İÇİNDEKİLER Sayfa GİRİŞ VE AMAÇ..........................................................
İÇİNDEKİLER Sayfa GİRİŞ VE AMAÇ..........................................................
İÇİNDEKİLER Sayfa GİRİŞ VE AMAÇ..........................................................
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
<strong>İÇİNDEKİLER</strong><br />
<strong>Sayfa</strong><br />
<strong>GİRİŞ</strong> <strong>VE</strong> <strong>AMAÇ</strong>................................................................................................ 1<br />
GENEL BİLGİLER ............................................................................................ 3<br />
O<strong>VE</strong>R KANSERİ .................................................................................. 3<br />
EPİTELYAL O<strong>VE</strong>R KANSERLERİ.................................................. 4<br />
ANEMİ <strong>VE</strong> KANSER ......................................................................... 16<br />
ANJİOGENEZİS ................................................................................. 17<br />
GEREÇ <strong>VE</strong> YÖNTEMLER............................................................................. 26<br />
BULGULAR ...................................................................................................... 31<br />
TARTIŞMA ....................................................................................................... 47<br />
SONUÇLAR ...................................................................................................... 59<br />
ÖZET.................................................................................................................. 61<br />
İNGİLİZCE ÖZET ........................................................................................... 63<br />
KAYNAKLAR................................................................................................... 65<br />
EKLER
<strong>GİRİŞ</strong> <strong>VE</strong> <strong>AMAÇ</strong><br />
Cerrahi ve kemoterapi (KT) alanında meydana gelen gelişmelere rağmen, over kanseri<br />
jinekolojik kanserler içinde ölümlerin en sık sebebi olması nedeniyle, jinekolojik onkolojide<br />
çok önemli bir yere sahiptir (1). Özellikle erken evre over kanseri olmak üzere tüm evrelerde<br />
rekürens yönünden yüksek risk taşıyan hastaları belirleyecek prognostik faktörlerin<br />
tanımlanması, tedavi alanındaki çok önemli bir basamağı oluşturacaktır. Over kanserindeki<br />
yüksek ölüm oranı, tanının geç dönemde konulmasına ve pelvis dışındaki metastatik<br />
hastalığın varlığına bağlıdır. Over kanserli hastaların % 70’inden fazlasında daha ilk tanı<br />
esnasında hastalık, pelvis dışına ya da retroperitoneal lenf nodlarına metastaz yapmıştır (2).<br />
Anjiyogenezis (AG) mevcut damarlardan yeni kapillerlerin gelişmesi olarak tanımlanır<br />
ve neovaskülarizasyon olarak da adlandırılmaktadır. Son yıllarda hızla artan araştırmaların<br />
odağı olan bu sürecin, multipl regülatörlerin, mediatörlerin ve farklı sinyal iletim yolları<br />
arasındaki kompleks ve karşılıklı bir etkileşim sonucu ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Over<br />
kanserinin metastatik yayılımında ve kanserli hastaların asit oluşturmasında, önemli<br />
mediatörlerden olan vascular endothelial growth factor (<strong>VE</strong>GF) kritik bir role sahiptir. Bu<br />
moleküller, kan damarı endotel hücrelerinin ve kan damarlarının içini kaplayan hücrelerin<br />
yayılımcı ve hızlı bir şekilde artış gösteren etkisini düzenler. Yeni kanser tedavi modaliteleri,<br />
AG’nin tümör gelişimindeki rolünün daha iyi anlaşılmasından dolayı neovaskülarizasyonu<br />
durdurmayı amaç edinmişlerdir (3-5).<br />
Çeşitli solid tümörler ve hematolojik malignitelerde major prognostik faktörlerden biri<br />
de anemidir. Deneysel ve klinik olarak yapılan birçok araştırmada aneminin, hafif dahi olsa,<br />
tümör oksijenizasyonunu azalttığı gösterilmiştir. Hipoksi, başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere diğer<br />
1
proanjiogenetik sitokinlerin salınımı için majör bir uyarıdır. Bu bulgulardan yola çıkılarak<br />
yapılan çalışmalarda hemoglobin (Hb) düzeyi azaldıkça, serum <strong>VE</strong>GF düzeyinin arttığı ve<br />
buna bağlı olarak AG’nin muhtemelen yüksek olduğu iddia edilmektedir (6-9).<br />
Başta meme kanseri olmak üzere çeşitli kanserlerde ve epitelyal over kanserlerinde<br />
(EOC) AG patoloji materyallerinde gösterilmiş, fakat anemi ile olan ilişkisi yeterince<br />
araştırılmamıştır (10-13). Yayınlanmış olan tek çalışmada AG ile Hb düzeyi arasındaki<br />
korelasyon , EOC’de sadece ileri evrelerde ve tek bir çalışmada incelenmiştir (14). Bizim<br />
yaptığımız bu retrospektif çalışmada ise tüm evrelerdeki EOC’li hastalarda, aneminin hasta<br />
prognozuna etkisini ve mikrodamar dansitesi (MDD) ile olan ilişkisini, histolojik tip, grade,<br />
intraoperatif asit varlığı ve operasyon sonrası rezidü tümör bakımından ayrı ayrı<br />
değerlendirdik.<br />
Bu çalışmada, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın<br />
Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim Dalı’nda Ocak 1993 ile Haziran 2004 tarihleri arasında<br />
operasyon sonrasında EOC tanısı konulmuş olan ve bu tanı ile tedavi edilmiş olan hastaların,<br />
dosya ve patolojik arşiv materyallerinin incelenerek, Hb seviyesi düşük olan over<br />
tümörlerindeki AG’nin, Hb seviyesi normal olan over tümörlerindeki AG ile karşılaştırılması<br />
planlanmıştır. Bu amaçla AG’in immünohistokimyasal yöntemle değerlendirilmesinde önemli<br />
bir belirteç olan CD-34 ekspresyonunun, tedavi öncesi Hb değerlerine göre dağılımı ve CD-<br />
34 ile işaretli MDD’nin EOC’li hastalarda prognostik faktörler ile arasındaki ilişkinin<br />
araştırılması amaçlanmıştır.<br />
2
O<strong>VE</strong>R KANSERİ<br />
GENEL BİLGİLER<br />
Over kanseri son yıllarda yapılan yoğun araştırma çalışmalarına rağmen tanı ve<br />
tedavisinde sadece sınırlı ilerleme sağlanabilen büyük bir jinekolojik sorundur. Hastalık ileri<br />
evrelere gelene kadar herhangi bir belirti vermediğinden genital kanserler içinde en çok<br />
korkulan kanserlerden biridir. Over kanserinin erken tanısında kullanılabilecek herhangi bir<br />
yöntem de henüz klinik kullanıma sunulamaması ve hastalığın etyolojisinin de net olarak<br />
bilinmemesi etkili korunma yöntemlerinin geliştirilmesine olanak vermemektedir. Bütün<br />
bunlardan dolayı hastalığın sıklığı azaltılamamakta ve tanı konulan kanserli hastaların da,<br />
büyük bir bölümü şifa ile sonuçlanacak şekilde tedavi edilememektedir (2,15).<br />
Histolojik çeşitlilik ve biyolojik davranışlarındaki farklar over kanserlerinin karmaşık<br />
bir yönüdür. En popüler ve pratik sınıflandırma normal overlerin histogenezine<br />
dayanmaktadır. Over neoplazilerinin histogenetik sınıflandırması çölemik epitel, germ<br />
hücreleri ve mezenkim oluşumlarını temel alır ve orjinlerine göre sınıflaması aşağıdaki gibidir<br />
(1,16):<br />
• Çölomik epitelden kaynaklananlar<br />
• Germ hücrelerinden köken alan tümörler<br />
• Özelleşmiş gonadal stromadan kaynaklananlar (Seks kord stromal tümörler)<br />
• Özelleşmemiş parankimden köken alan tümörler (Fibrom, hemanjiom,<br />
leiomyom, lipom)<br />
• Sekonder over tümörleri (overe metastatik tümörler).<br />
3
EPİTELYAL O<strong>VE</strong>R KANSERLERİ<br />
İnsidans ve Epidemiyoloji<br />
EOC, over kanserlerinin % 90’nını oluşturur ve en sık görülen histolojik tiptir. Over<br />
kanseri metastatik hale gelene kadar hastaların çoğu asemptomatik kaldığı için 2/3’ü ileri<br />
evrede tanı almaktadır. Aynı sebepten dolayı over kanseri, kadın genital sistem kanserleri<br />
arasında ikinci sırada olmakla birlikte jinekolojik kanserden ölümlerin en sık sebebidir. Bu<br />
hastaların % 70-80’i de tüm tedavi olanaklarına rağmen, 5 yıl içinde kaybedilmektedir<br />
(1,15,16).<br />
EOC kadın kanserlerinin % 4’nü, tüm genital kanserlerinin de % 20-25’ni oluşturur.<br />
Genel olarak perimenapozal ve postmenapozal kadınların hastalığıdır. % 80-90’ı 40 yaş<br />
üzerinde görülmektedir. % 1’inden azı 20 yaş altında görülür. Medyan yaş 63’dür ve yaşın<br />
artmasıyla görülme sıklığı artar. İnsidans 40-44 yaş grubunda 15,7/100 000 ile başlar ve 65-<br />
85 yaşlarında en yüksek insidansa ulaşır. Hastaların 1/3’ünden fazlası 65 yaş ve üzerindedir.<br />
İleri evre tümörler yaşlı kadınlarda daha sıktır ve 65 yaş üzerinde sağkalım 65 yaş<br />
altındakilerin yaklaşık yarısı kadardır (1,16,17).<br />
Etyoloji<br />
EOC’nin gerçek nedeni bilinmemekle birlikte, etyolojide rol oynayan faktörler genel<br />
olarak 3 grupta toplanabilir; genetik faktörler, hormonal faktörler ve çevresel faktörler (1).<br />
Genetik Faktörler: EOC için en önemli risk faktörü aile hikayesidir. Risk, etkilenmiş<br />
olan birinci ve ikinci derece akraba sayısına ve onların tanı alma yaşlarına bağlıdır. Bu<br />
orandaki artış hem maternal, hem de paternal akrabalar için geçerlidir. Hastalarının %<br />
10’unda ailesel yatkınlık söz konusudur ve bu grup, ailesel over kanseri olarak adlandırılır.<br />
Ailesel over kanseri 3 kategoride incelenebilir; yerleşim spesifik ailesel over kanseri, meme<br />
ve over kanserinin birlikte veya tek tek insidanslarının arttığı “meme-over kanseri sendromu”<br />
ve aile bireylerinde kolorektal, endometriyal ve over kanserlerinin görülme sıklığının arttığı<br />
“Lynch Sendromu tip II”dir. Gerçek herediter over kanseri, BRCA1 ve BRCA2 genlerindeki<br />
mutasyonlar sonucu görülmektedir. Değerlendirmeler, BRCA1 mutasyonu taşıyıcılarının %<br />
32-84 oranında over kanseri geliştirme riski taşıdıklarını göstermiştir. Bu risk BRCA2<br />
mutasyonu için çok daha düşüktür (17-21).<br />
4
Hormonal faktörler: Evlenmemiş, doğum yapmamış yada gebe kalmamış kadınlarda<br />
EOC daha fazla görülmektedir. Hayatı boyunca bir defa gebe kalmış kadınlarda risk % 30-60<br />
oranında azalır. Oral kontraseptif (OKS) kullanımı ile EOC insidansında düşüş gözlenmekte,<br />
kullanım süresince risk yaklaşık olarak her yıl için % 11 azalmaktadır. Kullanım süresi<br />
uzadıkça risk % 60’lara varan oranlarda azalır. OKS bu etkilerini muhtemelen ovulasyonu<br />
baskılamaları ile over epiteli üzerindeki ovulasyona bağlı mekanik tahribat azaltarak yaparlar<br />
(1,15,22).<br />
Çevresel Faktörler: EOC gelişmiş ülkelerde daha sık görülür. Histerektomi ve/veya<br />
tüp ligasyonu uygulanan hastalarda azalmış risk nedeni ile çevresel toksin, virüs gibi<br />
karsinojenler araştırılmıştır. Özellikle bariyer kontraseptifler ve genital deodorantlarda<br />
kullanılan talk üzerinde durulmuş, ancak talk kullanımı ile EOC ile arasındaki ilişki net olarak<br />
aydınlatılamamıştır. Epidemiyolojik çalışmalar sigara içimi, radyasyona maruziyet, psikotrop<br />
ilaçlar, kabakulak virüsü, ileri fiziksel aktivite, laktoz veya galaktoz gibi diyet faktörleri ile<br />
kanser riski arasında zayıf bir korelasyon saptamıştır (1,15,22).<br />
Patogenez<br />
EOC’nin patogenezi tam olarak açıklanamamakla birlikte çeşitli hipotezler öne<br />
sürülmüştür: 1) Devamlı ovulasyon: Over epitelinde ovulasyon olan noktalarda rejenerasyon<br />
sırasında inklüzyon cisimleri ve proliferasyon meydana gelir ve mitotik aktivite artışı olur. Bu<br />
değişiklikler birçok faktörün etkisi ile maligniteye yol açabilir. Ovulasyonu önleyen OKS<br />
kullanımı, gebelik, emzirme gibi faktörler ile malignite riskinin azalması bu görüşü<br />
desteklemektedir (1,16,22). 2) Gonadotropin yüksekliği hipotezi: EOC’nin daha çok 50 yaş<br />
üzerindeki postmenapozal hastalarda görülmesi ve bu dönemde gonadotropinlerin çok yüksek<br />
olması, malignite gelişiminde gonadotropin yüksekliğinin rol oynayabileceğini<br />
düşündürmektedir. Son yıllarda ovulasyon indüksiyonunda kullanılan, eksojen<br />
gonadotropinler ile over kanseri arasında ilişki olabileceğini gösteren çalışmalar, bu hipotezi<br />
desteklemektedir (22-24). 3) Pelvik kontaminasyon: Özellikle bazı kanserojenlerin assendan<br />
yolla overe ulaştığı ve kansere yol açtığı öne sürülmektedir. Talk kullananlarda bu kanserin<br />
sıklığı, buna karşın tüp ligasyonu ve histerektomi uygulananlarda bu riskin azalması bu<br />
hipotezi desteklemektedir (22,25).<br />
Moleküler Patogenez: EOC’de kromozom bozuklukları ilk kez 6 no’lu kromozomun<br />
uzun kolunda delesyon ile ortaya konmuştur. Daha sonra kromozom 14’de delesyon ve<br />
kromozom 1, 2, 3, 4, 5, 9, 10, 11, 15, 19’da yapısal anomaliler saptanmıştır. EOC’de karyotip<br />
5
ve sitogenetik anormalliklere ek olarak spesifik genetik değişiklikler de tanımlanmıştır.<br />
Moleküler biyolojik çalışmalar daha ziyade protoonkojenler ve tümör süpresör genler üzerine<br />
yoğunlaşmıştır. Protoonkojenler transdüksiyon, translokasyon, nokta mutasyonu ve gen<br />
amplifikasyonu gibi hücresel mekanizmalarla onkojenlere dönüşebilen genlerdir. EOC’de<br />
tespit edilen protoonkojenler C-mos, Cfms, c-erbB-1, her-2/neu ve ras genleridir. Onkojen<br />
ürünleri başlıca peptid büyüme faktörler ve reseptörler, protein kinazlar, guanozine trifosfat<br />
bağlayan proteinler ve nükleer, sitoplazmik regülatuar proteinlerdir. Bu onkojenlerin bugün<br />
için tam olarak bilemediğimiz etkenlerle aktivasyonu overde neoplastik değişikliğe yol<br />
açmaktadır. Yine tümör süpresör bir gen olan p53’ün baskılanması over hücrelerinde<br />
neoplastik değişikiliklere yol açabilmektedir (22,26,27).<br />
Tarama ve Erken Tanı Çalışmaları<br />
EOC’de tarama yöntemleri serviks kanserindeki gibi güvenli ve yeterli değildir.<br />
Tarama için kullanılabilecek yöntemler pelvik muayene, transvajinal USG ve tümör<br />
belirteçleridir. Asemptomatik populasyonda bir tane EOC hastası yakalayabilmek için 10.000<br />
rutin pelvik muayene gerektiği bildirilmektedir (16,22).<br />
Subklinik EOC’nin, spesifik tümör belirteçleri ile tanısı gündemdedir. CA-125 dahil,<br />
birçok tümör belirteci belirlenip pürifiye edilmektedir. CA 125, OC 125 monoklonal antikor<br />
ile tanınan, büyük molekül ağırlıklı, glikoprotein yapısında bir yüzey antijenidir. EOC’de<br />
yaklaşık % 80 oranında yüksek olarak saptanır, ancak müsinöz tipte negatif olabilir. Erken<br />
evrelerde hastaların yaklaşık yarısında yükselmiş olarak saptanır ve evre arttıkça bu oran<br />
yükselir. Enfeksiyonlar, endometriozis, 12 haftalığa kadar olan gebelikler, benign jinekolojik<br />
tümörler, menstürasyon esnasında, karaciğer ve pankreas hastalıkları, gastrointestinal sistemin<br />
malign tümörlerinde de yüksek saptanabildiğinden her zaman güvenilir değildir (16).<br />
Diğer belirteçlerden CA15.3, daha çok meme kanserinde yükselmekle birlikte EOC’de<br />
de % 71 oranında yüksek bulunmaktadır. CA19.9 genellikle kolon kanserinde yüksek<br />
bulunurken, % 31 ile % 53 oranında EOC’de özellikle müsinöz tipte artar. Karsino<br />
embriyojenik antigen (CEA), Cancer associated serum antigen (CASA) ve Ovarian serum<br />
antigen (OSA), tissue polipeptide antigen (TPA), lipid associated sialik acid (LASA) gibi<br />
belirteçlerle de kısıtlı da olsa çalışmalar yapılmaktadır. Ne yazık ki bu tümör belirteçlerinin<br />
çok az bir neoplastik doku varlığında ve hastalığın erken döneminde serolojik olarak tespiti<br />
mümkün değildir. Bu konuda faydalı olabilecek diğer antijenler ile ilgili çalışmalar<br />
sürmektedir (16,22,28).<br />
6
Van Nagel ve ark.’nın (29) vajinal USG’nin over kanserini belirlemesindeki<br />
etkinliğini inceledikleri çalışmalarında, 50 yaş ve üzerindeki kadınlarla, 25 yaş ve üzerinde<br />
ailesinde over kanseri bulunan, toplam 14469 asemptomatik kadın alınmış, her overin<br />
boyutları üç planda ölçülerek over hacmi hesaplanmıştır. Araştırmacılar sonuç olarak yıllık<br />
yapılan transvaginal USG’nin, tanının daha erken evrede konulmasını sağladığını ve<br />
mortaliteyi azalttığını, ancak over volümünün normal olduğu olgularda kanserin<br />
saptanmasında yetersiz kaldığını bildirmişlerdir.<br />
Patoloji<br />
EOC tüm over kanserleri içinde en sık görülen histolojik tiptir. Overlerin yüzeyindeki<br />
epitel, endoservikal kanal, endometrium ve fallop tüplerini döşeyen epitel ile aynı<br />
embriyolojik orjin olan çölomik epitel kalıntılarından oluşur. Bunun klinikteki en önemli<br />
sonucu indiferansiye çölomik epitelden köken alan EOC’nin, bu dokulara diferansiye olarak<br />
çok çeşitli histolojik tiplerde görülebilmesidir. Epitelyal tümörlerin % 15 kadarı düşük<br />
malignite potansiyelli tümörler olarak isimlendirilen borderline tümörler olarak kategorize<br />
edilirler. Bu tip tümörler stromal invazyon dışında malign tümörlerin tüm histolojik<br />
özelliklerini içerirler ve metastazları nadiren invazif karakterde olabilir (22).<br />
Epitelyal Over Kanserlerinin Histolojik Dağılımı:<br />
Seröz tip: EOC’nin yaklaşık % 75’ini oluşturur ve en fazla görülen histolojik tiptir.<br />
Overin benign ve malign tüm tümörlerinin üçte biri, tüm over kanserlerinin de % 50’sinden<br />
fazlası seröz tiptir. Hastaların % 60’ında bilateral olarak görülür ve en fazla bilateral görülen<br />
epitelyal over kanseridir. Histopatolojik olarak psammoma cisimleri % 80 sıklıkta tespit edilir<br />
ve en sık olarak grade 1 tümörlerde görülür, bu nedenle iyi prognozu ifade ederler (1).<br />
Müsinöz tip: Tüm over kanserlerinin % 15’ini, EOC’nin ise % 10’nunu müsinöz<br />
tümörler oluşturur. Yavaş ve sinsi büyümeleri nedeniyle tüm abdominal kaviteyi dolduracak<br />
şekilde çok büyük boyutlara ulaşabilirler. Neoplastik hücrelerin intraabdominal implantlar ile<br />
birlikte abdominal kaviteye çok fazla miktarda müsinöz materyal salgılaması ile oluşan bir<br />
durum olan psödomiksoma peritonei’de, özellikle intestinal tip hücreler ve bilateral over<br />
tutulumu sık görülür. Müsinöz tip tümörlerin gerek intestinal tümörlerle gerekse<br />
psödomiksoma peritonei ile ayırıcı tanısındaki önemi nedeni ile her tür müsinöz karakterli<br />
tümör tedavisinde, apendektomi mutlaka yapılmalıdır.<br />
Endometrioid tip: Seröz tümörlerden sonra ikinci sıklıkta görülür. Histolojik olarak<br />
7
endometrial adenokarsinoma benzer hücrelerden oluşur. Endometrial kanser ile yaklaşık % 20<br />
birlikte görülebilir.<br />
Clear cell ( Berrak hücreli ) tip: Tüm over kanserlerinin % 10’nu oluşturur ve sıklıkla<br />
tek taraflı yerleşim gösterir. Özellikle metastatik hastalığı olanlarda daha sık olmak üzere<br />
hiperkalsemi ve hiperpireksiye neden olabilirler. Berrak hücreler ve hobnail hücreler denilen<br />
hiperkromatik irregüler çekirdekleri olan hücrelerden oluşurlar. Bu tip tümörler anneleri<br />
gebelikte dietilsitilbesterol kullanmış olan çocuklarda vajen yerleşimli olarak görülebilir.<br />
Hiperkalsemi ve endometriozis ile en sık birlikte görülen tümörlerdir (1).<br />
Brenner tümörü: Tüm over tümörlerinin % 2’sini oluşturur. Dens fibröz stroma içinde<br />
transizyonel hücre adacıklarından (Walthard adacıkları) oluşan, genel olarak sert, solid yapıda<br />
tümörlerdir.<br />
Mikst tip: Birden fazla histolojik tipi % 10’dan daha fazla oranlarda içerirler. Özellikle<br />
seröz epitelyal komponentin bulunması prognoz açısından daha kötüdür.<br />
İndiferansiye tümörler: Over kanserlerinin % 14’ünü oluştururlar. Çok az veya hiç<br />
diferansiyasyon göstermeyen bu tümörler genelde tanı anında yayılım gösterirler.<br />
Yayılım Yolları<br />
EOC en sık olarak peritoneal kaviteye dökülen hücrelerle transçölomik olarak, ayrıca<br />
lenfatik veya hematojen yol ile yayılır. Dökülen hücreler peritoneal sıvının yayılım yollarını<br />
izler ve bu yolla subdiyafragmatik alanlar ve intraperitoneal metastazlar oluşur. Lenfatik<br />
yayılım pelvik ve paraaortik nodlara olur ve genellikle ileri evrede ortaya çıkar. Hematojen<br />
metastaz genellikle az görülür, akciğer ve karaciğer parankimi bu yolla tutulur (5,22).<br />
Semptom ve Bulgular<br />
Over kanseri, belirgin semptomlarla ortaya çıkan bir klinik prezantasyonu yoktur. Bu<br />
kanserlerin batın içi yayılımı sonucunda karında rahatsızlık, dispepsi, pollaküri ve pelvik bası<br />
hissi gibi non spesifik yakınmalara neden olur. Hastayı hekime getiren yakınma genellikle<br />
karın şişliği ve karın ağrısıdır (30,31). Bu aşamaya tümör yaklaşık olarak 12-15 santimetre<br />
(cm) boyuta ulaştığında ya da asit biriktiğinde gelinmektedir. Adet düzensizliği ve vajinal<br />
kanama hastayı hekime getiren diğer nedenlerdendir. Yakınmalar, normal adet gören kadında<br />
metroraji, oligomenore, amenore gibi siklus düzensizlikleri tarzında, ya da menopozdaki<br />
kadında postmenopozal vajinal kanama şeklinde olabilmektedir. Bazen, büyük bir tümörün<br />
torsiyonu veya rüptüre olması sonucu akut batın semptomları ilk yakınma olabilir. Çok nadir<br />
8
olarak parakrin semptomlarla (dermatomiyozitis, hiperpreksi, hiperkalsemi, Zollinger-Ellison<br />
sendromu, Cushing sendromu, tromboflebitis) başvuran ve malignansi düşünülen hastada,<br />
primer organ aranırken over tümörü saptanabilir (1,15,16,32).<br />
Goff ve ark. (32) 1500 over kanserli hastanın tanı öncesi başvuru nedenlerini<br />
inceledikleri çalışmalarında, hastaların % 95’inin çeşitli yakınmaları olduğunu belirtmişlerdir.<br />
Bunlar, abdominal ağrı % 70, konstipasyon % 50, üriner şikayetler % 34 ve pelvik ağrı % 26<br />
olarak sıralanmıştır. Çalışmaya alınan hastaların % 70’i Evre III ve IV tanısı almıştır. Evre I-<br />
II olan hastaların % 11’i, Evre III-IV olanların % 3’ü ise hiç bir yakınmalarının olmadığını<br />
belirtmişlerdir. Bu çalışmada, tanı alma zamanı % 55’inde 3 ay, % 26’sında 6 ay, % 11’inde 1<br />
yıl olarak saptanmıştır. Sonuç olarak araştırmacılar, genel bilginin aksine hastaların<br />
birçoğunun semptomatik olduğunu ve tanı aşamasında gecikme olduğunu öne sürmüşlerdir.<br />
Tanı<br />
Over kanseri, erken dönemlerde belirgin yakınmalara neden olmadığından, hastaların<br />
2/3’ünün tanısı ancak Evre III ve IV’de mümkün olabilmektedir. Tanıda, klinik ve pelvik<br />
muayene ve görüntüleme yöntemleri kullanılmaktadır (1).<br />
Hastanın pelvik muyenesinde saptanan kitlenin bilateral, solid ve/veya semisolid<br />
olması, çevre dokulara fikse, konturlarının düzensiz, beraberinde asit olması, kitlenin üst<br />
abdomene kadar uzanması ve rektovajinal muayenede nodularite saptanması kitlenin malign<br />
olabileceğini düşündürür (1).<br />
Over kanseri tanısında en sık kullanılan görüntüleme yöntemi ultrasonografidir (USG).<br />
Özellikle vajinal USG ve doppler teknikleri ile duyarlılığı artmıştır. USG’ de kitle boyutunun<br />
6 cm’ in üzerinde olması, multiloküler olması, tümör kapsülünün ve içerdiği septaların 3<br />
milimetreden (mm) kalın olması, tümör yüzeyinde veya kistik kitle içine doğru papiller yapı<br />
içermesi, solid yapılar içerdiğini düşündüren internal ekoların varlığı, kitlenin malign olma<br />
olasılığını arttırmaktadır. Kitlenin doppler incelemesinde, pulsatilite ve rezistans indekslerinin<br />
düşük saptanması malignite lehinedir. İndekslerdeki düşüklüğün, tümörde ortaya çıkan<br />
neovaskülarizasyon nedeni ile kan akımının artması ve akım önündeki direncin azalması<br />
olarak yorumlanmaktadır (15).<br />
Bilgisayarlı tomografinin (BT) asit, mezenterik ve omental hastalığı saptamada<br />
sensitivitesi yüksektir, ancak karaciğer tutulumunu, omentumun dalağa bağlantısını, safra<br />
kesesi lojunu ve 2 cm’den küçük peritoneal nodülleri göstermede tanı değeri sınırlıdır (1,15).<br />
9
Epitelyal Over Kanserinde Tedavi:<br />
EOC’nin primer tedavisi cerrahidir. Cerrahiyi takiben hastalığın evresine göre<br />
tedaviye KT eklenebilir.<br />
Cerrahi tedavi: EOC’de uygulanan cerrahinin amaçları;<br />
a-) Tanıyı doğrulamak: EOC’nin kesin tanısı için eksploratif laparatomi gerekir.<br />
Hastalarda cerrahi, genel olarak şüpheli bir pelvik kitleye yönelik yapılır. Bu cerrahi işlem,<br />
küçük midline insizyon veya eğer bir kontrendikasyon yok ise laparaskopi ile yapılabilir.<br />
İntraoperatif frozen patolojik inceleme sonucu, malignite şüphesi verdiğinde insizyon, göbeği<br />
dönen ve ksifoide kadar uzanan midline insizyon şeklinde genişletilir. Bu nedenle işlem<br />
mutlaka frozen inceleme olanakları bulunan birimlerde yapılmalıdır.<br />
b-)Tümör yaygınlığının saptanması; EOC’de tedavi kararında ve hastanın<br />
prognozunun belirlenmesinde doğru evreleme gereklidir.<br />
c-) Tedavi: Cerrahide temel prensip tümörlü doku bırakmamaktır, eğer bu mümkün<br />
değilse, geride en az miktarda tümör kalacak şekilde, tümör odaklarının çıkarılması<br />
(sitoredüksiyon) esasına dayanan optimal debulking hedeflenmelidir.<br />
EOC’de yapılan ilk cerrahi girişim çok önemlidir. Eğer operasyonda yapılan tümoral<br />
rezeksiyon optimal boyutlarda uygulanmazsa, daha sonra tekrarlayan veya persiste eden<br />
tümörleri temizlemek amacıyla yapılan sekonder operasyonlar, hastanın yaşam süresine ve<br />
kalitesine bir katkıda bulunmamaktadır. Son yıllarda optimal sitoredüksiyon, rezidüel<br />
tümörün maksimum çapının 0,5 cm’nin altında olması olarak kabul edilmektedir. Tümoral<br />
implantların alınması, çeşitli nedenlerle rezeke edilemeyenlerin ise, mümkün olduğu kadar<br />
küçültülmesi prensiptir. Bu nedenle hastaların jinekolojik onkoloji konusunda daha deneyimli<br />
ve ilk ameliyatın optimal boyutlarda yapılabileceği bir merkezde değerlendirilmeleri ile daha<br />
iyi sonuçlar alabilmek mümkün görünmektedir (15,16).<br />
EOC evrelemesi International Federation of Gynaecology and Obstetrics (FIGO)<br />
evreleme sistemi ile yapılır ve prosedür esnasındaki cerrahi bulgulara dayanır. Klasik olarak<br />
EOC serozal yayılan bir tümördür. Bu nedenle pelvis başta olmak üzere, tüm periton dikkatli<br />
bir şekilde incelenmelidir. Retroperitoneal lenf nodlarına invazyon sık görülse de en sık<br />
yayılım yolu, primer tümörden kopan hücrelerin peritona implantlar şeklinde yayılmasıdır.<br />
EOC pelvik ve paraaortik lenf nodlarına yayılabilmekte ve bu nedenle hastalığın gerçek<br />
yaygınlığını tespit amacıyla bu bölgelerin değerlendirilmeleri gerekmektedir. Yeterli<br />
evreleme yapılmadığı ve bu bölgelerin değerlendirilmesi eksik yapıldığı takdirde, gizli<br />
10
metastazlar saptanamaz ve bu durum yetersiz tedavi ile sonuçlanabilir (16).<br />
Evreleme cerrahisi, hastanın tedavisinin planlanmasında ve prognozun<br />
belirlenmesinde çok önemlidir. Bu önemine rağmen, evreleme cerrahisinin optimum<br />
yapılamaması hastalığın gerçek evresini ortaya koymadığı gibi, birçok hastaya yeterli tedavi<br />
olanağı da sağlamamaktadır. Over kanserinde lenfadenektomi, evreleme ve tedavi amaçlı<br />
yapılmaktadır. FIGO IA-IB/grade 3 ile IC hastalarda ve FIGO II-IV hastalarda yapılan<br />
cerrahiye pelvik-paraaortik lenfadenektomi de eklenmelidir. EOC’de yapılan lenfatik<br />
diseksiyonun sınırları, prekaval, parakaval, interkaval, yüzeyel ve derin aortik, preaortik,<br />
paraaortik, retrokaval ve retroaortik lenf nodu gruplarını içermeli ve renal damarlar seviyesine<br />
kadar çıkmalıdır. Evreleme amaçlı yapılan lenfadenektomide, en az 15 lenf nodu çıkarılması<br />
önerilmekteyken, tedavi amaçlı yapılan lenf nodu diseksiyonunda, en az 20 lenf nodu<br />
çıkarılması önerilmektedir. Tedavi başlangıcında evrenin tam olarak bilinmesi ve prognozun<br />
daha net bir şekilde belirlenmesine olanak tanıyacağından, eğer bir kontrendikasyon yok ise,<br />
tüm over kanserli hastalarda rutin lenf nodu diseksiyonu uygulanmalıdır (1,15,33-36).<br />
Hastaların yaklaşık % 25-30’u erken dönemde ( Evre I-II ) yakalanır. Erken evrelerde<br />
adjuvan tedavi ihtiyacı, tümörün düşük veya yüksek riskli olmasına göre belirlenir. Düşük<br />
riskli, erken evre tümörde hastalıksız sağ kalım % 95’lere kadar çıkmaktadır. Bu grupta<br />
adjuvan KT’nin sağ kalıma kesin etkisi gösterilememiştir. Buna karşın erken evre yüksek<br />
riskli grupta rekürrens oranları % 40’ın üstüne çıkmaktadır. Bu hastalarda adjuvan tedavinin<br />
sağ kalımı arttırdığı kanıtlanmıştır (1,15,16,37)<br />
Kemoterapi: İleri evre over kanserinde kombine KT rejimleri seçilmelidir. Optimal ya<br />
da suboptimal cerrahi uygulanmış ileri evre over tümörü olan hastalarda, paklitaksel’e platin<br />
eklenerek uygulanan KT’nin diğer KT kombinasyonlarına göre sağ kalımı daha iyi uzattığı<br />
bildirilmektedir (1).<br />
Paklitaksel, taxus türü bitkilerden elde edilen taksanların ilki ve prototipidir. Bitkisel<br />
bir ilaç olan taksanların primer etkileri, mitozun metafaz döneminde, mikrotübüllerde oluşan<br />
mitoz iğciklerinin oluşumunu engellemesidir (mitoz zehiri). Tubulin moleküllerine<br />
bağlanarak çökmelerine neden olurlar. Nörotoksik etkileri de vardır.<br />
EOC’de en sık kullanılan kemoterapotik ajanlar içerisinde sisplatin, yapı olarak diğer<br />
KT ilaçlarına benzemeyen, organik platin türevi ilaçların ilk örneği ve prototipidir.<br />
Deoksiribonükleik asit (DNA) çift zincirlerine çapraz bağlanma yaparak etki eder. Kimyasal<br />
yapısı ile döneme özgü olmayan bir ilaç olup, alkilleyici ajan gibi etki etmektedir. Mide<br />
barsak kanalından absorbe edilmeyen bu ilaç, sadece intravenöz (iv) olarak kullanılabilir. En<br />
11
önemli doz kısıtlayıcı etkisi, akut tubuler nekroz etkisi ile böbrekler üzerindedir. Bu nedenle,<br />
kullanan hastalarda ilaç öncesi ve sonrasında hidrasyonun önemi büyüktür. Önemli<br />
özellikleri, en güçlü bulantı, kusma yapan ilaçlardan birisi olması ve özellikle periferik<br />
nöropati şeklinde nörotoksisite ve ototoksisite gibi yan etkilerinin bulunmasıdır.<br />
Sisplatin tabanlı kemoterapinin, EOC’de etkinliğinin gösterilmesinin ardından, platin<br />
tabanlı kemoterapinin siklofosfamid kullanımına göre, daha etkili olduğu gösterilmiştir.<br />
Gynecology Oncology Grup (GOG) çalışmalarında, sisplatin tabanlı KT’lerde on ay gibi daha<br />
uzun medyan sağ kalım saptanmıştır.<br />
Karboplatin, sisplatine nazaran daha az nefrotoksik, nörotoksik ve emetojenik bir ajan<br />
olan ikinci kuşak platin türevidir. Sisplatinin aksine, doz kısıtlayıcı etkisi myelosupresif<br />
olarak özellikle trombositopeni yapmasıdır. Çeşitli çalışmalarda, karboplatinin etkisinin<br />
sisplatine eşdeğer olabileceği gösterilmiştir. Aynı etki mekanizmasıyla, sisplatine dirençli<br />
hastalarda karboplatine de direnç söz konusudur. Bu nedenle, günümüzde bir kontrendikasyon<br />
olmadığı sürece, sisplatin halen over kanserinin ilk tercih edilecek kemoterapotik ajandır.<br />
Renal kapasitesi sınırlı olan ileri yaş hastalarda karboplatin tercih edilmektedir Topotekan<br />
topoizomeraz I sentez inhibitörüdür. Platine refrakter over kanseri tedavisinde kullanılabilen,<br />
ikinci tercih KT ilaçlardandır. Sadece IV olarak kullanılır. En önemli tokisistesi kemik<br />
iliğinedir.<br />
Gemsitabin, primidin antimetaboliti olan bu kemoterapotik, rezistan over kanseri<br />
hastalarında kullanılan ikinci tercih ilaçlardandır. Önemli toksisitesi myelosupresyon<br />
yapmasıdır. Sadece IV olarak kullanılır (1,38-40).<br />
Optimal cerrahi tedavi yapılamayacak olan hastalarda cerrahi tedavi alternatifleri<br />
(1,16,22);<br />
Neoadjuvan tedavi : Günümüzde hala araştırma konusudur. Plevral effüzyonları ve<br />
masif asiti olan, operasyonu tolere etme ihtimali düşük olan hastalar, bu tedavi için uygun<br />
olabilir, primer sitoredüktif cerrahi öncesi hazırlık amacıyla faydalı olabilir.<br />
İnterval sitoredüksiyon: “Aç-kapa cerrahisi” uygulanmış hastalarda kullanılır. Ayrıca,<br />
suboptimal sitoredüksiyon sonrası KT almışlara da uygulanabilir. Hastalıksız sağkalım ve<br />
ortalama sağkalım optimal interval sitoredüktif cerrahi yapıldığında daha iyidir.<br />
“Second-look” Laparotomi: İkinci bakış veya yeniden değerlendirme olarak belirtilen<br />
“Second-look” laparotomi, KT uygulandıktan sonra klinik ve radyolojik olarak hastalık<br />
belirtisi olmayan, tümör belirteçlerinin normal seviyelerde olduğu, hastalarda yapılan<br />
laparatomidir. Bu tür bir cerrahi abdominal kavite ve pelvisin dikkatli bir eksplorasyon ve<br />
12
inspeksiyonunu içerir. Özellikle daha önce tümör bulunan alanlar dahil olmak üzere ve en az<br />
10 tane multipl peritoneal biyopsiler alınır. Second-look laparatomi sürviyi iyileştirmemesine<br />
rağmen, prognoz hakkında önemli bilgi sağlar. Bu cerrahi, KT sonrası tümör durumunu<br />
belirten en spesifik ve sensitif göstergedir. Laparotomi ile veya laparaskopik yapılması<br />
etkinliğini değiştirmez.<br />
Second-line (İkinci basamak) kemoterapi: Second-look laparotomisi pozitif bulunan<br />
veya primer tedavi sırasında progresyonu olan veya tedavi tamamlandıktan sonra rekürrens<br />
gösteren hastalarda, genellikle başka bir tedavi alternatifine geçmek gerekir. Eğer birinci<br />
basamakta platin bazlı tedaviye yanıt alınmışsa ve alınan yanıtı takiben 12 ay süre ile<br />
rekürrens gözlenmemiş ise, yine platin bazlı tedaviye devam edilebilir, platine rezistan ise<br />
(primer tedavi esnasında progresyon veya primer tedaviden sonraki ilk 6 ayda rekürrens<br />
olması durumunda) diğer seçenekler topoizomeraz inhibitörlerinden olan etoposit, antrasilin,<br />
doksil ve gemstabin’den biri kullanılabilir. Yanıt oranı % 20-40’dır. Diğer bir seçenek olan<br />
tamoksifen ile de tedaviye cevap % 15-20 civarındadır.<br />
Sekonder sitoredüktif cerrahi: Bu cerrahide prensip, ilk operasyonda optimal cerrahi<br />
rezeksiyon yapılamayan olgularda, second-look laparatomi esnasında saptanan tümoral<br />
yapıların mümkün olduğu kadar çıkarılmasıdır. Bu cerrahi yaklaşım ile daha uzun bir yaşam<br />
sağlandığını kabul eden görüşler vardır. Ayrıca tümör rekürrensi 12 ayın üstünde olan<br />
hastalarda , izole rezeke edilebilir tümör varlığında yapılmaktadır. Sekonder sitoredüksiyonu<br />
genel durumu iyi olan, bu tedaviden yarar göreceği umulan hastalara uygulanması<br />
önerilmektedir. Burada amaç, rezidü tümör bırakmamak, mümkün değilse tümörü 5 mm’nin<br />
altına indirebilmektir. 5 mm’nin altına inen hastalarda uygulanan ikinci basamak KT de etkili<br />
olabilmektedir. Primer adjuvan KT esnasında malignitesi progresyon gösteren vakalarda, bu<br />
operasyon sağkalımı iyileştirmez.<br />
Radyoterapi: Over kanserinin tedavisinde RT’nin kullanımı kısıtlıdır. Optimal<br />
sitoredüktif tedavi yapılmışlarda, tüm batın radyasyon tedavisi uygulanabilir. Fakat bu<br />
tedavinin etkinliği kombine KT ile karşılaştırılmamıştır. KT’ye dirençli ve rezeke edilemeyen<br />
tümörlerde palyatif rol oynayabilir.<br />
Yeni tedavi yaklaşımları: Biyolojik ve immünolojik tedavi ve sitokinler, monoklonal<br />
antikorlar, aşılar ve gen tedavisi uygulanarak yapılır. İnterferon gamma, prospektif randomize<br />
bir çalışmada ileri evre kanser için primer KT alan kadınlarda hastalıksız sağ kalımı<br />
iyileştirmiştir (1,37,38).<br />
Prognoz hakkında genel bir yaklaşım olarak, günümüzün terapötik modaliteleri ve bu<br />
13
hastalık için tedavi seçenekleri ile 5 yıllık sağ kalım oranları yaklaşık olarak, Evre I için % 93,<br />
Evre II için % 70, Evre III için % 37 ve Evre IV için % 25 ‘dir (37).<br />
Prognostik Faktörler<br />
EOC’de genel olarak kabul edilen prognostik faktörler tanı anında hastalığın evresi,<br />
grade’i, tümörün histolojik tipi, DNA ploidisi, p53 ekspresyonu, BRCA1 mutasyon<br />
taşıyıcılarıdır. Ayrıca hasta özelliklerinden, yaş, performans durumu, operasyon sonrası kalan<br />
rezidüel tümör volümü, KT’ye verilen yanıt, ikinci bakış laparatomi sonucu, preoperatif CA<br />
125 seviyesi gibi değişkenler hastaların toplam sağ kalımlarında önemlidirler (16,41).<br />
1-Evre: Evreleme klinik, cerrahi, sitolojik ve histolojik bulgular göz önüne alınarak<br />
yapılır. Over kanserinde FIGO evreleme sistemi kullanılmaktadır (15,25).<br />
FIGO evreleme sistemi:<br />
Evre I Overlerde sınırlı tümör<br />
Evre Ia Tek overde sınırlı tümör:<br />
Malign hücre içermeyen asit, over yüzeyinde tümör yok, kapsül intakt<br />
Evre Ib Her iki over tutulumu var:<br />
Malign hücre içermeyen asit, over yüzeyinde tümör yok, kapsül intakt<br />
Evre Ic* Evre Ia ve Evre I b’ye ek olarak:<br />
Bir veya iki over yüzeyinde tümör varlığı veya kapsül rüptüre veya<br />
malign hücre içeren asit varlığı veya peritoneal yıkama sıvısında malign<br />
hücre varlığı<br />
Evre II Pelvik yayılım gösteren bir veya her iki overi tutan tümör<br />
Evre IIa Uterus veya tüplere invazyon ve/veya metastaz<br />
Evre IIb Diğer pelvik dokulara yayılım<br />
Evre IIc*Evre IIa ve Evre IIb’ye ek olarak:<br />
Bir veya iki over yüzeyinde tümör varlığı veya kapsül(ler) rüptüre veya<br />
malign hücre içeren asit veya pozitif peritoneal yıkama<br />
Evre III Tümör bir veya iki overi tutuyor ek olarak<br />
Pelvis dışında peritoneal implantlar var ve/veya pozitif retroperitoneal<br />
veya inguinal lenf bezleri; tümör gerçek pelvise sınırlı veya pozitif<br />
peritoneal yıkama<br />
Evre IIIa Tümör gros olarak gerçek pelvise sınırlı, negatif lenf nodları, histolojik<br />
olarak konfirme abdominal peritoneal yüzeylerde tutulum varlığı<br />
14
Evre IIIb Hiçbiri 2 cm’yi geçmeyen histolojik olarak konfirme abdominal peritoneal<br />
yüzeyde implantlar, negatif lenf nodları<br />
Evre IIIc 2 cm üzerinde abdominal peritoneal implantlar veya pozitif retroperitoneal<br />
veya inguinal lenf nodları<br />
Evre IV Bir veya her iki overi tutan tümör ile birlikte:<br />
Uzak metastaz bulunması; eğer plevral efüzyon var ise Evre IV<br />
diyebilmek için pozitif malign hücre tespit edilmesi gereklidir.<br />
Parankimal karaciğer tutulumu Evre IV’dür.<br />
* Evre Ic ve IIc hastalarda değişik kriterlerin prognostik öneminin tespiti için kapsül<br />
rüptürünün 1-) Spontan olarak 2-) Cerrahi olarak mı ortaya çıktığının,<br />
Peritoneal malign hücrelerin 1-) Peritoneal yıkama ile elde edilen sıvıdan veya 2-) Asit<br />
sıvısından olup olmadığının not edilmesi önemlidir.<br />
2-Grade: Evreden bağımsız olarak kanser hücresinin farklılaşma derecesi, prognozu<br />
etkilemektedir. Over tümörleri histopatolojik değerlendirmede, farklılaşma derecesine göre,<br />
iyi diferansiyasyon (grade 1), orta diferansiyasyon (grade 2) ve kötü diferansiyasyon (grade 3)<br />
olmak üzere, üç farklı grade’e ayrılırlar. Grade 3 tümörlerde prognoz daha kötüdür. Grade1<br />
tümörlerde 5 yıllık sürvey % 75-81 iken, grade 2’de % 53-60 ve grade 3’de % 42-48 olarak<br />
belirlenmiştir (5,42-44).<br />
3-Yaş: Hasta yaşı ve performans durumu over kanserinde sonuç ile yakın ilişki<br />
göstermektedir. Performans durumunu kategorize eden Karnofski skalasına göre skoru<br />
%70’in üzerinde olan hastalar, tedaviye daha iyi yanıt vermekte ve daha az toksisite ile<br />
karşılaşmaktadırlar. Yaşla birlikte hastalığın görülme sıklığı artar. 20 yaşın altında nadirdir.<br />
Mortalite oranları yaşla birlikte değişir ve yaş birçok çalışmada bağımsız prognostik değer<br />
olarak gösterilmiştir. Genç hastalar ilk tanıyı daha erken evrede almakta ve tedaviye daha iyi<br />
yanıt vermektedirler (45-47).<br />
4-Histolojik Tip: Over tümörlerinin % 90’dan fazlası over yüzey epitelinden ortaya<br />
çıkar. Her tümör tipinin biyolojik davranışı, metastaz ve prognozu diğerinden farklıdır.<br />
Müsinöz ve endometriyal tipte over tümörleri ilk tanı aldıklarında genellikle overe<br />
sınırlıdırlar, bu yüzden prognozları daha iyidir. Berrak hücreli over tümörleri ise genellikle<br />
Evre I’de yakalanmasına karşın agresif bir davranışa sahiptir ve adjuvan KT verilmesini<br />
gerektirir. Fakat berrak hücreli ile birlikte müsinöz tipin de tüm sağkalım için kötü prognostik<br />
faktör olduğunu bildiren yayınlar da vardır (36,45).<br />
15
5-DNA İçeriği: Diploid tümörleri olan ileri evre over kanserli hastalarda, anaploid<br />
tümörleri olanlara göre daha iyi sürvi olduğu gösterilmiştir. Birçok çalışma ploid/DNA<br />
indeksinin, erken ve ileri evre over tümörleri ile borderline over tümörlerinde bağımsız<br />
prognostik değerde olduğunu göstermektedir. Tümör hücre çekirdeklerindeki DNA’nın<br />
anaploid sayıda olması prognozu kötü yönde etkilediği ileri sürülmektedir (15,48,49).<br />
6-Rezidü Tümör Volümü: Uygulanan cerrahi sonrası geride kalan tümör hacmi önemli<br />
bir prognostik faktördür. Hastalık prognozu ile rezidü tümör boyutu arasında ters bir ilişki<br />
mevcuttur. İleri evre EOC’de rezidü tümörü 2 cm’den küçük olan vakalarda prognozun,<br />
rezidü tümörü 2 cm’nin üzerinde olan vakalardan, daha iyi olduğu bildirilmekte ve<br />
günümüzde optimal rezidü tümör çapı 0,5 cm’nin altında olarak kabul edilmektedir (33,36).<br />
7-Asit Volümü: Batında ne kadar fazla asit var ise, prognoz o kadar kötüleşmektedir.<br />
Ayrıca asitin birikme hızı da prognozu etkilemekte, kısa sürede biriken asit varlığında<br />
prognoz daha kötü seyretmektedir (15,45,46).<br />
8-Onkojenler: Günümüzde 60 civarında onkojen tanımlanmıştır. Bunların içinde<br />
bazılarının ve özellikle C-erb-B2’nin fazla eksprese olduğu olguların prognozunun daha kötü<br />
olduğu bilinmektedir (15).<br />
ANEMİ <strong>VE</strong> KANSER<br />
Genel olarak Hb seviyesinin 12 gr/dl altında olması şeklinde tanımlanan anemi, kanser<br />
hastalarının %30’unda herhangi bir dönemde ortaya çıkabilir. Anemi görülme sıklığı<br />
malignitenin ilerlemesi ve KT tedavisi ile artar. Kanser hastalarında aneminin birçok sebebi<br />
olabilir. Bunlar, hemoglobinopatiler, gastrointestinal sistem patolojileri, kemik iliği<br />
infiltrasyonu, barsak rezeksiyonu, hipersplenizm, beslenmenin bozulması gibi hastaya ve<br />
hastalığa bağlı sebeplerdir. Ayrıca tedaviye bağlı sebepler ise, pelvis gibi kemik iliği içeren<br />
bölgelerin RT’ye sekonder hipoplazisi ile KT’ye sekonder kemik iliği ve böbrek hasarıdır.<br />
KT’nin bizzat kendisine bağlı hemoliz de görülebilir (6,50,51).<br />
Kronik hastalık anemisinde olduğu gibi, kanser anemisinde de, normal eritrosit üretimi<br />
birçok mekanizma ile engellenebilir. Tümör nekrozis faktör alfa (TNF-α), transforming<br />
growth faktör beta (TGF-β), interlökin-1, interlökin-6 ve interferon gamma gibi sitokinler<br />
inhibitor mekanizmalar olarak değerlendirilmektedir. Bu sitokin ağı muhtemelen demir<br />
metabolizmasını etkileyerek, eritropoetinin etkisini önlemektedir. Anemi, doku ve organlarda<br />
yetmezliğe yol açarak birçok fonksiyon bozukluğuna, mental ve fizik performansta azalmaya<br />
sebep olur. Tüm organlarda gözlenen yetmezliğin ana semptomu bitkinliktir. Bu en belirgin<br />
16
yakınma olup, Hb seviyesi ile yakın korelasyon göstermektedir. Hastanın Hb düzeyinin<br />
yükseltilmesiyle yaşam kalitesinin arttığı belirtilmektedir (50-52).<br />
Aneminin, tümör biyolojisi üzerine etkisi henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak,<br />
solid tümörler ile hematolojik maligniteler nedeniyle oluşan aneminin negatif bir prognostik<br />
faktör olduğu belirlenmiştir. Aneminin bir sonucu olan hücresel hipoksi, tümör hücrelerinden<br />
başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere, birçok anjiogenik faktörün salgılanmasını arttırır ve bu da AG’yi<br />
stimüle eder. Aneminin kendisi de feed-back mekanizmalar ile AG’yi uyarmaktadır. Bunların<br />
sonucu olarak da tümörün metastatik potansiyeli, hücresel büyümesi, tedaviye direnci<br />
artarken, apopitotik potansiyeli azalır. Anemi, KT ilaçların farmakokinetiğini etkilediğinden,<br />
KT öncesi aneminin tedavisi, tedaviye cevap oranlarını ve sağkalımı arttırır (6,53-55).<br />
Hipoksik alanlar solid tümörlerin karakteristik bir özelliğidir. Solid tümörlerde oksijen<br />
(O2) desteği ve tüketimi arasındaki dengesizlik hipoksiye neden olur. Hipoksiyi ortaya çıkaran<br />
ana mekanizmalar; tümörün mikrodamarlanmasındaki yapısal ve fonksiyonel anormallikler,<br />
O2 difüzyon mesafesindeki artış ve tümörün kendisine veya tedaviye bağlı gelişen anemi<br />
nedeniyle kanın O2 taşıma kapasitesindeki azalmadır. Anemisi olan hastalarda tümör<br />
hipoksisi daha belirgindir. Hipoksi, solid tümörleri RT ve KT’ye dirençli hale getirdiğinden,<br />
tedavi açısından önemli bir sorun oluşturmaktadır. Hipoksi, tümör hücrelerinin<br />
proliferasyonunu ve hücre siklusundaki pozisyonlarını değiştirerek tedavi ile hasara uğratılan<br />
hücre sayısı üzerinde olumsuz etkilere sahiptir. Bununla birlikte hipoksinin klonal seçim ve<br />
genomda HIF-1 ve <strong>VE</strong>GF’nin aktivasyonuna, p53’ün süpresyonuna, nitrik oksit (NO) sentaz<br />
enzimi ile NO üretiminin artışına, böylece tümör hücrelerine vazodilatatör etkiyle, daha fazla<br />
kan akımına neden olur. Hipoksinin, bu etkileriyle, tümör progresyonunu ve agresif<br />
karakterini arttırdığı görülmüştür. Bunun sonucunda da diferansiyasyon ve apopitozis<br />
kaybının, lokal yayılım ve metastaz ile tedaviye direnci arttırabileceği ve uzun dönem<br />
prognozu etkileyebileceği belirtilmektedir (55-57).<br />
ANJİOGENEZİS<br />
Vasküler desteğin sağlanması, normal ve neoplastik dokuların büyüme ve<br />
gelişimindeki en önemli aşamayı oluşturmaktadır. Embriyogenezis sırasında ilk olarak gelişen<br />
ve fonksiyon gösteren organ sistemi kardiyovasküler sistemdir. Hem prenatal, hem de<br />
postnatal dönemde bütün kan damarları endotel ile kaplı basit kapiller damarlar şeklinde<br />
oluşup, meydana gelen bu damarlardan bir kısmı kapiller olarak kalsa da, birçoğu konsentrik<br />
düz kas tabakalarının eklenmesi ile daha büyük damarlara dönüşmektedirler (2).<br />
17
Kapiller hücre damarları iki şekilde oluşmaktadır. Birinci yol vaskülogenezis olup,<br />
mesodermal prekürsörlerin endotel hücrelerine in situ diferansiyasyonu ile primer kapiller<br />
pleksusun oluşturulmasını içerir. İkinci yol ise AG olup, daha önceden mevcut damarlardan<br />
yeni kapillerlerin gelişmesidir. Tümör AG ise tümör dokusu içerisinde veya tümör dokusunun<br />
gelişimi yönünde yeni damar dokularının oluşumudur. Bu oluşum, anjioblastlardan<br />
kendiliğinden kan damarı oluşumu olan vaskülogenezisten farklıdır. Vaskülogenezis sadece<br />
embriyonel dönemde oluşmasına karşın, AG yaşam boyu oluşabilmektedir (2,9,53).<br />
Anjiogenezis fizyolojik ve patolojik olmak üzere ikiye ayrılır.<br />
Fizyolojik anjiogenezis: Kontrollü bir şekilde düzenlenen ve süresi sınırlı bir süreçtir.<br />
Meme dokusu ve plasentada, kadın reprodüktif siklusu boyunca korpus luteum oluşumu ve<br />
rejenere olan endometriumda, gebelikte ve doku hasarı sonucu oluşan yara iyileşmesi<br />
sırasında fizyolojik AG görülmektedir. Ayrıca artmış metabolik gereksinim veya kronik doku<br />
hipoperfüzyonuna bağlı olarak gelişen doku hipoksisine yanıt olarak da AG oluşmaktadır<br />
(9,53,58,59).<br />
Patolojik anjiogenezis: Genellikle devamlı ve azalmayan bir süreç olarak<br />
tanımlanmaktadır. Aylar hatta yıllarca devam eden bu süreç, solid tümör ve lösemilerin<br />
büyüme ve gelişmesini desteklemekte, Crohn ve kronik sistit gibi hastalıklarda, inflamatuar<br />
hücrelerin kronik inflamasyon alanına kolayca girmelerine olanak sağlamaktadır.<br />
Miyokardiyal iskemi veya periferal vasküler yetmezlik gibi bazı durumlarda hipoperfüzyona<br />
yanıt olarak gelişen yeni kollateral kan damarı oluşumu metabolizma için yararlıdır. Fakat,<br />
diyabetik proliferatif retinopatide iskemiye yanıt olarak artmış AG sıklıkla körlüğe, romatoid<br />
artritte kıkırdak yıkımına, endometrioziste intraperitoneal kanamaya, benign prostat<br />
hipertrofisinde prostatın büyümesine neden olur. Aşırı ve uygun olmayan AG, metabolik<br />
gereksinimlerin ötesinde, yeni kan damarı oluşumunun görüldüğü çocukluk çağı<br />
hemangiomlarının da patogenetik mekanizmasını oluşturur. Görüldüğü gibi, tıbbın tüm<br />
dallarında pek çok hastalığın patogenezinde AG önemli bir rol oynamaktadır (53).<br />
Anjiogenez Fizyolojisi ve Neoplastik Hastalıklarda Anjiogenik Gelişim<br />
Yeni oluşan kan damarlarının temel kaynağı endotel hücreleri olup, kapiller endotel<br />
hücrelerinin proliferasyonu, anjiogenetik sürecin bir parçasıdır. Bu hücrelerin önemli ölçüde<br />
çoğalabilme ve göç edebilme yetenekleri vardır. Ancak yeni kan damarı gelişimi için sadece<br />
endotel proliferasyonu yeterli değildir. AG süreci, kapiller bazal membranının yıkılması ve<br />
buradan göç eden endotel hücrelerinin tomurcuklanarak yeni bir lümen oluşturması için<br />
18
çoğalmasını içermektedir. Tümörün kontrolsüz bir biçimde büyümesi ve metastaz yapması<br />
için anjiogenetik sürecin başlaması ve gelişimi önemli bir basamaktır. Tümör kitlesi 0,5<br />
mm’den küçük hacimde olduğunda O2 ve besin ihtiyacını difüzyon ile karşılar. Ancak 0,5<br />
mm’nin üzerine çıktığı zaman, bu ihtiyacını karşılamak için, vasküler endotel hücrelerinin<br />
çoğalmasına ve değişimine gereksinimin duyar. AG süreci birbirine bağlı ve birbirini takip<br />
eden birçok basamak içerir. Bu süreç kapillerleri çevreleyen bazal membranın lokal olarak<br />
yıkılması ile başlar ve kapillerleri çevreleyen stromanın, endotel hücreleri tarafından<br />
anjiogenik uyarı yönünde invazyonu ile devam eder. Endotel hücrelerinin göçüne bu<br />
hücrelerin proliferasyonu ve 3 boyutlu yapıya dönüşümünün düzenlenmesi eşlik eder ve bu<br />
yeni oluşum benzer yapılarla birleşerek yeni damar ağını oluşturur (60).<br />
İnsan ve farelerde görülen tümörlerde hücresel düzeyde anjiogenik gelişimin dört<br />
mekanizması gösterilmiştir:<br />
-Avasküler in situ karsinomlar, konaktaki komşu damar yatağında<br />
neovaskülarizasyonu uyararak kan desteğini sağlayabilirler. Bu insan tümörlerindeki en<br />
yaygın süreçtir.<br />
-Kemik iliğinden dolaşıma geçen prekürsör endotelyal hücreler, anjiogenik odağa<br />
katılabilirler.<br />
-Tümörler anjiogenik faktörün, <strong>VE</strong>GF gibi aşırı ekspresyonu için, tümör yatağına<br />
konak fibroblast ve makrofajları gönderebilir.<br />
-Daha önceden varolan damarlar tümör hücreleri tarafından kullanılabilir.<br />
Damar gelişimi bu mekanizmaların kombinasyonu şeklinde de ortaya çıkabilir.<br />
Tümörlerde AG başladıktan sonra, nonanjiogenik fenotipe dönüşüm seyrektir. Anjiogenik<br />
gelişimden sonra, yeni mikrodamarlar küçük in situ tümörde birbirine yaklaşmaya başlarlar.<br />
Tümör hücreleri her yeni damarın çevresinde, mikrosilindir veya perivasküler kılıf yapacak<br />
şekilde çoğalırlar. Bir endotelyal hücre, 5 ila 100 tümör hücresini besleyebilir (53).<br />
Moleküler düzeyde anjiogenik gelişim, tümör hücrelerinin ürettiği spesifik anjiogenik<br />
stimülatör moleküller ile başlatılır ve spesifik anjiostatik inhibitör moleküller tarafından<br />
durdurulur. Anjiogenik ve anjiostatik moleküller endotel hücre döngüsü sırasında devamlı<br />
olarak ve birlikte faaliyet gösterirler (61). Tümör gelişiminin erken döneminde AG’yi kontrol<br />
eden genlerin mutasyonuyla, pozitif düzenleyicilerin aşırı ekspresyonu ve inhibitörlerin<br />
baskılanması tetiklenir (3,5).<br />
19
Tablo 1. AG’yi uyaran ve inhibe eden faktörler: (3)<br />
AG’nin Endojen Stimülanları AG’nin Endojen İnhibitörleri<br />
- Birincil büyüme faktörleri:<br />
• Asidik fibroblast büyüme faktörü<br />
(FGF-1)<br />
• Bazik fibroblast büyüme faktörü<br />
(FGF-2)<br />
• Epidermal büyüme faktörü<br />
• Hepatosit büyüme faktörü<br />
• Trombosit kaynaklı endotelyal<br />
büyüme faktörü<br />
• Trombosit kaynaklı büyüme gaktörü<br />
• Transforme edici büyüme faktörü-α<br />
• Transforme edici büyüme faktörü-β<br />
• Vasküler endotelyal büyüme faktörü<br />
- Diğer stimülan proteinler<br />
• Angiogenin<br />
• Angiopoietin-1<br />
• İnterlökin-6<br />
• İnterlökin-8<br />
• Matriksmetalloproteinaz-2<br />
• Matriks metalloproteinaz-9<br />
• Tümör nekrozis faktor-α<br />
- İnhibitör proteinler:<br />
20<br />
• Angiopoietin-1<br />
• İnreferon-α-β<br />
• İnterferon-δ<br />
• İnterferon- δ -indükleyici protein (IP-<br />
10)<br />
• İnterlökin-10<br />
• İnterlökin-12<br />
• Trombosit faktör-4<br />
• Soluble flt-1<br />
• Trombospondin-1<br />
• Doku inhibitör (Tissue inhibitor of<br />
matrix metalloproteinase-1,-2)<br />
- İnhibitör protein fragmanları<br />
• Angiostatin<br />
• Endostatin<br />
• Prolaktin fragman<br />
<strong>VE</strong>GF, 40-45 kd’lik homodimerik bir protein olup, sinyal dizini çok çeşitli hücreler ve<br />
insan tümör hücrelerinin çoğu tarafından sekrete edilen, endotel hücreler üzerinde 3 tane<br />
reseptörü olan güçlü bir mitojendir. <strong>VE</strong>GF’nin ekspresyonu, embriyogenez sırasında kan<br />
damarlarının gelişimi ve kadın genital sisteminin siklik değişimleri ile tümörlerinin AG’i ile<br />
ilişkilidir. Bu faktör artmış vasküler permeabiliteye ve protein ekstravazasyonuna neden olur.<br />
<strong>VE</strong>GF’nin permeabiliteyi arttırması, endotel hücrelerinin göç ettiği interstisyuma protein<br />
difüzyonuna neden olur. Kapillerler üzerindeki permeabilite arttırıcı etkisi histaminden çok
daha güçlüdür. <strong>VE</strong>GF, EOC’nin de dahil olduğu pek çok tümöral doku tarafından salgılanan<br />
anjiogenik bir faktördür ve beyin tümöründe ödem, over kanserinde asit oluşumu ve metastaz<br />
gelişmesinin önemli mediatörlerinden biridir (62,63). <strong>VE</strong>GF ailesinin diğer üyelerinin<br />
(<strong>VE</strong>GF-B, <strong>VE</strong>GF-C gibi) overdeki fonksiyonları tam olarak bilinmemekle birlikte Sowter ve<br />
ark. (64) normal over dokusu ve EOC’li hastaları <strong>VE</strong>GF yönünden karşılaştırdıkları<br />
çalışmada, sadece <strong>VE</strong>GF ile <strong>VE</strong>GF-B düzeylerinin tümörü olan over dokusunda daha yüksek<br />
seviyede bulunduğunu saptamışlardır.<br />
Fibroblast büyüme faktörleri (FGF) olan asidik FGF ve bazik FGF, invitro olarak<br />
endotelyal hücre mitozunu ve göçünü uyarır. İnvivo olarak ise en güçlü anjiogenik proteinler<br />
arasındadırlar. Menstrual döngünün erken luteal fazı sırasında granuloza hücrelerinde ve<br />
luteal evre boyunca teka hücrelerinde bFGF ekspresyonu olduğu gösterilmiştir (65).<br />
Vaskülarize bir tümörde, bütün tümör hücreleri anjiogenik değildir. Çok iyi<br />
vaskülarize tümörlerde bile MDD’nin düşük olduğu alanlar kadar, yüksek olduğu alanlar da<br />
gözlenir. Tümör kitlesi büyüdükçe anjiogenik özellik kazanmış tümör hücre varyantlarının<br />
olma ihtimali de artar. Metastazların klonal orjini nedeniyle yüksek oranda anjiogenik<br />
hücreler içeren tümörler, daha büyük ihtimalle yaygın metastaz yapar. Çünkü hedef dokulara<br />
ulaştığında zaten anjiogenik özellik taşırlar. Bir tümör hücresinin başarıyla metastaz<br />
yapabilmesi için damar sistemine girmek, dolaşımda canlı kalabilmek, hedef organın<br />
mikrodamarlarında duraklayabilmek, damar sisteminden dışarı çıkabilmek, hedef organda<br />
büyüyebilmek ve AG’yi indükleyebilmek gibi çeşitli bariyerleri aşabilmelidir (12,66,67)<br />
Neovaskülarizasyon oluşuncaya kadar tümör hücreleri genellikle dolaşımda<br />
belirlenemezler. Yüksek MDD, yüzey alanını genişleterek hücrelerin dolaşıma kolayca<br />
girmesine ve buna bağlı olarak hücrelerin sürekli dolaşımda bulunmasına neden olur. Tümör<br />
hücresi anjiogenik iken metastaz yaparsa saptanabilir tümör oluşturma ihtimali daha fazladır.<br />
Metastatik sürecin başında olduğu kadar sonunda da AG’ye ihtiyaç vardır. Tümör hücresi<br />
başarıyla metastaz yapmış olsa bile, hedef organda hemen vaskularize olmayabilir ve<br />
mikroskopik düzeyde kalabilir (67).<br />
Tümörde gelişen yeni damar oluşumlarının tümöre olan uzaklıkları ve yoğunlukları<br />
tümörün gelişimi ve metastaz yapabilme gücü açısından oldukça önemlidir. Bir tümöral<br />
patolojide gelişen ve tümörün etrafını saran mikrovasküler yapının tümöre olan uzaklığı<br />
ortalama 150-200 mikron (µ) kadardır. Bu uzaklık arttıkça tümörde DNA sentezi azalmakta<br />
tümörün gelişimi yavaşlamakta ve tümörün metastaz etkinliği dolayısıyla da rekürrens oranı<br />
düşmektedir. Bunun yanı sıra birim alandaki damar yoğunluğu arttıkça tümörün gelişim hızı,<br />
21
metastaz yapabilme gücü de artmaktadır (60). Meme kanserli hastalar üzerinde yapılan bir<br />
çalışmada 200 büyütmeli mikroskop sahasında her 10 tane yeni damar oluşumunun, metastaz<br />
riskini 1.17 kat arttırdığı gösterilmiştir (12).<br />
Anjiogenik gelişim hipoksi, endojen AG inhibitörleri ve konağın genetik yapısı gibi<br />
çevresel koşullarla da modifiye edilebilir. Hipoksi oluşumu, tümörün neovaskülarizasyonu<br />
geliştikten sonra tümörün devamlı genişlemesi ve doku basısında artışa yol açması ile<br />
açıklanmaya çalışılmaktadır. Tümörün ortasındaki mikrodamarlar bası altında kalması<br />
sonucunda tümörde santral nekroz meydana gelir. Oluşan hipoksik ortam hücre içinde<br />
bulunan, üretim ve eliminasyonu sürekli değişiklik gösteren hypoxia inducible factor-1 (HIF-<br />
1) olarak tanımlanan sitokinin artmasını sağlar. HIF-1, <strong>VE</strong>GF’nin transkripsiyonuna neden<br />
olan genin aktivasyonunu sağladığı gibi, kanser biyolojisi üzerinde 60’a yakın genin<br />
transkripsiyonunda, hücre içi glukoz metabolizmasında, hücre invazyonunda ve AG’de etkili<br />
bir faktördür. HIF-1’in aşırı ekspresyonu meme, mide, serviks, endometrial ve over<br />
kanserlerinde artmış mortaliteyle ilişkilidir. HIF-1, başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere, AG ile ilişkili<br />
diğer faktörlerin üretimine de neden olur. HIF-1 stimülasyonu ile aktive olan <strong>VE</strong>GF geni,<br />
messanger Ribonükleik asit’in (mRNA) transkripsiyonuna ve <strong>VE</strong>GF üretiminin artışına yol<br />
açar (53,68-70).<br />
Moleküler düzeyde anjiogenik gelişim, dolaşımda bulunan interferon beta, platelet<br />
faktör 4, angiostatin gibi inhibitörler veya ekstraselüler matriksten salınan endostatin,<br />
trombospondin-1 ve tümörün metastatik yayılımında önemli etkisi bulunan<br />
metalloproteinazlar gibi, endotelyal inhibitör etkenlerle de modifiye edilebilir (56). Endojen<br />
AG inhibitörlerinden olan, angiostatin veya endostatinin, terapotik olarak verilmesi,<br />
anjiogenik gelişimin dengesini öylesine değiştirir ki, tümörün anjiogenik yanıtı devam eder<br />
veya tamamen yok olur (53,71).<br />
Hızlı bir şekilde büyümeye başlayan tümörlerler kendi enerji kaynaklarını kısa sürede<br />
tüketerek iskemi ve hipoksi oluşumuna neden olurlar. Bu hipoksik ortamda canlı kalabilen<br />
hücreler kendilerine yeni damar oluşturacak düzenlemeler yaparlar. Bu düzenlemelerde tümör<br />
hücrelerine ek olarak konak immün hücreleri de AG’de görev alabilirler. Oluşan yeni<br />
damarlar aracılığıyla tümöral parankime giriş yolu sağlayan, aktive olmuş makrofajlar ve<br />
mononükleer hücreler gibi fagositer sistem üyelerinin olay yerine gelmesiyle, TGF-α, TNF-α,<br />
bFGF, angiotropin gibi birçok anjiogenetik, stümülatör ve inhibitörleri direkt olarak ortama<br />
salgılarlar. İkinci bir yol olarak da tümör hücrelerinin anjiogenik faktörler üretmesini stimüle<br />
ederek AG’nin oluşumunu hızlandırırlar. Bu durum tümöral dokuda lokal AG’ye ve tümörün<br />
22
yayılımına neden olur (10). Makrofajların AG üzerindeki bağlantısını araştıran bir çalışmada,<br />
farklı over tümör tiplerinde, yüksek ve orta sayıdaki MDD’li alanlarda makrofaj<br />
infiltrasyonunda fark tespit edilememesine rağmen bu süreçte varlığı gösterilmiştir (72).<br />
Konağın anjiogenik yanıtının genetik olarak düzenlenmesinde, tümörün kendi<br />
anjiogenik yapısı, onkojenler ve tümör-süpresör genler tarafından da yönlendirilir.<br />
Hemanjiomların beyaz bebeklerde sık görüldüğü ve maküler dejenerasyonun çoğunluka<br />
beyaz hastalarda bulunması genetik cevap açısından önemli örneklerdir. Bu etkileri<br />
düzenleyen genler henüz bilinmemektedir (53).<br />
Anjiogenik gelişimin klinik olarak saptanması, tümör kitlesinin tespit edilebilir<br />
büyüklüğe ulaşmasıyla, lokal kanama veya metastaz varlığı ile tanımlanır. Örneğin pozitif bir<br />
mammogram genellikle neovaskülarize bir tümörü gösterirken, mamografinin saptayabileceği<br />
sınırların altında kalan in situ karsinomlarda, neovaskülarizasyon henüz gelişmemiştir.<br />
Neovaskülarize tümör sonucunda mesane kanserinde hematüri, kolorektal kanserde melena,<br />
akciğer kanserinde hemoptizi, EOC’de adneksiyel kitle gibi bulgular gelişebilir (53).<br />
Mikrodamar Dansitesi<br />
MDD interkapiller mesafe ile tanımlanmaktadır. İnterkapiller aralık, mikrodamarı<br />
çevreleyen tümör hücrelerinin kılıf kalınlığı ile yönlendirilir. Rezidüel tümör hücreleri, kalan<br />
damarların çevresinde kılıf oluşturabilir ve damar yoğunluğu anlamlı olarak değişmeyebilir.<br />
MDD benign ve malign tümörler arasında ayrım da yapmayabilir. Normal hipofiz<br />
dokusundaki MDD hipofiz adenomundakinden daha fazladır, hipofiz adenomununda da,<br />
hipofiz karsinomundan daha yüksektir (53).<br />
Benign ve malign tümörler arasında MDD açısından fark olmadığını AG’nin malign<br />
transformasyondan ziyade tümör büyümesi için önemli olduğunu bildiren, Orre ve ark.’nın<br />
(49) yaptıkları çalışmada malign seröz ve benign over tümörlerinde ortalama MDD’yi benzer<br />
olarak bulmuşlardır. Nakanishi ve ark’nın (73) EOC’li hastalar üzerinde yaptıkları çalışmada<br />
ise, evreye bakılmaksızın AG’nin aynı derecede stimüle olduklarını bildirmişlerdir. EOC’de<br />
AG tümör hücresinin büyümesi için önemlidir ve bu sayede tümör boyutu artar, fakat<br />
tümörün progresyonu için başka mekanizmalar da önemli rol oynamaktadır (5,12).<br />
Klinik veriler, metastatik potansiyelin ve prognozun AG’nin derecesine bağlı<br />
olduğunu desteklemektedir. Bu nedenle AG’nin derecesi belirlenmeye çalışılmakta, bu<br />
konuda kullanılan yöntemlerden biri MDD olarak değerlendirilen kantitatif bir yöntemdir.<br />
Tümörün AG derecesi, güçlü prognostik ve prediktif bir faktör olarak gösterilmektedir. MDD,<br />
23
“hotspot” denilen ve yüksek damar dansitesi olan bölgelerde değerlendirilir. Meme<br />
kanserinde, hastalıksız sağkalımı göstermede, MDD’ nın tümör boyutu, grade ve östrojen<br />
reseptör durumundan daha iyi bir prognostik faktör olduğu saptanmıştır (12). van Diest ve<br />
ark. (74) ileri evre EOC’de MDD’yi ilk kez prognostik faktör olarak değerlendirmişler, fakat<br />
meme kanserinde elde edilen sonuçlar kadar kesin olmadığını, yüksek MDD olanlarda, daha<br />
kötü prognoz görülmekle birlikte sürvi analizinde MDD değerlerinin istatistiksel anlam<br />
taşımadığını tespit etmişlerdir.<br />
MDD’nın tümörün büyümesinde olduğu kadar metastazda da önemli rol oynadığı<br />
iddia edilmektedir. Bir tümör hücresinin başarıyla metastaz yapabilmesi için; damar sistemine<br />
girmeli, dolaşımda canlı kalabilmeli, hedef organın mikrodamarlarında duraklayabilmeli,<br />
damar sisteminden dışarı çıkarak, hedef organda büyüyebilmeli ve anjiogenezi indükleyecek<br />
potansiyeli olmalıdır. Metastazların klonal orjini nedeniyle, anjiogenik hücre yoğunluğu fazla<br />
olan tümörlerde metastazlarının yaygın olarak ortaya çıkma riski daha fazladır. Çünkü<br />
dolaşıma giren tümör hücreleri hedef dokulara ulaştığında zaten anjiogenik özellik taşırlar<br />
(66).<br />
Yüksek MDD, yüzey alanını arttırarak hücrelerin dolaşıma girmesini kolaylaştırır ve<br />
bu sayede hücreler sürekli olarak dolaşımda bulunurlar. Tümör hücresinin metastaz yaptığı<br />
dokuda, anjiogenetik potansiyeline bağlı olarak, saptanabilir tümör oluşturma ihtimali daha<br />
fazladır. Metastatik sürecin başlangıcında olduğu kadar, devamında da AG’ye ihtiyaç vardır.<br />
Tümör hücresi başarıyla metastaz yapmış olsa bile, hedef organda hemen vaskülarize<br />
olmayabilir ve mikroskopik düzeyde kalabilir. Vaskülarize bir tümörde bütün tümör hücreleri<br />
anjiogenik değildir. Çok iyi vaskülarize tümörlerde bile MDD’ nın düşük olduğu alanlar<br />
kadar, yüksek olduğu alanlar da gözlenir. Tümör kitlesi büyüdükçe anjiogenik özellik<br />
kazanmış tümör hücre varyantlarının olma ihtimali de artar (12,67,75).<br />
Damarların Belirteçleri<br />
Yapılan araştırmalarda intratümöral kan damarlarını tanımlamak amacıyla,<br />
immunohistokimyasal olarak birçok farklı endotelyal hücre belirteci kullanılmıştır. En sık<br />
kullanılan antikorlar; Faktör VIII’e bağlı antijene karşı antikor, CD31 ve CD34’dür. Faktör<br />
VIII’e bağlı antijen, Von Willebrand faktörünün bir parçasıdır ve koagülasyon sürecinde rol<br />
oynamaktadır. Trombosit-endotelyal hücre adezyon molekülü olan CD31, hücre adezyonunda<br />
rol oynayan bir transmembran glikoproteinidir. CD34 ise fonksiyonu bilinmeyen bir yüzey<br />
glikoproteini olup, daha çok öncü kan hücreleri ve damar endotel hücreleri tarafından<br />
24
eksprese edilen antijene bağlanır. Birçok çalışmada bu antikorların damarlanmayı<br />
değerlendirmede oynadıkları rol araştırılmış ve MDD’yi gösterme açısından birbirleri ile<br />
karşılaştırılmıştır. Bu çalışmaların çoğunda daha özgün boyanma reaksiyonu gösterdiği için<br />
optimal immünohistokimyasal belirteç olarak CD34 gösterilmiştir (14,76-78). Bu nedenle<br />
bizim çalışmamızda da CD34 MDD’yi belirlemek üzere belirteç olarak tercih edilmiştir.<br />
25
GEREÇ <strong>VE</strong> YÖNTEMLER<br />
Çalışmamız için Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi<br />
Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda Ocak 1993 ile Haziran 2004 tarihleri<br />
arasında intrapelvik veya overyal kitle nedeni ile opere edilen ve Patoloji Anabilim Dalı’nda<br />
EOC tanısı konulan olgulardan, arşiv bilgileri ve patoloji preparatlarına ulaşılabilen 47 olgu<br />
çalışma kapsamına alındı. Çalışmaya başlanmadan önce Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi<br />
Etik Kurul onayı alındı (Ek1). Olgulara ait yaş, tümörün histolojik tipi, evre, grade,<br />
intraoperatif asit varlığı, yapılan cerrahi tedavi şekli, postoperatif rezidüel tümör miktarı,<br />
preoperatif hemoglobin değeri gibi bilgiler klinik dosyaları ve biyopsi raporlarından<br />
retrospektif olarak incelenerek saptandı ve bu bilgilerden tümör patolojisi ile ilgili olanlar<br />
çalışmanın pataloğu tarafından gerektiği takdirde revize edildi. Kliniğimizde farklı ekipler<br />
tarafından operasyonları gerçekleştirilen 47 hasta, evre ve grade ayırımı yapılmadan<br />
çalışmaya alındı. Borderline over kanserleri ve primer peritoneal karsinomlar ile herhangi bir<br />
nedenle operasyon öncesi labaratuvar verileri elde edilemeyen, ayrıca daha önceden herhangi<br />
bir malign hastalığı tespit edilmiş veya eşlik eden herhangi bir malignitesi olan vakalar ve<br />
primer cerrahisi bölümümüzde yapılmayan, fakat tedavisi düzenlenen olgular çalışmaya<br />
alınmadı. Hastalara uygulanan operasyonda amaç, genel jinekolojik onkoloji prosedürlerine<br />
uygun şekilde optimal sitoredüksiyon uygulamak, ancak bunun mümkün olmadığı vakalarda<br />
rezidü tümör çapını 2 cm’nin altına indirmekti (41).<br />
Çalışmaya dahil edilen 47 hastanın ilk yatış klinik dosyaları incelenerek hastaların<br />
yaşı, preoperatif Hb değerleri, uygulanan cerrahi operasyon sırasında asit varlığı, operasyon<br />
sonunda kalan rezidüel tümör çapı ve tümör miktarı, hastalığın evresi, tümörün histolojik tipi,<br />
26
tümör grade, postoperatif uygulanan tedavi ve hastaların poliklinik takipleri saptandı.<br />
Çalışmaya dahil edilen olguların yaşları 27-77 arasında değişmekte idi. 20 hastada<br />
Hb≥12 gr/dl, 27 hastada ise Hb 2 cm rezidü tümör kaldığı belirlendi.<br />
Çalışmaya dahil edilen 47 olgunun, daha önceden farklı patologlar tarafından<br />
değerlendirilmiş olan parafin blokları Patoloji Anabilim Dalı arşivinden çıkartıldı.<br />
Hematoksilen+eosin (H+E) ile boyalı preparatlar, patoloji blokları ve patoloji raporları, tek<br />
bir patolog tarafından tekrar gözden geçirilerek tanılar doğrulandı. Her olgudan tümörü temsil<br />
eden ve tümör periferinden alınmış bir adet blok seçildi. Bu bloktan iki ayrı lama, 4 µm<br />
kalınlığında birer kesit alındı. Kesitlerden biri, H+E ile boyanarak ışık mikroskopunda<br />
incelendi. Diğer kesit ise immunohistokimyasal olarak CD34 ile boyanarak ışık<br />
mikroskobunda 20’lik objektif ile mikrodamar yapıları sayıldı.<br />
İmmünohistokimya: İmmünolojik ilkelere dayanarak, varlığı araştırılan antijenlere<br />
karşı geliştirilmiş, poliklonal veya monoklonal antikorlar aracılığıyla dokudaki antijeniteyi<br />
gösteren bir yöntemdir. CD34 monoklonal antikoru, vasküler endotel gibi hematopoetik<br />
hücrelerden eksprese edilen bir hücre yüzey antijenini gösterir. CD34 tümör<br />
vaskülarizasyonunun tespitinde diğer monoklonal antikorlardan daha spesifik ve daha tutarlı<br />
sonuçlar vermektedir (14,76-78). Bu nedenle çalışmamızda CD34 immunhistokimyasal<br />
boyamayı tercih ettik. Çalışmamızda indirekt immünperoksidaz yöntemi uygulanmıştır.<br />
Yöntemin Uygulanışı:<br />
1- Tümör çevre mukozayı en iyi örnekleyen kesite ait parafin bloklardan 4 µm<br />
kalınlığında kesitler yapıldı. Kesitler 1/10’luk Poly-L-Lysine solüsyonu ile muamele edilmiş<br />
lamlara alındı.<br />
2- Bir gece 37 ºC etüvde veya 1 saat boyunca 60 ºC etüvde bekletilerek<br />
27
deparafinizasyon işlemi uygulandı.<br />
3- Boyamanın yapılacağı gün deparafinizasyona ksilen ile devam edildi. Bu işlem<br />
toplam 45 dakika olacak şekilde 10’ar dakikadan 60 ºC etüvde 3 kez bekletme ve her 10’ar<br />
dakikanın ardından 5 dakika dışarıda soğumaya bırakma şeklinde uygulandı.<br />
4- Ksilenin giderilmesi için %96 lık alkol muamelesine geçildi. Kesitler 60 ºC etüvde<br />
10’ar dakikadan 4 kez tutuldu. Her arada 5 dakika dışarıda soğumaya bırakıldı.<br />
5- Lamlar 3 kez distile sudan geçirildi.<br />
6- Antijen kazanımı için “ DAKO ChemMate Buffer for Antigen Retrieval ”(kod<br />
No.S 2031 DAKO, Carpinteria, CA, ABD) solüsyonu kullanıldı. 180 ml distile suya 20 ml bu<br />
solüsyondan ilave edildi.<br />
7- Lamlar, hazırlanan sitrat buffer solüsyonu içinde 600 watt lık mikrodalga fırında 10<br />
dakika kaynatıldı.<br />
8- 10 dakika mikrodalga içinde ve 10 dakika dışarıda oda sıcaklığına gelinceye kadar<br />
bekletildi.<br />
9- Üç kez distile sudan geçirilen lamlar %1’lik tripsin solüsyonunda 37 derecelik<br />
etüvde15 dakika bekletilerek tripsinizasyon işleminden geçirildi.<br />
10- Tekrar 3 kez distile suda yıkanan lamlara, dokularda bulunan endojen peroksiti<br />
bloke etmek için 10 dakika 37 ºC etüvde Methanolde hazırlanmış %3’lük H2O2 uygulaması<br />
yapıldı.<br />
11- Distile sudan geçirilen lamlar pH 7.4 olarak hazırlanmış PBS solüsyonunda 10<br />
dakika bekletildi.<br />
12- Reaktiflerin kesit dışına taşmasını engellemek için lamlardaki kesitlerin etrafı<br />
“DAKO-Pen” (kod No.S 2002) ile çizildi.<br />
13- Nemli ortamda zemin boyanmasını önlemek amacıyla “Protein Block, Serum<br />
Free” reajanı (kod No.X 0909 DAKO, Carpienteria, CA, ABD) damlatıldı, 10 dakika<br />
bekletildi.<br />
14- Lamların üzerindeki solüsyon giderildi.<br />
15- Her bir vaka için ayrı ayrı numaralandırılmış lamlara, oda sıcaklığında, nemli<br />
ortamda, CD34’e karşı geliştirilmiş olan primer antikorlar damlatıldı ve inkübasyon sürelerine<br />
göre bekletildi.<br />
16- Lamlar üzerindeki primer antikorlar distile su ile uzaklaştırılıp, PBS solüsyonuna<br />
alınarak 5 dakika bekletildiler.<br />
17- Universal LSAB® 2 kitinin (kod No. K 0675 DAKO, Carpienteria, CA, ABD) 1<br />
28
nolu “Biotin labeled link” (kod No. K 1017 DAKO, Carpienteria, CA, ABD) solüsyonu<br />
damlatıldı ve 20 dakika bekletildi.<br />
18- PBS solüsyonu ile 5 dakika yıkanan lamlara, 2 nolu biotine bağlanacak olan<br />
işaretleyici “Streptavidin” (kod No. K 1018 DAKO, Carpienteria, CA, ABD) damlatıldı ve 20<br />
dakika daha bekletildi.<br />
19- Distile su ile yıkanan lamlar PBS solüsyonunda 5 dakika bekletildi.<br />
20- DAKO’ya ait “DAB+Liquid” (kod No K 3468) kitinden karıştırılarak hazırlanan<br />
renklendirici solüsyon lamlar üzerine damlatıldı, 10 dakika bekletildi.<br />
21- Distile su ile yıkanan lamlar Maver Hematoksilen solüsyonunda 40 saniye<br />
tutularak zıt boyama yapıldı.<br />
22- Musluk suyunda yıkandı.<br />
23- Lamlar %5’lik amonyak solüsyonuna bir kez batırılarak morartma işlemine tabii<br />
tutuldu.<br />
24- DAKO’ya ait “ Permanent Mounting Medium, Non Aqueous” (kod No S 3026<br />
DAKO, Carpienteria, CA, ABD) kapatma vasatı ile kapatıldı.<br />
CD34 ile muamele edilen kesitler üzerinde, küçük büyütmede (40X) en yoğun damar<br />
yapısı bulunan 5 ayrı alan (hot spot) tespit edilip, büyük büyütmede (200X) (oküler 10X,<br />
objektif 20X) oküler grid kullanılarak, grid üzerinde 0.25 mm² alan içine düşen damar sayısı<br />
sayıldı. Sayılan damarların aritmetik ortalaması alınarak her olgu için geçerli olan MDD<br />
ortaya çıkarıldı. Her olguda kan ve lenf damarı ayrımı yapılmaksızın iki veya daha fazla<br />
endotelyal hücrenin boyanmış olması damar olarak kabul edildi (14).<br />
Elde edilen MDD değerleri ile tümör evresi, tümör tipi, histolojik grade, intraoperatif<br />
asit varlığı, rezidü tümör çapı ayrıca MDD değerleri ile Hb değeri 12 gr/dl’nin altında ve 12<br />
gr/dl veya üzerinde olan olgular karşılaştırıldı. Ayrıca operasyon öncesi serum Hb değerleri<br />
ile tümör evresi, tümör tipi, histolojik grade, intraoperatif asit varlığı, rezidü tümör çapı<br />
arasındaki korelasyona bakıldı.<br />
İstatistiksel değerlendirmeler Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Bilgi İşlem<br />
Merkezindeki S0064 Minitab Release 13 paket programı (Lisans No: WCP 1331.00197)<br />
kullanılarak Trakya Üniversitesi Merkez Kütüphanesi İstatistik ve Çevre Bürosu’nda yapıldı.<br />
Klinikopatolojik verilerin (evre, grade, histolojik tip, intraoperatif asit varlığı, postoperatif<br />
rezidü tümör çapı) Hb ve MDD ile karşılaştırılmasında Kruskal-Wallis Varyans Analizi,<br />
Mann-Whitney U Testi ve Ki-Kare testi, AG ve Hb ile sağ kalım süreleri arasında ilişkiyi<br />
değerlendirmede Kaplan-Meier metodu kullanıldı. Evre ile Hb arasındaki ilişki Spearman<br />
29
Korelasyon Analizi ile değerlendirildi. Elde edilen p değerinin 0.05 ve altında olduğunda,<br />
değerler anlamlı olarak kabul edildi.<br />
30
BULGULAR<br />
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve<br />
Doğum Anabilim Dalı’nda Ocak 1993 ile Haziran 2004 tarihleri arasında opere edilen ve<br />
üniversitemiz Patoloji Anabilim Dalı’nda epitelyal over kanseri tanısı konulmuş olan ve bu<br />
tanı ile bölümümüzde tedavi edilmiş olan hastaların, dosya ve patolojik arşiv materyalleri<br />
incelenmiştir.<br />
Çalışmaya dahil edilen toplam 47 olgunun demografik ve klinik özellikleri Tablo 2’de<br />
verilmiştir. Çalışmaya dahil edilen olguların yaşları 27-77 arasında değişmekte idi. Olguların<br />
operasyon öncesi Hb değerleri 12 gr/dl’nin altında ve üzerinde olarak değerlendirildi (79,80).<br />
20 hastada Hb≥12 gr/dl, 27 hastada ise Hb
Operasyon esnasında 24 hastada asit gözlenmezken, 23 hastada farklı miktarlarda asit<br />
(100 ml-14000 ml) saptandı. Operasyon sırasında asit saptanmayan hastalardan sitolojik<br />
inceleme için batın yıkama sıvısı alınmıştı.<br />
Olguların postoperatif rezidü miktarına göre dağılımı incelendiğinde; 26 hastada<br />
operasyon sonrası rezidü tümör kalmadığı, 9 hastada < 2 cm, 12 hastada > 2 cm rezidü tümör<br />
kaldığı belirlendi.<br />
Operasyon sonrası 21 hastaya taxol+karboplatin, 1 hastaya taxol+sisplatin, 12 hastaya<br />
sisplatin+endoxan, 2 hastaya sisplatin+endoxan+adriablastin kemoterapi protokolleri<br />
uygulanmıştı. Uygulanan kür sayısı 0-18 idi (medyan 6 kür).<br />
Uygulanan cerrahi±KT tedavisine cevap, son KT küründen 3 ay sonra klinik muayene,<br />
USG, CA 125 ve tüm batın BT ile değerlendirildi. Olgular ilk 2 yıl içinde üç ayda bir olmak<br />
üzere poliklinik kontrolüne çağırılarak takip edildi.<br />
Operasyondan sonra 5 hastanın kontrole hiç gelmediği, bu 5 hastadan 3 tanesinde<br />
postoperatif rezidü tümör kalmadığı, 2 tanesinde ise >2 cm rezidü tümör kaldığı saptandı.<br />
Takiplere gelen 42 hastanın ise başlangıç cerrahiden itibaren 1-58 ay (medyan 8 ay) takip<br />
edildiği saptandı. Operasyon sonrası rezidü tümör kalmayan ve takiplerine gelen 23 hastadan<br />
8 tanesinde rekürrens saptandığı, 15 tanesinde ise rekürrens saptanmadığı tespit edildi. 9<br />
hastanın ise operasyondan sonraki değişik süreler içinde rekürrens nedeniyle öldüğü saptandı.<br />
12 hastanın takiplerinde tümör saptanmadığı, 6 hastada tümör saptandığı, rekürrens gelişen 17<br />
hastanın, 9 tanesinin post operatif rezidülerinin 2 cm’in üzerinde, 5 tanesinin 2 cm’in altında,<br />
3 tanesinin de tümör rezidülerinin olmadığı belirlenmiştir.<br />
Evre ile Hb değerleri arasındaki ilişki Spearman korelasyon analizi ile değerlendirildi.<br />
Evre artarken, Hb değerlerinde azalma görüldü (R= - 0.30, p=0,038). (Tablo 3)<br />
Tablo 3. Evrelere göre Hb değeri ortalamaları<br />
Evre n<br />
Hemoglobin<br />
Ortalama SD SE P<br />
I 12 12.4 1.55 0.44<br />
II 7 11.7 1.15 0.43<br />
III 20 11.4 2.03 0.45<br />
IV 8 10.4 2.54 0.90<br />
34<br />
0.038<br />
SD: Standard deviation, SE: Standard error. p; Spearman korelasyon analizi ile<br />
hesaplanmıştır.
Anemik ve anemik olmayan hastalar tümör evrelerine göre dağılımı incelendiğinde<br />
(Tablo 4), oranlar arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 4. Anemik ve anemik olmayan hastaların tümör evreleri yönünden<br />
karşılaştırılması<br />
Evre<br />
Hb0.05, Ki-Kare testi ile hesaplanmıştır.<br />
Tümör histolojik tiplerinin anemik ve anemik olmayan hastalara göre dağılımı<br />
incelendiğinde (Tablo 5), anemik olan ve olmayan hastalar arasında histolojik tip yönünden<br />
istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 5. Anemik ve anemik olmayan hastaların tümör histolojisi yönünden<br />
karşılaştırılması<br />
Histoloji<br />
Hb0.05, Ki-Kare testi ile hesaplanmıştır.<br />
Tümör grade’lerinin anemik ve anemik olmayan hastalara göre dağılımı<br />
incelendiğinde (Tablo 6), anemik olan ve olmayan hastalar arasında tümör grade’i yönünden<br />
istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).
Tablo 6. Anemik ve anemik olmayan hastaların tümör grade yönünden karşılaştırılması<br />
Grade<br />
Hb0.05, Ki-Kare testi ile hesaplanmıştır.<br />
İntraoperatif asit varlığının anemik ve anemik olmayan hastalara göre dağılımı<br />
incelendiğinde (Tablo 7), anemik olan ve olmayan hastalar arasında intraoperatif asit<br />
yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 7. Anemik ve anemik olmayan hastaların intraoperatif asit varlığı yönünden<br />
karşılaştırılması<br />
Asit<br />
Hb0.05, Ki-Kare testi ile hesaplanmıştır.<br />
Operasyon sonrası rezidü tümör çapının anemik ve anemik olmayan hastalara göre<br />
dağılımı incelendiğinde (Tablo 8), anemik olan ve olmayan hastalar arasında operasyon<br />
sonrası rezidü tümör çapı yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 8. Anemik ve anemik olmayan hastaların operasyon sonrası rezidü tümör çapı<br />
yönünden karşılaştırılması<br />
Rezidü çapı<br />
Hb
Anemik hastalarda ortalama MDD’nin evrelere göre dağılımı incelendiğinde (Tablo<br />
9), anemik hastalardaki evreler arasında MDD yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark<br />
saptandı (p=0.047). Bu farklılığın hangi evreler arasında olduğu Mann-Whitney U Testi ile<br />
değerlendirildi. Evre I’deki MDD’nin Evre III’deki MDD’den anlamlı olarak daha fazla<br />
olduğu saptandı (p=0.005). Evre I ve II, I ve IV, II ve III, II ve IV, III ve IV arasında ise<br />
istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 9. Anemik hasta grubunda evrelerin MDD yönünden karşılaştırılması<br />
Evre<br />
Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />
Anemik olmayan hastalarda ortalama MDD’nin evrelere göre dağılımı incelendiğinde<br />
(Tablo 10), anemik olmayan hastalardaki evreler arasında MDD yönünden istatiksel olarak<br />
anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 10. Anemik olmayan hasta grubunda evrelerin MDD yönünden karşılaştırılması<br />
Evre<br />
MDD<br />
n=27 Ortalama ± SE p<br />
I 5 55.3 ± 2.1<br />
II 4 37.4 ± 7.1<br />
III 13 34.7 ± 2.8<br />
IV 5 42 ± 6.9<br />
MDD<br />
n=20 Ortalama ± SE p<br />
I 7 40.9 ± 6.3<br />
II 3 35 ± 3.7<br />
III 7 42.6 ± 4.2<br />
IV 3 34.7 ± 4<br />
Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />
37<br />
0.047<br />
>0.05<br />
Evre I anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />
olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Evre II anemik ve anemik olmayan hastalar arasında<br />
MDD yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Evre III anemik ve
anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı<br />
(p>0.05). Evre IV anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />
olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Anemik hastalarda ortalama MDD’nin tümör histolojisine göre dağılımı<br />
incelendiğinde (Tablo 11), anemik hastalardaki histolojik tipler arasında MDD yönünden<br />
istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 11. Anemik hasta grubunda histolojik tiplerin MDD yönünden karşılaştırılması<br />
Histoloji<br />
MDD<br />
n=27 Ortalama ± SE p<br />
Seröz 17 34.1 ± 2.4<br />
Müsinöz 5 52.4 ± 3.5<br />
Endometrioid 2 52.8 ± 1.4<br />
Brenner 2 43.7 ± 20.3<br />
Mikst 1<br />
İndifferansiye 0<br />
Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />
Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />
38<br />
>0.05<br />
Anemik olmayan hastalarda MDD’nin tümör histolojisine göre dağılımı<br />
incelendiğinde (Tablo 12), anemik olmayan hastalardaki histolojik tipler arasında MDD<br />
yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 12. Anemik olmayan hasta grubunda histolojik tiplerin MDD yönünden<br />
karşılaştırılması<br />
Histoloji<br />
MDD<br />
n=20 Ortalama ± SE p<br />
Seröz 9 41.1 ± 4.8<br />
Müsinöz 2 44.4 ± 3<br />
Endometrioid 4 32.5 ± 1.4<br />
Brenner 2 34.3 ± 5.9<br />
Mikst 2 7 ± 16.8<br />
İndifferansiye 1<br />
>0.05
Seröz tip tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalarda MDD yönünden<br />
istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Müsinöz tip tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />
yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Endometrioid tip tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />
yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Brenner tipinde tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />
yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Mikst tip tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden<br />
istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Anemik hastalarda MDD’nin tümör grade’ine göre dağılımı incelendiğinde (Tablo<br />
13), anemik hastalardaki grade’ler arasında MDD yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark<br />
saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 13. Anemik hasta grubunda tümör grade’lerinin MDD yönünden karşılaştırılması<br />
Grade<br />
MDD<br />
n=27 Ortalama ± SE p<br />
1 7 39.3 ± 4.9<br />
2 10 42.3 ± 4.3<br />
3 10 40.9 ± 4.4<br />
Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />
39<br />
>0.05<br />
Anemik olmayan hastalarda MDD’nin tümör grade’ine göre dağılımı incelendiğinde<br />
(Tablo 14), anemik olmayan hastalardaki grade’ler arasında MDD yönünden istatiksel olarak<br />
anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).
Tablo 14. Anemik olmayan hasta grubunda tümör grade’lerinin MDD yönünden<br />
karşılaştırılması<br />
Grade<br />
MDD<br />
n=20 Ortalama ± SE p<br />
1 5 37.6 ± 6.6<br />
2 10 41.1 ± 4.2<br />
3 5 39 ± 3.7<br />
Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />
40<br />
>0.05<br />
Grade 1 anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />
olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Grade 2 anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />
olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Grade 3 anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />
olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Anemik hastalarda MDD’nin intraoperatif asit varlığına göre dağılımı incelendiğinde<br />
(Tablo 15), anemik hastalarda intraoperatif asit varlığı ile yokluğu arasında MDD yönünden<br />
istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 15. Anemik hasta grubunda intraoperatif asit varlığı ve yokluğunun MDD<br />
yönünden karşılaştırılması<br />
Asit<br />
MDD<br />
n=27 Ortalama ± SE p<br />
Yok 14 35.5 ± 3.1<br />
Var 13 45.4 ± 3.6<br />
Mann-Whitney U Testi ile hesaplanmıştır.<br />
>0.05<br />
Anemik olmayan hastalarda MDD’nin intraoperatif asit varlığına göre dağılımı<br />
incelendiğinde (Tablo 16), anemik olmayan hastalarda intraoperatif asit varlığı ile yokluğu<br />
arasında MDD yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).
Tablo 16. Anemik olmayan hasta grubunda intraoperatif asit varlığı ve yokluğunun<br />
MDD yönünden karşılaştırılması<br />
Asit<br />
MDD<br />
n=20 Ortalama ± SE p<br />
Yok 10 40.8 ± 4.5<br />
Var 10 38.5 ± 3.2<br />
Mann-Whitney U Testi ile hesaplanmıştır.<br />
41<br />
>0.05<br />
İntraoperatif asiti olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden<br />
istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
İntraoperatif asiti olmayan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />
yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Anemik hastalarda MDD’nin operasyon sonrası kalan rezidü tümör çapına göre<br />
dağılımı incelendiğinde (Tablo 17), anemik hastalarda rezidü tümör çapları arasında MDD<br />
yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Tablo 17. Anemik hasta grubunda rezidü tümör çapının MDD yönünden<br />
karşılaştırılması<br />
Rezidü çapı<br />
MDD<br />
n=27 Ortalama ± SE p<br />
Yok 14 43.1 ± 3.1<br />
0.05<br />
Anemik olmayan hastalarda MDD’nin operasyon sonrası kalan rezidü tümör çapına<br />
göre dağılımı incelendiğinde (Tablo 18), anemik olmayan hastalarda rezidü tümör çapları<br />
arasında MDD yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).
Tablo 18. Anemik olmayan hasta grubunda rezidü tümör çapının MDD yönünden<br />
karşılaştırılması<br />
Rezidü çapı<br />
MDD<br />
n=20 Ortalama ± SE P<br />
Yok 12 39.6 ± 3.8<br />
0.05<br />
Rezidü tümör kalmayan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden<br />
istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Rezidü tümör çapı < 2 cm olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />
yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Rezidü tümör çapı ≥ 2 cm olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />
yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />
Gauss eğrisi yapılarak tüm çalışma grubunun ortalama Hb değeri 11,6 gr/dl olarak<br />
bulundu. Bu değere dayalı olarak istatistiki değerlendirme yapıldığında da sadece Hb değeri<br />
ile evre arasında anlamlı bir ters ilişki var iken, diğer parametreler ile Hb değeri arasında<br />
anlamlı bir ilişki saptanmadı ve 11,6 gr/dl Hb değerinin prognozla olan ilişkisi de<br />
gözlemlenmedi.<br />
MDD değeri (medyan) 36 olarak alınıp hastaların Kaplan-Meier metoduyla yapılan<br />
toplam sağkalım analizlerine göre dağılımı incelendiğinde, istatiksel olarak anlamlı çıkmasa<br />
da MDD arttıkça hastaların toplam sağkalımının azaldığı görülmektedir (Şekil 1).<br />
Anemik ve anemik olmayan hastaların Kaplan–Meier metoduyla yapılan toplam<br />
sağkalım analizlerine göre dağılımı incelendiğinde, istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı<br />
(Şekil 2)<br />
Resim 1-6’da farklı histolojik tiplerdeki epitelyal over kanserlerine ait patoloji kesitleri<br />
ile müsinöz kistadenokarsinomda mikrodamar yoğunluğu farklı 3 ayrı patolojik kesit<br />
gösterilmiştir.
Toplam sağkalım<br />
Cum Survival<br />
1,2<br />
1,0<br />
,8<br />
,6<br />
,4<br />
,2<br />
0,0<br />
Survival Functions<br />
0<br />
10<br />
20<br />
30<br />
40<br />
Son kontakt Kontakt(AY) (ay)<br />
50<br />
60<br />
ortalama Ortalama damarsayisi<br />
MDD<br />
- - - - - 1MDD<br />
< 36<br />
1-censored<br />
MDD ≥ 36<br />
0<br />
43<br />
0-censored<br />
Şekil 1. Ortalama mikrodamar dansitesi yönünden toplam sağkalım analizi.<br />
Toplam Cum Survival sağkalım<br />
1,2<br />
1,0<br />
,8<br />
,6<br />
,4<br />
,2<br />
Survival Functions<br />
0<br />
10<br />
Sağkalım analizi<br />
Sağkalım analizi<br />
20<br />
30<br />
40<br />
50<br />
Son kontakt (ay)<br />
Son Kontakt(AY)<br />
Şekil 2. Anemik ve anemik olmayan hastaların toplam sağkalım analizi<br />
60<br />
Hb>=12<br />
- - - - - < Hb12 gr/dl<br />
1<br />
≥ Hb12 gr/dl<br />
1-censored<br />
0<br />
0-censored
Resim 1. Endometrioid tip adenokarsinom. Yüksek kolumnar epitelle çevrili tubuler<br />
yapılar yapan tümöral oluşum (H+E, X10)<br />
Resim 2. Seröz papiller kistadenokarsinom. Papiller yapılar yapmış atipik epitelyal<br />
hücrelerden oluşan, fokal alanlarda psammom cisimcikleri bulunduran tümöral oluşum<br />
(H+E, X100)<br />
44
Resim 3. Müsinöz kistadenokarsinom. Müsinöz epitelle çevrili irili ufaklı adenoid<br />
yapılar yapmış tümöral oluşum (H+E, X100)<br />
Resim 4. Müsinöz kistadenokarsinomda damardan fakir bir alan (CD34, X100)<br />
45
Resim 5. Müsinöz adenokarsinom; Damar sayısı orta yoğunlukta tümöral alan (CD34,<br />
X100)<br />
Resim 6. Müsinöz adenokarsinom; Vaskülarizasyonu yüksek bir alan (CD34, X100)<br />
46
TARTIŞMA<br />
Cerrahi ve KT alanında meydana gelen tüm gelişmelere rağmen, jinekolojik kanserler<br />
içinde en sık ölüm nedeni olan over kanseri onkolojide çok önemli bir yere sahiptir (79).<br />
Bilinen prognostik faktörler arasında tedaviye olan cevabı önceden bildirebilecek<br />
olanları tespit etmek, her hasta için tedaviyi yönlendirmede yol gösterici olabilir (14). Anemi,<br />
kanser hastalarının yaşamını etkileyen genel bir bulgudur (81). Kanser hastalarındaki<br />
aneminin gelişiminde hemoliz, eritropoezisin baskılanması ve eritroid projenitör hücrelerin<br />
eritropoetine yetersiz yanıtı sonucu gelişmekle birlikte, tümörden salgılanan sitokinler de<br />
önemli rol oynamaktadır. Ayrıca anemi, biyolojik olarak agresif tümör hücre klonlarının<br />
varlığını da düşündürmektedir (79,82).<br />
EOC’li hastalarda KT öncesi serum Hb’sinin prognostik değeri birçok araştırmacının<br />
ilgi odağı olmuştur. Yapılan çalışmalarda KT öncesi ölçülen Hb değerlerinin hastanın<br />
sağkalımı üzerine etkisi incelenmiş ve aneminin prognostik öneminden bahsedilmiştir (79,83-<br />
85).<br />
Yaptığımız çalışmada EOC’li hastaların evresi ile Hb arasında Spearman korelasyon<br />
analizine göre ters yönde anlamlı ilişki saptadık (R= -0.30, p=0,038). EOC’lerin en önemli<br />
prognostik faktörlerinden biri olan evrenin, Hb düzeyi ile arasındaki bu ters orantı diğer<br />
çalışmalarda da benzer şekilde bulunmuştur (79,83). Diğer taraftan bizim çalışmamızda<br />
yapılan tek varyans analizinde Hb düzeyinin prognostik faktör olarak anlam taşımadığını<br />
saptadık. Hastalarımızı anemik (Hb
Çalışmamızda anemik ve anemik olmayan hastalar arasında evre dışında histolojik tip,<br />
grade, intraoperatif asit varlığı ve operasyon sonrası kalan rezidü tümör miktarları açısından<br />
fark olup olmadığını da inceledik. Anemik ve anemik olmayan hastalar arasında bu<br />
parametreler açısından da fark olmadığını saptadık.<br />
Çalışmamızda anemik ve anemik olmayan hastalarda, tüm sağkalım analizlerine<br />
bakıldığında anemik olan hasta grubu ile anemik olmayan hasta grubu arasında, tüm sağkalım<br />
bakımından istatiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Bu bulgu Hb’nin EOC’li hastalarda<br />
prognostik bir faktör olmadığını göstermektedir. Ancak bu bulgu hastaların poliklinik<br />
takiplerine düzenli gelmediklerinden veya vaka sayısının kısıtlı olmasından kaynaklanıyor<br />
olabilir.<br />
Çeşitli solid tümörlerde major prognostik faktörlerden birinin de anemi olduğu<br />
bildirilmektedir. Deneysel ve klinik olarak yapılan birçok araştırmada aneminin, hafif dahi<br />
olsa, tümör oksijenizasyonunu azalttığı gösterilmiştir. Hipoksinin başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere<br />
diğer proanjiogenetik sitokinlerin salınımı için majör bir uyarıcı olduğunu yapılan<br />
çalışmalarda Hb düzeyi azaldıkça, serum <strong>VE</strong>GF düzeyinin arttığı ve buna bağlı olarak<br />
AG’nin muhtemelen yüksek olduğu iddia edilmektedir (6-9).<br />
Dunst ve ark’nın (6) yaptığı, anemisi olan kanser hastaları ile sadece Hb düzeyleri<br />
düşük olan kontrol grubuyla karşılaştırdıkları çalışmada serum <strong>VE</strong>GF düzeylerini<br />
ölçmüşlerdir. Malignitesi olan hastalarda daha yüksek <strong>VE</strong>GF düzeyleri saptamışlar ve<br />
aneminin AG’nin gelişiminden sorumlu olabileceğini belirtmişlerdir.<br />
Obermair ve ark. (84) 553 EOC’li hastayı içeren retrospektif çalışmada Hb’nin<br />
prognostik değerini incelemişlerdir. Araştırmacılar çalışmalarında Hb seviyelerini cerrahi<br />
öncesi değerlendirmiş ve bizim çalışmamızda olduğu gibi Hb< 12 gr/dl olan hastaları anemik<br />
olarak kabul etmişlerdir. Çok değişkenli Cox modelinde Evre I-II hastalarda tedavi öncesi Hb<br />
seviyesinin bağımsız bir prognostik faktör olduğunu, ancak Evre III-IV hastalarda bunun<br />
geçerli olmadığını saptamışlardır. Obermair ve ark’nın (84) çalışmasında Evre I ve II<br />
olguların sayısı 203 iken, Hb12 gr/dl olan hastalarda tüm sağkalım süresinin anlamlı olarak daha fazla<br />
olduğunu saptamışlardır.<br />
48
Obermair ve ark. (79) EOC’li 206 hastada yaptıkları diğer bir retrospektif çalışmada,<br />
tedavi öncesi Hb seviyesinin, tüm sağkalım ile arasındaki ilişkiyi incelemişlerdir. Rezidüel<br />
tümörü olan hastalardaki Hb seviyelerinin, rezidü tümör kalmayan hastalardaki Hb<br />
seviyelerinden anlamlı olarak daha düşük olduğunu saptamışlardır. Ayrıca istatistiksel olarak<br />
anlamlı olmasa da, ileri evrelerde Hb seviyesinin daha düşük olduğunu bildirmişlerdir.<br />
Toplam sağkalımın Hb12 gr/dl olan hastalarda ise<br />
%52.3 olduğunu saptamışlardır (p=0.008). Hb
artmış metastatik potansiyel, artmış hücre büyümesi, terapi rezistansı ve azalmış apopitotik<br />
potansiyel gelişebileceği bildirilmiştir (54,55,86).<br />
Deneysel ve klinik olarak yapılan birçok araştırmada aneminin, hafif dahi olsa, tümör<br />
oksijenizasyonunu azalttığı gösterilmiştir. Hipoksi, başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere diğer<br />
proanjiogenetik sitokinlerin salınımı için major bir uyarıdır. Bu bulgulardan yola çıkılarak<br />
yapılan çalışmalarda hemoglobin düzeyi azaldıkça, serum <strong>VE</strong>GF düzeyinin arttığı ve buna<br />
bağlı olarak AG’nin muhtemelen yüksek olduğu iddia edilmektedir (6-9).<br />
Over kanserindeki yüksek ölüm oranı, semptomlarının belirgin olmaması nedeniyle<br />
tanının geç dönemde konulmasına ve pelvis dışına yayılan metastatik hastalığın varlığına<br />
bağlıdır. Hastaların büyük çoğunluğunda ilk tanı esnasında bile hastalık pelvis dışına ya da<br />
retroperitoneal lenf nodlarına metastaz yapmıştır. Bu nedenle tümör büyümesi ve metastaz<br />
yapmasında rol oynayan mekanizmalar oldukça önem taşımaktadır. Bu mekanizmaların en<br />
önemlilerinden biri olan AG’nin tümör büyümesi, ilerlemesi ve metastazı için gerekli olduğu<br />
düşünülmektedir (87,88).<br />
Dunst ve ark. (8) yaptıkları çalışmada Hb seviyesi ile serum <strong>VE</strong>GF seviyeleri<br />
arasındaki ilişkiyi araştırmışlardır. Tedavi almamış ve metastazı olmayan jinekolojik, akciğer<br />
ve prostat kanseri olan hastalarda yaptıkları bu çalışmada, Hb düzeyi 13 g/dl'den düşük olan<br />
26 hasta ile, Hb düzeyi 13 g/dl'den yüksek olan 28 hastanın serum <strong>VE</strong>GF seviyelerini<br />
karşılaştırdıklarında, Hb
akımından önemlidir. Bu araştırmacılar yaptıkları çalışmada meme kanserinde invazyon ve<br />
metastatik potansiyel ile tümör AG’si arasındaki pozitif korelesyonu direkt olarak MDD ile<br />
değerlendirmişlerdir. En çok vasküler alandan aldıkları tümöral dokuyu F VIII’e bağımlı<br />
antijen ile immünhistokimyasal olarak boyamış ve mikrodamar saymışlardır. Sonuç olarak<br />
MDD’si fazla olan tümörü yüksek anjiogenik aktiviteye sahip olarak tanımlamışlardır.<br />
Biz de çalışmamızda anemik ve anemik olmayan hastalarda, MDD ile evre, histolojik<br />
tip, grade, intraoperatif asit varlığı ve operasyon sonrası kalan rezidü tümör miktarları<br />
arasında ilişki olup olmadığını araştırdık. MDD ile evre arasındaki ilişki incelendiğinde,<br />
sadece anemik hastalarda evre ile MDD arasında ilişki olduğunu ve MDD’nin Evre I’de, Evre<br />
II-III-IV’e göre istatiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla olduğunu saptadık (p=0.047).<br />
Fakat bu ilişkiyi anemik olmayan hastalardaki evreler arasında ve aynı evredeki anemik olan<br />
ve olmayan hastalar arasında saptamadık. Ayrıca çalışmamızda MDD ile histolojik tip, grade,<br />
intraoperatif asit varlığı ve operasyon sonrası kalan rezidü tümör miktarları arasında da ilişki<br />
olmadığını, anemik ve anemik olmayan hastalarda bu parametreler bakımından fark<br />
olmadığını saptadık.<br />
Çalışmamız sonucunda medyan MDD ile sağkalım arasındaki ilişki Kaplan Meier<br />
Sağkalım Analizi ile değerlendirildiğinde MDD ile sağkalım arasında istatistiksel olarak<br />
anlamlı ilişki saptanmamıştır. Bu sonuç MDD’nin EOC’de prognostik faktör olarak<br />
kullanılamayacağını göstermektedir.<br />
Yapılan çalışmalarda AG ile prognostik faktörler arasındaki ilişki farklı biyokimyasal<br />
belirteçler ile değerlendirilmiş ve farklı sonuçlar alınmıştır. Bazı çalışmalarda MDD’nin<br />
sağkalıma önemli etkisi olduğu bildirilirken (77,90,91), bazı çalışmalarda böyle bir etkinin<br />
olmadığı bildirilmiştir (73,74,92). Bu farklı sonuçların nedenleri henüz tam olarak<br />
açıklanamamıştır. İlginç olarak, MDD’nin bazen benign tümörlerde malign tümörlere göre<br />
daha yüksek çıkabildiği ve MDD sayısının bir malignite kriteri olmadığı bildirilmiştir (93).<br />
Benzer şekilde bizim çalışmamızda erken evre tümörlerde MDD sayısı yüksek çıkmıştır.<br />
Ayrıca Evre I’deki hastalarımızda saptamış olduğumuz MDD yüksekliği ve anemi varlığı<br />
arasındaki ilişki AG stimülasyonunu düşündürebilir.<br />
İleri evre EOC’de MDD’yi prognostik faktör olarak ilk kez van Diest ve ark. (74)<br />
değerlendirmişlerdir. Bu çalışmaya alınan vakalar, tüm evreleri dahil ettiğimiz çalışmamızdan<br />
farklı olarak, Evre III-IV EOC olup “debulking cerrahi” ve cisplatin kemoterapisi ile tedavi<br />
edilmişlerdir. Vakaların patoloji kesitleri, MDD incelemesi için Faktör VIII antijeni ile<br />
histokimyasal olarak boyanmış ve mikrodamarlar standart protokollere göre sayılmıştır.<br />
51
İnceleme sonucunda MDD ile evre, grade arasında herhangi bir ilişki saptanmamıştır. van<br />
Diest ve ark. (74) MDD’nin yüksek olduğu hastalarda toplam sağ kalımın daha kısa<br />
olduğunu, ancak bunun istatistiksel olarak anlamlı olmadığını tespit etmişlerdir. Ayrıca<br />
multivaryant survi analizinde, MDD’nin diğer prognostik faktörlere ek bir değer katmadığını<br />
saptamışlardır. Daha yüksek MDD’de sağkalımın daha kötü olmasına rağmen, uygun bir<br />
şekilde “debulking” yapılan ileri evre EOC’li hastalarda vaskülarizasyonun prognoza önemli<br />
bir etkisi olmadığını tespit etmişlerdir. Biz de çalışmamızda van Diest ve ark. (74) ile uyumlu<br />
olarak MDD değerleri ile prognoz arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki saptamadık.<br />
Nakanishi ve ark. (73) EOC’li hastalar üzerinde yaptıkları çalışma sonucunda evre ne<br />
olursa olsun AG’nin aynı derecede stimüle olduğunu ve MDD’nin EOC’de prognostik<br />
değerinin olmadığını bildirmişlerdir. Biz de çalışmamız sonucunda MDD’nin prognostik<br />
değerinin olmadığını saptadık. Ancak biz çalışmamızda Nakanishi ve ark.’nın (73)<br />
sonuçlarından farklı olarak Evre I anemik hastalarda MDD’nin Evre II-III-IV anemik<br />
hastalardan daha fazla olduğunu saptadık. Bu farklılığın nedeni çalışmamızda MDD’yi<br />
anemik ve anemik olmayan hastalarda ayrı olarak değerlendirmiş olmamız olabilir. Nakanishi<br />
ve ark. (73) böyle bir ayırım yapmadan MDD’yi değerlendirmişlerdir.<br />
Obermair ve ark. (92) EOC’li 63 hastada MDD ile tüm sağkalım arasındaki ilişkiyi<br />
değerlendirdikleri çalışmalarında immunhistokimyasal boyama için, bizim çalışmamız ile<br />
benzer şekilde, CD34’ ü kullanmış ve X200 büyütmede, 0.25 mm 2 ’deki mikrodamar sayısını<br />
saptamışlardır. 5 yıllık sağ kalım oranını MDD10 olan<br />
hastalarda ise % 23.6 olarak saptamışlardır (p=0.038). Tek değişken analizinde MDD’nin<br />
sağkalım üzerine anlamlı etkisini saptamışlar, ancak çoklu değişken analizinde MDD’nin<br />
prognostik değerinin olmadığını tespit etmişlerdir. Sonuçta, bizim çalışmamız ile korele<br />
olarak, MDD’nin EOC hastalarında sağkalım için yararlı bir prognostik faktör olmadığını<br />
bildirmişlerdir.<br />
Heimburg ve ark. (77) yaptıkları çalışmada, MDD ile hastalıksız sağkalım arasındaki<br />
ilişkiyi, cerrahi uygulanmış 38 over kanserli hastada incelemişlerdir. Çalışmalarında, bizim<br />
çalışmamızdaki gibi, immünhistokimyasal belirteç olarak CD34 kullanmış ve mikrodamarları<br />
yeniden damarlanmanın en aktif olduğu alanlarda X200 ve X400 büyütmede saymışlardır.<br />
Ayrıca AG’nin, sağkalımla ilişkisini de incelemişlerdir. Araştırmacılar MDD ile histolojik tip,<br />
grade ve evre arasında ilişki saptamamışlardır. X200 büyütmede damar sayısı 40’dan fazla<br />
olan hastalarda veya X400 büyütmede damar sayısı 20’den fazla olan hastalarda tüm<br />
sağkalımın anlamlı olarak daha düşük olduğunu tespit etmişlerdir (sırasıyla p=0.022,<br />
52
p=0.029). Araştırmacılar sonuç olarak CD34’ün tümör AG’sini saptamada kullanışlı bir<br />
belirteç olduğunu ve over kanserinde prognostik bir önemi olabileceğini bildirmişlerdir. Bizde<br />
çalışmamızda, Heimburg ve ark. (77) ile uyumlu olarak MDD ile histolojik tip ve grade<br />
arasında anlamlı ilişki saptamadık. Ancak biz çalışmamızda Heimburg ve ark.’nın sağkalım<br />
ve MDD arasında saptadığı anlamlı ilişkiyi saptamadık.<br />
İleri evre EOC’li (Evre III-IV) 43 hastada AG, Hollingswort ve ark. (91) tarafından<br />
CD34 immunhistokimyasal boyama ile incelenmiştir. Çalışmada MDD ve evrenin tüm ve<br />
hastalıksız sağkalım ile ilişkili olduğu saptanmıştır. X400 büyütmede 16’dan, X200<br />
büyütmede ise 45’den daha az mikrodamar sayısı olmasının sağkalımı arttırdığını<br />
bildirmişler, yüksek evre ve MDD’nin tüm sağkalım üzerine olumsuz etkisi olduğunu<br />
göstermişlerdir. Araştırmacılar çalışmaları sonucunda tüm sağkalım için en iyi prognostik<br />
faktörün hastalığın evresi olduğunu, bununla birlikte hastalıksız sağkalım için en iyi<br />
prediktörün ise X400 büyütmede ortalama MDD olduğunu belirtmişlerdir. Bu sonuçlara<br />
dayanarak MDD analizinin ileri evre EOC’li hastalarda prognostik faktör olabileceğini<br />
bildirmişlerdir. Bu sonuç bizim çalışmamızın sonucu ile uyuşmamaktadır. Bu farklılığın<br />
nedeni bizim çalışmamızda sadece X200 büyütmede MDD’yi değerlendirmiş olmamız<br />
olabilir.<br />
Schoell ve ark. (90) ise tümör AG’sinin over kanserinde prognostik önemi olup<br />
olmadığını incelemek için yaptıkları çalışmada MDD’yi değerlendirmek için endotelyal alan<br />
ölçümünü kullanmışlardır. Çalışmalarının sonucunda tümör AG’sinin over kanserli hastalarda<br />
prognostik bir faktör olabileceğini ve MDD’yi saptamada endotelyal alan ölçümünün klinik<br />
olarak yararlı olabileceğini bildirmişlerdir.<br />
Orre ve ark. (93) MDD değerlerini benign, borderline ve malign over tümörlerinde<br />
CD31, CD34 ve F-VIII immunhistokimyasal boyama kullanarak 3 farklı şekilde<br />
değerlendirmişlerdir. CD 31 ve CD 34 immunohistokimyasal boyama ile müsinöz tümörlerde<br />
MDD’nin seröz ve benign tümörlere göre daha fazla olduğunu saptamışlardır. Ayrıca bu<br />
boyama erken evre müsinöz tümörlerde MDD’nin, erken ve ileri evre seröz tümörlere göre<br />
daha yüksek olduğunu göstermişlerdir. Borderline, malign müsinöz ve seröz tümörlerde F-<br />
VIII antijeni ile immunboyama sonucunda MDD’nin CD 31 ve CD34’e göre daha düşük<br />
olduğunu tespit etmişlerdir. Araştırmacılar sonuç olarak benign ve malign tümörler arasında<br />
MDD açısından fark olmadığını anjiogenezisin malign transformasyondan ziyade tümör<br />
büyümesi için önemli olduğunu bildirmişlerdir.<br />
53
Gadducci ve ark. (94) primer over kanserli doku örneklerinde MDD’yi<br />
değerlendirerek bunun genel klinikopatolojik değişkenler, hastaların KT’ye cevabı ve<br />
prognozları ile olan ilişkisini incelemişlerdir. Çalışmada tüm evrelerden toplam 64 hastanın<br />
patoloji örnekleri CD34 ile immunhistokimyasal olarak boyanarak MDD değerlendirilmiştir.<br />
Araştırmacılar MDD için medyan değeri 40 olarak saptamış ve MDD ile yaş, evre, histolojik<br />
tip, grade ve rezidüel tümör miktarı arasında anlamlı bir ilişki olmadığını bildirmişlerdir. İleri<br />
evrelerde, MDD’si yüksek olan hastaların KT’ye tam cevaplarının MDD’si düşük olan<br />
hastalardan daha fazla olduğunu saptamış (p=0.0068) ve MDD’nin progresyonsuz sağkalım<br />
ve tüm sağkalım için tek bağımsız prognostik değişken olduğunu (sırasıyla p=0.0112 ve<br />
p=0.0296) bildirmişlerdir. Bizde çalışmamızda, bu çalışma ile korele olarak MDD ile evre,<br />
histolojik tip, grade ve rezidüel tümör miktarı arasında anlamlı bir ilişki saptamadık. Ancak<br />
biz çalışmamız sonucunda MDD’nin sağkalım üzerine etkisini saptamadık.<br />
Wang ve ark. (95) benign, borderline ve malign EOC’de tümör AG’sini ve bunun over<br />
kanserinin patogenezi ile ilişkisini incelemişlerdir. Çalışmalarında MDD’yi 66 vakada (11<br />
benign, 10 borderline, 45 malign) F-VIII antijeni ile değerlendirmişlerdir. MDD’nin malign<br />
tümörlerde, benign ve borderline tümörlere göre anlamlı olarak fazla olduğunu saptamışlardır<br />
(p
yıl, MDD yüksek saptanan hastalarda ise 2.7 yıl olarak bildirmişlerdir (p=0.03). Hem ileri<br />
(III-IV) hem de erken (I-II) evre hastalıkta, 5 yıllık sağ kalımın MDD’si düşük olan hastalarda<br />
daha iyi olduğunu saptamışlardır. Araştırmacılar çalışmalarının sonucunda AG derecesinin<br />
EOC’li, özellikle erken evre hastalarda, prognostik önemi olduğunu ve bu grup hastalardan<br />
agresif adjuvan KT’den fayda görebilecek ve rekürrens riski yüksek hastaları belirlemede<br />
faydalı olabileceğini bildirmişlerdir.<br />
Nakanishi ve ark. (73) EOC’li hastalarda, anjiogenik faktörlerin (<strong>VE</strong>GF ve TGF-β)<br />
tümör AG’si ile sürvi arasındaki ilişkiyi ve ayrıca MDD ile klinikopatolojik faktörler<br />
arasındaki bağlantıyı araştırdıkları çalışmada, F-VIII antijeni kullanmışlar ve MDD’nin<br />
histolojik tipler arasında farklılık gösterdiğini, ancak evreler arasında bu farklılığın olmadığını<br />
saptamışlardır. Araştırmacılar, ayrıca <strong>VE</strong>GF ve TGF-β ekspresyonunun AG’nin başlamasıyla<br />
bağlantılı olduğunu ve TGF-β ekspresyonunu EOC’li hastalarda prognostik faktör olarak<br />
kullanılabileceğini belirtmişlerdir. Ayrıca tümörün büyümesinde AG’nin önemli olduğunu,<br />
ancak EOC’deki tümör progresyonunda başka faktörlerin de önemli rol oynayabileceğini<br />
belirtmişlerdir.<br />
Abulafia ve ark. (97) Evre I invaziv ve düşük malign potansiyelli EOC’li hastalarda<br />
AG’yi değerlendirmişlerdir. Çalışmalarında 15 tanesi primer Evre I invaziv ve 34 tanesi<br />
düşük malign potensiyelli Evre I olan, toplam 49 hastanın patoloji örnekleri F-VIII ile<br />
immunhistokimyasal olarak boyanmıştır. Evre I invaziv EOC’li olan hastalarda MDD’nin,<br />
düşük malign potansiyelli Evre I hastalarda saptanan MDD’den anlamlı olarak daha fazla<br />
olduğunu saptamışlardır (p
kanserinde MDD’nin bağımsız bir prognostik faktör olduğu ve ek olarak MDD’si fazla olan<br />
clear cell adenokarsinomda prognozun daha iyi olduğu saptanmıştır. Ayrıca AG’nin klinik ve<br />
patolojik rolünün, histolojik tip göz önüne alınarak analiz edilmesi gerektiğini bildirmişlerdir.<br />
Gasparini ve ark. (99) MDD’nin tüm sağkalım ve platin tabanlı KT’ye cevap için<br />
prognostik bir faktör olup olamayacağını saptamak amacıyla, intratümöral MDD ile<br />
klinikopatolojik belirteçler arasındaki ilişkiyi değerlendirmişlerdir. Over kanserli 112 hastanın<br />
patoloji materyallerini immunhistokimyasal olarak CD31 ile değerlendirmişlerdir.<br />
İntratümoral MDD’yi müsinöz tip karsinomlarda diğer histolojik tiplere göre anlamlı olarak<br />
daha yüksek saptamışlardır. Tek değişkenli analizde, Evre III ve IV karsinomu olan hastalarda<br />
intratümöral MDD, yaş ve performans durumu ile KT’ye cevap olasılığı arasında anlamlı<br />
ilişki bulmuşlardır. Bununla birlikte, çoklu değişken analizde sadece intratümöral MDD ve<br />
performans durumu arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Bu bulgu AG’nin KT’ye cevabı<br />
göstermede prognostik bir belirteç olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir. Yine tek<br />
değişken analizinde, Evre III-IV hastalarda intratümöral MDD, yaş, performans durumu,<br />
postoperatif rezidüel tümör miktarı, histolojik tip ve KT’ye cevabın tüm sagkalım için anlamlı<br />
prognostik belirteçler olduğunu, çoklu değişken analizde ise sadece histojik tip, performans<br />
durumu ve postoperatif rezidüel tümör miktarının anlamını koruduğunu saptamışlardır.<br />
Bizim yaptığımız bu retrospektif çalışmada, operasyon öncesi Hb seviyesi ile patoloji<br />
materyallerinde tespit edilen MDD arasındaki korelasyonu inceleyerek, bu ilişki ile<br />
prognostik faktörler arasında korelasyon olup olmadığını araştırdık.<br />
Bildiğimiz kadarıyla operasyon öncesi Hb değerleri ile patoloji materyallerinde<br />
MDD’nin EOC’deki prognostik değerinin birlikte araştırıldığı sadece bir çalışma mevcuttur<br />
(14). Bu da, biz çalışmamıza başladıktan sonra yayınlanmıştır.<br />
Ferrero ve ark. (14) ileri evre over kanserinde, tedavi öncesi serum Hb değerlerinin<br />
prognostik ve prediktif değerlerini araştırmak için yaptıkları çalışmada, Hb ile birlikte yaş,<br />
evre, histolojik tip, grade, asit varlığı, rezidü tümör gibi klinikopatolojik değerlerin tedavi ve<br />
sağkalım üzerine etkisini, ileri evre over kanseri olan 72 hastada incelemişlerdir. Ayrıca<br />
çalışmada MDD’nin ön araştırması amacı ile endotelyal belirteç olan F-VIII, CD31 ve CD34’<br />
ü karşılaştırmak için 72 hastadan 25’nin tümör örneklerinde MDD’yi değerlendirmişlerdir.<br />
Çalışmadaki bu alt grupta, MDD ile Hb ve diğer klinikopatolojik değerler arasındaki ilişki ve<br />
MDD’nin prognostik ve prediktif değerinin ön incelemesi yapılmıştır. Araştırmacılar<br />
çalışmaları sonunda, tek değişken analizinde Hb’ nin 12 g/dl üzerinde olmasının, tüm<br />
sağkalımı anlamlı olarak arttırdığını ve çoklu değişken analizinde tek bağımsız prognostik<br />
56
faktör olduğunu saptamışlardır. Ayrıca Hb’nin doğrudan progresyonsuz sağkalımla ve<br />
tedaviye tam cevapla ilişkili olduğunu saptamışlardır. İntratümoral MDD ile tedaviye tam<br />
cevap arasındaki ilişkinin istatistiksel anlama yakın olduğu (p=0.05) ve Hb azaldıkça<br />
MDD’nin arttığını bulmuşlardır.<br />
Biz, yaptığımız çalışmada Hb ile MDD arasında Ferrero ve ark.’nın (14) saptadığı<br />
anlamlı ilişkiyi saptamadık. Ferrero ve ark. çalışmalarında yaş, evre, histolojik tip, grade ile<br />
sağ kalım arasında ilişki saptamamışlardır. Bu sonuçlar bizim çalışmamızın sonuçları ile<br />
koreledir. Ancak Ferrero ve ark.’nın gözlemlediği tedavi öncesi Hb seviyesi ile asit varlığı ve<br />
rezidü tümör arasındaki anlamlı ilişkiyi, biz çalışmamızda saptamadık. Ferrero ve ark. (14)<br />
çalışmalarında tümü ileri evre (Evre III-IV) over kanseri olan 72 hastanın sadece 25’inde<br />
MDD’ni incelemiş iken, biz çalışmamızda tüm evreleri içeren 47 hastada MDD’yi inceledik.<br />
Ayrıca Ferrero ve ark.’nın çalışmasında MDD’nin sağ kalım ile veya hastalıksız yaşam ile<br />
ilişkisinin olmadığı fakat MDD ile Hb arasında istatistiki olarak anlamlı ters ilişki olduğu ve<br />
Hb azaldıkça MDD’nin arttığı belirtilmiştir. Bizim çalışmamızda da benzer şekilde Evre III<br />
ve IV hastalar incelendiğinde, MDD’nin sağ kalım ile anlamlı bir ilişkisinin olmadığı<br />
bulunmuş fakat bu gruplarda MDD ile Hb arasında diğer yazarların bulduğu ters korelasyon<br />
bizim çalışmamızda saptanmamıştır.<br />
Abulafia ve ark. (100) EOC’li hastalarda overler ve omental metastazlardaki AG’nin<br />
prognostik bir faktör olup olmadığını incelemişlerdir. Bu amaçla tüm evrelerdeki EOC<br />
hastalarının patoloji örneklerini F-VIII antijeni ile immunhistokimyasal olarak boyamış ve<br />
saptadıkları MDD ile yaş, evre histolojik tip, operasyon öncesi CA-125 değerleri, tümör<br />
boyutu ve sağ kalım arasında ilişki olup olmadığını incelemişlerdir. Overyal tümörlerdeki<br />
MDD ile yaş, evre histolojik tip, operasyon öncesi CA-125 değerleri, tümör boyutu ve sağ<br />
kalım arasında anlamlı ilişki olmadığını, ancak omental metastazlardaki MDD’nin Evre IIIB<br />
veya Evre IIIC hastalarda operasyon öncesi CA125 değerleri (p=0.028) ve sağkalım<br />
(p=0.019) ile anlamlı olarak ilişkili olduğunu saptamışlardır. Sonuç olarak omental<br />
metastazlardaki MDD’nin ileri evre EOC’de sağkalım için bağımsız bir prognostik faktör<br />
olduğunu ve bunun operasyon öncesi CA125 değerleri ile korele olduğunu bildirmişlerdir.<br />
Nakayama ve ark.’nın (101) farklı kanser tipleri üzerindeki yaptıkları çalışmada, 41<br />
meme kanserli ve 42 EOC’li hastanın patoloji materyallerini CD34 ile değerlendirmişlerdir.<br />
Meme kanserinde MDD arttıkça prognozun kötüleştiğini, fakat aynı ilişkinin EOC’de<br />
saptanmadığını bildirmişlerdir. Bu çalışmada ayrıca MDD ile yaş, evre, histolojik tip ve grade<br />
arasındaki ilişki incelenmiştir. Grade ile MDD arasında anlamlı ilişki olduğu (p=0.038), MDD<br />
57
ile yaş, evre ve histolojik tip arasında ilişki olmadığı saptanmıştır (p>0.05). Bu sonuçlar bizim<br />
çalışmamız ile uyumlu olmakla birlikte biz çalışmamızda grade ve MDD arasında anlamlı bir<br />
ilişki saptamadık.<br />
58
SONUÇLAR<br />
EOC’li hastalarda aneminin hasta prognozuna etkisini ve AG ile olan ilişkisini<br />
incelediğimiz bu çalışmada hastaları evre, histolojik tip, grade, intraoperatif asit varlığı ve<br />
operasyon sonrası rezidü tümör bakımından ayrı ayrı değerlendirdik.<br />
Hb düzeyi ile evreler arasında istatiksel olarak bir ilişki olduğunu ve evre arttıkça Hb<br />
düzeyinin anlamlı olarak düştüğünü saptadık. (p=0.038).<br />
Hastaları anemik (Hb
yapılmış ve aneminin de korele edildiği bir çalışmada sadece ileri evredeki hastalar çalışma<br />
kapsamına alınmıştır. AG’nin tümör biyolojisindeki önemi göz önüne alınacak olursa, bizim<br />
çalışmamızın metodolojisi ve sonuçları ileride yapılacak olan daha geniş kohorttaki<br />
çalışmalara bir temel oluşturabilir.<br />
Yaptığımız bu çalışma sonucunda evre arttıkça Hb’nin azaldığını, ancak belirlenen Hb<br />
düzeyi ve MDD’nin tüm sağkalım üzerine herhangi bir etkisinin olmadığını saptadık. Bu<br />
bulgular Hb ve MDD’nin EOC’de prognostik bir faktör olarak kullanılamayacağını<br />
düşündürmektedir. Fakat EOC’de aneminin ve MDD’nin klinikopatolojik parametrelerle<br />
ilişkisinin ve bağımsız bir prognostik faktör olup olmadığının kesin olarak belirlenmesi için,<br />
bu konuda yapılacak daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.<br />
Yapılacak çalışmalarda klinik korelasyon gösteren parametreler, sadece tümörün<br />
biyolojik davranışını anlamamızı sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda nüks riski olan<br />
hastaları tanımamıza, metastaz olasılığı ile yaşam süresini tahmin etmemize ve tedaviyi<br />
kişiselleştirmemize olanak tanıyacaktır. Ayrıca bu çalışmaların gelecekte, antianjiogenik<br />
tedavi için hasta seçiminde yol göstereceğine inanmaktayız.<br />
60
ÖZET<br />
Bu çalışmanın amacı epitelyal over kanserli doku örneklerinde tümör içi mikrodamar<br />
dansitesini değerlendirmek, anemik ve non-anemik hastalarda genel klinikopatolojik<br />
parametrelerle mikrodamar dansitesinin korelasyonunu incelemektir.<br />
Ocak 1993-Haziran 2004’e kadar, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın<br />
Hastalıkları ve Doğum bölümünde cerrahi olarak tedavi edilmiş, Evre I’den IV’e kadar<br />
invaziv epitelyal over kanserli 47 hasta operasyon öncesi hemoglobin seviyeleri, evre, tümör<br />
grade, tümör histolojik tipi, operasyondaki asit varlığı ve operasyon sonrası rezidüel tümör<br />
miktarı açısından retrospektif olarak incelendi.<br />
Hastalar hemoglobin seviyelerine göre anemik olan (hemoglobin 0.05).<br />
61
Mikrodamar dansitesi açısından karşılaştırıldığında anemik ve anemik olmayan hasta<br />
grupları arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki saptanmadı.<br />
Anemik hasta grubunda, Evre I’deki mikrodamar dansitesi Evre II, III, IV’dekine göre<br />
istatiksel olarak daha yüksek olarak saptandı.<br />
Mikrodamar dansitesi ve tümör grade, histolojik tümör tipi, intraoperatif asit varlığı,<br />
operasyon sonrası rezidüel tümör miktarı gibi klinikopatolojik prognostik faktörler arasında<br />
anlamlı ilişki saptanmadı.<br />
Anemik ve anemik olmayan hastalarda mikrodamar dansitesi ile tüm sağkalım<br />
açısından anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05). Ayrıca anemik ve anemik olmayan hastalar<br />
arasında tüm sağkalım açısından anlamlı fark saptanmadı.<br />
Bu bulgular Hb ve MDD’nin EOC’de prognostik bir faktör olarak kullanılamayacağını<br />
düşündürmektedir.<br />
Anahtar kelimeler: Epitelyal over kanseri, anemi, anjiogenezis, CD34,<br />
62
MICRO<strong>VE</strong>SSEL DENSITY IN ANEMIC AND NON-ANEMIC<br />
EPITHELIAL OVARIAN CANCER AND ITS CORRELATION WITH<br />
OTHER PROGNOSTIC FACTORS<br />
SUMMARY<br />
The aim of this study was to assess intratumoral microvessel density in tissue samples<br />
of epithelial ovarian cancers and to corralate microvessel density with the common clinicopathological<br />
parameters in anemic and non-anemic patients.<br />
From January 1993 through June 2004, 47 patients with Stage I to IV invasive<br />
epithelial ovarian cancer treated initially by surgery at Trakya Universıty, Faculty of<br />
Medicine, Department of Obstetrics and Gynaecology were retrospectively evaluated for preoperative<br />
hemoglobin levels, stage, tumor grade, histological tumor type, presence of<br />
intraoperative ascites and postoperative residuel tumor volum. According to hemoglobin<br />
levels, patients were divided into two groups as anemic (hemoglobin
stage (p=0.038).<br />
No statistically significant difference was found between anemic and non-anemic<br />
patient groups with respect to stage, tumor grade, histological tumor type, intraoperative<br />
ascites and postoperative residuel tumor volume.<br />
Compared for microvessel density, no statistically significant difference was found<br />
between anemic and nonanemic patient groups. In anemic patient group, microvessel density<br />
was significantly higher in Stage I than in Stage II-III and IV (p=0.047). There was no<br />
significant correlation between microvessel density and clinico-pathological prognostic<br />
factors such as tumor grade, histological tumor type, intraoperative ascites and postoperative<br />
residuel tumor volum.<br />
No statistically significant association was found between microvessel density and<br />
overall survival in anemic and nonanemic patients. Also with respect to overall survival, no<br />
statistically significant difference was found between anemic and non-anemic patients.<br />
These findings indicates that hemoglobin and microvessel density can not be used as a<br />
prognostic factor in epithelial ovarian cancer.<br />
Key words: Epithelial ovarian cancer, anemia, angiogenesis, CD34,<br />
64
KAYNAKLAR<br />
1. Ayhan A, Başaran M. Epitelyal over kanserleri. Güner H (Editör). Jinekolojik Onkoloji’de.<br />
Ankara: Çağdaş Medikal Kitapevleri; 2002.s.198-243<br />
2. Sönmezer M. Epitelyal Over Karsinomunda Angiogenesisin Prognostik Değeri (tez).<br />
Ankara: Ankara Üniversitesi Tıp Fak; 1999.<br />
3. Brown MR, Blanchette JO, Kohn EC. Angiogenesis in ovarian cancer. Baillieres Best<br />
Pract Res Clin Obstet Gynaecol 2000; 14(6):901-18.<br />
4. Folkman J. The role of angiogenesis in tumor growth. Semin Cancer Biol 1992; 3(2):65-<br />
71.<br />
5. Bamberger ES, Perrett CW. Angiogenesis in epithelian ovarian cancer. Mol Pathol 2002;<br />
55(6):348-59.<br />
6. Dunst J, Becker A, Lautenschlager C, Markau S, Becker H, Fischer K et al. Anemia and<br />
elevated systemic levels of vascular endothelial growth factor (<strong>VE</strong>GF). Strahlenther<br />
Onkol 2002; 178(8):436-41.<br />
7. Dunst J, Kuhnt T, Strauss HG,Krause U, Pelz T, Koelbl H et al. Anemia in cervical cancers:<br />
impact on survival, patterns of relapse, and association with hypoxia and angiogenesis. Int<br />
J Radiat Oncol Biol Phys 2003; 56(3):778-87.<br />
8. Dunst J, Pigorsch S, Hansgen G, Hintner I, Lautenschlager C, Becker A. Low hemoglobin<br />
is associated with increased serum levels of vascular endothelial growth factor (<strong>VE</strong>GF) in<br />
cancer patients. Does anemia stimulate angiogenesis? Strahlenther Onkol 1999;<br />
175(3):93-96.<br />
9. Abulafia O, Triest WE, Sherer DM. Angiogenesis in malignancies of the female genital<br />
65
tract. Gynecol Oncol 1999; 72(2):220-31.<br />
10. Leek RD. The prognostic role of angiogenesis in breast cancer. Anticancer Res 2001;<br />
21(6B):4325-31.<br />
11. Weidner N. Intratumoral vascularity as a prognostic factor in cancers of the urogenital<br />
tract. Eur J Cancer 1996; 32A(14):2506-12.<br />
12. Weidner N, Semple JP, Welch WR, Folkman J. Tumor angiogenesis and metastasiscorrelation<br />
in invasive breast carcinoma. N Engl J Med 1991; 324(1):1-8.<br />
13. Srivastava A, Laidler P, Davies RP, Horgan K, Hughes LE. The prognostic significance of<br />
tumor vascularity in intermediate-thickness (0.76-4.0 mm thick) skin melanoma. A<br />
quantitative histologic study. Am J Pathol 1988; 133(2):419-23.<br />
14. Ferrero A, Zola P, Mazzola S, Fuso L, Sarotto I, Ravarino N et al. Pretreatment serum<br />
hemoglobin level and a preliminary investigation of intratumoral microvessel density in<br />
advanced ovarian cancer. Gynecol Oncol 2004; 95(2):323-29.<br />
15. Atasü T, Şahmay S. Jinekoloji (Kadın Hastalıkları). 2. baskı. İstanbul: Nobel Tıp Kitabevi,<br />
2001:349-84.<br />
16. Disaia PJ, Creasman WT (Çeviri: A.Ayhan). Klinik jinekolojik onkoloji., Ankara: Güneş<br />
Kitabevi; 2003: 289-350.<br />
17. Runnebaum IB, Stickeler E. Epidemiological and molecular aspects of ovarian cancer risk.<br />
J Cancer Res Clin Oncol 2001; 127(2):73-9.<br />
18. Frank TS, Manley SA, Olopade OI, Cummings S, Garber JE, Bernhardt B et al. Sequence<br />
analysis of BRCA1 and BRCA2: correlation of mutations with family history and ovarian<br />
cancer risk. J Clin Oncol 1998; 16(7):2417-25.<br />
19. Rubin SC, Blackwood MA, Bandera C, Behbakht K, Benjamin I, Rebbeck TR et al.<br />
BRCA1, BRCA2, and hereditary nonpolyposis colorectal cancer gene mutations in an<br />
unselected ovarian cancer population: relationship to family history and implications for<br />
genetic testing. Am J Obstet Gynecol 1998; 178(4):670-77.<br />
20. Stoppa-Lyonnet D, Laurent-Puig P, Essioux L, Pages S, Ithier G, Ligot L et al. BRCA1<br />
sequence variations in 160 individuals referred to a breast/ovarian family cancer clinic.<br />
Institut Curie Breast Cancer Group. Am J Hum Genet 1997; 60(5):1021-30.<br />
21. Whittemore AS, Gong G, Itnyre J. Prevalence and contribution of BRCA1 mutations in<br />
breast cancer and ovarian cancer: results from three U.S. population-based case-control<br />
studies of ovarian cancer. Am J Hum Genet 1997; 60(3):496-504.<br />
66
22. Ayhan A. Malign over tümörleri. Kişnişçi HA, Gökşin E, Durukan T, Üstay K, Ayhan A,<br />
Gürgan T, Önderoğlu LS (Editörler). Temel kadın hastalıkları ve doğum bilgisi’nde.<br />
Ankara: Güneş kitabevi; 1996:981-97.<br />
23. Bristow RE, Karlan BY. The risk of ovarian cancer after treatment for infertility. Curr<br />
Opin Obstet Gynecol 1996; 8(1):32-7.<br />
24. Bristow RE, Karlan BY. Ovulation induction, infertility, and ovarian cancer risk. Fertil<br />
Steril 1996; 66(4):499-507.<br />
25. Holschneider CH, Berek JS. Ovarian cancer: epidemiology, biology, and prognostic<br />
factors. Semin Surg Oncol 2000; 19(1):3-10.<br />
26. Rubin SC, Finstad CL, Wong GY, Almadrones L, Plante M, Lloyd KO. Prognostic<br />
significance of HER-2/neu expression in advanced epithelial ovarian cancer: a<br />
multivariate analysis. Am J Obstet Gynecol 1993; 168(1 Pt 1):162-69.<br />
27. Gadducci A, Cianci C, Cosio S, Carnino F, Fanucchi A, Buttitta F et al. p53 status is<br />
neither a predictive nor a prognostic variable in patients with advanced ovarian cancer<br />
treated with a paclitaxel-based regimen. Anticancer Res 2000; 20(6C):4793-99.<br />
28. Nagele F, Petru E, Medl M, Kainz C, Graf AH, Sevelda P. Preoperative CA 125: an<br />
independent prognostic factor in patients with stage I epithelial ovarian cancer. Obstet<br />
Gynecol 1995; 86(2):259-64.<br />
29. van Nagell JR, DePriest PD, Reedy MB, Gallion HH, Ueland FR, Pavlik EJ et al. The<br />
efficacy of transvaginal sonographic screening in asymptomatic women at risk for ovarian<br />
cancer. Gynecol Oncol 2000; 77(3):350-56.<br />
30. Flam F, Einhorn N, Sjovall K. Symptomatology of ovarian cancer. Eur J Obstet Gynecol<br />
Reprod Biol 1988; 27(1):53-7.<br />
31. Olson SH, Mignone L, Nakraseive C, Caputo TA, Barakat RR, Harlap S. Symptoms of<br />
ovarian cancer. Obstet Gynecol 2001; 98(2):212-17.<br />
32. Goff BA, Mandel L, Muntz HG, Melancon CH. Ovarian carcinoma diagnosis. Cancer<br />
2000; 89(10):2068-75.<br />
33. Eisenkop SM, Friedman RL, Wang HJ. Complete cytoreductive surgery is feasible and<br />
maximizes survival in patients with advanced epithelial ovarian cancer: a prospective<br />
study. Gynecol Oncol 1998; 69(2):103-8.<br />
34. Creasman WT, Gall S, Bundy BN, Beecham J, Mortel R, Homesley HD. Second-look<br />
laparotomy in the patient with minimal residual stage III ovarian cancer (a Gynecologic<br />
Oncology Group Study). Gynecol Oncol 1989; 35(3):378-82.<br />
67
35. Rubin SC, Randall TC, Armstrong KA, Chi DS, Hoskins WJ. Ten-year follow-up of<br />
ovarian cancer patients after second-look laparotomy with negative findings. Obstet<br />
Gynecol 1999; 93(1):21-4.<br />
36. Hoskins WJ, McGuire WP, Brady MF, Homesley HD, Creasman WT, Berman M et al.<br />
The effect of diameter of largest residual disease on survival after primary cytoreductive<br />
surgery in patients with suboptimal residual epithelial ovarian carcinoma. Am J Obstet<br />
Gynecol 1994; 170(4):974-79.<br />
37. Memarzadeh S, Berek JS. Advances in the management of epithelial ovarian cancer. J<br />
Reprod Med 2001; 46(7):621-29.<br />
38. Bolis G, Parazzini F, Scarfone G, Villa A, Amoroso M, Rabaiotti E et al. Paclitaxel vs<br />
epidoxorubicin plus paclitaxel as second-line therapy for platinum-refractory and -<br />
resistant ovarian cancer. Gynecol Oncol 1999; 72(1):60-4.<br />
39. Muggia FM, Braly PS, Brady MF, Sutton G, Niemann TH, Lentz SL et al. Phase III<br />
randomized study of cisplatin versus paclitaxel versus cisplatin and paclitaxel in patients<br />
with suboptimal stage III or IV ovarian cancer: a gynecologic oncology group study. J<br />
Clin Oncol 2000; 18(1):106-15.<br />
40. Machiels JP, Reilly RT, Emens LA, Ercolini AM, Lei RY, Weintraub D et al.<br />
Cyclophosphamide, doxorubicin, and paclitaxel enhance the antitumor immune response<br />
of granulocyte/macrophage-colony stimulating factor-secreting whole-cell vaccines in<br />
HER-2/neu tolerized mice. Cancer Res 2001; 61(9):3689-97.<br />
41. Friedlander ML. Prognostic factors in ovarian cancer. Semin Oncol 1998; 25(3):305-314.<br />
42. Bertelsen K, Holund B, Andersen E. Reproducibility and prognostic value of histologic<br />
type and grade in early epithelial ovarian cancer. Int J Gynecol Cancer 1993; 3(2):72-9.<br />
43. Barnhill DR, Kurman RJ, Brady MF, Omura GA, Yordan E, Given FT et al. Preliminary<br />
analysis of the behavior of stage I ovarian serous tumors of low malignant potential: a<br />
Gynecologic Oncology Group study. J Clin Oncol 1995; 13(11):2752-6.<br />
44. Heintz AP, Odicino F, Maisonneuve P, Beller U, Benedet JL, Creasman WT et al.<br />
Carcinoma of the ovary. Int J Gynaecol Obstet 2003; 83 Suppl 1:135-66.:135-66.<br />
45. Omura GA, Brady MF, Homesley HD, Yordan E, Major FJ, Buchsbaum HJ et al. Longterm<br />
follow-up and prognostic factor analysis in advanced ovarian carcinoma: the<br />
Gynecologic Oncology Group Experience. J Clin Oncol 1991; 9(7):1138-50.<br />
68
46. Chi DS, Liao JB, Leon LF, Venkatraman ES, Hensley ML, Bhaskaran D et al.<br />
Identification of prognostic factors in advanced epithelial ovarian carcinoma. Gynecol<br />
Oncol 2001; 82(3):532-7.<br />
47. Thigpen T, Brady MF, Omura GA, Creasman WT, McGuire WP, Hoskins WJ et al. Age<br />
as a prognostic factor in ovarian carcinoma. The Gynecologic Oncology Group<br />
Experience. Cancer 1993; 71(2 Suppl):606-14.<br />
48. Vergote IB, Kaern J, Abeler VM, Pettersen EO, De Vos LN, Trope CG. Analysis of<br />
prognostic factors in stage I epithelial ovarian carcinoma: importance of degree of<br />
differentiation and deoxyribonucleic acid ploidy in predicting relapse. Am J Obstet<br />
Gynecol 1993; 169(1):40-52.<br />
49. Silvestrini R, Daidone MG, Veneroni S, Benini E, Scarfone G, Zanaboni F et al. The<br />
clinical predictivity of biomarkers of stage III-IV epithelial ovarian cancer in a<br />
prospective randomized treatment protocol. Cancer 1998; 82(1):159-67.<br />
50. Lind M, Vernon C, Cruickshank D, Wilkinson P, Littlewood T, Stuart N et al. The level<br />
of haemoglobin in anaemic cancer patients correlates positively with quality of life. Br J<br />
Cancer 2002; 86(8):1243-9.<br />
51. Dicato M. Anemia in cancer: some pathophysiological aspects. Oncologist 2003; 8 Suppl<br />
1:19-21.:19-21.<br />
52. Mock V, Olsen M. Current management of fatigue and anemia in patients with cancer.<br />
Semin Oncol Nurs 2003; 19(4 Suppl 2):36-41.<br />
53. Braunwald E, Fauci SA, Kasper DL, Hauser LS, Longo DL, Jameson<br />
JL.(Çeviri:Y.Sağlıker) Harrison İç Hastalıkları Prensipleri. İstanbul Nobel Tıp<br />
Kitabevleri; 2004:517-30.<br />
54. Van Belle SJ, Cocquyt V. Impact of haemoglobin levels on the outcome of cancers treated<br />
with chemotherapy. Crit Rev Oncol Hematol 2003; 47(1):1-11.<br />
55. Thomas GM. Raising hemoglobin: an opportunity for increasing survival? Oncology 2002;<br />
63 Suppl 2:19-28.:19-28.<br />
56. Dachs GU, Tozer GM. Hypoxia modulated gene expression: angiogenesis, metastasis and<br />
therapeutic exploitation. Eur J Cancer 2000; 36(13 Spec No):1649-60.<br />
57. Vaupel P, Kelleher DK, Hockel M. Oxygen status of malignant tumors: pathogenesis of<br />
hypoxia and significance for tumor therapy. Semin Oncol 2001; 28(2 Suppl 8):29-35.<br />
58. Abulafia O, Sherer DM. Angiogenesis of the ovary. Am J Obstet Gynecol 2000; 182(1 Pt<br />
1):240-6.<br />
69
59. Suzuki T, Sasano H, Takaya R, Fukaya T, Yajima A, Nagura H. Cyclic changes of<br />
vasculature and vascular phenotypes in normal human ovaries. Hum Reprod 1998;<br />
13(4):953-9.<br />
60. Fidler J, Kerbel RS, Ellis LM. Biology of Cancer: Angiogenesis. In: De Vita TV, Hellman<br />
S, Rosenberg AS (Eds). Cancer Principles & Practice of Oncology. 6 th ed. Philadelphia:<br />
Lippincott Williams&Wilkins; 2001.p.137-47<br />
61. Folkman J, Shing Y. Angiogenesis. J Biol Chem 1992; 267(16):10931-34.<br />
62. Veikkola T, Karkkainen M, Claesson-Welsh L, Alitalo K. Regulation of angiogenesis via<br />
vascular endothelial growth factor receptors. Cancer Res 2000; 60(2):203-12.<br />
63. Tempfer C, Obermair A, Hefler L, Haeusler G, Gitsch G, Kainz C. Vascular endothelial<br />
growth factor serum concentrations in ovarian cancer. Obstet Gynecol 1998; 92(3):360-3.<br />
64. Sowter HM, Corps AN, Evans AL, Clark DE, Charnock-Jones DS, Smith SK. Expression<br />
and localization of the vascular endothelial growth factor family in ovarian epithelial<br />
tumors. Lab Invest 1997; 77(6):607-14.<br />
65. Yamamoto S, Konishi I, Nanbu K, Komatsu T, Mandai M, Kuroda H et al.<br />
Immunohistochemical localization of basic fibroblast growth factor (bFGF) during<br />
folliculogenesis in the human ovary. Gynecol Endocrinol 1997; 11(4):223-30.<br />
66. Weinstat-Saslow D, Steeg PS. Angiogenesis and colonization in the tumor metastatic<br />
process: basic and applied advances. FASEB J 1994; 8(6):401-7.<br />
67. Holmgren L, O'Reilly MS, Folkman J. Dormancy of micrometastases: balanced<br />
proliferation and apoptosis in the presence of angiogenesis suppression. Nat Med 1995;<br />
1(2):149-53.<br />
68. Quintero M, Mackenzie N, Brennan PA. Hypoxia-inducible factor 1 (HIF-1) in cancer.<br />
Eur J Surg Oncol 2004; 30(5):465-8.<br />
69. Goonewardene TI, Sowter HM, Harris AL. Hypoxia-induced pathways in breast cancer.<br />
Microsc Res Tech 2002; 59(1):41-8.<br />
70. Vaupel P. The role of hypoxia-induced factors in tumor progression. Oncologist 2004; 9<br />
Suppl 5:10-7.:10-17.<br />
71. Acker T, Plate KH. Hypoxia and hypoxia inducible factors (HIF) as important regulators<br />
of tumor physiology. Cancer Treat Res 2004; 117:219-48.:219-48.<br />
72. Orre M, Rogers PA. Macrophages and microvessel density in tumors of the ovary.<br />
Gynecol Oncol 1999; 73(1):47-50.<br />
70
73. Nakanishi Y, Kodama J, Yoshinouchi M, Tokumo K, Kamimura S, Okuda H et al. The<br />
expression of vascular endothelial growth factor and transforming growth factor-beta<br />
associates with angiogenesis in epithelial ovarian cancer. Int J Gynecol Pathol 1997;<br />
16(3):256-62.<br />
74. van Diest PJ, Zevering JP, Zevering LC, Baak JP. Prognostic value of microvessel<br />
quantitation in cisplatin treated FIGO 3 and 4 ovarian cancer patients. Pathol Res Pract<br />
1995; 191(1):25-30.<br />
75. de Jong JS, van Diest PJ, Baak JP. Heterogeneity and reproducibility of microvessel<br />
counts in breast cancer. Lab Invest 1995; 73(6):922-6.<br />
76. Heimburg S, Oehler MK, Kristen P, Papadopoulos T, Caffier H. The endothelial marker<br />
CD34 in the assessment of tumour vascularisation in ovarian cancer. Anticancer Res 1997;<br />
17(4B):3149-51.<br />
77. Heimburg S, Oehler MK, Papadopoulos T, Caffier H, Kristen P, Dietl J. Prognostic<br />
relevance of the endothelial marker CD34 in ovarian cancer. Anticancer Res 1999;<br />
19(4A):2527-9.<br />
78. Alvarez AA, Krigman HR, Whitaker RS, Dodge RK, Rodriguez GC. The prognostic<br />
significance of angiogenesis in epithelial ovarian carcinoma. Clin Cancer Res 1999;<br />
5(3):587-91.<br />
79. Obermair A, Handisurya A, Kaider A, Sevelda P, Kolbl H, Gitsch G. The relationship of<br />
pretreatment serum hemoglobin level to the survival of epithelial ovarian carcinoma<br />
patients: a prospective review. Cancer 1998; 83(4):726-31.<br />
80. Nather A, Mayerhofer K, Grimm C, Hefler L, Leodolter S, Obermair A et al.<br />
Thrombocytosis and anaemia in women with recurrent ovarian cancer prior to a secondline<br />
chemotherapy. Anticancer Res 2003; 23(3C):2991-4.<br />
81. Knight K, Wade S, Balducci L. Prevalence and outcomes of anemia in cancer: a<br />
systematic review of the literature. Am J Med 2004; 116 Suppl 7A:11S-26S.<br />
82. Obermair A, Cheuk R, Horwood K, Janda M, Bachtiary B, Schwanzelberger B et al.<br />
Impact of hemoglobin levels before and during concurrent chemoradiotherapy on the<br />
response of treatment in patients with cervical carcinoma: preliminary results. Cancer<br />
2001; 92(4):903-8.<br />
83. Munstedt K, Kovacic M, Zygmunt M, Von Georgi R. Impact of hemoglobin levels before<br />
and during chemotherapy on survival of patients with ovarian cancer. Int J Oncol 2003;<br />
23(3):837-43.<br />
71
84. Obermair A, Petru E, Windbichler G, Peters-Engl C, Graf AH, Stummvoll W et al.<br />
Significance of pretreatment serum hemoglobin and survival in epithelial ovarian cancer.<br />
Oncol Rep 2000; 7(3):639-44.<br />
85. Gadducci A, Sartori E, Landoni F, Zola P, Maggino T, Colombo N et al. Prechemotherapy<br />
hemoglobin levels and survival in patients with advanced epithelial ovarian<br />
cancer who received a first-line taxane/platinum-based regimen: results of a multicenter<br />
retrospective Italian study. Gynecol Oncol 2005; 98(1):118-23.<br />
86. Oehler MK, Caffier H. Diagnostic value of serum <strong>VE</strong>GF in women with ovarian tumors.<br />
Anticancer Res 1999; 19(4A):2519-22.<br />
87. Folkman J. Role of angiogenesis in tumor growth and metastasis. Semin Oncol 2002; 29(6<br />
Suppl 16):15-8.<br />
88. Zetter BR. Angiogenesis and tumor metastasis. Annu Rev Med 1998; 49:407-24.:407-424.<br />
89. Saraydaroğlu Ö, Özuysal S, Bilgin T. İnvaziv Serviks Karsinomlarında Anjiogenezin<br />
Prognostik Faktörler Üzerine Etkisi. Türk Patoloji Dergisi 2004; 20(1-2):14-7<br />
90. Schoell WM, Pieber D, Reich O, Lahousen M, Janicek M, Guecer F et al. Tumor<br />
angiogenesis as a prognostic factor in ovarian carcinoma: quantification of endothelial<br />
immunoreactivity by image analysis. Cancer 1997; 80(12):2257-62.<br />
91. Hollingsworth HC, Kohn EC, Steinberg SM, Rothenberg ML, Merino MJ. Tumor<br />
angiogenesis in advanced stage ovarian carcinoma. Am J Pathol 1995; 147(1):33-41.<br />
92. Obermair A, Wasicky R, Kaider A, Preyer O, Losch A, Leodolter S et al. Prognostic<br />
significance of tumor angiogenesis in epithelial ovarian cancer. Cancer Lett 1999; 138(1-<br />
2):175-82.<br />
93. Orre M, Lotfi-Miri M, Mamers P, Rogers PA. Increased microvessel density in mucinous<br />
compared with malignant serous and benign tumours of the ovary. Br J Cancer 1998;<br />
77(12):2204-9.<br />
94. Gadducci A, Viacava P, Cosio S, Fanelli G, Fanucchi A, Cecchetti D et al. Intratumoral<br />
microvessel density, response to chemotherapy and clinical outcome of patients with<br />
advanced ovarian carcinoma. Anticancer Res 2003; 23(1B):549-56.<br />
95. Wang Z, Wang H, Lin M. Study on tumor angiogenesis in epithelial ovarian carcinoma.<br />
ABSTRACT J Tongji Med Univ 2000; 20(2):172-4.<br />
96. Brustmann H, Riss P, Naude S. The relevance of angiogenesis in benign and malignant<br />
epithelial tumors of the ovary: a quantitative histologic study. Gynecol Oncol 1997;<br />
67(1):20-6.<br />
72
97. Abulafia O, Ruiz JE, Holcomb K, Dimaio TM, Lee YC, Sherer DM. Angiogenesis in<br />
early-invasive and low-malignant-potential epithelial ovarian carcinoma. Obstet Gynecol<br />
2000; 95(4):548-52.<br />
98. Ogawa S, Kaku T, Kobayashi H, Hirakawa T, Ohishi Y, Kinukawa N et al. Prognostic<br />
significance of microvessel density, vascular cuffing and vascular endothelial growth<br />
factor expression in ovarian carcinoma: a special review for clear cell adenocarcinoma.<br />
Cancer Lett 2002; 176(1):111-8.<br />
99. Gasparini G, Bonoldi E, Viale G, Verderio P, Boracchi P, Panizzoni GA et al. Prognostic<br />
and predictive value of tumour angiogenesis in ovarian carcinomas. Int J Cancer 1996;<br />
69(3):205-11.<br />
100. Abulafia O, Triest WE, Sherer DM. Angiogenesis in primary and metastatic epithelial<br />
ovarian carcinoma. Am J Obstet Gynecol 1997; 177(3):541-7.<br />
101. Nakayama K, Kanzaki A, Takebayashi Y, Toi M, Bando H, Nabei T et al. Different<br />
features of angiogenesis between ovarian and breast carcinoma. Cancer Lett 2001;<br />
170(2):161-7.<br />
73
EKLER<br />
74
EK I<br />
75