br />

oldu. İyi de, niye güpegündüz parkın ortasında tıraş oluyor yahu bu?<br />

Melis, kızım, sen ufaktan tüysen iyi olacak ablacım. Valla bak. Deli<br />

falan bu kesin.<br />

Üzerindeki saçları, kılları temizliyor. Paltosunu çıkarıp silkeliyor.<br />

Demir zemindeki ve basamaklardaki saçları ayağının kenarıyla ıslak<br />

kumların üzerine itiyor.<br />

İniyor merdivenlerden. Makineyi tekrar cebine koyuyor. Beni<br />

görmese bari. İçimi nasıl bir merak sardı anlatamam. İki dakikada<br />

bambaşka biri oldu herif.<br />

Gidiyor. Diğer taraftan çıkıyor. Hâlâ omuzlarındaki kılları<br />

silkeliyor. Takip edeceğim. Bir şey var bunda. Feci meraklandım.<br />

Çatlarım öğrenmezsem.<br />

Takip ediyorum benim dazlağı.<br />

Bu yağmurda beni yürütüyor ya aşk olsun. Neyse iyi böyle iyi.<br />

Dolmuşa otobüse binerse yetişemem bakarsın. Şemsiyem geçende<br />

rüzgarda kırılmıştı. Üç beş gün yağmur yağmadı diye yeni şemsiye<br />

almak aklıma gelmedi.<br />

Kaldırım değiştiriyor bizimki. Ben de karşıya geçiyorum. Kaldırım<br />

kalabalık. O yüzden daha yakından takip edebiliyorum.<br />

İleride küçük bir kitapçı var. Oraya giriyor. Kitapçı küçük, içerisi<br />

kalabalık. Yağmurun dinmesini beklerken kitaplara göz atıyorlar. Ben<br />

de içeriye giriyorum. Çaktırmadan benimkine yaklaşıyorum.<br />

Dazlak çocuk kitabımı elinde tutuyor. Kasiyer kıza uzatıyor.<br />

“Buradan almıştım,” diyor. “Arkadaşıma hediye. Ama onda varmış<br />

aynısından.”<br />

“Başka bir kitap mı seçeceksiniz?” diye soruyor kız.<br />

“Yok, ben paramı geri alayım.”<br />

“Fişiniz yanınızda mı?”<br />

“Hayır.”<br />

“Tamam, beyefendi, bir saniye,” diyor kız, başka bir müşteriyle<br />

ilgileniyor. O müşteriyle işi bitince elindeki kitabı inceliyor. Kitabın<br />

kapağını açınca notumu görüyor. Okuyunca başlıyor kikirdemeye.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 60


semihsuren.com<br />

Bizimkine çaktırmadan çalışma arkadaşının yanına gidiyor, notu<br />

gösteriyor. Birlikte gülüyorlar. Bizimki huylanıyor.<br />

“Beyefendi, siz bu kitabı hediye almamışsınız,” diyor kız, kitabı<br />

geri uzatırken. “Bu kitap size hediye edilmiş.”<br />

“Nasıl?!” diyor çocuk.<br />

Dibindeyim. Kulağının üzerinde kesik kıllar görüyorum. Üzülmeye<br />

başlıyorum ona. Kim bilir nasıl utanıyordur şu an. Gözleri doldu<br />

baksanıza. Hiç parası yok demek ki. Yedi liralık kitabın iadesine<br />

muhtaç. İçim cız ediyor birden. Sonra, yok canım, diyorum kendime.<br />

Parasız adam bu soğukta kafasını kazır mı? Bunda bir numara var.<br />

Yok arkadaş. Sende bir gariplik var ve ben bunu çözeceğim.<br />

Çıkıyor kitapçıdan. Aynen ben de.<br />

“Bakar mısın?” diye sesleniyorum az ileride.<br />

Kitaptaki notumu okumaya dalmış, duymuyor.<br />

“Bakar mısın?” diyorum tekrar, omzuna dokunarak bu sefer.<br />

Dönüyor. Alnında, burnunda küçük küçük kıllar kalmış hep.<br />

“Kitabı iade almadıkları için üzüldün. İstersen ben satın alırım.<br />

Ama bir şartla alırım.”<br />

“Çok utandım içeride,” diyor mahçup gülümseyerek.<br />

“Gördüm,” diyorum. “Kulakların kızardı hemen.”<br />

“Cüzdanımı yanıma almayı unutmuşum. Bütün gece uyumadım.<br />

Kafam yerinde değil. Kitabı şu yukarıda, durakta buldum. Keşke bir<br />

kapağını açıp baksaydım. Yepyeni görünce. Ne bileyim. Yol parası<br />

lazım. Islanacağım yoksa.”<br />

“Tamam, ben alıyorum kitabı.”<br />

“Ne tuhaf,” diyor, kitabın sayfalarını hışırdatarak. “Bana hediye<br />

edilmiş. Garibime gitti.”<br />

“O kitap senin. Sana hediye edilmiş. Satın alacağım şimdi. Şartım<br />

da şu: Satın alıp onu sana tekrar hediye edeceğim.”<br />

Gözlerimin içine bakıyor. Kirpikleri, kaşları, gözleri güzel. Nedense<br />

öyle bir bakışakalıyoruz. Dudakları, dişleri güzel.<br />

İleride bir Popeyes tabelası görüyorum. Panini Gusto ısmarlamayı<br />

teklif ediyorum. Kabul ediyor. Siparişimizi alıp karşılıklı oturuyoruz.<br />

“Asker misin?” diye soruyorum kazınmış saçlarına bakarak.<br />

“Askerim,” diyor.<br />

Ayy, bu çok yalancı bir çocuk, çok.<br />

Ama çok da tatlı, çok çok şeker.<br />

Tombiş ya! Yanaklara bak şunun! Tam ısırmalık!<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 61


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON ALTI<br />

HUZURSUZLUK<br />

(Altan)<br />

Tay alfabesi karakterleri sinirimi bozmaya başladı. Kahvaltıdan bu<br />

yana uğraşıyorum. Nazan Hanım bize dün ne yapmamız gerektiğini<br />

gösterdi. Gayet basit. Bu yüzden de inanılmaz sıkıcı. Saatlerce<br />

bununla ilgilenmek moralimi bozdu.<br />

Yaptığımız şey çeviri değil. Ürettiğimiz şeyin denetlenmeyecek<br />

olması yüzünden rahatız. Önce Google Translate kullanarak yüzer<br />

kelimelik Türkçe metinler çevirdim, bunlara karşılık Taycada<br />

ortalama karakter sayıları edindim. Tek yapmam gereken Tayca<br />

herhangi bir web sitesindeki metinleri orantılı şekilde kesip biçerek,<br />

çevirdiğim Melih Müren kitabındaki sayfanın görümününe uyarlamak.<br />

Bölüm başlığı. Bölüm başlığı. İki kısa paragraf, bir uzun paragraf. İki<br />

kısa paragraf, bir uzun paragraf. Altı satırlık diyalog. Altı satırlık<br />

diyalog.<br />

Bu kadar basit. Kahvaltıdan bu yana uğraşıyorum ve birkaç saat<br />

içinde yetmiş yedi sayfa çakma çeviri yaptım. Ukraynaca<br />

çevirmenimiz Özgür benden biraz daha hızlı çıktı. Benden geç<br />

başlamasına rağmen bir kitabı bitirdi. Öyle kararlaştırdık. Kitapları bir<br />

günde bitireceğiz, sonra iki hafta yatacağız. Elbette yine çalışıyor<br />

görüneceğiz. Her gün belirli saatlerde odamızda, bilgisayarlarımızın<br />

başında olacağız. Ama en azından bu saçmalığa iki haftada bir vakit<br />

ayırmış olacağız.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 62


semihsuren.com<br />

Nazan Hanım’ı kahvaltıdan sonra görmedim. Kahvaltıda tatsızdı.<br />

Onu ilk defa neşesiz görüyorum. Bir şey canını sıkmış besbelli.<br />

“Altan ne zaman bitiriyorsun?” diyor Özgür. “Çıkıp turlayalım<br />

biraz. Yağmur havası iyi gelir. Açar bizi.”<br />

“Bir şey kalmadı. Yarım saat. Veya kırk dakika.”<br />

“Yarım saat kestireyim ben o zaman. Sabahın köründe kahvaltı diye<br />

tutturdular, uykum berbat oldu.”<br />

Kanepeye uzanıyor. Kollarını kavuşturuyor. Hemencecik dalıyor.<br />

Fena daralıyorum. Kitabın son kısımlarında biraz savsaklıyorum.<br />

Yirmi dakika sonra çeviriye nokta koyuyorum.<br />

Melih Müren’in bugün yazdığı bölümler yüklenmiş mi diye<br />

melihmuren.com’u kontrol ediyorum.<br />

Müren interaktif bir yazar.<br />

Bölümü yazıyor. Yazar yazmaz baştan okuyor, yazım hatası varsa<br />

düzeltiyor ve anında sıcağı sıcağına yazıyı sitesinde paylaşıyor. O an<br />

çevirmenler devreye giriyor ve birbirleriyle yarışırcasına bu yazıyı<br />

sorumlu oldukları dile çevirip sitenin subdomainine ekliyorlar.<br />

Müren’in bu yaklaşımı ve kitabı yakından takip eden okurları<br />

gelecek bölümler için, kitabın gidişatı için fikir önermeye teşvik<br />

etmesi başlarda oldukça yadırganmıştı.<br />

Sonradan bağımlılık yarattı. İnsanlar bu yazılara yaptıkları<br />

yorumlarla, Melih Müren’e gönderdikleri maillerle veya kendi<br />

sitelerinde ya da sosyal medyada paylaştıkları görüşleriyle hikayeye<br />

yön verebiliyorlar.<br />

Melih Müren yazmakta olduğu kitap için kendisine önerilen yeni<br />

karakterleri, olayları, sahneleri, satır arası reklam tekliflerini<br />

değerlendiriyor ve hoşuna giden bir şeye rastlarsa hikayesini<br />

yönlendiriyor.<br />

Saate bakıyorum. On dört kırk dört. Bir anormallik var. Normalde<br />

şu an melihmuren.com’daki novellanın on beşinci ve on altıncı<br />

bölümlerinin yayımlanmış, yabancı dillere çevrilmiş olması gerekirdi.<br />

Tembellik ettiği günlerde dahi Melih Müren bu saate kadar mutlaka<br />

bir bölüm yazmış olurdu.<br />

Hızlıca düşünüyorum. Kahvaltılara katıldığı söylenmişti. Sabah<br />

aramızda değildi. Hem o, hem de Portekizce çevirmeni, Derya. Acaba<br />

bir şey oldu, biz Özgür’le farkına varamadık mı? Nazan Hanım’ın<br />

durgunluğu Melih Müren yüzünden kaynaklanıyor olmasın!<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 63


semihsuren.com<br />

Özgür’e yaklaşıyorum. Yakışıklı yakışıklı uyuyor. Efendi uslu.<br />

Uyandırmıyorum, uyusun. Gece geç saatlere kadar kız arkadaşıyla<br />

konuştu. Sabah kahvaltıda gözlerini zor açıyordu.<br />

Bize ayrılan daireden çıkıyorum. Nazan Hanım’ın kapısını<br />

tıklatıyorum. Kapı aralık. İçeri giriyorum. Uppsala gelip bacaklarıma<br />

sürünüyor. Bir an korkuyorum ondan. İçim ürperiyor. Fakat bu his<br />

uzun sürmüyor. Hayvanın gözlerinde bir sıcaklık, bir güzellik var.<br />

Başını, gıdısını seviyorum.<br />

Tasmasının sapını bulup takıyorum. Onu bahçeye çıkarıyorum.<br />

Çimenler nefis kokuyor. Gökyüzünden yoğun gri bulut tabakaları<br />

birbirlerinin üzerine binerek geçiyorlar.<br />

Kendimi bir Yaşar Kemal romanının içindeymişim gibi<br />

hissediyorum. Kocaman ama sessiz ve uslu köpek. Birbirlerine<br />

yaslanan pamuk tarlası gibi ak bulutlar. Belli belirsiz çiseleyen, ipince,<br />

eğik eğik yağan yağmur. Islak çimen kokusu. Neme doymuş taptaze<br />

toprak kokusu.<br />

İleride sarı yağmurluk ve yeşil çizmeler giymiş siyahi bir kız<br />

çömelmiş, üzeri başı çamursu toprak olmuş. Zapzayıf bir şey. Kolları<br />

uzun, ince. Narin uzun boynu sütlü çikolata renginde.<br />

Bizi görüyor. Gülümsüyor.<br />

Çalışmayan yosunlu fıskiyenin etrafındaki bonsailerin topraklarını<br />

eşeliyor. Uppsala beni ona doğru çekiştiriyor. Neydi bu kızın adı ya?<br />

Hatırlayacağım, hatırlayamıyorum.<br />

“Oğlum dur gidiyoruz zaten, hayvanlaşma,” diye fısıldıyorum<br />

tasmasına asıldığım Uppsala’ya.<br />

Kızın saçları Fenerbahçeli Cristian Baroni’ninkiler gibi kabarık,<br />

posurmuş. Kaşları yok gibi. Ama var. Ama yok gibi, dediğim gibi :)<br />

Tatlı bir yüz. Dişleri iri, çok beyaz. Şey beyazı böyle… Imm…<br />

Porselen. Veya tasarruf ampulü beyazı. O da olur. Gözleri yeşil.<br />

Koyumsu bir yeşil. Ama gözlerinin akı sarımsı biraz. Fringe’teki<br />

Broyles var ya hani, aynı onun göz aklarına benziyor.<br />

Uppsala’nın başını seviyor. Hayvanı bunaltana, hırlatana kadar<br />

seviyor hızlıca.<br />

“Hi,” diyorum.<br />

“Türkçe biliyorum,” diyor.<br />

Doğru ya.<br />

“Olsun, ‘Hi’ yine de,” diyorum.<br />

Gülüyor.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 64


semihsuren.com<br />

“Need a hand?”<br />

“İngilizcem berbat,” diyor, Uppsala’nın boynunu öpüyor, köpek<br />

silkeleniyor.<br />

“Peki,” diyorum. “Siz ne çevirmeniydiniz?”<br />

“Hollandaca. Afrikaans. İkisi birden. Birbirine yakın diller. İkisi de<br />

ana dilim sayılır.”<br />

“Bir şey soracağım. Clarence Seedorf var ya. Futbolcu. O kendi<br />

dilinde Seedorf diye mi okunuyor Z ile mi? Peki Dirk Kuyt?”<br />

Gülümsüyor, cevap veriyor. Biraz sohbet ediyoruz. Uppsala’yı<br />

serbest bırakıyorum. Yanımızdan uzaklaşmıyor. Sanki anlıyormuş gibi<br />

burnunu uzatıp bonsailere bakıyor. İlk başta ısırır, mahveder diye<br />

telaşlanıyorum ama halinden öyle bir şey yapmayacağını anlıyorum.<br />

Konuyu Melih Müren’e getiriyorum. Derya öğleye doğru birkaç<br />

çevirmene mesaj atmış. Bugün gelmeyeceklerini, Melih Müren’in yazı<br />

yazmayacağını, serbest olduklarını yazmış.<br />

İleride, sanki uzayarak yağan yağmur perdesinin arasında Nazan<br />

Hanım’ı görüyorum. Buraya geliyor. Yüzü hâlâ neşeli değil.<br />

Uppsala’nın ona doğru sevinçle koşuşu bile yüzündeki durgun ifadeyi<br />

değiştirmiyor.<br />

“Nazan Hanım, ıslanacaksınız, üzerinize bir şey almamışsınız.”<br />

“Bilerek bunları giyindim. Islanayım diye. Düşündüm de ’91<br />

yılından beri yağmurda sırıksıklam olmamışım.”<br />

“Aman üşütmeyin de.”<br />

“Sizin odaya uğradım. Özgür bebekler gibi uyuyor.”<br />

“Uyuyamadı gece.”<br />

Nazan Hanım bana yaklaşıyor. Koluma giriyor. Bir şey söyleyecek<br />

sanırım. Bonsaileri inceliyormuşuz gibi yaparak Shandre’nin yanından<br />

konuşacaklarımız duyulmayacak kadar uzaklaşıyorum. Hatırlıyorum<br />

birden, kızın adı bu.<br />

Nazan Hanım, “Altan, oğlum, bilmen gereken bir şey var,” diyor.<br />

Yüzüm ciddileşiyor. Atilla’yla ilgili bir şey öğrenmiş olmalı.<br />

“Bu sabah Atilla Melih’le Derya’yı vurmuş,” diyor.<br />

Nefesim kesiliyor, kalbim korkunç hızla çarpıyor.<br />

“Yanında kötürüm bir kadın varmış. Kadın Atilla’yı kafalarına da<br />

sıksın diye zorlamış. Melih vurulunca kaskatı durup ölü taklidi<br />

yapmış. Derya kurşunu yer yemez bayılmış. İyilermiş. Yaralanmışlar<br />

sadece. Bazı şeyler anlatacağım sana. Biraz ıslanayım. İçeride<br />

anlatırım. Özgür’ün haberi olmayacak. Yoksa utanır, huzursuz olur.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 65


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON YEDİ<br />

CAM ŞIRINGA<br />

(Kurtuluş)<br />

Kapıyı açtığında karşısında beni görünce Azrail görmüş fani gibi<br />

ürperiyor Esma. Hiç değişmemiş.<br />

“Ne o? Hiç özlememişsin beni,” diyorum, içeri giriyorum.<br />

Seneler oldu yüz yüze bakmayalı.<br />

Neskafe ikram ediyor bana.<br />

“Esma sana ne dedik biz?” diyorum. Sinirden gözlerim batışıyor.<br />

Zaten uyumamışım kaç gündür. “Senin yapman gereken, çocuk<br />

Melih’i vurduktan sonra ona evini açmandı. Plan dışına çıktık<br />

istemeden, çocuğu biraz erken gönderdik. E be salak karı! Onu yalnız<br />

başına mı gönderdik sanıyorsun? Çocuk İstanbul’a adımını attığından<br />

beri izliyoruz sizi. Bu civarda ve Müren’in evinin oralarda adamlarımız<br />

var. Yedi yirmi dört gözlüyorlar etrafı.<br />

Çaprazda bir apartmandaydım dün gece. Çocuktan bir gün önce<br />

geldim buraya. Gece yarısı beni aradılar, o dediğim apartmana<br />

çağırdılar. Apartmana vardığımda ikiniz Melih’in evindeydiniz. Melih<br />

o kadınla mutfaktaydı. Sen çocukla televizyonun karşısındaydın.<br />

Söylesene neden evde durup çocuğu beklemedin de işimize karıştın?<br />

Apartman girişinde kamera var. Asansörde kamera var. Melih’in<br />

katında kamera var. Geri zekalı seni! Emniyet seni de arıyor şimdi.”<br />

“Dinle bir Kurtuluş!”<br />

“Dinliyorum, dinliyorum.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 66


semihsuren.com<br />

“Melih benim ilkokul arkadaşım. Evini biliyordum önceden.<br />

Oralardan geçmiştim. Sizin onu öldüreceğinizi öğrenince Atilla’ya<br />

yardım etmek istedim. Dün gece taksiyle oraya götürdüm onu.<br />

Niyetim uzaktan apartmanı göstermekti. Atilla evet biliyordu adresi<br />

ama kolayca bulsun diye göstereyim istedim. Bu tutturdu, zillere de<br />

bakmak istedi. Zillerin oraya gidene kadar apartmanda kamera<br />

olabileceğini akıl edemedim. Sonra birden Melih çıktı ortaya. Kem<br />

küm ettik. Birine geldiğimizi sandı. Bizi dairesine davet etti. Kime<br />

geldiyseniz uyandırmayın, biraz oturur kahvaltı ederiz, hava ışıyınca<br />

inersiniz diye. Kahvaltı edene kadar neden bekledik inan bilmiyorum.<br />

Evde misafiri var diye herhalde, ama bilmiyorum inan. Neyse<br />

kahvaltıda Atilla vurdu bunları. Sonra hemen gidelim istedi.<br />

Kafalarına birer tane daha sıksın diye direttim. Korkmuştu.<br />

Donakalmıştı. Yanlarına bile gidemedi. Sonra çıktık daireden hızla.”<br />

“İzliyordum sizi teleskopla. Arka odada tıraş oluyordum. Abi koş<br />

çocuk ateş etti dediler. Sonrasını izledim. Tartıştığınızı gördüm. Silahı<br />

çocuktan alıp kendin sıksaydın ya kafalarına birer tane daha.”<br />

“Kurtuluş yemin ederim aklımdan geçti. Ama cesaret edemedim.”<br />

“Çocuk şimdi nerede biliyor musun? Aradı mı seni?”<br />

“Dün sabah Melih’in dairesinden çıkınca ne yapacağımızı<br />

bilemedik. Uzaklaştık oradan. Bir saat yürüdük. Cebimizde çok az<br />

paramız vardı. Otobüsle dönmeye ancak yeterdi. Elimiz ayağımız<br />

tutmuyordu. Yağmur yağıyordu. Açık bir kahvehane görünce girdik,<br />

birer çay içtik, simit yedik.”<br />

“Dur, gerisini ben anlatayım. İzliyordum sizi arabadan. Çocuğa<br />

kasten az para verdik ki, ayağı sağa sola uzamasın, işine odaklansın<br />

diye. Neyse. Kahvede çok oyalandınız. İçeriye girip sizi<br />

tokatlamamak için zor tuttum kendimi. Çıktınız sonra dışarıya. İkinizi<br />

eve götürecek kadar para kalmamıştı herhalde cebinizde. Çocuk da<br />

hâlâ saçlı sakallı. Sizi oradan kaçırmamakla aptallık ettim. Ama<br />

açıkçası meraktan ölüyordum, ne bok yiyor bunlar böyle diye. Sonra<br />

seni bindirdi otobüse, gittin sen.”<br />

“Evet. Sonrasını bilmiyorum. Hiç olmazsa dilenirim, bir otobüs<br />

parası bulurum, gece olmadan eve dönerim, demişti bana.”<br />

“Dinle bak neler oldu, dinle. Seni otobüse bindirdiği durakta bir<br />

kitap buldu bu. Bize ömründe kitap okumadığını söylüyordu. Kitabı<br />

cebine sokuşturdu, karşıdaki parka girdi. Orada çocuk kayacaklarının<br />

tepesine çıktı, saçlarını sakallarını kazıdı. Gizlenmiş bunu izleyen bir<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 67


semihsuren.com<br />

kız gördük. Amacım saçını kazıdığı an çağırıp onu kaçırmaktı. Ama<br />

işte o kız olunca olmazdı. Bizim çocuklardan biri, abi, dedi, o kız<br />

Melih’in kızı. Baktım kıza, benzetemedim. Saçlarını boyatmış, saç<br />

şeklini değiştirmiş. Bir de tabii ilk kez canlı görüyorum. Hep<br />

fotoğraflarını görmüştüm. Oymuş meğersem. Melih’i izliyordu bizim<br />

çocuklar. Kızı hep görüyorlarmış onun yanında. Tanıdılar hemen.<br />

Neyse çocuk üzerini başını silkeledi, parktan ayrıldı. Melih’in kızı<br />

bunu takip ediyordu bizim gibi. Sinirim bozuldu. Sonra çocuk bir<br />

kitapçıya girdi. Kız da girdi. Çok durmadı çıktı bizimki. Kız da<br />

peşinden çıktı hemen. Sonra onu durdurdu. Konuşmaya başladılar.<br />

Çocuk Melih’in kızını tanımadı. Çünkü o da hep fotoğraflarını<br />

görmüştü. Kızın şu anki haliyle bizdeki fotoğraflarının alâkası yok.”<br />

“Yaa? Sonra?”<br />

“Sonrası ne? Yürüdüler konuşa konuşa. Bir yerde yemek yediler.<br />

Oradan çıkıp kalabalık bir pasaja girdiler. Yağmur olduğu için içerisi<br />

tıklım tıklımdı. İzlerini yitirdik. Pasajın üç çıkışına da adam<br />

gönderdim. Dört saat bekledik oralarda.”<br />

“Ya Atilla kızı tanıdıysa sonra?”<br />

“Orasını bilemem. Neden hâlâ buraya gelmedi acaba? Neden seni<br />

aramadı? Demek Melih senin çocukluktan arkadaşın?”<br />

“Evet.”<br />

“Tanımadı mı seni dün?”<br />

“Nereden tanıyacak? Kaç sene geçmiş. Tipimiz değişmiş.”<br />

“Kafalarına birer tane sıkmadınız diye ne oldu biliyor musun?”<br />

“Ölmediler deme?”<br />

“Siz oradan ayrılınca peşinize ben de aşağı indim çocuklarla. On<br />

dakika geçmemişti ki beni aradılar. Abi Melih kendine geldi, diye.<br />

Bizim çocuklara sizi izlemeye devam etmelerini söyledikten sonra ben<br />

taksiyle daireye geri döndüm. Teleskopun başına geçtim. Kadını<br />

kanepeye taşıyıp yatırmıştı Melih. Kadın kıpırdıyordu, kendinde<br />

değildi. Birine telefon etmiş. Ambulans çağırdığını sanmışlar. Ben de<br />

öyle düşündüm. Ama ambulans gelmedi. Apartmanın önünde bir<br />

araba durdu. İki kişi indi. Bu ikişi kişi üst kata çıkıp baygın kadını<br />

arabaya taşıdılar. Melih de onlarda birlikte arabaya bindi. Ambulans<br />

çağırmak yerine bir tanıdığından yardım istediğine göre olayın basına<br />

sızmasını istemiyor. Ama zannetmiyorum ki peşinizi bıraksın.”<br />

Bundan sonra konuşmuyorum. Esma bir şeyler söylüyor, oralı<br />

olmuyorum. Pencerenin kenarına gidiyorum. Tülü aralıyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 68


semihsuren.com<br />

Aşağıda bekleyen arabaya doğru işaret yapıyorum. Az sonra bizim<br />

çocuklardan üçü yukarı geliyor.<br />

Kapıyı açıp çocukları içeri alıyorum.<br />

“Esma bak bu arkadaş veterinerlik okuyor,” diyorum.<br />

“Eee?” diyor Esma.<br />

“Eeesi sana iğne yapacak şimdi.”<br />

“Ne iğnesi! İğne istemiyorum ben!” diye huysuzlanıyor Esma.<br />

Çocuklardan birisi tekerlekli iskemlenin arkasına geçip avucunu<br />

sertçe Esma’nın ağzına bastırıyor, susturuyor onu. Esma kıpkırmızı<br />

olup hırıldıyor. Gözleri korku dolu. Burnundan zor soluyor.<br />

Veteriner çocuk o esnada cebinden kutuyu çıkarıyor. Pıt diye bir ses<br />

duyuyoruz. Kutu açılıyor. Şırınga içinde. Şık bir şey. Cam şırınga.<br />

Evvelki sene internetten sipariş etmiştim bu şırıngayı. Klas bir alet.<br />

Onu kullanmadığım zamanlarda ofisimdeki masamda aksesuar olarak<br />

cam bir mahfazada duruyor.<br />

Bir işaretimle diğer iki çocuk Esma’yı iskemleden alıp yere<br />

yatırıyor. Eşofmanının altını çıkarıyorlar. Esma bu arada ağzını<br />

kurtarıp bağırmayı başarıyor ama yine kapıyorlar ağzını. Debeleniyor<br />

yerde. Beklediğimiz gibi kasık kılları bir süredir tıraşlanmamış. İğne<br />

izi göze batmayacak. Şırıngayı ilk kullandığımız olayda salak gibi<br />

kolundan vurmuştuk adama. Neyse ki intihar süsü verebilmiştik.<br />

Esma gövdesinin felçli alt kısmını kontrol edemiyor. Kollarının ve<br />

ağzının tutulması yeterli oluyor. Veteriner soğukkanlıkla eğiliyor ve<br />

şırınganın içindeki havayı Esma’nın kasığındaki damara enjekte<br />

ediyor. Esma’nın kalbinin durmasını bekliyoruz.<br />

Kalbi duruyor. Vücudu çözülüyor.<br />

Eşofmanını giydiriyoruz. Odasına taşıyoruz. Yatağına yatırıyoruz.<br />

Üzerini örtüyoruz. Pencereyi açıyoruz. Ölüsü koktuktan sonra<br />

komşuları bulur.<br />

Evden ayrılmadan önce odaları geziyorum. Benim evim burası.<br />

Birkaç ay sonra satılığa çıkarır, kurtulurum buradan.<br />

Arabada kuzeni arıyorum. Sıtkı’yı. Esma işini hallettiğimi, şimdi<br />

çocuğun izini süreceğimi, kusura bakmamasını, çocuğu öldüreceğimi<br />

söylüyorum. Sıtkı telefonun öbür ucunda öfkeden kuduruyor. Yüzüne<br />

kapatıyorum. Geri aramasın diye telefonu hepten kapatıyorum.<br />

Yağmur yağıyor. Hüzünleniyorum. Esma’yla birlikte yaşadığımız<br />

zamanları hatırlıyorum. Kalbim sıkışıyor. Çocuklara beni otelime<br />

götürmelerini söylüyorum. Her yanım sızlıyor. Uzun uyuyacağım.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 69


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON SEKİZ<br />

BAŞKA BİR HAYATI YAŞAMAK ZORUNDA KALMAK<br />

(Sıtkı)<br />

Kurtuluş’un aslında Melih Müren’le ilgili bir rahatsızlığı yoktur.<br />

Hatta sever onu. Başından beri onun ölümünü isteyen benim.<br />

Kurtuluş’u bu işte istedim, çünkü büyük işlerde yeteneklidir. Büyük<br />

işler kotarmada benden daha tecrübelidir. Gözü karadır. Bağlantıları<br />

geniştir. Böyle işlerde birçok adamı peşi sıra sürüklemeyi bilir. Ondan<br />

ne zamandır ricada bulunmamıştım. Desteğini istediğimde şaşırdı.<br />

Gücüne duyduğum saygıyı görüp memnun oldu.<br />

Melih bizim çok eski arkadaşımız. Aynı mahallede büyüdük.<br />

Kurtuluş, o ve ben hayatımızın ilk yirmi yılını birlikte geçirdik<br />

diyebiliriz. Melih’in anne ve babası bizimkilerle yakın arkadaştı.<br />

Dedelerimiz kardeş gibiydi. Yan yana yaşayıp, peş peşe öldüler.<br />

Melih aramızda en serseri olanımızdı. Kurtuluş çapkının tekiydi.<br />

Serseriliğe ayıracak vakti olmazdı. Benim ise tek gayem Amerika’ya<br />

yerleşip orada gazeteci olmaktı. Bunun için gece gündüz Amerikan<br />

tarihi üzerine okuyor, İngilizcemi ilerletiyor, bir şekilde Amerika’da<br />

yaşayan arkadaşlar ediniyor, onlarla mektuplaşıyordum.<br />

Olur da Amerika’ya yerleşmeyi başarırsam, Melih de benimle<br />

geleceğini, orada mafya ağlarını İtalyan tekelinden kurtaracağını,<br />

uyuşturucu pazarını ele geçireceğini, dahası bir Türk eyaleti kurup<br />

diğer eyaletleri haraca bağlayacağını söylüyordu. İşi gücü karı kız<br />

olan Kurtuluş ise izlediği her Amerikan filminden sonra hayallerimize<br />

ortak oluyordu. Amerika onun gibi biri için cennet olmalıydı.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 70


semihsuren.com<br />

Öz kardeşten öteydik. Birbirimize sürekli arka çıkardık. Melih<br />

bizim için kavga ederdi, ben onlara ders çalıştırırdım, Kurtuluş bize<br />

kız ayarlardı. En mutlu hatıralarımda yer alıyor piç kuruları.<br />

Kurtuluş bir senesi kocası hapiste olan bir kadına tutuldu. Kadını<br />

kendine aşık etti. Kadının başka aşıkları olmuştu. Kadın genç<br />

erkekleri kullanıp kullanıp, yeni birisini buldukça onlara yüz<br />

çeviriyordu. Bunlardan birisi bir gün arkadaşlarıyla birlikte Kurtuluş’u<br />

ölümüne dövdü. Melih bizi iyice kızıştırdı. Ben de gaza geldim.<br />

Kurtuluş’un öcünü almak için bizim mahallenin çocuklarıyla onların<br />

mahallesini bastık. O gece üçü bizden biri onlardan dört kişi<br />

öldürüldü. Kavgaya karışanlardan dokuzu hapis yattı.<br />

Sonrasında o mahalle bize kan gütmeye başladı. Ailelerimizin ve<br />

sevdiklerimizin tehlikede olduğunu hissediyorduk. Silah edindik.<br />

Karanlık insanlarla tanıştık. Yavaş yavaş, hiç anlamadan, kendimizi<br />

tehlikeli bir hayatın içinde bulduk. Hayatlarımıza nefret ve şiddet<br />

girmişti. Bizim Refik Atilla gibilerine yapıyor olduğumuzu bizden<br />

önceki kuşak bize yapmaya başladı. Oyuncak ettiler bizi.<br />

O sıralarda İstanbul’da bir gazeteci vurulacaktı. Tetiği çektirmek<br />

için bizim üçlüyü seçtiler. Haftalarca hazırlandık. Melih, Kurtuluş ve<br />

ben İstanbul’a gittik. Gazeteciyi öldüreceğimiz hafta birilerinin<br />

muhbirlik ettiğini duyduk. Eylemi gerçekleştiremedik. Abilerimiz bize<br />

ulaşıp Samsun’a bir süre dönmememizi söylediler. Üçümüz berbat bir<br />

yerde kalıyorduk. Para göndermiyorlardı. Daha sonra birileri gelip bizi<br />

ayırdı. Şehrin farklı yerlerine birilerinin yanına gönderildik. O esnada<br />

her nasılsa Melih’le teması yitirdik. Zaman sonra memlekete döndük.<br />

Melih İstanbul’dan dönmedi. Bizim döndüğümüz sene Melih’in<br />

ailesi de İstanbul’a taşındı. Birkaç sene sonra Melih’in öldüreceğimiz<br />

o gazetecinin çalıştığı gazetede muhabir olduğunu duyduk. Ülkeyi<br />

şehir şehir geziyor, röportaj yapıyor, ayrıca gazetenin çocuklara<br />

ayrılan bir sayfası için masal benzeri şeyler yazıyordu.<br />

Çok sonradan öğrendik ki bizi ispiyonlayan Melih’miş. Nam için,<br />

delikanlılığını göstermek için Kurtuluş’la beni satmış, eylem için<br />

çizilen planın iki gün önünden hareket etmiş, gazeteciyi tek başına<br />

öldürmeye çalışmış. Bir gece biz uyuduktan sonra, kaldığımız o berbat<br />

evden ayrılmış. Gazetecinin oturduğu semte kadar yürümüş. Herifin<br />

bahçeli müstakil evine gizlice sızmış. Yalnız ve yaşlı bir adam olan<br />

gazeteci daha yatmamışmış, ayaktaymış. Elinde yalnızca bıçak olan<br />

Melih’e av tüfeği doğrulmuş. Onu bir koltuğa oturtmuş. Kendisi de<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 71


semihsuren.com<br />

karşısına oturmuş. Saatlerce konuşmuş Melih’le. Ulan nasıl olmuş<br />

hâlâ aklım ermiyor, bu ikisi kanka olmuş, birbirlerine güvenmişler.<br />

Adam Melih’i salmış. Melih biz uyanmadan eve varıp yatağına<br />

girmeyi başarmış. Bildiği her detayı gazeteciye anlatmış Melih. Daha<br />

sonra bizimkiler üçümüzü şehrin başka başka yerlerine götürürken,<br />

emniyet güçleri Melih’i götüren aracı durdurmuş ve Melih hariç<br />

hepsini gözaltına almış. Bir benzinliktelermiş. Bizim adamlar Melih’i<br />

en son lavaboya giderken görmüşler. Onun hep bir şekilde kaçtığını,<br />

izini kaybettirdiğini düşündük. Ta ki o herifin gazetesinde muhabir<br />

olduğunu öğrenene dek.<br />

Bizi bu işlere bulaştıran kendisiydi. En temiz kendisi sıyrıldı. Biz de<br />

bir şekilde gizlendik, ele geçmedik. Sonradan memlekete döndük.<br />

Melih’e pek kızmadık aslında. Hatta onun adına sevindik bile. Bizim<br />

dönüşümüz yoktu. Artık kötü adamlardık. Ama o yeni bir çevrede,<br />

yeni bir hayatı olan, iyi tanınan, iyi bilinen, bambaşka bir adamdı.<br />

Melih yıllar yılı muhabirlik yaptı. Gazeteciliğe soyunmadı. Takma<br />

isimlerle çocuk kitapları yazıp yayımlattı. Kendi adına bir yayınevi<br />

kurdu sonra. İnce kitaplar, basının deyişiyle novellalar yazmaya adadı<br />

kendisini. Sıçar gibi, hızla yazıyordu. Kitapları korsan kitaplar kadar<br />

ucuzdu. Röportajlarında imkanı olsa kitaplarını ülkenin nüfus sayısı<br />

kadar basıp herkese kapıdan ücretsiz teslim edebileceğini söylüyordu.<br />

Ancak eli iyice para görmeye başladığında bunu yapmadı, bunun<br />

yerine kitaplarını belli başlı yabancı dillere çevirtmeye ve çeviri<br />

baskıları burada basıp diğer ülkelere ihraç etmeye başladı. Böylece<br />

pek çok ülkede tanınan, bilinen bir yazar oldu.<br />

Bu ülkede tanınan ve sevilen biriyseniz, ölmenizi isteyen de pek<br />

çok insan var demektir. Melih evvelki sene yazdığı kitabında otuz<br />

sene önce başımızdan geçen olayı konu etti. Yaşadıklarımızı çok az<br />

değiştirerek hikayemizi olduğu gibi anlattı. Bu beni deli etti. Bir<br />

gazeteciyi vurmak için büyük şehre gelen gençlerden birinin hayatı<br />

değişiyor, diğer ikisininki hepten boka sarıyordu. O kitabı belki on<br />

defa okudum. Her okuduğumda daha öfkelendim. Ben o namussuz<br />

herif yüzünden bu karanlık hayatı yaşıyorum, o pezevenk yüzünden<br />

aile kuramadım, baba olamadım. O ise rüya bir hayat yaşıyor. Puşt!<br />

Kurtuluş’u aldım karşıma konuştum. Bunu vuracağız Kurtuluş,<br />

dedim. Rica ettim, yardım istedim. Kurtuluş beni yatıştırmaya çalıştı.<br />

Baktı o üzerime geldikçe ben daha deliriyorum, sonunda Kurtuluş da<br />

bana uydu. Kafa kafaya verip düşünmeye başladık.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 72


semihsuren.com<br />

Benim kişisel bir öfke olarak yaşadığım bu şeyi Kurtuluş bir proje<br />

olarak değerlendiriyor. Kurtuluş çoğu meselede prodüktör gibi<br />

davranır. Bir adam mı öldürülecek? Tamam. E hadi o zaman bu<br />

adamın ölümünü arzulayan bulabileceğimiz kadar çok kişi bulalım ve<br />

bunları söğüşleyelim. Kurtuluş’un mantığı bu.<br />

Kurtuluş, Melih’i öldürecek olmamızı bir projeye çevirmekte<br />

gecikmedi. Benden birkaç hafta izin istedi. Hiçbir şeye karışmamamı,<br />

kendisinin her şeyi halledeceğini söyledi. Sonra benimle bir akşam<br />

yemek yedi. Bana bir rakam söyledi ve şok oldum. Meğersem Melih<br />

Müren’in ölümüne arzu duymanın bir pazar değeri varmış.<br />

Neymiş, bu eylemi çekilecek bir film gibi düşünmeliymişim. Pek<br />

çok finansör bulmuş. Yahu ben anlamıyorum. Kim bunlar? Kim, al<br />

kardeşim, al sana şu kadar para, bu herifi gebertin, benden size helal<br />

olsun, der? Varmış böyleleri işte. Vay anasını ki vay anasını! Kurtuluş<br />

bir havalara girmiş. İngilizce düşün, diyor bana. Kendisi sanki<br />

İngilizce biliyor. O adamlar, bu iş için destek parası verenler<br />

‘producer’ olacakmış. Yani bu bir film olsa, proje için ünvanları bu<br />

olacakmış. Biz ise, ikimiz, ‘executive producer’ olacakmışız. Onlar<br />

sadece para koyacak, biz ise hem para koyacak hem projeyi<br />

yönlendireceğiz. Çok merak ediyorum, bu şey için para kopartırken,<br />

bu işi pazarlarken, neler anlattı bu heriflere. İsim vermiyor Kurtuluş.<br />

Ama söylediğine göre para desteğinde bulunan kişiler arasında<br />

gazeteciler, yazarlar, bakanlar, terör örgütü yöneticileri ve casuslar<br />

varmış. Atıyor bence. Bir adam öldürülecek diye cebimize para<br />

girecek değil ya. Ama belli olmaz Kurtuluş’un işi. Onun para işlerine<br />

akıl sır ermez. Neyse ben sonuca bakarım. Melih ölsün, yeter bana.<br />

Ben bunları düşünürken Kurtuluş arıyor ve Refik Atilla’nın Melih’i<br />

vurduğunu ama öldüremediğini söylüyor. Onu gözden kaybetmiş<br />

bizim ekip. Kurtuluş Refik Atilla’yı bulup öldüreceğini söylüyor. Ben<br />

sevdim o çocuğu. Senelerdir karanlık sahalardaki nüfuzunu keyfi<br />

işlerde kullanıyor Kurtuluş. Demin Esma’yı öldürtmüş. Hayır, buna<br />

hayır. Refik Atilla’yı ben seçtim. Onun değil, benim adamım o.<br />

Hayır Kurtuluş. Hayır kuzen. Hayır kardeşim.<br />

Düşünüyorum, düşünüyorum, işin içinden çıkamıyorum. Refik<br />

Atilla’yı Kurtuluş’un elinden kurtarmak istiyorum. Lazım bana o<br />

çocuk. Refik Atilla gibi birini kendi yöntemlerimle yetiştirirsem eğer,<br />

birkaç sene içerisinde büyük bir nüfuza sahip olmamı sağlayabilir.<br />

Refik Atilla yaşamalı ve Melih mutlaka ölmeli.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 73


semihsuren.com<br />

BÖLÜM ON DOKUZ<br />

ŞAŞIRTICI SAATLER<br />

(Özgür)<br />

Nazan Hanım’la Altan’ın konuşmalarına kulak misafiri oldum.<br />

Bizim buraya kabul edilmemiz ve diğer çevirmenlerle birlikte<br />

yaşamaya başlamamız tamamen oyundan ibaretmiş. Meğersem Melih<br />

Müren ile Nazan Hanım çok eskiden beri tanışıyorlarmış. Onlar<br />

Samsun’da oturuyorlarken Nazan Hanım Melih Müren’in babasının<br />

arkadaşıymış. Nazan Hanım gerçekleşmek üzere olan olayı kavramaya<br />

başladığı zaman durumu Melih Müren’e bildirmiş. Atilla’ya engel<br />

olabilmemiz için Altan’ı ve beni yakınında isteyen Melih Müren’in<br />

kendisiymiş. Kuşkulanmamamız için ise Nazan Hanım ile birlikte bir<br />

oyun icat edip Altan’la beni kandırmışlar, biz de çevirmen gibi<br />

görünen casuslar rolünü hemen benimsemişiz.<br />

Refik Atilla bu sabah Melih Müren’i ve İngilizce çevirmeni<br />

Derya’yı vurmuş. Yaşananları detaylıca dinledim. Nazan Hanım gün<br />

boyu telefon açıp durumlarını öğrenmiş. İyilermiş.<br />

Yan odada konuşuyorlar. Ortamızda cam bir duvar var.<br />

Konuştuklarını kolaylıkla anlayabiliyorum. Bir gözleri bende.<br />

Uzanıyorum. Onları kirpiklerimin arasından çaktırmadan izliyorum.<br />

Uyanık olduğumu anlayamıyorlar.<br />

Atilla’ya nasıl ulaşabileceklerini bulmaya çalışıyorlar. Bu imkansız<br />

şey üzerine kafa yoruyorlar. Artık konuşmalarında ilgi çekici bir şey<br />

bulamıyorum. Onlara kulak kesilmeyi bırakıyorum. Cam duvarlara<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 74


semihsuren.com<br />

vuran yağmur damlalarını dinlemeye başlıyorum. Kız arkadaşımı<br />

düşünüyorum. Tekrar uykuya dalıyorum.<br />

Uyandığımda yağmur biraz dinmiş görünüyor. Akşamüzeri olmuş.<br />

Hava kararmış biraz. Nazan Hanım ve Atilla gitmişler. Kalkıyorum.<br />

Lavobaya gidip yüzüme su çarpıyorum. Cam duvarın önünde gerinip<br />

bahçeyi izliyorum. Uppsala bahçede. Siyahi bir kızla birlikte oynuyor.<br />

Üzerine tam oturan mor renkte bir köpek yağmurluğu icat etmişler. Bu<br />

dünyadan olmayan bir bilim kurgu yaratığına benziyor koşarken.<br />

Kız arkadaşıma telefon açıyorum. On dakika kadar konuşuyoruz.<br />

Beni özlediğini söylüyor. Ardından annemi arıyorum. O da aynı şeyi<br />

söylüyor. Özlendiğini duymak güzel şey.<br />

Başımda bir ağırlık var. Üzerimde bir sıkıntı, uyuşukluk var. Canım<br />

koyu bir kahve istiyor. Odadan çıkıyorum. Kahve almaya giderken<br />

etrafta kimsenin olmadığını fark ediyorum. Tek yönden gelen<br />

uğultuya bakılırsa herkes sinema salonunda olmalı. Mutfağın olduğu<br />

katı karıştırıyorum ve böylece daha önce görmediğim bir salona çıkıyorum.<br />

Bir duvarında zengin bir kitaplık ve dergi köşesi var. Orada biraz vakit<br />

geçiriyorum.<br />

Kahveyi unutuyorum. Dergi karıştırmaya dalıyorum. Okuduklarımı<br />

seçememeye başlayınca salonun ışığını yakıyorum. Biraz sonra orta<br />

yaşlı bir adam geliyor yanıma. Raşit Bey’di ismi sanırım. Dün sabah<br />

tanışmıştık. Elinde iki kupa kahve görüyorum.<br />

“İyi akşamlar,” diyor, kahvenin birini bana uzatıyor.<br />

“İyi akşamlar,” diyorum. Kahveyi alıyorum. “Teşekkür ederim.”<br />

“Rica ederim.”<br />

“Bu salonu nasıl fark etmemişim. Nefis bir yer burası.”<br />

“Öyledir. Ben de vaktimin çoğunu burada geçiririm. Ama burası<br />

genelde bir konuk geldiğinde beklettiğimiz salon. Asıl kütüphane teras<br />

katında.”<br />

“Öyle mi?”<br />

“Size binayı gezdirmediler anlaşılan.”<br />

“Hızlı bir tur atmıştık. En önemli kısımları atlamışız.”<br />

“Buyurun götüreyim sizi oraya. Çoğu kişi şu an sinema salonunda.”<br />

“Fark ettim.”<br />

Merdivenleri çıkarken belki hâlâ Uppsala’yı görebilirim diye iyice<br />

kararmış bahçeye bakıyorum. Köpeği göremiyorum. Ancak bahçenin<br />

ışıkları yanmış. Tatlı, huzurlu bir görüntü.<br />

“Bahçede yaz akşamları güzel vakit geçiriyor olmalısınız.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 75


semihsuren.com<br />

“Öyle olmalı. Yeniyim ben de. Beş haftadır buradayım.”<br />

Kütüphaneye giriyoruz. Herkesin sinema salonunda olduğunu<br />

düşünmekle yanılmışım. Binadakilerin neredeyse yarısı burada. Gayet<br />

şık, ağır, klas bir mekan yaratılmış. Burası kitap kurtları için cennet.<br />

Okuma koltukları, çalışma masaları harika. Ortama bağımlılık yaratıcı<br />

bir koku ve dikkat artırıcı yumuşak bir ışık hakim.<br />

Adam bana yaklaşıp fısıldıyor:<br />

“İzninizle çalışmama döneceğim,” diyor, ilerideki bir masayı<br />

göstererek. “Kahve almaya inerken alt salonun ışığının yanık<br />

olduğunu görüp size rastlamıştım. Beni görmediniz. Sırtınız dönüktü.<br />

O yüzden bir kahve de size hazırlamıştım.”<br />

Masasına doğru ilerliyoruz.<br />

“Siz hangi dile çeviri yapıyorsunuz beyefendi?” diye soruyorum.<br />

“Arapça. Melih Bey’in önceki Arapça çevirmeni hanımefendi<br />

yakınlarda vefat etmiş. Onun kaldığı yerden sürdürüyorum çevirileri.<br />

Genç bir hanımmış. Altı senedir Melih Bey’le çalışıyormuş. Hızlı<br />

çalışan biriymiş. İlk on bir ayda Melih Bey’in önceki kitaplarının<br />

tamamını Arapçaya kazandırmış.”<br />

“Anlıyorum. O halde siz şu an çeviri yapmıyorsunuz.”<br />

“Evet. Kendi senaryom üzerinde çalışıyorum. Daha önce de kısa<br />

film senaryoları kaleme almıştım.”<br />

“Ne hoş. Sizi tutmak istemem. Hem benimle konuştuğunuz için<br />

kahvenizi soğuttunuz. Ne tür bir senaryo kaleme alıyorsunuz,<br />

söyleyin, sizi rahat bırakayım.”<br />

“Little Miss Sunshine filmini gördünüz mü?”<br />

“Çok sevdiğim bir filmdir.”<br />

“O tarz, o tempoda, eğlenceli, sevimli, sıcak bir film. Yerli<br />

malzeme ile böyle bir film ortaya çıkarmak keyiflendiriyor beni.”<br />

“İlginiz için çok teşekkürler.”<br />

“Rica ederim.”<br />

“Raşit Bey’di değil mi?” diyorum, elimi uzatıyorum.<br />

“Evet, Özgür Bey,” diyor, sıkıyor elimi.<br />

Kahvemden bir yudum alıyorum. Raflara doğru ilerliyorum. Dönüp<br />

Raşit Bey’e bakıyorum son defa. Masanın üzerindeki gözlüğünü<br />

takıyor. Duruşunu düzeltiyor. Kalemtıraşla kalemini sivriltiyor.<br />

Daha sonra kitapların arasında kendimi kaybediyorum. Yıllardır<br />

okumaya can attığım ama hiçbir yerde bulamadığım seksen sayfalık<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 76


semihsuren.com<br />

bir kitaba rastlıyorum. Koltuklardan birine oturuyorum ve kitabı<br />

okumaya başlıyorum.<br />

Saatler sonra kitap bitiyor. Karnımın guruldadığını fark ediyorum.<br />

Acıkmışım. Kütüphane hâlâ kalabalık. Ama insanların çoğu değişmiş.<br />

Raşit Bey’in oturduğu masada bir başkasını görüyorum.<br />

Kitabı aldığım yeri hatırlamaya çalışıyorum. Hatırlıyorum. Onu tam<br />

aldığım yere bırakıyorum. İçi acı acı kahve kokan boş porselen<br />

kupayla oradan ayrılırken yıllardır görmediğim asker arkadaşlarımdan<br />

biriyle karşı karşıya geliyoruz.<br />

“Zafer?” diyorum.<br />

“Ooo, Özgür,” diyor.<br />

Öpüşüyoruz.<br />

“Kardeşim ne arıyorsun sen burada?” diyor. Elinde kitaplar var.<br />

“Gel, odama inelim,” diyor.<br />

Odasına giriyoruz. Altan’la bana verdikleri odanın aynısı.<br />

“Tanıştırayım, Claudia,” diyor. “Kız arkadaşım.”<br />

“Tanıştık biz dün,” diyor kız.<br />

“Ee, dün sen neredeydin Zafer?” diyorum.<br />

“Halamlar İstanbul’da oturuyor. Onlarda kaldım. Babam gelmiş.”<br />

“Anladım.”<br />

“Hayrola? Sen ne arıyorsun burada? Üç çevirmen daha geldi<br />

demişti Claudia telefonda. Vay be, birisi senmişsin demek. Oğlum ben<br />

senin dil bildiğini bilmiyordum askerdeyken. Sevindim yahu<br />

görünce.”<br />

Sohbete dalıyoruz. Midem iyice kazınıyor. Hem bir şeyler<br />

atıştırmak, hem de Altan ve Nazan Hanım’ı bulmak için onları yalnız<br />

bırakıyorum.<br />

Büyük mutfağa giriyorum. Üç kız sigara içiyor masada.<br />

“Merhaba,” diyorum.<br />

“Merhaba,” diyorlar.<br />

“Karnım fena acıktı,” diyorum biraz utanarak. “Ne önerirsiniz?”<br />

“Biz de yemeği geciktirdik. Hazır pizza yedik,” diyor kızın birisi.<br />

“Şu buzlukta var birkaç çeşit.”<br />

Buzluğu açıp pizza seçiyorum. Mantarlı, yeşil zeytinli. Mikrodalga<br />

fırının kordonunu takip ediyorum fişin ucunu bulmak için.<br />

“Onda bir sorun var. Bakıma gönderilecek. Fırını kullan.”<br />

Pizzayı fırında ısıtıyorum. Kutu kola eşliğinde afiyetle yiyorum.<br />

Altan giriyor mutfağa. Kel kafalı bir çocukla. Bakıyorum Atilla bu!<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 77


semihsuren.com<br />

BÖLÜM YİRMİ<br />

GÜN BOYU KONUŞMAK<br />

(Nazan Hanım)<br />

Özgür biraz önce binanın mutfağında Atilla ve Altan’la karşılaşmış.<br />

Kardeşiyle özel konuşmak istediği bir sürü şey olduğu için Altan olan<br />

biteni Özgür’e açıklamamış. Ona yanıma gelmesini, son birkaç saat<br />

içinde olanları benden dinlemesini söylemiş.<br />

Özgür beni sinema salonundan çıkan kalabalığın içerisinde buluyor.<br />

Onu benim odama götürüyorum. Karşılıklı oturuyoruz. Ben söze<br />

başlamadan önce Özgür bana bir itirafta bulunuyor. Bugün Altan’la<br />

onların odalarında konuşurken Özgür’ü uyuyor sanıyorduk. Meğersem<br />

uyumuyormuş, çaktırmadan bizi dinliyormuş. Aslında bu iyi haber.<br />

Çünkü her şeyi en başından anlatmak zorunda kalmayacağım.<br />

“Tuhaflıklar, tesadüfler ardı ardına yaşanmış Özgür’cüğüm,”<br />

diyorum. “Atilla İstanbul’a geldiğinde Kurtuluş’un eski sevgilisi olan<br />

fiziksel engelli bir kadının evinde kalmaya başlamış. Kurtuluş demek<br />

ki bayağı varlıklı biri. Benim dairemin yanındaki daire onundu. Bu<br />

kadının kaldığı daire de onunmuş. Kadın bir ara pavyonlarda<br />

çalışıyormuş. Solist miymiş neymiş. Kurtuluş’la birlikte yaşamışlar<br />

bir dönem. Onu kötürüm eden Kurtuluş’muş. Belden aşağısını<br />

kullanamaz hale gelince kadının dünyası başına yıkılmış. Artık<br />

Kurtuluş’tan ve Sıtkı’dan uzak yaşamak istemiş. Kurtuluş ona burada<br />

ev açmış ve o yıl bu yıldır geçimini sağlamış.<br />

Bu kadın Atilla’yla arkadaş olmuş. Atilla ona İstanbul’a Melih<br />

Müren’i vurmaya geldiğini söylemiş. Kadın Atilla’ya Melih Müren ile<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 78


semihsuren.com<br />

kendisinin ilkokul arkadaşı olduğunu söylemiş. Ama Kurtuluş’tan<br />

korktuğu için Melih Müren’i korumayacağını, aksine Atilla’ya yardım<br />

edeceğini söylemiş. Gerisini biliyorsun. Biz konuşurken duymuşsun.<br />

Sonra, Atilla Melih’le Derya’yı vurduktan sonra biraz oyalanmışlar.<br />

Birkaç saat geçince kadını otobüse bindirip eve göndermiş. Cebinde<br />

hiç para yokmuş. Otobüs durağında bir kitap bulmuş. Bakmış kitap<br />

yeni. Bunu bir kitabevine götürüp para iadesi alabileceğini düşünmüş.<br />

Kitabı cebine koymuş. Karşıdaki çocuk parkına gitmiş. Orada cebinde<br />

taşıdığı tıraş makinesiyle saçını sakalını kazımış.<br />

Bir kitabevi bulmuş. Kitabı iade etmeye kalkmış. Ama içinde bir<br />

not varmış. Kitabın sahibi başkası da okusun diye üzerine bir not<br />

yazıp kitabı durağa bırakmışmış meğer. Atilla utanmış, yerin dibine<br />

girmiş, kıpkırmızı bir şekilde çıkmış kitabevinden. Birkaç adım atmış<br />

ki bunu bir kız durdurmuş. Melis. Melih’in büyük kızı. Kitabı durağa<br />

bırakan kendisiymiş ve Atilla’yı o andan beri uzaktan gözetliyormuş.<br />

Melis Atilla’nın paraya ihtiyacı olduğunu anlamış. Kitabı<br />

kendisinin geri satın alabileceğini söylemiş. Ama bir şartı varmış.<br />

Kitabı satın alacak, onu tekrar Atilla’ya hediye edecek, Atilla da onu<br />

mutlaka okuyacak. Altan söyledi. Atilla ömründe hiç kitap okumamış.<br />

Yani zevkine okumamış. Ders niyetiyle okuduklarını saymıyorum.<br />

Neyse. Atilla Melis’i, kardeşini, annelerini fotoğraflardan<br />

tanıyormuş aslında. Kurtuluş’lar onu kanlı eyleme hazırlarken Melih<br />

hakkında her türlü bilgilendirmişler. Ama Melis son dönemlerde saç<br />

rengini ve kesimini değiştirdiği için Atilla onu tanımamış ilk başta.<br />

Birlikte bir yerde yemek yemişler. Bu sırada Kurtuluş onları en<br />

başından beri izliyormuş adamlarıyla birlikte. Yemeğin ardından hava<br />

yağmurlu olduğu için bu ikisi bir pasaja girmişler. Pasaj kalabalıkmış.<br />

Kurtuluş bunların izini kaybetmiş.<br />

Saatler sonra, birlikte sinemaya gireceklerken Atilla birden Melis’i<br />

tanımış. Birini aramak istediğini söyleyerek Melis’ten telefonunu rica<br />

etmiş. Sıtkı’yı aramış. Melis’le birlikte olduğunu, şu saate kadar onu<br />

tanıyamadığını söylemiş ve akıl danışmış. Çünkü çok uykusuzmuş,<br />

düşünemez haldeymiş. Sıtkı telefonun diğer ucunda telaşlıymış.<br />

Kendisi için endişeliymiş. Çünkü Kurtuluş pasajda Atilla’nın izini<br />

kaybettikten sonra o bahsettiğim kötürüm kadının evine gidip onu<br />

öldürmüş. Yana yana Atilla’yı arıyormuş. Öldürmek için.<br />

Sıtkı ona telefonu kapatmasını, kendisini yirmi dakika sonra tekrar<br />

aramasını söylemiş. Telefon kapandıktan sonra Sıtkı ortak arkadaşları<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 79


semihsuren.com<br />

vasıtasıyla bir şekilde Melih’e ulaşmış ve kendisini öldürmeyi<br />

planladıklarını açık yüreklilikle itiraf etmiş. Melih ise bizden<br />

bahsetmeden ona bundan haberi olduğunu, Atilla’nın aslında iyi bir<br />

çocuk olduğunu bildiğini, gece apartmanın girişinde onu uzun<br />

saçlarından ve sakallı yüzünden tanıdığını, onu ve yanındaki kadını<br />

dairesine kasten davet ettiğini söylemiş. Atilla’nın yanında silah<br />

taşıdığını tahmin etmiş ama kendisini vurabileceğine ihtimal<br />

vermemiş.<br />

Melih Sıtkı’dan Atilla’nın birkaç saattir kızının yanında olduğunu<br />

öğrendiğinde huzursuz olmuş. Melis için korkmuş. Sıtkı’yı tekrar<br />

arayacağını söylemiş. İşte o zaman beni aradı ve Sıtkı’yla aralarında<br />

geçen konuşmayı anlattı. Evhamlandım birden. Ne diyeceğimi<br />

şaşırdım. Bana iki defa üst üste aynı şeyi sordu. Atilla’nın gerçekten<br />

iyi biri olduğuna inanıyor muyum? Altan yanımdaydı. Dinliyordu.<br />

Ama bu yüzden değil, gerçekten inandığım için, Atilla’nın iyi biri<br />

olduğundan hiç ama hiç şüphe etmediğimi söyledim ona.<br />

Daha sonra Melih Sıtkı’yı değil doğrudan Melis’i aramış ve<br />

Atilla’yı telefona istemiş. Melis’i korkutmamak için kısa<br />

konuşmuşlar. Atilla’ya Altan’ın, benim ve senin burada olduğumuzu<br />

söylemiş, Melis’le ikisinin buraya gelmelerini istemiş. Telefonu tekrar<br />

Melis aldığında ona açıklama yapmamış, sadece Atilla’yı buraya<br />

getirmesini söylemiş.<br />

Atilla tekrar Sıtkı’yı aramak istemiş. Melis telefonu vermemiş.<br />

Atilla kendisine tuzak kurulduğunu düşünmeye başlamış. İçi içini<br />

yiyormuş. Ama Kurtuluş’un eline düşmektense polislerce<br />

yakalanmayı yeğlediği için kaderine razı olmuş.<br />

Taksiden inip bizi gördüğünde gözlerine inanamadı. Berbat<br />

haldeydi. Saçları sakalları gidince çok değişmişti. Gördün sen de.<br />

Korkmuştu. Bizi görünce utandı. Neredeyse ağlayacaktı. Altan sert<br />

davranır diye üzüldüm. Ama öyle olmadı. Altan gidip sarıldı ona, öptü<br />

onu. O zaman Atilla kendisini saldı. Sessiz sessiz ağlamaya başladı.<br />

Onlar bir köşeye çekildiler. Ben de Melis’in elinden tuttum,<br />

kendimi tanıttım. Dedesinin arkadaşı olduğumu, babasının çocukken<br />

bizim evdeki koltukların tepesinden ve eşimin kucağından inmediğini<br />

anlattım. Ardından olanları bir bir anlattım kıza. Şok oldu. O an Atilla<br />

yanımızda olsaydı eline bir şey geçirir kafasını kırardı çocuğun. Usul<br />

usul anlattım. Hep ben konuştum. Ağzını açmıyordu Melis. Arada<br />

ağlıyordu. Neyse ki sevdi beni. Yatıştırabildim onu.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 80


semihsuren.com<br />

Bütün gününü dışarıda geçirmiş. Yorgundu. Esnemeye başlamıştı.<br />

Uyumasını önerdim. Burada bir odası varmış. Onu oraya götürdüm.<br />

Yüzünü yıkadık, kıyafetlerini değiştirdik. Annesiymişim gibi öptüm<br />

yatırdım onu. Uyuyordur hâlâ. Uyansa bile babası gelip kendisiyle<br />

konuşana kadar odadan çıkmamasını söyledim. Söz verdi buna.<br />

Onun yanından ayrıldım. Sinema salonuna gittim biraz kafam<br />

dağılır diye. Filmin son sahnesine ancak yetişebilmiştim. Onunla<br />

bununla rastgele sohbet etmeye başladım. O sıra sen geldin işte.”<br />

“Anlıyorum,” diyor Özgür. “Ne kadar tuhaf.”<br />

“Canım senden bir şey rica edeceğim.”<br />

“Tabii.”<br />

“Altan’la Atilla’nın yanına gitme bu gece. İkisi birlikte vakit<br />

geçirsin. Benim odamdaki diğer yatakta kalırsın. Hiç görünme sen<br />

onlara.”<br />

“Tamam.”<br />

Sonra öyle rastgele ondan bundan konuşmaya başlıyoruz. Askerlik<br />

arkadaşı da burada çevirmenmiş. Bu akşam karşılaşmışlar, çok<br />

şaşırmışlar. Konuşuyoruz da konuşuyoruz. Ailesinden, kız<br />

arkadaşından bahsediyor uzun uzun.<br />

İkimizin de uykusu yok. Gece yarısını biraz geçe Uppsala’nın<br />

yanına gidiyoruz. Uppsala gün boyu koşturmuş, yorulmuş. Bir<br />

kalorifer peteğinin önünde uyukluyor. Arada hapşırıyor.<br />

“Yağmurluk sırtındayken çok tatlıydı,” diyor Özgür. “Ne güzel de<br />

üzerine uydurmuşlar.”<br />

“Sen gördün mü onu yağmurluğuyla?”<br />

“Gördüm. Çok sevimliydi.”<br />

Uykumuzun geleceği yok. Ne yapsak da vakit geçirsek diye<br />

düşünüyoruz. Uyumamış olan çevirmenlerin yanına gidiyoruz. Sinema<br />

salonunda az sonra bir film daha izleneceğini öğreniyoruz. Mutfakta<br />

mısır patlatıyorlarmış. Gidip kocaman birer kase mısır ve birer kutu<br />

ice tea alıyoruz.<br />

Salona girince sayıyoruz. Dokuz kişiyiz. Dokuzumuzun da<br />

izlemediği bir film bulmaya çalışıyoruz.<br />

Sonunda bir film buluyoruz.<br />

2011 Fransız yapımı Intouchables.<br />

Filmi Melih Müren gibi izleyeceğimizi söylüyorlar:<br />

Dokuzumuz da Fransızca bilmiyoruz, filmi yine de orijinal dilinde<br />

altyazısız izliyoruz. Özgür’ü bilmem, ben büyük keyif alıyorum.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 81


semihsuren.com<br />

BÖLÜM YİRMİ BİR<br />

HEPİMİZDE OLAN O KARANLIK<br />

(Melis)<br />

Başımda bir ağrıyla uyanıyorum. Telefonuma uzanıyorum. Saat<br />

dört olmuş. Etraf zifiri karanlık. Odanın ışığını yakıyorum. Üzerimi<br />

kalın giyiniyorum. Nazan Hanım’a odadan çıkmayacağıma dair söz<br />

vermiştim. Tutmayacağım bu sözü. Atilla ile konuşmak istiyorum.<br />

Atilla’nın abisine hangi odanın verildiğini öğrenmek için teras<br />

kattaki kütüphaneye çıkıyorum. Orada günün her saati birileri olur.<br />

Dediğim gibi işte: Üç kişi çalışıyor bu saatte.<br />

“Merhaba Ayşe.”<br />

“Aa Melis! Sen burada mıydın?”<br />

“Akşam geldim. Yorgundum. Uyumuşum erkenden. Bir şey<br />

soracağım. Yeni çevirmenler gelmiş hani. Onları hangi odaya<br />

yerleştirdiler biliyor musun?”<br />

Ayşe Atilla’nın abisinin yerleştiği odayı söylüyor. İyi geceler ve iyi<br />

çalışmalar diliyorum ona. Kütüphaneden ayrılıyorum.<br />

İki kat aşağıya inip Ayşe’nin söylediği odanın kapısının önünde<br />

duruyorum. Kapının altından ışık sızmıyor. Kapıyı aralayıp içeri<br />

giriyorum. İçeriden kilitlememişler. Odanın perdeleri çekili değil.<br />

Dışarıdan belli belirsiz bir ışık vuruyor, içeriyi aydınlatıyor. İki kişi<br />

uyuyor odada. Hangisinin Atilla hangisinin abisi olduğunu anlamak<br />

için telefonumun ışığından yardım alıyorum.<br />

Atilla’yı uyandırıyorum. Gözünü zor açıyor. Hazırlanmasını<br />

bekliyorum koridora çıkıp. Birkaç dakika sonra geliyor yanıma.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 82


semihsuren.com<br />

Birlikte mutfağa iniyoruz. Puding çıkarıyorum buzdolabından.<br />

Karşılıklı oturuyoruz.<br />

“Ya ölseydi babam?” diyorum.<br />

Üzgün üzgün bakıyor. Cevap veremiyor.<br />

“Tamam, üzülme,” diyorum. “Sen iyi birisin. Nazan Hanım da çok<br />

iyi konuştu senin hakkında. Yatıştırdı beni. Kaşıkla hadi pudingini.<br />

Durma öyle. Bak sen yemezsen ben de yemem. Karnım aç. Lütfen.”<br />

Sanki önündeki çikolatalı değil brokolili pudingmiş gibi zorla bir<br />

kaşık alıyor.<br />

“Atilla herkes seviyor seni. Abin ve annen iyi, zararsız insanlarmış.<br />

Abin kitap yazıyormuş. Sen neden böyle oldun? Abin yazar senin,<br />

sense kalkmış başka bir yazarı öldürmeyi kabul ediyorsun.”<br />

Atilla birden ağlamaya başlıyor. Kötü oluyorum. Elimi kolunun<br />

üzerine koyuyorum, şefkatle okşuyorum kolunu.<br />

“Ağlama lütfen. Babam affetti seni, ağlama. Hem biliyor musun o<br />

da İstanbul’a bir gazeteciyi öldürmek için gelmiş. Onunla arkadaş<br />

olmuşlar sonra. Sen de babamla arkadaş olacaksın. Güzel bir<br />

geleceğin olacak. Lütfen ağlama. N’olursun.”<br />

Ben yumuşak yumuşak konuştukça ağlaması daha çok hızlanıyor.<br />

Susuyorum. Pudingimi bitiriyorum. Atilla da kendi pudingini bitiriyor.<br />

Gözyaşları durmuyor.<br />

“Klimayı açar mısın? Üşüyorum,” diyor.<br />

Açıyorum klimayı. Üzerimdeki kalın yeleği çıkarıyorum.<br />

“Hani sana bugün kız arkadaşımdan bahsetmiştim,” diyor.<br />

“Gül’dü değil mi ismi?”<br />

“Onu son gördüğüm geceyi anlatmıştım sana. Annesi eve<br />

döndüğünde canına okumuştur demiştim. O gece annesi öldürmüş<br />

Gül’ü. Bıçaklamış.”<br />

Kıpkırmızı oluyor tekrar. Hıçkırarak ağlıyor. Söyleyecek tek söz<br />

bulamıyorum. Atilla’yı uykusundan uyandırdığıma pişman oluyorum.<br />

Of, hayat ne kadar saçma. Babamı öldürmeye gelmiş, babamı<br />

vurmuş, yaralamış, öldürmeyi kıl payı becerememiş birisine bütün<br />

kalbimle samimiyetle üzülüyorum. Herkes onun iyi bir insan söylüyor.<br />

Ben de ona rastladığım ilk andan beri bunu seziyorum. Ama bu onun<br />

yaptığı çirkin eylemleri değiştirmiyor. Sanki babamı vuran Atilla<br />

başka biri, karşımda masum çocuklar gibi ağlayan Atilla başka biri.<br />

“Özür dilerim Atilla. Uyandırdım seni. Uyuyordun ne güzel.<br />

Kızarım, hırsımı alırım sandım. Ama kızamıyorum sana.”<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 83


semihsuren.com<br />

Ağlaması durduğunda bana babam hakkında sorular soruyor.<br />

Babamın İstanbul’a bir gazeteciyi vurmak için geldiğini bilmiyormuş.<br />

Bildiğim kadarıyla, babamın bana anlattığı kadarıyla bu konu<br />

hakkında bildiklerimi özetliyorum.<br />

Vakit hızla geçiyor. Hava hafiften ağarmaya başlıyor. Birbirimizi<br />

tanımaya çalışıyoruz. Aklımıza gelen her şeyi çekinmeden soruyoruz.<br />

Hayatta en sevdiğim insan babamdır. Atilla’yla konuşmak hoşuma<br />

gidiyor, çünkü konuştukça onun babamla ne kadar fazla ortak yönü<br />

olduğunu fark edip şaşkınlığa uğruyorum.<br />

Havanın ağır ağır aydınlanmaya başladığı vakte kadar konuşuyoruz.<br />

Başımın ağrısı geçmek bilmiyor. Kendimi bitkin hissediyorum. Atilla<br />

ise benden daha fena halde. En iyisi yataklarımıza dönmek ve öğlene<br />

kadar uyumak.<br />

Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, babamın beni öpüşüyle,<br />

saçlarımı sevişiyle uyanıyorum. İyi görünüyor. Gülümsüyor.<br />

Gövdesinin sağ üst bölümünü sargıya almışlar. Sargının ucunu<br />

gömleğinin altından görüyorum.<br />

Yatakta doğruluyorum. Babamın başını göğsüme yaslıyorum.<br />

Öpüyorum onu. Konuşmadan, dakikalarca böyle kalıyoruz.<br />

“Annenle kardeşine olanlardan bahsetmeyeceğiz, anlaştık mı?”<br />

“Peki.”<br />

“Çocuğa da kötü davranmanı, tavırlı olmanı istemiyorum. Zor<br />

zamanlar geçiriyor.”<br />

“Ben sevdim onu.”<br />

“İyi. Sevindim buna.”<br />

Bana bir sürü şey anlatıyor babam. Şaşkınlıkla, hayretle dinliyorum.<br />

Atilla’nın yaşlarındayken babam çok daha beter biriymiş. Kendisine<br />

yakıştıramadığım pek çok itirafta bulunuyor. Başına gelenleri<br />

fazlasıyla hak ettiğini düşündüğünü anlıyorum.<br />

“Peki baba, böylesine karanlık yönlerin var madem, bunca yıldır<br />

bunu nasıl bastırıyorsun? Nasıl tamamen iyi bir adam olarak<br />

yaşabiliyorsun?”<br />

Yeni bir itirafta bulunacak gibi oluyor. Sonra vazgeçiyor. Öpüyor<br />

beni. Ayağa kalkıyor.<br />

“Biraz daha dinlen güzelim,” diyor ve odadan çıkıyor.<br />

Yatakta kalıyorum. Gözlerim tavana dikili. Düşünüyorum. Ne mi<br />

düşünüyorum? İçimizdeki karanlık eğilimleri. Kötü, korkunç, kanlı,<br />

kurtlu, bitli, tozlu şeylerden bazen hoşlandığım oluyor. Bunları<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 84


semihsuren.com<br />

hatırlıyorum. Demem o ki, benim gibiler bile, iyi bir insan olmak için<br />

çabalayanlar bile hayatın karanlık yanlarına ilgi duyabiliyor bazen.<br />

Bir defasında, yanlış hatırlamıyorsam tam altı sene önceydi, bir<br />

sabah kardeşim Melike’nin odasına girdim ve masasının üzerinde<br />

içinde kımıldayan bir serçe olan bir kavanoz gördüm. Melike<br />

matematik testi çözmeye dalmıştı.<br />

Kavanoza yakından bakınca, “Melike bu ne!” diye cırladım.<br />

İçindeki serçe canlıydı. Serçenin yanında yarım bir domates<br />

duruyordu. Kavanozun dibinde bir parmak toprak vardı. Serçenin,<br />

domatesin, toprağın üzerinde karıncalar geziniyordu.<br />

“Ablacığım sen delirdin mi? N’apıyorsun bu hayvancağıza böyle?”<br />

diye bağırdım öfkeyle.<br />

Deney yapıyormuş hanımefendi.<br />

Kuş nasıl ölecek? Domates nasıl küflenecek? Kuş nasıl<br />

kurtlanacak? Karıncalar bu arada ne yapacak? Kavanoz içindeki bu<br />

dekor zamanla ne hale gelecek?<br />

Kuş yolunu şaşırıp açık pencereden Melike’nin odasına girmiş.<br />

Melike kuşun sesine uyanmış. Kuşu üzerine çarşaf atarak yakalamış.<br />

Kavanozu kaptım. Melike’nin itirazlarına ve cıyaklamalarına<br />

bakmadan kavanozun kapağını açıp içinden kuşu aldım. Bir süre<br />

avucumda tuttum. Bol oksijen onu kendine getirdi.<br />

Onuncu kattaydık. Balkona çıktım. Kuş iyice hareketlenmişti. Elimi<br />

gagalıyordu. Melike de peşimden geldi.<br />

“Kuşa güle güle de bakalım,” dedim ve kuşu havaya fırlattım.<br />

Ancak kuş uçamadı. O yükseklikten yere çakıldı. Şok oldum. Sanki<br />

aşağıya kardeşim düşmüş gibi yüreğim hop etti, içim cız etti.<br />

Gözlerimde yaş kalmayana kadar ağladım. Melike ise hiç oralı<br />

olmadı. Oturdu, testini çözmeye devam etti.<br />

Kendime gelince, “Ben aşağı inip gömeceğim kuşu,” dedim.<br />

“Kediler yemediyse bulur da gömersin,” dedi gıcık.<br />

İçinde domates ve toprak olan kavanozu aldım. Masanın üzerinde<br />

gezinen karıncaları topladım, kavanoza gerisin geri hapsettim.<br />

Dışarıya çıkıp apartmanın etrafını dolaştım. Amacım kuşu bulmak,<br />

kavanoza koymak, kavanozu gömmekti.<br />

Kuş hâlâ canlıydı. Can çekişiyordu. Gagası açılıp kapanıyordu.<br />

Alıp kavanoza koydum onu. Ama gömmedim kavanozu.<br />

Melike’nin deneyinin cevaplarını öğrenebilmek için odamdaki bir<br />

çekmecede aylarca sakladım onu.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 85


semihsuren.com<br />

BÖLÜM YİRMİ İKİ<br />

ESKİ GÜNLERİN HATIRINA<br />

(Sıtkı)<br />

Refik Atilla beni geri aramayınca, Melih telefonlarıma çıkmayınca<br />

dayanamadım, sabah İstanbul’a uçtum.<br />

Havaalanından mesaj yazıyorum Melih’e. İstanbul’a geldiğimi,<br />

kendisiyle mutlaka görüşmem gerektiğini yazıyorum. Neyse ki<br />

mesajıma cevap veriyor. Benden çevirmenlerinin kaldığı binaya<br />

gelmemi istiyor. Kendisi oradaymış. Refik Atilla da oradaymış.<br />

Taksici söylediğim binayı biliyor. Havaalanından oraya varmamız<br />

yirmi üç dakika sürüyor. Binanın bahçesine girdiğimde üzerinde mor<br />

renkte yağmurluk gibi bir şey olan dev bir köpek üzerime doğru<br />

koşuyor. Panikliyorum. Ama az sonra köpeğin benimle<br />

ilgilenmeyeceğini anlıyorum. Siyahi bir kız frizbi fırlatıyor, köpek de<br />

bunu kovalıyor. Ne asil, ne güzel bir hayvan. Tazı sanırım.<br />

Saçlarım ıslanıyor. Sırılsıklam olmamak için bahçe kapısıyla bina<br />

arasındaki mesafeyi koşarak geçiyorum. Beni kapıda karşılayan<br />

olmuyor. Tek başıma giriyorum içeriye. Karşıma çıkan ilk koridoru<br />

takip ediyorum. Oval bir açıklığa çıkıyor. Burada genç insanlar<br />

görüyorum. İsmimi söylüyorum. Melih Müren’in beni teras kattaki<br />

çalışma odasında beklediğini öğreniyorum.<br />

Teras katta devasa bir kütüphaneyle karşılaşıyorum. Melih’in ofisi<br />

kütüphanenin hemen karşısında.<br />

Melih’i odasında yalnız bulmayı umuyorum. Ancak kapıyı vurup<br />

içeri girdiğimde hiç beklemediğim bir manzara karşılıyor beni. İçeride<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 86


semihsuren.com<br />

Kurtuluş’u görüyorum. Melih anlaşılan etraflıca konuşup olayı<br />

kökünden halletmeyi istiyor. Melih, Kurtuluş ve Refik Atilla<br />

oturmuşlar beni bekliyorlar.<br />

“Hoş geldin kuzen,” diyor Kurtuluş sırıtarak.<br />

“Melih, yalnız konuşmak istiyorum seninle,” diyorum.<br />

“Hayır,” diyor. “Hep birlikte konuşacağız. Otur lütfen.”<br />

Oturuyorum.<br />

“Ne içersin?”<br />

“İçmem bir şey.”<br />

Başlıyoruz.<br />

Melih kafasındaki şeyi anlatıyor. Üçümüz arasında geçen her şeyi<br />

bütün ayrıntılarıyla Refik Atilla’ya anlatmaya başlıyor. Bir şeyi<br />

atladığını fark edersek araya girip bizim tamamlamamızı istiyor. En<br />

baştan başlıyor. Çocukluk zamanlarımızdan. Ne kadar da güzel<br />

anlatıyor eşşoğlueşşek. Tekrar o günlere dönüyoruz. Üçümüzün<br />

kardeşten öte olduğumuz mutlu zamanlara.<br />

Melih acele etmeden, sakin sakin, eğlenceli bir hava takınarak<br />

anlatıyor. Ortam ısınıyor. Gerginlik kalmıyor. Yüzlerimiz gülüyor.<br />

Sanki birbirimizden hiç kopmamışız gibi mutlu hissediyorum. Bu<br />

mutluluğu Kurtuluş’un yüzünde de görebiliyorum. Oysa Melih’le<br />

gençliğimizden beri bir defa bile karşılaşmadık.<br />

Melih aramızda geçen her şeyi anlattıktan sonra şöyle diyor:<br />

“Atilla bugün yıllar önce benim bulunduğum noktada. Üç tane<br />

seçim hakkı var. Birinci şık; benimle kalabilir. Burada, bizimle yaşar.<br />

Onu eğitirim. Ailemden sayarım. Dilerse bir sanatçı olabilir. Veya ne<br />

olmak istiyorsa, ona bir abi gibi, bir baba gibi destek olurum.<br />

Kızlarımdan ayırmam. Öz oğlum gibi sever, bağrıma basarım.<br />

İkinci bir şık, seninle olabilir Sıtkı. Seni seçerse benim yapacağım<br />

gibi eminim ona kol kanat gereceksin. Kendi bildiğin doğruları<br />

öğreteceksin ona. Sıkı, taşaklı bir adam olacak. Sizin âlemde el ele<br />

verip, Atilla’nın gözü karalığı, senin bilgin, tecrüben ve işbilirliğinde<br />

alıp yürüyeceksiniz.<br />

Üçüncü bir şık ise Atilla’nın kendi hayatını yaşaması. Küçük bir<br />

çocuk değil Atilla. Koskoca bir adam. Koskoca bir herif. Ne benimle<br />

ne de sizinle hiç karşılaşmamış gibi kendi hayatına döner. Ailesiyle<br />

oturur konuşur, kendine bir yol çizer. Bir ihtiyacı, sıkıntısı olursa her<br />

türlü bana danışabilir.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 87


semihsuren.com<br />

Kurtuluş’la konuştuk. Başının derde gireceğini düşündüğü için<br />

Atilla’yı harcamaya niyetlenmişti. Öyle bir şey olmayacağına garanti<br />

verdim. Kurtuluş’un şu an Atilla’yla bir derdi yok.<br />

Şimdi, Sıtkı, sözüm sana. Yarım saat ben konuşacağım, Atilla beni<br />

seçerse kendisini nasıl bir hayat bekleyecek, anlatacağım, yarım saat<br />

de sen konuşacaksın, ona neler vaat edebileceğinden bahsedeceksin.<br />

Sonra Atilla düşünecek, taşınacak. Dilerse abisine, Nazan Hanım’a,<br />

yeni arkadaşı olan kızıma danışabilir. Ben sizi bugün burada<br />

ağırlayacağım. Eski günlerin hatırına güzel bir sofra donatacağım.<br />

İçeceğiz, eğleneceğiz. Atilla’ya düşünmesi için yirmi saat tanıyacağız.<br />

Yarın bize seçimini bildirecek. Darılmaca, gücenmece yok. Atilla’dan<br />

ya aydın bir insan çıkaracağız (beni seçerse) ya karanlık bir kuvvete<br />

dönüşecek (seni seçerse) ya da şimdilik bilemeyeceğimiz değişik<br />

potansiyellerini kullanacağı bir hayatı yaşayacak (kendi yoluna<br />

giderse).<br />

Ha Atilla? Anlaştık mı? Güzel.<br />

Söyle bakalım şimdi Sıtkı Efendi. Yazı mı tura mı?”<br />

Tura diyorum, yazı geliyor. Bu yüzden önce Melih konuşuyor<br />

onunla. Melih anlatacaklarını bitirince ben konuşuyorum. Refik Atilla<br />

bu konuşmaları ağırbaşlılıkla dinliyor. Kurtuluş da aynı dikkatle<br />

dinliyor bizi.<br />

Ciddi konuşmalar bittiğinde şakalaşmaya başlıyoruz.<br />

Kurtuluş bir ara binayı gezmek istediğini söylüyor ve çıkıyor. Refik<br />

Atilla da abisinin yanına gidiyor. Melih’le odada yalnız kaldığımızda<br />

kendisinden özür diliyorum. O da benden özür diliyor. Birbirimize<br />

kardeşçe sarılıyoruz. İkimizin de gözleri doluyor.<br />

“Keriman Teyze hâlâ sağ değil mi Melih?”<br />

“Evet.”<br />

“Vaktin varsa Kurtuluş’la beni götürsene onun yanına. Elini öpelim.<br />

Annem rahmetli çok severdi kendisini.”<br />

Çevirmenlerden birinin arabasına biniyoruz ve Keriman Teyze’yi<br />

ziyarete gidiyoruz. Arabayı Kurtuluş kullanıyor. Refik Atilla’nın<br />

kaldığı Kurtuluş’a ait olan Samsun’daki evin bitişiğinde oturan Nazan<br />

Hanım da bizimle birlikte geliyor. Nazan Hanım ailelerimizi tanıyor,<br />

çocukluğumuzu biliyor. İşin tatlıya bağlanmasında, Melih’le tekrar<br />

kardeş olmamızda büyük emeği var. Yol boyunca anlattığı şeylerle<br />

bizi güldürüyor. Yok yüz yaşındaymış da, yok aslen İsveç asıllıymış<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 88


semihsuren.com<br />

da, yok sekiz defa evlenmiş de… Alzheimer sanırım. Ya da Alzheimer<br />

olmak üzere. Kafa gitmiş teyzenin. Ama tatlı kadın. Neşeleniyoruz.<br />

Keriman Teyze bizi hemen tanıyor. Aynı hatırladığımız gibi. Hiç<br />

değişmemiş. Ağzı bozuk. Keyifli. Şakacı. Eşek sıpaları diyor bize.<br />

Tokatlıyor bizi şakacıktan. Yüzümüzün hiç değişmemiş olduğunu<br />

söylüyor. Ne kadar dinç. Maşallah. Yetmiş dört yaşındaymış. Her işini<br />

kendi yapıyormuş.<br />

Nazan Hanım’la konuşmalarını kıs kıs gülerek dinliyoruz.<br />

“Kız sen şimdi yüz yaşında mı oldun?”<br />

“Oldum vallahi.”<br />

“Çocuklar var ya bu az orospu değildi gençken.”<br />

“Anne!” diye araya giriyor Melih.<br />

“Sus sen karışma!” diyor Keriman Teyze.<br />

Melih keh keh gülüyor. Keriman Teyze’nin Melih’in bir tuhaf<br />

oturduğunu fark etmeyişine şaşırıyorum. Melih vurulduğunu<br />

annesinin anlamaması için elinden geleni yapıyor.<br />

“Sürekli boyatırdı saçlarını aşüfte. Bir ay sarı saçla gezerdi, bir ay<br />

kumral olurdu, öteki ay bir bakardık esmer bomba olmuş. Bizim<br />

herifler bunun yüzünden uyku uyuyamazdı. Hepimizden yaşlıydı ama<br />

her birimizden genç gösterirdi. Nazan, hani bir Leman vardı hatırlıyor<br />

musun? Seni bir keresinde saçından tuttuğu gibi yere çalmıştı Modern<br />

Pazar’ın orada. İyi bir boğuşmuştunuz. Kimse ayırmamıştı sizi.”<br />

“Hatırlamam mı?”<br />

“Niye ki?” diye soruyorum.<br />

“Niye olacak? Bu şırfıntı o zaman zavallı Leman’ın hem kocasının<br />

hem ortanca oğlunun koynuna giriyordu. Kadının kocası bunun<br />

yatağında öldü. Ne yaptıysa artık, kalbini durdurmuş adamın.”<br />

Gülmekten bir hal oluyoruz. Daha neler neler anlatıyorlar. Meğer<br />

hepsi doğruymuş. Kadın hakikaten yüz yaşında, İsveç asıllıymış,<br />

dediği gibi sekiz kere evlenmiş. Bakıyorum ona. Hâlâ hoş kadın.<br />

Evlilik programlarından birine çıksa çok talibi gelir gibime geliyor.<br />

Hava kararıncaya kadar kalıyoruz orada. Sohbet tatlı.<br />

Akşam Melih kendi evinde bize nefis bir masa donatıyor. Refik<br />

Atilla, abisi, abisinin arkadaşı da bizimle. İçip sohbet ederken Nazan<br />

Hanım’ın çantasında gezdirdiği bir fasıl CDsini dinliyoruz. Daha önce<br />

Samsun’daki evinde Altan’la bu arkadaşına sofra kurmuş, içmişler ve<br />

bu CDyi dinlemişler. O gece ikna etmiş onları İstanbul’a gelmeye.<br />

Ne güzel söylüyor Müzeyyen Senar. Ne güzel akşam bu akşam.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 89


semihsuren.com<br />

Beş yıl sonra<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 90


semihsuren.com<br />

BÖLÜM YİRMİ ÜÇ<br />

BİLMİYORUM BU MUTLULUK GERÇEK Mİ<br />

(Melis)<br />

O sıkıntılı günlerin üzerinden yıllar geçti. Beş koca yıl.<br />

Beş yıl önce Atilla’nın üç seçeneği vardı. Ya babamın yanında<br />

kalacak, düzgün, kültürlü bir insan olacaktı, ya o mafyaları seçecek,<br />

kötülük ve şiddet dolu bir hayatı olacaktı, ya da iki tarafı da seçmeyip<br />

kendi yoluna gidecek, bildiği gibi yaşayacaktı.<br />

Atilla bizi seçti.<br />

O günden sonra babam Atilla’ya oğlu gibi davrandı. Annem ve<br />

kardeşim de aynı şekilde ona kısa sürede ısındılar. Atilla böylelikle<br />

ailemizden birisi oldu.<br />

Atilla ile başlarda iki yakın arkadaştık. Birlikte fazla vakit<br />

geçiriyorduk ve bundan hoşlanıyorduk. Atilla büyük bir kararlılıkla<br />

kendisini tepeden tırnağa hızla değiştiriyor, geliştiriyordu.<br />

Birlikte spor salonuna gidiyorduk. Birkaç ay içerisinde fazla<br />

kilolarının tamamından kurtuldu ve ince, atletik, çekici bir vücuda<br />

sahip oldu. Yeni halinin onu tanıdığım günlerdeki haliyle alâkası<br />

yoktu. Sadece vücudunu değil, zihnini de geliştiriyordu. Babam ona<br />

insan zihninin en hızlı hikayelerle geliştiğini söylemişti. Atilla bu<br />

yüzden binadaki kütüphanede ve sinema salonunda vakit geçiriyor,<br />

ilgisini çeken kitapları büyük bir şevkle okuyor, saatlerce film ve<br />

yabancı dizi izliyordu.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 91


semihsuren.com<br />

Çocuk kısa sürede bambaşka biri oldu. Ve ben bu yeni Atilla’ya<br />

kalbimi kaptırdım. Onun da bana karşı boş olmadığını biliyordum. Bir<br />

gün bir fırsatla birbirimize açıldık ve çıkmaya başladık.<br />

Çevremiz bizi birbirimize yakıştırıyordu. Birbirimiz için<br />

yaratıldığımızı söyleyenler oluyordu. Ne zaman evleneceğimizi sorup<br />

duruyorlardı. Magazin basını bizi eğlence çıkışı kulüplerde yakalıyor,<br />

aynı soruyu tekrarlıyorlardı.<br />

Bir bahar ayında hamile olduğumu öğrendim. Bunun üzerine<br />

ailelerimize gelecek yaz evlenmek istediğimizi bildirdik. Ne kadar<br />

sevindiklerini tahmin etmişsinizdir.<br />

Yaz geldiğinde rüya bir düğün gerçekleştirdik. Babam bizim için ve<br />

davetliler için bu özel günümüzün eşsiz olabilmesi adına birbirinden<br />

klas jestler yaptı. Düğünüm için hiç tereddüt etmeden hayatımın en<br />

mutlu günüydü diyebilirim.<br />

Kızımıza Mine ismini verdik. Bu ismi ona kayınvalidem Berna<br />

Hanım koydu. Mine bana değil daha çok babasına benziyor. Burnu,<br />

çene yapısı falan aynı Atilla.<br />

Babam Atilla’yı yazarlığa teşvik etmeye başladı. Atilla kısa<br />

hikayeler yazıyor. Bu hikayeler babamın finanse ettiği, daha çok<br />

üniversiteli okurların satın aldığı, genç ekiplerce çıkarılan dergilerde<br />

yayımlanıyor. Bilmiyorum biliyor musunuz, Atilla normalde iki<br />

isimli. Refik Atilla. Refik Atilla Yücesır. İsminin içinde ‘katil’<br />

kelimesi var. Bunu ne kendisi, ne ailesi, ne başkaları yıllarca fark<br />

edebilmiş, bunu fark edip Atilla’ya söyleyen Kurtuluş denen o pis<br />

adam olmuş. Atilla bahsettiğim dergilerde yayımlanan hikayelerinde<br />

takma ad kullanıyor. İsminin içindeki ‘katil’ kelimesini atıyor ve kalan<br />

harflerin oluşturduğu Refila takma adını kullanıyor.<br />

Dediğim gibi Atilla o seneden sonra bambaşka biri oldu. Babamın<br />

geçtiği yollardan geçti. Nasıl babam karanlık bir genç adamken<br />

kendisini disipline edip iyi niyetli birisine dönüşmüşse, aynısını Atilla<br />

da gerçekleştirdi. Bunu babamdan daha kısa sürede gerçekleştirdi.<br />

Çünkü babam ona yol gösterdi, yanında oldu.<br />

Atilla ile tanıştığım ilk gün onun iyi bir insan olduğunu sezmiştim.<br />

Fakat potansiyelini bu kadar iyi kullanıp, böylesine harika birine<br />

dönüşeceğini, dahası dünyada böyle harika bir insanın var<br />

olabileceğini hayal dahi edemezdim. Atilla kendisini başka biri olmaya<br />

adadıktan sonra onun bir defa bile birini kırdığını, sesini yükselttiğini,<br />

kabalaştığını görmedim. Öylesine büyük bir kalbi var ki, aklım<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 92


semihsuren.com<br />

almıyor. Yerde iğrenç iğrenç gezinen, midemi kaldıran, tiksindirici bir<br />

karafatmaya rastlasa bile onu avucuna alıp uzun uzun inceliyor,<br />

seviyor, konuşuyor onunla. Hani bıcır bıcır civcivleri elinize alıp<br />

seversiniz ya, Atilla karafatmalara bile aynen öyle davranıyor. Ve<br />

biliyorum ki aynı insan çok değil beş sene önce gözünü kırpmadan<br />

insan öldürmeye kalkıştı. Yakından gördüm ve inandım ki bu dünyada<br />

hiçbir şeye şaşırmamak lazım, her şey mümkün.<br />

Babam tanıdığım en sosyal insandır. Bir şekilde temasta olduğu<br />

binlerce arkadaşı var. Ama Atilla aramıza katılana kadar babamın en<br />

yakın arkadaşı şudur diyemezdim. Atilla ailemizin eksik parçasıymış.<br />

Benim hayatımın en önemli şeyi, babamınsa en yakın dostu oldu.<br />

Babama hem bir dost hem de bir oğul oldu.<br />

Yılda bir defa Atilla ile Samsun’a gidiyoruz. Baş başa vakit<br />

geçirebilmek için Mine’yi götürmüyoruz, onu anneme bırakıyoruz.<br />

Son gidişimizde Atilla babamın doğup büyüdüğü evi buldu. Eskiden<br />

oturdukları mahallede babamı tanımayan yok. Babamların eskiden<br />

oturdukları ev iki katlı eski bir yapı. Konağa benziyor. Küçük bir<br />

bahçesi var. Demir çitli. Çitlerden dışarı uzanan uzun ağaçları var.<br />

Orada şimdilerde yaşlı bir karı koca oturuyor. Bir hediye paketi<br />

yaptırıp Atilla’yla birlikte ziyaretlerine gittik. Sevimli insanlardı.<br />

Geçen yıllar içerisinde Altan’la da çok iyi arkadaş oldum. Garip bir<br />

insan. Senelerdir aynı kitabın üzerinde çalışıyor. Atilla biter bitmez bu<br />

kitabı yayımlatacağını ve promosyonunu yapacağını söylüyor ama<br />

Altan bir türlü bitirmiyor kitabı. Kitabın yıllardır bitmemesi beni<br />

şaşırtmıştı başlarda. Beş bin sayfalık bir kitap mı yazıyor acaba<br />

gibilerinden komik şeyler düşünmüştüm. Atilla bana abisinin kitabını<br />

mükemmeliyet hastalığına tutulduğu için bitiremediğini söylüyor.<br />

Ağır ağır, acele etmeden yazıyormuş, yazıyormuş, yazıyormuş, sonra<br />

bir gün bir şey keşfediyor, kitabı bu keşfin ışığında en baştan, daha<br />

ağır, bu defa hiç ama hiç acele etmeden tekrar yazıyormuş. Kitabı<br />

yarıladıktan sonra yeni bir keşif yapıyor, tekrar baştan yazıyormuş.<br />

Atilla espri yapıyor bu konuda. Diyor ki, Altan’ın bu kitabı<br />

bitirebilmesi için üç defa daha yaşaması lazımmış.<br />

Yüz beş yaşında bir çıtır olan Nazan Hanım’la hâlâ görüşüyoruz.<br />

Kadında eşine az rastlanır bir büyü var. Onun yanındayken her<br />

defasında neşeli, mutlu, enerjik hissediyorsunuz. Nazan Hanım’ın<br />

çoşkulu ruh hali anında size de geçiyor. Köpeği Uppsala da hâlâ<br />

hayatta. Nazan Hanım ona çocuğu gibi şefkat ve sevgi duyuyor.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 93


semihsuren.com<br />

Kusursuz bir hayat yaşıyor gibiyim. Her şey yolunda görünüyor.<br />

Bunun böylesi olması aslında beni korkutuyor. Dört dörtlük bir hayat<br />

yaşamanın, böylesine mutlu olabileceğimin imkansız olduğunu<br />

düşünürdüm. Ruhumun bir yanında hep bir korku var. Şüpheyle<br />

zehirleniyorum bazen. Kandırıldığımı hissediyorum. Ağır hastalara,<br />

ölmek üzere olan insanlara herkesin iyi davranması, sıkıntıları<br />

onlardan saklamaları gibi. Bazen etrafımı saran bu mutluluk<br />

perdesinin yapay olduğundan kuşkulanıyorum. Babamın ve Atilla’nın<br />

bir zamanlar sahip oldukları ama uzun süredir bize unutturdukları o<br />

karanlık yüzlerini gizli gizli açığa vurduklarını düşünüp korkuyorum.<br />

Bu düşünceler beni müthiş üzüyor. Bazen baş başa verip haftalarca<br />

ortada gözükmedikleri oluyor. Yurt dışına çıkıyorlar, birlikte<br />

memleketlerine gidiyorlar. Kimi zaman uzun saatler boyunca ikisinin de<br />

telefonlarına cevap vermediği oluyor. İşte o zaman içimi büyük<br />

sıkıntılar basıyor.<br />

Neyse ki kendimi meşgul edecek bir işim var. Eve kapanıp bunları<br />

düşünüp dursaydım kendimi delirtirdim. Önceki sene babam<br />

bizdeyken, Atilla’yla konuşurlarken ilginç bir fikir öne sürdüler.<br />

Futbol üzerine konuşuyorlardı. Babam, futbol tarihindeki önemli<br />

maçların veya bir kulübün kendi tarihindeki önemli maçların yayın<br />

haklarının satın alınıp DVD olarak piyasaya sürülebilirse gayet kârlı<br />

bir iş yapılmış olacağını söylüyordu. Maçın doksan dakikası, maçın<br />

önemini anlatan maç öncesi birkaç röportaj, basından kareler, sonra,<br />

maç sonrasında yaşananlar, büyük bir zaferse sokaklardaki coşku…<br />

Bu tarz şeyler. İnsanların bu maç DVDlerini alıp koleksiyon<br />

yapacaklarını söylüyordu. Refik Atilla ise aksini savunuyor, böyle bir<br />

girişimin düşündüğü kadar kâr getirmeyeceğini örneklerle anlatıyordu.<br />

Biz de karşı koltukta kardeşim Melike’yle birlikte onları ağzımız açık<br />

dinliyorduk.<br />

Melike de ben de futboldan anlamayız. Sevmeyiz yani. Ama<br />

babamları dinlerken aklımızda bir ışık çaktı ve bu işe girişmeye karar<br />

verdik. Sorduk soruşturtuk, araştırdık ettik, sonunda elimizdeki<br />

paranın bu işe yeterli sermaye sağlayacağını öğrendik. Türk futbol<br />

tarihindeki ve dünya sahnesindeki beşer efsane maçı DVDleştirerek<br />

piyasaya sürdük. Başlarda herkes alaycı yaklaştı. Bu işe kalkışan iki<br />

kadının röportajlarda futbolu aslında sevmediklerini söylemesine,<br />

sonucu bilinen karşılaşmaları izlemenin manasız olacağının<br />

düşünülmesine rağmen satışlar hızla arttı ve yeni bir pazar doğdu.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 94


semihsuren.com<br />

Bir beş yıl daha sonra<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 95


semihsuren.com<br />

BÖLÜM YİRMİ DÖRT<br />

MELANKOLİNİN DİBİNE VURMAK<br />

(Altan)<br />

Şimdi bir şey itiraf edeceğim. Söz verin gülmeyeceksiniz.<br />

Bu kitaba konu olan o tatsız olayların üzerinden on yıl geçti.<br />

Hatırlıyor musunuz, beni ilk tanıdığınızda bir kitap üzerinde üzerinde<br />

çalışıyordum. Biliyorum komik, anlamsız ve inanılmaz gelecek, ama<br />

ben hâlâ bitiremedim o kitabı.<br />

Bunun neden böyle olduğunu açıklamaya çalışayım.<br />

İsmini henüz koymadığım bu kitabı yazmaya tam on altı yıl önce<br />

başladım. Daha kitaba tek bir harf bile eklemeden önce anlatacağım<br />

hikayenin tamamını biliyordum. Başı, sonu ve karakterleri belli olan<br />

bu hikaye on altı senedir hiç değişmedi. Bir türlü içime sinmediği için<br />

değiştirip durduğum şeyler ise kitabın biçimi ve üslubu.<br />

Mesela Melih Müren için kitap yazmak basittir. Melih Müren tarzı<br />

bir kitap yazmak basittir. Melih Müren kitaplarını on ilâ otuz günde<br />

yazıyor. Hiç abartmıyorum, Melih Müren tarzı bir kitap yazacak<br />

olsaydım, kitabı en geç beş günde bitirirdim. Bunu bir defasında<br />

kendisine de söyledim ve bu görüşümü kabul etti. Hani öyle bir<br />

başımıza da değildik. Gayet kalabalık bir ortamdı. Ben öfkeli bir<br />

çıkışla ve biraz kibirle bunu söyledim. Melih Müren görüşümü kabul<br />

etti ve beni savundu.<br />

Melih Müren gibi yazarlar için ürettikleri metinlerin biçimleri ve<br />

üslupları önemli değildir. Anlatılan hikayenin kendisi önemlidir.<br />

Benim gibi yazarlar içinse hikaye önemsizdir. Eğer kitabımı bir gün<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 96


semihsuren.com<br />

bitirebilirsem, kitabı severek, ilgiyle, dikkatle okuyacak olanlar onu<br />

hikayesi için değil, bana has olan, yıllardır yaratmaya çalıştığım o<br />

üslup için okuyacaklar. Bu yüzden kitabım onu satın alan okurların<br />

büyük çoğunluğunca beğenilmeyecek. Zaten çok da satmayacak.<br />

Çünkü anlatımı ağır, cümleleri uzun ve hikayesi çekici değil.<br />

Melih Müren gibi yazarların tek derdi kendi kafalarındaki sahneleri<br />

okurlarının zihinlerine doğrudan yansıtmaktır. Bunun için herkesin<br />

anlayabileceği sade bir üslupla yazarlar. Kitabı okuyan, yazarın<br />

yaptığı üslup ve biçim oyunları için okumaz onu, hikayenin ilginçliği,<br />

hareketliliği, merak uyandırıcı niteliği için okur. Melih Müren zaten,<br />

her fırsatta, kitaplarını kaleme alırken günlük hayatta duymadığımız<br />

kelimeler kullanmaktan kaçındığını ve kitaplarını yetişkin bir okura<br />

değil bir çocuğa hikaye anlatır gibi yazdığını söyler. Onun edebiyat<br />

yapmak gibi bir derdi yoktur. Onun derdi kendi beğeneceği bir hikaye<br />

tasarlamak, bunu olabildiğince basit bir şekilde, herkesin<br />

anlayabileceği biçimde anlatmak, anlaşılmak, sevilmektir. Tüm<br />

kitapları kısadır. İster ki bir oturuşta okunsunlar. Bu seçimleri de onu<br />

sektörde gayet başarılı bir ticari yazar haline getirmiştir.<br />

Bir onun gibiler var, bir benim gibiler, bir de orta yolu bulanlar.<br />

Yani hem asıl edebiyata aşık nitelikli okuru tavlayabilen, hem de<br />

popüler olanın akışına kapılan niteliksiz okura seslenebilen yazarlar.<br />

Bu insanlar büyülüdür. Bunlardan biri olmak dünyada cenneti<br />

yaşamakla eşdeğerdir gözümde.<br />

Umuyorum kendi kitabımı elli yaşıma gelmeden bitirebilirim. Sırf<br />

kendim için yazıyorum. Yazdıkça, bu işe, kimsenin okumayacağı bir<br />

kitabı yazmaya gençliğimi, ömrümü verdikçe ne kadar salak, ne kadar<br />

gıcık bir insan olduğumu anlıyorum. İnsanın kendi içine yüzde yüz<br />

sinecek bir sanat eseri yaratmasının mümkün olmayacağını anlamam<br />

için daha kaç sene kendimi hayattan soyutlayacağım acaba? Altan,<br />

diyorum kendime, oğlum bir sanat eseri tamamlanamaz ki. Bir sanat<br />

eserini kusursuzlaştırmaya sanatçının ömrü yetmez ki. O yüzden değil<br />

mi sen sürekli en çok beğendiğin kitapların, filmlerin, şarkıların,<br />

yapıların yarım kaldıklarını, tamamlanmadan bırakıldıklarını sezip<br />

duruyorsun. Çünkü yeryüzüne senin kadar salak olanlar nadiren gelir.<br />

Büyük sanatçılar eserlerinin asla içine sinmeyeceğini bilir, ama aynı<br />

zamanda onları arkada bırakıp yenileri üzerinde çalışmaları gerektiğini<br />

de bilirler. Yoksa senin yaptığın gibi bir odada, bir masanın başında<br />

on yıllar geçirip, dünyanın lezzetlerinden uzakta çürüyüp giderler.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 97


semihsuren.com<br />

Atıyorum, iki sene çalışıyorum, kitabımın yüzde altmışını yetmişini<br />

bitirmiş oluyorum, diyorum ki, birkaç ay içinde biter ve kurtulurum bu<br />

Allah’ın cezasından, ama o sırada tanıdığım yeni bir yazardan bir şey<br />

öğreniyorum veya izlediğim bir filmden çok hoşuma giden yenilikçi<br />

bir anlatım tekniği kapıyorum ve zihnim ateşlenmeye başlıyor. Çünkü<br />

yeni bir bakış açısı edinmişimdir ve kitabımı bu yeni bakış açısıyla<br />

şekillendirmezsem rahat edemeyeceğim. O andan itibaren iki yıllık<br />

emeğim afedersiniz bana bombok görünüyor. Bu yeni bakış açısıyla<br />

bu malzemeyi yeniden üretmem gerektiğini hissediyorum ve kitabımı<br />

bambaşka bir üslup ve biçim deneyerek baştan kaleme alıyorum. Bu<br />

yeni tarzda uzun süre, aylarca, yıllarca kitabı ilerletiyorum, yine yüzde<br />

ellisini falan tamamlıyorum, sonra yine aynı şey oluyor ve şak diye<br />

başka bir etkiye girip kitabımı yine bombok olarak değerlendiriyorum<br />

ve bu yeni etkiyle baştan kaleme almaya başlıyorum. Böyle gidiyor.<br />

Ben çok okuyup yazdıkça, yeni dünyalar tanıdıkça, sürekli kendimi<br />

geliştirip başka bir Altan oldukça, yazmak istediğim kitap da sürekli<br />

değişip duruyor. Halbuki sen de başkaları gibi yap işte salak herif!<br />

Ulan manyak, senden başka dünyadaki bütün sanatçılar, sanatları için<br />

yeni bir keşif yaptıklarında bunu üzerinde çalıştıkları malzemeyi<br />

baştan şekillendirmekte kullanmıyorlar. Sabrediyorlar, ellerindeki<br />

eseri tamamlıyorlar, yeni malzemeyi, o malzemeye en uygun olacak<br />

yeni bir eser yaratarak kullanıyorlar. Sense, inan bana Altan, dünyanın<br />

gördüğü en geri zekalı sanatçısın. Kimsenin okumayacağını bildiğin<br />

bir kitaba bütün hayatını vermek geri zekalılık değil de nedir?<br />

Ben burada kendi hayatımı bok edip durayım, Atilla Efendi hayatın<br />

bütün keyiflerine ve renklerine sahip olsun. Utanmadan yazar oldu bir<br />

de. Ağzına sıçayım. Fırsatları değerlendirmeyi ne iyi biliyor pezevenk.<br />

Onun yerinde başkası olsa hapislerde çürürdü. Bu ise oh anasını<br />

satayım, gel keyfim gel. Sen git dünyanın en aşağılık suçlarını işle,<br />

binbir türlü canlı öldür, onlara işkence et, masum bir kızcağızın ırzına<br />

geç, aklına estiği gibi yaşa, seni sevenleri sikine sallama, bildiğini<br />

oku, ama karşılığında hayat sana kimseye davranmadığı kadar cömert<br />

davransın, bok gibi paran olsun, dünyalar güzeli eşin, dünya tatlısı<br />

cimcime bir kızın olsun, itibarın, nüfuzun olsun, seni seven insanların<br />

arasında yüzünden gülücük eksik olmadan sefa sürerek yaşa.<br />

Daha da içmeyeceğim ulan! Kırk yılın başında içkiyi fazla<br />

kaçırıyorum, ondan sonra böyle melankolinin dibine vuruyorum.<br />

Kabul ediyorum. Hayatım boktan. Sorumlusu benim. Kafamı sikeyim.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 98


semihsuren.com<br />

Ve bir beş yıl daha sonra<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 99


semihsuren.com<br />

BÖLÜM YİRMİ BEŞ<br />

SIRLAR<br />

(Nazan Hanım)<br />

İnsan hissettiği yaştadır. Yüz on beşimde olup kendimi on beşimde<br />

hissediyorum diye utanacak değilim ya!<br />

Geçende Atilla kızıyla birlikte Samsun’daydı. Bir gece bende<br />

kaldılar. Mine kocaman kız olmuş. Öyle ağırbaşlı, öyle hanım ki. Onu<br />

son gördüğümde bebekti daha. Hatırlamıyor haliyle beni. Benim böyle<br />

kıpır kıpır, yerinde duramayan, tuhaf bir büyükanne olduğumu<br />

görünce şaşırdı. Başta garipsedi ama çabucak alıştı, sevdi beni.<br />

Atilla yaşlandı gözümüzün önünde. Kırkını bitirecek bu sene. Yüzü<br />

çok gülmekten kırıştı. Saçları değil de, çenesindeki sakalların bir<br />

kısmı beyazlaştı. Daha bir oturaklı, daha bir adam oldu.<br />

Geçen yıllar bizi Atilla ile yakınlaştırdı. Birbirimizin sırdaşı olduk.<br />

Meğersem onunla tanıştığımız o ilk haftadan beri hayat hikayeme<br />

saplantılı bir merak duyuyormuş. Yaşadığım uzun hayatı ne kadar<br />

anlatsam da doyamıyormuş. Ama asıl öğrenmek istediği herkesten<br />

sakladığım karanlık yönlerim ve gençliğimde bu karanlığa<br />

kapıldığımda yaptığım şeyler elbette.<br />

Bir gün, yıllar önceydi, açık açık sordu. Bu karanlık hatıraları ne<br />

zamandır saklıyordum içimde. O an anlamıştım ki ben meğersem<br />

Atilla gibi kendisinin de feci karanlık yanları bulunan sır küpü birini<br />

beklemişim içimi dökmek için. Kimselere, rahmetli eşlerime bile<br />

anlatmadığım sırlarımın her birine karşılık ben de Atilla’nın<br />

kendinden bile gizlediği sırlarını duymak istedim. Kabul etti. O zaman<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 100


semihsuren.com<br />

bu zamandır Atilla ne zaman Samsun’a gelse bir gece bende kalır ve<br />

geçmişin karanlık sayfalarını teker teker açarak sabahlarız.<br />

Atilla’nın hikayesini sevdiğiniz, hikayeyi buraya kadar takip ettiniz<br />

için onun hakkında bildiğim sırların bazılarını öğrenmeye hakkınız<br />

olduğunuzu düşünüyorum. Aramızda kalması şartıyla. Atilla bunları<br />

başkasına anlattığımı duyarsa keser beni. Kendi geçmişimdeki<br />

karanlık sırlardan ise kesinlikle söz etmeyeceğim. Benim hikayemi<br />

dinlemeye niyetlenenler avucunu yalarlar. Şu an okumayı kesmekte<br />

özgürler. Ben kendi sırlarımı yaklaşık üç çeyrek asır sonraki<br />

ölümümle birlikte mezara götüreceğim. Yirmi ikinci yüzyılı görmeden<br />

ölmemeye azmettiğimi daha önce söylemiştim, hatırlarsınız.<br />

Şimdi gelelim asıl konuya.<br />

Atilla bu son on beş yılda annesinden, abisinden, karısından,<br />

arkadaşlarından sakladığı ne tür haltlar yedi?<br />

Melih’le aralarından su sızmayan Atilla aynı onun yaptığı gibi ikili<br />

oynamaya başladı. Melih onu kendine benzetti ve Atilla’yı da kendisi<br />

gibi bir profesyonel ikiyüzlü haline getirdi. İki tane Atilla var<br />

diyebilirim. Bir tanesi herkese gösterdiği yüzü. İyi kalpli, sosyal,<br />

sevecen, yardımsever, çalışkan Atilla. Bir de kimsenin bilmesini<br />

istemediği korkunç, kuvvetli, gözü dönmüş, hayvansı yönü var.<br />

Şehir hayatından çok sıkılıp Afrika çöllerinde safarilere katılıp<br />

avlanan Avrupa zenginleri gibi, Melih ve Atilla da Kurtuluş ve<br />

Sıtkı’nın yardımıyla kötü insanları kaçırıp cezalandırıyorlar. Ülkedeki<br />

tecavüzcüleri, katilleri, canileri, başkalarının sırtından geçinen<br />

vurdumduymazları, fuhuş pazarını yöneten kilit isimleri, masumların<br />

hayatını felakete çeviren alçakları, gençlerin beynini yıkayanları, terör<br />

eylemlerinde yer alanları ele geçiriyorlar ve cezalandırıyorlar. Kısaca<br />

insan avlıyorlar diyebilirim.<br />

Bunların haricinde kendi geçmişiyle hesaplaşmak, vicdanını<br />

rahatlatmak için yaptığı şeyler var. Bir senesi Çakırlar Korusu’nda bir<br />

kıza tecavüz etmiş. Daha bunu yeni anlattı. Son gelişinde. Birkaç sene<br />

önce Sıtkı nasıl becermişse o kızı bulmuş. Dayakçı bir kocası, iki<br />

çocuğu varmış. Kocası bunu döve döve öldürüyormuş. Bizimkiler<br />

önce kocayı ortadan kaldırmışlar. Kadına maddi yardımda<br />

bulunmuşlar. O sıralar Atilla Melih ile yurt dışındaymış. Bu<br />

olaylardan dört ay sonra dönmüş yurda. Hemen Samsun’a gelmiş ve<br />

kadınla görüşmüş. Kadınla görüşmelerini bana anlatırken Atilla’nın<br />

bir anda bunaldığı, daraldığı, içmeyi çoktan bıraktığı halde bakkala<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 101


semihsuren.com<br />

inip sigara aldığı ve bir paketi birkaç saat içinde hızlı hızlı içtiği<br />

gözümün önünden gitmiyor.<br />

Refik Atilla kadına yıllar önce ona tecavüz edenin kendisi olduğunu<br />

itiraf ettiğinde kadın şok olmuş. Sessizleşmiş, düşüncelere dalmış. O<br />

böyle tepkisiz kaldıkça Atilla konuşmuş da konuşmuş. Bin defa özür<br />

dilemiş, bundan sonra yaşayacağı güzel bir hayat vaat etmiş ona,<br />

ölünceye değin kendisine yardım edeceğini, kendisinin vicdanında hiç<br />

geçmeyecek bir yük olduğunu söylemiş. Ve kadını bir daha dayakçı<br />

kocasıyla karşılaşmayacağına ikna etmiş. Tabii bunu üzeri kapalı<br />

söylemiş. Açık açık, kocanı ensesinden kurşunlayıp bir incir ağacı<br />

dibine gömdük, dememiş.<br />

Kadın yarım saat kendine gelememiş. Gözyaşları dinip kendini<br />

toparladığında Atilla’yı odada yalnız bırakıp arka odaya gitmiş. Az<br />

sonra uykusundan uyandırdığı, şaşkın şaşkın etrafa bakan, esneyip<br />

duran kızıyla birlikte dönmüş. Atilla cebinden gofret çıkarıp vermiş<br />

çocuğa. Çocuğun zihinsel özürlü ve sağır olduğunu biliyormuş. Sıtkı<br />

bunu ona ilk söylediğinde içinde tarifsiz bir hüzün duymuş. Kız on altı<br />

yaşındaymış ama yarı yaşındaki bir çocuk kadar ufak tefek<br />

görünüyormuş.<br />

Kadın o esnada Atilla’ya korkunç gerçeği söylemiş. Çocuğun<br />

kendisinden olduğunu. Atilla kadının ciddi olduğunu anlamış. Kızın<br />

yanına oturmuş, saçlarını sevmiş. Kıza sarılıp uzun müddet ağlamış.<br />

Fazla dayanamayarak evi terk etmiş. Daha sonra Melih Müren kadına<br />

ve kızına bir daire satın aldı. Ben de birkaç defa belki eksikleri vardır,<br />

bizimkilerden istemeye çekinirler diye ziyaretlerine gittim. Kız o<br />

kadar cana yakın, o kadar hayat dolu ki. Canım yavrum benim.<br />

Atilla’nın kimseyle paylaşmadığı birkaç konu daha var. Onları artık<br />

ileride kendisi anlatırsa anlatır. Benden bu kadar. Size bu kadarını<br />

anlatmış olmam bile hataydı.<br />

Ooo saat kaç olmuş. Hava kararmadan mezarlığa gidip gelmem<br />

lazım. Benim canım Uppsala’mı, güzel oğluşumu böyle her hafta<br />

ziyaret ediyorum. Yaptırdığım oymalı mermer mezarın başında ona<br />

fabl okuyorum. Eski eşlerimin ikisi de aynı mezarlıktalar ama tam<br />

olarak mezarlığın neresinde yatıyorlar bilmiyorum doğrusu. Eskiden<br />

korkardım mezarlıklardan, huzursuz olurdum; o yüzden ne<br />

gömüldüklerinde buradaydım, ne de sonradan ziyaretlerine geldim.<br />

Uppsala’mı kaybettikten sonra kırdım bu huyumu.<br />

Şimdi evde su kaplumbağası besliyorum. Yeni Uppsala’m o.<br />

<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 102

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!