27.06.2013 Views

İÇİNDEKİLER Sayfa GİRİŞ VE AMAÇ..........................................................

İÇİNDEKİLER Sayfa GİRİŞ VE AMAÇ..........................................................

İÇİNDEKİLER Sayfa GİRİŞ VE AMAÇ..........................................................

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

<strong>İÇİNDEKİLER</strong><br />

<strong>Sayfa</strong><br />

<strong>GİRİŞ</strong> <strong>VE</strong> <strong>AMAÇ</strong>................................................................................................ 1<br />

GENEL BİLGİLER ............................................................................................ 3<br />

O<strong>VE</strong>R KANSERİ .................................................................................. 3<br />

EPİTELYAL O<strong>VE</strong>R KANSERLERİ.................................................. 4<br />

ANEMİ <strong>VE</strong> KANSER ......................................................................... 16<br />

ANJİOGENEZİS ................................................................................. 17<br />

GEREÇ <strong>VE</strong> YÖNTEMLER............................................................................. 26<br />

BULGULAR ...................................................................................................... 31<br />

TARTIŞMA ....................................................................................................... 47<br />

SONUÇLAR ...................................................................................................... 59<br />

ÖZET.................................................................................................................. 61<br />

İNGİLİZCE ÖZET ........................................................................................... 63<br />

KAYNAKLAR................................................................................................... 65<br />

EKLER


<strong>GİRİŞ</strong> <strong>VE</strong> <strong>AMAÇ</strong><br />

Cerrahi ve kemoterapi (KT) alanında meydana gelen gelişmelere rağmen, over kanseri<br />

jinekolojik kanserler içinde ölümlerin en sık sebebi olması nedeniyle, jinekolojik onkolojide<br />

çok önemli bir yere sahiptir (1). Özellikle erken evre over kanseri olmak üzere tüm evrelerde<br />

rekürens yönünden yüksek risk taşıyan hastaları belirleyecek prognostik faktörlerin<br />

tanımlanması, tedavi alanındaki çok önemli bir basamağı oluşturacaktır. Over kanserindeki<br />

yüksek ölüm oranı, tanının geç dönemde konulmasına ve pelvis dışındaki metastatik<br />

hastalığın varlığına bağlıdır. Over kanserli hastaların % 70’inden fazlasında daha ilk tanı<br />

esnasında hastalık, pelvis dışına ya da retroperitoneal lenf nodlarına metastaz yapmıştır (2).<br />

Anjiyogenezis (AG) mevcut damarlardan yeni kapillerlerin gelişmesi olarak tanımlanır<br />

ve neovaskülarizasyon olarak da adlandırılmaktadır. Son yıllarda hızla artan araştırmaların<br />

odağı olan bu sürecin, multipl regülatörlerin, mediatörlerin ve farklı sinyal iletim yolları<br />

arasındaki kompleks ve karşılıklı bir etkileşim sonucu ortaya çıktığı kabul edilmektedir. Over<br />

kanserinin metastatik yayılımında ve kanserli hastaların asit oluşturmasında, önemli<br />

mediatörlerden olan vascular endothelial growth factor (<strong>VE</strong>GF) kritik bir role sahiptir. Bu<br />

moleküller, kan damarı endotel hücrelerinin ve kan damarlarının içini kaplayan hücrelerin<br />

yayılımcı ve hızlı bir şekilde artış gösteren etkisini düzenler. Yeni kanser tedavi modaliteleri,<br />

AG’nin tümör gelişimindeki rolünün daha iyi anlaşılmasından dolayı neovaskülarizasyonu<br />

durdurmayı amaç edinmişlerdir (3-5).<br />

Çeşitli solid tümörler ve hematolojik malignitelerde major prognostik faktörlerden biri<br />

de anemidir. Deneysel ve klinik olarak yapılan birçok araştırmada aneminin, hafif dahi olsa,<br />

tümör oksijenizasyonunu azalttığı gösterilmiştir. Hipoksi, başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere diğer<br />

1


proanjiogenetik sitokinlerin salınımı için majör bir uyarıdır. Bu bulgulardan yola çıkılarak<br />

yapılan çalışmalarda hemoglobin (Hb) düzeyi azaldıkça, serum <strong>VE</strong>GF düzeyinin arttığı ve<br />

buna bağlı olarak AG’nin muhtemelen yüksek olduğu iddia edilmektedir (6-9).<br />

Başta meme kanseri olmak üzere çeşitli kanserlerde ve epitelyal over kanserlerinde<br />

(EOC) AG patoloji materyallerinde gösterilmiş, fakat anemi ile olan ilişkisi yeterince<br />

araştırılmamıştır (10-13). Yayınlanmış olan tek çalışmada AG ile Hb düzeyi arasındaki<br />

korelasyon , EOC’de sadece ileri evrelerde ve tek bir çalışmada incelenmiştir (14). Bizim<br />

yaptığımız bu retrospektif çalışmada ise tüm evrelerdeki EOC’li hastalarda, aneminin hasta<br />

prognozuna etkisini ve mikrodamar dansitesi (MDD) ile olan ilişkisini, histolojik tip, grade,<br />

intraoperatif asit varlığı ve operasyon sonrası rezidü tümör bakımından ayrı ayrı<br />

değerlendirdik.<br />

Bu çalışmada, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın<br />

Hastalıkları ve Doğum Ana Bilim Dalı’nda Ocak 1993 ile Haziran 2004 tarihleri arasında<br />

operasyon sonrasında EOC tanısı konulmuş olan ve bu tanı ile tedavi edilmiş olan hastaların,<br />

dosya ve patolojik arşiv materyallerinin incelenerek, Hb seviyesi düşük olan over<br />

tümörlerindeki AG’nin, Hb seviyesi normal olan over tümörlerindeki AG ile karşılaştırılması<br />

planlanmıştır. Bu amaçla AG’in immünohistokimyasal yöntemle değerlendirilmesinde önemli<br />

bir belirteç olan CD-34 ekspresyonunun, tedavi öncesi Hb değerlerine göre dağılımı ve CD-<br />

34 ile işaretli MDD’nin EOC’li hastalarda prognostik faktörler ile arasındaki ilişkinin<br />

araştırılması amaçlanmıştır.<br />

2


O<strong>VE</strong>R KANSERİ<br />

GENEL BİLGİLER<br />

Over kanseri son yıllarda yapılan yoğun araştırma çalışmalarına rağmen tanı ve<br />

tedavisinde sadece sınırlı ilerleme sağlanabilen büyük bir jinekolojik sorundur. Hastalık ileri<br />

evrelere gelene kadar herhangi bir belirti vermediğinden genital kanserler içinde en çok<br />

korkulan kanserlerden biridir. Over kanserinin erken tanısında kullanılabilecek herhangi bir<br />

yöntem de henüz klinik kullanıma sunulamaması ve hastalığın etyolojisinin de net olarak<br />

bilinmemesi etkili korunma yöntemlerinin geliştirilmesine olanak vermemektedir. Bütün<br />

bunlardan dolayı hastalığın sıklığı azaltılamamakta ve tanı konulan kanserli hastaların da,<br />

büyük bir bölümü şifa ile sonuçlanacak şekilde tedavi edilememektedir (2,15).<br />

Histolojik çeşitlilik ve biyolojik davranışlarındaki farklar over kanserlerinin karmaşık<br />

bir yönüdür. En popüler ve pratik sınıflandırma normal overlerin histogenezine<br />

dayanmaktadır. Over neoplazilerinin histogenetik sınıflandırması çölemik epitel, germ<br />

hücreleri ve mezenkim oluşumlarını temel alır ve orjinlerine göre sınıflaması aşağıdaki gibidir<br />

(1,16):<br />

• Çölomik epitelden kaynaklananlar<br />

• Germ hücrelerinden köken alan tümörler<br />

• Özelleşmiş gonadal stromadan kaynaklananlar (Seks kord stromal tümörler)<br />

• Özelleşmemiş parankimden köken alan tümörler (Fibrom, hemanjiom,<br />

leiomyom, lipom)<br />

• Sekonder over tümörleri (overe metastatik tümörler).<br />

3


EPİTELYAL O<strong>VE</strong>R KANSERLERİ<br />

İnsidans ve Epidemiyoloji<br />

EOC, over kanserlerinin % 90’nını oluşturur ve en sık görülen histolojik tiptir. Over<br />

kanseri metastatik hale gelene kadar hastaların çoğu asemptomatik kaldığı için 2/3’ü ileri<br />

evrede tanı almaktadır. Aynı sebepten dolayı over kanseri, kadın genital sistem kanserleri<br />

arasında ikinci sırada olmakla birlikte jinekolojik kanserden ölümlerin en sık sebebidir. Bu<br />

hastaların % 70-80’i de tüm tedavi olanaklarına rağmen, 5 yıl içinde kaybedilmektedir<br />

(1,15,16).<br />

EOC kadın kanserlerinin % 4’nü, tüm genital kanserlerinin de % 20-25’ni oluşturur.<br />

Genel olarak perimenapozal ve postmenapozal kadınların hastalığıdır. % 80-90’ı 40 yaş<br />

üzerinde görülmektedir. % 1’inden azı 20 yaş altında görülür. Medyan yaş 63’dür ve yaşın<br />

artmasıyla görülme sıklığı artar. İnsidans 40-44 yaş grubunda 15,7/100 000 ile başlar ve 65-<br />

85 yaşlarında en yüksek insidansa ulaşır. Hastaların 1/3’ünden fazlası 65 yaş ve üzerindedir.<br />

İleri evre tümörler yaşlı kadınlarda daha sıktır ve 65 yaş üzerinde sağkalım 65 yaş<br />

altındakilerin yaklaşık yarısı kadardır (1,16,17).<br />

Etyoloji<br />

EOC’nin gerçek nedeni bilinmemekle birlikte, etyolojide rol oynayan faktörler genel<br />

olarak 3 grupta toplanabilir; genetik faktörler, hormonal faktörler ve çevresel faktörler (1).<br />

Genetik Faktörler: EOC için en önemli risk faktörü aile hikayesidir. Risk, etkilenmiş<br />

olan birinci ve ikinci derece akraba sayısına ve onların tanı alma yaşlarına bağlıdır. Bu<br />

orandaki artış hem maternal, hem de paternal akrabalar için geçerlidir. Hastalarının %<br />

10’unda ailesel yatkınlık söz konusudur ve bu grup, ailesel over kanseri olarak adlandırılır.<br />

Ailesel over kanseri 3 kategoride incelenebilir; yerleşim spesifik ailesel over kanseri, meme<br />

ve over kanserinin birlikte veya tek tek insidanslarının arttığı “meme-over kanseri sendromu”<br />

ve aile bireylerinde kolorektal, endometriyal ve over kanserlerinin görülme sıklığının arttığı<br />

“Lynch Sendromu tip II”dir. Gerçek herediter over kanseri, BRCA1 ve BRCA2 genlerindeki<br />

mutasyonlar sonucu görülmektedir. Değerlendirmeler, BRCA1 mutasyonu taşıyıcılarının %<br />

32-84 oranında over kanseri geliştirme riski taşıdıklarını göstermiştir. Bu risk BRCA2<br />

mutasyonu için çok daha düşüktür (17-21).<br />

4


Hormonal faktörler: Evlenmemiş, doğum yapmamış yada gebe kalmamış kadınlarda<br />

EOC daha fazla görülmektedir. Hayatı boyunca bir defa gebe kalmış kadınlarda risk % 30-60<br />

oranında azalır. Oral kontraseptif (OKS) kullanımı ile EOC insidansında düşüş gözlenmekte,<br />

kullanım süresince risk yaklaşık olarak her yıl için % 11 azalmaktadır. Kullanım süresi<br />

uzadıkça risk % 60’lara varan oranlarda azalır. OKS bu etkilerini muhtemelen ovulasyonu<br />

baskılamaları ile over epiteli üzerindeki ovulasyona bağlı mekanik tahribat azaltarak yaparlar<br />

(1,15,22).<br />

Çevresel Faktörler: EOC gelişmiş ülkelerde daha sık görülür. Histerektomi ve/veya<br />

tüp ligasyonu uygulanan hastalarda azalmış risk nedeni ile çevresel toksin, virüs gibi<br />

karsinojenler araştırılmıştır. Özellikle bariyer kontraseptifler ve genital deodorantlarda<br />

kullanılan talk üzerinde durulmuş, ancak talk kullanımı ile EOC ile arasındaki ilişki net olarak<br />

aydınlatılamamıştır. Epidemiyolojik çalışmalar sigara içimi, radyasyona maruziyet, psikotrop<br />

ilaçlar, kabakulak virüsü, ileri fiziksel aktivite, laktoz veya galaktoz gibi diyet faktörleri ile<br />

kanser riski arasında zayıf bir korelasyon saptamıştır (1,15,22).<br />

Patogenez<br />

EOC’nin patogenezi tam olarak açıklanamamakla birlikte çeşitli hipotezler öne<br />

sürülmüştür: 1) Devamlı ovulasyon: Over epitelinde ovulasyon olan noktalarda rejenerasyon<br />

sırasında inklüzyon cisimleri ve proliferasyon meydana gelir ve mitotik aktivite artışı olur. Bu<br />

değişiklikler birçok faktörün etkisi ile maligniteye yol açabilir. Ovulasyonu önleyen OKS<br />

kullanımı, gebelik, emzirme gibi faktörler ile malignite riskinin azalması bu görüşü<br />

desteklemektedir (1,16,22). 2) Gonadotropin yüksekliği hipotezi: EOC’nin daha çok 50 yaş<br />

üzerindeki postmenapozal hastalarda görülmesi ve bu dönemde gonadotropinlerin çok yüksek<br />

olması, malignite gelişiminde gonadotropin yüksekliğinin rol oynayabileceğini<br />

düşündürmektedir. Son yıllarda ovulasyon indüksiyonunda kullanılan, eksojen<br />

gonadotropinler ile over kanseri arasında ilişki olabileceğini gösteren çalışmalar, bu hipotezi<br />

desteklemektedir (22-24). 3) Pelvik kontaminasyon: Özellikle bazı kanserojenlerin assendan<br />

yolla overe ulaştığı ve kansere yol açtığı öne sürülmektedir. Talk kullananlarda bu kanserin<br />

sıklığı, buna karşın tüp ligasyonu ve histerektomi uygulananlarda bu riskin azalması bu<br />

hipotezi desteklemektedir (22,25).<br />

Moleküler Patogenez: EOC’de kromozom bozuklukları ilk kez 6 no’lu kromozomun<br />

uzun kolunda delesyon ile ortaya konmuştur. Daha sonra kromozom 14’de delesyon ve<br />

kromozom 1, 2, 3, 4, 5, 9, 10, 11, 15, 19’da yapısal anomaliler saptanmıştır. EOC’de karyotip<br />

5


ve sitogenetik anormalliklere ek olarak spesifik genetik değişiklikler de tanımlanmıştır.<br />

Moleküler biyolojik çalışmalar daha ziyade protoonkojenler ve tümör süpresör genler üzerine<br />

yoğunlaşmıştır. Protoonkojenler transdüksiyon, translokasyon, nokta mutasyonu ve gen<br />

amplifikasyonu gibi hücresel mekanizmalarla onkojenlere dönüşebilen genlerdir. EOC’de<br />

tespit edilen protoonkojenler C-mos, Cfms, c-erbB-1, her-2/neu ve ras genleridir. Onkojen<br />

ürünleri başlıca peptid büyüme faktörler ve reseptörler, protein kinazlar, guanozine trifosfat<br />

bağlayan proteinler ve nükleer, sitoplazmik regülatuar proteinlerdir. Bu onkojenlerin bugün<br />

için tam olarak bilemediğimiz etkenlerle aktivasyonu overde neoplastik değişikliğe yol<br />

açmaktadır. Yine tümör süpresör bir gen olan p53’ün baskılanması over hücrelerinde<br />

neoplastik değişikiliklere yol açabilmektedir (22,26,27).<br />

Tarama ve Erken Tanı Çalışmaları<br />

EOC’de tarama yöntemleri serviks kanserindeki gibi güvenli ve yeterli değildir.<br />

Tarama için kullanılabilecek yöntemler pelvik muayene, transvajinal USG ve tümör<br />

belirteçleridir. Asemptomatik populasyonda bir tane EOC hastası yakalayabilmek için 10.000<br />

rutin pelvik muayene gerektiği bildirilmektedir (16,22).<br />

Subklinik EOC’nin, spesifik tümör belirteçleri ile tanısı gündemdedir. CA-125 dahil,<br />

birçok tümör belirteci belirlenip pürifiye edilmektedir. CA 125, OC 125 monoklonal antikor<br />

ile tanınan, büyük molekül ağırlıklı, glikoprotein yapısında bir yüzey antijenidir. EOC’de<br />

yaklaşık % 80 oranında yüksek olarak saptanır, ancak müsinöz tipte negatif olabilir. Erken<br />

evrelerde hastaların yaklaşık yarısında yükselmiş olarak saptanır ve evre arttıkça bu oran<br />

yükselir. Enfeksiyonlar, endometriozis, 12 haftalığa kadar olan gebelikler, benign jinekolojik<br />

tümörler, menstürasyon esnasında, karaciğer ve pankreas hastalıkları, gastrointestinal sistemin<br />

malign tümörlerinde de yüksek saptanabildiğinden her zaman güvenilir değildir (16).<br />

Diğer belirteçlerden CA15.3, daha çok meme kanserinde yükselmekle birlikte EOC’de<br />

de % 71 oranında yüksek bulunmaktadır. CA19.9 genellikle kolon kanserinde yüksek<br />

bulunurken, % 31 ile % 53 oranında EOC’de özellikle müsinöz tipte artar. Karsino<br />

embriyojenik antigen (CEA), Cancer associated serum antigen (CASA) ve Ovarian serum<br />

antigen (OSA), tissue polipeptide antigen (TPA), lipid associated sialik acid (LASA) gibi<br />

belirteçlerle de kısıtlı da olsa çalışmalar yapılmaktadır. Ne yazık ki bu tümör belirteçlerinin<br />

çok az bir neoplastik doku varlığında ve hastalığın erken döneminde serolojik olarak tespiti<br />

mümkün değildir. Bu konuda faydalı olabilecek diğer antijenler ile ilgili çalışmalar<br />

sürmektedir (16,22,28).<br />

6


Van Nagel ve ark.’nın (29) vajinal USG’nin over kanserini belirlemesindeki<br />

etkinliğini inceledikleri çalışmalarında, 50 yaş ve üzerindeki kadınlarla, 25 yaş ve üzerinde<br />

ailesinde over kanseri bulunan, toplam 14469 asemptomatik kadın alınmış, her overin<br />

boyutları üç planda ölçülerek over hacmi hesaplanmıştır. Araştırmacılar sonuç olarak yıllık<br />

yapılan transvaginal USG’nin, tanının daha erken evrede konulmasını sağladığını ve<br />

mortaliteyi azalttığını, ancak over volümünün normal olduğu olgularda kanserin<br />

saptanmasında yetersiz kaldığını bildirmişlerdir.<br />

Patoloji<br />

EOC tüm over kanserleri içinde en sık görülen histolojik tiptir. Overlerin yüzeyindeki<br />

epitel, endoservikal kanal, endometrium ve fallop tüplerini döşeyen epitel ile aynı<br />

embriyolojik orjin olan çölomik epitel kalıntılarından oluşur. Bunun klinikteki en önemli<br />

sonucu indiferansiye çölomik epitelden köken alan EOC’nin, bu dokulara diferansiye olarak<br />

çok çeşitli histolojik tiplerde görülebilmesidir. Epitelyal tümörlerin % 15 kadarı düşük<br />

malignite potansiyelli tümörler olarak isimlendirilen borderline tümörler olarak kategorize<br />

edilirler. Bu tip tümörler stromal invazyon dışında malign tümörlerin tüm histolojik<br />

özelliklerini içerirler ve metastazları nadiren invazif karakterde olabilir (22).<br />

Epitelyal Over Kanserlerinin Histolojik Dağılımı:<br />

Seröz tip: EOC’nin yaklaşık % 75’ini oluşturur ve en fazla görülen histolojik tiptir.<br />

Overin benign ve malign tüm tümörlerinin üçte biri, tüm over kanserlerinin de % 50’sinden<br />

fazlası seröz tiptir. Hastaların % 60’ında bilateral olarak görülür ve en fazla bilateral görülen<br />

epitelyal over kanseridir. Histopatolojik olarak psammoma cisimleri % 80 sıklıkta tespit edilir<br />

ve en sık olarak grade 1 tümörlerde görülür, bu nedenle iyi prognozu ifade ederler (1).<br />

Müsinöz tip: Tüm over kanserlerinin % 15’ini, EOC’nin ise % 10’nunu müsinöz<br />

tümörler oluşturur. Yavaş ve sinsi büyümeleri nedeniyle tüm abdominal kaviteyi dolduracak<br />

şekilde çok büyük boyutlara ulaşabilirler. Neoplastik hücrelerin intraabdominal implantlar ile<br />

birlikte abdominal kaviteye çok fazla miktarda müsinöz materyal salgılaması ile oluşan bir<br />

durum olan psödomiksoma peritonei’de, özellikle intestinal tip hücreler ve bilateral over<br />

tutulumu sık görülür. Müsinöz tip tümörlerin gerek intestinal tümörlerle gerekse<br />

psödomiksoma peritonei ile ayırıcı tanısındaki önemi nedeni ile her tür müsinöz karakterli<br />

tümör tedavisinde, apendektomi mutlaka yapılmalıdır.<br />

Endometrioid tip: Seröz tümörlerden sonra ikinci sıklıkta görülür. Histolojik olarak<br />

7


endometrial adenokarsinoma benzer hücrelerden oluşur. Endometrial kanser ile yaklaşık % 20<br />

birlikte görülebilir.<br />

Clear cell ( Berrak hücreli ) tip: Tüm over kanserlerinin % 10’nu oluşturur ve sıklıkla<br />

tek taraflı yerleşim gösterir. Özellikle metastatik hastalığı olanlarda daha sık olmak üzere<br />

hiperkalsemi ve hiperpireksiye neden olabilirler. Berrak hücreler ve hobnail hücreler denilen<br />

hiperkromatik irregüler çekirdekleri olan hücrelerden oluşurlar. Bu tip tümörler anneleri<br />

gebelikte dietilsitilbesterol kullanmış olan çocuklarda vajen yerleşimli olarak görülebilir.<br />

Hiperkalsemi ve endometriozis ile en sık birlikte görülen tümörlerdir (1).<br />

Brenner tümörü: Tüm over tümörlerinin % 2’sini oluşturur. Dens fibröz stroma içinde<br />

transizyonel hücre adacıklarından (Walthard adacıkları) oluşan, genel olarak sert, solid yapıda<br />

tümörlerdir.<br />

Mikst tip: Birden fazla histolojik tipi % 10’dan daha fazla oranlarda içerirler. Özellikle<br />

seröz epitelyal komponentin bulunması prognoz açısından daha kötüdür.<br />

İndiferansiye tümörler: Over kanserlerinin % 14’ünü oluştururlar. Çok az veya hiç<br />

diferansiyasyon göstermeyen bu tümörler genelde tanı anında yayılım gösterirler.<br />

Yayılım Yolları<br />

EOC en sık olarak peritoneal kaviteye dökülen hücrelerle transçölomik olarak, ayrıca<br />

lenfatik veya hematojen yol ile yayılır. Dökülen hücreler peritoneal sıvının yayılım yollarını<br />

izler ve bu yolla subdiyafragmatik alanlar ve intraperitoneal metastazlar oluşur. Lenfatik<br />

yayılım pelvik ve paraaortik nodlara olur ve genellikle ileri evrede ortaya çıkar. Hematojen<br />

metastaz genellikle az görülür, akciğer ve karaciğer parankimi bu yolla tutulur (5,22).<br />

Semptom ve Bulgular<br />

Over kanseri, belirgin semptomlarla ortaya çıkan bir klinik prezantasyonu yoktur. Bu<br />

kanserlerin batın içi yayılımı sonucunda karında rahatsızlık, dispepsi, pollaküri ve pelvik bası<br />

hissi gibi non spesifik yakınmalara neden olur. Hastayı hekime getiren yakınma genellikle<br />

karın şişliği ve karın ağrısıdır (30,31). Bu aşamaya tümör yaklaşık olarak 12-15 santimetre<br />

(cm) boyuta ulaştığında ya da asit biriktiğinde gelinmektedir. Adet düzensizliği ve vajinal<br />

kanama hastayı hekime getiren diğer nedenlerdendir. Yakınmalar, normal adet gören kadında<br />

metroraji, oligomenore, amenore gibi siklus düzensizlikleri tarzında, ya da menopozdaki<br />

kadında postmenopozal vajinal kanama şeklinde olabilmektedir. Bazen, büyük bir tümörün<br />

torsiyonu veya rüptüre olması sonucu akut batın semptomları ilk yakınma olabilir. Çok nadir<br />

8


olarak parakrin semptomlarla (dermatomiyozitis, hiperpreksi, hiperkalsemi, Zollinger-Ellison<br />

sendromu, Cushing sendromu, tromboflebitis) başvuran ve malignansi düşünülen hastada,<br />

primer organ aranırken over tümörü saptanabilir (1,15,16,32).<br />

Goff ve ark. (32) 1500 over kanserli hastanın tanı öncesi başvuru nedenlerini<br />

inceledikleri çalışmalarında, hastaların % 95’inin çeşitli yakınmaları olduğunu belirtmişlerdir.<br />

Bunlar, abdominal ağrı % 70, konstipasyon % 50, üriner şikayetler % 34 ve pelvik ağrı % 26<br />

olarak sıralanmıştır. Çalışmaya alınan hastaların % 70’i Evre III ve IV tanısı almıştır. Evre I-<br />

II olan hastaların % 11’i, Evre III-IV olanların % 3’ü ise hiç bir yakınmalarının olmadığını<br />

belirtmişlerdir. Bu çalışmada, tanı alma zamanı % 55’inde 3 ay, % 26’sında 6 ay, % 11’inde 1<br />

yıl olarak saptanmıştır. Sonuç olarak araştırmacılar, genel bilginin aksine hastaların<br />

birçoğunun semptomatik olduğunu ve tanı aşamasında gecikme olduğunu öne sürmüşlerdir.<br />

Tanı<br />

Over kanseri, erken dönemlerde belirgin yakınmalara neden olmadığından, hastaların<br />

2/3’ünün tanısı ancak Evre III ve IV’de mümkün olabilmektedir. Tanıda, klinik ve pelvik<br />

muayene ve görüntüleme yöntemleri kullanılmaktadır (1).<br />

Hastanın pelvik muyenesinde saptanan kitlenin bilateral, solid ve/veya semisolid<br />

olması, çevre dokulara fikse, konturlarının düzensiz, beraberinde asit olması, kitlenin üst<br />

abdomene kadar uzanması ve rektovajinal muayenede nodularite saptanması kitlenin malign<br />

olabileceğini düşündürür (1).<br />

Over kanseri tanısında en sık kullanılan görüntüleme yöntemi ultrasonografidir (USG).<br />

Özellikle vajinal USG ve doppler teknikleri ile duyarlılığı artmıştır. USG’ de kitle boyutunun<br />

6 cm’ in üzerinde olması, multiloküler olması, tümör kapsülünün ve içerdiği septaların 3<br />

milimetreden (mm) kalın olması, tümör yüzeyinde veya kistik kitle içine doğru papiller yapı<br />

içermesi, solid yapılar içerdiğini düşündüren internal ekoların varlığı, kitlenin malign olma<br />

olasılığını arttırmaktadır. Kitlenin doppler incelemesinde, pulsatilite ve rezistans indekslerinin<br />

düşük saptanması malignite lehinedir. İndekslerdeki düşüklüğün, tümörde ortaya çıkan<br />

neovaskülarizasyon nedeni ile kan akımının artması ve akım önündeki direncin azalması<br />

olarak yorumlanmaktadır (15).<br />

Bilgisayarlı tomografinin (BT) asit, mezenterik ve omental hastalığı saptamada<br />

sensitivitesi yüksektir, ancak karaciğer tutulumunu, omentumun dalağa bağlantısını, safra<br />

kesesi lojunu ve 2 cm’den küçük peritoneal nodülleri göstermede tanı değeri sınırlıdır (1,15).<br />

9


Epitelyal Over Kanserinde Tedavi:<br />

EOC’nin primer tedavisi cerrahidir. Cerrahiyi takiben hastalığın evresine göre<br />

tedaviye KT eklenebilir.<br />

Cerrahi tedavi: EOC’de uygulanan cerrahinin amaçları;<br />

a-) Tanıyı doğrulamak: EOC’nin kesin tanısı için eksploratif laparatomi gerekir.<br />

Hastalarda cerrahi, genel olarak şüpheli bir pelvik kitleye yönelik yapılır. Bu cerrahi işlem,<br />

küçük midline insizyon veya eğer bir kontrendikasyon yok ise laparaskopi ile yapılabilir.<br />

İntraoperatif frozen patolojik inceleme sonucu, malignite şüphesi verdiğinde insizyon, göbeği<br />

dönen ve ksifoide kadar uzanan midline insizyon şeklinde genişletilir. Bu nedenle işlem<br />

mutlaka frozen inceleme olanakları bulunan birimlerde yapılmalıdır.<br />

b-)Tümör yaygınlığının saptanması; EOC’de tedavi kararında ve hastanın<br />

prognozunun belirlenmesinde doğru evreleme gereklidir.<br />

c-) Tedavi: Cerrahide temel prensip tümörlü doku bırakmamaktır, eğer bu mümkün<br />

değilse, geride en az miktarda tümör kalacak şekilde, tümör odaklarının çıkarılması<br />

(sitoredüksiyon) esasına dayanan optimal debulking hedeflenmelidir.<br />

EOC’de yapılan ilk cerrahi girişim çok önemlidir. Eğer operasyonda yapılan tümoral<br />

rezeksiyon optimal boyutlarda uygulanmazsa, daha sonra tekrarlayan veya persiste eden<br />

tümörleri temizlemek amacıyla yapılan sekonder operasyonlar, hastanın yaşam süresine ve<br />

kalitesine bir katkıda bulunmamaktadır. Son yıllarda optimal sitoredüksiyon, rezidüel<br />

tümörün maksimum çapının 0,5 cm’nin altında olması olarak kabul edilmektedir. Tümoral<br />

implantların alınması, çeşitli nedenlerle rezeke edilemeyenlerin ise, mümkün olduğu kadar<br />

küçültülmesi prensiptir. Bu nedenle hastaların jinekolojik onkoloji konusunda daha deneyimli<br />

ve ilk ameliyatın optimal boyutlarda yapılabileceği bir merkezde değerlendirilmeleri ile daha<br />

iyi sonuçlar alabilmek mümkün görünmektedir (15,16).<br />

EOC evrelemesi International Federation of Gynaecology and Obstetrics (FIGO)<br />

evreleme sistemi ile yapılır ve prosedür esnasındaki cerrahi bulgulara dayanır. Klasik olarak<br />

EOC serozal yayılan bir tümördür. Bu nedenle pelvis başta olmak üzere, tüm periton dikkatli<br />

bir şekilde incelenmelidir. Retroperitoneal lenf nodlarına invazyon sık görülse de en sık<br />

yayılım yolu, primer tümörden kopan hücrelerin peritona implantlar şeklinde yayılmasıdır.<br />

EOC pelvik ve paraaortik lenf nodlarına yayılabilmekte ve bu nedenle hastalığın gerçek<br />

yaygınlığını tespit amacıyla bu bölgelerin değerlendirilmeleri gerekmektedir. Yeterli<br />

evreleme yapılmadığı ve bu bölgelerin değerlendirilmesi eksik yapıldığı takdirde, gizli<br />

10


metastazlar saptanamaz ve bu durum yetersiz tedavi ile sonuçlanabilir (16).<br />

Evreleme cerrahisi, hastanın tedavisinin planlanmasında ve prognozun<br />

belirlenmesinde çok önemlidir. Bu önemine rağmen, evreleme cerrahisinin optimum<br />

yapılamaması hastalığın gerçek evresini ortaya koymadığı gibi, birçok hastaya yeterli tedavi<br />

olanağı da sağlamamaktadır. Over kanserinde lenfadenektomi, evreleme ve tedavi amaçlı<br />

yapılmaktadır. FIGO IA-IB/grade 3 ile IC hastalarda ve FIGO II-IV hastalarda yapılan<br />

cerrahiye pelvik-paraaortik lenfadenektomi de eklenmelidir. EOC’de yapılan lenfatik<br />

diseksiyonun sınırları, prekaval, parakaval, interkaval, yüzeyel ve derin aortik, preaortik,<br />

paraaortik, retrokaval ve retroaortik lenf nodu gruplarını içermeli ve renal damarlar seviyesine<br />

kadar çıkmalıdır. Evreleme amaçlı yapılan lenfadenektomide, en az 15 lenf nodu çıkarılması<br />

önerilmekteyken, tedavi amaçlı yapılan lenf nodu diseksiyonunda, en az 20 lenf nodu<br />

çıkarılması önerilmektedir. Tedavi başlangıcında evrenin tam olarak bilinmesi ve prognozun<br />

daha net bir şekilde belirlenmesine olanak tanıyacağından, eğer bir kontrendikasyon yok ise,<br />

tüm over kanserli hastalarda rutin lenf nodu diseksiyonu uygulanmalıdır (1,15,33-36).<br />

Hastaların yaklaşık % 25-30’u erken dönemde ( Evre I-II ) yakalanır. Erken evrelerde<br />

adjuvan tedavi ihtiyacı, tümörün düşük veya yüksek riskli olmasına göre belirlenir. Düşük<br />

riskli, erken evre tümörde hastalıksız sağ kalım % 95’lere kadar çıkmaktadır. Bu grupta<br />

adjuvan KT’nin sağ kalıma kesin etkisi gösterilememiştir. Buna karşın erken evre yüksek<br />

riskli grupta rekürrens oranları % 40’ın üstüne çıkmaktadır. Bu hastalarda adjuvan tedavinin<br />

sağ kalımı arttırdığı kanıtlanmıştır (1,15,16,37)<br />

Kemoterapi: İleri evre over kanserinde kombine KT rejimleri seçilmelidir. Optimal ya<br />

da suboptimal cerrahi uygulanmış ileri evre over tümörü olan hastalarda, paklitaksel’e platin<br />

eklenerek uygulanan KT’nin diğer KT kombinasyonlarına göre sağ kalımı daha iyi uzattığı<br />

bildirilmektedir (1).<br />

Paklitaksel, taxus türü bitkilerden elde edilen taksanların ilki ve prototipidir. Bitkisel<br />

bir ilaç olan taksanların primer etkileri, mitozun metafaz döneminde, mikrotübüllerde oluşan<br />

mitoz iğciklerinin oluşumunu engellemesidir (mitoz zehiri). Tubulin moleküllerine<br />

bağlanarak çökmelerine neden olurlar. Nörotoksik etkileri de vardır.<br />

EOC’de en sık kullanılan kemoterapotik ajanlar içerisinde sisplatin, yapı olarak diğer<br />

KT ilaçlarına benzemeyen, organik platin türevi ilaçların ilk örneği ve prototipidir.<br />

Deoksiribonükleik asit (DNA) çift zincirlerine çapraz bağlanma yaparak etki eder. Kimyasal<br />

yapısı ile döneme özgü olmayan bir ilaç olup, alkilleyici ajan gibi etki etmektedir. Mide<br />

barsak kanalından absorbe edilmeyen bu ilaç, sadece intravenöz (iv) olarak kullanılabilir. En<br />

11


önemli doz kısıtlayıcı etkisi, akut tubuler nekroz etkisi ile böbrekler üzerindedir. Bu nedenle,<br />

kullanan hastalarda ilaç öncesi ve sonrasında hidrasyonun önemi büyüktür. Önemli<br />

özellikleri, en güçlü bulantı, kusma yapan ilaçlardan birisi olması ve özellikle periferik<br />

nöropati şeklinde nörotoksisite ve ototoksisite gibi yan etkilerinin bulunmasıdır.<br />

Sisplatin tabanlı kemoterapinin, EOC’de etkinliğinin gösterilmesinin ardından, platin<br />

tabanlı kemoterapinin siklofosfamid kullanımına göre, daha etkili olduğu gösterilmiştir.<br />

Gynecology Oncology Grup (GOG) çalışmalarında, sisplatin tabanlı KT’lerde on ay gibi daha<br />

uzun medyan sağ kalım saptanmıştır.<br />

Karboplatin, sisplatine nazaran daha az nefrotoksik, nörotoksik ve emetojenik bir ajan<br />

olan ikinci kuşak platin türevidir. Sisplatinin aksine, doz kısıtlayıcı etkisi myelosupresif<br />

olarak özellikle trombositopeni yapmasıdır. Çeşitli çalışmalarda, karboplatinin etkisinin<br />

sisplatine eşdeğer olabileceği gösterilmiştir. Aynı etki mekanizmasıyla, sisplatine dirençli<br />

hastalarda karboplatine de direnç söz konusudur. Bu nedenle, günümüzde bir kontrendikasyon<br />

olmadığı sürece, sisplatin halen over kanserinin ilk tercih edilecek kemoterapotik ajandır.<br />

Renal kapasitesi sınırlı olan ileri yaş hastalarda karboplatin tercih edilmektedir Topotekan<br />

topoizomeraz I sentez inhibitörüdür. Platine refrakter over kanseri tedavisinde kullanılabilen,<br />

ikinci tercih KT ilaçlardandır. Sadece IV olarak kullanılır. En önemli tokisistesi kemik<br />

iliğinedir.<br />

Gemsitabin, primidin antimetaboliti olan bu kemoterapotik, rezistan over kanseri<br />

hastalarında kullanılan ikinci tercih ilaçlardandır. Önemli toksisitesi myelosupresyon<br />

yapmasıdır. Sadece IV olarak kullanılır (1,38-40).<br />

Optimal cerrahi tedavi yapılamayacak olan hastalarda cerrahi tedavi alternatifleri<br />

(1,16,22);<br />

Neoadjuvan tedavi : Günümüzde hala araştırma konusudur. Plevral effüzyonları ve<br />

masif asiti olan, operasyonu tolere etme ihtimali düşük olan hastalar, bu tedavi için uygun<br />

olabilir, primer sitoredüktif cerrahi öncesi hazırlık amacıyla faydalı olabilir.<br />

İnterval sitoredüksiyon: “Aç-kapa cerrahisi” uygulanmış hastalarda kullanılır. Ayrıca,<br />

suboptimal sitoredüksiyon sonrası KT almışlara da uygulanabilir. Hastalıksız sağkalım ve<br />

ortalama sağkalım optimal interval sitoredüktif cerrahi yapıldığında daha iyidir.<br />

“Second-look” Laparotomi: İkinci bakış veya yeniden değerlendirme olarak belirtilen<br />

“Second-look” laparotomi, KT uygulandıktan sonra klinik ve radyolojik olarak hastalık<br />

belirtisi olmayan, tümör belirteçlerinin normal seviyelerde olduğu, hastalarda yapılan<br />

laparatomidir. Bu tür bir cerrahi abdominal kavite ve pelvisin dikkatli bir eksplorasyon ve<br />

12


inspeksiyonunu içerir. Özellikle daha önce tümör bulunan alanlar dahil olmak üzere ve en az<br />

10 tane multipl peritoneal biyopsiler alınır. Second-look laparatomi sürviyi iyileştirmemesine<br />

rağmen, prognoz hakkında önemli bilgi sağlar. Bu cerrahi, KT sonrası tümör durumunu<br />

belirten en spesifik ve sensitif göstergedir. Laparotomi ile veya laparaskopik yapılması<br />

etkinliğini değiştirmez.<br />

Second-line (İkinci basamak) kemoterapi: Second-look laparotomisi pozitif bulunan<br />

veya primer tedavi sırasında progresyonu olan veya tedavi tamamlandıktan sonra rekürrens<br />

gösteren hastalarda, genellikle başka bir tedavi alternatifine geçmek gerekir. Eğer birinci<br />

basamakta platin bazlı tedaviye yanıt alınmışsa ve alınan yanıtı takiben 12 ay süre ile<br />

rekürrens gözlenmemiş ise, yine platin bazlı tedaviye devam edilebilir, platine rezistan ise<br />

(primer tedavi esnasında progresyon veya primer tedaviden sonraki ilk 6 ayda rekürrens<br />

olması durumunda) diğer seçenekler topoizomeraz inhibitörlerinden olan etoposit, antrasilin,<br />

doksil ve gemstabin’den biri kullanılabilir. Yanıt oranı % 20-40’dır. Diğer bir seçenek olan<br />

tamoksifen ile de tedaviye cevap % 15-20 civarındadır.<br />

Sekonder sitoredüktif cerrahi: Bu cerrahide prensip, ilk operasyonda optimal cerrahi<br />

rezeksiyon yapılamayan olgularda, second-look laparatomi esnasında saptanan tümoral<br />

yapıların mümkün olduğu kadar çıkarılmasıdır. Bu cerrahi yaklaşım ile daha uzun bir yaşam<br />

sağlandığını kabul eden görüşler vardır. Ayrıca tümör rekürrensi 12 ayın üstünde olan<br />

hastalarda , izole rezeke edilebilir tümör varlığında yapılmaktadır. Sekonder sitoredüksiyonu<br />

genel durumu iyi olan, bu tedaviden yarar göreceği umulan hastalara uygulanması<br />

önerilmektedir. Burada amaç, rezidü tümör bırakmamak, mümkün değilse tümörü 5 mm’nin<br />

altına indirebilmektir. 5 mm’nin altına inen hastalarda uygulanan ikinci basamak KT de etkili<br />

olabilmektedir. Primer adjuvan KT esnasında malignitesi progresyon gösteren vakalarda, bu<br />

operasyon sağkalımı iyileştirmez.<br />

Radyoterapi: Over kanserinin tedavisinde RT’nin kullanımı kısıtlıdır. Optimal<br />

sitoredüktif tedavi yapılmışlarda, tüm batın radyasyon tedavisi uygulanabilir. Fakat bu<br />

tedavinin etkinliği kombine KT ile karşılaştırılmamıştır. KT’ye dirençli ve rezeke edilemeyen<br />

tümörlerde palyatif rol oynayabilir.<br />

Yeni tedavi yaklaşımları: Biyolojik ve immünolojik tedavi ve sitokinler, monoklonal<br />

antikorlar, aşılar ve gen tedavisi uygulanarak yapılır. İnterferon gamma, prospektif randomize<br />

bir çalışmada ileri evre kanser için primer KT alan kadınlarda hastalıksız sağ kalımı<br />

iyileştirmiştir (1,37,38).<br />

Prognoz hakkında genel bir yaklaşım olarak, günümüzün terapötik modaliteleri ve bu<br />

13


hastalık için tedavi seçenekleri ile 5 yıllık sağ kalım oranları yaklaşık olarak, Evre I için % 93,<br />

Evre II için % 70, Evre III için % 37 ve Evre IV için % 25 ‘dir (37).<br />

Prognostik Faktörler<br />

EOC’de genel olarak kabul edilen prognostik faktörler tanı anında hastalığın evresi,<br />

grade’i, tümörün histolojik tipi, DNA ploidisi, p53 ekspresyonu, BRCA1 mutasyon<br />

taşıyıcılarıdır. Ayrıca hasta özelliklerinden, yaş, performans durumu, operasyon sonrası kalan<br />

rezidüel tümör volümü, KT’ye verilen yanıt, ikinci bakış laparatomi sonucu, preoperatif CA<br />

125 seviyesi gibi değişkenler hastaların toplam sağ kalımlarında önemlidirler (16,41).<br />

1-Evre: Evreleme klinik, cerrahi, sitolojik ve histolojik bulgular göz önüne alınarak<br />

yapılır. Over kanserinde FIGO evreleme sistemi kullanılmaktadır (15,25).<br />

FIGO evreleme sistemi:<br />

Evre I Overlerde sınırlı tümör<br />

Evre Ia Tek overde sınırlı tümör:<br />

Malign hücre içermeyen asit, over yüzeyinde tümör yok, kapsül intakt<br />

Evre Ib Her iki over tutulumu var:<br />

Malign hücre içermeyen asit, over yüzeyinde tümör yok, kapsül intakt<br />

Evre Ic* Evre Ia ve Evre I b’ye ek olarak:<br />

Bir veya iki over yüzeyinde tümör varlığı veya kapsül rüptüre veya<br />

malign hücre içeren asit varlığı veya peritoneal yıkama sıvısında malign<br />

hücre varlığı<br />

Evre II Pelvik yayılım gösteren bir veya her iki overi tutan tümör<br />

Evre IIa Uterus veya tüplere invazyon ve/veya metastaz<br />

Evre IIb Diğer pelvik dokulara yayılım<br />

Evre IIc*Evre IIa ve Evre IIb’ye ek olarak:<br />

Bir veya iki over yüzeyinde tümör varlığı veya kapsül(ler) rüptüre veya<br />

malign hücre içeren asit veya pozitif peritoneal yıkama<br />

Evre III Tümör bir veya iki overi tutuyor ek olarak<br />

Pelvis dışında peritoneal implantlar var ve/veya pozitif retroperitoneal<br />

veya inguinal lenf bezleri; tümör gerçek pelvise sınırlı veya pozitif<br />

peritoneal yıkama<br />

Evre IIIa Tümör gros olarak gerçek pelvise sınırlı, negatif lenf nodları, histolojik<br />

olarak konfirme abdominal peritoneal yüzeylerde tutulum varlığı<br />

14


Evre IIIb Hiçbiri 2 cm’yi geçmeyen histolojik olarak konfirme abdominal peritoneal<br />

yüzeyde implantlar, negatif lenf nodları<br />

Evre IIIc 2 cm üzerinde abdominal peritoneal implantlar veya pozitif retroperitoneal<br />

veya inguinal lenf nodları<br />

Evre IV Bir veya her iki overi tutan tümör ile birlikte:<br />

Uzak metastaz bulunması; eğer plevral efüzyon var ise Evre IV<br />

diyebilmek için pozitif malign hücre tespit edilmesi gereklidir.<br />

Parankimal karaciğer tutulumu Evre IV’dür.<br />

* Evre Ic ve IIc hastalarda değişik kriterlerin prognostik öneminin tespiti için kapsül<br />

rüptürünün 1-) Spontan olarak 2-) Cerrahi olarak mı ortaya çıktığının,<br />

Peritoneal malign hücrelerin 1-) Peritoneal yıkama ile elde edilen sıvıdan veya 2-) Asit<br />

sıvısından olup olmadığının not edilmesi önemlidir.<br />

2-Grade: Evreden bağımsız olarak kanser hücresinin farklılaşma derecesi, prognozu<br />

etkilemektedir. Over tümörleri histopatolojik değerlendirmede, farklılaşma derecesine göre,<br />

iyi diferansiyasyon (grade 1), orta diferansiyasyon (grade 2) ve kötü diferansiyasyon (grade 3)<br />

olmak üzere, üç farklı grade’e ayrılırlar. Grade 3 tümörlerde prognoz daha kötüdür. Grade1<br />

tümörlerde 5 yıllık sürvey % 75-81 iken, grade 2’de % 53-60 ve grade 3’de % 42-48 olarak<br />

belirlenmiştir (5,42-44).<br />

3-Yaş: Hasta yaşı ve performans durumu over kanserinde sonuç ile yakın ilişki<br />

göstermektedir. Performans durumunu kategorize eden Karnofski skalasına göre skoru<br />

%70’in üzerinde olan hastalar, tedaviye daha iyi yanıt vermekte ve daha az toksisite ile<br />

karşılaşmaktadırlar. Yaşla birlikte hastalığın görülme sıklığı artar. 20 yaşın altında nadirdir.<br />

Mortalite oranları yaşla birlikte değişir ve yaş birçok çalışmada bağımsız prognostik değer<br />

olarak gösterilmiştir. Genç hastalar ilk tanıyı daha erken evrede almakta ve tedaviye daha iyi<br />

yanıt vermektedirler (45-47).<br />

4-Histolojik Tip: Over tümörlerinin % 90’dan fazlası over yüzey epitelinden ortaya<br />

çıkar. Her tümör tipinin biyolojik davranışı, metastaz ve prognozu diğerinden farklıdır.<br />

Müsinöz ve endometriyal tipte over tümörleri ilk tanı aldıklarında genellikle overe<br />

sınırlıdırlar, bu yüzden prognozları daha iyidir. Berrak hücreli over tümörleri ise genellikle<br />

Evre I’de yakalanmasına karşın agresif bir davranışa sahiptir ve adjuvan KT verilmesini<br />

gerektirir. Fakat berrak hücreli ile birlikte müsinöz tipin de tüm sağkalım için kötü prognostik<br />

faktör olduğunu bildiren yayınlar da vardır (36,45).<br />

15


5-DNA İçeriği: Diploid tümörleri olan ileri evre over kanserli hastalarda, anaploid<br />

tümörleri olanlara göre daha iyi sürvi olduğu gösterilmiştir. Birçok çalışma ploid/DNA<br />

indeksinin, erken ve ileri evre over tümörleri ile borderline over tümörlerinde bağımsız<br />

prognostik değerde olduğunu göstermektedir. Tümör hücre çekirdeklerindeki DNA’nın<br />

anaploid sayıda olması prognozu kötü yönde etkilediği ileri sürülmektedir (15,48,49).<br />

6-Rezidü Tümör Volümü: Uygulanan cerrahi sonrası geride kalan tümör hacmi önemli<br />

bir prognostik faktördür. Hastalık prognozu ile rezidü tümör boyutu arasında ters bir ilişki<br />

mevcuttur. İleri evre EOC’de rezidü tümörü 2 cm’den küçük olan vakalarda prognozun,<br />

rezidü tümörü 2 cm’nin üzerinde olan vakalardan, daha iyi olduğu bildirilmekte ve<br />

günümüzde optimal rezidü tümör çapı 0,5 cm’nin altında olarak kabul edilmektedir (33,36).<br />

7-Asit Volümü: Batında ne kadar fazla asit var ise, prognoz o kadar kötüleşmektedir.<br />

Ayrıca asitin birikme hızı da prognozu etkilemekte, kısa sürede biriken asit varlığında<br />

prognoz daha kötü seyretmektedir (15,45,46).<br />

8-Onkojenler: Günümüzde 60 civarında onkojen tanımlanmıştır. Bunların içinde<br />

bazılarının ve özellikle C-erb-B2’nin fazla eksprese olduğu olguların prognozunun daha kötü<br />

olduğu bilinmektedir (15).<br />

ANEMİ <strong>VE</strong> KANSER<br />

Genel olarak Hb seviyesinin 12 gr/dl altında olması şeklinde tanımlanan anemi, kanser<br />

hastalarının %30’unda herhangi bir dönemde ortaya çıkabilir. Anemi görülme sıklığı<br />

malignitenin ilerlemesi ve KT tedavisi ile artar. Kanser hastalarında aneminin birçok sebebi<br />

olabilir. Bunlar, hemoglobinopatiler, gastrointestinal sistem patolojileri, kemik iliği<br />

infiltrasyonu, barsak rezeksiyonu, hipersplenizm, beslenmenin bozulması gibi hastaya ve<br />

hastalığa bağlı sebeplerdir. Ayrıca tedaviye bağlı sebepler ise, pelvis gibi kemik iliği içeren<br />

bölgelerin RT’ye sekonder hipoplazisi ile KT’ye sekonder kemik iliği ve böbrek hasarıdır.<br />

KT’nin bizzat kendisine bağlı hemoliz de görülebilir (6,50,51).<br />

Kronik hastalık anemisinde olduğu gibi, kanser anemisinde de, normal eritrosit üretimi<br />

birçok mekanizma ile engellenebilir. Tümör nekrozis faktör alfa (TNF-α), transforming<br />

growth faktör beta (TGF-β), interlökin-1, interlökin-6 ve interferon gamma gibi sitokinler<br />

inhibitor mekanizmalar olarak değerlendirilmektedir. Bu sitokin ağı muhtemelen demir<br />

metabolizmasını etkileyerek, eritropoetinin etkisini önlemektedir. Anemi, doku ve organlarda<br />

yetmezliğe yol açarak birçok fonksiyon bozukluğuna, mental ve fizik performansta azalmaya<br />

sebep olur. Tüm organlarda gözlenen yetmezliğin ana semptomu bitkinliktir. Bu en belirgin<br />

16


yakınma olup, Hb seviyesi ile yakın korelasyon göstermektedir. Hastanın Hb düzeyinin<br />

yükseltilmesiyle yaşam kalitesinin arttığı belirtilmektedir (50-52).<br />

Aneminin, tümör biyolojisi üzerine etkisi henüz tam olarak anlaşılamamıştır. Ancak,<br />

solid tümörler ile hematolojik maligniteler nedeniyle oluşan aneminin negatif bir prognostik<br />

faktör olduğu belirlenmiştir. Aneminin bir sonucu olan hücresel hipoksi, tümör hücrelerinden<br />

başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere, birçok anjiogenik faktörün salgılanmasını arttırır ve bu da AG’yi<br />

stimüle eder. Aneminin kendisi de feed-back mekanizmalar ile AG’yi uyarmaktadır. Bunların<br />

sonucu olarak da tümörün metastatik potansiyeli, hücresel büyümesi, tedaviye direnci<br />

artarken, apopitotik potansiyeli azalır. Anemi, KT ilaçların farmakokinetiğini etkilediğinden,<br />

KT öncesi aneminin tedavisi, tedaviye cevap oranlarını ve sağkalımı arttırır (6,53-55).<br />

Hipoksik alanlar solid tümörlerin karakteristik bir özelliğidir. Solid tümörlerde oksijen<br />

(O2) desteği ve tüketimi arasındaki dengesizlik hipoksiye neden olur. Hipoksiyi ortaya çıkaran<br />

ana mekanizmalar; tümörün mikrodamarlanmasındaki yapısal ve fonksiyonel anormallikler,<br />

O2 difüzyon mesafesindeki artış ve tümörün kendisine veya tedaviye bağlı gelişen anemi<br />

nedeniyle kanın O2 taşıma kapasitesindeki azalmadır. Anemisi olan hastalarda tümör<br />

hipoksisi daha belirgindir. Hipoksi, solid tümörleri RT ve KT’ye dirençli hale getirdiğinden,<br />

tedavi açısından önemli bir sorun oluşturmaktadır. Hipoksi, tümör hücrelerinin<br />

proliferasyonunu ve hücre siklusundaki pozisyonlarını değiştirerek tedavi ile hasara uğratılan<br />

hücre sayısı üzerinde olumsuz etkilere sahiptir. Bununla birlikte hipoksinin klonal seçim ve<br />

genomda HIF-1 ve <strong>VE</strong>GF’nin aktivasyonuna, p53’ün süpresyonuna, nitrik oksit (NO) sentaz<br />

enzimi ile NO üretiminin artışına, böylece tümör hücrelerine vazodilatatör etkiyle, daha fazla<br />

kan akımına neden olur. Hipoksinin, bu etkileriyle, tümör progresyonunu ve agresif<br />

karakterini arttırdığı görülmüştür. Bunun sonucunda da diferansiyasyon ve apopitozis<br />

kaybının, lokal yayılım ve metastaz ile tedaviye direnci arttırabileceği ve uzun dönem<br />

prognozu etkileyebileceği belirtilmektedir (55-57).<br />

ANJİOGENEZİS<br />

Vasküler desteğin sağlanması, normal ve neoplastik dokuların büyüme ve<br />

gelişimindeki en önemli aşamayı oluşturmaktadır. Embriyogenezis sırasında ilk olarak gelişen<br />

ve fonksiyon gösteren organ sistemi kardiyovasküler sistemdir. Hem prenatal, hem de<br />

postnatal dönemde bütün kan damarları endotel ile kaplı basit kapiller damarlar şeklinde<br />

oluşup, meydana gelen bu damarlardan bir kısmı kapiller olarak kalsa da, birçoğu konsentrik<br />

düz kas tabakalarının eklenmesi ile daha büyük damarlara dönüşmektedirler (2).<br />

17


Kapiller hücre damarları iki şekilde oluşmaktadır. Birinci yol vaskülogenezis olup,<br />

mesodermal prekürsörlerin endotel hücrelerine in situ diferansiyasyonu ile primer kapiller<br />

pleksusun oluşturulmasını içerir. İkinci yol ise AG olup, daha önceden mevcut damarlardan<br />

yeni kapillerlerin gelişmesidir. Tümör AG ise tümör dokusu içerisinde veya tümör dokusunun<br />

gelişimi yönünde yeni damar dokularının oluşumudur. Bu oluşum, anjioblastlardan<br />

kendiliğinden kan damarı oluşumu olan vaskülogenezisten farklıdır. Vaskülogenezis sadece<br />

embriyonel dönemde oluşmasına karşın, AG yaşam boyu oluşabilmektedir (2,9,53).<br />

Anjiogenezis fizyolojik ve patolojik olmak üzere ikiye ayrılır.<br />

Fizyolojik anjiogenezis: Kontrollü bir şekilde düzenlenen ve süresi sınırlı bir süreçtir.<br />

Meme dokusu ve plasentada, kadın reprodüktif siklusu boyunca korpus luteum oluşumu ve<br />

rejenere olan endometriumda, gebelikte ve doku hasarı sonucu oluşan yara iyileşmesi<br />

sırasında fizyolojik AG görülmektedir. Ayrıca artmış metabolik gereksinim veya kronik doku<br />

hipoperfüzyonuna bağlı olarak gelişen doku hipoksisine yanıt olarak da AG oluşmaktadır<br />

(9,53,58,59).<br />

Patolojik anjiogenezis: Genellikle devamlı ve azalmayan bir süreç olarak<br />

tanımlanmaktadır. Aylar hatta yıllarca devam eden bu süreç, solid tümör ve lösemilerin<br />

büyüme ve gelişmesini desteklemekte, Crohn ve kronik sistit gibi hastalıklarda, inflamatuar<br />

hücrelerin kronik inflamasyon alanına kolayca girmelerine olanak sağlamaktadır.<br />

Miyokardiyal iskemi veya periferal vasküler yetmezlik gibi bazı durumlarda hipoperfüzyona<br />

yanıt olarak gelişen yeni kollateral kan damarı oluşumu metabolizma için yararlıdır. Fakat,<br />

diyabetik proliferatif retinopatide iskemiye yanıt olarak artmış AG sıklıkla körlüğe, romatoid<br />

artritte kıkırdak yıkımına, endometrioziste intraperitoneal kanamaya, benign prostat<br />

hipertrofisinde prostatın büyümesine neden olur. Aşırı ve uygun olmayan AG, metabolik<br />

gereksinimlerin ötesinde, yeni kan damarı oluşumunun görüldüğü çocukluk çağı<br />

hemangiomlarının da patogenetik mekanizmasını oluşturur. Görüldüğü gibi, tıbbın tüm<br />

dallarında pek çok hastalığın patogenezinde AG önemli bir rol oynamaktadır (53).<br />

Anjiogenez Fizyolojisi ve Neoplastik Hastalıklarda Anjiogenik Gelişim<br />

Yeni oluşan kan damarlarının temel kaynağı endotel hücreleri olup, kapiller endotel<br />

hücrelerinin proliferasyonu, anjiogenetik sürecin bir parçasıdır. Bu hücrelerin önemli ölçüde<br />

çoğalabilme ve göç edebilme yetenekleri vardır. Ancak yeni kan damarı gelişimi için sadece<br />

endotel proliferasyonu yeterli değildir. AG süreci, kapiller bazal membranının yıkılması ve<br />

buradan göç eden endotel hücrelerinin tomurcuklanarak yeni bir lümen oluşturması için<br />

18


çoğalmasını içermektedir. Tümörün kontrolsüz bir biçimde büyümesi ve metastaz yapması<br />

için anjiogenetik sürecin başlaması ve gelişimi önemli bir basamaktır. Tümör kitlesi 0,5<br />

mm’den küçük hacimde olduğunda O2 ve besin ihtiyacını difüzyon ile karşılar. Ancak 0,5<br />

mm’nin üzerine çıktığı zaman, bu ihtiyacını karşılamak için, vasküler endotel hücrelerinin<br />

çoğalmasına ve değişimine gereksinimin duyar. AG süreci birbirine bağlı ve birbirini takip<br />

eden birçok basamak içerir. Bu süreç kapillerleri çevreleyen bazal membranın lokal olarak<br />

yıkılması ile başlar ve kapillerleri çevreleyen stromanın, endotel hücreleri tarafından<br />

anjiogenik uyarı yönünde invazyonu ile devam eder. Endotel hücrelerinin göçüne bu<br />

hücrelerin proliferasyonu ve 3 boyutlu yapıya dönüşümünün düzenlenmesi eşlik eder ve bu<br />

yeni oluşum benzer yapılarla birleşerek yeni damar ağını oluşturur (60).<br />

İnsan ve farelerde görülen tümörlerde hücresel düzeyde anjiogenik gelişimin dört<br />

mekanizması gösterilmiştir:<br />

-Avasküler in situ karsinomlar, konaktaki komşu damar yatağında<br />

neovaskülarizasyonu uyararak kan desteğini sağlayabilirler. Bu insan tümörlerindeki en<br />

yaygın süreçtir.<br />

-Kemik iliğinden dolaşıma geçen prekürsör endotelyal hücreler, anjiogenik odağa<br />

katılabilirler.<br />

-Tümörler anjiogenik faktörün, <strong>VE</strong>GF gibi aşırı ekspresyonu için, tümör yatağına<br />

konak fibroblast ve makrofajları gönderebilir.<br />

-Daha önceden varolan damarlar tümör hücreleri tarafından kullanılabilir.<br />

Damar gelişimi bu mekanizmaların kombinasyonu şeklinde de ortaya çıkabilir.<br />

Tümörlerde AG başladıktan sonra, nonanjiogenik fenotipe dönüşüm seyrektir. Anjiogenik<br />

gelişimden sonra, yeni mikrodamarlar küçük in situ tümörde birbirine yaklaşmaya başlarlar.<br />

Tümör hücreleri her yeni damarın çevresinde, mikrosilindir veya perivasküler kılıf yapacak<br />

şekilde çoğalırlar. Bir endotelyal hücre, 5 ila 100 tümör hücresini besleyebilir (53).<br />

Moleküler düzeyde anjiogenik gelişim, tümör hücrelerinin ürettiği spesifik anjiogenik<br />

stimülatör moleküller ile başlatılır ve spesifik anjiostatik inhibitör moleküller tarafından<br />

durdurulur. Anjiogenik ve anjiostatik moleküller endotel hücre döngüsü sırasında devamlı<br />

olarak ve birlikte faaliyet gösterirler (61). Tümör gelişiminin erken döneminde AG’yi kontrol<br />

eden genlerin mutasyonuyla, pozitif düzenleyicilerin aşırı ekspresyonu ve inhibitörlerin<br />

baskılanması tetiklenir (3,5).<br />

19


Tablo 1. AG’yi uyaran ve inhibe eden faktörler: (3)<br />

AG’nin Endojen Stimülanları AG’nin Endojen İnhibitörleri<br />

- Birincil büyüme faktörleri:<br />

• Asidik fibroblast büyüme faktörü<br />

(FGF-1)<br />

• Bazik fibroblast büyüme faktörü<br />

(FGF-2)<br />

• Epidermal büyüme faktörü<br />

• Hepatosit büyüme faktörü<br />

• Trombosit kaynaklı endotelyal<br />

büyüme faktörü<br />

• Trombosit kaynaklı büyüme gaktörü<br />

• Transforme edici büyüme faktörü-α<br />

• Transforme edici büyüme faktörü-β<br />

• Vasküler endotelyal büyüme faktörü<br />

- Diğer stimülan proteinler<br />

• Angiogenin<br />

• Angiopoietin-1<br />

• İnterlökin-6<br />

• İnterlökin-8<br />

• Matriksmetalloproteinaz-2<br />

• Matriks metalloproteinaz-9<br />

• Tümör nekrozis faktor-α<br />

- İnhibitör proteinler:<br />

20<br />

• Angiopoietin-1<br />

• İnreferon-α-β<br />

• İnterferon-δ<br />

• İnterferon- δ -indükleyici protein (IP-<br />

10)<br />

• İnterlökin-10<br />

• İnterlökin-12<br />

• Trombosit faktör-4<br />

• Soluble flt-1<br />

• Trombospondin-1<br />

• Doku inhibitör (Tissue inhibitor of<br />

matrix metalloproteinase-1,-2)<br />

- İnhibitör protein fragmanları<br />

• Angiostatin<br />

• Endostatin<br />

• Prolaktin fragman<br />

<strong>VE</strong>GF, 40-45 kd’lik homodimerik bir protein olup, sinyal dizini çok çeşitli hücreler ve<br />

insan tümör hücrelerinin çoğu tarafından sekrete edilen, endotel hücreler üzerinde 3 tane<br />

reseptörü olan güçlü bir mitojendir. <strong>VE</strong>GF’nin ekspresyonu, embriyogenez sırasında kan<br />

damarlarının gelişimi ve kadın genital sisteminin siklik değişimleri ile tümörlerinin AG’i ile<br />

ilişkilidir. Bu faktör artmış vasküler permeabiliteye ve protein ekstravazasyonuna neden olur.<br />

<strong>VE</strong>GF’nin permeabiliteyi arttırması, endotel hücrelerinin göç ettiği interstisyuma protein<br />

difüzyonuna neden olur. Kapillerler üzerindeki permeabilite arttırıcı etkisi histaminden çok


daha güçlüdür. <strong>VE</strong>GF, EOC’nin de dahil olduğu pek çok tümöral doku tarafından salgılanan<br />

anjiogenik bir faktördür ve beyin tümöründe ödem, over kanserinde asit oluşumu ve metastaz<br />

gelişmesinin önemli mediatörlerinden biridir (62,63). <strong>VE</strong>GF ailesinin diğer üyelerinin<br />

(<strong>VE</strong>GF-B, <strong>VE</strong>GF-C gibi) overdeki fonksiyonları tam olarak bilinmemekle birlikte Sowter ve<br />

ark. (64) normal over dokusu ve EOC’li hastaları <strong>VE</strong>GF yönünden karşılaştırdıkları<br />

çalışmada, sadece <strong>VE</strong>GF ile <strong>VE</strong>GF-B düzeylerinin tümörü olan over dokusunda daha yüksek<br />

seviyede bulunduğunu saptamışlardır.<br />

Fibroblast büyüme faktörleri (FGF) olan asidik FGF ve bazik FGF, invitro olarak<br />

endotelyal hücre mitozunu ve göçünü uyarır. İnvivo olarak ise en güçlü anjiogenik proteinler<br />

arasındadırlar. Menstrual döngünün erken luteal fazı sırasında granuloza hücrelerinde ve<br />

luteal evre boyunca teka hücrelerinde bFGF ekspresyonu olduğu gösterilmiştir (65).<br />

Vaskülarize bir tümörde, bütün tümör hücreleri anjiogenik değildir. Çok iyi<br />

vaskülarize tümörlerde bile MDD’nin düşük olduğu alanlar kadar, yüksek olduğu alanlar da<br />

gözlenir. Tümör kitlesi büyüdükçe anjiogenik özellik kazanmış tümör hücre varyantlarının<br />

olma ihtimali de artar. Metastazların klonal orjini nedeniyle yüksek oranda anjiogenik<br />

hücreler içeren tümörler, daha büyük ihtimalle yaygın metastaz yapar. Çünkü hedef dokulara<br />

ulaştığında zaten anjiogenik özellik taşırlar. Bir tümör hücresinin başarıyla metastaz<br />

yapabilmesi için damar sistemine girmek, dolaşımda canlı kalabilmek, hedef organın<br />

mikrodamarlarında duraklayabilmek, damar sisteminden dışarı çıkabilmek, hedef organda<br />

büyüyebilmek ve AG’yi indükleyebilmek gibi çeşitli bariyerleri aşabilmelidir (12,66,67)<br />

Neovaskülarizasyon oluşuncaya kadar tümör hücreleri genellikle dolaşımda<br />

belirlenemezler. Yüksek MDD, yüzey alanını genişleterek hücrelerin dolaşıma kolayca<br />

girmesine ve buna bağlı olarak hücrelerin sürekli dolaşımda bulunmasına neden olur. Tümör<br />

hücresi anjiogenik iken metastaz yaparsa saptanabilir tümör oluşturma ihtimali daha fazladır.<br />

Metastatik sürecin başında olduğu kadar sonunda da AG’ye ihtiyaç vardır. Tümör hücresi<br />

başarıyla metastaz yapmış olsa bile, hedef organda hemen vaskularize olmayabilir ve<br />

mikroskopik düzeyde kalabilir (67).<br />

Tümörde gelişen yeni damar oluşumlarının tümöre olan uzaklıkları ve yoğunlukları<br />

tümörün gelişimi ve metastaz yapabilme gücü açısından oldukça önemlidir. Bir tümöral<br />

patolojide gelişen ve tümörün etrafını saran mikrovasküler yapının tümöre olan uzaklığı<br />

ortalama 150-200 mikron (µ) kadardır. Bu uzaklık arttıkça tümörde DNA sentezi azalmakta<br />

tümörün gelişimi yavaşlamakta ve tümörün metastaz etkinliği dolayısıyla da rekürrens oranı<br />

düşmektedir. Bunun yanı sıra birim alandaki damar yoğunluğu arttıkça tümörün gelişim hızı,<br />

21


metastaz yapabilme gücü de artmaktadır (60). Meme kanserli hastalar üzerinde yapılan bir<br />

çalışmada 200 büyütmeli mikroskop sahasında her 10 tane yeni damar oluşumunun, metastaz<br />

riskini 1.17 kat arttırdığı gösterilmiştir (12).<br />

Anjiogenik gelişim hipoksi, endojen AG inhibitörleri ve konağın genetik yapısı gibi<br />

çevresel koşullarla da modifiye edilebilir. Hipoksi oluşumu, tümörün neovaskülarizasyonu<br />

geliştikten sonra tümörün devamlı genişlemesi ve doku basısında artışa yol açması ile<br />

açıklanmaya çalışılmaktadır. Tümörün ortasındaki mikrodamarlar bası altında kalması<br />

sonucunda tümörde santral nekroz meydana gelir. Oluşan hipoksik ortam hücre içinde<br />

bulunan, üretim ve eliminasyonu sürekli değişiklik gösteren hypoxia inducible factor-1 (HIF-<br />

1) olarak tanımlanan sitokinin artmasını sağlar. HIF-1, <strong>VE</strong>GF’nin transkripsiyonuna neden<br />

olan genin aktivasyonunu sağladığı gibi, kanser biyolojisi üzerinde 60’a yakın genin<br />

transkripsiyonunda, hücre içi glukoz metabolizmasında, hücre invazyonunda ve AG’de etkili<br />

bir faktördür. HIF-1’in aşırı ekspresyonu meme, mide, serviks, endometrial ve over<br />

kanserlerinde artmış mortaliteyle ilişkilidir. HIF-1, başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere, AG ile ilişkili<br />

diğer faktörlerin üretimine de neden olur. HIF-1 stimülasyonu ile aktive olan <strong>VE</strong>GF geni,<br />

messanger Ribonükleik asit’in (mRNA) transkripsiyonuna ve <strong>VE</strong>GF üretiminin artışına yol<br />

açar (53,68-70).<br />

Moleküler düzeyde anjiogenik gelişim, dolaşımda bulunan interferon beta, platelet<br />

faktör 4, angiostatin gibi inhibitörler veya ekstraselüler matriksten salınan endostatin,<br />

trombospondin-1 ve tümörün metastatik yayılımında önemli etkisi bulunan<br />

metalloproteinazlar gibi, endotelyal inhibitör etkenlerle de modifiye edilebilir (56). Endojen<br />

AG inhibitörlerinden olan, angiostatin veya endostatinin, terapotik olarak verilmesi,<br />

anjiogenik gelişimin dengesini öylesine değiştirir ki, tümörün anjiogenik yanıtı devam eder<br />

veya tamamen yok olur (53,71).<br />

Hızlı bir şekilde büyümeye başlayan tümörlerler kendi enerji kaynaklarını kısa sürede<br />

tüketerek iskemi ve hipoksi oluşumuna neden olurlar. Bu hipoksik ortamda canlı kalabilen<br />

hücreler kendilerine yeni damar oluşturacak düzenlemeler yaparlar. Bu düzenlemelerde tümör<br />

hücrelerine ek olarak konak immün hücreleri de AG’de görev alabilirler. Oluşan yeni<br />

damarlar aracılığıyla tümöral parankime giriş yolu sağlayan, aktive olmuş makrofajlar ve<br />

mononükleer hücreler gibi fagositer sistem üyelerinin olay yerine gelmesiyle, TGF-α, TNF-α,<br />

bFGF, angiotropin gibi birçok anjiogenetik, stümülatör ve inhibitörleri direkt olarak ortama<br />

salgılarlar. İkinci bir yol olarak da tümör hücrelerinin anjiogenik faktörler üretmesini stimüle<br />

ederek AG’nin oluşumunu hızlandırırlar. Bu durum tümöral dokuda lokal AG’ye ve tümörün<br />

22


yayılımına neden olur (10). Makrofajların AG üzerindeki bağlantısını araştıran bir çalışmada,<br />

farklı over tümör tiplerinde, yüksek ve orta sayıdaki MDD’li alanlarda makrofaj<br />

infiltrasyonunda fark tespit edilememesine rağmen bu süreçte varlığı gösterilmiştir (72).<br />

Konağın anjiogenik yanıtının genetik olarak düzenlenmesinde, tümörün kendi<br />

anjiogenik yapısı, onkojenler ve tümör-süpresör genler tarafından da yönlendirilir.<br />

Hemanjiomların beyaz bebeklerde sık görüldüğü ve maküler dejenerasyonun çoğunluka<br />

beyaz hastalarda bulunması genetik cevap açısından önemli örneklerdir. Bu etkileri<br />

düzenleyen genler henüz bilinmemektedir (53).<br />

Anjiogenik gelişimin klinik olarak saptanması, tümör kitlesinin tespit edilebilir<br />

büyüklüğe ulaşmasıyla, lokal kanama veya metastaz varlığı ile tanımlanır. Örneğin pozitif bir<br />

mammogram genellikle neovaskülarize bir tümörü gösterirken, mamografinin saptayabileceği<br />

sınırların altında kalan in situ karsinomlarda, neovaskülarizasyon henüz gelişmemiştir.<br />

Neovaskülarize tümör sonucunda mesane kanserinde hematüri, kolorektal kanserde melena,<br />

akciğer kanserinde hemoptizi, EOC’de adneksiyel kitle gibi bulgular gelişebilir (53).<br />

Mikrodamar Dansitesi<br />

MDD interkapiller mesafe ile tanımlanmaktadır. İnterkapiller aralık, mikrodamarı<br />

çevreleyen tümör hücrelerinin kılıf kalınlığı ile yönlendirilir. Rezidüel tümör hücreleri, kalan<br />

damarların çevresinde kılıf oluşturabilir ve damar yoğunluğu anlamlı olarak değişmeyebilir.<br />

MDD benign ve malign tümörler arasında ayrım da yapmayabilir. Normal hipofiz<br />

dokusundaki MDD hipofiz adenomundakinden daha fazladır, hipofiz adenomununda da,<br />

hipofiz karsinomundan daha yüksektir (53).<br />

Benign ve malign tümörler arasında MDD açısından fark olmadığını AG’nin malign<br />

transformasyondan ziyade tümör büyümesi için önemli olduğunu bildiren, Orre ve ark.’nın<br />

(49) yaptıkları çalışmada malign seröz ve benign over tümörlerinde ortalama MDD’yi benzer<br />

olarak bulmuşlardır. Nakanishi ve ark’nın (73) EOC’li hastalar üzerinde yaptıkları çalışmada<br />

ise, evreye bakılmaksızın AG’nin aynı derecede stimüle olduklarını bildirmişlerdir. EOC’de<br />

AG tümör hücresinin büyümesi için önemlidir ve bu sayede tümör boyutu artar, fakat<br />

tümörün progresyonu için başka mekanizmalar da önemli rol oynamaktadır (5,12).<br />

Klinik veriler, metastatik potansiyelin ve prognozun AG’nin derecesine bağlı<br />

olduğunu desteklemektedir. Bu nedenle AG’nin derecesi belirlenmeye çalışılmakta, bu<br />

konuda kullanılan yöntemlerden biri MDD olarak değerlendirilen kantitatif bir yöntemdir.<br />

Tümörün AG derecesi, güçlü prognostik ve prediktif bir faktör olarak gösterilmektedir. MDD,<br />

23


“hotspot” denilen ve yüksek damar dansitesi olan bölgelerde değerlendirilir. Meme<br />

kanserinde, hastalıksız sağkalımı göstermede, MDD’ nın tümör boyutu, grade ve östrojen<br />

reseptör durumundan daha iyi bir prognostik faktör olduğu saptanmıştır (12). van Diest ve<br />

ark. (74) ileri evre EOC’de MDD’yi ilk kez prognostik faktör olarak değerlendirmişler, fakat<br />

meme kanserinde elde edilen sonuçlar kadar kesin olmadığını, yüksek MDD olanlarda, daha<br />

kötü prognoz görülmekle birlikte sürvi analizinde MDD değerlerinin istatistiksel anlam<br />

taşımadığını tespit etmişlerdir.<br />

MDD’nın tümörün büyümesinde olduğu kadar metastazda da önemli rol oynadığı<br />

iddia edilmektedir. Bir tümör hücresinin başarıyla metastaz yapabilmesi için; damar sistemine<br />

girmeli, dolaşımda canlı kalabilmeli, hedef organın mikrodamarlarında duraklayabilmeli,<br />

damar sisteminden dışarı çıkarak, hedef organda büyüyebilmeli ve anjiogenezi indükleyecek<br />

potansiyeli olmalıdır. Metastazların klonal orjini nedeniyle, anjiogenik hücre yoğunluğu fazla<br />

olan tümörlerde metastazlarının yaygın olarak ortaya çıkma riski daha fazladır. Çünkü<br />

dolaşıma giren tümör hücreleri hedef dokulara ulaştığında zaten anjiogenik özellik taşırlar<br />

(66).<br />

Yüksek MDD, yüzey alanını arttırarak hücrelerin dolaşıma girmesini kolaylaştırır ve<br />

bu sayede hücreler sürekli olarak dolaşımda bulunurlar. Tümör hücresinin metastaz yaptığı<br />

dokuda, anjiogenetik potansiyeline bağlı olarak, saptanabilir tümör oluşturma ihtimali daha<br />

fazladır. Metastatik sürecin başlangıcında olduğu kadar, devamında da AG’ye ihtiyaç vardır.<br />

Tümör hücresi başarıyla metastaz yapmış olsa bile, hedef organda hemen vaskülarize<br />

olmayabilir ve mikroskopik düzeyde kalabilir. Vaskülarize bir tümörde bütün tümör hücreleri<br />

anjiogenik değildir. Çok iyi vaskülarize tümörlerde bile MDD’ nın düşük olduğu alanlar<br />

kadar, yüksek olduğu alanlar da gözlenir. Tümör kitlesi büyüdükçe anjiogenik özellik<br />

kazanmış tümör hücre varyantlarının olma ihtimali de artar (12,67,75).<br />

Damarların Belirteçleri<br />

Yapılan araştırmalarda intratümöral kan damarlarını tanımlamak amacıyla,<br />

immunohistokimyasal olarak birçok farklı endotelyal hücre belirteci kullanılmıştır. En sık<br />

kullanılan antikorlar; Faktör VIII’e bağlı antijene karşı antikor, CD31 ve CD34’dür. Faktör<br />

VIII’e bağlı antijen, Von Willebrand faktörünün bir parçasıdır ve koagülasyon sürecinde rol<br />

oynamaktadır. Trombosit-endotelyal hücre adezyon molekülü olan CD31, hücre adezyonunda<br />

rol oynayan bir transmembran glikoproteinidir. CD34 ise fonksiyonu bilinmeyen bir yüzey<br />

glikoproteini olup, daha çok öncü kan hücreleri ve damar endotel hücreleri tarafından<br />

24


eksprese edilen antijene bağlanır. Birçok çalışmada bu antikorların damarlanmayı<br />

değerlendirmede oynadıkları rol araştırılmış ve MDD’yi gösterme açısından birbirleri ile<br />

karşılaştırılmıştır. Bu çalışmaların çoğunda daha özgün boyanma reaksiyonu gösterdiği için<br />

optimal immünohistokimyasal belirteç olarak CD34 gösterilmiştir (14,76-78). Bu nedenle<br />

bizim çalışmamızda da CD34 MDD’yi belirlemek üzere belirteç olarak tercih edilmiştir.<br />

25


GEREÇ <strong>VE</strong> YÖNTEMLER<br />

Çalışmamız için Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi<br />

Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı’nda Ocak 1993 ile Haziran 2004 tarihleri<br />

arasında intrapelvik veya overyal kitle nedeni ile opere edilen ve Patoloji Anabilim Dalı’nda<br />

EOC tanısı konulan olgulardan, arşiv bilgileri ve patoloji preparatlarına ulaşılabilen 47 olgu<br />

çalışma kapsamına alındı. Çalışmaya başlanmadan önce Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi<br />

Etik Kurul onayı alındı (Ek1). Olgulara ait yaş, tümörün histolojik tipi, evre, grade,<br />

intraoperatif asit varlığı, yapılan cerrahi tedavi şekli, postoperatif rezidüel tümör miktarı,<br />

preoperatif hemoglobin değeri gibi bilgiler klinik dosyaları ve biyopsi raporlarından<br />

retrospektif olarak incelenerek saptandı ve bu bilgilerden tümör patolojisi ile ilgili olanlar<br />

çalışmanın pataloğu tarafından gerektiği takdirde revize edildi. Kliniğimizde farklı ekipler<br />

tarafından operasyonları gerçekleştirilen 47 hasta, evre ve grade ayırımı yapılmadan<br />

çalışmaya alındı. Borderline over kanserleri ve primer peritoneal karsinomlar ile herhangi bir<br />

nedenle operasyon öncesi labaratuvar verileri elde edilemeyen, ayrıca daha önceden herhangi<br />

bir malign hastalığı tespit edilmiş veya eşlik eden herhangi bir malignitesi olan vakalar ve<br />

primer cerrahisi bölümümüzde yapılmayan, fakat tedavisi düzenlenen olgular çalışmaya<br />

alınmadı. Hastalara uygulanan operasyonda amaç, genel jinekolojik onkoloji prosedürlerine<br />

uygun şekilde optimal sitoredüksiyon uygulamak, ancak bunun mümkün olmadığı vakalarda<br />

rezidü tümör çapını 2 cm’nin altına indirmekti (41).<br />

Çalışmaya dahil edilen 47 hastanın ilk yatış klinik dosyaları incelenerek hastaların<br />

yaşı, preoperatif Hb değerleri, uygulanan cerrahi operasyon sırasında asit varlığı, operasyon<br />

sonunda kalan rezidüel tümör çapı ve tümör miktarı, hastalığın evresi, tümörün histolojik tipi,<br />

26


tümör grade, postoperatif uygulanan tedavi ve hastaların poliklinik takipleri saptandı.<br />

Çalışmaya dahil edilen olguların yaşları 27-77 arasında değişmekte idi. 20 hastada<br />

Hb≥12 gr/dl, 27 hastada ise Hb 2 cm rezidü tümör kaldığı belirlendi.<br />

Çalışmaya dahil edilen 47 olgunun, daha önceden farklı patologlar tarafından<br />

değerlendirilmiş olan parafin blokları Patoloji Anabilim Dalı arşivinden çıkartıldı.<br />

Hematoksilen+eosin (H+E) ile boyalı preparatlar, patoloji blokları ve patoloji raporları, tek<br />

bir patolog tarafından tekrar gözden geçirilerek tanılar doğrulandı. Her olgudan tümörü temsil<br />

eden ve tümör periferinden alınmış bir adet blok seçildi. Bu bloktan iki ayrı lama, 4 µm<br />

kalınlığında birer kesit alındı. Kesitlerden biri, H+E ile boyanarak ışık mikroskopunda<br />

incelendi. Diğer kesit ise immunohistokimyasal olarak CD34 ile boyanarak ışık<br />

mikroskobunda 20’lik objektif ile mikrodamar yapıları sayıldı.<br />

İmmünohistokimya: İmmünolojik ilkelere dayanarak, varlığı araştırılan antijenlere<br />

karşı geliştirilmiş, poliklonal veya monoklonal antikorlar aracılığıyla dokudaki antijeniteyi<br />

gösteren bir yöntemdir. CD34 monoklonal antikoru, vasküler endotel gibi hematopoetik<br />

hücrelerden eksprese edilen bir hücre yüzey antijenini gösterir. CD34 tümör<br />

vaskülarizasyonunun tespitinde diğer monoklonal antikorlardan daha spesifik ve daha tutarlı<br />

sonuçlar vermektedir (14,76-78). Bu nedenle çalışmamızda CD34 immunhistokimyasal<br />

boyamayı tercih ettik. Çalışmamızda indirekt immünperoksidaz yöntemi uygulanmıştır.<br />

Yöntemin Uygulanışı:<br />

1- Tümör çevre mukozayı en iyi örnekleyen kesite ait parafin bloklardan 4 µm<br />

kalınlığında kesitler yapıldı. Kesitler 1/10’luk Poly-L-Lysine solüsyonu ile muamele edilmiş<br />

lamlara alındı.<br />

2- Bir gece 37 ºC etüvde veya 1 saat boyunca 60 ºC etüvde bekletilerek<br />

27


deparafinizasyon işlemi uygulandı.<br />

3- Boyamanın yapılacağı gün deparafinizasyona ksilen ile devam edildi. Bu işlem<br />

toplam 45 dakika olacak şekilde 10’ar dakikadan 60 ºC etüvde 3 kez bekletme ve her 10’ar<br />

dakikanın ardından 5 dakika dışarıda soğumaya bırakma şeklinde uygulandı.<br />

4- Ksilenin giderilmesi için %96 lık alkol muamelesine geçildi. Kesitler 60 ºC etüvde<br />

10’ar dakikadan 4 kez tutuldu. Her arada 5 dakika dışarıda soğumaya bırakıldı.<br />

5- Lamlar 3 kez distile sudan geçirildi.<br />

6- Antijen kazanımı için “ DAKO ChemMate Buffer for Antigen Retrieval ”(kod<br />

No.S 2031 DAKO, Carpinteria, CA, ABD) solüsyonu kullanıldı. 180 ml distile suya 20 ml bu<br />

solüsyondan ilave edildi.<br />

7- Lamlar, hazırlanan sitrat buffer solüsyonu içinde 600 watt lık mikrodalga fırında 10<br />

dakika kaynatıldı.<br />

8- 10 dakika mikrodalga içinde ve 10 dakika dışarıda oda sıcaklığına gelinceye kadar<br />

bekletildi.<br />

9- Üç kez distile sudan geçirilen lamlar %1’lik tripsin solüsyonunda 37 derecelik<br />

etüvde15 dakika bekletilerek tripsinizasyon işleminden geçirildi.<br />

10- Tekrar 3 kez distile suda yıkanan lamlara, dokularda bulunan endojen peroksiti<br />

bloke etmek için 10 dakika 37 ºC etüvde Methanolde hazırlanmış %3’lük H2O2 uygulaması<br />

yapıldı.<br />

11- Distile sudan geçirilen lamlar pH 7.4 olarak hazırlanmış PBS solüsyonunda 10<br />

dakika bekletildi.<br />

12- Reaktiflerin kesit dışına taşmasını engellemek için lamlardaki kesitlerin etrafı<br />

“DAKO-Pen” (kod No.S 2002) ile çizildi.<br />

13- Nemli ortamda zemin boyanmasını önlemek amacıyla “Protein Block, Serum<br />

Free” reajanı (kod No.X 0909 DAKO, Carpienteria, CA, ABD) damlatıldı, 10 dakika<br />

bekletildi.<br />

14- Lamların üzerindeki solüsyon giderildi.<br />

15- Her bir vaka için ayrı ayrı numaralandırılmış lamlara, oda sıcaklığında, nemli<br />

ortamda, CD34’e karşı geliştirilmiş olan primer antikorlar damlatıldı ve inkübasyon sürelerine<br />

göre bekletildi.<br />

16- Lamlar üzerindeki primer antikorlar distile su ile uzaklaştırılıp, PBS solüsyonuna<br />

alınarak 5 dakika bekletildiler.<br />

17- Universal LSAB® 2 kitinin (kod No. K 0675 DAKO, Carpienteria, CA, ABD) 1<br />

28


nolu “Biotin labeled link” (kod No. K 1017 DAKO, Carpienteria, CA, ABD) solüsyonu<br />

damlatıldı ve 20 dakika bekletildi.<br />

18- PBS solüsyonu ile 5 dakika yıkanan lamlara, 2 nolu biotine bağlanacak olan<br />

işaretleyici “Streptavidin” (kod No. K 1018 DAKO, Carpienteria, CA, ABD) damlatıldı ve 20<br />

dakika daha bekletildi.<br />

19- Distile su ile yıkanan lamlar PBS solüsyonunda 5 dakika bekletildi.<br />

20- DAKO’ya ait “DAB+Liquid” (kod No K 3468) kitinden karıştırılarak hazırlanan<br />

renklendirici solüsyon lamlar üzerine damlatıldı, 10 dakika bekletildi.<br />

21- Distile su ile yıkanan lamlar Maver Hematoksilen solüsyonunda 40 saniye<br />

tutularak zıt boyama yapıldı.<br />

22- Musluk suyunda yıkandı.<br />

23- Lamlar %5’lik amonyak solüsyonuna bir kez batırılarak morartma işlemine tabii<br />

tutuldu.<br />

24- DAKO’ya ait “ Permanent Mounting Medium, Non Aqueous” (kod No S 3026<br />

DAKO, Carpienteria, CA, ABD) kapatma vasatı ile kapatıldı.<br />

CD34 ile muamele edilen kesitler üzerinde, küçük büyütmede (40X) en yoğun damar<br />

yapısı bulunan 5 ayrı alan (hot spot) tespit edilip, büyük büyütmede (200X) (oküler 10X,<br />

objektif 20X) oküler grid kullanılarak, grid üzerinde 0.25 mm² alan içine düşen damar sayısı<br />

sayıldı. Sayılan damarların aritmetik ortalaması alınarak her olgu için geçerli olan MDD<br />

ortaya çıkarıldı. Her olguda kan ve lenf damarı ayrımı yapılmaksızın iki veya daha fazla<br />

endotelyal hücrenin boyanmış olması damar olarak kabul edildi (14).<br />

Elde edilen MDD değerleri ile tümör evresi, tümör tipi, histolojik grade, intraoperatif<br />

asit varlığı, rezidü tümör çapı ayrıca MDD değerleri ile Hb değeri 12 gr/dl’nin altında ve 12<br />

gr/dl veya üzerinde olan olgular karşılaştırıldı. Ayrıca operasyon öncesi serum Hb değerleri<br />

ile tümör evresi, tümör tipi, histolojik grade, intraoperatif asit varlığı, rezidü tümör çapı<br />

arasındaki korelasyona bakıldı.<br />

İstatistiksel değerlendirmeler Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Dekanlığı Bilgi İşlem<br />

Merkezindeki S0064 Minitab Release 13 paket programı (Lisans No: WCP 1331.00197)<br />

kullanılarak Trakya Üniversitesi Merkez Kütüphanesi İstatistik ve Çevre Bürosu’nda yapıldı.<br />

Klinikopatolojik verilerin (evre, grade, histolojik tip, intraoperatif asit varlığı, postoperatif<br />

rezidü tümör çapı) Hb ve MDD ile karşılaştırılmasında Kruskal-Wallis Varyans Analizi,<br />

Mann-Whitney U Testi ve Ki-Kare testi, AG ve Hb ile sağ kalım süreleri arasında ilişkiyi<br />

değerlendirmede Kaplan-Meier metodu kullanıldı. Evre ile Hb arasındaki ilişki Spearman<br />

29


Korelasyon Analizi ile değerlendirildi. Elde edilen p değerinin 0.05 ve altında olduğunda,<br />

değerler anlamlı olarak kabul edildi.<br />

30


BULGULAR<br />

Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Eğitim ve Araştırma Hastanesi Kadın Hastalıkları ve<br />

Doğum Anabilim Dalı’nda Ocak 1993 ile Haziran 2004 tarihleri arasında opere edilen ve<br />

üniversitemiz Patoloji Anabilim Dalı’nda epitelyal over kanseri tanısı konulmuş olan ve bu<br />

tanı ile bölümümüzde tedavi edilmiş olan hastaların, dosya ve patolojik arşiv materyalleri<br />

incelenmiştir.<br />

Çalışmaya dahil edilen toplam 47 olgunun demografik ve klinik özellikleri Tablo 2’de<br />

verilmiştir. Çalışmaya dahil edilen olguların yaşları 27-77 arasında değişmekte idi. Olguların<br />

operasyon öncesi Hb değerleri 12 gr/dl’nin altında ve üzerinde olarak değerlendirildi (79,80).<br />

20 hastada Hb≥12 gr/dl, 27 hastada ise Hb


Operasyon esnasında 24 hastada asit gözlenmezken, 23 hastada farklı miktarlarda asit<br />

(100 ml-14000 ml) saptandı. Operasyon sırasında asit saptanmayan hastalardan sitolojik<br />

inceleme için batın yıkama sıvısı alınmıştı.<br />

Olguların postoperatif rezidü miktarına göre dağılımı incelendiğinde; 26 hastada<br />

operasyon sonrası rezidü tümör kalmadığı, 9 hastada < 2 cm, 12 hastada > 2 cm rezidü tümör<br />

kaldığı belirlendi.<br />

Operasyon sonrası 21 hastaya taxol+karboplatin, 1 hastaya taxol+sisplatin, 12 hastaya<br />

sisplatin+endoxan, 2 hastaya sisplatin+endoxan+adriablastin kemoterapi protokolleri<br />

uygulanmıştı. Uygulanan kür sayısı 0-18 idi (medyan 6 kür).<br />

Uygulanan cerrahi±KT tedavisine cevap, son KT küründen 3 ay sonra klinik muayene,<br />

USG, CA 125 ve tüm batın BT ile değerlendirildi. Olgular ilk 2 yıl içinde üç ayda bir olmak<br />

üzere poliklinik kontrolüne çağırılarak takip edildi.<br />

Operasyondan sonra 5 hastanın kontrole hiç gelmediği, bu 5 hastadan 3 tanesinde<br />

postoperatif rezidü tümör kalmadığı, 2 tanesinde ise >2 cm rezidü tümör kaldığı saptandı.<br />

Takiplere gelen 42 hastanın ise başlangıç cerrahiden itibaren 1-58 ay (medyan 8 ay) takip<br />

edildiği saptandı. Operasyon sonrası rezidü tümör kalmayan ve takiplerine gelen 23 hastadan<br />

8 tanesinde rekürrens saptandığı, 15 tanesinde ise rekürrens saptanmadığı tespit edildi. 9<br />

hastanın ise operasyondan sonraki değişik süreler içinde rekürrens nedeniyle öldüğü saptandı.<br />

12 hastanın takiplerinde tümör saptanmadığı, 6 hastada tümör saptandığı, rekürrens gelişen 17<br />

hastanın, 9 tanesinin post operatif rezidülerinin 2 cm’in üzerinde, 5 tanesinin 2 cm’in altında,<br />

3 tanesinin de tümör rezidülerinin olmadığı belirlenmiştir.<br />

Evre ile Hb değerleri arasındaki ilişki Spearman korelasyon analizi ile değerlendirildi.<br />

Evre artarken, Hb değerlerinde azalma görüldü (R= - 0.30, p=0,038). (Tablo 3)<br />

Tablo 3. Evrelere göre Hb değeri ortalamaları<br />

Evre n<br />

Hemoglobin<br />

Ortalama SD SE P<br />

I 12 12.4 1.55 0.44<br />

II 7 11.7 1.15 0.43<br />

III 20 11.4 2.03 0.45<br />

IV 8 10.4 2.54 0.90<br />

34<br />

0.038<br />

SD: Standard deviation, SE: Standard error. p; Spearman korelasyon analizi ile<br />

hesaplanmıştır.


Anemik ve anemik olmayan hastalar tümör evrelerine göre dağılımı incelendiğinde<br />

(Tablo 4), oranlar arasında istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 4. Anemik ve anemik olmayan hastaların tümör evreleri yönünden<br />

karşılaştırılması<br />

Evre<br />

Hb0.05, Ki-Kare testi ile hesaplanmıştır.<br />

Tümör histolojik tiplerinin anemik ve anemik olmayan hastalara göre dağılımı<br />

incelendiğinde (Tablo 5), anemik olan ve olmayan hastalar arasında histolojik tip yönünden<br />

istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 5. Anemik ve anemik olmayan hastaların tümör histolojisi yönünden<br />

karşılaştırılması<br />

Histoloji<br />

Hb0.05, Ki-Kare testi ile hesaplanmıştır.<br />

Tümör grade’lerinin anemik ve anemik olmayan hastalara göre dağılımı<br />

incelendiğinde (Tablo 6), anemik olan ve olmayan hastalar arasında tümör grade’i yönünden<br />

istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).


Tablo 6. Anemik ve anemik olmayan hastaların tümör grade yönünden karşılaştırılması<br />

Grade<br />

Hb0.05, Ki-Kare testi ile hesaplanmıştır.<br />

İntraoperatif asit varlığının anemik ve anemik olmayan hastalara göre dağılımı<br />

incelendiğinde (Tablo 7), anemik olan ve olmayan hastalar arasında intraoperatif asit<br />

yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 7. Anemik ve anemik olmayan hastaların intraoperatif asit varlığı yönünden<br />

karşılaştırılması<br />

Asit<br />

Hb0.05, Ki-Kare testi ile hesaplanmıştır.<br />

Operasyon sonrası rezidü tümör çapının anemik ve anemik olmayan hastalara göre<br />

dağılımı incelendiğinde (Tablo 8), anemik olan ve olmayan hastalar arasında operasyon<br />

sonrası rezidü tümör çapı yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 8. Anemik ve anemik olmayan hastaların operasyon sonrası rezidü tümör çapı<br />

yönünden karşılaştırılması<br />

Rezidü çapı<br />

Hb


Anemik hastalarda ortalama MDD’nin evrelere göre dağılımı incelendiğinde (Tablo<br />

9), anemik hastalardaki evreler arasında MDD yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark<br />

saptandı (p=0.047). Bu farklılığın hangi evreler arasında olduğu Mann-Whitney U Testi ile<br />

değerlendirildi. Evre I’deki MDD’nin Evre III’deki MDD’den anlamlı olarak daha fazla<br />

olduğu saptandı (p=0.005). Evre I ve II, I ve IV, II ve III, II ve IV, III ve IV arasında ise<br />

istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 9. Anemik hasta grubunda evrelerin MDD yönünden karşılaştırılması<br />

Evre<br />

Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />

Anemik olmayan hastalarda ortalama MDD’nin evrelere göre dağılımı incelendiğinde<br />

(Tablo 10), anemik olmayan hastalardaki evreler arasında MDD yönünden istatiksel olarak<br />

anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 10. Anemik olmayan hasta grubunda evrelerin MDD yönünden karşılaştırılması<br />

Evre<br />

MDD<br />

n=27 Ortalama ± SE p<br />

I 5 55.3 ± 2.1<br />

II 4 37.4 ± 7.1<br />

III 13 34.7 ± 2.8<br />

IV 5 42 ± 6.9<br />

MDD<br />

n=20 Ortalama ± SE p<br />

I 7 40.9 ± 6.3<br />

II 3 35 ± 3.7<br />

III 7 42.6 ± 4.2<br />

IV 3 34.7 ± 4<br />

Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />

37<br />

0.047<br />

>0.05<br />

Evre I anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />

olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Evre II anemik ve anemik olmayan hastalar arasında<br />

MDD yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05). Evre III anemik ve


anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı<br />

(p>0.05). Evre IV anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />

olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Anemik hastalarda ortalama MDD’nin tümör histolojisine göre dağılımı<br />

incelendiğinde (Tablo 11), anemik hastalardaki histolojik tipler arasında MDD yönünden<br />

istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 11. Anemik hasta grubunda histolojik tiplerin MDD yönünden karşılaştırılması<br />

Histoloji<br />

MDD<br />

n=27 Ortalama ± SE p<br />

Seröz 17 34.1 ± 2.4<br />

Müsinöz 5 52.4 ± 3.5<br />

Endometrioid 2 52.8 ± 1.4<br />

Brenner 2 43.7 ± 20.3<br />

Mikst 1<br />

İndifferansiye 0<br />

Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />

Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />

38<br />

>0.05<br />

Anemik olmayan hastalarda MDD’nin tümör histolojisine göre dağılımı<br />

incelendiğinde (Tablo 12), anemik olmayan hastalardaki histolojik tipler arasında MDD<br />

yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 12. Anemik olmayan hasta grubunda histolojik tiplerin MDD yönünden<br />

karşılaştırılması<br />

Histoloji<br />

MDD<br />

n=20 Ortalama ± SE p<br />

Seröz 9 41.1 ± 4.8<br />

Müsinöz 2 44.4 ± 3<br />

Endometrioid 4 32.5 ± 1.4<br />

Brenner 2 34.3 ± 5.9<br />

Mikst 2 7 ± 16.8<br />

İndifferansiye 1<br />

>0.05


Seröz tip tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalarda MDD yönünden<br />

istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Müsinöz tip tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />

yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Endometrioid tip tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />

yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Brenner tipinde tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />

yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Mikst tip tümörü olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden<br />

istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Anemik hastalarda MDD’nin tümör grade’ine göre dağılımı incelendiğinde (Tablo<br />

13), anemik hastalardaki grade’ler arasında MDD yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark<br />

saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 13. Anemik hasta grubunda tümör grade’lerinin MDD yönünden karşılaştırılması<br />

Grade<br />

MDD<br />

n=27 Ortalama ± SE p<br />

1 7 39.3 ± 4.9<br />

2 10 42.3 ± 4.3<br />

3 10 40.9 ± 4.4<br />

Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />

39<br />

>0.05<br />

Anemik olmayan hastalarda MDD’nin tümör grade’ine göre dağılımı incelendiğinde<br />

(Tablo 14), anemik olmayan hastalardaki grade’ler arasında MDD yönünden istatiksel olarak<br />

anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).


Tablo 14. Anemik olmayan hasta grubunda tümör grade’lerinin MDD yönünden<br />

karşılaştırılması<br />

Grade<br />

MDD<br />

n=20 Ortalama ± SE p<br />

1 5 37.6 ± 6.6<br />

2 10 41.1 ± 4.2<br />

3 5 39 ± 3.7<br />

Kruskal WallisVaryans Analizi ile hesaplanmıştır.<br />

40<br />

>0.05<br />

Grade 1 anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />

olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Grade 2 anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />

olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Grade 3 anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden istatistiksel<br />

olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Anemik hastalarda MDD’nin intraoperatif asit varlığına göre dağılımı incelendiğinde<br />

(Tablo 15), anemik hastalarda intraoperatif asit varlığı ile yokluğu arasında MDD yönünden<br />

istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 15. Anemik hasta grubunda intraoperatif asit varlığı ve yokluğunun MDD<br />

yönünden karşılaştırılması<br />

Asit<br />

MDD<br />

n=27 Ortalama ± SE p<br />

Yok 14 35.5 ± 3.1<br />

Var 13 45.4 ± 3.6<br />

Mann-Whitney U Testi ile hesaplanmıştır.<br />

>0.05<br />

Anemik olmayan hastalarda MDD’nin intraoperatif asit varlığına göre dağılımı<br />

incelendiğinde (Tablo 16), anemik olmayan hastalarda intraoperatif asit varlığı ile yokluğu<br />

arasında MDD yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).


Tablo 16. Anemik olmayan hasta grubunda intraoperatif asit varlığı ve yokluğunun<br />

MDD yönünden karşılaştırılması<br />

Asit<br />

MDD<br />

n=20 Ortalama ± SE p<br />

Yok 10 40.8 ± 4.5<br />

Var 10 38.5 ± 3.2<br />

Mann-Whitney U Testi ile hesaplanmıştır.<br />

41<br />

>0.05<br />

İntraoperatif asiti olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden<br />

istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

İntraoperatif asiti olmayan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />

yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Anemik hastalarda MDD’nin operasyon sonrası kalan rezidü tümör çapına göre<br />

dağılımı incelendiğinde (Tablo 17), anemik hastalarda rezidü tümör çapları arasında MDD<br />

yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Tablo 17. Anemik hasta grubunda rezidü tümör çapının MDD yönünden<br />

karşılaştırılması<br />

Rezidü çapı<br />

MDD<br />

n=27 Ortalama ± SE p<br />

Yok 14 43.1 ± 3.1<br />

0.05<br />

Anemik olmayan hastalarda MDD’nin operasyon sonrası kalan rezidü tümör çapına<br />

göre dağılımı incelendiğinde (Tablo 18), anemik olmayan hastalarda rezidü tümör çapları<br />

arasında MDD yönünden istatiksel olarak anlamlı bir fark saptanmadı (p>0.05).


Tablo 18. Anemik olmayan hasta grubunda rezidü tümör çapının MDD yönünden<br />

karşılaştırılması<br />

Rezidü çapı<br />

MDD<br />

n=20 Ortalama ± SE P<br />

Yok 12 39.6 ± 3.8<br />

0.05<br />

Rezidü tümör kalmayan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD yönünden<br />

istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Rezidü tümör çapı < 2 cm olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />

yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Rezidü tümör çapı ≥ 2 cm olan anemik ve anemik olmayan hastalar arasında MDD<br />

yönünden istatistiksel olarak anlamlı fark saptanmadı (p>0.05).<br />

Gauss eğrisi yapılarak tüm çalışma grubunun ortalama Hb değeri 11,6 gr/dl olarak<br />

bulundu. Bu değere dayalı olarak istatistiki değerlendirme yapıldığında da sadece Hb değeri<br />

ile evre arasında anlamlı bir ters ilişki var iken, diğer parametreler ile Hb değeri arasında<br />

anlamlı bir ilişki saptanmadı ve 11,6 gr/dl Hb değerinin prognozla olan ilişkisi de<br />

gözlemlenmedi.<br />

MDD değeri (medyan) 36 olarak alınıp hastaların Kaplan-Meier metoduyla yapılan<br />

toplam sağkalım analizlerine göre dağılımı incelendiğinde, istatiksel olarak anlamlı çıkmasa<br />

da MDD arttıkça hastaların toplam sağkalımının azaldığı görülmektedir (Şekil 1).<br />

Anemik ve anemik olmayan hastaların Kaplan–Meier metoduyla yapılan toplam<br />

sağkalım analizlerine göre dağılımı incelendiğinde, istatiksel olarak anlamlı fark saptanmadı<br />

(Şekil 2)<br />

Resim 1-6’da farklı histolojik tiplerdeki epitelyal over kanserlerine ait patoloji kesitleri<br />

ile müsinöz kistadenokarsinomda mikrodamar yoğunluğu farklı 3 ayrı patolojik kesit<br />

gösterilmiştir.


Toplam sağkalım<br />

Cum Survival<br />

1,2<br />

1,0<br />

,8<br />

,6<br />

,4<br />

,2<br />

0,0<br />

Survival Functions<br />

0<br />

10<br />

20<br />

30<br />

40<br />

Son kontakt Kontakt(AY) (ay)<br />

50<br />

60<br />

ortalama Ortalama damarsayisi<br />

MDD<br />

- - - - - 1MDD<br />

< 36<br />

1-censored<br />

MDD ≥ 36<br />

0<br />

43<br />

0-censored<br />

Şekil 1. Ortalama mikrodamar dansitesi yönünden toplam sağkalım analizi.<br />

Toplam Cum Survival sağkalım<br />

1,2<br />

1,0<br />

,8<br />

,6<br />

,4<br />

,2<br />

Survival Functions<br />

0<br />

10<br />

Sağkalım analizi<br />

Sağkalım analizi<br />

20<br />

30<br />

40<br />

50<br />

Son kontakt (ay)<br />

Son Kontakt(AY)<br />

Şekil 2. Anemik ve anemik olmayan hastaların toplam sağkalım analizi<br />

60<br />

Hb>=12<br />

- - - - - < Hb12 gr/dl<br />

1<br />

≥ Hb12 gr/dl<br />

1-censored<br />

0<br />

0-censored


Resim 1. Endometrioid tip adenokarsinom. Yüksek kolumnar epitelle çevrili tubuler<br />

yapılar yapan tümöral oluşum (H+E, X10)<br />

Resim 2. Seröz papiller kistadenokarsinom. Papiller yapılar yapmış atipik epitelyal<br />

hücrelerden oluşan, fokal alanlarda psammom cisimcikleri bulunduran tümöral oluşum<br />

(H+E, X100)<br />

44


Resim 3. Müsinöz kistadenokarsinom. Müsinöz epitelle çevrili irili ufaklı adenoid<br />

yapılar yapmış tümöral oluşum (H+E, X100)<br />

Resim 4. Müsinöz kistadenokarsinomda damardan fakir bir alan (CD34, X100)<br />

45


Resim 5. Müsinöz adenokarsinom; Damar sayısı orta yoğunlukta tümöral alan (CD34,<br />

X100)<br />

Resim 6. Müsinöz adenokarsinom; Vaskülarizasyonu yüksek bir alan (CD34, X100)<br />

46


TARTIŞMA<br />

Cerrahi ve KT alanında meydana gelen tüm gelişmelere rağmen, jinekolojik kanserler<br />

içinde en sık ölüm nedeni olan over kanseri onkolojide çok önemli bir yere sahiptir (79).<br />

Bilinen prognostik faktörler arasında tedaviye olan cevabı önceden bildirebilecek<br />

olanları tespit etmek, her hasta için tedaviyi yönlendirmede yol gösterici olabilir (14). Anemi,<br />

kanser hastalarının yaşamını etkileyen genel bir bulgudur (81). Kanser hastalarındaki<br />

aneminin gelişiminde hemoliz, eritropoezisin baskılanması ve eritroid projenitör hücrelerin<br />

eritropoetine yetersiz yanıtı sonucu gelişmekle birlikte, tümörden salgılanan sitokinler de<br />

önemli rol oynamaktadır. Ayrıca anemi, biyolojik olarak agresif tümör hücre klonlarının<br />

varlığını da düşündürmektedir (79,82).<br />

EOC’li hastalarda KT öncesi serum Hb’sinin prognostik değeri birçok araştırmacının<br />

ilgi odağı olmuştur. Yapılan çalışmalarda KT öncesi ölçülen Hb değerlerinin hastanın<br />

sağkalımı üzerine etkisi incelenmiş ve aneminin prognostik öneminden bahsedilmiştir (79,83-<br />

85).<br />

Yaptığımız çalışmada EOC’li hastaların evresi ile Hb arasında Spearman korelasyon<br />

analizine göre ters yönde anlamlı ilişki saptadık (R= -0.30, p=0,038). EOC’lerin en önemli<br />

prognostik faktörlerinden biri olan evrenin, Hb düzeyi ile arasındaki bu ters orantı diğer<br />

çalışmalarda da benzer şekilde bulunmuştur (79,83). Diğer taraftan bizim çalışmamızda<br />

yapılan tek varyans analizinde Hb düzeyinin prognostik faktör olarak anlam taşımadığını<br />

saptadık. Hastalarımızı anemik (Hb


Çalışmamızda anemik ve anemik olmayan hastalar arasında evre dışında histolojik tip,<br />

grade, intraoperatif asit varlığı ve operasyon sonrası kalan rezidü tümör miktarları açısından<br />

fark olup olmadığını da inceledik. Anemik ve anemik olmayan hastalar arasında bu<br />

parametreler açısından da fark olmadığını saptadık.<br />

Çalışmamızda anemik ve anemik olmayan hastalarda, tüm sağkalım analizlerine<br />

bakıldığında anemik olan hasta grubu ile anemik olmayan hasta grubu arasında, tüm sağkalım<br />

bakımından istatiksel olarak anlamlı fark saptanmamıştır. Bu bulgu Hb’nin EOC’li hastalarda<br />

prognostik bir faktör olmadığını göstermektedir. Ancak bu bulgu hastaların poliklinik<br />

takiplerine düzenli gelmediklerinden veya vaka sayısının kısıtlı olmasından kaynaklanıyor<br />

olabilir.<br />

Çeşitli solid tümörlerde major prognostik faktörlerden birinin de anemi olduğu<br />

bildirilmektedir. Deneysel ve klinik olarak yapılan birçok araştırmada aneminin, hafif dahi<br />

olsa, tümör oksijenizasyonunu azalttığı gösterilmiştir. Hipoksinin başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere<br />

diğer proanjiogenetik sitokinlerin salınımı için majör bir uyarıcı olduğunu yapılan<br />

çalışmalarda Hb düzeyi azaldıkça, serum <strong>VE</strong>GF düzeyinin arttığı ve buna bağlı olarak<br />

AG’nin muhtemelen yüksek olduğu iddia edilmektedir (6-9).<br />

Dunst ve ark’nın (6) yaptığı, anemisi olan kanser hastaları ile sadece Hb düzeyleri<br />

düşük olan kontrol grubuyla karşılaştırdıkları çalışmada serum <strong>VE</strong>GF düzeylerini<br />

ölçmüşlerdir. Malignitesi olan hastalarda daha yüksek <strong>VE</strong>GF düzeyleri saptamışlar ve<br />

aneminin AG’nin gelişiminden sorumlu olabileceğini belirtmişlerdir.<br />

Obermair ve ark. (84) 553 EOC’li hastayı içeren retrospektif çalışmada Hb’nin<br />

prognostik değerini incelemişlerdir. Araştırmacılar çalışmalarında Hb seviyelerini cerrahi<br />

öncesi değerlendirmiş ve bizim çalışmamızda olduğu gibi Hb< 12 gr/dl olan hastaları anemik<br />

olarak kabul etmişlerdir. Çok değişkenli Cox modelinde Evre I-II hastalarda tedavi öncesi Hb<br />

seviyesinin bağımsız bir prognostik faktör olduğunu, ancak Evre III-IV hastalarda bunun<br />

geçerli olmadığını saptamışlardır. Obermair ve ark’nın (84) çalışmasında Evre I ve II<br />

olguların sayısı 203 iken, Hb12 gr/dl olan hastalarda tüm sağkalım süresinin anlamlı olarak daha fazla<br />

olduğunu saptamışlardır.<br />

48


Obermair ve ark. (79) EOC’li 206 hastada yaptıkları diğer bir retrospektif çalışmada,<br />

tedavi öncesi Hb seviyesinin, tüm sağkalım ile arasındaki ilişkiyi incelemişlerdir. Rezidüel<br />

tümörü olan hastalardaki Hb seviyelerinin, rezidü tümör kalmayan hastalardaki Hb<br />

seviyelerinden anlamlı olarak daha düşük olduğunu saptamışlardır. Ayrıca istatistiksel olarak<br />

anlamlı olmasa da, ileri evrelerde Hb seviyesinin daha düşük olduğunu bildirmişlerdir.<br />

Toplam sağkalımın Hb12 gr/dl olan hastalarda ise<br />

%52.3 olduğunu saptamışlardır (p=0.008). Hb


artmış metastatik potansiyel, artmış hücre büyümesi, terapi rezistansı ve azalmış apopitotik<br />

potansiyel gelişebileceği bildirilmiştir (54,55,86).<br />

Deneysel ve klinik olarak yapılan birçok araştırmada aneminin, hafif dahi olsa, tümör<br />

oksijenizasyonunu azalttığı gösterilmiştir. Hipoksi, başta <strong>VE</strong>GF olmak üzere diğer<br />

proanjiogenetik sitokinlerin salınımı için major bir uyarıdır. Bu bulgulardan yola çıkılarak<br />

yapılan çalışmalarda hemoglobin düzeyi azaldıkça, serum <strong>VE</strong>GF düzeyinin arttığı ve buna<br />

bağlı olarak AG’nin muhtemelen yüksek olduğu iddia edilmektedir (6-9).<br />

Over kanserindeki yüksek ölüm oranı, semptomlarının belirgin olmaması nedeniyle<br />

tanının geç dönemde konulmasına ve pelvis dışına yayılan metastatik hastalığın varlığına<br />

bağlıdır. Hastaların büyük çoğunluğunda ilk tanı esnasında bile hastalık pelvis dışına ya da<br />

retroperitoneal lenf nodlarına metastaz yapmıştır. Bu nedenle tümör büyümesi ve metastaz<br />

yapmasında rol oynayan mekanizmalar oldukça önem taşımaktadır. Bu mekanizmaların en<br />

önemlilerinden biri olan AG’nin tümör büyümesi, ilerlemesi ve metastazı için gerekli olduğu<br />

düşünülmektedir (87,88).<br />

Dunst ve ark. (8) yaptıkları çalışmada Hb seviyesi ile serum <strong>VE</strong>GF seviyeleri<br />

arasındaki ilişkiyi araştırmışlardır. Tedavi almamış ve metastazı olmayan jinekolojik, akciğer<br />

ve prostat kanseri olan hastalarda yaptıkları bu çalışmada, Hb düzeyi 13 g/dl'den düşük olan<br />

26 hasta ile, Hb düzeyi 13 g/dl'den yüksek olan 28 hastanın serum <strong>VE</strong>GF seviyelerini<br />

karşılaştırdıklarında, Hb


akımından önemlidir. Bu araştırmacılar yaptıkları çalışmada meme kanserinde invazyon ve<br />

metastatik potansiyel ile tümör AG’si arasındaki pozitif korelesyonu direkt olarak MDD ile<br />

değerlendirmişlerdir. En çok vasküler alandan aldıkları tümöral dokuyu F VIII’e bağımlı<br />

antijen ile immünhistokimyasal olarak boyamış ve mikrodamar saymışlardır. Sonuç olarak<br />

MDD’si fazla olan tümörü yüksek anjiogenik aktiviteye sahip olarak tanımlamışlardır.<br />

Biz de çalışmamızda anemik ve anemik olmayan hastalarda, MDD ile evre, histolojik<br />

tip, grade, intraoperatif asit varlığı ve operasyon sonrası kalan rezidü tümör miktarları<br />

arasında ilişki olup olmadığını araştırdık. MDD ile evre arasındaki ilişki incelendiğinde,<br />

sadece anemik hastalarda evre ile MDD arasında ilişki olduğunu ve MDD’nin Evre I’de, Evre<br />

II-III-IV’e göre istatiksel olarak anlamlı şekilde daha fazla olduğunu saptadık (p=0.047).<br />

Fakat bu ilişkiyi anemik olmayan hastalardaki evreler arasında ve aynı evredeki anemik olan<br />

ve olmayan hastalar arasında saptamadık. Ayrıca çalışmamızda MDD ile histolojik tip, grade,<br />

intraoperatif asit varlığı ve operasyon sonrası kalan rezidü tümör miktarları arasında da ilişki<br />

olmadığını, anemik ve anemik olmayan hastalarda bu parametreler bakımından fark<br />

olmadığını saptadık.<br />

Çalışmamız sonucunda medyan MDD ile sağkalım arasındaki ilişki Kaplan Meier<br />

Sağkalım Analizi ile değerlendirildiğinde MDD ile sağkalım arasında istatistiksel olarak<br />

anlamlı ilişki saptanmamıştır. Bu sonuç MDD’nin EOC’de prognostik faktör olarak<br />

kullanılamayacağını göstermektedir.<br />

Yapılan çalışmalarda AG ile prognostik faktörler arasındaki ilişki farklı biyokimyasal<br />

belirteçler ile değerlendirilmiş ve farklı sonuçlar alınmıştır. Bazı çalışmalarda MDD’nin<br />

sağkalıma önemli etkisi olduğu bildirilirken (77,90,91), bazı çalışmalarda böyle bir etkinin<br />

olmadığı bildirilmiştir (73,74,92). Bu farklı sonuçların nedenleri henüz tam olarak<br />

açıklanamamıştır. İlginç olarak, MDD’nin bazen benign tümörlerde malign tümörlere göre<br />

daha yüksek çıkabildiği ve MDD sayısının bir malignite kriteri olmadığı bildirilmiştir (93).<br />

Benzer şekilde bizim çalışmamızda erken evre tümörlerde MDD sayısı yüksek çıkmıştır.<br />

Ayrıca Evre I’deki hastalarımızda saptamış olduğumuz MDD yüksekliği ve anemi varlığı<br />

arasındaki ilişki AG stimülasyonunu düşündürebilir.<br />

İleri evre EOC’de MDD’yi prognostik faktör olarak ilk kez van Diest ve ark. (74)<br />

değerlendirmişlerdir. Bu çalışmaya alınan vakalar, tüm evreleri dahil ettiğimiz çalışmamızdan<br />

farklı olarak, Evre III-IV EOC olup “debulking cerrahi” ve cisplatin kemoterapisi ile tedavi<br />

edilmişlerdir. Vakaların patoloji kesitleri, MDD incelemesi için Faktör VIII antijeni ile<br />

histokimyasal olarak boyanmış ve mikrodamarlar standart protokollere göre sayılmıştır.<br />

51


İnceleme sonucunda MDD ile evre, grade arasında herhangi bir ilişki saptanmamıştır. van<br />

Diest ve ark. (74) MDD’nin yüksek olduğu hastalarda toplam sağ kalımın daha kısa<br />

olduğunu, ancak bunun istatistiksel olarak anlamlı olmadığını tespit etmişlerdir. Ayrıca<br />

multivaryant survi analizinde, MDD’nin diğer prognostik faktörlere ek bir değer katmadığını<br />

saptamışlardır. Daha yüksek MDD’de sağkalımın daha kötü olmasına rağmen, uygun bir<br />

şekilde “debulking” yapılan ileri evre EOC’li hastalarda vaskülarizasyonun prognoza önemli<br />

bir etkisi olmadığını tespit etmişlerdir. Biz de çalışmamızda van Diest ve ark. (74) ile uyumlu<br />

olarak MDD değerleri ile prognoz arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki saptamadık.<br />

Nakanishi ve ark. (73) EOC’li hastalar üzerinde yaptıkları çalışma sonucunda evre ne<br />

olursa olsun AG’nin aynı derecede stimüle olduğunu ve MDD’nin EOC’de prognostik<br />

değerinin olmadığını bildirmişlerdir. Biz de çalışmamız sonucunda MDD’nin prognostik<br />

değerinin olmadığını saptadık. Ancak biz çalışmamızda Nakanishi ve ark.’nın (73)<br />

sonuçlarından farklı olarak Evre I anemik hastalarda MDD’nin Evre II-III-IV anemik<br />

hastalardan daha fazla olduğunu saptadık. Bu farklılığın nedeni çalışmamızda MDD’yi<br />

anemik ve anemik olmayan hastalarda ayrı olarak değerlendirmiş olmamız olabilir. Nakanishi<br />

ve ark. (73) böyle bir ayırım yapmadan MDD’yi değerlendirmişlerdir.<br />

Obermair ve ark. (92) EOC’li 63 hastada MDD ile tüm sağkalım arasındaki ilişkiyi<br />

değerlendirdikleri çalışmalarında immunhistokimyasal boyama için, bizim çalışmamız ile<br />

benzer şekilde, CD34’ ü kullanmış ve X200 büyütmede, 0.25 mm 2 ’deki mikrodamar sayısını<br />

saptamışlardır. 5 yıllık sağ kalım oranını MDD10 olan<br />

hastalarda ise % 23.6 olarak saptamışlardır (p=0.038). Tek değişken analizinde MDD’nin<br />

sağkalım üzerine anlamlı etkisini saptamışlar, ancak çoklu değişken analizinde MDD’nin<br />

prognostik değerinin olmadığını tespit etmişlerdir. Sonuçta, bizim çalışmamız ile korele<br />

olarak, MDD’nin EOC hastalarında sağkalım için yararlı bir prognostik faktör olmadığını<br />

bildirmişlerdir.<br />

Heimburg ve ark. (77) yaptıkları çalışmada, MDD ile hastalıksız sağkalım arasındaki<br />

ilişkiyi, cerrahi uygulanmış 38 over kanserli hastada incelemişlerdir. Çalışmalarında, bizim<br />

çalışmamızdaki gibi, immünhistokimyasal belirteç olarak CD34 kullanmış ve mikrodamarları<br />

yeniden damarlanmanın en aktif olduğu alanlarda X200 ve X400 büyütmede saymışlardır.<br />

Ayrıca AG’nin, sağkalımla ilişkisini de incelemişlerdir. Araştırmacılar MDD ile histolojik tip,<br />

grade ve evre arasında ilişki saptamamışlardır. X200 büyütmede damar sayısı 40’dan fazla<br />

olan hastalarda veya X400 büyütmede damar sayısı 20’den fazla olan hastalarda tüm<br />

sağkalımın anlamlı olarak daha düşük olduğunu tespit etmişlerdir (sırasıyla p=0.022,<br />

52


p=0.029). Araştırmacılar sonuç olarak CD34’ün tümör AG’sini saptamada kullanışlı bir<br />

belirteç olduğunu ve over kanserinde prognostik bir önemi olabileceğini bildirmişlerdir. Bizde<br />

çalışmamızda, Heimburg ve ark. (77) ile uyumlu olarak MDD ile histolojik tip ve grade<br />

arasında anlamlı ilişki saptamadık. Ancak biz çalışmamızda Heimburg ve ark.’nın sağkalım<br />

ve MDD arasında saptadığı anlamlı ilişkiyi saptamadık.<br />

İleri evre EOC’li (Evre III-IV) 43 hastada AG, Hollingswort ve ark. (91) tarafından<br />

CD34 immunhistokimyasal boyama ile incelenmiştir. Çalışmada MDD ve evrenin tüm ve<br />

hastalıksız sağkalım ile ilişkili olduğu saptanmıştır. X400 büyütmede 16’dan, X200<br />

büyütmede ise 45’den daha az mikrodamar sayısı olmasının sağkalımı arttırdığını<br />

bildirmişler, yüksek evre ve MDD’nin tüm sağkalım üzerine olumsuz etkisi olduğunu<br />

göstermişlerdir. Araştırmacılar çalışmaları sonucunda tüm sağkalım için en iyi prognostik<br />

faktörün hastalığın evresi olduğunu, bununla birlikte hastalıksız sağkalım için en iyi<br />

prediktörün ise X400 büyütmede ortalama MDD olduğunu belirtmişlerdir. Bu sonuçlara<br />

dayanarak MDD analizinin ileri evre EOC’li hastalarda prognostik faktör olabileceğini<br />

bildirmişlerdir. Bu sonuç bizim çalışmamızın sonucu ile uyuşmamaktadır. Bu farklılığın<br />

nedeni bizim çalışmamızda sadece X200 büyütmede MDD’yi değerlendirmiş olmamız<br />

olabilir.<br />

Schoell ve ark. (90) ise tümör AG’sinin over kanserinde prognostik önemi olup<br />

olmadığını incelemek için yaptıkları çalışmada MDD’yi değerlendirmek için endotelyal alan<br />

ölçümünü kullanmışlardır. Çalışmalarının sonucunda tümör AG’sinin over kanserli hastalarda<br />

prognostik bir faktör olabileceğini ve MDD’yi saptamada endotelyal alan ölçümünün klinik<br />

olarak yararlı olabileceğini bildirmişlerdir.<br />

Orre ve ark. (93) MDD değerlerini benign, borderline ve malign over tümörlerinde<br />

CD31, CD34 ve F-VIII immunhistokimyasal boyama kullanarak 3 farklı şekilde<br />

değerlendirmişlerdir. CD 31 ve CD 34 immunohistokimyasal boyama ile müsinöz tümörlerde<br />

MDD’nin seröz ve benign tümörlere göre daha fazla olduğunu saptamışlardır. Ayrıca bu<br />

boyama erken evre müsinöz tümörlerde MDD’nin, erken ve ileri evre seröz tümörlere göre<br />

daha yüksek olduğunu göstermişlerdir. Borderline, malign müsinöz ve seröz tümörlerde F-<br />

VIII antijeni ile immunboyama sonucunda MDD’nin CD 31 ve CD34’e göre daha düşük<br />

olduğunu tespit etmişlerdir. Araştırmacılar sonuç olarak benign ve malign tümörler arasında<br />

MDD açısından fark olmadığını anjiogenezisin malign transformasyondan ziyade tümör<br />

büyümesi için önemli olduğunu bildirmişlerdir.<br />

53


Gadducci ve ark. (94) primer over kanserli doku örneklerinde MDD’yi<br />

değerlendirerek bunun genel klinikopatolojik değişkenler, hastaların KT’ye cevabı ve<br />

prognozları ile olan ilişkisini incelemişlerdir. Çalışmada tüm evrelerden toplam 64 hastanın<br />

patoloji örnekleri CD34 ile immunhistokimyasal olarak boyanarak MDD değerlendirilmiştir.<br />

Araştırmacılar MDD için medyan değeri 40 olarak saptamış ve MDD ile yaş, evre, histolojik<br />

tip, grade ve rezidüel tümör miktarı arasında anlamlı bir ilişki olmadığını bildirmişlerdir. İleri<br />

evrelerde, MDD’si yüksek olan hastaların KT’ye tam cevaplarının MDD’si düşük olan<br />

hastalardan daha fazla olduğunu saptamış (p=0.0068) ve MDD’nin progresyonsuz sağkalım<br />

ve tüm sağkalım için tek bağımsız prognostik değişken olduğunu (sırasıyla p=0.0112 ve<br />

p=0.0296) bildirmişlerdir. Bizde çalışmamızda, bu çalışma ile korele olarak MDD ile evre,<br />

histolojik tip, grade ve rezidüel tümör miktarı arasında anlamlı bir ilişki saptamadık. Ancak<br />

biz çalışmamız sonucunda MDD’nin sağkalım üzerine etkisini saptamadık.<br />

Wang ve ark. (95) benign, borderline ve malign EOC’de tümör AG’sini ve bunun over<br />

kanserinin patogenezi ile ilişkisini incelemişlerdir. Çalışmalarında MDD’yi 66 vakada (11<br />

benign, 10 borderline, 45 malign) F-VIII antijeni ile değerlendirmişlerdir. MDD’nin malign<br />

tümörlerde, benign ve borderline tümörlere göre anlamlı olarak fazla olduğunu saptamışlardır<br />

(p


yıl, MDD yüksek saptanan hastalarda ise 2.7 yıl olarak bildirmişlerdir (p=0.03). Hem ileri<br />

(III-IV) hem de erken (I-II) evre hastalıkta, 5 yıllık sağ kalımın MDD’si düşük olan hastalarda<br />

daha iyi olduğunu saptamışlardır. Araştırmacılar çalışmalarının sonucunda AG derecesinin<br />

EOC’li, özellikle erken evre hastalarda, prognostik önemi olduğunu ve bu grup hastalardan<br />

agresif adjuvan KT’den fayda görebilecek ve rekürrens riski yüksek hastaları belirlemede<br />

faydalı olabileceğini bildirmişlerdir.<br />

Nakanishi ve ark. (73) EOC’li hastalarda, anjiogenik faktörlerin (<strong>VE</strong>GF ve TGF-β)<br />

tümör AG’si ile sürvi arasındaki ilişkiyi ve ayrıca MDD ile klinikopatolojik faktörler<br />

arasındaki bağlantıyı araştırdıkları çalışmada, F-VIII antijeni kullanmışlar ve MDD’nin<br />

histolojik tipler arasında farklılık gösterdiğini, ancak evreler arasında bu farklılığın olmadığını<br />

saptamışlardır. Araştırmacılar, ayrıca <strong>VE</strong>GF ve TGF-β ekspresyonunun AG’nin başlamasıyla<br />

bağlantılı olduğunu ve TGF-β ekspresyonunu EOC’li hastalarda prognostik faktör olarak<br />

kullanılabileceğini belirtmişlerdir. Ayrıca tümörün büyümesinde AG’nin önemli olduğunu,<br />

ancak EOC’deki tümör progresyonunda başka faktörlerin de önemli rol oynayabileceğini<br />

belirtmişlerdir.<br />

Abulafia ve ark. (97) Evre I invaziv ve düşük malign potansiyelli EOC’li hastalarda<br />

AG’yi değerlendirmişlerdir. Çalışmalarında 15 tanesi primer Evre I invaziv ve 34 tanesi<br />

düşük malign potensiyelli Evre I olan, toplam 49 hastanın patoloji örnekleri F-VIII ile<br />

immunhistokimyasal olarak boyanmıştır. Evre I invaziv EOC’li olan hastalarda MDD’nin,<br />

düşük malign potansiyelli Evre I hastalarda saptanan MDD’den anlamlı olarak daha fazla<br />

olduğunu saptamışlardır (p


kanserinde MDD’nin bağımsız bir prognostik faktör olduğu ve ek olarak MDD’si fazla olan<br />

clear cell adenokarsinomda prognozun daha iyi olduğu saptanmıştır. Ayrıca AG’nin klinik ve<br />

patolojik rolünün, histolojik tip göz önüne alınarak analiz edilmesi gerektiğini bildirmişlerdir.<br />

Gasparini ve ark. (99) MDD’nin tüm sağkalım ve platin tabanlı KT’ye cevap için<br />

prognostik bir faktör olup olamayacağını saptamak amacıyla, intratümöral MDD ile<br />

klinikopatolojik belirteçler arasındaki ilişkiyi değerlendirmişlerdir. Over kanserli 112 hastanın<br />

patoloji materyallerini immunhistokimyasal olarak CD31 ile değerlendirmişlerdir.<br />

İntratümoral MDD’yi müsinöz tip karsinomlarda diğer histolojik tiplere göre anlamlı olarak<br />

daha yüksek saptamışlardır. Tek değişkenli analizde, Evre III ve IV karsinomu olan hastalarda<br />

intratümöral MDD, yaş ve performans durumu ile KT’ye cevap olasılığı arasında anlamlı<br />

ilişki bulmuşlardır. Bununla birlikte, çoklu değişken analizde sadece intratümöral MDD ve<br />

performans durumu arasında anlamlı ilişki saptanmıştır. Bu bulgu AG’nin KT’ye cevabı<br />

göstermede prognostik bir belirteç olarak kullanılabileceğini düşündürmektedir. Yine tek<br />

değişken analizinde, Evre III-IV hastalarda intratümöral MDD, yaş, performans durumu,<br />

postoperatif rezidüel tümör miktarı, histolojik tip ve KT’ye cevabın tüm sagkalım için anlamlı<br />

prognostik belirteçler olduğunu, çoklu değişken analizde ise sadece histojik tip, performans<br />

durumu ve postoperatif rezidüel tümör miktarının anlamını koruduğunu saptamışlardır.<br />

Bizim yaptığımız bu retrospektif çalışmada, operasyon öncesi Hb seviyesi ile patoloji<br />

materyallerinde tespit edilen MDD arasındaki korelasyonu inceleyerek, bu ilişki ile<br />

prognostik faktörler arasında korelasyon olup olmadığını araştırdık.<br />

Bildiğimiz kadarıyla operasyon öncesi Hb değerleri ile patoloji materyallerinde<br />

MDD’nin EOC’deki prognostik değerinin birlikte araştırıldığı sadece bir çalışma mevcuttur<br />

(14). Bu da, biz çalışmamıza başladıktan sonra yayınlanmıştır.<br />

Ferrero ve ark. (14) ileri evre over kanserinde, tedavi öncesi serum Hb değerlerinin<br />

prognostik ve prediktif değerlerini araştırmak için yaptıkları çalışmada, Hb ile birlikte yaş,<br />

evre, histolojik tip, grade, asit varlığı, rezidü tümör gibi klinikopatolojik değerlerin tedavi ve<br />

sağkalım üzerine etkisini, ileri evre over kanseri olan 72 hastada incelemişlerdir. Ayrıca<br />

çalışmada MDD’nin ön araştırması amacı ile endotelyal belirteç olan F-VIII, CD31 ve CD34’<br />

ü karşılaştırmak için 72 hastadan 25’nin tümör örneklerinde MDD’yi değerlendirmişlerdir.<br />

Çalışmadaki bu alt grupta, MDD ile Hb ve diğer klinikopatolojik değerler arasındaki ilişki ve<br />

MDD’nin prognostik ve prediktif değerinin ön incelemesi yapılmıştır. Araştırmacılar<br />

çalışmaları sonunda, tek değişken analizinde Hb’ nin 12 g/dl üzerinde olmasının, tüm<br />

sağkalımı anlamlı olarak arttırdığını ve çoklu değişken analizinde tek bağımsız prognostik<br />

56


faktör olduğunu saptamışlardır. Ayrıca Hb’nin doğrudan progresyonsuz sağkalımla ve<br />

tedaviye tam cevapla ilişkili olduğunu saptamışlardır. İntratümoral MDD ile tedaviye tam<br />

cevap arasındaki ilişkinin istatistiksel anlama yakın olduğu (p=0.05) ve Hb azaldıkça<br />

MDD’nin arttığını bulmuşlardır.<br />

Biz, yaptığımız çalışmada Hb ile MDD arasında Ferrero ve ark.’nın (14) saptadığı<br />

anlamlı ilişkiyi saptamadık. Ferrero ve ark. çalışmalarında yaş, evre, histolojik tip, grade ile<br />

sağ kalım arasında ilişki saptamamışlardır. Bu sonuçlar bizim çalışmamızın sonuçları ile<br />

koreledir. Ancak Ferrero ve ark.’nın gözlemlediği tedavi öncesi Hb seviyesi ile asit varlığı ve<br />

rezidü tümör arasındaki anlamlı ilişkiyi, biz çalışmamızda saptamadık. Ferrero ve ark. (14)<br />

çalışmalarında tümü ileri evre (Evre III-IV) over kanseri olan 72 hastanın sadece 25’inde<br />

MDD’ni incelemiş iken, biz çalışmamızda tüm evreleri içeren 47 hastada MDD’yi inceledik.<br />

Ayrıca Ferrero ve ark.’nın çalışmasında MDD’nin sağ kalım ile veya hastalıksız yaşam ile<br />

ilişkisinin olmadığı fakat MDD ile Hb arasında istatistiki olarak anlamlı ters ilişki olduğu ve<br />

Hb azaldıkça MDD’nin arttığı belirtilmiştir. Bizim çalışmamızda da benzer şekilde Evre III<br />

ve IV hastalar incelendiğinde, MDD’nin sağ kalım ile anlamlı bir ilişkisinin olmadığı<br />

bulunmuş fakat bu gruplarda MDD ile Hb arasında diğer yazarların bulduğu ters korelasyon<br />

bizim çalışmamızda saptanmamıştır.<br />

Abulafia ve ark. (100) EOC’li hastalarda overler ve omental metastazlardaki AG’nin<br />

prognostik bir faktör olup olmadığını incelemişlerdir. Bu amaçla tüm evrelerdeki EOC<br />

hastalarının patoloji örneklerini F-VIII antijeni ile immunhistokimyasal olarak boyamış ve<br />

saptadıkları MDD ile yaş, evre histolojik tip, operasyon öncesi CA-125 değerleri, tümör<br />

boyutu ve sağ kalım arasında ilişki olup olmadığını incelemişlerdir. Overyal tümörlerdeki<br />

MDD ile yaş, evre histolojik tip, operasyon öncesi CA-125 değerleri, tümör boyutu ve sağ<br />

kalım arasında anlamlı ilişki olmadığını, ancak omental metastazlardaki MDD’nin Evre IIIB<br />

veya Evre IIIC hastalarda operasyon öncesi CA125 değerleri (p=0.028) ve sağkalım<br />

(p=0.019) ile anlamlı olarak ilişkili olduğunu saptamışlardır. Sonuç olarak omental<br />

metastazlardaki MDD’nin ileri evre EOC’de sağkalım için bağımsız bir prognostik faktör<br />

olduğunu ve bunun operasyon öncesi CA125 değerleri ile korele olduğunu bildirmişlerdir.<br />

Nakayama ve ark.’nın (101) farklı kanser tipleri üzerindeki yaptıkları çalışmada, 41<br />

meme kanserli ve 42 EOC’li hastanın patoloji materyallerini CD34 ile değerlendirmişlerdir.<br />

Meme kanserinde MDD arttıkça prognozun kötüleştiğini, fakat aynı ilişkinin EOC’de<br />

saptanmadığını bildirmişlerdir. Bu çalışmada ayrıca MDD ile yaş, evre, histolojik tip ve grade<br />

arasındaki ilişki incelenmiştir. Grade ile MDD arasında anlamlı ilişki olduğu (p=0.038), MDD<br />

57


ile yaş, evre ve histolojik tip arasında ilişki olmadığı saptanmıştır (p>0.05). Bu sonuçlar bizim<br />

çalışmamız ile uyumlu olmakla birlikte biz çalışmamızda grade ve MDD arasında anlamlı bir<br />

ilişki saptamadık.<br />

58


SONUÇLAR<br />

EOC’li hastalarda aneminin hasta prognozuna etkisini ve AG ile olan ilişkisini<br />

incelediğimiz bu çalışmada hastaları evre, histolojik tip, grade, intraoperatif asit varlığı ve<br />

operasyon sonrası rezidü tümör bakımından ayrı ayrı değerlendirdik.<br />

Hb düzeyi ile evreler arasında istatiksel olarak bir ilişki olduğunu ve evre arttıkça Hb<br />

düzeyinin anlamlı olarak düştüğünü saptadık. (p=0.038).<br />

Hastaları anemik (Hb


yapılmış ve aneminin de korele edildiği bir çalışmada sadece ileri evredeki hastalar çalışma<br />

kapsamına alınmıştır. AG’nin tümör biyolojisindeki önemi göz önüne alınacak olursa, bizim<br />

çalışmamızın metodolojisi ve sonuçları ileride yapılacak olan daha geniş kohorttaki<br />

çalışmalara bir temel oluşturabilir.<br />

Yaptığımız bu çalışma sonucunda evre arttıkça Hb’nin azaldığını, ancak belirlenen Hb<br />

düzeyi ve MDD’nin tüm sağkalım üzerine herhangi bir etkisinin olmadığını saptadık. Bu<br />

bulgular Hb ve MDD’nin EOC’de prognostik bir faktör olarak kullanılamayacağını<br />

düşündürmektedir. Fakat EOC’de aneminin ve MDD’nin klinikopatolojik parametrelerle<br />

ilişkisinin ve bağımsız bir prognostik faktör olup olmadığının kesin olarak belirlenmesi için,<br />

bu konuda yapılacak daha geniş çalışmalara ihtiyaç vardır.<br />

Yapılacak çalışmalarda klinik korelasyon gösteren parametreler, sadece tümörün<br />

biyolojik davranışını anlamamızı sağlamakla kalmayacak, aynı zamanda nüks riski olan<br />

hastaları tanımamıza, metastaz olasılığı ile yaşam süresini tahmin etmemize ve tedaviyi<br />

kişiselleştirmemize olanak tanıyacaktır. Ayrıca bu çalışmaların gelecekte, antianjiogenik<br />

tedavi için hasta seçiminde yol göstereceğine inanmaktayız.<br />

60


ÖZET<br />

Bu çalışmanın amacı epitelyal over kanserli doku örneklerinde tümör içi mikrodamar<br />

dansitesini değerlendirmek, anemik ve non-anemik hastalarda genel klinikopatolojik<br />

parametrelerle mikrodamar dansitesinin korelasyonunu incelemektir.<br />

Ocak 1993-Haziran 2004’e kadar, Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın<br />

Hastalıkları ve Doğum bölümünde cerrahi olarak tedavi edilmiş, Evre I’den IV’e kadar<br />

invaziv epitelyal over kanserli 47 hasta operasyon öncesi hemoglobin seviyeleri, evre, tümör<br />

grade, tümör histolojik tipi, operasyondaki asit varlığı ve operasyon sonrası rezidüel tümör<br />

miktarı açısından retrospektif olarak incelendi.<br />

Hastalar hemoglobin seviyelerine göre anemik olan (hemoglobin 0.05).<br />

61


Mikrodamar dansitesi açısından karşılaştırıldığında anemik ve anemik olmayan hasta<br />

grupları arasında istatiksel olarak anlamlı ilişki saptanmadı.<br />

Anemik hasta grubunda, Evre I’deki mikrodamar dansitesi Evre II, III, IV’dekine göre<br />

istatiksel olarak daha yüksek olarak saptandı.<br />

Mikrodamar dansitesi ve tümör grade, histolojik tümör tipi, intraoperatif asit varlığı,<br />

operasyon sonrası rezidüel tümör miktarı gibi klinikopatolojik prognostik faktörler arasında<br />

anlamlı ilişki saptanmadı.<br />

Anemik ve anemik olmayan hastalarda mikrodamar dansitesi ile tüm sağkalım<br />

açısından anlamlı ilişki saptanmadı (p>0.05). Ayrıca anemik ve anemik olmayan hastalar<br />

arasında tüm sağkalım açısından anlamlı fark saptanmadı.<br />

Bu bulgular Hb ve MDD’nin EOC’de prognostik bir faktör olarak kullanılamayacağını<br />

düşündürmektedir.<br />

Anahtar kelimeler: Epitelyal over kanseri, anemi, anjiogenezis, CD34,<br />

62


MICRO<strong>VE</strong>SSEL DENSITY IN ANEMIC AND NON-ANEMIC<br />

EPITHELIAL OVARIAN CANCER AND ITS CORRELATION WITH<br />

OTHER PROGNOSTIC FACTORS<br />

SUMMARY<br />

The aim of this study was to assess intratumoral microvessel density in tissue samples<br />

of epithelial ovarian cancers and to corralate microvessel density with the common clinicopathological<br />

parameters in anemic and non-anemic patients.<br />

From January 1993 through June 2004, 47 patients with Stage I to IV invasive<br />

epithelial ovarian cancer treated initially by surgery at Trakya Universıty, Faculty of<br />

Medicine, Department of Obstetrics and Gynaecology were retrospectively evaluated for preoperative<br />

hemoglobin levels, stage, tumor grade, histological tumor type, presence of<br />

intraoperative ascites and postoperative residuel tumor volum. According to hemoglobin<br />

levels, patients were divided into two groups as anemic (hemoglobin


stage (p=0.038).<br />

No statistically significant difference was found between anemic and non-anemic<br />

patient groups with respect to stage, tumor grade, histological tumor type, intraoperative<br />

ascites and postoperative residuel tumor volume.<br />

Compared for microvessel density, no statistically significant difference was found<br />

between anemic and nonanemic patient groups. In anemic patient group, microvessel density<br />

was significantly higher in Stage I than in Stage II-III and IV (p=0.047). There was no<br />

significant correlation between microvessel density and clinico-pathological prognostic<br />

factors such as tumor grade, histological tumor type, intraoperative ascites and postoperative<br />

residuel tumor volum.<br />

No statistically significant association was found between microvessel density and<br />

overall survival in anemic and nonanemic patients. Also with respect to overall survival, no<br />

statistically significant difference was found between anemic and non-anemic patients.<br />

These findings indicates that hemoglobin and microvessel density can not be used as a<br />

prognostic factor in epithelial ovarian cancer.<br />

Key words: Epithelial ovarian cancer, anemia, angiogenesis, CD34,<br />

64


KAYNAKLAR<br />

1. Ayhan A, Başaran M. Epitelyal over kanserleri. Güner H (Editör). Jinekolojik Onkoloji’de.<br />

Ankara: Çağdaş Medikal Kitapevleri; 2002.s.198-243<br />

2. Sönmezer M. Epitelyal Over Karsinomunda Angiogenesisin Prognostik Değeri (tez).<br />

Ankara: Ankara Üniversitesi Tıp Fak; 1999.<br />

3. Brown MR, Blanchette JO, Kohn EC. Angiogenesis in ovarian cancer. Baillieres Best<br />

Pract Res Clin Obstet Gynaecol 2000; 14(6):901-18.<br />

4. Folkman J. The role of angiogenesis in tumor growth. Semin Cancer Biol 1992; 3(2):65-<br />

71.<br />

5. Bamberger ES, Perrett CW. Angiogenesis in epithelian ovarian cancer. Mol Pathol 2002;<br />

55(6):348-59.<br />

6. Dunst J, Becker A, Lautenschlager C, Markau S, Becker H, Fischer K et al. Anemia and<br />

elevated systemic levels of vascular endothelial growth factor (<strong>VE</strong>GF). Strahlenther<br />

Onkol 2002; 178(8):436-41.<br />

7. Dunst J, Kuhnt T, Strauss HG,Krause U, Pelz T, Koelbl H et al. Anemia in cervical cancers:<br />

impact on survival, patterns of relapse, and association with hypoxia and angiogenesis. Int<br />

J Radiat Oncol Biol Phys 2003; 56(3):778-87.<br />

8. Dunst J, Pigorsch S, Hansgen G, Hintner I, Lautenschlager C, Becker A. Low hemoglobin<br />

is associated with increased serum levels of vascular endothelial growth factor (<strong>VE</strong>GF) in<br />

cancer patients. Does anemia stimulate angiogenesis? Strahlenther Onkol 1999;<br />

175(3):93-96.<br />

9. Abulafia O, Triest WE, Sherer DM. Angiogenesis in malignancies of the female genital<br />

65


tract. Gynecol Oncol 1999; 72(2):220-31.<br />

10. Leek RD. The prognostic role of angiogenesis in breast cancer. Anticancer Res 2001;<br />

21(6B):4325-31.<br />

11. Weidner N. Intratumoral vascularity as a prognostic factor in cancers of the urogenital<br />

tract. Eur J Cancer 1996; 32A(14):2506-12.<br />

12. Weidner N, Semple JP, Welch WR, Folkman J. Tumor angiogenesis and metastasiscorrelation<br />

in invasive breast carcinoma. N Engl J Med 1991; 324(1):1-8.<br />

13. Srivastava A, Laidler P, Davies RP, Horgan K, Hughes LE. The prognostic significance of<br />

tumor vascularity in intermediate-thickness (0.76-4.0 mm thick) skin melanoma. A<br />

quantitative histologic study. Am J Pathol 1988; 133(2):419-23.<br />

14. Ferrero A, Zola P, Mazzola S, Fuso L, Sarotto I, Ravarino N et al. Pretreatment serum<br />

hemoglobin level and a preliminary investigation of intratumoral microvessel density in<br />

advanced ovarian cancer. Gynecol Oncol 2004; 95(2):323-29.<br />

15. Atasü T, Şahmay S. Jinekoloji (Kadın Hastalıkları). 2. baskı. İstanbul: Nobel Tıp Kitabevi,<br />

2001:349-84.<br />

16. Disaia PJ, Creasman WT (Çeviri: A.Ayhan). Klinik jinekolojik onkoloji., Ankara: Güneş<br />

Kitabevi; 2003: 289-350.<br />

17. Runnebaum IB, Stickeler E. Epidemiological and molecular aspects of ovarian cancer risk.<br />

J Cancer Res Clin Oncol 2001; 127(2):73-9.<br />

18. Frank TS, Manley SA, Olopade OI, Cummings S, Garber JE, Bernhardt B et al. Sequence<br />

analysis of BRCA1 and BRCA2: correlation of mutations with family history and ovarian<br />

cancer risk. J Clin Oncol 1998; 16(7):2417-25.<br />

19. Rubin SC, Blackwood MA, Bandera C, Behbakht K, Benjamin I, Rebbeck TR et al.<br />

BRCA1, BRCA2, and hereditary nonpolyposis colorectal cancer gene mutations in an<br />

unselected ovarian cancer population: relationship to family history and implications for<br />

genetic testing. Am J Obstet Gynecol 1998; 178(4):670-77.<br />

20. Stoppa-Lyonnet D, Laurent-Puig P, Essioux L, Pages S, Ithier G, Ligot L et al. BRCA1<br />

sequence variations in 160 individuals referred to a breast/ovarian family cancer clinic.<br />

Institut Curie Breast Cancer Group. Am J Hum Genet 1997; 60(5):1021-30.<br />

21. Whittemore AS, Gong G, Itnyre J. Prevalence and contribution of BRCA1 mutations in<br />

breast cancer and ovarian cancer: results from three U.S. population-based case-control<br />

studies of ovarian cancer. Am J Hum Genet 1997; 60(3):496-504.<br />

66


22. Ayhan A. Malign over tümörleri. Kişnişçi HA, Gökşin E, Durukan T, Üstay K, Ayhan A,<br />

Gürgan T, Önderoğlu LS (Editörler). Temel kadın hastalıkları ve doğum bilgisi’nde.<br />

Ankara: Güneş kitabevi; 1996:981-97.<br />

23. Bristow RE, Karlan BY. The risk of ovarian cancer after treatment for infertility. Curr<br />

Opin Obstet Gynecol 1996; 8(1):32-7.<br />

24. Bristow RE, Karlan BY. Ovulation induction, infertility, and ovarian cancer risk. Fertil<br />

Steril 1996; 66(4):499-507.<br />

25. Holschneider CH, Berek JS. Ovarian cancer: epidemiology, biology, and prognostic<br />

factors. Semin Surg Oncol 2000; 19(1):3-10.<br />

26. Rubin SC, Finstad CL, Wong GY, Almadrones L, Plante M, Lloyd KO. Prognostic<br />

significance of HER-2/neu expression in advanced epithelial ovarian cancer: a<br />

multivariate analysis. Am J Obstet Gynecol 1993; 168(1 Pt 1):162-69.<br />

27. Gadducci A, Cianci C, Cosio S, Carnino F, Fanucchi A, Buttitta F et al. p53 status is<br />

neither a predictive nor a prognostic variable in patients with advanced ovarian cancer<br />

treated with a paclitaxel-based regimen. Anticancer Res 2000; 20(6C):4793-99.<br />

28. Nagele F, Petru E, Medl M, Kainz C, Graf AH, Sevelda P. Preoperative CA 125: an<br />

independent prognostic factor in patients with stage I epithelial ovarian cancer. Obstet<br />

Gynecol 1995; 86(2):259-64.<br />

29. van Nagell JR, DePriest PD, Reedy MB, Gallion HH, Ueland FR, Pavlik EJ et al. The<br />

efficacy of transvaginal sonographic screening in asymptomatic women at risk for ovarian<br />

cancer. Gynecol Oncol 2000; 77(3):350-56.<br />

30. Flam F, Einhorn N, Sjovall K. Symptomatology of ovarian cancer. Eur J Obstet Gynecol<br />

Reprod Biol 1988; 27(1):53-7.<br />

31. Olson SH, Mignone L, Nakraseive C, Caputo TA, Barakat RR, Harlap S. Symptoms of<br />

ovarian cancer. Obstet Gynecol 2001; 98(2):212-17.<br />

32. Goff BA, Mandel L, Muntz HG, Melancon CH. Ovarian carcinoma diagnosis. Cancer<br />

2000; 89(10):2068-75.<br />

33. Eisenkop SM, Friedman RL, Wang HJ. Complete cytoreductive surgery is feasible and<br />

maximizes survival in patients with advanced epithelial ovarian cancer: a prospective<br />

study. Gynecol Oncol 1998; 69(2):103-8.<br />

34. Creasman WT, Gall S, Bundy BN, Beecham J, Mortel R, Homesley HD. Second-look<br />

laparotomy in the patient with minimal residual stage III ovarian cancer (a Gynecologic<br />

Oncology Group Study). Gynecol Oncol 1989; 35(3):378-82.<br />

67


35. Rubin SC, Randall TC, Armstrong KA, Chi DS, Hoskins WJ. Ten-year follow-up of<br />

ovarian cancer patients after second-look laparotomy with negative findings. Obstet<br />

Gynecol 1999; 93(1):21-4.<br />

36. Hoskins WJ, McGuire WP, Brady MF, Homesley HD, Creasman WT, Berman M et al.<br />

The effect of diameter of largest residual disease on survival after primary cytoreductive<br />

surgery in patients with suboptimal residual epithelial ovarian carcinoma. Am J Obstet<br />

Gynecol 1994; 170(4):974-79.<br />

37. Memarzadeh S, Berek JS. Advances in the management of epithelial ovarian cancer. J<br />

Reprod Med 2001; 46(7):621-29.<br />

38. Bolis G, Parazzini F, Scarfone G, Villa A, Amoroso M, Rabaiotti E et al. Paclitaxel vs<br />

epidoxorubicin plus paclitaxel as second-line therapy for platinum-refractory and -<br />

resistant ovarian cancer. Gynecol Oncol 1999; 72(1):60-4.<br />

39. Muggia FM, Braly PS, Brady MF, Sutton G, Niemann TH, Lentz SL et al. Phase III<br />

randomized study of cisplatin versus paclitaxel versus cisplatin and paclitaxel in patients<br />

with suboptimal stage III or IV ovarian cancer: a gynecologic oncology group study. J<br />

Clin Oncol 2000; 18(1):106-15.<br />

40. Machiels JP, Reilly RT, Emens LA, Ercolini AM, Lei RY, Weintraub D et al.<br />

Cyclophosphamide, doxorubicin, and paclitaxel enhance the antitumor immune response<br />

of granulocyte/macrophage-colony stimulating factor-secreting whole-cell vaccines in<br />

HER-2/neu tolerized mice. Cancer Res 2001; 61(9):3689-97.<br />

41. Friedlander ML. Prognostic factors in ovarian cancer. Semin Oncol 1998; 25(3):305-314.<br />

42. Bertelsen K, Holund B, Andersen E. Reproducibility and prognostic value of histologic<br />

type and grade in early epithelial ovarian cancer. Int J Gynecol Cancer 1993; 3(2):72-9.<br />

43. Barnhill DR, Kurman RJ, Brady MF, Omura GA, Yordan E, Given FT et al. Preliminary<br />

analysis of the behavior of stage I ovarian serous tumors of low malignant potential: a<br />

Gynecologic Oncology Group study. J Clin Oncol 1995; 13(11):2752-6.<br />

44. Heintz AP, Odicino F, Maisonneuve P, Beller U, Benedet JL, Creasman WT et al.<br />

Carcinoma of the ovary. Int J Gynaecol Obstet 2003; 83 Suppl 1:135-66.:135-66.<br />

45. Omura GA, Brady MF, Homesley HD, Yordan E, Major FJ, Buchsbaum HJ et al. Longterm<br />

follow-up and prognostic factor analysis in advanced ovarian carcinoma: the<br />

Gynecologic Oncology Group Experience. J Clin Oncol 1991; 9(7):1138-50.<br />

68


46. Chi DS, Liao JB, Leon LF, Venkatraman ES, Hensley ML, Bhaskaran D et al.<br />

Identification of prognostic factors in advanced epithelial ovarian carcinoma. Gynecol<br />

Oncol 2001; 82(3):532-7.<br />

47. Thigpen T, Brady MF, Omura GA, Creasman WT, McGuire WP, Hoskins WJ et al. Age<br />

as a prognostic factor in ovarian carcinoma. The Gynecologic Oncology Group<br />

Experience. Cancer 1993; 71(2 Suppl):606-14.<br />

48. Vergote IB, Kaern J, Abeler VM, Pettersen EO, De Vos LN, Trope CG. Analysis of<br />

prognostic factors in stage I epithelial ovarian carcinoma: importance of degree of<br />

differentiation and deoxyribonucleic acid ploidy in predicting relapse. Am J Obstet<br />

Gynecol 1993; 169(1):40-52.<br />

49. Silvestrini R, Daidone MG, Veneroni S, Benini E, Scarfone G, Zanaboni F et al. The<br />

clinical predictivity of biomarkers of stage III-IV epithelial ovarian cancer in a<br />

prospective randomized treatment protocol. Cancer 1998; 82(1):159-67.<br />

50. Lind M, Vernon C, Cruickshank D, Wilkinson P, Littlewood T, Stuart N et al. The level<br />

of haemoglobin in anaemic cancer patients correlates positively with quality of life. Br J<br />

Cancer 2002; 86(8):1243-9.<br />

51. Dicato M. Anemia in cancer: some pathophysiological aspects. Oncologist 2003; 8 Suppl<br />

1:19-21.:19-21.<br />

52. Mock V, Olsen M. Current management of fatigue and anemia in patients with cancer.<br />

Semin Oncol Nurs 2003; 19(4 Suppl 2):36-41.<br />

53. Braunwald E, Fauci SA, Kasper DL, Hauser LS, Longo DL, Jameson<br />

JL.(Çeviri:Y.Sağlıker) Harrison İç Hastalıkları Prensipleri. İstanbul Nobel Tıp<br />

Kitabevleri; 2004:517-30.<br />

54. Van Belle SJ, Cocquyt V. Impact of haemoglobin levels on the outcome of cancers treated<br />

with chemotherapy. Crit Rev Oncol Hematol 2003; 47(1):1-11.<br />

55. Thomas GM. Raising hemoglobin: an opportunity for increasing survival? Oncology 2002;<br />

63 Suppl 2:19-28.:19-28.<br />

56. Dachs GU, Tozer GM. Hypoxia modulated gene expression: angiogenesis, metastasis and<br />

therapeutic exploitation. Eur J Cancer 2000; 36(13 Spec No):1649-60.<br />

57. Vaupel P, Kelleher DK, Hockel M. Oxygen status of malignant tumors: pathogenesis of<br />

hypoxia and significance for tumor therapy. Semin Oncol 2001; 28(2 Suppl 8):29-35.<br />

58. Abulafia O, Sherer DM. Angiogenesis of the ovary. Am J Obstet Gynecol 2000; 182(1 Pt<br />

1):240-6.<br />

69


59. Suzuki T, Sasano H, Takaya R, Fukaya T, Yajima A, Nagura H. Cyclic changes of<br />

vasculature and vascular phenotypes in normal human ovaries. Hum Reprod 1998;<br />

13(4):953-9.<br />

60. Fidler J, Kerbel RS, Ellis LM. Biology of Cancer: Angiogenesis. In: De Vita TV, Hellman<br />

S, Rosenberg AS (Eds). Cancer Principles & Practice of Oncology. 6 th ed. Philadelphia:<br />

Lippincott Williams&Wilkins; 2001.p.137-47<br />

61. Folkman J, Shing Y. Angiogenesis. J Biol Chem 1992; 267(16):10931-34.<br />

62. Veikkola T, Karkkainen M, Claesson-Welsh L, Alitalo K. Regulation of angiogenesis via<br />

vascular endothelial growth factor receptors. Cancer Res 2000; 60(2):203-12.<br />

63. Tempfer C, Obermair A, Hefler L, Haeusler G, Gitsch G, Kainz C. Vascular endothelial<br />

growth factor serum concentrations in ovarian cancer. Obstet Gynecol 1998; 92(3):360-3.<br />

64. Sowter HM, Corps AN, Evans AL, Clark DE, Charnock-Jones DS, Smith SK. Expression<br />

and localization of the vascular endothelial growth factor family in ovarian epithelial<br />

tumors. Lab Invest 1997; 77(6):607-14.<br />

65. Yamamoto S, Konishi I, Nanbu K, Komatsu T, Mandai M, Kuroda H et al.<br />

Immunohistochemical localization of basic fibroblast growth factor (bFGF) during<br />

folliculogenesis in the human ovary. Gynecol Endocrinol 1997; 11(4):223-30.<br />

66. Weinstat-Saslow D, Steeg PS. Angiogenesis and colonization in the tumor metastatic<br />

process: basic and applied advances. FASEB J 1994; 8(6):401-7.<br />

67. Holmgren L, O'Reilly MS, Folkman J. Dormancy of micrometastases: balanced<br />

proliferation and apoptosis in the presence of angiogenesis suppression. Nat Med 1995;<br />

1(2):149-53.<br />

68. Quintero M, Mackenzie N, Brennan PA. Hypoxia-inducible factor 1 (HIF-1) in cancer.<br />

Eur J Surg Oncol 2004; 30(5):465-8.<br />

69. Goonewardene TI, Sowter HM, Harris AL. Hypoxia-induced pathways in breast cancer.<br />

Microsc Res Tech 2002; 59(1):41-8.<br />

70. Vaupel P. The role of hypoxia-induced factors in tumor progression. Oncologist 2004; 9<br />

Suppl 5:10-7.:10-17.<br />

71. Acker T, Plate KH. Hypoxia and hypoxia inducible factors (HIF) as important regulators<br />

of tumor physiology. Cancer Treat Res 2004; 117:219-48.:219-48.<br />

72. Orre M, Rogers PA. Macrophages and microvessel density in tumors of the ovary.<br />

Gynecol Oncol 1999; 73(1):47-50.<br />

70


73. Nakanishi Y, Kodama J, Yoshinouchi M, Tokumo K, Kamimura S, Okuda H et al. The<br />

expression of vascular endothelial growth factor and transforming growth factor-beta<br />

associates with angiogenesis in epithelial ovarian cancer. Int J Gynecol Pathol 1997;<br />

16(3):256-62.<br />

74. van Diest PJ, Zevering JP, Zevering LC, Baak JP. Prognostic value of microvessel<br />

quantitation in cisplatin treated FIGO 3 and 4 ovarian cancer patients. Pathol Res Pract<br />

1995; 191(1):25-30.<br />

75. de Jong JS, van Diest PJ, Baak JP. Heterogeneity and reproducibility of microvessel<br />

counts in breast cancer. Lab Invest 1995; 73(6):922-6.<br />

76. Heimburg S, Oehler MK, Kristen P, Papadopoulos T, Caffier H. The endothelial marker<br />

CD34 in the assessment of tumour vascularisation in ovarian cancer. Anticancer Res 1997;<br />

17(4B):3149-51.<br />

77. Heimburg S, Oehler MK, Papadopoulos T, Caffier H, Kristen P, Dietl J. Prognostic<br />

relevance of the endothelial marker CD34 in ovarian cancer. Anticancer Res 1999;<br />

19(4A):2527-9.<br />

78. Alvarez AA, Krigman HR, Whitaker RS, Dodge RK, Rodriguez GC. The prognostic<br />

significance of angiogenesis in epithelial ovarian carcinoma. Clin Cancer Res 1999;<br />

5(3):587-91.<br />

79. Obermair A, Handisurya A, Kaider A, Sevelda P, Kolbl H, Gitsch G. The relationship of<br />

pretreatment serum hemoglobin level to the survival of epithelial ovarian carcinoma<br />

patients: a prospective review. Cancer 1998; 83(4):726-31.<br />

80. Nather A, Mayerhofer K, Grimm C, Hefler L, Leodolter S, Obermair A et al.<br />

Thrombocytosis and anaemia in women with recurrent ovarian cancer prior to a secondline<br />

chemotherapy. Anticancer Res 2003; 23(3C):2991-4.<br />

81. Knight K, Wade S, Balducci L. Prevalence and outcomes of anemia in cancer: a<br />

systematic review of the literature. Am J Med 2004; 116 Suppl 7A:11S-26S.<br />

82. Obermair A, Cheuk R, Horwood K, Janda M, Bachtiary B, Schwanzelberger B et al.<br />

Impact of hemoglobin levels before and during concurrent chemoradiotherapy on the<br />

response of treatment in patients with cervical carcinoma: preliminary results. Cancer<br />

2001; 92(4):903-8.<br />

83. Munstedt K, Kovacic M, Zygmunt M, Von Georgi R. Impact of hemoglobin levels before<br />

and during chemotherapy on survival of patients with ovarian cancer. Int J Oncol 2003;<br />

23(3):837-43.<br />

71


84. Obermair A, Petru E, Windbichler G, Peters-Engl C, Graf AH, Stummvoll W et al.<br />

Significance of pretreatment serum hemoglobin and survival in epithelial ovarian cancer.<br />

Oncol Rep 2000; 7(3):639-44.<br />

85. Gadducci A, Sartori E, Landoni F, Zola P, Maggino T, Colombo N et al. Prechemotherapy<br />

hemoglobin levels and survival in patients with advanced epithelial ovarian<br />

cancer who received a first-line taxane/platinum-based regimen: results of a multicenter<br />

retrospective Italian study. Gynecol Oncol 2005; 98(1):118-23.<br />

86. Oehler MK, Caffier H. Diagnostic value of serum <strong>VE</strong>GF in women with ovarian tumors.<br />

Anticancer Res 1999; 19(4A):2519-22.<br />

87. Folkman J. Role of angiogenesis in tumor growth and metastasis. Semin Oncol 2002; 29(6<br />

Suppl 16):15-8.<br />

88. Zetter BR. Angiogenesis and tumor metastasis. Annu Rev Med 1998; 49:407-24.:407-424.<br />

89. Saraydaroğlu Ö, Özuysal S, Bilgin T. İnvaziv Serviks Karsinomlarında Anjiogenezin<br />

Prognostik Faktörler Üzerine Etkisi. Türk Patoloji Dergisi 2004; 20(1-2):14-7<br />

90. Schoell WM, Pieber D, Reich O, Lahousen M, Janicek M, Guecer F et al. Tumor<br />

angiogenesis as a prognostic factor in ovarian carcinoma: quantification of endothelial<br />

immunoreactivity by image analysis. Cancer 1997; 80(12):2257-62.<br />

91. Hollingsworth HC, Kohn EC, Steinberg SM, Rothenberg ML, Merino MJ. Tumor<br />

angiogenesis in advanced stage ovarian carcinoma. Am J Pathol 1995; 147(1):33-41.<br />

92. Obermair A, Wasicky R, Kaider A, Preyer O, Losch A, Leodolter S et al. Prognostic<br />

significance of tumor angiogenesis in epithelial ovarian cancer. Cancer Lett 1999; 138(1-<br />

2):175-82.<br />

93. Orre M, Lotfi-Miri M, Mamers P, Rogers PA. Increased microvessel density in mucinous<br />

compared with malignant serous and benign tumours of the ovary. Br J Cancer 1998;<br />

77(12):2204-9.<br />

94. Gadducci A, Viacava P, Cosio S, Fanelli G, Fanucchi A, Cecchetti D et al. Intratumoral<br />

microvessel density, response to chemotherapy and clinical outcome of patients with<br />

advanced ovarian carcinoma. Anticancer Res 2003; 23(1B):549-56.<br />

95. Wang Z, Wang H, Lin M. Study on tumor angiogenesis in epithelial ovarian carcinoma.<br />

ABSTRACT J Tongji Med Univ 2000; 20(2):172-4.<br />

96. Brustmann H, Riss P, Naude S. The relevance of angiogenesis in benign and malignant<br />

epithelial tumors of the ovary: a quantitative histologic study. Gynecol Oncol 1997;<br />

67(1):20-6.<br />

72


97. Abulafia O, Ruiz JE, Holcomb K, Dimaio TM, Lee YC, Sherer DM. Angiogenesis in<br />

early-invasive and low-malignant-potential epithelial ovarian carcinoma. Obstet Gynecol<br />

2000; 95(4):548-52.<br />

98. Ogawa S, Kaku T, Kobayashi H, Hirakawa T, Ohishi Y, Kinukawa N et al. Prognostic<br />

significance of microvessel density, vascular cuffing and vascular endothelial growth<br />

factor expression in ovarian carcinoma: a special review for clear cell adenocarcinoma.<br />

Cancer Lett 2002; 176(1):111-8.<br />

99. Gasparini G, Bonoldi E, Viale G, Verderio P, Boracchi P, Panizzoni GA et al. Prognostic<br />

and predictive value of tumour angiogenesis in ovarian carcinomas. Int J Cancer 1996;<br />

69(3):205-11.<br />

100. Abulafia O, Triest WE, Sherer DM. Angiogenesis in primary and metastatic epithelial<br />

ovarian carcinoma. Am J Obstet Gynecol 1997; 177(3):541-7.<br />

101. Nakayama K, Kanzaki A, Takebayashi Y, Toi M, Bando H, Nabei T et al. Different<br />

features of angiogenesis between ovarian and breast carcinoma. Cancer Lett 2001;<br />

170(2):161-7.<br />

73


EKLER<br />

74


EK I<br />

75

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!