20.06.2013 Views

yarımkalandua - Adem Korkmaz

yarımkalandua - Adem Korkmaz

yarımkalandua - Adem Korkmaz

SHOW MORE
SHOW LESS

Create successful ePaper yourself

Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.

Y A R I M K A L A N D U A<br />

<strong>Adem</strong> KORKMAZ<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

1


ROMAN<br />

Meneviş Yayınları : 33<br />

Roman Dizisi : 3<br />

Dizgi : <strong>Adem</strong> KORKMAZ<br />

Mizanpaj : Cinas<br />

Kapak Tasarım : Cinas<br />

Baskı : Kalkan Matbaası<br />

1. Baskı : Nisan 2006<br />

ISBN : 975-6004-<br />

FCR Yayın Reklam Bilgisayar San. Ve Tic. Ltd. Şti.<br />

Rüzgarlı Cad. Rüzgarlı İşhanı No: 2/5 Ulus / ANKARA<br />

Tel : 0312.310 08 60 pbx . Fax :0312.311 47 89<br />

www.fcr.com.tr/menevis menevis@fcr.com.tr<br />

yarimkalandua@hotmail.com<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

2


Y A R I M K A L A N D U A<br />

<strong>Adem</strong> KORKMAZ<br />

www.ademkorkmaz.com<br />

www.hicrandergisi.com<br />

MENEVİŞ<br />

ANKARA 2006<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

3


Yirminci yüzyılın son çeyreğine doğru, Kayseri iline bağlı Hacıpaşa Kö-<br />

yü’nde yıllar su gibi akmakta ve insanlar koşuşturmakta idiler. Tatlı bir ağus-<br />

tos akşamı tarla böceklerinin yankılı sesi, o geceyi daha da güzelleştiriyordu.<br />

Ay ve yıldızlar sanki hepsi Cuma dedenin torunlarının beklediğini bekliyorlar-<br />

dı.<br />

Nurcan gelinin sancıları başlamış bebeğin günü gelmişti. Komşuları Zey-<br />

nep kadın baş ucunda:<br />

- Korkma kızım, korkma! diyerek onu teskin ediyor ve elinden geleni ya-<br />

pıyordu.<br />

Az sonra küçük odayı, yalan dünyaya merhaba diyen çocuğun çığlığı dol-<br />

durdu. Kaynanası, küçük odanın kapısını aralayıp bekleyen olan çocuklarına<br />

ve komşularına seslendi:<br />

- Müjde! Çocuk sağlam ve erkek!<br />

- Gelin nasıl?<br />

- Allah’a çok şükür, sapasağlam.<br />

Yüzleri tebessüm kapladı. Çizgili çehresindeki tebessümü aniden hüzne<br />

dönüşen Fatma kadın:<br />

- Hasan’ım ne kadar sevinecek, dedi.<br />

Misafir olanı:<br />

- Sevinmez olur mu?<br />

Hasan’ın askerde olduğunu hatırlayıp sordu:<br />

- Kaç ayı var Hasan’ın?<br />

Fatma kadın cevap verdi:<br />

- Beş ayı var yavrumun.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

4


Çocuğa Bedir gazisi, Uhud şehidi, Allah’ın aslanı Hz. Hamza’nın ismini<br />

vermişlerdi. Yıllar sonra sülalenin ilk bebeğiydi. Cuma dedenin torununun<br />

oğluydu. Torbalanmış gözleriyle, çilekeş kadın Fındık nine, küçük Hamza’yı<br />

süzüyor, okşuyor kucağından düşürmüyordu. Gözleri, kulağı, elleri, her şeyi<br />

minnacıktı. Seviyor, kokluyor yine de doyamıyordu Hamza’ya.<br />

Hasan baba olduğunu bir ay sonra öğrenmişti.<br />

Mektupta:<br />

- Oğlun oldu. Haydi gözün aydın! İsmini Hamza koyduk, yazmışlardı.<br />

Bu satırlar, Hasan’ı öylesine sevindirdi ki bir daha böyle mutlu olamaya-<br />

cağını düşündü. Arkadaşları onu hiç bu kadar mutlu görmemişlerdi. Dört<br />

gözle askerliğin bitmesini bekliyordu şimdi.<br />

Bitmeyecek sandığı zaman hızlı akmış ve Hamza’dan sonra, bir oğulları<br />

daha olmuştu. Yunus! Gülüşleri bir, hıçkırıkları bir olurdu. Biri ne yaparsa di-<br />

ğeri de onu yapardı, birbirlerini masallara konu olacak kadar çok severlerdi.<br />

Onlarınki kardeşlikten öte bir şeydi.<br />

Yunus sorar, Hamza cevap verirdi; onun bilemediğini annelerine veya<br />

dedelerine sorar öğrenirlerdi.<br />

Yunus:<br />

- Anne! Cennet nasıl?<br />

- Çok güzel oğlum.<br />

- Orda muz desem hemen elime gelir mi?<br />

- Her ne istersen...<br />

- Kiraz, şeftali, üzüm … her ne istersem verirler mi?<br />

- Verirler oğlum.<br />

- Ben cennete gider miyim?<br />

- İnşallah gidersin oğlum!<br />

- Nasıl gidilir cennete anne?<br />

Anneyi şaşırtmıştı sorular, afalladı. Yunus’u başından savmak için:<br />

- Hadi abin ile oyna, şimdi işim var.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

5


Çocuklar, yokluk içinde büyümüşler, muzun, şeftalinin ismini bildikleri da-<br />

ha birçok meyvenin, tadını bilmiyorlardı. Araçlara benzeyen birtakım taşlarla<br />

oynuyorlardı. Yalanı bilmeyen ağızlarıyla araçların seslerini çıkartıyorlardı.<br />

Hamza yedi, Yunus ise altı yaşına girmişti.<br />

Dedeleri duvarcı “Cuma Usta” güreşe meraklıydı. Sokakta gördüğü çocuk-<br />

lara güreş yaptırırdı. Çocukların güreşmesi ona büyük bir haz verirdi. Bu<br />

yüzden Hamza ile Yunus’u günde üç kere güreştirir, vakit geçirirdi.<br />

alırdı.<br />

- Hadi Yunus! Hadi oğlum!<br />

- Bacağını tut, bacağını!<br />

Koca adam, kalkar, çevrelerinde dolanır, alkışlar, bundan büyük bir haz<br />

- Aman Baba, çocuklar sobaya değecek, canları yanacak, dedi Cuma us-<br />

tanın gelinlerinden, Hamza ile Yunus’un babaannesi, Fatma kadın.<br />

Kalabalık bir aile idiler. Derler ya "Allah bir buğday tohumuna harman<br />

gizlermiş," Cuma ustanın ki de o hesap. Babası yemen harbine gidip dön-<br />

meyenlerden. O giderken hanımı; beş aylık hamile. Daha doğmadan öksüz<br />

kalan Cuma usta, bir şehit oğlu. Yaşı yetmiş fakat dinç mi dinç gençlere taş<br />

çıkartan bir ihtiyar. Mevla, dört erkek, iki kız evlat vermiş. Bunlar da çoktan<br />

çoluğa çocuğa karışmış. Kaderin cilvesi olsa gerek, çocukları dağılmış. Ya-<br />

nında Almanya’ya giden oğlu Osman’ın çocukları kalmıştı. Bunlar da ekiyor-<br />

lar, biçiyorlar, hayatla mücadelelerini sürdürüyorlardı.<br />

Hamza ile Yunus’un babası Hasan, zeki, çevik ve oldukça çalışkandı. Çok<br />

istemişti ilkokuldan sonra okul hayatına devam etmeyi, ne fayda ki kader<br />

ona her zaman en çetin ağlarını örecekti. İyi iş görüyor, ineklere iyi bakıyor<br />

diye okutmadıkları gibi bir de ilkokul diplomasını bir yolunu bulur okur diye<br />

saklamışlardı. Ama ondaki öğrenme sevdası sönmemiş ve eline geçen üç<br />

beş kuruşla kitap alıp odanın birini kütüphaneye çevirmişti. O da dedesinin<br />

usta lakabını alıp gurbet elleri mesken eylemişti.<br />

- Cuma emmi, sana benim tayı versem olmaz mı?<br />

Kel kafasını kaşıdı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

6


- Ben ne yapayım tayı?<br />

- Senin vesaitin var, pazara giderken götürür satarsın, ödeşiriz. Üstelik<br />

alacağından da çok eder.<br />

Cuma Usta, Galip Ağa’dan alacağını istemek için bin bir yola başvurmuş,<br />

ezile büzüle konuşabilmişti. Kepçeyi andıran kulaklarını yokladı:<br />

- Bilmem ki?<br />

Galip Ağa:<br />

- Şu an sıkışığım, sana borcumu ödeyemem, iki gün sonraki pazarda sa-<br />

tarsın. Çok asil bir atın tayını, kim olsa alır.<br />

Cuma Usta’nın paraya ihtiyacı vardı, bu arada Galip Ağa tayı ahırdan çı-<br />

karttı. Cuma Usta, iri gözleriyle doru atın tayına baktı. İstemeye istemeye:<br />

- Peki, Galip Ağa, dedi.<br />

Siyah tay, ele avuca sığmıyordu, çevikti. Cuma Usta zor getirdi, evin<br />

önüne. Yunus’un sevinci görülmeğe değerdi, tatlı sesiyle:<br />

- Dede bize mi aldın onu?<br />

Dede geçiştirmek için:<br />

- He yavrum.<br />

- Abi! Abi!<br />

Yunus'un sesini duyduğu zaman tatlı uykusunu bölen Hazma, durur mu?<br />

Elindeki kaşığı bırakıp:<br />

- Yunus çağırıyor, ben gidiyorum anne! dedi ve kalktı.<br />

- Yemeğini ye oğlum.<br />

Hamza, merdivenleri inmişti bile. Öylece kaldı. Şaşkın bir sesle:<br />

- Rüyamda gördüğüm siyah tay bu!<br />

Gece kadar siyah olan tayın yelesini okşuyorlar, uzun yanaklarına, öpü-<br />

cük konduruyorlardı. Dedelerine olan sevgileri bir kat daha artmıştı. Niyetini<br />

bilmedikleri dedeleri acıyarak baktı onlara:<br />

- Çekilin oradan da, ahıra bağlayalım çocuklar.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

7


- Biz bağlarız dede.<br />

- Kuzu mu bağlıyorsunuz keratalar?<br />

Tay bağlandı, Cuma Usta’nın hesabına göre ertesi gün pazara gidecekti.<br />

Kaderin hesabı ise o tayı ölümüne dek o ahırda konaklatmaktı, nereden bi-<br />

lebilirdi ki, ha bugün ha yarın derken hep orda kalacağını...<br />

- Abi ismini ne koyalım tayımızın?<br />

- Annem diyor ki dedeniz yarın pazarda satacak!<br />

- Dedem bana size aldım, dedi.<br />

- Seni kandırmış.<br />

- Ne yapacağız?<br />

Hamza hep verdiği cevabı verdi:<br />

- Bilmem.<br />

- Allah çocukların duasını kabul edermiş.<br />

- Kim dedi?<br />

Yunus, iri gözlerini biraz daha açıp;<br />

- Sen duymadın mı? Seninle okula geldiğimde öğretmen beni sevdi, dua<br />

etmemi istedi ve "Allah çocukların duasını kabul eder" dedi ya!<br />

- ............. ......... ..........<br />

- Duayı nasıl edeceğiz?<br />

- Namaz kılıp edelim.<br />

Onlar dua ederse, yaratıcı kabul etmez mi? Saf, günahsız, menfaat nedir,<br />

yalan nedir bilmeyen iki güzel çocuğun duası kabul olmaz mı? Onlar, melek-<br />

lere eşdeğer değiller mi? Yürekleri sevgiyle, Allah korkusuyla dolu olan cen-<br />

netle müjdelenen çocukların duaları kabul olmaz mı?... “Tüm çocuklar cen-<br />

net meyvesidir. Eğer ölürse cennetliktir.” Cennetlik dua eder de kabul olmaz<br />

mı?<br />

Yunus ile Hamza’nın kardeşlik sevgisi inanılmayacak kadar çoğaldı. Gö-<br />

renler hayretlerini nasıl ifade edeceklerini bilemiyorlardı. Çoğu zaman Ham-<br />

za ile Yunus’u çocuklarına örnek gösteriyorlardı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

8


- Bakın Hamza’yla Yunus’a, nasıl seviyorlar birbirlerini.<br />

- Siz birbirinizi yiyorsunuz, ya şunlar...<br />

- Sanki büyüyüp küçülmüşler...<br />

-Hayret nasıl anlaşıyorlar, gibi cümleleri peş peşe sıralıyorlardı.<br />

Bahar yeni yeni giriyordu. Hamza oynadığı çocuklarla tartışıp kavgaya tu-<br />

tuştu. Geniş olmayan yolun ortasında Yunus belirdi.<br />

Koşar adımlarla gelip:<br />

- Bırakın abimi, dedi, dinleyen yok.<br />

İri elleriyle, sağa sola çocukları itekleyip abisinin siyah gözlerine baktı. O<br />

tatlı sesiyle:<br />

- Abi ne oldu? diye sordu.<br />

Hamza’nın kara gözlerine yaş dolmuş, zayıf olan çocuğu gösteriyordu.<br />

Ağlamaklı bir sesle:<br />

- Taş vurdu, dedi.<br />

İki kardeş bir oldu, çocukları önlerine katıp, kovaladılar. O gece şikayete<br />

gelen gelene.<br />

Günler birbirini böyle kovalıyor, merak dolu gözlerini yeni hayaller sarı-<br />

yordu. Becerememişlerdi siyah taya binmeyi. Ramazan ayı gelmişti. Oruç<br />

için gece yarısı kalkılacaktı. Nurcan gelin kalkmış, yemeği hazırlamış, Hamza<br />

ile Yunus’u uyandıramıyordu. Sevimli yüzlerine bakıp bir an vazgeçmişti.<br />

Nasırlı elleriyle Yunus’un küçük omuzuna dokundu, kısık bir sesle:<br />

- Yunus, Yunuus oğlum kalk hadi !<br />

Yunus elleriyle gözlerini ufaladı, Hamza'ya baktı. Uykunun hakim olduğu<br />

bir sesle:<br />

- Ne var anne! dedi.<br />

- Sen oruç tutmayacak mısın?<br />

- .......... ............. ............<br />

- Allah oruç tutanları sever.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

9


siyle:<br />

için.<br />

Yunus yorganı, yatağı bıraktı, koşar adımlarla yürümeye başladı, tatlı se-<br />

- Hani anne nerede?<br />

- Ne nerede oğlum!<br />

- Oruç, anne oruç!<br />

- Ne orucu oğlum!<br />

- Tut dediğin oruç anne...<br />

Annenin yüzüne tebessüm yayılırken Yunus hâla orucu arıyordu, tutmak<br />

Aylar birbirini insafsızca kovalıyordu. Hamza ilkokul ikiyi, Yunus ise biri bi-<br />

tirmiş, siyah tay at olmuştu. Köyün doğu eteklerinde, çorak suyu olan bir<br />

çeşmeni, birkaç ağaç ve birkaç tatlı su kuyusunun bulunduğu hayvanların<br />

otladığı, “aşşa kuyu” isimli merada, onların siyah atı da otluyordu. Ham-<br />

za’yla Yunus ata isim koymaya çalışıyorlardı. İsmi bir kaya oluyor, bir rüzgar<br />

oluyor, fakat cayıyorlardı.<br />

Yunus:<br />

- Ata benim adımı verelim mi abi?<br />

Hazma:<br />

- Sen at mısın?<br />

- Yok, ben Yunus’um.<br />

- Ben ikinizi birden mi çağıracağım?<br />

- Doğrusun.<br />

- Ama yine de veririz.<br />

Yunus’un gözlerindeki ışıltı adeta güneşe meydan okuyordu. Sordu:<br />

- Sahi mi?<br />

- Sahi ya!<br />

O anda at kişnedi. Yunus:<br />

- Binelim mi, dedi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

10


Hamza:<br />

- Biz bunun bacağı kadarız, nasıl bineceğiz?<br />

Yunus işaret parmağıyla, az ilerdeki büyük kayayı gösterdi:<br />

- Bak orada kaya var, yanına götürür bineriz.<br />

Ceplerindeki toz şekerden ata verdiler. Zikke dedikleri demiri söküp, atı<br />

kayanın yanına getirerek yeniden zikkeyi toprağa gömdüler.<br />

du.<br />

Küçücük elleri atın siyah parlak derisinde kayıyor, bir türlü tutunamıyor-<br />

- Hadi... oğlum.<br />

- Deh.<br />

- Biraz daha yaklaştır, Yunus<br />

Nihayet binmişlerdi genç ata, bir yandan da şeker vermeyi unutmuyor-<br />

lardı, uzaklardan bakılınca küçük bedenleri nerdeyse gözükmüyordu. O gece<br />

rüyalarında attan inmeden sabaha kadar gezdiler.<br />

Haziran ayı gelmiş, dört bir yanı yeşillik kaplamıştı. Doğa, bütün güzelliği-<br />

ni sergiliyor, bülbüller güllerine daha istekli ötüyor, gök bütün maviliğini<br />

sergiliyor, güneş ihtişamını daha da arttırıyordu. Şirin Hacı Paşa köyünde,<br />

papatyaların beyaz yaprakları yeşilliğe ayrı bir renk verip her karışta bir göz-<br />

lere aksediyor, adeta cenneti anımsatıyordu. Meyve ağaçları çiçeklerini çek-<br />

miş, insanoğlunun dimağına tat ayarlıyorlar, kayısı, armut, elma … ağaçları<br />

hepsi çiçek yerine çağlalarıyla meşguldü...<br />

Yunus ise yine soru soruyor, cevap alıyor, cevap aldıkça da öğrenme is-<br />

teği çoğalıyordu:<br />

- Ben ölsem! Cennete mi giderim?<br />

- Çocukken ölürsen gidersin oğlum.<br />

- Kocaman adam olunca, ölürsem gidemem mi?<br />

- .............................<br />

Ve bir dua başladı Yunus’un dilinde, her duanın sonunda:<br />

- Ah... keşke ölsem... diyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

11


O gün evlerinde, temizlik yapılıyor, içeride ne varsa güneş görmesi için<br />

dışarı çıkartılıyor, evin önünde balkonu anımsatan sağanlık dedikleri yere<br />

konuluyordu. Avludaki palamut ağacının altında, merinos koyununun başını<br />

tutuyorlar, Fındık nine pürüzlü elleriyle, koyunun yumuşak memelerinden<br />

süt sağıyor, aynı zamanda da boğuk sesiyle:<br />

- Sıkı tutun! Çocuklar, bu çer hepsinden aksi.<br />

Yunus yine soruyor:<br />

- Bugün göçecek miyiz nine?<br />

- Sıkı tut şu yezidin kafasını!.<br />

- Göçünce bir daha gelmek mi?<br />

Fındık nine sağdığı koyunun, çocuklara haber vermeden kuyruğunu itek-<br />

leyip vurdu. Koyun kafasını Hamza’nın bacaklarının arasından kurtaramayın-<br />

ca, onu da beraberinde götürdü, giderken de Yunusu yıktı.<br />

- He gelmeyeceksiniz, dedi Fındık nine.<br />

Hamza ile Yunus beraberlerinde atları, koyunları sürüye yetiştirmeye çalı-<br />

şıyorlardı. Hamza, Yunus’un uzun uzun birşeye baktığını gördü. Yanına yak-<br />

laştı. Yağmur suları, kayanın oyuğunda birikmiş, bu birikintiye bir kelebek<br />

düşmüş çırpınıyor, Yunus da bunu izliyordu.<br />

Sordu:<br />

- Yunus neden kelebeği sudan çıkartmıyorsun?<br />

Yunus:<br />

- Abi bu kelebek daha küçücük, ölsün de cennete gitsin.<br />

Hamza koyunları aşıp, kardeşinin yanına gelemiyor, endişeli bir sesle:<br />

- Kelebekler cennete gitmezmiş Yunus!<br />

Yunus’un iri gözleri fal taşı gibi açıldı:<br />

- Gitmez miymiş, dedi.<br />

- He ya!...<br />

Yunus:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

12


- O zaman kurtarayım, diyerek kelebeği çıkarttı. Boğulmak üzere olan ke-<br />

lebek kurtulmuştu. Bu ara abisi de gelmişti yanına. Siyah atlarıysa gür çi-<br />

menlerin arasında başını kaldırmadan otluyordu.<br />

Hamza çok sevdiği Yunus’un omuzuna elini koyup, sevinçli bir sesle:<br />

- Çok sevap aldın Yunus, dedi.<br />

Yunus gülümsemeyle karışık:<br />

- Çok mu abi?<br />

- He ya çoook.<br />

Az sonra koyunları çobana emanet etmişlerdi. Koyun ve sığır yolağının<br />

yanından geçtiği, köyün dışında, kötü göl dedikleri, içi mil dolu, çocukların<br />

sularıyla oynadığı küçük göle gelmişlerdi. Yunus göle bakıp:<br />

- Abi biz de yüzelim mi?<br />

-Ya at ne olacak?<br />

- Onun zikkesini şuraya gömeriz.<br />

Siyah at şaha kalkmış, huysuzlaşmış sanki bir şeyler olacakmış gibi kişni-<br />

yordu, ilk defa yapıyordu bunu.<br />

İkindinin hararetli sıcağının farkında değildi dokuz çocuk, ilerde hepsi tığ<br />

gibi delikanlı olacaktı yalnız biri hariç. Girip çıkıyorlardı böcek dolu, rengi<br />

yeşillenmiş, küçük gölün kenar kısımlarına. Ellerinde plastik top, birbirlerine<br />

atıyor, gülücüklerine gülücük katıyorlardı. Ne kadar neşeli idiler. Dünya göç-<br />

se umurlarında mı? Çocuk olmak ne kadar güzel ne kadar tatlı idi. Dert yok,<br />

tasa yok. Hele hüzün barınır mıydı, onların su kadar saf yüreklerinde.<br />

Hayatın cilvesini bilmeyen gözleri gölün ortalarına doğru yöneldi. Su, al-<br />

mış götürmüştü, mavi topu. Hiçbiri cesaret edip alamıyor, öylece bakıyorlar,<br />

top kaçmamış gibi oyunlarına devam ediyorlardı.<br />

Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz, Yunus’a hitaben iç gıcıklayıcı sesiyle:<br />

- Yarış yapak mı?<br />

Pehlivan Yunus altta kalır mı hiç...<br />

- Nereye kadar?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

13


- Öbür başa varan kazanır.<br />

- Tamam dedi Yunus, tatlı sesiyle. Her şeyi sorardı abisi Hamza’ya, bu se-<br />

fer sormadı.<br />

Yavuz, korkak gözlerle gölü süzdükten sonra, kenar tarafından yol alma-<br />

ya koyuldu. Yunus ise gölü tam ortalamıştı. Hamza yalvaran bir sesle bağır-<br />

dı:<br />

-Gitme Yunuuus!<br />

Başka bir çocuk:<br />

- Bir şey olmaz, hem topu da getirir, dedi.<br />

Hamza bu kez tehdit etti:<br />

- Gitme Yunus anneme derim seni.<br />

Yunusun gözleri umursamaz bir tavır takındı. Sanki bir şey onu oraya isti-<br />

yordu. Hamza işaret parmağıyla Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz’u gösterdi:<br />

- Bak ona kenardan gidiyor, ya sen! Gölü ortalamışsın.<br />

Yunus son defa tatlı sesiyle:<br />

- Allah her şeyde doğruluğu emretmez mi abi, dedi.<br />

- Yunus bunun doğrulukla ne ilgisi var?<br />

Yunus gölün ortasına yaklaşmıştı bile. Yavuz ise iyice kenara yaklaşmış.<br />

- Ben seni geçerim, diyerek Yunus’u kışkırtıyordu.<br />

Yunus gölün orta yerindeki mavi topu, çocuklara attı. Küçük adımları ya-<br />

vaşladı, bir şey onu içine çekiyor, adeta ayaklarına yapışmış bırakmıyor, ağır<br />

ağır yutmaya çalışıyordu. Küçücük kollarını sallaması nafileydi. Yunus boğu-<br />

luyor, Hamza şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Anlaşılan o ki; Yu-<br />

nus göldeki mile batmış, kurtulmaya çalışıyor, bunun için de küçük kollarını<br />

çırpıyordu.<br />

Hamza’nın sesi Yunus’a kırgındı:<br />

- Gardaş Yunuuus.<br />

- Çırp ellerini Yunus.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

14


Ağlamaya başladı Hazma. Yunus çırpınıyor, çocukların elinden hiçbir şey<br />

gelmiyor, pişman gözleri yardımcı olacak birilerini arıyordu. Az ilerde şişko<br />

Mustafa denilen, altmış yaşında işiyle meşgul olan adama takıldı gözleri. Biri<br />

Mustafa Ağa’nın yanına gitti, korkunun ve heyecanın birbirine karıştığı bir<br />

sesle:<br />

- Mustafa emmi yetiş! Yunus boğuluyor!<br />

- Sen köye haber ver! Koş, dedi ve hızlı adımlarla göle geldi.<br />

Mil onu da korkuttu. Pantolonunu çıkarttı, göle girdi fakat fazla ilerleye-<br />

medi. Küreğin sapını Yunus’a uzatıp telaşlı sesiyle:<br />

- Tut Yunus!<br />

- Yunus! Tut.<br />

Yunus gölde çırpınıyor, Hamza dışarıda çırpınıyordu. Daha fazla dayana-<br />

madı:<br />

- Yunuuus!!! dedi ve ileri atıldı.<br />

Yüzme bilmese de o Yunus’u kurtaracaktı. Şişko Mustafa:<br />

- Hamza’yı tutun! Yoksa o da boğulur, dedi.<br />

Altı çocuk, bakışlarını Yunus’tan çekip, Hamza’ya yöneltti. Hamza’ya en<br />

yakın olan Oğuz onu tuttu. Onun baş edemeyeceğini anlayınca, çocukların<br />

hepsi birden Hamza’ya sarıldılar. Sular havaya kalkıyor, Hamza’nın göz<br />

yaşlarısulara karışıyordu. Bacaklarından, kollarından, vücudundan sımsıkı tu-<br />

tulan Hamza’nın gözleri Yunus’un çırpınışına takılmıştı, sesi zor çıkıyordu:<br />

-Bırakın. Bırakın beni!<br />

- Yuunuuus!<br />

Gözyaşları konuşturmuyordu Hamza’yı. Yunus gibi o da çırpınıyordu.<br />

- Yunuuuus! Yunuuuuus ! ! !<br />

Yunus, abisine o bulunmaz tebessümünü, son bir kez gösterip, gölün or-<br />

tasında kayboldu. Hamza'nın çığlıkları daha da arttı, göz yaşlarından yüzü<br />

görünmez olmuştu. Ne yapabilirdi? Sekiz yaşındaki çocuğun elinden ne ge-<br />

lebilirdi? Ağlamaktan başka.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

15


Az ileride otlayan siyah at şaha kalkmış, göle gelmek istiyordu. Zincirin-<br />

den kurtulmak için çırpınıyor, acı acı kişniyor, insanın yüreğini ürpertiyordu.<br />

Zincir boynuna oturmuş, kanatmış fakat o, zikkeyi yerinden sökmüştü.<br />

Yunusun haberi acıydı, hem de çok acı, onun için tez duyuldu. Köyün gü-<br />

neybatısında bulunan, az ilerisinden yol geçen, hemen yanında sığırların su<br />

içmesi için bir uğrak yer olan, içi böcek dolu, yosunlaşmış gölün kenarına<br />

bütün köy halkı toplanmıştı. İçlerinde, şakağını gözyaşı ile yıkamayan hiç<br />

kimse kalmamıştı. Feryatlar, çığlıklar gökteki beyaz bulutlara kadar ulaşıyor-<br />

du.<br />

Yunus’un annesi Nurcan kadın, sesinin çıkabildiği kadar feryat ediyor, bir<br />

yandan da gölde Yunus’u arıyordu, üstü başı su içinde, hiç düşürmediği<br />

eşarbı, sağ omuzuna kaymış, içleri ürperten bir sesle feryat ediyordu:<br />

- Yunusuuuum, Yunusuum, Yunusuum!...<br />

- Anneni bırakıpta nasıl gidersin?<br />

- Yunusuum... ve bayılıyor, zavallı kadın. Gölün suyu ona sanki düşman,<br />

yeniden ayıltıyor onu:<br />

- Yunus Yunuus!.<br />

Feryatlar devam ediyor, yalnız biri var, çığlık atıp feryat etmeyen, Yu-<br />

nus’un babası, inanç serdarı Hasan. Yunus’u arıyor gölde, sadece gözyaşları<br />

şakağında bir yol bulmuş ilerliyor.<br />

Nasıl bir sabır bu? Az sonra Yunus’un küçük bedenine değdi ayakları, ür-<br />

perdi; o ürperiş nerdeyse on yıl yaşlandırdı, yine de çığlık yok, feryat yok.<br />

Yunus’unu kucağına aldı, bağrına yaslayıp göz yaşlarıyla oğlunun bakmaya<br />

kıyamadığı gül çehresini yıkadı; ilk defa bu kadar ağır bir hüzünle yürüyor-<br />

du, attığı her adım, yüzünde bir yılın ancak yapabileceği izi yapıyor, sanki<br />

acılar, yıllanmış en kuvvetli meyini sunuyordu, yine çığlık yok, feryat yok, is-<br />

yan yok, sadece hiç kimsenin o durumda söyleyemeyeceği kelimeleri mırıl-<br />

danıyor:<br />

- Allah’ım! Senden geldik, sana döneceğiz. Sen verdin, sen alırsın, sana<br />

binlerce hamd olsun ki diğer oğlumu bana bağışladın.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

16


Nasıl sabırdı bu? Çığlık yok, gözyaşlarının tuzlu tadı, Allah’a yaptığı duayı<br />

kesti. Göl ilk defa yosun tutmuş suyuna, gözyaşı katıyordu. İlk defa bir<br />

hayvan, suyundan içmiyor, ileri geri gidiyor, bir şeyler istiyordu. Gölün için-<br />

de olduğu için kimse atın ağladığını göremiyordu. Öyle gürdü ki kişnemesi,<br />

Hamza’nın feryadını basıyordu.<br />

Sert bir zemine bırakılmıştı, cennet aşığı Yunus’un küçük bedeni. Annesi<br />

baş ucunda bir de o boğuyordu gözyaşlarıyla. Babası ise sadece bakıyor,<br />

gözyaşına gözyaşı katıyordu. Koca adam Cuma Usta, hüngür hüngür ağla-<br />

mıştı, yıllardır ağlamayan rengi solmuştu gözlerini. Sanki gözyaşları yarış<br />

yapıyordu.<br />

Hamza küçücük parmaklarını birbirine kenetlemiş, ellerini kaldırıyor var<br />

gücüyle vuruyordu, yosun tutmuş göle, beyaz elleri kana bulanmıştı, kırgın<br />

ve acımaklı sesle:<br />

- Oldu işte! Yunus’um istediğin.<br />

- Oldu Gardaş!.<br />

- Oldu... oldu... oldu.. istediğin.<br />

Bazen susuyor, gözyaşlarını konuşturuyordu Hamza. Ayak ucundaki atı<br />

işaret ederek konuşmaya devam etti:<br />

- Bak! Onu da ağlattın Yunus!<br />

- Seni ne kadar da severmiş, ismini ona vermiştik hani!<br />

- Bak şimdi de dilini ayağına götürüyor.<br />

Ağlıyordu Hazma, devam etti:<br />

- Bak! Yunus. Yunus zincirini kırıp gelmiş.<br />

Sanki dağlar, üstüne yıkılmıştı Hamza’nın. Tarif edilemez bir acıydı bu<br />

Hamza için. Yunus’un melek yüzüne bakıp mırıldanıyordu, ağlayarak ve içli:<br />

- İşte gardaş! Oldu istediğin, cennet türküsü söylerdin her gün, onun ha-<br />

yalini kurardın , nasıl da bildin, göçeceğini ve bir daha gelmeyeceğini... söz-<br />

leri döküldü, küçük Hamza’nın dudaklarından.<br />

Yunus, yıkanıp kendi gibi beyaz kefene sarılıp güneşin batımından önce<br />

defnedildi. Yunus ölmüştü, artık o gülemez, konuşamaz, iri gözleriyle abisi-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

17


nin gözlerine bakamazdı. Nasıl koymuşlardı onu kara toprağın bağrına, sanki<br />

yüreği koparılıp alınmıştı Hamza’nın.<br />

- Ah! Yunusum. Ah! Hiç düşmeyecekti dudaklarından. Ya o bulunmaz te-<br />

bessümü, hiç kaybolmayacaktı hafızasından.<br />

Kuşlar adeta yas tutuyor, ağaçların boynu bükük, bulutlar ağlıyor, Güneş<br />

ilk defa bu kadar hüzünlü, sanki alemde sessizlik saltanat sürüyor. Çiçekler<br />

ihtişamını çoktan kaybetmiş, Yunus’u boğan gölü, gözyaşları boğmuştu.<br />

- Ah Yunus! Ah, diyordu Hamza.<br />

Aradan iki yıl geçmesine rağmen, kabrinin başucunda ağlıyordu. Elindeki<br />

gelincik çiçeğini mezara koyuyor, kelebeği nasıl kurtardığını anlatıyordu. Atın<br />

kişnemesi, sohbeti böldü. Ölü bir tebessümle:<br />

- Bak! Yunus, sana Yunus’u da getirdim, diyordu.<br />

Yunus arzusuna kavuşmuştu ama arkasında, şuuru kaybolmuş hasta bir<br />

kadın, genç yaşta ihtiyarlamış bir adam ve hasretiyle yanan bir kardeş bı-<br />

rakmıştı. Bu ağır imtihanı babası Hasan kazanmıştı, feryada, isyana ve çığlı-<br />

ğa kapılmayarak.<br />

Aylar ayları, yıllar yılları, bir kaplanın ceylanı kovaladığı gibi kovalıyordu.<br />

Aç bir kaplanın tuzağına düşen ceylanın şansı olur mu hiç? Zaman, kaplanın<br />

ceylanı kovaladığı gibi, insanları ölüme doğru kovalıyordu.<br />

Bu kovalayışın yolları gençlikte, orta yaşta ve ihtiyarlıkta durağa varıyor-<br />

du. Hamza’nın durağı gençlikteydi. O şimdi İmam Hatipli idi. Okulun son sı-<br />

nıfına gelmişti. Dedelerinin mum ışığında yazdığı eserleri çoktan okumuştu.<br />

İsmini aldığı büyük sahabe Hz. Hamza gibi gözü karaydı, heybeti ismine ya-<br />

kışıyordu. Saçları ne düz ne kıvırcıktı, kaşları açıktı, kirpileri uzundu, kara<br />

gözleri kartal gibiydi. Bilgili, mütevazı, izzeti nefs sahibi, yeis ve korku nedir<br />

bilmeyen bir delikanlı olmuştu Hamza.<br />

O artık hayatın verdiği ızdıraplara sadece gülüyordu. Akıcı ve tatlı konuş-<br />

masıyla yılanlara hükmedebilirdi. Babası gibi o da öğrenme aşığıydı. Bitme-<br />

yen bir istekle kitap okuyor, okuduğu sayfayı yorumluyor, fikirleri süzgeçten<br />

geçiriyordu. Okulun pansiyonunda kalıyordu. Akrabaları habersizdi Ham-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

18


za’dan.<br />

Allah (c.c), Hasan Usta’ya bir erkek evlat daha vermiş, ismini de Yunus<br />

Emre koymuşlardı. Mevla, Hasan Usta’ya adeta:<br />

- İsyan etmedin, karşılığında sana evladını yeniden veriyorum dercesine<br />

benzetmişti Yunus Emre’yi, Yunus’a.<br />

Hacı Paşa Köyü’nde, sadece Hamza’nın annesi, zaman zaman gurbete gi-<br />

den babası ve kardeşi kalmıştı. Hazma, amcaları, Cuma Usta, Fındık Nine,<br />

Fatma kadın Kayseri’nin Develi ilçesine taşınmışlardı. Yılların harcayamadığı<br />

Fındık Nine, şehir hayatına fazla tahammül edemeyip, mahşere dek gözlerini<br />

yummuştu. Cuma Usta da en son durak olan ihtiyarlıktaydı ve zaman onu<br />

da toprağa iade etti.<br />

Hamza’nın bilgisi kadar, yüreği ve bileği de, arkadaşları arasında konuşu-<br />

luyor, yazdığı şiirler, hatıra defterlerini süslüyor ve dillerde dolaşıyordu.<br />

Bir ramazan ayında, Develideki kalabalık akraba topluluğundan, dedesi<br />

Osman ağanın kardeşi Rahma kadının evine, abdestsiz yürümeyen Hamza<br />

da davet edilmişti. Çeşit çeşit yemekler, tadına bakılması için iftarı bekliyor-<br />

du. Masanın çevresinde sıralanmışlar, dört gözle ezan bekleniyor. Ne tatlı<br />

şeydi şu oruç, ne güzeldi böyle... Açlık dile geliyor, adeta konuşuyordu:<br />

- Akıllı olun. Şımaran insanın ocağına konduğum zaman elinden karısını,<br />

yüreğinden çocuğunu alırım, yıkarım yuvaları. Kimse durduramaz beni. Kar-<br />

deşi kardeşe düşman yaparım. Sakın şımarmayın, bilin ki ben beni yaratanın<br />

emrindeyim. Kurul dediği yere, kurulurum, diyordu.<br />

Az sonra bekledikleri ezan duyuldu, gülücüklerle oruçlar açıldı. Sıhhatleri<br />

yerindeydi, Hamza hariç. Kış mevsiminin sonu idi, soğuklar azalmış gibi gö-<br />

rünüp birçok insanı olduğu gibi Hamza’yı da gafil avlamıştı. Şiddetli bir nezle<br />

musallat olmuştu Hamza’ya, baş edemiyordu burnunun akıntısıyla... Temiz-<br />

leme ihtiyacı duydu, rahatsız olunmaması için tuvaleti kullandı. Elini özenle<br />

yıkadıktan sonra kaldığı yerden devam etti.<br />

Biraz sonra, yemek yenmiş, dua edilmiş, sofra kalkmıştı. Sıra akşam na-<br />

mazındaydı, vakit geçirmemek için Hamza erken davrandı. Cemaat olmayı<br />

teklif etti. Kabul etmediler. Kalbindeki gür imanla niyet edip namazını kıldı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

19


Teravih de yaklaşmıştı, uyuşuk ortamdan bir an önce ayrılmak istedi. Az<br />

sonra cami yoluna koyulmuştu.<br />

Cuma Usta’nın çocukları, torunları Hamza’nın arkasından yılışmışlardı.<br />

Birbirinin peşi sıra alaylı cümleler sıralandı:<br />

- Sahtekar seni... Abdestsiz namaz kılıp gözlerimizi boyarsın! He!<br />

- Onun namazı abdestsiz oluyor... Canım!<br />

- Haaa... Haaa...<br />

Herkes gülüşüyor alaycı sözler sarf ediyordu, tuvalette burnunu temizle-<br />

diğinden habersizdiler Hamza’nın. Bir kere sormamışlardı Hamza’ya:<br />

- Neden namazını abdestsiz kılıyorsun?<br />

- Sen abdestini bozmadın mı? diye.<br />

Kaderin Hamza'ya tuhaf bir oyunuydu bu. Bir gün olanlar nakledildi Ham-<br />

za’ya... Sadece tebessüm edip:<br />

- Onlar öyle sansın! Ben bu yaşıma dek, abdestsiz adım atmadım, bu hu-<br />

yumu devam ettireceğim, benim için, onların sandığı değil, Allah'ın bildiği<br />

önemlidir. Ben umursamam, hakkımda söylenenleri... dedi.<br />

Okul bitmişti, haziran ayındaydı saltanat, kuşların en çok sevdiği ay, atla-<br />

rın en çok doyduğu ay, Hamza’nın yüreğine hüznün en çok kurulduğu aydı,<br />

haziran ayı...<br />

Günah seli önüne geleni, seline katıyor, gökyüzü karabulutlarla yeryüzü<br />

de günahkarlarla doluydu. Mukaddesatına yan bakan, babasına tokat, anne-<br />

sine tekme atan, kültür kültür diye küfretmeyi öğrenen, Allah demeyi zillet<br />

sayan talihsiz bir nesil. İnsanlık ağlıyor, itimat yok, ihtikar çok, isyan var,<br />

itaat yok. Öyle bir sel. İşte bu selin önünde Hamza çınar misali durabiliyor,<br />

insanlara unuttuklarını hatırlatmak için elinden ne gelirse onu yapıyordu.<br />

Ne garipti Hacı Paşa Köyü, cami cemaati üç beş ihtiyardan ibaretti.<br />

Nasıl bir zamandı böyle, yurdun en ücra köşelerinde bile cehalet hüküm<br />

sürüyordu. Küçük çocukların dillerinde bile küfrün saltanatı vardı.<br />

Yarını düşünemeyen, dünü hatırlamayan bedbaht bir nesil yetişiyordu.<br />

Kütüphaneler dolusu eserler bırakanların evlatlarına ne olmuştu? Allah!... Al-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

20


lah!... diye karada gemi yürüten, kükreyen imanı ile destanlar yazanların<br />

duası yok muydu? Yuvalar yıkılıyor, çocuklar öksüz, kızlar hamile, kadınlar<br />

dul kalıyor. Bunlara seyirci kalmak ne zor şeydi.<br />

Ama bir gün kara bulutlar arasından iman güneşinin doğacağının farkın-<br />

daydı Hamza. Mücadele her insanın harcı mıydı, son nefese kadar? Allah ve<br />

peygamber sevgisini aşılamayı görev biliyordu. Nerede zulüm görse nerede<br />

adaletsizlik görse, eliyle veya diliyle müdahale ediyor, farkında olmadan<br />

düşman sahibi oluyordu.<br />

Ay ışığının aydınlattığı bir gece, köyle bitişik olan, kayabaşı ismini verdik-<br />

leri harmanın, çıkıntı kayalarından, kabristana doğru bakıyor Yunus’u anı-<br />

yordu yine... Bir ağıt Hamza’nın hayalini bozdu. Bu ses bir kadın sesiydi ve<br />

oldukçada tuhaftı.<br />

Hamza:<br />

- Bu ne acaba, diye mırıldandı.<br />

Anlamanın tek yolu gitmekti, uzak sayılmayan kabristana. Evden atı Yu-<br />

nus’u çıkarttı. Bir çırpıda bindi:<br />

- Hadi bakalım Yunus! Doğru adaşının yanına, dedi.<br />

Gece siyahı at anmış gibi kişnedi. Rüzgarla yarış yapıyormuşçasına hızlı,<br />

tarlalardaki armut ağaçlarının yanından geçerek geldi, kabristana. Bu, sar-<br />

hoş Veysel’di. Elinin birinde şarap şişesi, diğerinde aş bıçağı, karısına doğru<br />

yöneltmiş, bağırıyordu:<br />

- Oyna lan! Kıvırttır!<br />

Garip kadın bir yandan ağlıyor, diğer yandan söyleneni yapmaya çalışı-<br />

yordu, içki ne berbat şeydi, Veysel Ağa salyalı ağzı ile tehdit ediyordu:<br />

- İyi oyna yoksa keserim seni!<br />

- Tavuk mu kesiyorsun Veysel Ağa?<br />

Veysel Ağa ve kadın sesin geldiği yöne baktı. Veysel, içki müptelası, dört<br />

çocuk babası, orta yaşlarda bir adamdı. Masum kadın çok çekmişti elinden,<br />

işte yine çilelerine bir yenisini ekliyordu. Veysel Ağa traktörle getirmişti karı-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

21


sını. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, savunmasız kadına hakaretleri sıralıyordu.<br />

Onun işine karışan olmazdı, ama bu kimdi?<br />

Ses devam etti:<br />

- Sen, Allah’tan korkmaz mısın? Şu kadının haline bak!<br />

Bu Hasanın oğlu idi. Ne karışıyordu işine?<br />

Ağzından köpükler saçarak cevap verdi:<br />

- Sen karışma Hasan’ın oğlu.<br />

- Yağdırırsın küfrü, hakareti, buldun bir garip, dedi ve atı Yunus'tan bir<br />

çırpıda inerek meydan okudu:<br />

- Hadi! Beni de oynatsana.<br />

- Sana karışma diyorum Hasan’ın oğlu, diyen Veysel Ağa ayakta zor du-<br />

ruyordu. Hamza bakışlarını sertleştirdi, alaylı bir tavır aldı:<br />

- Beni de keser misin?<br />

Veysel limandaki gemiler gibi Hamza’ya yaklaştı:<br />

- Karışma sen Hasan’ın oğlu.<br />

Hamza da ona yaklaştı, başını sağa sola çevirip acıyarak:<br />

- Hadi, karıştım... Veysel Ağa, yap ne yapacaksan, dedi.<br />

Veysel Ağa hışımla aş bıçağını Hamza’ya savurdu. Bu vuruş yaz rüzgarları<br />

gibi yavaştı. Yeniden denedi. Bununda ilkinden farkı yoktu. Hamza pratikti,<br />

Veysel Ağa’nın üçüncü savuruşu sona ermeden, arkasına geçti, Veysel<br />

Ağa’nın sulu kafasını sağ kolunun arasına aldı. Silkeledi bıçağı düşürdü.<br />

Nefesinin kesildiğini hisseden Veysel Ağa, konuşmak istese de bunu ba-<br />

şaramıyordu. Hamza’nın sesi adeta kulağının zarını parçalayacaktı. Ham-<br />

za’nın dudakları kolundaki sarhoşun kulağına çok yakındı. O an için yüzü gibi<br />

Hamza’nın sesi de sertti:<br />

- Bir daha içip bu taşkınlığı yapacak mısın?<br />

- Irnmm,...........<br />

- Boynunu kırayım mı?<br />

- ..................<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

22


Hamza Veysel Ağa’nın yönünü kadına çevirdi:<br />

- Bir daha şu kadına eziyet edersen, burada yapmadığımı yaparım, köy<br />

dar gelir sana.<br />

Sarhoş Veysel çetin biriyle karşılaştığını anlamış, boğazını kurtarmak için<br />

söylenenlere evet diyordu. Hamza sert bakışlarını kadına yöneltti:<br />

- Neriman abla! Beni iyi dinle. Sana bir daha buna benzer rezillikler ya-<br />

parsa söyleyeceksin, tamam mı?<br />

Kadın ıslak gözlerini silip:<br />

- Tamam...diyebildi. Utancından konuşamıyor, sesi çıkmıyordu.<br />

Hamza yeniden Veysel Ağa’ya baktı:<br />

- Duydun mu? Veysel Ağa!...<br />

Veysel Ağa korkak ve kısık sesle:<br />

- Duuyduum...<br />

- Kadına eziyet edecek misin?<br />

- Yok... Yoook...<br />

- Yaparsan ne olur?<br />

- Sen... Seeen...<br />

Hamza’nın sesindeki tokluk, o kadar ağırdı ki; Veysel Ağa "Cevap ver-<br />

mezsem beni öldürecek" sanıyordu.<br />

Hamza:<br />

- Eğer karını tehdit edip bana söylememesi için döversen o söylemese bi-<br />

le kulağıma gelir, vay o zaman haline, kendine köy ararsın, dedi. Veysel<br />

Ağa’nın boynunu bıraktı, itekleyip çenesine dirseğiyle vurdu. Veysel Ağa ye-<br />

re yığıldı. Hamza, Neriman kadına bakıp üzgün bir sesle:<br />

- Allah'a dua et! dedi.<br />

Gözü yaşlı kadın mahcupça:<br />

- Sakın Hamza, kimseye bir şey söyleme! Hamza anlamlı bir tebessümle:<br />

- Dert etme, dedi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

23


Neriman kadın hızlı adımlarla, evin yolunu tuttu. Hamza kendi kendine,<br />

Peygamber’in buyruğunu mırıldanıyordu:<br />

- "Kadın Allah'ın kullarına en büyük hediyesidir. Allah’tan korkun, onlara<br />

zulüm etmeyin, eziyet etmeyin. Onları ihmal eylemeyin". Yeniden yarı bay-<br />

gın haldeki Veysel Ağa’ya baktı. Atına binip yola koyuldu.<br />

Veysel Ağa biraz sonra, kendini azda olsa bulabildi. Tek hatırladığı kor-<br />

kunç yüz hattıyla, Hasan’ın oğlu idi. Bir daha içki içmemesini söylüyordu. Bir<br />

daha, o yüzle karşılaşmaktansa, içki içmesem daha iyi olur diye düşündü. Ya<br />

birilerine beni rezil ettiğini söylerse? Nasıl bakardı köylünün yüzüne? Nasıl<br />

girerdi içlerine? Evet, evet anlatır.<br />

Ben olsam, bire bin katar anlatırdım. Bir şeyler yapmalıyım, bunu onun<br />

yanına bırakırsam köylü bana korkak der. Hatta yıllarca unutmaz, ama ne<br />

yapayım. Bu delikanlı çok başka, ne Ali Ağa’nın oğluna benzer, ne de geçen-<br />

lerde rezil ettiğim öksüz Mustafa'ya, bu Hasan’ın oğlu çok başka, çok çetin<br />

diye düşünerek evine geldi. Odanın kapısına hiddetle vurdu:<br />

- Yanına bırakır mıyım?<br />

Asıp kesiyor, fakat karısına ses çıkarmıyordu. Devam etti:<br />

- Bak ona ne yapacağım!.. Aleme rezil rüsvay edeceğim, o kendini ne sa-<br />

nıyor öyle?...<br />

Veysel Ağa, söylediklerine kendisi de inanmıyor, sadece karısının gözünde<br />

alçalan şerefini, kaldırmaya çalışıyordu. Nedense yıllar sonra ilk defa sesi<br />

hanımına karşı yumuşaktı:<br />

- Ben seni, hem severim hem döverim diyordu. Farkındaydı, yaptığı işin<br />

pek dövmeye benzemediğinin. Hamza, iyi korkutmuştu Veysel Ağa’yı. Sar-<br />

hoş Veysel, Hamza için:<br />

- Bir elime düşer!... demeyi unutmuyordu.<br />

Hamza, mana aleminin kapılarını aralamış, gönlündeki pencereleri sonuna<br />

kadar açmış, Hakk’ın bahçesine uğrayan rüzgarlarla serinlemeye çalışıyordu.<br />

Ne kadar tatlıydı, esirgeyenin, esirgeyici olduğunu bilmek. Rahmanın rahme-<br />

tini anlayabilmek, her varlıkta onun imzasını görmek. Ya Namaz!!!<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

24


Hamza için namaz, yer yüzündeki terk edilecek en son şeydi. Hiçbir şeyle<br />

değişmezdi namazı. Üzülüyordu insanların haline, Müslümanların garipliği<br />

üzüyordu Hamza’yı.<br />

Cehalet dört bir yanı sarmış. Zır cahil bile kendini cahil saymıyor, aydın<br />

kim, cahil kim, bilinmiyor. Kibir denen zillet, almış başını gitmiş, insanın hay-<br />

vanlara imrenesi geliyor. Dürüst, mert olanlar nerdeyse bir elin parmakları-<br />

nı geçmiyor.<br />

İsraf apayrı bir dert, bir tarafta açlıktan, işsizlikten intihar edenler, diğer<br />

yanda, kamyonlarla çöpe dökülen ekmek. Boşa harcanan paralar, devleti<br />

soyup soğana çeviren politikacılar... Her şeyi perişandı milletin. Ne yapabi-<br />

lirdi ki Hamza. Ancak çevresindekileri uyarmakla yetinebiliyordu. Eliyle, diliy-<br />

le, o da olmazsa kalbiyle buğz ediyordu, ama nereye kadar? Mırıldandı:<br />

- Üniversite... okumalı. Çok büyük yerlere gelip büyük kararlar vermek<br />

için okumalı... okumak lazım, hiç bir zafere, çiçekli yollardan gidilmiyor ki...<br />

Elindeki kitabı bıraktı, sıkılmıştı. Atı Yunus’la gezintiye çıktı. Yusuf’un kaya<br />

ismini verdikleri, arazilerin bulunduğu geniş ve uzun deredeydi. Bu dere bir<br />

zamanlar okyanuslara giden çılgın sulara yataklık yapmıştı, şimdi ise küçük<br />

bir bölümünden ince bir su akıyordu. Suyu durgun ve sessizdi, nerde eski<br />

günlerim der gibi sitemkârdı.<br />

Hamza bakışlarını sudan alıp atına yöneltti, yelesini okşadı, beş yüz metre<br />

ileride, birkaç kişi gördü. Siyah at oraya gidilmek istendiğini anlamıştı, anla-<br />

dığını yaptı.<br />

- Esselamü aleyküm.<br />

- Ve aleyküm selaaam, dedi Hamza’nın arkadaşı Cuma.<br />

Cuma’nın babası Cemil Ağa şakayla karışık:<br />

- Ooo .. Küheylana iyi bakmışsın, dedi.<br />

- O kimin yadigarı ki bakmayayım.<br />

Cemil Ağa, Yunus anılınca kendine çeki düzen verdi. Ciddileşti:<br />

- Yunus’un boğulduğu gölden su içmiyormuş, öyle mi?<br />

- Evet içmiyor.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

25


- Çok şey söyleniyor, bu at için.<br />

Hamza attan indi:<br />

- Hepsi doğrudur Cemil abi.<br />

- Senden başkasını sırtına bindirmiyormuş.<br />

- Hayır, Yunus’u da bindirirdi.<br />

- Islık çaldığın zaman geliyormuş.<br />

- Gelir.<br />

- Benim pek inanasım gelmiyor.<br />

Hamza atı işaret ederek:<br />

-İşte at, işte meydan, buyur bin.<br />

Cemil Ağa işini bıraktı, atın yanına yaklaştı. Atı uzun, uzun süzdükten<br />

sonra, üzengine sağ elini koydu. Bu arada, atın huyunu bilen Cuma endişeli<br />

bir ses tonuyla:<br />

- Sakın deneme baba! Bir yerini kırdırırsın, bu at Hamza’dan başkasına<br />

vahşidir.<br />

- Yok, yok. Ben binerim, ne de olsa eski toprağım, dedi Cemil Ağa.<br />

Siyah at Yunus, huysuzlaştı, ileri geri hareket ediyor, sanki Cemil Ağa’yı<br />

uyarıyordu. Cemil Ağa:<br />

- İşte böyle yapıyor, sizin gibileri kokutuyor, ama bende o göz var mı?<br />

Şimdi üzerine bineyim de bak! Hiçbir şeyi kalmaz.<br />

Cuma başını sallıyordu, kızgın bir sesle:<br />

- Hadi bin o zaman.<br />

Cemil Ağa ata zor kurulmuştu ki Yunus birdenbire hiddetlendi, huysuzlaş-<br />

tı, şaha kalkıp sıçradı. Daha on metre gitmeden Cemil Ağa attan düştü.<br />

Düşmesiyle beraber çığlığı da duyuldu:<br />

- Ah, ah, koluuuum...<br />

Yunusun huysuzluğu sürüyor, adeta Cemil Ağa’yı ezmeye, kafası, kolu,<br />

vücudunun her yanında, atın ayaklarını görüyordu, bağırmaya başladı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

26


- Hamzaaaa... Hamzaaaaa... Çağır şu melunu! Yoksa kolumu kıracak.<br />

Keskin bir ıslıkla, at sakinleşti. Hamza’nın yanına geldi. Cemil Ağa, ona bir<br />

çocuğun ilk defa gördüğü cisme baktığı gibi bakıyordu.<br />

Cuma:<br />

- Ben sana demedim mi? Eski toprakmış bir de..<br />

Cemil Ağa kızgındı, kolunu tutarak:<br />

- Susun, ne bilirdim ben bu atın şeytan olduğunu.<br />

Cemil Ağa’nın gözlerine korku oturmuştu. Şaşkın:<br />

- Vay be! Böyle atlar masallarda olur, yanı başımızda da varmış, meğer!<br />

Şimdi Yunus diye çağırsam döner bakarda...<br />

Hamza:<br />

- Bakar, bakar... dedi ve gülümsedi.<br />

Cemil Ağa hayli şaşkın:<br />

- Aynı insan, bunu nasıl alıştırdın yav!...<br />

- Biraz şeker, biraz da şefkat Cemil abi.<br />

- Biz çocuklarımıza, laf anlatamıyoruz, sen bir hayvanla anlaşıyorsun, pek<br />

aklım ermedi doğrusu...<br />

Hamza konuyu değiştirdi:<br />

- Şu ağacın altına oturalım.<br />

Armut ağacının geniş gölgesine oturdular. Cemil Ağa kasketinin tozunu<br />

çırptı, kirden renk değiştiren eski gömleği, simasıyla uyuşmuştu. Lüks ma-<br />

ğazaların vitrininde eski kıyafetleri sergileyen, manken gibiydi. Tek farkı, yır-<br />

tık cebindeki buruşmuş sigarasıydı, bir odun parçası gibi sert ve kıymıklı eli-<br />

ne sigara yakışmıyordu. Hamza’ya da uzattı. Çakmağının olmadığını hatırla-<br />

yınca:<br />

- İnşallah ateşin vardır, dedi.<br />

Hamza kibrit kutusunu çıkarttı, salladı, anlaşılan tek dal kalmıştı. Bunu<br />

fark eden Cemil Ağa telaşlandı:<br />

- Dur!... şimdi yakamazsan sigaralar elimizde kalır.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

27


- Yakarım, yakarım…<br />

- Sen yine de bana ver.<br />

Cemil Ağa özenle yaktı kibriti. Dudakları sigaraya, yiyor gibi yapışmıştı,<br />

nihayet yaktı, kibrit dalını kırıp attı, Hamza’nın bakışları kibrit dalının üzerin-<br />

deydi, baktı baktı. Cansız kıymığı önce hayvanlara benzetti, sonra insanlara,<br />

nerdeyse tıpatıp uyuyordu kibrit dalının talihi, birtakım insanlara, az önce ne<br />

kadar kıymetliydi, şimdi umursanmıyordu bile. Mırıldandı:<br />

- Acaba bende mi benziyorum?<br />

- Ne benzemesi Hamza?<br />

İşaret parmağını kibrit çöpüne yöneltti:<br />

- İşte o, kibrit dalı, kullanmadan önce nasıl da kıymetliydi ama şimdi...<br />

- Ooohooo... Ne düşünüyorsun, boş ver bunları, getir bakayım oğlum, şu<br />

heybeyi hatun ne koymuş, dedi Cemil Ağa.<br />

Bu ara, ezan duyuldu, kırpık gözlerini Hamza’ya yöneltip ihtiyar sesiyle<br />

okunan ezanın sonunu tekrarladı:<br />

- Öğlen ezanı da okundu namaz kılmalı dedi. Onun için namazın bırakılma<br />

zamanı gelmişti. Yaz mevsiminde işler çoğalıyor namaz kılmak zorlaşıyordu.<br />

Sözü imama getirdi, gülerek:<br />

- Bizim hoca aslında iyi, iyi adam da sabah ezanını, evine çektiği mikro-<br />

fonla, yatakta okumasa...<br />

Hamza şaşırdı ve şaşkın bir şekilde:<br />

- Ne diyorsun sen Cemil abi?!<br />

- Valla kaç keredir şahit oluyorum. Adam ne yapsın canım! cemaati<br />

yok!. Kuzuları her sabah ezanla çıkarıyorum, ezan okunuyor lakin cami kilitli.<br />

Bir sabah penceresinden baktım, yatağın içinde elinde mikrofon ezan oku-<br />

yor, şaşırdım. Böyle köye böyle imam olur.<br />

Hamza’nın alnında çizgiler belirdi:<br />

- İki üç gündür burdayım, namazları evde eda ettim, yoksa haberim olur-<br />

du. Nasıl yapabilir böyle bir şeyi?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

28


da.<br />

Cemil Ağa işin gırgırında;<br />

- Ne çıkar canım, adam niye rahatını bozsun? Yatarak da okur, kalkarak<br />

Hamza, yerinden kalktı ve düşünceli bir edayla:<br />

- Bir şeyler yapmalıyım, bunu imama sormalıyım, diye söylenerek atına<br />

bindi. Cemil Ağa sofrayı gösterdi:<br />

- Şuradan bir şeyler yeseydin, dedi.<br />

- Hangi iştahla.<br />

- Bırak canım, kızacak ne var? Boşveeer…<br />

Hamza giderayak:<br />

- Boş veremem Cemil abi, görüşürüz, dedi ve hızla köye yöneldi. Cemil<br />

Ağa yüksek sesle:<br />

- Sana mı kaldı, imamın ne yaptığı?<br />

Hamza uzaktan:<br />

- Herkes senin gibi düşündüğü için bu haldeyiz ya…<br />

- Ooohooo... dedi Cemil ağa.<br />

Ne tuhaf delikanlıydı şu Hamza, hiç kimseye benzemiyordu, attığı adım<br />

bile farklıydı. Dinin vecibelerini uygulama konusunda gevşeklik gördüğü za-<br />

man, gülümseyen yüzünde şimşekler çakıyordu, İslam’a düşkündü. O da<br />

çabuk bıkar, diye düşündü, saçları aklara bürünmüş, orta boylu elli yaşla-<br />

rındaki Cemil Ağa.<br />

Hamza kızgındı, bir imam nasıl bu derece alçalabilirdi. Böyleleri imam ola-<br />

rak atanıyordu, bunlar olsa olsa dolar imamı olabilirdi. Oysa bundan asırlar<br />

önce, "Bir imamın beş yabancı dil bilmesi, ülkeleri gezmiş olması,hitabının<br />

kuvvetli olması, bilgili, yetenekli olmasını şart koşuyorlardı" O zamanlar<br />

imamlık para için değil, Allah içindi. Ama şimdi... İmam Şefik gibi göbek<br />

bağlamıştı, birçoğu. Bu düşüncelerle geldi caminin önüne. Cemaat yeni çıkı-<br />

yordu. Altı ak sakallı ihtiyar, Hamza’yla huysuzlaşan atı Yunusu süzüyordu.<br />

Az sonra imam da çıktı, Hamza’nın alnındaki çizgiler biraz daha derinleşmiş-<br />

ti:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

29


- Maşallah Hoca bey jet gibisin. İmam Şefik saatine baktı:<br />

- Uzun bile sürmüş.<br />

- Uzun mu, dedi Hamza.<br />

Hoca kalın sesiyle:<br />

- Hayırdır. Ne bu hiddetin?<br />

Hamza imama yaklaştı, bir çırpıda atından indi. Sert tavırlarla:<br />

- Hiç hayır değil, hoca dedi.<br />

Caminin bitişiğindeki, hocanın oturduğu lojmana giden kabloyu gösterdi:<br />

- Bu kablo nereye gidiyor, dedi. İmam Şefik tedirginleşti, önce anlamak<br />

istemedi:<br />

- O kablo mu, dedi.<br />

- Evet hoca bey kablo.<br />

- .......................<br />

Hamza gibi gençlerden pek hoşlanmazdı İmam Şefik. Bu çocuk ne karışı-<br />

yordu işine? Bu durumdan hiç kimse şikayetçi değildi. Köylüyle karşılaşma-<br />

mıştı. İyide oluyordu, sabahları uykusunu kaçırmıyordu. Bir yalan bulup, bu<br />

delikanlıyı başından savmalıydı. Bu ara ihtiyarlarda dağılırdı. Aklına ilk düşen<br />

yalanı koy verdi:<br />

- Evin şartelinde problem var, ara sıra arıza yapıyor, elektrik kesiliyor,<br />

ben de kitap okuyamıyorum. Bu kabloyu onun için çektim. Hamza’nın ses<br />

tonu yalan söylüyorsun diyordu:<br />

- Siz, muhterem hoca, kitap okur muydunuz?<br />

İmam Şefik yalan söylemeye devam etti:<br />

- Okumaz olur muyum.<br />

Hamza sorularında kararlı:<br />

- Hangi yazarların kitaplarını okuyorsun?<br />

İmam Şefik’in, kitaplarla uzaktan yakından alakası yoktu. Cemaate göz<br />

gezdirdi, son kalan ihtiyarda gidiyordu. Hamza’nın kararlı tavırları İmam Şe-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

30


fik’i çıldırtıyordu, kitap ismi söyleyecekti söylemesine ama Hamza görmek is-<br />

teyebilirdi:<br />

- Yok... Yok... dedi, ben Kur’an okuyorum.<br />

Hamza, çileden çıkmıştı. Kendine hakim olup İmam Şefik’in koluna girdi.<br />

- Gel hoca seninle biraz gezelim dedi. Harmanın yanındaki yolda ilerledi-<br />

ler. Hamza dişlerinin arasından konuşuyordu:<br />

- Bak hoca! Beni iyi dinle! Hem yatakta ezan okuyacak kadar rezilsin!<br />

Hem de usta bir yalancısın, eğer, bir daha bu kadar küçülürsen, seni aleme<br />

rezil ederim.<br />

Hamza’nın kolundan çıkan İmam Şefik:<br />

- Delikanlı! Seni ilgilendirmeyen işlere karışma, dedi.<br />

Hamza son derece kararlı:<br />

- Köyümde imamlık yapıyorsun diye, seni bir kereye mahsus uyarıyorum.<br />

Sen istersen devam et, dedi ve imamın yanından asık çehreyle ayrıldı.<br />

Hamza’nın arkasından düşünceli bir şekilde bakıyordu, kırk yaşlarında, üç<br />

kızı olan İmam Şefik. Hamza’nın yapabileceği şeylere sabitlemişti düşüncele-<br />

rini. Göbeği çirkin bir evin balkonunu andırıyordu. Çıkarcı biri olduğu sözle-<br />

rindeki yalakalıktan anlaşılıyordu. Küçük gözleri adeta içine kaçmış ve kalın<br />

yüz hattından zor seçiliyordu. Kafasındaki şapka kirpi dikenini andıran saçla-<br />

rını gizliyordu.<br />

- Ne konuştunuz hocam, sözleri imamı ayılttı.<br />

İmam yarı endişeli:<br />

- Yok bir şey. Bazı sorular sordu, o kadar.<br />

Anlamıştı, geçiştirilmek istendiğini:<br />

- Görüşürüz hocam! İyi günler dedi, cami cemaatinden, para aşığı, Hacı<br />

Bülent Ağa.<br />

Yetmiş yaşına rağmen dilinden gıybet düşmez, komşularının açığını arar-<br />

dı. Sımsıkı bağlanmıştı dünyaya, ben daha yirmi yıl yaşarım diyordu, saçları-<br />

nı yıllardır kasketin içine hapsetmişti Hacı Bülent Ağa...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

31


Hamza bir gönlü feth etmek için uğraşıyordu, bu gönülde eksik olan tek<br />

şey namazdı. İri ellerini düz saçlarına götürmüş:<br />

- Askerden gelince başlarım diyordu, Asım.<br />

Hamza, sesine ahenk vererek sordu:<br />

- Sen Müslüman mısın?<br />

- O nasıl soru? Elbette Müslüman’ım.<br />

- İspatlayabilir misin?<br />

- .....................<br />

- Bir saati düşün. Saatteki sayıları İslam’ın kuralları, saati de İslam varsa-<br />

yalım. Namaz ise saatin akrebi. Akrebi çalışmayan saat, soruyorum neye ya-<br />

rar? O saati çöpe atar mısın, atmaz mısın? Emin ol bir saatteki akrep nasıl<br />

önemli bir görev üstleniyorsa, namaz da ondan daha mühim bir görev üst-<br />

leniyor. Nasıl akrepsiz saat düşünülemezse, namazsız da Müslüman düşünü-<br />

lemez. Saat ne kadar kaliteli olursa olsun zamanı göstermediği sürece ona<br />

kimse rağbet etmez. Müslüman da öyledir, kalbi ne kadar temiz olursa olsun<br />

onun göstergesi iyi ameller olmalıdır. Bu konu hakkında geniş bilgiyi İmam<br />

Gazali’nin İhya-u Ulumid-din adlı kitabında bulabilirsin, dedi.<br />

Sükunetle dinliyordu Asım, Hamza’yı. Asım’ın geçmişinde onun önemli bir<br />

yeri vardı. Bildiği her şeyi Hamza’dan öğrenmişti. Bildiği ile amel etmesi için<br />

Hamza’nın verdiği kitaplar ona ışık oluyordu. Yunus’un göldeki çırpınışını<br />

unutamayanlardan biride Asım’dı. Koşmuş, koşmuş, kan ter içinde Hasan<br />

Usta’ya haberi ulaştırmıştı. "Sıradan bir şey" gibi söylemişti. "Çocukluk!’’ di-<br />

yordu. Ne çok severdim Yunus’u. Keşke şimdi o da yaşasaydı, diye düşündü.<br />

Hamza’ya ne zaman hatırlatsa gülünce beliren gamzelerinin ıslandığını görü-<br />

yordu. Onun için hatırlatmaktan hep kaçınırdı. Hırçın atı Yunus’a binmek na-<br />

sip olmamıştı. Atın nasıl endamı vardı öyle. Gece kadar siyah, ay kadarda<br />

parlaktı.<br />

Hamza konuşmaya devam etti, Asım kendini savunmak için:<br />

- Bakma bana, ben her telden oynarım, dedi.<br />

Hamza da ummadığı bir değişiklik oldu. Hamza sesinin ahengini bozdu:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

32


- Her telden oynayan münafıktır, dedi: Münafıklar kafirden de aşağıdır.<br />

Ne demek her telden oynarım. Onun yanında ondan, bunun yanında bun-<br />

dan, benim yanımda benden mi olacaksın? Buna münafıklık denir. Yok öyle<br />

şey. Kimliğini koyacaksın ortaya, gavur musun, müslüman mısın, rengini be-<br />

lirteceksin arkadaş, diye noktaladı sözlerini Hamza.<br />

Asım:<br />

- Yanlış anladın, dedi tedirgince.<br />

Hamza:<br />

- Hayır, sadece düşebileceğin tehlikeden bahsediyorum.<br />

Asım ürkek tavırla başını öne eğdi:<br />

- Tamam Hamza. Bugün namaza başlıyorum, dedi.<br />

- Dilerim ki evvelden olduğu gibi haftalık olmaz.<br />

- İnşallah.<br />

İmam Şefik hala kararsızdı. Hamza belki de sadece gözünü korkutuyordu.<br />

Ezanı yatarak okumaya devam etse miydi? İyide alışmıştı hani... Hamza<br />

camiye gelmeyebilirdi. Her günkünden daha fazla uykusu vardı. Rahatlığı<br />

tercih etti. Şeytanın sabaha dek, yaladığı yüzünü yıkamadan yatağında eza-<br />

na başladı. Kokuşmuş, ağzındaki sülenpe dili ezanın üçüncü nidasına gelmiş-<br />

ti ki sert söze alışkın olmayan kulağı sesin kesildiğine şahit oldu, olmasıyla<br />

beraber tanımsız bir korkunun, uykusunu kaçırdığını hisseti. İhtimal bu<br />

Hazma’ydı. Ne yapmalıydı, mikrofonu bırakmış, yorganın içine bürünüp:<br />

- Cahille cahil olunmaz, diye kendine musallat olan korkuya cevap verdi.<br />

Cami kilitliydi, kapıya gelip anahtarı isterse:<br />

- Evet, evet, dedi. En iyisi kapıyı kırsa da duymamış gibi yapıp kesinlikle<br />

açmamak.<br />

Doğru tahmin etmişti İmam Şefik. Kabloyu kesen Hamza’ydı. Şimdi de<br />

kabloyu kesen el, pencereyi kırmak istercesine vuruyordu, İmam Şefik’in<br />

korkusu; pencereye vuran elin sesini duyurmuyordu. Penceredeki sese diğer<br />

oda cevap verdi. İmam çocuklarının kalktığını anlamıştı, koridorun ışığı yan-<br />

dı, odanın ahşap kapısı aralandı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

33


- Baba, baba.<br />

Bu ses ortanca kızı Büşra’nındı. Genç kız babasında hareket görmeyince;<br />

evin içinden büyük, dışarıdan küçük görülen, eski yapı pencerenin perdesini<br />

araladı.<br />

Kısık sesle:<br />

- Buyurun, bir şey mi istediniz, dedi ve şaşırdı.<br />

Sabah namazına gelen delikanlının, kara gözlerinde şimşekler çakıyordu.<br />

Büşra utandı, kumral saçları beyaz yüzünün bir kısmını kapatmış, yeşil göz-<br />

leri uyku Hamza’yı süzüyordu.<br />

Hamza şaşkınlığın hakim olduğu sesle:<br />

- Babanız uyandı mı, dedi.<br />

Kız ezana değil, pencereye hışımla vuran delikanlının sesiyle uyanmıştı.<br />

Kelimeleri zor telaffuz ederek:<br />

- Babam mı?<br />

- Evet. Babanız?.<br />

- Şey... Uyuyor, akşam yorulmuş olacak, biraz geç yattı, dedi.<br />

Hamza namaz vaktinin geçebileceğini düşündü:<br />

- Bir zahmet, kendileri gelemiyorsa caminin anahtarını alabilir miyim, de-<br />

di. Hamza’nın kara gözlerindeki şimşekler, genç kızı etkiledi, Büşra sözü<br />

uzatmak istiyordu:<br />

- Ne anahtarı! diye sordu.<br />

Hamza, saatine baktı, harflerin üzerine basarak:<br />

- Caminin anahtarını.<br />

Delikanlının son sözü azarlayıcı idi, bu sesin tonu Büşra’nın gözlerindeki<br />

uykuyu tamamen kovdu, odaya yönelip babasının ceplerini kontrol etti, sağa<br />

sola bakındı, duvardaki paslı çivide asılı olduğunu gördü. Mazeret beyan<br />

ederek:<br />

- Kusura bakmayın, şu anda uyku sersemiyim, dedi ve anahtarı uzattı.<br />

Anahtarı alan delikanlı, bakışlarını genç kıza yöneltti:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

34


- Her zaman gemicinin istediği rüzgar esmez. Babana böyle söyle.<br />

Sabahın köründe bunu nasıl aklında tutacaktı ve tekrar sordu:<br />

- Anlayamadım bir daha söyler misiniz?<br />

- Anladığın kadarını söyle, diyen Hamza camiye yöneldi.<br />

Güzel kızın bakışları Hamza’da kalmıştı. Sabahın bu saatinde ilk defa pen-<br />

cereye vuruluyordu. Hala şaşkındı. Delikanlının umursamaz tavırları Büşra’yı<br />

kızdırmıştı. Köyün gençleri Büşra’nın peşindeydi, ona haber gönderirlerdi,<br />

sırma saçlarını görmek için düğün günü beklerlerdi. Bu Hamza nasıl bir deli-<br />

kanlıydı. Tüm güzelliğini görmesine rağmen bakışları değişmemiş, değişme-<br />

diği gibi bir de azarlamıştı. Ya son söylediği:<br />

- Gemicinin... Rüzgar esmezdi...<br />

Tamamlayamadı, pencereyi kapatıp odadaki loş ışıkta anahtarı beklemeye<br />

koyuldu. Ona karşı tuhaf bir yakınlık hissetmişti. Birkaç kez kalkıp gitmeyi<br />

düşündü. Anahtarı pencerenin önüne bırakabilirdi, ama bir türlü yerinden<br />

kalkamıyordu. Onu neden bir daha görmek istiyordu? Kendine bu soruyu so-<br />

rarak beklemeye devam etti.<br />

İmam Şefik, konuşulanları dinlemiş, kendince hüküm çıkartmaya çalışı-<br />

yordu;<br />

- Acaba bana niye kızmadı, kaldırtmadı, yoksa tehdidi boş muydu, diye<br />

düşüncelerini noktaladı. Ezanın yeniden okunması neyin habercisiydi, kafası<br />

yorganın altında kızı gibi o da beklemeye koyuldu.<br />

Hamza, yüreğinde tutuşan inancın ateşiyle dudaklarındaki üşüyen sevdayı<br />

ısıtıyordu. Hacı Paşa Köyü, yıllardır ilk defa bir sabah utancından titriyordu.<br />

Sanki bu sevda ağlıyordu, bu üşüyen ağıtı birkaç insanın dışında dağlar,<br />

ağaçlar ve hayvanlar duyuyor, üşüyorlardı. Ezan; hıçkıra hıçkıra ağlıyordu<br />

ve gözyaşları dile gelmiş adeta konuşuyordu:<br />

- Ben... Bu kadar garipleşmemiştim. Kimsesiz kalmamıştım hiç. Bu kadar<br />

önemsiz olmamıştım. Ah... Asırlar öncesi, İnsanlar, beni saygıyla dinlerlerdi.<br />

Binleri getirdim, binleri götürdüm, yürekler cız ederdi beni duyunca, insanlar<br />

yoksa, kuşlar gelirdi. Ağlatırdım en sert kayaları, bakın şimdi halime, ağlıyo-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

35


um, boynum bükük, Müslüman, spor haberi dinlediği gibi, beni dinlemiyor<br />

şimdi, ben ağlıyorum. Ezan son olarak, "Namaz uykudan hayırlıdır." diyordu.<br />

Hamza gönlünde garip bir hoşlukla camiyi süzdü, başı öne eğikti, sabahın<br />

en etkileyici anının kaybolmasını istemiyordu. Ne büyük bir hazdı kıyama<br />

durmak, berrak duyguların asilliğine, saflığın hayran olduğunu hissetmek.<br />

Müslümanlar uykuyu nasıl olurda bu kadar tatlı duygulara tercih edebilirler-<br />

di. Bu sefer cami konuşuyordu:<br />

- Bir gün dağlar şehirlere yürüyecek, emsalsiz sular çıldıracak o zaman<br />

sığınak arayacaksınız, ama ben olmayacağım o gün...<br />

Namaz, Cami’nin haykırışını durdurdu, Hamza’ya söyleyeceği bir şeyler<br />

vardı. Namazın secdesinin gülleri, öylesine gülümsüyordu ki Hamza güneşin<br />

doğmamasını bile dilemişti. Namaz, konuşmaya başladı, sesinin ahengi titre-<br />

tiyordu Hamza’yı.<br />

- Bana iyi tutun! Ey Hamza... Tutun ki kurtulsun dinin, cehennemde bul-<br />

ma kendini hayasızlıktan, çirkin, kötü her işten korurum seni; ben nurum,<br />

ışığım kalbine, ben günahı terk ettiririm. Münker ve Nekir’in sorusuna cevap<br />

benim, rahatı, huzuru benimle bulursun, kalpleri temiz, pak ederim, bana<br />

tutunan kâinata meydan okur, onu hiçbir şey korkutamaz, kıyamet sıcağında<br />

serin gölge olurum. Mümin’e seni kardeş yapan benim, benimle geçersin<br />

şimşek gibi sıratı, ey Hamza! Sen beni beş vakitte hatırlarsan, ben de seni<br />

cennete hatırlatırım diyordu namaz; sabah namazı dile geliyor Hamza’yla<br />

konuşuyordu, yıllarca sabah namazı kılabilirdi Hamza.<br />

Biraz sonra Güneş, sır yüklü ışıklarıyla, dünyayı ısıtmaya başlamıştı. Ham-<br />

za cami anahtarını verip vermemekte kararsızdı, kilidi pencerenin önüne bı-<br />

rakmayı düşündü, bu ara da pencerenin açıldığını gördü:<br />

- Bana verin, dedi Büşra.<br />

Hayret! Anahtarı verirken ki vaziyetinde duruyordu, yalnız yeşil gözleri<br />

tembelliği kovmuş. Hamza anahtarı uzatırken, Büşra:<br />

- Allah kabul etsin.<br />

Hamza kızıyor gibiydi:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

36


var?<br />

- Tek başına kılınan namaz, dedi ve sustu.<br />

Yakınıyordu bir şeylerden, Büşra bunu çok önceden anlamıştı, sordu:<br />

- Az önce bana deniz, gemi filan demiştiniz. Babam ile bir sorununuz mu<br />

- Dert etmeyin babanız duymuştur, problemi de babanıza sorun, dedi ve<br />

pencereden ayrıldı.<br />

Hamza, düşünüyordu, attığı adımlardan habersizdi. Kızıyordu imama, bu<br />

sefer daha ağır olacaktı İmam Şefik’e karşı tavırları. Nihayet öğle vakti<br />

İmam Şefik’le konuşuyordu Hamza. İmam Şefik’in sülenpe dili Hamza’nın is-<br />

teklerine evet diyordu? Son olarak:<br />

- Tamam; yeter ki sen olay çıkartma, dedi.<br />

Hamza da acıma hissi oluşmuştu İmam Şefik’e karşı. Başını sallıyordu,<br />

peki der gibi... İmam Şefik, günlerin geçmesiyle beraber, korkusunun da<br />

kaybolduğunu ara ara hissediyordu; bir parçada olsa Hamza’dan kurtulmuş-<br />

tu. Yalnız bu seferde kızı Büşra takılmıştı farklı bir şekilde, henüz annesiyle<br />

ablası gelmemiş, küçük kardeşi Nurgül ve babası yemek yiyorlardı. Büşra:<br />

- Dökmeden ye Nurgül!<br />

- Hani döken mi var abla?<br />

İmam Şefik:<br />

- Bırakın konuşmayı, yemeğinizi yiyin.<br />

- Baba!.<br />

- Ne var Büşra?<br />

- Şu delikanlıyla alıp veremediğiniz bir şey mi var?<br />

- Hangi delikanlı kızım.<br />

- Hasan abinin oğlu Hamza var ya!<br />

Baba önemsiz gibi, geçen zamanın verdiği rahatlıkla:<br />

- Sıradan bir mesele, dedi.<br />

Büşra’nın sesinde ısrar var:<br />

- Nedir sıradan mesele dediğin şey?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

37


Kanepenin bitişiğindeki masada duran, sökülmüş mikrofonun kablosunu<br />

gösterip:<br />

- Şu sabah ezanı var ya?.<br />

Büşra olayı kavrayıp:<br />

- O ne karışıyor?<br />

- Hiiç karışıyor, işte.<br />

İmam suçlu olduğunu biliyordu, fakat kızına isteyen kişinin ezanı dilediği<br />

gibi okuyabileceğini söylemişti. Konuşmasına devam etti:<br />

- Daha önce sabah namazına hiç kimse gelmezdi, şimdi cemaat oluyor,<br />

hepsi de genç, onun için artık burada ezan okumama gerek yok, diyen<br />

imam, kızının düşüncesine yön vererek, durumu kurtarmaya çalışıyordu.<br />

Büşra:<br />

- Peki baba, şimdi aranız nasıl?<br />

- İyi kızım iyi, dert etme sen.<br />

Bu ara, Nurgül, ağıtla karışık:<br />

- Ben annemi isterim, dedi.<br />

Büşra:<br />

- Sahi baba, annemle ablam ne zaman gelecek!<br />

- Birkaç güne kadar gelirler.<br />

Tabiat, Allah tarafından insanların önüne konmuş büyük bir kitaptı. Bu ki-<br />

tabın çeşit çeşit sayfaları vardı, kimisi yürek ikliminin sayfasında, kimisi ek-<br />

meğin umut olduğu sayfada, kimisi de köy halkı gibi toprağın bereketi say-<br />

fasında. Yalnız bu sayfayı okumak, dudaklara değil alın terine mahsustu, in-<br />

sanlar bağlarda, bahçelerde işiyle meşguldü. Tarlalar, ekilmek ve bakım isti-<br />

yordu. Zeka da tarla gibiydi, bunun bilincinde olan Hamza zeka tarlasına,<br />

üniversite sınavlarına kadar büyümesi, yetişmesi gereken tohumları, fidanla-<br />

rı ekiyor, onların bakımını yapıyor, diğer kitaplarla da ektiği tohumların ye-<br />

şermesi için sulamasını yapıyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

38


Hamza gecesini gündüzüne katmış çalışıyordu. Bazen de zeka tarlasında<br />

yetiştirdiği ağaçların meyvesinden tadıyordu. Bazı zamanlar dostları, bu<br />

meyvelerden istiyor, tadına hayran kalıyorlar, doymak bilmiyorlardı. Onlarda<br />

çok istemişlerdi Hamza’nın zeka tarlasındaki ağaçlar gibi meyve veren ağaç-<br />

lara sahip olmayı. Ama bazıları yalanı söküp atmadan hakikat fidanını dik-<br />

meye kalkışmışlar o da tutmamıştı ve asla tutmayacaktı!... İşte bunlardan<br />

biri de pehlivan Yunus’la yıllar önce yarışa tutuşan Tahir Ağa’nın oğlu Ya-<br />

vuz’du. Tahir Ağa muhtardı artık. Oğlu Yavuz, yarıştan habersiz olan Ham-<br />

za’yla yapıyordu şimdi yarışı, onu şiddetli bir şekilde kıskanıyordu. Ham-<br />

za’nın açığını arıyor onu küçük düşürebilmek için, insan üstü bir çaba sarf<br />

ediyordu. Yanında kendi gibi bir kaç nasipsizle, köylünün canına tak ettir-<br />

mişlerdi.<br />

Yavuz’un babası muhtar Tahir Ağa, köyün zenginlerinden, hak hukuk ne-<br />

dir bilmez son derece kibirli, gösteriş düşkünü bir riyakardı. Övünürdü her<br />

baba gibi o da oğluyla, Yavuz gibi babası da haşlanmazdı Hamza’dan.<br />

Bir keresinde toplum içinde Hamza, söylemedik laf bırakmamıştı Tahir<br />

Ağa’ya:<br />

- Faiz harammış, Allah ve rasûlüne savaş açmakmış… Benim gibi bir ağa-<br />

ya, hem de toplum içinde, böyle laflar söylenir mi? Ona ne...<br />

Böyle düşünüyordu, elli yaşlarında, sarı saçlı, kızıl tenli, orta boylu, para-<br />

göz muhtar Tahir ağa. Dudağı ile çenesi arasındaki kuytuda biriken kılların<br />

teri eksik olmayan Tahir Ağa, tıraş olma gereksinimi duymazdı, zira o kö-<br />

seydi. Faizden elde ettiği parayla oğluna taksi almıştı. Yavuzdan başka bir<br />

kızı ve küçük bir oğlu daha vardı. Hamza ismi anılınca Yavuz gibi babası Ta-<br />

hir Ağa‘nında yüzü buruşurdu. imam Şefik tam adamıydı, Tahir Ağa’nın.<br />

Müzik sesi sonuna kadar açılmış, Yavuz ve yanında iki kişi, taksiyle kö-<br />

yün ince ve tozlu yollarında geziniyorlardı. Az sonra gözlerine yol kenarında-<br />

ki Hamza ilişiti.<br />

Yavuz’un sevimsiz yüzündeki ödlek bakışları, babası Tahir Ağa’yı anımsa-<br />

tıyordu. Babasından tek farkı genç oluşu idi. Kızıl beniz, sarı saç ve köselik<br />

bir bakışta görülecek kadar belirgindi. Hamza’ya hitaben alaylı bir şekilde:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

39


- Ne o hoca, Karadeniz’de gemilerin mi battı?<br />

Hamza:<br />

- Kıs şu sesi!<br />

- Tamam Hoca, sen böyle şeyleri sevmezsin, dedi ve kıstı.<br />

Hamza haddini aşma der gibi baktı.<br />

- Deveyi yardan uçuran bir tutam otmuş, dedi.<br />

Yavuz iç gıcıklayıcı sesi ile:<br />

- Ne yani biz deve miyiz?<br />

Hamza:<br />

- Nerde sende o şans, dedi.<br />

Konuşmalara arka koltukta oturan Ziya da karıştı:<br />

- Bırak Yavuz, ne demişler "Çirkefe taş atma üstüne sıçrar." dedi ve<br />

Hamza’ya baktı.<br />

Hamza Ziya’nın sözlerine hep güler geçerdi. Bu sefer öyle olmadı, kartal<br />

bakışlarını Ziya’ya çevirdi, alnındaki çizgiler belirginleşti. Bir hamlede taksinin<br />

kapısını araladı. Ziya’yı taksiden bir çırpıda çıkarttı, gözlerini gözlerine yak-<br />

laştırdı:<br />

- Bana çirkefin tanımını yap, dedi. Cevap isteği o kadar çoktu ki; bu sese<br />

Ziya kayıtsız kalamadı, kekeleyerek:<br />

- Kötülük...<br />

- Kim, söyle kim kötü?<br />

Ses Ziya’ya sen kötüsün der gibiydi, devam etti:<br />

- Çirkef senden başkası değil.<br />

Ne olmuştu buna, bu derece hiddetlenmişti? Yavuz araya girdi:<br />

- Tamam Hamza bu kadar kızmana gerek yok.<br />

Yavuz’un müdahalesi ona cesaret verdi, yumruğunu salladı, kolayca sıyrı-<br />

lan Hamza:<br />

- Bakıyorum çirkef cesarete büründü.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

40


- Yavuz Ziya’yı yeniden taksiye bindirdi, Ziya rahata kavuşmanın verdiği<br />

hazla:<br />

- Yanına bırakmam, bir daha karşıma çıkma, diyordu.<br />

Hamza:<br />

- Unutma bu sözlerini...<br />

Önde oturan Kenan’ın tavırları tedirgindi. Yavuz aracı hareket ettirdi, mü-<br />

ziğin sesini Hamza’ya inat yeniden açmışlardı, diğer yandan Hamza için plan<br />

kuruyorlardı. Kenan:<br />

- İyi fırsattı, onu güzelce haklayacaktık.<br />

Ziya Yavuz’a baktı;<br />

- Sana dua etsin.<br />

Yavuz vites değiştirdi:<br />

- Her şeyin bir zamanı var, onu şöyle toplum içinde rezil edip dövmek du-<br />

rurken, şimdi ne gerek var, dedi.<br />

Hamza hallerine üzülüyordu, yüreklerinde şeytanın kurduğu saltanatı gö-<br />

rüyor, bîçareliğin kurduğu hattı geçemiyordu.<br />

Haftalar birbirini kovalasa da Hamza’dan bir şeyler çalamıyordu. Köylü<br />

bereket ismi verilen nimetlerden bir şeyler koparmak için, bostanları dol-<br />

durmuşlardı. Hamza’da bostana niyet etmiş, atı Yunus’la konuşarak gidiyor,<br />

insanların halini münazara ediyordu.<br />

Her sene aynı işi yaparlar, bazen elemli, bazen neşeli, soru denen kav-<br />

ramı henüz tanımamışlar, tanıyanlar cevap bulamamış, ye, iç, yat, mutfakla<br />

tuvalet arasında işleyen robotlar sürüsü. Bu fiiller için mi dünyadayız? Gaye<br />

bilinmiyor, amaç yok, rüzgarın önündeki çer çöp gibiler. Birçoğu ezberci; biri<br />

ne yaparsa o da onu yapıyor. Hayalleri ise lüks ve zenginlik, sımsıkı bağla-<br />

mışlar alemin günahkar yanına kendilerini. Allah’ın verdiği ömürle herkes<br />

yaşar ama herkes mesut olamaz. Masa ve kasa başında olur mesut olamaz,<br />

saltanatı ve şatafatı alan nice insan var, kapısında odacı, mutfağında aşçı,<br />

her istediği var ama mutlu değil. Helikopteriyle göklerde yolculuk yapan,<br />

merkep üzerindeki yolcu kadar mesut değil. Ya şu tarladakiler, bu dünyaları<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

41


çoktan kaybolmuş, ya ahiretleri? Kurtuluşun Allah'ın dinine sarılmak olduğu-<br />

nu bilseler, mutlulukları, kırlangıç kuşunun kanatlarına tüy olup kaybolmaz-<br />

dı, ne yazık ki farkında değiller.<br />

- Hamza, Hamza!<br />

Ses ayılttı Hamza’yı, bakışlarını sesin geldiği yöne çevirdi. Bu karayağız<br />

delikanlı Murat’tı:<br />

- Ne o, Allah’ın selamını da mı çok görürsün bana?<br />

- Esselamü aleyküm.<br />

- Ve aleyküm selam.<br />

Hamza’nın sesi pişman:<br />

- Kusura bakma biraz dalgın ve düşünceliydim, seni fark edemedim.<br />

- Sen bunu hep yaparsın. Gel sohbet edelim.<br />

Hamza atını Murat’ın yanına sürdü ve indi. Murat:<br />

- Nereye gidiyorsun böyle?<br />

-Bağın altındaki arpa ektiğim tarlaya bakacaktım.<br />

- Henüz biçime gelmemiş, biraz önce oradan geldim. Birkaç gün sürer.<br />

- Neyle meşgulsün.<br />

- Görüyorsun ya...<br />

Bu arada at kişnedi, Murat atı süzdükten sonra:<br />

- Ziya ile kapışmışsın.<br />

- Sonra...<br />

- Seni elinden güya Yavuz almış.<br />

Gülümsedi, hiç şaşırmadı Hamza:<br />

- Kim söyledi?<br />

- Kayanın başında anlatıyorlardı, kulağıma çalındı.<br />

- İnandın mı?<br />

- İnanmadım ama merak ettim.<br />

- Sadece tartıştım, o kadar.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

42


lar.<br />

- Bu nasıl tartışma?<br />

Hamza tavır değiştirdi:<br />

- Akılsızlar, hırsızların en zararlılarıdır, insanın zamanını ve neşesini çalar-<br />

Biraz sonra, Murat’ın annesi Hasibe kadın onlara yaklaştı;<br />

- Hamza nasılsın?<br />

- Sağol Hasibe abla. Elhamdülillah iyiyim.<br />

- Annen nasıl?<br />

- O da iyi.<br />

Elindeki yemişlerden Hamza’ya uzatıp:<br />

- Al, al ye!<br />

- Senin sağlığın sıhhatin nasıl?<br />

- Kötü olsa ne olacak ki yavrum, yazın başı pişenin kışın aşı pişermiş, de-<br />

di; iyi niyetli, saf ve hüzünlü insan, Hasibe kadın.<br />

Hamza soruyla karışık:<br />

- Moralin pek iyi değil gibi...<br />

- İnsanda huzur mu bırakıyor kıran giresiceler,<br />

- Ne oldu?<br />

Murat söze karıştı:<br />

- Bizim koyunlardan birini çalmış, kesmişler.<br />

- Kimler?<br />

- Kim olabilir?<br />

- Bilemiyorum.<br />

- Muhtarın oğlu Yavuz ve yanındaki dört züppe...<br />

Hamza üzgün:<br />

- Onlarla konuştun mu?<br />

- Konuşmanın faydası yok. Görenler olmasına rağmen inkar ediyorlar.<br />

- Bu yaz hadlerini aştılar, çok şımardılar.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

43


- Allah iflah etsin, dedi Hasibe kadın.<br />

Hamza siyah atına bir çırpıda bindi:<br />

- Köpeğe gem vurmamak gerek yoksa kendini at sanır, dedi ve görüşme<br />

temennisiyle ayrıldı, arpa tarlasını kontrol etti.<br />

Murat’ın dediği gibi biçime gelmesi henüz birkaç gün sürerdi. Dönüşte<br />

çeşmeye uğradı. İhtiyar Cafer Ağa’yı gördü. Ağlıyordu, şaşırdı, koca adam<br />

çocuk gibi hüngür hüngür hıçkırıyordu, yaklaştı:<br />

- Cafer amca niye ağlıyorsun, metin ol, derdini söyle belki derman olu-<br />

rum, dedi.<br />

İçini çekti, yaşlı gözlerini sildi ve utanarak:<br />

- Başkasına anlatmazdım ama sana anlatırım yavrum. Seksen seneden<br />

beri dünya hayatının çeşitli cilveleriyle karşılaşıyorum. Evlatlarımı büyüttüm.<br />

Kızım hayırsız çıktı, oğlumu askerden gelince evlendirdim. Gelinin elinden bir<br />

bardak su içmedim. "Moruk senin çirkin suratını görmeye gelmedim." diye<br />

azarladı. Oğlum; "Karıma laf yok, köşe başında otur, verirsek bir kuru ek-<br />

mek ye, vermezsek oruç tut." dedi. Meğer ben bir canavar büyütmüşüm.<br />

Dün param kalmadı, oğluma başvurdum, iki tokat vurdu: "Defol bir daha<br />

buraya gelme, yoksa seni tekmelerim, tepelerim." dedi.<br />

Bunları Hamza’ya anlatırken beyaz sakalları gözyaşıyla ıslandı. Hamza mı-<br />

rıldanıyordu:<br />

- Yazın sıcağında, kışın soğuğunda, bağrına bastığı, rüzgardan bile sakın-<br />

dığı bir evlattan bunlar he... Üzüntüsünden sözlerini bitiremedi. İhtiyar Cafer<br />

amcanın kolundan tutup kaldırdı, eline bastonunu verdi:<br />

- Bizim eve gidelim Cafer amca.<br />

- Bizimkiler duyarsa halim nice olur?<br />

- Önce gidip yemek yiyelim, dert etme gerisini ben hallederim.<br />

- Hadi bismillah.<br />

Zar zor yürüyordu Cafer ağa, bir yandan da:<br />

- Aman geldiğimi duymasınlar, dedi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

44


- Korkma Cafer amca.<br />

Mercekli gözlüğünden oldukça iri görünen gözleriyle Hamza’yı süzdükten<br />

sonra,<br />

- Deden Cuma Usta’yı da çok severdim, rahmetli beni terk edip ahrete<br />

göçtü. Ne günler yaşadık onunla. Aman oğlum beni akşam götür.<br />

- Götürürüm Cafer amca kafanı rahat tut.<br />

- Ne demişler, dedi Cafer Ağa, bastonunu yere vurarak:<br />

- Islanmışın yağmurdan korkusu olmazmış.<br />

Hamza dedesi, Cuma Usta’yı hatırladı. O da olaylara ata sözü ile cevap<br />

verirdi. Cafer Ağa’nın yemekten sonra bitkinliği azalmıştı ve:<br />

- Allah senden razı olsun, dedi.<br />

- Cümlemizden.<br />

Ne yapmalı diye düşünüyordu Hamza, sözden anlayacak biri değildi Cafer<br />

Ağa’nın oğlu şaşı Recep. Cafer Ağa’nın durumu fena halde üzmüştü Ham-<br />

za’yı. En güzeli herkese anladığı dilden konuşmaktı. "Beni tanımasa daha et-<br />

kili olur." diye düşündü.<br />

Gökyüzünde yıldızların seçilmediği bir gece, yüzünü siyah bir örtüyle ka-<br />

patıp şaşı Recep’i takip etti. Köyün meydanında bulunan elektrik şartelini in-<br />

direrek köyün elektriğini kesti. Şaşı Recep’in misafir olduğu evden çıkmasını<br />

bekledi. Az sonra gürültülerinden beraber çıktıklarını anladı. Ondan başka<br />

birkaç kişi de misafirdi, kaba bir ses:<br />

- Gidecek zamanı buldu, diye hayıflandı.<br />

Bir diğeri komşu köylerin ışığını göstererek<br />

- O tarafın ışıkları var.<br />

Şaşı Recep çatal sesiyle:<br />

- O zaman biraz sonra gelir, dedi.<br />

Hepsi evlerine yöneldi, şaşı Recep’i gölge gibi takip eden Hamza, evvel-<br />

den tasarladığı kuytu bir yerde, Recep’in şaşı gözlerine gözüktü. Eliyle boğa-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

45


zından tutup yanı başlarındaki duvara yasladı, Recep ne olduğunu anlaya-<br />

madı. Boğazındaki elin sahibi çok sertti:<br />

- İyi dinle beni, Cafer ağanın asi oğlu şaşı Recep!.<br />

Recep kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Boğazındaki parmakların çelik<br />

gibi sertliğine şaşırmıştı ondan kurtulamıyordu. Şaşı gözlerine bu parmakla-<br />

rın sahibini arattı. Her yer zifiri karanlıktı, o da ne? Yüzünde maske vardı<br />

geceyle uyum sağlamış elbisesiyle zor seçiliyordu. Hiç kıpırdayamıyordu.<br />

- Aman Allah’ım bir insan bu kadar güçlü olamazdı, yoksa Azrail mi, diye<br />

düşündü. Hamza düşündüklerini anlamış gibi:<br />

- Belki Azrail’im, belki insan, dedi. Parmaklarını daha da gerdirdi. Şaşı Re-<br />

cep soluğunun azaldığını hissetti kısık bir sesle:<br />

- Ne istiyorsun, diyebildi.<br />

Hamza kollarına biraz daha kuvvet verip kısık sesle:<br />

- Baban Cafer’e eziyet verecek misin?<br />

Şaşı Recep korkudan konuşamıyordu, gözleriyle hayır der gibi yaptı.<br />

Hamza:<br />

- Bir daha babana eziyet eder, onu azarlar, gerektiği gibi hürmet etmez-<br />

sen bir dahaki sefere canını Azrail olur alırım, deyip diğer duvara yasladı.<br />

Parmaklarını gevşetip sordu:<br />

- Anladın mı beni?<br />

Şaşı Recep kafasını sallıyordu. Hamza:<br />

- Umarım anlarsın, dedi ve şaşı Recep’in boğazını bıraktı, bir kaç adım ge-<br />

riledi. Şaşı Recep nefesinin artık ciğerlerinde gezindiğini, kalın boğazından<br />

çelikten parmakların sıyrıldığını hissetti. Yerde iki büklüm, karşısında duran<br />

maskeli adama bakıyordu. Aniden karanlıkta kaybolması iyice ürpertti. Cin<br />

miydi, şeytan mıydı veya Azrail mi? Yoksa insan mı? İlk defa böyle bir şeyle<br />

karşılaşıyordu. Az sonra evine geldi. Karısı Zübeyde endişeli:<br />

- Ne bu halin? Yüzün kıpkırmızı kesilmiş, hortlak görmüş gibisin.<br />

- Keşke hortlak görseydim hanım.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

46


- Ne oldu?<br />

- Babamın hali nasıl?<br />

Karısı Zübeyde şaşırdı, ilk defa babasının halini soruyordu:<br />

- Sen mi soruyorsun babanı?<br />

Hızlı adımlarla babasının yattığı, toprak sıvalı odanın kapısını araladı.<br />

Uyuyan babasının üstünü örttü. Karısının şaşkınlığı daha da arttı:<br />

- Ne oldu söylesene.<br />

Hala olayın etkisi gitmemişti, korkulu gözlerle karısına baktı. Evin büyük<br />

kapısının kilidini bir daha kontrol etti. Derin derin nefes aldı:<br />

- Az önce.<br />

- Ne oldu az önce?<br />

.................<br />

Karısının merakı son seviyesine gelmiş:<br />

- Söylesene be adam ne oldu az önce?<br />

Şaşı Recep soluması normalleşince:<br />

- Simsiyah bir şey gördüm.<br />

- Eee.<br />

- Beni boğazımdan tutup eski evin duvarına yasladı.<br />

- Sonra?<br />

- O kadar güçlüydü ki, benim gibi bir adam kıpırdayamıyordu, dedi, iri kı-<br />

yım güreşçi şaşı Recep.<br />

Korku karısına da hakim olmaya başladı:<br />

- Yüzünü göremedin mi?<br />

- Siyah bir şey vardı.<br />

- Ne dedi sana?<br />

Cafer Ağa’nın odasını işaret etti:<br />

- Babama hürmet etmemi istiyor.<br />

Karısına hakim olan korku, dozunu yükseltti:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

47


- Şu... Bizim... Moruğ...<br />

Kadın moruk diyemedi. Şaşı Recep:<br />

- Onu azarlama, ona eziyet verme, onun istediklerini yap, dedi.<br />

- Allah Allah!...<br />

- Eğer bir daha eziyet edecek olursam canımı alacağını söyledi.<br />

- Sonra.<br />

- Sonrası kayboldu birden bire.<br />

Kadın:<br />

- Köyden biri olabilir mi?<br />

- Sanmıyorum, beni duvara mıhlayacak adam yok.<br />

- O zaman dedi, Zübeyde kadın.<br />

Cinlerin, şeytanların öyküsünü çok duymuşlardı.<br />

- Ya cin, ya da melek... Evet evet kesin. Dikkatli olmak gerek.<br />

Şaşı Recep ve karısı fena halde korkmuşlar, gece misafirliğe de gidemez<br />

olmuşlardı. O günden sonra babası Cafer’e şefkatle yaklaştı. Cafer Ağa yatsı<br />

namazını kılmış dua ediyordu:<br />

- Allah’ım sana şükürler olsun duamı kabul ettin çocuğumu değiştirdin.<br />

Ağustos ayı da bitmeye yüz tutmuştu, köylü, işlerini bitirmiş, elde etme-<br />

nin hazzını yaşıyordu. Tahir Ağa’yla İmam Şefik, dut ağacının altında sohbet<br />

ediyorlar.<br />

Tahir Ağa:<br />

- Hocam şöyle ailece pikniğe gidelim.<br />

- İyi olur.<br />

- Bende bir koç var, onu keser afiyetle yeriz.<br />

- Çocuklar içinde iyi olur.<br />

- Olmaz olur mu hocam, hem yengede hoşnut olur.<br />

- Birkaç gün sonra gidelim.<br />

Tahir Ağa elini kalın ensesine götürdü:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

48


- Sahi nereye gidelim hocam?<br />

- Sen daha iyi bilirsin Tahir Ağa.<br />

- Ayazma yol üstü, lakin Fartasar oradan çok çok güzel, ama o tepeye de<br />

çıkması zor.<br />

- Tamam da Tahir Ağa yılda bir kere gidiyoruz. Bence Fartasar’a gidelim.<br />

Bari gittiğimize değsin.<br />

- Oldu hocam, Fartasar’a gidelim, hem tüfeği de götürürüz, orada keklik<br />

eksik olmaz.<br />

Oturdukları dut ağacının gölgesinden kalktılar, İmam Şefik gider ayak:<br />

- Ya namaz vakitleri?.<br />

- Boş ver hoca, sanki kaç kişi var, onlarda evlerinde kılsın.<br />

- Şu Hasan ağanın oğlu Hamza var ya?<br />

- Ne olmuş ona?<br />

- Belki kafamızı ağrıtır.<br />

Tahir Ağa biraz durakladı, yüzündeki rahatlık kayboldu:<br />

- Anahtarı verirsin birine, yatar kalkarlar, dedi.<br />

Ne kadarda küçümsüyordu namazı, Hamza duysaydı yakasına yapışırdı<br />

herhalde, diye düşündü, biraz önce yanlarına gelen Cemil Ağa. Boynunu sı-<br />

kan gömleğinin yakasını gevşetti:<br />

- İyi olur hocam, siz gidin, anahtarı bana verirsiniz. dedi.<br />

- Evet ya Cemil Ağa’ya veririz.<br />

Piknik günü geldi, koç traktörün römorkuna atıldı. İştahla biniyorlardı:<br />

- Hocam sizin bir şey almanıza gerek yoktu.<br />

- Olur mu canım?<br />

- Siz bilirsiniz.<br />

Büşra başındaki örtüyü düzelttikten sonra römorka çıkabildi. Yavuz gözle-<br />

rini Büşra’dan alamıyor, beyninde çeşit çeşit iblisler geziniyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

49


lerini.<br />

- İyi fırsat ne yapıp ne edip bu işi bağlamalıyım, diye noktaladı düşünce-<br />

Az sonra gelmişlerdi, birkaç kavak ve söğütün bulunduğu Fartasar dağı-<br />

nın batı eteklerine. Taşları oyup gelen ince ve tatlı bir suyun durmaksızın<br />

aktığı, insanı rahatlatan bir manzaranın hakim olduğu, Torosların erimeyen<br />

karlarının ihtişamının rahatça gözlendiği yere. Ne yoktu ki burada...<br />

- Ooo... Ne manzara canım.<br />

- Evet inan hocam insanın şurada bir evi olsa ihtiyarlamaz.<br />

- Bura keşfedilse ziyaretçi akınına uğrar.<br />

- Evet. Yavuz şu koçu indir bakalım.<br />

Yavuz söyleneni yaptı. Koç kesildi, etler kızartıldı, neşelere neşe katılıyor-<br />

du. Büşra Tahir Ağa’nın kızı Zekiye ile yürüyorlar, sohbet ediyorlardı.<br />

Büşra:<br />

- Keşke ablamı da yanımıza alsaydık.<br />

- İşleri kim görecek, dedi Zekiye.<br />

- Çok da uzaklaştık.<br />

Zekiye tepenin başladığı yeri işaret etti:<br />

- Bak orda bir at var. Büşra’nın aklına Hamza düştü, o da orda olmalıydı:<br />

- Onun orda ne işi var, diye sordu.<br />

- O arazi onların, kontrole gelmiş olabilir.<br />

- Kendi nerede? Görünmüyor.<br />

Zekiye boynuna bağladığı, sarı örtüyü çıkardı:<br />

- Bilmem, dedi.<br />

Büşra’nın ses tonunda Hamza’ya karşı duyduğu hayranlığın kokusu vardı.<br />

Bu kokuyu hisseden Zekiye abisi Yavuz’un kendilerine doğru geldiğini gördü.<br />

Abisi sinsi sinsi gülerek yaklaştı. Gülüşü de kendi gibi iticiydi, bunun farkında<br />

olan Büşra serin simasını ciddileştirdi. Yavuz sahtekarlık sızan bir tebessüm-<br />

le:<br />

- Görüyorum ki neşenize diyecek yok.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

50


- Sana ne neşemizden, diyen Büşra Yavuz’un gelişinden rahatsız olmuştu.<br />

Bunu sezen Zekiye göz işareti yaptı:<br />

- Biz gidelim, dedi.<br />

Yavuz:<br />

- Nereye? Sen git. Ben Büşra ile konuşmak istiyorum, dedi.<br />

Büşra önce hayır demek istedi, tepenin başladığı arazideki atın yanında<br />

Hamza gözlerine ilişti, mesafe uzakta olsa onu görmek Büşra’yı mutlu edi-<br />

yordu. Zekiye’nin bakışları Büşra’nın gözlerindeydi, baktığı gözler gidebilirsin<br />

der gibiydi. Ağır adımlarla piknik yerine yöneldi. Abisi azarlayabilirdi, adımla-<br />

rını hızlandırdı.<br />

mıştı.<br />

Kısa bir sessizlikten sonra Yavuz eğildi, yerdeki otlarla konuşur gibi:<br />

- Çok güzelsin Büşra, senden etkilenmemek elde değil.<br />

- Olabilir.<br />

- Hem de anlatılamayacak kadar.<br />

Büşra’nın ses tonundaki kibir çok açıktı:<br />

- Sana soran oldu mu güzelliğimi?<br />

Yavuz cevaba lüzum görmeden:<br />

- Çok kız gördüm, tanıdım ama senin gibisine rastlamadım.<br />

- Bana rastlamış sayılmazsın, diyen Büşra hala sertliği ve kibri bırakma-<br />

Bakışlarını Hamza’dan alıp Toroslar’a çeviren Büşra’ya, hitabını yalvararak<br />

devam ettiren Yavuz:<br />

- O kadar çekicisin ki bunu anlatmaya yetecek kelime bulmam imkansız.<br />

Büşra alaylıca:<br />

- Yok ya.<br />

- Elimde değil.<br />

- Ne yüzsüz insanmışsın be. İnsanda biraz olsun gurur olur.<br />

- Benim için gurur sensin.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

51


- Her kandırdığın kıza böyle mi dersin?<br />

Yavuz’un fazla tahammülü kalmamıştı, nefsinin esiri olmuş, İblis’in sözle-<br />

rine kanmıştı. Büşra’nın yanına iyice yaklaştı. Ahmaklara yaraşır bir şekilde:<br />

- Beni çıldırtıyorsun, diyen Yavuz, Büşra’nın narin kolundan tuttu.<br />

- Bıraksana hayvan! bırak kolumu!.<br />

Sesi endişeliydi Büşra’nın. Beyninde iblislerin kahpece yılıştığı Yavuz, di-<br />

ğer eliyle çaresiz kızın baş örtüsünü çekip aldı. Büşra kurtulamıyordu, bağı-<br />

rıp feryat etmesi nafileydi ama bir umuttu:<br />

- Çek şu pis ellerini.<br />

- Baba! Baba... diye haykıran genç kızda hayatında karşılaşmadığı kadar<br />

büyük bir korku vardı.<br />

- Baba! Baba...<br />

- Değil baban, ordular gelse seni artık elimden alamaz.<br />

Büşra Yavuz’un bu kadar ileri gidebileceğini tahmin edemiyordu. Zekiye’yi<br />

arattı yağmur yüklü bulutların o an için hakim olduğu gözlerine. Aklına kor-<br />

kunç şeyler geliyordu. Yoksa Zekiye bilerek mi kendisini bu kadar çok uzak-<br />

laştırmıştı. Hayır hayır yapamazdı bunu. Ablası Neslihan da gelmek istemişti,<br />

işleri mana ederek engel olmuştu. Evet evet bu bir plandı. Hem de korkunç<br />

bir plan, yeniden haykırdı:<br />

- Babaaa. Babaaaa.<br />

Büşra kendini Yavuz’un ellerinden kurtaramıyordu, yağmaya hazır bulut-<br />

ların bulunduğu yeşil gözleri mavi semayı gördü ki; bir at kişnemesi duydu<br />

ve bulutlarla beraber korkuda da kayboldu.<br />

Yavuz omuzuna değen sert elin, kimin olduğunu anlamak için başını çe-<br />

virdi. Burnuna inen yumrukla yuvarlandı. Burnunun içine kaçtığını sandı, se-<br />

sin geldiği yere umutsuzca baktı. Bu ses, ordulara hükmeder gibiydi.<br />

- Bre sefil köpek! Şimdi de uçkur davasına mı düştün? Be hey ahmak!<br />

Aynı şeyi kız kardeşine yapsalar ne derdin, diyen Hamza bir daha vurdu. Bu<br />

seferki beynini yerinden çıkartmıştı sanki, dişinin kırıldığını hissetti, ağzına<br />

kan dolmuştu, gözlerini açık tutamadı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

52


Kulağında kalan son söz:<br />

- Sen namus nedir, bilir misin, sorusu oldu ve bayıldı.<br />

Üzerini ve baş örtüsünü düzeltmekle meşgul olan Büşra minnettar bir<br />

sesle:<br />

- Sana nasıl teşekkür etsem bilmiyorum, Hamza’nın gözleri uzaklarda,<br />

ufukta kaybolmuştu:<br />

- Teşekküre gerek yok, dedi.<br />

- Hayatımı, mahvolmaktan kurtardınız.<br />

Hamza son derece mütevazı:<br />

- Ben mi?<br />

- Senden başkasını göremiyorum.<br />

- Keşke görebilseydin.<br />

Büşra anlamıştı; kader denilen yazgıyı yazanın, kurtuluşu da yazdığını.<br />

Aman Allah’ım! Sebepler halk eyleyip, kurtuluşumu yazmasaydın, ne olurdu<br />

halim? Hamza ne kadar derin düşünebiliyordu, bunu anlayabildiğini ona his-<br />

settirmek için sadece:<br />

- Allah senden binlerce kez razı olsun, dedi ve piknik yerine hızlı adımlarla<br />

koşarcasına gitti.<br />

Hamza bakışlarını ufuktan aldı, önce Yavuz’a sonra Büşra’ya çevirdi; kız,<br />

gözden kaybolmak üzereydi, Yavuz’a bir daha baktı, yatışından baygın oldu-<br />

ğu anlaşılıyordu. Atına bindi, yoluna koyuldu.<br />

Az sonra Yavuz kendine gelebildi, etrafına bakındı ellerini dudaklarına gö-<br />

türüp birazı kurumuş kanları sildi, kimseler görünmüyordu, küfürlerin en<br />

ağırlarını Hamza için sarf ediyordu. Az ilerdeki ağaca kadar sallana sallana<br />

gitti. Sırtını ağaca yaslayıp sigara yaktı:<br />

- Bunu onun yanma bırakmamalıyım, acaba Büşra babamlara bir şeyler<br />

anlattı mı, diyor; yine Hamza’ya küfür ediyordu.<br />

Büşra hiç bir şey olmamış gibi geldi, sadece biraz tedirgindi, bunu sezen<br />

Zekiye apar topar Büşra’nın yanına geldi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

53


- Büşra.<br />

- ............<br />

- Ne bu halin?<br />

Büşra, bir Çin ressamının çizdiği tablodaki prensesin kaşları gibi ince olan<br />

kaşlarını gerdirdi:<br />

kiye:<br />

- Senden böylesine iğrenç bir şey beklemezdim, dedi.<br />

Bu söz üzerine Zekiye de tedirgin oldu:<br />

- Neden bahsettiğini anlayamıyorum.<br />

- Git başımdan benimle konuşma.<br />

Zekiye yalvararak:<br />

- Lütfen Büşra.<br />

- ...................<br />

- Ne oluur.<br />

- ...................<br />

- İnsanı yalvartmayı seviyor musun?<br />

- Kes sesini!<br />

Zekiye’nin yakarışları, benim suçum yok diyordu. Yine bu ses tonu ile:<br />

- Yoksa abim, dedi.<br />

- Allah kurtardı.<br />

- Bu rezilliği de mi yapacaktı?<br />

Büşra da yüce dağların kayıtsız tavrı vardı. Bu tavrı bozduğunu gören Ze-<br />

- Allah, o abim olacak sefilin belasını versin.<br />

- Hamza’nın eliyle verdi. O orada olmasaydı halim nice olurdu?<br />

Zekiye’nin yüz hatlarında merak çizgileri belirdi:<br />

- O ne geziyor, orada?<br />

- Nereden bileyim, dedi ve yerinden kalktı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

54


Armut ağaçlarının heybetli gövdelerinin yanından mezarlığa yaklaşmıştı<br />

Hamza. Yunus her zamanki gibi durmuştu. Hamza ise fatihalarla Yunus’un<br />

kabrine yaklaştı. Neydi bu sevda, Yunus, Yunus... Hala unutamamıştı. Ara-<br />

dan on üç yıl geçmesine rağmen, daha dün gibiydi; şimdi küçük Yunus’un<br />

mezarının ayak ucunda, dualarla baş başa, hüzünlü, Yunus’u çiziyordu yor-<br />

gun hafızasında.<br />

Ne zor şeydi sevdiğinden ayrılmak, ama kavuşma duygusu her şeye be-<br />

deldi. Nemli gözlerini atına çevirdi, ne güzeldi o günler, daldıkça uzun mazi-<br />

ye, hasreti, özlemi artıyor, artıkça mana denizindeki rüzgarlar daha şiddetli<br />

esiyordu. Rüzgarın yırtarcasına değdiği yelkeni indirdi. Zor, güç kendini to-<br />

parlayabildi. Her şey yalandı, koca bir yalan. Atına bindi, evin yolunu tuttu.<br />

Az sonra evdeydi, Annesi:<br />

- Nerdesin oğlum?<br />

- Fartasar da ki armut ağaçlarını görmeye gittim.<br />

- Okul arkadaşların gelmişti, geçerken uğrayalım demişler. Seni bulama-<br />

yınca gittiler, dönüşte uğrayacaklarmış.<br />

Hamza saatine baktı:<br />

- Ne vakit buradaydılar?<br />

- Öğleye doğru.<br />

Başını salladı, ikindi namazı için abdest tazeledi, biraz sonra korna sesi<br />

duyuldu. Büyük odanın perdesini araladı:<br />

- Bu Ahmet, dedi, odaya çeki düzen verip misafirlerini karşıladı.<br />

Yüzlerde tebessüm, dillerde tatlılık, gözlerde sevinç hakimdi. Ahmet’in<br />

yanında iki kişi daha vardı. Ahmet:<br />

- Eee. Hamza daha ne yaptın?<br />

- Biliyorsun okul bitti, ilk sınava girmedim, sınavlara, altı ay gibi bir za-<br />

man kaldı, senin gibi dershaneye de gitmiyorum, yoğun bir şekilde çalışıyo-<br />

rum.<br />

Ahmet:<br />

- Peki!... Nereyi kazanmak istiyorsun?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

55


- ODTÜ nasipse.<br />

Ahmet, tavır değiştirdi:<br />

- Çok çalışman gerekiyor Hamza, çok.<br />

- Bunun bilincindeyim ve çoktan öte çalışıyorum.<br />

- Dilerim ki Allah emeğini zayi etmez.<br />

- Hakkımda her şeyin hayırlısını diliyorum.<br />

Ahmet’in saçından dökülen kepekler, omuzuna dökülmüştü, bunları çırpıp<br />

sordu:<br />

- Baban hala İstanbul’a gidiyor mu?<br />

- Evet, sık, sık gidiyor, buradan çok orada geçiyor zamanı, zannedersem<br />

yakında gelip gider.<br />

- Gurbetçinin işi belli olmaz, dedi Ahmet.<br />

Bu ara, mütevazı odanın kapısı açıldı ve elindeki sofra beziyle Yunus Em-<br />

re girdi. Misafirlerin ellerini öpüp hatırlarını soran Yunus Emre, sofrayı serdi.<br />

Ahmet:<br />

- Koçum sen nasıl büyümüşün böyle, dedi kendisiyle gelen dostlarına<br />

baktı:<br />

- Son gördüğümde zor yürüyordu.<br />

Misafirlerden biri Yunus’a hitaben:<br />

- Kaç yaşındasın, delikanlı?<br />

Yunus Emre gülümsedi:<br />

- On yaşındayım, dedi.<br />

Ahmet Hamza’ya baktı:<br />

- Maşallah büyümüş kardeşin.<br />

- Zaman acımasız, bir gün bu yüzünü gösterip insanı ihtiyarlatacak.<br />

Ahmet’le gelenlerden bıyıklı olanı sofrayı işaret edip;<br />

. - Gerek yoktu yemeğe dedi<br />

- Olur mu öyle şey? Buyurun haydi yemeğe.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

56


Biraz sonra yemek yendi, misafirler müsaade istediler, görüşme temenni-<br />

leri ile yollarına koyuldular.<br />

Günler birbirini kovalıyor, yarınlar bitmek bilmiyordu. Sonra rüzgarın ka-<br />

natlarına, aylar takıldı, kış mevsiminin ocağında mola veren amansız rüzgar,<br />

beyaz karın yapabileceklerini izlemeye koyuldu. Rüzgarla beraber, kışı izle-<br />

yen gözlerde Hamza’ya karşı düşmanlık büyüyerek çoğalıyordu:<br />

- Hala unutmadım.<br />

- ......................<br />

- Evet çok az kaldı, bak! ne yapacağım.<br />

- Hem suçlusun, hem güçlü, senden korkulur, dedi Yavuz’un dayısının oğ-<br />

lu Hikmet.<br />

Yılıştılar, keyiflerine diyecek yoktu. Genç kız Zekiye çaylarını getirdi.<br />

Yavuz:<br />

- Bana Yavuz derler.<br />

Hikmet misafirliğinin artık bittiğinde karar kıldı. Bir haftadır köydeydi,<br />

Hamza hakkında bir şeyler duymuştu. Yavuz için neden bu denli önemli olu-<br />

şuna anlam veremiyordu. Yavuz çaydan bir yudum daha aldı:<br />

- Bana Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz derler, ne yapacağım görecek, dedi.<br />

- Ne yapacaksın, diye sordu, Hikmet.<br />

- Yapacağız, yapacaksın değil.<br />

Hikmet şaşkın, durgun:<br />

- Ben onu tanımam bile, o delikanlı sana ne yaptı, nerden bileyim, sonra<br />

ben misafirim.<br />

- Ne delikanlısı? Şeytan de şuna.<br />

Hikmet için için güldü:<br />

- Hakkında hep iyi şeyler söyleniyor.<br />

Yavuz:<br />

- Yalan, dedi dişlerini sıkarak, yine kıskançlık ve kibir hakim olmuştu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

57


Hikmet:<br />

- Ben karışmam hala oğlu ne haliniz varsa gürün.<br />

- Hayır dayı oğlu, senden çok şey istemiyorum.<br />

- Ne yapacağımı söyle bakalım.<br />

Yavuz, elindeki bardağı tepsiye koydu, Zekiye’nin odadan çıkmasını istedi,<br />

isteği yerine geldi, kısa bir sessizlikten sonra:<br />

- O köpek; İslam’a, tarihe meraklı adamlarla sohbeti sever.<br />

- Eeee.<br />

- ...................<br />

- Eee…<br />

- Sen de meraklı görünüp onunla hoşbeş edeceksin.<br />

- Sonra.<br />

- Sonrası, köylünün kalabalık olduğu bir zamanda, bir yolunu bulup onu<br />

kahvehaneye getireceksin, hepsi bu.<br />

Hikmet kararsızca:<br />

- Niye ben?<br />

- O iblis kahveye pek gelmez, onun arkadaşları da gelmez.<br />

- Sen de gelmesini bekle.<br />

Yavuz Hikmet’in isteksiz sorularından sıkıldı. Kızmamak için kendine ha-<br />

kim olmaya çalıştı:<br />

- Binde bir gelir, o zamanda ben hazırlıksız oluyorum.<br />

- Kahveye takılmayan adamı, ben nasıl getireceğim?<br />

- Hala anlayamadın mı?<br />

- ..................<br />

- Bak dayı oğlu, beni iyi dinle, sen İslam’a veya tarihe meraklı görünüp<br />

Hamza denen o itten yardım isteyeceksin, namaza başlamak istediğini söy-<br />

leyecek onun ilgisini çekeceksin, o seninle ilgilenecek, bizim getir dediğimiz<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

58


gün onu alıp kahveye getirecek sohbete orda devam edeceksin, anlatabil-<br />

dim mi? Hikmet başını sallıyordu. Yavuz’a uzun uzun baktı:<br />

- Sen de, dedi, köylünün önünde, onu küçük düşürecek, küfürleri parala-<br />

yacaksın olmadı, adamlarınla güzelce döveceksin. Yavuz, bu söylenenlerin<br />

bir an için gerçekleştiğini hayal etti:<br />

- Haa şunu bileydin.<br />

- Neden bu işi tenhada yapmıyorsun?<br />

- Ne geçecek elime?<br />

- Onu rezil mi edeceksin?<br />

- Ona tenhada yapsam bu işleri, ağzı sıkı gıkı çıkmaz, kimse bir şey bil-<br />

mez ama köylünün gözleri önünde olursa, dilden dile dolaşır, rezilliğine rezil-<br />

lik katılır.<br />

- O sana ne yaptı?<br />

Yavuz kızgın:<br />

- Geç onları dayı oğlu, sen dediklerimi yap, yeter.<br />

Ocak ayı tüm özelliğini sergiliyor, tabiatta sadece iki renk var. Biri siyah,<br />

biri de beyaz. Hacı paşa Köyü bembeyaz karlarla süslenmişti, serçe kuşları,<br />

karla ne kadar yarış yapsa da, kanatlarını beyaza boyamaktan alıkoyamıyor-<br />

lardı, öyle bir tablo ki ressamının şanına yakışıyor, yarattığı mahlukatın en<br />

küçük izini saklamayan, bu müthiş tabloya, hayran olmaktan başka bir şey<br />

yapılamıyor. İhtiyar ağaçların dalları, kıdemini konuşturuyordu, akıl ermezdi<br />

Mevla’nın işine, imrenmemek elde değildi, ahenkle toprakla buluşan beyaz<br />

karlara.<br />

Gözler sıcak odalardan, tabloyu çizen fırçanın sanatına bakıp, hayrete dü-<br />

şüyordu. Şu hakikatti, artık Hacı paşa köyü uzun bir zaman, beyaz rengi hır-<br />

ka, soğuğu ise tutku yapacaktı. Gençleri kahve köşelerindeki nemli masala-<br />

ra örtü olurken, kimileriyse kitapların cildindeki renge bürünüp, harflerin gi-<br />

zeminde kaybolacaktı, Hamza gibi...<br />

Kırmızı ciltli kitabı diğer eline alıp kapıyı çaldı. Kapının gerisinden duyulan<br />

ayak sesi yaklaştı. İnce bir gıcırtıdan sonra:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

59


- Nerede kaldın!<br />

- Biraz işim vardı, dedi Hamza.<br />

Cuma gülümseyerek:<br />

- Tam da çayı demlemiştim.<br />

- Çok ses geliyor kimler var?<br />

- Kapıda beklemeyelim gel.<br />

Geniş kapılı iç içe girmiş kapıların bulunduğu koridordan, hışımla yanan<br />

sobanın olduğu odaya girdiler. Hamza’nın da gelmesiyle odadakilerin neşele-<br />

ri arttı. Deli sarı:<br />

- Oo Hamza. Başkan! Hoş geldin buyur.<br />

Deli Sarı iyi idi iyi olmasına ama cahildi, köylüye lakabı o takardı. Seve-<br />

cen, güler yüzlü, orta boylu, sarı benizli, sarı saçlı, şakacı, bir o kadar da<br />

gençlerin neşe kaynağıydı. İçinden Hamza’ya başkan demek geçmiş dili de<br />

ifade etmişti, artık Hamza’ya ek olarak başkan da diyecekti. Tuhaf gülüşüy-<br />

le:<br />

- Nasılsın?<br />

- Sağol. Seni sormalı sen nasılsın?<br />

Ağzı dolu dolu gülerek, yüksek sesle konuşurdu, Deli Sarı:<br />

- Yine Hasan Ağa’nın kitaplarından mı getirdin?<br />

Biraz sonra çayları dağıtan Cuma Hamza’nın yanına oturdu:<br />

- Ne yaptın?<br />

- Bildiğin gibi.<br />

- Soğuk mu hava?<br />

- Düne bakarsak iyi.<br />

- Sınava çalışıyor musun?<br />

- Planlı ve metotlu.<br />

- Okuyup da ne olacak, kime hizmet edeceksin?<br />

- İnşaatçılar kime hizmet ediyor?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

60


- Sende haklısın, dedi Cuma. Beraber okumuşlardı İmam Hatip Lisesi’ni.<br />

Arkadaşlıkları başkalarına örnek olacak kadar güzeldi. Cemil Ağa’nın oğlu<br />

Cuma, akıllı, bilgili, çalışkan, zayıfa yakın, orta boylarda, cesur bir delikanlıy-<br />

dı. Hamza ile beraber gülmüş beraber düşünmüşlerdi, bazen çocuk gibi saf-<br />

laşırlardı, ikisi de biliyordu kaderin beyaz kağıda sütle yazılmış, beyaz renk-<br />

te yazı olduğunu. Beyazı beyazdan sıyırmak mümkün müydü? İmrenilecek<br />

kadar sıkı idi dostlukları. İstemişti okumayı, istediği kadar da çalışmış, ne<br />

zamanki torpillilerle karşılaşmış, hakkı yenmiş, neticesinde okullardan, sınav-<br />

lardan tiksinmişti. Ara ara gurbete gider, çimento torbalarıyla güreş tutardı.<br />

Hamza’nın üniversiteyi kazanmasını, Hamza’dan çok istiyordu, okşayıcı se-<br />

siyle:<br />

Sarı:<br />

- Çalış gardaş çalış, sakın gevşeme!<br />

- Keşke beraber girseydik.<br />

- Beni hiç karıştırma.<br />

Sigara dumanı ara ara gözlere perde çekiyordu, kapı aralandı, bu ara Deli<br />

- Tilki çıkartıyorlar babam! dedi ve kahkahayı koy verdi. Hamza Cuma’ya<br />

göz işaretiyle karşı ki sedirde oturan genci işaret edip kısık sesle:<br />

- Bu kim? O da aynı sesle ve tebessümle karışık:<br />

- Yavuz’un dayısının oğlu.<br />

- Deli San ile geziniyordu çağırdım o da geldi, yeni tanıştık.<br />

Hamza Hikmeti göz ucuyla süzdükten sonra, yüksek sesle:<br />

- Merhaba arkadaş, hoş geldin.<br />

Hikmet gayet ciddi: . .<br />

- Sağol, hoş bulduk.<br />

- Nasılsın?<br />

- İyiyim sizi sormalı.<br />

- Yaramazlık yok, görüyorsun ya.<br />

- Neşeniz umuyorum yerindedir.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

61


Çayından bir yudum alan Hamza:<br />

- Nelerle meşgulsün?<br />

- Meslek yok, boş geziyorum.<br />

- Ne zamandır köydesin?<br />

- Bir haftadır buralardayım.<br />

Bu sefer Hikmet sordu:<br />

- Askerliğini yaptın mı?<br />

- Tecil ettirdim.<br />

- Üniversite için mi?<br />

- Evet.<br />

Bu ara Hamza elindeki kitabı açtı, sordu:<br />

- Kitaplarla aran nasıl?<br />

Böyle bir soru bekleyen Hikmet hazırlıklıydı, yeni öğrendiği kitabın ismini<br />

sahtekar dudakları koy verdi:<br />

- Mevlana’nın eserleriyle ilgileniyorum.<br />

- Peki öğrendiğin ile amel edebiliyor musun?<br />

-Askerden önce bu konularda iyiydim, ama şimdi üzerime korkunç bir<br />

erinceklik çöküyor.<br />

Yalan söylemişti Hikmet, askerden öncede gaflette idi, şimdi de. Sadece<br />

Yavuz’un isteğini yerine getirmek için çaba sarf ediyordu. Biraz sonra dinî<br />

sohbet başladı. Asım, Murat ve beş kişi daha Hamza’yı dinliyordu. Söz sözü<br />

açıyor, fikirler tartışılıyor, doğru yanlıştan ayırt ediliyor, inanç güçlendirilip<br />

direnç kazanılıyordu.<br />

Vakit ikindiye yaklaşmış, namaz için kalkmışlardı. Hikmet’le, Deli Sarı ca-<br />

mi yolundan ayrıldı.<br />

Büşra’nın ablası Neslihan pencerenin önüne oturmuş, el örgüsüyle meş-<br />

gul oluyordu, dışardan gelen sesler onu ayılttı, göz ucuyla bakındı:<br />

- Büşra! Büşra!.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

62


Mutfakta akşam yemeği için hazırlık yapan Büşra, ablasının ses tonundan<br />

ne demek istediğini sezmişti.Apar topar pencerenin önüne geldi. Neslihan<br />

tavır değiştirdi:<br />

- Kız yine iyisin, günde beş kere yüzün gülüyor.<br />

- Elimde değil abla.<br />

- Olur kardeşim, olur böyle şeyler.<br />

- Onun ismini duymam veya varlığını hissetmem, bende tanımsız bir duy-<br />

gu oluşturuyor.<br />

Neslihan gülümsedi:<br />

- Sen sırılsıklam aşıksın kızım.<br />

- Lütfen abla benimle alay etme.<br />

- Ne alayı? Senin gözlerini sevda bürümüş.<br />

- Geceleri onu düşünmezsem uyuyamıyorum.<br />

- Ya o?.<br />

- ..................<br />

- Seni seviyor mu?<br />

- ...................<br />

- İşin zor, onu kafandan silmeye bak.<br />

Büşra çaresizlik içinde:<br />

- Bir yapabilsem.<br />

Neslihan bu çaresizliği anladı:<br />

- O diğer gençlerden farklı, kızlara ne yüz veriyor ne de ilgileniyor.<br />

- Benim sevdiğim yanlarından biri de o ya.<br />

Neslihan imalı bir gülüşle:<br />

- Onun sevmediğin yanı var mı ki?<br />

- Çok dürüst, bir o kadar da mert.<br />

- Ben anlamam.<br />

- Ağır başlı, yakışıklı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

63


- Eee kızım yeter artık.<br />

- .................<br />

Büşra utandı, hüzün rengine teslim olmuş, yeşil gözlerini taşıyan başını<br />

ümitsizce eğdi.<br />

Az sonra namaz kılınmıştı. Hamza ve Cuma her zamanki gibi beyaz karları<br />

çiğneyerek, kayabaşına gelmiş, sessiz sesiz Toroslardaki ihtişamı seyredip<br />

hayran oluyorlardı. Bu manzara için üşümeğe değerdi. Cuma pardüsesinden<br />

sigarasını çıkartıp:<br />

- Bu soğukta da gider hani.<br />

- Ben içmeyeceğim.<br />

- Yak, yak, hadi.<br />

İkisi de, uzaklardaki karların süslediği beyaz manaya bakıyor aynı şeyi<br />

düşünüyordu. Yaradan ne güzel yaratmıştı, baharı kışı bambaşkaydı, hepsi-<br />

nin ayrı bir tadı, ayrı bir güzelliği vardı. Her yerde onun imzasını görmek,<br />

mana alemine dalmak, mutluluktan öte bir huzur idi.<br />

- Selamün aleyküm.<br />

Hikmet’in selamı ayılttı.<br />

- Ve aleyküm selam.<br />

- Üşümüyor musunuz?<br />

- Beş dakikadan bir şey olmaz.<br />

Üşüyen elini sigarasının közüyle ısıtmaya çalışan Cuma sordu:<br />

- Sizin oralarda böyle manzara var mı?<br />

- Ne gezer.<br />

- Burası başkadır.<br />

Hikmet ayağıyla karların üzerinde değişik motifler çizdi:<br />

- Kahveye gelmezsiniz herhalde.<br />

Hamza:<br />

- Bizim pek işimiz olmaz, zaten sigara dumanından nerdeyse nefes alın-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

64


mıyor.<br />

- Ama insan yine de çay içer, sohbet eder.<br />

Cuma:<br />

- Bizlere ev yetiyor.<br />

Üşümüşlerdi. Cuma:<br />

- Hadi gidelim. Yoksa donacağız.<br />

Ve evlere yöneldiler. Günler birbirini böyle kovalıyor, Güneş karları eriti-<br />

yor, gökyüzü ona inat yeniden beyaza boyuyordu. Geceler çöl gecelerinin<br />

ayazını aratmıyordu. Neydi bu düzeni, her yıl aynı kış mevsimi, soğuk, karlı,<br />

bahar, yaz, sonbahar, hepsinin görevi ayrı. Zaman; gece gündüzü, gündüz<br />

geceyi kovalıyor.<br />

Her zaman aynı iş, aynı olay, insanlar farkında değiller. "Yemek için mi<br />

yaşanıyor, yaşamak için mi yeniyor."<br />

Yaşamak için yenmesi gerekirken, yemek için yaşıyorlardı. Ne korkunç<br />

şeydi bu!. Dünya hayatının oyundan ibaret olduğunun, ölüm denen sır ku-<br />

şunun bir gün gelip saçlarına kurulacağının farkında olmadıkları gibi bir çok<br />

şeyin farkında da değillerdi.<br />

- Hala şunu kahveye getiremedin.<br />

Hikmet derin bir nefes alıp sıkıntılıca bıraktı:<br />

- Sanki gitmemeye yemin etmiş gibi bir tavrı var.<br />

- Artık sabrım kalmadı.<br />

- Ne yapmalıyım?<br />

Yavuz ellerini sıktı, Zekiye’nin bakışları altında var gücüyle önündeki ver-<br />

nik vurulmuş parlak masaya vurdu, hitabı kızgındı:<br />

- Şaka mı geliyor sana?<br />

- .......................<br />

- Bu işi önemse dayı oğlu!.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

65


Yavuz’un korkak gözleri önce Zekiye’ye baktı, yine odadan çıkmasını isti-<br />

yordu. Zekiye kızgınca odayı terk etti, Hikmet’e bakan göz adeta yerinden<br />

çıkacakmış gibiydi. O gözlerin tesirine kendini kaptıran Hikmet:<br />

- Peki, dedi kısık bir sesle.<br />

Yavuz aceleci bir tavır takınarak:<br />

- Yarın öğleden sonra bekliyorum.<br />

- Ama.<br />

- Sus.<br />

- ..................<br />

- Ne yap ne et , yalvar yakar, getir onu.<br />

Hikmet başını sallıyordu, gayet düşünceliydi, Yavuz’un sakinleşmesini<br />

bekledi. Ne yapmıştı ki Hamza buna bu derece kin tutuyordu. Beklediğinin<br />

olduğunu görünce sordu:<br />

- Yavuz.<br />

- Evet<br />

- Ne oldu? İki yumruk, insanı bu derece kinlendirmez ki.<br />

Yavuz yerinden kalktı, pencereden etrafı süzdü:<br />

- Boş ver bilme.<br />

- Neden?<br />

- ..................<br />

- Yardım etmemi istedin, peki dedim. Bir insana iyi görünüp tuzağa düşü-<br />

receğim. Daha açığı kalleşlik yapacağım, iki yüzlü davranıp arkasından vura-<br />

cağım, dedi ve sustu.<br />

sun.<br />

- ...................<br />

- Bu kadar çok şeyi yapacağım halde sen bana nedenlerini söylemiyor-<br />

Yavuz yeniden Hikmet’e baktı:<br />

- Peki.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

66


- Bizim köy imamının kızını biliyor musun?<br />

- Hangisi?<br />

- Ortanca kızı.<br />

- Büşra mı?<br />

- Evet o.<br />

- .....<br />

Yavuz sıkılarak konuşuyordu:<br />

- Fartasar’a çıkmıştık hani, orada Büşra’nın uzaklaştığını gördüm, niyetim<br />

kötü değildi, biraz konuştuktan sonra, sabrım kalmadı, kendime hakim ola-<br />

madım. Büşra’ya sahip olmak istedim. Gel gör ki nerden nasıl geldi bilmiyo-<br />

rum, kızı elimden aldı. O yetmez gibi, bir o kadar hakaret etti ve dayak ye-<br />

dim, küçük düştüm. Ölsem bundan iyiydi. Büşra’nın gözleri önünde bunları<br />

bana nasıl yapabilir? İşte şimdi intikamımı alacağım, onu köylünün gözleri<br />

önünde rezil edeceğim, kepaze olacak, dilden dile gezecek rezilliği, yoksa<br />

kinim, hıncım bitmez. Anlatabildim mi dayı oğlu?<br />

- ...................<br />

- Söyle yerimde olsan ne yapardın?<br />

- ...................<br />

- Konuşsana dayı oğlu...<br />

- ..................<br />

- Yarın öğleden sonra bekliyorum sizi.<br />

Gözlerini kırpmadan Yavuz’u dinleyen Hikmet sordu:<br />

- Rezil ettiğini, Büşra duysun diye mi kahveyi tercih ediyorsun?<br />

- Bunları işimizi hallettikten sonra konuşuruz.<br />

O gün akşam olmak bilmemişti Hikmet için. Ne sorulur, ne uydurulur da<br />

Hamza kahveye getirilirdi? Bir de tek olması gerekiyordu, bu da işin zor kıs-<br />

mıydı, riski de çoktu, iş aile kavgasına dönüşebilirdi, ne olursa olsundu, kav-<br />

gaya kavga son verirdi, kazanan taraf için kavga biterdi, iyi benzetmeleri la-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

67


zımdı, küfür, hakaret dudaklarından çıkabildiği kadar çıkmalıydı. Ziya ve Ke-<br />

nan’da hazırdı, onlarda hep ahd ediyor, Hamza’nın açığını arıyorlardı.<br />

Ertesi günün sabahı bayram günü gibi neşeli idiler. En çok heyecan Hik-<br />

met’te idi, heyecanının sebebini ne kadar düşünse de, bulduğu cevabı<br />

anlamamazlıktan geldi. Dağda kuzu arayan kurt gibi köyde Hamza’yı arıyor-<br />

du. Kimselere belli etmemesi gerekiyordu, elleri de üşümüştü, ayaz son<br />

haddinde idi. Ağzına götürdüğü elini ısıtmaya uğraşıyordu:<br />

- Bir genç görsem, diye mırıldandı.<br />

Belki bu sayede evlerine gider bir yolunu bulur onu kahveye götürebili-<br />

rim, vb. düşüncelerle sarı renkteki santral binasının yanına geldi. Köy halkı-<br />

nın uğrak yeri olan bu binanın Güneş gören güney cephesinde beklemeye<br />

koyuldu. Düşünüyordu, Yavuz’un ve arkadaşlarının düşünmediğini veya dü-<br />

şünmek istemediklerini. Mırıldandı:<br />

- Ya bir de tam tersi olursa? Yoo yoo hayır bu imkansız olamaz.<br />

Bu ara bir ses:<br />

- Ooo Hikmet dün bir bugün iki, sen de burayı mesken tutmuşsun.<br />

Sesin geldiği yöne baktı, bu kahvecinin oğlu Kemal’di.<br />

Hikmet cevap verdi:<br />

- Artık bende Hacı Paşalıyım.<br />

- Doğru artık misafirliğin bitti.<br />

Hikmet’in gözleri parladı, arayıp bulamayacağı kahveci Kemal’di bu. Siga-<br />

raları yaktılar, kısa bir müddet sonra Hikmet:<br />

- Bol müşteri var mı?<br />

-Olmasa ne olur, rekabet edeceğimiz başka kahvehane yok.<br />

- Sanırım herkes geliyor.<br />

- Gelmeyen de var tabi.<br />

- Kasıtlı mı yoksa?<br />

- Bizi sevmeyip gelmeyen var, kahvehaneyi sevmediği için gelmeyen de.<br />

Şimdi Hamza’yı sormanın tam zamanıydı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

68


- Gençlerin hepsi geliyor mu?<br />

- Hemen hemen hepsi geliyor.<br />

- Şu, neydi ya? Evet evet Hamza.<br />

- Hazma mı? Çok iyi birisidir.<br />

Bu Hamza nasıl biriydi, Yavuz’un çevresi dışında herkes seviyor, iyi diyor-<br />

du. Kahvecinin oğlu Kemal devam etti:<br />

- Binde bir uğrarsa uğrar.<br />

- Neden gelmiyor?<br />

- Duyduğuma göre üniversite sınavlarına çalışıyor, sonra o sevmez kah-<br />

vehaneyi.<br />

İkisi de sustu, karlı dağlara bakıyorlardı. Hikmet yine sordu:<br />

- Hamza nerede acaba biliyor musun?<br />

- Hamza’yla tanıştınız mı?<br />

- Evet evet geçen gün.<br />

Kahvecinin oğlu Kemal, Hikmet’i istediği yere götürecekti:<br />

- Hadi yanına gidelim.<br />

Tam istediği oluyordu Hikmet’in, neredeyse hadi gidelim diyecekti, biraz<br />

ısrar etmesi lazımdı Kemal’in. Hikmet:<br />

- Ne yapacağız orada?<br />

- Onun sohbeti güzel olur, gidelim.<br />

- Hadi gidelim, madem o benim kahveye gelmez, biz yanına gideriz.<br />

Ağır adımlarla yürümeye başladılar. Ne güzel olmuştu bu Hikmet için. Bu-<br />

raya kadar iyiydi. Şeytanın taht kurduğu dili yeni yeni fikirler sıralamalıydı.<br />

Yürürlerken:<br />

- Şunu senin kahveye götürelim.<br />

- Zannetmem gelmez.<br />

-Orda biraz oturur, öğleden sonra beraberce sizin kahvehaneye gideriz.<br />

Nelerin planlandığından habersiz olan Kemal:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

69


- Deneriz, iyide olur.<br />

İştahı, neşesi daha da arttı Hikmet’in, her şey yolunda gidiyordu. Beyaz<br />

karlarda iz bırakarak yürüyorlardı, az sonra avlunun büyük tahta kapısını<br />

araladılar, alt katta hayvanların bulunduğu evin merdivenlerini çıkıp gürün<br />

ağacından yapılmış kapıya duyulması için sertçe vurdular.<br />

Yunus Emre koridordan geçip meraklıca kapıyı açtı. Kemal:<br />

- Yunus Emre ne haber?<br />

- Buyurun abi içeri girin.<br />

- Abin evde mi?<br />

- Ders çalışıyor.<br />

Sesleri duyan Hazma da geldi:<br />

- Buyurun, Kemal sen buraya gelir miydin?<br />

Koridordan tebessümle geçip odaya girdiler. Üşümüşlerdi, Kemal pence-<br />

renin yanına oturdu, dışarıyı süzerek:<br />

- Nerelerdesin be Hamza, ne kahveye uğruyor ne eve geliyorsun?<br />

Hamza Hikmet’e hoş geldin dedikten sonra:<br />

- Biliyorsun kahve bana göre değil, eve gelince sen evde bulunmuyorsun,<br />

evde olduğun zaman benim işim oluyor, artık hoş gör.<br />

- Yooo, Hikmetle kararlaştırdık, buradan beraber gideceğiz bir fincan<br />

kahvemi içeceksin.<br />

- Başka zaman olur.<br />

- Hayır arkadaş, zamanı falan yok, çıkarken beraber gideceğiz.<br />

Hikmet hünerini gösteriyor:<br />

- Kemali kırmazsın.<br />

- Kırmam, kırmam, deyip konuyu geçiştirdi:<br />

- Soğuklarda son derece arttı.<br />

- Yaz mevsimi gelmek bilmiyor, dedi Kemal.<br />

Hikmet yine yapmacık:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

70


- Beş ay yaz, yedi ay kış, güya dört mevsim.<br />

Hamza Hikmet’teki cehaleti kolayca sezdi:<br />

- Böylesi demek ki daha iyi, Allah’ın işine karışılmaz, dedi ve saatine bak-<br />

tı. Kemal Hamza’nın saate bakma sebebini anlamıştı:<br />

- Daha namaza çok var, dedi ve devam etti: Valla iyi kılıyorsun Hamza,<br />

seni böyle gördükçe bende kılmak istiyorum ancak bir türlü beceremiyorum,<br />

Hamza:<br />

- Herkes hata yapabilir, namazı devam ettiremeyebilir, yalnız hatada ısrar<br />

etmek ahmakların işidir.<br />

Kemal kararsızca:<br />

- Yani biz ahmak mıyız?<br />

- Henüz değil, hatada ısrar etmeye devam edersen korkarım, ahmakların<br />

sınıfına gireceksin. Ama sen istemeye devam et, er ya da geç bu isteğin seni<br />

harekete geçirecektir.<br />

Hikmet konuşmaya katılmalıydı, düşündü, öğlenin yaklaştığının farkın-<br />

daydı:<br />

-Biraz sonra öğle namazını beraberce kılarız.<br />

Söyleyiş tarzı inandırıcıydı. Kemal şaşkın:<br />

- Sen namaz kılıyor musun?<br />

- Evet.<br />

- Vay anasını be!? Hikmet kılsında biz kılmayalım.<br />

Hamza sordu:<br />

- Abdestiniz var mı?<br />

Hikmet:<br />

- Hayır ama burada tazeleriz.<br />

Kemal kararsız:<br />

- Gerek yok, hem zahmet veririz.<br />

Hamza:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

71


- Ne zahmeti.<br />

Hikmet planının son aşamasında:<br />

- Şöyle olur bak:<br />

- ......................<br />

- Kemal ile beraber öğle namazını kılarsak, kahve içmeye gelir misin?<br />

Kemalin gözleri açıldı:<br />

- Ha aklınla bin yaşa Hikmet.<br />

Bakışlarını Hamza’ya yöneltti:<br />

- Ne dersin Hamza, sen kahveye gelirsen, biz de Hikmet’le beraber öğle<br />

namazını kılacağız.<br />

Hamza:<br />

- Bir kereye mahsus.<br />

Hikmet Hamza’nın bu karardan caymaması için:<br />

- Tabi sadece bir kere Kemal’in hatırı için, sana oyun oyna demiyoruz.<br />

Kemal’in acı kahvesini içeceksin o kadar.<br />

Hamza şakayla karışık:<br />

- Bir kereye mahsus beni kandırdınız, peki sizinle geliyorum.<br />

Kemal’den çok Hikmet sevindi. Edası savaş kazanmış komutanları andırı-<br />

yordu.<br />

Biraz sonra öğle ezanı semalarda yükseliyordu, Kemal ve Hikmet abdest-<br />

lerini almışlar, Hamza’yı bekliyorlardı.<br />

Bu ara Kemal homurdandı:<br />

- Ula Hamza ne zaman evine gelsem, kesin bana namaz kıldırıyorsun.<br />

Hamza gülümseyerek geldi, son söylenenleri duymuştu. Kemal:<br />

- Sana inat bir gün ben de namaza başlayacağım.<br />

- İnşallah, dedi Hamza.<br />

Kemal, Hamza’nın üniversite sınavlarına çalıştığını biliyordu:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

72


- Ya Hamza sen niye Üniversite için uğraşıyorsun ki senin elinden gelir,<br />

imamlığı denesene.<br />

Hamza buruk bir tebessümle:<br />

- İyi diyorsun da ben imam olamam arkadaş.<br />

- Bizim üç kâğıtçı hocadan neyin eksik?<br />

- Orası başka, her insanın harcı değil imamlık, onun hakkını vermek, ama<br />

bazıları bu işi yaptığını sanır.<br />

- Ne hakkı olacak imamlığın?<br />

- Tahmin edemeyeceğin kadar ağır bir yüktür.<br />

Hikmet yine yapmacık, konuşmak için soruyor:<br />

- Cidden ne hakkı var?<br />

- İmam; toplum içinde örnek alınan bir konumu olduğu için, attığı adıma<br />

kadar dikkat eden, her gün yeni bilgiler öğrenen, Allah’a sımsıkı bağlanmış<br />

peygamber (sav)’in hayatını iyi bilen, onu kendine örnek alan, bilgili, müte-<br />

vazı, dürüst nazik olmalıdır.<br />

- Nerede böyle imam, diyen Kemal, Hamza’nın sözlerini duraksattı.<br />

Az sonra namaz kılınmış dua yapılıyordu.<br />

Köy kahvesi her günkünden daha kalabalıktı, oturacak tabure kalmamış-<br />

tı, sigara dumanı önce ciğerleri sonra da bakışları esir almıştı:<br />

- Al sana birli...<br />

- Ulan bu kâğıtta seni hiç bırakmıyor be!.<br />

Ve kahkahalar, bağrışmalar, çağrışmalar, taş sesleri birbine karışmış, kim<br />

kime ne diyor belli değil. Sobanın çıkarttığı isle, sigara dumanı beyinleri<br />

uyuşturmuş, kirli duvardaki şarkıcıların ve spor kulüplerinin resimleri tiryaki-<br />

lerin bıyıkları gibi sararmıştı. Tembellik, eski püskü taburelerin üstündeki ga-<br />

fil insanları avlamıştı.<br />

Kahvedekiler evlerinden habersiz, uğraş diye seçtikleri, kâğıt ve taş oyun-<br />

larına dalmışlardı, yalnız bir masa oyun oynamıyor kısık sesle bir şeyler ko-<br />

nuşuyor, sanki birilerini bekliyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

73


- Zannetmem getiremez.<br />

- Yok bu sefer kesin.<br />

Kenan çayından bir yudum daha içti:<br />

- Şansımızdan bugün kahve dolu.<br />

Ziya’nın sesinde heyecan ve korku hakimdi:<br />

- Ya bu it oğlu bizi alt ederse.<br />

Yavuz başını imkansız der gibi kaldırdı:<br />

- Oğlum manyak mısın sen?<br />

- .........................<br />

- Onun benden başka kimi hakladığı görülmüş, onda da habersizdim.<br />

- Doğru söylüyorsun da, işte kör şeytan.<br />

Yavuz gurur dolu bir yılışmayla:<br />

- Sonra biz dört kişiyiz.<br />

Kenan bardağı kırarcasına sıkıyordu:<br />

- Tek gelmezse ne olacak o zaman?<br />

Yavuz korkunun kokusunu aldı, bu kokuyu def etmek için:<br />

- Kim Hamza’yı sevmez, şöyle bir göz gezdirin bakalım onu da yanımıza<br />

alırsak o Hamza denen iti kıvışlatmayız, dedi.<br />

Masaları göz ucuyla düşünceli düşünceli, tek tek süzdüler. Soğuğun sim-<br />

siyah perde çektiği Veysel Ağa ve yeğeni gözlerine takıldı.<br />

- Tamam dedi Yavuz, Ziya ve Kenan anlamıştı. Sessiz sedasız, Veysel<br />

Ağa’yı masalarına çağırdılar. Bir bir anlattılar, Veysel Ağa başını sallıyordu,<br />

taşlara bakmaktan uykusu gelen gözleri, fal taşı gibi açıldı. Çok iyi bir fırsat-<br />

tı, uzun zamandır böyle bir şey bekliyordu:<br />

- Tamam gençler, ben size sözlerimle destek veririm, olmadı bizzat kav-<br />

ganıza katılırım. Sonra yeğenim Cemal’i de alın yanınıza, işinize yarar dedi<br />

ve yerine geçti.<br />

Cemal çağrılıp ona da anlatıldı. Ziya yüksek sesle;<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

74


- Kamil abi! Buraya dört çay ver, demli olsun.<br />

Neşeleri daha da arttı, yumrukları sıkılıydı. Şeytanın Hamza’ya ne kadar<br />

kini varsa sobaya yakın masada oturan dört kişiye yüklemiş, iştahla olacak-<br />

ları bekliyorlardı.<br />

Yavuz hışımla saatine baktı, yarım metre dışında tamamen cam olan pen-<br />

cereden görebildiği kadar alanı süzdü:<br />

- Hadi be Hikmet nerde kaldınız, diyor kendince yalvarıyordu.<br />

Biraz sonra önde Hikmet üç kişinin geldiği görüldü, adımların hızlı oluşu<br />

havanın soğuk olduğunu söylüyordu.<br />

- Geliyorlar.<br />

- O da var mı?<br />

- İşte orda, orada tam ortalarında.<br />

- Aferin Hikmet’e, dedi Kenan.<br />

Üç kişi kahvehaneye yaklaştı, kapıyı araladı. Kemal’in gür sesini herkes<br />

duydu.<br />

- Ulan bu ne kadar duman, dedi ve selam verdi.<br />

Hikmet Yavuz’la göz göze gelip:<br />

- Bugün kahve bayağı dolu.<br />

Kemal yakındı:<br />

- Görüyorsun ya Hamza, gece saat birlere kadar bu pis ortamın içinde-<br />

yim, inan gelmediğin kadar var.<br />

Boş sandalye aradılar. Bu ara Hamza’yı görenler:<br />

- Merhaba Hamza.<br />

- Merhaba.<br />

- Merhaba.<br />

- Sağ olun cümleten merhaba.<br />

- Hayırdır sen gelmezdin.<br />

- Kemal’in kahvesini içmeye geldim.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

75


- İç iç, iyi olur, dedi.<br />

Ali Ağa’nın oğlu Erhan; kumral saçlı, zayıf, uzun boylu, yaş yirmi yedi<br />

demesine rağmen bekar, askerliğini yapmamış, yıllar yılı her şeyden bir ka-<br />

şık tatmıştı. Hamza’yı herkesten farklı bulur dertlerini rahatça anlatırdı, her<br />

şeyin ince detayına inerdi, o da mesken eylemişti köyün santral binasının<br />

önünü. Elinden tesbihi ve sigarayı düşürmezdi. Biraz boş kalan olduğu za-<br />

man köylünün göstereceği ilk örnekti:<br />

- Ali Ağa’nın Erhan gibi...<br />

Çıkmıştı bir kere adı, o da yılmıştı boş kalmaktan, başı boşluktan, buna<br />

rağmen Hamza’dan başka kimseye belli etmemişti bunu. İşte şimdi yine<br />

kahve kösesinde söndürdüğü gençliğinin en güzel yıllarını rüzgara veriyordu.<br />

Her masadan ayrı ayrı sorular cevabını alıp dönüyordu. Hikmet’le beraber<br />

bir tabure alıp sobanın yanına oturdular. Bu ara sarhoş Veysel, sert sert<br />

Hamza’ya sonra da Yavuz’a baktı, başını sallıyordu. Yavuz’un memnunluğu<br />

ve cesareti iyiden iyiye artmaya başladı. Hikmet’i tebrik etmek için kendini<br />

zor tutuyordu. Hikmet ustaca rolüne devam ediyor, Yavuz ve diğerleri ko-<br />

nuşmalara kulak kabartıyordu. Bir şeyleri mana etmesi gerekiyordu, bir sıra-<br />

sını bulup sohbete katılmalıydı, pat diye kavga çıkartılmazdı. Fartasar da ki<br />

olaydan bu yana Hamza ile hiç konuşmamıştı. Ellerini masaya koyup fısılda-<br />

dı:<br />

- Şimdi bir sebep bulmalıyız.<br />

Ziya atıldı:<br />

- Ne sebebi, elimize alalım.<br />

Yavuz sessizce Ziya’yı oturttu:<br />

- Salak mısın oğlum sen? Biraz bekle.<br />

- ...........................<br />

- Bu kadar kişinin yanında sebepsiz yere nereye ulaşabilirsin, hemen ayı-<br />

rırlar hem de hakaret edemeden ayırırlar.<br />

- Yavuz haklı, dedi Veysel Ağa’nın yeğeni Cemal.<br />

Kenan başıyla tasdik etti:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

76


- Doğru, doğru, biraz bekleyelim.<br />

Hamza’yla Hikmet’in konuşmalarına, kulak veriyorlardı. Hikmet Hamza’yı<br />

konuşturmak istiyor:<br />

- Bu kâğıt ve diğer oyunların İslam’la ilgili bazı terimlere benzetildiği söy-<br />

leniyor, bu konuda bilgin var mı, diye sordu, evvelden hazırladığı soruyu.<br />

Hamza yine manalar denizinden Hikmet’e anlam damlaları sunuyor:<br />

- Birtakım ilginç benzemeler var. Mesela tavla oyunu; on beş pul bir ta-<br />

rafta On beş pul öbür tarafta olmak üzere otuz pulla oynanır, iki zarla bera-<br />

ber otuz iki eder, bu rakam İslam’ın otuz iki farzına karşı değil midir, neden<br />

otuz üç veya otuz dört olmamış. Bu tesadüfi olabilir mi? Hadi buna tesadüf<br />

diyelim. Şeş, düşeş ve zar oyununa ne demeli; iki zarla oynanır altı bir taraf-<br />

ta altı diğer tarafta on iki eder, bu da namazın, farzlarının sayısına denktir<br />

ve şunun altını çizersek bütün kumar oyunları Yahudilerin icadıdır. Bir de bu-<br />

lum diye bahsedilen oyun var; elli iki kâğıtla oynanır, iki jokeyle beraber elli<br />

dört yapar ve İslam da elli dört farz vardır. Bazen oyun yüz dört kâğıtla oy-<br />

nanır. Bu da Allah’ın gönderdiği yüz dört kitaba denk. Bunları tuhaf bir tesa-<br />

düf sayabilir miyiz? Neden? Yüz üç veya yüz beş olmamış. Varsayalım bunlar<br />

da rastlantı, iskambil oyununa ne demeli; yirmi sekiz kâğıtla oynanır, bu da<br />

Kur’an da geçen yirmi sekiz peygamberin sayısıdır, bütün bunları tesadüf<br />

olarak kavramak biraz zor. Mesela tavla oyunundaki sayıları düşündüğümüz<br />

zaman sinsice oynanan oyunu kavramak mümkün. Yek; bir “Allah”, dü; iki<br />

ve “Teyemmümün farzı ikidir”, se; üç "Guslün farzı da üçtür”, Gehar; dört<br />

"Abdesttin farzı da dörttür”, penç; beş "İslam’ın şartı da beştir”, şeş; altı<br />

"İmanın şartı da altıdır”.<br />

- Söyler misin Hikmet, bunlardan hangisi tesadüftür? Bu oyun yahudi<br />

tezgahından Müslümanlara pazarlanan tembelliğin kirvesidir. Bunlara dikkat<br />

edip uyanık olmak gerek.<br />

Biraz önce yanlarına gelen Kemal :<br />

- Sen neden bahsediyorsun, Hamza ya şimdi bizim yaptığımız Yahudinin<br />

tezgahına yardımcı olmak mı, nedir bunun hükmü?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

77


Kemal sorusuna cevap alamadan abisinin çağırdığını duydu, anlaşılan çay<br />

bitmiş yeni çay almak için yine eve kadar gidecekti ve kalkıp gitti. Yavuz ve<br />

yanındakilerinin gözlerindeki nefret kuduruyordu. Daha çok dikkatlerini ver-<br />

diler; söz dönüp dolaşıp sabır konusuna gelmişti. Demek ki kumar oyunları<br />

konusunu bitirmişler şimdi de sabır hakkında konuşuyorlardı. Yavuz’un göz-<br />

leri fal taşı gibi açıldı, bu sebeple sohbete karışıp, bir şeyleri bahane ederek<br />

gayesine ulaşabilirdi. Yanlarına yaklaştı. Gırtlağını yırtarcasına yüksek sesle<br />

kahkahayı koyuverdi, kahvehanedeki birçok sesi bastırmıştı, herkes ne oldu-<br />

ğunu anlayabilmek için Yavuz’da sabitlenmişlerdi. Yavuz, sabırla ilgili Ham-<br />

za’ya hitap ediyor:<br />

- Sabır he... Sabırmış, duydunuz mu sabır diyor.<br />

Ne oluyordu bu sabırda neyin nesiydi, kahvede ses kesilmiş, kağıdı taşı<br />

bir tarafa bırakmışlar Yavuz’a bakıyorlardı.<br />

- Bırak dalga geçmeyi Yavuz.<br />

Yavuz, Hamza’ya hitaben dokundurucu ses tonuyla devam etti:<br />

- Neymiş? Sabreden insanın yapamayacağı şey yokmuş.<br />

- .....................<br />

Kahvedekiler Yavuz’un kime konuştuğunu anlar gibi olsalar da, anladıkları<br />

kişi Yavuz’la ilgilenmiyordu bile. Yavuz, Hamza’nın Hikmet’e söylediği son<br />

kelimeleri soru mahiyetinde sordu:<br />

- Söyle hoca, sabreden her şeyi yapar mı, dedi alaylıca.<br />

- .....................<br />

- Söyle hoca efendi?<br />

Kahvehanede çıt yok, Hamza’nın susması onları hayli şaşırtmıştı. Yavuz<br />

bu sefer alayın dozunu arttırdı, kahvedekileri süzdükten sonra:<br />

- Söyle bakalım, insan sabredince kalburla su taşıyabilir mi?<br />

Yavuz ve beraberindekilerin kahkahasıyla birlikte, kahvehaneye utanmaz<br />

yılışmalar hakim aldı:<br />

- Haa..... Haaaa...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

78


- Haaaaaaaa....<br />

- Sabreden derviş muradına ermeden gebermiş... gibi alay kokan sözler<br />

sıralandı, şimdi Hamza’ya baktılar, Hamza sessizliği bekliyordu, az sonra<br />

beklediği oldu.<br />

- Elbette taşır arkadaş.<br />

Yavuz ses tonunu yükseltti:<br />

- Nereden arkadaşın oluyorum?<br />

Hamza devam etti:<br />

- Elbette taşır. Su, donup buz oluncaya kadar sabredebilirse…<br />

Yüzlerdeki merak yerini hayranlığa bırakmıştı, nasıl bulabiliyordu böylesi-<br />

ne ilginç bir cevabı. Yavuz için bu cevap güzel bir sebep olabilirdi, az önce<br />

Hikmet’in kalktığı tabureye ayağıyla sertçe vurup:<br />

- Benimle dalgamı geçiyorsun lan?...<br />

Kahvehane ciddiyete büründü, olanları anlamaya çalışıyordu. Kahveci<br />

Kamil; Yavuz’un sıkı ısrarlarının karşılığı olarak karışmayacak, çıkan masrafı<br />

da Yavuz ödeyecekti.<br />

Hamza elini alnına götürdü, Yavuz’a cevap vermedi, Yavuz hala konuşu-<br />

yordu bir adım daha yaklaştı:<br />

- Sen kimsin oğlum?<br />

- .......................<br />

- Bu kadar insanın içinde, benimle nasıl dalga geçersin?<br />

- .......................<br />

Yavuz’un bilinçli olarak Hamza’ya kavgaya zorluyordu. Kızgınlığı sonlarda:<br />

- Cevap versene ulan...<br />

Yavuz, sertliğin portresini kaleminin ulaşabildiği yere kadar uzatıyor çiz-<br />

meye çalışıyor, hiçbir tepki vermeyen Hamza’yı kışkırtmaya, çaba sarf edi-<br />

yordu, daha da ileri gitti:<br />

- Lan it oğlu it benimle dalga geçemezsin.<br />

Hamza yanan sobanın kızgınlığından bakışlarını alıp Yavuz’a götürdü:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

79


- Kötü söz sahibine aittir, sonra dalga burada değil denizlerde olur.<br />

- Ha... dedi Yavuz; az önce bahsettiğin sabır denen şeyi yaptığını sanı-<br />

yorsun ama asıl adını söyleyeyim korkaklık.<br />

Kahvedekiler anlam çıkartmaktan çok, sonuçları ve olacakları bekliyorlar-<br />

dı. Yavuz:<br />

- Sen sadece büyük bir şerefsizsin.<br />

Hamza hala normal:<br />

- Dedim ya kötü söz sahibine aittir.<br />

Yavuz’un sevimsiz yüzündeki hatlar belli olmaya başladı:<br />

- Ne yani bana mı diyorsun, şerefsiz diye?<br />

- Anlayan anladı.<br />

Yavuz bir adım daha yaklaşıp:<br />

- Ulan sen; namussuz, şerefsiz, köpeksin deyip Hamza’ya en yakın masa-<br />

yı ters çevirdi. Kahvedekilerin ara ara mırıltısı duyuluyordu:<br />

- Korkağın biri bu ya.<br />

- İnsanda biraz yürek olur.<br />

- Ne itliği kaldı, ne şerefi, hala korkudan bırak bir şey yapmayı, konuşa-<br />

mıyor.<br />

Bu ara Yavuz küfürleri sıralıyor, sınır tanımıyordu:<br />

- Ulan; pislik, Allah’ını, kitabını...<br />

Kahvehanedekiler bu sefer merak içinde baktılar, bunlar Hamza’nın sev-<br />

diği şeylerdi, ne diyecekti, ne yapacaktı! Hamza’nın kara gözlerindeki süku-<br />

net yavaş, yavaş kayboluyor:<br />

- Allah’a kitaba sövdün, onun cezasını yaratan verir.<br />

Bu ara Ziya Hamza’ya sataştı:<br />

- Sen... nasıl adamsın be? Bu kadar küfre rağmen, cevap vermeye bile<br />

lüzum görmüyorsun.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

80


Hamza kalkıp gitmek istedi, omuzuna değen el onu yeniden oturttu, Zi-<br />

ya’ya acıyarak baktı:<br />

- Ben sabırlıyım ve az önce bahsettiğim, sabırı itina ile uyguluyorum.<br />

- Senin sabrına da, sana da…<br />

- Eee.<br />

- Şuna bak yav.<br />

Küfürler galizleşti, arttıkça arttıkça arttı. Hamza’nın ses tonu yavaş yavaş<br />

sertleşiyordu. Veysel Ağa şaşkınlık içindeydi, sanki kabirlerin üstünde kendi-<br />

sini azarlayan Hamza bu Hamza değildi. Hamza ne kadar sabretse de niha-<br />

yetinde sabrın da bir sınırı vardı:<br />

- Kaşındığınızın farkında mısınız, dedi.<br />

Az sonra Kenan ve Cemal de saflarını belirttiler. Cemal gür sesiyle:<br />

- Ne demek istedin sen, dedi.<br />

Kemal, içeri yeni girmişti, olanları izledi, bir şeyler anlamaya çalıştı. Sesi<br />

endişeli:<br />

- Hoop. Ne oluyor burada?<br />

- Sen karışma Kemal.<br />

- O benim misafirim.<br />

Kemal’in abisi Kamil, kardeşinin kolundan tutup çekti, ocağa oturmasını<br />

istedi. Sesi ciddiyet yüklüydü:<br />

- Sen karışma oğlum!<br />

- Ama...<br />

- Sus dedim, sakın karışma, senin bilmediklerini biliyorum, dedi abisi Ka-<br />

mil. Bu ara Yavuz küfür konvoyuna bir küfür daha ekledi:<br />

- Senin varya... Allah’ını da, Peygamber’ini de...<br />

Hamza önündeki beş kişinin ve kahvedekilerin bakışları aarasında yerin-<br />

den bir aslan gibi kalktı:<br />

- İşte bu olmadı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

81


Kahvehanedekiler şaşkınlıkla bakıyor, birileri aralamasını, olayı yatıştırma-<br />

sını bekliyorlardı, bu ara Hikmet’te safını belirtmiş, Hamza’ya cephe almıştı.<br />

Ayakta altı kişi vardı. Beşi beraber bire karşıydılar. Hamza’nın sesi son de-<br />

rece sertleşmişti:<br />

- Hepsine sabrettim, ederdim ama Peygamber’ime küfür mü, asla, dedi<br />

ve Yavuz’un umulmadık bir şekilde hızla ağzına elini götürüp üç parmağıyla<br />

az önceki iğrenç küfürleri korkusuzca sıralayan dilini kavradı:<br />

- Bu dilin mi... Peygamber’ime sövdü?<br />

Dilini tutan parmaklar adeta koparacaktı, Yavuz inanılmaz büyük ıstırap<br />

hissediyordu:<br />

- Aaaaa...<br />

- Koparayım mı şimdi?...<br />

Yavuz’un beraberindekiler harekete geçmişti, Ziya sandalyeyi kaptığıyla<br />

Hamza’nın üzerine yürüdü, Hamza’nın aniden Yavuz’un arkasına geçmesi,<br />

sandalyenin demir ayaklarının Yavuz’a değmesine sebep oldu. Hamza Ya-<br />

vuz’un dilini, bir yandan sıkıyor, diğer yandan da çekiyordu;<br />

- Bu dilin. Ha...<br />

- .....................<br />

- Peygamber’ime sövdü, öyle mi?<br />

Hamza ilginç bir şekilde hırçınlaşmış, gözleri serinliğini kaybetmiş, az ön-<br />

ceki sakin siması kaybolmuştu, yerine korkunç bir yüz hattı gelmişti ve kas-<br />

ları gerilmişti. Yavuz’un yardakçılarıyla mücadele ediyor, kendini korumaya<br />

çalışıyordu. Hikmet’in de yumruk savurması Hamza’yı hayli şaşırttı.<br />

Artık Yavuz’un dilinin bırakılma zamanı gelmişti. Dilinin rahata kavuşması<br />

Yavuz’u ferahlattı, fakat ne olduğunu anlamadan, gözlerinin üstünde balyoz<br />

kadar ağır bir darbe hissetti, hissetmesiyle beraber kahvedekilerin gözleri<br />

önünde, geniş pencereden camlarla beraber dışarıya düştü. Müthiş bir ağır-<br />

lık hissediyordu, karların üstünde hareket edemeden bayıldı. Kahvehane<br />

çoktan boşalmış, kalabalık dışardan seyrediyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

82


Hamza sırtını vermiş, önündeki dört kişiyle çekişiyordu, çevik, hızlı ve<br />

güçlü oluşu karşısındakilere fırsat vermiyordu. Sesi toktu Hamza’nın, Hik-<br />

met’e hitaben:<br />

- Hepsini anladım da senin derdin ne?<br />

Elindeki ıskartayı Hamza’ya savuran Hikmet:<br />

- Anlayacağın dayı oğlu gibi ben de seni sevmiyorum, dedi.<br />

Bu sefer ıskartadan sıyrılamadı, şakağında ince bir sızı hissetti. Daha ıs-<br />

karta çekilmemişti ki; ıskartayı kavrayan eli tuttuğuyla duvara sürükleyip<br />

çarptı, bunları beklemeyen Hikmet sert bir yumruk darbesi daha aldı, o da<br />

Yavuz gibi sendeleyip dışarıda buldu kendini. Kahvehanenin önü oldukça ka-<br />

labalıklaşmış, olayları merakla seyrediyor, farklı tepkiler veriyorlardı.<br />

- Vay anasını be... Bu çocuk çok çetin.<br />

- Girsin şuraya birileri aralasın.<br />

- Böyle adamdan korkulur.<br />

- Boşuna dememişler, sabırlı adamın hıncından korkun, diye.<br />

Kahvehanedeki çatırtılar, patırtılar son haddine kadar çıkmıştı. Ziya’nın<br />

ağzını salyalar sarmış küfürlerin en ağırını savuruyor, bir yandan da Ham-<br />

za’ya yaklaşmaya çalışıyordu. Hamza ise arkasını duvara vermiş, gelen dar-<br />

belere karşılık veriyordu. Bu ara Veysel Ağa’nında karıştığı, görüldü. Kahveci<br />

Kemal, bir şeyler yapmak istiyor abisi Kamil müsaade etmiyor, yerinde zor<br />

duruyordu. Abisinin tavırları onu hayli şaşırtmıştı. Elinden bir şey gelmeyen<br />

Kemal diliyle Hamza’ya yardımcı olmak istiyordu; Bu ara Veysel Ağa’nın so-<br />

ba küreğini kapıp, sinsi sinsi yaklaşmasından habersiz olan Hamza’ya:<br />

- Dikkat et! Yan tarafına bak! dedi.<br />

Kızgınlığın azaldığı yüzünü Veysel Ağa’nın yaklaştığı yöne çevirdi. Alaycı<br />

bir sesle:<br />

- Bak hele bak, bizim sarhoşa.<br />

Daha kelimesi bitmeden Veysel ağa:<br />

- Al sana p...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

83


Ondan kurtuldu ki bu sefer Cemal’e takıldı. Cemal’in havadaki yumruğu<br />

inmeden, kafasıyla burnuna var gücüyle vurdu. Cemal’in hissettiği ıstırapla<br />

beraber oluktan akar gibi burnundan kan akmaya başladı.<br />

Hamza’nın beyaz montu yer yer kana bulanmıştı. Kenan’ın korkak gözle-<br />

rini Hamza’nın çevikliği ve beraberindekilerin ıstırap çığlıkları, iyiden iyiye<br />

korkutmuştu.<br />

Tahir Ağa’ya haber vermeliydi. En iyisi de buydu. Hamza’nın yanına yak-<br />

laşmaktansa kaçmak daha iyi diye düşünüyordu. Nasıl insandı bu Hamza;<br />

bir kedi kadar çevik, bir aslan kadar güçlü ve cesur, yanına bir metre yak-<br />

laşmak belki de ölümüme sebep olabilir, diye düşünerek kahvehaneyi yavaş<br />

yavaş terk etti. Hızlı adımlarla Tahir Ağa’nın evine yöneldi.<br />

Bu ara da Hamza Ziya’nın gevşekliğinden yararlanıp, saçlarını tuttu. Biraz<br />

sonra var gücüyle Ziya’yı pencere kenarından yanlarına yaklaşmak isteyen<br />

sarhoş Veysel’in üzerine doğru sürükleyip savurdu. Kırılmış cam Veysel<br />

Ağa’yla Ziya kahve önündeki kalabalığın önüne gülünç bir şekilde düştüler.<br />

Kahvehane kan gölüne dönmüş, kırılmayan cam devrilmeyen masa kal-<br />

mamıştı. Sandalyelerin her biri bir yana yıkılmış, kâğıtlar, okey taşları, sere<br />

serpe ala bula kanlara boyanmış, perişan bir hale gelmişti. Bu hali Kamil ve<br />

Kemal şaşkın ve ezilmiş bir tavırla seyrediyorlar, Hamza’nın manalı bakışları<br />

ikisini de şekilden şekile sokup eziyor büzüyordu.<br />

Hamza kırgındı;<br />

- Öyle olsun bakalım Kamil abi.<br />

- .........................<br />

Ağır adımlarla sağını, solunu süzerek kapıya yaklaştı, dışarıdaki kalabalık<br />

merakla Hamza’yı seyrediyordu. Tam kapının eşiğinde durdu, yüzünde bir<br />

ağrı hissetti, şakağına değen ıskarta aklına geldi. Mırıldandı:<br />

- Ulan... Kalleş Hikmet!.<br />

Sonra acıyan bakışlarını kalabalığa çevirdi. Beyaz montunu kanlar kırmızı-<br />

ya boyamış, saçları dağılmış, gömleğinin düğmeleri kopmuş bir şekilde, bağ-<br />

rı açık, heybetli, azametli ve dik:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

84


- Yazıklar olsun be diyordu, ses tonu azarlayıcı ve yüksekti:<br />

- İnsanlar, tanıdıklarınız birbirini yesin, içinizden biri çıkıp araya girmesin,<br />

öylece seyirci kalın.<br />

Kalabalık suçluluk duygusuyla Hamza’yı dinliyor, başlar eğik, gözler kan-<br />

lanmış dudaklarında. Ses azarlayıcı ve yüksek:<br />

- Bu mu sizin insanlığınız? Araya girip tüm bu olanlara engel olamaz mıy-<br />

dınız? Ne geçti elinize? Ben boşa konuşuyorum anlaşılan, birilerinin kavga<br />

etmesi hoşunuza gidiyor.<br />

Kalabalığı Hamza’nın konuşmasından çok, beş kişiyi nasıl madara ettiği<br />

şaşırtıyordu. Efendi, kimseye taklaşmayan, bu dallarda teli olmayan bir kişi<br />

nasıl oluyor da beş kişiyi madara edebiliyordu. Birisinin kalabalığın arasından<br />

kalın sesiyle geldiği görüldü:<br />

- Bu eşşek oğlu kim oluyor da benim oğlumun canını yakacak, diyordu.<br />

Bu ses Tahir Ağa’nın sesiydi. Kenan kahveden çıktığı gibi soluğu onun<br />

yanında almıştı. Yavuz’un peygambere sövdüğü için Hamza’yla kapıştığını<br />

birkaç yalan ilave ederek Tahir Ağa’ya anlattı. Tahir Ağa otomatik tüfeği<br />

kaptığı gibi kahvehanenin önündeki kalabalığı yırtarak soluk soluğa gelmişti.<br />

Kalabalığı bir telaş sardı, artık yeterdi. Tahir Ağa’yla arası iyi olan Ali Ağa’nın<br />

oğlu Erhan ona sımsıkı sarıldı tüfeğin yönünü havaya doğrulttu:<br />

- Etme Tahir Ağa.<br />

- Bırak beni Erhan!<br />

- Koca adamsın, cahille cahil mi olacaksın?<br />

- Yetti artık, çekil!<br />

- Sonrasını düşün!.<br />

Bu ara Tahir Ağa’nın gözlerine baygın haldeki oğlu ilişti:<br />

- Vuracağım bu p...<br />

- Mapushaneler de mi çürüyeceksin?<br />

Bir el havaya ateş etti:<br />

- Bırak Erhan beni.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

85


- Tahir Ağa etme.<br />

- Vuracağım bu iti.<br />

Kalabalık bir Hamza’ya bir de Erhan’ın sımsıkı tuttuğu Tahir ağaya bakı-<br />

yordu. Hamza kahvehanenin önünden ağır ve kararsız adımlarla onlara yak-<br />

laştı. Hançer bakışlarını Tahir Ağa’ya dikip acıyarak baktı:<br />

- Git işine Tahir Ağa, babamdan büyüksün, kendine başka uğraş bul.<br />

- Bak şu ite.<br />

Bu ara Hamza’nın önünde bir hat kuruldu, akıllarınca Tahir Ağa’yla kapış-<br />

tırmayacaklardı. Erhan biraz uğraştan sonra tüfeği kaptığıyla Tahir Ağa’yı<br />

serbest bıraktı. Serbest kalan Tahir Ağa yerden ilk gördüğü taşı aldı ve<br />

Hamza’ya attı. Taş Hamza’nın kaşına çarptı, akan kanın dudaklarını ısıttığını<br />

hissetti ve hafızasında yıllar öncesi belirdi. Evet yine taş vurmuşlar, gözlerine<br />

yaş dolmuş, Yunus çıkagelmiş, çocukları bir bir kovalamış, beyaz elleriyle<br />

abisinin kaşlarını silmişti;<br />

- Ah Yunus ah.<br />

Kimin umurundaydı, karşısında kükreyen Tahir Ağa. Durgunluğunu tüm<br />

kalabalık fark etmişti. Sakinliğine ve ağlamasına bir anlam veremiyorlardı.<br />

Kanın kırmızıya boyadığı dudakları hiç kimsenin duyamayacağı bir ahenkte<br />

mırıldanıyordu:<br />

- Hani nerdesin Yunus’um, bak abinin kaşlarını yine kan bürüdü! Gel de<br />

sil! Hadi Yunus! Gel de şu başımdaki gafil insanları kovala. Hiç umarmıydın,<br />

böyle bir anda seni hatırlayacağımı.<br />

Ağlıyordu Hazma. Göz yaşları dudağında kuruyan kanları ıslatıyordu. Bil-<br />

miyorlardı onun Yunus için ağladığını. Tahir Ağa hala sakinleşmemiş, üç kişi<br />

zor hakim oluyordu. Yalanın ve haramın taht kurduğu küfürbaz dili, gün yü-<br />

zü görmemiş küfürleri sıralıyordu:<br />

- Orospu ....<br />

- İyi ki gebermiş gardaşın...<br />

Gardaş kelimesi Hamza’nın kulaklarını çınlattı, bu ne diyordu. Tahir Ağa<br />

küfrü genişleterek tekrar etti:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

86


- Peygambere sövmüşmüş, ulan ben de sövüyorum, sonra iyi ki gebermiş<br />

Yunus’mudur ne b... adı.<br />

Hamza kendini kaybetmişti, önündekileri adeta tepeleyerek bir anda Ta-<br />

hir Ağa’nın yanında belirdi, bakışları bir taşı parçalayacak kadar ağırdı. Tahir<br />

Ağa’yı tutanları bir bir kenara itiyor ve dişlerinin arasından konuşuyordu:<br />

- Babamdan büyük olman artık hiç, hiçbir şey ifade etmiyor, dedikten<br />

sonra yakasını kavradı, kaldırmayla itekleme karışık, yandaki büyük evin<br />

bahçe duvarına yasladı. Bir yandan sırtını duvara çarpıyor, diğer yandan da:<br />

- Ne dedin sen Tahir ağa?...<br />

- ........................<br />

- Söyle, benim peygamberime ve gül yüzlü günahsız kardeşime nasıl o<br />

pis dilini uzatırsın?<br />

- ..........................<br />

- Söyle!...<br />

Tahir Ağa darbelere fazla dayanamadı, bayıldı. Hamza hala duvara çar-<br />

pıyordu. Tahir ağayı Hamza’nın elinden zor güç aldılar. Tahir ağanın çizgili<br />

eski tip gömleğinin yakaları Hamza’nın elinde kalmış, onu vuruyordu, sağa<br />

sola. Tek başına bırakıp seyre koyuldular.<br />

Hamza hala ellerini duvara vuruyordu, duvarı boyayan kanların kime ait<br />

olduğunu kalabalık çözememişti. Hamza’nın elinin değdiği yer kırmızıya bü-<br />

rünüyordu.<br />

Kırılan parmaklarının acısıyla biraz sonra kendine gelebildi, iki büklüm ol-<br />

muş ağlıyordu, kanların kızarttığı dudakları:<br />

- Ah... Yunus ah. Dünya öyle kahpe ki, diyordu:<br />

- Gel gör abin ne hallerde. Hüznü onu daha fazla konuşturmadı, o kendi<br />

haline değil insanların cehaletine üzülüyordu.<br />

Olay tez yayıldı. Cuma’da duymuştu soluğu kahvehanenin önünde aldı.<br />

Cuma’yla birlikte köy dolmuşunun geldiği duyuldu. Yaralıların yarasının sa-<br />

rılması için hastaneye gitmesi gerekti. Başta Tahir Ağa, oğlu Yavuz, Hikmet,<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

87


Cemal ve Ziya sere serpe minibüsü doldurmuştu. Cuma hayli şaşkın, hızlı<br />

adımlarla üstü başı kan içindeki Hamza’nın yanına geldi. Sesi endişeliydi:<br />

- Ne oldu Hamza?...<br />

- ........................<br />

- Ne bu halin ne yaptın?<br />

- ........................<br />

- Gözlerimle görmesem senin bu denli hırçınlaşacağına inanmazdım.<br />

Hamza ıslak gözlerini Cuma’ya yöneltip:<br />

- Bak şu halime arkadaş.<br />

- .........................<br />

- Ne beni bu derece kızdırır, hırçınlaştırır, bilir misin?<br />

- .........................<br />

- Bilmiyorsan söyleyeyim; kahpe dünyada en çok sevdiğim iki şeye söz<br />

söylenmesi, onlara küfür edilmesi.<br />

Cuma’nın tavırlarından Hamza’nın kastettiği şeyleri anladığı seziliyordu.<br />

Çok konuşmuşlardı bunları, Hamza’nın kolundan tutup kaldırırken:<br />

- Bilirim arkadaş, bilirim.<br />

- Birisi iki cihan serveri, Allah’ın habibi, diğeri de dilinde türkü ettiğin,<br />

ölümü onun için sevdim dediğin, kardeşin Yunus!...<br />

Hamza yorgun ses tonuyla:<br />

- Bildin arkadaş bildin, lakin öyle üzgünüm ki benim yüzümden Allah’ın<br />

habibine küfredildi. Bilemezsin bunun bana nasıl ıstırap verdiğini.<br />

Az sonra kalabalık Hamza’yla Cuma’nın gidişine bakıyordu. Orda burda<br />

kan lekeleri vardı, kahvehanenin hali berbattı. En az bir ay çalışmazdı artık,<br />

Köylünün gündemine yeni bir olay daha eklenmişti:<br />

- Tahir Ağa bunu yanına koymaz.<br />

- Köyün huzuru kaçar bundan sonra.<br />

- İyi ki jandarma duyup da olayı mahkemeye intikal etmedi...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

88


Hamza’yla Cuma eve gelmişlerdi. Annenin sesi korkak ve endişeliydi:<br />

- Vah... Oğul... Vah...<br />

- ..........................<br />

- Üstün başın... Ya ellerin?<br />

- Ana sakın bir şey sorma.<br />

- Önemli bir şey yok hala.<br />

Anne ihtiyarlamıştı artık, gözleri içine çökmüş, çizgiler çilekeş yüzünde<br />

belirginleşmiş, saçlarına aklar düşmüştü. Hitabı korku yüklüydü:<br />

- Ne oldu? Bir şeyler söyle oğul.<br />

Cuma’nın ve Hamza’nın başları eğikti. Anne nasırlı elleriyle oğlunun par-<br />

maklarındaki, kan lekelerini siliyor:<br />

gün: <br />

ye.<br />

- Baban ne der?<br />

- ........................<br />

- Sana yüz kere demedim mi? Başkalarının işine karışma diye. Hamza üz-<br />

- Hayır anne. Bu benim işimdi.<br />

- Ah... Ah oğul. Demedim mi sana sabır, öfkeden daha çok şey yapar di-<br />

- Sabrın da bir sınırı var, ona.<br />

- Ah... Ah oğlum. Sesi ve tavrı son derece endişeliydi annenin<br />

Israr etti:<br />

- Kimle uğraştın?<br />

- .......................<br />

- Bu huyunu terk et oğul.<br />

Anne bu sefer Cuma’ya sordu ve cevabını aldı.<br />

- Tahir Ağa ve oğluyla dedi Cuma.<br />

Ana yüreği hep korkardı, kavganın sebebini sordu. Hamza yeni yeni ken-<br />

dini toparlıyordu, sargısı bitmiş parmaklarına baktı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

89


- Başka soru sorma ana. Kapatalım bu mevzuyu.<br />

- Kapat dersin ya oğul! Kolay mı kapatması, onlar kapatır mı? Seni rahat<br />

bırakırlar mı oğul?<br />

Hamza sesine güven katıp:<br />

- Bilmez misin ana hayır da Allah’tandır, şer de.<br />

- ........................<br />

- Sen yıllar yılı söylemedin mi bunu, söyle ana söylemedin mi?<br />

- ........................<br />

Anne üzgün, başı öne eğik, oğlu Hamza’yı dinliyor:<br />

- Üzülme anam, seni ve beni yaratan Allah, "Sizin hayır gördüklerinizde<br />

şer, şer gördüklerinizde hayır olabilir." demiyor mu?<br />

Annenin yüreği biraz ferahlar gibi olsa da tedirgindi. Oğluna söyleyecek<br />

başka söz bulamadı:<br />

- Allah neylerse güzel eyler oğul, dedi ve ateşi sönmek üzere olan sobaya<br />

yakacak attı.<br />

O gece hanelerin hemen hemen hepsinde, omuzu kırılan Tahir Ağa’yla<br />

Hamza konuşuldu. Köylü şaşkındı. Hamza’nın; Tahir Ağa’yı, oğlu Yavuz’u ve<br />

dört kişiyi ne hale getirdiğini mübalağalı bir şekilde anlatıyorlardı. Ve köylü<br />

için bunları yapanın Hamza olması daha da ilginçti:<br />

- Vay be, diyordu bir çoğu:<br />

- Helal olsun şu Hamza’ya.<br />

- Ortalığı mahvetmiş.<br />

- Tahir Ağa’yı nasıl duvara çarptı öyle.<br />

- Çok gittiler üzerine çook, hak ettiler.<br />

- Aferin Hamza’ya.<br />

- Benim bildiğim Tahir Ağa bunu yanına bırakmaz.<br />

- Yazık olacak Hamza’ya... gibi sözler sarf ediyorlardı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

90


Ertesi gün Tahir Ağa dışında hastaneye kaldırılanlar dönmüştü. Tahir<br />

Ağa’nın sağ omuz kemiğinde çatlak bulunmuş hastanede bırakılmıştı. Yavuz<br />

uzun zaman konuşmada güçlük çekecekti, Hikmet ve Ziya yüzlerindeki kü-<br />

çük morluklarla sıyırmışlardı. Cemal ise gaza gelmesinin cezasını burnunun<br />

kırılmasıyla ödemişti. Utançlarından halkın arasına çıkamıyorlardı. Hepsi de<br />

Kenan’a kızgındı:<br />

- Bize yardım etmedi kaçtı, diyorlardı.<br />

-Kenan ise halinden memnun, için için gülüyordu.<br />

- Ben deli miyim Hamza’yla uğraşacağım, gördünüz ya ne yaptı, ben<br />

onun öyle olduğunu çok önceden biliyordum, diyordu. Hâla Hamza bana da<br />

bir şey yapar korkusu vardı, onun olduğu yere uğramıyor onu görünce yol<br />

değiştiriyordu.<br />

Günler birbirinin peşi sıra geliyordu, derken ay oldular. Hamza çoktan<br />

unutmuştu olanları, umursamıyordu bile, parmaklarındaki sızı hala geçme-<br />

miş, şekil değiştirip eğri büğrü olmuştu. Hastaneye gitmeye lüzum görme-<br />

mişti.<br />

- Kafama hiçbir şeyi takmamalıyım diye düşünüyor, evvelki gibi sıkı çalışı-<br />

yordu üniversite sınavlarına.<br />

Tahir Ağa’nın evinde en çok Zekiye üzülmüştü ailesinin Hamza’ya bu denli<br />

kinlenmesine. Hamza’nın ismi anıldığı zaman, küfürler yalanlara karışıyordu.<br />

Tahir Ağa aşırı derecede kızgın, kafasını aşağı yukarı kaldırarak:<br />

- Peki Hasan’ın oğlu. Senin hesabın kabardı. Bak ben ne yapacağım. Rezil<br />

rüsvay oldum, seni daha beter edeceğim, kırılmadık kemiğin kalmayacak,<br />

diye atıp tutuyordu Muhtar Tahir Ağa.<br />

Kış mevsimiyle bahar mevsimi adeta çekişiyordu, kâh günler bende kal-<br />

sın, kâh ben geleyim, olmadı paylaşıyorlardı, geçmeye mahkum günleri.<br />

Haftanın üç günü kış, dört günü de bahar mevsimi hakim olup mevsiminin<br />

verdiği özellikleri yaşatıyorlardı. Toprağın yeşille süslenmesi, kışın göçeceği-<br />

nin, yerini bahara bırakacağının alameti idi. Bitkiler ve kuşlar, insanlar gibi<br />

kıştan usanmış, dört gözle baharı bekliyor, onun gelişinin adete bayramını<br />

yapıyorlardı. Anlaşılan beyaz renk yerini yeşile bırakacaktı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

91


Günler mart ayının yirmisine gelmişti, bu zaman herkesten çok Hamza<br />

gibi üniversite sınavlarına girecekleri ilgilendiriyordu. İlk sınava bir gün kal-<br />

mıştı:<br />

- Ne zaman gideceksin?<br />

- Zannedersem bir saate kadar giderim.<br />

Saatine baktı Hamza’nın okul arkadaşı İsmail:<br />

- Önceden gidip sınava gireceğin okulu görmen iyi olur.<br />

Hamza sordu:<br />

- Sen gördün mü sınava gireceğin okulu?<br />

- Hayır ama nerde olduğunu biliyorum.<br />

- Sabah gidersin o zaman.<br />

- İnşallah.<br />

Hamza sınav için önce ilçeye gelmiş buradan da şehre gidecekti. İsmail’le<br />

karşılaşmıştı. İsmail:<br />

- Köyünden ne haber var, inşallah bir yaramazlık yok.<br />

- İyilik, sağlık, hasta falan yok.<br />

- Köylüyle nasılsın?<br />

- Eh... şöyle böyle... İsmail gülümsedi:<br />

- Bal, bal demekle ağız tatlanmıyor, değil mi?<br />

Hamza İsmail’in sorusuna onun gibi kapalı bir cevap verdi:<br />

- Biliyorum ki erdemin armağanı onurdur, ama bugün, ama yarın bu er-<br />

dem bana da armağanını verecek.<br />

Az ilerden geçen taksinin korna sesi, sınavın verdiği stres yüklü simaları<br />

kendisine yöneltti. Bu Ahmet’ti. İsmail:<br />

- Ahmet’le mi gideceksin?<br />

- Evet beraber gidiyoruz.<br />

- Ben de mi sizinle gelsem?<br />

- Sen bilirsin.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

92


Taksiyi park eden Ahmet yanlarına geldi. Çarşı camiinin altındaki çay<br />

ocağına gittiler.<br />

- Buraya üç çay.<br />

- Tabi abi dedi, on üç yaşlarındaki üstü lekeli çocuk.<br />

Ahmet:<br />

- Sizde de heyecan var mı?<br />

İsmail, Hamza’ya bakıp:<br />

- Hamza sende olmaz heyecan ama beni yeni yeni sarmaya başladı.<br />

Hamza yeni gelen çaya şekerini atıp:<br />

- Serin olmaya çalışın, ne kadar rahat olursanız o kadar kârlı çıkarsınız.<br />

Biraz sonra mütevazı çay ocağından çıkmışlar, sınav için yola koyulmuş-<br />

lardı. Bir saat sonra öğle namazı için heybetiyle ihtiyar olduğunu söyleyen<br />

camide soluğu almışlardı. Namaz kılınmış dua ediyorlardı. Üç duanın birleşti-<br />

ği nokta sınavdı. Yine tat almıştı Hazma kıldığı namazdan. Ne zaman ki bu<br />

tat azaldı veya kayboldu kendinde hata arar, onu bulur ve ortadan kaldırırdı.<br />

Tat aldığı namazdan sonra yine dua ediyordu:<br />

- Ey Alemlerin Rabbi olan Allah’ım, sen ne verirsen razıyım. Benim için<br />

başarılı olmak hayırlı ise beni gayeme ulaştır, zihnimi açık tut, beni ferahlat,<br />

eğer hayırsızsa, beni seni anmaktan alıkoyacaksa, sana kul olmaktan yana<br />

bir hatam olacaksa bana başarı verme, kazanmayayım, sen her şeyin en iyi-<br />

sini bilensin, dedi ve ellerini yüzüne götürüp duasını bitirdi. Yıllar yılı milyon-<br />

ları misafir edip, uğurlayan, alınların tertemiz duygularla yerlere değdiği, ih-<br />

tiyar camii bir kere daha süzdükten sonra, sınava girecekleri okulları arama-<br />

ya koyuldular.<br />

sun.<br />

Vakit akşama yaklaşırken hepsi sınav yerlerini öğrenmişti. İsmail:<br />

- Yarın nerede buluşacağız, diye sordu.<br />

Ahmet:<br />

- Yarın sınavdan sonra, saat iki gibi beyaz şehir otobüs durağında olur-<br />

İsmail Hamza’yı işaret edip:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

93


- O benimle gelsin.<br />

Ahmet ve İsmail Hamza’yı misafir etmek için çekişiyorlardı. Nihayet Ah-<br />

met’in isteği olmuştu. İsmail’le yarın görüşmek üzere ayrıldılar.<br />

O gece sabahı zor etmişlerdi. Yüzünde tebessüm eksik olmayan Ahmet’te<br />

heyecan görülebilecek kadar çoktu. Hamza ne yapsa, ne söylese de Ah-<br />

met’teki heyecanı azaltamıyordu. Az sonra bekledikleri saat gelmiş, birbirle-<br />

rine başarı diliyorlardı:<br />

- Umarım ikimiz için de iyi geçer.<br />

- Allah zihnimizi açık tutsun.<br />

Ahmet:<br />

- İnşallah kazanırız.<br />

- Hakkımızda hayırlısı ne ise o olsun.<br />

Hamza biraz sonra sınava gireceği okulun yüksek duvarlarla çevrili büyük<br />

bahçesinin şatafatlı kapısındaydı. Okulun önü kalabalıktı, aileleri yalnız bı-<br />

rakmamıştı çocuklarını, en az evlatları kadar onlarda heyecanlıydı. Hamza<br />

okulun eski ve büyük çeşmesinden abdest tazeledi. Yüzlerinde masum bir<br />

ifade bulunan gençler stresliydi, hepsinin birleştiği tek nokta sınavda başarılı<br />

olabilmekti.<br />

Vakit öğleyi geçmişti. Beyaz şehir dolmuş durağında bekleyen iki gencin-<br />

de yüzü gülüyordu. Anlaşılan sınavları iyi geçmişti. Biraz sonra bekledikleri<br />

kişinin geldiğini gördüler. Bu Ahmet’ti, üçü de sınavdan memnundu. Akşama<br />

doğru evlerine geldiler, şimdi sıra ikinci sınavdaydı.<br />

Hamza ilçedeki amcasını ziyaret etti. Dedesi Osman Ağa ile beraber kalır-<br />

dı. Amca sormaya başladı:<br />

- Nasıl geçti Hamza sınav?<br />

- Allah’ın izniyle bu sınav tamam, şimdi sıra ikinci sınavda.<br />

Amcası Nazım gülümseyip:<br />

- Bu kadar emin olma<br />

- Görünen köy kılavuz istemez!<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

94


Amcası Nazım, otuz yaşını geçmiş, üç evlat sahibi, dünya devranına ka-<br />

pılmış, ilçedeki fabrikada çalışan, gençliğini yiğitliğe sermaye etmiş bir insan.<br />

Bir çok insanı olduğu gibi dünya onu da çırpmıştı. Evlendikten sonra ilçeye<br />

taşınmış, geçim denen zalim derde düşmüş, yüreğinde yıkılmışlığın verdiği<br />

bir ızdırapla yaşayan bir insandı.<br />

Hamza’nın dedesi Osman Ağa, Muhtar Tahir Ağa’yla ahbaptı, Hamza’nın<br />

kavgasına kadar. Şimdi bu ahbaplığa biraz gölge düşmüştü. Buna rağmen<br />

Tahir Ağa evine uğrar, hal hatır sorar, Hamza hakkında söylediği yalanlarla<br />

dedesi Osman Ağa’yı dolduruşa getirirdi. Bu kervana İmam Şefik de katılınca<br />

ihtiyar onlara inanıyordu. İlçeye geldikçe Hamza’nın dedesi Osman Ağa’ya<br />

uğrarlardı. Bu uğramalar Hamza’nın akrabaları yanındaki imajını zedeliyordu.<br />

Dede Osman Ağa erken emekliliğe hak kazanıp Almanya’dan kesin dönüş<br />

yapmıştı. Zamanın insanlarındandı o da, ailesine karşı sevimsiz, dostlarına<br />

karşı sevimli idi. Çok çekmişti zavallı Fatma kadın. Osman Ağa kalın kaşlı,<br />

uzun, iriyarı, kalın sesli, saçlarının ön kısmı dökülmüş, başkasına öğüt verip<br />

kendi yapmayan diktatör, kendi yaptığı iyiliği unutmayıp yıllar yılı anlatan,<br />

mübalağa düşkünü, cemaatle namazı terk etmiş, altmış yaşlarında bir in-<br />

sandı.<br />

Hamza on dört yaşından sonra tanımıştı dedesi Osman Ağa’yı. Osman<br />

Ağa zalimdi. Neler çekilmemişti ki elinden. Hamza bunları görür sabreder<br />

bazı kez de hatırlatır:<br />

- Yaptığın yanlıştır dede.<br />

- Sana mı kaldı eşşek oğ......<br />

Ve hır başlar, dedesi bu sebeplerden Hamza’ya ısınamamıştı, Hamza’yı<br />

hor görür, onu küçük düşürmek için ilginç derecede alçalır, sudan bahane-<br />

lerle, ağzına geleni söyler, Hamza’nın bu hakaretleri çıt çıkartmadan dinleyip<br />

cevap vermemesi onu daha çok sinirlendirirdi. Osman Ağa ölmeyecek gibi<br />

sımsıkı bağlanmıştı dünyaya, adeta dünya ile nikah kıyıp evlenmişti. Onun o<br />

hali Hamza’yı üzüyor, elinden bir şey gelmemesi çaresizliğini daha çok artırı-<br />

yordu. Amcası Nazım’la beraber yaşayan dedesinin tutumlarından dolayı na-<br />

dir gelip giderdi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

95


yim.<br />

Amca Nazım soruyordu:<br />

- Tahir ağayla neden kavga ettin?<br />

- Onlar istedi amca.<br />

- Ne işin vardı kahvede?<br />

- Bu konuyu kapatalım amca ne sen bir şey sor, ne ben bir şey söyleye-<br />

- Rüzgar eken fırtına biçermiş oğlum, dedi amca.<br />

Hamza:<br />

- Evet haklısın amca, Tahir Ağa’nın oğlu rüzgar ekti, Tahir Ağa’da bereke-<br />

tinden tatmak istedi ve fırtınayı biçtiler.<br />

Amca Nazım gülümsedi, Hamza’nın hazır cevaplarını oldu olası takdir<br />

ederdi. Safiye gelin çayları getirdi, severdi Hamza’yı, yardımını çok görmüş-<br />

tü. Daima Hamza’nın çocukluğundan bahsederdi:<br />

- Nasıl tatlıydı, hiç düşürmezdik kucağımızdan, gibi kelimeleri sarf ederdi,<br />

Safiye gelin.<br />

On beş yıldır evliydi Hamza’nın amcası Nazım’la, Allah’a saygılı, peygam-<br />

bere sevgili idi Safiye gelin, günaha girmekten korkan bir insandı. Hamza’nın<br />

gözleri, birilerini aradı, sordu:<br />

- Halam nerede?<br />

- Ekrem amcanın evinde.<br />

Halası Rabia, dedesi Osman’ın en küçük çocuğuydu, beş erkekten sonra<br />

bir de kız olmuş ismini de Rabia koymuşlardı. Son derece detaylı öğrenmişti<br />

dini bilgileri. Terbiyeli, Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız uyan, tesettürü<br />

vücuttan bir aza bilen, annesi Fatma kadının sözünden çıkmayan bir genç<br />

kızdı Rabia.<br />

Sülale onun ahlakına hayrandı, kalp kırmak, bir insanı üzmek, onun ya-<br />

pamayacağı şeylerdi. Annesi ihtiyar Fatma kadın beş çocuktan aldığı kıdemle<br />

kızına gölge olup yetiştirmişti, kocası Osman’ın Almanya’da olduğu zaman-<br />

lardı o zamanlar. Siyah saçlarını süpürge etmiş, saçları yerlere her değişinde<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

96


aka bürünmüş, siyah namına tek tel kalmamıştı. Kocasının Almanya’da yeni-<br />

den evlendiğini duymuş, umursamamıştı bile. Hep söylerdi ona:<br />

- Sen hazıra kondun, delikanlı ettim evlatlarımı göz yaşımla büyüttüm,<br />

senin onlarda hakkın yok! Şimdi gel gör ki gözleri kara bulutlara dönmüş,<br />

yağdı yağacak.<br />

Tek bir arzusu kalmıştı, bunu diline dökemiyordu, dünya gözüyle bir gü-<br />

zel seyredebilseydi hepsini bir arada, bir tabloya bakar gibi yıllar yılı seyre-<br />

debilirdi çocuklarını.<br />

O gece sabah tez oldu. Hamza dedesiyle karşılaşmak istemiyordu, isteği<br />

sabah kahvaltısında birlikteydiler. Osman Ağa kaba sesiyle:<br />

- Hoş geldin Hamza kea, dedi alaylıca. Hamza’ya kea diye hitap ederdi.<br />

Hamza iyimser:<br />

- Hoş bulduk dede, öpeyim elini.<br />

- Hamza’nın yüzüne bakmadan uzattı elini, belli ki yine kızacaktı, sözü<br />

hep uzatırdı. Gençliğini, köydeki halleri, Almanya’yı, bir bir abartılı bir şekilde<br />

anlattıktan sonra, esas konusuna giriş yaptı:<br />

- Oğlum senin derdin ne?<br />

- ..........................<br />

- Niye köyde huzursuzluk çıkartıyorsun?<br />

Hamza cevap vermeyip dinlemekle meşgul. Osman Ağa geniş göbeğine<br />

ellerini koymuş.<br />

- Senin Tahir Ağa’yla, oğluyla, şunla, bunla işin ne? Senin pisliğini ben mi<br />

temizleyeceğim, diyor, bir şeyler yapacakmış gibi konuşuyor, yağmayacağı<br />

halde bulutlar gibi gürlüyordu.<br />

Konuyu deştikçe deşti:<br />

- Terbiyesiz herif!<br />

- ..........................<br />

- Sonra o atı satacaksın, boşa yem yiyor, üç inek neyinize yetmiyor?<br />

İşte bu olmamıştı. Hamza ağzını açtı, ses tonu azarlayıcı idi:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

97


- Ne diyorsun sen dede? O atta kimin kokusu var biliyor musun? O koku-<br />

yu nasıl sevdiğimi bilmiyor musun? Fatma kadının gizliden sus demesi Ham-<br />

za’yı ayılttı. Hamza kızgın bir tavırla sofradan kalktı:<br />

- Satarım dede, satarım, fiyatı ağır, kim kardeşimi getirirse, beni ona ka-<br />

vuşturursa, atı da o alır.<br />

- Ölenle ölünmez.<br />

- Kim öldüğünü söylüyor.<br />

Konuşma tartışmaya dönüşmüş, uzayacaktı, bunu sezen Hamza gidera-<br />

yak son sözünü söyledi:<br />

- Evet dede, o atı beni kardeşime kavuşturacak gerçek sahibine verece-<br />

ğim, dedi ve ağır adımlarla evi terk etti.<br />

Ne demek istemişti, gerçek sahibi, onu kardeşine kavuşturacak, tamam<br />

tamam çözmüştü, bu Allah’tı, Mevla’yı kastediyordu, ne tuhaftı torunu Ham-<br />

za, konuşmaları bilmece gibiydi, ne kadarda düşkündü kardeşine, ölüp git-<br />

mişti, bununla hiç anlaşamayacağız galiba, diye düşüncelerini noktaladı,<br />

Osman Ağa.<br />

Vakit akşam olmak üzereydi. Güneş yeni yeni kaybolmaya başlamış, yeri-<br />

ni karanlığa terk ediyordu, milyonlarca yıldır, yaptığı şeyi yine yapıyor, sanki<br />

insanlara bir şeyler anlatıyordu. Sırf Allah’ın emri olduğu için, asırlardır aynı<br />

şeyi yapıyorum da, siz yetmiş yıllık hayatınızın belirli kesimlerinde bir ay<br />

oruç tutmuyor, günde beş vakit namaz kılmıyorsunuz, diyordu Güneş:<br />

- Acırım halinize, birbirinize kötülük etmekle meşgulsünüz. Kayboluşumun<br />

güzel olduğunu, doğuşumun büyüleyici olduğunu söyler durursunuz. Oysa<br />

sizin ömrünüzden bir gün daha kayboluyor, öylesine eminsiniz ki; kaybol-<br />

duktan sonra yeniden doğacağıma, ya bir gün, doğmayı, sizin Allah’ı unut-<br />

tuğunuz gibi unutursam o zaman ne olur haliniz? Ya bir gün yanılır da yak-<br />

laşırsam, nereye kaçacaksınız? Bunlar yakındır, yıllar ihtiyarlattı beni. Nicele-<br />

rinin halini gördüm, sizden bir yüzyıl önce yaşayanların hiç biri yok şimdi, bir<br />

yüzyıl sonrada siz olmayacaksınız. Niceleri toprak oldu, niceleri mükafatlan-<br />

dırıldı. Sonuçta hiçbiri yok şimdi, onlar gibi sizde yok olmaya mahkumsunuz,<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

98


unları bile bile gaflete devam ediyorsunuz, acırım halinize acırım. Bana ba-<br />

kan gözler toprak oldu, sizin de olacağınız gibi...<br />

Az sonra Hamza’nın manalı bakışları altında, Güneş ışıklarını yeryüzünden<br />

çekti, bu manzara Hamza’yı düşüncelere boğmuştu:<br />

- Senin gibi bir nimetin hakkı ödenebilir mi, sadece sen mi? Saymakla<br />

bitmez sırtımızda taş taşısak ömrümüz boyunca, ne acıdır ödeyemeyiz. Ne<br />

kadar da acı bu denli aciz olmak. Gel gör ki insan oğlu hala gururlu, kibirli,<br />

övünmek senin neyine, ya da neyinle övüneceksin, güzelliğinle mi? Bin bir<br />

çeşit renge bürünmüş kuşları nereye koyacaksın? O güzelliğe küçük bir sivil-<br />

ce gölge düşürünce ne yapacaksın? Ya da gücünle mi? Yo bu sefer ayıyı ne<br />

yapacaksın, kalafatınla mı? Fili ne yapacaksın? Şehvetinle mi? Bir serçe kuşu<br />

senden kat kat üstün, cesaretinle mi? Aslanları nereye koyacaksın, aklınla<br />

mı? Zor şartlarda karnını zorluklarla doyuran her hayvanın ayrı ayrı hünerle-<br />

rini hiçe mi sayacaksın? Bütün bilim adamları birleşse, bir ineğin verdiği sü-<br />

tü, yumurtayı, arının balını yapabilirler mi? Her hayvan kendi başına benzer-<br />

siz bir fabrika dersek yanılır mıyız?<br />

Mırıldandı:<br />

- Ey! Nefsim sen titre, kendine bak, kendini gör, kendini bil, kendini anla,<br />

kendini tecessüs et, ancak nefsine müfettiş, nefsi emmarene murakıp ol!<br />

Yunus Emre’nin hızlı adımlarla evin damına çıkan basamaklara yaklaştığı<br />

görüldü.<br />

- Abi. Abi.<br />

Basamaklardan iner ayak:<br />

- Yunus’u kaşağıladın mı?<br />

- Evet abi. Beni nasıl yalıyor bir görsen.<br />

Hamza gülümseyip:<br />

- İştahlı desene.<br />

- Ceplerime dilini götürüyor.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

99


Yine Yunus, yine Yunus ve çocukluk yılları. İkisi de ceplerinde atlarına<br />

vermek için arpa ile şeker gezdirirlerdi. O günlerden bu yana siyah atta alış-<br />

kanlık olmuştu. Dilini ceplere götürürdü.<br />

Az sonra odada kaşık sesinden başka bir ses yoktu. Yunus Emre sofradan<br />

erken kalkınca anne, anneliğini gösterdi.<br />

- Oğlum yemeğini yesene.<br />

Yunus Emre bakışlarını abisine yöneltti:<br />

- Abi bugün annem bana bir şey öğretti, şimdi de öğrettiği şeyi yapma-<br />

mamı istiyor, dedi ve ellerini yıkamak için lavaboya gitti.<br />

Anneye unutkanlık musallat olmuştu, çoğu kere sakladıklarını bulamıyor-<br />

du. Yunus Emre apar topar odaya geldi. Hamza sordu:<br />

- Söyle Yunus Emre, annem sana ne öğretti?<br />

- Hadis abi. Hadis.<br />

- Nedir, söyle bizde bilelim.<br />

Yunus Emre iştahlı:<br />

- Peygamber efendimiz (s.a.v.) az yemek yermiş, “Midenizin üçte birini<br />

yemekle, üçte birini suyla, üçte birini de boş bırakın" demiş, bundan sonra<br />

ben de hep böyle yapacağım.<br />

Hamza Yunus Emre’nin sırtını okşadı:<br />

- Bilgili ve kabiliyetli olup, beni ve babamı geçeceksin, tamam mı koçum?<br />

- Tamam abi.<br />

Hasan Usta çocuklarının konuşmalarını dinledi, Yunus Emre etkilemişti<br />

babayı:<br />

- Aferin oğlum, dedi Hasan Usta.<br />

Çocuklarının boğazından haram bir lokma geçmemiş, yıllar yılı helal para<br />

diye didinmiş, geceyi gündüze katmış; her zaman onurlu, başı dik, o başı<br />

eğmemiş Allah’tan gayrisine; yüzünde nur yumak yumak, yaşı kırk bir, siyah<br />

sakalına yeni yeni aklar düşmüş; onu sevmeyen bir Allah kulu yok, ahlakı<br />

büyük, imrenilecek kadar güzel imanı; sırf Allah’ı tanımak için kütüphane do-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

100


lusu kitap edinmiş; sabırlı, sebatlı, kalbi hüzünlü; peygamberim az gülerdi<br />

diye az gülen, "Allah hüzünlü kalbi sever " diye kalbini hüzünlendiren, iki ev-<br />

lat sahibi bir baba.<br />

Hep korkmuş, çocuklarım Allah’ı tanımaz diye, ona kul olmaz diye, üzerle-<br />

rine peygamberlerini tanısın diye titremiş ve yıllar yılı çocuklarına bir hadis<br />

öğretmeyi kendine babalık borcu bilmiş ve öğretmişti.<br />

Allah emeğinin karşılığını fazlasıyla vermiş, büyük oğlu Hamza, bilgisiyle<br />

kendisini çoktan geçmiş, İslam’a olan sevdasıyla, namaza olan kayıtsız tes-<br />

limiyetiyle Hasan Usta’yı sevindiriyordu. Bu sevinç bulutlara dönüşüyor, öy-<br />

lesine bir yağmur damlaları akıtıyordu ki bir damlası ovalara yetiyordu, şük-<br />

retmenin bereketini, adım adım hissediyordu. Küçük oğlu Yunus Emre’nin üç<br />

elden yetişmesi onu daha çok sevindiriyordu. Gurbetçi idi Hasan Usta, İs-<br />

tanbul’u mesken etmiş köşelerde kalan helal ekmeği topluyordu. İşleri ne<br />

kadar kötü olsa da, o hep iyi der, inşaatlarda boya badana yapardı, asla ha-<br />

linden şikayetçi olmazdı. Hep derdi oğlu Hamza’ya:<br />

- Oğlum emir alan değil, emir veren olacaksan oku!.<br />

Hamza için babası bulunmaz bir mücevherdi, babasıyla övünür, gurur du-<br />

yardı. Yine o öğretmişti. "Babaya itaatin Allah’a itaat olduğunu." Bunu bilir,<br />

bunu yaşar asla gocunmazdı.<br />

Nihayet mart ve nisan ayları, birbirini kovalayıp, bir sene sonra görüşmek<br />

üzere insanlarla vedalaştılar. Mayıs, Hacı Paşa köyünde başka olurdu, şirin<br />

köy daha da şirinleşir, genç kuşlar ses yarışması yapar, toprak kendisini sak-<br />

lar, hayvanlarsa toprağı bulmak için, insan oğluna yardımda bulunarak, ka-<br />

rınlarını doyurur, şirin köyde bahar tüm haşmetini sergilerdi. Yeşillik dört bir<br />

yanı sarmış cenneti görmeyen baharda gurur bol, gecelerinde ahenk, yağ-<br />

murlar tıpkı insanoğlunun gönlü gibi.<br />

Her yer karış karış, yaratanın imzasıyla dolu, ağaçların başı rükuda, isyan<br />

yok, günah yok. Tıpkı hayal gibi, masal gibi mavi semalarla uyum sağlamış<br />

bulutlar.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

101


Şimdiden bir korku başlamış baharda, eylülün apansız gelme korkusu, in-<br />

sanların imanı gibi hazana uğramaktan ne kadar çok korksa da biliyor bir<br />

gün korkularının gerçekleşeceğini.<br />

- Anne sana ıhlamur getirdim.<br />

Anne elindeki leğeni musluğun altına koydu:<br />

- Nerden buldun oğul?<br />

- Bağımızdan topladım anne.<br />

- Sana yazık değil mi oğlum şu sıcakta?<br />

- Yürüyerek gitmedim, abimle beraberdik anne.<br />

- Abin nerde?<br />

- Şimdi gelir.<br />

Biraz sonra Hamza’da geldi. Anne moralsiz:<br />

- Baban haftaya gidiyor.<br />

- Ben de gitmeyi düşünüyorum.<br />

- Götürmez oğul.<br />

- Neden?<br />

- Derslerine çalışmayacak mısın?<br />

- Orada da çalışırım.<br />

- Bilmem oğul baban öyle diyorsa öyle olsun.<br />

- Ne diyelim anne başka sefere.<br />

- Hazırlık yapıyor.<br />

- Erken değil mi?<br />

-İstanbul için değil, yarın veya ertesi gün arkadaşı gelecekmiş.<br />

- Hangisi?<br />

- Tanımazmışız.<br />

- Çoluk çocuk hepsi gelecekmiş, dedi anne son olarak.<br />

Hamza yine üniversite için kağıdın ve kalemin buluştuğu masanın başına<br />

geçip çalışmaya koyuldu. Yakında ÖSS sınavının sonuçları gelir, puanını öğ-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

102


enir yine yoğun bir koşuşturma başlar. Artık sıkılmaya başlamıştı, bildiği<br />

konuları karıştırdığı oluyordu. Bunun için çalışma vakitlerini daha titiz düzen-<br />

leyip kendini adapte ediyordu. Özellikle sınava gireceği saatte çalışmayı sa-<br />

bitliyor, yatmadan önce ve sabah namazından sonra ki vakitlere de çalışma<br />

koymuştu. Planlı ve metotluydu. Okul arkadaşı Ahmet’le kendini ölçmesinin<br />

zamanı gelmişti, dershane eğitimi alan Ahmet’le kendi seviyesini ölçüp ara-<br />

daki farkı öğrenip bunun için de tedbir alması gerekiyordu.<br />

Ertesi gün Ahmet’le ilçede buluştular, tatlı muhabbetlerden birini yapıyor-<br />

lardı, her zaman olduğu gibi sınav konusu gelip çatmıştı. Birbirlerine soru<br />

soruyor kapasitelerini ölçüyorlardı. Az sonra Ahmet’in annesi Cennet kadın<br />

çay getirdi. Ahmet vitrinden iki dergi çıkartarak birini Hamza’ya verdi, önce<br />

Ahmet sonrada Hamza, çalışma yaparak soruları çözümlediler. İki saat gibi<br />

bir aradan sonra Ahmet hayret içindeydi, kendisi iki yıldır dershaneye gidi-<br />

yordu, dershanede sıralamaya girdiği halde, Hamza kendisini geçmişti. Yet-<br />

miş soru çözmüşler, Ahmet üç yanlış yapmış, Hamza ise yetmişte yetmiş çö-<br />

züp Ahmet’ten daha kısa sürede bitirmişti. Elindeki kalemi bırakıp Hamza’ya<br />

baktı:<br />

- Tebrik ederim Hamza.<br />

Hamza mütevazı bir şekilde:<br />

- Neyi ve niçin?<br />

- Allah emeğinin karşılığını fazlasıyla veriyor.<br />

- .......................<br />

- Onca zaman dershaneye giden, öğretmenlerin gözdesi olan benden da-<br />

ha iyisin, helal olsun.<br />

- İyi olan Allah’tır, O bana zihin açıklığı ve çalışma arzusu verdiği için ben<br />

de gecemi gündüzüme katıp çalışıyorum.<br />

Ahmet Hamza’yı bir daha süzdü:<br />

- O kadar iyisin ki senin gibi bir arkadaşım olduğu için mutluyum.<br />

Hamza gülümsedi, hala mütevazı:<br />

- Nereden çıktı şimdi bu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

103


Ahmet Hamza’ya hayran hayran baktı:<br />

- Bak işte; övülmeyi sevmiyorsun, Allah sana kuvvet vermiş, aklını alma-<br />

mış, başarı vermiş, alçak gönüllülüğünü almamış, hiç bir şeyi gözünde bü-<br />

yütmüyorsun. Dilerim ki hep böyle kalırsın Hamza!.<br />

- Bırak, geç bunları, dedi ve saatine baktı, ayağa kalktı:<br />

- Geç oldu artık gitmem gerek.<br />

- Burada kalsan.<br />

- Hayır, hayır olmaz<br />

- Kal işte annem de sevinir.<br />

- İnşallah başka zaman Ahmet, yarın babamın misafirleri gelecek.<br />

Ahmet Hamza’yı köy dolmuşunun olduğu yere kadar uğurladı. Hareket<br />

eden dolmuşun arkasından düşünceli bakıyordu Ahmet. Hamza’ya hayranlığı<br />

bir kat daha artmıştı. Bu artış her karşılaşmasında olurdu. Hamza’yı kardeşi<br />

gibi severdi. Yok yoktu Hamza’da. Dürüst, mert, yiğit, her şeyde Allah’ın rı-<br />

zasını arayan, emsali az bulunan, çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Ahmet ile<br />

Hamza arasındaki tek fark, ben diyordu Ahmet; istersem bir şeyleri kendim<br />

için, o ise; sırf Allah’ın rızası için istiyordu. Nasıl olurda bu kadar başarılı ola-<br />

bilir sorusunun cevabı hazırdı. O bir yerlere gelmeyi, geçim için değil, Al-<br />

lah’ın hükmünü geçerli kılmak için istiyordu. Bense diye düşündü Ahmet; ün<br />

alayım, kendimi kurtarayım, bol param olsun için istiyorum. Aramızdaki fark<br />

bu! Bir an için kendisinden utandı, ağır ve düşünce yüklü adımlarla evinin<br />

yoluna koyuldu.<br />

Ertesi günü zor etmişti Hasan Usta, heyecanla arkadaşını bekliyordu, tüm<br />

hazırlıkları yapmış, tek nereye gideceklerine karar vermemişlerdi. Öğleye<br />

yakın bir zamana kadar evde durur sonra da Ayazma’ya gideriz, düşünce-<br />

sinde sabit kaldılar. Gözlerine oğlu Hamza’yı arattı:<br />

- Hamza, Hamza!.<br />

Hamza, evin ön kısmındaki dut ağacının altında atını kaşağılamakla meş-<br />

gul olurken çağrıldığını duyunca hemen koşar adımlarla geldi:<br />

- Buyur baba.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

104


-Bir yerlere kaybolma, bugün misafirlerim gelecek, bize yardımcı olursun.<br />

- Saat kaç gibi gelirler?<br />

- İşin mi var?<br />

- Evet baba, kale köyündeki arkadaşıma söz verdim, yanına uğramam ge-<br />

rekiyor.<br />

- Git, yalnız fazla gecikme, iki saate kadar gel!<br />

- Peki baba, diyen Hamza atına yöneldi.<br />

Gece kadar siyah at Yunus, hala hırçınlığını kaybetmemiş, görenleri im-<br />

rendiriyor, şaha yükselişi:<br />

- Keşke, benimde böyle bir atım olsa, dedirtiyor görenlere.<br />

Hele Hamza bir başka yakışıyordu siyah ata, sanki onunla tek vücut ol-<br />

muşlardı. Ne zaman attan bahis açılsa Hamza anılırdı, O atıyla anılır olmuş-<br />

tu. Hamza’dan başka, bir Allah’ın kulu binmeyi becerememişti Yunus’a. Rüz-<br />

gar gibi hızlı, gece gibi siyah, heybeti ve uzun bacaklarıyla, tablolardaki at<br />

resimlerini andırıyordu.<br />

- Deh Yunus, hadi bakalım oğlum.<br />

Siyah at toprağı ayaklarıyla karıştırdı ve sahibinin belirlediği istikamette<br />

ilerledi, armut ağaçlarının geniş gölgesine geldikçe serinliyordu. Biraz sonra<br />

geniş iskan alanıyla kale köyü göründü. Bu köye gidişten çok dönüşte zorla-<br />

nılıyordu, yolu yüksek bir yokuştan geçiyordu. Çeşme, uzun kavak ağaçları<br />

ve birkaç kerpiç ev vardı köyün girişinde. Az sonra yol kenarındaki oyun oy-<br />

nayan çocuğu tanıdı:<br />

- Şşit, koçum buraya bak!.<br />

Çocuk kirli yüzünü Hamza’ya çevirip:<br />

- Hamza abi!.<br />

Koşar adımlarla yanına geldi:<br />

- Hamza abi beni de atına bindirir misin?<br />

- Halil amcan evde mi?<br />

- Evet abi...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

105


Harun henüz sekiz yaşında bir çocuktu, kollarını ata binmek için uzatıyor,<br />

Hamza’nın onu yanına alması için büyük çaba sarf ediyordu. Nihayet isteği<br />

oldu. Çocuğun yüzünde görülmeğe değer bir sevinç vardı. Atın uzun yelele-<br />

rini sımsıkı kavramış, çevresine gülücükler saçıyordu, az sonra eve geldiler.<br />

Harun’u yavaşça attan indirdi:<br />

- Hadi bakalım amcanı beklediğimi söyle.<br />

- Olur abi, dedi ve hızla betondan yapılmış basamakları geçtikten sonra<br />

soluğu amcasının yanında aldı:<br />

- Halil amca!.<br />

- Ne var ne bu telaşın?<br />

- Hamza abi seni bekliyor, dışarıda.<br />

Halil’de beklediğine kavuşan insanlardaki mutluluk vardı. Hamza’yı her-<br />

kesten farklı bulur, onun yanında bulunmaktan onunla yaptığı sohbetten,<br />

ayrı bir haz alırdı.<br />

- Yunus’a maşallah iyi bakmışsın, kaç kilo arpa yedirdin, kış boyu.<br />

- İnekler ne yedi ise buna da onu yedirdim.<br />

Halil:<br />

- Eee nasılsın?<br />

- Elhamdülillah, seni sormalı.<br />

- Eve çıkalım, orda hasbıhal edelim.<br />

Evin önündeki söğüt ağaçlarının gölgesindeki oturakları gören Hamza:<br />

- Evden ziyade şuraya geçelim.<br />

- Peki.<br />

- Yeni icatlarından biri mi?<br />

- Anam için yaptım, ihtiyar şu sıcaklarda evde bunalıyor.<br />

- İyi yapmışsın.<br />

Az sonra sohbeti koyulaştırdılar. Halil; iri gözlü, sevecen, misafirperver,<br />

cömert, kalafatlı, dünyayla barışık, Hamza’ya hayran bir insan, kumral saçla-<br />

rına iri ellerini yaklaştırdı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

106


- Bak şu saçlara arkadaş, aklar düştü, dedi biraz da deli dolu olan Halil.<br />

- Nedendir?<br />

- Ah, ah... bir bilsen bana hak verirsin.<br />

- Eğer ırmak kenarına çeşme yapmak gibi bir niyetin varsa hiç söyleme?<br />

Halil yüzündeki tebessümü sakladı:<br />

- Benim gibi birinin derdi ne olabilir?<br />

- Çeşit çeşit dert var, dedi ve gülümsedi Hamza.<br />

- Beni ciddiye alırsan anlatacağım.<br />

- Ben seni ne zaman ciddiye almadım ki, şimdi ciddiye almayayım.<br />

Halil kalın sesiyle:<br />

-Şu dil varya, şu dil!.<br />

- Ne olmuş o dile?<br />

Hamza Halil’in anlatmak istediğini, sezmişti. Halil:<br />

- İş bildiğin gibi değil.<br />

- Anlat dedim hala uzatıyorsun.<br />

Halil önce başını salladı, derin bir nefes aldı:<br />

- Sigaran var mı?<br />

- Evet.<br />

Hışımla sigarasını yakan Halil:<br />

- Bana kızar mısın bilmiyorum.<br />

- Anlat da, bakalım.<br />

Halil sıkıla sıkıla konuşabildi:<br />

- Ben kızın birine aşığım, kaç gündür kendi kendimi yiyip bitirmekteyim,<br />

halim perişan, uykularım kaçtı.<br />

Hamza Halil’in sözü bitmeden:<br />

- Ondan kolay ne var dedi, dünür gönder.<br />

- Sana göre kolay, dünür gönder demesi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

107


- Allah rızka kefildir ve böyle hayırlı işlerde kuluna yardım eder.<br />

- Eder eder de bu kız kim biliyor musun?<br />

- Tanır mıyım?<br />

- İyi tanırsın.<br />

Hamza ciddiyet içinde:<br />

- Yanılıyor olmalısın, ben hiç bir kızı iyi tanımam.<br />

- Ailesini tanırsın.<br />

Hamza merak etti:<br />

- Bizim köyden mi?<br />

- Evet, sizin köyden.<br />

Gülümseyen Hamza sordu:<br />

- Nasıl gördün, nerede karşılaştın?<br />

- Hikayesi biraz uzun.<br />

- Hikayesini geç, kim bu?<br />

- ............................<br />

Halil zorlanıyordu söylemeye, başka biri olsa pat diye söylerdi, ama bu<br />

Hamza idi, onun ayrı bir yeri vardı Halil’de. Hamza devam etti:<br />

- Eğer ciddiysen, bana söyle yardımcı olmaya çalışırım, yok zamane sev-<br />

daları gibiyse bana sakın söyleme, sana kızarım, hatta daha da ileri giderim.<br />

Bilirdi, Hamza’nın konulardaki hassasiyetini, hiçbir kızla oyun oynanması-<br />

nı, gönül eğlendirilmesini istemezdi. Görürse böyle şeyler engel olmaya çalı-<br />

şırdı, Halil Hamza’yı bu sebeplerden dolayı daha çok severdi. Dili:<br />

medi.<br />

- O denize atlasa bende atlarım diyebiliyordu, riyasız bir şekilde.<br />

Biraz düşündü. Kararsızlaştı ya kızarsa… İmamın ortanca kızı Büşra diye-<br />

- Selamün aleyküm.<br />

Bu selam ikisini de ayılttı:<br />

-Ve alayküm selam.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

108


Bu İbrahim idi, bitişik kaşlarıyla, gülümseyerek yanlarına geldi:<br />

- Hani oğlum, hani çay nerde, diyen İbrahim’in Halil’le samimiyeti son<br />

haddindeydi. Hamza’ya hoşgeldin dedikten sonra Halil’e hitaben şakayla ka-<br />

rışık:<br />

- Hadi pis, git çayımızı getir, Hacı Paşa’dan misafirin gelmiş, yürü.<br />

Halil:<br />

- İyi geldin, bu tesadüf çok iyi oldu.<br />

İbrahim’e Hamza’yı övmekle bitiremeyen Halil, Hamza’yı çok anlatmıştı.<br />

Yerinden kalktı, ikisine de bir şey demeden, masayla iki sandalye kaptığı gibi<br />

geldi. Hamza ile İbrahim Halil’i anlamak için bakışlarındaki dikkati çoğaltmış-<br />

lardı. Halil kalın dudaklarının arasından İbrahim’e hitaben:<br />

- Al sana rakip.<br />

- Ne rakibi lan.<br />

- Bilek güreşi, dedi Hamza’yı gösterip:<br />

- Bileğini yık, sonra benden ne istersen iste. İbrahim, Hamza’yı ince ince<br />

süzdükten sonra:<br />

- İstersen sonra da yaparız.<br />

Hamza:<br />

- Nerden çıkardın şimdi bunu Halil?<br />

Halil neşesinden İbrahim’i gösterip:<br />

- Şunun havasını indir, koca köyde bir Allah’ın kulu bileğini yıkamadı.<br />

Hamza gülümsedi İbrahim’e:<br />

- Öyle mi İbrahim, dedi.<br />

İbrahim’in ses tonunda kibir yok:<br />

- Şu yaşıma geldim, lisede olsun, köyde olsun, henüz bileklerimden kuv-<br />

vetlisine rastlamadım, dedi.<br />

İbrahim; efendi, delidolu, kimseye zararı olmayan kimseydi. Halil’in eline<br />

büyük bir fırsat düşmüş gibi:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

109


- Hadi bakalım, oturun şu sandalyelere, çayda gelmek üzeredir. Ham-<br />

za’nın kararsız tavırları İbrahim’e moral verdi, bir an kendini formda hissetti.<br />

Yerinden kalkıp sandalyeye oturdu, kalası andıran kollarını masaya koydu:<br />

- Gel! Hamza gel! Halil seni, bana çok övdü, hadi güreştirelim bilekleri.<br />

- Ne geçecek elimize? Neyi, kime ispatlayacağız, dedi Hamza.<br />

İştahla masaya bakan Halil:<br />

- Bizi öyle yerlere sermek değil, İbrahim dedi.<br />

İbrahim tatlı bir utangaçlık içinde:<br />

- Gel yav...<br />

Hamza:<br />

- Hadi bakalım, bu kadar ısrar ettiniz bari sizi kırmayayım, dedi ve masa-<br />

daki kalas gibi kolun yanına, o koldan pek farkı olmayan kolunu uzattı. Az<br />

sonra eller birbirine kenetlenmiş, Halil’in başla demesini bekliyordu:<br />

- Göreyim Hamza seni! Yüzümü kara çıkartma.<br />

Halil rahat tavırlarıyla sordu:<br />

- Hazır mısınız?<br />

Ve başlattı. Bir kaç saniye sonra, İbrahim’in kolundaki damarlar apaçık<br />

seçiliyor, adeta fırlayacakmış gibi duruyordu. Yüzü, zorlandığından olsa ge-<br />

rek kızarmış, gözleri öne çıkmış, patlayacakmış gibiydi. Halil bir de Hamza’ya<br />

baktı, onda hiç bir değişiklik yok, hatta gülümsüyor, sanki İbrahim’le oyun<br />

oynuyor. İbrahim tamamen açmış olduğu gözlerini Hamza’nın bileklerine gö-<br />

türdü, Hamza’nın bileğinin kendisininkinden kalın olduğunu gördü. Zorlana-<br />

rak:<br />

- Sen beni yıkarsın, demeye kalmadı, İbrahim’in elinin masaya yapıştığı<br />

görüldü.<br />

Halil, tuttuğu takım gol atmış gibi sevinçliydi:<br />

- Gördün mü?<br />

-Ben sana ne dedim, diyordu Halil. İbrahim neşesini kaybetmemiş:<br />

- Çok güçlüsün Hamza.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

110


Hamza hala mütevazılığın şanını sergiliyor:<br />

- Allah vergisi ve unutma ki güçlü olan sadece, ama sadece Allah’tır. İb-<br />

rahim beş saniye bile sürmeyen güreşte rakibinin gücünü anlamıştı:<br />

- Senin bileklerini kimse yıkamaz.<br />

- Boş verin, bu konuyu kapatalım.<br />

İbrahim:<br />

- İlk defa birine yıkılıyorum.<br />

- Niçin bu kadar önemsiyorsun? Önemsemene gerek yok.<br />

- Ben önemserim, diyerek elindeki çay takımıyla geldi Halil.<br />

Az sonra çaylar içilmiş, karşılarında duran siyah ata bakıyorlar, atla ilgili<br />

yorum yapıyorlardı.<br />

İbrahim:<br />

- Müsaade ette şuna bineyim, Hamza be!.<br />

Halil:<br />

- Yanına yaklaşabilirsen bin.<br />

İbrahim Halil’in sözlerine pek itibar etmezdi. Hamza’ya baktı. Hamza da<br />

Halil’i tasdikliyordu:<br />

- Evet öyle, dedi.<br />

İbrahim, insan iç güdüsünün daima yaptığı, inanmama duygusuna kapıla-<br />

rak ata ağır adımlarla yaklaştı, kaldırdığı ayağı yere değmeden atın<br />

huysuzluluğu onu durdurdu. Sordu:<br />

- Bir şey yapar mı Hamza?<br />

- Yaparsa emin ol ki hiç iyi şey yapmaz.<br />

Halil sinsi sinsi gülerek, yine şakalarından birini yapmak istiyor:<br />

- Çok akıllı hayvan, yaklaş da bin, hiçbir şeycik yapmaz.<br />

İbrahim Halil’deki sinsi gülüşü fark etmiş:<br />

- Sana inanmam oğlum.<br />

Bir yandan gülen Halil:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

111


- Yaklaş yaklaş.<br />

İbrahim son bir adım attı ki, siyah at şaha kalktı, atın henüz ayakları<br />

değmeden İbrahim başladığı yere döndü. Halil’deki mutluluk meyvesini gü-<br />

lümsemeyle veriyordu:<br />

- Sana demedik mi oğlum, ya gözüne çifte vursaydı?<br />

İbrahim’in Hamza’ya soracağı çok şey vardı:<br />

- Bunu nasıl alıştırdın?<br />

Hamza ayağa kalktı, atın yanına gitti:<br />

- O konu başka. Şimdi gitmem lazım.<br />

- Bunun için mi geldin?<br />

- Bir iki saat için gelmiştim, vakit nerdeyse öğle olacak.<br />

- Yemek yiyelim.<br />

Biraz sonra vedalaşmışlar, Hamza’nın gidişine bakıyorlardı. Halil’in kalın<br />

dudakları:<br />

- Müthiş bir insan.<br />

- Evet, diye tasdikledi İbrahim.<br />

Halil derdini söyleyememişti halinden memnun değil:<br />

- Onun dostu, yardımcısı Allah.<br />

- ............................<br />

- Ya bizimkisi...<br />

İkisi de sustu, son olarak İbrahim:<br />

- Allah böylelerine versin, gücü, kudreti, nasılda mütevazı, benimle bilek<br />

güreşi yaptı, sanki onu ben yıktım.<br />

- İşte Allah... Gücü, kudreti veriyor ya koçum.<br />

Zaman, ne kadar acımasızdı, önünde durulmaz, set kurulmaz, biriktirile-<br />

mez, elle gösterilemez, asla ama asla geçilemez bir şeydi. Sadece eserleri<br />

kalır, bunu da gaflete dalmış faniler binde bir fark eder, onu da yapmacık bir<br />

şaşırmayla gösterirlerdi:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

112


- Aaa ne kadar değişmişsin!<br />

- İhtiyarlamışsın... ve gülüşler, zaman yine törpülüyor ömürleri, yüzlerde<br />

çizgi çizgi beliriyor, saçları ağartıyor, aklara bürünmeyeninkini de, yerinden<br />

söküp alıyor, aynen Hasan ustanınki gibi...<br />

Yaklaşık beş yıldır görmediği Arkadaşı Salih Efendi ailesiyle gelmişti. Öğle<br />

yakınına dek evde, sonrasında ise; söğüt ağaçlarının çevrelediği suyu soğuk<br />

ve tatlı bir çeşmenin bulunduğu Ayazma ismini verdikleri, Ardıçlı dağının ku-<br />

zey eteğinin bitiminde hasret gideriyorlardı.<br />

Salih Efendi, saçları, karları erimeye yüz tutan dağlar gibi kırlaşmış, yü-<br />

zünde iz iz çizgiler, yorgun gözlerle Hasan Usta’ya bakıyor:<br />

- Sakal bıraktın ha!<br />

- Daha önce kısaydı, biraz uzattım, dedi Mevla aşığı Hasan Usta.<br />

- Saçları yoldurmuşsun.<br />

Dökülmüştü Hasan Usta’nın siyah saçları, yaradana her yakarışında bir tel<br />

saçının kendisine veda ettiğini bilirdi:<br />

- Sen de aklara büründürmüşsün.<br />

- Neydi o günler.<br />

- ..............................<br />

- Ne de iştahlıydık, dağ taş demezdik, gençtik, güçlüydük.<br />

- ..............................<br />

- Şimdi gel gör ki bizim çocuklarımız askere gidecek, ne acı değil mi?<br />

- Hem de nasıl, sahi senin oğlan nerede?<br />

- Birazdan gelir.<br />

- Nasıl iyi yetiştirdin İnşallah.<br />

Özenle evladını yetiştirmiş olan Hasan Usta:<br />

- Benden iyi olduğu kesin, dedi.<br />

- Deme yav!.<br />

- Senin ki nerede?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

113


Az ilerdeki kızını ve küçük oğlu Mevlüt’ü gösterip:<br />

- Büyük oğlanın okulla ilgili bir takım işleri vardı onu getiremedik, yalnız<br />

kızla küçüğü bizimle getirdik, dedi ve gülümsedi. Hasan Usta Salih Efendi’nin<br />

eşi Sevim hanıma hitaben:<br />

- Nasıl yenge beğendiniz mi buraları?<br />

Sevim hanımın tavırları erincekti:<br />

- Şehir bunaltıyor insanı, sizin buraların havası, suyu her şeyi tatlı, taze<br />

dedi. Pişmandı İslam’ı yaşayamadığı için, başörtüsünü huy edinmediği için,<br />

kocası ne kadar ısrar etse de pek kulak asmamıştı. Nihayetinde bende Müs-<br />

lüman’ım diyordu. Üzgündü, yüreğinde şeytana yenilmenin verdiği acı vardı.<br />

Faydasız ki güzel kızı Eylül de kendisi gibiydi. Köyden komşu kızı Züleyha’yı<br />

da Eylül’e arkadaş olması için getirmişlerdi. Züleyha Eylül’e köyden bahsedi-<br />

yordu, yaşamın nasıl elemli olduğundan, çalışmanın zorluğunu, şehir kızları-<br />

nın kendilerinden rahat bir hayat sürdüklerini bir bir anlatıyordu, tatlı kız<br />

Züleyha yeni tanıdığı Eylül’ün güzelliğini kıskanmıştı, anlattığı şehir hayatını,<br />

kumral saçlarını iş olsun babından kapattığı yazmanın altına itekleyip sordu:<br />

- Sen okuyor musun Eylül?<br />

Eylül narin ve tatlı bir ses tonuyla:<br />

- Evet, hemşirelik okulunda.<br />

- Ebe mi olacaksın?<br />

- Evet.<br />

- Bizim köyde ebe yok, buraya gelir misin?<br />

Eylül riyasız bakışlarını Züleyha’ya yöneltti:<br />

- Sizin sağlık ocağınız var mı?<br />

- Ebe evi mi?<br />

Eylül gülümsedi:<br />

- Evet ebe evi.<br />

- Okulun orda var.<br />

- Boş mu?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

114


- Uzun zamandır boş.<br />

- Ben gelemem.<br />

- Sen büyük şehirlerde çalışacaksın, öyle mi?<br />

- Evet.<br />

- Şehirlerde avratlar çalışmazmış.<br />

Eylül gülümsedi, sıkılmıştı, konuyu değiştirmek için:<br />

- Dantelinde güzelmiş, dedi.<br />

Zavallı Züleyha emek vermiş, göz nuru dökmüş, bir bir işlemişti o kadar<br />

çok çalışmasına rağmen. Sabahın erken saatinde, inekleri bir bir sağar, son-<br />

rada sabah kahvaltısını yetiştirir, o da yetmez gibi bostan çapalamaya gider,<br />

akşama ise yorgun argın eve döner, evin işleriyle uğraşır annesine yardım<br />

ederdi. Tüm günü koşuşturmayla geçen Züleyha’nın Eylül’le arasında çok<br />

fark vardı:<br />

- Sahi güzel mi?<br />

- Tabi güzel.<br />

- Evde daha çok var bunu sana vereyim, dedi cömert Züleyha.<br />

- Teşekkür ederim.<br />

Aldı siyah saçlarının üstüne bıraktı.<br />

Züleyha:<br />

- Sana yakışıyor.<br />

- Ben bilmem ki bağlamasını, dedi.<br />

Sanki güzelliğin tamamını almıştı Eylül.<br />

- Dur ben bağlarım.<br />

Eylül başını, Züleyha’ya yaklaştırdı.<br />

Züleyha sordu:<br />

- Hiç mi bağlamadın?<br />

- Öylesine, aynanın karşısına geçip bağlar gibi yapardım onu da hiç kim-<br />

seler görmez, bilmezdi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

115


Başörtüsünü gerektiği gibi Eylül’ün başına bağlayan Züleyha:<br />

- Daha çok güzelleştin.<br />

İki kızı da ayılttı uzaktan çağrılma sesi:<br />

- Kızlar, kızlar!.<br />

Sesin geldiği yöne baktılar. Züleyha okşayıcı sesiyle:<br />

- Annen mi?<br />

- Evet gidelim, dedi Eylül.<br />

Ses devam etti:<br />

- Gelin buraya iş var.<br />

- Tamam geliyoruz.<br />

İki kızda tatlı sohbete devam ederek geldiler.<br />

Salih efendi:<br />

- Bizim kıza bak, başörtüsü bağlamış.<br />

- Aferin yeğenim, dedi Hasan usta.<br />

Eylül utangaçlığı rahatça seziliyordu, ne de olsa dağ başı deyip utangaçlı-<br />

ğı üstünden atmaya çalışıyordu.<br />

Nurcan kadın:<br />

- Aferin kızım, seni oğluma alırım, gelin kızım olursun.<br />

Ortama tebessümler hakim olmuştu, Eylül’ün yüzüne konan pembe renk<br />

herkesi güldürmüş, Eylül’ü ise düşündürmüştü, bakışları Züleyha’dan açık-<br />

lama istiyordu. İstediği oldu.<br />

- Hamza abiyi biliyor musun sen?<br />

- Nereden bileyim, o kim?<br />

- Hasan amcanın oğlu.<br />

- Kaç yaşında?<br />

Bu ara ellerindeki tencere ve bardaklarla çeşmenin yanına gelmişlerdi.<br />

Züleyha geciktirmeden Eylül’ün sorusuna cevap bulmaya çalışıyordu:<br />

- Benden dört veya beş yaş büyük olması lazım.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

116


işte.<br />

- .............................<br />

- O zaman yirmi üç veya yirmi dört yaşında olması lazım.<br />

- .............................<br />

- Askerliğini yaptı mı?<br />

- Okul işleri yüzünden, ismine ne deniyordu, telimi, tecimi bir şey yapmış<br />

- Tecil mi ettirmiş?<br />

- Evet.<br />

Züleyha sordu:<br />

- Sahi sen kaç yaşındasın?<br />

- On sekiz yaşındayım.<br />

- Bende on sekizimdeyim.<br />

- Desene seninle aynı yaştayız, dedi Züleyha.<br />

Azda olsa buna memnun kalmıştı Züleyha, küçük olsa, abla olmayacaktı,<br />

büyük olsa abla demek zorunda kalacaktı. Eylül’ü sevmişti, onu ne kadar<br />

kıskansa da kıskançlık değilde, başka bir şeydi. Gıpta etmek gibi bir kelime-<br />

den haberi olmadığı için bunu sadece yaşıyordu. İmrenmemek elde değildi,<br />

tatlı diline kibarlığına, melul ve narinliğine.<br />

Eylül’ün tenceredeki yemek artığını suyun akışına bıraktığını görünce, en-<br />

dişeli sesle:<br />

- Ne yaptın!<br />

Su, haft denen yerde birikiyor hayvanların su ihtiyacı buradan karşılanı-<br />

yordu. Gözlerinin perdesini tam açan Züleyha:<br />

- Oraya neden döktün?<br />

- Ne var bunda Züleyha?<br />

- Buradan Yunus su içer mi?<br />

Küçük Mevlüt’le oynayan Yunus Emre’yi kastettiğini sanan Eylül:<br />

- Yunus Emre buradan su mu içiyor?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

117


- Hayır o değil Yunus.<br />

Yunus da kimdi, aval aval Züleyha’ya baktı.<br />

Züleyha:<br />

- Hamza abi kızacak.<br />

- Yunus kim Züleyha?<br />

- Doğru ya sen bilmiyorsun.<br />

- ...........................<br />

- At, At! Hamza abinin atı.<br />

- Buraya mı geliyor su içmek için.<br />

- Yok yok, o birazdan gelir.<br />

- ...........................<br />

Züleyha bardakları eline aldı, Eylül açıklama istiyordu, sordu:<br />

- Nasıl isim bu, bir ata neden insan ismi vermiş ki?<br />

- Sakın Hamza abiye onu sorma, üzülür, morali bozulur.<br />

- Neden?<br />

- Köyün muhtarı onun ismini ağzına alıp küfür etti diye Hamza abi muhta-<br />

rın omuzunu kırdı ve onun gibi birkaç kişide bir ton dayak yedi.<br />

- Çok saçma, dedi.<br />

Konunun ana temasını bilmeyen güzel kız Eylül’e Züleyha:<br />

- Sen bilmiyorsun değil mi?<br />

- Birileri atın ismini ağzına aldı diye küfür ediyor diye kavga yapılır mı?<br />

- Yok, yok at değil.<br />

- Bir şeyi doğru dürüst anlatamıyorsun, sen nasıl insansın Züleyha?<br />

Züleyha telaşlıydı, bir olayı zor anlatır, cümle kuramazdı, yine öyle olmuş-<br />

tu. Anlatamayacağına aklı kesince vazgeçti, hep böyle yapardı. Biraz sonra<br />

işlerini bitirmişler, çeşmeden papatya toplayarak uzaklaşmışlardı. Yanlarına<br />

Yunus Emre’yle küçük Mevlüt’te gelmişti. Baharın haşmeti manzaraya akse-<br />

diyor güzelliğiyle bakışların merkezi olan gözleri büyülüyordu. Papatya de-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

118


met demet toplanmış, kime verileceği düşünülüyordu. Eylül’ün verebileceği<br />

birileri vardı, annesine verebilirdi, Züleyha ise için için yakınıyordu, ne anlar-<br />

dı annesi çiçekten, bu kaçıncıydı elinde topladığı çiçek demetine, bakar<br />

atardı ve yine öyle olacaktı, düşündü. Birden sevince bürünüp, çiçek deme-<br />

tini burnuna kaldırdı:<br />

- Yunus’a vereceğim bunu, dedi ve kokladı.<br />

- Yunus ne yapacak?<br />

- Ya yer ya da koklar.<br />

Eylül gülümsedi, yine acımıştı Züleyha’ya:<br />

- Bir hayvan ne anlar çiçekten, dedi.<br />

- Çok akıllı biliyor musun, Eylül.<br />

- Ne kadar akıllı olabilir ki?<br />

- Benden akıllı.<br />

Eylül’ün melekleri andıran yüzü yine tebessüme büründü, merakı artmaya<br />

başlamıştı:<br />

- Biz biner miyiz, dedi?<br />

- Deli misin sen kız!<br />

- ...........................<br />

- Bir metre yanına yaklaşabilirsen şükret.<br />

- Hamza dediğin kişi nasıl biniyor.<br />

- İşte bir o binebiliyor, o gel dese gelir, git derse gider, ona hiç bir şey<br />

yapmaz.<br />

Güzel Eylül güzelliği kadar şaşkın;<br />

- Züleyha bu at eğitildimi ki; gel diyorsun geliyor, git diyorsun gidiyor?<br />

Mevlüt’ün şaşkın sesi ikisini de Mevlüt’ün yanına getirtti. Mevlüt:<br />

- Kaplumbağa abla.<br />

- Aaaa.<br />

Züleyha; yılanlarla düşüp kalkan köylü kızı Eylül’ün şaşkınlığına şaşırıyor:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

119


- Sen yeni mi görüyorsun?<br />

- Çok da küçükmüş ya.<br />

- ..........................<br />

Gül yüzlü Eylül:<br />

- Bunu ters çevirip kuruyuncaya dek bekletip sonrada taksiye asarız.<br />

- Günah Eylül günah, dedi mavi gözlü Züleyha.<br />

Günah kelimesi bir an için unuttuğu başındaki yazmayı hatırlattı Eylül’e,<br />

bunaltmıştı, elini kaldırdı tam alıyordu ki, Züleyha:<br />

- Ahaa, Hamza abi geliyor, Yunus’un üstünde.<br />

İşaret ettiği yere baktılar. Züleyha:<br />

- Şu çalılığın arkasına saklanalım, Yunus’u şaşırtıp Hamza abiyi attan dü-<br />

şürelim, dedi<br />

Züleyha Eylül’ün kolundan tutuğu gibi, Yunus Emre ve Mevlüt’le birlikte<br />

büyük kuşburnu çalısının arkasına saklandılar. Eylül hiç tanımadığı birisine<br />

şaka yapmayı uygun bulmuyor, istemeden Züleyha’ya uyuyordu. Seyirci<br />

kalmak istedi, kolunu Züleyha’dan kurtardı, atın ayak sesleri yaklaşmıştı sor-<br />

du:<br />

- Kız sen manyak mısın nesin?<br />

- ...........................<br />

- Yunus’mudur nedir adı, seni ezer.<br />

- İşte onu yapamaz Eylül.<br />

Eylül başını sallıyordu görürsün der gibi, Züleyha’nın umursamaz tavrı<br />

devam etti.<br />

- Akıllıdır dedim ya sana.<br />

- Kızım hayvanın akıllısı olur mu hiç?<br />

Yunus Emre, abisinin düşmeyeceğinden emin, Mevlüt, korkmuş ablasının<br />

yanında onun gibi meraklı bir seyre koyulmuştu. Züleyha’nın gülümser yüzü<br />

olacakları düşünüp gülücüklere boğuluyordu. Atın ayak sesleri yaklaştıkça<br />

heyecanlarda çoğalıyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

120


Hamza acaba geç kaldım mı diye düşünerek geliyordu. Atı Yunus da dü-<br />

şünüleni anlamış gibi hızlıydı. Oluşturduğu rüzgar Hamza’nın sert saçlarını<br />

ne kadar okşasa da şekil veremiyordu:<br />

- Bu gün günündesin bakıyorum da Yunus deyip atın yelelerini okşadı, si-<br />

yah at Yunus hızlıydı, yolları tepeleyip çalılığa yaklaştı, geçti geçecekti ki bir-<br />

den Züleyha’yla karşılaştı:<br />

- Öööö, aaaa, öööö diye garip sesler çıkartan Züleyha yaptı yapacağını,<br />

ellerini karış haline getirmiş, burnunun üstüne koymuş, çıkarttığı garip ses-<br />

lerle atın yolunu tam ortalamış, gülümseme ile olacakları seyre koyulmuştu.<br />

Hamza hayli şaşırdı, atın ani duruşu onu ileri fırlattı, boynundan kayması<br />

an meselesiydi, fakat atın şaha kalkması Hamza’nın düşmesini engelledi, si-<br />

yah at ürkmüş, hırçınlaşmıştı. Karşısında hala çeşit çeşit hareketler yaparak<br />

gülen kıza hitabı serte yakındı Hamza’nın:<br />

- Züleyha, soytarı mısın sen?<br />

Züleyha gülmesine hakim olmaya çalışarak:<br />

- Ya bir yerin kırılsaydı, atın altında kalsaydın!<br />

- ..............................<br />

- Hala gülüyorsun, çekil oradan.<br />

Hamza yeniden yola koyulmak istedi, henüz çalılığı geçmemişti ki arka-<br />

sındakilerden habersiz atını sürdü. Mevlüt ve Eylül’ün atın karşısına yeniden<br />

çıkması, tedirginliği kaybolmamış olan atı bir daha şaha kaldırdı, bu seferkini<br />

beklemeyen Hamza, gevşek davranmıştı, atın ve Eylül’ün ayaklarının önüne<br />

serildi. Düştüğü zemin sertti, sağ kolu da çalılara takılmıştı. Mırıldandı:<br />

- Ah... Züleyha. Onu geçtiğini hatırladı.<br />

Perişan bir sesle:<br />

- Bunlarda kim, dedi. Önce koluna batan dikenleri çıkarttı, ayağa kalkıp<br />

üzerinin tozunu çırptı. Merakla attan düşmesine sebep olanlara baktı, bu ba-<br />

kıştaki hayranlık ve şaşkınlık adeta tanımsız bir savaşın habercisiydi. Öylece<br />

kaldı. Eylül’ün kara gözlerinin bakışı, ilk defa gördüğü delikanlıyı sanki ayak-<br />

larından yere mıhlamıştı, bu durgunluğa tüm vücut dahil olmuştu. Hamza ilk<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

121


defa bir kızla bu kadar yakından bakışıyordu karşısında teniyle uyum sağla-<br />

mış yazması, uzun kirpikleri ve mat beyazlığındaki benzi ile genç bir kız du-<br />

ruyordu. Aralarındaki mesafe iki karıştan ibaretti, ikisi de şaşkın ve hayran.<br />

Genç kızın gözleri ceylanları kıskandıracak kadar güzeldi. Karacaoğlan gör-<br />

seydi onun gözlerini bir adım bile uzaklaşmaz, gurbet gurbet gezmezdi.<br />

Bunlar ve başörtüsünün kattığı güzellik Hamza’yı duraksatmıştı. Onun yüzü<br />

haricinde hepsinin siması gülümsüyordu. Züleyha hatasının farkında:<br />

- Hamza abi bize kızmadın değil mi?<br />

- ...........................<br />

- Hamza abi.<br />

- ...........................<br />

Karşısındaki kızın hareketi tanımsız savaşın başladığının ilanıydı, ayıldı,<br />

ilk defa çaresiz kalan bakışlarına atını arattı. Biraz sonra hiçbir şey demeden<br />

yoluna devam etmesi en çok Züleyha’yı şaşırttı. Eylül’deki durgunluk seçil-<br />

meyecek kadar azdı. Sordu:<br />

- Bu mu, Hamza dediğiniz?<br />

Züleyha hala Hamza’yla siyah atın arkasından bakıyor. Eylül gururlu:<br />

- Attan düşmek pek yaramadı, dilini yuttu galiba.<br />

Pişmanlık hisseden Züleyha:<br />

- Hayret hiç böyle yapmazdı.<br />

Mevlüt hala gülüyor, eliyle göstererek:<br />

- Amma düşürdük. Şuraya düştü abla, tam şuraya, diyordu.<br />

Eylül endişeli görünüyor:<br />

- Bir şey oldu mu acaba?<br />

Züleyha bakışlarını uzakta küçülen Hamza’dan alıp:<br />

- Yok yok bu belki bininci düşüşüdür, o rasgele düşmez, kendini ona göre<br />

ayarlar, kırılacak yerini korur, dert etme, dedi ve ağır adımlarla geldikleri ye-<br />

re doğru yürümeye başladılar.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

122


Hamza anlam veremediği his içinde selamdan sonra misafirlere gereken<br />

protokolü uyguladı. Salih Efendi Hasan Usta’ya hitaben:<br />

- Kocaman adam etmişsin maşallah, dedi.<br />

- Az mı, yirmi dört yaşına girecek.<br />

Hamza’ya durgunluk ve düşünce hakim olmuştu. Gözleri siyah atın üze-<br />

rinde, gördüğünü görmüyordu. Ne kadar hakim olmak istese de duygularına<br />

başaramıyordu. Birkaç defa kendine dönmek istedi, bunda da başarılı ola-<br />

madı. Yalancı bir umursamazlığa sahip olmak istedi, ama gerçekler bir kartal<br />

gibi yuvasından yükselip yalanları kovalıyordu. Kuru bir toprak olmayı dene-<br />

di bu sefer gerçekler yağmur olup toprağa hayat veriyordu. Son olarak ken-<br />

dini bırakıp, seyre koyuldu.<br />

Biraz sonra Salih Efendi ile Hasan Usta sohbeti koyulaştırmışlardı. Salih<br />

efendi:<br />

- Çalıştık çabaladık, çocuklarımıza bir şeyler bırakalım, onları ele güne<br />

muhtaç etmeyelim dedik, bizim babalarımız bizlere ne bıraktı ki?<br />

- Bana kalırsa, dedi Hasan Usta; evlatlarımıza miras olarak mal ve servet<br />

yerine, güzel ahlak ve edep kadar iyi bir şey bırakamayız.<br />

- Nasıl yani, diye sordu Salih Efendi?<br />

Hasan Usta devam ediyor:<br />

- Şöyle; edep ve güzel ahlaka varis olan çocuklar, bu sayede mal ve ser-<br />

vete sahip olabilirler, insanların yanında itibarlı ve sevimli olabilirler. Böylece<br />

çocuklarımız; hem dünya, hem ahiret hayatlarını edep ve güzel ahlakla elde<br />

etmiş olurlar.<br />

- Ne kadar haklısın! Hasan abi, dedi az ileride konuşmalara kulak veren<br />

Sevim hanım.<br />

Hasan Usta devam etti:<br />

- Mal ve servete gelince; onlar elden çabuk çıkar. Yalnız, mala varis olup<br />

ahlaktan ve edepten nasibi olmayanlar da, hem dünya da, hem ahiret ha-<br />

yatların da zelil olabilirler.<br />

Salih Efendi Hasan Usta’yı gönülden destekleyip:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

123


- Evet, çok ama çok haklısın, sen verdim dedin ama ben emin değilim,<br />

ahlak ve edep verdiğimden. Zira çocuklarımı ben değil sokak veya okul ye-<br />

tiştiriyor.<br />

- Sana tavsiyem bu konularda dikkatli ol!<br />

- Nasıl olabilirim sabah işe, akşam… çocuklarımı nadir görüyorum. Ilımlı-<br />

lar, istekliler, ama yaşayamıyorlar veya yaşamak istemiyorlar.<br />

- Keşke yaşayabilselerdi.<br />

- Senin kadar bilseydim ben de elimden geldiğince üzerlerine titrer, yetiş-<br />

tirirdim.<br />

Bu ara Sevim hanım sohbete katıldı. Hasan Usta’ya hitaben:<br />

- Hasan abi Salih’in dediğine göre sen ilkokul mezunusun ama bilgin ileri<br />

derecede.<br />

Salih Efendi tebessüm etti:<br />

- Bakma hanım ona sen, nice mürekkep yalamış cahil var. Okumayla ilim<br />

öğrenilmez, illaki yaşayacaksın, okuyup onunla amel edeceksin.<br />

Sevim hanım kocasının sözleri üzerine merak için de sordu:<br />

- Hasan abi sen kitap okur musun?<br />

Salih Efendi:<br />

- O nasıl soru öyle hanım, Hasan, maruz gör "Tilkiye sormuşlar tavuk yer<br />

misin? Tilki demiş ki güldürme beni. O hesap. Hasan’ın evindeki kitaplar kü-<br />

tüphaneyi aratmaz.<br />

Sevim hanımın ilgisi arttı:<br />

- Hepsini okudun mu Hasan abi?<br />

Hasan Usta bakışlarını anlam deryasında damla olabilmek için çabalayan<br />

oğlu Hamza’ya yöneltip onu işaret ettikten sonra:<br />

- Yarısı benim aldıklarım, yarısı da onun. Aldığım kitapları detaylı olarak<br />

zamanında okumuştum. Sevim hanım Hamza’yı kastederek:<br />

- Biraz utangaç galiba, dedi.<br />

Delikanlının annesi:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

124


- Onun kolay kolay utangaçlık gibi bir problemi olmazdı ama...<br />

Sevim hanım bir daha sordu:<br />

- Peki neden, uzak ve sessiz?<br />

- Hamza!<br />

- ........................<br />

- Hamza!.<br />

Hamza kendinde kaybolmuş, bakıyor ama görmüyor, bir tanımsız savaşın<br />

ortasında, yüreğinde kopan fırtınalar kulaklarını tıkamıştı. Ta ki omuzuna<br />

değen el onu kendinden kurtardı.<br />

- Oğlum ne bu halin, misafirlerimizle konuş, bir hal hatır sor. Sen böyle<br />

şeyler yapmazdın, hayır mı, şer mi?<br />

Hamza, kusur beyan etti:<br />

- Dalmışım, hoş görün, dedi.<br />

Sevim hanım yine erincek tebessümlerinden biriyle:<br />

- Fazla dalma boğulursun.<br />

Nasıl bilmişti, Hamza’nın boğulmak üzere olduğunu, şaka da olsa gerçeğe<br />

işaret etmişti.<br />

Salih Efendi Hamza’yı konuşturmak istiyor:<br />

- Baban seni bize çok övdü.<br />

Hamza biraz rahatlar gibi olmuştu. Salih Efendi’ye baktı:<br />

- O kadar değilim Salih abi, her baba çocuğunu över.<br />

- Peki evinizdeki kütüphane dolusu kitabı okudun mu?<br />

- En son aldığım iki kitap hariç hepsini okudum.<br />

Sevim hanım sordu bu sefer:<br />

- Okuduğun kitapların vermek istediklerini alabiliyor musun, hepsi hafı-<br />

zanda mı?<br />

Hamza sıradan bir şey söyler gibi:<br />

- Hemen, hemen hepsi hafızamda.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

125


Salih Efendi’nin gözleri büyüdü, hayret içinde konuştu:<br />

- Sen o zaman müthiş bilgilisin. Hem de bu yaşta!.<br />

- Ben, dedi Hazma, bilgili değilim, benim bildiğim az bir şey, deryada kat-<br />

re mi sali.<br />

Hasan Usta araya girerek:<br />

- Siz konuşun ben yukarıdaki ağıla bir bakayım, bu mevsimde mantar çok<br />

olur, bulabilirsem iyi olur, tadarsınız, dedi ve kalktı.<br />

Salih Efendi uzaklaşan Hasan Usta’ya bakıp:<br />

- Benim gibi duramaz yerinde. Askerde de böyleydi, dedi. Sevim hanım<br />

Hamza’ya sordu:<br />

sun.<br />

- Üniversite sınavların ne zaman?<br />

- Birinci sınavı atlattım, ikinci sınav haziranın yirmi birinde.<br />

- İyi, bizim eve kesinlikle bekleriz, hem oğlum Hüseyin’le tanışmış olur-<br />

Salih Efendi:<br />

- Hamza senin kerametlerle ilgili bilgin var mı?<br />

- Ne gibi…<br />

Salih Efendi epeydir beynini kurcalayan soruları sormak istiyordu:<br />

- Duyuyoruz adamın biri uçuyor.<br />

Bu ara Eylül ve Züleyha da gülerek yanlarına gelip konuşulanları dinle-<br />

meye koyuldular. Bu geliş Hamza’nın sesine titreklik katmıştı. Salih Efendi<br />

sorusunu tekrarladı ve cevabı bekledi. Hamza sesindeki titrekliği saklamaya<br />

çalışarak sesindeki ahengi biraz azalttı:<br />

- Bunun kıymeti yok Salih abi.<br />

- Yav nasıl olmaz?<br />

- Çaylak da uçar, sineklerde.<br />

- Peki su üstünde yürüyenlere ne dersin.<br />

- Ördek ve kurbağa da bu işleri yapar.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

126


-Hadi onlarda haklısın. Adam buradaysa bir anda dünyanın diğer ucunda<br />

olunabiliyor, bakalım buna ne diyeceksin.<br />

- Salih abi, senin bu dediğin şeyi şeytanda yapıyor, bunların ve benzerle-<br />

rinin dinimizde önemi yoktur, önemli olan; herkesin arasında bulunmak, ha-<br />

yatın gerektirdiklerini yapmak, lakin bütün bunları yaparken, bir an bile<br />

Rabbini unutmamaktır.<br />

Salih Efendi’nin soruları yoğunlaşıyor:<br />

- Hayat dedin Hamza, hayat nedir?<br />

Hamza’nın gönlündeki serhatlar yoruluyordu, bir savaş ki; en ince titre-<br />

şimler, en gürültülü fırtınalar bu savaşta kopuyordu. Salih Efendi Hamza’nın<br />

hazır cevapları karşısında Hasan Usta‘ya hayranlık duyuyordu. Hamza cevap<br />

verdi:<br />

- Hayat mı dedin, salih abi, hayat ezanla namaz arasıdır.<br />

- Bu da ne demek? Ömür o kadar kısa mı?<br />

- Evet o kadar kısa.<br />

Sevim hanım, kocası gibi hayranlıkla dinliyordu Hamza’yı, düşünüyorlardı,<br />

ezanla namaz arası olarak değerlendirilen hayatı. Düşüncelerine bir ışık tut-<br />

mak için Hamza sordu:<br />

- Ezanla, namaz nedir biliyor musunuz?<br />

Bakışlar, soruyu soran cevap versin, diyordu:<br />

- O namaz ki ezansız, o ezan ki namazsız.<br />

Salih efendi bir anda cevabı istiyordu.<br />

- İkisinden de habersiz oluruz, biri doğum, biri ölümdür.<br />

- Peki Hamza; aklıma sürekli takılan bir şey daha var! Vitir namazının son<br />

rekatında, Fatiha ve zammı sureden sonra neden tekbir getirilip kıyama de-<br />

vam ediliyor?<br />

- Biliyorsun ki namazın nasıl kılınacağını bizlere alemlerin efendisi öğret-<br />

miştir. Allah Rasulu Vitir namazı kılarken mübarek gözlerine o anda Cennet<br />

gözükür. Cennetin ihtişamı ve güzelliği karşısında mest olan peygamber o<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

127


görüntünün rukuya gidince kaybolabileceğini düşünmüş ve rukuya gitmeyip<br />

kıyama devam etmiştir.<br />

Biraz sonra Hasan Usta’nın da geldiği görüldü. Salih Efendi Hasan Usta’ya<br />

hitaben.<br />

- Valla büyük adamsın.<br />

- Ne oldu?<br />

- Hamza senden benden iyi. Hasan Usta tebessüm etti.<br />

- Duam o ki Mevla iyi dersin.<br />

Hazma araya girerek:<br />

- Beni gözünüzde büyütmeyin, dedi.<br />

Biraz sonra çaylar bardaklara dolduruldu. Neşe içinde sohbet devam edi-<br />

yordu. Hamza kendi savaşındaydı, düşünüyor, kalbindeki dinmek nedir bil-<br />

meyen sızıya merhem arıyor, kendini ne kadar teskin etmek istese de, bun-<br />

da başarılı olamıyordu. Yoksa adına sevda dedikleri meşhur illete mi düş-<br />

müştü. Farklı ortamlarda bulunmuş, çeşit çeşit tuzaklarla karşılaşmış, hiç bi-<br />

rinde, kendinden taviz vermeden kolayca sıyrılmıştı.<br />

Ama şimdi... Kendisinde bir acizlik, duygularında acı, düşüncelerinde ya-<br />

nılgı hissediyordu. Bocalıyordu Hamza. Tanımsız savaşı kaybediyordu. Kendi<br />

kendini yargılıyor, bir şeylere ne kadar engel olmak istese de bunu yapa-<br />

mamanın verdiği ızdırabı yaşıyordu. Bu ızdırabı kaderine yazan kalemin sa-<br />

hibine yalvarmalıydı. Mırıldandı:<br />

- Allah’ım, kalbimi sen koru. Alnıma işlediğin duyguların getireceklerden<br />

yalnızca sana sığınırım, beni hataya düşürme.<br />

- Ne hatası oğul? Varıp ta misafirlerin yanına otursana!<br />

Hamza isteneni yaptı. Karşısındaki güzel kızla sık sık, göz göze gelmeleri,<br />

Hamza’nın yüreğindeki tanımsız savaşı, daha da şiddetlendiriyordu. Eylül’ün<br />

baş örtüsü abanoz siyahlığındaki saçlarını gizliyordu. Şairler görseydi onun<br />

gözlerini, binlerce şiir yazabilirlerdi. Ya ceylanlar kıskançlıktan kaplanlara<br />

yem olabilirlerdi. Hamza bakışlarının istikametini değiştirdi, dudakları kaldığı<br />

yerden devam etti:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

128


- Hayır... Hayır, diyordu.<br />

- Yardım et Allah’ım. Beni yanıltma, yanıltma Rabbim.<br />

Duygularına ilk defa hakim olamıyordu. Gönül, ne zaman, ne de mekan<br />

tanımazdı. Tanımsız savaşın kalbinde kayboluyordu duyguları. İstemeden<br />

yapıyordu yaptıklarını, iradenin yeri yoktu bu duada.<br />

Yeniden Eylül’ün kara gözlerine yöneltti, kendinden habersiz gözlerini. Bir<br />

an konuşmak istedi, sordu titrek sesle:<br />

- Okula gidiyor musun?<br />

Eylül şaşırdı, kendisiyle hiç konuşmayacağını sanmıştı, cevap verdi:<br />

- Evet.<br />

- Hangi okuldasın?<br />

- Hemşirelik.<br />

Hamza dalgın gözleriyle Eylül’ün çoktan unuttuğu başörtüsünü işaret etti:<br />

- Saçlarınızı kapatmanıza müsaade ediyorlar mı?<br />

Eylül narin ellerini Züleyha’dan aldığı eşarba götürdü, elini eşarpla birlikte<br />

indirdi, nasılda acımasızdı bu indiriş Hamza için.<br />

Siyah saçlarının parlaklığı gözlere aksetti:<br />

- Öyle bir sorunum yok, dedi. Demesiyle beraber Hamza’daki tanımsız<br />

savaş öylesine büyüdü ki...<br />

Sevim hanım:<br />

- Kızım ne güzel yakışmıştı, neden çıkarttın?<br />

- Bunalttı anne.<br />

Hamza’nın bakışlarındaki ışıltılar kayboldu, gündelik soruları kesip örtün-<br />

mesinin sebebini sordu:<br />

- Madem hiç takmazdın, neden şimdi taktın?<br />

- Sana ne?<br />

- Oyun mu oynuyorsun, dedi ve kendini vefakar atı Yunus’a teslim etti...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

129


Engelleyemediği bir hıçkırığa teslim etmişti kendini. Ardıçlı Dağı’nın güney<br />

yamaçlarına yönelmiş, kendini hislerine bırakmıştı.<br />

Her yargının sonu dualarla buluşuyordu, ne şiddetli buluşmaydı bu. Ta ki<br />

siyah at yavaşlayıncaya dek sürdü, sağına soluna bakındı, uzaklaştığını sez-<br />

di. Geri dönüş yaptı, toparlanıyorlardı. Yorgun gözlerine Eylül’ü arattı, çeş-<br />

menin az ötesinde, çiçek topladıklarını gördü. Siyah atına sordu:<br />

- Sence kime verecek elindeki çiçekleri.<br />

Titredi, anlaşılan yüreğindeki fırtınaya lisanı da teslim olmuştu. Yargının<br />

yerini bulması fazla gecikmedi:<br />

- Ne oluyor bana. Kime verirse versin bana ne.<br />

Savaş tüm ihtişamıyla sürüyordu, Eylül ve Züleyha’nın yanlarına yaklaştı.<br />

Eylül’ün kara gözlerine bakıp sevda kokan bir sesle:<br />

- Keşke seni başörtüsüyle hiç görmeseydim, dedi ve Eylül’ün kibar elle-<br />

rindeki çeşit çeşit çiçekleri uzanıp aldı. Eylül’ün gözleri, çiçeklerde.<br />

Hamza:<br />

- Yazık ki sen bunlardan güzelsin, dedi ve çiçekleri Eylül’ün abanoz siyah-<br />

lığındaki saçlarına doğru serpti.<br />

Umursamaz bir tavır takınıp yoluna koyuldu. Rengarenk çiçekler, Eylül’ün,<br />

sağına, soluna, omuzlarına, saçlarına ve titreyen ellerine düşüp güzelliğine<br />

güzellik kattı. Eylül son derece şaşkındı, Hamza’dan böyle bir şey beklemiyor<br />

yapabileceğini de tahmin edemiyordu, hoşuna da gitmişti.<br />

Buna aval aval bakan Züleyha’ya sezdirmemeliydi, ne de olsa gururluydu,<br />

öyle kolay kolay kendini bırakamazdı. Yalancı bir sesle:<br />

- Salak mıdır nedir bu Hamza?<br />

Züleyha’daki şaşkınlık denizleri hırçınca dalgalanıyordu:<br />

- Hayret bunları yapan Hamza abi mi?<br />

- .................................<br />

- Görmesem inanmazdım.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

130


Hamza, değerlerini, inançlarını, yargılıyordu. Bazen suçlu sandalyesine<br />

kuruluyor ve savunma metnini okuyor, bazen yargıç olup kendini sorgulu-<br />

yordu:<br />

- Neden yaptım bunu ve nasıl yaptım?<br />

- ................................<br />

- Allah’ım...<br />

Yakınıyor, gönlün insana neler yaptırdığını düşünüyordu<br />

Hepsi üç saat, nasıl değişebildim ve ilk defa gördüğüm, ismini dahi bil-<br />

mediğim birisine karşı anlam veremediğim duyguları hissediyorum. Korku-<br />

yordu düştüğü ızdırabın ismini diline almaya. Ne zordu lisanına sığdırmaya<br />

korktuğu duygunun elemini yaşamak. Bunu bildiği halde inanmak istemiyor-<br />

du. Kaçıyor, kaçıyor kurtulamıyor, ne yöne gitse orda karşısına çıkıyordu, ne<br />

kadar arzulasa da unutmayı, o kadar hatırlıyor. Lisanı aciz kalıyor, görüyor,<br />

gördüğü şeyin tarifini yapamıyordu. O an sanki başka bir şey yoktu alemde.<br />

Düşünceleri dalanmış, her biri ayrı ayrı yerlere dağılmış, düşüncelerini topar-<br />

layamıyordu...<br />

Yoksa mecnun haklı mıydı, çöllere düşmekte, Ferhat dağları deliyorsa<br />

haklı mıydı? O... O... Evet o yalan dünyanın bir garip rüyası. O rüyayı gör-<br />

memeliydi. Ona gönül vermekle yalan dünyada gaflet uykusuna dalma tehli-<br />

kesi varya...<br />

Ben ahiret, düşlerimin ahiret serdarı, o dünyanın bir anlık rüyası... Evet<br />

ahiret... Ahiret. Dua etmeliydi:<br />

- Arzu ve heveslerime karşı beni güçlü kıl Allah’ım, beni nefsimle biran bi-<br />

le baş başa bırakma, bilirim ki ne gelirse senden gelir, yine senden gelen<br />

her şey kabulümdür, yazdığın kaderime her zaman razıyım Allah’ım... Gön-<br />

lüm sana emanet.<br />

- Allah’ım...<br />

Yakınıyor, gönlün insana neler yaptırdığını düşünüyordu<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

131


Köye girişi onu ayılttı. Az sonra Ayazma’dakiler de geldi. Misafirlerin git-<br />

me zamanı gelmişti, vedalaşma faslı bitti. Gider ayak Sevim hanım Ham-<br />

za’ya hitaben:<br />

- Adresimizi babana verdim, telefon numaramızda var, sınav için geldi-<br />

ğinde beklerim.<br />

Hamza:<br />

- İnşallah Sevim abla, dedi.<br />

Eylül’ün gözlerinin içinde kaybolmuştu, ne kadar çok çıkmak istese de,<br />

diğerlerinde olduğu gibi bunda da başarısız oldu. Selamlar ve tebessümlerle<br />

ince yolda kendilerine bakan gözlerde küçüldüler.<br />

Sevim hanım:<br />

- Çok iyiler.<br />

- Hanım benim ne işim var kötü insanlarla, dedi ve gülümsedi, Salih<br />

Efendi.<br />

Evhamlara direnip parçalanmamak için çaba sarf etse de, nafile idi. Bir<br />

ay, zamandan kaybolmuştu, kaybolmasıyla beraber Hasan Usta ikinci vatan<br />

İstanbul’da bulmuştu kendini. Hamza, savaşta dağılan orduyu toparlamış,<br />

gönlün elindeki dizginleri iradenin eline bırakmıştı. Elinde kâğıt ve kalem<br />

yaklaşmakta olan ikinci sınava hazırlanıyordu. İlk sınavın sonuçları belli ol-<br />

muş, köye gelen posta aracını takip edip son anda muhtar Tahir Ağa’nın eli-<br />

ne geçmesine engel olmuştu. İlk sınavdaki başarısını ikinci sınava da yan-<br />

sıtmayı planlamış, gerçekleştirmek için çalışıyordu.<br />

Köydeki imajı ve konumu Tahir Ağa ile yaptığı kavgan neticesinde değiş-<br />

miş, insanlar ondan çekinmeye başlamışlardı. Tahir ağa ve çevresi Hamza<br />

aleyhine karalama başlatmışlar, buna Veysel ağanın kabilesi de katılmıştı.<br />

Yalan yanlış iftiralara epeyce köylü kolayca inanmıştı.<br />

Neticede:<br />

- Serseri.<br />

- O kazanamaz.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

132


- O adam olamaz, gibi cümleler sarf edilmeye başlandı. Bu konvoya<br />

İmam Şefik de dahil olunca cehaletin esir aldığı köylüyü kandırmak daha da<br />

kolaylaştı. Bir insan, ancak bu kadar kısa bir zamanda köylünün gözünden<br />

düşürülebilirdi. Bu haset yüklü sözleri Hamza duyduğu zaman:<br />

- Benim için Allah’ın nazarı önemlidir, yalan dünyadaki gafillerin hakkım-<br />

daki isnatlarının hükmü yoktur, diyordu.<br />

Asım, Hamza’nın en çok bu yanını severdi. Hamza hiç kimsenin sözüne<br />

ehemmiyet vermezdi. Allah’ın hükmüne bakar, ona göre hareket eder, gıy-<br />

bet denen illetten tamamen uzak dururdu. Ve Asım’ın gözünde Hamza’yı;<br />

- Benim kimde hakkım varsa helal olsun, sözü büyütmüştü. Bu nedenle o<br />

şöyle dua ederdi:<br />

- Allah’ım her şeyi ona verdin, bana da aynısını ver.<br />

Neden sonra? Eksiklik mi var? Az sonra, uzun adımlarla kayabaşından<br />

kabristanı seyran eyleyen Hamza’yı selamı ile ayılttı.<br />

Hamza:<br />

-Ve aleyküm selam.<br />

Asım:<br />

- Nasılsın?<br />

- Elhamdülillah.<br />

- Bir günde halinden şikayetçi ol.<br />

Hamza tebessümle:<br />

- O kadar cesur değilim.<br />

Hamza’nın simasında oluşan tebessüm Asım’dan sukutu talep ediyordu ve<br />

talebi gerçekleşti. Biraz sonra Asım:<br />

- Hazırlık ne alemde?<br />

- Çalışıyorum, temennim kazanabilmek.<br />

- Ya bu istek gerçekleşmezse...<br />

- Hayırda, şerde onları yaratandandır,<br />

Asım’ın kırışıksız yüzünde gülmeyle beraber çizgiler belirdi:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

133


- Adım gibi eminim ki senin başaramayacağın hiçbir şey yoktur. Hamza<br />

yine mütevazı:<br />

- Orasını Allah bilir.<br />

- Birinci sınavdan çok iyi puan aldın ve bildiğim kadarıyla iyi çalışıyorsun,<br />

böyle devam edersen kazanırsın.<br />

- Şayet başarılı olamazsam, bir sezon çobanlık yapacağım.<br />

Asım:<br />

- Yani, peygamber mesleği.<br />

- Hayırlısı.<br />

Asım gülümsedi:<br />

- Dedim ya sen her işin içinden çıkarsın.<br />

- Ben değil, çıkartırsa Allah çıkartır…<br />

Bir selam konuşmalarını kesti. Bu selamın sahibi, beyaz tenli, uzun boylu<br />

ve zayıf, Hamza’nın çocukluk arkadaşı Yasin’di. Yasin şimdi İstanbul’un kirli<br />

semtlerindeki dar odalardan birini mesken etmişti. Senenin bir ayı köyde,<br />

diğerlerini İstanbul denen o koca şehirde geçiriyordu.<br />

Yasin mavi gözlerini Hamza’nın kara gözlerine yöneltip sordu:<br />

- Bir bilsen nasılda serin olduğunu, kibirden ne kadar uzak olduğunu, bir<br />

başkası senin yerinde olsaydı, böbürlene böbürlene dağ taş bırakmazdı an-<br />

latmadığı.<br />

- Tahir Ağa’dan mı bahsediyorsun?<br />

- Evet.<br />

Hamza ağır bir sesle olanları anlattı.<br />

Yasin:<br />

-Ve şimdi de sana iftirakervanı diziyorlar.<br />

Asım:<br />

- Kahveci Kemal ve Kâmil’in kız kardeşleri Bahriye’yi biliyor musunuz.<br />

İkisi de:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

134


- Evet.<br />

- İşte Hamza’nın adını bu kızla anmaya başladılar.<br />

Hamza’nın bakışlarındaki sükut bozuldu.<br />

Yasin:<br />

- Kemal’le, Kamil’i Hamza’ya düşman edecekler.<br />

Hamza:<br />

- Kendime değil kıza üzülürüm.<br />

İki arkadaşı da:<br />

- Daima yanındayız, dediler.<br />

- Bu saçmalığa Kemal inanmaz, o beni tanır ve siz asla işime karışmayın.<br />

Rahime ananın evi bugün her günkünden farklıydı, oğulları Kamil ve Ke-<br />

mal’in moralleri bozuk, karşılarında genç kız Bahriye, çocuklar gibi ağlıyor:<br />

- Hayır abilerim, öyle bir şey yok.<br />

- ..................................<br />

- Ben Hamza abiyi tanımam bile.<br />

Kamil ısrarla yine soruyor;<br />

- Madem öyle, bu kulağıma gelen dedikodular nerden çıktı?<br />

- Hepsi yalan abi.<br />

- Ateş olmayan yerden duman çıkmaz kızım.<br />

- Hayır abi!.<br />

Kemal inanmıyor, yalnız içindeki kurt onu kemiriyordu:<br />

- Abi bunu sen nerden duydun?<br />

Kamil’in cevabı şiddetli:<br />

- Yalan mı söylüyoruz?<br />

- ...............................<br />

- Bir yerlerden duyduk işte.<br />

- Benim tanıdığım Hamza bunu asla yapmaz.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

135


- Kes ulan işte!<br />

- ..............................<br />

- Ben ona anlayacağı dilden sorarım!.<br />

- Hayır abi önce ben konuşayım.<br />

- Ne konuşması oğlum. Köylünün dilinde dolaşıyoruz, bu işler başka türlü<br />

konuşulur, diyen Kamil ellerini sıktı ve yumruğunu göğsünün hizasına kadar<br />

kaldırdı.<br />

Bahriyenin hali perişandı, böyle bir iftira aklına gelebilecek en son şeydi.<br />

Abisi Kamil hırpalamış, bir o kadarda dövmüştü. Bu yalan Yavuz tarafından<br />

uydurulmuş, kaynak olarak da kız kardeşi Zekiye’yi göstermişti. Bundan Ze-<br />

kiye de Bahriye de, habersizdi. Yavuz bu sayede Kemal’le Kamil’i Hamza’nın<br />

üzerine gönderip bir kabileyi daha kendi tarafına almayı düşünüp çoktan ic-<br />

raata koyulmuştu. Uydurduklarını samimi arkadaşlarına abarta abarta an-<br />

latmış, bunla da yetinmeyip şeytanın uşağı olan bir kadına da duyurup köy-<br />

lünün dilinde sakız olmasını sağlamıştı.<br />

Köylünün inanması için, zemin hazırdı:<br />

- Suyun durgun akanından korkacaksın.<br />

- Yere bakan yürek yakan.<br />

- Vay, vay, vaay, saman altından su yürütüyor, bir de Kemal’in arkadaşı<br />

olacak…<br />

Hamza düşünde deryasında bir garip sandalla yol alırken hissediyordu<br />

yaşamın her geçen gün daha da zorlaştığını. Sınava on gün gibi gerçekte<br />

saniye bile olmayan bir zaman kalmıştı, bir yanda bu uğraş bir yanda gön-<br />

lünde ki bir tanımsız sevdanın savaşı ve diğer yandan da, köydeki boş bo-<br />

ğazların hakkında sarf ettiği sözler, en son cenahta ve hepsinden de önemli-<br />

si Allah’a kul olma sevdası, bu sevda öylesine büyüktü ki, sevdanın sahibi,<br />

yere göğe sığmayan Allah’ı kalbine sığdırabiliyordu.<br />

Kimileri gülücüklerin tuzağında, kimileri gözyaşlarının koynunda sabahlı-<br />

yor, kimsenin kimseye faydası yok, bu uğraş içinde gerçek gaye çoktan unu-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

136


tulmuş. Yaşayabilmek için yenmek gerekirken, insanların birçoğu sadece yi-<br />

yebilmek için yaşıyordu.<br />

İşte bu gayeyi unutmamak için uğraş sarf edenlerden biri de Cuma idi.<br />

Gurbetin kahrı çekilmiyordu. Hamza’nın dostları bu kahrı yaşamak için gur-<br />

bete niyetlenmiş birkaç gün arayla tek tek gitmişlerdi, şimdi sıra Cuma’da<br />

idi. Sohbet bitmiş vedalaşma faslına gelmişti sıra.<br />

- Hakkını helal et.<br />

Bu son mırıldanmalar hüzünlüydü, bu seslerdeki ahenkler şiir nidasında,<br />

ağıt edasındaydı.<br />

- Allah’a emanet ol.<br />

Sınav günü yaklaşmış, Hamza’yı, cevap veremediği anlamsız olarak de-<br />

ğerlendirdiği bir takım sorular sarmıştı:<br />

- Gitsem mi, gitmesem mi, diyordu.<br />

Gitmekten değil Eylül’ün kara gözlerindeki ışıltıdan korkuyordu. Gönlün-<br />

deki ateşi biraz olsun dindirmiş, apansız esen bir rüzgarla karşılaşıp yeniden<br />

alevlenmesini istemiyordu. Bu isteği gönül denen esrarengiz varlık acımasız-<br />

ca reddediyordu.<br />

Sırtını ihtiyar armut ağacına yaslamış, ellerine uzun diliyle dokunan siyah<br />

atın renginde saklanan ümitleri yontulayan gözlerini geniş yoldan kendisine<br />

doğru gelen topluluğa iliştirdi:<br />

- Bunlarda kim, diye mırıldandı.<br />

Daha dikkatli baktı, bunlar İmam Şefik ve ailesiydi, ama diğerlerini tanı-<br />

yamadı. Az sonra İmam Şefik ve ailesi az ilerdeki üzüm bağına girdi. İmam<br />

Şefik ve yanındaki iki erkek Hamza’nın yanına selamla geldiler. Yanındakile-<br />

re Hamza’yı tanıttı. Sonra sağ yanındaki dar göbekli olanını işaret edip:<br />

- Bak Hamza bu kardeşim Hakkı, bu da onun kaynı Sabri.<br />

El sıkıştılar. Boyu uzuna yakın olan Sabri, siyah atı kastederek:<br />

- Senin mi?<br />

- Evet onun, çok hırçın bir attır, dedi.İmam Şefik.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

137


Sabri:<br />

- Ben biniciyim.<br />

İmam Şefik ağızlarını açtırmadan devam ediyordu, yine öyle yaptı:<br />

- İstanbul Veli Efendi de, çok iyi binicidir.<br />

Hamza:<br />

- Atlardan anlar mısın?<br />

Sabri enli çenesine ellerini götürüp siyah atı bir güzel süzdü:<br />

- Benim bindiğim at İngiliz safkan, asaletli bir at, ismi de Goldberg.<br />

İmamın ve Hakkı Efendi’nin gülmesi Sabri’nin sözünü kesti. İmam Şefik<br />

alaylıca:<br />

- Amma isimmiş.<br />

Sabri:<br />

- Ya bu atın ismi ne?<br />

Hakkı Efendi:<br />

- Köy yerlerinde atın ismi attır, öyle isim misim konulmaz, dedi.<br />

İmam şefik iştahlı:<br />

- Hayır bunun var.<br />

Sabri konuşmasına devam etti. Bu ara asma yaprağı toplayanlar bağdan<br />

memnun olmamışlar başka bir bağa gitmek üzere erkeklerinin yanına gel-<br />

mişler, İmamın ve Hakkı Efendi’nin kızları uzakta kalmış iki kadın yaklaşmış-<br />

tı. İmamın Hanımı:<br />

- Keşke İlhan’la İlhami’yi de getirseydiniz, gezerdi gençler.<br />

Onlar yaklaşırken Sabri Yunus’un sağını solunu inceleyip fîkirlerini söylü-<br />

yordu:<br />

- İhtiyarlamış, ama koşu atı olmadığı için iyi sayılır, gördüğüm atlardan<br />

farklı, köy insanlarının atına benzemiyor, halis bir Arap atı diyebilirim, eline<br />

nasıl geçti bu at, bir şey daha var, atı uyuntu etmişsiniz, ne olacak gelen gi-<br />

den bine bine bu hale gelmiştir, dedi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

138


Siyah atın o gün fazla koşmaması ve iştahsız oluşu bu tabloyu çiziyordu.<br />

İmam Şefik’in gözleri fal taşı gibi açılıp:<br />

- Bak işte son söylediğinde yanıldın, bu ata Hamza’dan başkası binemez,<br />

çok hırçındır ve bu at bir canavardır, senin bildiğin atlara benzemez.<br />

Genç Sabri’de kibirli bir gülümseme oluştu. Kendini beğenmiş tavırlarıyla<br />

ata yaklaşarak:<br />

- Demek şu uyuz ata Hamza’dan başkası binemez öyle mi?<br />

İmamın Hanımı:<br />

- Dur oğlum bura oralara benzemez bir yerini kırdırırsın.<br />

Hamza kolunu yasladığı armut ağacından iki adım uzaklaşarak:<br />

- O kadar konuştunuz bana bir şey sormadan, şimdi de ismini yeni öğ-<br />

rendiğim Sabri yine bana sormadan atıma binmek istiyor ayıp değil mi?<br />

- Evet nasıl unuttuk, dedi Sabri.<br />

Hakkı Efendi:<br />

- Delikanlı haklı, kusura bakma, diyerek Hamza’ya özür beyan etti.<br />

Sabri:<br />

- Binebilir miyim atına?<br />

- Sırtında kürkün, ağzında yular yok görüyorsun bomboş...<br />

- Olsun.<br />

Hamza atına yaklaşıp atın yelelerini okşayıp bir şeyler mırıldandı. Hepsi<br />

Hamza’nın dudaklarının sarf ettiği kelimeleri merak etti, gülümseyerek yan-<br />

larına gelip:<br />

- Bir şey olursa karışmam vebal benden gider, dedi.<br />

Sabri zerre kadar umursamıyordu, karşısındaki at adeta söylenenleri ya-<br />

lanlıyordu. Az ilerde beklemekte olan kızları ihmal etmeyip göz ucuyla süzü-<br />

yordu. Havasını basmanın tam fırsatıydı. İyice görmeleri için o yönü işaret<br />

edip:<br />

- Atı şuraya alda düşersem yumuşak yere düşeyim, dedi.<br />

İçin içinde gülüyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

139


İsteneni yapan Hamza:<br />

- Bu senin istediğin yere değil kendi istediği yere düşürür haberin olsun,<br />

dedi ve seyre koyuldu.<br />

Sabri, normal adımlarla biniciliğini öve öve, ata nasıl hakim olunduğunu<br />

anlata anlata yaklaştı, elini sakin duran siyah atın yelelerine değdirmesi<br />

İmam Şefik’i ve hanımını hayli şaşırtmıştı. Yanına kimseyi yaklaştırmayan at<br />

ne kadarda uysallaşmıştı. Hala övünüyordu Sabri.<br />

İmam Şefik karşısında tebessüm eden Hamza’ya bakıp at hakkında söy-<br />

lenenlerin bir an için yalan olduğunu düşündü. Atta hiçbir huysuzluk yok,<br />

kıpırdamıyor bile.<br />

- Allah, Allah, hayret!<br />

Bu kelimelerle şaşkınlıklar ifade edildi. Sabri biraz sonra binmenin vakti-<br />

nin geldiğini düşündü. Hala konuşuyordu, sesini yükselterek:<br />

- Ben bu ata binemezsem yazık benim biniciliğime.<br />

- ................................<br />

- Dedem bile biner, şu atın uyuzluğuna bak, köy yeri, insanları ne şekilde<br />

kandırmışlar bilmem deyip ağır ağır atın geniş sırtına kuruldu.<br />

Seyir halindeki gözler, bekleyiş içinde, siyah at hala normal. İmamın kar-<br />

deşi Hakkı Efendi de dahil olmak üzere alaylı kahkahalar koyuverildi. Gülüş-<br />

meleri duyan kızlar meraklarına hakim olamayıp annelerine kadar yaklaştı,<br />

olup biteni öğrendiler. Biri hariç dördü de gülmeye başladı. İmamın büyük<br />

kızı Neslihan:<br />

- Görüyor musun anne söylenenlerin hepsi yalanmış, yanına kimse yakla-<br />

şamazmış, mış ta mış, şu atın haline bak uyuz mu uyuz...<br />

Güzel Büşra, Sabri’nin tavırlarından rahatsız olmuş, Sabri’ye tiksinerek<br />

bakıyordu. Hamza’nın moralinin bozulmaması kendisini yalan çıkarttığı için<br />

üzülmemesi onu şaşırtmıştı. Oysa az önce siyah atın düşüreceğini iddia et-<br />

mişti, çok kararlı konuşmuştu ve hala öyleydi. Sabri bir komutan gibi ve ses<br />

tonu kibre ve alaya teslim olmuş:<br />

- Gezebilir miyim şu uyuz atla?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

140


- .............................<br />

Yumru alınlı, kalın dudaklı Sabri bir daha sordu:<br />

- Hamza! Şu uyuz atınla gezebilir miyim?<br />

Kahkahalar hala devam ediyor. Sabri:<br />

- Uyuz atın uyuz da bir ismi vardır.<br />

Hamza ses tonuna hakim:<br />

- Ne duruyorsun hadi gezsene?<br />

Sabri ne kadar uğraşsa da Yunus kımıldamıyordu, eliyle vurması, diliyle<br />

atı coşturmak istemesi nafile. At adeta yerine mıhlanmıştı:<br />

- Deh... hadi oğlum.<br />

Ayaklarını atın karnına değmesi, ilk denemeler gibi etkisiz kaldı. Kimi<br />

olanları anlamıyor, kimi eğlenceli buluyor, her kafadan bir ses çıkıyordu:<br />

- Bu at hayatından bezmiş.<br />

- Hamza bunu buraya kadar nasıl getirebildin?<br />

Sabri, İmam Şefik’e hitaben:<br />

- Hocam Hamza söylemiyor, bu hayvanın bir ismi yok mu?<br />

- Yunus! dedi hoca kısık bir sesle.<br />

Sabri anlayabildiği kadarını tekrar etti:<br />

- Ne... Yuu, Yunuuu demeye kalmadı, siyah at inanılmaz bir şekilde coş-<br />

tu... Adeta uçuyordu.<br />

Sabri şaşkın, lodos rüzgarları kadar hızlıydı siyah at. Atın uzun yelelerini<br />

sımsıkı kavramış düşmemek için büyük çabalar sarf ediyor, bu çaba yüz<br />

metre ilerdeki taşlıkta, atın şaha yükselişi ve kendini aniden silkelemesi so-<br />

nucu sona erdi. Usta binici Sabri atın parlak derisinden kaydı ve peşinden:<br />

- Ah kolum! Sözü duyuldu.<br />

Az sonra kalabalık Sabri’nin başına toplandı. Sabri’nin hali perişandı, ko-<br />

lundan yakınması, kırılmış olabileceğine işaretti.<br />

- Seni üzengi binicisi seni... dedi Hakkı Efendi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

141


Sabri bir yandan sol eliyle sağ kolunu tutuyor, diğer yandan da korkulu<br />

gözlerine Yunus’u aratıyordu. Acı çeken bir sesle mırıldandı:<br />

- Bu... bu at değil!<br />

Hamza:<br />

- Kolun nasıl?<br />

-Çok sancı var, kırılmış olmalı, diyen Sabri’nin kolu kırılmıştı.<br />

İmam Şefik taşlık alanda gezindi bir ata bir de Sabri’ye bakınıp:<br />

- Bu at varya... Seni buraya bile bile düşürdü.<br />

Sabri çektiği sızıya aldırmadan tebessüm etmek istedi, fakat bunda başa-<br />

rılı olamadı aynı sesle:<br />

- Hiç gülesim yok hocam!<br />

- Sen öyle de bakalım.<br />

Vakit akşama yaklaşırken İmam Şefik’in misafirleri köye gitmiş, Sabri ise<br />

sağlık ocağına kaldırılıp gerekenler yaptırılmıştı. Ertesi gün Sabri’nin kolun-<br />

daki sızı kaybolmuş, şaşkınlık gözlerine hala hakim, bu bakışlarını koluna<br />

yöneltip:<br />

- O at değil sanki akıllı bir insan... Şu gerçekti. Sabri uzun yıllar bu keli-<br />

meyi tekrarlayacaktı, o uyuz dediği siyah atı unutması mümkün olmayacak-<br />

tı...<br />

Hamza yine siyah atı Yunus’u okşuyor muhasebesini yapıyordu, neydi bu<br />

insanlar, bekledikleri olmayınca karşılarındaki insanı nasılda alçaltabiliyorlar-<br />

dı. Neye yaradı, iyilik görünce artan, kötülük görünce azalan hoşgörü. Allah<br />

insana fırsat vermeye görsün…<br />

Bilmezdi karıncalar kadar küçük bir o kadarda aciz olduğunu, kendi gö-<br />

zündeki dalı görmez, başkasındaki kıymığı bilir, büyütürde büyütürdü. İnsa-<br />

noğlu ne de olsa çiğ süt emmişti, onlardan biri de Kemal’in abisi Kamil’di.<br />

Gizliden Hamza’yı takibe koyulmuş tenhalarda karşılaşmayı arzuluyordu ve<br />

nihayet arzusu karşısına dikildi. Aşağı kuyuda elindeki kitapta kaybolmuş<br />

Hamza’yı buldu. Ciddi ve kararlı adımlarla yaklaştı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

142


Alnındaki damar belirginleşmişti. Damla damla süzülen elinin tersiyle sildi.<br />

Bir çırpıda Hamza’nın elindeki kitabı aldı ve bu hızla kitabı parçalara ayırmak<br />

istedi, bu isteğe birkaç sayfa uydu. Kamil, kızgın bir sesle sordu:<br />

- İnsan neden ve ne için yaşar?<br />

Sorunun tarzı derhal cevap istiyordu. Bu cevap geldi:<br />

- Önce hakkın hakkı için.<br />

- Sonra...<br />

- Şerefi ve namusu için.<br />

- Namusuna göz dikene ne yaparsın?<br />

- Hiç çekinmeden gözlerini oyarım.<br />

Kamil yırtabildiği sayfaları top haline getirip Hamza’nın yüzüne çarpıp be-<br />

lindeki bıçağı çıkartmasıyla sallaması bir oldu. Hamza hiç oralı değildi. Rahat<br />

bir sesle:<br />

- Eğer namusuma göz diktiğine şahitsem yaparım bu işi.<br />

Kamil hırçın:<br />

- Kes...<br />

- Beni dinle Kamil abi, sen nerden ne duyduysan yanlış duydun.<br />

Kamil elindeki bıçağı çılgınca sallıyor, Hamza son darbeden bir adım geri<br />

atması sayesinde kurtuldu. Kamil:<br />

- Köylüde mi yanlış duydu?<br />

Hamza bir adım yaklaştı:<br />

- Sana duyuran, köylüye de duyurdu.<br />

Kamil yeniden hamle yaptı, Hamza karşılık vermiyor kendini korumaya<br />

çalışıyordu bu hamleden de sıyrıldı, ses tonu hala normal:<br />

- Sana bunu yaptırtmak için bu yalanı söylediler.<br />

- Sana mı inanacağım, köylüye mi?<br />

Kamil hala Hamza’ya hamle yapıyordu. Hamza’nın bakışlarına acıma duy-<br />

gusu hakim olmuştu:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

143


- Ben sana bugüne dek bir kere bile yalan söylemedim, ya köylü? Bu ya-<br />

şına kadar sana bin bir çeşit yalan söylediler, bir o kadarda iftira attılar,<br />

şimdi de seninle benim bozuşmamızı, kavga etmemizi isteyerek yalan söyle-<br />

diler. Kardeşini tanımam bile, tanısam da ben Allah’tan korkarım, dedi.<br />

Kamil bir daha salladı keskin bıçağı, bu sallayış isabetli idi. Sol kolunu sı-<br />

yırıp geçen bıçağın peşinden akan kan gömleği kırmızıya boyadı. Kan Ka-<br />

mil’in beynindeki düşünme kanallarını açtı. Karşısındaki okyanuslar kadar<br />

derin bakan delikanlıyı tahlile koyuldu, Hamza kendisine yalan söylemeyen<br />

tek insandı, Hamza’nın hiç bir kötülüğüne şahit olmamış, daima verdiği sözü<br />

yerine getiren temiz yürekli bir delikanlıydı. Hamza’nın söyledikleri doğru<br />

olabilirdi... Aman Allah’ım!...<br />

Evet Yavuz Hamza’yla baş edememiş kendisini tamamen yanına almak<br />

için bu pis tuzağı hazırlamıştı. Neden bunu daha önce düşüneme-<br />

dim....Kahrolası Şeytan... Ne yapmıştı, elindeki ucu kanlı keskin bıçağa baktı<br />

ve bu bakışın emri ile bıçağı bıraktı, bu bırakış itler gibi pişmanım demek is-<br />

tiyordu. Bakışları Hamza ile bıçak arasında mekik dokuyordu. Üzgün bir ses-<br />

le:<br />

- Yoksa haklı mısın Hamza?<br />

- Haklıyım Kamil abi. Allah’a inandığın gibi inan haklıyım...<br />

Kamil ürperdi, bakışlarını bıçağın açtığı yaraya kaldırdı ve gözlerini bu<br />

noktada sabitledi, kısa bir sessizlik hakim oldu. Bu sessizliği Kamil’in yakarışı<br />

bozdu:<br />

- Affet Hamza!...<br />

Hamza gülümsüyor, bu tebessüm Kamil’in yanan beynine su serpiyordu.<br />

Kamil’in ruhu eziliyor:<br />

- Affetmek büyüklüğün şanındandır, affet.<br />

Hamza kanayan koluna baktı:<br />

- Affetmek, yalnızca Allah’a mahsustur, hakkım helal olsun, dedi. Bir daha<br />

gülümsedi ve devam etti:<br />

- Yalnız gömleğim yeniydi, ona yazık oldu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

144


Kamil ferahladı:<br />

- Sana bir gömlek borcum olsun.<br />

Hamza kolunun sızıya teslim olduğunu hissetti, anlaşılan bıçağın açtığı<br />

yara soğuyordu. Kamil’e bunu belli etmek istemedi, köye yöneldi gider ayak:<br />

- Kemal’e selam söyle, bunlardan da hiç kimseye bahsetme, yoksa atılan<br />

iftiraya herkes inanır, kendimin değil kardeşinizin isminin çıkmasından endi-<br />

şe ederim, kolumu dert etme çabuk iyileşir.<br />

Kamil Hamza’nın arkasından hayranlıkla bakıyordu. Hamza isteseydi beni<br />

burada kolayca tepeleyebilirdi ama bunu yapmadı, bakışlarındaki canlılığı<br />

ses tonuna yansıtıp Hamza’nın peşi sıra:<br />

- Sen büyüksün Hamza hem de çook!<br />

Hazma cevap verdi:<br />

- Büyük olan Allah’tır...<br />

Evine sessizce girdi, gömleğini çıkarttı, evdekilerden habersiz bir avuç tuz<br />

aldı ve tenhaya çekildi. Kamil’in bıçağının açtığı yarayı dağlamak için avu-<br />

cundaki tuzu kolundaki yaraya bastı. Aman Allah’ım bu ne müthiş bir ıstırap-<br />

tı, bayılmamak için kendine zor hakim oldu, aklına önce Azrail sonrada ölüm<br />

geldi. Bu can nasıl verilecekti? Bu ıstırabın milyarlarcasına tahammül edebi-<br />

liyordu demek ki insanoğlu. O an için söylendi:<br />

- Allah’ım ölüm azabımı hafîflet, senin yardımına her saniye, her an, her<br />

vakit ihtiyacım var, bana Azrail’i tanımakta zorluk çektirme, bu emaneti dev-<br />

redeceğim güne hazırlıklı eyle.<br />

Hangi gündü, o gün bilinse yaşamak ne kadar tuhaf olurdu ve bir o kadar<br />

da anlamsız...<br />

Hamza iki gün sonra üniversite sınavına girmek için yola koyulmuştu. De-<br />

desi Osman Ağa’nın evindeydi. Sohbet Osman Ağa’nın yokluğunda güzeldi.<br />

Çilekeş Fatma kadın, imrene imrene torununu süzüyor:<br />

- Seni yaratana kurban olurum oğul, diyordu.<br />

Fatma kadın ne çok severdi, Hamza’yı. Yunus’un gölde kayboluşu ne za-<br />

man aklına düşse hüngür hüngür ağlardı. Belki de saçları onun için aklara<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

145


ürünmüştü. Az sonra çıkık göbeğiyle Osman Ağa teşrif etti. Dede Osman<br />

kalın bir hitapla:<br />

- Nereye gideceksin?<br />

- Sınavım yarın onun için Kayseri’ye gideceğim.<br />

- İlkini kazandın mı?<br />

- Evet<br />

- O kolaydı tabi.<br />

- Evet.<br />

Hamza kısa cevaplar veriyordu. Dede Osman Ağa ellerini göbeğinde bir-<br />

leştirip:<br />

-Sen boşuna sınava mınava girme kazanamazsın.<br />

- Nerden biliyorsun?<br />

- Köylü diyor, o adam olamaz bilmem ne...<br />

Hamza gülümsedi:<br />

- O zaman doğru söylemişlerdir, dedi ve yerinden kalktı. Saatine bakıp:<br />

- Geç kaldım ben gidiyorum.<br />

Ve söylediğini yaptı. Dili duadaydı:<br />

- Allah’ım sen emeklerin karşılığını verirsin, benim de emeğimin karşılığını<br />

ver, yanıltma, şaşırtma, zihnimi açık tut ve her zaman hayırlı olanını ver Al-<br />

lah’ım.<br />

Bu sefer yalnızdı Hamza, sınava gireceği okulun yerini öğrendi. Büyük<br />

parkın yanındaki telefon kulübesinde kararsızca bekliyordu. Ceplerini kontrol<br />

etti. Telefon numarasının yazılı olduğu kağıda dokundu, parmaklarının<br />

ucundaki küçük kağıda dokunmak bile istemiyordu sanki... Nihayet aldı, bu<br />

sefer elleri cebinde kilitlenmişti. Az sonra ahizeyi aldı, kâğıttaki numaraları<br />

süzdü.<br />

Hala kararsızdı otele mi gitseydi, ahizeyi yerine koydu. Eylül’ün kara göz-<br />

leri karşısına dikildi, kulübeden ayrılamadı. Yeniden ahizeyi kaldırıp kartı yer-<br />

leştirdi, bu sefer numaralar uçuşuyordu. Çeviremiyordu bir türlü, çevireme-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

146


diği gibi kulübeyi de terk edemiyordu. Neyden çekiniyor, neden arayamıyor-<br />

du, bir an düşündü. Evet Allah’tan korkuyordu. Yaptığı işin yanlış olabilece-<br />

ğinden çekiniyordu, ilerisi karanlık olabilirdi Eylül’ün. Yüreğindeki savaşı<br />

onun askerleri kazanabilirdi. Eylül’e olan tutkusu, günaha davetiye çıkart-<br />

maktan başka bir şey değil miydi yoksa?...<br />

- Hadisene kardeşim! Sesi ayılttı,<br />

Bakıp görmeyen gözlerini sesin geldiği yöne iletti, sesin sahibi haklı ola-<br />

rak sabırsızdı:<br />

- İşimiz gücümüz var, ne nazlanıyorsun, yarım saattir seni bekliyoruz, çe-<br />

vir çevireceğin numarayı defol git diyordu, sıradaki iki kişinin arkasındaki pa-<br />

la bıyıklı adam.<br />

Hamza cevap vermedi yarım kalan işini bitirmek için numaraları çevirdi.<br />

Telefona cevap veren Salih Efendi idi. Hamza’yı tanımakta zorluk çekmedi,<br />

memnunlukla karşıladı. Hamza’ya nasıl gelebileceğinin tarifini yaptı.<br />

Konuşma bitti ve Hamza soğuk soğuk terlerle kulübeyi terk etti. Bir saat<br />

gibi bir zaman sonra evi bulmuştu. Ayakları gitmek, yürümek bilmiyordu,<br />

sanki felç olmuştu. İlk defa karar mekanizması bocalıyordu. Gözleriyle ikinci<br />

katı süzdü. Ayaklarını zorladı, az sonra binanın basamaklarını geçmiş, kapıda<br />

bekliyordu. Vakit ikindiyi geçeli hayli olmuştu. O an için memnun olduğu tek<br />

şey namazını kılmış olmasıydı. Nihayet kapının ziline dokunabildi, az sonra<br />

kapı aralandı, bu Mevlüt’tü.<br />

- Aaa... Hamza abi.<br />

- Merhaba Mevlüt.<br />

- Buyur abi gel.<br />

Biraz sonra odada idi Hamza. Kısa birkaç soruya cevap verdi. Son olarak<br />

Mevlüt:<br />

- Birazdan Hüseyin abim gelir.<br />

Bakışlarını odanın renkli duvarlarında bıraktı Hamza. Bakışlarını bıraktığı<br />

yerde Eylül’ün resmi vardı. Bu bakışlar sahibine dönmüyordu. Dua etmek is-<br />

tedi:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

147


- Allah’ım...<br />

İlk defa bir duayı yarım bıraktı, dudakları da iradenin pençelerinden ken-<br />

dini koparmıştı. Bu mücadele kısa sürdü. Kapı ziliyle kendine geldi. Gelen<br />

Hüseyin’di. El sıkıştılar, hal hatır soruldu. Hoş geldin ve tanışma faslı sona<br />

erdi. İkramlar yapıldı. Mevlüt’e yaptığı son hitaptan sonra simasını Hamza’ya<br />

yönelten Hüseyin:<br />

- Bizimkiler senden çok bahsetti.<br />

Hüseyin, Hamza’nın sözlerindeki ahenge hayran kalıyordu. Hamza’nın ko-<br />

nuşması, konuşmasındaki tatlılık, bir saat önce tanışmalarına rağmen ona<br />

yıllardır tanıyormuş gibi yakınlaşmıştı.<br />

Hamza’nın dudaklarından süzülen sözler, Hüseyin üzerinde bir ırmak gibi<br />

izler bırakmaya başlamıştı. Ne kadar bilgisizdi.<br />

- Ben diyordu boşa yaşamışım, bunca zaman...<br />

Hamza soru sorarak, örnekler vererek konuşuyordu:<br />

- Söyle, Hüseyin diyordu: Sen, ben niçin ve neden yaşıyoruz? Her şeyin<br />

ama her şeyin bir sebebi var, bana sebepsiz bir şey gösterebilir misin? Soru-<br />

larıma cevap ver. Söyle kalem neden var, yazı yazabilmek için öyle mi veya<br />

hayvanlardan örnek vereyim bir inek, bir tavuk veya herhangi bir hayvan ni-<br />

çin var? Süt alamadığın ineği ne yaparsın, yumurta vermeyen tavuğu kes-<br />

mez misin? Bir ot bile sebepsiz değildir. Ya sen, ben, tüm insanlar niçin ve<br />

neden var? Ye, iç, yat öyle mi? Hayır... Kesinlikle hayır... Bir sebebi olmalı,<br />

hiç düşündün mü? Varsayalım ki tesadüf, peki bunca şeyi nasıl açıklayacak-<br />

sın, insanın nasıl var olduğunu? Hayvanları... Yumurtamı tavuktan çıktı, ta-<br />

vuk mu yumurtadan çıktı? Erkek mi kadından doğdu, kadın mı erkekten?<br />

Varsayalım yumurta tavuktan çıktı, peki tavuğun bir yaratıcısının olması ge-<br />

rekmez mi? Bu olay kadın ve erkek için de geçerlidir. Sonuç olarak çok bü-<br />

yük bir yaratıcının eseriyiz. Hiç bir şey sebepsiz var olmamıştır. Bizlerin de<br />

bir yaşama sebebi var, o nedir biliyor musun Hüseyin? Allah’a, büyük terbi-<br />

yeciye hakkıyla kul olabilmek.<br />

Diyeceksin ki kulluk dediğin nedir ki; nimetlerin sadece karşılığı. Nimet<br />

nimet der dururuz ama aklımıza gelmez, gören bir çift gözün de nimet oldu-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

148


ğu. Soruyorum; gözlerini, sana dünyanın en büyük servetini verseler verir<br />

misin? İşte sen ben o derece büyük nimetlere gark olmuşuz, bunları bize<br />

veren Rahman’ın emirlerine uymak, kulluk görevini belki bir nebze yerine<br />

getirmek sayılabilir.<br />

Kapı zili konuşmayı yarım bıraktı. Hüseyin’in gözleri dolmuştu. Titreme-<br />

mek için kendini zor tutuyor, utanıyor, kendi kendine hayıflanıyordu. Gitti<br />

kapıyı açtı:<br />

- Nerde kaldın, diye sordu. Bu Eylül’dü:<br />

- Ancak gelebildim.<br />

Odaya kadar duyulmuştu sesi, yine tatlı, yine narindi. Bu ses Hamza’yı<br />

kaybolduğu manevi duygulardan aldı. Hamza yine yargıladı kendisini, bu<br />

yargı heyecana dönüşmek için izin istedi, lakin bu istek reddedildi.<br />

Az sonra gülünce beliren gamzeleriyle Eylül odaya girdi. Bakışları yine<br />

can alıcıydı. Hamza o an için Azrail’i hatırlamak istedi. Narin ses bu hatır-<br />

latmayı engelledi:<br />

- Hoş geldiniz.<br />

Hamza’nın yüreğindeki fırtınadan habersiz dudakları:<br />

- Hoş bulduk.<br />

- Nasılsınız?<br />

- Hamd olsun iyiyim, sizi sormalı?<br />

- Biz de okulla uğraşıyoruz.<br />

Hamza’nın dudakları nihayet yüreğinde kopan fırtınadan haberdar olmuş<br />

zor konuşuyor:<br />

- Derslerin nasıl?<br />

- Biraz matematik dersleriyle sorunum var, o kadar.<br />

- Çalışırsan mesele biter.<br />

Hamza’nın yüreği, duygularına dar geliyor, kendinden korkuyordu. Aman<br />

Allah’ım ne zor şeydi bu... Az sonra Hüseyin’de geldi. Konu sınavdan açıldı.<br />

Hüseyin:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

149


- Nereyi düşünüyorsun?<br />

- ODTÜ, Bilgisayar mühendisliği.<br />

Eylül:<br />

- Orasının puanları çok yüksek, sen dershaneye de gitmedin, işin çok zor.<br />

Hamza:<br />

- Orası öyle ama, gel gör ki ben de gecemi gündüzüme katıp şerbet yap-<br />

tım ve sayısalı içtim.<br />

- Kendine güveniyorsun, bu çok iyi.<br />

Vakit akşam olmuş Salih Efendi de gelmiş, eksik kalmamıştı.<br />

Sevim hanım Hamza’nın şiir yazdığını biliyordu ve ondan şiir okumasını is-<br />

tedi. Bu isteğe tüm ev halkı katılınca Hamza hafızasını kurcaladı, tozu çırpıl-<br />

ması gereken bir şiire rastladı.<br />

Hamza şiir okuduğu zaman dinleyicilerin tüylerini diken diken ederdi, yine<br />

öyle olacaktı. Sevim hanımın:<br />

du.<br />

- Hadi dinliyoruz demesi, bir an için vazgeçtiği şiiri okumasına sebep ol-<br />

Sağına soluna bakındı, gözlerini tek noktada topladı. Hüznün birleştiği ses<br />

tonuyla şiiri okumaya başladı:<br />

Bir de benden dinle yıldırımların türküsünü,<br />

Coşkun, taşkın sellerin bıraktığı yaraları<br />

Yazmakla bitiremediğim yılan sürüsünü<br />

Bir de benden dinle karlı dağların öyküsünü.<br />

Ruhlarda zelzele, gözlerde heyelan ararsan,<br />

Yar da bak ben gibi biçarelerin yüreğine<br />

Gülüm gülüm diye inleyen sessiz kayalardan,<br />

Koparıp ta kendini teslim et bir gün denize.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

150


Bilir misin şaşı dünyanın nasıl baktığını ?<br />

Dünün gibi sen hayalden başka bir şey değilsin.<br />

Anlayamazsın kör toprağa nasıl satıldığını<br />

Mazin gibi sen masaldan başka bir şey değilsin.<br />

Yüz yıllık zevkini bir anlık acı unutturur<br />

Zamanı gelince solan çiçekten farkın ne ki?<br />

Gülü, laleyi, sümbülü bir gün kader kurutur<br />

Söyle bir avuç tebessümden başka farkın ne ki?<br />

Yoz yıllar çalar simanı götürür kendiyle<br />

Yalnızca kurumuş gül yaprağındaki hıçkırık<br />

Raks eder susamış zan yüreğinin heybetiyle<br />

Anlayamazsın gözlerine köşk kurarda yılgınlık.<br />

Sana da şart olacaktır elbet kefenleri sarmak<br />

Evvelkiler gibi seni de satar şaşı dünya<br />

Karşılığın tabut, hediyesi bir tutam toprak<br />

Nasıl oldu da gözlerin doydu hırsın var dıya.<br />

Biriktirmiş şaşı dünya isyankar tohumunu<br />

Bulmuş ki kahpe düzeni, saçtıkça saçıyor<br />

Kendisine köle,kul eylemiş Allah kulunu<br />

Sarmış nefisleri köpeklerine yal yapıyor<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

151


Köpeklerine yal yapıyor...<br />

Ortama sessizlik hakimdi, hepsi başını öne eğmiş, şiiri özümsüyordu. Son<br />

mısra... sanki onları anlatıyordu. "Yoksa bizim nefislerimizi de mi köpekleri-<br />

ne yal yapıyordu şaşı dünya?"<br />

Eylül "Yüz yıllık zevkini bir anlık acı unutturur." Mısrasını düşünüyordu.<br />

Gerçekten öyleydi. Yaşanan en güzel mutluluğu bir anlık acı silip atıyordu, o<br />

halde ne anlamı vardı yaşamanın. Evet dünya bir yalandan veya hayalden<br />

ibaretti, o halde sadece bugün vardı...<br />

Salih Efendi ve diğerleri Hamza’ya şiirden duydukları memnuniyetleri ilet-<br />

tiler. Salih Efendi, derin bir nefes aldı:<br />

- Ah... ah dedi; çocuklarını kastederek devam etti: Hamza’nın ahlakının<br />

ve bilgisinin yarısı şunlarda olsaydı benim önümden kimse geçemezdi. Helal<br />

olsun şu Hasan’a, her baba evladının senin gibi olmasını ister, herkes Hasan<br />

gibi evlat yetiştirseydi bu ülkede problem namına hiçbir şey olmazdı. Öve<br />

öve bitiremiyordu arkadaşı Hasan Ustayı.<br />

Hamza’nın kalbi adeta yontuluyor, gözlerine hakim olamıyor huzursuzlu-<br />

ğu artıkça artıyordu. Eylül’ün kara gözlerindeki tarifsiz ışıkta buluyordu ken-<br />

dini. Bakışlarını nereye çevirirse çevirsin, onun kara gözlerini görüyordu.<br />

Mantığın sorduğu sorulardan kaçamıyor, cevap da veremiyordu, dudakları<br />

cevap vermek istiyor dil bu isteği ısrarla reddediyordu. "Eylül beni sevdi mi,<br />

acaba?" Bu soruyu diline dökemiyor, bu da yüreğindeki sızıyı arttırıyor, fakat<br />

yine de, dilinden gönlünü saklıyordu. Tuhaflık görseydi Hamza’yı kıskanabi-<br />

lirdi.<br />

Odanın sıcaklığı balkonda hissedilmiyordu. Hüseyin susuzdu, İslam’a açtı.<br />

Hamza ikramda bulunuyor, Hüseyin’in susuzluğunu gideriyordu.<br />

Duvarla balkon demirinin arasına sıkıştırılmış, muhabbet kuşunun barın-<br />

dığı kafese takıldı Hamza’nın bakışları. Bu bakışlara bir şeyler anlatmak isti-<br />

yor gibiydi muhabbet kuşu, sağa sola sıçrıyor, kanat çırpıyordu. Bu bakışlar<br />

kuşun lisanını anlamaktan çok uzaktı. Az sonra Eylül de geldi, parmaklarını<br />

kafesin demir aralıklarından uzattı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

152


- Maviş, Maviş, Maviş diyordu.<br />

Eylül’ün güzel gözlerindeki bakış değişmişti. Hüseyin Hamza’ya hitaben:<br />

- Bazen konuşuyor.<br />

- Ne söylüyor.<br />

Eylül gülümsedi:<br />

- Kendi ismini, dedi ve mutfağa yöneldi.<br />

Çeşit çeşit renklere bürünmüş muhabbet kuşunun lisanını nihayet çöze-<br />

bilmişti Hamza. Kuş çırpınıyor, küçük kafesin içinde aşağı yukarı sıçrıyordu,<br />

renk renk kanatlarını açması nafileydi, çengeli anımsatan gagasıyla kafes<br />

demirine takılıyor, ara ara kafesin içindeki küçük aynada kendisini süzüyor-<br />

du, o da muhasebe içerisinde, anlaşılan sevgiyle karışık kızıyordu bir şeyle-<br />

re:<br />

- Neden bu kadar güzelim, benim hakkım değil mi serçe gibi özgür ol-<br />

mak, kırlangıç gibi semada coşmak? Güzelim, güzel olmamın mükafatı ka-<br />

feslere tıkanmak mı?<br />

Bu ara da Eylül balkona tekrar geldi. Yine ellerini Maviş’e uzattı. Hamza<br />

bakışlarını muhabbet kuşundan ayırmadan Eylül’e hitaben:<br />

sesle.<br />

-Maviş güzel, yalnız cezasını kendi çekiyor. Ya başkaları, dedi kısık bir<br />

O gece sabah olmak bilmemişti Hamza için. Ağır hareketlerle gitmeye ha-<br />

zırlanıyordu. Ev halkı kapı eşiğinde. Eğildi, ayakkabılarının ipini yeniden gev-<br />

şetti, Eylül’ün gözlerinde hala uyku saklanıyordu. Hamza bir an uykusunun<br />

geleceğini sandı. Belki de bir daha göremeyecekti o uykulu gözleri, zordu bir<br />

şeyleri diline alamamak, onu anbean hissetmek ve kararsız kalmak. Beyin<br />

diline hiçbir emir vermek istemiyordu, bu sefer devreye yürek girdi ve emri<br />

verdi dudaklar kapıda Hamza’yı bekleyen aileye son kelimeleri sarf etti:<br />

verdi.<br />

- Her şeyiniz İslam’ca olsun...<br />

Sınav manzaralarının ilkinden farkı yoktu. Hamza dualarla ikinci sınavı<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

153


Haftalar haftaları kovalıyordu. Hamza ikinci sınavla birlikte uzun marato-<br />

nu bitirmenin verdiği rahatlıkla köy işleriyle meşgul oluyordu. Buğdaylar, ar-<br />

palar bir bir elden çıkmış, samanlar yerini bulmuştu. Hasan Usta ise İstan-<br />

bul’daki işlerine devam etmiş, köy işlerini oğlu Hamza’ya bırakmıştı. Ham-<br />

za’da problemsizce işleri bitirip sınav sonuçlarını beklemeye koyulmuştu. Boş<br />

zamanı çoğalmış kitap okuyor, yeni yeni şiirler yazıyor, mana alemine dal-<br />

manın tadını damağında hissediyordu, bu his eylül ayına kadar devam etti.<br />

Nerden bilebilirdi beklenmedik bir hastalığın bedenine musallat olacağını...<br />

Bilemezdi, çetin bir elemin kaderine yazılı olduğunu. Gözlerinin karasında bir<br />

ağırlık kol geziyordu, halsizlik hali olmuştu, iştah namına bir şey kalmamış,<br />

zor yürüyor, güç bela ayakta durabiliyordu. Çilekeş anne, oğlu Hamza’nın<br />

nurlu simasına, bakıp bakıp ondan habersiz ağlıyordu, ana yüreği dayana-<br />

mazdı. Nasırlı elleriyle oğlunun üzerine battaniyeyi örtüp şefkatli bir sesle:<br />

- Neren ağrıyor oğul?<br />

Hamza zorların pençesinde:<br />

- Dert etme anne, yakında inşallah iyileşirim.<br />

Anne:<br />

- Oğul doktora götürsek...<br />

- Birkaç gün sonra iyileşme olmazsa giderim.<br />

Kelimeleri toparlayamıyordu Hamza. Üzerinde korkunç bir ağırlık hissedi-<br />

yor, konuşmak aşırı derecede zor geliyordu. Nihayet amcası Nazım’a haber<br />

gönderilip doktor getirildi. Hamza ne yiyebiliyor, ne de içebiliyordu, önceki<br />

gibi de konuşamıyordu.<br />

du:<br />

Orta yaşlı doktor, çıkıntısı ampulü andıran gözlüğünü düzeltip teşhisi koy-<br />

- Bursella... Çiğ veya iyi pişmemiş sütten, peynirden veya hasta bir hay-<br />

vanın etinden de bulaşabilir. Süt hasta bir hayvandan sağılmışsa ve bu süt-<br />

ten elde edilen gıdalardan da geçer. Vücut direncini kolaylıkla kaybedip bu<br />

hastalığa maruz kalır. Geçicidir, lakin uzunda sürebilir. Bol bol C vitamini içe-<br />

ren yiyecek ve içecek vermelisiniz. Ben gerekli ilaçları yazacağım. Bunları<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

154


düzenli olarak vereceksiniz, düzelme olmazsa hastaneye kaldırmamız gere-<br />

kir. Umarım çabuk iyileşir. Uzun sürerse ölüm ihtimaliyle karşılaşabilir.<br />

Doktorun sarf ettiği son cümle, çilekeş anneyi hırpaladı. Tasalara, evham<br />

karışıp yeis denizinde çare rüzgarı bekleyen çile sandalı mı olacaktı. Korka-<br />

rak sordu:<br />

- Kaç gün sürer?<br />

-Bilinmez, az sürerse bir aya varmaz iyileşir ama uzun sürerse altı ayı ge-<br />

çer. İyileştiği zaman eski sıhhatine kavuşur. Ama tahminim çabuk iyileşir,<br />

bünyesi kuvvetli, verdiğim ilaçları düzenli olarak kullanın.<br />

Doktorun sıraladığı cümleleri, hüzünlü annenin kulağı duymuyor, gözlerini<br />

oğlundan ayıramıyordu. Biraz sonra amca Nazım ve doktor gitmişlerdi. Yu-<br />

nus Emre ve gözü yaşlı anne Hamza’nın baş uçundaydı.<br />

Hamza konuşulanları duyabiliyor, karşılık vermekte zorlanıyordu. Zira ko-<br />

nuşmak kendisine hastalığından daha ağır geliyordu.<br />

Köylü Hamza’nın hastalığını duymuştu, çoğunluk önemsememişti, kimile-<br />

riyse seviniyordu. Tıpkı muhtar Tahir Ağa gibi... Kalın sesiyle yine kükrüyor-<br />

du:<br />

- Hımmm... Eşşoğlusu, Allah nasıl verir belanı, babandan büyük adama el<br />

kaldırırsın he... diyordu.<br />

Sarmaşık bitkilerini anımsatan sarı saçının üstündeki eskimiş kasketin to-<br />

zunu çırptı. Omuzu sekiz ay olmasına rağmen hala sızlıyordu. Her sızlama-<br />

sında başını sallayarak:<br />

- Elime bir düşse, diyordu Hamza için.<br />

Hamza’nın hastalığı tüm şiddetiyle kendini göstermişti. Aklı hastalıktan<br />

çok sınav sonucundaydı. Kazanırsam bu halde bile kayıt yaptırırım, dondu-<br />

rur, iyileştikten sonra devam ederim, diye düşünüyordu, lakin kıpırdamaya<br />

dermanı yoktu. Arkadaşlarını düşündü, bu işlerden anlayan biri dahi yoktu,<br />

anlayanlar gurbette idi, dedesi ve amcası geldi aklına, onlarsa çoktan ver-<br />

mişlerdi kazanamaz hükmünü. Babası İstanbul’da, ona haber ulaştırana ka-<br />

dar müracaat tarihi çoktan geçerdi, sonra hasta olduğunu da bilmiyordu. Ne<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

155


pahasına olursa olsun, gerekirse sürünerek gidip kayıt olmalıyım, diye dü-<br />

şüncelerini noktaladı. Postacı salı günleri köye gelmekteydi.<br />

Hamza cesedi anımsatıyordu, kendi haline mi yanaydı yoksa sınav so-<br />

nuçlarının eline ulaşıp ulaşmamasına mı?<br />

Nihayet salı günü Mavi bir taksi muhtar Tahir Ağa’nın evinin önünde dur-<br />

du. Çember alınlı biri. Elindeki mektuplarla Tahir Ağa’nın kapısını çaldı. Bu<br />

postacıydı. Muhtarın genç kızı Zekiye kapıyı açtı:<br />

etti:<br />

- Buyurun abi.<br />

Kapıda bekleyen orta yaşlı postacı göz işaretiyle elindeki mektupları ima<br />

- Baban evde mi?<br />

- Evet, buyurun içeri girin, bir kahvemizi için. Az sonra Tahir ağanın sesi<br />

duyuldu:<br />

- Gel Arif, içeri gel.<br />

Biraz sonra postacı Arif, Tahir Ağa’nın evinde kahvesini yudumluyor, köy<br />

muhtarı Tahir ağaya, elindeki kâğıtları imzalatıyordu:<br />

- Efendim sizin köyün gençleri, civar köylerin gençlerinden efendi, sonra<br />

halkı da misafirperver.<br />

- Öyledir öyledir, dedi.<br />

Bir yandan mektupları kontrol eden muhtar Tahir Ağa balkonda oturan<br />

oğlu Yavuz’a hitaben:<br />

- Yavuz, bekçi Mehmet’i çağır, dağıtsın şunları.<br />

- Bana var mı baba?<br />

- Bırak gevezeliği şu bekçiyi çağır.<br />

- Tamam.<br />

Tahir Ağa:<br />

- Ee Arif daha nasılsın, dedi gözleri bir anda büyüyen Tahir Ağa.<br />

Elindeki Hamza’nın ÖSYM sonuç belgesiydi. Gözlerinin büyüklüğü kay-<br />

bolmadan, üzerine oturduğu minderin altına soktu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

156


Az sonra saçlarının rengi solmuş, edepli bekçi Mehmet’te geldi:<br />

- Selamün aleyküm.<br />

Selamı Postacı Arif aldı. Tahir Ağa:<br />

- Kızım, bir kahvede Mehmet amcana yap, deyip bekçi Mehmet’e elindeki<br />

bir avuç mektubu vererek:<br />

- Al bunları, sahiplerine ulaştır, dedi.<br />

Gıybetten başka bir şey olmayan sohbetlerini bitirdiler. Postacı yoluna,<br />

bekçi Mehmet işine koyuldu.<br />

İçin için sevinerek ve iştahla odaya yeniden gelen Tahir Ağa:<br />

- İşte elimdesin, diye mırıldanarak az önceki minderin altına koyduğu<br />

Hamza’ya gelen belgeyi elline aldı. Yıllardır beklediği bir haber varmış gibi<br />

büyük sarı zarfı açtı.<br />

İlk baktığı yer Hamza’nın kazandığı okulun isminin yazıldığı yerdi. Tahir<br />

Ağa’nın kalın dudakları okudu:<br />

- Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği. Hamza’nın yıllar-<br />

dır hayalini kurduğu cümleler Tahir Ağa’nın dudaklarındaydı.<br />

- Vay eşşek oğlu vay! Kafası da çalışırmış, diye mırıldandı.<br />

Bunu kimse bilmemeliydi. Yoksa herkes onu överdi ve hala hasta olması<br />

benim için bir avantaj, diye düşünüyordu Tahir Ağa. Ne yapmalı araştırabilir<br />

mi? Öğrenirse ne yapar? Müracaat tarihini okudu:<br />

- Yirmi iki eylülden sonra yapılan başvurular geçersizdir.<br />

Evet bu süre içerisinde iyileşebilmesi zor. Bugün ayın on ikisi, on gün<br />

kalmış umarım şans bu sefer benden yana olur, diye düşünerek zarfı ceke-<br />

tindeki sigara paketinin yanına koydu.<br />

Vakit akşamı geçmiş. Muhtar Tahir Ağa’nın evinde hazırlık vardı, İmam<br />

Şefik’e misafir olacaklardı. Telaşlı bir sesle Tahir Ağa:<br />

- Avrat kısmı değil mi? Hadin bre...<br />

- Bekle herif öldün mü? Hocaya süt koyuyorum.<br />

Zekiye:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

157


- Ben hazırım anne!<br />

- Şu sütü al!<br />

Gece karanlığına yeniden bürünürken, Tahir Ağa ve ailesi, imamın evinde<br />

misafirdiler.<br />

Yavuz cesaret edip gelememişti. Aileler bilmiyordu neden gelmediğini,<br />

gitseydi Büşra yüzüne tükürebilirdi. Sahtekar dudakları her zamanki gibi:<br />

- Ulan Hamza, şimdi hastaymışsın geberirsen benden fazla sevinenin ol-<br />

maz, diyordu.<br />

Tahir Ağa ve imam sohbeti koyulaştırmışlar, vaktin ne çabuk yatsıya gel-<br />

diğini anlamamışlardı bile. Saatini kontrol eden İmam Şefik:<br />

- Ezan saati de gelmiş, abdest alalım.<br />

Tahir Ağa yapmacık:<br />

- İyi olur, dedi. Büşra’nın eşliğinde koridora çıktılar,<br />

Tahir ağa ceketini koridordaki musluğun çaprazına düşen çiviye astı, ab-<br />

destler alındı. İmam:<br />

- Buyur Tahir ağa.<br />

- Hadi bismillah.<br />

İmamın evinde kadınlar kalmış, Zekiye ile Büşra mutfakta, bir yandan yı-<br />

kanan bulaşığı raflara diziyorlar, diğer yandan da sohbet ediyorlardı. Zekiye:<br />

- Duyduğuma göre ablan nişanlanıyormuş.<br />

Büşra nemli sesiyle:<br />

- Yakında düğün yapacağız, senin yeni haberin oluyor.<br />

- Yok ya!<br />

- Evet.<br />

Zekiye:<br />

- Sana da dünür düşmüşler.<br />

- Evet amcamın kayını Sabri midir nedir? Mikrop.<br />

- Neden, öyle diyorsun kız?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

158


- Sinir oluyorum.<br />

- Yakışıklı, iş sahibi, hem de şehirlerin en güzelinde evi var.<br />

- Benim gözüm yok onlarda, dedi güzel kız Büşra, yine efkara büründü.<br />

Konu evlilikten açılınca aklına birisi geldi. Yeni müptelası olduğu sigarayı Ze-<br />

kiye’ye çıtlattı:<br />

- Sigaran var mı?<br />

- Dün vardı ama şimdi yok...<br />

Büşra:<br />

- Yapma! Ne kötü dedin!<br />

Elindeki bardağı musluğun altına tutan Zekiye:<br />

- Sen bu kadar aramazdın.<br />

- Son bir aydır çoğalttım.<br />

Zekiye birden neşelice:<br />

- Büşra babamın ceketi hala koridorda mı?<br />

- Evet.<br />

Elindeki tencereyi tezgaha koyan Zekiye:<br />

- Onun cebinde vardır iki dal alalım.<br />

- .................................<br />

- Ama benim ellerim ıslak, haberi olursa?<br />

- Sen ceketi getir.<br />

Büşra narin elleriyle Tahir Ağa’nın ceketini çividen aldı ve mutfağın kapı-<br />

sına kadar getirdi. Ceketi ters tutmuştu, mutfağın kapı eşiğine iki büklüm<br />

olmuş geniş bir zarfla sigara paketinin düştüğünü gördüler. Zekiye tedirgin:<br />

- Kız daha ceket tutmasını bilmiyorsun.<br />

- Dalgınlığıma geldi.<br />

Zekiye’deki tedirginlik azaldı:<br />

- Koy geri cebine şu koca zarfı, sigaradan da iki dal al, aman ceketi yine<br />

aynısı gibi as oynandığından haberdar olmasın, dedi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

159


Büşra sigaradan iki dal almış, zarfla beraber sigara paketini koymak üze-<br />

reydi ki, yeşil gözleri Hamza’nın soy isminin son harflerini gördü, merak ha-<br />

kim oldu, kağıdı biraz daha araladı. Zekiye:<br />

- Hadisene Büşra biraz acele et.<br />

Büşra donmuş kalmıştı. Zekiye:<br />

- Ne bu halin kızım?<br />

Büşra zarfı açıp tamamen okudu. Korkulu gözlerle Zekiye’ye bakıp sordu:<br />

- Bu babanda ne geziyor?<br />

- O ne?<br />

- Hamza’nın sınav sonuç belgesi.<br />

Zekiye şaşırdı, kızardı, nasıl bir açıklama yapacağın bilemedi, ıslak ellerini<br />

silip bir de o kontrol etti.<br />

- Bilgisayar mühendisliği, dedi korkuluca.<br />

Zarfa baktı yine mırıldandı:<br />

- Hamza Zoroğlu.<br />

- ............................<br />

- Koyalım yerine herhalde Hamza’ya verecek, postacı bugün getirdi.<br />

Siyah rengin hakim olduğu ceketin yan cebine sigarayla birlikte zarfı da<br />

koyup onun yine aynı şekilde yerine astılar.<br />

İkisinin de aklı ordaydı, ikisi de çekiniyordu Hamza hakkında konuşmaya.<br />

Büşra, Zekiye’nin kardeşine ve babasına Hamza’nın neler yaptığını biliyor ve<br />

Hamza’yı haklı buluyor, fakat Zekiye’yi üzmek istemediği için olayla ilgili ko-<br />

nuşmamayı tercih ediyordu. Zekiye ise Hamza’nın yaptıklarını Büşra ile pay-<br />

laşıp küçük düşmek istemiyordu. Lakin Hamza’yı haklı olarak biliyordu, bunu<br />

hiç kimseye söylememişti. Bir an için zamanının geldiğini düşündü:<br />

- Şu Hamza bizimkilere ne yaptıysa haklı.<br />

Büşra sigarasını kavisli kiraz rengindeki dudaklarından aldı:<br />

- Anlatılanları duyduk.<br />

Zekiye:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

160


- Şu abim olacak varya...<br />

- Ona az bile yediği dayak, dedi Büşra.<br />

Büşra’nın yeşil gözlerinde, kışın yaşanan o kavgadan sonra Hamza daha<br />

da büyümüş, ona olan tutkusuna gem vuramıyordu. Bir anda aklına korkunç<br />

olarak nitelendirdiği bir şeyler geldi:<br />

- Ya Hamza’ya bu kağıdı vermezse, nerden bilecek kazandığını ve şu an<br />

hasta. Baban bunu fırsat bilir, ne de olsa omuzunu kırmıştı Hamza.<br />

sıydı:<br />

Zekiye bir an için unuttuğu gururunu yeniden hatırladı, ne de olsa baba-<br />

- Yok kız yok, ona sürpriz filan yapabilir.<br />

Dışarılardan gelen sesler, ikisini de telaşlandırdı, sigara dumanını kovmak<br />

için pencereleri açtılar, mutfağın ışığını söndürüp apar topar, diğer odaya<br />

geçtiler.<br />

Gürültü ve neşeyle geldiler Tahir Ağa ve İmam Şefik, yine gıybetin esare-<br />

tinde saltanat sürdüklerini sanarak. Sohbetleri aynı şekilde devam etti, çay-<br />

lar demlendi, naralar atıldı. Ta ki gözlerindeki uykunun selamı gelene dek,<br />

nihayet misafirlik bitmiş, iyi niyet dilekleriyle Tahir ağa ve ailesi evlerine yö-<br />

nelmiş, uykuya gönderdiğin selamı aldık demişlerdi. O gece Büşra’nın endişe<br />

ve kaygıdan güzel gözlerine uyku girmemişti. Çeşit çeşit korkular aklına<br />

düşmüş onu uyutmamışlardı.<br />

Sabah, muhtar Tahir Ağa’nın elinde sigarasını yaktığı çakmak ve dün ce-<br />

bine koyduğu zarf olduğu halde, riyakar dili:<br />

- Ben ne yapacakmışım görecek p... diyordu.<br />

Zekiye babasının yapabileceklerini sezmiş, gizli gizli onu takip ediyordu.<br />

Tahir Ağa evinin geniş balkonunda oturduğu tabureden kalkıp, çakmağı çak-<br />

tı. Hamza’nın o kış günü kendisini bahçe duvarına çarptığını hatırladı, omuzu<br />

yine sızladı. Mırıldandı:<br />

- Kimse görmedi kimse bilmiyor...<br />

Yanan çakmağı ucundan tuttuğu kağıda yaklaştırdı, kâğıt yanmaya başla-<br />

dı, gözleri yanan kağıdı görmüyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

161


- Hamza... Hamza... İşte benden korkulur, ben böyle yaparım, diyordu.<br />

Hafızası ve gözleri hala o kış günündeki çırpınışındaydı. Hamza’nın hınç<br />

dolu gözlerini görüyordu, o eller çelik gibi sarmıştı yakasını, kurtulamıyordu,<br />

o kadar kişinin gözleri önünde bayılıp gitmişti.<br />

Yanan kağıdın, parmağını önce ısıtıp sonra da yakması Tahir Ağa’yı hem<br />

sıçrattı, hem de ayılttı:<br />

- Ufff... ulan Hamza, kâğıdın bile bana zarar veriyor.<br />

Kızı Zekiye’nin kızgın bakışları altında, sızlayan omuzunu tutarak kalktığı<br />

tabureye yeniden oturdu.<br />

Hafif esen rüzgar Hamza’ya gelen belgenin küllerini acımasızca savurdu.<br />

Ama şimdi hafif esen bir eylül rüzgarı, sağa sola sürüklüyor, küçük parçacık-<br />

ları kollarına alıp yok ediyordu. Hamza görseydi belki de sadece gülerdi acı<br />

acı.<br />

Hamza hala cesedi andırıyordu; ilmiyordu, yıllarını tükettiği, gündüzler<br />

yetmeyip gecelerin de dahil olduğu, varsa yoksa o dediği, koca bir emeğin<br />

kendisinden nasıl saklandığını. Hayalin gerçekleşip de yeniden hayale dö-<br />

nüştüğünü, elinin kolunun bağlandığını, onca gecenin sabahının doğarken<br />

kaybolduğunu, yıllardır dilinde şarkı ettiği, sonuç belgesinin münafık bir in-<br />

san tarafından nasıl yakıldığını bilmiyordu...<br />

Çilekeş anne oğlunun baş ucunda, elinde peşkir, hüzünlü gözlerle oğlu<br />

Hamza’yı süzüyor. Allah’a vaatlerde bulunuyor. Hüzünlü sesiyle inliyordu:<br />

- Nasıl oldun oğul?<br />

Hamza’nın dudakları adeta kilitli:<br />

- İyiyim...<br />

Hamza’nın göz kapakları açılmıyor, onun bir mum gibi ağır ağır eridiğini<br />

hissediyordu. Annenin nasırlı ellerindeki kaşıktan uzatılan çorba çizik dudak-<br />

larından kayıyordu.<br />

Anne:<br />

- Aç oğlum ağzını.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

162


Hamza azalmış gücünün tamamını kullanıp çorbayı yudumlamak istese<br />

de, çorbanın bir kısmı dudağından kayıyordu. Hiç şaşırmıyordu acizliğine...<br />

Hamza on gündür ölüden farksızdı. Annenin olağan üstü çabaları ve gay-<br />

reti onu adeta ölümden esirgiyordu. Bu yürek ana yüreği değil miydi? Ha<br />

evlat hastaydı, ha kendi... Sanki oğlu Hamza’nın düştüğü eleme kendisi<br />

düşmüştü. Hamza ne zaman güç bela gözlerini açsa annesinin yaslı yüzünü<br />

ve ıslak gözlerini görüyordu, kendinden çok annesine üzülüyordu, sırf annesi<br />

için bir parça da olsa iyileşmeyi diliyor, bunun için de kalbinin diliyle Al-<br />

lah’tan bir şeyler istiyordu. Bu istekler belli belirsiz dualardı:<br />

- Ya Rabbi, sen verdin bu derdi sen kaldır, kaldır ki annem sevinsin, kal-<br />

dır babam için, senden gelen her şeye razıyım. Hamza’nın nurlu yüzünde ıs-<br />

tırap yumak yumak, hala isyan etmemiş, halini soranlara kısık ve bitkin bir<br />

sesle:<br />

- İyiyim... diyordu. Gün gibi ortadaydı perişan hali, bir ölüden tek farkı<br />

nefes alıyor olması idi, buna rağmen iyi olduğunu söyleyebiliyordu. İçin için<br />

eriyordu Hamza. Kalbi annesinin haline dayanamıyor sükut alemindeki sesiz<br />

dualara sarılıyordu:<br />

- Sırf anam için sağlığıma kavuştur Ya Rabbi.<br />

Birkaç gün sonra annenin gözleri, bir hafta sonra da tebessümü unutan<br />

siması güldü. Hamza yirmi yedi günlük elemden Allah’ın izniyle yeni yeni sıy-<br />

rılmaya başladı. Bu süre içerisinde kalbiyle namaz kılmak için çaba sarf etti.<br />

Özenle serdi anne, oğlunun seccadesini... Dürüst ve yalansız dili attığı her<br />

adımda Allah’a hamdlerde bulunuyordu. Her geçen gün kendisini biraz daha<br />

toparlıyordu. Hamza’nın iyileşmesine sevinen kadar sevinmeyenler de ol-<br />

muştu. Bir telaşa kapılmış olan Tabir Ağa’nın küfürbaz dili ara ara mırıldanı-<br />

yordu:<br />

-Ya araştırır, öğrenirse?<br />

Haftalar birbirinin peşi sıra gelmiş, ayları oluşturmuş, ekim akıp kasım da<br />

kaybolmuştu. Hamza her geçen gün eski sıhhatinde olma yolunda ilerliyor.<br />

Girdiği sınavın neden sonucu gelmemişti bunun muhasebesini yapıyordu.<br />

Sorularına cevap bulmakta güçlük çekiyordu. Yoksa kazanamadım mı? Yo<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

163


hayır sınavın ertesi günün gazeteler cevapları vermişti, kendi cevaplarıyla<br />

karşılaştırmış, sonuç çok çok iyi idi. Birden gözlerindeki saflık kayboldu:<br />

- Yoksa... dedi, Tahir Ağa. Araştırmam gerek.<br />

Köylü Hamza’nın kazanamadığını öğrenmişti:<br />

- Göz boyamış.<br />

- Tembeldi zaten.<br />

- Ben demedim mi, o adam olamaz?<br />

- Çok çalışıyordu fakat kafası kalınmış, gibi hükümleri daha da rahat sarf<br />

etmeye başlamışlardı.<br />

Dede Osman Ağa sanki torununun kazanamadığına sevinmişti:<br />

- Ben demedim mi sana, bak o kadar masraf boşa gitti.<br />

Hamza’nın kaygısı büyük gibi görünse de asıl kaygısı babası içindi. Onu<br />

sevindirememişti. Tahir Ağa’dan önce ÖSYM’ye sormalıyım, diye düşündü.<br />

Sonucu öğrense bile müracaat tarihi çoktan geçmişti. Yoksa kazanamamış<br />

mıydı, bazen kazanamayana sonuç göndermezlerdi.<br />

Başını öne eğdi. Çeşit çeşit düşünceler örümcek ağı gibi kuşatmıştı etrafı-<br />

nı, neyi nasıl yapacağına karar vermekte zorlanıyordu. Aklına emekleri, uy-<br />

kusuz geceleri geliyor, hayalleri dağ gibi dikiliyordu karşısına.<br />

Bekçi Mehmet aklına geldi, ona sormalıydı, bulsa bulsa santral binasının<br />

ön kısmına yükselttikleri serpme betonlarda bulabilirdi. Köşe başlarına bakı-<br />

narak, endişe yüklü düşüncelerle aramaya koyuldu. Aradığını bulması uzun<br />

sürmedi. Fazla tıraş olmaktan yüzünün derisi eskimişti bekçi Mehmet’in. Sa-<br />

bah akşam tıraş olurdu, inandığı bir olayı kesin bilir, fikirlerini kesinlikle hiç<br />

kimse değiştiremezdi. Bekçi Mehmet’in inadı katırların gıpta edeceği kadar<br />

büyüktü, biraz da eski topraktı, işini sağlam yapardı. Birinci sigarası içerdi<br />

her çekimden sonra buruşmuş dudaklarında toplanan tütünleri birkaç defa<br />

tükürürdü. Yine santral binasının ön kısmında elli dörde gelen yaşının saatle-<br />

rinden birkaçını harcıyordu. Hamza’nın gelişini fark edip verdiği selamı aldı:<br />

- Ve aleyküm selam.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

164


Hamza çaresiz sordu sordu, Mehmet Ağa’nın bildiği yok. Son olarak bekçi<br />

Mehmet renkten renge girmiş cüzdanını çıkarttı, küçük bölümlerine göz attı,<br />

kendisi gibi cüzdanı da eskimişti. Nihayet postacının telefonunun yazılı oldu-<br />

ğu kağıdı buldu ve Hamza’ya verdi. Hamza bir akşam, postacıyı aradı, ama<br />

nafile, postacı Arif hatırlayamadığını söylemiş, Hamza’nın elini kolunu bağ-<br />

lamıştı. Hamza moralsiz telefonu kapadı. Sonucu öğrense ne yapacaktı... O<br />

kadar emek, o kadar çaba... yine de öğrenmek istiyordu. Bir yolu daha vardı<br />

ÖSYM’ye dilekçe yazmalıydı. Ta ki cevap gelene dek yazmalıyım, diye nokta-<br />

ladı düşüncelerini...<br />

İmam Şefik’in büyük kızı Neslihan yuvadan uçmuştu. O, hanımı ve diğer<br />

çocuklarıyla sohbet ediyor, atıp tutuyordu:<br />

- Şu Hamza var ya.<br />

- Ne olmuş Hamza’ya, dedi karısı Hacer.<br />

- Hani çok çalışıyordu, kazanamamış.<br />

Hacer hanım üzgün:<br />

- İsterdim ki o delikanlı başarsın, ona imreniyorum, efendi, ahlaklı, akıllı.<br />

- Bırak hanım o ne canavar bilir misin?<br />

- Ne kızlarım ne de ben onun hiç bir kötülüğünü görmedik.<br />

İmam da mutlu:<br />

- Gördün ya kazanamadı, üç ay önce kazanır diyordun.<br />

- Masum bir insan. Şimdi ne yapacaksa!<br />

İmam Şefik alay kokan bir yılışma ile:<br />

- Çoban olacak o masum dediğin canavar.<br />

Büşra anne ve babasını dinliyor ve kendine zor hakim oluyordu, bir hınçla<br />

odayı terk etti. İmam Şefik:<br />

- Ne derdi var bu kızın...<br />

Şirin Hacı Paşa köyü ocak ayıyla kışa, mart ayıyla da bahara başladı. Ni-<br />

san ayı nasıl bitti anlaşılmadı mayıs yeni yeni kendini gösteriyor. Şirin köye<br />

çoban lazım, sezon yedi ay, sadece çobanlar bilir çobanlığın nasıl olduğunu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

165


Hamza ilk defa annesini dinlemedi, zor da olsa onu ikna etti. Ve çobanlık<br />

yapmaya karar verdi.<br />

Hamza’nın huyu olmuştu postacıyı takip etmek, yedi aydır her hafta di-<br />

lekçe yazıyordu. Nihayet postacı Arif gelmiş Tahir Ağa’nın evinin önünde bir-<br />

çok mektupla taksiden indi. Bekçi Mehmet Hamza’nın peşi sıra postacının<br />

yanına geldi. Selam ve hal hatırdan sonra postacı Arif elindeki mektupların<br />

içinden büyük olanını çıkarıp Hamza’ya uzattı:<br />

- Al sana ÖSYM’den mektup, yine mi girdin?<br />

Hamza’nın aylardır gülümsemeyen yüzünde tebessüm belirdi. Postacı<br />

Arif’e baktı:<br />

- Hayır, geçen sene beynim çalıştı vücut yedi; şimdi de bedenimin çalış-<br />

ması ve para kazanması gerekiyor.<br />

Bekçi Mehmet:<br />

- Çoban olacak.<br />

Postacı Arif şaşırdı ve gülümsedi:<br />

- Ciddi mi?<br />

Bu ara muhtar Tahir Ağa geldi. Hamza’yı görünce yüzünü buruşturdu.<br />

Kulağıma gelenlere göre çobanlığa talipmiş, keşke doğru olsa da şu ite ver-<br />

sem iyice sürünse, kolay sanıyor çobanlığı, diye düşündü. Hala kinliydi Ham-<br />

za’ya.<br />

Postacı yanlarına yeni gelen Tahir Ağa’nın selamını aldı:<br />

- Şu delikanlıya çobanlığı ver, dedi.<br />

Tahir Ağa Hamza’yı süzdü, uzun zamandır konuşmuyorlardı, hiç bir şey<br />

yokmuş gibi sordu:<br />

- Çoban mı duracaksın?<br />

Hamza’nın aklı avuçlarındaki kâğıtta:<br />

- Evet.<br />

Tahir Ağa muhtarlığın verdiği yetkiyle<br />

- Haftaya salı hazır ol, ne istersen iste.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

166


Kendisinin koyunu yoktu, ne de olsa hiçbir ücret ödemeyecekti. Hamza<br />

postacının yanından ayrıldı. Kara gözleri ellerindeki zarfta. Ağır ve düşünce<br />

yüklü adımlarla evine doğru yürüyor, elleri titriyor, korkuyordu zarfı açmaya.<br />

Evlerinin ön kısmındaki geniş yapraklı dut ağacının altına oturdu. Tek başı-<br />

na, ıslanmaya hazır gözleriyle süzmeye zarfı başladı. Hala açamıyordu, ora-<br />

daki cevap ne olursa olsun, hayatına bir etkisi olmayacaktı, buna rağmen<br />

sonuç kendisi için önemliydi, bir türlü parmakları zarfı açamıyordu, anlaşılan<br />

beyin aç emrini vermiyordu. Yoksa o da mı Hamza gibi korkuyordu.<br />

Nihayet özenle zarfı açtı, aradığı cümleyi buldu:<br />

- O. D. T. Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliğini kazandınız.<br />

Hamza, acı acı gülümsedi, gözlerine hakim olamadı. Şakağından sonra<br />

elindeki kağıda gözyaşları akmaya başladı. Emek, çaba, gayret, yıllar ve Al-<br />

lah için kurulan bir hayal... Gözyaşı içinde kağıda bakıyordu Hamza. Islak<br />

dudakları şeytana hitaben:<br />

- Ey! Seni lanetlenmiş koca iblis; değil gençliğim, ömrüm kazılsa ben yine<br />

de isyan etmeyeceğim, işte dinle Rabbim’e haykırışımı:<br />

- Allah’ım, üzüldüğüm, ağladığım, hepsi senin için, isterdim ki büyük<br />

mevkilere gelip, seni daha geniş topluluklara hatırlatayım, senin rızan için<br />

mücadele edeyim, senin dinine yan bakanlara hakikati göstereyim, bir ço-<br />

banla, mühendis arasında senin yanında fark yoktur. Ve şunu iyi biliyorum<br />

Allah’ım! Hakkımda böylesini hayırlı gördün, alnıma bunları yazdın, sana bin-<br />

lerce şükür ki bana iman nasip eyledin, küfre düşürmedin, kaderime razıyım,<br />

senden gelen her şey kabulümdür Allah’ım...<br />

Hamza peygamber mesleğinden tatmaya başlamıştı artık. Fartasar Da-<br />

ğı’nın eteklerinde yalnızlığın gölgesinde yaşıyordu. Bir sürü koyunla, sessizli-<br />

ğin getirdiği duygu seline baraj örüyordu. Bu barajla beraber terbiye etmek<br />

için uğraştığı ruhunu daha da yüceltiyor, Rasülullah’ın yaşadıklarının belki bir<br />

nebzesini de ben yaşıyorum düşüncesinin verdiği teslimiyet duygusunu bü-<br />

tün azalarında hissediyordu.<br />

Yaz mevsiminin girmesiyle beraber, geceleri dağda yatmaya başladı. Ka-<br />

ranlık hünerlerini gösterirken, sabır denen kavramda icraatlarını gösteriyor-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

167


du. Büyük bir sabır işiydi çobanlık, zor yanı çoktu. Önemli olan ahlakın ve di-<br />

lin tatlılığını bozmadan yedi ayı bitirebilmekti. Yağmur iki aydır her gece<br />

durmaksızın yağmış, gündüzleriyse rüzgar bıçak gibi keskin esmişti. Havalar<br />

yazla beraber ısınmış koyunlar etlenmeye başlamıştı. Hamza zor günleri at-<br />

latmıştı. Artık gecelerde ahenk vardı. Kurt ulumaları koyunlardan çok Ham-<br />

za’yı rahatsız etse de Cemil Ağa’nın iki köpeği dört gözle sürünün etrafını<br />

kolaçan ediyordu. Sürü sabahın geç saatlerinde köye inip, öğle geçince ye-<br />

niden dağa çıkıyordu. Hamza’nın dudakları her gün Yasin Suresini konuk<br />

ediyor, sürüyü yegane sahibi olan Allah’a emanet ediyordu. Dağda durduğu<br />

süre içerisinde en çok yalnız başına kıldığı namazları sevmişti. Her tekbir alı-<br />

şında Rasülullah’ın hadisi şerifini hatırlıyor, adeta bunu yaşıyordu. “Müslü-<br />

man kırlarda namaz kıldığı zaman, bunu gören melekler, arkasında saf du-<br />

rurlar." hadisi şerifini kıldığı yatsı namazında yine yaşamış, melekleri kendi-<br />

siyle beraber hissetmişti.<br />

O gece Guruca Dağı’ndaydı. Kaynayan çayı ocaktan uzaklaştırıp demledi,<br />

koyun sürüsü dağın yamaçlarına dağılmış karnını doyurmakla meşgul, köyün<br />

ışıklarını karanlık sarmış, sigara ateşi kadar küçülmüştü. Az ilerisindeki kö-<br />

pekleri çağırdı, kuyruk sallayarak geldi kangallar, gecelik istihkaklarını aldı-<br />

lar.<br />

Karanlıkla uyum sağlayan ve zor zanaat seçilebilen atı Yunus’u, keskin bir<br />

yarım ıslıkla uyardı. Otları gevelemeyi bırakan at sahibinin yanına kadar gel-<br />

di. Az sonra Hamza’nın ensesini yalıyordu. Hamza dirseğini, yere serilmiş<br />

keçeye dayayarak yarım bir oturuş şekli aldı. Çayını yudumlayıp:<br />

- Ne dersin Yunus, bu koyunları nasıl toplayacağız, diyordu. Konuştu ko-<br />

nuştu son söz olarak da:<br />

- Bu gece çok karanlık umarım seni ürkütmüyor, buranın cinleri meşhur,<br />

deyip gülümsedi. Yunus’a şiirler okumaya başladı. Az sonra Yunus’un kiş-<br />

nemesi Hamza’yı susturdu:<br />

- Biliyorum şiirden de bıktın.<br />

Çay içmek için yaktığı ateşin son közleri de soğumuştu. Saat gece yarısını<br />

geçeli epey olmuştu, sağını solunu kolaçan etti. Bir an için yakın sayılmayan<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

168


Sümengen Tepesi’ndeki bir velinin kabrini ziyaret etmeyi düşündü, sürünün<br />

bir ucu da oraya yaklaşmaktaydı, zaten koyunlar gece fazla dağılmaz birbiri-<br />

ni takip ederdi.<br />

Nallarını yenilemeli, dedi ve atına binerek biçimsiz dağ yolundan<br />

Sümengen Tepesi’ne yöneldi. Yamaçtan ve dağın sema ile birleştiği mevkile-<br />

ri görebiliyordu, zaten gözleri karanlığa tamamen alışmıştı. Zirveye doğru<br />

Sümengen Tepesi’ni gözleriyle kontrol etti. Kulağına gelen birtakım sesler<br />

onu duraksattı ve sesleri dinlemeye koyuldu.<br />

- Bu saatte burada ne yapılabilir diye mırıldandı. Biraz düşündü. Bir çırpı-<br />

da attan inip, ağır adımlarla sesin geldiği istikamete doğru gizlenerek ilerle-<br />

di. Seslere bakılırsa dört veya beş kişi olmalıydılar... Çok dikkatli hareket<br />

ederek yaklaştı, ta ki mesafe otuz metre kalıncaya dek. Dikkatle baktı; gör-<br />

düğü manzara ilginçti, dört kişi ellerinde kazma ve kürek ziyarete niyetlen-<br />

diği velinin kabrini kazıyor. Orada ne arayabilirlerdi, dikkatle dinlemeye ko-<br />

yuldu, sesler kısıktı:<br />

- Yavaş yavaş.<br />

- Dur bakalım Osman.<br />

- Bir çıkarsa buradan altın ne güzel olur.<br />

Anlayacağını anlamıştı Hamza. Kim ne anlattıysa bu mezar hakkında, sı-<br />

ralamış yalanları diye düşündü. Bir şeyler yapmalı, buna mani olmalıydı.<br />

Korkutabilirdi. Ama nasıl? Dirseği belindeki kavala değdi:<br />

- Evet evet, sesim kavalın içinden çıkarsa...diye mırıldanarak aradaki me-<br />

safeyi azalttı, kabristanın üç metre ilerisindeki kayanın arkasına kadar sızdı.<br />

Kısık sesler hala devam ediyor:<br />

- Şu toprağı da atın.<br />

Elinde kazma olan:<br />

- Kesin bulursunuz, dediler.<br />

İsmi Osman olan:<br />

- Kim dedi demiştiniz?<br />

- Hacı Paşalı şaşı Recep.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

169


- Neden kendi deşmemiş?<br />

Sessiz bir tebessüm:<br />

- O korkak buraya tılsımlı diyor, böyle şeylerden çok korkarmış, hatta bir<br />

gün babası Cafer emmiye kötü mü ne davranmış Azrail gelip boğazını sıkıp<br />

bir şeyler söyleyip kaybolmuş.<br />

Dört kişiden gülme ve ince bir kahkaha duyuldu. Gülseler de çekiniyorlar-<br />

dı. Toprakla uğraşan elini uzun salın altına götürüp:<br />

- Ben şimdi onun tılsımını bozarım, dedi kaldıracaktı ki<br />

- Beni neden rahatsız ediyorsun, diye tuhaf bir sesle irkildi. Diğerleri de<br />

oldukları yerde donup kaldı, öte yandan Hamza gülmemek için kendini zor<br />

tutuyordu. Bu sefer duydukları ses harf harf ve daha sert kulaklarına akset-<br />

ti;<br />

- Derhal kapatın mezarımııı.<br />

Bu emir dördünü de ayılttı, süratlice çıkarttıkları toprağı yerine koydular,<br />

yürümeye korkuyorlardı. Ses devem etti:<br />

- Bir daha görünmeyin bana, defolup gidiiiiin...<br />

Kazmaları ve kürekleri bırakıp, can telaşına düştüler, ta ki Sümengen Te-<br />

pesi’nin başlangıcındaki düzlüğe eğledikleri taksiye kadar bu telaş sürdü, hiç<br />

gecikmeden yola koyuldular. Dudakları hayretlerini ifade edecek kelime bu-<br />

lamıyor:<br />

- Allah, Allaaah.<br />

- Ne iştir.<br />

- Hadi yine ucuz atlattık.<br />

Hamza, saklandığı yerden çıktı dudakları yasin süresini bir daha misafir<br />

etti. Ölümü hatırladı, bu düşüncelerin attırdığı adımlarla yeniden sürünün<br />

başına geldi. O gece kısa uykusunda bir velinin kendisine gülümsediğini<br />

görmüştü.<br />

Günler birbirinin peşi sıra kayboluyor, koyun sürüsü Hamza’yı yormuyor,<br />

köylü koyunun sütünden fazlasıyla memnun. Günler aylara dönüştü, aylar<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

170


irikti ve yedi oldu. Köyün çobanlık tarihinde ilk defa bir çoban koyunun bi-<br />

rini dahi kurtlara yem olarak vermedi.<br />

Hamza dudaklarına küfür illetini almadan bitirebilmişti yedi ayı. Şiirlerle<br />

birlikte sabrı da çoğalmıştı. Mizacını yükseltmiş, her şeye maneviyatla baka-<br />

bilme sanatını daha iyi kavramıştı. Günler zalimdi, akıp gidiyordu ne habersiz<br />

durdurulabiliyor ne de yavaşlatılabiliyordu. Hamza her zamanki gibi, beyinle-<br />

re İslam için yeşerecek tohumları ekmeye devam ediyor, bunu için de yıl-<br />

madan usanmadan yaşayışıyla, davranışlarıyla, konuşmalarıyla, gençlere, ih-<br />

tiyar kadınlara, ulaşabildiği her noktaya Allah’ı ve Rasülullah’ı anlatıyor onu<br />

sevmenin ne denli tatlı bir duygu olduğunu, bunu yaşamaları gerektiğini ifa-<br />

de ediyordu.<br />

Hamza’yı gören Allah’ı veya onun habibini hatırlıyor. Namaz kılmaları için<br />

gereken her şeyi anlatıyor ve namaza alışılınca nasıl tat verdiğini, bu tadın<br />

dünyada erişilmez bir şey olduğunu güler yüzle anlatıyordu. Hacı Paşa Köyü<br />

yetmemiş, annesinin köyü Büyükcanlı Köyünde biçare gönüllere çare olmak<br />

için çaba sarf ediyordu Hamza. İslam’ı öyle yaşamalıydı ki, İslam dile gelip:<br />

- Ben Hamza’yım demeliydi.<br />

Sırf Allah’ın rızasını hissetmek için bu düşüncelerini hayatına ağır ağır işli-<br />

yordu Hamza. Büyükcanlı Köyünün gençleri akın akın Hamza’nın sağını so-<br />

lunu kuşatmış, Hamza’nın dudağından çıkacak cümleleri hayata aksettirme-<br />

nin heyecanını yaşıyorlardı. Unuttukları dini hatırlamaya başlamışlardı. Bir<br />

çoğu kendisine Hamza’yı örnek alıyor, onun gibi olabilmek için yoğun çaba<br />

sarf ediyordu. Bu çabayı sarf edenlerden biri de henüz on dört yaşına yeni<br />

girmiş olan yetim Ramazan’dı. Hamza’dan, kitap istiyordu tatlı sesli Rama-<br />

zan, bir de Hamza’dan Kur’an dersi vermesini istemişti.<br />

Bir başka yetimde karayağız delikanlı Uğur’du. Büyükcanlı Köyü’nün do-<br />

ğusundaki derede kalan alaçayır mevkiinde sohbet ediyorlardı. Geniş ve de-<br />

rin bir yer oluşturmuştu kaynamakta olan berrak su. Bu gölü anımsatan çu-<br />

kur dolduktan sonra, oluşan ince dereden Büyükcanlı Köyü’nün içine doğru<br />

süzülüp gidiyordu su. Uğur, sert saçlarını uzun parmaklarıyla düzeltti:<br />

- Tüh, nasılda unuttum.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

171


di.<br />

- Neyi?<br />

- Sen buralarda gezin ben on dakikaya kadar gelirim dedi ve köye yönel-<br />

Hamza az sonra atı Yunus’a baktı, bir an için memnun oldu, atın başını<br />

kaldırmadan sık çayırlıkta yayılmasından... Kısa adımlarla göle yaklaştı, ku-<br />

laklarına boğunuk bir çocuk sesi geliyordu. Adımlarını hızlandırdı, gördüğü<br />

manzara tüylerini diken diken etti. Az önce elindeki bidonla yanlarından ge-<br />

çen çocuğun bidonu doldururken ayağı kaymış. Çıkmak istedikçe ortalara<br />

doğru sürüklenmişti. Şimdi ise çocuk bir kelebek gibi küçük gölde çırpınıyor-<br />

du. Yıllar önceki manzaradan pek farkı yok gibiydi.<br />

Hızlıca suya giren Hamza dört kulaç sonra, çocuğun kafasını su yüzüne<br />

çıkarttı, girdiği gibi çıktı. Çocuğu az ileri sürükleyip ilk müdahaleyi yaptı, ço-<br />

cuğun ayaklarını kaldırıp indirme suretiyle yuttuğu suları boşalttı, çocuk ara<br />

ara kendine geliyor bu gelişler kısa sürüyordu. Kalp masajı uyguladı, o çare<br />

olmayınca suni teneffüse başladı. Ara ara çocuğa nefes vermeye devam etti.<br />

Biraz sonra sekiz yaşlarındaki küçük Kadir öksürerek ve korkuyla ayıldı.<br />

Tanımadığı, üstü başı su içinde, alnından suyla karışık terin aktığı ve üzgün<br />

görünen delikanlıya bakıyordu. Sorulan soru Kadir’i uyardı:<br />

tim.<br />

- Kimin oğlusun?<br />

- ..........................<br />

- İsmin nedir ufaklık?<br />

- ..........................<br />

- Burada ne geziyorsun?<br />

- Şey... Abi, babam yukarıda tarlada onunla geldim de, ona su götürecek-<br />

Az sonra Kadir’in bidonuna suyu doldurup eline verdi. Arkasından yaşlı<br />

gözlerle bakıyordu. Hamza:<br />

- Ah Yunusum ah... demesiyle beraber, göz yaşları şakağından kayıp mı-<br />

rıltı halindeki dudaklarına bıraktı kendini…<br />

- Ah! Yunus… diyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

172


- Sen karşılaşmadın seni kurtaracak birileriyle, belki seni de, diri gömdük<br />

toprağa. Sen Yunus’um öyle büyükmüşsün ki bende... önce peygamberim,<br />

sonrada senin için, sana kavuşmak için seviyorum ölümü.<br />

Yunus... Yunus... Yine hatırlamıştı yıllar öncesi o unutamadığı sahneyi,<br />

kulaklarında Yunus’un sesi:<br />

du:<br />

- Abi! diyordu, Allah her şeyde doğruluğu emretmez mi?<br />

O çocukluğundaki acizliği tekrar hissetti.<br />

- Ah! Yunus Yunus…, dedi yine.<br />

Gülümsemesini, sular içinde kayboluşunu nasıl unuturdu. Hamza ağlıyor-<br />

- Şimdi, diyordu. Ben de, sende kayboluyorum Yunus! Yakub<br />

aleyhisselam’ın Yusuf için söylediği şarkıyı ben de senin için söylüyorum.<br />

Omuzuna değen el Hamza’yı ayılttı, bu küçük Kadir’in babası Zeynel<br />

Ağa’ydı. Hamza’nın yaşlı gözlerinin ona bakmasıyla, onu kucaklaması bir ol-<br />

du. Hamza’ya teşekkürlerin en güzelini ediyor, sevincin yumak yumak yü-<br />

zünde belirdiği Zeynel Ağa:<br />

- Dile benden ne dilersen, can ciğer oğlumu ölümden kurtardın. Hamza<br />

yeni yeni ayıldığı tutku dolu hatıralardan ayılıp bakışlarını Zeynel Ağa’ya kal-<br />

dırdı:<br />

kıldı.<br />

- Ben değil Allah kurtardı. Alnına ölümü yazmamış ve buna da beni sebep<br />

- Hayır, Hamza yine de sebep oldun, benden bir şeyler iste, bu ağır borç<br />

altında bırakma beni.<br />

iste.<br />

Hamza:<br />

- Allah razı olsun de, yeter.<br />

Zeynel Ağa ısrarla:<br />

- Hayır iste, senin deden Mahmut mert adamdı onun hatırı için bir şeyler<br />

Alnındaki terleri silen Hamza:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

173


- Zeynel Ağa’m, namaz kılıyor musun?<br />

Zeynel Ağa şaşkın:<br />

- Hayır ne oldu?<br />

- Peki kılmasını biliyor musun?<br />

- Deden rahmetli Mahmut Ağa öğretmişti.<br />

Hamza:<br />

- O zaman senden isteğim ta ki ölüm seni bulana dek, beş vakit namazını<br />

kılmandır.<br />

Zeynel Ağa hala ısrarcı:<br />

- Onu yaparız. Kolay sen başka şeyler iste.<br />

Hamza son sözüm der gibi:<br />

- Namazını kıl yeter başka bir şey istemem, dedi ve köy yoluna doğru yü-<br />

rümeye başladı.<br />

Hamza’nın ağır yürüyüşünü hayran bakışlar altında izleyen Zeynel Ağa:<br />

- Peki namaz kalacağım, sana söz, kılacağım, diye seslendi.<br />

Biraz sonra Hamza, Uğur’un al renkte bir atla geldiğini gördü. Dörtnala<br />

geliyordu Uğur. Atın yularını koparırcasına çekip durdu. Şaşkın:<br />

- Üstün başın su içinde ne bu hal?<br />

Hamza olanları bir bir anlattı. Uğur’un şaşkınlığı ve memnuniyeti açıkça<br />

belli oluyordu, sözünden:<br />

- İyi ki gelmişiz yoksa çocuk boğulurdu.<br />

- Ölmeyecekmiş, biz olmasa idik o çocuk göle düşmezdi veya başka birile-<br />

ri onu gölden çıkartır, bir şekilde alın yazısı gerçekleşirdi.<br />

- Evet haklısın lakin üzgün görünüyorsun.<br />

- Yok bir şey dedi ve al renkteki atın yelesini okşayıp:<br />

- Bunun için mi gittin?<br />

Uğur Hamza’nın siyah atı hakkında birçok takdir duymuş şimdi de bu<br />

duyduklarını bizzat yaşamak istiyordu:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

174


- Seninle yarış yapacağım.<br />

Hamza tebessüm etti:<br />

- Benimle değil atımla yarış yap.<br />

- At ne anlar yarıştan, kaçar başka yere gider.<br />

Hamza Uğur’u ikna etti.<br />

Az sonra yarış başladı. Yunus ihtiyarlığa iyice yaklaşmıştı, atlar rüzgar ka-<br />

dar hızlıydı. Yunus Uğur’un şaşkın bakışları altında onu geçerek bitiş olarak<br />

belirlenen yere geldi. Uğur henüz bitişe yaklaşamamıştı bile. Az sonra o da<br />

geldi:<br />

- Doğruymuş at hakkında söylenenler, ya resmen benimle yarıştı, dedi ve<br />

sordu:<br />

- Bunu nasıl alıştırdın?<br />

Hamza cevap verdi:<br />

- Rahmetli dedem satacaktı, o zaman dört aylık olan bu atı. Ama bunu<br />

yapamadı, günün büyük bir kısmını bunun yanında geçirirdik, rahmetli öğüt-<br />

lemişti, cebimizde arpayı ve şekeri eksik etmez, ata verirdik, her vermemizle<br />

beraber ıslık çalmamızı da tembihlenmişti. Islığımızı duyunca önceleri sadece<br />

bakardı, zamanla bir şey vereceğimizi zannederek yanımıza kadar gelmeye<br />

başladı ve bu olay atta bir huy haline geldi...<br />

Anlattı, anlattı... Uğur Hamza’nın gözlerinin ıslandığını gördü ve merak<br />

içinde sordu:<br />

- Hayırdır niçin, ağlıyorsun?<br />

- ..............................<br />

- Bir şey mi oldu, Hamza?<br />

- Atı anlatırken, sana Yunus’u da anlattım, gülümseyen yüzü gözlerimde<br />

belirdi, dedi ve sessizliğe gömüldü.<br />

İki hafta bitmişti Büyükcanlı Köyü’nde. Hamza Hacıpaşa köyüne doğru<br />

yola koyulmuştu. Uğur, Ramazan ve birçok kişi hayran hayran giden deli-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

175


kanlıya bakıp ona imreniyorlardı, o kadar çoktu ki imrenilecek yanları seçim<br />

yapmakta zorlanıyorlardı.<br />

Hamza nihayet İstanbul’a gitmeye karar vermiş, hazırlıklara başlamıştı.<br />

Askerlik tecili sürüyordu. Hasan Usta ısrarla Hamza’yı getirmek istemişti İs-<br />

tanbul’a. En çok üzüldüğü nokta, siyah atı Yunus’dan uzun bir süre ayrı<br />

kalmaktı. Elini atın yelelerine koymuş, okşuyor, dünyanın elemlerini anlatı-<br />

yor, her zamanki gibi ona Eylül’den bahsediyordu, ne tatlıydı bu sohbet, yo-<br />

rumsuz, fikirsiz bir garip sohbet. O, Hamza’daki Eylül’ü bilen tek canlıydı.<br />

- Sence ne yapıyordur, diyordu hep. Beni çoktan unutmuştur belki de. İs-<br />

tanbul denen yerde senin gibi sır saklayan vefalı bir dostu nasıl bulabilirim.<br />

Arkadaşlarıyla vedalaştı, annesinin elini, Yunus Emre’nin gözlerini öptü,<br />

helalleşti. İlçedeki dedesi ve amcalarına veda etti. Adına gurbet dedikleri,<br />

hüznün ve sukutun birleştiği, ayrılığın ıstırabını anbean hissettiği vefasız bir<br />

yolculuktaydı Hamza. Saatler ilerledikçe düşünce çoğalıyor tanımsız duygu-<br />

lar hakim oluyordu. Dinlenme tesislerinde namazlarını eda etti. Sabahın er-<br />

ken saatlerinde muavinin ellerini omuzlarında görünce gelmiş olduğunu an-<br />

ladı. Beyaz gömlekli muavin:<br />

- Tarlabaşı mı?<br />

Hamza uykuya yeni dalan gözlerinin perdesini aralayıp:<br />

- Evet evet.<br />

- Hazırlan.<br />

Az sonra kendi gibi birkaç kişi daha inmiş, meşhur Beyoğlu’nun kirli kaldı-<br />

rımlarında bekliyorlardı. Bekleşenlerin arasında İstanbul’a ilk defa geldiği<br />

besbelliydi Hamza’nın. Sağına soluna dikkatle bakınıyor, babasını bekliyordu.<br />

Yüreğindeki burukluk apayrı idi.<br />

Neden sonra babasını gördü, hüznü azda olsa kayboldu. Ellerinde çanta,<br />

suskun adımlarla kısa bir yokuş indikten sonra eski yapı evlerin arasından<br />

dar sokaklarda yürüyerek bir kapıda durdular. Hasan Usta anahtarını çıkar-<br />

tıp:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

176


-Gel oğlum, bak nerelerde kalıp ekmek parası kazanıyoruz, deyip eski<br />

püskü, kahverengi boyası solmuş, yer yer delinmiş, demir kapının kilit yuva-<br />

sına anahtarı yerleştirdi. Uğraşmasına bakılırsa, kilit yuvasının duvara yakın-<br />

lığından parmakları anahtarı çevirmekte zorlanıyordu:<br />

- Zor açılır, dedi.<br />

Az sonra kapı açıldı. Duvarlara yapılmış toprak sıvaları dökülmüş ortaya<br />

çıkan taşlar, binanın eski yapı olduğunu haykırıyordu. Koridoru dardı. Tahta<br />

basamakları çıktılar, basamaklar taşlar gibi eski ve her an kırılabilir hissi ve-<br />

riyordu. Bu basamaklarda iki kişi yan yana gidemezdi. Karşılıklı kapılardan<br />

sağdakine girdiler.<br />

Odada karşılıklı iki ranza vardı. Önündeki masada raflar ve küçük bir tüp<br />

göze çarpıyordu. Çantadaki malzemeleri yerleştirip, kısa bir hasbıhal yaptı<br />

baba oğul ve huşu içinde sabah namazlarını eda ettiler.<br />

Hasan Usta oğlunun askere gitmeden önce boyacılık mesleğini öğrenme-<br />

sini istiyordu. Üç ay sürmez usta olabilir diye düşünüyordu. Hasan Usta kü-<br />

çük de olsa iş alır yapardı. Mal sahipleri Hasan Usta’nın özverisini ve sami-<br />

miyetini beğenir, dostlarına tavsiye eder onlar da boyatırdı evlerini, dükkan-<br />

larını.<br />

Hasan Usta’ya yevmiye çalışmak ağır geliyordu, onun için eline düşen işi<br />

üç aşağı beş yukarı kaçırmıyor, birkaç kişiye de iş imkanı veriyordu, şimdi<br />

oğlu da gelmişti, daha rahat olabilirdi. Yüreğindeki korkunun kokusunu his-<br />

setse de dua ile bunu geçiştiriyordu.<br />

İstanbul Hamza’yı değiştirebilir mi, buradaki vurdumduymaz insanları gö-<br />

ren Hamza kendini kaybedebilir mi? Namaz ağır gelebilir mi? Endişesini taşı-<br />

yor, fakat bu hissi duada eritiyordu. İstanbul kimleri harcamamıştı ki, müt-<br />

hiş cazibesi nicelerini kendine köle yapmıştı. Bu cazibeye köle olmayan elle<br />

gösterilebilecek kadar azdı.<br />

Hasan Usta önce duaya ve dua edilen Allah’a sonrada Hamza’nın bilgisi-<br />

ne, peygamberine olan sevgisine güveniyordu. Onun için oğlu Hamza bam-<br />

başkaydı. Kolay kolay yıpranmazdı. Günahı benden daha iyi biliyor diye dü-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

177


şünüyordu Hasan usta. Oğlunun namazdaki huşusunu gördükçe imreniyor,<br />

imrendiği insanın, oğlu olmasına da seviniyordu. Allah’a şükrü büyüktü:<br />

- İmanı veren Allah korumasını da bilir, diye Allah’a olan güvenini diliyle<br />

ifade ediyordu.<br />

Haftalar birbirini, günlerin birbirini takip etmesi gibi takip ediyordu. Boya-<br />

cılık işini öğrenmek için fazla çaba sarf etmeye gerek yoktu, kendi çapında<br />

bir işti. Sonra ağırda sayılmazdı. İnşaat sektörünün en hafif ve kazançlı işiydi<br />

boyacılık. Akşamları yorgun argın dönüyor, sabahları da dinç bir şekilde işe<br />

devam ediyorlardı.<br />

Boyadıkları ev, ihtiyar bir kadına aitti, bu kadın Hasan Usta’nın eski müş-<br />

terilerindendi.<br />

İhtiyar kadının yaşı yetmişi geçmesine rağmen gençlere karşı inanılması<br />

zor bir öykünme içerisindeydi. Yüzündeki kırışıklıkların bir çoğu korkutacak<br />

hal almıştı. Sevimsiz ihtiyarın, dudağındaki ruj kat kat badana gibi kalındı.<br />

Kulağındaki küpe bir palyaço kadar komikleştirmişti ihtiyar kadını. İnceltme-<br />

ye çalıştığı sesiyle:<br />

- Şiiit genç!<br />

Hamza sesin geldiği istikamete baktı:<br />

- Buyur teyze.<br />

- Gel benimle.<br />

Bu hitabın emirden farkı yoktu:<br />

- Peki, dedi ve uzun mermer basamaklardan inerek binanın geniş çıkış<br />

kapısına yakın duvarlardaki mermer motiflerin üstündeki yazıları işaret etti,<br />

ihtiyar kadın:<br />

- Şunları sileceksin, karşılığında borcum ne olur?<br />

- Neyle silebilirim?<br />

- Ben veririm malzemeleri<br />

Hamza duvar üzerine yazılmış cümleleri bir taraftan okurken diğer taraf-<br />

tan elleriyle yokladı. Saçını siyaha boyattığı besbelli olan ihtiyar kadın:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

178


- Evet seni bekliyorum delikanlı.<br />

Babasının geldiğini gördü iyi olmuştu, pazarlığı babasına bıraktı. Ne zordu<br />

ekmek parası kazanmak. Alnındaki terlerini sildi:<br />

- Sevda bu kadar basit mi, diye söylendi, kendi kendine.<br />

Hamza o gün diğer günlere nazaran daha çok yorulmuştu. Günler alay<br />

edercesine Hamza’nın bakışları önünde kaybolup gidiyordu. Bu kayboluşu<br />

yaratanın yüceliğini, akşamları dar sokağın pürüzlü kaldırımlarında çevresin-<br />

de toplanan çocuklara hissettiriyordu Hamza. Çocukları başına toplamanın<br />

bir yolunu bulmuştu. Elindeki demir lirayı hızlıca diğer eline alıp çocukların,<br />

meraklı gözlerinden gizliyor, sonra, bazılarının kulak arkasından çıkartıyor,<br />

çocuklarda ilgi uyandırıyor, onlar tekrar yapmasını istiyordu:<br />

- Abi bir daha yapar mısın?<br />

- Yaparım, yalnız sorduğum soruyu bilirsen.<br />

- Hadi sor abi.<br />

Ve çocuklara nakış nakış İslam’ı anlatıyor Hamza. Onlara peygamberleri-<br />

nin ismini, o peygamberin en büyük kahraman olduğunu, yemekten önce el-<br />

lerini yıkamaları gerektiğini bunun sünnet olduğunu ve sofra başında bes-<br />

mele çekmeyi unutmamaları gerektiğini ve daha nice ahlak kurallarını küçük<br />

beyinlerinde yeşermesi için ekiyordu, elbet o ekim bir gün filizlenip yeşere-<br />

cek çocukla beraber büyüyecek ve vatan bunun meyvesini er ya da geç ta-<br />

dacaktı.<br />

Sofra başında, okulda, oyunlarında, arkadaşlarına, tatlı dilleriyle:<br />

- Bizim orda bir abi var, elindeki parayı, kurdeleyi kaybediyor, elinden<br />

tuz, şeker çıkartıyor, diye anlatıyorlardı.<br />

Bunları görmek isteyen diğer çocuklar, akşam olunca Hamza’nın çevre-<br />

sindeki diğer çocuklara katılıp birkaç oyundan sonra "Müslüman yalan söy-<br />

lemez" hadis-i şerifini öğrenip gidiyorlardı. Hamza’nın tatlı dili güler yüzü ço-<br />

cukların rüyasına girer olmuştu. Onun sözlerini her fırsatta hatırlıyorlardı.<br />

- Hamza abi böyle söyledi.<br />

Sofrada:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

179


- Ellerinizi yıkayın sonra besmeleyi de çekin, Hamza abi dedi, diyor uygu-<br />

lamaya koyuyorlardı.<br />

Kimdi bu Hamza... Çocukların gönlüne nasıl böyle taht kurmuştu, büyük-<br />

ler bunu merak ediyorlardı.<br />

Hamza yine bir akşam dar sokağın darlığın da derin düşüncelere dalmıştı.<br />

Yanına gelen çocuklar düşüncelerinden ayırdı. İsmi Aykut olan çocuk:<br />

- Abi para kaybeder misin?<br />

Hamza yeni görüyordu çocuğu, galiba merak onu bu sokağa kadar getirdi<br />

diye düşündü:<br />

- Sorduğum soruyu bilirsen.<br />

- Peki abi sor.<br />

Hamza çocuksu bir uslüpla sordu:<br />

- Peygamberimizin ismi nedir?<br />

Aykut’un sesinde incelik kadar utangaçlıkta vardı:<br />

- Şey.. Abi... Şeey...<br />

Aykut hayvanların yavrularını yetiştirdiği gibi yetiştirilmiş, sadece zaman<br />

onu dokuz yaşındaki bir çocuğun olabileceği duruma getirmişti. Aykut de-<br />

vam etti;<br />

- Ne abi söyler misin?<br />

- Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.)<br />

Hamza sorusunu tekrarlayarak:<br />

- Neymiş?<br />

Küçük Aykut ezberleyene kadar tekrar etti, öğretilmek isteneni öğrenmiş-<br />

ti. Şimdi sıra görmek istediğindeydi. İnce sesiyle:<br />

- Hadi abi hadi!<br />

- Peki diyen Hamza, parmaklarının arasındaki demir lirayı pratikçe diğer<br />

eline alıp Aykut’u yanılttı.<br />

Aykut şaşkınlık içinde geldiği istikamette arkadaşlarıyla beraber kayboldu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

180


Bu ara Hamza’yı ve çocukları seyretmekle meşgul olan komşu kadın<br />

Hamza’ya hitaben:<br />

- Buraya bakar mısın kardeş, dedi<br />

- Evet buyurun.<br />

- Bir şey sorabilir miyim?<br />

Soru sormak isteyen kadın birkaç adım daha yaklaştı. Kalına yakın ses<br />

tonuyla:<br />

- Bak kardeş, çocukları başına toplayıp, elindeki bir takım şeyleri kaybedi-<br />

yorsun, bu yaptığın iş sihirbazlığa girer ve bunun günah olduğunu biliyor<br />

musun? Senden ricam bir daha yapma senin iyiliğin için.<br />

Hamza böyle bir tepki beklemiyordu, buna memnun oldu. İsmini yeni öğ-<br />

rendiği iki çocuk annesi Kadriye Hanıma hak verip gerekli açıklamayı yaptı:<br />

- Beni iyi dinle abla bu söylediğin şey büyüdür ve büyük günahlardandır,<br />

benim yaptığım el çabukluğu ile çocukların ilgisini çekmek. İmam Hatip Lise-<br />

si mezunuyum, az çok dinimi bilirim. Gayem çocuklara İslam’la alakalı bir<br />

takım bilgileri onları sıkmadan ögretebilmek!. Yaklaşık iki aydır buradayım ve<br />

çocuklara güzel şeyler öğrettiğime inanıyorum. Çocuklardan biri dahi sofraya<br />

oturmadan önce sünnet deyip ellerini yıkayıp besmele çekiyorsa, benden<br />

daha bahtiyarı olamaz. Gayem sırf Allah’ın rızasıdır.<br />

Kadriye Hanım daha soracak soru bulamadı. Hamza’nın fikirlerine saygı<br />

duyması gerektiğini hissetti.<br />

Yalvarmayı andırır bir ses tonuyla:<br />

- Benim oğlum Yılmaz’ı tanıyorsun değil mi?<br />

- Evet biliyorum.<br />

- Senden isteğim, ona da bir şeyler öğret, yetişme çağını boş geçirmesine<br />

gönlüm razı olmuyor.<br />

Hamza:<br />

- Elbette, yeter ki o da istesin.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

181


- İster ister, dedi, otuz yaşlarında gösteren dine meraklı, zayıf, kısaya ya-<br />

kın boylu, Kadriye Hanım. Kadriye Hanım on dört yaşında evlendirilmişti, o<br />

yaşa kadar nasılda tatlıydı hayalleri, çiçek çiçek umutları vardı. İstanbul ve<br />

evlilik, onun umutlarını söndürüp geçim telaşına düşürmüş, iki çocukta buna<br />

eklenince hayallerin pembesi gitmiş tozu kalmıştı.<br />

Son rüzgarda bu pembesi giden hayallerin tozunu alıp götürmüştü. Ve<br />

şimdi bunalım dolu bir hayata merhaba demişti. Çocukları onun evlendiği<br />

yaşı çoktan geçmiş, annelerinin kalan sabrını mum gibi eritiyorlardı...<br />

Hamza zamanla İstanbul’a alışmış, boyacılığı da öğrenmişti. Bir taraftan<br />

boya yapıyor, diğer taraftan ev sahipleriyle sohbet ediyor, konuştuğu insan-<br />

larda birtakım izler bırakıyordu Hamza. Hamza’nın bilgisi ve olgunluğu so-<br />

kaktaki çocukları olduğu gibi aileleri de büyülemişti.<br />

Bir akşam yere göğe sığmayan Allah’ı çocukların küçücük kalplerine sığ-<br />

dırmak için uğraşıyordu. Kaldırımın diğer tarafında bir grup ihtiyar kadın<br />

Hamza’yı dinliyordı. içlerinden bir ihtiyar kadın ona seslendi:<br />

- Genç buraya bakar mısın?<br />

Hamza beş kadının bulunduğu yöne baktı. Kadın devam etti:<br />

- Ne güzel şeyler anlatıyorsun, gel biraz da bize anlat.<br />

Hamza isteneni yapmak için yanlarına yaklaştı bir tabure getirildi. Anlattı,<br />

anlattı... Hamza’nın tatlı ve akıcı konuşması dinleyenleri mest ediyor, onları<br />

farklı dünyalara götürüyordu. Kadınlar söylenen her kelimeyi uygulamaya<br />

karar vermiş gibi bakıyorlardı. Kimisi ilk defa duyuyordu, Hamza’nın sarf et-<br />

tiği anlam yüklü kelimeleri. Konuşma uzadı... uzadı...<br />

Akşam olunca gözleri Hamza’yı arardı. Sonra dertler, tasalar bir bir anlatı-<br />

lırdı. Yaralarının merhemini Hamza’dan öğrenir, dua eczanesinden istemeye<br />

koyulurlardı. Çocuklar gibi, onlar da sevmişlerdi Hamza’yı.<br />

- Keşke çocuklarımız da Hamza gibi olabilse, diye imreniyorlardı.<br />

Hamza’nın mana yüklü konuşmaları, dudaklarının daima hayır sözcükleri-<br />

ni mırıldanması, yaşayışı, mert oluşu, dürüstlüğü, samimi inancı sokakta ya-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

182


şayanlar tarafından görülmüş ve ona kayıtsız bir güven duymalarına vesile<br />

olmuştu.<br />

Sokaktaki ailelerden dertsizi yoktu, herkes bir şeylerden yakınıyor, bom-<br />

boş hayatlarında yoksulluğun verdiği boş vermişlik duygusuyla, neyi bekle-<br />

diklerini bilmeden ölümü bekliyorlardı. Hamza hallerine ne kadar üzülse de<br />

elinden daha fazlası gelmiyordu. Hemşehrisi Talip Ağa bir üst odada kalıyor-<br />

du. Oda boyacıydı. Üç çocuk babası kırk beş yaşlarında, saçına aklar düş-<br />

müş, yüzündeki çizgiler belirginleşmişti. Hamza’yla sık sık sohbet ederdi. O<br />

da evladı gibi sevmişti Hamza’yı. Kaba diye tarif edilen sesiyle:<br />

- Kılacağım namazımı koçum, diyordu.<br />

Fazla sürmedi, o da başladı dinin direği olan namaza. Hamza’nın namaz<br />

kılmayan kişi, mutfak ile tuvalet arasında işleyen bir robottur, sözünü unut-<br />

muyordu. Çaresizliğin verdiği, acziyet duygusuna kapılıp hüzünleniyor, bu<br />

hüznü defetmek için namaza koşuyordu.<br />

Bir kişi daha vardı, bekar kalan Talip Ağa’nın karşısındaki odada, çilekeş<br />

Aytekin. Yaş otuz, simsiyah saçlar, bembeyaz ten. Görüntüsü ihtiyarlar<br />

anımsatıyordu. İşsizdi. Aytekin, sabaha doğru gelir, ne zaman gittiği de belli<br />

olmazdı. Uyuduğu zaman yaşadığını bilirdi. Uyku da uyku olsa... Lağım fare-<br />

leriyle mücadele ile geçerdi. Zayıf elleriyle fareye vurmak isterdi ama nafi-<br />

le...<br />

Ah... İstanbul... İnsanların hali, birbirinden acı, maneviyat yok, maddiyat-<br />

sa genelin de yok. Kimileri bir hiç için milyarlarca para dökerken, kimileriyse<br />

farelerle yaşıyor, açlıktan intihar ediyor. Milyonların cazibesine tutulup eridi-<br />

ği şehir İstanbul, günahkarlar sığınağı. Yerini yurdunu terk edip koşan koşa-<br />

na, iyinin en iyisi, kötünün en kötüsü barınıyordu koca şehirde. Işıklarında<br />

karanlık gizlenen şehir; mazlumun, sefilin, zalimin yurdu İstanbul.<br />

Her şeyi gibi ismi de değişti, İslam bol İslam azalınca İstanbul oldu. Ya-<br />

şayanları mahzun, kederli denizlerinin rengi bile değişik; tebessüm sanki ha-<br />

ram olmuş İstanbul’a insanları sanki esir. Mahzunluk çocukların bakışlarına<br />

bile işlemiş, insanlarının ömrü nerdeyse beklemekle geçiyor, tramvayda, du-<br />

raklarda, kaldırımlarda... Şurda, burda beklemek kaderleri olmuş.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

183


Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in meth ettiği şehir, şimdi<br />

unutmuş Ulubatlı Hasan’ın bayrağı zirveye diktiği günü, bilmiyor Fatih’in ne-<br />

den feth ettiğini. Bir zamanlar İslam kokan şehrin, şimdi bir tarafında açlık,<br />

gözyaşı, diğer tarafında da israf ve eğlence hakim. Sadelik namına zerre ka-<br />

dar bir şey kalmamış, sefalet ve ahmaklık adeta birbiriyle yarış yapıyor; gü-<br />

zellikleri çok lakin ruhları teskin edemiyor; hayaller öyle arzuluyor ki Fatih<br />

sultan Mehmet'in İstanbul’unu. Açmadan solmuş bütün çiçekleri; sevgileri<br />

yapmacık, zoraki; gündüz lanet, gece bereketin yağdığı şehir... şimdi çirkin<br />

olmuş, güzel İstanbul...<br />

Hamza bir zerre olduğunun farkındaydı, bu denli kalabalık bir şehirde.<br />

Herkesin ayrı bir dünyası vardı, umutlar hayaller farklıydı. Bu farklılığın en<br />

belirgin yaşandığı yerlerden biri de İstiklal caddesiydi. Büyük büfenin önün-<br />

deki kuyruk ise zengin olma hayaliyle meşguldü. Loto kâğıtları ellerinde,<br />

durgun durgun, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Bu hali murakabe<br />

eden Hamza önce burkuldu mırıldandı:<br />

- Acaba parayı sevmeyen bir insan var mı?<br />

Yargıyla karışık sorduğu sorunun cevabını kendi de veremedi. Napol-<br />

yon’un bahsini ettiği "Para, para, para" sözünün doğruluk payı ne derece idi.<br />

Kitapçıları gezdi, kitap fiyatları yüksekti. Akşam ezanının okunmasıyla so-<br />

luğu Ağa Camii’nde aldı. Namaz sonrası cami avlusundaki kitapları inceledi,<br />

beğendiklerinden ikisini aldı. Müzik seslerinin hakim olduğu gürültülü İstiklal<br />

caddesinden, ben buralara ait değilim, der gibi geçti.<br />

Ağustos ayının diğerlerinden pek farkı yoktu, dört ay ne çabuk geçmişti.<br />

Siyah atı Yunus’a olan özlemi büyüyordu. Ve ona anlattığı Eylül… Yüreğinde<br />

bir acıyı hissetti. Nerdeydi, ne yapıyordu? Sorular hasreti arttırıyor, cevap is-<br />

teği çoğalınca sevda denen illet karşısına dikiliyordu.<br />

Hasan Usta köye on günlüğüne gitmiş, işlerini bitirip yeniden gelmişti.<br />

Köyün hasbıhali yapıldıkça, karşısında bent bent kederleri buluyordu.<br />

Hamza her geçen gün İstanbul’a karşı nefret duygularının eşliğinde tik-<br />

sinti hissediyordu. Yaşadığı bunalım stres son haddine kadar çıkıyordu. Ya-<br />

sin’le ara sıra görüşmesi onu biraz olsun ferahlatıyordu. Kalabalıktan öte bir<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

184


yerdi İstanbul. İlk günler insanların haline üzülse de, bugün hüznün yerini<br />

nefret almıştı. Tesellisi yazdığı şiirler ve sokaktaki komşularıydı. Yalnız kaldı-<br />

ğı zamanlar yalan bilmeyen dudakları, şiirlerini mırıldıyordu. Anlıyordu ki Al-<br />

lah (c.c.) kendisini yeni yeni imtihanlara müptela ediyordu. Bunlar ağırdı, yi-<br />

ne duaya sarılıyor, sarsılmasını engelliyordu.<br />

Sabrı biliyordu ki büyüktü, bu sabır yalnız Hacıpaşa köyü için mi geçerliy-<br />

di? Zira orası bir köydü nihayetinde. Ya İstanbul... ahlaksızlığın boyutları...<br />

Hamza gibiler için çok zordu İstanbul’da yaşamak...<br />

Bir sabah işe gitmek için anayoldaki durağa gidiyordu Hamza. Sokağın çı-<br />

kışında kahvehanenin bitişiğine yapılan köpek kulübesini ve kel bir adamın;<br />

bağlı süs köpeğini zalimce dövdüğünü gördü. Zavallı hayvanın neresine ge-<br />

lirse gelsin vuruyordu. Olayı görenler umursamayıp bakmayı bile lüzum<br />

görmese de, Hamza kızgınlıktan nereye gideceğini bile unutmuştu. Yanlarına<br />

yaklaştı. Adamın kaldırdığı eli henüz inmeden kavradı. Hamza’nın sesi sertti:<br />

- Ne yapıyorsun sen, dedi ve demiri aldı.<br />

Adam:<br />

- Benim kim olduğumu biliyor musun, bana karışma, defol işine git, başını<br />

da belaya sokma, dedi ve yumrukla köpeğin kafasına var gücüyle vurdu.<br />

Hamza’yı umursamıyordu bile. Aynı şekilde:<br />

- Buna köpek eğitme derler, dedi.<br />

Tahammülü kalmayan Hamza, köpek eğitmekten bahseden kırk yaşların-<br />

daki adamın omuzuna dokundu. Adam dönüp baktı, bakmasıyla beraber,<br />

Hamza’nın balyoz kadar ağır yumruklarından birini tattı. Daha ayakta du-<br />

ramazdı, yere yüzü koyun düştü ve birazda sürüklendi.<br />

Hamza:<br />

- Buna da insan eğitme derler ne dersin bakayım?<br />

Adam kalkmak istedi fakat başaramadı, anlaşılan yumruk onu iyi hırpala-<br />

mıştı. Sert yumruğun sahibi delikanlıyı çift görüyordu, ikileyerek konuştu:<br />

- Bana sen vurdun...sen...sen...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

185


Hamza köpeği çözmüş salmıştı... Özgürlüğüne kavuşan zavallı hayvan ilk<br />

ara sokağa dalarak gözden kayboldu. Hamza kalkmaya çalışan adama hita-<br />

ben:<br />

- Şükret ki acelem var, yoksa şu demirle, hayvana yaptıklarının aynısını<br />

sana yapardım, dedi ve elindeki demiri adama attı.<br />

- Ufff... ufff, diyen adam Hamza’nın gidişine korkarak bakıyor ve:<br />

- Sen buradan daha çok geçeceksin, diye de mırıldanıyordu.<br />

Hamza kavgacı bir insan olmaya başlamıştı. Sokaklarda, otobüslerde,<br />

caddelerde, ahlaksızca yapılan tavırları gördükçe müdahale ediyordu.<br />

- Sen mi düzelteceksin İstanbul’u, diyorlardı.<br />

Hamza’nın cevabı hazır:<br />

- İşte sizin gibiler yüzünden bu şehir bu hallerde ya, diyordu.<br />

Yaptıklarına asla pişman değildi, biliyordu doğru olduğunu. Ne pahasına<br />

olursa olsun, adaletsizliği gördüğüm yerde adaletli, şerefsizliği gördüğüm<br />

yerde şerefli, haysiyetsizliği gördüğüm yerde haysiyetli, ahlaksızlığı gördü-<br />

ğüm yerde ahlaklı olacağım diyordu, Hamza.<br />

Namussuzluğun olduğu yerde o, namus olacaktı. Bunlar zordu ve bu şe-<br />

hir İstanbul olunca zordan öte bir şeydi, bunu nasıl başarabilirdi Hamza,<br />

kendi çevresinde olanlara müdahale etmesi Hamza için yeterliydi. Hamza<br />

gibi İstanbul’da sadece bin tane genç olsaydı, İstanbul kısa bir sürede deği-<br />

şebilirdi. Bunun bilincinde olan Hamza’nın taviz vermesi söz konusu bile<br />

olamazdı. Bir Müslüman asla korkak, pısırık, çıkarcı ve bananeci olamazdı.<br />

Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, bir Yahudi sözüydü. Bu sözü<br />

tasdiklemek bir Müslüman’a asla yakışmazdı. Bana dokunmasın da başkası-<br />

na ne yaparsa yapsın, felsefesi Hamza’nın kanına dokunurdu.<br />

Hamza’yı tanıyanlar, inanmazlardı onu hırçınlaşacağına, güler yüzünün<br />

asılacağına. Onu sabırlı, iyi niyetli, kimseye kızmayan, bir karıncayı bile in-<br />

citmeyen biri olarak tanımışlardı. Hamza zalime zalim ve mazluma da maz-<br />

lumdu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

186


Ev sahipleriyle, yaptığı sohbet, etkisini gösteriyor, konuştuğu insanlarda<br />

gözle görülebilen bir değişiklik oluyordu. Susayan yüreklerine su istiyorlardı.<br />

İşleri iyiden iyiye çoğalmıştı. Şimdi ki müşterileri hep doktordu. Evini boya-<br />

tan doktor diğer arkadaşına tavsiye ediyor, o diğerine günler akıp gidiyordu.<br />

Doktorlarla ara sıra yaptığı sohbeti anımsatan münazaralar, doktorları hayli<br />

şaşırtıyordu:<br />

- Senin gibi kültürlü bir insan nasıl boyacılık yapar, diyorlardı.<br />

Hamza ise gülümseyip:<br />

- Kader diyor, detaya girmiyordu.<br />

Doktor Selim’in evini boyuyordu. Karakterli bir insandı doktor, fakat<br />

inançsızdı. Okmeydanı SSK’da görev yapıyor, bunun yanında bürosuyla da<br />

ilgileniyor, tüm gününü dolu geçiyordu. Evinin ve bürosunun boyası on günü<br />

geçebilirdi.<br />

Komşularından Kadriye Hanım ve birkaç genç kız orta okulu dışardan bi-<br />

tirmiş, şimdi de liseye başvurmuşlar, kendilerine ders verecek birilerini ara-<br />

makla meşguldüler. Birkaç kişi düşünmüşlerdi, lakin güvenilir birisi gerekti.<br />

Bunun muhasebesini yapıyorlardı. Kadriye kadın küçük gözlerini açarak bir<br />

anda:<br />

- Hamza’ya ne dersiniz, dedi.<br />

İsmi Esra olan genç kız:<br />

- Bu iyiliği yapar mı bize?<br />

Diğer kız:<br />

- Sizin güvendiğinize ben de güvenirim.<br />

Kadriye:<br />

- Bir ricada bulunalım.<br />

- O zaman gecikmeden bu akşam söyle, sınav günlerimiz yaklaşıyor.<br />

Ve kararlaştırdıkları gibi o akşam Hamza’dan ders vermesini istediler.<br />

Hamza’nın verdiği ilk cevap ümitlerini kırmıştı. Bu kırılan ümidin tamiri ge-<br />

cikmedi. Hamza uymalarını istediği birkaç kural koydu. Bu kurallar harfiyen<br />

yerine getiriliyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

187


Kadriye Hanım’ın çocukları Yılmaz ve Nilay ara sıra derslerin sonundaki<br />

hadisleri dinliyorlardı. Hamza’nın kaynak göstererek ezberlettiği hadisler ve<br />

bilgisi, ders verdiği öğrencilerine güven veriyordu. Bir keresinde genç hafız<br />

Esra:<br />

- Hamza abi yoksa sen ahir zamanda gelecek olan İsa mısın, demişti.<br />

Hamza sert bir şekilde:<br />

- Ne dediğinin farkında mısın sen, diyerek Esra’yı söylediği lafa pişman<br />

etmişti.<br />

Güzel Esra’nın küçük kardeşi Münevver Arapça dersi almaktaydı. Anneleri<br />

İslam aşığı Hanife kadın Hamza’nın dersten sonra anlattığı dini mevzuları<br />

dinlemek için akşamları iple çekiyordu. Hamza biliyordu ki bunlar beni değil<br />

İslam’ı seviyor, bana değil bilgime hayranlar diye düşünüyor, şu fikirle de bu<br />

düşüncesini destekliyordu:<br />

-Bir insan kendi olduğu için değil çoğu zaman başka şeyler için sevilirdi,<br />

bu şeyler huy, ahlak, terbiye, gibi şeylerdi.<br />

Hamza’yı da bilgisi, inancı, dervişliği sevdiriyor ve günler böylece kayıp<br />

gidiyordu. Kervan yürüyor, yürüdükçe de yolcusu çoğalıyordu.<br />

Uzak semtlerden bile Hamza’ya geliyorlar, dünya derdini unutuyorlar,<br />

kalplerine yerleşen peygamber sevgisiyle gidiyorlardı. Kimdi bu Hamza...<br />

Mahallenin dilinde bir Hamza şarkısı... Merakla gelenler, umduklarından faz-<br />

lasını görüp gidiyorlardı. Hepsinin birleştiği nokta onun gibi bilgili bir insanın<br />

boyacı olmasına şaşırmaktı. Liseyi bitirmiş olmasına rağmen neden devam<br />

etmemişti. Bunu ona sorduklarında:<br />

- Uzun hikaye, deyip geçiyordu.<br />

Hamza’da gurur olmaması ve çok uzak yerlerden onu dinlemek için in-<br />

sanların gelmesi başkalarını hayrete düşürüyordu. Hamza ise oralı bile de-<br />

ğildi, sanki insanlar başkasına hayrandı. Bilmiyorlardı Hamza’nın bildiklerini,<br />

yalnız kalınca dua ediyordu:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

188


- Onlar bana değil, Allah’a koşuyorlar, onu dinliyorlar, bu dil onun, konuş-<br />

turan o, anlatılan o... ve ekliyor: Beni bu bilgiyle bilinçlendiren Allah’a ham-<br />

dolsun.<br />

Doktor Selim’in bürosunun boyası bitmiş, şimdide evi boyanıyordu. Ham-<br />

za o sabah yorgundu. Bıyıksız doktorun evinin lüks ve abartılı oluşu, gelirinin<br />

yüksek olduğuna işaretti. Elbiselerini çıkartıp iş elbisesini giydi, doktorun ha-<br />

la gecelik kıyafetlerle dolaşması o gün çalışmayacağı anlamına geliyordu.<br />

Hasan ustanın neden gelmediğini sordu, onun başka bir işe bakmaya gittiği-<br />

ni öğrendi. Hamza’dan hoşlanmıştı, yanından ayrılmıyor onunla sohbet et-<br />

mek istiyordu. Söze:<br />

- Kaç gün daha çalışırsınız, diyerek girdi.<br />

Hamza:<br />

- Zannedersem bir hafta daha sürer.<br />

Doktor tebessüm etti:<br />

- Çok uzun sürdü.<br />

Hamza elindeki değnekle boyayı karıştırıp:<br />

- Her işin kendine göre bir süresi vardır, bu size uzun gelebilir, fakat işin<br />

durumuna göre normal bir süredir. Mesela sizin yaptığınız iş başkasına uzun<br />

veya kısa gelebilir fakat sizin için süresi normaldir.<br />

Bu şekilde sohbet başladı. Orta yaşlı, saçlarının bir kısmı dökülmüş olan<br />

doktor, mesleğinin cazibesini ve enteresan yönlerini anlatmaya koyuldu. İs-<br />

tanbul gibi büyük bir şehirde, otopsi yapan doktorların, nelerle karşılaştığını,<br />

cesetlerin yüzlerindeki soğukluğun yaşama nasıl yansıdığını, cansız bir be-<br />

deni incelemenin oluşturduğu ruh halini, zamanla bu durumlara alışıp bir ta-<br />

şa benzediklerini anlatıyordu. En son kavruk sesiyle:<br />

- Bazı cesetler morgda uzun bir zaman durdukları zaman, soğukta olma-<br />

larına rağmen öyle iğrenç kokuyor ki, bunu şahit olandan başkasının bilmesi<br />

imkansız.<br />

Hamza boya rulosunu duvara sürüp:<br />

- Hiç güzel kokan bir cesetle karşılaştınız mı, diye sordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

189


Doktor Selim gülümseyip:<br />

- Hamza! Hiçbir ceset güzel kokmaz, kuştan tut en küçük bir kelebeğe<br />

kadar bu kural geçerlidir.<br />

Doktorun tebessümüne Hamza’da tebessümle karşılık verdi. Ses tonunu<br />

ağırlaştırıp;<br />

- Demek siz hiçbir şehidin bedeniyle karşılaşmadınız!<br />

Gözlüklü doktor için inanç kaf dağı kadar uzaktı. Karakteri sağlam ve dü-<br />

rüsttü, fakat inançla işi yoktur. On üç yaşlarındaki küçük kızı kahve getirdi.<br />

Doktor Selim önce gelen kahve fincanlarına sonra da Hamza’ya baktı:<br />

- Bak Hamza! Böyle şeylere inanma... Sana şunu söyleyeyim, hiçbir varlı-<br />

ğın cesedinin güzel kokmasına zerre kadar ihtimal yoktur, aksine iğrenç<br />

kokması için her şey müsaittir. Özellikle insan bedeninin güzel kokması im-<br />

kansızdır. Sen şehit dedin, yani yaralanıp ölen bir insan. Kan vücuttan çıktığı<br />

an o beden bitmiştir, normal yolla ölenden daha berbat kokar.<br />

Hamza doktoru tebessümle dinledi. Kararlı bir sesle:<br />

- Bu söyledikleriniz doğrudur, siz keramet veya mucizeye inanmadığınız<br />

için, batıl diyebilirsiniz, oysa şehide verilen bu koku Allah’ın lütuflarından bi-<br />

ridir.<br />

Doktor kahvesinden bir yudum daha alıp:<br />

- Bırak şimdi kerameti, mucizeyi sen bana gerçeklerden bahset, bana bu<br />

iddia ettiğin şeyi ispat et.<br />

Hamza boyalı parmaklarının arasındaki kahve fincanını üzerine bez örtül-<br />

müş masaya bırakıp:<br />

- Ben şehidin kokusunun cennet kokularından olduğunu ve bunun insan-<br />

lar tarafından hissedileceğini mucize veya keramete inanmayanlara ne anla-<br />

tabilirim ne de ispatlayabilirim.<br />

Bilgili bir insan olan doktor Hamza’yı köşeye sıkıştırdığını düşünüyordu.<br />

Günlerdir Hamza’nın zayıf olduğu bir taraf olmalı diyerek takip etmişti, bu<br />

konu tam aradığı şeydi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

190


Şehidin bedeni kokardı, kokmazdı bu konuşma öğleye kadar sürdü. Ne<br />

Hamza doktoru bu konuda ikna etmişti ne de doktor Hamza’yı kendine<br />

inandırabilmişti.<br />

Bir hafta sonra doktor Selim’in evi boyanmıştı. Sadece malzemelerin bu-<br />

lunduğu balkon kalmıştı. Doktor Selim’in tavsiyesi üzerine Ortaköy Ermenile-<br />

rinin evlerini boyayacaktı. Doktor Hamza’ya inanmıyor gibi görünse de onun<br />

söylediklerini düşünmeden edemiyordu.<br />

- Acaba diyordu; ya söyledikleri gerçekse? Fazla uzun sürmedi, ince ince<br />

araştırmaya koyuldu.<br />

Hamza Ermenilerin evlerinin boyasına başlamıştı. İlk boyadığı evin sahibi-<br />

ni bir düşüncedir sarmıştı bile. Hamza çetin uğraştan memnundu, sırf Allah<br />

rızası için yapıyordu yaptıklarını...<br />

Gece olup yatağa girdiğinde Eylül’ün kara gözleri çıkıyordu karşısına, onu<br />

uyutmuyordu, ne zordu bu, çekip alamıyordu onun hayalini kendisinden,<br />

nasıl bir şeydi kurtulamıyordu, çok geceler onun yüzünden uykusuz kalıyor-<br />

du. Neden uyumak istediği zamanlar karşısına çıkıp onu uyutmuyordu, ce-<br />

vabını kendisi de bilemiyordu. Öte yandan Eylül’den tamamen habersizdi,<br />

onun kendisini sevip sevmediğini bile bilmiyordu. Sevdasının üstüne bembe-<br />

yaz karların yağdığından habersizdi.<br />

Eylül’ün hemşirelik okulunu bitirip stajdan sonra çalışmaya başladığından,<br />

İstanbul Okmeydanı SSK hastanesinde hemşirelik yaptığından, Doktor Se-<br />

lim’le beraber çalıştığından habersizdi.<br />

Hamza bu sevdanın kendisini her geçen gün bir çıkmaza götürdüğünün<br />

farkındaydı. İlk yaptığı gibi şimdi de zamana bıraktı, zamanın çare olmaya-<br />

cağını bile bile...<br />

Bir gece yarısı uykusu bölündü, hayallerini bıraktığı gibi buldu. Eylül hala<br />

düşlerindeki prensesti. Kalktı, duygularını beyaz sayfalara döktü, ilk defa<br />

sevda üzerine bir şiir yazıyordu. Şiirde sadece Eylül’e hitap edilmişti. Vefakar<br />

dost siyah atı Yunus yoktu ki ona anlatsın. Eylül’ün kara gözlerinin karalığın-<br />

dan bahsetsin, bu sefer beyaz sayfalara anlattı, sayısız şiirlerine bir ilki kat-<br />

mıştı. İlk defa bir aşkın anatomisini yazmıştı kalemi. Uyuyabilmenin tek yolu<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

191


uydu. O gün sabah namazı için Kemer Hatun camiindeydi, yüreğindeki Al-<br />

lah’a olan büyük muhabbetle namazını kıldı...<br />

Ekim gelmiş Hasan Usta işleri Hamza’ya bırakarak köye gitmişti, soğuk<br />

yeni yeni kendini gösteriyordu. Yağmur nedeniyle o gün işe gitmeme kararı<br />

almış. Vakit öğleyi geçmiş küçük masada bir şeyler karalıyordu Hamza. Yor-<br />

gun gözleriyle pencereye hışımla değen yağmuru süzüyordu. Yağmur Ham-<br />

za’ya bir şeyler anımsattı, birilerinin haline çok benziyordu, iştahla ve coşa-<br />

rak göklerden gelen yağmur tanecikleri. Hışımla pencereye çarpıp dağılıyor,<br />

sonra da sessizce camdan süzülüp kayboluyordu.<br />

İstanbul’a göç edenlere benzetti yağmuru, kalabalık bir şekilde geliyor-<br />

lar, gür ve neşeli, sonra pencerede kaybolan damlacıklar gibi sessizce dağı-<br />

lıp kayboluyorlardı. Kapının açılması düşüncelerini dağıttı.<br />

ti:<br />

Bir kafa uzanıp:<br />

- Hayırdır bu gün işe gitmemişsin, dedi Aytekin, ince ve kibar bir sesle.<br />

Hamza:<br />

- Binanın dış cephesi boyanacaktı yağmur olunca kaldı, dedi ve devam et-<br />

- Buyur gel çay içelim.<br />

Bu teklif çilekeş Aytekin’in arayıp ta bulamadığı bir şeydi. Hayattan bez-<br />

miş tutumlarla içeri girdi, elindeki dergiyi masaya koydu. Aytekin her za-<br />

manki gibi yaşamın zorluğunu anlattı, halinden yakındı, aç olduğunu söyledi,<br />

parasız olduğunu, iki gün önce yediği ekmek arası yağla durduğunu söyledi.<br />

Bu ara Hamza dergiyi kontrol etmekle meşgul. Mırıldandı:<br />

- Hangi gece varki sabahı olmasın, seninde bir gün mutlaka sabahın ola-<br />

cak sabırlı ol, dedi ve ekledi, Aytekin’e hitaben:<br />

- Bu dergi burada kalsın.<br />

- Tabi, tabi.<br />

Az sonra Aytekin karnı doymuş, çayını yudumlamış ve harçlığını almış bir<br />

şekilde odadan ayrıldı. Dikkatini dergide yoğunlaştırmış olan Hamza üçüncü<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

192


satırda duraksadı, şiir yarışmasından bahsediyordu, birinci gelen şairin şiir<br />

kitabını basacaklarını yazmışlardı. Biraz düşündü:<br />

- Neden olmasın, diye mırıldandı.<br />

Önceki gece Eylül’e yazdığı şiiri hazırladı ve bir zarfa koydu. Ertesi gün<br />

postaladı.<br />

İstanbul’a yeni yeni kar düşerken insanları yine vurdum duymazdılar.<br />

Hamza dalgın adımlarını Taksim meydanında yavaşlattı. Yüreğinde anlam<br />

veremediği bir burukluk hissediyordu, adeta akıbetin gözlerini görüyordu,<br />

ama bu akıbet neyin akıbeti idi, buna yöneltti duraksayan düşüncelerini,<br />

bekledi, belki akıbet dile gelir konuşabilir diye, bu ara hayallerini kontrol etti,<br />

onlar hala zeval ülkesinde prensti, sevdasını düşündü o kadar uzaktı ki...<br />

Oluktan akarcasına çılgınlaşan yağmur, Hamza’yı kendine getirdi. Üşü-<br />

meyi de beraberinde getirmişti. Yavaşlayan adımlarını İstiklal caddesine yö-<br />

neltti, ışıkları geçti telefon kulübelerinin önünde yağmura rağmen insanlar<br />

kuyruklar oluşturmuşlardı. En son telefon kulübesindeki sahnede bakışları<br />

dondu. Genç bayanı birisine benzetti. Yooo hayır benzettiği insan böylesine<br />

bir ahlaksızlığı yapamazdı ve bu...<br />

Devam edemedi. Müdahale etmek istedi, orada Hamza ahlak olmalıydı,<br />

yaklaştı, ayakları korkuyordu, kulübenin buharlaşan camları benzettiği insa-<br />

nın simasını gizliyordu, kulübeye tamamen yaklaştı.<br />

- Aman Allah’ım... bu... bu.. Eylül!...<br />

Kiraz rengindeki dudakları yabancı dudaklardaydı, nasıl başka bir dudak<br />

onun dudaklarında gezinebilirdi. Kara gözlerinin perdesi inmişti Eylül’ün.<br />

- Aman Allah’ım Eylül’ü bu hallerde görmek Hamza’nın en son düşünebi-<br />

leceği bir şeydi. Şoka uğramıştı Hamza:<br />

- Nasıl...Nasıl?<br />

Sorular yürekten gönle kıvrım kıvrım akıyordu. Gönül böylesine ağır bir<br />

soruyu cevaplayamadı, gözlerden yardım istedi... O da cevap veremeyince<br />

suskunluğu inciyi anımsatan yaş damlacıklarına bıraktı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

193


Oluktan akarcasına hiddetli yağan yağmur Hamza’nın gözyaşlarını saklı-<br />

yordu. Şakağını ısıtan tuzlu gözyaşları onun donuk halini bozdu. Ayakları ku-<br />

lübeden beş adımdan başka ilerleyemedi. Çıldırıyordu, ruhu bedenine dar<br />

gelmeye başladı, yürüyemedi, gözleri yağmura inat yağıyordu. Dudakları:<br />

- Hayır... Hayııır... diyebiliyordu sadece.<br />

Olduğu yere çöktü, dizlerinin üzerinde iki büklüm, başı öne eğik, parmak-<br />

ları kırılırcasına birbirine kenetlenmiş, ürpertiyi anbean yaşıyor:<br />

- Hayır, diyordu<br />

Siyah pardösüsüyle yüzünün bir kısmını kapamış:<br />

- Ben seni hayallerimden bile kıskandım.<br />

Göz yaşlarının yağmurla beraber akıp gitmesini istemiyordu. O an için tit-<br />

reyen bedenini yine gözlerden akan damlacıklar ısıtıyordu. İstiklal caddesinin<br />

insanları böylesi şeylere alışkındı, bazıları haricinde ilgilenen yoktu, hemen<br />

oracıkta yerde iki büklüm ve ara ara:<br />

- Hayır... Seni ben...<br />

Lafzını belli belirsiz mırıldanan ve yüzünün bir kısmını pardösüsüyle kapa-<br />

yan insan, kimsenin umurunda olmadığı gibi:<br />

- Delinin biridir, diye söylenenler bile vardı.<br />

Telefon kuyruğundaki insanlar dikkatlerini Hamza’nın sesiz tutumlarına<br />

yöneltmişlerdi. Az sonra en sondaki kulübenin de dikkati merakla beraber<br />

fiile geçmişti:<br />

- Orada ne oluyordu?<br />

Kendine çeki düzen verdi Eylül, beraberindeki erkekle çıktılar. Alışık de-<br />

ğildi böylesi sahnelere, mırıldandı:<br />

- Kim bilir ne derdi var?<br />

İsmi Tarık olan erkek arkadaşı, Hamza’nın bin bir türlü yargıların hükmü-<br />

ne aldırış etmeden kavrayıp çiçekleri aldığı Eylül’ün narin ellerinden tutup:<br />

- Gidelim güzelim, böyle şeylere aldırma burası İstanbul, dedi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

194


Eylül’ün abanoz siyahı saçlarını sırılsıklam ıslatmıştı yağmur. Kara gözleri-<br />

ne ise perde oluyordu, Hamza’yı, birilerine benzetti, ama Tarık’ında dediği<br />

gibi:<br />

- Burası İstanbul’du...<br />

Ve kol kola yağmurun sert yağışına aldırış etmeden İstiklal caddesinin ka-<br />

labalığında gözden kayboldular.<br />

Hamza yarım saattir sevdasının kahrını yaşıyordu. Bu nasıl kahırdı böyle...<br />

Ruhu bedenden ayrı, yüreğinde yargı, yargı gönülde. Gönülde bakışlarla bu-<br />

luşunca gözyaşları kesildi. Zor da olsa ayağa kalkabildi. Ağa camiinde iki re-<br />

kat namaz kıldı düşünmemek için çaba sarf etti. Allah’a duyduğu ilgi gönlü-<br />

nü teskin etti. Camiinin tam avlusundan çıkmıştı ki bir ses:<br />

- Hamza! Hacıpaşa’lı Hamza!<br />

Sağını solunu süzdü, omuzuna değen el arkasına bakmasına sebep oldu.<br />

Bu orta okulu beraber bitirdikleri arkadaşı Çetin’di. Kalabalığın göbeğinde<br />

nasıl olduysa Hamza’yı tanımıştı. Yıllar önce taşınmışlardı İstanbul’a. Kucak-<br />

laştılar, hal hatır soruldu.<br />

Hamza:<br />

- Ne geziyorsun buralarda?<br />

- Seni sormalı.<br />

- Yolumun üstü<br />

Çetin:<br />

- Bizim ev de buralarda, Taksim’e çıkışta sağdan inip Cihangir’i bulursan<br />

bizim evi de bulmuşsun demektir.<br />

-Yakın sayılırmış.<br />

- O yönden şanslıyım.<br />

Çetin:<br />

- Eeee... Hadi sen de bize katıl.<br />

Hamza orta okul arkadaşını kırmadı, Yanındaki makyajlı kızları yeni fark<br />

etmişti:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

195


- Merhaba.<br />

Kızın ikisi birden bu selamı başlarıyla tasdikledi. Biraz sonra, büyük ve<br />

lüks pastanede beyaz gömlekli genç garsona sipariş veriyorlardı. Bu ara Çe-<br />

tin beraberindeki kızlara Hamza’dan bahsediyordu. Şiirlerinin ne denli güzel<br />

olduğundan, dindarlığından... Şımarık Çetin’in ifadeleri cıvımaya başlamıştı,<br />

bu cıvıklık yerini alaya bıraktı. Çetin:<br />

- Bizim hoca, öyle kızlara bakamaz, kolay kolay konuşmaz bile.<br />

Konuşmalar böyle devam ediyor, kızlar kahkahayı patlatıyorlar, karşıların-<br />

daki delikanlıya zavallıymış gibi bakıyorlardı. Uzun saçlı kız:<br />

- Aaaa, bu zamanda hala böyle insan var mı, hem de senin arkadaşın?<br />

- Ya! Eski bir arkadaşım, dedi, sarı saçlı, keçi sakallı, züppe kılıklı Çetin.<br />

Hamza ciddileşti, bakışları sertleşti, hepsine razıydı ama Çetin’in küçüm-<br />

seyen tavırları sabrını tüketti. Üzgün ve sert bir sesle:<br />

- Bana bak eski arkadaş diyordu: Ben senin gibi, barlarda, diskoteklerde<br />

veya lüks pastanelerin şatafatlı masalarında, ceylan bakışlı kızların, iri gözle-<br />

rine bakarak, aşkı sevdayı anlatmıyorum, senin yaptığın gibi dostlarıma, bo-<br />

yalı dudakların cazibesinden, uzun saçların ihtişamından bahsetmiyorum.<br />

Ben sahipsiz dağlardaki beyaz kuzuların iri gözlerindeki ışıltıyı anlatıyorum,<br />

dostlarıma ve kuzuların çobanlarına, senin gibi şehir kurtlarının kurnaz göz-<br />

lerindeki tehlikeyi anlatıyorum insanlara. Yalnız zannetme ki, senin yaptıkla-<br />

rını yapamam, sanma ki utanırım ya da beceremem. Ben senin bilmediğin<br />

Allah’ı bilir, korkmadığın Allah’tan korkarım. Bunu böyle bilesin eski arkadaş<br />

Çetin!!.<br />

Çetin ve iki kız afallamıştı, böyle bir çıkış beklemiyorlardı ondan. Hamza<br />

masadaki kül tabağını Çetin’in önüne doğru sürükleyip yerinden kalktı. Se-<br />

sinde alay kokan bir ahenk vardı:<br />

- Siz birbirinizi kandırmaya devam edin, dedi.<br />

Çetinin pişmansı ısrarları boştu. Biraz önce gelen garsonun ve masadaki-<br />

lerin bakışları altında kısa adımlarla pastanenin kapısına doru yol aldı. Uzun<br />

saçlı kız:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

196


- Ne iş yapıyor bu hırçın çocuk?<br />

Çetin:<br />

- Çok çalışkandı üniversite sınavlarını kazanamamış, şimdi sanırım inşaat-<br />

larda çalışıyor.<br />

İsmi Burçin olan kız:<br />

- Yazık etmiş kendine, çok yakışıklı birisi ama gel gör ki biraz geri kafalıya<br />

benziyor.<br />

Uzun saçlı kız:<br />

- Telefonu var mı bunun?<br />

- Yok fakat bulabilirim.<br />

İsmi Buse olan uzun saçlı kız Hamza’dan hoşlanmıştı, tavırları onu müthiş<br />

bir şekilde etkilemişti, bir an onunla arkadaş olabileceğini düşündü, uzun<br />

saçlarını omuzlarından aşağıya döküp:<br />

- Çetin! Eğer bulursan o çocuğun telefonunu bana geciktirmeden ver.<br />

Çetin yılışarak:<br />

- İş mi atacaksın kız, dedi.<br />

Buse çantasından sigarasını çıkartıp diğer arkadaşına uzatarak:<br />

- Atamam mı yani?<br />

Çetin:<br />

- O başkadır, o sana yüz vermez, tanıdığın erkeklere hiç ama hiç benze-<br />

mez, haberin olsun.<br />

Buse kararlıya benziyordu:<br />

- Uzatma, telefon veya adres ikisinden birini bul yeter.<br />

Çetin, Hamza’yı üzdüğünün gün gibi farkındaydı, iş işten geçmişti artık.<br />

Ne olacaktı zaten muhatap olmuyordu, bir tesadüf eseri karşılaşmışlardı, bir<br />

daha ya görür ya görmezdi.<br />

Hamza’yı üzmüştü Çetin. İmam Hatip Lisesinin orta kısmından ayrılmıştı.<br />

Keşke hiç karşılaşmasaydım diye mırıldanarak sokağa geldi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

197


Soğuğun her geçen gün arttığı şu sıralar Ermeni ailelerinin evlerini boya-<br />

maya devam ediyordu Hamza. Babasıyla devamlı çalışan o iki kişiyi de yanı-<br />

na alıp işlere daha bir sıkı sarıldı.<br />

İstanbul’un kışı çekilmiyordu. Ermeni aileleri kış demeden evlerinin bo-<br />

yama işlerini büyük bir huzurla Hamza’ya veriyorlardı, onun çalışma tarzı<br />

hoşlarına gidiyordu. Bu memnuniyeti ara ara doktor Selim’e bildiriyorlar, ona<br />

teşekkür etmeyi unutmuyorlardı. Doktor Selim Hamza’nın yanına uğrama-<br />

dan edemez olmuştu.<br />

Hamza, Agop ismindeki Ermeni’nin evinde rulo sallıyordu. Üstü başı bo-<br />

yanmış delikanlıyı süzüyordu Agop, görüntüye bakarak cahildir hükmünü<br />

koydu. Bu zamana kadar evini boyayan her boyacının İslam’dan uzaklaştığı-<br />

na şahit olurdu, dindar Hıristiyan Agop. Agop saçlarını yokladı. Biraz düşün-<br />

dü ve sordu:<br />

- Müslüman mısın genç!<br />

Hamza böyle ani bir giriş beklemiyordu, lakin bekliyordum der gibi:<br />

- Ya siz Hıristiyan mısınız?<br />

Agop neyle karşılaştığını anlayamadı. Cevabı kekeleyerek verdi:<br />

- Elbette ve bundan da gurur duyuyorum.<br />

- Ben elbette demiyorum, Allah bilir diyorum ve temennim o ki yaratanın<br />

nazarında Müslüman’ımdır ve hissettiğim bu temenni bana gurur veriyor.<br />

Uyanık Agop ilk defa böyle bir cevapla karşılaşmıştı. Anladı ki bu genç gö-<br />

ründüğü gibi değil. İstediği cevabı bırak almayı delikanlı Agop’u istediği yere<br />

yönlendiriyor gibiydi. Agop’un beyninde yeni bir ışık yandı ve sordu:<br />

- Peki ne zamandır Müslüman’sın?<br />

Hamza Agop’un bir planı olduğunu sezdi, sorularını yönlendirebilir hatta<br />

sen ne zamandır Hıristiyansın diyerek de geçiş yapabilirdi ama yapmadı di-<br />

rek yanıt verdi:<br />

- Kalubeladan bu yana.<br />

Agop istediği cevabı aldı, şimdi ne diyecek acaba diye bir daha sordu:<br />

- Kalubela dediğiniz yer neresi?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

198


Agop Hamza’yı da karşılaştığı diğer Müslümanlar gibi ezberci sanmış, ce-<br />

vap veremeyeceğini düşünmüştü. Hamza:<br />

- Kalubela yeryüzüne gelmeden çok çok önce ruhların toplandığı, orda<br />

Rabb’lerine kul olacakları sözünü verdikleri yerdir.<br />

- Peki kalubeladan önce de Müslüman mıydın ne yapıyordun?<br />

Hamza tebessüm etti:<br />

- Ondan sonrasını, evveli ve sonrası olmayan Allah bilir.<br />

Hamza Agop’un sorularını cevapladı ve bu sefer kendisi sordu:<br />

- Az önce gururlu olduğunuzu söylemiştiniz, peki neden gururlusunuz?<br />

Agop diğer odadan bir sandalye getirerek oturdu ve cevap verdi:<br />

-Müslümanların ve Yahudilerin durumlarını görüyor Hıristiyanlığımla gurur<br />

duyuyorum.<br />

Hamza:<br />

-Lütfen ön yargılı olmayın, koskoca tarihi silip atamazsınız. Önce tarihi<br />

parçalara ayırarak hangi dinin en çok hakimiyet kurduğuna bir bakalım.<br />

Agop hangi yüzyıla baksa İslam’ı görüyordu, onun için tarihi kurcalamak<br />

istemedi:<br />

- Ben tarihten anlamam, benim için bugün önemlidir. Bugünü kıyaslama-<br />

lıyız, dedi ve bir örnek göstermek istedi:<br />

- Bugün Müslüman’ların önde gelen imamlarının çoğu sahtekar, buna ne<br />

dersin?<br />

Hamza:<br />

-Ya sizin papazlarınıza ne dersin, onlar şehvet düşkünü birer budala değil<br />

mi? Geçen gün okuduğum bir gazetede, çocuklara tecavüz eden bir papaz-<br />

dan bahsediliyordu. "Leküm dinüküm veliye din" Sizin dininiz size, bizim di-<br />

nimiz bize, sayın Agop bey. Her dinde birtakım insanlar menfaatları için bu-<br />

lundukları mevkiyi kötüye kullanabilirler. Bunlara bakılarak onların ettiği din<br />

asla ve asla yargılanamaz.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

199


Agop çetin biriyle karşılaştığının farkına vararak sahte bir hoş görüye bü-<br />

rünmek zorunda kaldı:<br />

-Haklısınız, hem de çok haklı, kişilere bakılarak değerler yargılanamaz.<br />

Agop tevazuya devam ediyor tatlı bir dille soruyordu:<br />

- Hıristiyanlıkla ilgili soruların var mı?<br />

Hamza:<br />

- Tabi uygun görürseniz, dedi ve devam etti:<br />

-Siz haşa Hz. İsa’yı tanrının oğlu olarak kabul ediyorsunuz, bu beraberin-<br />

de onlarca soruyu getiriyor. Şayet İsa tanrının oğlu ise, tanrı da bir insan<br />

veya birden çok tanrı var. Bir insana tanrı muamelesi yaparak tapmak ne<br />

derece doğru bir şey... Cennetten arsalar alınıyor. Beş parasızlar ne yapa-<br />

cak?<br />

Hamza’yı Agop’un sıkıntılı tavrı susturdu. Agop; açıklama yapmayı düşün-<br />

dü fakat içinden çıkamazdı. Aklına papaz Harmın geldi, bu çocuğun hakkın-<br />

dan ancak o gelirdi. Ayağa kalktı, yapmacık bir sesle Hamza’yı takdir etti:<br />

- Çok güzel sorular sordun Hamza, yalnız şimdi gitmem lazım, yengen<br />

seninle ilgilenir, yarın veya başka bir gün sorularına cevap veririm.<br />

Hamza:<br />

- Şu vaftizi de anlatırsanız öğrenmiş olurum.<br />

Hitabı Agop’u açıklama yapmadığına memnun etti. Bu memnunlukla:<br />

- Hadi kolay gelsin, dedi ve evden çıktı. Agop’u Hamza’nın soruları ve ce-<br />

vapları hayli şaşırtmıştı, şaşkınlığının yoğunlaştığı yer bu insanın bir boyacı<br />

oluşuydu, bilgili biriyle karşılaştığının farkına varmıştı.<br />

Bu sefer Hamza’nın yanına Agop’un karısı gelmişti. Kocasıyla Hamza’nın<br />

yaptığı sohbete kulak misafiri olmuştu.<br />

Ben de İslam’ı sorayım, kafası kurcalansın, diye düşünmüştü.<br />

- Kolay gelsin, dedi ve seyre koyuldu.<br />

Boyacı işini temiz yapıyordu, sordu:<br />

- Dininin gerektirdiklerini yapıyor musun?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

200


- Evet elimden geldiğince yapıyorum.<br />

- İçki gibi güzel bir şey dininizde neden yasak?<br />

Hamza boya rulosunu duvara yaslayıp, boş kalan eline fırçayı aldı:<br />

- Hanımefendi farkında mısınız. Korkunç bir şeye güzel dediğinizin? Söyler<br />

misiniz, başlangıçta neşeyle kaldırılan kadehlerin son faslı neden iğrenç sah-<br />

nelere dönüşüyor? Beyinler sulanır, mideler kabarır ve şuur hali kaybolur.<br />

Sonuçta iğrenç manzaralar oluşmaz mı? Peygamberimiz “İçki bütün kötülük-<br />

lerin anasıdır" buyurur. Biliyorsunuz yeryüzündeki işlenen suçların neredeyse<br />

tamamının kaynağı içki. Okumuyor musunuz, alkollü şoförlerin yol açtığı ka-<br />

zaları. Hırsız aç değilse sarhoştur, cinayet işlenir can alkollüdür, kavga olur<br />

taraflar sarhoştur, yıkılan yuvaların sebeplerinden biri güzel dediğiniz alkol<br />

değil midir, söyler misiniz böyle bir şey nasıl güzel olabiliyor, yasak edilmesi<br />

uygun değil midir? dedi.<br />

Agop’un karısı Agop gibi doğma büyüme İstanbulluydu, az bilirdi, bildikle-<br />

rinin de başlangıcını bilir devamını getiremezdi. Hamza’nın akıcı ve tatlı dili,<br />

yıllardır güzel olarak değerlendirdiği içkinin gerçek yüzünü göstermişti. He-<br />

men vazgeçemezdi bir şeyler daha sormalıyım, diye düşündü:<br />

-Tamam onda haklısın, peki siz neden İsa’yı kabul etmiyorsunuz?<br />

Hamza sarı saçlı kadının Müslümanlıkla ilgili son derece bilgisiz olduğunu<br />

anladı, aklına Agop geldi, mırıldandı:<br />

- Ava giden avlanır...<br />

Evet Agop’un karısı kolayca Müslüman olabilirdi, meraklı görünüyordu.<br />

Hamza boya rulosunu yeniden eline aldı:<br />

- Hanımefendi, biz hazreti İsa’yı peygamber olarak kabul edip diğer pey-<br />

gamberlere duyduğumuz saygının aynısını hazreti İsa’ya da duyarız, lakin si-<br />

zin gibi ona haşa tanrının oğlu diyerek Rab’lik isnat etmeyiz, o da nihayetin-<br />

de bir insandır. Ben de size aynı soruyu soruyorum; peki siz neden bizim<br />

peygamberimizi kabul etmiyorsunuz?<br />

Agop’un karısı düşünmeden cevap verdi:<br />

- Kocamın dediğine göre o usta bir büyücüymüş, onun için.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

201


Hamza acı acı tebessüm etti:<br />

- Sizce bir büyücünün peşinden bunca zaman, milyarlarca insan gider mi,<br />

bunların ilim adamları onun davasını güder mi ve böyle bir şeye tarih bo-<br />

yunca rastlanmış mı?<br />

Çalan kapı zili konuşmayı kesti. Gelen Agop’un kız kardeşi Gayena idi.<br />

Genç ve güzel kız neşeyle ve düzgün Türkçe’siyle çalışanlara:<br />

- Kolay gelsin, dedi.<br />

O da abisi gibi doğma büyüme İstanbul’luydu, devam etti yengesine hi-<br />

taben:<br />

- Konuşmanızı mı kestim?<br />

Agop’un karısı:<br />

- Hayır Gayena, sen de gel. Hamza’yla sohbet ediyorduk.<br />

Gayena bir takım işlerini hallettikten sonra sohbete kulak vermeye başla-<br />

dı. Önceleri pek önemsemedi, fakat konuşan Hamza olunca dinletmesini bi-<br />

liyordu, ağır ağır onlara yaklaştı, dinledi dinledi... Güzel kız dilini yutmuş gibi<br />

öylece bakakalmıştı. Hamza elinde ne varsa bir tarafa bırakıp ikisine hita-<br />

ben:<br />

- Kabul ederseniz size bir teklifte bulunacağım.<br />

Agop’un karısı atıldı:<br />

- Söyle bakalım.<br />

Hamza kelimelerin üstüne basarak konuştu:<br />

Din değiştiren bir şey kaybedecekse, o değiştirmesin fakat kazanacaksa<br />

değiştirsin.<br />

Hamza’dan kastını açıklamasını istediler. Hamza:<br />

- Ben sizin dininize geçersem Hıristiyanlığın gereği olarak İslam’ı reddet-<br />

mek zorunda kalacağım, şayet siz İslam’ı seçerseniz ne Hıristiyanlığı redde-<br />

deceksiniz ne de Hazreti İsa’yı. Hazreti İsa’yı sevmeye ve ona saygı duyma-<br />

ya devam edeceksiniz. Bir insan asla tanrının oğlu olamaz. Sadece bunu ka-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

202


ul etmeyeceksiniz ve İslam’ı seçmekle fazlalığınız olacak ve hiçbir şey kay-<br />

betmeyeceksiniz, dedi.<br />

Günler ağır ağır geçiyor, iki insan İslam’a ısınıyordu. Hamza’nın iddia et-<br />

tiklerinin biri dahi mantıksız değildi, haklıydı ama bu inanç olunca biraz dü-<br />

şünmek gerekliydi. İnancın değişmesi hayatın değişmesi anlamına geliyordu.<br />

İki Hıristiyan da düşünme safhasındaydı.<br />

Agop’un evden çıkmasıyla beraber Hamza’dan İslam’la ilgili prensipleri<br />

öğreniyorlardı. Güzel kız Gayena ilk defa duyduğu şeylere hayli merak sar-<br />

mış dört gözle ertesi günleri bekliyordu. İkisi de şunda sabit kalmıştı:<br />

- Bir insan Allah’ın oğlu olamazdı, eğer öyle bir şey olsaydı, çok sayıda<br />

tanrı olurdu. Bu durumda Dünya bu denli intizamlı olamazdı.<br />

Ve nihayet en büyük şerefe nail oldular. Hamza’nın sıkı tembihini dikkate<br />

alıp bundan Agop’a bahsetmediler. Hamza o hazır olana dek ondan Müslü-<br />

man olduklarını gizlemelerini istemişi. Hiç akıllarının uçundan bile geçmemiş-<br />

ti, bir boyacının hidayetlerine vesile olacağı. Hamza bilinçli olarak Agop’un<br />

evinin boya işini uzatıyor, yeni Müslümanlara dinin gerektirdiklerini öğreti-<br />

yordu. Bu öğretme işini başka birine devretti. Bu genç kız zevkle yeni Müs-<br />

lüman olan iki kişiyi bilgilendiriyordu.<br />

Hamza gönülleri feth ediyor, karanlıklara ışık saçıyordu. Fakat köyünü öz-<br />

lemişti. Ya Eylül! İsmini anımsamak istemese de coşkun seller gibi beliriyor-<br />

du hayallerinde. Sorulardan kaçamıyordu, o ne geziyordu İstanbul’da, o<br />

evet o değil miydi, birilerini ona mı benzetmişti yoksa?!... Yo hayır o idi,<br />

içinden çıkamıyordu, gözlerini çalan bu hayalden kendini zor çekti. Dar so-<br />

kağın kaldırımlarındaki bezgin insanları düşündü, kimle konuşsa usanmış,<br />

bıkmıştı hayattan, dertsiz sadece dert denen elle gösterilemeyen varlık vardı<br />

galiba, küçük çocukların simasında bile ara ara kendini gösteriyordu...<br />

Küçük sokaktan radyosunu sonuna kadar açık bir taksi hızla geçti ve<br />

Hamza gibi başkalarını da rahatsız etti. Taksi birkaç defa geçti ve en son ge-<br />

çişte bir çocuk ezilmekten kıl payı kurtuldu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

203


İsmi Nuri olan bir adam taksiye müdahale etti, aldığı sert yanıt onu kor-<br />

kuttu, burası ne de olsa İstanbul’du. Küçük düşmüş bir halde evine girdi.<br />

Olayları seyretmekte olan Hamza:<br />

- Bunlara bir ders lazım, diye söylendi.<br />

Sokaktakilerden habersiz, taksinin döndüğü sokağa geçip beklemeye ko-<br />

yuldu. Nihayet beklediği araba göründü, dar yolun ortasına geçti, el işaretiy-<br />

le taksiyi durdurdu. İlk olarak önde oturan genç, aradığını bulmuş edasıyla<br />

taksiden indi. Kaba ve sertçe:<br />

- Bir şey mi istedin?<br />

Bu ara da diğerleri de indi. Hamza dördünün gözlerinde de bakışlarını<br />

gezdirdikten sonra:<br />

- Ben aradığınız şeyim, ya da istediğiniz, dedi alaylıca.<br />

Hamza’nın rahat tavırları dört kendini bilmezi de şaşırttı, ne kadar güve-<br />

niyordu kendine, yoksa bir yerlerde saklanan arkadaşları mı vardı. Evet ka-<br />

pışmalarını bekliyordu. Bir kere taksiden inmiştiler. Biri hariç üçü alttan al-<br />

maya başladı. Hamza’nın kararlı tavırları onları ürkütmüştü. Hamza sesine<br />

de yansıttı bu tavrını:<br />

- Gayeniz ne, ne geçecek ulan elinize, ya çocuğa çarpsaydınız?<br />

Dinliyorlardı:<br />

- Bırakıp kaçacaktınız öyle mi?<br />

İrice olanı:<br />

- Sana ne, sen polis misin?<br />

Hamza konuşana iki adım yaklaştı:<br />

- Çocuğu ez, annesinin yüreğini yak, babasına eziyet ver, varsa kardeşi<br />

yıllarca unutamasın, küçük bir zevkin bir aileyi perişan etsin, ondan sonra da<br />

sana sorulmasın, neden hızlı gidiyordun, diye.<br />

Konuşan iki kişinin arasına bir diğeri girdi:<br />

- Tamam arkadaşım, diyordu Hamza’ya sen haklısın, uzatmayalım.<br />

Hamza özür beyan edene bakıp:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

204


- Bir daha aynısını yapmayın!<br />

Az önce diklenen atıldı. Hamza’yı itekleyip:<br />

- Yapsak ne yaparsın, dedi.<br />

Ellerini Hamza’ya doğru uzatmış el hareketleriyle birlikte belirsiz küfür<br />

ediyordu. Hamza bir anda kendisini itekleyenin kolunu tutup arkasına geç-<br />

tikten sonra kıvırdı. Diğer üç kişinin bakışları altında taksiye doğru itekleyip<br />

arkadan boğazını diğer kolunun arasına aldı. Sesi toktu:<br />

- Ne yaparım biliyor musun, şu an kolumun arasındaki uzun boynunu kı-<br />

rarım.<br />

Kıskıvrak yakalanan serseri tavırlı genç, diğer arkadaşlarından yardım is-<br />

teyen bakışlara bürünmüştü, kurtulmak için çaba sarf etse de kurtulamıyor-<br />

du. Hamza az sonra taksinin ön kaportasına, ne yaparsın, diyen genci bırak-<br />

tı.<br />

Yüz üstü taksinin kaportasında buldu kendini, gördüğü ve güç onu da<br />

korkuttu. Ne olursa olsun altta kalmamalıydı:<br />

- Bunu unutmayacak ve burayı yol edeceğim dedi ve diğer arkadaşlarına<br />

da işaret edip kızgın hareketlerle taksiye bindi.<br />

Patinajla hareket eden taksi sokağın çıkışındaki anayola apansız daldı,<br />

dalmasıyla beraber Hamza’nın ve olayları seyredenlerin kulağına bir kaza se-<br />

si geldi. Bu sese bir kısım gülerken bir kısım da lanet yağdırıyordu.<br />

Hamza ağır adımlarla kaza yerine yaklaştı, halleri berbattı. Taksi, bir<br />

kamyonetle çarpışmıştı. Trafik polisinin ve çekicinin gelmesiyle olay son bul-<br />

du. Hamza mırıldandı:<br />

- Şu gurur ve kibir ne kötü şey...<br />

Evet gurur ve kibir bulunmasaydı yavaş gider ve bu kazayı yapmazlardı.<br />

Şeytanın en büyük silahlarından biriydi kibir. Allah’a şükretti yüreğinde kibir<br />

gibi bir huy barındırmadığı için. Şükredilecek o kadar çok şey vardı ki...<br />

İşler Ermeni ailelerin evlerinde bitmişti. Hamza’nın tek damla boya dök-<br />

meden yaptığı temiz işe ve karakterine hayran olup birbirlerine tavsiye ede-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

205


ek Hamza’ya iş veriyorlardı. Hamza bir taşla iki kuş vurduğunun farkında,<br />

işler çoğalıyordu. Gönül yolunun yeni yolcuları da öyle...<br />

İki boyacı daha lazımdı. Cuma’nın köyde olduğunu biliyordu, gecikmeden<br />

haber saldı. Hamza çağırır da Cuma gelmez mi? Birkaç gün sonra İstanbul’a<br />

kış demeden Cuma’da teşrif etti. Uzun uzun hasbıhal ettiler. Cuma her şeyi<br />

bir bir anlattı. Yalnız siyah at Yunus’un dedesi tarafından, “Boşuna bakılıyor,<br />

gereksiz bir masraf” gerekçesiyle, bir faytoncuya satıldığını Hamza’ya söyle-<br />

yemedi.<br />

Cuma’nın da gelmesiyle daha yoğun sohbetler yapılacak belki de birkaç<br />

kişi daha İslam’la şereflenecekti. Agop’un bahsettiği Harmın ismindeki Pa-<br />

pazla yapılacak olan ince ve keskin tartışma günü nihayet gelmişti. Hamza<br />

şaşkınlığı yaratan kendisini şaşkınlığa düşürmemesi için dua ediyor,aklını ve<br />

zihnini açık etmesini diliyor ve kendisini küçük düşürmemesi için alemlerin<br />

Rabbine yakarıyordu.<br />

Papaz Harmın’ın evi boyanıyordu. Agop karısına hitaben:<br />

- Bak göreceksin Ermenilerin çok sevdiği o delikanlı Hıristiyan olacak, di-<br />

yordu.<br />

Ermeni aileleri Hamza’nın ahlakını, dürüstlüğünü ve birçok yönünü sev-<br />

mişlerdi. Şayet bunun tam tersi olsaydı papaz Harmın’ın evini boyatmazlardı.<br />

Agop’un isteği yerine getiriliyordu.<br />

Hamza o gün çalışmadı, Harmın’ın zengin kütüphanesinin olduğu odada<br />

bekleyişteydi. Harmın’ın yanında iki Papaz dostu daha vardı, bunlardan biri<br />

Rum Levendis’ti.<br />

Agop’un kız kardeşi Gayena bu günü çok beklemişti. Agop Hamza’yı ta-<br />

nıştırdı. Üç papazda karşılarındaki kendisine çok güvenen delikanlıyı süz-<br />

mekle meşguldü. Birçok şey duymuşlardı onun hakkında. Sivri sakallı olanı<br />

sakalını sıvazlayıp:<br />

- Bak delikanlı, yapılacak olan tartışmanın boyutu oldukça ağır. Kim kimi<br />

ikna ederse o onun dinini kabul edecek, bu çok ağır sonuçlar verebilecek bir<br />

tartışma, onun için biz seni sevdik, hakkında güzel şeyler duyduk, dilin tatlı,<br />

konuşman akıcı, senin gibi birinin bize katılması ve misyonerlik yapması,<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

206


aşta aziz dostum Harmın’ı ve Agop’u sevindirir. Yalnız onları mı? İsa Mesih’i<br />

de sevindireceksin, konuşmaya lüzum bile yok. Sana güzel mevkiler verebili-<br />

riz, senin gibi keskin bir zekaya sahip bilgili bir insana seçkin gazetelerden<br />

birinde yazarlık verebiliriz, mevkiin, malın mülkün olur.<br />

Hamza hiç ummadığı bir teklifle karşılaştı, bunlar ne diyordu, yoksa hida-<br />

yetine sebep olduğu Ermenileri öğrenmişler miydi? Ayağa kalkıp sertçe:<br />

- Sayın papaz efendi sen ne dedin biliyor musun, deyip Agop’a baktı:<br />

- Hani tartışma, hani konuşma? Siz Müslümanları parayla pulla safınıza<br />

çekebileceğinizi mi sandınız? Yo hayır, asla... Dünyanın tamamını verseniz,<br />

İslam bir saç olmuş olsa onun tek telinden taviz vermem, dedi ve gitmek<br />

için kapıya yöneldi.<br />

Papaz Harmın müdahale etti:<br />

- Delikanlı bizi yanlış anladın, otur da konuşalım.<br />

Agop’unda müdahalesiyle Hamza sakinleştirildi. Gayena kızgın tavırlarla<br />

abisine ve papazlara bakıyordu. Ellerini yaprak sarısı saçlarına değdirip:<br />

- İçecek bir şey ister misiniz, diyerek bir anda soğuyan ortamı ısındırmak<br />

istedi.<br />

Odadakiler şekerli kahve istedi. Hamza karşısındakilere acıyarak baktı,<br />

harflerine bastırarak:<br />

- Benim kahvem acı olsun! dedi.<br />

Demesiyle beraber İslam ve Hıristiyanlık işlenmeye konuldu. Hamza’nın<br />

Hıristiyanlığa karşı ilgisiz tavırları Agop’u kızdırıyordu, bu kızgınlığı hisseden<br />

Hamza:<br />

- Sayın Agop bey bir yemeğin bozuk olup olmadığını anlamak için yeme-<br />

ğin tamamını yememize gerek yok, dedi. Papazlar ima edilen şeyi sezmişler-<br />

di, bu sezgiye aldırış etmeden dini kıyafetler içindeki Papaz Levendis:<br />

tur...<br />

- İsa Mesih’i kurtarıcı Rab olarak kabul edenlerin hiç birinde hüküm yok-<br />

Hamza papazları konuşturmak istemiyor her kelimelerine müdahale edi-<br />

yordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

207


- Sayın papaz efendi bu ne biçim bir söz, insan hiç Rab olur mu, haşa İsa<br />

peygamberi Rab olarak kabul etmek mi? O buna üzülür, yıpranır. Bu inanç<br />

Allah’a ortak koşmaktan başka bir şey değildir.<br />

Papazlar Hamza’nın konuştuklarından çok dinletmesini bilen konuşma<br />

tarzına hayran kalıyorlar, bunu Hamza’ya hissettirmemeye çaba sarf ediyor-<br />

lardı. Agop ve Gayena’da dikkatlerini Hamza’ya vermişlerdi. Hamza:<br />

- Eski putperestlerden sizin bu görüşünüzün ne farkı var? Yirmi birinci<br />

yüzyıla adım atarken bu inancınız ne kadar da komik farkında mısınız? Bil-<br />

meniz gereken, eski putperestlerde sizin gibi insanı tanrılaştırırlardı, Firavun,<br />

Nemrut bu örneklerden birkaçı.<br />

Papaz Levendis:<br />

- Aziz evladım! Önce seni tebrik etmeliyim, diyebilirim ki sen insanlara<br />

beyaz yoğurdu siyah olarak anlatsan çokları inanır, konuşma tarzın etkileyi-<br />

ci. Yalnız unutma ki inancımızı hiç bir şekilde etkileyemez, yine tekrar ediyo-<br />

rum; İsa Mesih, tanrının oğludur ve insanları kurtarmak için yeryüzüne gön-<br />

derilmiştir. Yakın bir zamanda yine gelecektir.<br />

Hamza kararlı bir şekilde konuşmasına devam etti:<br />

- Sayın papaz efendi, bu görüşlerinizle kendinizi kandırmayın. Benim ko-<br />

nuşmam değil savunduğum değerler sizi etkiliyor, sonra İsa’nın Rabliği sa-<br />

dece sizin inancınızdır. Unutmayın ki Hazreti İsa, bir olan eşi benzeri bulun-<br />

mayan, dengi olmayan Allah’ın gönderdiği bir peygamber ve sizin, benim gi-<br />

bi bir insandır.<br />

Yüce Allah’ın seçip peygamber olarak gönderdiği Hazreti İsa; kendisine<br />

tanrının oğlu denmesine üzülmez mi? Eşi benzeri bulunmayan Yüce<br />

Rabb’imin "Ey yarattığım kulum İsa, sen insanlara kendini tanrının oğlu ola-<br />

rak mı tanıttın" buyruğunu duyan Hazreti İsa, kulu olduğu Rabb’inin karşı-<br />

sında, üzülüp, utanıp sizin yanlış inanca kapıldığınızı belirtmez mi?<br />

Sivri sakallı papaz ürkmüş bakışlarını Hamza’nın üzerine yöneltip:<br />

- Ne anlatmak istiyorsun? dedi.<br />

Hamza:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

208


- Ne mi? Bir bilsen papaz efendi, ben yüce Allah’a hamd ederim ki birçok<br />

şeyi biliyorum. Ben de sizler gibi Hıristiyanlığı ve diğer dinleri çok iyi biliyo-<br />

rum, sizler gibi İsa peygamberi seviyorum, yalnız belirli ölçülerde, onu pey-<br />

gamber olarak sevip sayarım. O’nu Allah’ın bir kulu olduğu için, diğer pey-<br />

gamberler gibi tasdikleyip gereken saygıyı diğer Müslümanlar gibi gösteri-<br />

rim. Yalnız siz Hazreti İsa’nın izinden gitmiyorsunuz, dini değiştirdiniz, İncil’i<br />

tahrif ettiniz, onu tanrının oğlu olarak isimlendirdiniz, ona Rabb’e ortak ko-<br />

şuyorsunuz, bu şirkle onu üzüyor, hırpalıyorsunuz, O Rab, siz de kulsunuz<br />

öyle mi? Allah’ın huzurunda bu yaptığınızın hükmü nedir biliyor musunuz?<br />

Allah’tan başka ilah yoktur, o esirgeyen bağışlayan, bir olan, eşi benzeri bu-<br />

lunmayan, her şeyi yaratan, alemlerin Rabbi olan Allah, elbette yaptığınız bu<br />

büyük günahın cezasını verecektir. Zira o hiçbir şeye muhtaç değildir, her<br />

şey herkes ona muhtaçtır.<br />

Evini boyadığı papaz Harmın saatine baktı, diğer papaz konuşma ihtiyacı<br />

duydu:<br />

- Sen çok zorsun evladım, senin işin güç. Yarın devam ederiz.<br />

Hamza içlerinde sadece Harmın’a karşı etkili olabilmişti, Gayena mutluy-<br />

du, yeni seçtiği dinin Allah’ına inanmak onu bahtiyar ediyordu. Ertesi gün<br />

aynı şekilde devam ettiler. Agop’u bir telaş ve düşünce sarmıştı, korkusu<br />

Hamza’nın kendilerine karşı üstün gelebileceğiydi.<br />

Papaz Levendis parlayan gözerle Hamza’yı inceliyordu. Bu inceleme hita-<br />

ba dönüştü:<br />

- Evladım seni akıllı, iradeli ve azimli biri olarak görüyoruz ve onun için<br />

seninle konuşuyoruz, dünkü teklifimiz hala geçerlidir, dedi.<br />

Hamza gülümsedi, papaz Levendis’e bakıp:<br />

- Benim de dünkü reddim hala geçerlidir, ben boş konuşmuyorum, anlat-<br />

tıklarım ve inancım dosdoğrudur. Zira delil göstermeden, ispatlamaya kal-<br />

kışmak ahmaklara mahsustur, şimdi size de, istiyorsanız hatta ve hatta İn-<br />

cil’den deliller göstereyim.<br />

- Göster, göster.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

209


Papaz Levendis bunun imkansız olduğunu düşündü sahte bir tebessümle:<br />

- Hadi bakalım göster de görelim.<br />

Hamza papaz Harmın’ın zengin kitaplığında bakışlarını gezdirdi. Az sonra<br />

aradığı İncil’i yerinden çıkarttı:<br />

- Peki, dedi size bunu ispatlarsam İslam’ı kabul eder misiniz?<br />

Papaz Levendis ve Agop kendilerinden emin:<br />

- Tabi, tabi şayet ispatlayabilirsen!<br />

Hamza İncil’in sayfalarını araladı, bu arada da sorusunu soruyordu:<br />

- Yuhanna İncil’i 16. Rab ayetlerini biliyor musunuz?<br />

- Evet, sesi duyuldu.<br />

Hamza aradığını bulmuştu, satırları okumaya başladı:<br />

- Yuhanna 16. Rab ayetleri: “İsa dedi ki; sizlere hep doğru söyledim,<br />

bunla beraber artık gideceğim, bu sizin için daha hayırlıdır, zira ben gitmez-<br />

sem, müjdeleyici gelmez.”<br />

Son cümleyi bir daha tekrar etti:<br />

- “Zira ben gitmezsem müjdeleyici gelmez fakat gidersem o gelir. O gel-<br />

diği zaman günah için, kurtuluş için, hüküm için dünyaya ilzam edecek, siz-<br />

lere söyleyecek daha çok şeyler var, onlara dayanamazsınız, fakat o hakikat<br />

nuru gelince size her durumda yol gösterecektir, kendiliğinden söylemeye-<br />

cek fakat her ne işitirse söyleyecek, gelecek şeyleri size bildirecektir, beni<br />

saygıyla anacaktır”<br />

Son okuduklarını tekrar etti:<br />

- “O beni saygıyla anacaktır.”<br />

Kısa bir sessizlikten sonra sordu:<br />

- Şimdi söyleyin papaz efendiler! Hazreti İsa’nın işaret ettiği ve onu say-<br />

gıyla anacak olan bu müjdeleyici kimdir?<br />

- Kim olacak Hazreti İsa?<br />

Hamza:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

210


- Hayır. Az önce okuduğum ayette, Hazreti İsa müjdeleyicinin gelmesi<br />

için kendisinin gitmesinin icap ettiğini açıkça söylüyor ve ben gitmezsem o<br />

gelmez demiyor mu, sonra ekliyor “O beni saygıyla anacak” İslamdan başka<br />

hangi din Hz İsa’yı saygıyla anmakta?.<br />

Papazlar ve Agop susuyordu. Hamza devam etti;<br />

- Şayet sizin ifade ettiğiniz gibi müjdeleyiciden maksat İsa olsaydı "Ben<br />

tekrar gelebilmek için şimdilik gidiyorum” demesi gerekmez miydi?<br />

Papaz Harmın’ın odasında uzun bir sessizlik oldu, belliki düşünüyorlardı.<br />

Papaz Harmın gerçeği arıyor. Agop ise Hamza’ya hınçla bakıyor, onu bir si-<br />

nek gibi ezesi geliyordu. Bir anda üzgün yüzü sevince bürünüp sordu:<br />

- Peki sizin peygamberinizin ismi müjdeleyici mi?<br />

Bu soru çıkmaza sürüklendiklerinin işaretiydi. Hamza tebessüm etti:<br />

- Lütfen böyle açık bir mevzuyu görmezlikten gelmeyelim. İstiyorsanız<br />

delillere devam edebilirim.<br />

Odada ki herkes susuyordu. Sadece Gayena’nın gözleri gülüyordu. İs-<br />

lam’la şereflendiği için ilk defa bu kadar çok sevindi. Zira önde gelen Hıristi-<br />

yanların lisanı aciz kalmıştı, inandıkları değerleri anlatmaya ve onu haklı çı-<br />

karmaya. Papaz Levendis:<br />

- Bak evladım, Agop beyinde ikrar ettiği gibi biz İsa’yı bekliyoruz ve o<br />

müjdeleyicidir.<br />

Hamza karşılarındaki insanların ne denli ezberci olduklarını sezdi, bakışla-<br />

rını yeniden kitaplıkta gezindirdi. Bir süre sonra eski bir İncil daha çıkarttı,<br />

aynı ayeti buldu:<br />

- Bakın burada da müjdeleyici yerine Faraklit diye bir isim zikredilmiş, pe-<br />

ki o zaman biliyor musunuz Faraklit isminin manasını?<br />

Papaz Hanım açıkladı:<br />

- Evet, övülen, saygı duyulan, müjdeleyici, yerin ve göklerin övdüğü...<br />

- Yeterli, dedi ve devam etti Hamza:<br />

- Ben de benim peygamberimin isminin manasını açıklıyorum. Muham-<br />

med; "övülen, saygı duyulan, müjdeleyici, yerin ve göklerin övdüğü...”<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

211


- Yeter, dedi Agop.<br />

Hamza:<br />

- Şimdi ne söyleyeceksiniz, diye sordu.<br />

Papazlar ve Agop sinirlice ve bir hışımla odayı terk etti. Hamza’nın Agop’u<br />

uyardı:<br />

- Şu anlaşmamız!<br />

- Başka zaman konuşuruz, dedi ses tonu sertti Agop’un.<br />

Odada Hamza ve Gayena kalmıştı. Hamza Allah’a şükür halindeydi. Ken-<br />

disini yanıltmadığı, dualarını kabul ettiği için. Gayena ince sesiyle:<br />

- Bunları bize daha önce neden söylemedin?<br />

Hamza kapıya yönelip:<br />

- Anlatılacak o kadar çok şey var ki; onun muhteşemliğini ve büyüklüğü-<br />

nü, deniz ve okyanuslar mürekkep, tüm ağaçlar da kalem olsa yaza yaza bi-<br />

tiremezler, dedi ve odadan çıktı.<br />

Günler ağır ağır akıp gidiyor, gönüllerde yeni ufuklar güneşle birlikte do-<br />

ğuyordu. Mum ışığına alışkın olanlar, güneş karşısında hayretlerin deryasın-<br />

da kayboluyorlar, huzurun kalbini yüreklerinde hissediyorlardı.<br />

Papaz Harmın işin uzamasını istiyordu. Hamza’yla sohbeti sık sık ediyor-<br />

du. Papaz olmak ona utanç vermeye başladı. Hamza’yla konuştu, konuştu.<br />

Nihayet, büyük bir kararın eşiğine geldi ve dudakları o muhteşem kelimeleri<br />

mırıldandı:<br />

-LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDUR RASULULLAH…<br />

Agop’un halinde şeytanın portresi rahatça gözlenebilirdi. Hamza’nın bo-<br />

yadığı her evde bir değişiklik görüyor, bunu karısında ve kardeşinde de his-<br />

sediyordu. Gözleri bir anda şüpheyle doldu, bunu öğrenmeliydi.<br />

Öte yandan Harmın, kendine isim aramakla meşgul. Bunu Hamza’ya bı-<br />

raktı. Harmın yeni ismini beğenmişti. Lokman’dı yeni ismi, artık İslam için<br />

çalışacak, mücadele edecekti, huşuya bürünen gözleriyle Hamza’ya bakıp:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

212


- Benim Müslüman olduğum öğrenilirse; sana bir şey olmasından korka-<br />

rım, bunu gizli tutmak zorundayım, tabi bir süre.<br />

Hamza:<br />

- Beni sorun etme, sana verdiğim kitapları anlayarak oku.<br />

- Hayır Hamza! Sen benim kadar bunları bilemezsin, hele o Agop varya,<br />

uçan kuştan nem kapar, sonra unutma ben onlardandım, senin gibi kaç kişi-<br />

yi şeytanın bile aklının eremeyeceği şekilde harcadık. Bunları bilemezsin.<br />

Sana tavsiyem fazla uzatma işlerini bitir ve bu muhitte kendini unuttur, ka-<br />

yıplara karış. Şayet bunu yapmazsan seni bulurlar ve yapılacak yapılır!.<br />

- Ne yapabilirler ki, en çok şu can bu bedeni terk eder, ölüm denen nedir<br />

ki, bir gül koklamaktan başka? Rabbimin huzuruna varma günüdür ve ben<br />

böyle bir günden korkmak yerine sevinç duyarım.<br />

Henüz yeni Müslüman olan elli yaşlarındaki, orta boylu Lokman:<br />

- Ben de biliyorum senin ölümden korkmadığını, yalnız, bu dinin senin gi-<br />

bilere o kadar çok ihtiyacı var ki, yapacağın çok iş, feth edeceğin çok gönül<br />

var, bu mücadeleyi terk etmen için henüz çok erken.<br />

- Bu dinin Hamza’ları bitmez!<br />

- Ya anana ve babana acımaz mısın?<br />

- Allah hakkımda hayırlısını versin, inanıyorum ki benim dostum Allah’tır<br />

ve Allah gibi dostu olan nasıl başka birinden korkup susayan gönüllere su<br />

vermez, dedi ve Lokman’a görüşme temennisi sunarak odadan ayrıldı.<br />

Bir kaç gün sonra Lokman’ı bir imamla tanıştırdı. Lokman’la birlikte Müs-<br />

lüman olup Hıristiyan gibi görünenler bir kişi daha çoğalmıştı. Diğerleri Lok-<br />

man’ın Müslüman oluşuna çocuklar gibi sevinmiştiler.<br />

Genç kız Gayena yeni ismini açıkça söyleyeceği günü bekliyordu. Hacer’di<br />

yeni ismi. Abisiyle aynı apartmanda ayrı dairelerde kalıyordu. Zilinin aniden<br />

çalışı, kurduğu İslam dolu hayallerden onu ayırdı. Başına bağladığı baş örtü-<br />

sünü boğazına kadar indirip boynuna birkaç defa dolayıp, kapıyı açtı:<br />

- Abi!<br />

Bu gelen Agop’tu:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

213


- Merhaba Gayena.<br />

- Merhaba Abi.<br />

Abisinin incelmiş yüz hattı bir şeylerin haberini veriyor gibiydi:<br />

- Kahven var mı?<br />

- Evet abi getireyim, gel içeri...<br />

İçeri girdi, kardeşinin boğazında ilk defa gördüğü beyaz ve uzun bezin<br />

Müslüman kadınlar tarafından saçlarını kapatmak için bağlandığını biliyordu,<br />

şüphelerinde haklı olduğu kanısına vardı. Usta bir oyuncu gibi rolüne devam<br />

etti kurnaz Agop. Gayena, abisine kahveyi ikram edip karşısındaki kanepeye<br />

oturdu.<br />

Agop planını ağır ağır uygulamaya başlamıştı:<br />

- Kardeşim şu Müslüman delikanlıyla tanıştığım günden beri düşünceler-<br />

deyim. Hele papazların suskun kalışı, kaç gecedir uykusuzum. Düşündüm,<br />

düşündüm nihayet Müslüman olmaya karar verdim, dedi. Çok ama çok<br />

inandırıcı söylemişti.<br />

Genç kız Hacer dinlediği itiraf karşısında sevinçten adeta havalarda uçu-<br />

yordu. İştahlıca:<br />

- Sahi mi söylüyorsun abi?<br />

Agop rolünü usta bir şekilde sahneleyerek:<br />

- Evet, evet.<br />

Gayena abisinin umduğundan daha kolay kanmıştı. Boğazındaki baş örtü-<br />

sünü çıkartıp, abisinin boynuna sardı ve onu öperek:<br />

- Bir bilsen abi hep bunu bekliyorduk.<br />

Agop şaşkınlığa düşmeden:<br />

- Neyi, kim bekliyor Gayena?<br />

Gayena açtı ağzını yumdu gözünü. Bir bir herkesi her şeyi anlattı. Papaz<br />

Harmın’ın isminin Lokman olduğuna, yengesinin Hatice olduğuna kadar...<br />

Bunları dinlemekte olan abisi Agop’un yüzünün kızgınlıktan kızıllaştığının<br />

farkında olmayan Gayena son olarak:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

214


- Artık Gayena yok abi, Hacer var! demesiyle tokadı güzel yüzünde bul-<br />

ması bir oldu ve kendisini sere serpe yerde buldu.<br />

Agop’un gözlerindeki şeytan tüm kinini kusuyordu, köpürüyordu:<br />

- Sizi yılanlar siziiii!!.<br />

Hacer şaşkınlık ve pişmanlık içinde abisine bakıyor:<br />

- Yapma abi, diyordu.<br />

Agop aradığını bulmuştu:<br />

- Benim senin gibi kardeşim yok artık, deyip hışımla yerde yatan Hacer’in<br />

karnına ayağıyla vuruyordu. Saçlarından tutup kaldırdı:<br />

- Bak kardeş mardeş dinlemem seni gebertirim. O ismi Hamza olan pis<br />

Müslüman’ı geberteceğim gibi, üç gün içinde gelip bana Hıristiyan olduğunu<br />

söylemezsen seni de öldürürüm, anlaşıldı mı?<br />

Zavallı Hacer çırpınıyordu, yaptığı yanlışın farkına varmıştı, Hamza’yı din-<br />

lemeli, onun dediği gibi "hiç kimseye hiçbir şekilde söylemeliydi" İş işten<br />

geçmişti artık. Abisinin elinden kurtulmak için her söylediğine kısık bir sesle:<br />

- Tamam, diyordu.<br />

Agop aynı şeyleri karısına da uyguladı, onu boşamakla tehdit ettikten<br />

sonra soluğu Papaz Levendis’in yanında aldı ve bir bir anlattı Gayena’dan ve<br />

karısından duyduklarını. Papaz Levendis hepsinden çok Harmın için endişeye<br />

kapılmıştı. Ayağa kalktı Papazlık cübbesinin yakalarını gerdirip:<br />

- Harmın için üzüldüm çok şey biliyor, o Hamza’yı aramıza sen soktun, ta<br />

evlerimize kadar girip çocuklarımızın beyinlerini yıkadı ve yeni haberimiz<br />

oluyor.<br />

Agop küçük düşmenin verdiği sesle:<br />

- Ama ben nerden bilirdim onun o denli bilgili ve kurnaz olduğunu, ben<br />

onu yönlendireyim derken o bizden birilerini kendi safına aldı; nihayetinde<br />

bir boyacıydı.<br />

Papaz Levendis kızgın:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

215


- Onun gibiler bizim için çok tehlikeli, onda Osmanlıyı görüyorum. Tarihi-<br />

ni, dinini ve her şeyi hatta Hıristiyanlığı bizden daha iyi biliyor.<br />

Agop tasdikledi:<br />

- Evet çok sinsi, Müslüman olduğunu bilmeseydim onun Hıristiyan oldu-<br />

ğuna rahatça inanabilirdim, dedi.<br />

Papaz Levendis arkasını dönüp iki adım uzaklaştı. Hitabı sertti:<br />

- Onu içimize sen soktun, şimdi eserlerini kaybedecek onu bu defterden<br />

sileceksin!.<br />

Agop:<br />

- İki sene önce doktora yaptığımız gibi mi?<br />

Papaz Levendis cevaba lüzum görmeden gider ayak:<br />

- Sen ne yapacağını iyi bilirsin. Ha unutmadan Hamza o doktordan çok<br />

daha tehlikelidir.!<br />

Agop papazın peşi sıra büyük evden çıktı, bitirilmesi, yapılması gereken<br />

bir işi vardı artık...<br />

Hamza, Beyoğlu’nun dar sokağındaki bekar odasında Cuma ile sohbet<br />

ediyordu. Cuma Hamza’nın ses tonundan hasretinin arttığını seziyordu.<br />

Hamza:<br />

- Özledim, çok özledim. Anam, kardeşim, babam ve atım Yunus...<br />

- Baban ne zaman gitmişti.<br />

- Yaklaşık üç ay oldu.<br />

- Sen de, şöyle bir on beş yirmi günlüğüne gidip gelsen ferahlarsın.<br />

- İşleri toparlayalım, zaten askerliğin tecilini uzatacağım, mayıs ayı gelsin<br />

giderim.<br />

Cuma:<br />

- Kapıya vuruluyor.<br />

Yüksek sesle bir kadın sesi:<br />

- Hamza, Hamza!<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

216


Ses telaşlıydı. Hamza elindeki gazeteyi bir kenara bırakıp sesin telaşesi<br />

hızında basamakları indi. Gelen Kadriye kadındı.<br />

Hamza:<br />

- Buyur Kadriye abla bir şey mi istedin?<br />

Kapıya hızlı hızlı vuran Kadriye çaresiz bir tavırla:<br />

-Koş ayır Hamza, Yılmaz’la Nilay birbirlerini yiyor. Beni dinledikleri yok,<br />

şunları arala, dedi Zavallı kadın.<br />

Tatmadığı dert kalmamıştı. Bazı zaman delirmesine an kalırdı. Bilmeceyi<br />

anımsatan girintili çıkıntılı birçok anlamsız kapının bulunduğu dar evinde ço-<br />

cukları kavga ediyordu, neler çekmemişti ki, nelere sabretmemişti ki, yıllar-<br />

dır neler görmemişti ki...<br />

Hamza;<br />

- Evdeler mi?<br />

Aceleci bir sesle:<br />

- Evet, evet.<br />

Biri genç kızlığa, biri delikanlılığa yeni yeni adım atmıştı; neydi bunların<br />

alıp veremediği. Biraz sonra Hamza dar mutfaktan geçip odanın rengi sol-<br />

muş kapısını araladı. Güzel kız Nilay, küçük odanın penceresinin altında, iki<br />

büklüm, ellerini göz yaşlarının ıslattığı yüzüne kapamış hüngür hüngür ağlı-<br />

yor, hıçkırıkların böldüğü şu cümle dökülüyordu, ağzından:<br />

virdi:<br />

- Ben gideceğim diyordu, kaçacağım, elinizden kurtulacağım.<br />

Hamza Nilay’ın konuşmasını kesti. Azarlayıcı bir sesle:<br />

- Nereye gideceksin, söyle nereye, dedi ve acıyan bakışlarını Yılmaz’a çe-<br />

- Nedir sizin derdiniz koçum?<br />

-Ya abi hiç söz tutmuyor.<br />

Nilay kendince haklı:<br />

- Sakız çiğniyorum, diye beni dövüyor.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

217


Yılmazın soluk alış verişi sporcuları andırıyordu, kan ter içinde kalmışlar<br />

gözlerine kin hakim olmuştu. Yılmaz hala hıncını alamamıştı. İri elleriyle<br />

Nilay’ın zeytin siyahlığındaki uzun saçlarını kavramak için uzandı, beraberin-<br />

de Nilay’ın çığlıkları da geldi. Şirin kız Nilay kalkmak istedi, Yılmaz’ın ayak<br />

darbesiyle yeniden yere yığıldı. Hamza Yılmaz’ı itekleyip iki kardeşin arasına<br />

girdi.<br />

Şaşkındı bu kardeşlik nasıl kardeşlikti! Yılmaz ve Nilay bilselerdi Ham-<br />

za’nın kardeşi Yunus’a olan sevgisini, sırf o sevgi için birbirlerine saygı du-<br />

yarlardı. Hamza bakışlarındaki acımayla birlikte sertçe:<br />

- Düşman mısınız siz, dedi ve Yılmaz’ı kavradı.<br />

Nilay’a hitaben:<br />

- Sen odadan çık.<br />

Nilay güç bela sıyrılıp odadan çıkabildi. Yılmaz hala şeytanın hakimiyeti<br />

altında:<br />

- Geberteceğim onu.<br />

Bu ara Kadriye kadın binanın girişinde küçülerek konuşulanları dinliyordu.<br />

Nilay’sa eski binanın basamaklarında ağıta devam ediyor. Odaya kulak veren<br />

Kadriye kadın sinir krizlerine girmemek için sabır dağının eteklerinde umut-<br />

larına mola verdirmişti. Yılmaz, hala:<br />

- Geberteceğim onu diyordu.<br />

Hamza:<br />

- Kimi geberteceksin, diyordu. Bana bak Yılmaz sen kardeşliği ucuz mu<br />

sanıyorsun? Kardeş kaybedilince kıymeti anlaşılır, Allah onu sana yoldaş<br />

vermiş. Sonra burasını köy mü sanıyorsun ki komşuya gitsin. Neden bu de-<br />

rece hiddetleniyorsun? Ya alıp başını evden giderse... koçum burası İstan-<br />

bul, leşkargaları hemen kapar onu, acımazlar Yılmaz, acımazlar... Kardeşinin<br />

orospu olmasına sebep mi olacaksın, git orospularla konuş bakalım sana ge-<br />

rekçe olarak neyi gösterecekler. Sana orospunun kardeşi dedikleri zaman<br />

bugünkü gibi başın dimdik gezebilecek misin? Sabır diye bir şeyi duymadın<br />

mı, diyordu Yılmaz’ı hiddetle tutmuş olan Hamza.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

218


Kadriye kadın konuşulanları dinliyordu, fazla gecikmedi, çilenin kahır yük-<br />

lü duası. Ve çığlığı sesinin çıkabildiği kadar yüksek sesle koyuverdi. Sesi du-<br />

yan soluğu Kadriye kadının evinde aldı. Birbirine kenetlenmiş parmaklarını<br />

açamıyorlardı.<br />

Yılmaz, kavgayı çoktan unutmuştu, istenilen kolonyayı getirdi. Hamza sa-<br />

dece dua edebilirdi. Sadece Kadriye kadın mı? Sokaktaki ailelerin her biri<br />

birbirinden dertliydi. Adeta kasavetler birbiriyle yarış yapıyordu.<br />

Bir başka gün sokağın bitimindeki binanın ikinci katındaki ailenin hali içler<br />

acısıydı. Evladı askerden firar eden anneyle oğlunun içler ürperten sahneleri,<br />

olay bir anda cereyan ediyor. Şaşkın olan sadece Hamza, sokak böylesi şey-<br />

lere alışkın. Tombul kadının oğlu özbeöz annesine en iğrenç küfürleri sarf<br />

ediyor, hınç, evde kırılmayan bir şey bırakmamıştı. Kırılan camlar kolunu ke-<br />

sip kan revan içinde bırakmış ve polisler gelmiş, asker kaçağını götürmüş-<br />

lerdi. Annenin ağlamaklı son sözü:<br />

- Seni bir daha eve alırsam kocamın yerine geçmişsin saysınlar.<br />

Ve bir haftayı geçmeden evlat evinde, ne ilginç sahne, sebepler apaçık<br />

gün gibi ortada, zerre kadar terbiye ve ahlak yok. Böyle aileler çökmeye<br />

mahkum. Bu seferki telaş Hanife kadında. Küçük oğlu Enes’e soruyor:<br />

- Münevver nerde kaldı?<br />

Enes umursamaz televizyona kapılmış:<br />

- Bilmiyorum anne.<br />

Kocası Mustafa’da da var bu telaş:<br />

- Bu kız nerde saat kaç olmuş yok.<br />

Münevver, gözlerindeki ışık yeni beliriyor, henüz on beşinde, Esra’nın<br />

kardeşi Münevver.<br />

Hanife kadının evinde karanlığın hakim olduğu bir bekleyiş hakim. Arana-<br />

cak yerler aranmış, kontrol edilecek yerler edilmiş, Münevver yok. Bu bekle-<br />

yişi az sonra duyulan ayak sesi ferahlattı. Bu Münevver’di neşeli bir şekilde:<br />

- Ben geldim anne.<br />

Baba Mustafa:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

219


- Demek sen geldin, gel bakalım.<br />

Odadan herkes: çıkartıp kızıyla baş başa kalan baba elindeki demirle Mü-<br />

nevver’i dövüyor, nereye rastlarsa vuruyordu. Münevver’in haykırışları boş.<br />

Baba kızgın:<br />

- Neredesin nereye gittin?<br />

Münevver’in sesi zor çıkıyor:<br />

- Arkadaşımın ordaydım.<br />

- Sana kim dedi bu saate kadar gez?<br />

Ve dayak dayak üstüne, annenin yüreği dayanamıyor ve müdahale edip<br />

Münevver’in ıstırabına son veriyor.<br />

Ertesi günün gecesi ders Hanife kadının evinde idi. Hamza’dan yardım is-<br />

tiyor, dün akşam olanları bir bir anlatıyordu ve sordu:<br />

- Söyle Hamza biz bu kıza ne yapalım, duyuyoruz erkek arkadaşı varmış,<br />

bazen geç saatlere kadar gecikiyor, Esra’yı büyüttüm, hep Esra bana akıl<br />

verdi bu hiç öyle değil.<br />

Hamza bakışlarıyla televizyonu işaret edip:<br />

- Bu ahlaksız fitnevizyonlar varya! O lağım kanalları evlerimize akınca ev-<br />

lerimizi pislik bastı. Pisliğin bastığı yetmez gibi kokusu da her yanımızı sardı.<br />

Şimdi çıkıpta bu koku nerden geliyor diye yakınmamalıyız. Zira kendi elimizle<br />

bunu hazırlıyoruz. Kızını yetiştirmek istiyorsan, fitnevizyonu kaldırır atarsın o<br />

kadar, dedi ve başka açıklama yapmadı.<br />

Mayıs ayı yeni girmişti. Hamza bu sefer köye gitmekte kararlıydı. Askerlik<br />

tecilini açık öğretim okumak bahanesiyle uzatması da gerekiyordu. Yirmi beş<br />

yaşına gelmişti. Aynanın karşısına geçtiği zaman yüzünde beliren çizgilerin<br />

derinleştiğini fark etti, saçına düşen aklar ise onu bahtiyar ediyordu. Bazen:<br />

- Yirmi beş sene diyordu nasılda geçti, saniyeden daha çabuk, yarınsa<br />

sanki hiç gelmeyecek.<br />

Agop’un kız kardeşi abisine Hıristiyan olduğunu söylemişti ama karısı aynı<br />

şeyi yapmayıp Agop’tan boşanmıştı. Gayena ise okulda birkaç arkadaş bul-<br />

muş İslam’ı onlardan öğreniyordu. Agop’un Hamza’ya kini büyümüş, kök<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

220


salmıştı. Hamza’yı uzaktan takip ettiriyor, planını uygulamak için fırsat göz-<br />

lüyordu...<br />

Hamza nihayet köye gitme kararı almıştı, ilk kez bu kadar uzun ayrı kal-<br />

mamıştı. On ay olmuştu. Hasret katlanmış kendisini köyüne götürecek oto-<br />

büse kadar yol olmuştu. Hamza’yı yolcu eden Cuma idi. Hamza:<br />

- İnşallah yirmi gün sonra dönerim, dedi ve gecenin sabahla birleştiği va-<br />

kitlerde ilçeye geldi.<br />

Yolculuk on bir saat sürmüş, Hamza’yı yormuştu. O gün ilçe pazarının ku-<br />

rulduğu, salı günüydü ve bu münasebetle kalabalıktı. İnsanlar koşuşturma<br />

halindeydi. Hamza dedesinin yanına gitmeyi düşündü, vazgeçmesi fazla<br />

uzun sürmedi, başka bir güne bıraktı, bir çorbacıda karnını doyurdu, vakit<br />

öğleye yaklaşırken pazarı gezmek istedi. Yorgun ve uykusuz olduğu yüzün-<br />

den seziliyordu. Bir kaç okul arkadaşıyla karşılaştı, kısa sürdü hasbıhalleri.<br />

Köyün dolmuşu geç giderdi, erken gidebilmek için vasıta aradı. Cuma’nın<br />

babası Cemil Ağa’ya rastladı, traktörle gelmiş olduğunu, bir saate kadar gi-<br />

deceğini öğrendi. Cemil Ağa bir kaç soru daha sorup pazardan ayrıldı. Ham-<br />

za’yı da beraberinde götürecekti.<br />

Hamza pazarın içlerine girdikçe faytoncuların atlarını görüyor, atını hatır-<br />

lıyordu ve onu bir an önce görmek istiyordu. Bu merak fazla sürmedi. Gör-<br />

düğü sahne tüylerini diken diken etti, daha dikkatli baktı. Eli yaşlarındaki yü-<br />

zü kırış kırış olmuş bıyıksız faytoncunun kırbaçladığı at Yunus muydu? Şaş-<br />

kınlaştı. Faytoncu:<br />

-Yürü be sulu göz diyordu, bir senedir başıma belasın, seni nerden aldıy-<br />

dım, iyi kazık yedim diyor, kırbacı daha hiddetli vuruyordu.<br />

Siyah at Yunus’un uzun zamandır zalim bir faytoncunun elinde derisinin<br />

ışığı kaybolmuş, zayıflamış, bakışları değişmiş, o hırçın at gidip yerine zavallı<br />

bir at gelmişti.<br />

Hamza faytoncunun yanına yaklaştı, son vurmak istediği kırbacı arkasın-<br />

dan tuttu bunu fark eden faytoncu başını çevirmeye kalmadan elinden kır-<br />

bacı alındı. Kırbacı elinden alan bir delikanlıydı, kendisine hiçbir şey deme-<br />

den gidip ata yaklaşması ve atın yelesini okşaması onu hayli şaşırttı. Gördü-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

221


ğü sahne gitgide ilginçleşiyordu, kırbacı elinden alan delikanlı, atın uzun ya-<br />

naklarına alnını yaslamış, hüngür hüngür ağlıyor, anlaşılmayacak şekilde bir<br />

şeyler mırıldanıyordu. Bir at için değer miydi böylesine ağlamak, sonra kimdi<br />

bu? Malını yüklediği müşterisinin:<br />

- Hadisene be amca işimiz var, seni mi bekleyeceğiz, demesi faytoncu-<br />

nun Hamza’ya müdahalesine neden oldu.<br />

- Çekil git atımın yanından.<br />

Hamza faytoncuyu duymuyor:<br />

- Biri sendin biri Eylül, diyor çocuklar gibi ağlıyordu.<br />

Hamza:<br />

- Sana sahip olamadım, ya Eylül o da senin gibi istemeyerek mi, başka<br />

ellerde kayboldu.<br />

Hamza faytoncunun ısrarlarını duymuyor, konuşuyor:<br />

- Ah Yunus ah.. Sen kimin yadigarıydın, senin ve Eylül’ün halini görmek-<br />

tense... diyor yine akıtıyordu gözyaşlarını.<br />

Atın uzun yanaklarına alnını yaslamış, ağlıyordu. Akıtıyordu gözyaşlarını,<br />

atı Yunus’un hali Hamza’yı perişan etmişti, bıyıksız faytoncunun omuzuna<br />

değen eli Hamza’yı ayılttı. Islak gözlerle faytoncuya baktı. Faytoncu:<br />

- Bak yavrum, şimdi benim işim var eğer atları seviyorsan, boş bir fay-<br />

toncu var, git onun atını sev.<br />

Hamza faytoncuyu zavallı der gibi bir bakışla süzüp:<br />

- Bu atı ne zaman aldın, diye sordu.<br />

- Sekiz ay falan oluyor.<br />

- Kimden aldın?<br />

- Hacıpaşalı Osman Ağa diye birinden.<br />

- Göbekli biri miydi?<br />

- Evet, hatta bu at torununmuş, boşa arpa yediriyorlar diye hayıflanıyor-<br />

du bana satarken, bir işe yaradığı da yokmuş.<br />

- ...................................<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

222


- Aldığım sıralar zor zaptediyordum, baksana gözlerine, hiç durmadan öy-<br />

le dolup dolup boşalıyordu, onun için adını da sulu göz koydum.<br />

Hamza’nın gönlündeki fırtınalar dinmek bilmiyor, çıldırdı çıldıracak. Islak<br />

gözlerinin yaşını silip faytoncuya bir daha sordu:<br />

- Peki nasıl alıştırdın?<br />

Faytoncu yılışıp devam etti:<br />

- Bizde şeytan tüyü var, dedi<br />

Atın zayıf sırtına elini koyup devam ederek:<br />

- Aç bıraktım, yoksa çok güçlüydü yenilmiyordu, kırbaçladım ancak bunu<br />

uzun süreli yaptığım için uysallaştı.<br />

Bıyıksız faytoncunun sözleri henüz bitmişti ki, karşısındaki delikanlının yü-<br />

zünün kızardığını, bakışlarının değiştiğini fark etti uzun sürmedi, delikanlının<br />

ellerini yakasında buldu. Hamza:<br />

- Aç mı bıraktın, diyordu gözleri yerinden çıkacak gibi olmuştu:<br />

- .........................<br />

- Dövdün haa...<br />

- ........................<br />

- Ve Allah’tan korkmadan bir hüner gibi anlatıyorsun.<br />

- .........................<br />

- Aç mı bıraktın vicdansız herif?<br />

Faytoncunun gıkı çıkmıyordu, gözlerine yardım edecek birilerini arattı. Az<br />

sonra aradığını bulmuştu, siyah atın kişnemesi Hamza’yı sakinleştirdi. Fera-<br />

ha ermiş faytoncu:<br />

- Bana ne kızıyorsun atı satanın kabahati yok mu?<br />

Yüreğinde anlamlı bir sızı hisseden Hamza:<br />

- Kaç paraya aldın.<br />

- Satmam.<br />

Hamza hançeri anımsatan bakışlarındaki keskinliği artırıp, sertçe:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

223


- Satacaksın!<br />

Faytoncu baş edemeyeceğini anlamıştı, bu bir deli diye düşünüyordu.<br />

Hamza cebindeki bir miktar parayı faytoncunun yüzüne serpeleyip:<br />

- Çöz şu atı.<br />

- Müşteri.<br />

- Müşteri falan anlamam.<br />

- ..........................<br />

Hamza sesini yükseltti:<br />

- Çöz dedim sana.<br />

Zayıf ve bıyıksız faytoncu titreyerek, semeri gevşetip atın üzengilerini çı-<br />

karttı. Atın serbest kalınca kaçacağını, karşısındaki delikanlının da atı tuta-<br />

mayıp ona sahip olamayacağını beyninde bir yıldırım hızıyla planlayıp atı<br />

çözdükten sonra:<br />

- Deh deyip atın kalçalarına var gücüyle vurdu.<br />

Serbest kalan at koşar adımlarla kalabalığın arasına daldı, dalmasıyla be-<br />

raber birtakım bağrışmalarda duyuldu, halk ürkmüştü ansızın yanlarında be-<br />

liren attan.<br />

Faytoncunun bakışlarına sinsilik hakim olmuş, şimdi ne yapacak diye için<br />

için gülüyordu. Hamza faytoncunun bunu bilinçli olarak yaptığını sezmişti,<br />

sağ eliyle faytoncunun bıraktığı yakasını yeniden kavrayıp kendine yaklaştır-<br />

dı:<br />

- Bak şimdi, vicdansız adam, bir hayvan şefkatle mi yoksa dayakla mı eği-<br />

tilir gör, demesiyle gür bir ıslık çalması bir oldu.<br />

Siyah at bu ıslığı tanımıştı, tanımasıyla beraber yeniden dönüp Hamza’nın<br />

yanına gelmesi, sadece faytoncuyu değil tüm kalabalığı şaşırtmıştı. Siyah at<br />

Yunus Hamza’nın tam karşısına durmuş kafasını indirip kaldırıyor onunla<br />

hasret gideriyordu.<br />

Nihayet Cemil Ağa’nın traktörünün römorkuna atı da bindirmiş, dedesine<br />

kızgın bir şekilde köye gidiyorlardı. Öte yandan faytoncu soluğu Osman<br />

Ağa’nın yanında almıştı. Yalaka dili:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

224


- İşte böyle Osman Ağa, diyor her şeyi abartılı ve lehine anlatıyordu.<br />

Osman Ağa faytoncunun tarif ettiği delikanlının torunu Hamza olduğunu<br />

çoktan anlamıştı bile. Bunu anlayıp faytoncuya:<br />

- O torunumdu demesi, faytoncunun bozuk moralini düzeltti. Bu; verdiği<br />

parayı Osman Ağa’dan geri alması için yeterliydi.<br />

Bununla da yetinmeyen faytoncu Hamza’yı dedesine öyle anlatmaya baş-<br />

ladı ki içinde bir tane dahi doğru yoktu, Osman Ağa’nın renkten renge girdi-<br />

ğinin farkında bile değildi. Faytoncu:<br />

- Bu nasıl torun.<br />

- ...........................<br />

- Ataya karşı gelinir mi hiç, terbiye denen bir şey verilmemiş.<br />

Vakit ikindiye yaklaşırken münâfık tabiatlı faytoncu, Osman Ağa’nın ya-<br />

nından ayrıldı. Osman Ağa’nın yüreğine kin tohumlarını ekmişti. Hamza’ya<br />

karşı yeşerecek bu tohumlar, bir dedenin torununa karşı hissedebileceği<br />

duygular değildi.<br />

Aradan beş gün geçmesine rağmen Osman Ağa halâ kendi kendini yiyip<br />

bitiriyordu. Bu Hamza’nın yanına kalmamalıydı, köye gitmeyi tasarladı.<br />

Öte yandan Hamza’nın köye gelişi dostlarına mutluluk, düşmanlarına da<br />

hüzün vermişti. Hamza’nın gelişine en çok Tahir Ağa kızgındı:<br />

- Bir sene rahat ettik diyordu.<br />

Hamza’nın atıyla gelmesi köylüyü hiç şaşırtmamıştı. Hamza’nın, geri geti-<br />

receğini söylemişlerdi ve söyledikleri gibi yapmıştı Hamza.<br />

Yunus Emre’nin yüzünde gülücükler eksilmiyordu, abisi geldi geleli. Ama<br />

bugün Kızılarkaç’ta babasıyla beraberdi, gözleri arada sırada yolu kontrol<br />

ediyor abisini bekliyordu, uzun tarlada çift sürülüyor, tarla ekime hazırlanı-<br />

yordu.<br />

Öte yandan Yavuz, babası Tahir Ağa’nın teşvikleriyle iki sene önce yemiş<br />

olduğu dayağın intikamını alma planları kurmuş, dört gözle Hamza’yı bekle-<br />

meye koyulmuştu. Bununla da kalmayıp yeminler, ahitler etmişti, o da Ham-<br />

za’nın yüreğini yakacaktı. O gün gelip çattı, plan hazır, gaye o nasıl benim<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

225


abamın omuzunu kırdıysa bende onun babasının omuzunu kıracağım ve<br />

onu da mahvedeceğim düşüncesi beyninde yer etmiş, işte bugün icraata sı-<br />

ra gelmişti.<br />

Plan işlenmeye başlandı. Şehirden getirdiği beş kişiyle susa ismini verdik-<br />

leri asfalt yolun başlangıcında buluştular, gelenlerin beşi de birbirinden kibir-<br />

liydi, şaşırdıkları nokta neden bir kişiye karşı dokuz kişiydi. İki takside peş<br />

peşe Hasan Usta’nın çift sürdüğü arazinin bir kilometre uzağından geçen<br />

yolda durdu. Şehirden gelenlerden biri Yavuz’a hitaben:<br />

- Tüfekleri de alalım mı?<br />

Yavuz direksiyona bakıp:<br />

- Alın, dedi.<br />

Beşi silahlı dokuz kişi Kızılarkaç istikametine doğru yürümeye başladı.<br />

Hamza’yı da tarlada biliyordu şehirden gelen beş kişi, kimdi bu Hamza? Ya-<br />

vuz’u ve diğerlerini soru yağmuruna tutmuşlardı. Sarı saçlı olanı:<br />

- Bir kişiye karşı neden dokuz kişiyiz?<br />

Ziya verdi cevabı:<br />

- Sen onu ne tanır ne de bilirsin.<br />

Bir diğer şehirli sordu:<br />

- Nihayetinde o da bizim gibi bir insan ve bir kişi dokuz kişiyle asla baş<br />

edemez.<br />

Yavuz:<br />

- O bir insan değil canavar, hiç aklınız ermez, şeytan gibi kurnazdır, bun-<br />

dan öncede beş kişiydik, aklımız bile ermedi nasıl madara olduğumuza, he-<br />

pimiz hastanelik olduk, ayrıca babamın omuzunu kırdı. Beş şehirli de ürk-<br />

menin eşiğinde idiler.<br />

Biri sordu:<br />

- Kan akıtmak var mı?<br />

Yavuz:<br />

- Son çare, evet.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

226


İsmi Yakup olanı atıldı:<br />

- Kan varsa biz yokuz, anlaşmamızda kan yoktu, biz bu tüfekleri sadece<br />

korkutmak için aldık.<br />

Yavuz Yakup’a hitaben kızgınca:<br />

- Ya o seni öldürecek olursa.<br />

Kısa bir süre suskunluk hakim oldu. Az sonra Kızılarkaç’a geldiler, el işa-<br />

retiyle traktörle çift süren Hasan ustayı durdurdular. İlk plan dost gibi gö-<br />

rünmekti. Hasan usta av için geldiklerini düşündü ve durdu. Bu ara gözleri-<br />

ne Yunus Emre’yi arattı, koşarak dağın eteklerinden indiğini gördü. Dokuz<br />

kişiyi iyice süzen Hasan Usta:<br />

- Burada tavşan veya keklik bulamazsınız, dedi.<br />

Bu ara Yunus Emre’de geldi. Yavuz hiç bir şey söylemeden az ilerdeki<br />

ağacın altına oturdu, sırtını ağaca yaslayıp ne yapacaklarını anlattığı sekiz<br />

kişiyi ve Hasan Usta’yı seyre koyuldu. O aklınca son hamleyi yapacaktı.<br />

Hamza her an gelebilirdi, ara sıra yolu kontrol ediyordu:<br />

- Evet Hamza... Sana çok güzel sürprizlerim var, diye söylenerek sigara-<br />

sını yaktı.<br />

Yunus Emre haklı olarak korkmuştu; eli silahlı, tipi bozuk beş kişiden, di-<br />

ğerlerini tanıyordu, Yavuz, Ziya, Kenan ve sarhoş Veysel’di. Bunlar abisini<br />

sevmeyen zamanında abisinden dayak yiyen insanlardı. Az sonra alay etme-<br />

ye başladılar. Hasan Usta’ ya hitaben küçük düşürücü sözleri sıralıyorlardı.<br />

İsmi Yakup olan:<br />

- Şu sakalından bir iki kıl versene bana, dedi ve Hasan Usta’nın yeni yeni<br />

ak düşen sakalına ellerini uzatıp onu rahatsız etti.<br />

Alaylı konuşmalardan ve tavırlardan dokuz kişinin niyetini anlamıştı Hasan<br />

Usta. Baş edilecek bir sayı değildi, sonra birilerine karşı bir hatası da olma-<br />

mıştı. Aklına Hamza geldi. Evet bunlar oğlu Hamza için gelmiş olmalılar. Bi-<br />

razdan Hamza’da gelecekti, bu kötüydü ne yapmalıydı. Allah’a sığındı oğlu<br />

Hamza’yı koruması için, duada bulundu, kendinden çok onu düşünüyordu.<br />

Sarı saçlı şehir züppesi:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

227


- Yo, biz tavşan avına değil sakallı avına çıktık.<br />

Hasan Usta sabırlıydı, karşılık vermedi. Bir diğeri kahkahayla birlikte:<br />

- Sakallı avı, dedi.<br />

Hasan usta:<br />

- Buyurun beyler işte sakallı, işte av.<br />

Yakup:<br />

- Bu ne cüret, demesiyle Hasan Usta’ya vurması bir oldu. Küçük Yunus<br />

Emre’nin bakışlarını çaresizlik sarmıştı, atıldı babasına vuran Yakup’un üstü-<br />

ne...<br />

Yakup:<br />

- Haaa, haaa, haaa.... diye bir gülüşle Yunus Emre’nin kolundan tutup<br />

savurdu.<br />

Yere düşen Yunus Emre’nin kaşı taşa çarptı ve yarıldı. Veysel ağa:<br />

- Bu da büyüyünce abisi gibi olur diyordu, yılanın başını küçükken eze-<br />

ceksin deyip Yunus Emre’ye iki tokat vurdu.<br />

Şehirliler, üç yumrukla yere serilen içlerinden sadece birine zarar verebi-<br />

len Hasan Usta’ya bakıp kendileriyle gurur duydular. Anlatılanlara bakınca<br />

yerde yatan adam beş kişiyi haklamış biriydi. Biz çok güçlüyüz, adama böyle<br />

yaparız diye düşünüyorlardı. Bilmiyorlardı onun dövmek için geldikleri Ham-<br />

za’nın babası olduğunu.<br />

Yavuz sıkı tembihlerde bulunmuştu, onu iyi benzetmeleri lazımdı. Yarı<br />

baygın yerde yatan Hasan Usta’yı iki kişi kaldırdı. Veysel Ağa:<br />

- İyi evlat yetiştirememişsin, deyip vuruyordu,<br />

Daima iyilik görmüştü Hasan Usta’dan Nankör. Diğer beş kişi Veysel<br />

Ağa’nın evlat diye bahsettiği mevzuu anlayamıyorlardı. Elliye yaklaşan Ha-<br />

san Usta, son gücünü toparlayıp kendini tutanlardan sıyrıldı, önce Kenan’a,<br />

sonrada Veysel Ağa’nın çenesine var gücüyle vurdu, çıkan ses çenenin kırıl-<br />

mış olduğuna işaretti. Yakup gecikmedi, elindeki tüfeğin tipçiğiyle Hasan Us-<br />

ta’nın nurlu yüzüne vurdu. Hasan Usta kan revan içinde bir daha serilmişti<br />

yere. Çenesi kırılan Veysel Ağa:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

228


- Vay yobaz vay, bu oğlundan da sert vuruyor demiş çenesinin derdine<br />

düşmüştü.<br />

Yunus Emre kan revan içinde koşmuş, köye yaklaşmıştı bile. Biraz sonra<br />

köye ulaştı, gözünün arasından, burnunun üstünden dudaklara ulaşan kan<br />

boğazına kadar inmişti, ağlamaklı bir ses tonuyla:<br />

- Abi... abi...<br />

Başka bir şey bilmiyordu. Atı hazırlamakla meşgul olan Hazma, Yunus<br />

Emre’nin yüzündeki kanları sildi, sakinleşmesini bekliyordu:<br />

- Ne bu halin?<br />

Yunus Emre taşmış soluğuyla:<br />

- Abi Kızılarkaçta.<br />

- Eeee.-<br />

- Babamı...<br />

Hamza bir müddet kardeşini susturdu. Yunus Emre nihayet söyleyebildi:<br />

- Abi Tahir Ağa’nın oğlu yanında bir sürü adamla babamı dövüyorlar, tü-<br />

fekleri de var.<br />

Yunus Emre söyleyeceklerini söyledi. Hamza hiç beklemiyordu böyle bir<br />

şeyi, eve koştu tüfeği ve fişekliği aldığıyla çıktığı bir oldu. Annenin tedirginli-<br />

ği gözlerinden okunuyor, çaresizlik içinde kıvranıyordu.<br />

Hamza atını uzun zamandır ilk defa bu kadar hızlı sürüyordu, köyün için-<br />

den bir rüzgar gibi geçmesi görenleri şaşırtıyordu, elindeki tüfek manzarayı<br />

daha da ilginçleştiriyordu. Ava giderdi, silahı iyi kullanırdı ama bu kadar ace-<br />

le iş yapmazdı. Siyah at sahibini anlarcasına hızlıydı, üzerinde başka bir bini-<br />

ci olsa düşebilirdi.<br />

Kızılarkaç’ta ki manzara gitgide fenalaşıyordu. Yavuz sırtını hala ağaçtan<br />

ayırmamış seyrine devam ediyordu. Yunus Emre’yi gözleriyle takip etmiş<br />

Hamza’ya bildireceğini ve onun da geleceğini bildiği için sinsi gözlerini yol-<br />

dan ayırmıyordu, dokuz kişi olmalarına rağmen korkuyordu:<br />

- Eğer bu sefer de baş edemezsem beni sağ koymaz, diyordu. Yaşasam<br />

bile sağlam olmam, diye kendi kendine hüküm vermişti.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

229


Diğerleri hala Hasan Usta’yla meşgul... Yakup:<br />

- Nasıl’da dirençli birisiymiş diyor, Hasan Usta’da kalıcı izler bırakmaya ça-<br />

lışıyordu.<br />

Az sonra Yavuz’un ikazı onları uyardı:<br />

- Yoldan bu tarafa gelenin atını vurun diyordu:<br />

Hepsi bakışlarını yola yöneltmişti. Yakup:<br />

- Bize sadece bir kişi demiştiniz.<br />

Ziya:<br />

- İşte size bahsettiğimiz kişi geliyor, deyip Hasan Usta’yı ima ederek;<br />

- Bu adam onun babasıydı.<br />

Sarı saçlı züppe ürktü:<br />

- Deme ya...<br />

Yakup:<br />

- Şimdi ne yapacağız?<br />

- Atı vurun.<br />

- Vur demesi kolay ya üstündekini vurursak ne olacak?<br />

Yavuz bir daha istedi:<br />

- Atını vurun yoksa geliyor.<br />

Şehirli beş kişi, beraberindekilerin tedirginliği karşısında ne yapacaklarını<br />

şaşırmıştı, Yavuz bunun farkında son olarak:<br />

- Peki beni dinlemeyin, beni sorarsa ben yokum, dedi ve ağaca çıktı.<br />

Yüreğindeki korkular kabarmıştı. O ilk yediği yumruk nasılda ağırdı öyle,<br />

ya Büşra? Hep onun yüzündendi. Şimdi Sabri diye birisiyle nişanlıydı. Ah!<br />

Hamza orda karışmasaydı bu gün Büşra benim olabilirdi, diye düşündü.<br />

Ağacın yapraklarıyla gizlenmeye çalışan Yavuz’u korku sarmıştı. Yeniden<br />

Hamza’ya baktı, bu bakış emrini de beraberinde getirdi, yüksek sesle:<br />

- Dağılın... dedi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

230


Bu hitapla sekiz kişi hızlı adımlarla buldukları bir kaya ve taşların arkasına<br />

sızdılar. Hazma onları görmüştü, atını durdurdu ve indi. Tarla ile arasındaki<br />

mesafe dört yüz metreye kadar düşmüştü. Atını tarlanın bulunduğu yöne<br />

boş bir şekilde peyikledi. Az sonra siyah at yavaşladı, ağır adımlarla yoluna<br />

devam etti. Atın peşi sıra saklanarak Hamza’da ilerledi. Kızılarkaç’ın yan ya-<br />

maçlarına yöneldi, bir gölge gibi sessizce arkalarından yaklaştı.<br />

Nihayet birini görebildi, gördüğü şahsın sağına soluna göz gezdirdi tam<br />

bir avdı, bir yılan gibi sürünerek yaklaştı, saklananlar hala siyah atı bekle-<br />

mekle meşguldüler, atın yavaşlamasına bir anlam veremiyorlardı.<br />

Hamza yaklaştığı, ismi Emin olan şehirlinin sırtına otomatik tüfeğin nam-<br />

lusunu dayadı. Bu hareket Emin’i yerine mıhlamıştı, bir an öleceğini düşün-<br />

dü, bu düşünceyi susmasını söyleyen emir bozdu. Tüfeğinin fişeklerini alan<br />

Hamza kısık ve kararlı bir sesle:<br />

- Şimdi bir el havaya ateş açacağım diyordu. Sen de onu vurdum diye-<br />

cek, bağırarak işte şurada, diye ayağa kalkacaksın, dedi ve sordu:<br />

- Anladın mı? Yoksa hayatın boyunca yatağa mahkum biri olmanı sağla-<br />

rım, yürüyemezsin!.<br />

Emin’nin korkusu, daha da katlanmıştı, gördüğü insan sıradan birine ben-<br />

zemiyordu. Korkak ve kısık bir sesle:<br />

- Tamam diyebildi.<br />

Hamza yerini aldı:<br />

- Şimdi, dedi.<br />

Ve bir el ateş etti, sıyrık göbekli Emin söylenenleri harfiyen yerine getirdi.<br />

Hepsi bir bir yerlerinden çıkıp Emin’in başarısını görmek için atağa geçmişti.<br />

Küçük dereyi aştılar, az sonra Yavuz da büyük bir memnunlukla oraya gel-<br />

mişti. Hepsi bir aradaydı. Gözler Emin’e soru sorar gibiydi.<br />

Hamza’nın gür sesi bunun bir oyun olduğunu söylüyordu. Tüfeğin namlu-<br />

su dokuz kişilik topluluğa yöneltilmişti.<br />

- Silahları bırakın, dedi bu gür ses.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

231


Tuhaf, tuhaf Hamza’ya bakıyorlardı. Havaya sıkılan ikinci el kendilerine<br />

getirdi:<br />

- Size son kez söylüyorum, silahlarınızı bırakın.<br />

Silahını ilk olarak sarı saçlı şehirli bıraktı, peşinden diğerleri. Hamza’nın<br />

işaret ettiği yere geçtiler. Hamza babasına baktı, yüreği cız etti. Hiddetle:<br />

- Bunu kim yaptı, diye sordu<br />

Çıt yoktu.<br />

Havaya bir el daha ateş edip yine sordu:<br />

- Kim yaptı bunu?<br />

Hamza’nın yüz hattı korkunç bir şeylerin habercisi gibiydi. Bunu hisseden<br />

Veysel Ağa iki büklüm oldu, yalvarmaya başladı:<br />

- Biz ettik sen etme, diyordu.<br />

Ne kadar yalvaracak kelime varsa sarf ediyordu. Daha da ileri gitti Hasan<br />

Usta’yı ayağa kaldırarak ona yalvarmaya başladı. Hamza Veysel Ağa’ya iğre-<br />

nerek bakıyordu:<br />

- Bir insan bu denli iğrenç olamaz, dedi ve tüfeğin dipçiğiyle Veysel<br />

Ağa’ya vurdu. Bu ara Yakup bir oyun düşündü ve uygulamaya kalktı:<br />

- Ben, diye öne çıktı. Babanı ben bu hale getirdim. Yakup’un niyeti kendi-<br />

sine yöneltilen tüfeği bir şekilde Hamza’dan almaktı.<br />

İki adım yaklaşan Hamza Yakub’a baktı:<br />

- Dokuz kişi bir insanı bu hale getirmek doğrusu şerefsizlerin işi, deyip tü-<br />

feğin dipçiğine bir u dönüş yaptırarak Yakup’un beklemediği bir şekilde çe-<br />

nesinin altına sertçe vurdu.<br />

Dişleri birbirine geçen Yakup olduğu yere yığıldı. Yandan veya karşıdan<br />

gelecek darbeye karşı hazırladığı plan çenesinin altından gelen darbeye karşı<br />

etkisiz kalmıştı. Hasan Usta’nın müdahalesi Hamza’yı durdurdu:<br />

- Bırak oğlum Allah’tan bulsunlar dedi.<br />

Hamza önce babasının isteğini reddedecek oldu. Babasının son sözü onu<br />

sakinleştirdi. Hasan Usta:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

232


- Oğlum diyordu, iyiliğe iyilik er kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı.<br />

Kötülük yapana iyilik yap ta Allah’ın nazarında değerin artsın.<br />

Hitap, diğerlerinin canının yanmasını önlemişti. Yere yığılanların kolların-<br />

dan tutup kaldırdılar. Taksilere doğru ellerindeki boş tüfeklerle gidiyorlardı.<br />

Hamza<br />

- Hey! Yavuz ve Ziya siz kalın.<br />

Bu ses sertti, ikisini de olduğu yere mıhladı. Hamza yeniden babasına<br />

baktı:<br />

- Sen gidebilir misin baba?<br />

Hasan Usta ağrıyan yerlerini elleriyle kontrol etti:<br />

- Bir şeyim yok, giderim.<br />

Az sonra Hasan Usta oğluna Yavuz ve Ziya’ya bir şey yapmamasını sıkı<br />

sıkı tembih etmiş ve ayrılmıştı. Yavuz ve Ziya tir tir titriyordu, yapılan plan<br />

ve onca çaba boşa gitmişti. Oysa ne hayaller kurmuşlardı. Kendileri için o<br />

anın iyi tarafı Hamza’nın sakinleşmiş olmasıydı. Hamza’nın:<br />

- Eveet, demesi çaresiz gözlerine az önce giden taksileri arattı.<br />

Bunu anlayan Hamza:<br />

- İki yöne giden takside de acil hasta ve en az sizin kadar büyük korkuları<br />

var, silahları yok ve suçlular, demesi, ümitlerini iyiden iyiye kaybetmelerine<br />

sebep oldu.<br />

Hamza:<br />

- Köpeği dövmek yerine kokutmak daha iyidir. Benim zerre kadar niyetim<br />

yoktu birilerini öldürmeye, dediğim gibi hepinizi korkuttum, diyen Hamza<br />

gülümsedi.<br />

Yavuz’un ve Ziya’nın terleri soğumaya başladı, bunu gören Hamza Ya-<br />

vuz’a hitaben:<br />

- Ama seni öldürürüm, demesi Yavuz’a inandırıcı geldi.<br />

Hamza devam etti:<br />

- Çırılçıplak köyde gezmek ister misiniz?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

233


le:<br />

- .........................<br />

İkisi de yutkundu, Hamza’nın elinde silah da vardı. Ziya yalvaran bir ses-<br />

- Bize ne yaparsan yap, öyle bir şey yapma.<br />

Sudan çıkmış, üşüyen bir köpek gibi acınacak durumdaydılar. Hamza,<br />

elindeki tüfeği atın sırtına sardı, elleri boş bir şekilde yeniden yanlarına gel-<br />

di. Ziya’nın zavallı gözlerinde bir sinsilik belirmişti, masumluğa bürünüp:<br />

yim.<br />

- Hamza çok sıkıştım, müsaade eder misin, şu ağacın yanına gidip gele-<br />

Hamza tüfeği koyarken, Ziya Yavuz’un kulağına bir şeyler söylemişti, Ya-<br />

vuz söyleneni yapmak istiyordu:<br />

- Hamza lütfen beni affet!<br />

Hamza gülümsedi:<br />

- Sizi Allah’tan başka havale edeceğim yer yok, ne haliniz varsa görün ve<br />

babama dua edin, yoksa bu kadar kolay kurtulamazdınız, dedi ve gitmek is-<br />

tedi.<br />

Ziya işini görebilmek için Hamza’nın arkasındaki ağaca yönelmişti. Yavuz<br />

Hamza’yı oyalamak istiyordu.<br />

- Utancımdan yüzüne bakamam, elinde fırsat olmasına rağmen, bizi affet-<br />

tin, diyordu.<br />

Hamza son sözüm der gibi;<br />

- Allah affetsin, dedi gitmeye niyetlenmişti ki, bir gölgenin ayaklarında<br />

gezindiğini fark etti.<br />

Gölgenin elinde yuvarlak bir cisim olduğu anlaşılıyordu. Kolunun hareket<br />

etmesiyle birlikte Hamza’nın kendini yana atması bir oldu. Hamza’nın kafası-<br />

na vurmak için attığı iri taş, Yavuz’un diz kapağına geldi. Yavuz’un çığlığı<br />

deve böğürtüsünü anımsattı. Acı bağırıyordu.<br />

- Vay anam vay...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

234


Ziya köpekler gibi pişman olmuştu, büyüyen gözleri Yavuz’un diz kapağı-<br />

nın görünen kırılmış kemiklerinde:<br />

- Nasıl yaptım bunu, diyor sebepler sıralıyordu.<br />

Taş Yavuz’un diz kapağını kırmıştı.<br />

Ziya:<br />

- Nasıl yaptım?!<br />

Hamza acıyarak olayı seyrediyordu, gider ayak Ziya’ya hitaben:<br />

- Sen yapmadın Allah yaptırdı da belanızı buldunuz, dedi ve köye yöneldi:<br />

- Tahir Ağa’ya selamınızı ileteceğim, dedi son olarak.<br />

Biraz sonra Hamza Tahir Ağa’ya haberi ulaştırdı:<br />

- Kızılarkaç’ta Ziya’nın bana vurmak istediği taş oğlunun diz kapağına<br />

rastladı ve kırıldı, koş hastaneye kaldır dedi Hamza, başka bir şey söyleme-<br />

di.<br />

Tahir Ağa Kızılarkaç’ta gördüğü sahneyi unutamazdı, bas bas bağırıyordu<br />

oğlu, Ziya’nın hali içler acısı. Tahir Ağa öldüresiye dövüyordu Ziya’yı. Kim<br />

suçlu, neden suçlu, nasıl gibi sorulması gereken bir çok soru vardı.<br />

Ertesi gün hastanedeydiler. Sonuç, Yavuz açısından kötü. Yavuz bir ömür<br />

boyu topallayacaktı. Ziya’nınsa Tahir ağadan aldığı darbelerin sızısını biraz<br />

olsun dindirmişlerdi. Bu olayın Tahir Ağa için bir tek iyi tarafı vardı; köylü<br />

hiçbir şey bilmiyordu, Veysel Ağa’nın çenesindeki problemin ne olduğunu<br />

Yavuz’un neden hastanede olduğunu ve daha bir çok şeyi bilmiyorlardı.<br />

Veysel Ağa:<br />

- Merdivenden düştüm, diyor aklınca köylüyü kandırıyordu.<br />

Artık tövbe etmişti bir daha Hamza’ya asla musallat olmayacaktı. Ona gö-<br />

re Hamza baş edilecek biri değildi. Şeytan mıydı neydi...<br />

Tahir Ağa soluğu Dede Osman Ağa’nın yanında almıştı, Osman Ağa’nın<br />

ise kin tohumları Tahir Ağa’nın sulamasıyla yeşerdi, yeşerdi...<br />

Tahir Ağa atada değiniyordu:<br />

- Benim torunum olacaktı ki...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

235


Ve nihayet Osman ağanın beyninde yeşeren tohumların meyve verme<br />

zamanı gelmiş ve de kararı vermişti, o atı vuracaktı. Babası Cuma Usta’dan<br />

kalan çifteyi taksinin bagajına koyup soluğu Hacıpaşa Köyü’nde aldı:<br />

- Nerde, diyordu Hamza nerde?<br />

Oğlu Hasan Usta’nın evinde esip gürlüyordu, istediği cevabı alması ge-<br />

cikmedi:<br />

- Atını aşağı kuyuya götürdü.<br />

Taksiye binmesiyle Hamza’nın yanında belirmesi bir oldu. Bagajdan çifteyi<br />

çıkartıp namluya fişekleri sürdü, yaklaştı Hamza’ya kızıyordu:<br />

- Ulan eşşek oğlu eşek, diyordu sen niçin söz tutmazsın, benim sattığım<br />

atı nasıl geri alırsın.<br />

Hamza şaşkındı, hepsi neyse de tüfeğin namlusu siyah ata yöneltilmişti.<br />

Osman Ağa kızgın, ilk defa taksiyi bu kadar kinle sürmüştü, karşı çıkarsa<br />

bir de bacağına sıkarım diye söylenmişti.<br />

Siyah atla arasındaki on metrelik mesafeyi beşe düşüren Osman Ağa tü-<br />

feğin namlusunu atın alnında durdurup bakışlarını Hamza’ya çevirdi;<br />

- Ben sana ne dedim, bu at evde durmayacak, şimdi bak ne yapıyorum<br />

dedi ve tetiğe dokundu. Atın alnıyla buluşmuştu saçmalar, siyah at Yunus<br />

heybetiyle yere yığıldı, acı acı sesler çıkartıyordu, bu sesler Hamza’yı çıldırtı-<br />

yordu, koştu atın kanlı başını dizlerinin üzerine koydu.<br />

Yunus’un iri gözlerinden sular akıyordu. Hamza’nın ruhu bedenine dar ge-<br />

liyor, Yunus’un gözlerinden akan yaşta kayboluyordu. Mazi fasıl fasıl beliri-<br />

yor, her bir damla sanki Hamza’nın yüreğine hançer gibi batıyordu, bu ne<br />

kahroluştu.<br />

Ümitsizlik denen kavram yürek ikliminde yaşanıyordu. Siyah atın gözle-<br />

rinde bir kahroluşun son faslı olan Eylül’ün gözlerini görüyordu. Yunus’un<br />

boğulduğu gölde siyah atın şaha yükselişi de belirdi, bu beliriş, siyah atın<br />

gözlerinden akan son sıvıyla birlikte kayboldu. Yunus’un büyük gözleri artık<br />

açılmıyordu. Onca sene onca sevgi, bu sefer Hamza ağlamaya başladı, ço-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

236


cuklar gibi ağlıyordu. Gözlerinden akan sıvılarda bent bent maziler beliriyor-<br />

du, bu belirişler Eylül’ün yağmurlu bir gündeki manzarasında son buldu.<br />

Hazma, hala hiddeti geçmemiş dedesine baktı; bu bakış öyle şeyler anla-<br />

tıyordu ki, bunu Osman Ağa’nın anlaması imkansızdı. Sesi dedesine acıyor-<br />

du:<br />

- Ne geçti eline, diyordu. Bir inat uğruna bunu yaptın, zerre kadar zararı-<br />

nı gördün mü bu atın? Yediği arpa senin miydi? Samanını sen mi verdin?<br />

Yemin ediyorum dede, bu at benim yanımda senden çok daha kıymetli ve<br />

bir o kadarda üstündü...<br />

Sustu atı Yunus’a bir daha baktı ve devam etti:<br />

- Vallahi billahi eğer dedem, atam olmasaydın seni.....<br />

Konuşamadı Hamza. Osman Ağa hala hıncını alamamıştı:<br />

- Ben ne yaparmışım gördün mü, dedi ve oda geldi artık ölmüş olan siyah<br />

at Yunus’un yanına.<br />

Pervasızca yılışıyordu, tüfeği siyah at Yunus’un cansız bedenine dayayıp<br />

Hamza’nın bakışları altında tetiğe bir daha dokundu. Atın cansız bedeni bir<br />

daha silkindi. Daha fazla dayanamadı Hamza ayağa kalktı, dedesinin kalın<br />

boynunu iki eliyle kavradı, henüz sıkmamıştı yeniden bıraktı ve itekledi, iğ-<br />

renerek bakıyordu:<br />

- Senin gibi dede olmaz olsun be... dedi,<br />

Osman Ağa’nın yüz yirmi kiloluk bedeni bir iki adımdan sonra gür çimen-<br />

lerin üstüne düştü. Hamza:<br />

- Vicdansız, Allah’tan korkmaz... Hadi beni de vursana! Allah’tan değil<br />

mahkemelerden korkarsın değil mi, dedi.<br />

Osman Ağa’nın hıncı daha da çoğalmıştı, kalktı, hızlıca taksiye doğru gitti,<br />

değnek gibi kullandığı tüfeğe bir fişek daha yerleştirdi, Hamza’ya yöneltti:<br />

- Ulan benim de senin gibi torunum yok dedi ve tetiğe dokundu, namlu<br />

kaymıştı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

237


Saçmaların bir kısmı Hamza’nın sol omuzunda kayboldu, acı duydu, bunu<br />

taksiye binmiş gitmekte olan dedesine belli etmek istemedi. Osman Ağa<br />

taksinin penceresinden gider ayak:<br />

- Tüh!Dua etki iyi atıcı değilim, diyordu.<br />

Hamza omzundaki saçmaların verdiği elemi hissetmiyordu bile, önünde<br />

sere serpe uzanmış cansız yatan atına bakıyor, yüreğinde ilk defa nefret<br />

duygusu beliriyordu, göz yaşları ile bu duyguları suluyordu, kardeşi Yunus’u<br />

göl almış, kar çiçeği kadar masum hayallerini umut simsarları çalmış, atı<br />

Yunus’u amansız esen bir yel almış ve Eylül’ü ise el almıştı. Bu ne kaybedişti<br />

böyle...<br />

Yo! Hayır, isyan etmemeliydi, belki hepsi birer imtihandı. İsyan duyguları<br />

kanatlandı, sabır dağındaki yuvasına döndü. Üç saat sonra omuzundaki sızı<br />

Hamza’yı kendine getirtti. Gözlerindeki yaşlar kurumuştu:<br />

- Buraya kadarmış Yunus. Buraya kadarmış.<br />

Ertesi gün olaylar duyulmuş, kimileri sevinmiş, kimileriyse üzülmüştü.<br />

Hamza omuzundaki saçmaları çıkartmış, bundan da kimseyi haberdar et-<br />

memişti. Nihayet yirmi beş gün akıp gitmiş vedalaşma faslı başlamıştı. Dost-<br />

larıyla son muhabbetini yaptı, üç gündür hasta olan annesinin ızdırap kokan<br />

ellerini öptü, babası bir ay sonra İstanbul yolcusuydu, onunla da helalleşti,<br />

kardeşi Yunus Emre’nin gözlerine öpücüklerini kondurdu:<br />

- Yunuslar dedi, konuşamadı, annesine bir daha sarıldı:<br />

- Hakkını helal eyle.<br />

Anne evham denizlerini yırtarcasına baktı evladına, bakışın gözleri dolu:<br />

- Ah... Oğul! Ben hakkımı haram etsem, sütüm etmez, sütüm etse, bunu<br />

Allah kabul etmez. Ben Allah’a duacıyım, dedi ve bir daha kucakladı, dudak-<br />

ları:<br />

- Helal olsun oğul, diyordu.<br />

Ve yüreğinde çıldıran çileyle birlikte İstanbul yolunda sadece bir isim mı-<br />

rıldanıyordu, ağır ağır:<br />

- Allah, Allah, Allah...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

238


Ne müthiş bir kelime. Alfabelere meydan okuyan beş harf... Aman Al-<br />

lah’ım! Dünyanın en güzel şiiri bile insanı bu kadar etkileyemez, ne muhte-<br />

şem bir isim... Yo hayır, bu isim değil bambaşka bir şey:<br />

- Allah, Allah, Allah...<br />

İnsan zikriyle mest oluyor, şiire ne lüzum var, Yaradan’ın şanına ne kadar<br />

uygun.<br />

- Allah, Allah, Allah...<br />

Sabah ezanıyla birlikte, Hamza İstanbul’a inmişti, bir haftayı geçmeden<br />

sokağın hoş geldin faslı sona erdi. Komşular, Hamza’nın olduğu yerde bir<br />

huzur, bir güven, bir mutluluk buluyor, yanından ayrılmak bile istemiyorlar-<br />

dı, bu manevi duygular maddiyatla dalga geçiyordu. Bu duyguları onlara<br />

hissettiren Hamza, bu hissi vermenin huzuru içerisindeydi.<br />

Akşama doğru iş dönüşü Cuma ile birlikte İstiklal Caddesi’nde yürüyorlar-<br />

dı. İstiklal Caddesi’nin bitmeyen koşuşturması, günün büyük bir kısmı de-<br />

ğişmeyen tablo hala aynıydı. Cuma Hamza’nın durgunluğunu fark etti, sor-<br />

du:<br />

- Ne oldu?<br />

Hamza’nın işaret ettiği yere baktı, bir köşede bir kadınla bir erkek, dudak-<br />

ları birbirinde kendilerinden geçmiş... Cuma, Hamza’nın kolundan tutup çek-<br />

ti:<br />

- Boş ver geç, gidelim,<br />

Hamza kararlı:<br />

- Hayır ben boş vermem, dedi ve dakikalardır onlarca insanın yanından<br />

geçtiği ve umursamadıkları ve hala dudakları ıslak olan, şehvetin kapısını<br />

aralayan gençlerin yanına yaklaştı.<br />

Cuma’nın ısrarları faydasızdı. Hamza adımlarını hızlandırdı, erkeğe omuz<br />

vurdu. Sıktırma kot giymiş olan genç:<br />

- Hop ayı...<br />

Hamza hitaba farklı bir karşılık verip sordu:<br />

- Burada ne yapıyorsunuz?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

239


- Görmüyor musun?<br />

Dudağında ki kalın boyayı diliyle ıslatan kız konuşmalara dahil oldu, arka-<br />

daşına hitaben:<br />

- Bırak Erol, biz işimize bakalım.<br />

Bu arada Cuma geldi ve Hamza’yı tanımıyormuş gibi:<br />

- Beyefendi, bu bayanla bayı niçin rahatsız ediyorsunuz, dedi.<br />

Hamza bakışlarını gençlere yöneltip tekrar sordu:<br />

- Sahi siz ne yapıyordunuz burada?<br />

Tombul yüzlü kız:<br />

- Aaa... Ne ayıp canım, size ne bundan?.<br />

Hazma, ismi Erol olan gence bir daha sordu:<br />

- Ne yapıyordunuz?<br />

Cuma:<br />

- Dur ben söyleyeyim dedi ve eliyle gelip geçen insanları ve birkaç çocu-<br />

ğu göstererek:<br />

- Bu kadar insanın gözleri önünde ve şu çocukları da unutmayalım, haya<br />

ve iffet perdesini yırtıyorlar.<br />

Hamza kıza yönelip sordu:<br />

- Sence bunlardan hangisi ayıp?<br />

Erol ve tombul yüzlü kız önemsemediler, bıraktıkları yerden devam ettiler.<br />

Hamza ve Cuma birbirlerine baktılar. O denli alçalış karşısında insanlıkların-<br />

dan utanç duydular. Hamza bu utancı kaldıramadı. Erol’un omuzundan kav-<br />

rayıp oradaki süslü duvara yasladı, genç kıpırdayamıyordu. Kaşlarını çatan<br />

Hamza’nın sesi, biraz öncekinden çok farklı ve sertti:<br />

- Bana bak diyordu, bu rezaleti utanmadan yapmana başkaları burası İs-<br />

tanbul, diye aldırmayabilir, ama ben ne İstanbul’um nede İstanbulluyum<br />

ben aldırırım. Şu çocukları, şu kalabalığı hiçe sayarak yaptığınız hoş bir şey<br />

mi? Şunu iyi bil ki bir köpekten farkınız yok. Zira köpeklerde yer ve zaman<br />

aramaz, aynen sizin yaptığınız gibi, dedi ve omuzu sızlayan genci bıraktı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

240


Kız; ismi Tarık olan erkek arkadaşına durumunun nasıl olduğunu soruyor<br />

nefretle Hamza’ya bakıyordu.<br />

Cuma kızla gence yaklaşıp sordu:<br />

- Anlaşıldı mı?<br />

-...................................<br />

- Hadi yine yapın aynı şeyi.<br />

- ..................................<br />

Hamza ve Cuma gidiyorlardı ki Erol omuzunu tutarak mırıldandı:<br />

- Orospu ç......<br />

Henüz kelimeler dudaklarından dökülmüştü ki Hamza’nın aniden dönüp<br />

yumruk halindeki elinin tersiyle vurduğu şamarla karşılaştı. Erol’un ağzından<br />

bir avuç tükürükle karışık kanın çıkmasıyla beraber, yere sere serpe uzandığı<br />

görüldü. Genç kız haykırmaya başladı, kimsenin yardımını göremeyince:<br />

- Polis, poliiis!... diye bağırarak polis aramaya koyuldu.<br />

Cuma olacakları kestirmişti, Hamza’nın kolunda çekerek onu uyardı, kala-<br />

balığın içinde dar sokaklara yönelip kayboldular. O iki genç, bir ömür boyu<br />

insanların içinde az önceki sahneyi bir daha gerçekleştiremeyecekti.<br />

Hamza’nın işleri bir parça olsun toparlanmıştı. Yakında babası da gelecek-<br />

ti. Ermeni evlerindeki işler çoktan bitmiş, yarım kalan işlerini tamamlıyordu.<br />

Doktor Selim’in boyanamayan balkonu için o akşam evindeydi. Doktor Se-<br />

lim:<br />

- Sözünün eriymişsin delikanlı.<br />

- Çok şükür, öyle olmaya çalışırım.<br />

Az sonra sohbeti koyulaştırdılar, konu konuyu açıyordu. Doktor Selim ha-<br />

tırına gelen bir mevzuyu Hamza’ya açtı:<br />

- Senin memleketinden bir hemşire benimle çalışıyor.<br />

Hamza, soruyu umursamazdı, aklına Eylül gelmesine rağmen, zira o sah-<br />

ne beliriyor, çıldırtıyordu onu, sordu:<br />

- İsmi nedir?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

241


- Çok güzel bir kız, Eylül.<br />

Yüreği cız etmişti Hamza’nın, soyadını da sorup öğrenmesiyle:<br />

- Tanıyor olmam lazım, dedi.<br />

- Zavallı kız ceset göre göre, o masum yüreği benim gibi taşa dönüşecek,<br />

Tarık diye ihtisas yapan bir doktor hemen kaptı kızı, sanırsam yakında evle-<br />

nirler.<br />

Hamza yine kendinde kayboluyor du kendisine hakim oldu:<br />

- Yeter ki mutlu olsun, dedi.<br />

Doktor Selim:<br />

- Bir ara gelirsin hastaneye görüşürsünüz.<br />

- Hayır, sadece ona selamımı söyleyin.<br />

- Morgda hatırlatırım, diyen doktor Hamza’ya bir soru daha sordu:<br />

- Hala, ceset güzel kokar, diyor musun?<br />

Hamza derin derin doktorun gözlerinin içine baktı:<br />

- Hala değil, yüz yıllardır bu böyledir ve yine böyle olacaktır. Kararım ve<br />

inancım değişmez.<br />

Doktor Selim yine anlattı, bazı kere mesleğinin en ince teferruatına kadar<br />

iniyordu, son söz olarak:<br />

- Cesetteki en küçük hücrenin bile kokusu iğrenç olup, güzel kokması im-<br />

kansızdır, dedi.<br />

- Keramet de insan oğluna Allah tarafından bağışlanan bir hediyedir, yal-<br />

nızca şehitler için geçerlidir bu ikram. Siz bir dine inanmadığınız için ne an-<br />

latsam boş gelir, örnek versem inanmazsınız ama ben kayıtsız inanıyorum.<br />

Doktor Selim ilk defa Hamza’ya cahilsin der gibi baktı, gülümsedi:<br />

- Eğer bunu ispatlayabilirsen ateistliği terk senden daha samimi bir Müs-<br />

lüman olacağım.<br />

- Bunu ben değil ancak Allah ispat edebilir ki benim elimde olan bir şey<br />

değil, dedi Hamza.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

242


Konuşulan birçok konuda hep Hamza’nın hakim çıkmasıyla sonuçlanıyor,<br />

doktorun sıkıştıkça bu konuyu açıyordu. Bu konuda ısrar oluyor, açıklıyor<br />

sanki hep o konuyu konuşalım diyor gibiydi. Nihayet balkonun işi tamamen<br />

bitmiş, hesap görülmüş, el sıkışmıştılar, kapıyı açan doktor:<br />

- Görüşürüz, dedi.<br />

Hamza’nın başı eğik, kapıdan çıktı, başını kaldırdı:<br />

- Belki görüşemeyiz.<br />

- Hayırdır, bir hatamız mı var?<br />

Bakışlarını doktorun gözlerinde sabitleyen Hamza:<br />

- Hayır, ölüm var doktor bey ölüm, dedi ve gitti.<br />

- Doğru, diyordu kendi kendine doktor Selim; Ya dediği gibiyse, İslam<br />

hak dinse, Kuran-ı Kerim Allah’ın kitabıysa...<br />

İlk defa dini konularda birisi doktor Selim’i bu denli düşüncelere sevk et-<br />

mişti. Ya bir zamanlar papaz olan Harmın’a ne demeliydi, bu düşüncelerle<br />

yoğrulan doktor Selim ince bir araştırmaya koyuldu.<br />

Hamza yine kırgındı, yine bitkin, tiksinmişti İstanbul’dan, İstiklal caddesini<br />

bin bir türlü düşüncelerle adımlıyordu, gözleri şer görmekten usanmıştı,<br />

kendini zorluyordu, yılmamak için, yorulmamak için... Ağa camii’nde abdest<br />

tazeledi. Huşu içinde akşam namazını kıldı, namaz çıkışı bir kaç dilenci gör-<br />

dü, mırıldandı:<br />

- Merhamet avcıları.<br />

İnsanların merhametini gözlüyor pusuda bekliyorlardı:<br />

- Ya ben... dedi, ne farkım var şu dilencilerden, onlar beş dakikalık bir di-<br />

lenmekle avları olan merhameti buluyor, ya ben yıllardır yaratıcıya dileniyo-<br />

rum:<br />

- Evet, dedi onlarınki sadece beş dakikalık ve sonuç, benimkisi ise bir<br />

ömür boyu sürecek, sonu meçhul bir dilencilik.<br />

Yüreğinde beliren merhametle cebine davrandı, demir liraları çıkartı, di-<br />

lenciye verdi. Aklına yine Eylül geldi. Ona karşı hissetiği duygular, sonsuz bir<br />

boşlukta gibiydi. O kadar çaba sarf etmesine rağmen onu düşünmekten<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

243


kendini alamıyordu. Köye yönlendirdi düşüncelerini. Yine Eylül çıktı karşısı-<br />

na, ne yapmalıydı da onu unutabilmeliydi.<br />

Dua ederek geldi, Galatasaray Lisesi’nin önüne kadar, lisenin karşısındaki<br />

araya yöneldi, hediyelik eşya ve kaset satıcısının önünde bacakları titredi.<br />

Ses sonuna kadar açık, bir şarkı çalınıyordu. Bir robot gibi donmuş kalmıştı,<br />

biraz sonra, akmaya alışkın gözleri doldu, kirpikleri ıslandı, göz yaşları yana-<br />

ğına kayıp âdeta soluğunu kesiyordu. Bir ünlünün söylediği şarkıyı dinliyordu<br />

Hamza. Sanatçı parça içinde yer yer şiir de okuyordu. Altı ay önce yarışma-<br />

ya gönderdiği şiirdi bu, bir kısmı bestelenmiş, bir kısım şiir olarak okunmuş-<br />

tu. Küçük çıkartma ve eklemelerle şiirde değişiklikler yapılmıştı. Çok ünlü bir<br />

ses bu yapıtı seslendiriyordu.<br />

- Çekil şuradan, diyenleri duymuyordu Hazma.<br />

Yalansız dili öyle bir eyvah dedi ki, taşlar duysaydı bu eyvahı paramparça<br />

olabilirlerdi. Az sonra kasetçinin:<br />

- Bir şey mi istediniz, sorusunu kasetçinin üç kere tekrar etmesi Ham-<br />

za’nın kasete bakmak istemesine vesile oldu.<br />

Kasetin kabını araladı, söz ve bestenin kasetin sahibi ünlü şarkıcıya ait ol-<br />

duğu yazıyordu. Sitem dolu bir tebessüm edip kaseti yerine koydu. Ham-<br />

za’nın üzüntüsü, eyvah demesi başka şey içindi. Onun şanda şöhrette zerre<br />

kadar gözü yoktu. Ona eyvah çektiren şey, o şiirin insanların aldanmasına<br />

sebep olma ihtimaliydi. Kim bilir kimler şiirin esintisine kapılıp içki içecekti, o<br />

şiirle kaç genç kız kandırılacaktı. Şiir; gazinolarda, meyhanelerde, barlarda,<br />

içki masalarına meze olacaktı...<br />

Gözlerinin ıslağını silip ellerini yaratıcıya açtı, yalvarıyordu:<br />

- Affet, bağışla diye.<br />

Kendini bekar evine zor attı, seccadesini kıbleye yöneltmiş için için ağlı-<br />

yor, dua ediyordu; alnı secdede secde güllerinin kokusunu hissediyordu, ko-<br />

ku hürmetine bağışlayıcıdan bağışlanmasını istiyordu;<br />

- Bağışla, diyordu bağışlamayı seven Allah’ım!<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

244


Biraz sonra elindeki ekmeklerle Cuma geldi, secdedeki gözü yaşlı, dudak-<br />

ları mırıltılı Hamza’yı seyre koyuldu. Bu hâl yatsı ezanına kadar sürdü. Cuma<br />

Hamza’ya neden ağladığını sorsa da cevabı alamayacağını hissediyordu. His-<br />

settiği gibi de oldu. Hamza, son olarak:<br />

- Beni ikinci bir hataya sevk etme, dedi.<br />

O gece zehir olmuş, Hamza’yı bu kaset uyutmamıştı, o vebal Eylül’ün ve-<br />

baliydi. Başına neler açmıştı bu sevda. Nihayet bu sevdanın son közleri çalı-<br />

nan şiirin verdiği elemle oluşan rüzgar tarafından söndürülmüştü. Şayet Ey-<br />

lül’e aşık olmasaydı, ona gönül bağından gül vermeyecek, böyle bir şiir ya-<br />

zılmayacak, ağır bir vebale girmeyecekti. Yarışma yapıyoruz diyenler, onu<br />

aldatmışlardı...<br />

Beş gün sonra Yasin misafirleriydi, yeni aldığı bir kaseti siyah ceketinin<br />

yan cebinden çıkartıp teybe yerleştirdi, play tuşuna dokundu, Hamza’ya hi-<br />

taben:<br />

- Şimdi sana bir şiir dinleteceğim, beğeneceksin. Adam öyle müthiş yaz-<br />

mış ki her bir kelimesine ayrı anlam saklamış; her radyo bunu çalıyor, gaze-<br />

te ve radyolar hep bundan bahsediyor.<br />

Ve Hamza’nın sessiz gözyaşlarıyla birlikte yarışmaya gönderdiği şiirin mıs-<br />

raları duyuldu, kahroluyordu Hamza, keşke çok kötü yazmış olsaydı, tutul-<br />

masaydı, bilinmeseydi gibi düşüncelerden sıyrılıp çekingen bir sesle:<br />

- Bu şiiri yazanın vay haline dedi.<br />

Cuma:<br />

- Bu dünyada işi iş, diyordu. Yarın ahirette bu şiirin sebep olduğu her is-<br />

yanın, meze olduğu her içki masasının, kandırılan her gönlün yani bu şiirin<br />

neticesinde doğan her günahın bir misli de şiirin sahibine verilecektir. Ölün-<br />

ce günah defteri açık kalacak, çok pişman olacak ama... dedi ve sustu.<br />

Hamza bunları bir de Cuma’nın ağzından duyunca kendine hakim olama-<br />

dı, teybi kapattı ve odadan gözleri ıslak, dudaklarda yalvarışla çıktı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

245


Kendisine yazıldığından habersiz olan Eylül’ün bazen kuruyup pembele-<br />

şen kiraz rengindeki dudakları da o şiir; mırıldanıyordu. Bir bilseydi kendisi-<br />

ne yazılmış olduğunu, belki de Hamza’ya koşarak gelirdi.<br />

Öte yandan her geçen gün, şairin gözlerindeki yaş çoğalıyor, kulakları sa-<br />

ati geciktirmeden şiirini duyuyor dudaklar;<br />

- Affet, yakarışlarıyla meşgul oluyordu.<br />

Öte yandan Hamza’yı takibe almıştı, Agop ve adamları. Hamza’yı iki gün-<br />

dür Okmeydanı çifte cevizlerdeki parkın yanında görüyorlar ve akşam beş<br />

gibide parkın arkasındaki sokakların birinden çıkıp geldiğini öğrenmişler, du-<br />

rumu Agop’a bildirmişlerdi.<br />

Biliyorlardı ki Hamza cuma günü istirahat eder pazar günleri çalışırdı.<br />

Hamza’ya engel olmalıydılar, yoksa o konuştuğu her Hıristiyan’ı etkileyerek<br />

birçok dindaşlarını yoldan çıkartabilirdi.<br />

Hamza’nın gönlü bazı konularda son derece bahtiyardı. İstanbul’da bir yılı<br />

geçen çalışma hayatında yüzlerce eve girmiş bir o kadar aileyle tanışmış,<br />

her evden en az bir kişinin yüreğini Allah sevgisiyle tanıştırmıştı. Kadınsa,<br />

çirkin asrın yegane süsü olan baş örtüsünü saçlarıyla buluşturuyor, erkekse,<br />

namaz başlıyordu. Çokları beynamazlıktan Hamza’nın sayesinde kurtulmuş-<br />

tu.<br />

- Hamza’dan Allah razı olsun diyorlardı, hidayetlerine vesile oydu.<br />

Hamza’nın yüzündeki nuru açık seçik görebiliyorlardı. Hamza’nın gözleri-<br />

ne kim baksa ona güven duyuyordu. Kahkaha nedir bilmeyen Hamza’yı, te-<br />

bessüm iyi tanırdı, tebessümle çıkan gamzelerinin aynısı babası Hasan usta-<br />

da vardı. On gün sonra o da gelecekti.<br />

Babasının yanında çalışan iki kişiyle toplam beş çalışan vardı. Hamza’yı<br />

tanıyan boyacılar, dürüstlüğüne hayran kalıyorlar onun işinde çalışmak için<br />

can atıyorlardı. Genç olmasına ve bir sene içerisinde bu kadar samimi bir<br />

çevre edinmesine şaşkındılar. Bunlardan biri de Talip usta idi. O da Ham-<br />

za’yla çalışıyordu, namaz vakitlerinde mola veriyorlar, sükut içerisinde na-<br />

mazlarını eda ediyorlardı.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

246


Hamza çalışanlardan önce giderdi işe. Pazar günü de öyle oldu, abdestsiz<br />

adım bile atmayan Hamza, abdest tazeledi. Her pazar sabahı olduğu gibi İs-<br />

tanbul uykudaydı. Duraklar da sabahın altı buçuğunda üç beş kişi vardı.<br />

Çöpçüler ise yüzlerindeki memnuniyetsiz tutumlarla caddeleri süpürmekle<br />

meşguldü.<br />

Az sonra Eminönü - Okmeydanı yazılı belediye otobüsü geldi, bir müddet<br />

bekledikten sonra hareket etti. Hareket eden bir araç daha vardı, Agop ve<br />

dört adamını taşıyan.<br />

Uzun takipleri bu gün son bulacaktı, susturucu taktıkları silahları son bir<br />

defa daha kontrol ettiler, her şey yolundaydı. Az sonra Çifteceviz’ler dura-<br />

ğında inen Hamza’nın peşi sıra onlarda ilerledi. Hamza’nın az ilerdeki odun-<br />

cunun bulunduğu sokaktan dönmesini bekliyorlardı.<br />

Bunlardan habersiz olan Hamza, dükkanını erken açan oduncunun dinle-<br />

diği müziği tanıdı, sabah sabah yankı yapıyordu, dudakları yine duaya sarıl-<br />

dı, bu seferki dua bambaşkaydı:<br />

- Allah’ım, bu şiirin vesile olduğu günahların karşılığı olarak yaşadığım sü-<br />

rece gönülleri senin sevdan ile aşılayacağım, senin için yeşerecek tohumları<br />

beyinlere saçacağım, onları gözyaşımla sulayacağım, diyor yine ıslanıyordu<br />

gözleri.<br />

Öte yandan Agop ve kiralıkları silahlarının namlusunu Hamza’nın sırtına<br />

yöneltmiş Agop’un işaretini bekliyorlardı. Agop’u heyecan basmış, taksinin<br />

direksiyonuna hakim olamıyordu, bu şekilde:<br />

- Şimdi, dedi.<br />

Gri mersedesin yan camlarından, susturucu takılı silahlar peşpeşe ateş-<br />

lendi. Hamza’nın sendelediğini gören Agop rahatladı. Hamza duasını tamam-<br />

lamak için uğraşıyordu:<br />

- Affet, Allah’ım dedi, ama sağ omuzundaki ilk sızı duayı yarım bıraktı.<br />

Yönünü kurşunun geldiği istikamete çevirdi, bir kurşunu da diğer<br />

omuzunda hissetti ki üçüncü kurşun diğer ikisinin acısını bastırdı. Gözünün<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

247


hizasından kulağının üstünden alınını sıyırmıştı. Kurşunlar kesilmiyordu. Son<br />

gücünü kullanarak kurşunun geldiği yöne baktı, bu Agop’tu.<br />

- Ben ne yaparmışım der gibiydi.<br />

Son kurşunu Allah aşığı kalbine sıkmışlardı.<br />

Hamza’yı olduğu yerde dizlerinin üstünde iki büklüm secdeyi andırır bir<br />

şekilde gören Agop, olay yerinden acı teker sesleriyle uzaklaştı.<br />

Dürüstlüğün bile ondaki dürüstlüğe bakıp hayran olduğu Hamza, artık<br />

son nefesini alıyordu, yüzünden ince ince sızan kanın çenesini geçmesiyle:<br />

- Ölüm bu olmalı diye düşündü, tarifsiz büyük bir acı çekiyordu, Hamza.<br />

Nerde kaldın Azrail, diye söylendi?<br />

Nerdeydi melekler, az sonra ılık bir rüzgar hissetti bedeninde, bu hisle<br />

beraber bütün ıstırabının kaybolduğuna şahit oldu, yoksa ölmeyecek miydi?<br />

- Yo hayır, artık Allah’a kavuşmalıydı.<br />

Ilık esen bir rüzgar daha hissetti. Son gücünü kullandı:<br />

- La ilahe illallah, dedi. Kara gözlerinin önünde kardeşi Yunus belirdi, su<br />

veriyordu abisine.<br />

Biraz sonra bir ambulans geldi, görevlilerin telaşesi boştu, yerde iki bük-<br />

lüm kanlar içerisinde, secdeyi andıran bir şekilde duran delikanlının vücu-<br />

dundan akmayan kan kalmamıştı. Polislerin yardımıyla hastaneye kaldırıldı.<br />

Oduncudan hala Hamza’nın şiiri duyuluyordu. Polisler oduncuya birkaç soru<br />

sorup onu da beraberlerinde götürdüler.<br />

Hamza’nın naaşı en yakın hastane olan Okmeydanı SSK’ya getirildi. Has-<br />

tane kapısında bekleyen gazeteciler peş peşe soruyordu:<br />

- Kim?<br />

- Neyin nesi?<br />

- Nerde vurulmuş?<br />

- Niye vurulmuş?<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

248


Hastaneye getirilen Hamza çoktan can vermişti. Gazetecilerin isteği üze-<br />

rine, üzerinden çıkan kimliği ve resmini verdiler. Bedeninden dokuz kurşun<br />

çıkarıldı ve polislere verildi, ceset morga kaldırıldı.<br />

Hamza’nın cansız bedeni doktor Selim’in ve sevmeyi beceremediği Ey-<br />

lül’ün çalıştığı hastanenin morgundaydı. Pazar olması münasebetiyle doktor-<br />

lar keyiflerini bozmayıp ertesi güne bırakılmıştı otopsisi.<br />

Cuma ve çalışanlar, o sabah oduncunun hemen karşısındaki kan gölünü<br />

görmüş ve bir kişinin vurulduğunu öğrenmiş bir şekilde işe başladılar. Ham-<br />

za’nın nerede olduğunu merak etseler de bu merak geçici oldu.<br />

Ertesi gün gazeteler kimi birinci, kimi ikinci sayfada çeşit çeşit başlıklar al-<br />

tında olayı yayımladılar. Hamza’nın resminin altına yorumlar yazmışlardı.<br />

Hastanede her şeyden habersiz bir bekleyen vardı. Dünkü cesedin otopsisi<br />

için Eylül, doktor Selim’e yardımcı olmakla görevlendirilmişti.<br />

Kader ağır ağır işliyordu. Doktor Selim ter telaş evinden çıkıp hastane yo-<br />

luna düşmüştü, gazetelere bakmaya lüzum görmediği o gün.<br />

Harmın, yani Lokman haberi Hatice’den öğrenmişti. Hacer ve diğer yeni<br />

Müslümanlar gözyaşları içinde Agop’u lanetliyor, hastaneye koşuyorlardı.<br />

Sadece onlar mı? Hamza’nın evlerini boyadığı birçok kişi onun vurulduğunu<br />

gazetelerden öğrenmişti. Haberde vurulan gencin sahibi yok deniliyordu.<br />

Bunun üzerine bir birinden habersiz Okmeydanı SSK hastanesine koşmuş-<br />

lardı.<br />

Gözyaşları içindeydiler. İlk defa Beyoğlu’nda bir sokak vurdum duymaz<br />

değildi, birbirlerine ulaştırmışlardı acı haberi, Kadriye kadının evi ve diğerleri<br />

sokak ilk defa bu kadar boştu, onlarda koşmuştu hastaneye. Cuma’nın hali<br />

berbattı, gözyaşı döküyor, ağlıyor ağlıyordu. Talip Usta kırkını geçmesine<br />

rağmen babasının ölümünde tutmadığı yası şimdi tutuyordu. Aytekin’in ça-<br />

resiz yorgun gözleri hastane bahçesindeki kalabalığa bakıyor, kalabalığın<br />

kime geldiğini bilmiyor:<br />

- Hastaneler hep böyle mi diye kendine soruyordu...<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

249


Az sonra Hamza için gelen insanlar, miting alanlarına gelenler kadar ço-<br />

ğalmıştı. Birçoğu birbirinden habersiz aynı eleme yas tutuyordu. Dilleri Ham-<br />

za’nın kendilerine öğrettiği sözleri dillendiriyor, hadisler söylüyorlardı:<br />

- O verdi bu canı, ancak o alır.<br />

- Dünya güzeli olsan ne çıkar, bir gün kefene girmeyecek misin?<br />

- Ölüm benim için doğuştur, ...<br />

Hastanenin çalışanları şaşkındı, birbirlerine soruyorlardı, gazetecilerin bir-<br />

birlerine sorduğu gibi:<br />

- Yine hangi sanatçı öldü?<br />

- Acaba hangi ünlü hasta?<br />

- Hangi parti başkanı burada?<br />

Hamza ne bir parti başkanı, ne de bir ünlüydü, o Allah’ın rızasını çilekeş<br />

gönüllerde arayan bir delikanlıydı. Oraya gelenlerse, hidayetlerine bilgisi ve<br />

tatlı diliyle vesile olduğu insanlardı. Sırf Allah rızası için menfaatsiz, çıkarsız<br />

bir sevgiyle Hamza’ya koşmuşlardı.<br />

Öte yandan doktor Selim de bu kalabalığı görüp yıllanmış tecrübesinin<br />

verdiği tavırlarla, meraka kapılmadan, beyaz önlüğü giyip, hemşire Eylül’le<br />

morgun yolunu tuttu. Eylül’e hitaben:<br />

- Bu gün yorgunum, şu kalabalık beni daha çok yordu.<br />

Eylül elindeki bir takım evrakları düzene koyup:<br />

- Haklısınız doktor bey, ben de bu gece uyuyamadım.<br />

Az sonra morga girdiler. Doktor Selim:<br />

- Dün gelen ceset hangisi?<br />

Eylül kara gözleri evraktaki numaraya baktı:<br />

- Dokuz/a...<br />

Doktor Selim bir hışımla tabutu anımsatan cesedin üzerinde yattığı raylı<br />

demir sacı çekti, çekmesiyle beraber beyaz önlüğü saca takılıp açılmıştı.<br />

Aman Allah’ım! O ana dek ikisi de böylesi harika bir kokuyla karşılaşma-<br />

mıştı. Bu ne kadar tatlı bir kokuydu, bu koku şehidin bedeninden yayılıyor-<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

250


du. Doktor Selim, mest olmuş, doktor olduğunu, önündeki cesedi unutmuş-<br />

tu bile, Eylül’ün ise güzel gözlerindeki tutkuların ışıltısı değişmiş, hayranla<br />

doktor Selim’e bakıyordu, nerden bulabilirdi böyle bir parfümü. Sordu:<br />

- Doktor bey!<br />

Doktor Selim hala cesedin üzerindeki örtüyü kaldırmış değil:<br />

- Evet.<br />

- Bu parfümü nereden aldınız? Ne kadar güzel bir koku ilk fırsatta almak<br />

istiyorum.<br />

Güzel koku karşısında iki insanda şaşkındı. Yalnız doktorun şaşkınlığı biraz<br />

daha fazlaydı. Eylül’e cevap vermeye lüzum görmeden şehidin yüz kısmını<br />

açtı. Eylül hala doktordan adres istiyordu, zaten o pek bakmazdı cansız be-<br />

denlere. Doktorun hüznünü fark etti. Doktorun göz yaşları akmaya başladı,<br />

hayret Doktor Selim ağlıyordu. Kokunun güzelliği doktorun halini önemset-<br />

medi, o hala:<br />

- İsmini verin şu parfümün, diyordu.<br />

Doktor Selim gözyaşına engel olamıyordu, şehit Hamza’nın nurlu ve gü-<br />

lümseyen yüzündeki kanları damlayan yaşlar bir bir siliyordu. Eylül’ün soru-<br />

suna cevap verdi:<br />

- İslam Mah. Şehit Sok. Cennet taksim HAMZA.<br />

Eylül şaşırdı, ne diyordu ağlayan bu adam! Geç kalmış sorusunu sordu:<br />

- Niçin ağlıyorsunuz, ilk defa sizin bir ölü için ağladığınızı görüyorum: Üç<br />

hafta önce kardeşinizin otopsisine gülerek girmiştiniz, şimdi tanımadığınız bi-<br />

ri için bu kadar göz yaşı fazla değil mi, dedi hala cesedin yüzüne bakmaya<br />

korkan Eylül.<br />

Doktor Selim’in taşlardan daha sert kalbini Hamza’nın bedenindeki koku<br />

yumuşatmış, gözleri ıslanmıştı. Doktor Selim hıçkırarak haykırıyordu:<br />

- Haklıymışsın Hamza! Şehitlerin bedeni cennet kokarmış. Haklıymışsın<br />

Hamza! Şehitler gerçekte ölmezmiş Hamza, Hamza!...<br />

Eylül şaşkın bir şekilde Doktor Selim’i dinlemeye devam ediyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

251


- Bunu bana ispat edersen senden daha iyi Müslüman olacağımı söyle-<br />

miştim, artık ateistlik yok Hamza, diyordu. İşte Kelime-i Şahadet:<br />

- “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve<br />

Rasüluh.” Allah birdir Hamza, ondan başka ilah yoktur Hamza, ve Muham-<br />

med Allah’ın kullu ve elçisidir. Şaşırma söyleyişime, bunları öğrenmiştim<br />

Hamza!...<br />

Her sözün peşinden Hamza ismini söylemesi, Eylül’ü maziye götürmüştü.<br />

Hayal meyal belirdi, kara gözlerinin tam önünde. Bir köyde ismi Hamza olan<br />

hırçın bir delikanlı. Nasılda almıştı elinden rengarenk çiçekleri, bir baş örtüsü<br />

yüzünden kaşlarını çatan o delikanlı. Aaa baş örtüsü de neydi, biraz eski ka-<br />

famı neydi? Oysa ihtiyarlar takmalıydı baş örtüsünü, İslam’ı da dedeler ya-<br />

şamalıydı, şu şöyleymiş bu böyleymiş.<br />

Daha fazla devam edemedi Eylül, çünkü o harika kokunun cazibesi, onu<br />

maziden ayırdı. Doktor Selime bir daha sordu:<br />

- Ne mahallesi demiştiniz?<br />

Doktor Selim işaret parmağını şehit Hamza’ya yöneltip:<br />

- İslam... dedi bir daha hıçkırdı. İşte şu delikanlı veya şehit Hamza.<br />

- Ne yani bu koku cesetten mi geliyor?<br />

- Ölü değil şehitten geliyor bu koku, şu delikanlının yüzüne iyi bak! Bu<br />

ana kadar gördüğüm hiçbir cesede benzemiyor. Yo, hayır cesed değil bu,<br />

birçok canlının yüzünden daha canlı, diyordu. Allah’ının dediği gibi şehitler<br />

ölmez.<br />

Eylül biraz yaklaştı, beyaz tenindeki ışıltılı gözlerinin ucuyla baktı, birisine<br />

benzetti, iki adım daha atı, dikkatini yoğunlaştırdı. Birden bire kiraz rengin-<br />

deki dudakları pembeleşti:<br />

- Hamza!... Hamza!... diyordu.<br />

Donup kalmıştı Eylül, narin elleriyle güllerin kıskanacağı kadar güzel olan<br />

yüzünü kapadı. Hamza’nın bir bakışta aşık olduğu Eylül’ün kara gözleri göz-<br />

yaşına büründü. Hamza’dan seni sevdim hitabını duyamayan kulaklarında şu<br />

mısralar yankılandı:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

252


“Yüz yıllık zevkimi bir anlık acı unutturur.<br />

Zamanı gelince solan çiçekten farkın ne ki?”<br />

Eylül kendinden kopmuştu, koşar adımlarla güneş gibi parlayan siyah<br />

saçları için baş örtüsü aramaya koyuldu. Az sonra Hamza’nın aşık olduğu<br />

şekle bürünmüş bir halde geldi. Bir daha açmayacağım der, gibi bağlamıştı<br />

baş örtüsünü.<br />

Lokman’da Doktorun yanına teşrif etti, o da nasibini almıştı şehidin mu-<br />

azzam kokusundan. Lokman hayret içinde mırıldandı:<br />

- Bu delikanlı büyük insandı, büyüklüğüne delil şu ki ölüsü bile iki insanın<br />

hidayetine vesile olabiliyor. Şu cennet kokusu ise Allah’ın bu gence bir hedi-<br />

yesi.<br />

Doktor:<br />

- Hayır buna değil, bütün şehitlere bu koku hediye...<br />

Şehidi soranlar bir çığ gibi büyüdü. Otopsi bitti. İşlemler tamamlandı.<br />

Hazma Cuma’ya teslim edildi. Cuma memleketine götürecekti, köylü olayı<br />

duymamıştı.<br />

Az sonra cenaze hastaneden alındı. Cuma kalabalığın bir çoğunu tanıyor-<br />

du, anlamıştı Hamza için geldiklerini. Hamza için gelen kalabalık, şehitteki<br />

kokunun tesiriyle kendilerini unutmuş Hamza’nın yüzünü son kez görmek is-<br />

tiyordu. Doktor Selim, Lokman, Eylül ve diğerleri... Şaşkındılar, bir ünlünün<br />

cenazesine bile bu kadar insan gelmemişti, nereden nasıl tanımış, bu derece<br />

sevmişlerdi Hamza’yı.<br />

Yüzünü son bir kez görmek için ısrarları arttı, Cuma’nın müsaadesiyle şe-<br />

hidin nurlu yüzü açıldı; göz yaşı içinde sırayla bakıyor, gülümseyen simasını<br />

görüyor cennet kokusu karşısında imanları güçleniyordu. O canlı simasını<br />

görünce: Yo hayır, Hamza ölmemiş, diyorlardı.<br />

Cuma kalabalığa hitaben yüksek sesle:<br />

- Bu şehidin toprağa verilmesi için on bir saatlik yolu var, bizimle gelmek<br />

isteyen buyursun, deyip polislerin sorularına cevap verdi.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

253


Cuma’nın yüreği öylesine ağırlaştı ki çırpınıyordu. Canından üstün tuttuğu<br />

kardeşinden öte sevdiği arkadaşı Hamza’nın gülen nurlu siması ve şehitliği-<br />

nin alameti olan bedenindeki cennet kokusu ona:<br />

- Emeklerin, gayretlerin boşa değilmiş, dedirtiyordu. Sen, işte sen kazan-<br />

dın, diyordu onca yıl mücadelesini verdin ve şimdi kardeşin Yunus gibi sen-<br />

de kavuştun yüz akı ile Allah’ına.<br />

Okmeydanı SSK hastanesinin önündeki kalabalık onu bırakıp dağılamıyor-<br />

du. Şehitteki o harika koku adeta bağlamıştı onları, nereye giderse gideceğiz<br />

diyorlardı. Kadriye kadın tabutun üzerine çileli ellerini koyup:<br />

- Sen bizi bırakamazsın, diyordu. İmrendim hep annene, evlatlarımın hep<br />

senin gibi olmalarını istedim, diyordu.<br />

Yakınanlar, göz yaşına bürünenler o kadar çoktu ki hastanenin bahçesi<br />

dolup taşmıştı. O öyle yiğitti ki kalabalığı on bir saatlik yola düşürdü, kimileri<br />

taksileriyle, kimileri tuttukları dolmuşlarla, otobüslerle, evi barkı, işi bırakmış<br />

hayat ırmaklarına yön veren bu delikanlının, bu şehidin cansız bedenini top-<br />

rağa vermek için cenaze aracını takibe koyulmuşlardı. Konvoyu görenler<br />

partilerin boy gösterisi sanırdı. Bilmezlerdi o konvoyun yüreklerinde yarım<br />

kalan bir duanın barındığını…<br />

Cuma, Hamza’nın cansız bedenini taşıyan araçtan konvoyu gördü içi acılı:<br />

- İşte gör kardeşim, diyordu. Riyadan, gösterişten tiksinir, korkardın her<br />

şeyin Allah rızası içindi. Şu kalabalığa bak! Yaratıcının sana bir hediyesi, kim<br />

işi bırakıp bir cenaze için on iki saatlik yola düşmüş? İşte senin için geliyor<br />

bu kalabalık, işte sevgi bu. Ah Hamza, dedi. Bunları sen görseydin; yine al-<br />

çak gönüllülüğünü gösterirdin, bunlar benim için değil, Allah için geliyor,<br />

derdin demesiyle gözyaşının bittiğini fark etti.<br />

Sabaha karşı gelebildiler. Cuma zor da olsa Hamza’nın dedesinin evine<br />

telefon edip söylemişti.<br />

- Bir saat sonra cenazeyi köye ulaştırırız deyip fazla teferruata inmemişti.<br />

Nasıl öldüğünü bilmiyordu Osman Ağa:<br />

- Allah’ın emri demişti.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

254


Osman Ağa; imamın ortanca kızı Büşra’nın düğününü yapan köye bildir-<br />

miş ve mezarın kazılmasını istemişti. Fatma kadın ayılıp bayılıyordu, bu onun<br />

için büyük bir acıydı, solmuş dudakları:<br />

- Şimdi Hasan’ım duyunca ne yapacak, diye feryat ediyordu.<br />

Amcaları hüzün içindeydi. Dört bir yana Hamza’nın acı haberi ulaştırılmış-<br />

tı. Hasan Usta bir anlam veremiyordu misafirlerin bu derece çoğalmasına,<br />

hepsinin de üzgün durmasından bir şeyler sezer gibi olsa da bir mana vere-<br />

miyordu. İmamın kızı Büşra’nın düğünü yapılıyordu, köy odası düğün için<br />

açılmıştı, güzel Büşra’yı, üzengi binicisi Sabri’yle evlendiriyorlardı. Zavallı kız<br />

ne kadar yok dese de, çaresizdi.<br />

Köy odasında haberi alan Tabir Ağa köşeye kurulmuş:<br />

- Canım, diyordu o da Allah’ın emri bu da, çalın oynayın.<br />

İmam Şefik ise:<br />

- İşin yoksa şimdi ölü yıka, bilmiyordu Hamza’nın şehit olduğunu.<br />

Dede Osman Ağa, amcası Nazım ve diğerleri köydeydiler. Hasan Usta an-<br />

lamıştı bir şeyler, ama korkuyordu sormaya, korktuğu başına geldi ve an-<br />

latması zor da olsa söylediler:<br />

- Bir saat sonra cenazesi gelir, dediler.<br />

Aman Allah’ım! Hasan Usta, ilk oğlunun cenazesindeki gibi değil; nurlu<br />

yüzü acıdan siyahlaştı kavruluyor, dili tutulmuş hiç bir şey soramıyor.<br />

Nasıl olmuş, neden olmuş, diyemiyordu. Sanki yüreği eziliyordu. Sıra has-<br />

ta annedeydi nasıl alıştırıp söyleyeceklerdi.<br />

Evine gelen misafirleri güler yüzle karşılayan hasta annesindeydi sıra, bir<br />

aydır hastaydı, bir bir anlatıldı, son söz olarak:<br />

- Büyük oğlun Hamza’yı; yıllar evvel ölen oğlun Yunus yanına çağırmış,<br />

oda koşa koşa gitmiş, dendi.<br />

Dendi denmesine ama; annenin hali perişanda, en katı yürek halini görse<br />

dayanamaz, erir giderdi.<br />

Feryada alışkın dilinde:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

255


- Oğul!... oğul oğul!...başka bir şey yok, gül oğul, can oğul Hamza’m!.<br />

Hasan Usta’nın evinin önü civar köyden gelenlerle daha çok kalabalıklaştı,<br />

düğün alayının eğlencesini göz yaşı ve ağıt bastırıyordu, gelin adayı Büşra<br />

bu haberle tamamen bir ruh halini almış, düğününe gelenlere nefret püskü-<br />

rüyordu, son olarak teybi kapıp yere çalması ne kadar ciddi olduğunu göste-<br />

riyordu.<br />

Köylü; cenaze aracını bekliyordu, kazanı kurup altına ateş vermişlerdi,<br />

bilmiyorlardı Hamza‘nın şehit olduğunu, tek başına bir cenaze aracı bekli-<br />

yordu. Az sonra düğün alayı onlarca araçla imamın evinin önünde durdu,<br />

gözlerinde heyelanlar kopan Büşra’yı götüreceklerdi. Cenazenin oluşunu öğ-<br />

renmeleri ile Sabri’nin evi kendinden utanmış, hocaya ve Tahir Ağa’ya kız-<br />

mışlardı.<br />

Köylü cenazeyi bekliyordu, Hamza’nın arkadaşı Asım, karayağız delikanlı<br />

Murat ve diğerleri gözyaşı içinde hazırlamışlardı kabrini.<br />

Asım:<br />

- Bugünleri de mi görecektik, diyordu.<br />

Nasıl ve ne şekilde öldüğü bilinmeyen bir cesedi bekliyordu köylü, az son-<br />

ra haber geldi;<br />

- Cenaze susa ismini verdikleri yol ayrımına gelmiş on dakikalık bir yol<br />

kalmıştı.<br />

Köyde; kadın erkek ne kadar insan varsa, Hasan Usta’nın evinin önünde,<br />

düğün alayı da cenazeyi bekliyor. Tahir Ağa olacakları görmek için gelmiş,<br />

kinli bir bekleyişteydi. Sarhoş Veysel azda olsa kırgın, Yavuz topallıyor, Hik-<br />

met, Cemal, Ziya, Kenan bir arada duruyorlar. Kahveci Kamil de ilginç bir<br />

ağıt tutturmuştu. Büşra’nın yanan yüreği bu haberle köz olmuş, Zekiye ile<br />

ağıt ağıt üstüne…<br />

Eylül’den haberi alan Hüseyin, Hamza’nın ona söylediği sözü söylüyor:<br />

- Veren o, alan o, kaderden sual olunmaz…<br />

Şaşırmıştı, Eylül’ün anlattığına göre, tartıştığı doktorun hidayetine vesile<br />

olmuştu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

256


Az sonra:<br />

- Sala verilsin, dendi.<br />

Bu isteği Asım yerine getirdi:<br />

- İmam Şefik’in sala vermesini istemezdi, dedi.<br />

Ve ağlayan bir sesle sala verdi, yanık sesi; Allah için mücadele edilmiş<br />

onca yılı anlatıyordu.<br />

Biraz sonra İstanbul’dan cenazeyle gelen araçlarla, cenaze arabası şirin<br />

Hacıpaşa Köyü’ne girdi. Konvoy halindeki araçlar, Hasan Usta’nın evinin<br />

önünü doldurmuş, köye sığmamıştı. Cenaze aracını gören kalabalık gür bir<br />

ağıda başladı. Tüm köylü şaşkındı, bu kadar kalabalık bir grubun İstan-<br />

bul’dan gelişine.<br />

- Ne çok seveni varmış, diyorlardı.<br />

Tahir Ağa gibi pek az kişi kıskançlıktan kendini yiyordu. Hamza’nın cena-<br />

zesi bile Tahir Ağa’ya ağır geliyordu, gösteriş olsun düşüncesi ile cenaze<br />

arabasının yanına kadar geldi, bu riya İmam Şefik’te de vardı.<br />

Hacıpaşa Köyü tarihi boyunca hiçbir düğünde veya ölümde böylesine ka-<br />

labalık görmemişti. Mevla adeta:<br />

- Kulum diyordu, sen bana olan sevginde, ibadetinde gösteriş yapmadın,<br />

bende ölümünden sonra unutulmayacak ibretler veriyorum.<br />

Cuma, yorgun tavırlarla cenaze aracından, Yasin’le beraber indi. İkisinin<br />

de ağlamaktan gözlerine kan oturmuş, gözyaşları kalmamıştı.<br />

İmam Şefik Cuma’ya hitaben:<br />

- Su hazır, çabuk olalım, cenaze bekletilmez, dedi.<br />

- Hayır hoca, Hamza şehit oldu.<br />

Tahir Ağa için için güldü.<br />

Tabut çıkartılırken iğrenç bir şekilde kokacak ve kötü anılacak diye düşü-<br />

nen İmam Şefik:<br />

- Emin misiniz şehit olduğundan?<br />

Tahir Ağa:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

257


- Kim bilir belki de uçkurunun peşinde vuruldu.<br />

Ağlamaktan gözlerine kan oturan Yasin, Tahir Ağa’nın uzun suratına tü-<br />

kürüp, kalabalığın gözleri önünde sertçe bir yumruk attı.<br />

- Kendin mi sanırsın herkesi, dedi.<br />

Topluluk olanları seyrediyordu, bu ara doktor Selim’de geldi Lokman’la<br />

beraber, İmam Şefik iki kravatlı adam görünce birde onlara sormak istedi:<br />

- Şehitliği kolay sanmayın, nasıl vuruldu? Hırsızlık yaparken vurulmuş ol-<br />

masın, dedi<br />

Bu sefer Cuma atıldı, kanların kızarttığı gözleri, imamı parçalarcasına ba-<br />

kıyordu, birbirinin peşi sıra İmam Şefik’e iki yumruk attı, yakasından tutup,<br />

kalabalığın gözleri önünde:<br />

- Sana da, senin gibi hocaya da… Allah’ından bul, dedi ve bıraktı.<br />

Aracın arka kısmına gelip, Hamza’nın kefene sarılmış naşını almak için<br />

kapıları açtılar, ara ara hissedilen şehidin misk amber kokusu öyle arttı ki bi-<br />

raz sonra köyü tamamen kaplamıştı.<br />

Aman Allah’ım! Ne kadar güzel, ne kadar harika idi, köylü tuhaf bir hoş-<br />

nutluğa kapılmış titriyordu. Dört elden tutulan tabut, omuzlara alınmıştı ki;<br />

ikinci oğlunu kaybeden zavallı annenin içler açısı çığlığı duyuldu, o güzel<br />

cennet kokusu, bir annenin yüreğini etkileyememişti.<br />

- Durun! Son bir kez defa bakayım oğlumun gül yüzüne!<br />

Dedesi Osman Ağa’nın yüreği şehidin cennet kokusu karşısında eriyip<br />

gitmişti. O da çocuklar gibi ağıta koyulmuş, diğerleri gibi, son bir defa göre-<br />

yim diye Hamza’nın cennet kokusu saçan şehit bedenine koşuyordu. Çilekeş<br />

anne nasırlı elleri ile Hamza’nın yüzünü okşuyor, şehidin simasını gören köy-<br />

lü hayretler içerisinde:<br />

- Gülümsüyor, sanki canlı, ölmemiş, diyordu.<br />

Yüreği taşlanmış İmam Şefîk’e de hidayet yolunu açmıştı cennet kokan<br />

şehidin bedeni, görmek istedi. Tahir Ağa ve diğerleri gibi, kokladıkları şehi-<br />

din cennet kokusu karşısında ne kalplerinde kin, ne de haset kalmıştı. Vey-<br />

sel Ağa bir köpek gibi pişman olmuştu yaptıklarına. Tahir Ağa’da öyleydi,<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

258


içinde Hamza’ya ait olan sırları da bir bir söylemek istemişti. Sarhoş Veysel,<br />

Hamza’nın nurlu yüzünü görüp:<br />

- Senin sayende aslanım, sarhoşluktan kurtuldum. Senin gibi birini düş-<br />

man kabul ettiğim için utanıyorum kendimden.<br />

Biraz sonra tekbirlerle aşağı kuyudaki musalla taşına geldiler. Siyah atıyla<br />

Hamza bir zamanlar mesken tutmuştu oraları, çok konuşmuştu musalla taşı<br />

ile, ona gününü bilmediğini söyleyip randevuda vermişti. İşte verdiği buluş-<br />

ma günüydü bugün.<br />

Cenazenin peşini köylü bırakmıyordu, köyün dışında bulunan kabristanın<br />

yolu yürüyüş yapılırcasına kalabalıktı. Önde Hamza’nın cansız bedeni ile er-<br />

kekler ve onları uzaktan takip eden gözü yaşlı kadınlar.<br />

Köy bomboştu, şehidin kokusunun cazibesi köyü bomboş bırakmıştı.<br />

Hasan Usta’nın yaslı kalbini ferahlatmıştı, bir şehidin babası olma duygu-<br />

su, yine de gözyaşlarını tutamıyordu, abdestler gözyaşı ile yoğruluyordu, di-<br />

rençli biri lazımdı.<br />

Aranan imam kendisi çıktı, bu Cuma idi. Ağlamaktan gözlerinde bir damla<br />

gözyaşı kalmamıştı. Canından çok sevdiği arkadaşının cenaze namazı için<br />

tekbiri aldırdı, ne kadar ağır ve acıydı, bir an için yeniden ağlayacağını zan-<br />

netti ama gözyaşı kalmamıştı.<br />

Nihayet kabristana tekbirlerle gidiliyordu. Bu sefer tabutun bir köşesinden<br />

Cemil Ağa tutmuştu:<br />

- Hey gidi hey, Hamza hey, diyor sen benimkini taşıyacakken ben senin-<br />

kini taşıyorum…<br />

seydi :<br />

Ve gözyaşı. Aman Allah’ım! Bu kadar çok gözyaşı olmazdı Hamza gör-<br />

- Bunlar benim için değil günahları için ağlıyor, derdi diye düşünen Asım,<br />

Hamza’ya imrenip:<br />

- Ne mutlu sana ki şehitsin, diyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

259


Az sonra bir ucu hala köyde olan kalabalık kabristanı tamamen sarmış;<br />

bütün yollar insanla dolmuş, taşmış, bu manzarayı görenlere, ünlü birisi ve-<br />

ya parti başkanı dedirtecek seyri almıştı.<br />

Vermek istemiyorlardı Hamza’yı kara toprağa, şehidin kokusunu toprağa<br />

gömmekten korkuyorlardı.<br />

Zavallı annenin yüreği paramparça, aman Allah’ım! Ne büyük bir ızdırap<br />

ve elem içinde, ana yüreği dememişler boşuna, söyleniyor çığlık çığlığa:<br />

- Bu dünya onların, ahiret bizim olsun ana diyordun. İşte şimdi şehit ana-<br />

sıyım oğul! Ahiret bizim oldu da ne oldu? Ananı bu hallere koyar mıydın<br />

oğul, of ki ne of!...<br />

Annenin yakarışı büyük, nerdeyse isyana düşecek, Hamza’nın naşını ver-<br />

mek üzereler, dedesi Osman Ağa ilk defa bakışları ile yalvarıyor:<br />

- Affet beni Hamza, diye:<br />

Kahveci Kamil atıldı:<br />

- Durun, dedi. Gözleri ıslak ve sesi titreyerek; benim ona bir gömlek bor-<br />

cum var!<br />

Üzerinden rengi soluk gömleğini çıkarıp kefenin yanı başına koydu.<br />

Anlaşılan Tahir Ağa da bir şeyler söyleyecekti, vicdan azabı çekiyordu, ka-<br />

labalığa karşı yüksek sesle vicdanını rahatlatmak için:<br />

- Ey köylüm ve misafirler!<br />

Ağlıyordu devam etti:<br />

- Ben öyle vicdansız mışım ki; şu toprağa verdiğiniz delikanlıya etmediği-<br />

mi bırakmadım, bana ne yapsanız yeridir. Yıllardır çalışıp çabalayıp, uğraştı-<br />

ğı; okuldan gelen sınavın sonucu elime geçti, hasta oluşundan istifade ede-<br />

rek yaktım, kazandığı yer bilgisayar mühendisliği idi. Besmelesiz oğlumla bir<br />

olup iftira attım. Şimdi onun cansız bedenine yakarıyorum, af eylesin, dedi.<br />

Dedesi Osman Ağa Tahir Ağa’ya nefretle bakmaya başladı.<br />

Kahveci Kamil, Tahir Ağa’ya vurmamak için kendini zor tutuyordu kinle<br />

bakıp:<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

260


- Kuşkuya kapılma! O şu an yaşıyor olsaydı seni affederdi, çünkü senin<br />

kadar küçük değil.<br />

Kalabalık öylece dikilmiş, hüzün ve sessizlik içinde naşın kapatılmasını<br />

bekliyor, kimsenin eli varmıyordu Hamza’nın kabrini kapatmaya.<br />

Hüseyin atıldı:<br />

- O verdi, o alır. Her can ölümü tadacaktır, dedi.<br />

Ağır ağır Yunus’un kabrinin yanındaki boşluğa yapılan Hamza’nın mezarı<br />

doldurulmaya başlandığında Tahir Ağa mırıldanıyordu:<br />

- Faizin en küçüğü, insanın kendi annesiyle zina etmesi kadar günahtır.<br />

Sana yemin ediyorum Hamza bir daha faiz yemeyeceğim.<br />

Biraz sonra Hamza’nın şehit bedeni, insanlara hidayet veren muhteşem<br />

cennet kokusu ile beraber toprağa verilmişti.<br />

Karayağız delikanlı Murat’ın gözlerinde hüzün şahlanmış, mırıldanıyordu:<br />

- İşte son osmanlı, şanlı bir insan! Gurur duyulacak büyük bir arkadaş,<br />

yalan dünyada bitti.<br />

Zavallı annenin son büyük çığlığı ve işareti kalabalığın dikkatini çekti:<br />

- İşte, diyordu.<br />

Eliyle semayı gösterip.<br />

-Gök yarıldı, çilekeş gözlerine bir şeyler gözüküyor, devam ediyor:<br />

- Bakın işte oğlum! Hamza’mın siyah atına kanat takmışlar. Üzerinde de<br />

küçük oğlum, ölen Yunus’um var! Bakın buraya geliyor, bana gülümsüyor,<br />

siyah atları ne kadar gençleşmiş, işte geldi, bana selam veriyor, abisini so-<br />

ruyor. İşte şimdi Hamza’m kabrinden çıktı, üstünü kapatmadınız mı? O da<br />

bindi Yunus’um ile gelen siyah atlarına, bana öpücük atıyorlar, göğe doğru<br />

uçuyorlar işte! İşte! Beni sıratta bekliyorlarmış…<br />

Gür bir at kişnemesi duyuldu. Yürekler bir daha titredi. Kalabalık ne kadar<br />

baksa da hiçbir şey göremiyordu, anne için:<br />

- Delirdi zavallı kadın, hükmünü koydular, ama kulaklarının zarını adeta<br />

yırtacak kadar gür olan bu at kişnemesi, sanki anneyi doğruluyordu.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

261


Hamza, Allah için harcadığı gençliğinin mükafatını şehitlikle almıştı. Ham-<br />

za için bir dua idi mücadele. Ömrünü Allah için harcamıştı, Rasülullah’ın ha-<br />

yatını, sahabeleri, Abdulkadir Geylani’leri, dedelerinin mum ışığında yazdığı<br />

eserleri, dikkatle, bir bir okuyup hafızasına kazıdığı için, bugün hafızalara<br />

kazınmıştı, her gittiği yere İslam için yeşerecek bir tohum bırakmasını bil-<br />

mişti.<br />

Kendisinin kutsal duası, ölümü ile beraber yarım kalmıştı ama elbette ar-<br />

kasında duasını tamamlayacak birilerini bırakmıştı. Yarım kalan duayı elbette<br />

birileri tamamlayacaktı. Bu dinin Hamza’ları bitmezdi, özenle yetiştirmişti kü-<br />

çük kardeşi Yunus Emre’yi, o da bir Hamza olacaktı.<br />

- Bilgili ve ahlaklı olup beni geçeceksin tamam mı koçum, demişti.<br />

Daha niceleri vardı, arkasında bu yarım kalan duayı tamamlayacak!.<br />

Hamzalar; kendi gibi birilerini, arkalarında bırakmadan Azrail’e can vermez-<br />

di. Elbette bu dua tamamlanacaktı. Nice Lokman’lar, Cuma’lar, Kemal’ler,<br />

Selim’ler vardı. Hamza’nın yarım kalan duasını tamamlamak için, biter miydi<br />

Kadriye’ler, Esralar ve Eylül’ler. Bunlarda yarım kalan duayı tamamlayamaz-<br />

sa, elbette bir yürek çıkacaktı, elbette bu satırları okuyan bir dudak kararlı<br />

ve içli mırıldanacaktı.<br />

Diyecekti ki:<br />

- Öyle dürüst ve mert olacağım ki, dürüstlük ve mertlik bana hayran ola-<br />

cak. İslam’ı öğrenip yaşayıp bunun mücadelesini verip bu duayı tamamlaya-<br />

cağım.<br />

A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />

262

Hooray! Your file is uploaded and ready to be published.

Saved successfully!

Ooh no, something went wrong!