Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
YİN YANG<br />
SEMİH SÜREN
ARKA KAPAK<br />
Kitabın ana kahramanları, 25 yaşındaki Refik Atilla Yücesır ve 50<br />
yaşındaki Melih Müren. <strong>Yin</strong> Yang sembolü onları temsil ediyor. İkisi<br />
de içlerinde aynı seviyede karanlığın ve aydınlığın bulunduğu<br />
karakterlere sahipler. İyi insanlarla karşılaştıklarında dünya tatlısı<br />
insanlar oluyorlar, karanlık kişilerle temas kurduklarındaysa<br />
içlerindeki kana susamış tehlikeli canavara uyuyorlar.<br />
Melih Müren zamanında kararını iyi biri olmaktan yana<br />
kullanmıştır, meşhur bir yazar, iyi bir baba olmuştur. Fakat Refik<br />
Atilla ne yazık ki hâlâ etkiye açık biridir. Hayatı hakkındaki kararları<br />
kendisi vermeyi henüz alışkanlık edinmemiştir.<br />
Refik Atilla, Melih Müren’i vurmak niyetiyle İstanbul’a gitmek<br />
üzeredir. İsminin içinde ‘katil’ kelimesini azmettiricilerin<br />
söylemesiyle fark etmiştir Refik Atilla. O güne kadar bu tuhaf durum<br />
ne kendisinin, ne ailesinin, ne de başkalarının dikkatini çekmiştir.<br />
Hayret bir şey değil mi? Kurnaz azmettiriciler ise genç adamı bunun<br />
bir kehanet olduğuna inandırmışlardır.<br />
Refik Atilla uzun süredir disiplinle hazırlandığı kanlı planı<br />
uygulamaya koyup avucunun içindeki Melih Müren’i öldürebilecek<br />
mi? Yoksa eylem zamanı yaklaştıkça tesadüf eseri hayatına giren<br />
güzel insanlara kapılıp bambaşka biri olmaya mı çabalayacak?<br />
Refik Atilla ve Melih Müren’in yakınlarının ağzından anlatılan<br />
çarpıcı hikayesi mutlaka içinizdeki bir şeylere dokunacaktır.
semihsuren.com<br />
BÖLÜM BİR<br />
BİR ASIRLIK YAŞAM<br />
(Nazan Hanım)<br />
Yüz yaşında olduğuma kimse inanmıyor. İnanın yüz yaşındayım.<br />
Kendime baktım. Sağlığıma güzelliğime dikkat ettim. O yüzden hâlâ<br />
yetmişlerimdeymişim gibi görünüyorum. Hatta bazen altmış<br />
yaşlarında göründüğümü söyleyenler olur. Mesela ne zamandır boş<br />
olan yan dairede oturmaya başlayan o delikanlı. Dün ilk defa konuştuk<br />
kendisiyle. İkimiz de balkon demirine yaslanmış, sokağa bakıyorduk.<br />
Efendi birine benziyor. Bu dairede ondan önce oturanlar mafya gibi<br />
tiplerdi. Arada kulak misafiri oluyordum balkondayken. Ağızlarından<br />
küfür eksik olmuyordu. Başlarından geçen şiddet ve kötülük dolu<br />
olayları övünerek anlatıp duruyorlardı. Yeni çocuk pek tatlı bir şey.<br />
İsmi Refik Atilla. Dün onu çaya davet etmiştim. Birazdan çalar<br />
kapımı. Saat beşi geçti. Yaşımı söyleyeceğim ona. Bakalım tepkisi ne<br />
olacak. Böyle bir yaşa ulaşmanın en kötü yanı sevdiğiniz insanların<br />
ölmüş olmasıdır. Şükür yalnız kalmıyorum. Yaratılışım gereği sosyal,<br />
sevecen biriyimdir. Hayatıma hep yeni insanlar sokuyorum.<br />
Kapı çalıyor. Açmadan önce oradaki aynaya şöyle bir bakıp saçımı<br />
başımı kontrol edeyim. Heh, iyiymiş saçım. O mu değil mi diye önce<br />
bir delikten bakayım. O.<br />
Kapıyı açıyorum, “İyi akşamlar teyzeciğim,” diyor kibarca<br />
gülümseyerek.<br />
Eli boş gelmemiş, canım benim. Kurabiye benzeri üç çeşit bisküvi<br />
paketi tutuyor elinde.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 2
semihsuren.com<br />
“Dur yavrum, sorayım önce,” diyorum ve soruyorum; “Köpekten<br />
korkar mısın?”<br />
“Köpeğiniz mi var?” diyor. “Bana fazla yaklaşmazsa, fazla<br />
hareketli değilse, bir de havlamazsa korkmam.”<br />
“Ahah,” diye keyifle gülüveriyorum. “Tam da benimkini tarif ettin.<br />
Öyle kös kös uyur köşesinde. Başını kaldırmaz.”<br />
“İyi o zaman,” diyor Refik Atilla gülümseyerek.<br />
Delikanlıya bir çift erkek terliği çıkarıyorum. Elindeki bisküvi<br />
paketlerini alıyorum. Ben çay getirmek üzere mutfağa geçerken ona<br />
da oturma odasına gidip keyfine bakmasını söylüyorum. Daha ben<br />
bisküvi paketlerini açmamışken mutfağa giriyor.<br />
“Köpeğiniz çok büyükmüş,” derken gülümsüyor yine, ama<br />
anlıyorum, ürkmüş.<br />
“Uyuyordu, uyanmış mı?” diyorum.<br />
“Yoo,” diyor. “Uyuyordu.”<br />
Doğru ya, benim Danua cinsi koca köpeğim uyurken bile öyle<br />
heybetlidir ki alışık olmayanı huzursuz eder.<br />
“Gel Refik Atilla,” diyorum, tereğin kapaklarından birini açıyorum.<br />
“Şurada tabaklar var. Boyum yetişmiyor. Alsana oradan iki tanesini.”<br />
“Atilla’yı kullanıyorum,” diyor tabaklara uzanırken.<br />
“Doğru, demiştin dün.”<br />
Dün ismini sorduğumda ilkin yalnızca Atilla demişti. Sonra ben<br />
ikinci beyimin isminin de Atilla olduğunu söylemiştim. Rahmetli iki<br />
isimliydi. Atilla Sunay Bey. Ben böyle deyince Refik Atilla da iki<br />
isimli olduğunu söylemişti. Doğru, şimdi hatırladım.<br />
Dolaptan süt, çekmeceden cezve çıkarıyorum.<br />
“Siz süt mü içeceksiniz?” diye soruyor.<br />
“Sütlü çay.”<br />
Sanırım daha önce sütlü çay içmemiş. Soruyorum, içmemiş. Bugün<br />
benimle birlikte içeceğini söylüyorum. İtiraz etmiyor. Sevdim ben bu<br />
çocuğu.<br />
İçeri geçtiğimizde ne olur ne olmaz diye köpekten uzağa oturuyor.<br />
Benim koca oğlum başını patilerinin üzerine koymuş, incecik bir<br />
hırıltı çıkararak uyuyor. Ben de delikanlıya yakın oturuyorum.<br />
Cezvedeki ılık sütü fincanlardaki çayın üzerine yavaşça boşalttığımda<br />
oluşan bulutlanma Refik Atilla’nın hoşuna gidiyor.<br />
Delikanlının gözü sürekli köpekte.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 3
semihsuren.com<br />
“İsmi Uppsala onun,” diyorum. “Doğduğum, çocukluğumu<br />
geçirdiğim kentin ismi. Şimdiye dek beslediğim bütün hayvanlara bu<br />
ismi verdim. Sahi söylemedim sana değil mi oğlum; ben İsveç<br />
asıllıyım. Gerçek ismim Viveca. Viveca Lindfors. Bu isimde bir de<br />
Hollywood aktrisi vardı. Rahmetli oldu. Babalarımız kuzendi onunla.”<br />
“Anlıyorum,” diyor Refik Atilla. Isırdığı bisküviyi fincan tabağının<br />
kenarına koyuyor. “Türkçeniz yabancı olduğunuzu ele vermiyor.”<br />
“Eh, olsun o kadar,” diyorum. “Ömrümün dörtte üçünü Türkiye’de<br />
geçirdim. Beni buraya dün bahsettiğim ikinci eşim Atilla Sunay Bey<br />
getirdi. Viyana Başkonsolosluğu’nda görev yapıyordu o zaman.<br />
Tanıştığımızda gezgin bir tiyatro topluluğuyla yaşıyordum. Küçük<br />
kasabalarda birer hafta kadar kalıyorduk, sahne alıyordum.”<br />
Delikanlının geveze bir kadın olduğumu sezmek üzere olduğunu<br />
anlıyorum. Ama duramıyorum. “Bak şimdi bir şey söyleyeyim de gül.<br />
Atilla Sunay Bey’den sonra altı defa daha evlendim ben. Vallahi<br />
diyorum. İnanmazsan getireyim fotoğraf albümlerimi.”<br />
“İnandım, neden inanmayayım,” diyor neşeyle. “Tabii eskiden flört<br />
etmek böylesine rahat değildi. Hoşlandığınız bir adamla kendinizi evli<br />
buluveriyordunuz sanırım.”<br />
“Tam olarak öyle sayılmaz. Aman neyse. Bir şey daha! Bunu yeni<br />
tanıştığım herkese hemen söylerim.”<br />
“Siz çok ilginç birisiniz.”<br />
“Sence kaç yaşındayım?” diye soruyorum.<br />
“Ne söyleyecektiniz? Lafınızı kestim,” diyor.<br />
“Yaşımı söyleyecektim. Sence kaç yaşındayım?”<br />
“Dün de sormuştunuz bunu. Dediğim gibi altmış, en fazla altmış<br />
beş.”<br />
Ona yüz yaşında olduğumu söylüyorum. Sessizleşiyor, yüzüne bir<br />
üzüntü ifadesi gelir gibi oluyor. Sonra, sanki Alzheimerlıymışım gibi<br />
daha dikkatli ve daha şefkatle konuşmaya başlıyor benimle. Ona<br />
tekrar, gerçekten yüz yaşımda olduğumu söylüyorum. Ne güzel tatlı<br />
tatlı konuşuyorduk. Yaş meselesi aramızda gerginlik yapıyor.<br />
“Bekle canım, sana bir fotoğraf göstereceğim,” deyip kalkıyorum.<br />
Atilla Sunay Bey ile ’32 yılında tanıştık. Yirmi yaşıma yeni<br />
girmiştim. Beş sene birlikte yaşadık Viyana’da. Evlendiğimiz sene<br />
Türkiye’ye yerleştik. Viyana’da kaldığımız süre zarfında Atilla Sunay<br />
Bey bazı özel işleri yerine getirmek, bazı davetlerde görünmek için sık<br />
sık Türkiye’ye gider gelirdi. Kimileri eşli davetler olurdu. Programım<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 4
semihsuren.com<br />
elverdiğince bu davetlerde onun yanında olurdum. Beni insanlara<br />
sözlüsü olarak takdim ederdi. Ben o sıralar Viyana’da yaşayan İsveçli<br />
bir ailenin küçük ikiz kızlarına dans dersleri veriyordum. Bir yandan<br />
ise özel bir kolejde misafir öğrenci sıfatıyla sanat tarihi okuyordum.<br />
Tabii bir de konsolosluk katiplerinden olan orta yaşlı aksi bir<br />
hanımdan Türkçe öğreniyordum. Bahsettiğim davetlerden birine<br />
katılmak için Atilla Sunay Bey ile İstanbul’daydım. Davetin ikinci<br />
yarısında salonu yeni Türkiye’nin kurucusu ve ilk cumhurbaşkanı<br />
Mustafa Kemal Atatürk şereflendirmişti. Ne müthiş bir alkış kopmuş,<br />
ne keyifli bir hareketlilik olmuştu, hâlâ hatırlarım. Atilla Sunay Bey’in<br />
Paris’te kaldığı yıllarda tanıştığı eski bir ahbabı ekibiyle birlikte bu<br />
nefis geceyi fotoğraflamaktaydı. O gece Mustafa Kemal’le<br />
çekindiğimiz kalabalık fotoğrafları bugüne değin hiçbir yerde<br />
görmedim. Birazdan Refik Atilla’ya göstereceğim fotoğraf ise elime<br />
on yıllar sonra, dördüncü eşimle Paris’i ziyaret ettiğimiz sırada geçti.<br />
Refik Atilla’ya bahsettiğim fotoğrafı sonraki yıllarda çekilen başka<br />
bazı fotoğraflarımla birlikte veriyorum. Fotoğrafta gösterdiğim kızın<br />
ben olduğuma ikna olması için. Refik Atilla yirmili yaşlarımdan<br />
bugünlerime kadarki hallerimi gösteren otuz kadar fotoğrafı elinde<br />
tutuyor. Mustafa Kemal’in gözlerinin kapalı çıktığı kalabalık fotoğrafa<br />
ve diğerlerine uzun uzun, sessizce bakıyor.<br />
“Peki nasıl bu kadar genç gösterip bu kadar dinç olabiliyorsunuz?”<br />
diye soruyor şaşkınlıkla.<br />
“Kısaca söylersem; daha az yiyip, daha fazla hareket ederek. Hiçbir<br />
şeyi dert etmeyerek. Hayatı gerçek gibi değil, bir rüya gibi yaşayarak.<br />
Hep kendi bildiğimi okuyarak. Çok severek, çok aşık olarak. Ruhum<br />
karanlık arzu ettiğinde tereddüt etmeyip vahşileşerek. Rica ediyorum<br />
bununla ne kastettiğimi sorma. Sanatla yakından ilgilenerek.<br />
Tiyatroyla, müzikle, edebiyatla ve sinemayla. Etrafımda hep beni<br />
sevecek, bana tapacak insanları tutarak. Bol seyahat ederek. Yeni yeni<br />
alışkanlıklar edinmeyi alışkanlık edinerek. Kısaca bu tarz şeyler. Ama<br />
başka bir gün dilersen detaylıca izah ederim.”<br />
“Nazan Teyze, şu an inanın, şaşkınlıktan üzerime tutukluk geldi.”<br />
“Görüyorum,” diyorum, gülümsüyorum.<br />
“Yakında İstanbul’a gitmem gerekiyor. Ne zaman dönerim hiç belli<br />
değil,” diyor. “Sizinle yanlış bir zamanda tanıştık. Üzgünüm.”<br />
Bir şey söylemiyorum. O esnada köpeğim uyanıyor. Onunla<br />
ilgileniyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 5
semihsuren.com<br />
BÖLÜM İKİ<br />
KİTAP KURDU TAKSİCİ<br />
(Altan)<br />
Taksisine bindiğim adam iki üniversite bitirmiş. Hemen hemen aynı<br />
yaşlardayız. Ömrümde ilk defa bir taksinin içinde sevdiğim parçaları<br />
dinliyorum. Ray Charles, Nina Simone, Frank Sinatra çalıyor.<br />
Bunların peşine de Leonard Cohen’i, Freddie Mercury’yi dinliyoruz.<br />
“Ne tarz bir kitap yazıyorsun peki?” diye soruyor, taksi kırmızı<br />
ışıkta beklerken.<br />
“Basılacak türden bir kitap değil,” diyorum.<br />
“Nasıl?”<br />
“Yayımcılar benim yazdığım tarzda bir kitabı basmaz demek<br />
istiyorum. Kitabım basılsa bile on yılda üç baskı ancak yapar.”<br />
“Peki, neden satmayacak bir kitap yazıyorsun?”<br />
“Eserlerine hayran olduğum büyük yazarlar gibi yazmaya<br />
uğraşıyorum. Bir piyasaya yönelik yazmak var, basit yazmak, daha<br />
fazla okura ulaşmak; bir de kaliteli ve klas bir kitap yazıp nitelikli<br />
okurlarca sevilmek var.”<br />
“Mahsustan sordum. Bilgim var bu konularda. Ben de nitelikli bir<br />
okur sayılırım.”<br />
Konuşmaya devam etsin diye bir şey söylemiyorum. Tamam, güzel<br />
parçalar dinliyor olabilir. Müzik zevki müthiş. Ama her ne kadar<br />
okumuş biri olsa da, nedense ondan kitaplar konusunda bir derinlik<br />
beklemiyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 6
semihsuren.com<br />
“Evimde küçük bir kütüphanem var,” diyor. Aracı büyük bir<br />
rahatlıkla ve kendine güvenle kullanıyor. İşini keyif alarak yaptığı<br />
belli. “Kitaplar pahalı diyorlar. Cebimize giren paraya göre, diğer<br />
ülkelerdeki gelir düzeyiyle karşılaştırıldığında, evet, pahalı. Ama<br />
güzel bir kitaba gözümü kırpmadan yüzlerce lira bile verebilirim. Dün<br />
akşam kız arkadaşımı kardeşiyle birlikte yemeğe çıkardım. Yetmiş üç<br />
lira hesap ödedim. Keyifli birkaç saat geçirdik, karnımız doydu. Aynı<br />
para ile hayranı olduğum yazarların iki veya üç kitabını alabilirim. Bu<br />
da büyülü elli saat geçirmem anlamına gelir. Yavaş yavaş, tadını<br />
çıkararak, büyülenerek okuyan biriyim. Bu yüzden kitaplara pahalı<br />
diyeni dövesim geliyor. Dikkat ettiysen senin dilinden konuşuyorum.<br />
Nitelikli kitaplardan söz ediyorum. Yoksa o çok satan basit kitapların<br />
büyük çoğunluğu bana sorarsan beş lira edecek değerde bile değil.”<br />
Doğduğum, büyüdüğüm, yıllar üzerine ilk kez tekrar geldiğim<br />
şehirde böylesine derin biriyle karşılaşmış olmak beni etkiliyor.<br />
Birden içime bir sevinç doluyor. Öyle güzel konuşuyor ki, sevdiğimiz<br />
şarkılar gibi, sevdiğimiz kitapların da ortak olabileceğini<br />
düşünüyorum.<br />
“Bu aralar ne okuyorsun?” diye soruyorum.<br />
“En son Orhan Pamuk’un Kara Kitap’ını tekrar okudum,” diyor, ki<br />
en sevdiğim kitaptır. “Dün gece sabahlayarak bitirdim.”<br />
“En sevdiğim kitaptır,” diyorum, yüzü gülüyor.<br />
“Kütüphanemde korsan baskısı vardı. Artık korsanlardan kurtulup<br />
orijinalleriyle yeniliyorum. Bu sabah da bak ne aldım? Aç şurayı.”<br />
Önümdeki torpido gözünü işaret ediyor. Açıyorum. Daha kitabı<br />
çıkarmadan kapağını tanıyorum. Yapı Kredi Yayınları’nın Kazım<br />
Taşkent Klasik Yapıtlar Dizisi’nden bir kitap. Moby Dick, Beyaz<br />
Balina – Herman Melville. Fiyatı kırk lira.<br />
“İnanmıyorum,” diyorum. Gerçekten de inanamıyorum. Kucağımda<br />
duran kendi el çantamı açıyorum. Çantamdaki iki kitaptan birisi aynı<br />
kitap; Melville’in Moby Dick’i. Bunu dün Kazuo Ishiguro’nun<br />
Avunamayanlar kitabıyla birlikte Antalya’da iki hafta önce açılan<br />
Doğan Hızlan Kütüphanesi’nden ödünç almıştım. “Rastlantıyı görüyor<br />
musun?”<br />
Taksici de mutlu oluyor.<br />
“Kendimi sana kardeşten daha yakın hissettim şu an,” diyor. Aynı<br />
şeyi ben de hissediyorum. “Kusura bakma, adını sormadım.”<br />
“Altan,” diyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 7
semihsuren.com<br />
Elini uzatıyor, sıkıyorum.<br />
“Memnun oldum Altan,” diyor gözlerinin içi gülerek. “Özgür.”<br />
Yolun geri kalanında hep kitaplardan ve filmlerden söz ediyoruz.<br />
Özgür filmlere daha düşkün. Benim henüz yarılamadığım imdb.com<br />
sitesinin Top 250 listesindeki filmleri çoktan izleyip bitirmiş. Tekrar<br />
kırmızı ışığa yakalandığımızda birbirimize telefon numaralarımızı<br />
veriyoruz. Özgür telefonuyla internete bağlanıp beni Facebook’tan da<br />
ekliyor.<br />
İneceğim yere yaklaşıyoruz.<br />
“Ben işte bu mahallede büyüdüm,” diyorum. “Şurada çimenlik bir<br />
arazi vardı. Mahalle maçlarını orada yapardık. <strong>Yin</strong>e de çok<br />
değişmemiş buralar. Şu ileriden sola dönelim, yukarı devam edelim.<br />
Şu camide dedemin cenaze namazını kılmıştık. Kaç sene olmuş, vay<br />
be.”<br />
“Buralarda teyzemler otururdu,” diyor Özgür, taksi yokuş caddeyi<br />
tırmanırken. “Hafta sonları gelirdim. Teyzemin oğluyla kankaydık.<br />
Bak şu sarı apartmanda oturuyorlardı.”<br />
“Aa, orada Mesut diye bir arkadaşım oturuyordu.”<br />
“Mesut işte Mesut,” diyor. “Teyzemin oğlu o.”<br />
“Özgür biz seninle belki çocukken de arkadaştık, hatırlamıyoruz.”<br />
“Olabilir.”<br />
Bir bakkalın önünden geçiyoruz.<br />
“Bu bakkal da hâlâ duruyor,” diyorum.<br />
Küçük bir yokuşu daha geçiyoruz. Yokuşlar daracık. Mahallenin<br />
küçük çocukları bağrışarak top oynuyorlar. Aynı bizim<br />
çocukluğumuzdaki gibi.<br />
“Şu kırmızı minibüsün hizasında durabilirsin,” diyorum. “Bu<br />
apartman.”<br />
Bagajdan valizimi alacağız. O yüzden Özgür yolu kapatmamak için<br />
minibüsün önündeki boş yere giriyor. Taksiyi kaldırıma yanaştırıp<br />
öyle duruyor.<br />
“Keşke bir arasaydın kardeşini,” diyor Özgür mahsustan. “Bekar<br />
adamın evine öyle pat diye ziyaret olmaz. Müsait değildir falan.”<br />
Gülüyorum.<br />
“Kız arkadaşı var mı?”<br />
“Var,” diyorum. “Ama araları limoni bayağıdır. Bizimki ne<br />
zamandır tuhaflaştı. Tepeden tırnağa değişti çocuk. Huyu suyu<br />
değişti.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 8
semihsuren.com<br />
“Boşver, üzerine gitme,” diyor Özgür. “Kim bilir onun da ne<br />
dertleri vardır.”<br />
Taksiden iniyoruz. Bagajı açıyor. Valizimi alıyorum.<br />
“On gün buradasın madem, mutlaka görüşelim,” diyor.<br />
“Görüşeceğiz,” diyorum.<br />
“Seninle şöyle bir gece oturup sabaha kadar sohbet edelim.”<br />
“Olur.”<br />
“İçkiyle aran nasıl?”<br />
“Rakıcıyımdır.”<br />
“Oh, iyi iyi. Bende içeriz. Bir büyük rakım var. Geçende birazını<br />
içtik bizim kızla gerçi. Kalanına dokunmayayım.”<br />
Gülümsüyorum keyifle. “Oldu kardeşim,” diyorum, elimi<br />
uzatıyorum. Elimi dostça sıkıyor. Taksiye biniyor ve gidiyor.<br />
Apartman girişinde valizimi yere bırakıyorum. Ziller yeni değişmiş<br />
gibi. Hiçbir zilin üzerinde isim yazmıyor. Bizim dairenin zilinin<br />
hangisi olduğundan emin olamıyorum. Otomatiğe bastırmak için<br />
kardeşimi arıyorum. Uzun uzun çaldırıyorum, açmıyor. Sonra, adet<br />
olduğu üzere, apartmanın kapısını açtırmak için en üst kattaki<br />
dairelerin zillerine, ikisine birden basıyorum. Ama meğersem zilleri<br />
ters takmışlar, ben gidip giriş kattaki dairelere basmışım. Yan<br />
pencerenin birinden bir baş uzanıyor. Genç bir kız.<br />
“Sen mi basıyorsun zile abi?” diyor.<br />
“Üst katlara basıp kapıyı açtıracaktım.”<br />
“Zilleri ters taktı elektrikçi. Gelip düzeltecek bugün. Dur ben<br />
basayım otomatiğe,” diyor, içeri giriyor.<br />
Apartmanın dış kapısı açılıyor. Asansörün önüne giderken deminki<br />
kız dairesinin dış kapısının önüne çıkıyor.<br />
“Ben seni tanıyorum abi,” diyor. “Rahmetli Şeref Amca’nın<br />
torunusun sen.”<br />
“Sen yoksa Şule misin?” diyorum. Ben de onu tanıyorum. “Ne<br />
kadar da büyümüşsün. Kocaman kız olmuşsun.”<br />
Gülümsüyor.<br />
“Atilla Abi niye gelmedi seninle?” diye soruyor.<br />
“Nasıl?” diyorum.<br />
“Atilla Abi’yi niye getirmedin Antalya’dan?” diye tekrar soruyor.<br />
“Atilla burada,” diyorum huzursuz bir şekilde.<br />
“Aaa, biz onu Antalya’ya döndü sanıyoruz ne zamandır,” diyor kız.<br />
“Hiç buralarda görmüyoruz. Bilmem. Annem sesleniyor. Görüşürüz.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 9
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ÜÇ<br />
YENİ BİR ARKADAŞLIK<br />
(Özgür)<br />
Altan’la tanışmak beni mutlu etti. Belki bu hafta yaşadığım en<br />
güzel şeydi. Ona kendisini bir anda kardeşimmiş gibi hissettiğimi<br />
söylerken samimiydim.<br />
Yokuşları bir bir inerek mahalleden çıkıyorum. Taksimin arka<br />
bölümünden bir yerlerden bir tıkırtı geliyor. İki gündür duyuyorum bu<br />
sesi. Aracın bu aralar bir bakımdan geçmesi lazım.<br />
Bulvarda yine trafik ışıklarına takılıyorum. Kuzenim Mesut’u bir<br />
arayayım diyorum.<br />
Mesut, “Efendim?” deyince, “N’aber lan hayırsız?” diyorum. “Hiç<br />
arayıp sormuyorsun. / Nasıl? / İyiyim ben de n’olsun be<br />
Mesut’cuğum. Çalışıyorum. / Bak ne diyeceğim sana. Eski<br />
mahallenizdeydim şimdi. Altan diye bir arkadaşın varmış senin. Onu<br />
getirdim. / Efendim? / Evet o işte, Antalya’dan gelmiş. / Evet, evet,<br />
yıllar üzerine gelmiş. Kardeşi buralardaymış, onu ziyarete gelmiş. /<br />
Yapma yahu! Ne diyorsun! / Eminsin yani? / Tüh! Bak üzüldüm<br />
şimdi. / Mesut’cuğum bir saniye, trafikteyim.”<br />
Taksiyi bulvarın üzerindeki köprünün altında müsait bir yere<br />
çekiyorum.<br />
“Anlat bakayım şimdi,” diyorum. ‘“Anlatılacak bir şey yok,’ deme,<br />
anlat. Çünkü Altan’la buluşacağız bu hafta. Bir sürü ortak noktamız<br />
var. Çok iyi çocuk. / İyi de, benden duymasa başkasından duyacak.<br />
Anlatsana sen.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 10
semihsuren.com<br />
Mesut, Altan’ın kardeşi Atilla hakkında konuşmaya başlıyor. Mesut<br />
çocuk hakkında öyle karanlık şeyler anlatıyor ki, Altan gibi birinin<br />
kardeşinin böyle birisi olması beni şaşırtıyor ve üzüyor.<br />
O ara telefonum biplemeye başlıyor.<br />
“Mesut, birisi arıyor,” diyorum. “Ben seni sonra yine ararım, oldu<br />
mu kardeşim?” deyip görüşmeyi sonlandırıyorum.<br />
Bakıyorum, Altan arıyor.<br />
“Efendim? / Bak ne yapalım o zaman? Sen orada dur. Ben gelip<br />
alıyorum seni. / İyi de, başka çaren mi var? Kardeşin sana dönene<br />
kadar benimle vakit geçirirsin. / Oldu. Beş dakikaya oradayım.”<br />
Altan’ın işi zor. Mesut’tan duyduklarımı ona söylesem mi,<br />
söylemesem mi? Ay, nasıl canım sıkıldı, anlatamam.<br />
Tekrar yola çıkıyorum. Pos bıyıklı şişman bir sürücüsü olan bir<br />
kamyonet az daha bana yandan bindiriyordu. Bir de sanki ben<br />
suçluymuşum gibi uzun uzun kornaya basıyor. Küfür mü ediyor?<br />
Başımı dışarı uzatıyorum. Ters ters bakıyorum herife.<br />
“Amca belanı arama. Zaten canım sıkkın,” diye bağırıyorum.<br />
<strong>Yin</strong>e bir şey söylüyor. Basıyor gaza gidiyor. O inse ben de<br />
inecektim. Gözünün yaşına bakmadan bir iki tane patlatacaktım.<br />
Altan’ın kardeşine gerçekten canım çok sıkıldı.<br />
Mahalleye tekrar girerken durakla görüşüyorum. Özel bir işimin<br />
çıktığını, uzayabileceğini söylüyorum.<br />
Altan bıraktığım yerde duruyor. Valizini bu sefer bagaja değil, arka<br />
koltuğa koyuyorum.<br />
“Eşek herif bakmıyor telefonuna,” diyor binince. “Mesaj attım<br />
sonra. Geldiğimi yazdım. Peşine Gül’ü aradım. Kız arkadaşını. İki<br />
haftadır falan görüşmemişler. Kıza ters davranıyormuş. Telefonlarına<br />
çıkmıyormuş. Çoğu mesajına cevap vermiyormuş.”<br />
“Yakın arkadaşlarını aradın mı?”<br />
“Arayacağım.”<br />
Ben yokuşları tekrar inerken Altan kardeşinin çocukluk arkadaşları<br />
olan Metin ve Adem isimli iki çocuğu arıyor. Adem işte olduğu için<br />
uzun konuşamıyor. Altan’ın telefonuyla uyanan gececi Metin ise ne<br />
dediyse Altan’ı huzursuz ediyor.<br />
“Ee, ne diyorlar?” diyorum.<br />
“Kesin bir şey saklıyorlar benden,” diyor. “O kadarını anladım.”<br />
Bir süre konuşmuyoruz. Müziğin sesini açıyorum. La Falsa Moneda<br />
– Buika. De Cara A La Pared – Lhasa de Sela. Bu iki nefis parçayı<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 11
semihsuren.com<br />
sessizce dinliyoruz. İkincisi biterken bir simit sarayının önüne park<br />
ediyorum.<br />
Altan tezgahtan bir kaşarlı bir de patatesli poğaça seçiyor. Sütsüz<br />
kahve söylüyor. Ben de çayımın yanına bir tane simit alıyorum.<br />
“Aramıyor da, mesaj da atmıyor, görüyor musun it herifi!”<br />
“Tamam Altan, sakin ol. Görmemiştir telefonunu, meşguldür. Ya da<br />
nerede kalıyorsa, belki daha uyanmamıştır.”<br />
“Gördüğüm yerde boğacağım onu,” diyor Altan.<br />
Bunu öfkeyle değil, kaygıyla söylüyor.<br />
“Kardeşin neden buradaydı?” diye soruyorum. “Çalışıyor muydu?”<br />
“Kız arkadaşına yakın olmak için burada yaşamak istedi. Dedemizi<br />
kaybettik. Dedemin dairesi boş kaldı. Başlarda birkaç işe girdi çıktı.<br />
Cebinde para tutmayı bilmez o. Aldığı parayı on günde yiyordu. Aç<br />
kalmasın, morali bozulmasın diye annem ona sürekli para<br />
gönderiyordu. Sonradan para istememeye başladı. Geceleri bir<br />
arkadaşının büfesinde duruyordu. MSN’den görüşüyorduk. Annem<br />
özlüyordu. Haftada bir iki defa kamera açtırıyordum ona. Aldığı<br />
maaşın haricinde büfeden erzak da veriyordu arkadaşı. Aylar önce<br />
durumu böyleydi. Sonra bilgisayarının kamerasının bozulduğunu<br />
söyledi, hiç kamera açmadı. Annem onu kaç defa çağırdı, Antalya’ya<br />
gelmedi. Bayramda bir akrabamızla görüşürken Atilla’nın büfede<br />
sadece iki ay çalıştığını, sonra arkadaşıyla bozuşup işi bıraktığını<br />
öğrendim. Anneme bir şey söylemedim. Belki beş ay geçti. Annem<br />
onu hâlâ büfede çalışıyor sanıyor.”<br />
“Annen hiç gelmiyor mu buraya?”<br />
“Annem Eskişehirli. Burada hep baba tarafından akrabalarımız var.<br />
Annemin kimi kimsesi yok burada. Zaten Samsun’da topu topu yedi<br />
sene yaşadı annem. Ama doğru söylüyorsun. Hazır ev varken,<br />
arkadaşları varken, gelse gelirdi. Canı istemiyor demek ki.”<br />
Vakit öğleyi biraz geçiyor. Simit sarayının içi kalabalıklaşmaya<br />
başlıyor. Gürültüden rahatsız oluyoruz, kalkıyoruz. Altan ısrar ettiyse<br />
de hesabı ben ödüyorum.<br />
Şehrin içinde rastgele dolaşıyoruz.<br />
“Ben seni işinden etmeyeyim,” diyor.<br />
“Öyle pek iş olmuyor zaten,” diyorum. “Bugün izin verdim<br />
kendime. Kardeşin ararsa da durağa dönmeyeceğim, eve gidip kitap<br />
okuyacağım.”<br />
“Bir tıkırtı geliyor duyuyor musun?”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 12
semihsuren.com<br />
“Dün başladı o tıkırtı. Bu hafta sanayiye götürüp baktıracağım.<br />
Lastiklerin de değişmesi lazım. Aracın sahibi ödemeyi yapmış, ama<br />
üşengeçlikten bir türlü gidemedim.”<br />
Hava bulutsuz. Masmavi. Sıkışık yollar, kalabalık, pasparlak güneş<br />
çok sıkıcı. Sinemaya gitmeyi düşünüyoruz. İlgimizi çeken bir film<br />
yok. Sonunda karar veriyoruz. Bana gideceğiz. İkimizin de izlemediği<br />
ama izlemek istediği bir film bulacak, torrentle şak diye indirip<br />
izleyeceğiz. Bu fikir ikimizin de hoşuna gidiyor.<br />
Eve girer girmez Altan benim kütüphanenin önüne dikiliyor. Ben de<br />
bu esnada filtre kahve hazırlıyorum. Bilgisayarımı açıyorum.<br />
“Altan?”<br />
“Efendim?”<br />
“Almodóvar’ın son filmini izledin mi?”<br />
“Bayıldım o filme. Adı bile hâlâ aklımda. La Piel Que Habito.”<br />
“Benim aklımda bu vardı. Geçenlerde indirmiştim. Hazır. Tekrar<br />
izlemezsin değil mi?”<br />
“İzlemem.”<br />
“Gel sen otur şunun başına, sen seç. Kahveleri getireyim.”<br />
Dokuz Melih Müren kitabının yan yana durduğu rafın önünde.<br />
“Senin gibi biri şu adamın kitaplarından ne zevk alıyor sorabilir<br />
miyim?” diyor. “Hiçbiri de korsan değil. Melih Müren benim tuvalet<br />
yazarım. Kitaplarının korsanını pazardan alıyorum.”<br />
“Bütün kitaplarını okudun mu?”<br />
“Deli miyim?”<br />
“Okudum ben hepsini. Orada gördüklerin en beğendiklerim.”<br />
Kayıp Okyanus’u eline alıyor.<br />
“En son bunu okudum,” diyor. “Sen bu kitabı sevdin mi şimdi?”<br />
“Niye ki? Gayet çekici ve sürükleyici bir hikayesi var.”<br />
Gözü Proust’lara, Nabokov’lara, Borges’lere kayıyor.<br />
“Bunu anlayamıyorum işte,” diyor. “Büyük yazarlarla tanışmış,<br />
onları sevmiş biri, neden hâlâ sırf hikayeleri için kitap okur? Sırf<br />
hikaye istiyorsam on saatimi on beş saatimi bu adamın kitaplarına<br />
vermem, açar film izlerim, en fazla üç saatim gider.”<br />
Sesimi çıkarmıyorum.<br />
Altan bilgisayarın başına oturuyor. İzlemediği birkaç film öneriyor.<br />
Hepsini izlemişim. Sonunda buluyoruz. David Lynch’in Frank<br />
Herbert kitaplarından uyarladığı Dune filmini ikimiz de izlememişiz.<br />
Altan filme konu olan kitapları okumadığını söylüyor.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 13
semihsuren.com<br />
BÖLÜM DÖRT<br />
BOZULAN İLİŞKİ<br />
(Gül)<br />
Bu sene Atilla bambaşka biri oldu. Kırıcı, kaba, umursamaz, aksi,<br />
kavgacı, alıngan biri oldu. Hiç böyle değildi. Yüzü hep gülerdi.<br />
Sıkıntılı anlarda bile gözlerinde bir ışık parlardı. Bana kıyamazdı.<br />
Gece gündüz arardı, mesaj atardı. Bazen gece yarıları evimizin önüne,<br />
penceremin altına gelirdi. Böyle gecelerde yağmur da yağsa, fırtına da<br />
kopsa mutlaka gelirdi. Çünkü yüzümü uzaktan da olsa görmeden<br />
uyuyamayacağını söylerdi. Evlerimiz de öyle pek yakın değildir. Gece<br />
soğuğunda kırk dakika yürürdü bunun için.<br />
Beni her gün görmek isterdi. Bazı günler günde iki defa. Tutucu bir<br />
annem var. Babamı kaybettim. Evin tek çocuğuyum. Ana kız bir<br />
başımıza yaşıyoruz. Annem bir erkek arkadaşım olduğunu bilmiyor.<br />
Bilse hemen evlendirmeye kalkar bizi. Ben Atilla’nın ailesiyle<br />
tanıştım. Atilla bizi bir defasında bilgisayar kamerasından<br />
görüştürmüştü. Daha sonra bayramlarda, yılbaşlarında, Anneler<br />
Günü’nde Berna Teyze’yi hep aradım. Eğer evdeyse Altan Abi ile de<br />
bir iki dakika sohbet ederim. Berna Teyze o kadar şeker bir kadın ki…<br />
Her defasında beni kendi kızı gibi sevdiğini söylüyor.<br />
Atilla’ya neler oluyor bilemiyorum. Sadece huy olarak değil,<br />
dediğim gibi, tamamen değişti çocuk. Çok kilo aldı. Bakımsızlaştı.<br />
Kılığı kıyafeti bozuldu. Yüzü tombullaştı. Belli belirsiz gıdığı çıktı.<br />
Göbeği genişledi. Yanları yüzünden eski tişörtlerini giyemez oldu.<br />
Afedersiniz ama öküz gibi yiyor sürekli. Midesini genişletti. Ne<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 14
semihsuren.com<br />
zaman evine gitsem bana patates kızarttırıyor. Ben patates kızartırken<br />
gidip bakkaldan iki buçuk litre kola ve dondurulmuş hazır köfte<br />
alıyor. Gözümün önünde iki kilo patatesi köftelerle birlikte yiyor,<br />
kolanın yarısını kana kana içiyor. Eskiden çayına kahvesine şeker<br />
atmazdı hiç. Sonradan ne olduysa şekeri neredeyse kürekle atmaya<br />
başladı. Çay kahve değil canım onlar; resmen çay reçeli, kahve<br />
marmelatı.<br />
Altan Abi Samsun’a gelmiş bu sabah. Aradı. Ona Atilla ile iki<br />
haftadır görüşmediğimizi söyledim. Gerçekte görüşmeyeli altı yedi<br />
hafta olmuştur. İki ay öncesine kadar ölen dedesinin dairesinde<br />
yaşıyordu. Geçen sene ne güzeldi. Orada cennette gibiydik. Yanına<br />
gidiyordum. Saatlerce baş başa kalıyorduk. Dünyalar benim oluyordu.<br />
Bana çok iyi davranırdı. Beni izlemeye doyamazdı. Bir aktrismişim<br />
gibi, yaptığım her şeyi sıkılmadan izlerdi. Şımartırdı hep beni :(<br />
Birazdan çıkacağım evden. Annem yan odada televizyon izliyor.<br />
Oktay Usta’nın programına bakıyor. Annemin yanına gidiyorum.<br />
Sokuluyorum ona. Onunla birlikte programı izlemeye başlıyorum.<br />
Oktay Usta yine zengin bir menü hazırlıyor. Muzlu lor peynirli<br />
piramit pasta. Sodalı börek. Marullu sıkma köfte. Bademli kremalı<br />
brokoli çorbası. Ispanaklı yumurtalı simit köfte. Konuğunu<br />
tanımıyorum. Sarışın bir kız.<br />
“Anne ben birazdan çıkacağım,” diyorum.<br />
“Nereye kız?” diyor, yana kaymış çemberini düzelterek.<br />
“Kızlar kuaföre gidecekmiş. Onlarla orada otururum. Dergi<br />
bakarım. Benim saçım, kaşım düzgün.”<br />
“İyi,” diyor annem.<br />
Hazırlanıyorum. Çıkarken anneme görünüyorum.<br />
“Para lazım mı?” diye soruyor.<br />
“Yok,” diyorum.<br />
“Var mı paran?”<br />
<strong>Yin</strong>e, “Yok,” diyorum.<br />
“Çantamı getir,” diyor yerinden kalkmadan.<br />
Getiriyorum çantayı. Cüzdanını çıkarıyor. Yirmi lira veriyor.<br />
“Üstü senin olsun. Gelirken Bim’e uğra. Tereyağı, kaymak, iki kutu<br />
da süt al.”<br />
“Ekmek?”<br />
“Var ekmek. Akşama bulgur pilavı nohut yapacağım. O ekmek de<br />
yenmez bu akşam, kurur, yarın tost yaparız.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 15
semihsuren.com<br />
“İyi, anne, çıkıyorum ben.”<br />
“İyi, geç kalma.”<br />
Kuaföre falan gittiğim yok. Atilla’nın dedesinin evine gidiyorum.<br />
Kontrole. Atilla aylardır burada yaşamıyor, ama ara sıra geliyor.<br />
Kapıcının kızıyla biraz muhabbetim var. Atilla’nın apartmana girip<br />
çıktığını hiç görmüyorlarmış. Atilla geceleri giriyor daireye.<br />
Yıkanacak çamaşırlarını sepete atıyor. Ben evi kontrole geldikçe<br />
onları yıkayıp küçük odanın ortasında açık duran askılığa asıyorum.<br />
En son telefon görüşmemizde Atilla soğuk bir teşekkür etmişti bunun<br />
için.<br />
Dolmuştan inip apartmana doğru yürüyorum. Kapıcı kızı Şule<br />
apartmanın girişinde. Hortumla kaldırımı ıslatıyor.<br />
“Gül Abla,” diyor beni görünce.<br />
“Nasılsın canım?”<br />
“Evi temizlemeye mi geldin yine? Bu sabah Atilla Abi’nin abisi<br />
geldi Antalya’dan.”<br />
“Biliyorum konuştuk.”<br />
“Atilla Abi Antalya’ya gitmemiş hiç.”<br />
“Kim gitti dedi ki sana?”<br />
“Öyle sanmıştık biz annemle.”<br />
“Canım sana kolay gelsin. Fazla vaktim yok. Yukarı geçiyorum.”<br />
Daireye girince hemen buzdolabını kontrol ediyorum. Sadece<br />
kıyafetlerini yıkamıyorum, bozulmayacak, bayatlamayacak yiyecekler<br />
de hazırlıyorum ona. Sigara böreklerine dokunmamış ama mozaik<br />
pastanın yarısını yemiş. Küllükleri boşaltıyorum. Kirlettiği bardakları<br />
yıkıyorum. Sonra banyoya geçiyorum. Kıyafet getirmemiş. Çamaşır<br />
makinesi arada çalışıyor, arada çalışmıyor. Çoğu zaman çalışmıyor.<br />
Kışın neler çektim. Sepette kan bulaşmış veya zedelenmiş, bazen<br />
yırtılmış kıyafetler buluyordum. Kışın birileriyle kavga ediyordu<br />
sürekli. Kendi vücudunda da morluklar, çizikler oluyordu. Çok<br />
üzülüyorum onun için. Gerçi ne zamandır kanlı veya hırpalanmış<br />
kıyafetler getirmiyor. Biraz uslandı gibi. Ah, benim Atilla’m nasıl<br />
böyle serseri oldu ki! Ne tatlı, ne efendi biridir normalde.<br />
Yatak odasına gidip yatağın üzerinde oturuyorum biraz. Bir ağlama<br />
geliyor. Kendimi tutamıyorum. Dakikalarca bağıra bağıra, sarsıla<br />
sarsıla ağlıyorum. Lavabonun aynasında kendime bakıyorum sonra.<br />
Yüzüm gözüm kıpkırmızı olmuş. Yüzümü yıkıyorum. Kendimi<br />
toparlıyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 16
semihsuren.com<br />
Dışarı çıkıyorum. Güneş görünmüyor, ama ortalık hâlâ apaydınlık.<br />
Rüzgar çıkmış. Gözlerimi kısarak yürüyorum. Rüzgar kaldırım<br />
kenarlarındaki tozları kaldırıyor. Geçen akşamüzeri dolmuştayken,<br />
aşağı mahallede, cadde üzerinde küçük bir anahtarcı çarpmıştı<br />
gözüme. Bu küçük dükkana giriyorum. Altan Abi’ye vermek için<br />
dairenin ve apartmanın anahtarlarının birer kopyasını çıkarttırıyorum.<br />
Apartmanın dış kapı anahtarı birkaç ay önce değişmişti. Dairenin<br />
anahtarıysa Antalya’daki evde kaybolmuş. Berna Teyze ile aramışlar<br />
bulamamışlar.<br />
Cadde boyunca dükkan vitrinlerine baka baka yürümeye<br />
başlıyorum. Altan Abi’yi arıyorum. Onun için anahtar çektirdiğimi<br />
söylüyorum. Bir arkadaşının evindeymiş. Film izliyorlarmış. Atilla<br />
hâlâ aramamış. Benim çağrılarıma ve mesajlarıma da cevap<br />
vermediğini söylüyorum. Biz konuşurken Altan Abi’nin arkadaşının<br />
arkadan bir şey söylediğini duyuyorum. Altan Abi şu an tam nerede<br />
olduğumu soruyor. Söylüyorum. Bana çok yakındaki bir taksi durağını<br />
tarif ediyor. Durağa gitmemi, anahtarı oradaki adamlara bırakmamı<br />
rica ediyor.<br />
Taksi durağı yolun karşısında. Yüz metre kadar çaprazda. Etrafta<br />
taksi göremiyorum. Küçük bir kabinin üzerinde durağın ismi yazıyor.<br />
İçeride kilolu, kibar bir amca var. Öksürüp duruyor. Ona telefon<br />
açmışlar. Beni bekliyor. Anahtarları teslim edip duraktan ayrılıyorum.<br />
Çantamdan telefonumu çıkarıyorum. Geniş bir kaldırımın<br />
ortasından, sağımdan solumdan geçen insanlara bakmadan<br />
yürüyorum. Gözüm telefonumun küçük ekranında. Atilla’ya mesaj<br />
yazıyorum. Dedesinin evine uğradığımı, abisi için evin anahtarlarını<br />
çektirdiğimi yazıyorum. Resimli parkın yakınında olduğumu,<br />
buralarda bir yerdeyse kendisini hava kararana kadar görmek<br />
istediğimi yazıyorum. Mesajı gönderip göndermemekte tereddüt<br />
ediyorum. Çünkü cevap bekleyerek yalandan vakit kaybedeceğim.<br />
Cevap vermeyecek. Hava kararana kadar sap gibi oyalanacağım<br />
buralarda.<br />
Mesajı göndermeden siliyorum.<br />
Bim’e uğramadan önce biraz oturup kendimi teselli etmek için<br />
duvarında Walt Disney karakterlerinin çizili olduğu küçük parka<br />
doğru yürüyorum. Genelde burada buluşuruz.<br />
Aa! Atilla orada. Bankta oturuyor, dondurma yiyor. Yanında<br />
kocaman kahverengi bir köpek var. Tasması Atilla’nın elinde.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 17
semihsuren.com<br />
BÖLÜM BEŞ<br />
GEZİNTİ<br />
(Nazan Hanım)<br />
Delikanlı bugün yine çaya geldi. Bu defa ben çağırmamıştım.<br />
Kendisini yalnız hissedip geldiğini söyledi ilk başta. Ama sonradan<br />
itiraf etti. Abisi gelmiş Antalya’dan. Hem abisi hem de kız arkadaşı<br />
sabahtan beri delikanlıyı arayıp duruyorlarmış. Sinirleri gerilmiş.<br />
“Yavrum, merak ettim,” diyorum usulca. “Abinle görüşmekten<br />
neden çekiniyorsun?”<br />
“Son birkaç ay içerisinde görünüş olarak epeyi değiştim,” diyor.<br />
“Fazla kilo aldım. Pis, pasaklı biri haline geldim.”<br />
“Hiç de öyle değilsin,” diyorum kibarca. Bence dediği kadar değil.<br />
“Öyleyim, biliyorum. Neşemi kaybettim. Abimin, annemin, kız<br />
arkadaşımın duysalar rahatsız olacakları şeyler yaptım. Onları tedirgin<br />
edebilecek insanlarla vakit geçirdim. Abim akıllı biridir. Beni gördüğü<br />
an hayatımı mahvettimi düşünür. Beni eski halime getirmeye uğraşır.”<br />
“Ne güzel ya işte,” diyorum. “Seni seviyor.”<br />
“Şu an öyle bir durumdayım ki, size anlatamam, en son ihtiyaç<br />
duyacağım şeydir sevmek ve sevilmek.”<br />
“Peki, oğlum, bir şey soracağım.”<br />
“Buyrun.”<br />
Ama o an aklımdaki şeyi sormaktan vazgeçiyorum. Ağır<br />
hareketlerle sütlü çayımı yudumluyorum. Gözlerim dalmış gibi<br />
yapıyorum. Uzun uzun, yavaşça, gözlerimi kısarak etrafa boş boş<br />
bakıyorum. Refik Atilla bir şeyler düşünmeye başlıyor, onun bakışı da<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 18
semihsuren.com<br />
donuklaşıyor. Sehpanın üzerindeki tabağa uzanıyorum. Paketinin<br />
üzerinde ‘Anne eli değmiş gibi’ yazan çikolata parçacıklı küçük<br />
kurabiyelerden alıyorum. Göz ucuyla Refik Atilla’yı izlerken,<br />
kurabiyeyi takma dişlerimle güzelce ezerek, küçük ısırıklarla yiyorum.<br />
Uppsala köşesinde başını kaldırıyor. Çenesini genişçe açarak,<br />
ağzında salyası uzayarak esniyor. Refik Atilla onun iri dişlerine,<br />
büyük ağzına tuhaf bir dikkatle, başını biraz öne uzatarak bakıyor.<br />
“Hadi abisi,” diyorum. “Oğluşumu gezintiye çıkaralım.”<br />
Refik Atilla boş fincanını önündeki sehpaya bırakıyor, yerinden<br />
kalkıyor. O kalkınca Uppsala da ayaklanıyor. Refik Atilla bir an<br />
panikliyor, bana doğru yarım adım geriliyor. Uppsala ona aldırış<br />
etmeden, önce ön, ardından arka patilerini uzatarak geriniyor.<br />
Korkudan ellerini havaya kaldıran Refik Atilla’ya yaklaşıyor,<br />
delikanlının kotunu kokluyor.<br />
“Bir şey yapmaz,” diyorum.<br />
Islık çalıyorum. Uppsala üzerime geliyor, önümde oturuyor.<br />
“Ben montumu alıp geleyim,” diyor Refik Atilla.<br />
“Neden?”<br />
“Köpeği gezdirmeyecek miyiz?”<br />
Ayağa kalkıyorum. Refik Atilla’nın elini tutuyorum.<br />
“Gel bak,” diyorum.<br />
Birlikte arka odaya yürüyoruz. Uppsala’ya bir işaret yapıyorum,<br />
peşimiz sıra gelmeye başlıyor.<br />
Uppsala’yı dışarı çıkarmıyorum. İnsanlar onun heybetinden<br />
korkuyor. Karşılaştığımız diğer sahipli ve sahipsiz köpekler<br />
Uppsala’yı tahrik ediyor. Uppsala her ne kadar ağırbaşlı ve soylu bir<br />
köpek olsa da, zaman zaman aşırı tahrik edildiğinde huysuzlaşıyor,<br />
kötü kötü havlıyor. Korkunç bir havlaması var. Benim bile elim<br />
ayağım boşalıyor. Küçük köpekler arsızca oğlumun kanına giriyor,<br />
onu sinirlendiriyor. Bir defasında Uppsala kısacık hırlayıverdi diye<br />
oralardan geçmekte olan bir polis memuruna bizi şikayet etmişlerdi.<br />
Uppsala boyutları bakımından toplum içine çıkarılacak köpek değil.<br />
Uppsala’nın gezinti odasına giriyoruz. Işığı yakıyorum. Uppsala<br />
aramızdan geçip koşu bandının üzerine çıkıyor. Bu büyük koşu<br />
bandını 2005 yazında satın almıştım. En pahalı olandı. Parasının<br />
hakkını verdi, bir defa bile arızalanmadı. Gerçi üzerinde kimse<br />
koşmadı. Onu sırf Uppsala’nın gezinti yapabilmesi için almıştım.<br />
Koşu bandının karşısında, küçük, ahşap bir TV ünitesinin üzerinde,<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 19
semihsuren.com<br />
LG marka 50 inç ekranlı bir plazma duruyor. Ünitenin camlı gözünde<br />
DVD player ve Uppsala’nın sevdiği çizgi filmlerin DVD’leri duruyor.<br />
Koşu bandına yaklaşıp Uppsala için özel yaptırdığım kayışları onun<br />
belinin altından geçiriyorum. Kayışların ucunu iki taraftaki tutunma<br />
bölümlerinde sabitliyorum, gerginliği ayarlıyorum.<br />
“Köpekler için özel koşu bantları var diye duymuştum.”<br />
“Uppsala’ya dar gelir onlar. İnternetten incelemiştim birkaçını.”<br />
“Formu gayet yerinde. Buna borçluymuş demek ki. Dün de<br />
dikkatimi çekmişti. Vücudunda bir gram yağ yok gibi. Kasları düzgün,<br />
belirgin. Asil bir duruşu var.”<br />
“Teşekkür ederiz abisi.”<br />
Sonra Uppsala’ya çizgi film açıyoruz. Odadan çıkıyoruz.<br />
“Milföy böreği yapayım mı sana?” diye soruyorum. “Uppsala’nın<br />
sosislerinden de koyarım içine. Hiç burun kıvırma, marketteki en<br />
kaliteli sosislerden alıyorum ona. Hani şöyle beşli oluyor, uzun uzun.”<br />
“Canım şimdi bir şey yemek istemiyor. Yeni atıştırdık ya.”<br />
“Gece karnın acıkırsa balkondan seslen bana. Ben çok az<br />
uyuyorum. Sana istediğin saatte bir şeyler hazırlarım.”<br />
Teşekkür ediyor. Köpeği dışarı çıkarmamam kafasına takılmış.<br />
Çişini kakasını nereye yaptığını öğrenmek istiyor. Uppsala tuvaletini<br />
küvete yapıyor. Ne yedirirsem yedireyim hep sert kaka yapıyor.<br />
Faraşla küvetten kolayca alıyorum. Ona güzel bir kaka adabı eğitimi<br />
verdim. Yanlışlıkla kakasına basarsa veya kakası fazla kokuluysa<br />
küvetten inmiyor. Ben gelene kadar boğuk boğuk, komşulara<br />
duyurmadan havlıyor. Çişi güzel koksun diye ananas ve kuşkonmaz<br />
yediriyorum.<br />
Refik Atilla’yla birlikte balkona çıkıyoruz. Hava rüzgarlı. Oturma<br />
odasındayken ona bir şey soracağımı söyleyip sormadığımı<br />
hatırlatıyor. Kısaca unuttuğumu söyleyebilirdim. Eğer bunu bana<br />
balkonda hatırlatmasaydı.<br />
“Bu sabah balkon demirlerini silerken, başımı uzatıp senin balkona<br />
baktım,” diyorum. “Burada senden önce tekin olmayan kişiler<br />
oturuyordu. Mafya gibi tipler. Onların masası ve sandalyeleri duruyor<br />
hâlâ balkonda. Sen bu evi eşyalı mı kiraladın oğlum? Keşke daha<br />
düzgün mülk sahiplerine denk gelseydin.”<br />
Refik Atilla, “Ne diyeceğimi bilemiyorum,” diyor sıkıntıyla. “Bu<br />
evin sahibi Kurtuluş isimli birisi. Burada daha önce kendi mi<br />
oturuyordu, yoksa benim gibi başkalarını mı oturtuyordu bilmiyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 20
semihsuren.com<br />
Onunla ve başkalarıyla bir projem var. O yüzden bir süre burada kalıp<br />
psikolojik olarak hazırlanmam gerekiyor. Yan dairede gördükleriniz<br />
mafya gibi tipler değil. Bildiğiniz mafya. Ucuz sokak serserileri değil.<br />
Büyük işler çeviren ağır abiler. Ben de böyle kişilerle takılan, efendi<br />
görünümlü, ama özünde masum olmayan biriyim. Büyük bir proje<br />
içerisindeyiz ve ben büyük bir sorumluluk üstleniyorum. Ama beni<br />
sevdiniz değil mi? Size bir kötülüğüm dokunmadı.”<br />
Delikanlıya gerçekten kanım ısındı. Anlattıklarından sonra da<br />
hislerimde değişiklik olmuyor. Bir de güzel anlatıyor ki, gözleri<br />
büyüye büyüye. Yaptığı gizli kapaklı, tehlikeli şeylerden zevk aldığı,<br />
bunların hoşuna gittiği belli. Ay ne bileyim, tehlikeli bile olsa sevdim<br />
bu çocuğu.<br />
“Gangster oğlum benim,” diyorum, yanaklarını sıkıyorum. Ne de<br />
güzel gülümsüyor ben böyle yapınca.<br />
“Gidip biraz Uppsala’yı seyredeyim,” diyor. “Hoşuma gitti orada<br />
yürümesi.”<br />
Ben de bu arada bardaklarımızı çalkalıyorum. Mutfağa çeki düzen<br />
veriyorum. Gezinti odasına bir giriyorum ki dost olmuşlar. Refik<br />
Atilla Uppsala’nın başını okşuyor. Elimi hart diye ısırır diye<br />
korkmadan başını çevirmiş, çizgi film izliyor. Casper’ı izliyorlar.<br />
Uppsala sanırım sevimli hayalet Casper’ı yiyecek bir şey sanıyor, o<br />
yüzden izlemek hoşuna gidiyor. Ninja Kaplumbağalar’a bayılıyor,<br />
Scooby Doo’dan nefret ediyor, Teletabiler’den ve Caillou’dan<br />
korkuyor, Pepee’ye havlıyor. Son eşim, rahmetli, o zamanki<br />
Uppsala’ya kırmızı noktalı video kasetler izletirdi. Âlem adamdı.<br />
“Uppsala’yı bugünlüğüne dışarı çıkaralım mı birlikte?” diye<br />
soruyor Refik Atilla. “Sokakları özlemiştir. Esiyor ama ılık esiyor.”<br />
“Peki,” diyorum. “Böyle gönüllü olursan, arada sırada gezdiririz.<br />
Ben tek başıma bir şey olur da baş edemem diye korkuyorum. Yoksa<br />
hayvancağız bunalıyor evde.”<br />
Hazırlanıyoruz. Refik Atilla yan daireden montunu ve cüzdanını<br />
alıyor. Yürürken bir ara Uppsala’nın tasmasını Refik Atilla’nın eline<br />
veriyorum. İkisi de gayet sakin. Delikanlı yine biraz çekiniyor gibi<br />
ama böyle büyük bir köpekle yürümekten haz aldığı belli. Herkes bize<br />
bakıyor.<br />
Refik Atilla ilerideki duvarı resimli küçük çocuk parkına gitmeyi<br />
öneriyor. Onları parka yalnız gönderiyorum. Ben bu arada alt<br />
mahalleye inip vezneden faturalarımı yatırıyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 21
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ALTI<br />
ORTALIĞI BOK GÖTÜRÜYOR<br />
(Altan)<br />
Hava az önce karardı. Hatta tam da kararmadı diyebilirim. Özgür<br />
puding yaptı demin. Birer kase sıcak sıcak yedik, birer kase de dolaba<br />
koyduk. Balkonda bira içiyorum. Özgür içeride kız arkadaşıyla<br />
konuşuyor. Havasını özlemişim bu şehrin.<br />
Özgür sesleniyor sanki.<br />
“Efendim?”<br />
Telefonum çalıyormuş.<br />
Aa, Gül arıyor.<br />
“Efendim Gül? / Neredesin sen? Bayağı gürültülü. / Ha, anladım.<br />
Söyle istersen biraz kıssınlar sesini. Duyamıyorum çünkü. / Tamam,<br />
iyi şimdi. / Ne diyorsun! Aa, çok iyi. Çok iyi. / Dur, bulayım kalem<br />
kağıt. Biraz bekle canım. / ‘Özgür!’ / Gül, bir saniye canım. / ‘Özgür<br />
kalem bulamıyorum.’ / ‘Hani la?’ / ‘Gördüm tamam.’ / Gül,<br />
dinliyorum, söyle. / Aa, ben biliyorum orayı. Yazmama bile gerek<br />
yok. / Altında kuru temizlemeci vardı değil mi o apartmanın? / Hâlâ<br />
mı var? / Eminsin değil mi burası olduğundan? / Dur, onu not edeyim.<br />
Ne demiştin? / Oldu canım. Çok çok teşekkürler. / İyi akşamlar sana<br />
da. En kısa zamanda görüşeceğiz seninle de. / Sana da. Sana da.”<br />
Özgür yanımda dikiliyor.<br />
“N’oluyor?” diyor.<br />
“Hadi çıkalım. Atilla’yı bulduk.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 22
semihsuren.com<br />
Çok yakındayız. Taksiyle değil yürüme bile gidebiliriz. Özgür yedi<br />
dakika sonra taksiyi Gül’ün söylediği apartmanın önüne park ediyor.<br />
“Altan birayla mı çıkacaksın milletin karşısına?” diyor Özgür. Karşı<br />
kaldırımın önündeki çöp konteynırını gösteriyor.<br />
Yarım şişe birayı başıma dikliyorum. Şişeyi çöpe atıp dönüyorum.<br />
Zillerin üzerine bakıyoruz. Zili bulup basıyoruz. Otuz saniye kadar<br />
sonra otomatiğe basılıyor.<br />
“Asansör çalışmıyor herhalde,” diyor Özgür. “Baksana ışığı<br />
yanmıyor.”<br />
Katları yürüyerek çıkıyoruz. Altıncı kata kadar. Altmış beş yetmiş<br />
yaşlarında gösteren bir kadın bizi kapısının eşiğinde bekliyor. Özgür’ü<br />
ben sanıyor.<br />
“Kardeşin geleceğini bilmiyor,” diyor Özgür’e.<br />
“Atilla benim kardeşim teyzeciğim,” diyorum.<br />
“Ne bileyim yavrum,” diyor kadın. “Atilla sana hiç benzemiyor da<br />
bu arkadaşına sanki biraz benziyor.”<br />
“Evet,” diyorum. “Benzemeyiz.”<br />
Terlik çıkarıyor, zahmet etmemesini söylüyoruz. Bizi oturma<br />
odasına yönlendiriyor. Beni görünce Atilla’nın rengi kaçıyor.<br />
“Abi!” diyor şaşkınlık içerisinde.<br />
Surat asamıyorum. Son birkaç saat içinde üç bira, iki kadeh de rakı<br />
içtim. Kendimi odanın köşesinde uyuklayan at kadar köpekten uzakta<br />
tutarak kardeşime yaklaşıyorum. Onu şöyle bir süzüyorum. Geçen yaz<br />
bir hafta on gün Antalya’ya gelmiş, sıcağa dayanamayıp geri<br />
dönmüştü. O zamandan beri MSN haricinde görmemiştim onu. Sanki<br />
bana biraz yaşlanmış gibi geldi. Neredeyse benimle yaşıt gibi<br />
görünüyor. Aramızda dokuz yaş var. Yaşlanmış göründüğünden yine<br />
de pek emin olamıyorum. Kafam bir milyon olmasa da rahat altı yüz<br />
altı yüz elli bin var. Ama şurası kesin ki Atilla gözle görünür ölçüde<br />
çirkinleşmiş. Narinliği, tatlılığı, yakışıklılığı yok olmuş.<br />
Sarılıyor bana. Tişörtü kokuyor.<br />
“Oğlum sen ne yaptın lan böyle kendine?” diyorum.<br />
Küçüklüğünde kabahat işlediğinde yaptığı gibi tatlı tatlı bakmaya<br />
çalışıyor. Öyle bakmayı bile unuttuğunu görüp üzülüyorum. Sanki<br />
çocuğun başına bir felaket gelmiş de hayata küsmüş.<br />
“Oturun çocuklar,” diyor kadın bize. “Size neskafe yapayım.”<br />
Özgür köpeğin başına çömelmiş, ona yakından bakıyor.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 23
semihsuren.com<br />
“Dana kadarmış,” diyorum. “Böyle köpek mi olur. Bunun üstüne<br />
binsen götürür valla.”<br />
“Dana değil Danua,” diyor Özgür. “Danua deniyor bu cinse.”<br />
Oturuyorum Atilla’nın yanına. Üzerime suskunluk geliyor.<br />
Şişmanlamış, saçı sakalı karışmış kardeşime üzüntüyle bakıyorum.<br />
“Öyle bakma insana,” diyor bana.<br />
Özgür ona elini uzatıyor. “Özgür ben,” diyor. El sıkışıyorlar.<br />
“Bu kadınla mı yaşıyorsun Atilla?” diyorum. Tuhafça mı baktı,<br />
bana mı öyle geldi? “Yo, o anlamda demiyorum salaklaşma.” Niye<br />
böyle dedim ki şimdi. Şaşırttı beni Atilla. Kafamı toparlayamıyorum.<br />
“Yan dairede kalıyorum,” diyor. “Nazan Hanım komşum.”<br />
“Kahveleri içelim de bir an önce yan tarafa geçelim o zaman.”<br />
Bir şeyler geveliyor ama, “Olur,” demiyor.<br />
Kahvemi ağzımı yakarak hızla içiyorum. Bakıyorum, Özgür’le<br />
Atilla da öyle içmişler.<br />
“Teyzeciğim ellerine sağlık,” diyorum.<br />
“Afiyet olsun yavrum,” diyor sevecen sesiyle. “Yapayım mı gene?”<br />
“Yok teyzeciğim. Müsaadeni isteyelim. Kerataya hesap sorayım.”<br />
Kadın, “Eh, madem,” diyor. Bizden önce o ayağa kalkıyor.<br />
Hepimiz ayaklanıyoruz. Kadın ilk önce Özgür’ün elini sıkıyor.<br />
“İsterseniz delikanlı biraz daha otursun benimle,” diyor bana,<br />
Özgür’ü kastederek.<br />
Özgür’e bakıyorum. Özgür de bana bakıyor.<br />
“Abi ne konuşacaksak konuşalım burada yahu,” diyor Atilla.<br />
“Sonra da dedemin evine gideriz.”<br />
“Niye? Ne var yan tarafta?” diye soruyorum.<br />
“O ne demek şimdi?” diyor.<br />
“Bilmem, bana yan daireyi göstermek istemiyormuşsun gibi geldi.”<br />
“Ya ne alâkası var abi?”<br />
Kadına dönüyorum.<br />
“Teyzeciğim, biz Atilla’yla yan tarafa geçiyoruz. Özgür sizinle<br />
biraz otursun. Uzun sürmez. Bir saate kalmaz geliriz tekrar.”<br />
Atilla kaldığı dairenin kapısını anahtarla açarken soruyorum:<br />
“Ne var içeride görmemi istemediğin? Ne haltlar karıştırıyorsun?”<br />
İçerisi kapkaranlık.<br />
“İçeriyi bok götürüyor abi. O yüzden öyle söyledim.”<br />
Karanlık daireye giriyoruz. Atilla ışıkları yakıyor. Harbiden de<br />
ortalığı bok götürüyor. Dairenin içi havasız. Ayakkabılarımı<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 24
semihsuren.com<br />
çıkarmamamı söylüyor. Üzerinden geçtiğimiz salon halısı küf kokuyor<br />
gibi. Duvar diplerinde izmaritler var. Yerde ezilmiş, kurumuş<br />
karafatma ölüleri var. Duvarlar leş gibi. Duvarlara yaklaşınca bir sürü<br />
yerde şamarlanmış sivrisineklerin kurumuş kanlarını ve kalıntılarını<br />
görüyorum. Atilla bir şeyler söylüyor. Susturuyorum onu. Önce<br />
daireyi oda oda dolaşmak istediğimi söylüyorum.<br />
Ev ev değil ki! Sanki evin odalarını değil bir mülteci kampındaki<br />
çadırları dolaşıyorum. Nasıl leş nasıl, anlatamam. Yerlerde sadece<br />
izmaritler ve böcek ölüleri olsa gene iyi. Yanmış kibrit çöpleri,<br />
silkelenmiş sigara külleri her yerde. Zeytin kabukları. Ekmek<br />
kırıntıları. Yatak odasında bile. Halıların, döşemelerin üzerinde<br />
kurumuş farklı sıvılar. Bazıları kan olabilir. Odanın birinde yerde<br />
üzerine basılıp kırılmış lades kemiği bile görüyorum. Balık kılçıkları.<br />
Toz topakları. Kullanılmış kulak çöpleri. Talaş. Kısa saçlar. Uzun<br />
saçlar. Büyük ihtimalle tıraş makinesinin üzerinden üflenmiş incecik,<br />
kum gibi kıllar. Kıvırcık bacak kılları. Kola kutularının açma<br />
halkaları. Daha neler neler. Daha fazlasını saymayacağım. Daraldım,<br />
bakamayacağım artık. Yemin ediyorum sokaklar daha temiz.<br />
Odanın birinde gri kahverengi tüyler saçılı zemine.<br />
“Bunlar ne? Yastık savaşı mı yaptın burada?”<br />
“Kaz tüyü onlar. Kaz yoldum.”<br />
“Burada mı yolunur kaz manyak herif!”<br />
“Kaçıyordu elimden n’apim.”<br />
O böyle söyleyince kötü oluyorum. Sert sert bakıyorum suratına.<br />
“Canlı mı yoldun lan kazı?” diyorum sinirlenerek. “Konuşsana geri<br />
zekalı! N’oluyor sana Atilla! Hasta mısın oğlum? Ruh hastası mı<br />
oldun? Lan konuşsana!”<br />
Birden toparlanarak, “Canlı yoldum,” diyor. Ona baktığım sertlikle<br />
bakıyor. Yüzlerimiz çok yakın. Yüzümüzü böyle profilden<br />
fotoğraflayıp vurdulu kırdılı bir filmin afişinde kullanabilirler.<br />
“Acıdan kıvrandırarak canlı canlı yoldum. Arada da yumrukladım,<br />
tekmeledim. Can çekişirken de penseyle gagasını çıkardım.”<br />
Bir tane yumruğu hak etti. Ama güzel oturtamıyorum yüzüne.<br />
Çenesini sıyırıyor. On yıl oluyordur birine yumruk sallamayalı. Bir<br />
tane de o bana patlatır sanıyorum. Çıkıyor odadan. Peşinden<br />
gidiyorum. Sigara yakıyor.<br />
Sigaraya da başlamış.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 25
semihsuren.com<br />
BÖLÜM YEDİ<br />
BU MU YANİ MUTLULUĞUN FORMÜLÜ<br />
(Özgür)<br />
“Yavrum bir kahve daha ister misin?” diye soruyor kadın.<br />
“Teşekkür ederim, almayayım.”<br />
“Sütlü çaya ne dersin?”<br />
“Teşekkür ederim. Gerçekten.”<br />
“Eh, sen bilirsin. Ben yeşil çay içeceğim. Ondan ister misin?”<br />
Evdeki bütün sıcak içecekleri sayacak gibi. Bu kez cevabım olumlu<br />
oluyor. Filtre kahve presinde hazırladığı yeşil çayı getirip ortamızdaki<br />
sehpaya bırakıyor. Bir çay tabağının içine dilimlenmiş limon ve içinde<br />
tarçın olan bir tuzluk getiriyor.<br />
Yan tarafta Altan’la kardeşi yüksek sesle konuşuyorlar. Ne<br />
dediklerini anlayamıyoruz. Açıkçası merak ediyorum. Mesut’un<br />
söylediklerinden sonra.<br />
Nazan Hanım, “Acaba ne konuşuyorlar?” diyor.<br />
“Bağrışıyorlar sanki,” diyorum.<br />
“Bana da öyle geldi.”<br />
Köpek uykuya dalmış gibi. Karnı yavaşça inip kalkıyor. Yandan<br />
gelen uğultuları dinlemek beni rahatsız etmeye başlıyor. Televizyon<br />
veya müzik açmasını rica etmek üzereyim.<br />
“Sence ben kaç yaşındayımdır?” diye soruyor birden.<br />
Bana kalırsa yetmiş iki yetmiş dört yaş arasında.<br />
“Altmış beş?” diyorum ama.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 26
semihsuren.com<br />
“Bekle,” diyor. Odadan çıkıyor. Az sonra elinde fotoğraflarla<br />
dönüyor. Sarımsı siyah beyaz fotoğraflardan birinde Atatürk var.<br />
Fotoğrafların tümüne dakikalarca dikkatle bakıyorum. Gözlerim beni<br />
yanıltmıyorsa, Atatürk’ün olduğu kalabalık fotoğrafta Nazan Hanım<br />
da var. Annesi olmalı.<br />
“Mustafa Kemal’in olduğu fotoğraftaki kadın anneniz mi?”<br />
“Hayır,” derken gülümsüyor. “Benim.”<br />
“Nasıl olur?”<br />
“Yüz yaşındayım ben.”<br />
Hayat hikayesini anlatmaya başlıyor. Aslen İsveçliymiş. Yetmiş beş<br />
senedir Türkiye’deymiş. Sekiz defa evlenmiş. Farklı yaşlarında<br />
çekindiği fotoğraflarda onunla yanak yanağa kucak kucağa gördüğüm<br />
adamların kimliğini açıklıyor bu. Uzun yaşamını kısmen genetik<br />
mirasına borçluymuş. Söylediğine göre büyük teyzesi yüz otuz iki<br />
yaşına kadar yaşamış, yemek yerken boğazına takılan bir kılçık<br />
yüzünden ölmüş. Akrabaları arasında yüz yirmi yaşına kadar en fazla<br />
seksen yaşlarında göstererek yaşayanlar olmuş. Ne diyeceğimi<br />
bilemiyorum. Sorular soruyorum. Karşımda sağlığına ve bakımına çok<br />
dikkat gösteren bir kadın olduğunu anlıyorum, hayranlık duyuyorum.<br />
“Ellilerimi ortalayana kadar saçlarımda bir tek beyaz yoktu. Kırklı<br />
yaşlarıma kadar çocuk gibiydim. Üçüncü eşimden üç yaş büyüktüm<br />
ama beni onun kızı sanarlardı hep.”<br />
Kendi hayatını hikaye ediş tarzı hoşuma gidiyor. Böylesine neşeli,<br />
böylesine zarif bir insanla karşılaşmadım. Gözlerine baktıkça muzip<br />
bir genç kız görüyorum.<br />
“Asıl yaşımı sorarsan yirmi yaşımdan öteye gidemediğimi<br />
hissediyorum,” diyor. “İçimdeki yirmi yaşındaki kız hiç büyümedi.<br />
Onun hep o yaşta kalması için elimden geleni yaptım.”<br />
Hiçbir şeyi dert etmeyen, ne olursa olsun kendini asla üzmeyen<br />
birisi olduğu sonucunu çıkarıyorum. Anlatmayı sürdürünce bu<br />
noktaya değiniyor. İnsanı canlı ve sağlıklı tutanın kafa rahatlığı ve<br />
neşe olduğunu söylüyor.<br />
“Atıyorum şu an deprem olsa. Falan saat sonra beni kollarımı ve<br />
bacaklarımı kaybetmiş halde göçük altından çıkarsalar. <strong>Yin</strong>e de<br />
moralimi bozmazdım. Hâlâ yaşıyor olurdum. Hâlâ bir bitkiden veya<br />
su canlısından iyi konumda. Ve hâlâ insan. İnsan olmak çok büyük bir<br />
lütuftur. Arada sırada bunun üzerinde düşün yavrum.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 27
semihsuren.com<br />
“Ölmekten korkuyor musunuz?” diye soruyorum. Yüz yaşında ve<br />
ölüme tanıdığım herkesten matematiksel olarak daha yakın.<br />
“Ölenleri kıskanıyorum,” demez mi? Oturuşumu düzeltiyorum.<br />
Dikkat kesiliyorum. “Düşünsene dünyanın en büyük deneyimi bu.<br />
İnsanlık tarihini düşün. Sayısız insan deneyimledi bunu. Ölüm şekli<br />
hiç korkutmuyor beni. İnsanın üzerine bir inşaattan cam bir panel<br />
düşebilir, kemikleri, etleri anında kıyma gibi olabilir. Ciğerleri buz<br />
gibi tuzlu suyla dolarak boğulabilir. Etlerinin döküldüğünü gözleriyle<br />
görerek yanabilir. Yıllarca acıyla kıvranarak yavaş yavaş tükenebilir.<br />
Ölüm süreci ister kısa ister uzun olsun. Umrumda değil. Ölmek nasıl<br />
bir deneyim merak ediyorum. Ama bir kez öldüm mü yaşama tekrar<br />
dönemeyeceğimi bildiğim için ölüme olan tutkum intihar edecek<br />
kadar da cezbetmiyor açıkçası.”<br />
“Gayet sağlıklısınız. Bütün fonksiyonlarınız yerinde. Bir şeylerle<br />
özel olarak ilgilenir misiniz? Böylesi uzun ve sağlıklı bir ömür insanın<br />
birçok şeyde derin bilgi ve tecrübe edinmesine, üretkenlik<br />
göstermesine olanak sağlar.”<br />
“Hayır,” diyor.<br />
Bu cevabı beklemiyordum.<br />
“Bilinçli olarak daima sanatın bazı dallarına ve diğer uğraşlara<br />
mesafeli olmuşumdur. Beni en temel içgüdü ayakta tutar. Hayatta<br />
kalma içgüdüsü. Diğer bütün canlılar gibi. Bir şeyde derinleşmiş,<br />
uzmanlaşmışsam, belki bu konudadır. Zannediyorum kaza ve bela<br />
benden uzak olursa bir yüzyıl daha yaşayacağım. Öyle olursa, iki yüz<br />
yaşıma geldiğimde, insanlar en fazla yüz yaşlarında insanlar<br />
gördükleri için benim o yaşlarda olduğumu düşünecekler.”<br />
“Umarım bu dilediğiniz gerçekleşir,” diyorum. Ne diyebilirim ki?<br />
Teyzemiz anlaşılan biraz abartmayı seviyor. Hafiften de megaloman.<br />
“Hayat zevkli. Küçük şeyler, önemsiz şeyler, aslen o denli keyifli<br />
ki. Akşam saatinde oturmuşum, bir genç adamla güzel güzel keyifle<br />
sohbet ediyorum. İnan içim kanatlanıyor şu an. Yaşıtım olan insanları<br />
düşünüyorum. Ne üzücü ki çoğu hâlâ yaşıyor olduklarını<br />
kavrayamayacak vaziyette.”<br />
Çocukları, torunları var mı merak ediyorum. Bahsetmedi.<br />
“Çocuğunuz var mı Nazan Hanım?”<br />
“Çocuk sabihi olmayı aklımdan bile geçirmedim. İlk eşim ünlü bir<br />
hekimdi. Ayrıldığımızda kendisinden beni kısırlaştırmasını rica ettim.<br />
Üsteleyerek kabul ettirdim. Üç meslektaşıyla rahmimi aldı.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 28
semihsuren.com<br />
Araya biraz sessizlik giriyor. Sıkıldığımı zannediyor Nazan Hanım.<br />
Aksine, gayet hoş vakit geçiriyorum. Yalnız, söyledikleri karşısında<br />
düşüncelere boğuluyorum. Sıklıkla gözlerim dalıyor.<br />
“İnsan sabredip beklerse, mutluluk ona gelir. En mutsuz insana bile<br />
günde yarım saat olsun mutluluk uğrar. Küçük bir şeyden küçük bir<br />
keyif duyar. Bunu yanlış buluyorum. Nasıl söylesem… İnsan kendisi<br />
için bir mutluluk aurası oluşturmalı ve bunu yedi yirmi dört koruyup,<br />
bir yandan sürekli güçlendirmeli. Mutlu olmak hiç zor değil. Beş<br />
kuruşu olmayan, sokaklarda yaşayan, karnı kazınan, başı zonklayan<br />
bir insan bile kaldırım kenarında yürüyen bir karıncayı dikkatle<br />
izleyerek beş mutlu dakika geçirebilir.<br />
Hayattan istediklerimiz vardır. Düşlerimiz, umutlarımız. Çoğu<br />
zaman bunların gerçekleşmesi zaman alır. Kimisi ise büyük ihtimalle<br />
pek yakında gerçekleşecekmiş gibi görünüp asla gerçekleşmeyebilir.<br />
Umutlara, hayallere bağlanırsak anı kaçırırız. Hep derler, yolun sonu<br />
değil yolculuğun seyridir aslolan. Bunu en iyi anlayan sanatçılar<br />
bence. Bu insanların en büyük tutkuları ne? Mesela bir yazarın en<br />
büyük tutkusu ne? Okumak ve yazmak. Yazarın amacı bir eser<br />
oluşturmak. Eserin oluşum sürecinde yazar başka yazarların<br />
kalemlerinden çıkmış metinleri okur ve kendisi oturup metin üretir.<br />
Yani amacına doğru yol alırken hayatta yapmayı en çok sevdiği<br />
şeyleri yapıyor olur. Ne mutlu bir hayat.<br />
Sanata mesafeli durdum evet. Sanatta derinleşmeyi reddettim.<br />
Çünkü çoğu sanat eseri, nefis şeyler de olsalar, üzücüler. Bunlara<br />
gelemem. Kasvetli şeyler okumam, izlemem, dinlemem ben. Frank<br />
Capra nefis filmler çekerdi. It’s A Wonderful Life filmini bilirsin<br />
kesin. Bu filmi izlediğini, peşine küçük mutluluklar üzerine yazılmış<br />
bir kitabı okuduğunu, peşine Cat Stevens’ın If You Want To Sing Out,<br />
Sing Out parçasını dinlediğini düşün. Hepsi üzerinde aynı muhteşem<br />
etkiyi yapar. Böyle sanat ürünlerini keşfeder, bunlarla vakit geçirir,<br />
kendimi hayat dolu bir ruh halinde tutarım.<br />
Kendimi şımartmaktan asla geri durmam. Şimdi yaşlandım, pek<br />
duymuyorum bu karanlık tutkuları ama, önceden canım kötülük etmek<br />
de isterdi. Bana iyi hissettiriyor ve bunu büyük gizlilikle yapıyorsam<br />
kötülük etmekten geri durmazdım. Bunlardan kötülük diye söz edişim,<br />
yaşadığım toplumun genel görüşüne göre konuştuğum için. Yoksa ben<br />
iyi ve kötü denen şeylerin varlığına inanmıyorum. Dünyayı anlamak<br />
için bu tarz kelimeler uydurmuşuz. Dilsiz olsaydı insan keşke.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 29
semihsuren.com<br />
BÖLÜM SEKİZ<br />
TERK EDİLMEK<br />
(Gül)<br />
Uykuya yeni dalmış olmalıyım. Karyolamın başlığının üzerine<br />
koyduğum telefonumun titreyişine uyanıyorum. Uyku gözlüğümü<br />
gözümden çıkarıp bakıyorum. Mesaj gelmiş. Atilla’dan. Evimizin<br />
önündeymiş! Benimle konuşmak istiyormuş! Of! içeriden hâlâ<br />
televizyon sesi geliyor! Annem yatmamış. <strong>Yin</strong>e Okan Bayülgen’in<br />
programına takılmış. Midesi ağrıyordu. Uyuyamaması doğal.<br />
‘Atilla, annem daha yatmamış. İnemem. Arasana beni,’ yazdıktan<br />
sonra sessizce çıkıyorum yataktan. “Anneciğim sen uyumadın mı?”<br />
demek için oturma odasına gidiyorum. Allah’tan koltukta,<br />
battaniyenin altında uyuyakalmış. Televizyon açık. Sesini biraz<br />
kısıyorum. Odama dönüp üzerime bir hırka alıyorum. Dış kapıyı<br />
gıcırdatmamaya çalışarak çıkıyorum evden.<br />
Aşağıda, apartman girişinde, Atilla’ya sarılıyorum. Beni kollarının<br />
arasında birkaç saniye nezaketen tutuyor. Soğukluğunu sürdüreceğini,<br />
aramızın düzelmediğini anlıyorum. Yanağına küçük bir öpücük<br />
konduruyorum ve geriye bir adım atıyorum.<br />
“Hani kola?” diyorum. Anneme yakalanırsam, “Kola almaya<br />
çıkmıştım. Canım kola çekti,” diyebilmem için Atilla gece<br />
ziyaretlerinde kola, gofret, kuruyemiş falan getirir.<br />
“Arabayla geldim,” diyor. Tedirgin oluyorum. Araba kullanamıyor.<br />
Ehliyet almadı. Elini sırtıma koyuyor. Hafifçe sokağa yönlendiriyor<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 30
semihsuren.com<br />
beni. Onunla birlikte yürüyorum. Araba ileride. Beyaz, spor bir<br />
Mercedes. İçinde bir adam oturuyor. Soğuk bir ifadeyle bize bakıyor.<br />
Arabaya yaklaşırken apartmandan birileri bizi görür mü acaba diye<br />
başımı çevirip balkonlara bakıyorum. Gerçi saat ikiyi geçmiş. O an<br />
oturma odamızın tülünün dalgalandığını görüyorum. Başımdan aşağı<br />
kaynar sular dökülüyor.<br />
Annem pencereyi açıyor. İnsanları uyandırmayacak alçak bir sesle,<br />
“Gül!” diye öfkeyle bağırıyor. Kalbim deli gibi çarpmaya, yüzüm<br />
yanmaya başlıyor. Atilla kolumu tutuyor. Arabanın arka kapısını<br />
açıyor. “Kız n’oluyorsun!” diye bağırıyor annem. Bayılacağım<br />
sanıyorum. Eve döndüğümde gebertecek beni.<br />
“Dur! N’apıyorsun!” diyorum Atilla’ya. Beni kuvvetle aracın içine<br />
itiveriyor. Yanıma biniyor. Kapıyı kapatıyor. Araba hareket ediyor.<br />
Başımı çevirip penceremize bakıyorum. Annem orada değil. Sokağa<br />
iniyor olmalı.<br />
Araba mahallemizden ayrılıyor. Bulvara iniyor. Atilla konuşmuyor.<br />
Gergin ve sinirli. Annem arıyor. Meşgule düşürüyorum, tekrar arıyor.<br />
Sonunda akıl ediyorum da ‘Anne çocuk benim arkadaşım. Hemen<br />
döneceğim,’ yazıyorum, yolluyorum. Yoksa polisi arayabilir. Atilla<br />
beni arabaya öyle bir sokuşturdu ki gören kaçırıldığımı sanardı.<br />
Mesajımdan sonra annemin aramaları kesiliyor.<br />
Ağlıyorum.<br />
“Atilla, annem beni mahvedecek,” diyorum. Hiçbir şey söylemiyor.<br />
Mercedes bizi Cumhuriyet Meydanı’na götürüyor. Meydan ışıl ışıl.<br />
Etrafta kimseler yok. Arabadan iniyoruz. Atilla’yla birlikte meydanın<br />
ortasına yürüyoruz. Kendimi berbat hissediyorum. Şehirde yalnızca<br />
ikimiz varmışız, o da benim düşmanımmış, beni öldürmeye getirmiş<br />
gibi hissediyorum.<br />
“Gül, ben İstanbul’a gidiyorum,” diyor soğuk bir sesle. “Abime<br />
neden söyledin kaldığım yeri? Nazan Hanım’la çay içiyorduk. Kapı<br />
çaldı. Abim birden odaya girince deli oldum. O kocakarıyı oracıkta<br />
boğasım geldi. Köpeği olmasaydı, yaşına başına bakmayıp<br />
tokatlayacaktım. Neyse ki sinirimi bastırdım. Belli etmedim.”<br />
Bu karşımdaki hayvan, bu odun, bu serseri Atilla olamaz. Sesi bile<br />
değişmiş gibi. Sesi aynı gerçi, ama konuşma tarzı değiştiği için böyle<br />
hissediyorum.<br />
“Ne zaman döneceksin?” diyorum. “Hemen mi gidiyorsun?”<br />
“Sabah otobüsüyle. Ne zaman dönerim bilmiyorum.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 31
semihsuren.com<br />
“Ne için gidiyorsun?”<br />
“Orası seni ilgilendirmez.”<br />
Gözyaşlarım hızlanıyor. Ağlamama aldırmıyor. Ağlamam onu<br />
sinirlendiriyor. Normalde hiç kıyamazdı ağlamama. Hemen sarılır<br />
öperdi, güldürürdü beni.<br />
Burnumu çekip yüzüne bakıyorum. Gözlerimin içine bakıyor.<br />
“Gül, bitti,” diyor. “Artık birbirimizi görmeyeceğiz. Ayrılıyoruz.”<br />
Boğulur gibi oluyorum. Hıçkırık geliyor boğazıma. Böyle<br />
ağladığımı hatırlamıyorum. Onu çok seviyorum. Çok özlüyorum.<br />
Atilla benim her şeyimdir. Öldürsün beni daha iyi. Ama terk etmesin.<br />
Koluma giriyor. Arabaya doğru yürüyoruz. Arabadaki suratsız<br />
adam bu sefer bize bakmıyor.<br />
Burnum akıp duruyor. Hıçkırığım geçmiyor. Gözyaşlarım<br />
kesilmiyor. Burnumu hırkamın koluna siliyorum. Bir büfenin önünde<br />
duruyoruz. Atilla inip bana kağıt mendil alıyor. Az sonra tekrar<br />
bulvara çıkıyoruz. Beni eve götürüyorlar. Atilla bana değil, dışarıya,<br />
geçtiğimiz boş sokaklara bakıyor. Bu onu son görüşüm olabilir. Aklım<br />
bunu kabullenmeyi reddediyor. Şu son yarım saati yaşamadığıma,<br />
bunların bir kabus olduğuna inanmaya zorluyorum kendimi.<br />
Sokağımızın başındaki belediye parkında duruyoruz.<br />
“İn haydi, evine git,” diyor Atilla. “Annene cevap verme. Kendini<br />
odana kilitle. Akşama kadar uyu. Uyandığında beni unutmuş ol.”<br />
Bunları söyledikten sonra uzanıp benim tarafımdaki kapıyı açıyor.<br />
Yüzüne bakıyorum. Akan gözyaşlarımın ılıklığını yanan yüzümde<br />
duyuyorum. Çaresiz, iniyorum arabadan. Hemen gitmiyorlar. Orada<br />
öylece duruyorum. Atilla kapıyı çekiyor. Biraz önce oturduğum yere<br />
yanaşıyor. Telefonunun bataryasını söküyor. SIM kartı çıkartıyor.<br />
Pencereyi iki parmak aralayıp onu dışarı atıyor. Ardından Mercedes<br />
hareket ediyor ve Atilla’mı götürüyor.<br />
Müthiş bir acı duyuyorum. Şoktayım. Eğilip yerden alıyorum SIM<br />
kartı. Çıkmaya başladığımız hafta Atilla ikimize yeni hat almıştı.<br />
Numaralarımız aynı. Sadece benimkinin son rakamı iki, onunkinin<br />
sonu üç. Senelerdir bu hatları kullanıyoruz. Atilla’nın kartını<br />
avucumda tutuyorum. Artık ona ulaşamayacağım.<br />
Nefret ediyorum bu parktan. Kahvaltıda hamur kızartıp yüzlerce<br />
kalori alan şişko teyzeler belediyelerin ülkenin her yerine koyduğu bu<br />
salak aletlerin tepelerine çıkıyorlar. Geri zekalılar! Vücutları<br />
hakkında, besin değerleri hakkında tek şey bilmiyorlar. Aletler buraya<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 32
semihsuren.com<br />
ilk monte edildiğinde başlarda annem de komşularımızla sabahları<br />
parka inmişti. Annem aklıma gelince telaşlanıyorum. Şimdi eve<br />
gideceğim. Kim bilir neler edecek bana! Annem sinir hastasıdır biraz.<br />
Çocukken ne döverdi beni! Kollarımı çimdikleyip mosmor ederdi.<br />
Anne dayağı yemeyeli birkaç sene oluyor. Atilla’nın dediği gibi<br />
kendimi odaya mı kapatsam, yoksa bırakayım annem benden hıncını<br />
mı alsın? Aslında şöyle iyi bir dayak yeyip bitkin düşmeye ihtiyacım<br />
var. Canımın yanmasına çok ihtiyacım var. Öldürdün beni Atilla!<br />
Annem de öldürsün.<br />
Yanında durduğum, toprağa dikilmiş paslı bisiklete biniyorum.<br />
Sinirle pedal çevirmeye başlıyorum. Pedallar tıkırtı çıkarıyor,<br />
gıcırdıyor. Çaprazdaki binanın ikinci kat balkonunda beni izleyerek<br />
sigara içen göbekli bir amca görüyorum. Yüzünü önce tam<br />
göremiyorum. Muhtelemen “N’apıyorsun kızım bu saatte? Delirdin<br />
mi?” der gibi bakıyor. Ama sigarasından nefes alınca yüzü<br />
aydınlanıyor. Gülümsediğini görüyorum. Tatlı tatlı, sapıkça olmayan,<br />
içten, anlayışlı bir ifadeyle gülümsüyor. Sanıyorum Atilla’nın beni<br />
terk ettiği sahneye şahit oldu. Amcanın bakışlarındaki şefkat beni daha<br />
da ağlatıyor. Pedal çevirmeyi bırakıyorum.<br />
Aklıma birden Nazan Hanım geliyor. Numaramı alırken çok az<br />
uyuduğunu, dilediğim vakitte kendisini arayabileceğimi söylemişti.<br />
Sevimli bir kadın. Hemen anlaştık. O resimli çocuk parkında Atilla<br />
benden uzak durup o koca köpekle ilgilenmiş, ben de bu sırada Nazan<br />
Hanım’la sohbet etmiştim.<br />
Arıyorum onu. Meşgule düşürüp hemen geri arıyor. Paslı bisikletin<br />
üzerinde, arada pedal çevirerek, balkondaki amcayı gözleyerek yirmi<br />
dakika kadar Nazan Hanım’la konuşuyorum. Nazan Hanım yumuşak<br />
sesiyle beni yatıştırmaya çalışırken balkondaki amca kendisine ekmek<br />
arası bir şeyler hazırlayıp, yine balkona dönüp, beni izlemeye devam<br />
ediyor. Sanki başıma bir şey gelecek, bir it kopuk çıkacak, beni<br />
rahatsız edecek diye endişeleniyor, ama yanıma inip derdimi sormaya<br />
da çekiniyor gibi. Nazan Hanım benimle arkadaşça konuşuyor.<br />
Dilersem kendisine gidebileceğimi söylüyor. Yeni çay demlermişiz.<br />
Kız kıza oturur dertleşirmişiz. Ricasını geri çeviriyorum. Bir an evvel<br />
eve dönüp annemle yüzleşmek zorundayım.<br />
Gözyaşlarımı siliyorum. Balkondaki amcaya el sallıyorum.<br />
Bisikletten iniyorum. Parktan ayrılıyorum. Yoksa amca balkonda<br />
duracak, üşütecek.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 33
semihsuren.com<br />
BÖLÜM DOKUZ<br />
İKİ RUHLU<br />
(Sıtkı)<br />
Refik Atilla’yı bana ilk getirdiklerinde onu pek gözüm tutmamıştı.<br />
Temiz yüzlüydü, güleçti, nazikti. Benim aradığım daha gözü kara, sert<br />
görünüşlü, korkusuz, taşaklı biriydi. Ama Refik Atilla’nın kişiliğinde<br />
korkunç bir ikilik var. Bunu görmekte gecikmedim. Günün belirli<br />
saatlerinde masum ve efendi biri olup, belirli vakitlerde ansızın<br />
canavarlaşabilecek gibi. Zaten yaptıkları da bunun kanıtı.<br />
Mahallesinde araştırdım onu. Sevilen birisi. Mahallenin gençleri de<br />
yaşlıları da seviyor onu. Hanım bir kızla uzun bir ilişkisi var.<br />
Öğrenebildiğim kadarıyla annesi ve abisi de iyi insanlar. Refik Atilla<br />
böyle bir çevrede kendini sevdirmiş, efendi yönünü göstermiş, son<br />
dönemde edindiği başka bir çevrede ise gizli saklı karanlık işler<br />
yapmış.<br />
Onunla ilk konuşmamızı hatırlıyorum. Babamın köyünde bir kır<br />
eğlencesi düzenlenmişti. Orada olmam gerekiyordu. Refik Atilla’yı da<br />
oraya getirmişlerdi. Delikanlıyla ikimiz bir köşeye çekilmiştik. Ben<br />
susmuş, onu konuşturmuştum.<br />
“Tavuk yemek örneğin,” demişti ilerideki tavuklara bakarak.<br />
“Geçen sene kedinin birini tekmeleyerek öldüren bir üniversiteliyi<br />
hayvan hakları örgütleri linç edecekti neredeyse. İnsanların<br />
ikiyüzlülüğünü görüyor musunuz? Bir kedi öldürdü diye genç bir<br />
insanı canavar olarak gösteriyorlar. Ama aynı akşam yemekte tavuk<br />
yiyor aynı insanlar. Çiftliklerde sayısız tavuğun yaşam hakkı<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 34
semihsuren.com<br />
ellerinden alınıyor. Kahve içmek için bir kafeye giderken bir sürü<br />
karınca eziyorlar. Evde bir böcek görseler hemen öldürüyorlar. Ama<br />
ölen kedi köpek olunca işler değişiyor. Bir kedi veya bir köpek<br />
tavuktan, inekten, sinekten, böcekten neden daha değerli olsun ki?<br />
Benim gözümde canlı olan her şey aynı değerdedir. Bir kedinin<br />
ölmesiyle bir karıncanın ezilmesi aynı etkiyi yapar bende. Bizim<br />
kültürümüzde tavuk yeniyor, kedi öldürmek günah. Başka bir kültürde<br />
ise kedi eti yeniyordur, atıyorum tavuk öldürmek günahtır. Kendi<br />
kültürünü, kendi inanışını dünyadaki en doğru şey olarak gören<br />
insanlardan nefret ediyorum. Tanıdığım herkes böyle. Sevmiyorum<br />
insanları. İnsan denen şey ikiyüzlü.”<br />
Bir müddet susmuştu. Gözlerinde feci bir öfke parıltısı vardı. İlk<br />
gördüğüm an gayet efendi olan o delikanlı gitmiş, yerine adeta kanlı<br />
bir diktatör modeli gelmişti. Onu böyle görünce doğrudan konuya<br />
girmek istedim.<br />
“Senden ne isteyeceğimi biliyor musun?” diye sordum.<br />
“Evet,” dedi. “Söylemeyeceklerdi, ama ısrar ettim, anlattırdım.”<br />
“Peki, kendinde bunu yapabilecek cesaret görüyor musun?”<br />
“Bakın, sayısız insan gelip geçti. Canlıların gözümde aynı değerde<br />
olduklarını söylemiştim. Üzerine basılan bir karınca yuvasında<br />
hayatını kaybedenlerle, bir depremde yerle bir olan bir binada hayatını<br />
kaybedenlerin farkı yok benim için. İnsan daha önce yapmadığı bazı<br />
şeyleri ilk denemesinde kolayca yapabileceğini hissedebilir. Bu hissi<br />
taşıyorum. O an geldiğinde tereddüt etmeyeceğime eminim. Birini<br />
öldürmeyi uzun süredir arzuluyorum. İnsan öldürmek bir insanın<br />
kendi hayatının değersizliğini derinden anlaması için büyük bir fırsat<br />
ve unutulmaz bir deneyim. Şu güne kadar birini öldürmediysem, bu<br />
sonuçlarına katlanmak istemediğim içindi. Ama siz bana sonunda<br />
yargılanmayacağım bir şekilde planlama yaparsanız, kafam yatarsa,<br />
gözümü kırpmadan bu ülkedeki herkesin canını alabilirim. Aptal biri<br />
değilim ben. Dink’i vuran o çocuk gibi olmam asla. Öyle bir şey<br />
yapacaksam yüzde yüz içime sinmeli. Yakalanacağım, ceza<br />
çekeceğim hakkında en ufak korku ve kuşku duymamalıyım.”<br />
“Anlıyorum,” dedim. Aptal olmadığını söylüyordu, ama aptaldı.<br />
Kendini değersiz bulduğunu söylemeye çalışıyordu, ama müthiş<br />
kibirliydi. “Peki Refik Atilla,” dedim. “İş senin.”<br />
Daha sonra onu eğitime aldık. İrili ufaklı, çirkin veya sevimli,<br />
yırtıcı veya evcil her türlü hayvanı tereddüt etmeden öldürebiliyordu.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 35
semihsuren.com<br />
Elleri kolları bağlı birini yumruklarıyla acımadan kan revan içinde<br />
bırakabiliyordu. Canlılara işkence edebiliyordu. Bunları yaparken bir<br />
anda başka bir ruha bürünüyordu. Verilen görevi tamamladığı dakika,<br />
kanlı ellerini yıkayıp kuruladığında, soframıza oturduğunda birden<br />
bambaşka biri oluyor, neşeyle ve tatlılıkla sohbete katılıyordu. Refik<br />
Atilla’nın bu çifte karakterine hayran olmuştum. Eski zamanlarda<br />
olsaydık, büyük bir nüfuzum olsaydı, Refik Atilla’nın dünyevi<br />
bağlarını koparır ve onu bir ölüm makinasına çevirirdim. Ama şimdi<br />
onunla sadece bir iş için birlikteyim. Bu işin altından kalkarsa, daha<br />
sonra daha büyük işlerde onu kullanabilirim.<br />
Uyanık biri. Evvelki sene arkadaşlarıyla Çakırlar Korusu’nda<br />
mangal yaparken işemek için korunun içlerine doğru uzaklaşmış.<br />
Piknik alanının epeyi uzağında tuvaletini yapan genç bir kız görmüş<br />
ve bir anda karar verip kızın ırzına geçmiş. Kız öyle korkmuş ki<br />
bayılmış. Arkadan saldıran Refik Atilla’nın yüzünü görmemiş bile.<br />
Daha sonra Refik Atilla kendi masasında karnını doyururken kızın<br />
korudan tek başına çıktığını görmüş. Kız üzerine başına çeki düzen<br />
vermiş, uğradığı yıkımın izlerini gizlemiş. Refik Atilla’yı tanımadan<br />
önlerinden öylece geçmiş ve kendi ailesinin olduğu masaya doğru<br />
ilerlemiş. Refik Atilla bir bahaneyle arkadaşlarından ayrılıp kızı takip<br />
etmiş. Kızın ailesinin oturduğu masa iki yüz metre ilerideymiş. Bayağı<br />
kalabalıklarmış. Kıza kimse neden geciktiğini sormamış. Refik Atilla<br />
bir ağaca yaslanıp uzaktan izlemiş onu. Kız yaşadığı sarsıntıyı hiç<br />
çaktırmıyormuş. Büyüklere çay koyuyor, küçük çocuklarla ilgileniyor,<br />
yaşıtlarıyla sohbet ediyormuş. Ama ara sıra korkuyla, ağladı<br />
ağlayacak gözlerle birkaç saniye koruya doğru kaçamak bakışlar<br />
atıyormuş. Kendisi böyle anlatıyordu. Ben buna inanmadım. Bir<br />
pavyondan kadın getirttim. Sanki masum birini kaçırmışız gibi yaptık.<br />
Kadına hırpalanmış bir görüntü verdik. Refik Atilla onu soğuk bir<br />
odada, yırtılmış tülbentlerle dirseklerinden kalorifer peteğine<br />
bağlanmış olarak gördü. Kadına tecavüz etmesini istedik. Kuzenim<br />
Kurtuluş’la ben birer iskemle çekip oturduk. Kadın debelendikçe<br />
Refik Atilla onu yumrukla sersemletiyordu. Kadının ağzını<br />
bağlamıştık. İyi ki de öyle yapmışız. Çünkü bu oyunun sona ermesi<br />
için gözleriyle bize yalvarıyordu. Refik Atilla onu mahvediyordu.<br />
Sonra ne olduysa Refik Atilla tam bir hayvan gibi davranıp kadını<br />
perişan etmekteyken birden durdu. Çırılçıplak bedeni kıpkırmızıydı.<br />
Öfkeyle soluyordu. Bunun bir oyun olduğunu birden anlamıştı. Bize<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 36
semihsuren.com<br />
saldıracağını sandık. Ama kendini toparladı, pantolonunu giydi,<br />
gömlediğini aldı, kadının karnına bir tekme savurup odadan çıktı.<br />
Sonuçta ben ikna olmuştum. Çakırlar Korusu hikayesi doğruydu.<br />
Refik Atilla etkiye açık birisi. Onu bir canavara da çevirebilirsiniz,<br />
dünyalar tatlısı bir aşığa da. Ondan kanlı bir diktatör de olur, kitleleri<br />
peşinden sürükleyen büyük bir yardımsever de. Ama bizim görülecek<br />
bir işimiz var ve bize Refik Atilla’nın canavar ruhu lazım.<br />
Onu İstanbul’a göndermemize biraz daha vardı. Bazı pürüzlerin<br />
hallolması için önümüzdeki ayı bekliyorduk. Ama dün gece bir buçuk<br />
gibi telefon etti. Abisi gelmiş Antalya’dan. Ortalık karışmış.<br />
Kurtuluş’un yan dairesindeki kaçık kadın Refik Atilla’ya oyun<br />
oynamış. Keşke o kadına yüz vermemesini baştan söyleseydik.<br />
İstanbul’a hemen gitmek istiyordu. Abisiyle büyük kavga etmiş. Beni<br />
resimli çocuk parkından arıyormuş. Gidip aldım onu arabayla.<br />
Niyetim onu İstanbul’a yollamak değil, pürüzler giderilene kadar<br />
benim yanımda, evimde tutmaktı. Ama ısrarcı oldu. Kafası iyice<br />
atmıştı. Böylesine öfkelendiğini görmemiştim. Söylediği şeyi kabul<br />
ettim ve onu bu sabah İstanbul’a gönderdim.<br />
Dün gece resimli parktan ayrıldıktan sonra, yoldayken, önce kız<br />
arkadaşına uğramak istediğini söyledi. Ondan derhal ayrılmak<br />
istiyordu. Çünkü Refik Atilla canavar kimliğini iyice benimsemişti.<br />
Artık eskisi gibi efendi biri değildi ve olmayacaktı. Kıza daha fazla<br />
çektirmek istemiyordu. Söylediğine göre zaten onu aylardır epeyi<br />
üzmüş. Kızın annesi bunların ilişkisini bilmiyormuş. Aksilik bu ya<br />
Refik Atilla kızı arabaya bindirirken annesi pencereden gördü bunları.<br />
Kız mesaj atmayı akıl etmese kadın kesin polisi falan arardı. Eve<br />
döndüğünde annesi kim bilir neler etmiştir kıza. Neyse, bunları<br />
geceleri bomboş olan Cumhuriyet Meydanı’na götürdüm. Orada biraz<br />
konuştular. Sonra kızı sokağına kadar bıraktık. Resmen ayrıldılar.<br />
Evde Refik Atilla’yla rakı içtik. Planın üzerinden geçtik. Onu<br />
İstanbul’da evinde kalacağı Esma’yla konuşturdum. Esma’yı eskiden<br />
beri tanırım. Mert kadındır. Bir pavyonda şarkı söylerken Kurtuluş<br />
onu çok beğenmişti. İki sene kadar ciddi ilişkileri oldu. Kurtuluş ona<br />
Matasyon tarafında ev açmıştı. Evleneceklerini düşünüyorduk.<br />
Sonradan araları bozuldu. Kurtuluş kadını çok dövüyordu. Esma’yı iki<br />
gece acile kaldırdık. O derece şiddet uyguluyordu. Bir gece bir<br />
kıskançlık anında çekip vurdu kadını. Esma kötürüm oldu. Tekerlekli<br />
iskemleye mahkum şimdi. İstanbul’da yaşamayı kendi istedi.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 37
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON<br />
MÜSTAKBEL KATİL<br />
(Esma)<br />
Dün gece Sıtkı’nın beni telefonda görüştürdüğü Atilla denen çocuk<br />
akşamüzeri evime geldi. Dalgalı uzun saçlı, kirli sakallı, çok şişman<br />
değil ama biraz kilolu, dalgın biri. Ona yiyecek bir şeyler<br />
hazırlamıştım. Yemeyeceğini söyledi. Yorgun görünüyor. Odasını<br />
gösterdim. Bir süre odanın penceresinin önünde dikildi. Düşünceli,<br />
moralsiz. Aman canım bana ne! Bana bulaşmasın yeter. Kim bilir<br />
neyin nesi. Kurtuluş’ların adamı olduğuna göre belli ki bir belaya<br />
bulaşmaya geldi buraya.<br />
Akşam televizyonda Şampiyonlar Ligi maçı vardı. Onu maçı<br />
birlikte izlemeye çağırmak için kapısını çaldım. Uyuyordu, ellemedim<br />
uyusun.<br />
Bu sabah kalktığımda evde değildi. Çay demlemiş, buzdolabında<br />
bulduklarıyla kahvaltı hazırlamış. Ekmek almak için fırına gittiğini<br />
anladım. Hemen şu karşıda bir büfe var, ama orada hiç taze ekmek<br />
bulunmaz. Fırın ise biraz uzakta. Ben o yüzden marketten dilimlenmiş<br />
hazır ekmek alıyorum hep.<br />
Çocuk gelene kadar televizyonu açtım. İki bardak çay içtim. Elleri<br />
dolu geldi. Hem kahvaltılık hem de akşam yemeği için bir şeyler<br />
almış.<br />
Kahvaltıdan sonra sordum:<br />
“Kirlin var mı? Makineyi çalıştıracağım. Çamaşırların kirlendiği<br />
zaman orada pembe naylon sepet var, ona koy.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 38
semihsuren.com<br />
“Tamam.”<br />
“Bugün yüzün gülüyor bakıyorum. Akşam pek bir suratsızdın.”<br />
“Yorgundum. Dinlendim, kendime geldim.”<br />
“Tavuk almışsın. Nasıl pişireyim tavuğu?”<br />
“Sebzelikte patates, soğan gördüm. Sarımsak var mı evde? Ben<br />
pişireyim bu akşam. Çok lezzetli bir tavuk pişirme yöntemim var.”<br />
“İyi bakalım.”<br />
Vakit öğleni geçene kadar, güneş oturma odasını terk edene kadar<br />
pencereye yakın oturup bulmaca çözüyorum, kitap okuyorum. O da<br />
kitaplığımın önünde biraz vakit geçiriyor. Bazı kitapların resimlerine<br />
bakıyor. Çok fazla kitabım yok. Yüz yirmi civarı olması lazım.<br />
“Bunların hepsini okudun mu?” diye soruyor.<br />
“Çoğunu okudum.”<br />
“Şunları soruyorum şunları. Melih Müren’leri.”<br />
“Onların hepsini okudum. Sever misin Melih Müren’i?”<br />
“Kitap okumam ben.”<br />
“Hiç mi?”<br />
“Hiç. Okulda ders olarak okutulanların haricinde hiç kitap<br />
okumadım.”<br />
“Melih Müren’leri neden sordun? Ben de hayranısın zannettim.<br />
Samsunlu diye mi ilgileniyorsun adamla? Biliyor musun Melih Müren<br />
benim ilkokul arkadaşım.”<br />
Ben böyle söyleyince yüzüne tuhaf bir ifade geliyor. Elimdeki<br />
kitabı koltuğun üzerine bırakıp, tekerlekli iskemlemi ona doğru<br />
sürüyorum. Ona ilkokul yıllarımdan bir fotoğraf göstereceğim.<br />
Fotoğraf önünde durduğu kitaplığın altındaki çekmecelerden birindeki<br />
albümde.<br />
“Melih Müren’i tanıdığını bizimkiler biliyor mu?”<br />
“Hayır.”<br />
“Buraya gelirler mi arada?”<br />
“Hayır. Onları yanımda istemiyorum. Korkuyorum onlardan.”<br />
“Bana neden evini açtın?”<br />
“Kırk yılda bir senin gibi birileri gelip kalır bende. Ama Kurtuluş’la<br />
Sıtkı’yı istemem evimde. Hayatımı mahvettiler.”<br />
“Melih Müren’le görüşüyor musun hiç?”<br />
“Taktın mı oğlum sen Melih Müren’e?”<br />
Gözlerinde sanki bir an hayvani bir ışıltı görür gibi oluyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 39
semihsuren.com<br />
O ışıltı, “İstanbul’a Melih Müren’i vurmaya geldim,” derken<br />
büyüyen gözlerinde gayet belirgin.<br />
Bir an durup düşünüyorum. Bizimkiler Melih Müren’i neden<br />
öldürmek istesin ki? Gerçi düşünecek bir şey yok. Bizimkiler delidir.<br />
Nedensiz yere çok adam harcamışlardır. Acaba Melih Müren’le bir<br />
zamanlar arkadaş olduğumu öğrendiler de, beni suça alet etmeye mi<br />
çalışacaklar? Of Allah’ım nasıl içim daraldı birden! Evimde katil var!<br />
“Melih Müren’le yaşıtsın yani? Hiç elli yaşında göstermiyorsun.”<br />
“Minyonum, ondan. Saçlarımı yeni boyattım hem. Melih de benim<br />
gibi. Ellisinde değil kırkında gösteriyor.”<br />
“Kendine bakıyor,” diyor. “Formu yerinde. Boğuşsak döver beni.”<br />
“İnşallah boğuşursunuz da temiz bir dayak yersin. Sonra da seni<br />
polise teslim eder.” Gülüyor. “Kolay sanıyorsunuz siz. Aklını<br />
çelmişler senin. Böyle bir suç işleyip yakanı kurtarabileceğini mi<br />
sanıyorsun? Ogün müydü neydi o çocuğun adı? Hrant Dink’in katili.<br />
Melih Müren gibi herkesin sevgilisi bir adamı öldürürsen kırk saat bile<br />
kaçamazsın, anında enselerler seni.” Hâlâ gülüyor.<br />
Bir saat sonra duş alıp çıktı. O çıktıktan sonra Sıtkı aradı. Çocuk<br />
konuştuklarımızı ona söylemiş. Melih Müren hakkında bir iki soru<br />
sordu. Bu pisliğe dolaylı da olsa yardım edecektim. Oturduğum bu ev<br />
Kurtuluş’un. Geçimimi de onun gönderdiği parayla sağlıyorum. Ne<br />
derlerse yapmak durumundayım. Melih Müren dünya tatlısı bir adam.<br />
Ama böyle durumlarda insan kendisini düşünmeli. Bir orta yol yok.<br />
Çocuk beceriksiz çıkarsa, yardım ve yataklıktan benim de başım<br />
yanacak. Melih’in başına gelecek felakette payım olacak. Ne kötü. Bu<br />
beni her ne kadar üzecek olsa da üzerime düşeni yapacağım.<br />
Melih Müren kendisini gizleyen birisi değil. Çocuk ona kolayca<br />
ulaşacaktır. Çocuğu bu göreve hazırlamak için resmen kampa<br />
almışlar. Sıtkı her şeyi detaylıca özetledi. Normalde düzgün<br />
görünümlü, yakışıklı, temiz bir tipmiş. Suikast için kilo almış, saç<br />
sakal uzatmış. Melih Müren’i hakladıktan sonra gelip yanıma<br />
sığınacak, evden dışarı adımını atmayacakmış. Olay sonrası kapımı<br />
çaldığında onu neredeyse tanıyamayacakmışım. Çünkü Melih’i<br />
öldürdükten sonraki bir saat içinde saçından ve sakallarından<br />
kurtulacakmış. Yani Atilla evden o gün böyle Hanzo gibi çıkacak,<br />
döndüğünde Keloğlan’a benzeyecekmiş. Sonra burada korkunç bir<br />
hızda, ölümcül hastalığa tutulmuşçasına zayıflayacakmış. Sıtkı bunları<br />
söyledikçe ne yalan söyleyeyim gülesim geldi. Kendilerini bir filmin<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 40
semihsuren.com<br />
içinde zannediyorlar herhalde. Ne gerek var ki çocuğu böyle perişan<br />
etmeye? Hollywood setlerinde uygulanan makyaj hileleriyle, insanı<br />
götlü göbekli gösteren özel kostümlerle onu olduğundan bambaşka<br />
biri gibi gösterebilirlerdi. Bok gibi paraları var. Çocuğa eziyet<br />
çektireceklerine, biraz profesyonel ve pratik olsalardı keşke. Aman!<br />
Çok da umurumda sanki!<br />
Atilla akşam o dediği tavuk yemeğinden yapıyor. Tam bekar adam<br />
yemeği. Feci lezzetli. Hele bütün koyduğu sarımsaklar lokum gibi<br />
yumuşacık. Atilla ne kadar çok yiyor öyle. Yemeğin yanına mayonezli<br />
garnitürlü makarna salatası hazırlamıştım. Gece yarısına kadar her<br />
aklına geldiğinde koltuğundan kalktı, tabağını tekrar tepeleme<br />
doldurup yedi de yedi. Beş tabaktan sonra saymayı bıraktım artık. Bir<br />
de bira içmeye doyamıyor. Ama kafası güzelleşmeye başlayınca<br />
sohbeti keyifli, kendisi sevimli birisine dönüşüveriyor. İçinde bir<br />
canavar taşıdığı doğru, fakat yeri geliyor göğsünde sakladığı pırıl pırıl<br />
tertemiz bir kalbi sezebiliyorsunuz. Kısaca, kendini yaşamın akışına<br />
bırakmış bu çocuk. Sevdim onu. İnşallah hayatta karşısına iyi insanlar<br />
çıkar, onu iyi birine dönüştürürler.<br />
Atilla Samsun’da bir sorun yaşamış. O yüzden gelmesi gereken<br />
zamandan önce gelmiş İstanbul’a. Eyleme geçmek için biraz daha<br />
vakit geçmesi gerekiyor. Bunu fırsat bildik ve onunla her gün hava<br />
kararana kadar gezdik, dolaştık. Tekerlekli iskemlemi itmek kollarını<br />
ağrıtıyor, ama aldırmıyor, çünkü akşamleyin evde bana omuzlarını<br />
sırtını ovduruyor. Sevecen yaratılışımdan sanırım, Atilla’yla birkaç<br />
gün içerisinde abla kardeş gibi olduk. Aslına bakılırsa onun annesi<br />
yaşındayım, ama ben minyon tipimden dolayı genç gösteriyorum, o da<br />
kiloları ve bakımsızlığı yüzünden yaşlı gösteriyor.<br />
En son 2006 yılında bir çocuk göndermişti Kurtuluş. Yanımda altı<br />
hafta kalmıştı. Ketum biriydi. Suratsızdı. Ne haltlar karıştırmaya<br />
geldiğini hiç öğrenememiştim. Altı hafta zor geçmişti. Çocuğu<br />
gördükçe geriliyordum. 2006 yılından beri yapayalnızım. Sanal<br />
dostluklarım var. Facebook’ta, Twitter’da takılıyorum. Facebook’ta<br />
yüzde doksanını gerçek hayatta görmediğim iki binin üzerinde<br />
arkadaşım var. Atilla’nın gelmesi iyi oldu benim için. Hayata döndüm.<br />
Kendimi tekrar hareketli İstanbul sokaklarında, ışıl ışıl AVM<br />
koridorlarında, parklarda, deniz kenarlarında buldum, içim açıldı.<br />
Atilla belki yakında elini kana bulayacak. Ama o iyi biri. Daha<br />
iyisini hak ediyor. Umarım bir şeyler ters gider, vazgeçerler.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 41
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON BİR<br />
SIKINTILI GÜNLER<br />
(Altan)<br />
Kardeşimden günlerdir haber alamıyorum. Nerede olduğunu bilen<br />
kimse yok. Benim çocukluk arkadaşım, Özgür’ün kuzeni olan<br />
Mesut’la görüştüm. Kardeşimin bulaştığı kişiler hakkında bana<br />
korkunç şeyler anlattı. Atilla’nın evinde kaldığı adamı, Kurtuluş’u<br />
bulmaya çalışıyorum, bulamıyorum.<br />
Gül’ün başına gelenlerden annem aradıktan sonra haberim oldu.<br />
Olay haberlere, gazetelere çıkmış. Gül ile bir defa bile yüz yüze<br />
görüşme fırsatım olmadı. Ama onu kendi kız kardeşimmiş gibi<br />
severdim. Büyük ihtimalle kızın ölümünden Atilla’nın henüz haberi<br />
olmadı. Gül’ün ölümüne kısmen sebep olan kendisi çünkü. Duysaydı<br />
cenazesine mutlaka gelirdi diye düşünüyorum. Sonuçta son birkaç yılı<br />
iyisiyle kötüsüyle birlikte geçirdiler, birlikte büyüdüler.<br />
Televizyondan ve gazeteden öğrendiklerime göre olay gecesi Atilla<br />
arabası olan biriyle birlikte Gül’ün evine gelmiş. Bunları Gül’ün<br />
annesi anlatıyor. Basına sızmış korkunç ifadesini okudum. Kadının<br />
daha önce kızıyla kardeşimin ilişkisinden haberi yokmuş. Atilla bize<br />
öyle söylememişti. Gül’ün annesiyle tanışıyor biliyorduk onu. Kadın<br />
Gül’ü Atilla’yla birlikte arabaya binerken görmüş. Hemen sokağa<br />
inmiş ama araba çoktan gitmişmiş. Daha sonra defalarca telefonla<br />
aramış kızını ama Gül telefonunu açmamış. Az sonra Gül mesaj atıp,<br />
arabaya birlikte bindiği çocuğun bir arkadaşı olduğunu, birazdan eve<br />
döneceğini yazmış.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 42
semihsuren.com<br />
Gül eve yaklaşık bir buçuk saat sonra dönmüş. Bağırıp çağıran<br />
annesine hiç cevap vermeyip kendisini odasına kilitlemiş. O esnada<br />
kadın sinir krizi geçiriyormuş. Kontrolünü tamamen kaybetmiş. Gül’e<br />
kapıyı açmasını söylüyor, kapının yarısını kaplayan buzlu camı<br />
kırmakla tehdit ediyormuş onu. Gül’ün hıçkıra hıçkıra ağladığını<br />
duyuyormuş. Sonunda turşuların üzerine bastırmak için kullandığı<br />
taşlardan birini atarak kapının buzlu camını çatlatmış. Tekrar atmak<br />
için taşı gene eline almış. Gül annesi taşı bir daha atsa camın olduğu<br />
gibi yere ineceğini, kadının o boşluktan içeri gireceğini anlamış.<br />
Kapıyı açmış Gül. Kadın onu saçlarından tuttuğu gibi yere yıkmış,<br />
koridor boyunca sürüklemiş.<br />
Gül sadece ağlıyormuş. Ağzını açıp tek laf etmiyormuş. Bu kadını<br />
daha da sinirlendirmiş. Gözü dönmüş iyice. O an evin içinde sadece<br />
mutfağın ışığı yanıyormuş. Oraya doğru sürüklemiş kızı. Ekmek<br />
bıçağını kapmış. Gül’ün yüzünün aldığı ifadeyi dikkatle seyrederek<br />
bıçağı kızının on altı farklı yerine soğukkanlılıkla saplamış. Vücudu<br />
seğiren Gül’ü kan gölünün ortasında bırakıp balkonda yarım paket<br />
sigara içmiş. Sabaha karşı kendini ihbar etmiş. Gelip kendisini teslim<br />
alan polislere kızının gece gizlice evden kaçıp fuhuş yaptığından<br />
şüphelendiğini, cinayeti o yüzden işlediğini söylemiş.<br />
Atilla beni neden aramıyor anlayabilmiş değilim. Acaba polisler<br />
onu da arıyorlar mıdır? Son gece birliktelermiş. Atilla’nın ortadan yok<br />
olması şüpheli bir konuma çekebilir onu. Anneme sürekli yalan<br />
söylemek zorunda kalıyorum. Atilla’nın telefonu tartıştığımız<br />
akşamdan beri kapalı. Annem beni aradığında doğal olarak onu<br />
Atilla’yla görüştüremiyorum. Kadıncağız Gül’ün haberini duyduktan<br />
sonra uyuyamaz olmuş. Kalkıp gelebilir bu aralar.<br />
Akşam Özgür’le Nazan Hanım’a yemeğe gideceğiz. Söz verdik. Üç<br />
defa davet etti bizi. İlk ikisini kibarca reddetmiştik. Bir defa gidelim<br />
de aradan çıksın istedik. Israrcı, reddedilmeyi kabullenmeyen bir<br />
yapısı var kadının. Gül’e çok üzüldüğünü, yemeğin onun anısına<br />
olacağını söyledi.<br />
Özgür akşam yediye kadar çalışacakmış. Dedemin evindeyim<br />
şimdi. İki gün sonra Antalya’ya dönüyorum. Kütüphaneden aldığım<br />
kitapların teslim süresi gelmek üzere. Annemi daha fazla yalnız<br />
bırakmak istemiyorum. Akşama kadar kitap okuyacağım. Karnım şu<br />
an aç, ama yemeyeceğim, böylelikle Nazan Hanım berbat bir sofra<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 43
semihsuren.com<br />
kursa bile iştahla yemeklerini tadabilirim. Aynı şeyi Özgür’e de<br />
tavsiye ettim.<br />
Saatler çabucak geçti. Özgür beni almaya geldiğinde çoktan<br />
hazırlanmış, televizyonda salak şeyler seyrederek vakit geçiriyordum.<br />
“Atilla’dan haber var mı?”<br />
“Yok.”<br />
“Bütün gün bir şey yemedim.”<br />
“Aynen.”<br />
“Yüz yaşında bir aşçının elinden çıkan yemeği yemek herkese nasip<br />
olmaz,” dedi keyifle.<br />
“Doğru söylüyorsun,” dedim.<br />
“Bugün konuşma yapmak için İstanbul’dan çağrılan bir profesörü<br />
yeni üniversiteye götürdüm. Profesöre yüz yaşında olduğunu iddia<br />
eden ama hiç de yüz yaşında göstermeyen bir kadınla tanıştığımı<br />
söyledim. Nüfus cüzdanına bakıp bakmadığımı sordu. Böyle bir<br />
kabalık yapmayacağımı söyledim. Nazan Hanım’dan bunu<br />
isteyemeyiz. Ayıp olur. Profesör onun yalan söylediğine kanaat<br />
getirdi. Bize yüz yaşında olduğunu belgeleyen bir nüfus cüzdanı<br />
gösterse bile ikna olmamalıymışız. Çünkü işini bilen birisi için sahte<br />
bir nüfus cüzdanı edinmek inanılmaz kolay ve ucuzmuş.”<br />
“Neyse bu yaş konusunu açmaz umarım bu akşam.”<br />
Nazan Hanım bizi kendisine yakışan, siyahın üç tonunu bir arada<br />
kullanan, şık ve sade bir elbiseyle karşılıyor. Takıları göz alıcı. Beyaz<br />
saçlarına güzel ve havalı bir şekil vermiş. Beni öperken üzerindeki<br />
parfüm kokusuyla birlikte başka bir koku daha alıyorum. Kokuyu ilk<br />
başta seçemiyorum. Bizi oturma odasına alıyor. Harika bir masa<br />
hazırlamış. Kaç çeşit yiyecek olduğunu ilk bakışta sayamıyorum.<br />
Özgür Uppsala’nın yanına gidiyor. Ben ise bir bardak su almak için<br />
mutfağa geçiyorum. Nazan Hanım’ın üzerindeki diğer kokunun ne<br />
olduğunu o an anlıyorum. Balkon barbeküsünde bize ızgara yapıyor.<br />
Tülün arkasından beni görünce balkondan içeriye giriyor.<br />
“Balık ızgara yapıyorum size,” diyor. “Üç çeşit. Çipura, mezgit,<br />
Norveç uskumrusu. Rakı da aldım size. Dokuz çeşit mezemiz var.”<br />
“Siz de mi içeceksiniz?”<br />
“Ayıp ettin! Sıkı içerim ben.”<br />
Müthiş bir akşam geçiriyoruz. Müthiş eğleniyoruz. Nazan Hanım’ın<br />
sohbeti inanılmaz keyifli. En ilginç kocası olan Atilla Sunay Bey’le ve<br />
diğer eşleriyle yaşadığı birbirinden enteresan anılarını büyük keyifle<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 44
semihsuren.com<br />
dinliyoruz. Bir büyük rakı deviriyoruz. Sokağın başında korsan film<br />
satan film kiralama dükkanına Müzeyyen Senar ağırlıklı nefis bir fasıl<br />
CDsi yaptırmış. Rahat ikişer kilo almışızdır.<br />
Gece yarısına doğru, “Şimdi size bir şey teklif edeceğim çocuklar,”<br />
diyor. “Ama önce öğrenmeniz gereken tatsız şeyler var.”<br />
Özgür’le birbirimize bakıyoruz. Kafalarımız iyi. Bizim kadar içmiş<br />
olan Nazan Hanım aramızda en ayığımız. Son söylediklerinde gayet<br />
ciddi. Onun bu ciddiyeti saatlerdir süren neşeli havamızı bir anda<br />
gergin bir bekleyişe çeviriyor.<br />
“Lafımı bölmeyin, çabucak anlatayım. Refik Atilla İstanbul’da. Ne<br />
kadar vaktimiz kaldığını bilmiyorum. Bir an önce üçümüzün<br />
İstanbul’a gidip ona engel olmamız lazım. Komşum Kurtuluş ve<br />
halasının oğlu Sıtkı, Refik Atilla’yı oraya yazar Melih Müren’i<br />
öldürmesi için gönderdiler.”<br />
Kendimi kötü hissetmeye başlıyorum. Özgür halimi görüyor, elini<br />
kolumun üzerine koyuyor. Sıkıntıyla derin bir nefes alıyorum.<br />
Nazan Hanım devam ediyor:<br />
“Bu bilgileri nasıl edindiğimi sormayın, açıklayamam. Bana<br />
inanmak zorundasınız. Her şeyi düşündüm, güzel bir plan hazırladım.<br />
Adım adım buna uyacağız. Sen Antalya’ya gitmeyi unutuyorsun.<br />
Kitaplarını yarın kargoyla anneye yollayacaksın. Annen götürür<br />
kütüphaneye verir. Sen de taksideki işini bırakıyorsun. Sana birkaç<br />
aylık para vereceğim şimdilik. Sonradan daha güzel bir işe sokacağım<br />
seni. Dinleyin, hayır. Bunlara itiraz istemiyorum. Değerli bir yazarın<br />
ve kendisini acımasız bir canavar sanan dünya tatlısı bir delikanlının<br />
hayatı söz konusu. Telefonunuz internete bağlanıyor mu?”<br />
Özgür, “Benimki bağlanıyor,” diyor.<br />
“Güzel. Gir internete. Latin alfabesi kullanmayan ve popüler<br />
olmayan üç dil bul.”<br />
“Anlamadım?”<br />
“Rusça, Yunanca, Arapça, Korece. Bunların yazımı değişik oluyor<br />
örneğin. Japonca, Çince, İbranice. Saydıklarımın hepsi popüler diller.<br />
Bu tarz başka diller bulmanı istiyorum. Üç tane bulacaksın.”<br />
Özgür’ün saydığı diller arasından Gürcüceyi, Ukraynacayı, Taycayı<br />
seçiyor. Daha sonra akılalmaz planından detaylıca söz ediyor.<br />
Büyülüyor bizi.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 45
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON İKİ<br />
ANLAYAMIYORUM<br />
(Özgür)<br />
Melih Müren’in büyük hayranıyım. Yaşayan yazarlar arasında en<br />
sevdiğim kendisidir. Kitapları yirmiyi aşkın dile çevriliyor, elliyi aşkın<br />
ülkede satılıyor. Son on senede 21. yüzyıl edebiyatında kendine has<br />
bir konum edindi. Çok tartışılan, kimilerince övülen, kimilerince<br />
yerilen bir edebiyat figürü haline geldi.<br />
Başta kendisi, pek çok edebiyatçı onun ürettiği kitapların edebiyat<br />
değeri olmadığı görüşünde. Şiirden ve tiyatrodan nefret edişi ve bunu<br />
sık sık dile getirişi kendisi ve sanat çevreleri arasında mesafe<br />
oluşmasına neden oldu. Çoğu zaman bir romancı olarak<br />
nitelendiriliyor, ama ürettiği kitaplar roman değil. Novella denen<br />
edebi tarzda büyük bir üretkenlikle eser veriyor.<br />
Melih Müren’in tüm kitapları yüz sayfa uzunluğunda.<br />
Novellalarının hepsi her biri dörder sayfadan oluşan yirmi beşer<br />
bölümden meydana geliyor. Kitapları birbirine ekli sahnelerden<br />
oluşuyor. Bir film izliyor hissi duyuyorsunuz okurken. Sinematografik<br />
tarzda yazdığı için kitabın tamamını kolaylıkla zihninizde<br />
canlandırabiliyorsunuz.<br />
Senelerdir yapımcılar Melih Müren’in kitaplarını film yapmak için<br />
yazarın kapısını aşındırıyorlar. Müren bu konuda oldukça katı.<br />
Kitapları arasında en sevdiklerini kendisi filme çekeceğini söylüyor.<br />
Bunun için henüz erkenmiş. Kendisini henüz hazır hissetmiyormuş.<br />
Yazdığı kitapların çoğundan hoşlanmıyor. Bunların filme uyarlanmayı<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 46
semihsuren.com<br />
hak etmediğini düşünüyor. Sevmediği bu kitapları kendisine müthiş<br />
bir gelir getirmiyor olsa tereddüt etmeden yeryüzünden silebileceğini<br />
söylüyor.<br />
Melih Müren’in yaşamı iki ana mekanda geçiyor.<br />
Kentin en güzel yerlerinden birindeki dubleks apartman katında<br />
karısı ve iki kızıyla birlikte yaşıyor. Bu sıcak aile evi kendisiyle<br />
yapılan röportajların bir kısmına mekan oluyor. İstisnasız bütün<br />
röportajlarda evde tek bir kitap bile olmadığı vurgulanıyor ve Melih<br />
Müren kitap okumayan, evine kitap sokmayan bir yazar olarak<br />
eleştiriliyor.<br />
2000 yılında şehrin dışında ultra lüks, modern, fütüristik, tamamı<br />
cam cepheli yuvarlak bir yapı inşa ettirdi. Binaya bir isim vermek<br />
istiyordu. Kişisel web sitesi melihmuren.com’da katılımcıların sınırsız<br />
şık ekleyebileceği ve eklenen şıkları oylayabileceği açık bir anket<br />
başlattı. Anketin biteceği tarihi bir sene sonrası olarak belirledi. Bir<br />
sene sonra, 17.093 şık arasından ‘N’apıyon La’ 8.732.117 oyun %<br />
38’ini alarak birinci oldu. Altı milyon Türk lirasına mal olan o<br />
güzelim binanın ismi, Erzincanlı bir ortaokul öğrencisinin ankete<br />
eklediği bu şık sayesinde bu ismi aldı. Türk halkı gerçekten her şeyle<br />
dalga geçmeyi, her şeyde eğlence aramayı seven bir millet. İkinci<br />
gelen şıka bakın: ‘Kızlar kesin ağlamayı / Verin çalam bağlamayı’ Ya<br />
üçünsüne ne demeli: ‘Vi ar dı çempiyıns may firends nım nım nım’<br />
Bazen melihmuren.com’u açıp yarışmada ilk elliye giren şıkları<br />
okuyup gülmekten sandalyeden düşüyorum.<br />
Dev bir şeffaf karpuza benzettiğim N’apıyon La binasında Melih<br />
Müren’in kitaplarının çevirmenleri yaşıyor. Yabancı dil bilen Türkler,<br />
Türkçe bilen yabancılar. Melih Müren N’apıyon La’da yaşayacak<br />
çevirmenleri çeviri yapılacak dile olan hakimiyetlerine göre seçmiyor.<br />
Buradaki çevirmenlerin çevirilerini Melih Müren daha sonradan<br />
uzman çevirmenlere redakte ettiriyor. Sonrasında çeviriler baskıya<br />
veriliyor ve dünyanın ilgili yerlerinde kitabevlerinde yerini alıyor.<br />
Melih Müren’in çevirmeni olup, N’apıyon La’ya yerleşebilmeniz<br />
için şu on bir özellikten olabildiğince çoğuna sahip olmanız gerekiyor:<br />
(Listeyi Melih Müren kendisi hazırlamıştır. Tek bir harfine<br />
dokunmadan web sitesinden aynen alıyorum.)<br />
1) Büyük hızla çeviri yapabilmek. Burada kastettiğim<br />
divxplanet.com’daki altyazı çevirmenleri kadar hızlı olabilmek.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 47
semihsuren.com<br />
Basit yazıyorum. Bu hızı beklemem doğal. Ben dört sayfalık bir<br />
kitap bölümünü bir buçuk saatte yazıyorsam, çevirmenim o dört<br />
sayfayı bir saatte çevirebilmeli.<br />
2) Güzel PES (Pro Evolution Soccer) oynayabilmek. Sahaya her<br />
zaman 4-2-3-1 dizilişiyle çıkar, genelde küçük takımlar yönetir,<br />
katı savunma yaparım. Oyunun Mourinho’suyum. Ona göre.<br />
Beni yenebilenin başımın üzerinde yeri var.<br />
3) Film ve dizi manyağı olmak. Film ve dizi izlemekten sıkılmamak.<br />
Binada iki tane sinema odamız var. Biri benim, biri sizin. Film ve<br />
dizi izlemeye doyamam, siz de doyamayın isterim. Zevklerimiz<br />
benzeşirse şanslısınız.<br />
4) Eğlenceli biri olmak. Burada eğlence derken saçmalamaktan<br />
bahsetmiyorum. Bazıları saçmalıklar yapıp eğlendiğini<br />
zannedebiliyor. Eğlenceli biri olmaktan kastım, yanında vaktin<br />
nasıl geçtiğini anlamayacağımız bir insan olmak.<br />
5) Açık fikirli olmak. Burada hepimiz yaratıcı insanlarız. Bir şeyler<br />
yaratıyor ve bunu dünyayla paylaşıyoruz. Burada sınırları<br />
olmayan insanlar isterim. Anlayan anlamıştır.<br />
6) Güzel görünmek, çekici olmak. Bunu yazınca kendimi biraz<br />
Adnan Hoca gibi hissetmedim değil :) Şaka bir yana, bunlar<br />
sağlık ve mutluluk için önemli. Depresif, kendine güvensiz,<br />
bedeninden utanan, çekinen tipleri sevmem. Bedenine söz<br />
geçirebilen bir insan hayatta pek çok şeyi çekip çevirebilir.<br />
7) Özel yetenek. En az bir şeyde özel bir yeteneğiniz ve<br />
potansiyeliniz olmalı. Resim, müzik, edebiyat. Sanat olması<br />
gerekmiyor. Spor, dans, bilim, ne bileyim. Demek istediğim bir<br />
konuda sizde ışık göreyim, size sponsor olayım, dünyaya açılın<br />
isterim. Buranın bir akademi yönü de olur böylece.<br />
8) Hayalperestlikle beslenen sonsuz bir özgüven sahibi olup bunu<br />
çaktırmamak. Ne demek istiyorum? Çok çok büyük bir<br />
potansiyele sahip olduğunuza inanıyorsunuz. Kendinize<br />
inanılmaz yüksek hedefler koyuyorsunuz. Kendinize feci<br />
güveniyorsunuz. Ama çevrenizdeki insanların sizi deli<br />
sanmaması için bunlardan kimseye söz etmiyorsunuz. Sürekli<br />
eylemde bulunarak, ağır ağır ama sağlam biçimde hedefinize<br />
yaklaşıyorsunuz. Örneğin dünyada şu an hayatta olan en zeki beş<br />
insandan biri olduğunuza inanıp, önünüzdeki on yıl içerisinde<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 48
semihsuren.com<br />
yeteneklerinizle yüzyılımızın akışını değiştirebilecek şeyler<br />
yapmaya çabalıyor olabilirsiniz.<br />
9) Uykudan nefret etmek. Çocukluğumdan beri dört saatten fazla<br />
uyuyamam. Haftanın bazı günleri hiç uykum gelmez. Uyku denen<br />
şey bana uğramıyor. O dört saati de kendimi zorlayarak yatakta<br />
geçiriyorum. Belki bu dört saatin ikisinde uyuyabiliyorum. Bunu<br />
da hastalanmayayım, ölmeyeyim diye yapıyorum. Doktor<br />
dostlarım beni tersine ikna etmeseydi başıma buyruk davranıp<br />
yatağıma hiç uğramazdım. Uykuyu seven insanlardan<br />
hoşlanmam. Erken yapılan kahvaltılarda akşam yemeklerinde<br />
olduğu gibi herkesi masada isterim.<br />
10) Hiperaktif olmak. Benim gibi. Miskin ve hareketsiz insanlarla bir<br />
arada bulunmaktan hoşlanmıyorum. Ne bileyim gecenin bir<br />
yarısı on kilometre koşasım veya helikopterle şehrin üzerinde<br />
gezesim gelirse yanıma adam isterim. Canımın ne zaman ne<br />
isteyeceği hiç belli olmaz. Olmayacak anlarda aksiyon isteğim<br />
açığa çıkabilir.<br />
11) Hiç sıkılmamak. Benim canım hiç sıkılmaz, sizinki de sıkılmasın<br />
isterim. Yapacak o kadar çok şey var ki. Canınız bir şeyden<br />
sıkılınca hemen başka bir şeyle ilgilenmeye başlamalısınız.<br />
Son kırk sekiz saatte yaşadıklarıma inanamıyorum. Nazan Hanım<br />
çok âlem bir kadın. Aynı zamanda çok ama çok gizemli bir kadın.<br />
Altan’la şaşkınlık içerisindeyiz. Kendimize gelemiyoruz. İstanbul’a<br />
daha bu sabah vardık. Kente vardıktan iki saat sonra Melih Müren<br />
bizimle mülakat gerçekleştirdi. Mülakatın sonunda üçümüz Melih<br />
Müren’in Gürcüce, Ukraynaca ve Tayca çevirmenleri olarak N’apıyon<br />
La binasına kabul edildik.<br />
Bu nasıl oldu? Anlam veremiyoruz. Nazan Hanım bu konuda soru<br />
sormamızı yasakladı. Çevirmen olarak atandığımız bu dillerden tek<br />
kelime bilmiyoruz. Melih Müren’in çevirmen adayları için hazırladığı<br />
nitelik listesinin maddelerinin neredeyse hiçbirini karşıladığımızı<br />
düşünmüyorum. Duyduğum heyecandan ve olan bitene anlam<br />
verememekten çıldırma noktasına geldim diyebilirim. Sanırım olayları<br />
akışına bırakmaktan ve Nazan Hanım’ın sözünden çıkmamaktan<br />
başka çare yok.<br />
İstiklal’de bir kafedeyiz şimdi. Portakal suyu içiyoruz. Gün boyu<br />
alışveriş yapacağız, geceye doğru N’apıyon La’ya yerleşmiş olacağız.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 49
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON ÜÇ<br />
GERİLİM<br />
(Esma)<br />
Telefonda geçen gece Sıtkı’yla ne konuştular bilmiyorum, ama o<br />
telefondan sonra Atilla değişti. Gecelerdir uyumuyor. Ağzına lokma<br />
koymuyor. Midesinin yandığını söyleyip duruyor. Sürekli su içiyor.<br />
Sudan başka hiçbir şey geçmiyor boğazından.<br />
Yanımda oturuyor şu an. Gözleri kan çanağı gibi. Yüzü asık.<br />
Taksideyiz. Taksideki dijital saat doğruysa saat ikiyi yirmi geçiyor.<br />
Gecenin bir yarısı. Yağmur çiseliyor. Sokaklarda kimseler yok. Melih<br />
Müren’in oturduğu semte gidiyoruz.<br />
Atilla kanlı eylemi şu önümüzdeki birkaç gün içinde<br />
gerçekleştirmek zorunda. Takvimi biraz öne almışlar. Atilla’nın<br />
morali biraz da para işlerine bozuk. Buraya gelirken cebine fazla para<br />
koymamışlar. Ne olduğunu anlayamadığım bir pürüz çıkmış. Para<br />
gönderemiyorlarmış. Elimizde ne varsa onunla idare etmeliymişiz. Bir<br />
haftaya kalmaz takviye yapacaklarmış. Son paramızın büyük kısmını<br />
taksiye vereceğiz şimdi. Melih Müren’nin yaşadığı apartmanı bulup,<br />
civarda kısa bir keşif yapacağız. Eve otobüslerle döneceğiz. Umarım<br />
sabaha kadar sokaklarda beklemek zorunda kalmayız.<br />
“Işıklarda inebilir miyiz?” diyorum taksiciye.<br />
Taksimetrede yazan ücreti ödüyorum. Taksici para üstünü verdikten<br />
sonra bagajdaki katlı tekerlekli iskemlemi getirmek için iniyor. Refik<br />
Atilla da onunla birlikte iniyor, aracın arkasından dolanıyor, benim<br />
kapımı açıp indiriyor beni. Tekerlekli iskemlemi kaldırıma<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 50
semihsuren.com<br />
çıkarıyorlar, beni yavaşça üzerine oturtuyorlar. Taksici aracına atlayıp<br />
gidiyor. Refik Atilla beni kaldırım boyunca sürmeye başlıyor.<br />
“Silahını yanına almadın değil mi?”<br />
“Aldım. Belimde.”<br />
“Neden ama?”<br />
“Bilmiyorum. Almam gerektiğini hissettim.”<br />
“Ver istersen şu alt bölmede saklayalım.”<br />
“Yok, iyi böyle.”<br />
Islanıyoruz. Daha önceden buralara gelmiştim. Apartmanın nerede<br />
olduğunu bildiğimi sanıyorum. Taksiden ineli yirmi dakika geçmiş.<br />
Az önce geçtiğimiz aynı sokağa tekrar girmek üzereyiz.<br />
“Geçtik buradan,” diyor Atilla.<br />
“Farkındayım. Hava karanlık olduğu için karıştırdım buraları.”<br />
Yağmur kesiliyor. Bir saat kadar dolanıyoruz oralarda. Sonra bir<br />
ağacı tanıyorum. Ağaçtan apartmana doğru olan güzergahı<br />
hatırlamaya çalışıyorum. Çok geçmeden Melih Müren’in yaşadığı<br />
apartmanı buluyoruz. Apartmanın mermer kaplı geniş bir girişi var.<br />
Atilla tekerlekli iskemlemi geri geri çekerek beni mermer zemine<br />
çıkarıyor. Hareket sensörlü ışık bizi algılayınca çıt edip yanıyor. Refik<br />
Atilla duvardaki zillere yaklaşıyor. Apartmanın bu olduğuna emin<br />
olmak için zillere bakmak istiyor. Melih Müren’in veya karısının<br />
isminin orada yazılı olacağına ihtimal vermiyorum.<br />
Sıtkı her nasılsa Melih Müren’in karısı ve küçük kızının birkaç<br />
günlüğüne yurt dışında olacaklarını öğrenmiş. Büyük kızı ise bir<br />
süredir arkadaşlarıyla başka bir evde yaşıyormuş. Eğer Melih Müren<br />
şehir dışındaki, çevirmenlerinin yaşadığı yuvarlak bina yerine burada<br />
yalnız kalmayı tercih ederse Atilla’nın işi gayet kolay olacak.<br />
“Abla Müren soyadı yok burada. Zillerin hepsinde isim yazılı.”<br />
“Belki takma ad yazılıdır. Veya zilleri yoktur burada.”<br />
“Emin misin bu apartman olduğundan?”<br />
Eminim, evet. O esnada apartmanın giriş kapısının kalın mozaik<br />
camının ardında büyüyen bir gölgenin kımıldandığını görüyoruz.<br />
“Birisi geliyor abla,” diyor Atilla. “Ne diyeceğiz? Benim burada<br />
görülmem hiç iyi olmayacak.”<br />
“Kamera vardır zaten buralarda. Bunu da salak kafam şimdi akıl<br />
ediyor. Aptallık ettik. Uzaktan apartmanı şöyle bir gösterecektim,<br />
gidecektik. Saçmaladık resmen.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 51
semihsuren.com<br />
Apartmanın içinden kapıya doğru yaklaşan kişinin silueti iyice<br />
büyüyor. Kapı içeri doğru çekilerek açılıyor. Soluğumu tutuyorum.<br />
O an hiç olmayacak bir şey oluyor.<br />
Apartmandan çıkan kişi Melih Müren.<br />
Kalbim telaşla çarpmaya başlıyor. Sandım ki Atilla hemen silahını<br />
çıkaracak, adama dan dan dan ateş edecek. Ama Atilla’nın ödü<br />
kopmuş gibi bir hali var. Sanırım üzerine aniden bir tutukluk geldi.<br />
Melih Müren kapıyı tutuyor, bekliyor.<br />
“Girecek misiniz? Buyurun,” diyor kibarca.<br />
Bozuntuya vermeden gözlerimle teşekkür eder gibi gülümsüyorum.<br />
Atilla’nın yapması gereken tekerlekli iskemlemin arkasına geçip beni<br />
apartmanın içine doğru sürmek. Ama geri zekalı Atilla öylece sap gibi<br />
duruyor, kımıldamıyor.<br />
“Birine geldiniz sanırım,” diyor Melih Müren. “Uyuyorlarsa<br />
duymamışlardır. Tekrar basın zile.”<br />
Bunu Atilla’ya bakarak söyledi. Yapacak bir şey yok. Atilla zillerin<br />
birisine basacak. Ya da silahını kullanmasının tam vakti. Silah<br />
susturuculu. Etrafta kimseler yok. Silahı evde görmüştüm. Silahın<br />
belinde olduğunu söylemişti. Susturucusu takılı şekilde belinde<br />
olamazdı. Susturucu montunun cebinde olmalıydı. Atilla’nın yerinde<br />
olsaydım silahı Melih’e doğrultur, onu apartmanın içine sokar, birkaç<br />
metre uzağa gerilemesini söylerdim. Sonra silahı ona doğrultmayı<br />
sürdürürken susturucuyu takmaya çalışırdım. Sonra da cıv cıv diye<br />
göğsüne doğru iki el ateş ederdim. Sonra yere düşen bedeninin başına<br />
gider, ne olur ne olmaz diye bir tane de kafasına sıkardım. Ben olsam<br />
bunu yapardım. Peki Atilla ne yapacak? Mal gibi bekliyor öyle.<br />
Gebertesim geldi çocuğu.<br />
Melih Müren bir an dudağını ısırıp boş bakıyor. Kafasında bir şey<br />
kuruyor anlaşılan.<br />
“Siz ıslanmışsınız,” diyor. “Bu saatte kime geldiyseniz, anlaşılan<br />
geleceğinizi unutmuş. Bakın ne yapalım? İnsanları uyandırmayalım.<br />
Gelin böyle. Delikanlı hanımefendiyi içeriye iter misin?”<br />
Atilla bana bakıyor. Ardından arkama geçiyor. Beni apartmanın<br />
içine itiyor. Adamı oracıkta vuracak diye korkuyorum. Apartmanın<br />
içinde feci bir gürültü çıkardı.<br />
“Şimdi sizinle benim evime çıkacağız. Apartman uyanana kadar<br />
sizi misafir edeceğim. Birlikte kahvaltı ederiz, sonra tanıdığınızın<br />
dairesine inersiniz.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 52
semihsuren.com<br />
Atilla beni itmiyor. Garip bir şekilde duruyoruz. Başımı çevirip<br />
bakıyorum. Atilla’nın yüzü anlaşılmaz bir hal almış.<br />
Melih Müren ona yaklaşıyor. Elini omuzlarına koyup onu kenara<br />
çekiyor. Tekerlekli iskemlemi asansörlere doğru itmeye başlıyor.<br />
“Delikanlı uykusuz görünüyor,” diyor bana asansörde. Dediklerini<br />
yanımızda dikilen Atilla da duyuyor. “Hiç konuşmaz mısınız? Hem<br />
korkmuş bir haliniz var. Birinden mi kaçıyordunuz yoksa? Heh he :)”<br />
Asansör duruyor. Melih Müren tekerlekli iskemlemi koridora<br />
çıkarırken Atilla asansörün kapısını tutuyor. Melih beni dairesinin<br />
kapısına doğru ıslık çalarak sürüyor. Anahtarla kapıyı açarken<br />
Atilla’nın ayakkabılarını çıkarıyor olduğunu görüp çıkarmamasını<br />
söylüyor. İçeri giriyoruz. İçerisi aydınlık. Evin bütün ışıkları yanıyor.<br />
“Hoş geldiniz,” diyor sevecen bir şekilde. “Uyumuyordum bu gece.<br />
Shameless dizisini izliyordum. Akşamdan beri izliyorum. Kızım<br />
indirmiş ilk sezonunu. Bir hanım arkadaşım var. Uyuyor içeride. Fazla<br />
ses çıkarmayalım o yüzden. Demin de açık bir büfeden çikolata<br />
almaya çıkmıştım. Canım birden bitter çikolata çekti. Siz rahatınıza<br />
bakın. Ben hemen gidip gelirim. Siz ne istersiniz? Size ne alayım?”<br />
Hızlıca düşünüyorum. Melih bizden şüphelenmiş olmalı. Büfeye<br />
değil karakola gidecek bana kalırsa. Atilla’nın yapması gereken<br />
lavabonun yerini sormak, lavaboda susturucuyu takmak, dönüp herifi<br />
alnının ortasından vurmak. Ama hayır, delireceğim! Çocuk<br />
salaklaşmış gibi hiçbir şey yapmadan öküz gibi duruyor! Öf ya! Evde<br />
biri daha varmış! Uyanırsa onu da öldürmeli!<br />
Melih Müren bizi oturma salonuna geçiriyor. Hemen döneceğini<br />
söyleyip çıkıyor. Atilla o gittikten sonra bile kendine gelemiyor.<br />
Koltuğun birine çöküyor kalıyor. Çok merak ediyorum ne düşünüyor<br />
acaba? Dangalak şey!<br />
Tekerlekli iskemleyi dış kapıya doğru sürüyorum. Melih kapıyı<br />
üzerimize kilitlemiştir diye düşünüyorum ama kilitlememiş. Atilla’nın<br />
yanına dönüyorum.<br />
“Kardeşim ne bekliyorsun? Çıkarsana silahını.”<br />
Belinden çıkarıyor silahı. Susturucusunu takıyor.<br />
“Sende bir haller var,” diyorum. “Uykusuzluk başına vurmuş.<br />
Vuramayacaksan bana ver.”<br />
Elimi uzatıyorum. Vermiyor silahı. Gidip yüzünü yıkamasını,<br />
evdeki uyuyan kadını kontrol etmesini, uyanırsa onu vurmasını<br />
istiyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 53
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON DÖRT<br />
YAĞMURLA GELEN YABANCILAR<br />
(Derya)<br />
Yağmur iki gündür aralıksız yağıyor. Sanırsın Marmara Denizi’ni<br />
yukarı almışlar üzerimize geri döküyorlar.<br />
Aramıza üç kişi daha katıldı. Danua cinsi o kocaman köpeği de<br />
sayacaksak dört kişi. Melih’in kitaplarını Ukraynacaya, Taycaya ve<br />
Gürcüceye çevirecekler. Melih onlara bir ayrıcalık tanımış. Şimdilik<br />
bizler gibi güncel çeviri yapmayacaklar. Melih yazmakta olduğu<br />
kitaba her gün bir veya iki bölüm ekler, bizler de o bölümleri aynı gün<br />
çeviririz. Bu yalnızca iki saatimizi alır. Kalan vakitlerde ise Melih’in<br />
eski kitaplarını çeviririz. Melih kitabını en geç yirmi gün içerisinde<br />
bitirmiş olur. Bu tabii ortalama süre. Bazen ay boyunca sadece birer<br />
bölüm yazar. Bazı günler ise canı yazmaktan başka hiçbir şey istemez<br />
ve yazdığı kitaba dört beş bölüm birden ekleyebilir. Melih kitabını<br />
bitirdiğinde bizler de çevirilerini bitirmiş oluruz. Daha sonra<br />
çevirilerimiz denetlenir ve basılır. Aramıza yeni katılan üç çevirmen<br />
başlarda böyle çalışmayacak. Melih’in seçtiği bazı eski kitapları<br />
çevirecekler ve çevirileri her kitap bittiğinde değil, sonradan toplu<br />
olarak kontrole gönderilecekmiş.<br />
Benim yaşlarımda olan Altan ve Özgür’ü biraz çekingen buldum.<br />
Nazan Hanım ise sohbeti inanılmaz keyifli, müthiş hareketli,<br />
güleryüzlü, neşeli, pozitif bir insan. Melih bize onları bu sabah<br />
kahvaltıda tanıştırdı. N’apıyon La isimli binamıza gece yarısına doğru,<br />
herkes toplu olarak sinema salonundayken yerleşmişler. Kahvaltılarda<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 54
semihsuren.com<br />
ve akşam yemeklerinde hep birlikte masada oluruz. Ama öğle<br />
yemeklerinde çevirmenler yalnız olmakta ve diledikleri vakitte<br />
yemekte serbestler. Üçlüyle şahsen tanışma fırsatını öğle vakti<br />
buldum. Onlara soğuk sandviç hazırladım. Uppsala isimli dev köpeğe<br />
ise akşamki sofradan kalan tavuk kemiklerini ve diğer yemek<br />
artıklarını bulup verdim.<br />
Altan ve Özgür, N’apıyon La’daki ilk günlerini genelde erkek<br />
çevirmenler arasında sosyalleşerek geçirdiler. Ben de Nazan Hanımı<br />
kızlarla kaynaştırdım. Abartmayı seviyor Nazan Hanım. Ama arada<br />
öyle detaylara giriyor ki, bu kadar olmaz diyoruz, aslında<br />
abartmadığını, söylediklerinin gerçek olabileceğini düşünüyoruz.<br />
İsveç asıllıymış, yüz yaşındaymış, sekiz defa evlenmiş. Dilinden<br />
düşürmediği ikinci eşi Atilla Sunay Bey’i Amerikan dizilerinden<br />
fırlamış gizemli adamlara benzeterek anlatıyor.<br />
Akşam Melih’te kalacağım. O yüzden bu akşam yemeğinde ikimiz<br />
buradaki kalabalık ve eğlenceli masada olmayacağız. Melih’le Çin<br />
yemeği yiyeceğiz, söz verdi. Meral Hanım ve Melike kısa bir Avrupa<br />
kaçamağı istemişler. Melih onları bir haftalığına gönderdi. Melih’le<br />
olan ilişkimin gizlisi saklısı yok. Gerçi sık görüştüğümüz söylenemez<br />
ama Meral Hanım’la aramızda bir gerginlik yaşanmadı. Onların tuhaf<br />
bir evliliği, alışılmadık bir aile yaşamı var. Dördü de birbirinden ilginç<br />
ve örneklerine rastlanmayan enteresan insanlar. Mürenler aile değil<br />
bana kalırsa, onlar başlı başına bir gezegen.<br />
Melih önceki hafta yeni bir kitaba başladı. Kitabın ismi 70..<br />
Yetmişinci. Ama rakamla. Alkoloidler üzerinde çalışan Alman<br />
kimyager Hermann Emil Lothar’ın sıkıcı hikayesi. Hikaye 1920’lerde<br />
geçtiği için atmosferinden pek zevk almadım. Bugün kitaba sadece bir<br />
bölüm ekledi. On dördüncü bölüm. Bölümün ismini Yağmurla Gelen<br />
Yabancılar koymuş. Kendisini kır evine kapatıp çalışmalarına<br />
gömülen, aylardır insan yüzü görmeyen Profesör Lothar’ın kapısı gece<br />
yarısı aniden çalınır. Gelenler yağmurdan sırılsıklam olmuş iki kız<br />
çocuğudur. Melih bu bölümde sık paragraf başı yaptığı ve karakterleri<br />
iki sayfa boyunca konuşturduğu için dört sayfayı hızla Portekizceye<br />
çevirmem yalnızca otuz altı dakikamı aldı.<br />
Avrupa yakasında, yeni açılan, küçük ama oldukça şık ve klas bir<br />
restoranda akşam yemeğimizi yedikten sonra hemen eve geçtik.<br />
Shameless dizisini izlemeye başladık. Bir bölüm bitiyor, hemen bir<br />
diğerini başlatıyorduk.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 55
semihsuren.com<br />
Niye dakikası aklımda kalmış veya o esnada neden saate bakmışım<br />
bilmiyorum, 23:48 ve 00.34 arasında çılgınlar gibi iki defa seviştik.<br />
Melih ilkinde uysal ve şefkatli, ikincisinde ise tam bir hayvandı.<br />
Neyse, detaya gerek yok. Sonra bana bir uyku bastırdı. Diziyi<br />
izlemeye döndük ama gözümü açamıyordum.<br />
“Tatlım bana müsaade et, yatayım,” diyorum.<br />
Kalkıyor, kaslı kollarıyla beni kucağına alıp banyoya götürüyor. Ne<br />
kuvvetli, ne kondüsyonlu adam yahu. Hiç ellisinde demezsin. Soluğu<br />
bile kesilmiyor. Tamam, minyon sayılırım, ama çocuk gibi taşınacak<br />
kadar da hafif olduğumu sanmıyorum. Sol ayağını kaldırıp lavabonun<br />
yanındaki alafranga tuvaletin kapalı kapağının üzerine koyuyor.<br />
Belimi baldırının üzerine yatırıp sağ kolunu boşa alıyor. Şu an sol<br />
baldırı ve sol kolundan oluşan sert hamağın üzerindeyim. Sağ<br />
avucuyla su alıp ağzıma çarpıyor. Lavabonun kenarına koyduğu diş<br />
fırçasına macun sıkıyor. Macun tüpü açışını ve kapayışını<br />
görmelisiniz. Diş etlerime zarar vermemek için yumuşak hamlelerle<br />
ve dikkatle dişlerimi fırçalıyor. Gargara yapmam için avucuyla ağzıma<br />
su taşıyor. Ağzımı çalkaladıktan sonra başımı lavaboya uzatıp<br />
tükürüyorum. Çok keyifli. Sonra beni odaya götürüyor, sevgilim değil<br />
de babammış gibi davranarak beni şımartarak, masum masum öperek<br />
uyutuyor. Yerim ben onu.<br />
Hemen uyuyorum. Bir bağrışmaya uyanıyorum. Hâlâ gece. Evin<br />
içinde birileri bağrışıyor. İkisini de tanımıyorum. Melih nerede? Bana<br />
misafir geleceğinden bahsetmemişti.<br />
Tedirginlikte çıkıyorum yataktan. Kotumu giyiyorum. Seslere kulak<br />
kabartarak oturma salonuna doğru yürüyorum. Holün duvarına vuran<br />
gölgemden daha ben ortaya çıkmadan geldiğimi anlayıp susuyorlar.<br />
Yirmili yaşlarında kılıksız bir çocuk. Sakat bir kadın.<br />
Giysileri, saçları başları ıslak.<br />
“Merhaba,” diyorum çekinerek.<br />
“Merhaba ablacım,” diyor kadın bana yumuşak bir sesle. Sonra<br />
çocuğa dönüyor: “Gördün mü uyandırdık kızı!” diyor. “Ne vardı o<br />
kadar sesini yükseltecek!”<br />
Melih neredeydi? Bunu sormuyorum. Ama kadın cevaplıyor.<br />
“Melih Bey büfeye kadar gitti,” diyor. “Çikolata alıp gelecek.”<br />
Çocuk ayağa kalkıyor.<br />
“Biz gitsek aslında,” diyor.<br />
Kadın kaş göz ederek yeniden oturtuyor onu.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 56
semihsuren.com<br />
Açıklama beklediğimi düşünen kadın konuşuyor:<br />
“Hamza Abi’lere geldik biz. Geleceğimizi unutmuş sanırım. Ziline<br />
basıyorduk aşağıda. Açmıyorlardı. Melih Bey o sıra büfeye<br />
gidiyormuş. Hamza Abi’yi uyandırmamamızı söyledi, bizi buraya<br />
çıkardı, kahvaltıya davet etti. Kahvaltıdan sonra ineceğiz aşağıya.”<br />
“Anladım,” diyorum. “Üzeriniz ıslanmış. Üşüyeceksiniz.”<br />
Klimanın kumandasını arıyorum. Açıyorum klimayı. Onlara filtre<br />
kahve hazırlamak için mutfağa gidiyorum. Aralarında fısır fısır<br />
konuşuyorlar, duyuyorum. Ne konuşuyorlar, anlayamıyorum. Kahveyi<br />
bol yapayım, Melih de içer diye düşünüyorum. Suyun kaynamasını<br />
beklerken Melih’in açık olan netbookunu yanıma alıyorum. İnternete<br />
girip güneş doğuş saatine bakıyorum. Hava bir buçuk saate<br />
aydınlanacakmış. Kahve muhtemelen kahvaltı kahvesi olacak.<br />
Melih büfeden salam, kaşar peyniri ve dilimlenmiş tost ekmeği de<br />
almış. Kadınla çocuk içeride otururken Melih’le kahvaltı hazırlıyoruz.<br />
Melih neşeli. Bütün gece ayakta olmasına karşın hiç de uykusuz<br />
görünmüyor. Her zaman böyledir. Gecelerce uyumayıp gözlerinin bile<br />
kızarmadığı olur. Arada içeri geçerek onlarla sohbet edip dönüyor.<br />
Bizi beklerken televizyonda Sezer İnanoğlu’nun yirmili yaşlardaki<br />
halinin ve Fulden Uras’ın gençliğinin oynadığı kalitesiz bir eski Türk<br />
filmine bakıyorlar. Sesi bayağı açmışlar. Filmin basit repliklerini<br />
mutfaktan duyuyoruz.<br />
“Bir şeyler tartışıyorlar,” diyor Melih. “O yüzden bu kadar açtılar<br />
sesi. Bak, bak, duyuyor musun?”<br />
“Bir alıp veremedikleri var,” diyorum. “Onların sesine uyandım.<br />
Bağrışıyorlardı. Hamza diye birine gelmişler. ‘Hamza Abi’ diyordu.”<br />
“Bir gariplik olduğunu anlamıştım. Apartmanda Hamza yok.”<br />
“Korkuyorum Melih.”<br />
“Öf! Sen de ne sütsün! Ne güzel heyecan oluyor bize. Dur bakalım<br />
boğazımızı mı kesecekler, bizi poşetle mi boğacaklar.”<br />
“Ya of ya! Salak salak konuşma! Gerçekten korkuyorum.”<br />
Korktuğum kadar varmış.<br />
Kahvaltı ederken çocuk silah çıkardı. Bizi göğsümüzden vurdu. Ben<br />
sandalyemden devrildikten sonra başımı arkadaki vitrine vurup<br />
bayılmışım. Melih ise vücuduna isabet eden kurşunların kavurucu<br />
acısına direnip ustalıkla ölü rolü yapmış. Söylediğine göre gitmeden<br />
önce ne olur ne olmaz diye kafalarımıza birer tane daha sıkıp<br />
sıkmamak için tartışmışlar.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 57
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON BEŞ<br />
HEDİYE<br />
(Melis)<br />
Arka kapağında hiçbir yazı olmayan, ön kapağı da resimsiz,<br />
üzerinde yalnızca yazarının ve isminin beyaz harflerle yazılı olduğu<br />
ince, koyu gri bir kitabım var.<br />
Kitabı dün satın aldım.<br />
Basit anlatımlı, çocuksu, güzeldi.<br />
Bir çırpıda okudum.<br />
Hayatımda bir defa bile okuduğum kitabı yarım bırakmadım.<br />
Okuma manyağıyımdır. Tuvalette bile kitap okuyan tipler olur ya,<br />
onlardanım işte. Yalnız, ben tuvalette kitap değil, sözlük, ansiklopedi,<br />
dergi falan okurum daha çok.<br />
Eğer bir kitaptan sıkılmışsam, sonunu zor getirmişsem, onu<br />
kütüphaneye bağışlarım. Ama sevmişsem kitabı, kıyamam ona hiç;<br />
kütüphanede belirsiz bir süre okunmayı beklemesini istemem. Kitabın<br />
üzerine sevimli bir not yazar, onu AVM masalarına, parktaki banklara,<br />
park etmiş arabaların üzerlerine bırakırım. Bazen apartmanlara girip<br />
posta kutularına bıraktığım da olur, alçak balkonlara fırlattığım da.<br />
İstiyorum ki birisi alsın hemen okusun.<br />
Sağa sola bıraktığım bu kitapları kim alacak diye bazen beklerim.<br />
Civardaki temizlik görevlileri alırsa, gidip kibarca uyarırım, kitabı<br />
yerine koyarlar, bir daha da başkası alana kadar ellemezler. Sevdiğim<br />
kitapların yeni sahiplerini uzaktan izlemek en büyük zevkimdir.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 58
semihsuren.com<br />
Bakın görüyor musunuz? Gri kitabım orada, karşıda. Otobüs<br />
durağındaki oturma yerinde.<br />
Deminden beri gözlüyorum. Kitabımın yanına dört insan oturdu<br />
ama hiçbiri onunla ilgilenmedi.<br />
Yağmur çiseliyor. Bir ağacın altındayım ama yine de saçlarım,<br />
kıyafetlerim ıslanıyor. Daha ne kadar bekleyeceğim? Alsa ya birisi.<br />
Kaldırımın aşağı ucundan birileri geliyor. Adamın biri tekerlekli<br />
sandalyedeki bir kadını itiyor.<br />
Tüh! Durağa oturmayacaklar.<br />
Onlar durağa varmadan otobüs önlerinde durdu.<br />
İzliyorum ikisini. Otobüsün orta kapısı açılıyor. Ayakta duran<br />
yolculardan bazıları yardım ediyor. Kadını içeri alıyorlar. Tekerlekli<br />
sandalye otobüse çıktıktan sonra biraz önce onu iten adam geri iniyor.<br />
Kadına el sallıyor. Otobüs gidiyor.<br />
Adamın yorgun ve bıkkın bir yüzü var. Arkamdaki parka bakıyor.<br />
Benim olduğum tarafa değil. Beni fark etmedi sanırım. Kitabı görse,<br />
alsa keşke. Islanıyorum. N’olurrr! Başka kimse yok etrafta.<br />
Hah hayt! Gördü kitabı! Tamamdır!<br />
Ve aldı kitabı. Önüne arkasına baktı. Kapak içine yazdığım notu<br />
görmedi. Çünkü kapağını açmadan kitabı paltosunun cebine<br />
sokuşturdu. Ama olmaz ki! Notumu okurken yüzünü görmem gerek.<br />
Parka doğru geliyor. Hayır, gidemem. Takip edeceğim onu.<br />
Yağmur çiseliyor diye açmamıştır kitabı.<br />
Beni fark etmesin diye hâlâ ağacın arkasına gizleniyorum.<br />
Aşağıdan parka giriyor. Peşinden gidiyorum.<br />
Parkta kimse yok. Tahterevalli, salıncaklar, kayacaklar boş ve ıslak.<br />
Sarmal kayacağa doğru ilerliyor adam. Merdiveni çıkıyor. Deli mi ne?<br />
Kayarsa üzeri ıslanır. Ha, anladım. Kayacağın başındaki o kulübe gibi<br />
yerin altına geçecek. Orada yağmur damlalarından korunarak<br />
inceleyecek kitabı.<br />
Başka bir ağaç buluyorum gizlenmek için. Çaprazdayım. Mesafe<br />
uzak sayılır. Bana sırtı dönük. Yüzünü görebilmem için bayağı<br />
yürüyüp başka bir pozisyon almam gerek.<br />
Başını çevirip etrafı süzüyor adam. Adam diyorum ama benim<br />
yaşlarımda falan. Öyle yorgun öyle solgun görünüyor ki, çocuk<br />
diyesim gelmiyor, adam diyorum.<br />
Öbür cebinden bir şeyler çıkarıyor. Bunları birbirine takıyor.<br />
Elindeki aletten çıkan sesi tanıyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 59
semihsuren.com<br />
Tıraş makinesi bu.<br />
Gözlerimin önünde tıraş oluyor. Başını çevirip etrafı gözlüyor.<br />
Sonra makineyi tekrar çalıştırıp devam ediyor.<br />
Anaa! Kafası iki dakikada asker kafası gibi oldu.<br />
Şimdi de sakallarına daldırıyor makineyi.<br />
Adamlığı madamlığı kalmadı işte. Tombul suratlı masum bir oğlan<br />
oldu. İyi de, niye güpegündüz parkın ortasında tıraş oluyor yahu bu?<br />
Melis, kızım, sen ufaktan tüysen iyi olacak ablacım. Valla bak. Deli<br />
falan bu kesin.<br />
Üzerindeki saçları, kılları temizliyor. Paltosunu çıkarıp silkeliyor.<br />
Demir zemindeki ve basamaklardaki saçları ayağının kenarıyla ıslak<br />
kumların üzerine itiyor.<br />
İniyor merdivenlerden. Makineyi tekrar cebine koyuyor. Beni<br />
görmese bari. İçimi nasıl bir merak sardı anlatamam. İki dakikada<br />
bambaşka biri oldu herif.<br />
Gidiyor. Diğer taraftan çıkıyor. Hâlâ omuzlarındaki kılları<br />
silkeliyor. Takip edeceğim. Bir şey var bunda. Feci meraklandım.<br />
Çatlarım öğrenmezsem.<br />
Takip ediyorum benim dazlağı.<br />
Bu yağmurda beni yürütüyor ya aşk olsun. Neyse iyi böyle iyi.<br />
Dolmuşa otobüse binerse yetişemem bakarsın. Şemsiyem geçende<br />
rüzgarda kırılmıştı. Üç beş gün yağmur yağmadı diye yeni şemsiye<br />
almak aklıma gelmedi.<br />
Kaldırım değiştiriyor bizimki. Ben de karşıya geçiyorum. Kaldırım<br />
kalabalık. O yüzden daha yakından takip edebiliyorum.<br />
İleride küçük bir kitapçı var. Oraya giriyor. Kitapçı küçük, içerisi<br />
kalabalık. Yağmurun dinmesini beklerken kitaplara göz atıyorlar. Ben<br />
de içeriye giriyorum. Çaktırmadan benimkine yaklaşıyorum.<br />
Dazlak çocuk kitabımı elinde tutuyor. Kasiyer kıza uzatıyor.<br />
“Buradan almıştım,” diyor. “Arkadaşıma hediye. Ama onda varmış<br />
aynısından.”<br />
“Başka bir kitap mı seçeceksiniz?” diye soruyor kız.<br />
“Yok, ben paramı geri alayım.”<br />
“Fişiniz yanınızda mı?”<br />
“Hayır.”<br />
“Tamam, beyefendi, bir saniye,” diyor kız, başka bir müşteriyle<br />
ilgileniyor. O müşteriyle işi bitince elindeki kitabı inceliyor. Kitabın<br />
kapağını açınca notumu görüyor. Okuyunca başlıyor kikirdemeye.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 60
semihsuren.com<br />
Bizimkine çaktırmadan çalışma arkadaşının yanına gidiyor, notu<br />
gösteriyor. Birlikte gülüyorlar. Bizimki huylanıyor.<br />
“Beyefendi, siz bu kitabı hediye almamışsınız,” diyor kız, kitabı<br />
geri uzatırken. “Bu kitap size hediye edilmiş.”<br />
“Nasıl?!” diyor çocuk.<br />
Dibindeyim. Kulağının üzerinde kesik kıllar görüyorum. Üzülmeye<br />
başlıyorum ona. Kim bilir nasıl utanıyordur şu an. Gözleri doldu<br />
baksanıza. Hiç parası yok demek ki. Yedi liralık kitabın iadesine<br />
muhtaç. İçim cız ediyor birden. Sonra, yok canım, diyorum kendime.<br />
Parasız adam bu soğukta kafasını kazır mı? Bunda bir numara var.<br />
Yok arkadaş. Sende bir gariplik var ve ben bunu çözeceğim.<br />
Çıkıyor kitapçıdan. Aynen ben de.<br />
“Bakar mısın?” diye sesleniyorum az ileride.<br />
Kitaptaki notumu okumaya dalmış, duymuyor.<br />
“Bakar mısın?” diyorum tekrar, omzuna dokunarak bu sefer.<br />
Dönüyor. Alnında, burnunda küçük küçük kıllar kalmış hep.<br />
“Kitabı iade almadıkları için üzüldün. İstersen ben satın alırım.<br />
Ama bir şartla alırım.”<br />
“Çok utandım içeride,” diyor mahçup gülümseyerek.<br />
“Gördüm,” diyorum. “Kulakların kızardı hemen.”<br />
“Cüzdanımı yanıma almayı unutmuşum. Bütün gece uyumadım.<br />
Kafam yerinde değil. Kitabı şu yukarıda, durakta buldum. Keşke bir<br />
kapağını açıp baksaydım. Yepyeni görünce. Ne bileyim. Yol parası<br />
lazım. Islanacağım yoksa.”<br />
“Tamam, ben alıyorum kitabı.”<br />
“Ne tuhaf,” diyor, kitabın sayfalarını hışırdatarak. “Bana hediye<br />
edilmiş. Garibime gitti.”<br />
“O kitap senin. Sana hediye edilmiş. Satın alacağım şimdi. Şartım<br />
da şu: Satın alıp onu sana tekrar hediye edeceğim.”<br />
Gözlerimin içine bakıyor. Kirpikleri, kaşları, gözleri güzel. Nedense<br />
öyle bir bakışakalıyoruz. Dudakları, dişleri güzel.<br />
İleride bir Popeyes tabelası görüyorum. Panini Gusto ısmarlamayı<br />
teklif ediyorum. Kabul ediyor. Siparişimizi alıp karşılıklı oturuyoruz.<br />
“Asker misin?” diye soruyorum kazınmış saçlarına bakarak.<br />
“Askerim,” diyor.<br />
Ayy, bu çok yalancı bir çocuk, çok.<br />
Ama çok da tatlı, çok çok şeker.<br />
Tombiş ya! Yanaklara bak şunun! Tam ısırmalık!<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 61
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON ALTI<br />
HUZURSUZLUK<br />
(Altan)<br />
Tay alfabesi karakterleri sinirimi bozmaya başladı. Kahvaltıdan bu<br />
yana uğraşıyorum. Nazan Hanım bize dün ne yapmamız gerektiğini<br />
gösterdi. Gayet basit. Bu yüzden de inanılmaz sıkıcı. Saatlerce<br />
bununla ilgilenmek moralimi bozdu.<br />
Yaptığımız şey çeviri değil. Ürettiğimiz şeyin denetlenmeyecek<br />
olması yüzünden rahatız. Önce Google Translate kullanarak yüzer<br />
kelimelik Türkçe metinler çevirdim, bunlara karşılık Taycada<br />
ortalama karakter sayıları edindim. Tek yapmam gereken Tayca<br />
herhangi bir web sitesindeki metinleri orantılı şekilde kesip biçerek,<br />
çevirdiğim Melih Müren kitabındaki sayfanın görümününe uyarlamak.<br />
Bölüm başlığı. Bölüm başlığı. İki kısa paragraf, bir uzun paragraf. İki<br />
kısa paragraf, bir uzun paragraf. Altı satırlık diyalog. Altı satırlık<br />
diyalog.<br />
Bu kadar basit. Kahvaltıdan bu yana uğraşıyorum ve birkaç saat<br />
içinde yetmiş yedi sayfa çakma çeviri yaptım. Ukraynaca<br />
çevirmenimiz Özgür benden biraz daha hızlı çıktı. Benden geç<br />
başlamasına rağmen bir kitabı bitirdi. Öyle kararlaştırdık. Kitapları bir<br />
günde bitireceğiz, sonra iki hafta yatacağız. Elbette yine çalışıyor<br />
görüneceğiz. Her gün belirli saatlerde odamızda, bilgisayarlarımızın<br />
başında olacağız. Ama en azından bu saçmalığa iki haftada bir vakit<br />
ayırmış olacağız.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 62
semihsuren.com<br />
Nazan Hanım’ı kahvaltıdan sonra görmedim. Kahvaltıda tatsızdı.<br />
Onu ilk defa neşesiz görüyorum. Bir şey canını sıkmış besbelli.<br />
“Altan ne zaman bitiriyorsun?” diyor Özgür. “Çıkıp turlayalım<br />
biraz. Yağmur havası iyi gelir. Açar bizi.”<br />
“Bir şey kalmadı. Yarım saat. Veya kırk dakika.”<br />
“Yarım saat kestireyim ben o zaman. Sabahın köründe kahvaltı diye<br />
tutturdular, uykum berbat oldu.”<br />
Kanepeye uzanıyor. Kollarını kavuşturuyor. Hemencecik dalıyor.<br />
Fena daralıyorum. Kitabın son kısımlarında biraz savsaklıyorum.<br />
Yirmi dakika sonra çeviriye nokta koyuyorum.<br />
Melih Müren’in bugün yazdığı bölümler yüklenmiş mi diye<br />
melihmuren.com’u kontrol ediyorum.<br />
Müren interaktif bir yazar.<br />
Bölümü yazıyor. Yazar yazmaz baştan okuyor, yazım hatası varsa<br />
düzeltiyor ve anında sıcağı sıcağına yazıyı sitesinde paylaşıyor. O an<br />
çevirmenler devreye giriyor ve birbirleriyle yarışırcasına bu yazıyı<br />
sorumlu oldukları dile çevirip sitenin subdomainine ekliyorlar.<br />
Müren’in bu yaklaşımı ve kitabı yakından takip eden okurları<br />
gelecek bölümler için, kitabın gidişatı için fikir önermeye teşvik<br />
etmesi başlarda oldukça yadırganmıştı.<br />
Sonradan bağımlılık yarattı. İnsanlar bu yazılara yaptıkları<br />
yorumlarla, Melih Müren’e gönderdikleri maillerle veya kendi<br />
sitelerinde ya da sosyal medyada paylaştıkları görüşleriyle hikayeye<br />
yön verebiliyorlar.<br />
Melih Müren yazmakta olduğu kitap için kendisine önerilen yeni<br />
karakterleri, olayları, sahneleri, satır arası reklam tekliflerini<br />
değerlendiriyor ve hoşuna giden bir şeye rastlarsa hikayesini<br />
yönlendiriyor.<br />
Saate bakıyorum. On dört kırk dört. Bir anormallik var. Normalde<br />
şu an melihmuren.com’daki novellanın on beşinci ve on altıncı<br />
bölümlerinin yayımlanmış, yabancı dillere çevrilmiş olması gerekirdi.<br />
Tembellik ettiği günlerde dahi Melih Müren bu saate kadar mutlaka<br />
bir bölüm yazmış olurdu.<br />
Hızlıca düşünüyorum. Kahvaltılara katıldığı söylenmişti. Sabah<br />
aramızda değildi. Hem o, hem de Portekizce çevirmeni, Derya. Acaba<br />
bir şey oldu, biz Özgür’le farkına varamadık mı? Nazan Hanım’ın<br />
durgunluğu Melih Müren yüzünden kaynaklanıyor olmasın!<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 63
semihsuren.com<br />
Özgür’e yaklaşıyorum. Yakışıklı yakışıklı uyuyor. Efendi uslu.<br />
Uyandırmıyorum, uyusun. Gece geç saatlere kadar kız arkadaşıyla<br />
konuştu. Sabah kahvaltıda gözlerini zor açıyordu.<br />
Bize ayrılan daireden çıkıyorum. Nazan Hanım’ın kapısını<br />
tıklatıyorum. Kapı aralık. İçeri giriyorum. Uppsala gelip bacaklarıma<br />
sürünüyor. Bir an korkuyorum ondan. İçim ürperiyor. Fakat bu his<br />
uzun sürmüyor. Hayvanın gözlerinde bir sıcaklık, bir güzellik var.<br />
Başını, gıdısını seviyorum.<br />
Tasmasının sapını bulup takıyorum. Onu bahçeye çıkarıyorum.<br />
Çimenler nefis kokuyor. Gökyüzünden yoğun gri bulut tabakaları<br />
birbirlerinin üzerine binerek geçiyorlar.<br />
Kendimi bir Yaşar Kemal romanının içindeymişim gibi<br />
hissediyorum. Kocaman ama sessiz ve uslu köpek. Birbirlerine<br />
yaslanan pamuk tarlası gibi ak bulutlar. Belli belirsiz çiseleyen, ipince,<br />
eğik eğik yağan yağmur. Islak çimen kokusu. Neme doymuş taptaze<br />
toprak kokusu.<br />
İleride sarı yağmurluk ve yeşil çizmeler giymiş siyahi bir kız<br />
çömelmiş, üzeri başı çamursu toprak olmuş. Zapzayıf bir şey. Kolları<br />
uzun, ince. Narin uzun boynu sütlü çikolata renginde.<br />
Bizi görüyor. Gülümsüyor.<br />
Çalışmayan yosunlu fıskiyenin etrafındaki bonsailerin topraklarını<br />
eşeliyor. Uppsala beni ona doğru çekiştiriyor. Neydi bu kızın adı ya?<br />
Hatırlayacağım, hatırlayamıyorum.<br />
“Oğlum dur gidiyoruz zaten, hayvanlaşma,” diye fısıldıyorum<br />
tasmasına asıldığım Uppsala’ya.<br />
Kızın saçları Fenerbahçeli Cristian Baroni’ninkiler gibi kabarık,<br />
posurmuş. Kaşları yok gibi. Ama var. Ama yok gibi, dediğim gibi :)<br />
Tatlı bir yüz. Dişleri iri, çok beyaz. Şey beyazı böyle… Imm…<br />
Porselen. Veya tasarruf ampulü beyazı. O da olur. Gözleri yeşil.<br />
Koyumsu bir yeşil. Ama gözlerinin akı sarımsı biraz. Fringe’teki<br />
Broyles var ya hani, aynı onun göz aklarına benziyor.<br />
Uppsala’nın başını seviyor. Hayvanı bunaltana, hırlatana kadar<br />
seviyor hızlıca.<br />
“Hi,” diyorum.<br />
“Türkçe biliyorum,” diyor.<br />
Doğru ya.<br />
“Olsun, ‘Hi’ yine de,” diyorum.<br />
Gülüyor.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 64
semihsuren.com<br />
“Need a hand?”<br />
“İngilizcem berbat,” diyor, Uppsala’nın boynunu öpüyor, köpek<br />
silkeleniyor.<br />
“Peki,” diyorum. “Siz ne çevirmeniydiniz?”<br />
“Hollandaca. Afrikaans. İkisi birden. Birbirine yakın diller. İkisi de<br />
ana dilim sayılır.”<br />
“Bir şey soracağım. Clarence Seedorf var ya. Futbolcu. O kendi<br />
dilinde Seedorf diye mi okunuyor Z ile mi? Peki Dirk Kuyt?”<br />
Gülümsüyor, cevap veriyor. Biraz sohbet ediyoruz. Uppsala’yı<br />
serbest bırakıyorum. Yanımızdan uzaklaşmıyor. Sanki anlıyormuş gibi<br />
burnunu uzatıp bonsailere bakıyor. İlk başta ısırır, mahveder diye<br />
telaşlanıyorum ama halinden öyle bir şey yapmayacağını anlıyorum.<br />
Konuyu Melih Müren’e getiriyorum. Derya öğleye doğru birkaç<br />
çevirmene mesaj atmış. Bugün gelmeyeceklerini, Melih Müren’in yazı<br />
yazmayacağını, serbest olduklarını yazmış.<br />
İleride, sanki uzayarak yağan yağmur perdesinin arasında Nazan<br />
Hanım’ı görüyorum. Buraya geliyor. Yüzü hâlâ neşeli değil.<br />
Uppsala’nın ona doğru sevinçle koşuşu bile yüzündeki durgun ifadeyi<br />
değiştirmiyor.<br />
“Nazan Hanım, ıslanacaksınız, üzerinize bir şey almamışsınız.”<br />
“Bilerek bunları giyindim. Islanayım diye. Düşündüm de ’91<br />
yılından beri yağmurda sırıksıklam olmamışım.”<br />
“Aman üşütmeyin de.”<br />
“Sizin odaya uğradım. Özgür bebekler gibi uyuyor.”<br />
“Uyuyamadı gece.”<br />
Nazan Hanım bana yaklaşıyor. Koluma giriyor. Bir şey söyleyecek<br />
sanırım. Bonsaileri inceliyormuşuz gibi yaparak Shandre’nin yanından<br />
konuşacaklarımız duyulmayacak kadar uzaklaşıyorum. Hatırlıyorum<br />
birden, kızın adı bu.<br />
Nazan Hanım, “Altan, oğlum, bilmen gereken bir şey var,” diyor.<br />
Yüzüm ciddileşiyor. Atilla’yla ilgili bir şey öğrenmiş olmalı.<br />
“Bu sabah Atilla Melih’le Derya’yı vurmuş,” diyor.<br />
Nefesim kesiliyor, kalbim korkunç hızla çarpıyor.<br />
“Yanında kötürüm bir kadın varmış. Kadın Atilla’yı kafalarına da<br />
sıksın diye zorlamış. Melih vurulunca kaskatı durup ölü taklidi<br />
yapmış. Derya kurşunu yer yemez bayılmış. İyilermiş. Yaralanmışlar<br />
sadece. Bazı şeyler anlatacağım sana. Biraz ıslanayım. İçeride<br />
anlatırım. Özgür’ün haberi olmayacak. Yoksa utanır, huzursuz olur.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 65
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON YEDİ<br />
CAM ŞIRINGA<br />
(Kurtuluş)<br />
Kapıyı açtığında karşısında beni görünce Azrail görmüş fani gibi<br />
ürperiyor Esma. Hiç değişmemiş.<br />
“Ne o? Hiç özlememişsin beni,” diyorum, içeri giriyorum.<br />
Seneler oldu yüz yüze bakmayalı.<br />
Neskafe ikram ediyor bana.<br />
“Esma sana ne dedik biz?” diyorum. Sinirden gözlerim batışıyor.<br />
Zaten uyumamışım kaç gündür. “Senin yapman gereken, çocuk<br />
Melih’i vurduktan sonra ona evini açmandı. Plan dışına çıktık<br />
istemeden, çocuğu biraz erken gönderdik. E be salak karı! Onu yalnız<br />
başına mı gönderdik sanıyorsun? Çocuk İstanbul’a adımını attığından<br />
beri izliyoruz sizi. Bu civarda ve Müren’in evinin oralarda adamlarımız<br />
var. Yedi yirmi dört gözlüyorlar etrafı.<br />
Çaprazda bir apartmandaydım dün gece. Çocuktan bir gün önce<br />
geldim buraya. Gece yarısı beni aradılar, o dediğim apartmana<br />
çağırdılar. Apartmana vardığımda ikiniz Melih’in evindeydiniz. Melih<br />
o kadınla mutfaktaydı. Sen çocukla televizyonun karşısındaydın.<br />
Söylesene neden evde durup çocuğu beklemedin de işimize karıştın?<br />
Apartman girişinde kamera var. Asansörde kamera var. Melih’in<br />
katında kamera var. Geri zekalı seni! Emniyet seni de arıyor şimdi.”<br />
“Dinle bir Kurtuluş!”<br />
“Dinliyorum, dinliyorum.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 66
semihsuren.com<br />
“Melih benim ilkokul arkadaşım. Evini biliyordum önceden.<br />
Oralardan geçmiştim. Sizin onu öldüreceğinizi öğrenince Atilla’ya<br />
yardım etmek istedim. Dün gece taksiyle oraya götürdüm onu.<br />
Niyetim uzaktan apartmanı göstermekti. Atilla evet biliyordu adresi<br />
ama kolayca bulsun diye göstereyim istedim. Bu tutturdu, zillere de<br />
bakmak istedi. Zillerin oraya gidene kadar apartmanda kamera<br />
olabileceğini akıl edemedim. Sonra birden Melih çıktı ortaya. Kem<br />
küm ettik. Birine geldiğimizi sandı. Bizi dairesine davet etti. Kime<br />
geldiyseniz uyandırmayın, biraz oturur kahvaltı ederiz, hava ışıyınca<br />
inersiniz diye. Kahvaltı edene kadar neden bekledik inan bilmiyorum.<br />
Evde misafiri var diye herhalde, ama bilmiyorum inan. Neyse<br />
kahvaltıda Atilla vurdu bunları. Sonra hemen gidelim istedi.<br />
Kafalarına birer tane daha sıksın diye direttim. Korkmuştu.<br />
Donakalmıştı. Yanlarına bile gidemedi. Sonra çıktık daireden hızla.”<br />
“İzliyordum sizi teleskopla. Arka odada tıraş oluyordum. Abi koş<br />
çocuk ateş etti dediler. Sonrasını izledim. Tartıştığınızı gördüm. Silahı<br />
çocuktan alıp kendin sıksaydın ya kafalarına birer tane daha.”<br />
“Kurtuluş yemin ederim aklımdan geçti. Ama cesaret edemedim.”<br />
“Çocuk şimdi nerede biliyor musun? Aradı mı seni?”<br />
“Dün sabah Melih’in dairesinden çıkınca ne yapacağımızı<br />
bilemedik. Uzaklaştık oradan. Bir saat yürüdük. Cebimizde çok az<br />
paramız vardı. Otobüsle dönmeye ancak yeterdi. Elimiz ayağımız<br />
tutmuyordu. Yağmur yağıyordu. Açık bir kahvehane görünce girdik,<br />
birer çay içtik, simit yedik.”<br />
“Dur, gerisini ben anlatayım. İzliyordum sizi arabadan. Çocuğa<br />
kasten az para verdik ki, ayağı sağa sola uzamasın, işine odaklansın<br />
diye. Neyse. Kahvede çok oyalandınız. İçeriye girip sizi<br />
tokatlamamak için zor tuttum kendimi. Çıktınız sonra dışarıya. İkinizi<br />
eve götürecek kadar para kalmamıştı herhalde cebinizde. Çocuk da<br />
hâlâ saçlı sakallı. Sizi oradan kaçırmamakla aptallık ettim. Ama<br />
açıkçası meraktan ölüyordum, ne bok yiyor bunlar böyle diye. Sonra<br />
seni bindirdi otobüse, gittin sen.”<br />
“Evet. Sonrasını bilmiyorum. Hiç olmazsa dilenirim, bir otobüs<br />
parası bulurum, gece olmadan eve dönerim, demişti bana.”<br />
“Dinle bak neler oldu, dinle. Seni otobüse bindirdiği durakta bir<br />
kitap buldu bu. Bize ömründe kitap okumadığını söylüyordu. Kitabı<br />
cebine sokuşturdu, karşıdaki parka girdi. Orada çocuk kayacaklarının<br />
tepesine çıktı, saçlarını sakallarını kazıdı. Gizlenmiş bunu izleyen bir<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 67
semihsuren.com<br />
kız gördük. Amacım saçını kazıdığı an çağırıp onu kaçırmaktı. Ama<br />
işte o kız olunca olmazdı. Bizim çocuklardan biri, abi, dedi, o kız<br />
Melih’in kızı. Baktım kıza, benzetemedim. Saçlarını boyatmış, saç<br />
şeklini değiştirmiş. Bir de tabii ilk kez canlı görüyorum. Hep<br />
fotoğraflarını görmüştüm. Oymuş meğersem. Melih’i izliyordu bizim<br />
çocuklar. Kızı hep görüyorlarmış onun yanında. Tanıdılar hemen.<br />
Neyse çocuk üzerini başını silkeledi, parktan ayrıldı. Melih’in kızı<br />
bunu takip ediyordu bizim gibi. Sinirim bozuldu. Sonra çocuk bir<br />
kitapçıya girdi. Kız da girdi. Çok durmadı çıktı bizimki. Kız da<br />
peşinden çıktı hemen. Sonra onu durdurdu. Konuşmaya başladılar.<br />
Çocuk Melih’in kızını tanımadı. Çünkü o da hep fotoğraflarını<br />
görmüştü. Kızın şu anki haliyle bizdeki fotoğraflarının alâkası yok.”<br />
“Yaa? Sonra?”<br />
“Sonrası ne? Yürüdüler konuşa konuşa. Bir yerde yemek yediler.<br />
Oradan çıkıp kalabalık bir pasaja girdiler. Yağmur olduğu için içerisi<br />
tıklım tıklımdı. İzlerini yitirdik. Pasajın üç çıkışına da adam<br />
gönderdim. Dört saat bekledik oralarda.”<br />
“Ya Atilla kızı tanıdıysa sonra?”<br />
“Orasını bilemem. Neden hâlâ buraya gelmedi acaba? Neden seni<br />
aramadı? Demek Melih senin çocukluktan arkadaşın?”<br />
“Evet.”<br />
“Tanımadı mı seni dün?”<br />
“Nereden tanıyacak? Kaç sene geçmiş. Tipimiz değişmiş.”<br />
“Kafalarına birer tane sıkmadınız diye ne oldu biliyor musun?”<br />
“Ölmediler deme?”<br />
“Siz oradan ayrılınca peşinize ben de aşağı indim çocuklarla. On<br />
dakika geçmemişti ki beni aradılar. Abi Melih kendine geldi, diye.<br />
Bizim çocuklara sizi izlemeye devam etmelerini söyledikten sonra ben<br />
taksiyle daireye geri döndüm. Teleskopun başına geçtim. Kadını<br />
kanepeye taşıyıp yatırmıştı Melih. Kadın kıpırdıyordu, kendinde<br />
değildi. Birine telefon etmiş. Ambulans çağırdığını sanmışlar. Ben de<br />
öyle düşündüm. Ama ambulans gelmedi. Apartmanın önünde bir<br />
araba durdu. İki kişi indi. Bu ikişi kişi üst kata çıkıp baygın kadını<br />
arabaya taşıdılar. Melih de onlarda birlikte arabaya bindi. Ambulans<br />
çağırmak yerine bir tanıdığından yardım istediğine göre olayın basına<br />
sızmasını istemiyor. Ama zannetmiyorum ki peşinizi bıraksın.”<br />
Bundan sonra konuşmuyorum. Esma bir şeyler söylüyor, oralı<br />
olmuyorum. Pencerenin kenarına gidiyorum. Tülü aralıyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 68
semihsuren.com<br />
Aşağıda bekleyen arabaya doğru işaret yapıyorum. Az sonra bizim<br />
çocuklardan üçü yukarı geliyor.<br />
Kapıyı açıp çocukları içeri alıyorum.<br />
“Esma bak bu arkadaş veterinerlik okuyor,” diyorum.<br />
“Eee?” diyor Esma.<br />
“Eeesi sana iğne yapacak şimdi.”<br />
“Ne iğnesi! İğne istemiyorum ben!” diye huysuzlanıyor Esma.<br />
Çocuklardan birisi tekerlekli iskemlenin arkasına geçip avucunu<br />
sertçe Esma’nın ağzına bastırıyor, susturuyor onu. Esma kıpkırmızı<br />
olup hırıldıyor. Gözleri korku dolu. Burnundan zor soluyor.<br />
Veteriner çocuk o esnada cebinden kutuyu çıkarıyor. Pıt diye bir ses<br />
duyuyoruz. Kutu açılıyor. Şırınga içinde. Şık bir şey. Cam şırınga.<br />
Evvelki sene internetten sipariş etmiştim bu şırıngayı. Klas bir alet.<br />
Onu kullanmadığım zamanlarda ofisimdeki masamda aksesuar olarak<br />
cam bir mahfazada duruyor.<br />
Bir işaretimle diğer iki çocuk Esma’yı iskemleden alıp yere<br />
yatırıyor. Eşofmanının altını çıkarıyorlar. Esma bu arada ağzını<br />
kurtarıp bağırmayı başarıyor ama yine kapıyorlar ağzını. Debeleniyor<br />
yerde. Beklediğimiz gibi kasık kılları bir süredir tıraşlanmamış. İğne<br />
izi göze batmayacak. Şırıngayı ilk kullandığımız olayda salak gibi<br />
kolundan vurmuştuk adama. Neyse ki intihar süsü verebilmiştik.<br />
Esma gövdesinin felçli alt kısmını kontrol edemiyor. Kollarının ve<br />
ağzının tutulması yeterli oluyor. Veteriner soğukkanlıkla eğiliyor ve<br />
şırınganın içindeki havayı Esma’nın kasığındaki damara enjekte<br />
ediyor. Esma’nın kalbinin durmasını bekliyoruz.<br />
Kalbi duruyor. Vücudu çözülüyor.<br />
Eşofmanını giydiriyoruz. Odasına taşıyoruz. Yatağına yatırıyoruz.<br />
Üzerini örtüyoruz. Pencereyi açıyoruz. Ölüsü koktuktan sonra<br />
komşuları bulur.<br />
Evden ayrılmadan önce odaları geziyorum. Benim evim burası.<br />
Birkaç ay sonra satılığa çıkarır, kurtulurum buradan.<br />
Arabada kuzeni arıyorum. Sıtkı’yı. Esma işini hallettiğimi, şimdi<br />
çocuğun izini süreceğimi, kusura bakmamasını, çocuğu öldüreceğimi<br />
söylüyorum. Sıtkı telefonun öbür ucunda öfkeden kuduruyor. Yüzüne<br />
kapatıyorum. Geri aramasın diye telefonu hepten kapatıyorum.<br />
Yağmur yağıyor. Hüzünleniyorum. Esma’yla birlikte yaşadığımız<br />
zamanları hatırlıyorum. Kalbim sıkışıyor. Çocuklara beni otelime<br />
götürmelerini söylüyorum. Her yanım sızlıyor. Uzun uyuyacağım.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 69
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON SEKİZ<br />
BAŞKA BİR HAYATI YAŞAMAK ZORUNDA KALMAK<br />
(Sıtkı)<br />
Kurtuluş’un aslında Melih Müren’le ilgili bir rahatsızlığı yoktur.<br />
Hatta sever onu. Başından beri onun ölümünü isteyen benim.<br />
Kurtuluş’u bu işte istedim, çünkü büyük işlerde yeteneklidir. Büyük<br />
işler kotarmada benden daha tecrübelidir. Gözü karadır. Bağlantıları<br />
geniştir. Böyle işlerde birçok adamı peşi sıra sürüklemeyi bilir. Ondan<br />
ne zamandır ricada bulunmamıştım. Desteğini istediğimde şaşırdı.<br />
Gücüne duyduğum saygıyı görüp memnun oldu.<br />
Melih bizim çok eski arkadaşımız. Aynı mahallede büyüdük.<br />
Kurtuluş, o ve ben hayatımızın ilk yirmi yılını birlikte geçirdik<br />
diyebiliriz. Melih’in anne ve babası bizimkilerle yakın arkadaştı.<br />
Dedelerimiz kardeş gibiydi. Yan yana yaşayıp, peş peşe öldüler.<br />
Melih aramızda en serseri olanımızdı. Kurtuluş çapkının tekiydi.<br />
Serseriliğe ayıracak vakti olmazdı. Benim ise tek gayem Amerika’ya<br />
yerleşip orada gazeteci olmaktı. Bunun için gece gündüz Amerikan<br />
tarihi üzerine okuyor, İngilizcemi ilerletiyor, bir şekilde Amerika’da<br />
yaşayan arkadaşlar ediniyor, onlarla mektuplaşıyordum.<br />
Olur da Amerika’ya yerleşmeyi başarırsam, Melih de benimle<br />
geleceğini, orada mafya ağlarını İtalyan tekelinden kurtaracağını,<br />
uyuşturucu pazarını ele geçireceğini, dahası bir Türk eyaleti kurup<br />
diğer eyaletleri haraca bağlayacağını söylüyordu. İşi gücü karı kız<br />
olan Kurtuluş ise izlediği her Amerikan filminden sonra hayallerimize<br />
ortak oluyordu. Amerika onun gibi biri için cennet olmalıydı.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 70
semihsuren.com<br />
Öz kardeşten öteydik. Birbirimize sürekli arka çıkardık. Melih<br />
bizim için kavga ederdi, ben onlara ders çalıştırırdım, Kurtuluş bize<br />
kız ayarlardı. En mutlu hatıralarımda yer alıyor piç kuruları.<br />
Kurtuluş bir senesi kocası hapiste olan bir kadına tutuldu. Kadını<br />
kendine aşık etti. Kadının başka aşıkları olmuştu. Kadın genç<br />
erkekleri kullanıp kullanıp, yeni birisini buldukça onlara yüz<br />
çeviriyordu. Bunlardan birisi bir gün arkadaşlarıyla birlikte Kurtuluş’u<br />
ölümüne dövdü. Melih bizi iyice kızıştırdı. Ben de gaza geldim.<br />
Kurtuluş’un öcünü almak için bizim mahallenin çocuklarıyla onların<br />
mahallesini bastık. O gece üçü bizden biri onlardan dört kişi<br />
öldürüldü. Kavgaya karışanlardan dokuzu hapis yattı.<br />
Sonrasında o mahalle bize kan gütmeye başladı. Ailelerimizin ve<br />
sevdiklerimizin tehlikede olduğunu hissediyorduk. Silah edindik.<br />
Karanlık insanlarla tanıştık. Yavaş yavaş, hiç anlamadan, kendimizi<br />
tehlikeli bir hayatın içinde bulduk. Hayatlarımıza nefret ve şiddet<br />
girmişti. Bizim Refik Atilla gibilerine yapıyor olduğumuzu bizden<br />
önceki kuşak bize yapmaya başladı. Oyuncak ettiler bizi.<br />
O sıralarda İstanbul’da bir gazeteci vurulacaktı. Tetiği çektirmek<br />
için bizim üçlüyü seçtiler. Haftalarca hazırlandık. Melih, Kurtuluş ve<br />
ben İstanbul’a gittik. Gazeteciyi öldüreceğimiz hafta birilerinin<br />
muhbirlik ettiğini duyduk. Eylemi gerçekleştiremedik. Abilerimiz bize<br />
ulaşıp Samsun’a bir süre dönmememizi söylediler. Üçümüz berbat bir<br />
yerde kalıyorduk. Para göndermiyorlardı. Daha sonra birileri gelip bizi<br />
ayırdı. Şehrin farklı yerlerine birilerinin yanına gönderildik. O esnada<br />
her nasılsa Melih’le teması yitirdik. Zaman sonra memlekete döndük.<br />
Melih İstanbul’dan dönmedi. Bizim döndüğümüz sene Melih’in<br />
ailesi de İstanbul’a taşındı. Birkaç sene sonra Melih’in öldüreceğimiz<br />
o gazetecinin çalıştığı gazetede muhabir olduğunu duyduk. Ülkeyi<br />
şehir şehir geziyor, röportaj yapıyor, ayrıca gazetenin çocuklara<br />
ayrılan bir sayfası için masal benzeri şeyler yazıyordu.<br />
Çok sonradan öğrendik ki bizi ispiyonlayan Melih’miş. Nam için,<br />
delikanlılığını göstermek için Kurtuluş’la beni satmış, eylem için<br />
çizilen planın iki gün önünden hareket etmiş, gazeteciyi tek başına<br />
öldürmeye çalışmış. Bir gece biz uyuduktan sonra, kaldığımız o berbat<br />
evden ayrılmış. Gazetecinin oturduğu semte kadar yürümüş. Herifin<br />
bahçeli müstakil evine gizlice sızmış. Yalnız ve yaşlı bir adam olan<br />
gazeteci daha yatmamışmış, ayaktaymış. Elinde yalnızca bıçak olan<br />
Melih’e av tüfeği doğrulmuş. Onu bir koltuğa oturtmuş. Kendisi de<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 71
semihsuren.com<br />
karşısına oturmuş. Saatlerce konuşmuş Melih’le. Ulan nasıl olmuş<br />
hâlâ aklım ermiyor, bu ikisi kanka olmuş, birbirlerine güvenmişler.<br />
Adam Melih’i salmış. Melih biz uyanmadan eve varıp yatağına<br />
girmeyi başarmış. Bildiği her detayı gazeteciye anlatmış Melih. Daha<br />
sonra bizimkiler üçümüzü şehrin başka başka yerlerine götürürken,<br />
emniyet güçleri Melih’i götüren aracı durdurmuş ve Melih hariç<br />
hepsini gözaltına almış. Bir benzinliktelermiş. Bizim adamlar Melih’i<br />
en son lavaboya giderken görmüşler. Onun hep bir şekilde kaçtığını,<br />
izini kaybettirdiğini düşündük. Ta ki o herifin gazetesinde muhabir<br />
olduğunu öğrenene dek.<br />
Bizi bu işlere bulaştıran kendisiydi. En temiz kendisi sıyrıldı. Biz de<br />
bir şekilde gizlendik, ele geçmedik. Sonradan memlekete döndük.<br />
Melih’e pek kızmadık aslında. Hatta onun adına sevindik bile. Bizim<br />
dönüşümüz yoktu. Artık kötü adamlardık. Ama o yeni bir çevrede,<br />
yeni bir hayatı olan, iyi tanınan, iyi bilinen, bambaşka bir adamdı.<br />
Melih yıllar yılı muhabirlik yaptı. Gazeteciliğe soyunmadı. Takma<br />
isimlerle çocuk kitapları yazıp yayımlattı. Kendi adına bir yayınevi<br />
kurdu sonra. İnce kitaplar, basının deyişiyle novellalar yazmaya adadı<br />
kendisini. Sıçar gibi, hızla yazıyordu. Kitapları korsan kitaplar kadar<br />
ucuzdu. Röportajlarında imkanı olsa kitaplarını ülkenin nüfus sayısı<br />
kadar basıp herkese kapıdan ücretsiz teslim edebileceğini söylüyordu.<br />
Ancak eli iyice para görmeye başladığında bunu yapmadı, bunun<br />
yerine kitaplarını belli başlı yabancı dillere çevirtmeye ve çeviri<br />
baskıları burada basıp diğer ülkelere ihraç etmeye başladı. Böylece<br />
pek çok ülkede tanınan, bilinen bir yazar oldu.<br />
Bu ülkede tanınan ve sevilen biriyseniz, ölmenizi isteyen de pek<br />
çok insan var demektir. Melih evvelki sene yazdığı kitabında otuz<br />
sene önce başımızdan geçen olayı konu etti. Yaşadıklarımızı çok az<br />
değiştirerek hikayemizi olduğu gibi anlattı. Bu beni deli etti. Bir<br />
gazeteciyi vurmak için büyük şehre gelen gençlerden birinin hayatı<br />
değişiyor, diğer ikisininki hepten boka sarıyordu. O kitabı belki on<br />
defa okudum. Her okuduğumda daha öfkelendim. Ben o namussuz<br />
herif yüzünden bu karanlık hayatı yaşıyorum, o pezevenk yüzünden<br />
aile kuramadım, baba olamadım. O ise rüya bir hayat yaşıyor. Puşt!<br />
Kurtuluş’u aldım karşıma konuştum. Bunu vuracağız Kurtuluş,<br />
dedim. Rica ettim, yardım istedim. Kurtuluş beni yatıştırmaya çalıştı.<br />
Baktı o üzerime geldikçe ben daha deliriyorum, sonunda Kurtuluş da<br />
bana uydu. Kafa kafaya verip düşünmeye başladık.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 72
semihsuren.com<br />
Benim kişisel bir öfke olarak yaşadığım bu şeyi Kurtuluş bir proje<br />
olarak değerlendiriyor. Kurtuluş çoğu meselede prodüktör gibi<br />
davranır. Bir adam mı öldürülecek? Tamam. E hadi o zaman bu<br />
adamın ölümünü arzulayan bulabileceğimiz kadar çok kişi bulalım ve<br />
bunları söğüşleyelim. Kurtuluş’un mantığı bu.<br />
Kurtuluş, Melih’i öldürecek olmamızı bir projeye çevirmekte<br />
gecikmedi. Benden birkaç hafta izin istedi. Hiçbir şeye karışmamamı,<br />
kendisinin her şeyi halledeceğini söyledi. Sonra benimle bir akşam<br />
yemek yedi. Bana bir rakam söyledi ve şok oldum. Meğersem Melih<br />
Müren’in ölümüne arzu duymanın bir pazar değeri varmış.<br />
Neymiş, bu eylemi çekilecek bir film gibi düşünmeliymişim. Pek<br />
çok finansör bulmuş. Yahu ben anlamıyorum. Kim bunlar? Kim, al<br />
kardeşim, al sana şu kadar para, bu herifi gebertin, benden size helal<br />
olsun, der? Varmış böyleleri işte. Vay anasını ki vay anasını! Kurtuluş<br />
bir havalara girmiş. İngilizce düşün, diyor bana. Kendisi sanki<br />
İngilizce biliyor. O adamlar, bu iş için destek parası verenler<br />
‘producer’ olacakmış. Yani bu bir film olsa, proje için ünvanları bu<br />
olacakmış. Biz ise, ikimiz, ‘executive producer’ olacakmışız. Onlar<br />
sadece para koyacak, biz ise hem para koyacak hem projeyi<br />
yönlendireceğiz. Çok merak ediyorum, bu şey için para kopartırken,<br />
bu işi pazarlarken, neler anlattı bu heriflere. İsim vermiyor Kurtuluş.<br />
Ama söylediğine göre para desteğinde bulunan kişiler arasında<br />
gazeteciler, yazarlar, bakanlar, terör örgütü yöneticileri ve casuslar<br />
varmış. Atıyor bence. Bir adam öldürülecek diye cebimize para<br />
girecek değil ya. Ama belli olmaz Kurtuluş’un işi. Onun para işlerine<br />
akıl sır ermez. Neyse ben sonuca bakarım. Melih ölsün, yeter bana.<br />
Ben bunları düşünürken Kurtuluş arıyor ve Refik Atilla’nın Melih’i<br />
vurduğunu ama öldüremediğini söylüyor. Onu gözden kaybetmiş<br />
bizim ekip. Kurtuluş Refik Atilla’yı bulup öldüreceğini söylüyor. Ben<br />
sevdim o çocuğu. Senelerdir karanlık sahalardaki nüfuzunu keyfi<br />
işlerde kullanıyor Kurtuluş. Demin Esma’yı öldürtmüş. Hayır, buna<br />
hayır. Refik Atilla’yı ben seçtim. Onun değil, benim adamım o.<br />
Hayır Kurtuluş. Hayır kuzen. Hayır kardeşim.<br />
Düşünüyorum, düşünüyorum, işin içinden çıkamıyorum. Refik<br />
Atilla’yı Kurtuluş’un elinden kurtarmak istiyorum. Lazım bana o<br />
çocuk. Refik Atilla gibi birini kendi yöntemlerimle yetiştirirsem eğer,<br />
birkaç sene içerisinde büyük bir nüfuza sahip olmamı sağlayabilir.<br />
Refik Atilla yaşamalı ve Melih mutlaka ölmeli.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 73
semihsuren.com<br />
BÖLÜM ON DOKUZ<br />
ŞAŞIRTICI SAATLER<br />
(Özgür)<br />
Nazan Hanım’la Altan’ın konuşmalarına kulak misafiri oldum.<br />
Bizim buraya kabul edilmemiz ve diğer çevirmenlerle birlikte<br />
yaşamaya başlamamız tamamen oyundan ibaretmiş. Meğersem Melih<br />
Müren ile Nazan Hanım çok eskiden beri tanışıyorlarmış. Onlar<br />
Samsun’da oturuyorlarken Nazan Hanım Melih Müren’in babasının<br />
arkadaşıymış. Nazan Hanım gerçekleşmek üzere olan olayı kavramaya<br />
başladığı zaman durumu Melih Müren’e bildirmiş. Atilla’ya engel<br />
olabilmemiz için Altan’ı ve beni yakınında isteyen Melih Müren’in<br />
kendisiymiş. Kuşkulanmamamız için ise Nazan Hanım ile birlikte bir<br />
oyun icat edip Altan’la beni kandırmışlar, biz de çevirmen gibi<br />
görünen casuslar rolünü hemen benimsemişiz.<br />
Refik Atilla bu sabah Melih Müren’i ve İngilizce çevirmeni<br />
Derya’yı vurmuş. Yaşananları detaylıca dinledim. Nazan Hanım gün<br />
boyu telefon açıp durumlarını öğrenmiş. İyilermiş.<br />
Yan odada konuşuyorlar. Ortamızda cam bir duvar var.<br />
Konuştuklarını kolaylıkla anlayabiliyorum. Bir gözleri bende.<br />
Uzanıyorum. Onları kirpiklerimin arasından çaktırmadan izliyorum.<br />
Uyanık olduğumu anlayamıyorlar.<br />
Atilla’ya nasıl ulaşabileceklerini bulmaya çalışıyorlar. Bu imkansız<br />
şey üzerine kafa yoruyorlar. Artık konuşmalarında ilgi çekici bir şey<br />
bulamıyorum. Onlara kulak kesilmeyi bırakıyorum. Cam duvarlara<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 74
semihsuren.com<br />
vuran yağmur damlalarını dinlemeye başlıyorum. Kız arkadaşımı<br />
düşünüyorum. Tekrar uykuya dalıyorum.<br />
Uyandığımda yağmur biraz dinmiş görünüyor. Akşamüzeri olmuş.<br />
Hava kararmış biraz. Nazan Hanım ve Atilla gitmişler. Kalkıyorum.<br />
Lavobaya gidip yüzüme su çarpıyorum. Cam duvarın önünde gerinip<br />
bahçeyi izliyorum. Uppsala bahçede. Siyahi bir kızla birlikte oynuyor.<br />
Üzerine tam oturan mor renkte bir köpek yağmurluğu icat etmişler. Bu<br />
dünyadan olmayan bir bilim kurgu yaratığına benziyor koşarken.<br />
Kız arkadaşıma telefon açıyorum. On dakika kadar konuşuyoruz.<br />
Beni özlediğini söylüyor. Ardından annemi arıyorum. O da aynı şeyi<br />
söylüyor. Özlendiğini duymak güzel şey.<br />
Başımda bir ağırlık var. Üzerimde bir sıkıntı, uyuşukluk var. Canım<br />
koyu bir kahve istiyor. Odadan çıkıyorum. Kahve almaya giderken<br />
etrafta kimsenin olmadığını fark ediyorum. Tek yönden gelen<br />
uğultuya bakılırsa herkes sinema salonunda olmalı. Mutfağın olduğu<br />
katı karıştırıyorum ve böylece daha önce görmediğim bir salona çıkıyorum.<br />
Bir duvarında zengin bir kitaplık ve dergi köşesi var. Orada biraz vakit<br />
geçiriyorum.<br />
Kahveyi unutuyorum. Dergi karıştırmaya dalıyorum. Okuduklarımı<br />
seçememeye başlayınca salonun ışığını yakıyorum. Biraz sonra orta<br />
yaşlı bir adam geliyor yanıma. Raşit Bey’di ismi sanırım. Dün sabah<br />
tanışmıştık. Elinde iki kupa kahve görüyorum.<br />
“İyi akşamlar,” diyor, kahvenin birini bana uzatıyor.<br />
“İyi akşamlar,” diyorum. Kahveyi alıyorum. “Teşekkür ederim.”<br />
“Rica ederim.”<br />
“Bu salonu nasıl fark etmemişim. Nefis bir yer burası.”<br />
“Öyledir. Ben de vaktimin çoğunu burada geçiririm. Ama burası<br />
genelde bir konuk geldiğinde beklettiğimiz salon. Asıl kütüphane teras<br />
katında.”<br />
“Öyle mi?”<br />
“Size binayı gezdirmediler anlaşılan.”<br />
“Hızlı bir tur atmıştık. En önemli kısımları atlamışız.”<br />
“Buyurun götüreyim sizi oraya. Çoğu kişi şu an sinema salonunda.”<br />
“Fark ettim.”<br />
Merdivenleri çıkarken belki hâlâ Uppsala’yı görebilirim diye iyice<br />
kararmış bahçeye bakıyorum. Köpeği göremiyorum. Ancak bahçenin<br />
ışıkları yanmış. Tatlı, huzurlu bir görüntü.<br />
“Bahçede yaz akşamları güzel vakit geçiriyor olmalısınız.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 75
semihsuren.com<br />
“Öyle olmalı. Yeniyim ben de. Beş haftadır buradayım.”<br />
Kütüphaneye giriyoruz. Herkesin sinema salonunda olduğunu<br />
düşünmekle yanılmışım. Binadakilerin neredeyse yarısı burada. Gayet<br />
şık, ağır, klas bir mekan yaratılmış. Burası kitap kurtları için cennet.<br />
Okuma koltukları, çalışma masaları harika. Ortama bağımlılık yaratıcı<br />
bir koku ve dikkat artırıcı yumuşak bir ışık hakim.<br />
Adam bana yaklaşıp fısıldıyor:<br />
“İzninizle çalışmama döneceğim,” diyor, ilerideki bir masayı<br />
göstererek. “Kahve almaya inerken alt salonun ışığının yanık<br />
olduğunu görüp size rastlamıştım. Beni görmediniz. Sırtınız dönüktü.<br />
O yüzden bir kahve de size hazırlamıştım.”<br />
Masasına doğru ilerliyoruz.<br />
“Siz hangi dile çeviri yapıyorsunuz beyefendi?” diye soruyorum.<br />
“Arapça. Melih Bey’in önceki Arapça çevirmeni hanımefendi<br />
yakınlarda vefat etmiş. Onun kaldığı yerden sürdürüyorum çevirileri.<br />
Genç bir hanımmış. Altı senedir Melih Bey’le çalışıyormuş. Hızlı<br />
çalışan biriymiş. İlk on bir ayda Melih Bey’in önceki kitaplarının<br />
tamamını Arapçaya kazandırmış.”<br />
“Anlıyorum. O halde siz şu an çeviri yapmıyorsunuz.”<br />
“Evet. Kendi senaryom üzerinde çalışıyorum. Daha önce de kısa<br />
film senaryoları kaleme almıştım.”<br />
“Ne hoş. Sizi tutmak istemem. Hem benimle konuştuğunuz için<br />
kahvenizi soğuttunuz. Ne tür bir senaryo kaleme alıyorsunuz,<br />
söyleyin, sizi rahat bırakayım.”<br />
“Little Miss Sunshine filmini gördünüz mü?”<br />
“Çok sevdiğim bir filmdir.”<br />
“O tarz, o tempoda, eğlenceli, sevimli, sıcak bir film. Yerli<br />
malzeme ile böyle bir film ortaya çıkarmak keyiflendiriyor beni.”<br />
“İlginiz için çok teşekkürler.”<br />
“Rica ederim.”<br />
“Raşit Bey’di değil mi?” diyorum, elimi uzatıyorum.<br />
“Evet, Özgür Bey,” diyor, sıkıyor elimi.<br />
Kahvemden bir yudum alıyorum. Raflara doğru ilerliyorum. Dönüp<br />
Raşit Bey’e bakıyorum son defa. Masanın üzerindeki gözlüğünü<br />
takıyor. Duruşunu düzeltiyor. Kalemtıraşla kalemini sivriltiyor.<br />
Daha sonra kitapların arasında kendimi kaybediyorum. Yıllardır<br />
okumaya can attığım ama hiçbir yerde bulamadığım seksen sayfalık<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 76
semihsuren.com<br />
bir kitaba rastlıyorum. Koltuklardan birine oturuyorum ve kitabı<br />
okumaya başlıyorum.<br />
Saatler sonra kitap bitiyor. Karnımın guruldadığını fark ediyorum.<br />
Acıkmışım. Kütüphane hâlâ kalabalık. Ama insanların çoğu değişmiş.<br />
Raşit Bey’in oturduğu masada bir başkasını görüyorum.<br />
Kitabı aldığım yeri hatırlamaya çalışıyorum. Hatırlıyorum. Onu tam<br />
aldığım yere bırakıyorum. İçi acı acı kahve kokan boş porselen<br />
kupayla oradan ayrılırken yıllardır görmediğim asker arkadaşlarımdan<br />
biriyle karşı karşıya geliyoruz.<br />
“Zafer?” diyorum.<br />
“Ooo, Özgür,” diyor.<br />
Öpüşüyoruz.<br />
“Kardeşim ne arıyorsun sen burada?” diyor. Elinde kitaplar var.<br />
“Gel, odama inelim,” diyor.<br />
Odasına giriyoruz. Altan’la bana verdikleri odanın aynısı.<br />
“Tanıştırayım, Claudia,” diyor. “Kız arkadaşım.”<br />
“Tanıştık biz dün,” diyor kız.<br />
“Ee, dün sen neredeydin Zafer?” diyorum.<br />
“Halamlar İstanbul’da oturuyor. Onlarda kaldım. Babam gelmiş.”<br />
“Anladım.”<br />
“Hayrola? Sen ne arıyorsun burada? Üç çevirmen daha geldi<br />
demişti Claudia telefonda. Vay be, birisi senmişsin demek. Oğlum ben<br />
senin dil bildiğini bilmiyordum askerdeyken. Sevindim yahu<br />
görünce.”<br />
Sohbete dalıyoruz. Midem iyice kazınıyor. Hem bir şeyler<br />
atıştırmak, hem de Altan ve Nazan Hanım’ı bulmak için onları yalnız<br />
bırakıyorum.<br />
Büyük mutfağa giriyorum. Üç kız sigara içiyor masada.<br />
“Merhaba,” diyorum.<br />
“Merhaba,” diyorlar.<br />
“Karnım fena acıktı,” diyorum biraz utanarak. “Ne önerirsiniz?”<br />
“Biz de yemeği geciktirdik. Hazır pizza yedik,” diyor kızın birisi.<br />
“Şu buzlukta var birkaç çeşit.”<br />
Buzluğu açıp pizza seçiyorum. Mantarlı, yeşil zeytinli. Mikrodalga<br />
fırının kordonunu takip ediyorum fişin ucunu bulmak için.<br />
“Onda bir sorun var. Bakıma gönderilecek. Fırını kullan.”<br />
Pizzayı fırında ısıtıyorum. Kutu kola eşliğinde afiyetle yiyorum.<br />
Altan giriyor mutfağa. Kel kafalı bir çocukla. Bakıyorum Atilla bu!<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 77
semihsuren.com<br />
BÖLÜM YİRMİ<br />
GÜN BOYU KONUŞMAK<br />
(Nazan Hanım)<br />
Özgür biraz önce binanın mutfağında Atilla ve Altan’la karşılaşmış.<br />
Kardeşiyle özel konuşmak istediği bir sürü şey olduğu için Altan olan<br />
biteni Özgür’e açıklamamış. Ona yanıma gelmesini, son birkaç saat<br />
içinde olanları benden dinlemesini söylemiş.<br />
Özgür beni sinema salonundan çıkan kalabalığın içerisinde buluyor.<br />
Onu benim odama götürüyorum. Karşılıklı oturuyoruz. Ben söze<br />
başlamadan önce Özgür bana bir itirafta bulunuyor. Bugün Altan’la<br />
onların odalarında konuşurken Özgür’ü uyuyor sanıyorduk. Meğersem<br />
uyumuyormuş, çaktırmadan bizi dinliyormuş. Aslında bu iyi haber.<br />
Çünkü her şeyi en başından anlatmak zorunda kalmayacağım.<br />
“Tuhaflıklar, tesadüfler ardı ardına yaşanmış Özgür’cüğüm,”<br />
diyorum. “Atilla İstanbul’a geldiğinde Kurtuluş’un eski sevgilisi olan<br />
fiziksel engelli bir kadının evinde kalmaya başlamış. Kurtuluş demek<br />
ki bayağı varlıklı biri. Benim dairemin yanındaki daire onundu. Bu<br />
kadının kaldığı daire de onunmuş. Kadın bir ara pavyonlarda<br />
çalışıyormuş. Solist miymiş neymiş. Kurtuluş’la birlikte yaşamışlar<br />
bir dönem. Onu kötürüm eden Kurtuluş’muş. Belden aşağısını<br />
kullanamaz hale gelince kadının dünyası başına yıkılmış. Artık<br />
Kurtuluş’tan ve Sıtkı’dan uzak yaşamak istemiş. Kurtuluş ona burada<br />
ev açmış ve o yıl bu yıldır geçimini sağlamış.<br />
Bu kadın Atilla’yla arkadaş olmuş. Atilla ona İstanbul’a Melih<br />
Müren’i vurmaya geldiğini söylemiş. Kadın Atilla’ya Melih Müren ile<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 78
semihsuren.com<br />
kendisinin ilkokul arkadaşı olduğunu söylemiş. Ama Kurtuluş’tan<br />
korktuğu için Melih Müren’i korumayacağını, aksine Atilla’ya yardım<br />
edeceğini söylemiş. Gerisini biliyorsun. Biz konuşurken duymuşsun.<br />
Sonra, Atilla Melih’le Derya’yı vurduktan sonra biraz oyalanmışlar.<br />
Birkaç saat geçince kadını otobüse bindirip eve göndermiş. Cebinde<br />
hiç para yokmuş. Otobüs durağında bir kitap bulmuş. Bakmış kitap<br />
yeni. Bunu bir kitabevine götürüp para iadesi alabileceğini düşünmüş.<br />
Kitabı cebine koymuş. Karşıdaki çocuk parkına gitmiş. Orada cebinde<br />
taşıdığı tıraş makinesiyle saçını sakalını kazımış.<br />
Bir kitabevi bulmuş. Kitabı iade etmeye kalkmış. Ama içinde bir<br />
not varmış. Kitabın sahibi başkası da okusun diye üzerine bir not<br />
yazıp kitabı durağa bırakmışmış meğer. Atilla utanmış, yerin dibine<br />
girmiş, kıpkırmızı bir şekilde çıkmış kitabevinden. Birkaç adım atmış<br />
ki bunu bir kız durdurmuş. Melis. Melih’in büyük kızı. Kitabı durağa<br />
bırakan kendisiymiş ve Atilla’yı o andan beri uzaktan gözetliyormuş.<br />
Melis Atilla’nın paraya ihtiyacı olduğunu anlamış. Kitabı<br />
kendisinin geri satın alabileceğini söylemiş. Ama bir şartı varmış.<br />
Kitabı satın alacak, onu tekrar Atilla’ya hediye edecek, Atilla da onu<br />
mutlaka okuyacak. Altan söyledi. Atilla ömründe hiç kitap okumamış.<br />
Yani zevkine okumamış. Ders niyetiyle okuduklarını saymıyorum.<br />
Neyse. Atilla Melis’i, kardeşini, annelerini fotoğraflardan<br />
tanıyormuş aslında. Kurtuluş’lar onu kanlı eyleme hazırlarken Melih<br />
hakkında her türlü bilgilendirmişler. Ama Melis son dönemlerde saç<br />
rengini ve kesimini değiştirdiği için Atilla onu tanımamış ilk başta.<br />
Birlikte bir yerde yemek yemişler. Bu sırada Kurtuluş onları en<br />
başından beri izliyormuş adamlarıyla birlikte. Yemeğin ardından hava<br />
yağmurlu olduğu için bu ikisi bir pasaja girmişler. Pasaj kalabalıkmış.<br />
Kurtuluş bunların izini kaybetmiş.<br />
Saatler sonra, birlikte sinemaya gireceklerken Atilla birden Melis’i<br />
tanımış. Birini aramak istediğini söyleyerek Melis’ten telefonunu rica<br />
etmiş. Sıtkı’yı aramış. Melis’le birlikte olduğunu, şu saate kadar onu<br />
tanıyamadığını söylemiş ve akıl danışmış. Çünkü çok uykusuzmuş,<br />
düşünemez haldeymiş. Sıtkı telefonun diğer ucunda telaşlıymış.<br />
Kendisi için endişeliymiş. Çünkü Kurtuluş pasajda Atilla’nın izini<br />
kaybettikten sonra o bahsettiğim kötürüm kadının evine gidip onu<br />
öldürmüş. Yana yana Atilla’yı arıyormuş. Öldürmek için.<br />
Sıtkı ona telefonu kapatmasını, kendisini yirmi dakika sonra tekrar<br />
aramasını söylemiş. Telefon kapandıktan sonra Sıtkı ortak arkadaşları<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 79
semihsuren.com<br />
vasıtasıyla bir şekilde Melih’e ulaşmış ve kendisini öldürmeyi<br />
planladıklarını açık yüreklilikle itiraf etmiş. Melih ise bizden<br />
bahsetmeden ona bundan haberi olduğunu, Atilla’nın aslında iyi bir<br />
çocuk olduğunu bildiğini, gece apartmanın girişinde onu uzun<br />
saçlarından ve sakallı yüzünden tanıdığını, onu ve yanındaki kadını<br />
dairesine kasten davet ettiğini söylemiş. Atilla’nın yanında silah<br />
taşıdığını tahmin etmiş ama kendisini vurabileceğine ihtimal<br />
vermemiş.<br />
Melih Sıtkı’dan Atilla’nın birkaç saattir kızının yanında olduğunu<br />
öğrendiğinde huzursuz olmuş. Melis için korkmuş. Sıtkı’yı tekrar<br />
arayacağını söylemiş. İşte o zaman beni aradı ve Sıtkı’yla aralarında<br />
geçen konuşmayı anlattı. Evhamlandım birden. Ne diyeceğimi<br />
şaşırdım. Bana iki defa üst üste aynı şeyi sordu. Atilla’nın gerçekten<br />
iyi biri olduğuna inanıyor muyum? Altan yanımdaydı. Dinliyordu.<br />
Ama bu yüzden değil, gerçekten inandığım için, Atilla’nın iyi biri<br />
olduğundan hiç ama hiç şüphe etmediğimi söyledim ona.<br />
Daha sonra Melih Sıtkı’yı değil doğrudan Melis’i aramış ve<br />
Atilla’yı telefona istemiş. Melis’i korkutmamak için kısa<br />
konuşmuşlar. Atilla’ya Altan’ın, benim ve senin burada olduğumuzu<br />
söylemiş, Melis’le ikisinin buraya gelmelerini istemiş. Telefonu tekrar<br />
Melis aldığında ona açıklama yapmamış, sadece Atilla’yı buraya<br />
getirmesini söylemiş.<br />
Atilla tekrar Sıtkı’yı aramak istemiş. Melis telefonu vermemiş.<br />
Atilla kendisine tuzak kurulduğunu düşünmeye başlamış. İçi içini<br />
yiyormuş. Ama Kurtuluş’un eline düşmektense polislerce<br />
yakalanmayı yeğlediği için kaderine razı olmuş.<br />
Taksiden inip bizi gördüğünde gözlerine inanamadı. Berbat<br />
haldeydi. Saçları sakalları gidince çok değişmişti. Gördün sen de.<br />
Korkmuştu. Bizi görünce utandı. Neredeyse ağlayacaktı. Altan sert<br />
davranır diye üzüldüm. Ama öyle olmadı. Altan gidip sarıldı ona, öptü<br />
onu. O zaman Atilla kendisini saldı. Sessiz sessiz ağlamaya başladı.<br />
Onlar bir köşeye çekildiler. Ben de Melis’in elinden tuttum,<br />
kendimi tanıttım. Dedesinin arkadaşı olduğumu, babasının çocukken<br />
bizim evdeki koltukların tepesinden ve eşimin kucağından inmediğini<br />
anlattım. Ardından olanları bir bir anlattım kıza. Şok oldu. O an Atilla<br />
yanımızda olsaydı eline bir şey geçirir kafasını kırardı çocuğun. Usul<br />
usul anlattım. Hep ben konuştum. Ağzını açmıyordu Melis. Arada<br />
ağlıyordu. Neyse ki sevdi beni. Yatıştırabildim onu.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 80
semihsuren.com<br />
Bütün gününü dışarıda geçirmiş. Yorgundu. Esnemeye başlamıştı.<br />
Uyumasını önerdim. Burada bir odası varmış. Onu oraya götürdüm.<br />
Yüzünü yıkadık, kıyafetlerini değiştirdik. Annesiymişim gibi öptüm<br />
yatırdım onu. Uyuyordur hâlâ. Uyansa bile babası gelip kendisiyle<br />
konuşana kadar odadan çıkmamasını söyledim. Söz verdi buna.<br />
Onun yanından ayrıldım. Sinema salonuna gittim biraz kafam<br />
dağılır diye. Filmin son sahnesine ancak yetişebilmiştim. Onunla<br />
bununla rastgele sohbet etmeye başladım. O sıra sen geldin işte.”<br />
“Anlıyorum,” diyor Özgür. “Ne kadar tuhaf.”<br />
“Canım senden bir şey rica edeceğim.”<br />
“Tabii.”<br />
“Altan’la Atilla’nın yanına gitme bu gece. İkisi birlikte vakit<br />
geçirsin. Benim odamdaki diğer yatakta kalırsın. Hiç görünme sen<br />
onlara.”<br />
“Tamam.”<br />
Sonra öyle rastgele ondan bundan konuşmaya başlıyoruz. Askerlik<br />
arkadaşı da burada çevirmenmiş. Bu akşam karşılaşmışlar, çok<br />
şaşırmışlar. Konuşuyoruz da konuşuyoruz. Ailesinden, kız<br />
arkadaşından bahsediyor uzun uzun.<br />
İkimizin de uykusu yok. Gece yarısını biraz geçe Uppsala’nın<br />
yanına gidiyoruz. Uppsala gün boyu koşturmuş, yorulmuş. Bir<br />
kalorifer peteğinin önünde uyukluyor. Arada hapşırıyor.<br />
“Yağmurluk sırtındayken çok tatlıydı,” diyor Özgür. “Ne güzel de<br />
üzerine uydurmuşlar.”<br />
“Sen gördün mü onu yağmurluğuyla?”<br />
“Gördüm. Çok sevimliydi.”<br />
Uykumuzun geleceği yok. Ne yapsak da vakit geçirsek diye<br />
düşünüyoruz. Uyumamış olan çevirmenlerin yanına gidiyoruz. Sinema<br />
salonunda az sonra bir film daha izleneceğini öğreniyoruz. Mutfakta<br />
mısır patlatıyorlarmış. Gidip kocaman birer kase mısır ve birer kutu<br />
ice tea alıyoruz.<br />
Salona girince sayıyoruz. Dokuz kişiyiz. Dokuzumuzun da<br />
izlemediği bir film bulmaya çalışıyoruz.<br />
Sonunda bir film buluyoruz.<br />
2011 Fransız yapımı Intouchables.<br />
Filmi Melih Müren gibi izleyeceğimizi söylüyorlar:<br />
Dokuzumuz da Fransızca bilmiyoruz, filmi yine de orijinal dilinde<br />
altyazısız izliyoruz. Özgür’ü bilmem, ben büyük keyif alıyorum.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 81
semihsuren.com<br />
BÖLÜM YİRMİ BİR<br />
HEPİMİZDE OLAN O KARANLIK<br />
(Melis)<br />
Başımda bir ağrıyla uyanıyorum. Telefonuma uzanıyorum. Saat<br />
dört olmuş. Etraf zifiri karanlık. Odanın ışığını yakıyorum. Üzerimi<br />
kalın giyiniyorum. Nazan Hanım’a odadan çıkmayacağıma dair söz<br />
vermiştim. Tutmayacağım bu sözü. Atilla ile konuşmak istiyorum.<br />
Atilla’nın abisine hangi odanın verildiğini öğrenmek için teras<br />
kattaki kütüphaneye çıkıyorum. Orada günün her saati birileri olur.<br />
Dediğim gibi işte: Üç kişi çalışıyor bu saatte.<br />
“Merhaba Ayşe.”<br />
“Aa Melis! Sen burada mıydın?”<br />
“Akşam geldim. Yorgundum. Uyumuşum erkenden. Bir şey<br />
soracağım. Yeni çevirmenler gelmiş hani. Onları hangi odaya<br />
yerleştirdiler biliyor musun?”<br />
Ayşe Atilla’nın abisinin yerleştiği odayı söylüyor. İyi geceler ve iyi<br />
çalışmalar diliyorum ona. Kütüphaneden ayrılıyorum.<br />
İki kat aşağıya inip Ayşe’nin söylediği odanın kapısının önünde<br />
duruyorum. Kapının altından ışık sızmıyor. Kapıyı aralayıp içeri<br />
giriyorum. İçeriden kilitlememişler. Odanın perdeleri çekili değil.<br />
Dışarıdan belli belirsiz bir ışık vuruyor, içeriyi aydınlatıyor. İki kişi<br />
uyuyor odada. Hangisinin Atilla hangisinin abisi olduğunu anlamak<br />
için telefonumun ışığından yardım alıyorum.<br />
Atilla’yı uyandırıyorum. Gözünü zor açıyor. Hazırlanmasını<br />
bekliyorum koridora çıkıp. Birkaç dakika sonra geliyor yanıma.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 82
semihsuren.com<br />
Birlikte mutfağa iniyoruz. Puding çıkarıyorum buzdolabından.<br />
Karşılıklı oturuyoruz.<br />
“Ya ölseydi babam?” diyorum.<br />
Üzgün üzgün bakıyor. Cevap veremiyor.<br />
“Tamam, üzülme,” diyorum. “Sen iyi birisin. Nazan Hanım da çok<br />
iyi konuştu senin hakkında. Yatıştırdı beni. Kaşıkla hadi pudingini.<br />
Durma öyle. Bak sen yemezsen ben de yemem. Karnım aç. Lütfen.”<br />
Sanki önündeki çikolatalı değil brokolili pudingmiş gibi zorla bir<br />
kaşık alıyor.<br />
“Atilla herkes seviyor seni. Abin ve annen iyi, zararsız insanlarmış.<br />
Abin kitap yazıyormuş. Sen neden böyle oldun? Abin yazar senin,<br />
sense kalkmış başka bir yazarı öldürmeyi kabul ediyorsun.”<br />
Atilla birden ağlamaya başlıyor. Kötü oluyorum. Elimi kolunun<br />
üzerine koyuyorum, şefkatle okşuyorum kolunu.<br />
“Ağlama lütfen. Babam affetti seni, ağlama. Hem biliyor musun o<br />
da İstanbul’a bir gazeteciyi öldürmek için gelmiş. Onunla arkadaş<br />
olmuşlar sonra. Sen de babamla arkadaş olacaksın. Güzel bir<br />
geleceğin olacak. Lütfen ağlama. N’olursun.”<br />
Ben yumuşak yumuşak konuştukça ağlaması daha çok hızlanıyor.<br />
Susuyorum. Pudingimi bitiriyorum. Atilla da kendi pudingini bitiriyor.<br />
Gözyaşları durmuyor.<br />
“Klimayı açar mısın? Üşüyorum,” diyor.<br />
Açıyorum klimayı. Üzerimdeki kalın yeleği çıkarıyorum.<br />
“Hani sana bugün kız arkadaşımdan bahsetmiştim,” diyor.<br />
“Gül’dü değil mi ismi?”<br />
“Onu son gördüğüm geceyi anlatmıştım sana. Annesi eve<br />
döndüğünde canına okumuştur demiştim. O gece annesi öldürmüş<br />
Gül’ü. Bıçaklamış.”<br />
Kıpkırmızı oluyor tekrar. Hıçkırarak ağlıyor. Söyleyecek tek söz<br />
bulamıyorum. Atilla’yı uykusundan uyandırdığıma pişman oluyorum.<br />
Of, hayat ne kadar saçma. Babamı öldürmeye gelmiş, babamı<br />
vurmuş, yaralamış, öldürmeyi kıl payı becerememiş birisine bütün<br />
kalbimle samimiyetle üzülüyorum. Herkes onun iyi bir insan söylüyor.<br />
Ben de ona rastladığım ilk andan beri bunu seziyorum. Ama bu onun<br />
yaptığı çirkin eylemleri değiştirmiyor. Sanki babamı vuran Atilla<br />
başka biri, karşımda masum çocuklar gibi ağlayan Atilla başka biri.<br />
“Özür dilerim Atilla. Uyandırdım seni. Uyuyordun ne güzel.<br />
Kızarım, hırsımı alırım sandım. Ama kızamıyorum sana.”<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 83
semihsuren.com<br />
Ağlaması durduğunda bana babam hakkında sorular soruyor.<br />
Babamın İstanbul’a bir gazeteciyi vurmak için geldiğini bilmiyormuş.<br />
Bildiğim kadarıyla, babamın bana anlattığı kadarıyla bu konu<br />
hakkında bildiklerimi özetliyorum.<br />
Vakit hızla geçiyor. Hava hafiften ağarmaya başlıyor. Birbirimizi<br />
tanımaya çalışıyoruz. Aklımıza gelen her şeyi çekinmeden soruyoruz.<br />
Hayatta en sevdiğim insan babamdır. Atilla’yla konuşmak hoşuma<br />
gidiyor, çünkü konuştukça onun babamla ne kadar fazla ortak yönü<br />
olduğunu fark edip şaşkınlığa uğruyorum.<br />
Havanın ağır ağır aydınlanmaya başladığı vakte kadar konuşuyoruz.<br />
Başımın ağrısı geçmek bilmiyor. Kendimi bitkin hissediyorum. Atilla<br />
ise benden daha fena halde. En iyisi yataklarımıza dönmek ve öğlene<br />
kadar uyumak.<br />
Ne kadar uyuduğumu bilmiyorum, babamın beni öpüşüyle,<br />
saçlarımı sevişiyle uyanıyorum. İyi görünüyor. Gülümsüyor.<br />
Gövdesinin sağ üst bölümünü sargıya almışlar. Sargının ucunu<br />
gömleğinin altından görüyorum.<br />
Yatakta doğruluyorum. Babamın başını göğsüme yaslıyorum.<br />
Öpüyorum onu. Konuşmadan, dakikalarca böyle kalıyoruz.<br />
“Annenle kardeşine olanlardan bahsetmeyeceğiz, anlaştık mı?”<br />
“Peki.”<br />
“Çocuğa da kötü davranmanı, tavırlı olmanı istemiyorum. Zor<br />
zamanlar geçiriyor.”<br />
“Ben sevdim onu.”<br />
“İyi. Sevindim buna.”<br />
Bana bir sürü şey anlatıyor babam. Şaşkınlıkla, hayretle dinliyorum.<br />
Atilla’nın yaşlarındayken babam çok daha beter biriymiş. Kendisine<br />
yakıştıramadığım pek çok itirafta bulunuyor. Başına gelenleri<br />
fazlasıyla hak ettiğini düşündüğünü anlıyorum.<br />
“Peki baba, böylesine karanlık yönlerin var madem, bunca yıldır<br />
bunu nasıl bastırıyorsun? Nasıl tamamen iyi bir adam olarak<br />
yaşabiliyorsun?”<br />
Yeni bir itirafta bulunacak gibi oluyor. Sonra vazgeçiyor. Öpüyor<br />
beni. Ayağa kalkıyor.<br />
“Biraz daha dinlen güzelim,” diyor ve odadan çıkıyor.<br />
Yatakta kalıyorum. Gözlerim tavana dikili. Düşünüyorum. Ne mi<br />
düşünüyorum? İçimizdeki karanlık eğilimleri. Kötü, korkunç, kanlı,<br />
kurtlu, bitli, tozlu şeylerden bazen hoşlandığım oluyor. Bunları<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 84
semihsuren.com<br />
hatırlıyorum. Demem o ki, benim gibiler bile, iyi bir insan olmak için<br />
çabalayanlar bile hayatın karanlık yanlarına ilgi duyabiliyor bazen.<br />
Bir defasında, yanlış hatırlamıyorsam tam altı sene önceydi, bir<br />
sabah kardeşim Melike’nin odasına girdim ve masasının üzerinde<br />
içinde kımıldayan bir serçe olan bir kavanoz gördüm. Melike<br />
matematik testi çözmeye dalmıştı.<br />
Kavanoza yakından bakınca, “Melike bu ne!” diye cırladım.<br />
İçindeki serçe canlıydı. Serçenin yanında yarım bir domates<br />
duruyordu. Kavanozun dibinde bir parmak toprak vardı. Serçenin,<br />
domatesin, toprağın üzerinde karıncalar geziniyordu.<br />
“Ablacığım sen delirdin mi? N’apıyorsun bu hayvancağıza böyle?”<br />
diye bağırdım öfkeyle.<br />
Deney yapıyormuş hanımefendi.<br />
Kuş nasıl ölecek? Domates nasıl küflenecek? Kuş nasıl<br />
kurtlanacak? Karıncalar bu arada ne yapacak? Kavanoz içindeki bu<br />
dekor zamanla ne hale gelecek?<br />
Kuş yolunu şaşırıp açık pencereden Melike’nin odasına girmiş.<br />
Melike kuşun sesine uyanmış. Kuşu üzerine çarşaf atarak yakalamış.<br />
Kavanozu kaptım. Melike’nin itirazlarına ve cıyaklamalarına<br />
bakmadan kavanozun kapağını açıp içinden kuşu aldım. Bir süre<br />
avucumda tuttum. Bol oksijen onu kendine getirdi.<br />
Onuncu kattaydık. Balkona çıktım. Kuş iyice hareketlenmişti. Elimi<br />
gagalıyordu. Melike de peşimden geldi.<br />
“Kuşa güle güle de bakalım,” dedim ve kuşu havaya fırlattım.<br />
Ancak kuş uçamadı. O yükseklikten yere çakıldı. Şok oldum. Sanki<br />
aşağıya kardeşim düşmüş gibi yüreğim hop etti, içim cız etti.<br />
Gözlerimde yaş kalmayana kadar ağladım. Melike ise hiç oralı<br />
olmadı. Oturdu, testini çözmeye devam etti.<br />
Kendime gelince, “Ben aşağı inip gömeceğim kuşu,” dedim.<br />
“Kediler yemediyse bulur da gömersin,” dedi gıcık.<br />
İçinde domates ve toprak olan kavanozu aldım. Masanın üzerinde<br />
gezinen karıncaları topladım, kavanoza gerisin geri hapsettim.<br />
Dışarıya çıkıp apartmanın etrafını dolaştım. Amacım kuşu bulmak,<br />
kavanoza koymak, kavanozu gömmekti.<br />
Kuş hâlâ canlıydı. Can çekişiyordu. Gagası açılıp kapanıyordu.<br />
Alıp kavanoza koydum onu. Ama gömmedim kavanozu.<br />
Melike’nin deneyinin cevaplarını öğrenebilmek için odamdaki bir<br />
çekmecede aylarca sakladım onu.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 85
semihsuren.com<br />
BÖLÜM YİRMİ İKİ<br />
ESKİ GÜNLERİN HATIRINA<br />
(Sıtkı)<br />
Refik Atilla beni geri aramayınca, Melih telefonlarıma çıkmayınca<br />
dayanamadım, sabah İstanbul’a uçtum.<br />
Havaalanından mesaj yazıyorum Melih’e. İstanbul’a geldiğimi,<br />
kendisiyle mutlaka görüşmem gerektiğini yazıyorum. Neyse ki<br />
mesajıma cevap veriyor. Benden çevirmenlerinin kaldığı binaya<br />
gelmemi istiyor. Kendisi oradaymış. Refik Atilla da oradaymış.<br />
Taksici söylediğim binayı biliyor. Havaalanından oraya varmamız<br />
yirmi üç dakika sürüyor. Binanın bahçesine girdiğimde üzerinde mor<br />
renkte yağmurluk gibi bir şey olan dev bir köpek üzerime doğru<br />
koşuyor. Panikliyorum. Ama az sonra köpeğin benimle<br />
ilgilenmeyeceğini anlıyorum. Siyahi bir kız frizbi fırlatıyor, köpek de<br />
bunu kovalıyor. Ne asil, ne güzel bir hayvan. Tazı sanırım.<br />
Saçlarım ıslanıyor. Sırılsıklam olmamak için bahçe kapısıyla bina<br />
arasındaki mesafeyi koşarak geçiyorum. Beni kapıda karşılayan<br />
olmuyor. Tek başıma giriyorum içeriye. Karşıma çıkan ilk koridoru<br />
takip ediyorum. Oval bir açıklığa çıkıyor. Burada genç insanlar<br />
görüyorum. İsmimi söylüyorum. Melih Müren’in beni teras kattaki<br />
çalışma odasında beklediğini öğreniyorum.<br />
Teras katta devasa bir kütüphaneyle karşılaşıyorum. Melih’in ofisi<br />
kütüphanenin hemen karşısında.<br />
Melih’i odasında yalnız bulmayı umuyorum. Ancak kapıyı vurup<br />
içeri girdiğimde hiç beklemediğim bir manzara karşılıyor beni. İçeride<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 86
semihsuren.com<br />
Kurtuluş’u görüyorum. Melih anlaşılan etraflıca konuşup olayı<br />
kökünden halletmeyi istiyor. Melih, Kurtuluş ve Refik Atilla<br />
oturmuşlar beni bekliyorlar.<br />
“Hoş geldin kuzen,” diyor Kurtuluş sırıtarak.<br />
“Melih, yalnız konuşmak istiyorum seninle,” diyorum.<br />
“Hayır,” diyor. “Hep birlikte konuşacağız. Otur lütfen.”<br />
Oturuyorum.<br />
“Ne içersin?”<br />
“İçmem bir şey.”<br />
Başlıyoruz.<br />
Melih kafasındaki şeyi anlatıyor. Üçümüz arasında geçen her şeyi<br />
bütün ayrıntılarıyla Refik Atilla’ya anlatmaya başlıyor. Bir şeyi<br />
atladığını fark edersek araya girip bizim tamamlamamızı istiyor. En<br />
baştan başlıyor. Çocukluk zamanlarımızdan. Ne kadar da güzel<br />
anlatıyor eşşoğlueşşek. Tekrar o günlere dönüyoruz. Üçümüzün<br />
kardeşten öte olduğumuz mutlu zamanlara.<br />
Melih acele etmeden, sakin sakin, eğlenceli bir hava takınarak<br />
anlatıyor. Ortam ısınıyor. Gerginlik kalmıyor. Yüzlerimiz gülüyor.<br />
Sanki birbirimizden hiç kopmamışız gibi mutlu hissediyorum. Bu<br />
mutluluğu Kurtuluş’un yüzünde de görebiliyorum. Oysa Melih’le<br />
gençliğimizden beri bir defa bile karşılaşmadık.<br />
Melih aramızda geçen her şeyi anlattıktan sonra şöyle diyor:<br />
“Atilla bugün yıllar önce benim bulunduğum noktada. Üç tane<br />
seçim hakkı var. Birinci şık; benimle kalabilir. Burada, bizimle yaşar.<br />
Onu eğitirim. Ailemden sayarım. Dilerse bir sanatçı olabilir. Veya ne<br />
olmak istiyorsa, ona bir abi gibi, bir baba gibi destek olurum.<br />
Kızlarımdan ayırmam. Öz oğlum gibi sever, bağrıma basarım.<br />
İkinci bir şık, seninle olabilir Sıtkı. Seni seçerse benim yapacağım<br />
gibi eminim ona kol kanat gereceksin. Kendi bildiğin doğruları<br />
öğreteceksin ona. Sıkı, taşaklı bir adam olacak. Sizin âlemde el ele<br />
verip, Atilla’nın gözü karalığı, senin bilgin, tecrüben ve işbilirliğinde<br />
alıp yürüyeceksiniz.<br />
Üçüncü bir şık ise Atilla’nın kendi hayatını yaşaması. Küçük bir<br />
çocuk değil Atilla. Koskoca bir adam. Koskoca bir herif. Ne benimle<br />
ne de sizinle hiç karşılaşmamış gibi kendi hayatına döner. Ailesiyle<br />
oturur konuşur, kendine bir yol çizer. Bir ihtiyacı, sıkıntısı olursa her<br />
türlü bana danışabilir.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 87
semihsuren.com<br />
Kurtuluş’la konuştuk. Başının derde gireceğini düşündüğü için<br />
Atilla’yı harcamaya niyetlenmişti. Öyle bir şey olmayacağına garanti<br />
verdim. Kurtuluş’un şu an Atilla’yla bir derdi yok.<br />
Şimdi, Sıtkı, sözüm sana. Yarım saat ben konuşacağım, Atilla beni<br />
seçerse kendisini nasıl bir hayat bekleyecek, anlatacağım, yarım saat<br />
de sen konuşacaksın, ona neler vaat edebileceğinden bahsedeceksin.<br />
Sonra Atilla düşünecek, taşınacak. Dilerse abisine, Nazan Hanım’a,<br />
yeni arkadaşı olan kızıma danışabilir. Ben sizi bugün burada<br />
ağırlayacağım. Eski günlerin hatırına güzel bir sofra donatacağım.<br />
İçeceğiz, eğleneceğiz. Atilla’ya düşünmesi için yirmi saat tanıyacağız.<br />
Yarın bize seçimini bildirecek. Darılmaca, gücenmece yok. Atilla’dan<br />
ya aydın bir insan çıkaracağız (beni seçerse) ya karanlık bir kuvvete<br />
dönüşecek (seni seçerse) ya da şimdilik bilemeyeceğimiz değişik<br />
potansiyellerini kullanacağı bir hayatı yaşayacak (kendi yoluna<br />
giderse).<br />
Ha Atilla? Anlaştık mı? Güzel.<br />
Söyle bakalım şimdi Sıtkı Efendi. Yazı mı tura mı?”<br />
Tura diyorum, yazı geliyor. Bu yüzden önce Melih konuşuyor<br />
onunla. Melih anlatacaklarını bitirince ben konuşuyorum. Refik Atilla<br />
bu konuşmaları ağırbaşlılıkla dinliyor. Kurtuluş da aynı dikkatle<br />
dinliyor bizi.<br />
Ciddi konuşmalar bittiğinde şakalaşmaya başlıyoruz.<br />
Kurtuluş bir ara binayı gezmek istediğini söylüyor ve çıkıyor. Refik<br />
Atilla da abisinin yanına gidiyor. Melih’le odada yalnız kaldığımızda<br />
kendisinden özür diliyorum. O da benden özür diliyor. Birbirimize<br />
kardeşçe sarılıyoruz. İkimizin de gözleri doluyor.<br />
“Keriman Teyze hâlâ sağ değil mi Melih?”<br />
“Evet.”<br />
“Vaktin varsa Kurtuluş’la beni götürsene onun yanına. Elini öpelim.<br />
Annem rahmetli çok severdi kendisini.”<br />
Çevirmenlerden birinin arabasına biniyoruz ve Keriman Teyze’yi<br />
ziyarete gidiyoruz. Arabayı Kurtuluş kullanıyor. Refik Atilla’nın<br />
kaldığı Kurtuluş’a ait olan Samsun’daki evin bitişiğinde oturan Nazan<br />
Hanım da bizimle birlikte geliyor. Nazan Hanım ailelerimizi tanıyor,<br />
çocukluğumuzu biliyor. İşin tatlıya bağlanmasında, Melih’le tekrar<br />
kardeş olmamızda büyük emeği var. Yol boyunca anlattığı şeylerle<br />
bizi güldürüyor. Yok yüz yaşındaymış da, yok aslen İsveç asıllıymış<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 88
semihsuren.com<br />
da, yok sekiz defa evlenmiş de… Alzheimer sanırım. Ya da Alzheimer<br />
olmak üzere. Kafa gitmiş teyzenin. Ama tatlı kadın. Neşeleniyoruz.<br />
Keriman Teyze bizi hemen tanıyor. Aynı hatırladığımız gibi. Hiç<br />
değişmemiş. Ağzı bozuk. Keyifli. Şakacı. Eşek sıpaları diyor bize.<br />
Tokatlıyor bizi şakacıktan. Yüzümüzün hiç değişmemiş olduğunu<br />
söylüyor. Ne kadar dinç. Maşallah. Yetmiş dört yaşındaymış. Her işini<br />
kendi yapıyormuş.<br />
Nazan Hanım’la konuşmalarını kıs kıs gülerek dinliyoruz.<br />
“Kız sen şimdi yüz yaşında mı oldun?”<br />
“Oldum vallahi.”<br />
“Çocuklar var ya bu az orospu değildi gençken.”<br />
“Anne!” diye araya giriyor Melih.<br />
“Sus sen karışma!” diyor Keriman Teyze.<br />
Melih keh keh gülüyor. Keriman Teyze’nin Melih’in bir tuhaf<br />
oturduğunu fark etmeyişine şaşırıyorum. Melih vurulduğunu<br />
annesinin anlamaması için elinden geleni yapıyor.<br />
“Sürekli boyatırdı saçlarını aşüfte. Bir ay sarı saçla gezerdi, bir ay<br />
kumral olurdu, öteki ay bir bakardık esmer bomba olmuş. Bizim<br />
herifler bunun yüzünden uyku uyuyamazdı. Hepimizden yaşlıydı ama<br />
her birimizden genç gösterirdi. Nazan, hani bir Leman vardı hatırlıyor<br />
musun? Seni bir keresinde saçından tuttuğu gibi yere çalmıştı Modern<br />
Pazar’ın orada. İyi bir boğuşmuştunuz. Kimse ayırmamıştı sizi.”<br />
“Hatırlamam mı?”<br />
“Niye ki?” diye soruyorum.<br />
“Niye olacak? Bu şırfıntı o zaman zavallı Leman’ın hem kocasının<br />
hem ortanca oğlunun koynuna giriyordu. Kadının kocası bunun<br />
yatağında öldü. Ne yaptıysa artık, kalbini durdurmuş adamın.”<br />
Gülmekten bir hal oluyoruz. Daha neler neler anlatıyorlar. Meğer<br />
hepsi doğruymuş. Kadın hakikaten yüz yaşında, İsveç asıllıymış,<br />
dediği gibi sekiz kere evlenmiş. Bakıyorum ona. Hâlâ hoş kadın.<br />
Evlilik programlarından birine çıksa çok talibi gelir gibime geliyor.<br />
Hava kararıncaya kadar kalıyoruz orada. Sohbet tatlı.<br />
Akşam Melih kendi evinde bize nefis bir masa donatıyor. Refik<br />
Atilla, abisi, abisinin arkadaşı da bizimle. İçip sohbet ederken Nazan<br />
Hanım’ın çantasında gezdirdiği bir fasıl CDsini dinliyoruz. Daha önce<br />
Samsun’daki evinde Altan’la bu arkadaşına sofra kurmuş, içmişler ve<br />
bu CDyi dinlemişler. O gece ikna etmiş onları İstanbul’a gelmeye.<br />
Ne güzel söylüyor Müzeyyen Senar. Ne güzel akşam bu akşam.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 89
semihsuren.com<br />
Beş yıl sonra<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 90
semihsuren.com<br />
BÖLÜM YİRMİ ÜÇ<br />
BİLMİYORUM BU MUTLULUK GERÇEK Mİ<br />
(Melis)<br />
O sıkıntılı günlerin üzerinden yıllar geçti. Beş koca yıl.<br />
Beş yıl önce Atilla’nın üç seçeneği vardı. Ya babamın yanında<br />
kalacak, düzgün, kültürlü bir insan olacaktı, ya o mafyaları seçecek,<br />
kötülük ve şiddet dolu bir hayatı olacaktı, ya da iki tarafı da seçmeyip<br />
kendi yoluna gidecek, bildiği gibi yaşayacaktı.<br />
Atilla bizi seçti.<br />
O günden sonra babam Atilla’ya oğlu gibi davrandı. Annem ve<br />
kardeşim de aynı şekilde ona kısa sürede ısındılar. Atilla böylelikle<br />
ailemizden birisi oldu.<br />
Atilla ile başlarda iki yakın arkadaştık. Birlikte fazla vakit<br />
geçiriyorduk ve bundan hoşlanıyorduk. Atilla büyük bir kararlılıkla<br />
kendisini tepeden tırnağa hızla değiştiriyor, geliştiriyordu.<br />
Birlikte spor salonuna gidiyorduk. Birkaç ay içerisinde fazla<br />
kilolarının tamamından kurtuldu ve ince, atletik, çekici bir vücuda<br />
sahip oldu. Yeni halinin onu tanıdığım günlerdeki haliyle alâkası<br />
yoktu. Sadece vücudunu değil, zihnini de geliştiriyordu. Babam ona<br />
insan zihninin en hızlı hikayelerle geliştiğini söylemişti. Atilla bu<br />
yüzden binadaki kütüphanede ve sinema salonunda vakit geçiriyor,<br />
ilgisini çeken kitapları büyük bir şevkle okuyor, saatlerce film ve<br />
yabancı dizi izliyordu.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 91
semihsuren.com<br />
Çocuk kısa sürede bambaşka biri oldu. Ve ben bu yeni Atilla’ya<br />
kalbimi kaptırdım. Onun da bana karşı boş olmadığını biliyordum. Bir<br />
gün bir fırsatla birbirimize açıldık ve çıkmaya başladık.<br />
Çevremiz bizi birbirimize yakıştırıyordu. Birbirimiz için<br />
yaratıldığımızı söyleyenler oluyordu. Ne zaman evleneceğimizi sorup<br />
duruyorlardı. Magazin basını bizi eğlence çıkışı kulüplerde yakalıyor,<br />
aynı soruyu tekrarlıyorlardı.<br />
Bir bahar ayında hamile olduğumu öğrendim. Bunun üzerine<br />
ailelerimize gelecek yaz evlenmek istediğimizi bildirdik. Ne kadar<br />
sevindiklerini tahmin etmişsinizdir.<br />
Yaz geldiğinde rüya bir düğün gerçekleştirdik. Babam bizim için ve<br />
davetliler için bu özel günümüzün eşsiz olabilmesi adına birbirinden<br />
klas jestler yaptı. Düğünüm için hiç tereddüt etmeden hayatımın en<br />
mutlu günüydü diyebilirim.<br />
Kızımıza Mine ismini verdik. Bu ismi ona kayınvalidem Berna<br />
Hanım koydu. Mine bana değil daha çok babasına benziyor. Burnu,<br />
çene yapısı falan aynı Atilla.<br />
Babam Atilla’yı yazarlığa teşvik etmeye başladı. Atilla kısa<br />
hikayeler yazıyor. Bu hikayeler babamın finanse ettiği, daha çok<br />
üniversiteli okurların satın aldığı, genç ekiplerce çıkarılan dergilerde<br />
yayımlanıyor. Bilmiyorum biliyor musunuz, Atilla normalde iki<br />
isimli. Refik Atilla. Refik Atilla Yücesır. İsminin içinde ‘katil’<br />
kelimesi var. Bunu ne kendisi, ne ailesi, ne başkaları yıllarca fark<br />
edebilmiş, bunu fark edip Atilla’ya söyleyen Kurtuluş denen o pis<br />
adam olmuş. Atilla bahsettiğim dergilerde yayımlanan hikayelerinde<br />
takma ad kullanıyor. İsminin içindeki ‘katil’ kelimesini atıyor ve kalan<br />
harflerin oluşturduğu Refila takma adını kullanıyor.<br />
Dediğim gibi Atilla o seneden sonra bambaşka biri oldu. Babamın<br />
geçtiği yollardan geçti. Nasıl babam karanlık bir genç adamken<br />
kendisini disipline edip iyi niyetli birisine dönüşmüşse, aynısını Atilla<br />
da gerçekleştirdi. Bunu babamdan daha kısa sürede gerçekleştirdi.<br />
Çünkü babam ona yol gösterdi, yanında oldu.<br />
Atilla ile tanıştığım ilk gün onun iyi bir insan olduğunu sezmiştim.<br />
Fakat potansiyelini bu kadar iyi kullanıp, böylesine harika birine<br />
dönüşeceğini, dahası dünyada böyle harika bir insanın var<br />
olabileceğini hayal dahi edemezdim. Atilla kendisini başka biri olmaya<br />
adadıktan sonra onun bir defa bile birini kırdığını, sesini yükselttiğini,<br />
kabalaştığını görmedim. Öylesine büyük bir kalbi var ki, aklım<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 92
semihsuren.com<br />
almıyor. Yerde iğrenç iğrenç gezinen, midemi kaldıran, tiksindirici bir<br />
karafatmaya rastlasa bile onu avucuna alıp uzun uzun inceliyor,<br />
seviyor, konuşuyor onunla. Hani bıcır bıcır civcivleri elinize alıp<br />
seversiniz ya, Atilla karafatmalara bile aynen öyle davranıyor. Ve<br />
biliyorum ki aynı insan çok değil beş sene önce gözünü kırpmadan<br />
insan öldürmeye kalkıştı. Yakından gördüm ve inandım ki bu dünyada<br />
hiçbir şeye şaşırmamak lazım, her şey mümkün.<br />
Babam tanıdığım en sosyal insandır. Bir şekilde temasta olduğu<br />
binlerce arkadaşı var. Ama Atilla aramıza katılana kadar babamın en<br />
yakın arkadaşı şudur diyemezdim. Atilla ailemizin eksik parçasıymış.<br />
Benim hayatımın en önemli şeyi, babamınsa en yakın dostu oldu.<br />
Babama hem bir dost hem de bir oğul oldu.<br />
Yılda bir defa Atilla ile Samsun’a gidiyoruz. Baş başa vakit<br />
geçirebilmek için Mine’yi götürmüyoruz, onu anneme bırakıyoruz.<br />
Son gidişimizde Atilla babamın doğup büyüdüğü evi buldu. Eskiden<br />
oturdukları mahallede babamı tanımayan yok. Babamların eskiden<br />
oturdukları ev iki katlı eski bir yapı. Konağa benziyor. Küçük bir<br />
bahçesi var. Demir çitli. Çitlerden dışarı uzanan uzun ağaçları var.<br />
Orada şimdilerde yaşlı bir karı koca oturuyor. Bir hediye paketi<br />
yaptırıp Atilla’yla birlikte ziyaretlerine gittik. Sevimli insanlardı.<br />
Geçen yıllar içerisinde Altan’la da çok iyi arkadaş oldum. Garip bir<br />
insan. Senelerdir aynı kitabın üzerinde çalışıyor. Atilla biter bitmez bu<br />
kitabı yayımlatacağını ve promosyonunu yapacağını söylüyor ama<br />
Altan bir türlü bitirmiyor kitabı. Kitabın yıllardır bitmemesi beni<br />
şaşırtmıştı başlarda. Beş bin sayfalık bir kitap mı yazıyor acaba<br />
gibilerinden komik şeyler düşünmüştüm. Atilla bana abisinin kitabını<br />
mükemmeliyet hastalığına tutulduğu için bitiremediğini söylüyor.<br />
Ağır ağır, acele etmeden yazıyormuş, yazıyormuş, yazıyormuş, sonra<br />
bir gün bir şey keşfediyor, kitabı bu keşfin ışığında en baştan, daha<br />
ağır, bu defa hiç ama hiç acele etmeden tekrar yazıyormuş. Kitabı<br />
yarıladıktan sonra yeni bir keşif yapıyor, tekrar baştan yazıyormuş.<br />
Atilla espri yapıyor bu konuda. Diyor ki, Altan’ın bu kitabı<br />
bitirebilmesi için üç defa daha yaşaması lazımmış.<br />
Yüz beş yaşında bir çıtır olan Nazan Hanım’la hâlâ görüşüyoruz.<br />
Kadında eşine az rastlanır bir büyü var. Onun yanındayken her<br />
defasında neşeli, mutlu, enerjik hissediyorsunuz. Nazan Hanım’ın<br />
çoşkulu ruh hali anında size de geçiyor. Köpeği Uppsala da hâlâ<br />
hayatta. Nazan Hanım ona çocuğu gibi şefkat ve sevgi duyuyor.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 93
semihsuren.com<br />
Kusursuz bir hayat yaşıyor gibiyim. Her şey yolunda görünüyor.<br />
Bunun böylesi olması aslında beni korkutuyor. Dört dörtlük bir hayat<br />
yaşamanın, böylesine mutlu olabileceğimin imkansız olduğunu<br />
düşünürdüm. Ruhumun bir yanında hep bir korku var. Şüpheyle<br />
zehirleniyorum bazen. Kandırıldığımı hissediyorum. Ağır hastalara,<br />
ölmek üzere olan insanlara herkesin iyi davranması, sıkıntıları<br />
onlardan saklamaları gibi. Bazen etrafımı saran bu mutluluk<br />
perdesinin yapay olduğundan kuşkulanıyorum. Babamın ve Atilla’nın<br />
bir zamanlar sahip oldukları ama uzun süredir bize unutturdukları o<br />
karanlık yüzlerini gizli gizli açığa vurduklarını düşünüp korkuyorum.<br />
Bu düşünceler beni müthiş üzüyor. Bazen baş başa verip haftalarca<br />
ortada gözükmedikleri oluyor. Yurt dışına çıkıyorlar, birlikte<br />
memleketlerine gidiyorlar. Kimi zaman uzun saatler boyunca ikisinin de<br />
telefonlarına cevap vermediği oluyor. İşte o zaman içimi büyük<br />
sıkıntılar basıyor.<br />
Neyse ki kendimi meşgul edecek bir işim var. Eve kapanıp bunları<br />
düşünüp dursaydım kendimi delirtirdim. Önceki sene babam<br />
bizdeyken, Atilla’yla konuşurlarken ilginç bir fikir öne sürdüler.<br />
Futbol üzerine konuşuyorlardı. Babam, futbol tarihindeki önemli<br />
maçların veya bir kulübün kendi tarihindeki önemli maçların yayın<br />
haklarının satın alınıp DVD olarak piyasaya sürülebilirse gayet kârlı<br />
bir iş yapılmış olacağını söylüyordu. Maçın doksan dakikası, maçın<br />
önemini anlatan maç öncesi birkaç röportaj, basından kareler, sonra,<br />
maç sonrasında yaşananlar, büyük bir zaferse sokaklardaki coşku…<br />
Bu tarz şeyler. İnsanların bu maç DVDlerini alıp koleksiyon<br />
yapacaklarını söylüyordu. Refik Atilla ise aksini savunuyor, böyle bir<br />
girişimin düşündüğü kadar kâr getirmeyeceğini örneklerle anlatıyordu.<br />
Biz de karşı koltukta kardeşim Melike’yle birlikte onları ağzımız açık<br />
dinliyorduk.<br />
Melike de ben de futboldan anlamayız. Sevmeyiz yani. Ama<br />
babamları dinlerken aklımızda bir ışık çaktı ve bu işe girişmeye karar<br />
verdik. Sorduk soruşturtuk, araştırdık ettik, sonunda elimizdeki<br />
paranın bu işe yeterli sermaye sağlayacağını öğrendik. Türk futbol<br />
tarihindeki ve dünya sahnesindeki beşer efsane maçı DVDleştirerek<br />
piyasaya sürdük. Başlarda herkes alaycı yaklaştı. Bu işe kalkışan iki<br />
kadının röportajlarda futbolu aslında sevmediklerini söylemesine,<br />
sonucu bilinen karşılaşmaları izlemenin manasız olacağının<br />
düşünülmesine rağmen satışlar hızla arttı ve yeni bir pazar doğdu.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 94
semihsuren.com<br />
Bir beş yıl daha sonra<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 95
semihsuren.com<br />
BÖLÜM YİRMİ DÖRT<br />
MELANKOLİNİN DİBİNE VURMAK<br />
(Altan)<br />
Şimdi bir şey itiraf edeceğim. Söz verin gülmeyeceksiniz.<br />
Bu kitaba konu olan o tatsız olayların üzerinden on yıl geçti.<br />
Hatırlıyor musunuz, beni ilk tanıdığınızda bir kitap üzerinde üzerinde<br />
çalışıyordum. Biliyorum komik, anlamsız ve inanılmaz gelecek, ama<br />
ben hâlâ bitiremedim o kitabı.<br />
Bunun neden böyle olduğunu açıklamaya çalışayım.<br />
İsmini henüz koymadığım bu kitabı yazmaya tam on altı yıl önce<br />
başladım. Daha kitaba tek bir harf bile eklemeden önce anlatacağım<br />
hikayenin tamamını biliyordum. Başı, sonu ve karakterleri belli olan<br />
bu hikaye on altı senedir hiç değişmedi. Bir türlü içime sinmediği için<br />
değiştirip durduğum şeyler ise kitabın biçimi ve üslubu.<br />
Mesela Melih Müren için kitap yazmak basittir. Melih Müren tarzı<br />
bir kitap yazmak basittir. Melih Müren kitaplarını on ilâ otuz günde<br />
yazıyor. Hiç abartmıyorum, Melih Müren tarzı bir kitap yazacak<br />
olsaydım, kitabı en geç beş günde bitirirdim. Bunu bir defasında<br />
kendisine de söyledim ve bu görüşümü kabul etti. Hani öyle bir<br />
başımıza da değildik. Gayet kalabalık bir ortamdı. Ben öfkeli bir<br />
çıkışla ve biraz kibirle bunu söyledim. Melih Müren görüşümü kabul<br />
etti ve beni savundu.<br />
Melih Müren gibi yazarlar için ürettikleri metinlerin biçimleri ve<br />
üslupları önemli değildir. Anlatılan hikayenin kendisi önemlidir.<br />
Benim gibi yazarlar içinse hikaye önemsizdir. Eğer kitabımı bir gün<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 96
semihsuren.com<br />
bitirebilirsem, kitabı severek, ilgiyle, dikkatle okuyacak olanlar onu<br />
hikayesi için değil, bana has olan, yıllardır yaratmaya çalıştığım o<br />
üslup için okuyacaklar. Bu yüzden kitabım onu satın alan okurların<br />
büyük çoğunluğunca beğenilmeyecek. Zaten çok da satmayacak.<br />
Çünkü anlatımı ağır, cümleleri uzun ve hikayesi çekici değil.<br />
Melih Müren gibi yazarların tek derdi kendi kafalarındaki sahneleri<br />
okurlarının zihinlerine doğrudan yansıtmaktır. Bunun için herkesin<br />
anlayabileceği sade bir üslupla yazarlar. Kitabı okuyan, yazarın<br />
yaptığı üslup ve biçim oyunları için okumaz onu, hikayenin ilginçliği,<br />
hareketliliği, merak uyandırıcı niteliği için okur. Melih Müren zaten,<br />
her fırsatta, kitaplarını kaleme alırken günlük hayatta duymadığımız<br />
kelimeler kullanmaktan kaçındığını ve kitaplarını yetişkin bir okura<br />
değil bir çocuğa hikaye anlatır gibi yazdığını söyler. Onun edebiyat<br />
yapmak gibi bir derdi yoktur. Onun derdi kendi beğeneceği bir hikaye<br />
tasarlamak, bunu olabildiğince basit bir şekilde, herkesin<br />
anlayabileceği biçimde anlatmak, anlaşılmak, sevilmektir. Tüm<br />
kitapları kısadır. İster ki bir oturuşta okunsunlar. Bu seçimleri de onu<br />
sektörde gayet başarılı bir ticari yazar haline getirmiştir.<br />
Bir onun gibiler var, bir benim gibiler, bir de orta yolu bulanlar.<br />
Yani hem asıl edebiyata aşık nitelikli okuru tavlayabilen, hem de<br />
popüler olanın akışına kapılan niteliksiz okura seslenebilen yazarlar.<br />
Bu insanlar büyülüdür. Bunlardan biri olmak dünyada cenneti<br />
yaşamakla eşdeğerdir gözümde.<br />
Umuyorum kendi kitabımı elli yaşıma gelmeden bitirebilirim. Sırf<br />
kendim için yazıyorum. Yazdıkça, bu işe, kimsenin okumayacağı bir<br />
kitabı yazmaya gençliğimi, ömrümü verdikçe ne kadar salak, ne kadar<br />
gıcık bir insan olduğumu anlıyorum. İnsanın kendi içine yüzde yüz<br />
sinecek bir sanat eseri yaratmasının mümkün olmayacağını anlamam<br />
için daha kaç sene kendimi hayattan soyutlayacağım acaba? Altan,<br />
diyorum kendime, oğlum bir sanat eseri tamamlanamaz ki. Bir sanat<br />
eserini kusursuzlaştırmaya sanatçının ömrü yetmez ki. O yüzden değil<br />
mi sen sürekli en çok beğendiğin kitapların, filmlerin, şarkıların,<br />
yapıların yarım kaldıklarını, tamamlanmadan bırakıldıklarını sezip<br />
duruyorsun. Çünkü yeryüzüne senin kadar salak olanlar nadiren gelir.<br />
Büyük sanatçılar eserlerinin asla içine sinmeyeceğini bilir, ama aynı<br />
zamanda onları arkada bırakıp yenileri üzerinde çalışmaları gerektiğini<br />
de bilirler. Yoksa senin yaptığın gibi bir odada, bir masanın başında<br />
on yıllar geçirip, dünyanın lezzetlerinden uzakta çürüyüp giderler.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 97
semihsuren.com<br />
Atıyorum, iki sene çalışıyorum, kitabımın yüzde altmışını yetmişini<br />
bitirmiş oluyorum, diyorum ki, birkaç ay içinde biter ve kurtulurum bu<br />
Allah’ın cezasından, ama o sırada tanıdığım yeni bir yazardan bir şey<br />
öğreniyorum veya izlediğim bir filmden çok hoşuma giden yenilikçi<br />
bir anlatım tekniği kapıyorum ve zihnim ateşlenmeye başlıyor. Çünkü<br />
yeni bir bakış açısı edinmişimdir ve kitabımı bu yeni bakış açısıyla<br />
şekillendirmezsem rahat edemeyeceğim. O andan itibaren iki yıllık<br />
emeğim afedersiniz bana bombok görünüyor. Bu yeni bakış açısıyla<br />
bu malzemeyi yeniden üretmem gerektiğini hissediyorum ve kitabımı<br />
bambaşka bir üslup ve biçim deneyerek baştan kaleme alıyorum. Bu<br />
yeni tarzda uzun süre, aylarca, yıllarca kitabı ilerletiyorum, yine yüzde<br />
ellisini falan tamamlıyorum, sonra yine aynı şey oluyor ve şak diye<br />
başka bir etkiye girip kitabımı yine bombok olarak değerlendiriyorum<br />
ve bu yeni etkiyle baştan kaleme almaya başlıyorum. Böyle gidiyor.<br />
Ben çok okuyup yazdıkça, yeni dünyalar tanıdıkça, sürekli kendimi<br />
geliştirip başka bir Altan oldukça, yazmak istediğim kitap da sürekli<br />
değişip duruyor. Halbuki sen de başkaları gibi yap işte salak herif!<br />
Ulan manyak, senden başka dünyadaki bütün sanatçılar, sanatları için<br />
yeni bir keşif yaptıklarında bunu üzerinde çalıştıkları malzemeyi<br />
baştan şekillendirmekte kullanmıyorlar. Sabrediyorlar, ellerindeki<br />
eseri tamamlıyorlar, yeni malzemeyi, o malzemeye en uygun olacak<br />
yeni bir eser yaratarak kullanıyorlar. Sense, inan bana Altan, dünyanın<br />
gördüğü en geri zekalı sanatçısın. Kimsenin okumayacağını bildiğin<br />
bir kitaba bütün hayatını vermek geri zekalılık değil de nedir?<br />
Ben burada kendi hayatımı bok edip durayım, Atilla Efendi hayatın<br />
bütün keyiflerine ve renklerine sahip olsun. Utanmadan yazar oldu bir<br />
de. Ağzına sıçayım. Fırsatları değerlendirmeyi ne iyi biliyor pezevenk.<br />
Onun yerinde başkası olsa hapislerde çürürdü. Bu ise oh anasını<br />
satayım, gel keyfim gel. Sen git dünyanın en aşağılık suçlarını işle,<br />
binbir türlü canlı öldür, onlara işkence et, masum bir kızcağızın ırzına<br />
geç, aklına estiği gibi yaşa, seni sevenleri sikine sallama, bildiğini<br />
oku, ama karşılığında hayat sana kimseye davranmadığı kadar cömert<br />
davransın, bok gibi paran olsun, dünyalar güzeli eşin, dünya tatlısı<br />
cimcime bir kızın olsun, itibarın, nüfuzun olsun, seni seven insanların<br />
arasında yüzünden gülücük eksik olmadan sefa sürerek yaşa.<br />
Daha da içmeyeceğim ulan! Kırk yılın başında içkiyi fazla<br />
kaçırıyorum, ondan sonra böyle melankolinin dibine vuruyorum.<br />
Kabul ediyorum. Hayatım boktan. Sorumlusu benim. Kafamı sikeyim.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 98
semihsuren.com<br />
Ve bir beş yıl daha sonra<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 99
semihsuren.com<br />
BÖLÜM YİRMİ BEŞ<br />
SIRLAR<br />
(Nazan Hanım)<br />
İnsan hissettiği yaştadır. Yüz on beşimde olup kendimi on beşimde<br />
hissediyorum diye utanacak değilim ya!<br />
Geçende Atilla kızıyla birlikte Samsun’daydı. Bir gece bende<br />
kaldılar. Mine kocaman kız olmuş. Öyle ağırbaşlı, öyle hanım ki. Onu<br />
son gördüğümde bebekti daha. Hatırlamıyor haliyle beni. Benim böyle<br />
kıpır kıpır, yerinde duramayan, tuhaf bir büyükanne olduğumu<br />
görünce şaşırdı. Başta garipsedi ama çabucak alıştı, sevdi beni.<br />
Atilla yaşlandı gözümüzün önünde. Kırkını bitirecek bu sene. Yüzü<br />
çok gülmekten kırıştı. Saçları değil de, çenesindeki sakalların bir<br />
kısmı beyazlaştı. Daha bir oturaklı, daha bir adam oldu.<br />
Geçen yıllar bizi Atilla ile yakınlaştırdı. Birbirimizin sırdaşı olduk.<br />
Meğersem onunla tanıştığımız o ilk haftadan beri hayat hikayeme<br />
saplantılı bir merak duyuyormuş. Yaşadığım uzun hayatı ne kadar<br />
anlatsam da doyamıyormuş. Ama asıl öğrenmek istediği herkesten<br />
sakladığım karanlık yönlerim ve gençliğimde bu karanlığa<br />
kapıldığımda yaptığım şeyler elbette.<br />
Bir gün, yıllar önceydi, açık açık sordu. Bu karanlık hatıraları ne<br />
zamandır saklıyordum içimde. O an anlamıştım ki ben meğersem<br />
Atilla gibi kendisinin de feci karanlık yanları bulunan sır küpü birini<br />
beklemişim içimi dökmek için. Kimselere, rahmetli eşlerime bile<br />
anlatmadığım sırlarımın her birine karşılık ben de Atilla’nın<br />
kendinden bile gizlediği sırlarını duymak istedim. Kabul etti. O zaman<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 100
semihsuren.com<br />
bu zamandır Atilla ne zaman Samsun’a gelse bir gece bende kalır ve<br />
geçmişin karanlık sayfalarını teker teker açarak sabahlarız.<br />
Atilla’nın hikayesini sevdiğiniz, hikayeyi buraya kadar takip ettiniz<br />
için onun hakkında bildiğim sırların bazılarını öğrenmeye hakkınız<br />
olduğunuzu düşünüyorum. Aramızda kalması şartıyla. Atilla bunları<br />
başkasına anlattığımı duyarsa keser beni. Kendi geçmişimdeki<br />
karanlık sırlardan ise kesinlikle söz etmeyeceğim. Benim hikayemi<br />
dinlemeye niyetlenenler avucunu yalarlar. Şu an okumayı kesmekte<br />
özgürler. Ben kendi sırlarımı yaklaşık üç çeyrek asır sonraki<br />
ölümümle birlikte mezara götüreceğim. Yirmi ikinci yüzyılı görmeden<br />
ölmemeye azmettiğimi daha önce söylemiştim, hatırlarsınız.<br />
Şimdi gelelim asıl konuya.<br />
Atilla bu son on beş yılda annesinden, abisinden, karısından,<br />
arkadaşlarından sakladığı ne tür haltlar yedi?<br />
Melih’le aralarından su sızmayan Atilla aynı onun yaptığı gibi ikili<br />
oynamaya başladı. Melih onu kendine benzetti ve Atilla’yı da kendisi<br />
gibi bir profesyonel ikiyüzlü haline getirdi. İki tane Atilla var<br />
diyebilirim. Bir tanesi herkese gösterdiği yüzü. İyi kalpli, sosyal,<br />
sevecen, yardımsever, çalışkan Atilla. Bir de kimsenin bilmesini<br />
istemediği korkunç, kuvvetli, gözü dönmüş, hayvansı yönü var.<br />
Şehir hayatından çok sıkılıp Afrika çöllerinde safarilere katılıp<br />
avlanan Avrupa zenginleri gibi, Melih ve Atilla da Kurtuluş ve<br />
Sıtkı’nın yardımıyla kötü insanları kaçırıp cezalandırıyorlar. Ülkedeki<br />
tecavüzcüleri, katilleri, canileri, başkalarının sırtından geçinen<br />
vurdumduymazları, fuhuş pazarını yöneten kilit isimleri, masumların<br />
hayatını felakete çeviren alçakları, gençlerin beynini yıkayanları, terör<br />
eylemlerinde yer alanları ele geçiriyorlar ve cezalandırıyorlar. Kısaca<br />
insan avlıyorlar diyebilirim.<br />
Bunların haricinde kendi geçmişiyle hesaplaşmak, vicdanını<br />
rahatlatmak için yaptığı şeyler var. Bir senesi Çakırlar Korusu’nda bir<br />
kıza tecavüz etmiş. Daha bunu yeni anlattı. Son gelişinde. Birkaç sene<br />
önce Sıtkı nasıl becermişse o kızı bulmuş. Dayakçı bir kocası, iki<br />
çocuğu varmış. Kocası bunu döve döve öldürüyormuş. Bizimkiler<br />
önce kocayı ortadan kaldırmışlar. Kadına maddi yardımda<br />
bulunmuşlar. O sıralar Atilla Melih ile yurt dışındaymış. Bu<br />
olaylardan dört ay sonra dönmüş yurda. Hemen Samsun’a gelmiş ve<br />
kadınla görüşmüş. Kadınla görüşmelerini bana anlatırken Atilla’nın<br />
bir anda bunaldığı, daraldığı, içmeyi çoktan bıraktığı halde bakkala<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 101
semihsuren.com<br />
inip sigara aldığı ve bir paketi birkaç saat içinde hızlı hızlı içtiği<br />
gözümün önünden gitmiyor.<br />
Refik Atilla kadına yıllar önce ona tecavüz edenin kendisi olduğunu<br />
itiraf ettiğinde kadın şok olmuş. Sessizleşmiş, düşüncelere dalmış. O<br />
böyle tepkisiz kaldıkça Atilla konuşmuş da konuşmuş. Bin defa özür<br />
dilemiş, bundan sonra yaşayacağı güzel bir hayat vaat etmiş ona,<br />
ölünceye değin kendisine yardım edeceğini, kendisinin vicdanında hiç<br />
geçmeyecek bir yük olduğunu söylemiş. Ve kadını bir daha dayakçı<br />
kocasıyla karşılaşmayacağına ikna etmiş. Tabii bunu üzeri kapalı<br />
söylemiş. Açık açık, kocanı ensesinden kurşunlayıp bir incir ağacı<br />
dibine gömdük, dememiş.<br />
Kadın yarım saat kendine gelememiş. Gözyaşları dinip kendini<br />
toparladığında Atilla’yı odada yalnız bırakıp arka odaya gitmiş. Az<br />
sonra uykusundan uyandırdığı, şaşkın şaşkın etrafa bakan, esneyip<br />
duran kızıyla birlikte dönmüş. Atilla cebinden gofret çıkarıp vermiş<br />
çocuğa. Çocuğun zihinsel özürlü ve sağır olduğunu biliyormuş. Sıtkı<br />
bunu ona ilk söylediğinde içinde tarifsiz bir hüzün duymuş. Kız on altı<br />
yaşındaymış ama yarı yaşındaki bir çocuk kadar ufak tefek<br />
görünüyormuş.<br />
Kadın o esnada Atilla’ya korkunç gerçeği söylemiş. Çocuğun<br />
kendisinden olduğunu. Atilla kadının ciddi olduğunu anlamış. Kızın<br />
yanına oturmuş, saçlarını sevmiş. Kıza sarılıp uzun müddet ağlamış.<br />
Fazla dayanamayarak evi terk etmiş. Daha sonra Melih Müren kadına<br />
ve kızına bir daire satın aldı. Ben de birkaç defa belki eksikleri vardır,<br />
bizimkilerden istemeye çekinirler diye ziyaretlerine gittim. Kız o<br />
kadar cana yakın, o kadar hayat dolu ki. Canım yavrum benim.<br />
Atilla’nın kimseyle paylaşmadığı birkaç konu daha var. Onları artık<br />
ileride kendisi anlatırsa anlatır. Benden bu kadar. Size bu kadarını<br />
anlatmış olmam bile hataydı.<br />
Ooo saat kaç olmuş. Hava kararmadan mezarlığa gidip gelmem<br />
lazım. Benim canım Uppsala’mı, güzel oğluşumu böyle her hafta<br />
ziyaret ediyorum. Yaptırdığım oymalı mermer mezarın başında ona<br />
fabl okuyorum. Eski eşlerimin ikisi de aynı mezarlıktalar ama tam<br />
olarak mezarlığın neresinde yatıyorlar bilmiyorum doğrusu. Eskiden<br />
korkardım mezarlıklardan, huzursuz olurdum; o yüzden ne<br />
gömüldüklerinde buradaydım, ne de sonradan ziyaretlerine geldim.<br />
Uppsala’mı kaybettikten sonra kırdım bu huyumu.<br />
Şimdi evde su kaplumbağası besliyorum. Yeni Uppsala’m o.<br />
<strong>Yin</strong> Yang – Semih Süren 102