Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Y A R I M K A L A N D U A<br />
<strong>Adem</strong> KORKMAZ<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
1
ROMAN<br />
Meneviş Yayınları : 33<br />
Roman Dizisi : 3<br />
Dizgi : <strong>Adem</strong> KORKMAZ<br />
Mizanpaj : Cinas<br />
Kapak Tasarım : Cinas<br />
Baskı : Kalkan Matbaası<br />
1. Baskı : Nisan 2006<br />
ISBN : 975-6004-<br />
FCR Yayın Reklam Bilgisayar San. Ve Tic. Ltd. Şti.<br />
Rüzgarlı Cad. Rüzgarlı İşhanı No: 2/5 Ulus / ANKARA<br />
Tel : 0312.310 08 60 pbx . Fax :0312.311 47 89<br />
www.fcr.com.tr/menevis menevis@fcr.com.tr<br />
yarimkalandua@hotmail.com<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
2
Y A R I M K A L A N D U A<br />
<strong>Adem</strong> KORKMAZ<br />
www.ademkorkmaz.com<br />
www.hicrandergisi.com<br />
MENEVİŞ<br />
ANKARA 2006<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
3
Yirminci yüzyılın son çeyreğine doğru, Kayseri iline bağlı Hacıpaşa Kö-<br />
yü’nde yıllar su gibi akmakta ve insanlar koşuşturmakta idiler. Tatlı bir ağus-<br />
tos akşamı tarla böceklerinin yankılı sesi, o geceyi daha da güzelleştiriyordu.<br />
Ay ve yıldızlar sanki hepsi Cuma dedenin torunlarının beklediğini bekliyorlar-<br />
dı.<br />
Nurcan gelinin sancıları başlamış bebeğin günü gelmişti. Komşuları Zey-<br />
nep kadın baş ucunda:<br />
- Korkma kızım, korkma! diyerek onu teskin ediyor ve elinden geleni ya-<br />
pıyordu.<br />
Az sonra küçük odayı, yalan dünyaya merhaba diyen çocuğun çığlığı dol-<br />
durdu. Kaynanası, küçük odanın kapısını aralayıp bekleyen olan çocuklarına<br />
ve komşularına seslendi:<br />
- Müjde! Çocuk sağlam ve erkek!<br />
- Gelin nasıl?<br />
- Allah’a çok şükür, sapasağlam.<br />
Yüzleri tebessüm kapladı. Çizgili çehresindeki tebessümü aniden hüzne<br />
dönüşen Fatma kadın:<br />
- Hasan’ım ne kadar sevinecek, dedi.<br />
Misafir olanı:<br />
- Sevinmez olur mu?<br />
Hasan’ın askerde olduğunu hatırlayıp sordu:<br />
- Kaç ayı var Hasan’ın?<br />
Fatma kadın cevap verdi:<br />
- Beş ayı var yavrumun.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
4
Çocuğa Bedir gazisi, Uhud şehidi, Allah’ın aslanı Hz. Hamza’nın ismini<br />
vermişlerdi. Yıllar sonra sülalenin ilk bebeğiydi. Cuma dedenin torununun<br />
oğluydu. Torbalanmış gözleriyle, çilekeş kadın Fındık nine, küçük Hamza’yı<br />
süzüyor, okşuyor kucağından düşürmüyordu. Gözleri, kulağı, elleri, her şeyi<br />
minnacıktı. Seviyor, kokluyor yine de doyamıyordu Hamza’ya.<br />
Hasan baba olduğunu bir ay sonra öğrenmişti.<br />
Mektupta:<br />
- Oğlun oldu. Haydi gözün aydın! İsmini Hamza koyduk, yazmışlardı.<br />
Bu satırlar, Hasan’ı öylesine sevindirdi ki bir daha böyle mutlu olamaya-<br />
cağını düşündü. Arkadaşları onu hiç bu kadar mutlu görmemişlerdi. Dört<br />
gözle askerliğin bitmesini bekliyordu şimdi.<br />
Bitmeyecek sandığı zaman hızlı akmış ve Hamza’dan sonra, bir oğulları<br />
daha olmuştu. Yunus! Gülüşleri bir, hıçkırıkları bir olurdu. Biri ne yaparsa di-<br />
ğeri de onu yapardı, birbirlerini masallara konu olacak kadar çok severlerdi.<br />
Onlarınki kardeşlikten öte bir şeydi.<br />
Yunus sorar, Hamza cevap verirdi; onun bilemediğini annelerine veya<br />
dedelerine sorar öğrenirlerdi.<br />
Yunus:<br />
- Anne! Cennet nasıl?<br />
- Çok güzel oğlum.<br />
- Orda muz desem hemen elime gelir mi?<br />
- Her ne istersen...<br />
- Kiraz, şeftali, üzüm … her ne istersem verirler mi?<br />
- Verirler oğlum.<br />
- Ben cennete gider miyim?<br />
- İnşallah gidersin oğlum!<br />
- Nasıl gidilir cennete anne?<br />
Anneyi şaşırtmıştı sorular, afalladı. Yunus’u başından savmak için:<br />
- Hadi abin ile oyna, şimdi işim var.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
5
Çocuklar, yokluk içinde büyümüşler, muzun, şeftalinin ismini bildikleri da-<br />
ha birçok meyvenin, tadını bilmiyorlardı. Araçlara benzeyen birtakım taşlarla<br />
oynuyorlardı. Yalanı bilmeyen ağızlarıyla araçların seslerini çıkartıyorlardı.<br />
Hamza yedi, Yunus ise altı yaşına girmişti.<br />
Dedeleri duvarcı “Cuma Usta” güreşe meraklıydı. Sokakta gördüğü çocuk-<br />
lara güreş yaptırırdı. Çocukların güreşmesi ona büyük bir haz verirdi. Bu<br />
yüzden Hamza ile Yunus’u günde üç kere güreştirir, vakit geçirirdi.<br />
alırdı.<br />
- Hadi Yunus! Hadi oğlum!<br />
- Bacağını tut, bacağını!<br />
Koca adam, kalkar, çevrelerinde dolanır, alkışlar, bundan büyük bir haz<br />
- Aman Baba, çocuklar sobaya değecek, canları yanacak, dedi Cuma us-<br />
tanın gelinlerinden, Hamza ile Yunus’un babaannesi, Fatma kadın.<br />
Kalabalık bir aile idiler. Derler ya "Allah bir buğday tohumuna harman<br />
gizlermiş," Cuma ustanın ki de o hesap. Babası yemen harbine gidip dön-<br />
meyenlerden. O giderken hanımı; beş aylık hamile. Daha doğmadan öksüz<br />
kalan Cuma usta, bir şehit oğlu. Yaşı yetmiş fakat dinç mi dinç gençlere taş<br />
çıkartan bir ihtiyar. Mevla, dört erkek, iki kız evlat vermiş. Bunlar da çoktan<br />
çoluğa çocuğa karışmış. Kaderin cilvesi olsa gerek, çocukları dağılmış. Ya-<br />
nında Almanya’ya giden oğlu Osman’ın çocukları kalmıştı. Bunlar da ekiyor-<br />
lar, biçiyorlar, hayatla mücadelelerini sürdürüyorlardı.<br />
Hamza ile Yunus’un babası Hasan, zeki, çevik ve oldukça çalışkandı. Çok<br />
istemişti ilkokuldan sonra okul hayatına devam etmeyi, ne fayda ki kader<br />
ona her zaman en çetin ağlarını örecekti. İyi iş görüyor, ineklere iyi bakıyor<br />
diye okutmadıkları gibi bir de ilkokul diplomasını bir yolunu bulur okur diye<br />
saklamışlardı. Ama ondaki öğrenme sevdası sönmemiş ve eline geçen üç<br />
beş kuruşla kitap alıp odanın birini kütüphaneye çevirmişti. O da dedesinin<br />
usta lakabını alıp gurbet elleri mesken eylemişti.<br />
- Cuma emmi, sana benim tayı versem olmaz mı?<br />
Kel kafasını kaşıdı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
6
- Ben ne yapayım tayı?<br />
- Senin vesaitin var, pazara giderken götürür satarsın, ödeşiriz. Üstelik<br />
alacağından da çok eder.<br />
Cuma Usta, Galip Ağa’dan alacağını istemek için bin bir yola başvurmuş,<br />
ezile büzüle konuşabilmişti. Kepçeyi andıran kulaklarını yokladı:<br />
- Bilmem ki?<br />
Galip Ağa:<br />
- Şu an sıkışığım, sana borcumu ödeyemem, iki gün sonraki pazarda sa-<br />
tarsın. Çok asil bir atın tayını, kim olsa alır.<br />
Cuma Usta’nın paraya ihtiyacı vardı, bu arada Galip Ağa tayı ahırdan çı-<br />
karttı. Cuma Usta, iri gözleriyle doru atın tayına baktı. İstemeye istemeye:<br />
- Peki, Galip Ağa, dedi.<br />
Siyah tay, ele avuca sığmıyordu, çevikti. Cuma Usta zor getirdi, evin<br />
önüne. Yunus’un sevinci görülmeğe değerdi, tatlı sesiyle:<br />
- Dede bize mi aldın onu?<br />
Dede geçiştirmek için:<br />
- He yavrum.<br />
- Abi! Abi!<br />
Yunus'un sesini duyduğu zaman tatlı uykusunu bölen Hazma, durur mu?<br />
Elindeki kaşığı bırakıp:<br />
- Yunus çağırıyor, ben gidiyorum anne! dedi ve kalktı.<br />
- Yemeğini ye oğlum.<br />
Hamza, merdivenleri inmişti bile. Öylece kaldı. Şaşkın bir sesle:<br />
- Rüyamda gördüğüm siyah tay bu!<br />
Gece kadar siyah olan tayın yelesini okşuyorlar, uzun yanaklarına, öpü-<br />
cük konduruyorlardı. Dedelerine olan sevgileri bir kat daha artmıştı. Niyetini<br />
bilmedikleri dedeleri acıyarak baktı onlara:<br />
- Çekilin oradan da, ahıra bağlayalım çocuklar.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
7
- Biz bağlarız dede.<br />
- Kuzu mu bağlıyorsunuz keratalar?<br />
Tay bağlandı, Cuma Usta’nın hesabına göre ertesi gün pazara gidecekti.<br />
Kaderin hesabı ise o tayı ölümüne dek o ahırda konaklatmaktı, nereden bi-<br />
lebilirdi ki, ha bugün ha yarın derken hep orda kalacağını...<br />
- Abi ismini ne koyalım tayımızın?<br />
- Annem diyor ki dedeniz yarın pazarda satacak!<br />
- Dedem bana size aldım, dedi.<br />
- Seni kandırmış.<br />
- Ne yapacağız?<br />
Hamza hep verdiği cevabı verdi:<br />
- Bilmem.<br />
- Allah çocukların duasını kabul edermiş.<br />
- Kim dedi?<br />
Yunus, iri gözlerini biraz daha açıp;<br />
- Sen duymadın mı? Seninle okula geldiğimde öğretmen beni sevdi, dua<br />
etmemi istedi ve "Allah çocukların duasını kabul eder" dedi ya!<br />
- ............. ......... ..........<br />
- Duayı nasıl edeceğiz?<br />
- Namaz kılıp edelim.<br />
Onlar dua ederse, yaratıcı kabul etmez mi? Saf, günahsız, menfaat nedir,<br />
yalan nedir bilmeyen iki güzel çocuğun duası kabul olmaz mı? Onlar, melek-<br />
lere eşdeğer değiller mi? Yürekleri sevgiyle, Allah korkusuyla dolu olan cen-<br />
netle müjdelenen çocukların duaları kabul olmaz mı?... “Tüm çocuklar cen-<br />
net meyvesidir. Eğer ölürse cennetliktir.” Cennetlik dua eder de kabul olmaz<br />
mı?<br />
Yunus ile Hamza’nın kardeşlik sevgisi inanılmayacak kadar çoğaldı. Gö-<br />
renler hayretlerini nasıl ifade edeceklerini bilemiyorlardı. Çoğu zaman Ham-<br />
za ile Yunus’u çocuklarına örnek gösteriyorlardı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
8
- Bakın Hamza’yla Yunus’a, nasıl seviyorlar birbirlerini.<br />
- Siz birbirinizi yiyorsunuz, ya şunlar...<br />
- Sanki büyüyüp küçülmüşler...<br />
-Hayret nasıl anlaşıyorlar, gibi cümleleri peş peşe sıralıyorlardı.<br />
Bahar yeni yeni giriyordu. Hamza oynadığı çocuklarla tartışıp kavgaya tu-<br />
tuştu. Geniş olmayan yolun ortasında Yunus belirdi.<br />
Koşar adımlarla gelip:<br />
- Bırakın abimi, dedi, dinleyen yok.<br />
İri elleriyle, sağa sola çocukları itekleyip abisinin siyah gözlerine baktı. O<br />
tatlı sesiyle:<br />
- Abi ne oldu? diye sordu.<br />
Hamza’nın kara gözlerine yaş dolmuş, zayıf olan çocuğu gösteriyordu.<br />
Ağlamaklı bir sesle:<br />
- Taş vurdu, dedi.<br />
İki kardeş bir oldu, çocukları önlerine katıp, kovaladılar. O gece şikayete<br />
gelen gelene.<br />
Günler birbirini böyle kovalıyor, merak dolu gözlerini yeni hayaller sarı-<br />
yordu. Becerememişlerdi siyah taya binmeyi. Ramazan ayı gelmişti. Oruç<br />
için gece yarısı kalkılacaktı. Nurcan gelin kalkmış, yemeği hazırlamış, Hamza<br />
ile Yunus’u uyandıramıyordu. Sevimli yüzlerine bakıp bir an vazgeçmişti.<br />
Nasırlı elleriyle Yunus’un küçük omuzuna dokundu, kısık bir sesle:<br />
- Yunus, Yunuus oğlum kalk hadi !<br />
Yunus elleriyle gözlerini ufaladı, Hamza'ya baktı. Uykunun hakim olduğu<br />
bir sesle:<br />
- Ne var anne! dedi.<br />
- Sen oruç tutmayacak mısın?<br />
- .......... ............. ............<br />
- Allah oruç tutanları sever.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
9
siyle:<br />
için.<br />
Yunus yorganı, yatağı bıraktı, koşar adımlarla yürümeye başladı, tatlı se-<br />
- Hani anne nerede?<br />
- Ne nerede oğlum!<br />
- Oruç, anne oruç!<br />
- Ne orucu oğlum!<br />
- Tut dediğin oruç anne...<br />
Annenin yüzüne tebessüm yayılırken Yunus hâla orucu arıyordu, tutmak<br />
Aylar birbirini insafsızca kovalıyordu. Hamza ilkokul ikiyi, Yunus ise biri bi-<br />
tirmiş, siyah tay at olmuştu. Köyün doğu eteklerinde, çorak suyu olan bir<br />
çeşmeni, birkaç ağaç ve birkaç tatlı su kuyusunun bulunduğu hayvanların<br />
otladığı, “aşşa kuyu” isimli merada, onların siyah atı da otluyordu. Ham-<br />
za’yla Yunus ata isim koymaya çalışıyorlardı. İsmi bir kaya oluyor, bir rüzgar<br />
oluyor, fakat cayıyorlardı.<br />
Yunus:<br />
- Ata benim adımı verelim mi abi?<br />
Hazma:<br />
- Sen at mısın?<br />
- Yok, ben Yunus’um.<br />
- Ben ikinizi birden mi çağıracağım?<br />
- Doğrusun.<br />
- Ama yine de veririz.<br />
Yunus’un gözlerindeki ışıltı adeta güneşe meydan okuyordu. Sordu:<br />
- Sahi mi?<br />
- Sahi ya!<br />
O anda at kişnedi. Yunus:<br />
- Binelim mi, dedi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
10
Hamza:<br />
- Biz bunun bacağı kadarız, nasıl bineceğiz?<br />
Yunus işaret parmağıyla, az ilerdeki büyük kayayı gösterdi:<br />
- Bak orada kaya var, yanına götürür bineriz.<br />
Ceplerindeki toz şekerden ata verdiler. Zikke dedikleri demiri söküp, atı<br />
kayanın yanına getirerek yeniden zikkeyi toprağa gömdüler.<br />
du.<br />
Küçücük elleri atın siyah parlak derisinde kayıyor, bir türlü tutunamıyor-<br />
- Hadi... oğlum.<br />
- Deh.<br />
- Biraz daha yaklaştır, Yunus<br />
Nihayet binmişlerdi genç ata, bir yandan da şeker vermeyi unutmuyor-<br />
lardı, uzaklardan bakılınca küçük bedenleri nerdeyse gözükmüyordu. O gece<br />
rüyalarında attan inmeden sabaha kadar gezdiler.<br />
Haziran ayı gelmiş, dört bir yanı yeşillik kaplamıştı. Doğa, bütün güzelliği-<br />
ni sergiliyor, bülbüller güllerine daha istekli ötüyor, gök bütün maviliğini<br />
sergiliyor, güneş ihtişamını daha da arttırıyordu. Şirin Hacı Paşa köyünde,<br />
papatyaların beyaz yaprakları yeşilliğe ayrı bir renk verip her karışta bir göz-<br />
lere aksediyor, adeta cenneti anımsatıyordu. Meyve ağaçları çiçeklerini çek-<br />
miş, insanoğlunun dimağına tat ayarlıyorlar, kayısı, armut, elma … ağaçları<br />
hepsi çiçek yerine çağlalarıyla meşguldü...<br />
Yunus ise yine soru soruyor, cevap alıyor, cevap aldıkça da öğrenme is-<br />
teği çoğalıyordu:<br />
- Ben ölsem! Cennete mi giderim?<br />
- Çocukken ölürsen gidersin oğlum.<br />
- Kocaman adam olunca, ölürsem gidemem mi?<br />
- .............................<br />
Ve bir dua başladı Yunus’un dilinde, her duanın sonunda:<br />
- Ah... keşke ölsem... diyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
11
O gün evlerinde, temizlik yapılıyor, içeride ne varsa güneş görmesi için<br />
dışarı çıkartılıyor, evin önünde balkonu anımsatan sağanlık dedikleri yere<br />
konuluyordu. Avludaki palamut ağacının altında, merinos koyununun başını<br />
tutuyorlar, Fındık nine pürüzlü elleriyle, koyunun yumuşak memelerinden<br />
süt sağıyor, aynı zamanda da boğuk sesiyle:<br />
- Sıkı tutun! Çocuklar, bu çer hepsinden aksi.<br />
Yunus yine soruyor:<br />
- Bugün göçecek miyiz nine?<br />
- Sıkı tut şu yezidin kafasını!.<br />
- Göçünce bir daha gelmek mi?<br />
Fındık nine sağdığı koyunun, çocuklara haber vermeden kuyruğunu itek-<br />
leyip vurdu. Koyun kafasını Hamza’nın bacaklarının arasından kurtaramayın-<br />
ca, onu da beraberinde götürdü, giderken de Yunusu yıktı.<br />
- He gelmeyeceksiniz, dedi Fındık nine.<br />
Hamza ile Yunus beraberlerinde atları, koyunları sürüye yetiştirmeye çalı-<br />
şıyorlardı. Hamza, Yunus’un uzun uzun birşeye baktığını gördü. Yanına yak-<br />
laştı. Yağmur suları, kayanın oyuğunda birikmiş, bu birikintiye bir kelebek<br />
düşmüş çırpınıyor, Yunus da bunu izliyordu.<br />
Sordu:<br />
- Yunus neden kelebeği sudan çıkartmıyorsun?<br />
Yunus:<br />
- Abi bu kelebek daha küçücük, ölsün de cennete gitsin.<br />
Hamza koyunları aşıp, kardeşinin yanına gelemiyor, endişeli bir sesle:<br />
- Kelebekler cennete gitmezmiş Yunus!<br />
Yunus’un iri gözleri fal taşı gibi açıldı:<br />
- Gitmez miymiş, dedi.<br />
- He ya!...<br />
Yunus:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
12
- O zaman kurtarayım, diyerek kelebeği çıkarttı. Boğulmak üzere olan ke-<br />
lebek kurtulmuştu. Bu ara abisi de gelmişti yanına. Siyah atlarıysa gür çi-<br />
menlerin arasında başını kaldırmadan otluyordu.<br />
Hamza çok sevdiği Yunus’un omuzuna elini koyup, sevinçli bir sesle:<br />
- Çok sevap aldın Yunus, dedi.<br />
Yunus gülümsemeyle karışık:<br />
- Çok mu abi?<br />
- He ya çoook.<br />
Az sonra koyunları çobana emanet etmişlerdi. Koyun ve sığır yolağının<br />
yanından geçtiği, köyün dışında, kötü göl dedikleri, içi mil dolu, çocukların<br />
sularıyla oynadığı küçük göle gelmişlerdi. Yunus göle bakıp:<br />
- Abi biz de yüzelim mi?<br />
-Ya at ne olacak?<br />
- Onun zikkesini şuraya gömeriz.<br />
Siyah at şaha kalkmış, huysuzlaşmış sanki bir şeyler olacakmış gibi kişni-<br />
yordu, ilk defa yapıyordu bunu.<br />
İkindinin hararetli sıcağının farkında değildi dokuz çocuk, ilerde hepsi tığ<br />
gibi delikanlı olacaktı yalnız biri hariç. Girip çıkıyorlardı böcek dolu, rengi<br />
yeşillenmiş, küçük gölün kenar kısımlarına. Ellerinde plastik top, birbirlerine<br />
atıyor, gülücüklerine gülücük katıyorlardı. Ne kadar neşeli idiler. Dünya göç-<br />
se umurlarında mı? Çocuk olmak ne kadar güzel ne kadar tatlı idi. Dert yok,<br />
tasa yok. Hele hüzün barınır mıydı, onların su kadar saf yüreklerinde.<br />
Hayatın cilvesini bilmeyen gözleri gölün ortalarına doğru yöneldi. Su, al-<br />
mış götürmüştü, mavi topu. Hiçbiri cesaret edip alamıyor, öylece bakıyorlar,<br />
top kaçmamış gibi oyunlarına devam ediyorlardı.<br />
Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz, Yunus’a hitaben iç gıcıklayıcı sesiyle:<br />
- Yarış yapak mı?<br />
Pehlivan Yunus altta kalır mı hiç...<br />
- Nereye kadar?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
13
- Öbür başa varan kazanır.<br />
- Tamam dedi Yunus, tatlı sesiyle. Her şeyi sorardı abisi Hamza’ya, bu se-<br />
fer sormadı.<br />
Yavuz, korkak gözlerle gölü süzdükten sonra, kenar tarafından yol alma-<br />
ya koyuldu. Yunus ise gölü tam ortalamıştı. Hamza yalvaran bir sesle bağır-<br />
dı:<br />
-Gitme Yunuuus!<br />
Başka bir çocuk:<br />
- Bir şey olmaz, hem topu da getirir, dedi.<br />
Hamza bu kez tehdit etti:<br />
- Gitme Yunus anneme derim seni.<br />
Yunusun gözleri umursamaz bir tavır takındı. Sanki bir şey onu oraya isti-<br />
yordu. Hamza işaret parmağıyla Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz’u gösterdi:<br />
- Bak ona kenardan gidiyor, ya sen! Gölü ortalamışsın.<br />
Yunus son defa tatlı sesiyle:<br />
- Allah her şeyde doğruluğu emretmez mi abi, dedi.<br />
- Yunus bunun doğrulukla ne ilgisi var?<br />
Yunus gölün ortasına yaklaşmıştı bile. Yavuz ise iyice kenara yaklaşmış.<br />
- Ben seni geçerim, diyerek Yunus’u kışkırtıyordu.<br />
Yunus gölün orta yerindeki mavi topu, çocuklara attı. Küçük adımları ya-<br />
vaşladı, bir şey onu içine çekiyor, adeta ayaklarına yapışmış bırakmıyor, ağır<br />
ağır yutmaya çalışıyordu. Küçücük kollarını sallaması nafileydi. Yunus boğu-<br />
luyor, Hamza şaşkın ne olduğunu anlamaya çalışıyordu. Anlaşılan o ki; Yu-<br />
nus göldeki mile batmış, kurtulmaya çalışıyor, bunun için de küçük kollarını<br />
çırpıyordu.<br />
Hamza’nın sesi Yunus’a kırgındı:<br />
- Gardaş Yunuuus.<br />
- Çırp ellerini Yunus.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
14
Ağlamaya başladı Hazma. Yunus çırpınıyor, çocukların elinden hiçbir şey<br />
gelmiyor, pişman gözleri yardımcı olacak birilerini arıyordu. Az ilerde şişko<br />
Mustafa denilen, altmış yaşında işiyle meşgul olan adama takıldı gözleri. Biri<br />
Mustafa Ağa’nın yanına gitti, korkunun ve heyecanın birbirine karıştığı bir<br />
sesle:<br />
- Mustafa emmi yetiş! Yunus boğuluyor!<br />
- Sen köye haber ver! Koş, dedi ve hızlı adımlarla göle geldi.<br />
Mil onu da korkuttu. Pantolonunu çıkarttı, göle girdi fakat fazla ilerleye-<br />
medi. Küreğin sapını Yunus’a uzatıp telaşlı sesiyle:<br />
- Tut Yunus!<br />
- Yunus! Tut.<br />
Yunus gölde çırpınıyor, Hamza dışarıda çırpınıyordu. Daha fazla dayana-<br />
madı:<br />
- Yunuuus!!! dedi ve ileri atıldı.<br />
Yüzme bilmese de o Yunus’u kurtaracaktı. Şişko Mustafa:<br />
- Hamza’yı tutun! Yoksa o da boğulur, dedi.<br />
Altı çocuk, bakışlarını Yunus’tan çekip, Hamza’ya yöneltti. Hamza’ya en<br />
yakın olan Oğuz onu tuttu. Onun baş edemeyeceğini anlayınca, çocukların<br />
hepsi birden Hamza’ya sarıldılar. Sular havaya kalkıyor, Hamza’nın göz<br />
yaşlarısulara karışıyordu. Bacaklarından, kollarından, vücudundan sımsıkı tu-<br />
tulan Hamza’nın gözleri Yunus’un çırpınışına takılmıştı, sesi zor çıkıyordu:<br />
-Bırakın. Bırakın beni!<br />
- Yuunuuus!<br />
Gözyaşları konuşturmuyordu Hamza’yı. Yunus gibi o da çırpınıyordu.<br />
- Yunuuuus! Yunuuuuus ! ! !<br />
Yunus, abisine o bulunmaz tebessümünü, son bir kez gösterip, gölün or-<br />
tasında kayboldu. Hamza'nın çığlıkları daha da arttı, göz yaşlarından yüzü<br />
görünmez olmuştu. Ne yapabilirdi? Sekiz yaşındaki çocuğun elinden ne ge-<br />
lebilirdi? Ağlamaktan başka.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
15
Az ileride otlayan siyah at şaha kalkmış, göle gelmek istiyordu. Zincirin-<br />
den kurtulmak için çırpınıyor, acı acı kişniyor, insanın yüreğini ürpertiyordu.<br />
Zincir boynuna oturmuş, kanatmış fakat o, zikkeyi yerinden sökmüştü.<br />
Yunusun haberi acıydı, hem de çok acı, onun için tez duyuldu. Köyün gü-<br />
neybatısında bulunan, az ilerisinden yol geçen, hemen yanında sığırların su<br />
içmesi için bir uğrak yer olan, içi böcek dolu, yosunlaşmış gölün kenarına<br />
bütün köy halkı toplanmıştı. İçlerinde, şakağını gözyaşı ile yıkamayan hiç<br />
kimse kalmamıştı. Feryatlar, çığlıklar gökteki beyaz bulutlara kadar ulaşıyor-<br />
du.<br />
Yunus’un annesi Nurcan kadın, sesinin çıkabildiği kadar feryat ediyor, bir<br />
yandan da gölde Yunus’u arıyordu, üstü başı su içinde, hiç düşürmediği<br />
eşarbı, sağ omuzuna kaymış, içleri ürperten bir sesle feryat ediyordu:<br />
- Yunusuuuum, Yunusuum, Yunusuum!...<br />
- Anneni bırakıpta nasıl gidersin?<br />
- Yunusuum... ve bayılıyor, zavallı kadın. Gölün suyu ona sanki düşman,<br />
yeniden ayıltıyor onu:<br />
- Yunus Yunuus!.<br />
Feryatlar devam ediyor, yalnız biri var, çığlık atıp feryat etmeyen, Yu-<br />
nus’un babası, inanç serdarı Hasan. Yunus’u arıyor gölde, sadece gözyaşları<br />
şakağında bir yol bulmuş ilerliyor.<br />
Nasıl bir sabır bu? Az sonra Yunus’un küçük bedenine değdi ayakları, ür-<br />
perdi; o ürperiş nerdeyse on yıl yaşlandırdı, yine de çığlık yok, feryat yok.<br />
Yunus’unu kucağına aldı, bağrına yaslayıp göz yaşlarıyla oğlunun bakmaya<br />
kıyamadığı gül çehresini yıkadı; ilk defa bu kadar ağır bir hüzünle yürüyor-<br />
du, attığı her adım, yüzünde bir yılın ancak yapabileceği izi yapıyor, sanki<br />
acılar, yıllanmış en kuvvetli meyini sunuyordu, yine çığlık yok, feryat yok, is-<br />
yan yok, sadece hiç kimsenin o durumda söyleyemeyeceği kelimeleri mırıl-<br />
danıyor:<br />
- Allah’ım! Senden geldik, sana döneceğiz. Sen verdin, sen alırsın, sana<br />
binlerce hamd olsun ki diğer oğlumu bana bağışladın.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
16
Nasıl sabırdı bu? Çığlık yok, gözyaşlarının tuzlu tadı, Allah’a yaptığı duayı<br />
kesti. Göl ilk defa yosun tutmuş suyuna, gözyaşı katıyordu. İlk defa bir<br />
hayvan, suyundan içmiyor, ileri geri gidiyor, bir şeyler istiyordu. Gölün için-<br />
de olduğu için kimse atın ağladığını göremiyordu. Öyle gürdü ki kişnemesi,<br />
Hamza’nın feryadını basıyordu.<br />
Sert bir zemine bırakılmıştı, cennet aşığı Yunus’un küçük bedeni. Annesi<br />
baş ucunda bir de o boğuyordu gözyaşlarıyla. Babası ise sadece bakıyor,<br />
gözyaşına gözyaşı katıyordu. Koca adam Cuma Usta, hüngür hüngür ağla-<br />
mıştı, yıllardır ağlamayan rengi solmuştu gözlerini. Sanki gözyaşları yarış<br />
yapıyordu.<br />
Hamza küçücük parmaklarını birbirine kenetlemiş, ellerini kaldırıyor var<br />
gücüyle vuruyordu, yosun tutmuş göle, beyaz elleri kana bulanmıştı, kırgın<br />
ve acımaklı sesle:<br />
- Oldu işte! Yunus’um istediğin.<br />
- Oldu Gardaş!.<br />
- Oldu... oldu... oldu.. istediğin.<br />
Bazen susuyor, gözyaşlarını konuşturuyordu Hamza. Ayak ucundaki atı<br />
işaret ederek konuşmaya devam etti:<br />
- Bak! Onu da ağlattın Yunus!<br />
- Seni ne kadar da severmiş, ismini ona vermiştik hani!<br />
- Bak şimdi de dilini ayağına götürüyor.<br />
Ağlıyordu Hazma, devam etti:<br />
- Bak! Yunus. Yunus zincirini kırıp gelmiş.<br />
Sanki dağlar, üstüne yıkılmıştı Hamza’nın. Tarif edilemez bir acıydı bu<br />
Hamza için. Yunus’un melek yüzüne bakıp mırıldanıyordu, ağlayarak ve içli:<br />
- İşte gardaş! Oldu istediğin, cennet türküsü söylerdin her gün, onun ha-<br />
yalini kurardın , nasıl da bildin, göçeceğini ve bir daha gelmeyeceğini... söz-<br />
leri döküldü, küçük Hamza’nın dudaklarından.<br />
Yunus, yıkanıp kendi gibi beyaz kefene sarılıp güneşin batımından önce<br />
defnedildi. Yunus ölmüştü, artık o gülemez, konuşamaz, iri gözleriyle abisi-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
17
nin gözlerine bakamazdı. Nasıl koymuşlardı onu kara toprağın bağrına, sanki<br />
yüreği koparılıp alınmıştı Hamza’nın.<br />
- Ah! Yunusum. Ah! Hiç düşmeyecekti dudaklarından. Ya o bulunmaz te-<br />
bessümü, hiç kaybolmayacaktı hafızasından.<br />
Kuşlar adeta yas tutuyor, ağaçların boynu bükük, bulutlar ağlıyor, Güneş<br />
ilk defa bu kadar hüzünlü, sanki alemde sessizlik saltanat sürüyor. Çiçekler<br />
ihtişamını çoktan kaybetmiş, Yunus’u boğan gölü, gözyaşları boğmuştu.<br />
- Ah Yunus! Ah, diyordu Hamza.<br />
Aradan iki yıl geçmesine rağmen, kabrinin başucunda ağlıyordu. Elindeki<br />
gelincik çiçeğini mezara koyuyor, kelebeği nasıl kurtardığını anlatıyordu. Atın<br />
kişnemesi, sohbeti böldü. Ölü bir tebessümle:<br />
- Bak! Yunus, sana Yunus’u da getirdim, diyordu.<br />
Yunus arzusuna kavuşmuştu ama arkasında, şuuru kaybolmuş hasta bir<br />
kadın, genç yaşta ihtiyarlamış bir adam ve hasretiyle yanan bir kardeş bı-<br />
rakmıştı. Bu ağır imtihanı babası Hasan kazanmıştı, feryada, isyana ve çığlı-<br />
ğa kapılmayarak.<br />
Aylar ayları, yıllar yılları, bir kaplanın ceylanı kovaladığı gibi kovalıyordu.<br />
Aç bir kaplanın tuzağına düşen ceylanın şansı olur mu hiç? Zaman, kaplanın<br />
ceylanı kovaladığı gibi, insanları ölüme doğru kovalıyordu.<br />
Bu kovalayışın yolları gençlikte, orta yaşta ve ihtiyarlıkta durağa varıyor-<br />
du. Hamza’nın durağı gençlikteydi. O şimdi İmam Hatipli idi. Okulun son sı-<br />
nıfına gelmişti. Dedelerinin mum ışığında yazdığı eserleri çoktan okumuştu.<br />
İsmini aldığı büyük sahabe Hz. Hamza gibi gözü karaydı, heybeti ismine ya-<br />
kışıyordu. Saçları ne düz ne kıvırcıktı, kaşları açıktı, kirpileri uzundu, kara<br />
gözleri kartal gibiydi. Bilgili, mütevazı, izzeti nefs sahibi, yeis ve korku nedir<br />
bilmeyen bir delikanlı olmuştu Hamza.<br />
O artık hayatın verdiği ızdıraplara sadece gülüyordu. Akıcı ve tatlı konuş-<br />
masıyla yılanlara hükmedebilirdi. Babası gibi o da öğrenme aşığıydı. Bitme-<br />
yen bir istekle kitap okuyor, okuduğu sayfayı yorumluyor, fikirleri süzgeçten<br />
geçiriyordu. Okulun pansiyonunda kalıyordu. Akrabaları habersizdi Ham-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
18
za’dan.<br />
Allah (c.c), Hasan Usta’ya bir erkek evlat daha vermiş, ismini de Yunus<br />
Emre koymuşlardı. Mevla, Hasan Usta’ya adeta:<br />
- İsyan etmedin, karşılığında sana evladını yeniden veriyorum dercesine<br />
benzetmişti Yunus Emre’yi, Yunus’a.<br />
Hacı Paşa Köyü’nde, sadece Hamza’nın annesi, zaman zaman gurbete gi-<br />
den babası ve kardeşi kalmıştı. Hazma, amcaları, Cuma Usta, Fındık Nine,<br />
Fatma kadın Kayseri’nin Develi ilçesine taşınmışlardı. Yılların harcayamadığı<br />
Fındık Nine, şehir hayatına fazla tahammül edemeyip, mahşere dek gözlerini<br />
yummuştu. Cuma Usta da en son durak olan ihtiyarlıktaydı ve zaman onu<br />
da toprağa iade etti.<br />
Hamza’nın bilgisi kadar, yüreği ve bileği de, arkadaşları arasında konuşu-<br />
luyor, yazdığı şiirler, hatıra defterlerini süslüyor ve dillerde dolaşıyordu.<br />
Bir ramazan ayında, Develideki kalabalık akraba topluluğundan, dedesi<br />
Osman ağanın kardeşi Rahma kadının evine, abdestsiz yürümeyen Hamza<br />
da davet edilmişti. Çeşit çeşit yemekler, tadına bakılması için iftarı bekliyor-<br />
du. Masanın çevresinde sıralanmışlar, dört gözle ezan bekleniyor. Ne tatlı<br />
şeydi şu oruç, ne güzeldi böyle... Açlık dile geliyor, adeta konuşuyordu:<br />
- Akıllı olun. Şımaran insanın ocağına konduğum zaman elinden karısını,<br />
yüreğinden çocuğunu alırım, yıkarım yuvaları. Kimse durduramaz beni. Kar-<br />
deşi kardeşe düşman yaparım. Sakın şımarmayın, bilin ki ben beni yaratanın<br />
emrindeyim. Kurul dediği yere, kurulurum, diyordu.<br />
Az sonra bekledikleri ezan duyuldu, gülücüklerle oruçlar açıldı. Sıhhatleri<br />
yerindeydi, Hamza hariç. Kış mevsiminin sonu idi, soğuklar azalmış gibi gö-<br />
rünüp birçok insanı olduğu gibi Hamza’yı da gafil avlamıştı. Şiddetli bir nezle<br />
musallat olmuştu Hamza’ya, baş edemiyordu burnunun akıntısıyla... Temiz-<br />
leme ihtiyacı duydu, rahatsız olunmaması için tuvaleti kullandı. Elini özenle<br />
yıkadıktan sonra kaldığı yerden devam etti.<br />
Biraz sonra, yemek yenmiş, dua edilmiş, sofra kalkmıştı. Sıra akşam na-<br />
mazındaydı, vakit geçirmemek için Hamza erken davrandı. Cemaat olmayı<br />
teklif etti. Kabul etmediler. Kalbindeki gür imanla niyet edip namazını kıldı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
19
Teravih de yaklaşmıştı, uyuşuk ortamdan bir an önce ayrılmak istedi. Az<br />
sonra cami yoluna koyulmuştu.<br />
Cuma Usta’nın çocukları, torunları Hamza’nın arkasından yılışmışlardı.<br />
Birbirinin peşi sıra alaylı cümleler sıralandı:<br />
- Sahtekar seni... Abdestsiz namaz kılıp gözlerimizi boyarsın! He!<br />
- Onun namazı abdestsiz oluyor... Canım!<br />
- Haaa... Haaa...<br />
Herkes gülüşüyor alaycı sözler sarf ediyordu, tuvalette burnunu temizle-<br />
diğinden habersizdiler Hamza’nın. Bir kere sormamışlardı Hamza’ya:<br />
- Neden namazını abdestsiz kılıyorsun?<br />
- Sen abdestini bozmadın mı? diye.<br />
Kaderin Hamza'ya tuhaf bir oyunuydu bu. Bir gün olanlar nakledildi Ham-<br />
za’ya... Sadece tebessüm edip:<br />
- Onlar öyle sansın! Ben bu yaşıma dek, abdestsiz adım atmadım, bu hu-<br />
yumu devam ettireceğim, benim için, onların sandığı değil, Allah'ın bildiği<br />
önemlidir. Ben umursamam, hakkımda söylenenleri... dedi.<br />
Okul bitmişti, haziran ayındaydı saltanat, kuşların en çok sevdiği ay, atla-<br />
rın en çok doyduğu ay, Hamza’nın yüreğine hüznün en çok kurulduğu aydı,<br />
haziran ayı...<br />
Günah seli önüne geleni, seline katıyor, gökyüzü karabulutlarla yeryüzü<br />
de günahkarlarla doluydu. Mukaddesatına yan bakan, babasına tokat, anne-<br />
sine tekme atan, kültür kültür diye küfretmeyi öğrenen, Allah demeyi zillet<br />
sayan talihsiz bir nesil. İnsanlık ağlıyor, itimat yok, ihtikar çok, isyan var,<br />
itaat yok. Öyle bir sel. İşte bu selin önünde Hamza çınar misali durabiliyor,<br />
insanlara unuttuklarını hatırlatmak için elinden ne gelirse onu yapıyordu.<br />
Ne garipti Hacı Paşa Köyü, cami cemaati üç beş ihtiyardan ibaretti.<br />
Nasıl bir zamandı böyle, yurdun en ücra köşelerinde bile cehalet hüküm<br />
sürüyordu. Küçük çocukların dillerinde bile küfrün saltanatı vardı.<br />
Yarını düşünemeyen, dünü hatırlamayan bedbaht bir nesil yetişiyordu.<br />
Kütüphaneler dolusu eserler bırakanların evlatlarına ne olmuştu? Allah!... Al-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
20
lah!... diye karada gemi yürüten, kükreyen imanı ile destanlar yazanların<br />
duası yok muydu? Yuvalar yıkılıyor, çocuklar öksüz, kızlar hamile, kadınlar<br />
dul kalıyor. Bunlara seyirci kalmak ne zor şeydi.<br />
Ama bir gün kara bulutlar arasından iman güneşinin doğacağının farkın-<br />
daydı Hamza. Mücadele her insanın harcı mıydı, son nefese kadar? Allah ve<br />
peygamber sevgisini aşılamayı görev biliyordu. Nerede zulüm görse nerede<br />
adaletsizlik görse, eliyle veya diliyle müdahale ediyor, farkında olmadan<br />
düşman sahibi oluyordu.<br />
Ay ışığının aydınlattığı bir gece, köyle bitişik olan, kayabaşı ismini verdik-<br />
leri harmanın, çıkıntı kayalarından, kabristana doğru bakıyor Yunus’u anı-<br />
yordu yine... Bir ağıt Hamza’nın hayalini bozdu. Bu ses bir kadın sesiydi ve<br />
oldukçada tuhaftı.<br />
Hamza:<br />
- Bu ne acaba, diye mırıldandı.<br />
Anlamanın tek yolu gitmekti, uzak sayılmayan kabristana. Evden atı Yu-<br />
nus’u çıkarttı. Bir çırpıda bindi:<br />
- Hadi bakalım Yunus! Doğru adaşının yanına, dedi.<br />
Gece siyahı at anmış gibi kişnedi. Rüzgarla yarış yapıyormuşçasına hızlı,<br />
tarlalardaki armut ağaçlarının yanından geçerek geldi, kabristana. Bu, sar-<br />
hoş Veysel’di. Elinin birinde şarap şişesi, diğerinde aş bıçağı, karısına doğru<br />
yöneltmiş, bağırıyordu:<br />
- Oyna lan! Kıvırttır!<br />
Garip kadın bir yandan ağlıyor, diğer yandan söyleneni yapmaya çalışı-<br />
yordu, içki ne berbat şeydi, Veysel Ağa salyalı ağzı ile tehdit ediyordu:<br />
- İyi oyna yoksa keserim seni!<br />
- Tavuk mu kesiyorsun Veysel Ağa?<br />
Veysel Ağa ve kadın sesin geldiği yöne baktı. Veysel, içki müptelası, dört<br />
çocuk babası, orta yaşlarda bir adamdı. Masum kadın çok çekmişti elinden,<br />
işte yine çilelerine bir yenisini ekliyordu. Veysel Ağa traktörle getirmişti karı-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
21
sını. Avazı çıktığı kadar bağırıyor, savunmasız kadına hakaretleri sıralıyordu.<br />
Onun işine karışan olmazdı, ama bu kimdi?<br />
Ses devam etti:<br />
- Sen, Allah’tan korkmaz mısın? Şu kadının haline bak!<br />
Bu Hasanın oğlu idi. Ne karışıyordu işine?<br />
Ağzından köpükler saçarak cevap verdi:<br />
- Sen karışma Hasan’ın oğlu.<br />
- Yağdırırsın küfrü, hakareti, buldun bir garip, dedi ve atı Yunus'tan bir<br />
çırpıda inerek meydan okudu:<br />
- Hadi! Beni de oynatsana.<br />
- Sana karışma diyorum Hasan’ın oğlu, diyen Veysel Ağa ayakta zor du-<br />
ruyordu. Hamza bakışlarını sertleştirdi, alaylı bir tavır aldı:<br />
- Beni de keser misin?<br />
Veysel limandaki gemiler gibi Hamza’ya yaklaştı:<br />
- Karışma sen Hasan’ın oğlu.<br />
Hamza da ona yaklaştı, başını sağa sola çevirip acıyarak:<br />
- Hadi, karıştım... Veysel Ağa, yap ne yapacaksan, dedi.<br />
Veysel Ağa hışımla aş bıçağını Hamza’ya savurdu. Bu vuruş yaz rüzgarları<br />
gibi yavaştı. Yeniden denedi. Bununda ilkinden farkı yoktu. Hamza pratikti,<br />
Veysel Ağa’nın üçüncü savuruşu sona ermeden, arkasına geçti, Veysel<br />
Ağa’nın sulu kafasını sağ kolunun arasına aldı. Silkeledi bıçağı düşürdü.<br />
Nefesinin kesildiğini hisseden Veysel Ağa, konuşmak istese de bunu ba-<br />
şaramıyordu. Hamza’nın sesi adeta kulağının zarını parçalayacaktı. Ham-<br />
za’nın dudakları kolundaki sarhoşun kulağına çok yakındı. O an için yüzü gibi<br />
Hamza’nın sesi de sertti:<br />
- Bir daha içip bu taşkınlığı yapacak mısın?<br />
- Irnmm,...........<br />
- Boynunu kırayım mı?<br />
- ..................<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
22
Hamza Veysel Ağa’nın yönünü kadına çevirdi:<br />
- Bir daha şu kadına eziyet edersen, burada yapmadığımı yaparım, köy<br />
dar gelir sana.<br />
Sarhoş Veysel çetin biriyle karşılaştığını anlamış, boğazını kurtarmak için<br />
söylenenlere evet diyordu. Hamza sert bakışlarını kadına yöneltti:<br />
- Neriman abla! Beni iyi dinle. Sana bir daha buna benzer rezillikler ya-<br />
parsa söyleyeceksin, tamam mı?<br />
Kadın ıslak gözlerini silip:<br />
- Tamam...diyebildi. Utancından konuşamıyor, sesi çıkmıyordu.<br />
Hamza yeniden Veysel Ağa’ya baktı:<br />
- Duydun mu? Veysel Ağa!...<br />
Veysel Ağa korkak ve kısık sesle:<br />
- Duuyduum...<br />
- Kadına eziyet edecek misin?<br />
- Yok... Yoook...<br />
- Yaparsan ne olur?<br />
- Sen... Seeen...<br />
Hamza’nın sesindeki tokluk, o kadar ağırdı ki; Veysel Ağa "Cevap ver-<br />
mezsem beni öldürecek" sanıyordu.<br />
Hamza:<br />
- Eğer karını tehdit edip bana söylememesi için döversen o söylemese bi-<br />
le kulağıma gelir, vay o zaman haline, kendine köy ararsın, dedi. Veysel<br />
Ağa’nın boynunu bıraktı, itekleyip çenesine dirseğiyle vurdu. Veysel Ağa ye-<br />
re yığıldı. Hamza, Neriman kadına bakıp üzgün bir sesle:<br />
- Allah'a dua et! dedi.<br />
Gözü yaşlı kadın mahcupça:<br />
- Sakın Hamza, kimseye bir şey söyleme! Hamza anlamlı bir tebessümle:<br />
- Dert etme, dedi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
23
Neriman kadın hızlı adımlarla, evin yolunu tuttu. Hamza kendi kendine,<br />
Peygamber’in buyruğunu mırıldanıyordu:<br />
- "Kadın Allah'ın kullarına en büyük hediyesidir. Allah’tan korkun, onlara<br />
zulüm etmeyin, eziyet etmeyin. Onları ihmal eylemeyin". Yeniden yarı bay-<br />
gın haldeki Veysel Ağa’ya baktı. Atına binip yola koyuldu.<br />
Veysel Ağa biraz sonra, kendini azda olsa bulabildi. Tek hatırladığı kor-<br />
kunç yüz hattıyla, Hasan’ın oğlu idi. Bir daha içki içmemesini söylüyordu. Bir<br />
daha, o yüzle karşılaşmaktansa, içki içmesem daha iyi olur diye düşündü. Ya<br />
birilerine beni rezil ettiğini söylerse? Nasıl bakardı köylünün yüzüne? Nasıl<br />
girerdi içlerine? Evet, evet anlatır.<br />
Ben olsam, bire bin katar anlatırdım. Bir şeyler yapmalıyım, bunu onun<br />
yanına bırakırsam köylü bana korkak der. Hatta yıllarca unutmaz, ama ne<br />
yapayım. Bu delikanlı çok başka, ne Ali Ağa’nın oğluna benzer, ne de geçen-<br />
lerde rezil ettiğim öksüz Mustafa'ya, bu Hasan’ın oğlu çok başka, çok çetin<br />
diye düşünerek evine geldi. Odanın kapısına hiddetle vurdu:<br />
- Yanına bırakır mıyım?<br />
Asıp kesiyor, fakat karısına ses çıkarmıyordu. Devam etti:<br />
- Bak ona ne yapacağım!.. Aleme rezil rüsvay edeceğim, o kendini ne sa-<br />
nıyor öyle?...<br />
Veysel Ağa, söylediklerine kendisi de inanmıyor, sadece karısının gözünde<br />
alçalan şerefini, kaldırmaya çalışıyordu. Nedense yıllar sonra ilk defa sesi<br />
hanımına karşı yumuşaktı:<br />
- Ben seni, hem severim hem döverim diyordu. Farkındaydı, yaptığı işin<br />
pek dövmeye benzemediğinin. Hamza, iyi korkutmuştu Veysel Ağa’yı. Sar-<br />
hoş Veysel, Hamza için:<br />
- Bir elime düşer!... demeyi unutmuyordu.<br />
Hamza, mana aleminin kapılarını aralamış, gönlündeki pencereleri sonuna<br />
kadar açmış, Hakk’ın bahçesine uğrayan rüzgarlarla serinlemeye çalışıyordu.<br />
Ne kadar tatlıydı, esirgeyenin, esirgeyici olduğunu bilmek. Rahmanın rahme-<br />
tini anlayabilmek, her varlıkta onun imzasını görmek. Ya Namaz!!!<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
24
Hamza için namaz, yer yüzündeki terk edilecek en son şeydi. Hiçbir şeyle<br />
değişmezdi namazı. Üzülüyordu insanların haline, Müslümanların garipliği<br />
üzüyordu Hamza’yı.<br />
Cehalet dört bir yanı sarmış. Zır cahil bile kendini cahil saymıyor, aydın<br />
kim, cahil kim, bilinmiyor. Kibir denen zillet, almış başını gitmiş, insanın hay-<br />
vanlara imrenesi geliyor. Dürüst, mert olanlar nerdeyse bir elin parmakları-<br />
nı geçmiyor.<br />
İsraf apayrı bir dert, bir tarafta açlıktan, işsizlikten intihar edenler, diğer<br />
yanda, kamyonlarla çöpe dökülen ekmek. Boşa harcanan paralar, devleti<br />
soyup soğana çeviren politikacılar... Her şeyi perişandı milletin. Ne yapabi-<br />
lirdi ki Hamza. Ancak çevresindekileri uyarmakla yetinebiliyordu. Eliyle, diliy-<br />
le, o da olmazsa kalbiyle buğz ediyordu, ama nereye kadar? Mırıldandı:<br />
- Üniversite... okumalı. Çok büyük yerlere gelip büyük kararlar vermek<br />
için okumalı... okumak lazım, hiç bir zafere, çiçekli yollardan gidilmiyor ki...<br />
Elindeki kitabı bıraktı, sıkılmıştı. Atı Yunus’la gezintiye çıktı. Yusuf’un kaya<br />
ismini verdikleri, arazilerin bulunduğu geniş ve uzun deredeydi. Bu dere bir<br />
zamanlar okyanuslara giden çılgın sulara yataklık yapmıştı, şimdi ise küçük<br />
bir bölümünden ince bir su akıyordu. Suyu durgun ve sessizdi, nerde eski<br />
günlerim der gibi sitemkârdı.<br />
Hamza bakışlarını sudan alıp atına yöneltti, yelesini okşadı, beş yüz metre<br />
ileride, birkaç kişi gördü. Siyah at oraya gidilmek istendiğini anlamıştı, anla-<br />
dığını yaptı.<br />
- Esselamü aleyküm.<br />
- Ve aleyküm selaaam, dedi Hamza’nın arkadaşı Cuma.<br />
Cuma’nın babası Cemil Ağa şakayla karışık:<br />
- Ooo .. Küheylana iyi bakmışsın, dedi.<br />
- O kimin yadigarı ki bakmayayım.<br />
Cemil Ağa, Yunus anılınca kendine çeki düzen verdi. Ciddileşti:<br />
- Yunus’un boğulduğu gölden su içmiyormuş, öyle mi?<br />
- Evet içmiyor.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
25
- Çok şey söyleniyor, bu at için.<br />
Hamza attan indi:<br />
- Hepsi doğrudur Cemil abi.<br />
- Senden başkasını sırtına bindirmiyormuş.<br />
- Hayır, Yunus’u da bindirirdi.<br />
- Islık çaldığın zaman geliyormuş.<br />
- Gelir.<br />
- Benim pek inanasım gelmiyor.<br />
Hamza atı işaret ederek:<br />
-İşte at, işte meydan, buyur bin.<br />
Cemil Ağa işini bıraktı, atın yanına yaklaştı. Atı uzun, uzun süzdükten<br />
sonra, üzengine sağ elini koydu. Bu arada, atın huyunu bilen Cuma endişeli<br />
bir ses tonuyla:<br />
- Sakın deneme baba! Bir yerini kırdırırsın, bu at Hamza’dan başkasına<br />
vahşidir.<br />
- Yok, yok. Ben binerim, ne de olsa eski toprağım, dedi Cemil Ağa.<br />
Siyah at Yunus, huysuzlaştı, ileri geri hareket ediyor, sanki Cemil Ağa’yı<br />
uyarıyordu. Cemil Ağa:<br />
- İşte böyle yapıyor, sizin gibileri kokutuyor, ama bende o göz var mı?<br />
Şimdi üzerine bineyim de bak! Hiçbir şeyi kalmaz.<br />
Cuma başını sallıyordu, kızgın bir sesle:<br />
- Hadi bin o zaman.<br />
Cemil Ağa ata zor kurulmuştu ki Yunus birdenbire hiddetlendi, huysuzlaş-<br />
tı, şaha kalkıp sıçradı. Daha on metre gitmeden Cemil Ağa attan düştü.<br />
Düşmesiyle beraber çığlığı da duyuldu:<br />
- Ah, ah, koluuuum...<br />
Yunusun huysuzluğu sürüyor, adeta Cemil Ağa’yı ezmeye, kafası, kolu,<br />
vücudunun her yanında, atın ayaklarını görüyordu, bağırmaya başladı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
26
- Hamzaaaa... Hamzaaaaa... Çağır şu melunu! Yoksa kolumu kıracak.<br />
Keskin bir ıslıkla, at sakinleşti. Hamza’nın yanına geldi. Cemil Ağa, ona bir<br />
çocuğun ilk defa gördüğü cisme baktığı gibi bakıyordu.<br />
Cuma:<br />
- Ben sana demedim mi? Eski toprakmış bir de..<br />
Cemil Ağa kızgındı, kolunu tutarak:<br />
- Susun, ne bilirdim ben bu atın şeytan olduğunu.<br />
Cemil Ağa’nın gözlerine korku oturmuştu. Şaşkın:<br />
- Vay be! Böyle atlar masallarda olur, yanı başımızda da varmış, meğer!<br />
Şimdi Yunus diye çağırsam döner bakarda...<br />
Hamza:<br />
- Bakar, bakar... dedi ve gülümsedi.<br />
Cemil Ağa hayli şaşkın:<br />
- Aynı insan, bunu nasıl alıştırdın yav!...<br />
- Biraz şeker, biraz da şefkat Cemil abi.<br />
- Biz çocuklarımıza, laf anlatamıyoruz, sen bir hayvanla anlaşıyorsun, pek<br />
aklım ermedi doğrusu...<br />
Hamza konuyu değiştirdi:<br />
- Şu ağacın altına oturalım.<br />
Armut ağacının geniş gölgesine oturdular. Cemil Ağa kasketinin tozunu<br />
çırptı, kirden renk değiştiren eski gömleği, simasıyla uyuşmuştu. Lüks ma-<br />
ğazaların vitrininde eski kıyafetleri sergileyen, manken gibiydi. Tek farkı, yır-<br />
tık cebindeki buruşmuş sigarasıydı, bir odun parçası gibi sert ve kıymıklı eli-<br />
ne sigara yakışmıyordu. Hamza’ya da uzattı. Çakmağının olmadığını hatırla-<br />
yınca:<br />
- İnşallah ateşin vardır, dedi.<br />
Hamza kibrit kutusunu çıkarttı, salladı, anlaşılan tek dal kalmıştı. Bunu<br />
fark eden Cemil Ağa telaşlandı:<br />
- Dur!... şimdi yakamazsan sigaralar elimizde kalır.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
27
- Yakarım, yakarım…<br />
- Sen yine de bana ver.<br />
Cemil Ağa özenle yaktı kibriti. Dudakları sigaraya, yiyor gibi yapışmıştı,<br />
nihayet yaktı, kibrit dalını kırıp attı, Hamza’nın bakışları kibrit dalının üzerin-<br />
deydi, baktı baktı. Cansız kıymığı önce hayvanlara benzetti, sonra insanlara,<br />
nerdeyse tıpatıp uyuyordu kibrit dalının talihi, birtakım insanlara, az önce ne<br />
kadar kıymetliydi, şimdi umursanmıyordu bile. Mırıldandı:<br />
- Acaba bende mi benziyorum?<br />
- Ne benzemesi Hamza?<br />
İşaret parmağını kibrit çöpüne yöneltti:<br />
- İşte o, kibrit dalı, kullanmadan önce nasıl da kıymetliydi ama şimdi...<br />
- Ooohooo... Ne düşünüyorsun, boş ver bunları, getir bakayım oğlum, şu<br />
heybeyi hatun ne koymuş, dedi Cemil Ağa.<br />
Bu ara, ezan duyuldu, kırpık gözlerini Hamza’ya yöneltip ihtiyar sesiyle<br />
okunan ezanın sonunu tekrarladı:<br />
- Öğlen ezanı da okundu namaz kılmalı dedi. Onun için namazın bırakılma<br />
zamanı gelmişti. Yaz mevsiminde işler çoğalıyor namaz kılmak zorlaşıyordu.<br />
Sözü imama getirdi, gülerek:<br />
- Bizim hoca aslında iyi, iyi adam da sabah ezanını, evine çektiği mikro-<br />
fonla, yatakta okumasa...<br />
Hamza şaşırdı ve şaşkın bir şekilde:<br />
- Ne diyorsun sen Cemil abi?!<br />
- Valla kaç keredir şahit oluyorum. Adam ne yapsın canım! cemaati<br />
yok!. Kuzuları her sabah ezanla çıkarıyorum, ezan okunuyor lakin cami kilitli.<br />
Bir sabah penceresinden baktım, yatağın içinde elinde mikrofon ezan oku-<br />
yor, şaşırdım. Böyle köye böyle imam olur.<br />
Hamza’nın alnında çizgiler belirdi:<br />
- İki üç gündür burdayım, namazları evde eda ettim, yoksa haberim olur-<br />
du. Nasıl yapabilir böyle bir şeyi?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
28
da.<br />
Cemil Ağa işin gırgırında;<br />
- Ne çıkar canım, adam niye rahatını bozsun? Yatarak da okur, kalkarak<br />
Hamza, yerinden kalktı ve düşünceli bir edayla:<br />
- Bir şeyler yapmalıyım, bunu imama sormalıyım, diye söylenerek atına<br />
bindi. Cemil Ağa sofrayı gösterdi:<br />
- Şuradan bir şeyler yeseydin, dedi.<br />
- Hangi iştahla.<br />
- Bırak canım, kızacak ne var? Boşveeer…<br />
Hamza giderayak:<br />
- Boş veremem Cemil abi, görüşürüz, dedi ve hızla köye yöneldi. Cemil<br />
Ağa yüksek sesle:<br />
- Sana mı kaldı, imamın ne yaptığı?<br />
Hamza uzaktan:<br />
- Herkes senin gibi düşündüğü için bu haldeyiz ya…<br />
- Ooohooo... dedi Cemil ağa.<br />
Ne tuhaf delikanlıydı şu Hamza, hiç kimseye benzemiyordu, attığı adım<br />
bile farklıydı. Dinin vecibelerini uygulama konusunda gevşeklik gördüğü za-<br />
man, gülümseyen yüzünde şimşekler çakıyordu, İslam’a düşkündü. O da<br />
çabuk bıkar, diye düşündü, saçları aklara bürünmüş, orta boylu elli yaşla-<br />
rındaki Cemil Ağa.<br />
Hamza kızgındı, bir imam nasıl bu derece alçalabilirdi. Böyleleri imam ola-<br />
rak atanıyordu, bunlar olsa olsa dolar imamı olabilirdi. Oysa bundan asırlar<br />
önce, "Bir imamın beş yabancı dil bilmesi, ülkeleri gezmiş olması,hitabının<br />
kuvvetli olması, bilgili, yetenekli olmasını şart koşuyorlardı" O zamanlar<br />
imamlık para için değil, Allah içindi. Ama şimdi... İmam Şefik gibi göbek<br />
bağlamıştı, birçoğu. Bu düşüncelerle geldi caminin önüne. Cemaat yeni çıkı-<br />
yordu. Altı ak sakallı ihtiyar, Hamza’yla huysuzlaşan atı Yunusu süzüyordu.<br />
Az sonra imam da çıktı, Hamza’nın alnındaki çizgiler biraz daha derinleşmiş-<br />
ti:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
29
- Maşallah Hoca bey jet gibisin. İmam Şefik saatine baktı:<br />
- Uzun bile sürmüş.<br />
- Uzun mu, dedi Hamza.<br />
Hoca kalın sesiyle:<br />
- Hayırdır. Ne bu hiddetin?<br />
Hamza imama yaklaştı, bir çırpıda atından indi. Sert tavırlarla:<br />
- Hiç hayır değil, hoca dedi.<br />
Caminin bitişiğindeki, hocanın oturduğu lojmana giden kabloyu gösterdi:<br />
- Bu kablo nereye gidiyor, dedi. İmam Şefik tedirginleşti, önce anlamak<br />
istemedi:<br />
- O kablo mu, dedi.<br />
- Evet hoca bey kablo.<br />
- .......................<br />
Hamza gibi gençlerden pek hoşlanmazdı İmam Şefik. Bu çocuk ne karışı-<br />
yordu işine? Bu durumdan hiç kimse şikayetçi değildi. Köylüyle karşılaşma-<br />
mıştı. İyide oluyordu, sabahları uykusunu kaçırmıyordu. Bir yalan bulup, bu<br />
delikanlıyı başından savmalıydı. Bu ara ihtiyarlarda dağılırdı. Aklına ilk düşen<br />
yalanı koy verdi:<br />
- Evin şartelinde problem var, ara sıra arıza yapıyor, elektrik kesiliyor,<br />
ben de kitap okuyamıyorum. Bu kabloyu onun için çektim. Hamza’nın ses<br />
tonu yalan söylüyorsun diyordu:<br />
- Siz, muhterem hoca, kitap okur muydunuz?<br />
İmam Şefik yalan söylemeye devam etti:<br />
- Okumaz olur muyum.<br />
Hamza sorularında kararlı:<br />
- Hangi yazarların kitaplarını okuyorsun?<br />
İmam Şefik’in, kitaplarla uzaktan yakından alakası yoktu. Cemaate göz<br />
gezdirdi, son kalan ihtiyarda gidiyordu. Hamza’nın kararlı tavırları İmam Şe-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
30
fik’i çıldırtıyordu, kitap ismi söyleyecekti söylemesine ama Hamza görmek is-<br />
teyebilirdi:<br />
- Yok... Yok... dedi, ben Kur’an okuyorum.<br />
Hamza, çileden çıkmıştı. Kendine hakim olup İmam Şefik’in koluna girdi.<br />
- Gel hoca seninle biraz gezelim dedi. Harmanın yanındaki yolda ilerledi-<br />
ler. Hamza dişlerinin arasından konuşuyordu:<br />
- Bak hoca! Beni iyi dinle! Hem yatakta ezan okuyacak kadar rezilsin!<br />
Hem de usta bir yalancısın, eğer, bir daha bu kadar küçülürsen, seni aleme<br />
rezil ederim.<br />
Hamza’nın kolundan çıkan İmam Şefik:<br />
- Delikanlı! Seni ilgilendirmeyen işlere karışma, dedi.<br />
Hamza son derece kararlı:<br />
- Köyümde imamlık yapıyorsun diye, seni bir kereye mahsus uyarıyorum.<br />
Sen istersen devam et, dedi ve imamın yanından asık çehreyle ayrıldı.<br />
Hamza’nın arkasından düşünceli bir şekilde bakıyordu, kırk yaşlarında, üç<br />
kızı olan İmam Şefik. Hamza’nın yapabileceği şeylere sabitlemişti düşüncele-<br />
rini. Göbeği çirkin bir evin balkonunu andırıyordu. Çıkarcı biri olduğu sözle-<br />
rindeki yalakalıktan anlaşılıyordu. Küçük gözleri adeta içine kaçmış ve kalın<br />
yüz hattından zor seçiliyordu. Kafasındaki şapka kirpi dikenini andıran saçla-<br />
rını gizliyordu.<br />
- Ne konuştunuz hocam, sözleri imamı ayılttı.<br />
İmam yarı endişeli:<br />
- Yok bir şey. Bazı sorular sordu, o kadar.<br />
Anlamıştı, geçiştirilmek istendiğini:<br />
- Görüşürüz hocam! İyi günler dedi, cami cemaatinden, para aşığı, Hacı<br />
Bülent Ağa.<br />
Yetmiş yaşına rağmen dilinden gıybet düşmez, komşularının açığını arar-<br />
dı. Sımsıkı bağlanmıştı dünyaya, ben daha yirmi yıl yaşarım diyordu, saçları-<br />
nı yıllardır kasketin içine hapsetmişti Hacı Bülent Ağa...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
31
Hamza bir gönlü feth etmek için uğraşıyordu, bu gönülde eksik olan tek<br />
şey namazdı. İri ellerini düz saçlarına götürmüş:<br />
- Askerden gelince başlarım diyordu, Asım.<br />
Hamza, sesine ahenk vererek sordu:<br />
- Sen Müslüman mısın?<br />
- O nasıl soru? Elbette Müslüman’ım.<br />
- İspatlayabilir misin?<br />
- .....................<br />
- Bir saati düşün. Saatteki sayıları İslam’ın kuralları, saati de İslam varsa-<br />
yalım. Namaz ise saatin akrebi. Akrebi çalışmayan saat, soruyorum neye ya-<br />
rar? O saati çöpe atar mısın, atmaz mısın? Emin ol bir saatteki akrep nasıl<br />
önemli bir görev üstleniyorsa, namaz da ondan daha mühim bir görev üst-<br />
leniyor. Nasıl akrepsiz saat düşünülemezse, namazsız da Müslüman düşünü-<br />
lemez. Saat ne kadar kaliteli olursa olsun zamanı göstermediği sürece ona<br />
kimse rağbet etmez. Müslüman da öyledir, kalbi ne kadar temiz olursa olsun<br />
onun göstergesi iyi ameller olmalıdır. Bu konu hakkında geniş bilgiyi İmam<br />
Gazali’nin İhya-u Ulumid-din adlı kitabında bulabilirsin, dedi.<br />
Sükunetle dinliyordu Asım, Hamza’yı. Asım’ın geçmişinde onun önemli bir<br />
yeri vardı. Bildiği her şeyi Hamza’dan öğrenmişti. Bildiği ile amel etmesi için<br />
Hamza’nın verdiği kitaplar ona ışık oluyordu. Yunus’un göldeki çırpınışını<br />
unutamayanlardan biride Asım’dı. Koşmuş, koşmuş, kan ter içinde Hasan<br />
Usta’ya haberi ulaştırmıştı. "Sıradan bir şey" gibi söylemişti. "Çocukluk!’’ di-<br />
yordu. Ne çok severdim Yunus’u. Keşke şimdi o da yaşasaydı, diye düşündü.<br />
Hamza’ya ne zaman hatırlatsa gülünce beliren gamzelerinin ıslandığını görü-<br />
yordu. Onun için hatırlatmaktan hep kaçınırdı. Hırçın atı Yunus’a binmek na-<br />
sip olmamıştı. Atın nasıl endamı vardı öyle. Gece kadar siyah, ay kadarda<br />
parlaktı.<br />
Hamza konuşmaya devam etti, Asım kendini savunmak için:<br />
- Bakma bana, ben her telden oynarım, dedi.<br />
Hamza da ummadığı bir değişiklik oldu. Hamza sesinin ahengini bozdu:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
32
- Her telden oynayan münafıktır, dedi: Münafıklar kafirden de aşağıdır.<br />
Ne demek her telden oynarım. Onun yanında ondan, bunun yanında bun-<br />
dan, benim yanımda benden mi olacaksın? Buna münafıklık denir. Yok öyle<br />
şey. Kimliğini koyacaksın ortaya, gavur musun, müslüman mısın, rengini be-<br />
lirteceksin arkadaş, diye noktaladı sözlerini Hamza.<br />
Asım:<br />
- Yanlış anladın, dedi tedirgince.<br />
Hamza:<br />
- Hayır, sadece düşebileceğin tehlikeden bahsediyorum.<br />
Asım ürkek tavırla başını öne eğdi:<br />
- Tamam Hamza. Bugün namaza başlıyorum, dedi.<br />
- Dilerim ki evvelden olduğu gibi haftalık olmaz.<br />
- İnşallah.<br />
İmam Şefik hala kararsızdı. Hamza belki de sadece gözünü korkutuyordu.<br />
Ezanı yatarak okumaya devam etse miydi? İyide alışmıştı hani... Hamza<br />
camiye gelmeyebilirdi. Her günkünden daha fazla uykusu vardı. Rahatlığı<br />
tercih etti. Şeytanın sabaha dek, yaladığı yüzünü yıkamadan yatağında eza-<br />
na başladı. Kokuşmuş, ağzındaki sülenpe dili ezanın üçüncü nidasına gelmiş-<br />
ti ki sert söze alışkın olmayan kulağı sesin kesildiğine şahit oldu, olmasıyla<br />
beraber tanımsız bir korkunun, uykusunu kaçırdığını hisseti. İhtimal bu<br />
Hazma’ydı. Ne yapmalıydı, mikrofonu bırakmış, yorganın içine bürünüp:<br />
- Cahille cahil olunmaz, diye kendine musallat olan korkuya cevap verdi.<br />
Cami kilitliydi, kapıya gelip anahtarı isterse:<br />
- Evet, evet, dedi. En iyisi kapıyı kırsa da duymamış gibi yapıp kesinlikle<br />
açmamak.<br />
Doğru tahmin etmişti İmam Şefik. Kabloyu kesen Hamza’ydı. Şimdi de<br />
kabloyu kesen el, pencereyi kırmak istercesine vuruyordu, İmam Şefik’in<br />
korkusu; pencereye vuran elin sesini duyurmuyordu. Penceredeki sese diğer<br />
oda cevap verdi. İmam çocuklarının kalktığını anlamıştı, koridorun ışığı yan-<br />
dı, odanın ahşap kapısı aralandı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
33
- Baba, baba.<br />
Bu ses ortanca kızı Büşra’nındı. Genç kız babasında hareket görmeyince;<br />
evin içinden büyük, dışarıdan küçük görülen, eski yapı pencerenin perdesini<br />
araladı.<br />
Kısık sesle:<br />
- Buyurun, bir şey mi istediniz, dedi ve şaşırdı.<br />
Sabah namazına gelen delikanlının, kara gözlerinde şimşekler çakıyordu.<br />
Büşra utandı, kumral saçları beyaz yüzünün bir kısmını kapatmış, yeşil göz-<br />
leri uyku Hamza’yı süzüyordu.<br />
Hamza şaşkınlığın hakim olduğu sesle:<br />
- Babanız uyandı mı, dedi.<br />
Kız ezana değil, pencereye hışımla vuran delikanlının sesiyle uyanmıştı.<br />
Kelimeleri zor telaffuz ederek:<br />
- Babam mı?<br />
- Evet. Babanız?.<br />
- Şey... Uyuyor, akşam yorulmuş olacak, biraz geç yattı, dedi.<br />
Hamza namaz vaktinin geçebileceğini düşündü:<br />
- Bir zahmet, kendileri gelemiyorsa caminin anahtarını alabilir miyim, de-<br />
di. Hamza’nın kara gözlerindeki şimşekler, genç kızı etkiledi, Büşra sözü<br />
uzatmak istiyordu:<br />
- Ne anahtarı! diye sordu.<br />
Hamza, saatine baktı, harflerin üzerine basarak:<br />
- Caminin anahtarını.<br />
Delikanlının son sözü azarlayıcı idi, bu sesin tonu Büşra’nın gözlerindeki<br />
uykuyu tamamen kovdu, odaya yönelip babasının ceplerini kontrol etti, sağa<br />
sola bakındı, duvardaki paslı çivide asılı olduğunu gördü. Mazeret beyan<br />
ederek:<br />
- Kusura bakmayın, şu anda uyku sersemiyim, dedi ve anahtarı uzattı.<br />
Anahtarı alan delikanlı, bakışlarını genç kıza yöneltti:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
34
- Her zaman gemicinin istediği rüzgar esmez. Babana böyle söyle.<br />
Sabahın köründe bunu nasıl aklında tutacaktı ve tekrar sordu:<br />
- Anlayamadım bir daha söyler misiniz?<br />
- Anladığın kadarını söyle, diyen Hamza camiye yöneldi.<br />
Güzel kızın bakışları Hamza’da kalmıştı. Sabahın bu saatinde ilk defa pen-<br />
cereye vuruluyordu. Hala şaşkındı. Delikanlının umursamaz tavırları Büşra’yı<br />
kızdırmıştı. Köyün gençleri Büşra’nın peşindeydi, ona haber gönderirlerdi,<br />
sırma saçlarını görmek için düğün günü beklerlerdi. Bu Hamza nasıl bir deli-<br />
kanlıydı. Tüm güzelliğini görmesine rağmen bakışları değişmemiş, değişme-<br />
diği gibi bir de azarlamıştı. Ya son söylediği:<br />
- Gemicinin... Rüzgar esmezdi...<br />
Tamamlayamadı, pencereyi kapatıp odadaki loş ışıkta anahtarı beklemeye<br />
koyuldu. Ona karşı tuhaf bir yakınlık hissetmişti. Birkaç kez kalkıp gitmeyi<br />
düşündü. Anahtarı pencerenin önüne bırakabilirdi, ama bir türlü yerinden<br />
kalkamıyordu. Onu neden bir daha görmek istiyordu? Kendine bu soruyu so-<br />
rarak beklemeye devam etti.<br />
İmam Şefik, konuşulanları dinlemiş, kendince hüküm çıkartmaya çalışı-<br />
yordu;<br />
- Acaba bana niye kızmadı, kaldırtmadı, yoksa tehdidi boş muydu, diye<br />
düşüncelerini noktaladı. Ezanın yeniden okunması neyin habercisiydi, kafası<br />
yorganın altında kızı gibi o da beklemeye koyuldu.<br />
Hamza, yüreğinde tutuşan inancın ateşiyle dudaklarındaki üşüyen sevdayı<br />
ısıtıyordu. Hacı Paşa Köyü, yıllardır ilk defa bir sabah utancından titriyordu.<br />
Sanki bu sevda ağlıyordu, bu üşüyen ağıtı birkaç insanın dışında dağlar,<br />
ağaçlar ve hayvanlar duyuyor, üşüyorlardı. Ezan; hıçkıra hıçkıra ağlıyordu<br />
ve gözyaşları dile gelmiş adeta konuşuyordu:<br />
- Ben... Bu kadar garipleşmemiştim. Kimsesiz kalmamıştım hiç. Bu kadar<br />
önemsiz olmamıştım. Ah... Asırlar öncesi, İnsanlar, beni saygıyla dinlerlerdi.<br />
Binleri getirdim, binleri götürdüm, yürekler cız ederdi beni duyunca, insanlar<br />
yoksa, kuşlar gelirdi. Ağlatırdım en sert kayaları, bakın şimdi halime, ağlıyo-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
35
um, boynum bükük, Müslüman, spor haberi dinlediği gibi, beni dinlemiyor<br />
şimdi, ben ağlıyorum. Ezan son olarak, "Namaz uykudan hayırlıdır." diyordu.<br />
Hamza gönlünde garip bir hoşlukla camiyi süzdü, başı öne eğikti, sabahın<br />
en etkileyici anının kaybolmasını istemiyordu. Ne büyük bir hazdı kıyama<br />
durmak, berrak duyguların asilliğine, saflığın hayran olduğunu hissetmek.<br />
Müslümanlar uykuyu nasıl olurda bu kadar tatlı duygulara tercih edebilirler-<br />
di. Bu sefer cami konuşuyordu:<br />
- Bir gün dağlar şehirlere yürüyecek, emsalsiz sular çıldıracak o zaman<br />
sığınak arayacaksınız, ama ben olmayacağım o gün...<br />
Namaz, Cami’nin haykırışını durdurdu, Hamza’ya söyleyeceği bir şeyler<br />
vardı. Namazın secdesinin gülleri, öylesine gülümsüyordu ki Hamza güneşin<br />
doğmamasını bile dilemişti. Namaz, konuşmaya başladı, sesinin ahengi titre-<br />
tiyordu Hamza’yı.<br />
- Bana iyi tutun! Ey Hamza... Tutun ki kurtulsun dinin, cehennemde bul-<br />
ma kendini hayasızlıktan, çirkin, kötü her işten korurum seni; ben nurum,<br />
ışığım kalbine, ben günahı terk ettiririm. Münker ve Nekir’in sorusuna cevap<br />
benim, rahatı, huzuru benimle bulursun, kalpleri temiz, pak ederim, bana<br />
tutunan kâinata meydan okur, onu hiçbir şey korkutamaz, kıyamet sıcağında<br />
serin gölge olurum. Mümin’e seni kardeş yapan benim, benimle geçersin<br />
şimşek gibi sıratı, ey Hamza! Sen beni beş vakitte hatırlarsan, ben de seni<br />
cennete hatırlatırım diyordu namaz; sabah namazı dile geliyor Hamza’yla<br />
konuşuyordu, yıllarca sabah namazı kılabilirdi Hamza.<br />
Biraz sonra Güneş, sır yüklü ışıklarıyla, dünyayı ısıtmaya başlamıştı. Ham-<br />
za cami anahtarını verip vermemekte kararsızdı, kilidi pencerenin önüne bı-<br />
rakmayı düşündü, bu ara da pencerenin açıldığını gördü:<br />
- Bana verin, dedi Büşra.<br />
Hayret! Anahtarı verirken ki vaziyetinde duruyordu, yalnız yeşil gözleri<br />
tembelliği kovmuş. Hamza anahtarı uzatırken, Büşra:<br />
- Allah kabul etsin.<br />
Hamza kızıyor gibiydi:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
36
var?<br />
- Tek başına kılınan namaz, dedi ve sustu.<br />
Yakınıyordu bir şeylerden, Büşra bunu çok önceden anlamıştı, sordu:<br />
- Az önce bana deniz, gemi filan demiştiniz. Babam ile bir sorununuz mu<br />
- Dert etmeyin babanız duymuştur, problemi de babanıza sorun, dedi ve<br />
pencereden ayrıldı.<br />
Hamza, düşünüyordu, attığı adımlardan habersizdi. Kızıyordu imama, bu<br />
sefer daha ağır olacaktı İmam Şefik’e karşı tavırları. Nihayet öğle vakti<br />
İmam Şefik’le konuşuyordu Hamza. İmam Şefik’in sülenpe dili Hamza’nın is-<br />
teklerine evet diyordu? Son olarak:<br />
- Tamam; yeter ki sen olay çıkartma, dedi.<br />
Hamza da acıma hissi oluşmuştu İmam Şefik’e karşı. Başını sallıyordu,<br />
peki der gibi... İmam Şefik, günlerin geçmesiyle beraber, korkusunun da<br />
kaybolduğunu ara ara hissediyordu; bir parçada olsa Hamza’dan kurtulmuş-<br />
tu. Yalnız bu seferde kızı Büşra takılmıştı farklı bir şekilde, henüz annesiyle<br />
ablası gelmemiş, küçük kardeşi Nurgül ve babası yemek yiyorlardı. Büşra:<br />
- Dökmeden ye Nurgül!<br />
- Hani döken mi var abla?<br />
İmam Şefik:<br />
- Bırakın konuşmayı, yemeğinizi yiyin.<br />
- Baba!.<br />
- Ne var Büşra?<br />
- Şu delikanlıyla alıp veremediğiniz bir şey mi var?<br />
- Hangi delikanlı kızım.<br />
- Hasan abinin oğlu Hamza var ya!<br />
Baba önemsiz gibi, geçen zamanın verdiği rahatlıkla:<br />
- Sıradan bir mesele, dedi.<br />
Büşra’nın sesinde ısrar var:<br />
- Nedir sıradan mesele dediğin şey?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
37
Kanepenin bitişiğindeki masada duran, sökülmüş mikrofonun kablosunu<br />
gösterip:<br />
- Şu sabah ezanı var ya?.<br />
Büşra olayı kavrayıp:<br />
- O ne karışıyor?<br />
- Hiiç karışıyor, işte.<br />
İmam suçlu olduğunu biliyordu, fakat kızına isteyen kişinin ezanı dilediği<br />
gibi okuyabileceğini söylemişti. Konuşmasına devam etti:<br />
- Daha önce sabah namazına hiç kimse gelmezdi, şimdi cemaat oluyor,<br />
hepsi de genç, onun için artık burada ezan okumama gerek yok, diyen<br />
imam, kızının düşüncesine yön vererek, durumu kurtarmaya çalışıyordu.<br />
Büşra:<br />
- Peki baba, şimdi aranız nasıl?<br />
- İyi kızım iyi, dert etme sen.<br />
Bu ara, Nurgül, ağıtla karışık:<br />
- Ben annemi isterim, dedi.<br />
Büşra:<br />
- Sahi baba, annemle ablam ne zaman gelecek!<br />
- Birkaç güne kadar gelirler.<br />
Tabiat, Allah tarafından insanların önüne konmuş büyük bir kitaptı. Bu ki-<br />
tabın çeşit çeşit sayfaları vardı, kimisi yürek ikliminin sayfasında, kimisi ek-<br />
meğin umut olduğu sayfada, kimisi de köy halkı gibi toprağın bereketi say-<br />
fasında. Yalnız bu sayfayı okumak, dudaklara değil alın terine mahsustu, in-<br />
sanlar bağlarda, bahçelerde işiyle meşguldü. Tarlalar, ekilmek ve bakım isti-<br />
yordu. Zeka da tarla gibiydi, bunun bilincinde olan Hamza zeka tarlasına,<br />
üniversite sınavlarına kadar büyümesi, yetişmesi gereken tohumları, fidanla-<br />
rı ekiyor, onların bakımını yapıyor, diğer kitaplarla da ektiği tohumların ye-<br />
şermesi için sulamasını yapıyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
38
Hamza gecesini gündüzüne katmış çalışıyordu. Bazen de zeka tarlasında<br />
yetiştirdiği ağaçların meyvesinden tadıyordu. Bazı zamanlar dostları, bu<br />
meyvelerden istiyor, tadına hayran kalıyorlar, doymak bilmiyorlardı. Onlarda<br />
çok istemişlerdi Hamza’nın zeka tarlasındaki ağaçlar gibi meyve veren ağaç-<br />
lara sahip olmayı. Ama bazıları yalanı söküp atmadan hakikat fidanını dik-<br />
meye kalkışmışlar o da tutmamıştı ve asla tutmayacaktı!... İşte bunlardan<br />
biri de pehlivan Yunus’la yıllar önce yarışa tutuşan Tahir Ağa’nın oğlu Ya-<br />
vuz’du. Tahir Ağa muhtardı artık. Oğlu Yavuz, yarıştan habersiz olan Ham-<br />
za’yla yapıyordu şimdi yarışı, onu şiddetli bir şekilde kıskanıyordu. Ham-<br />
za’nın açığını arıyor onu küçük düşürebilmek için, insan üstü bir çaba sarf<br />
ediyordu. Yanında kendi gibi bir kaç nasipsizle, köylünün canına tak ettir-<br />
mişlerdi.<br />
Yavuz’un babası muhtar Tahir Ağa, köyün zenginlerinden, hak hukuk ne-<br />
dir bilmez son derece kibirli, gösteriş düşkünü bir riyakardı. Övünürdü her<br />
baba gibi o da oğluyla, Yavuz gibi babası da haşlanmazdı Hamza’dan.<br />
Bir keresinde toplum içinde Hamza, söylemedik laf bırakmamıştı Tahir<br />
Ağa’ya:<br />
- Faiz harammış, Allah ve rasûlüne savaş açmakmış… Benim gibi bir ağa-<br />
ya, hem de toplum içinde, böyle laflar söylenir mi? Ona ne...<br />
Böyle düşünüyordu, elli yaşlarında, sarı saçlı, kızıl tenli, orta boylu, para-<br />
göz muhtar Tahir ağa. Dudağı ile çenesi arasındaki kuytuda biriken kılların<br />
teri eksik olmayan Tahir Ağa, tıraş olma gereksinimi duymazdı, zira o kö-<br />
seydi. Faizden elde ettiği parayla oğluna taksi almıştı. Yavuzdan başka bir<br />
kızı ve küçük bir oğlu daha vardı. Hamza ismi anılınca Yavuz gibi babası Ta-<br />
hir Ağa‘nında yüzü buruşurdu. imam Şefik tam adamıydı, Tahir Ağa’nın.<br />
Müzik sesi sonuna kadar açılmış, Yavuz ve yanında iki kişi, taksiyle kö-<br />
yün ince ve tozlu yollarında geziniyorlardı. Az sonra gözlerine yol kenarında-<br />
ki Hamza ilişiti.<br />
Yavuz’un sevimsiz yüzündeki ödlek bakışları, babası Tahir Ağa’yı anımsa-<br />
tıyordu. Babasından tek farkı genç oluşu idi. Kızıl beniz, sarı saç ve köselik<br />
bir bakışta görülecek kadar belirgindi. Hamza’ya hitaben alaylı bir şekilde:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
39
- Ne o hoca, Karadeniz’de gemilerin mi battı?<br />
Hamza:<br />
- Kıs şu sesi!<br />
- Tamam Hoca, sen böyle şeyleri sevmezsin, dedi ve kıstı.<br />
Hamza haddini aşma der gibi baktı.<br />
- Deveyi yardan uçuran bir tutam otmuş, dedi.<br />
Yavuz iç gıcıklayıcı sesi ile:<br />
- Ne yani biz deve miyiz?<br />
Hamza:<br />
- Nerde sende o şans, dedi.<br />
Konuşmalara arka koltukta oturan Ziya da karıştı:<br />
- Bırak Yavuz, ne demişler "Çirkefe taş atma üstüne sıçrar." dedi ve<br />
Hamza’ya baktı.<br />
Hamza Ziya’nın sözlerine hep güler geçerdi. Bu sefer öyle olmadı, kartal<br />
bakışlarını Ziya’ya çevirdi, alnındaki çizgiler belirginleşti. Bir hamlede taksinin<br />
kapısını araladı. Ziya’yı taksiden bir çırpıda çıkarttı, gözlerini gözlerine yak-<br />
laştırdı:<br />
- Bana çirkefin tanımını yap, dedi. Cevap isteği o kadar çoktu ki; bu sese<br />
Ziya kayıtsız kalamadı, kekeleyerek:<br />
- Kötülük...<br />
- Kim, söyle kim kötü?<br />
Ses Ziya’ya sen kötüsün der gibiydi, devam etti:<br />
- Çirkef senden başkası değil.<br />
Ne olmuştu buna, bu derece hiddetlenmişti? Yavuz araya girdi:<br />
- Tamam Hamza bu kadar kızmana gerek yok.<br />
Yavuz’un müdahalesi ona cesaret verdi, yumruğunu salladı, kolayca sıyrı-<br />
lan Hamza:<br />
- Bakıyorum çirkef cesarete büründü.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
40
- Yavuz Ziya’yı yeniden taksiye bindirdi, Ziya rahata kavuşmanın verdiği<br />
hazla:<br />
- Yanına bırakmam, bir daha karşıma çıkma, diyordu.<br />
Hamza:<br />
- Unutma bu sözlerini...<br />
Önde oturan Kenan’ın tavırları tedirgindi. Yavuz aracı hareket ettirdi, mü-<br />
ziğin sesini Hamza’ya inat yeniden açmışlardı, diğer yandan Hamza için plan<br />
kuruyorlardı. Kenan:<br />
- İyi fırsattı, onu güzelce haklayacaktık.<br />
Ziya Yavuz’a baktı;<br />
- Sana dua etsin.<br />
Yavuz vites değiştirdi:<br />
- Her şeyin bir zamanı var, onu şöyle toplum içinde rezil edip dövmek du-<br />
rurken, şimdi ne gerek var, dedi.<br />
Hamza hallerine üzülüyordu, yüreklerinde şeytanın kurduğu saltanatı gö-<br />
rüyor, bîçareliğin kurduğu hattı geçemiyordu.<br />
Haftalar birbirini kovalasa da Hamza’dan bir şeyler çalamıyordu. Köylü<br />
bereket ismi verilen nimetlerden bir şeyler koparmak için, bostanları dol-<br />
durmuşlardı. Hamza’da bostana niyet etmiş, atı Yunus’la konuşarak gidiyor,<br />
insanların halini münazara ediyordu.<br />
Her sene aynı işi yaparlar, bazen elemli, bazen neşeli, soru denen kav-<br />
ramı henüz tanımamışlar, tanıyanlar cevap bulamamış, ye, iç, yat, mutfakla<br />
tuvalet arasında işleyen robotlar sürüsü. Bu fiiller için mi dünyadayız? Gaye<br />
bilinmiyor, amaç yok, rüzgarın önündeki çer çöp gibiler. Birçoğu ezberci; biri<br />
ne yaparsa o da onu yapıyor. Hayalleri ise lüks ve zenginlik, sımsıkı bağla-<br />
mışlar alemin günahkar yanına kendilerini. Allah’ın verdiği ömürle herkes<br />
yaşar ama herkes mesut olamaz. Masa ve kasa başında olur mesut olamaz,<br />
saltanatı ve şatafatı alan nice insan var, kapısında odacı, mutfağında aşçı,<br />
her istediği var ama mutlu değil. Helikopteriyle göklerde yolculuk yapan,<br />
merkep üzerindeki yolcu kadar mesut değil. Ya şu tarladakiler, bu dünyaları<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
41
çoktan kaybolmuş, ya ahiretleri? Kurtuluşun Allah'ın dinine sarılmak olduğu-<br />
nu bilseler, mutlulukları, kırlangıç kuşunun kanatlarına tüy olup kaybolmaz-<br />
dı, ne yazık ki farkında değiller.<br />
- Hamza, Hamza!<br />
Ses ayılttı Hamza’yı, bakışlarını sesin geldiği yöne çevirdi. Bu karayağız<br />
delikanlı Murat’tı:<br />
- Ne o, Allah’ın selamını da mı çok görürsün bana?<br />
- Esselamü aleyküm.<br />
- Ve aleyküm selam.<br />
Hamza’nın sesi pişman:<br />
- Kusura bakma biraz dalgın ve düşünceliydim, seni fark edemedim.<br />
- Sen bunu hep yaparsın. Gel sohbet edelim.<br />
Hamza atını Murat’ın yanına sürdü ve indi. Murat:<br />
- Nereye gidiyorsun böyle?<br />
-Bağın altındaki arpa ektiğim tarlaya bakacaktım.<br />
- Henüz biçime gelmemiş, biraz önce oradan geldim. Birkaç gün sürer.<br />
- Neyle meşgulsün.<br />
- Görüyorsun ya...<br />
Bu arada at kişnedi, Murat atı süzdükten sonra:<br />
- Ziya ile kapışmışsın.<br />
- Sonra...<br />
- Seni elinden güya Yavuz almış.<br />
Gülümsedi, hiç şaşırmadı Hamza:<br />
- Kim söyledi?<br />
- Kayanın başında anlatıyorlardı, kulağıma çalındı.<br />
- İnandın mı?<br />
- İnanmadım ama merak ettim.<br />
- Sadece tartıştım, o kadar.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
42
lar.<br />
- Bu nasıl tartışma?<br />
Hamza tavır değiştirdi:<br />
- Akılsızlar, hırsızların en zararlılarıdır, insanın zamanını ve neşesini çalar-<br />
Biraz sonra, Murat’ın annesi Hasibe kadın onlara yaklaştı;<br />
- Hamza nasılsın?<br />
- Sağol Hasibe abla. Elhamdülillah iyiyim.<br />
- Annen nasıl?<br />
- O da iyi.<br />
Elindeki yemişlerden Hamza’ya uzatıp:<br />
- Al, al ye!<br />
- Senin sağlığın sıhhatin nasıl?<br />
- Kötü olsa ne olacak ki yavrum, yazın başı pişenin kışın aşı pişermiş, de-<br />
di; iyi niyetli, saf ve hüzünlü insan, Hasibe kadın.<br />
Hamza soruyla karışık:<br />
- Moralin pek iyi değil gibi...<br />
- İnsanda huzur mu bırakıyor kıran giresiceler,<br />
- Ne oldu?<br />
Murat söze karıştı:<br />
- Bizim koyunlardan birini çalmış, kesmişler.<br />
- Kimler?<br />
- Kim olabilir?<br />
- Bilemiyorum.<br />
- Muhtarın oğlu Yavuz ve yanındaki dört züppe...<br />
Hamza üzgün:<br />
- Onlarla konuştun mu?<br />
- Konuşmanın faydası yok. Görenler olmasına rağmen inkar ediyorlar.<br />
- Bu yaz hadlerini aştılar, çok şımardılar.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
43
- Allah iflah etsin, dedi Hasibe kadın.<br />
Hamza siyah atına bir çırpıda bindi:<br />
- Köpeğe gem vurmamak gerek yoksa kendini at sanır, dedi ve görüşme<br />
temennisiyle ayrıldı, arpa tarlasını kontrol etti.<br />
Murat’ın dediği gibi biçime gelmesi henüz birkaç gün sürerdi. Dönüşte<br />
çeşmeye uğradı. İhtiyar Cafer Ağa’yı gördü. Ağlıyordu, şaşırdı, koca adam<br />
çocuk gibi hüngür hüngür hıçkırıyordu, yaklaştı:<br />
- Cafer amca niye ağlıyorsun, metin ol, derdini söyle belki derman olu-<br />
rum, dedi.<br />
İçini çekti, yaşlı gözlerini sildi ve utanarak:<br />
- Başkasına anlatmazdım ama sana anlatırım yavrum. Seksen seneden<br />
beri dünya hayatının çeşitli cilveleriyle karşılaşıyorum. Evlatlarımı büyüttüm.<br />
Kızım hayırsız çıktı, oğlumu askerden gelince evlendirdim. Gelinin elinden bir<br />
bardak su içmedim. "Moruk senin çirkin suratını görmeye gelmedim." diye<br />
azarladı. Oğlum; "Karıma laf yok, köşe başında otur, verirsek bir kuru ek-<br />
mek ye, vermezsek oruç tut." dedi. Meğer ben bir canavar büyütmüşüm.<br />
Dün param kalmadı, oğluma başvurdum, iki tokat vurdu: "Defol bir daha<br />
buraya gelme, yoksa seni tekmelerim, tepelerim." dedi.<br />
Bunları Hamza’ya anlatırken beyaz sakalları gözyaşıyla ıslandı. Hamza mı-<br />
rıldanıyordu:<br />
- Yazın sıcağında, kışın soğuğunda, bağrına bastığı, rüzgardan bile sakın-<br />
dığı bir evlattan bunlar he... Üzüntüsünden sözlerini bitiremedi. İhtiyar Cafer<br />
amcanın kolundan tutup kaldırdı, eline bastonunu verdi:<br />
- Bizim eve gidelim Cafer amca.<br />
- Bizimkiler duyarsa halim nice olur?<br />
- Önce gidip yemek yiyelim, dert etme gerisini ben hallederim.<br />
- Hadi bismillah.<br />
Zar zor yürüyordu Cafer ağa, bir yandan da:<br />
- Aman geldiğimi duymasınlar, dedi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
44
- Korkma Cafer amca.<br />
Mercekli gözlüğünden oldukça iri görünen gözleriyle Hamza’yı süzdükten<br />
sonra,<br />
- Deden Cuma Usta’yı da çok severdim, rahmetli beni terk edip ahrete<br />
göçtü. Ne günler yaşadık onunla. Aman oğlum beni akşam götür.<br />
- Götürürüm Cafer amca kafanı rahat tut.<br />
- Ne demişler, dedi Cafer Ağa, bastonunu yere vurarak:<br />
- Islanmışın yağmurdan korkusu olmazmış.<br />
Hamza dedesi, Cuma Usta’yı hatırladı. O da olaylara ata sözü ile cevap<br />
verirdi. Cafer Ağa’nın yemekten sonra bitkinliği azalmıştı ve:<br />
- Allah senden razı olsun, dedi.<br />
- Cümlemizden.<br />
Ne yapmalı diye düşünüyordu Hamza, sözden anlayacak biri değildi Cafer<br />
Ağa’nın oğlu şaşı Recep. Cafer Ağa’nın durumu fena halde üzmüştü Ham-<br />
za’yı. En güzeli herkese anladığı dilden konuşmaktı. "Beni tanımasa daha et-<br />
kili olur." diye düşündü.<br />
Gökyüzünde yıldızların seçilmediği bir gece, yüzünü siyah bir örtüyle ka-<br />
patıp şaşı Recep’i takip etti. Köyün meydanında bulunan elektrik şartelini in-<br />
direrek köyün elektriğini kesti. Şaşı Recep’in misafir olduğu evden çıkmasını<br />
bekledi. Az sonra gürültülerinden beraber çıktıklarını anladı. Ondan başka<br />
birkaç kişi de misafirdi, kaba bir ses:<br />
- Gidecek zamanı buldu, diye hayıflandı.<br />
Bir diğeri komşu köylerin ışığını göstererek<br />
- O tarafın ışıkları var.<br />
Şaşı Recep çatal sesiyle:<br />
- O zaman biraz sonra gelir, dedi.<br />
Hepsi evlerine yöneldi, şaşı Recep’i gölge gibi takip eden Hamza, evvel-<br />
den tasarladığı kuytu bir yerde, Recep’in şaşı gözlerine gözüktü. Eliyle boğa-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
45
zından tutup yanı başlarındaki duvara yasladı, Recep ne olduğunu anlaya-<br />
madı. Boğazındaki elin sahibi çok sertti:<br />
- İyi dinle beni, Cafer ağanın asi oğlu şaşı Recep!.<br />
Recep kim olduğunu anlamaya çalışıyordu. Boğazındaki parmakların çelik<br />
gibi sertliğine şaşırmıştı ondan kurtulamıyordu. Şaşı gözlerine bu parmakla-<br />
rın sahibini arattı. Her yer zifiri karanlıktı, o da ne? Yüzünde maske vardı<br />
geceyle uyum sağlamış elbisesiyle zor seçiliyordu. Hiç kıpırdayamıyordu.<br />
- Aman Allah’ım bir insan bu kadar güçlü olamazdı, yoksa Azrail mi, diye<br />
düşündü. Hamza düşündüklerini anlamış gibi:<br />
- Belki Azrail’im, belki insan, dedi. Parmaklarını daha da gerdirdi. Şaşı Re-<br />
cep soluğunun azaldığını hissetti kısık bir sesle:<br />
- Ne istiyorsun, diyebildi.<br />
Hamza kollarına biraz daha kuvvet verip kısık sesle:<br />
- Baban Cafer’e eziyet verecek misin?<br />
Şaşı Recep korkudan konuşamıyordu, gözleriyle hayır der gibi yaptı.<br />
Hamza:<br />
- Bir daha babana eziyet eder, onu azarlar, gerektiği gibi hürmet etmez-<br />
sen bir dahaki sefere canını Azrail olur alırım, deyip diğer duvara yasladı.<br />
Parmaklarını gevşetip sordu:<br />
- Anladın mı beni?<br />
Şaşı Recep kafasını sallıyordu. Hamza:<br />
- Umarım anlarsın, dedi ve şaşı Recep’in boğazını bıraktı, bir kaç adım ge-<br />
riledi. Şaşı Recep nefesinin artık ciğerlerinde gezindiğini, kalın boğazından<br />
çelikten parmakların sıyrıldığını hissetti. Yerde iki büklüm, karşısında duran<br />
maskeli adama bakıyordu. Aniden karanlıkta kaybolması iyice ürpertti. Cin<br />
miydi, şeytan mıydı veya Azrail mi? Yoksa insan mı? İlk defa böyle bir şeyle<br />
karşılaşıyordu. Az sonra evine geldi. Karısı Zübeyde endişeli:<br />
- Ne bu halin? Yüzün kıpkırmızı kesilmiş, hortlak görmüş gibisin.<br />
- Keşke hortlak görseydim hanım.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
46
- Ne oldu?<br />
- Babamın hali nasıl?<br />
Karısı Zübeyde şaşırdı, ilk defa babasının halini soruyordu:<br />
- Sen mi soruyorsun babanı?<br />
Hızlı adımlarla babasının yattığı, toprak sıvalı odanın kapısını araladı.<br />
Uyuyan babasının üstünü örttü. Karısının şaşkınlığı daha da arttı:<br />
- Ne oldu söylesene.<br />
Hala olayın etkisi gitmemişti, korkulu gözlerle karısına baktı. Evin büyük<br />
kapısının kilidini bir daha kontrol etti. Derin derin nefes aldı:<br />
- Az önce.<br />
- Ne oldu az önce?<br />
.................<br />
Karısının merakı son seviyesine gelmiş:<br />
- Söylesene be adam ne oldu az önce?<br />
Şaşı Recep soluması normalleşince:<br />
- Simsiyah bir şey gördüm.<br />
- Eee.<br />
- Beni boğazımdan tutup eski evin duvarına yasladı.<br />
- Sonra?<br />
- O kadar güçlüydü ki, benim gibi bir adam kıpırdayamıyordu, dedi, iri kı-<br />
yım güreşçi şaşı Recep.<br />
Korku karısına da hakim olmaya başladı:<br />
- Yüzünü göremedin mi?<br />
- Siyah bir şey vardı.<br />
- Ne dedi sana?<br />
Cafer Ağa’nın odasını işaret etti:<br />
- Babama hürmet etmemi istiyor.<br />
Karısına hakim olan korku, dozunu yükseltti:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
47
- Şu... Bizim... Moruğ...<br />
Kadın moruk diyemedi. Şaşı Recep:<br />
- Onu azarlama, ona eziyet verme, onun istediklerini yap, dedi.<br />
- Allah Allah!...<br />
- Eğer bir daha eziyet edecek olursam canımı alacağını söyledi.<br />
- Sonra.<br />
- Sonrası kayboldu birden bire.<br />
Kadın:<br />
- Köyden biri olabilir mi?<br />
- Sanmıyorum, beni duvara mıhlayacak adam yok.<br />
- O zaman dedi, Zübeyde kadın.<br />
Cinlerin, şeytanların öyküsünü çok duymuşlardı.<br />
- Ya cin, ya da melek... Evet evet kesin. Dikkatli olmak gerek.<br />
Şaşı Recep ve karısı fena halde korkmuşlar, gece misafirliğe de gidemez<br />
olmuşlardı. O günden sonra babası Cafer’e şefkatle yaklaştı. Cafer Ağa yatsı<br />
namazını kılmış dua ediyordu:<br />
- Allah’ım sana şükürler olsun duamı kabul ettin çocuğumu değiştirdin.<br />
Ağustos ayı da bitmeye yüz tutmuştu, köylü, işlerini bitirmiş, elde etme-<br />
nin hazzını yaşıyordu. Tahir Ağa’yla İmam Şefik, dut ağacının altında sohbet<br />
ediyorlar.<br />
Tahir Ağa:<br />
- Hocam şöyle ailece pikniğe gidelim.<br />
- İyi olur.<br />
- Bende bir koç var, onu keser afiyetle yeriz.<br />
- Çocuklar içinde iyi olur.<br />
- Olmaz olur mu hocam, hem yengede hoşnut olur.<br />
- Birkaç gün sonra gidelim.<br />
Tahir Ağa elini kalın ensesine götürdü:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
48
- Sahi nereye gidelim hocam?<br />
- Sen daha iyi bilirsin Tahir Ağa.<br />
- Ayazma yol üstü, lakin Fartasar oradan çok çok güzel, ama o tepeye de<br />
çıkması zor.<br />
- Tamam da Tahir Ağa yılda bir kere gidiyoruz. Bence Fartasar’a gidelim.<br />
Bari gittiğimize değsin.<br />
- Oldu hocam, Fartasar’a gidelim, hem tüfeği de götürürüz, orada keklik<br />
eksik olmaz.<br />
Oturdukları dut ağacının gölgesinden kalktılar, İmam Şefik gider ayak:<br />
- Ya namaz vakitleri?.<br />
- Boş ver hoca, sanki kaç kişi var, onlarda evlerinde kılsın.<br />
- Şu Hasan ağanın oğlu Hamza var ya?<br />
- Ne olmuş ona?<br />
- Belki kafamızı ağrıtır.<br />
Tahir Ağa biraz durakladı, yüzündeki rahatlık kayboldu:<br />
- Anahtarı verirsin birine, yatar kalkarlar, dedi.<br />
Ne kadarda küçümsüyordu namazı, Hamza duysaydı yakasına yapışırdı<br />
herhalde, diye düşündü, biraz önce yanlarına gelen Cemil Ağa. Boynunu sı-<br />
kan gömleğinin yakasını gevşetti:<br />
- İyi olur hocam, siz gidin, anahtarı bana verirsiniz. dedi.<br />
- Evet ya Cemil Ağa’ya veririz.<br />
Piknik günü geldi, koç traktörün römorkuna atıldı. İştahla biniyorlardı:<br />
- Hocam sizin bir şey almanıza gerek yoktu.<br />
- Olur mu canım?<br />
- Siz bilirsiniz.<br />
Büşra başındaki örtüyü düzelttikten sonra römorka çıkabildi. Yavuz gözle-<br />
rini Büşra’dan alamıyor, beyninde çeşit çeşit iblisler geziniyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
49
lerini.<br />
- İyi fırsat ne yapıp ne edip bu işi bağlamalıyım, diye noktaladı düşünce-<br />
Az sonra gelmişlerdi, birkaç kavak ve söğütün bulunduğu Fartasar dağı-<br />
nın batı eteklerine. Taşları oyup gelen ince ve tatlı bir suyun durmaksızın<br />
aktığı, insanı rahatlatan bir manzaranın hakim olduğu, Torosların erimeyen<br />
karlarının ihtişamının rahatça gözlendiği yere. Ne yoktu ki burada...<br />
- Ooo... Ne manzara canım.<br />
- Evet inan hocam insanın şurada bir evi olsa ihtiyarlamaz.<br />
- Bura keşfedilse ziyaretçi akınına uğrar.<br />
- Evet. Yavuz şu koçu indir bakalım.<br />
Yavuz söyleneni yaptı. Koç kesildi, etler kızartıldı, neşelere neşe katılıyor-<br />
du. Büşra Tahir Ağa’nın kızı Zekiye ile yürüyorlar, sohbet ediyorlardı.<br />
Büşra:<br />
- Keşke ablamı da yanımıza alsaydık.<br />
- İşleri kim görecek, dedi Zekiye.<br />
- Çok da uzaklaştık.<br />
Zekiye tepenin başladığı yeri işaret etti:<br />
- Bak orda bir at var. Büşra’nın aklına Hamza düştü, o da orda olmalıydı:<br />
- Onun orda ne işi var, diye sordu.<br />
- O arazi onların, kontrole gelmiş olabilir.<br />
- Kendi nerede? Görünmüyor.<br />
Zekiye boynuna bağladığı, sarı örtüyü çıkardı:<br />
- Bilmem, dedi.<br />
Büşra’nın ses tonunda Hamza’ya karşı duyduğu hayranlığın kokusu vardı.<br />
Bu kokuyu hisseden Zekiye abisi Yavuz’un kendilerine doğru geldiğini gördü.<br />
Abisi sinsi sinsi gülerek yaklaştı. Gülüşü de kendi gibi iticiydi, bunun farkında<br />
olan Büşra serin simasını ciddileştirdi. Yavuz sahtekarlık sızan bir tebessüm-<br />
le:<br />
- Görüyorum ki neşenize diyecek yok.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
50
- Sana ne neşemizden, diyen Büşra Yavuz’un gelişinden rahatsız olmuştu.<br />
Bunu sezen Zekiye göz işareti yaptı:<br />
- Biz gidelim, dedi.<br />
Yavuz:<br />
- Nereye? Sen git. Ben Büşra ile konuşmak istiyorum, dedi.<br />
Büşra önce hayır demek istedi, tepenin başladığı arazideki atın yanında<br />
Hamza gözlerine ilişti, mesafe uzakta olsa onu görmek Büşra’yı mutlu edi-<br />
yordu. Zekiye’nin bakışları Büşra’nın gözlerindeydi, baktığı gözler gidebilirsin<br />
der gibiydi. Ağır adımlarla piknik yerine yöneldi. Abisi azarlayabilirdi, adımla-<br />
rını hızlandırdı.<br />
mıştı.<br />
Kısa bir sessizlikten sonra Yavuz eğildi, yerdeki otlarla konuşur gibi:<br />
- Çok güzelsin Büşra, senden etkilenmemek elde değil.<br />
- Olabilir.<br />
- Hem de anlatılamayacak kadar.<br />
Büşra’nın ses tonundaki kibir çok açıktı:<br />
- Sana soran oldu mu güzelliğimi?<br />
Yavuz cevaba lüzum görmeden:<br />
- Çok kız gördüm, tanıdım ama senin gibisine rastlamadım.<br />
- Bana rastlamış sayılmazsın, diyen Büşra hala sertliği ve kibri bırakma-<br />
Bakışlarını Hamza’dan alıp Toroslar’a çeviren Büşra’ya, hitabını yalvararak<br />
devam ettiren Yavuz:<br />
- O kadar çekicisin ki bunu anlatmaya yetecek kelime bulmam imkansız.<br />
Büşra alaylıca:<br />
- Yok ya.<br />
- Elimde değil.<br />
- Ne yüzsüz insanmışsın be. İnsanda biraz olsun gurur olur.<br />
- Benim için gurur sensin.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
51
- Her kandırdığın kıza böyle mi dersin?<br />
Yavuz’un fazla tahammülü kalmamıştı, nefsinin esiri olmuş, İblis’in sözle-<br />
rine kanmıştı. Büşra’nın yanına iyice yaklaştı. Ahmaklara yaraşır bir şekilde:<br />
- Beni çıldırtıyorsun, diyen Yavuz, Büşra’nın narin kolundan tuttu.<br />
- Bıraksana hayvan! bırak kolumu!.<br />
Sesi endişeliydi Büşra’nın. Beyninde iblislerin kahpece yılıştığı Yavuz, di-<br />
ğer eliyle çaresiz kızın baş örtüsünü çekip aldı. Büşra kurtulamıyordu, bağı-<br />
rıp feryat etmesi nafileydi ama bir umuttu:<br />
- Çek şu pis ellerini.<br />
- Baba! Baba... diye haykıran genç kızda hayatında karşılaşmadığı kadar<br />
büyük bir korku vardı.<br />
- Baba! Baba...<br />
- Değil baban, ordular gelse seni artık elimden alamaz.<br />
Büşra Yavuz’un bu kadar ileri gidebileceğini tahmin edemiyordu. Zekiye’yi<br />
arattı yağmur yüklü bulutların o an için hakim olduğu gözlerine. Aklına kor-<br />
kunç şeyler geliyordu. Yoksa Zekiye bilerek mi kendisini bu kadar çok uzak-<br />
laştırmıştı. Hayır hayır yapamazdı bunu. Ablası Neslihan da gelmek istemişti,<br />
işleri mana ederek engel olmuştu. Evet evet bu bir plandı. Hem de korkunç<br />
bir plan, yeniden haykırdı:<br />
- Babaaa. Babaaaa.<br />
Büşra kendini Yavuz’un ellerinden kurtaramıyordu, yağmaya hazır bulut-<br />
ların bulunduğu yeşil gözleri mavi semayı gördü ki; bir at kişnemesi duydu<br />
ve bulutlarla beraber korkuda da kayboldu.<br />
Yavuz omuzuna değen sert elin, kimin olduğunu anlamak için başını çe-<br />
virdi. Burnuna inen yumrukla yuvarlandı. Burnunun içine kaçtığını sandı, se-<br />
sin geldiği yere umutsuzca baktı. Bu ses, ordulara hükmeder gibiydi.<br />
- Bre sefil köpek! Şimdi de uçkur davasına mı düştün? Be hey ahmak!<br />
Aynı şeyi kız kardeşine yapsalar ne derdin, diyen Hamza bir daha vurdu. Bu<br />
seferki beynini yerinden çıkartmıştı sanki, dişinin kırıldığını hissetti, ağzına<br />
kan dolmuştu, gözlerini açık tutamadı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
52
Kulağında kalan son söz:<br />
- Sen namus nedir, bilir misin, sorusu oldu ve bayıldı.<br />
Üzerini ve baş örtüsünü düzeltmekle meşgul olan Büşra minnettar bir<br />
sesle:<br />
- Sana nasıl teşekkür etsem bilmiyorum, Hamza’nın gözleri uzaklarda,<br />
ufukta kaybolmuştu:<br />
- Teşekküre gerek yok, dedi.<br />
- Hayatımı, mahvolmaktan kurtardınız.<br />
Hamza son derece mütevazı:<br />
- Ben mi?<br />
- Senden başkasını göremiyorum.<br />
- Keşke görebilseydin.<br />
Büşra anlamıştı; kader denilen yazgıyı yazanın, kurtuluşu da yazdığını.<br />
Aman Allah’ım! Sebepler halk eyleyip, kurtuluşumu yazmasaydın, ne olurdu<br />
halim? Hamza ne kadar derin düşünebiliyordu, bunu anlayabildiğini ona his-<br />
settirmek için sadece:<br />
- Allah senden binlerce kez razı olsun, dedi ve piknik yerine hızlı adımlarla<br />
koşarcasına gitti.<br />
Hamza bakışlarını ufuktan aldı, önce Yavuz’a sonra Büşra’ya çevirdi; kız,<br />
gözden kaybolmak üzereydi, Yavuz’a bir daha baktı, yatışından baygın oldu-<br />
ğu anlaşılıyordu. Atına bindi, yoluna koyuldu.<br />
Az sonra Yavuz kendine gelebildi, etrafına bakındı ellerini dudaklarına gö-<br />
türüp birazı kurumuş kanları sildi, kimseler görünmüyordu, küfürlerin en<br />
ağırlarını Hamza için sarf ediyordu. Az ilerdeki ağaca kadar sallana sallana<br />
gitti. Sırtını ağaca yaslayıp sigara yaktı:<br />
- Bunu onun yanma bırakmamalıyım, acaba Büşra babamlara bir şeyler<br />
anlattı mı, diyor; yine Hamza’ya küfür ediyordu.<br />
Büşra hiç bir şey olmamış gibi geldi, sadece biraz tedirgindi, bunu sezen<br />
Zekiye apar topar Büşra’nın yanına geldi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
53
- Büşra.<br />
- ............<br />
- Ne bu halin?<br />
Büşra, bir Çin ressamının çizdiği tablodaki prensesin kaşları gibi ince olan<br />
kaşlarını gerdirdi:<br />
kiye:<br />
- Senden böylesine iğrenç bir şey beklemezdim, dedi.<br />
Bu söz üzerine Zekiye de tedirgin oldu:<br />
- Neden bahsettiğini anlayamıyorum.<br />
- Git başımdan benimle konuşma.<br />
Zekiye yalvararak:<br />
- Lütfen Büşra.<br />
- ...................<br />
- Ne oluur.<br />
- ...................<br />
- İnsanı yalvartmayı seviyor musun?<br />
- Kes sesini!<br />
Zekiye’nin yakarışları, benim suçum yok diyordu. Yine bu ses tonu ile:<br />
- Yoksa abim, dedi.<br />
- Allah kurtardı.<br />
- Bu rezilliği de mi yapacaktı?<br />
Büşra da yüce dağların kayıtsız tavrı vardı. Bu tavrı bozduğunu gören Ze-<br />
- Allah, o abim olacak sefilin belasını versin.<br />
- Hamza’nın eliyle verdi. O orada olmasaydı halim nice olurdu?<br />
Zekiye’nin yüz hatlarında merak çizgileri belirdi:<br />
- O ne geziyor, orada?<br />
- Nereden bileyim, dedi ve yerinden kalktı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
54
Armut ağaçlarının heybetli gövdelerinin yanından mezarlığa yaklaşmıştı<br />
Hamza. Yunus her zamanki gibi durmuştu. Hamza ise fatihalarla Yunus’un<br />
kabrine yaklaştı. Neydi bu sevda, Yunus, Yunus... Hala unutamamıştı. Ara-<br />
dan on üç yıl geçmesine rağmen, daha dün gibiydi; şimdi küçük Yunus’un<br />
mezarının ayak ucunda, dualarla baş başa, hüzünlü, Yunus’u çiziyordu yor-<br />
gun hafızasında.<br />
Ne zor şeydi sevdiğinden ayrılmak, ama kavuşma duygusu her şeye be-<br />
deldi. Nemli gözlerini atına çevirdi, ne güzeldi o günler, daldıkça uzun mazi-<br />
ye, hasreti, özlemi artıyor, artıkça mana denizindeki rüzgarlar daha şiddetli<br />
esiyordu. Rüzgarın yırtarcasına değdiği yelkeni indirdi. Zor, güç kendini to-<br />
parlayabildi. Her şey yalandı, koca bir yalan. Atına bindi, evin yolunu tuttu.<br />
Az sonra evdeydi, Annesi:<br />
- Nerdesin oğlum?<br />
- Fartasar da ki armut ağaçlarını görmeye gittim.<br />
- Okul arkadaşların gelmişti, geçerken uğrayalım demişler. Seni bulama-<br />
yınca gittiler, dönüşte uğrayacaklarmış.<br />
Hamza saatine baktı:<br />
- Ne vakit buradaydılar?<br />
- Öğleye doğru.<br />
Başını salladı, ikindi namazı için abdest tazeledi, biraz sonra korna sesi<br />
duyuldu. Büyük odanın perdesini araladı:<br />
- Bu Ahmet, dedi, odaya çeki düzen verip misafirlerini karşıladı.<br />
Yüzlerde tebessüm, dillerde tatlılık, gözlerde sevinç hakimdi. Ahmet’in<br />
yanında iki kişi daha vardı. Ahmet:<br />
- Eee. Hamza daha ne yaptın?<br />
- Biliyorsun okul bitti, ilk sınava girmedim, sınavlara, altı ay gibi bir za-<br />
man kaldı, senin gibi dershaneye de gitmiyorum, yoğun bir şekilde çalışıyo-<br />
rum.<br />
Ahmet:<br />
- Peki!... Nereyi kazanmak istiyorsun?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
55
- ODTÜ nasipse.<br />
Ahmet, tavır değiştirdi:<br />
- Çok çalışman gerekiyor Hamza, çok.<br />
- Bunun bilincindeyim ve çoktan öte çalışıyorum.<br />
- Dilerim ki Allah emeğini zayi etmez.<br />
- Hakkımda her şeyin hayırlısını diliyorum.<br />
Ahmet’in saçından dökülen kepekler, omuzuna dökülmüştü, bunları çırpıp<br />
sordu:<br />
- Baban hala İstanbul’a gidiyor mu?<br />
- Evet, sık, sık gidiyor, buradan çok orada geçiyor zamanı, zannedersem<br />
yakında gelip gider.<br />
- Gurbetçinin işi belli olmaz, dedi Ahmet.<br />
Bu ara, mütevazı odanın kapısı açıldı ve elindeki sofra beziyle Yunus Em-<br />
re girdi. Misafirlerin ellerini öpüp hatırlarını soran Yunus Emre, sofrayı serdi.<br />
Ahmet:<br />
- Koçum sen nasıl büyümüşün böyle, dedi kendisiyle gelen dostlarına<br />
baktı:<br />
- Son gördüğümde zor yürüyordu.<br />
Misafirlerden biri Yunus’a hitaben:<br />
- Kaç yaşındasın, delikanlı?<br />
Yunus Emre gülümsedi:<br />
- On yaşındayım, dedi.<br />
Ahmet Hamza’ya baktı:<br />
- Maşallah büyümüş kardeşin.<br />
- Zaman acımasız, bir gün bu yüzünü gösterip insanı ihtiyarlatacak.<br />
Ahmet’le gelenlerden bıyıklı olanı sofrayı işaret edip;<br />
. - Gerek yoktu yemeğe dedi<br />
- Olur mu öyle şey? Buyurun haydi yemeğe.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
56
Biraz sonra yemek yendi, misafirler müsaade istediler, görüşme temenni-<br />
leri ile yollarına koyuldular.<br />
Günler birbirini kovalıyor, yarınlar bitmek bilmiyordu. Sonra rüzgarın ka-<br />
natlarına, aylar takıldı, kış mevsiminin ocağında mola veren amansız rüzgar,<br />
beyaz karın yapabileceklerini izlemeye koyuldu. Rüzgarla beraber, kışı izle-<br />
yen gözlerde Hamza’ya karşı düşmanlık büyüyerek çoğalıyordu:<br />
- Hala unutmadım.<br />
- ......................<br />
- Evet çok az kaldı, bak! ne yapacağım.<br />
- Hem suçlusun, hem güçlü, senden korkulur, dedi Yavuz’un dayısının oğ-<br />
lu Hikmet.<br />
Yılıştılar, keyiflerine diyecek yoktu. Genç kız Zekiye çaylarını getirdi.<br />
Yavuz:<br />
- Bana Yavuz derler.<br />
Hikmet misafirliğinin artık bittiğinde karar kıldı. Bir haftadır köydeydi,<br />
Hamza hakkında bir şeyler duymuştu. Yavuz için neden bu denli önemli olu-<br />
şuna anlam veremiyordu. Yavuz çaydan bir yudum daha aldı:<br />
- Bana Tahir Ağa’nın oğlu Yavuz derler, ne yapacağım görecek, dedi.<br />
- Ne yapacaksın, diye sordu, Hikmet.<br />
- Yapacağız, yapacaksın değil.<br />
Hikmet şaşkın, durgun:<br />
- Ben onu tanımam bile, o delikanlı sana ne yaptı, nerden bileyim, sonra<br />
ben misafirim.<br />
- Ne delikanlısı? Şeytan de şuna.<br />
Hikmet için için güldü:<br />
- Hakkında hep iyi şeyler söyleniyor.<br />
Yavuz:<br />
- Yalan, dedi dişlerini sıkarak, yine kıskançlık ve kibir hakim olmuştu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
57
Hikmet:<br />
- Ben karışmam hala oğlu ne haliniz varsa gürün.<br />
- Hayır dayı oğlu, senden çok şey istemiyorum.<br />
- Ne yapacağımı söyle bakalım.<br />
Yavuz, elindeki bardağı tepsiye koydu, Zekiye’nin odadan çıkmasını istedi,<br />
isteği yerine geldi, kısa bir sessizlikten sonra:<br />
- O köpek; İslam’a, tarihe meraklı adamlarla sohbeti sever.<br />
- Eeee.<br />
- ...................<br />
- Eee…<br />
- Sen de meraklı görünüp onunla hoşbeş edeceksin.<br />
- Sonra.<br />
- Sonrası, köylünün kalabalık olduğu bir zamanda, bir yolunu bulup onu<br />
kahvehaneye getireceksin, hepsi bu.<br />
Hikmet kararsızca:<br />
- Niye ben?<br />
- O iblis kahveye pek gelmez, onun arkadaşları da gelmez.<br />
- Sen de gelmesini bekle.<br />
Yavuz Hikmet’in isteksiz sorularından sıkıldı. Kızmamak için kendine ha-<br />
kim olmaya çalıştı:<br />
- Binde bir gelir, o zamanda ben hazırlıksız oluyorum.<br />
- Kahveye takılmayan adamı, ben nasıl getireceğim?<br />
- Hala anlayamadın mı?<br />
- ..................<br />
- Bak dayı oğlu, beni iyi dinle, sen İslam’a veya tarihe meraklı görünüp<br />
Hamza denen o itten yardım isteyeceksin, namaza başlamak istediğini söy-<br />
leyecek onun ilgisini çekeceksin, o seninle ilgilenecek, bizim getir dediğimiz<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
58
gün onu alıp kahveye getirecek sohbete orda devam edeceksin, anlatabil-<br />
dim mi? Hikmet başını sallıyordu. Yavuz’a uzun uzun baktı:<br />
- Sen de, dedi, köylünün önünde, onu küçük düşürecek, küfürleri parala-<br />
yacaksın olmadı, adamlarınla güzelce döveceksin. Yavuz, bu söylenenlerin<br />
bir an için gerçekleştiğini hayal etti:<br />
- Haa şunu bileydin.<br />
- Neden bu işi tenhada yapmıyorsun?<br />
- Ne geçecek elime?<br />
- Onu rezil mi edeceksin?<br />
- Ona tenhada yapsam bu işleri, ağzı sıkı gıkı çıkmaz, kimse bir şey bil-<br />
mez ama köylünün gözleri önünde olursa, dilden dile dolaşır, rezilliğine rezil-<br />
lik katılır.<br />
- O sana ne yaptı?<br />
Yavuz kızgın:<br />
- Geç onları dayı oğlu, sen dediklerimi yap, yeter.<br />
Ocak ayı tüm özelliğini sergiliyor, tabiatta sadece iki renk var. Biri siyah,<br />
biri de beyaz. Hacı paşa Köyü bembeyaz karlarla süslenmişti, serçe kuşları,<br />
karla ne kadar yarış yapsa da, kanatlarını beyaza boyamaktan alıkoyamıyor-<br />
lardı, öyle bir tablo ki ressamının şanına yakışıyor, yarattığı mahlukatın en<br />
küçük izini saklamayan, bu müthiş tabloya, hayran olmaktan başka bir şey<br />
yapılamıyor. İhtiyar ağaçların dalları, kıdemini konuşturuyordu, akıl ermezdi<br />
Mevla’nın işine, imrenmemek elde değildi, ahenkle toprakla buluşan beyaz<br />
karlara.<br />
Gözler sıcak odalardan, tabloyu çizen fırçanın sanatına bakıp, hayrete dü-<br />
şüyordu. Şu hakikatti, artık Hacı paşa köyü uzun bir zaman, beyaz rengi hır-<br />
ka, soğuğu ise tutku yapacaktı. Gençleri kahve köşelerindeki nemli masala-<br />
ra örtü olurken, kimileriyse kitapların cildindeki renge bürünüp, harflerin gi-<br />
zeminde kaybolacaktı, Hamza gibi...<br />
Kırmızı ciltli kitabı diğer eline alıp kapıyı çaldı. Kapının gerisinden duyulan<br />
ayak sesi yaklaştı. İnce bir gıcırtıdan sonra:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
59
- Nerede kaldın!<br />
- Biraz işim vardı, dedi Hamza.<br />
Cuma gülümseyerek:<br />
- Tam da çayı demlemiştim.<br />
- Çok ses geliyor kimler var?<br />
- Kapıda beklemeyelim gel.<br />
Geniş kapılı iç içe girmiş kapıların bulunduğu koridordan, hışımla yanan<br />
sobanın olduğu odaya girdiler. Hamza’nın da gelmesiyle odadakilerin neşele-<br />
ri arttı. Deli sarı:<br />
- Oo Hamza. Başkan! Hoş geldin buyur.<br />
Deli Sarı iyi idi iyi olmasına ama cahildi, köylüye lakabı o takardı. Seve-<br />
cen, güler yüzlü, orta boylu, sarı benizli, sarı saçlı, şakacı, bir o kadar da<br />
gençlerin neşe kaynağıydı. İçinden Hamza’ya başkan demek geçmiş dili de<br />
ifade etmişti, artık Hamza’ya ek olarak başkan da diyecekti. Tuhaf gülüşüy-<br />
le:<br />
- Nasılsın?<br />
- Sağol. Seni sormalı sen nasılsın?<br />
Ağzı dolu dolu gülerek, yüksek sesle konuşurdu, Deli Sarı:<br />
- Yine Hasan Ağa’nın kitaplarından mı getirdin?<br />
Biraz sonra çayları dağıtan Cuma Hamza’nın yanına oturdu:<br />
- Ne yaptın?<br />
- Bildiğin gibi.<br />
- Soğuk mu hava?<br />
- Düne bakarsak iyi.<br />
- Sınava çalışıyor musun?<br />
- Planlı ve metotlu.<br />
- Okuyup da ne olacak, kime hizmet edeceksin?<br />
- İnşaatçılar kime hizmet ediyor?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
60
- Sende haklısın, dedi Cuma. Beraber okumuşlardı İmam Hatip Lisesi’ni.<br />
Arkadaşlıkları başkalarına örnek olacak kadar güzeldi. Cemil Ağa’nın oğlu<br />
Cuma, akıllı, bilgili, çalışkan, zayıfa yakın, orta boylarda, cesur bir delikanlıy-<br />
dı. Hamza ile beraber gülmüş beraber düşünmüşlerdi, bazen çocuk gibi saf-<br />
laşırlardı, ikisi de biliyordu kaderin beyaz kağıda sütle yazılmış, beyaz renk-<br />
te yazı olduğunu. Beyazı beyazdan sıyırmak mümkün müydü? İmrenilecek<br />
kadar sıkı idi dostlukları. İstemişti okumayı, istediği kadar da çalışmış, ne<br />
zamanki torpillilerle karşılaşmış, hakkı yenmiş, neticesinde okullardan, sınav-<br />
lardan tiksinmişti. Ara ara gurbete gider, çimento torbalarıyla güreş tutardı.<br />
Hamza’nın üniversiteyi kazanmasını, Hamza’dan çok istiyordu, okşayıcı se-<br />
siyle:<br />
Sarı:<br />
- Çalış gardaş çalış, sakın gevşeme!<br />
- Keşke beraber girseydik.<br />
- Beni hiç karıştırma.<br />
Sigara dumanı ara ara gözlere perde çekiyordu, kapı aralandı, bu ara Deli<br />
- Tilki çıkartıyorlar babam! dedi ve kahkahayı koy verdi. Hamza Cuma’ya<br />
göz işaretiyle karşı ki sedirde oturan genci işaret edip kısık sesle:<br />
- Bu kim? O da aynı sesle ve tebessümle karışık:<br />
- Yavuz’un dayısının oğlu.<br />
- Deli San ile geziniyordu çağırdım o da geldi, yeni tanıştık.<br />
Hamza Hikmeti göz ucuyla süzdükten sonra, yüksek sesle:<br />
- Merhaba arkadaş, hoş geldin.<br />
Hikmet gayet ciddi: . .<br />
- Sağol, hoş bulduk.<br />
- Nasılsın?<br />
- İyiyim sizi sormalı.<br />
- Yaramazlık yok, görüyorsun ya.<br />
- Neşeniz umuyorum yerindedir.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
61
Çayından bir yudum alan Hamza:<br />
- Nelerle meşgulsün?<br />
- Meslek yok, boş geziyorum.<br />
- Ne zamandır köydesin?<br />
- Bir haftadır buralardayım.<br />
Bu sefer Hikmet sordu:<br />
- Askerliğini yaptın mı?<br />
- Tecil ettirdim.<br />
- Üniversite için mi?<br />
- Evet.<br />
Bu ara Hamza elindeki kitabı açtı, sordu:<br />
- Kitaplarla aran nasıl?<br />
Böyle bir soru bekleyen Hikmet hazırlıklıydı, yeni öğrendiği kitabın ismini<br />
sahtekar dudakları koy verdi:<br />
- Mevlana’nın eserleriyle ilgileniyorum.<br />
- Peki öğrendiğin ile amel edebiliyor musun?<br />
-Askerden önce bu konularda iyiydim, ama şimdi üzerime korkunç bir<br />
erinceklik çöküyor.<br />
Yalan söylemişti Hikmet, askerden öncede gaflette idi, şimdi de. Sadece<br />
Yavuz’un isteğini yerine getirmek için çaba sarf ediyordu. Biraz sonra dinî<br />
sohbet başladı. Asım, Murat ve beş kişi daha Hamza’yı dinliyordu. Söz sözü<br />
açıyor, fikirler tartışılıyor, doğru yanlıştan ayırt ediliyor, inanç güçlendirilip<br />
direnç kazanılıyordu.<br />
Vakit ikindiye yaklaşmış, namaz için kalkmışlardı. Hikmet’le, Deli Sarı ca-<br />
mi yolundan ayrıldı.<br />
Büşra’nın ablası Neslihan pencerenin önüne oturmuş, el örgüsüyle meş-<br />
gul oluyordu, dışardan gelen sesler onu ayılttı, göz ucuyla bakındı:<br />
- Büşra! Büşra!.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
62
Mutfakta akşam yemeği için hazırlık yapan Büşra, ablasının ses tonundan<br />
ne demek istediğini sezmişti.Apar topar pencerenin önüne geldi. Neslihan<br />
tavır değiştirdi:<br />
- Kız yine iyisin, günde beş kere yüzün gülüyor.<br />
- Elimde değil abla.<br />
- Olur kardeşim, olur böyle şeyler.<br />
- Onun ismini duymam veya varlığını hissetmem, bende tanımsız bir duy-<br />
gu oluşturuyor.<br />
Neslihan gülümsedi:<br />
- Sen sırılsıklam aşıksın kızım.<br />
- Lütfen abla benimle alay etme.<br />
- Ne alayı? Senin gözlerini sevda bürümüş.<br />
- Geceleri onu düşünmezsem uyuyamıyorum.<br />
- Ya o?.<br />
- ..................<br />
- Seni seviyor mu?<br />
- ...................<br />
- İşin zor, onu kafandan silmeye bak.<br />
Büşra çaresizlik içinde:<br />
- Bir yapabilsem.<br />
Neslihan bu çaresizliği anladı:<br />
- O diğer gençlerden farklı, kızlara ne yüz veriyor ne de ilgileniyor.<br />
- Benim sevdiğim yanlarından biri de o ya.<br />
Neslihan imalı bir gülüşle:<br />
- Onun sevmediğin yanı var mı ki?<br />
- Çok dürüst, bir o kadar da mert.<br />
- Ben anlamam.<br />
- Ağır başlı, yakışıklı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
63
- Eee kızım yeter artık.<br />
- .................<br />
Büşra utandı, hüzün rengine teslim olmuş, yeşil gözlerini taşıyan başını<br />
ümitsizce eğdi.<br />
Az sonra namaz kılınmıştı. Hamza ve Cuma her zamanki gibi beyaz karları<br />
çiğneyerek, kayabaşına gelmiş, sessiz sesiz Toroslardaki ihtişamı seyredip<br />
hayran oluyorlardı. Bu manzara için üşümeğe değerdi. Cuma pardüsesinden<br />
sigarasını çıkartıp:<br />
- Bu soğukta da gider hani.<br />
- Ben içmeyeceğim.<br />
- Yak, yak, hadi.<br />
İkisi de, uzaklardaki karların süslediği beyaz manaya bakıyor aynı şeyi<br />
düşünüyordu. Yaradan ne güzel yaratmıştı, baharı kışı bambaşkaydı, hepsi-<br />
nin ayrı bir tadı, ayrı bir güzelliği vardı. Her yerde onun imzasını görmek,<br />
mana alemine dalmak, mutluluktan öte bir huzur idi.<br />
- Selamün aleyküm.<br />
Hikmet’in selamı ayılttı.<br />
- Ve aleyküm selam.<br />
- Üşümüyor musunuz?<br />
- Beş dakikadan bir şey olmaz.<br />
Üşüyen elini sigarasının közüyle ısıtmaya çalışan Cuma sordu:<br />
- Sizin oralarda böyle manzara var mı?<br />
- Ne gezer.<br />
- Burası başkadır.<br />
Hikmet ayağıyla karların üzerinde değişik motifler çizdi:<br />
- Kahveye gelmezsiniz herhalde.<br />
Hamza:<br />
- Bizim pek işimiz olmaz, zaten sigara dumanından nerdeyse nefes alın-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
64
mıyor.<br />
- Ama insan yine de çay içer, sohbet eder.<br />
Cuma:<br />
- Bizlere ev yetiyor.<br />
Üşümüşlerdi. Cuma:<br />
- Hadi gidelim. Yoksa donacağız.<br />
Ve evlere yöneldiler. Günler birbirini böyle kovalıyor, Güneş karları eriti-<br />
yor, gökyüzü ona inat yeniden beyaza boyuyordu. Geceler çöl gecelerinin<br />
ayazını aratmıyordu. Neydi bu düzeni, her yıl aynı kış mevsimi, soğuk, karlı,<br />
bahar, yaz, sonbahar, hepsinin görevi ayrı. Zaman; gece gündüzü, gündüz<br />
geceyi kovalıyor.<br />
Her zaman aynı iş, aynı olay, insanlar farkında değiller. "Yemek için mi<br />
yaşanıyor, yaşamak için mi yeniyor."<br />
Yaşamak için yenmesi gerekirken, yemek için yaşıyorlardı. Ne korkunç<br />
şeydi bu!. Dünya hayatının oyundan ibaret olduğunun, ölüm denen sır ku-<br />
şunun bir gün gelip saçlarına kurulacağının farkında olmadıkları gibi bir çok<br />
şeyin farkında da değillerdi.<br />
- Hala şunu kahveye getiremedin.<br />
Hikmet derin bir nefes alıp sıkıntılıca bıraktı:<br />
- Sanki gitmemeye yemin etmiş gibi bir tavrı var.<br />
- Artık sabrım kalmadı.<br />
- Ne yapmalıyım?<br />
Yavuz ellerini sıktı, Zekiye’nin bakışları altında var gücüyle önündeki ver-<br />
nik vurulmuş parlak masaya vurdu, hitabı kızgındı:<br />
- Şaka mı geliyor sana?<br />
- .......................<br />
- Bu işi önemse dayı oğlu!.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
65
Yavuz’un korkak gözleri önce Zekiye’ye baktı, yine odadan çıkmasını isti-<br />
yordu. Zekiye kızgınca odayı terk etti, Hikmet’e bakan göz adeta yerinden<br />
çıkacakmış gibiydi. O gözlerin tesirine kendini kaptıran Hikmet:<br />
- Peki, dedi kısık bir sesle.<br />
Yavuz aceleci bir tavır takınarak:<br />
- Yarın öğleden sonra bekliyorum.<br />
- Ama.<br />
- Sus.<br />
- ..................<br />
- Ne yap ne et , yalvar yakar, getir onu.<br />
Hikmet başını sallıyordu, gayet düşünceliydi, Yavuz’un sakinleşmesini<br />
bekledi. Ne yapmıştı ki Hamza buna bu derece kin tutuyordu. Beklediğinin<br />
olduğunu görünce sordu:<br />
- Yavuz.<br />
- Evet<br />
- Ne oldu? İki yumruk, insanı bu derece kinlendirmez ki.<br />
Yavuz yerinden kalktı, pencereden etrafı süzdü:<br />
- Boş ver bilme.<br />
- Neden?<br />
- ..................<br />
- Yardım etmemi istedin, peki dedim. Bir insana iyi görünüp tuzağa düşü-<br />
receğim. Daha açığı kalleşlik yapacağım, iki yüzlü davranıp arkasından vura-<br />
cağım, dedi ve sustu.<br />
sun.<br />
- ...................<br />
- Bu kadar çok şeyi yapacağım halde sen bana nedenlerini söylemiyor-<br />
Yavuz yeniden Hikmet’e baktı:<br />
- Peki.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
66
- Bizim köy imamının kızını biliyor musun?<br />
- Hangisi?<br />
- Ortanca kızı.<br />
- Büşra mı?<br />
- Evet o.<br />
- .....<br />
Yavuz sıkılarak konuşuyordu:<br />
- Fartasar’a çıkmıştık hani, orada Büşra’nın uzaklaştığını gördüm, niyetim<br />
kötü değildi, biraz konuştuktan sonra, sabrım kalmadı, kendime hakim ola-<br />
madım. Büşra’ya sahip olmak istedim. Gel gör ki nerden nasıl geldi bilmiyo-<br />
rum, kızı elimden aldı. O yetmez gibi, bir o kadar hakaret etti ve dayak ye-<br />
dim, küçük düştüm. Ölsem bundan iyiydi. Büşra’nın gözleri önünde bunları<br />
bana nasıl yapabilir? İşte şimdi intikamımı alacağım, onu köylünün gözleri<br />
önünde rezil edeceğim, kepaze olacak, dilden dile gezecek rezilliği, yoksa<br />
kinim, hıncım bitmez. Anlatabildim mi dayı oğlu?<br />
- ...................<br />
- Söyle yerimde olsan ne yapardın?<br />
- ...................<br />
- Konuşsana dayı oğlu...<br />
- ..................<br />
- Yarın öğleden sonra bekliyorum sizi.<br />
Gözlerini kırpmadan Yavuz’u dinleyen Hikmet sordu:<br />
- Rezil ettiğini, Büşra duysun diye mi kahveyi tercih ediyorsun?<br />
- Bunları işimizi hallettikten sonra konuşuruz.<br />
O gün akşam olmak bilmemişti Hikmet için. Ne sorulur, ne uydurulur da<br />
Hamza kahveye getirilirdi? Bir de tek olması gerekiyordu, bu da işin zor kıs-<br />
mıydı, riski de çoktu, iş aile kavgasına dönüşebilirdi, ne olursa olsundu, kav-<br />
gaya kavga son verirdi, kazanan taraf için kavga biterdi, iyi benzetmeleri la-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
67
zımdı, küfür, hakaret dudaklarından çıkabildiği kadar çıkmalıydı. Ziya ve Ke-<br />
nan’da hazırdı, onlarda hep ahd ediyor, Hamza’nın açığını arıyorlardı.<br />
Ertesi günün sabahı bayram günü gibi neşeli idiler. En çok heyecan Hik-<br />
met’te idi, heyecanının sebebini ne kadar düşünse de, bulduğu cevabı<br />
anlamamazlıktan geldi. Dağda kuzu arayan kurt gibi köyde Hamza’yı arıyor-<br />
du. Kimselere belli etmemesi gerekiyordu, elleri de üşümüştü, ayaz son<br />
haddinde idi. Ağzına götürdüğü elini ısıtmaya uğraşıyordu:<br />
- Bir genç görsem, diye mırıldandı.<br />
Belki bu sayede evlerine gider bir yolunu bulur onu kahveye götürebili-<br />
rim, vb. düşüncelerle sarı renkteki santral binasının yanına geldi. Köy halkı-<br />
nın uğrak yeri olan bu binanın Güneş gören güney cephesinde beklemeye<br />
koyuldu. Düşünüyordu, Yavuz’un ve arkadaşlarının düşünmediğini veya dü-<br />
şünmek istemediklerini. Mırıldandı:<br />
- Ya bir de tam tersi olursa? Yoo yoo hayır bu imkansız olamaz.<br />
Bu ara bir ses:<br />
- Ooo Hikmet dün bir bugün iki, sen de burayı mesken tutmuşsun.<br />
Sesin geldiği yöne baktı, bu kahvecinin oğlu Kemal’di.<br />
Hikmet cevap verdi:<br />
- Artık bende Hacı Paşalıyım.<br />
- Doğru artık misafirliğin bitti.<br />
Hikmet’in gözleri parladı, arayıp bulamayacağı kahveci Kemal’di bu. Siga-<br />
raları yaktılar, kısa bir müddet sonra Hikmet:<br />
- Bol müşteri var mı?<br />
-Olmasa ne olur, rekabet edeceğimiz başka kahvehane yok.<br />
- Sanırım herkes geliyor.<br />
- Gelmeyen de var tabi.<br />
- Kasıtlı mı yoksa?<br />
- Bizi sevmeyip gelmeyen var, kahvehaneyi sevmediği için gelmeyen de.<br />
Şimdi Hamza’yı sormanın tam zamanıydı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
68
- Gençlerin hepsi geliyor mu?<br />
- Hemen hemen hepsi geliyor.<br />
- Şu, neydi ya? Evet evet Hamza.<br />
- Hazma mı? Çok iyi birisidir.<br />
Bu Hamza nasıl biriydi, Yavuz’un çevresi dışında herkes seviyor, iyi diyor-<br />
du. Kahvecinin oğlu Kemal devam etti:<br />
- Binde bir uğrarsa uğrar.<br />
- Neden gelmiyor?<br />
- Duyduğuma göre üniversite sınavlarına çalışıyor, sonra o sevmez kah-<br />
vehaneyi.<br />
İkisi de sustu, karlı dağlara bakıyorlardı. Hikmet yine sordu:<br />
- Hamza nerede acaba biliyor musun?<br />
- Hamza’yla tanıştınız mı?<br />
- Evet evet geçen gün.<br />
Kahvecinin oğlu Kemal, Hikmet’i istediği yere götürecekti:<br />
- Hadi yanına gidelim.<br />
Tam istediği oluyordu Hikmet’in, neredeyse hadi gidelim diyecekti, biraz<br />
ısrar etmesi lazımdı Kemal’in. Hikmet:<br />
- Ne yapacağız orada?<br />
- Onun sohbeti güzel olur, gidelim.<br />
- Hadi gidelim, madem o benim kahveye gelmez, biz yanına gideriz.<br />
Ağır adımlarla yürümeye başladılar. Ne güzel olmuştu bu Hikmet için. Bu-<br />
raya kadar iyiydi. Şeytanın taht kurduğu dili yeni yeni fikirler sıralamalıydı.<br />
Yürürlerken:<br />
- Şunu senin kahveye götürelim.<br />
- Zannetmem gelmez.<br />
-Orda biraz oturur, öğleden sonra beraberce sizin kahvehaneye gideriz.<br />
Nelerin planlandığından habersiz olan Kemal:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
69
- Deneriz, iyide olur.<br />
İştahı, neşesi daha da arttı Hikmet’in, her şey yolunda gidiyordu. Beyaz<br />
karlarda iz bırakarak yürüyorlardı, az sonra avlunun büyük tahta kapısını<br />
araladılar, alt katta hayvanların bulunduğu evin merdivenlerini çıkıp gürün<br />
ağacından yapılmış kapıya duyulması için sertçe vurdular.<br />
Yunus Emre koridordan geçip meraklıca kapıyı açtı. Kemal:<br />
- Yunus Emre ne haber?<br />
- Buyurun abi içeri girin.<br />
- Abin evde mi?<br />
- Ders çalışıyor.<br />
Sesleri duyan Hazma da geldi:<br />
- Buyurun, Kemal sen buraya gelir miydin?<br />
Koridordan tebessümle geçip odaya girdiler. Üşümüşlerdi, Kemal pence-<br />
renin yanına oturdu, dışarıyı süzerek:<br />
- Nerelerdesin be Hamza, ne kahveye uğruyor ne eve geliyorsun?<br />
Hamza Hikmet’e hoş geldin dedikten sonra:<br />
- Biliyorsun kahve bana göre değil, eve gelince sen evde bulunmuyorsun,<br />
evde olduğun zaman benim işim oluyor, artık hoş gör.<br />
- Yooo, Hikmetle kararlaştırdık, buradan beraber gideceğiz bir fincan<br />
kahvemi içeceksin.<br />
- Başka zaman olur.<br />
- Hayır arkadaş, zamanı falan yok, çıkarken beraber gideceğiz.<br />
Hikmet hünerini gösteriyor:<br />
- Kemali kırmazsın.<br />
- Kırmam, kırmam, deyip konuyu geçiştirdi:<br />
- Soğuklarda son derece arttı.<br />
- Yaz mevsimi gelmek bilmiyor, dedi Kemal.<br />
Hikmet yine yapmacık:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
70
- Beş ay yaz, yedi ay kış, güya dört mevsim.<br />
Hamza Hikmet’teki cehaleti kolayca sezdi:<br />
- Böylesi demek ki daha iyi, Allah’ın işine karışılmaz, dedi ve saatine bak-<br />
tı. Kemal Hamza’nın saate bakma sebebini anlamıştı:<br />
- Daha namaza çok var, dedi ve devam etti: Valla iyi kılıyorsun Hamza,<br />
seni böyle gördükçe bende kılmak istiyorum ancak bir türlü beceremiyorum,<br />
Hamza:<br />
- Herkes hata yapabilir, namazı devam ettiremeyebilir, yalnız hatada ısrar<br />
etmek ahmakların işidir.<br />
Kemal kararsızca:<br />
- Yani biz ahmak mıyız?<br />
- Henüz değil, hatada ısrar etmeye devam edersen korkarım, ahmakların<br />
sınıfına gireceksin. Ama sen istemeye devam et, er ya da geç bu isteğin seni<br />
harekete geçirecektir.<br />
Hikmet konuşmaya katılmalıydı, düşündü, öğlenin yaklaştığının farkın-<br />
daydı:<br />
-Biraz sonra öğle namazını beraberce kılarız.<br />
Söyleyiş tarzı inandırıcıydı. Kemal şaşkın:<br />
- Sen namaz kılıyor musun?<br />
- Evet.<br />
- Vay anasını be!? Hikmet kılsında biz kılmayalım.<br />
Hamza sordu:<br />
- Abdestiniz var mı?<br />
Hikmet:<br />
- Hayır ama burada tazeleriz.<br />
Kemal kararsız:<br />
- Gerek yok, hem zahmet veririz.<br />
Hamza:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
71
- Ne zahmeti.<br />
Hikmet planının son aşamasında:<br />
- Şöyle olur bak:<br />
- ......................<br />
- Kemal ile beraber öğle namazını kılarsak, kahve içmeye gelir misin?<br />
Kemalin gözleri açıldı:<br />
- Ha aklınla bin yaşa Hikmet.<br />
Bakışlarını Hamza’ya yöneltti:<br />
- Ne dersin Hamza, sen kahveye gelirsen, biz de Hikmet’le beraber öğle<br />
namazını kılacağız.<br />
Hamza:<br />
- Bir kereye mahsus.<br />
Hikmet Hamza’nın bu karardan caymaması için:<br />
- Tabi sadece bir kere Kemal’in hatırı için, sana oyun oyna demiyoruz.<br />
Kemal’in acı kahvesini içeceksin o kadar.<br />
Hamza şakayla karışık:<br />
- Bir kereye mahsus beni kandırdınız, peki sizinle geliyorum.<br />
Kemal’den çok Hikmet sevindi. Edası savaş kazanmış komutanları andırı-<br />
yordu.<br />
Biraz sonra öğle ezanı semalarda yükseliyordu, Kemal ve Hikmet abdest-<br />
lerini almışlar, Hamza’yı bekliyorlardı.<br />
Bu ara Kemal homurdandı:<br />
- Ula Hamza ne zaman evine gelsem, kesin bana namaz kıldırıyorsun.<br />
Hamza gülümseyerek geldi, son söylenenleri duymuştu. Kemal:<br />
- Sana inat bir gün ben de namaza başlayacağım.<br />
- İnşallah, dedi Hamza.<br />
Kemal, Hamza’nın üniversite sınavlarına çalıştığını biliyordu:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
72
- Ya Hamza sen niye Üniversite için uğraşıyorsun ki senin elinden gelir,<br />
imamlığı denesene.<br />
Hamza buruk bir tebessümle:<br />
- İyi diyorsun da ben imam olamam arkadaş.<br />
- Bizim üç kâğıtçı hocadan neyin eksik?<br />
- Orası başka, her insanın harcı değil imamlık, onun hakkını vermek, ama<br />
bazıları bu işi yaptığını sanır.<br />
- Ne hakkı olacak imamlığın?<br />
- Tahmin edemeyeceğin kadar ağır bir yüktür.<br />
Hikmet yine yapmacık, konuşmak için soruyor:<br />
- Cidden ne hakkı var?<br />
- İmam; toplum içinde örnek alınan bir konumu olduğu için, attığı adıma<br />
kadar dikkat eden, her gün yeni bilgiler öğrenen, Allah’a sımsıkı bağlanmış<br />
peygamber (sav)’in hayatını iyi bilen, onu kendine örnek alan, bilgili, müte-<br />
vazı, dürüst nazik olmalıdır.<br />
- Nerede böyle imam, diyen Kemal, Hamza’nın sözlerini duraksattı.<br />
Az sonra namaz kılınmış dua yapılıyordu.<br />
Köy kahvesi her günkünden daha kalabalıktı, oturacak tabure kalmamış-<br />
tı, sigara dumanı önce ciğerleri sonra da bakışları esir almıştı:<br />
- Al sana birli...<br />
- Ulan bu kâğıtta seni hiç bırakmıyor be!.<br />
Ve kahkahalar, bağrışmalar, çağrışmalar, taş sesleri birbine karışmış, kim<br />
kime ne diyor belli değil. Sobanın çıkarttığı isle, sigara dumanı beyinleri<br />
uyuşturmuş, kirli duvardaki şarkıcıların ve spor kulüplerinin resimleri tiryaki-<br />
lerin bıyıkları gibi sararmıştı. Tembellik, eski püskü taburelerin üstündeki ga-<br />
fil insanları avlamıştı.<br />
Kahvedekiler evlerinden habersiz, uğraş diye seçtikleri, kâğıt ve taş oyun-<br />
larına dalmışlardı, yalnız bir masa oyun oynamıyor kısık sesle bir şeyler ko-<br />
nuşuyor, sanki birilerini bekliyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
73
- Zannetmem getiremez.<br />
- Yok bu sefer kesin.<br />
Kenan çayından bir yudum daha içti:<br />
- Şansımızdan bugün kahve dolu.<br />
Ziya’nın sesinde heyecan ve korku hakimdi:<br />
- Ya bu it oğlu bizi alt ederse.<br />
Yavuz başını imkansız der gibi kaldırdı:<br />
- Oğlum manyak mısın sen?<br />
- .........................<br />
- Onun benden başka kimi hakladığı görülmüş, onda da habersizdim.<br />
- Doğru söylüyorsun da, işte kör şeytan.<br />
Yavuz gurur dolu bir yılışmayla:<br />
- Sonra biz dört kişiyiz.<br />
Kenan bardağı kırarcasına sıkıyordu:<br />
- Tek gelmezse ne olacak o zaman?<br />
Yavuz korkunun kokusunu aldı, bu kokuyu def etmek için:<br />
- Kim Hamza’yı sevmez, şöyle bir göz gezdirin bakalım onu da yanımıza<br />
alırsak o Hamza denen iti kıvışlatmayız, dedi.<br />
Masaları göz ucuyla düşünceli düşünceli, tek tek süzdüler. Soğuğun sim-<br />
siyah perde çektiği Veysel Ağa ve yeğeni gözlerine takıldı.<br />
- Tamam dedi Yavuz, Ziya ve Kenan anlamıştı. Sessiz sedasız, Veysel<br />
Ağa’yı masalarına çağırdılar. Bir bir anlattılar, Veysel Ağa başını sallıyordu,<br />
taşlara bakmaktan uykusu gelen gözleri, fal taşı gibi açıldı. Çok iyi bir fırsat-<br />
tı, uzun zamandır böyle bir şey bekliyordu:<br />
- Tamam gençler, ben size sözlerimle destek veririm, olmadı bizzat kav-<br />
ganıza katılırım. Sonra yeğenim Cemal’i de alın yanınıza, işinize yarar dedi<br />
ve yerine geçti.<br />
Cemal çağrılıp ona da anlatıldı. Ziya yüksek sesle;<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
74
- Kamil abi! Buraya dört çay ver, demli olsun.<br />
Neşeleri daha da arttı, yumrukları sıkılıydı. Şeytanın Hamza’ya ne kadar<br />
kini varsa sobaya yakın masada oturan dört kişiye yüklemiş, iştahla olacak-<br />
ları bekliyorlardı.<br />
Yavuz hışımla saatine baktı, yarım metre dışında tamamen cam olan pen-<br />
cereden görebildiği kadar alanı süzdü:<br />
- Hadi be Hikmet nerde kaldınız, diyor kendince yalvarıyordu.<br />
Biraz sonra önde Hikmet üç kişinin geldiği görüldü, adımların hızlı oluşu<br />
havanın soğuk olduğunu söylüyordu.<br />
- Geliyorlar.<br />
- O da var mı?<br />
- İşte orda, orada tam ortalarında.<br />
- Aferin Hikmet’e, dedi Kenan.<br />
Üç kişi kahvehaneye yaklaştı, kapıyı araladı. Kemal’in gür sesini herkes<br />
duydu.<br />
- Ulan bu ne kadar duman, dedi ve selam verdi.<br />
Hikmet Yavuz’la göz göze gelip:<br />
- Bugün kahve bayağı dolu.<br />
Kemal yakındı:<br />
- Görüyorsun ya Hamza, gece saat birlere kadar bu pis ortamın içinde-<br />
yim, inan gelmediğin kadar var.<br />
Boş sandalye aradılar. Bu ara Hamza’yı görenler:<br />
- Merhaba Hamza.<br />
- Merhaba.<br />
- Merhaba.<br />
- Sağ olun cümleten merhaba.<br />
- Hayırdır sen gelmezdin.<br />
- Kemal’in kahvesini içmeye geldim.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
75
- İç iç, iyi olur, dedi.<br />
Ali Ağa’nın oğlu Erhan; kumral saçlı, zayıf, uzun boylu, yaş yirmi yedi<br />
demesine rağmen bekar, askerliğini yapmamış, yıllar yılı her şeyden bir ka-<br />
şık tatmıştı. Hamza’yı herkesten farklı bulur dertlerini rahatça anlatırdı, her<br />
şeyin ince detayına inerdi, o da mesken eylemişti köyün santral binasının<br />
önünü. Elinden tesbihi ve sigarayı düşürmezdi. Biraz boş kalan olduğu za-<br />
man köylünün göstereceği ilk örnekti:<br />
- Ali Ağa’nın Erhan gibi...<br />
Çıkmıştı bir kere adı, o da yılmıştı boş kalmaktan, başı boşluktan, buna<br />
rağmen Hamza’dan başka kimseye belli etmemişti bunu. İşte şimdi yine<br />
kahve kösesinde söndürdüğü gençliğinin en güzel yıllarını rüzgara veriyordu.<br />
Her masadan ayrı ayrı sorular cevabını alıp dönüyordu. Hikmet’le beraber<br />
bir tabure alıp sobanın yanına oturdular. Bu ara sarhoş Veysel, sert sert<br />
Hamza’ya sonra da Yavuz’a baktı, başını sallıyordu. Yavuz’un memnunluğu<br />
ve cesareti iyiden iyiye artmaya başladı. Hikmet’i tebrik etmek için kendini<br />
zor tutuyordu. Hikmet ustaca rolüne devam ediyor, Yavuz ve diğerleri ko-<br />
nuşmalara kulak kabartıyordu. Bir şeyleri mana etmesi gerekiyordu, bir sıra-<br />
sını bulup sohbete katılmalıydı, pat diye kavga çıkartılmazdı. Fartasar da ki<br />
olaydan bu yana Hamza ile hiç konuşmamıştı. Ellerini masaya koyup fısılda-<br />
dı:<br />
- Şimdi bir sebep bulmalıyız.<br />
Ziya atıldı:<br />
- Ne sebebi, elimize alalım.<br />
Yavuz sessizce Ziya’yı oturttu:<br />
- Salak mısın oğlum sen? Biraz bekle.<br />
- ...........................<br />
- Bu kadar kişinin yanında sebepsiz yere nereye ulaşabilirsin, hemen ayı-<br />
rırlar hem de hakaret edemeden ayırırlar.<br />
- Yavuz haklı, dedi Veysel Ağa’nın yeğeni Cemal.<br />
Kenan başıyla tasdik etti:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
76
- Doğru, doğru, biraz bekleyelim.<br />
Hamza’yla Hikmet’in konuşmalarına, kulak veriyorlardı. Hikmet Hamza’yı<br />
konuşturmak istiyor:<br />
- Bu kâğıt ve diğer oyunların İslam’la ilgili bazı terimlere benzetildiği söy-<br />
leniyor, bu konuda bilgin var mı, diye sordu, evvelden hazırladığı soruyu.<br />
Hamza yine manalar denizinden Hikmet’e anlam damlaları sunuyor:<br />
- Birtakım ilginç benzemeler var. Mesela tavla oyunu; on beş pul bir ta-<br />
rafta On beş pul öbür tarafta olmak üzere otuz pulla oynanır, iki zarla bera-<br />
ber otuz iki eder, bu rakam İslam’ın otuz iki farzına karşı değil midir, neden<br />
otuz üç veya otuz dört olmamış. Bu tesadüfi olabilir mi? Hadi buna tesadüf<br />
diyelim. Şeş, düşeş ve zar oyununa ne demeli; iki zarla oynanır altı bir taraf-<br />
ta altı diğer tarafta on iki eder, bu da namazın, farzlarının sayısına denktir<br />
ve şunun altını çizersek bütün kumar oyunları Yahudilerin icadıdır. Bir de bu-<br />
lum diye bahsedilen oyun var; elli iki kâğıtla oynanır, iki jokeyle beraber elli<br />
dört yapar ve İslam da elli dört farz vardır. Bazen oyun yüz dört kâğıtla oy-<br />
nanır. Bu da Allah’ın gönderdiği yüz dört kitaba denk. Bunları tuhaf bir tesa-<br />
düf sayabilir miyiz? Neden? Yüz üç veya yüz beş olmamış. Varsayalım bunlar<br />
da rastlantı, iskambil oyununa ne demeli; yirmi sekiz kâğıtla oynanır, bu da<br />
Kur’an da geçen yirmi sekiz peygamberin sayısıdır, bütün bunları tesadüf<br />
olarak kavramak biraz zor. Mesela tavla oyunundaki sayıları düşündüğümüz<br />
zaman sinsice oynanan oyunu kavramak mümkün. Yek; bir “Allah”, dü; iki<br />
ve “Teyemmümün farzı ikidir”, se; üç "Guslün farzı da üçtür”, Gehar; dört<br />
"Abdesttin farzı da dörttür”, penç; beş "İslam’ın şartı da beştir”, şeş; altı<br />
"İmanın şartı da altıdır”.<br />
- Söyler misin Hikmet, bunlardan hangisi tesadüftür? Bu oyun yahudi<br />
tezgahından Müslümanlara pazarlanan tembelliğin kirvesidir. Bunlara dikkat<br />
edip uyanık olmak gerek.<br />
Biraz önce yanlarına gelen Kemal :<br />
- Sen neden bahsediyorsun, Hamza ya şimdi bizim yaptığımız Yahudinin<br />
tezgahına yardımcı olmak mı, nedir bunun hükmü?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
77
Kemal sorusuna cevap alamadan abisinin çağırdığını duydu, anlaşılan çay<br />
bitmiş yeni çay almak için yine eve kadar gidecekti ve kalkıp gitti. Yavuz ve<br />
yanındakilerinin gözlerindeki nefret kuduruyordu. Daha çok dikkatlerini ver-<br />
diler; söz dönüp dolaşıp sabır konusuna gelmişti. Demek ki kumar oyunları<br />
konusunu bitirmişler şimdi de sabır hakkında konuşuyorlardı. Yavuz’un göz-<br />
leri fal taşı gibi açıldı, bu sebeple sohbete karışıp, bir şeyleri bahane ederek<br />
gayesine ulaşabilirdi. Yanlarına yaklaştı. Gırtlağını yırtarcasına yüksek sesle<br />
kahkahayı koyuverdi, kahvehanedeki birçok sesi bastırmıştı, herkes ne oldu-<br />
ğunu anlayabilmek için Yavuz’da sabitlenmişlerdi. Yavuz, sabırla ilgili Ham-<br />
za’ya hitap ediyor:<br />
- Sabır he... Sabırmış, duydunuz mu sabır diyor.<br />
Ne oluyordu bu sabırda neyin nesiydi, kahvede ses kesilmiş, kağıdı taşı<br />
bir tarafa bırakmışlar Yavuz’a bakıyorlardı.<br />
- Bırak dalga geçmeyi Yavuz.<br />
Yavuz, Hamza’ya hitaben dokundurucu ses tonuyla devam etti:<br />
- Neymiş? Sabreden insanın yapamayacağı şey yokmuş.<br />
- .....................<br />
Kahvedekiler Yavuz’un kime konuştuğunu anlar gibi olsalar da, anladıkları<br />
kişi Yavuz’la ilgilenmiyordu bile. Yavuz, Hamza’nın Hikmet’e söylediği son<br />
kelimeleri soru mahiyetinde sordu:<br />
- Söyle hoca, sabreden her şeyi yapar mı, dedi alaylıca.<br />
- .....................<br />
- Söyle hoca efendi?<br />
Kahvehanede çıt yok, Hamza’nın susması onları hayli şaşırtmıştı. Yavuz<br />
bu sefer alayın dozunu arttırdı, kahvedekileri süzdükten sonra:<br />
- Söyle bakalım, insan sabredince kalburla su taşıyabilir mi?<br />
Yavuz ve beraberindekilerin kahkahasıyla birlikte, kahvehaneye utanmaz<br />
yılışmalar hakim aldı:<br />
- Haa..... Haaaa...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
78
- Haaaaaaaa....<br />
- Sabreden derviş muradına ermeden gebermiş... gibi alay kokan sözler<br />
sıralandı, şimdi Hamza’ya baktılar, Hamza sessizliği bekliyordu, az sonra<br />
beklediği oldu.<br />
- Elbette taşır arkadaş.<br />
Yavuz ses tonunu yükseltti:<br />
- Nereden arkadaşın oluyorum?<br />
Hamza devam etti:<br />
- Elbette taşır. Su, donup buz oluncaya kadar sabredebilirse…<br />
Yüzlerdeki merak yerini hayranlığa bırakmıştı, nasıl bulabiliyordu böylesi-<br />
ne ilginç bir cevabı. Yavuz için bu cevap güzel bir sebep olabilirdi, az önce<br />
Hikmet’in kalktığı tabureye ayağıyla sertçe vurup:<br />
- Benimle dalgamı geçiyorsun lan?...<br />
Kahvehane ciddiyete büründü, olanları anlamaya çalışıyordu. Kahveci<br />
Kamil; Yavuz’un sıkı ısrarlarının karşılığı olarak karışmayacak, çıkan masrafı<br />
da Yavuz ödeyecekti.<br />
Hamza elini alnına götürdü, Yavuz’a cevap vermedi, Yavuz hala konuşu-<br />
yordu bir adım daha yaklaştı:<br />
- Sen kimsin oğlum?<br />
- .......................<br />
- Bu kadar insanın içinde, benimle nasıl dalga geçersin?<br />
- .......................<br />
Yavuz’un bilinçli olarak Hamza’ya kavgaya zorluyordu. Kızgınlığı sonlarda:<br />
- Cevap versene ulan...<br />
Yavuz, sertliğin portresini kaleminin ulaşabildiği yere kadar uzatıyor çiz-<br />
meye çalışıyor, hiçbir tepki vermeyen Hamza’yı kışkırtmaya, çaba sarf edi-<br />
yordu, daha da ileri gitti:<br />
- Lan it oğlu it benimle dalga geçemezsin.<br />
Hamza yanan sobanın kızgınlığından bakışlarını alıp Yavuz’a götürdü:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
79
- Kötü söz sahibine aittir, sonra dalga burada değil denizlerde olur.<br />
- Ha... dedi Yavuz; az önce bahsettiğin sabır denen şeyi yaptığını sanı-<br />
yorsun ama asıl adını söyleyeyim korkaklık.<br />
Kahvedekiler anlam çıkartmaktan çok, sonuçları ve olacakları bekliyorlar-<br />
dı. Yavuz:<br />
- Sen sadece büyük bir şerefsizsin.<br />
Hamza hala normal:<br />
- Dedim ya kötü söz sahibine aittir.<br />
Yavuz’un sevimsiz yüzündeki hatlar belli olmaya başladı:<br />
- Ne yani bana mı diyorsun, şerefsiz diye?<br />
- Anlayan anladı.<br />
Yavuz bir adım daha yaklaşıp:<br />
- Ulan sen; namussuz, şerefsiz, köpeksin deyip Hamza’ya en yakın masa-<br />
yı ters çevirdi. Kahvedekilerin ara ara mırıltısı duyuluyordu:<br />
- Korkağın biri bu ya.<br />
- İnsanda biraz yürek olur.<br />
- Ne itliği kaldı, ne şerefi, hala korkudan bırak bir şey yapmayı, konuşa-<br />
mıyor.<br />
Bu ara Yavuz küfürleri sıralıyor, sınır tanımıyordu:<br />
- Ulan; pislik, Allah’ını, kitabını...<br />
Kahvehanedekiler bu sefer merak içinde baktılar, bunlar Hamza’nın sev-<br />
diği şeylerdi, ne diyecekti, ne yapacaktı! Hamza’nın kara gözlerindeki süku-<br />
net yavaş, yavaş kayboluyor:<br />
- Allah’a kitaba sövdün, onun cezasını yaratan verir.<br />
Bu ara Ziya Hamza’ya sataştı:<br />
- Sen... nasıl adamsın be? Bu kadar küfre rağmen, cevap vermeye bile<br />
lüzum görmüyorsun.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
80
Hamza kalkıp gitmek istedi, omuzuna değen el onu yeniden oturttu, Zi-<br />
ya’ya acıyarak baktı:<br />
- Ben sabırlıyım ve az önce bahsettiğim, sabırı itina ile uyguluyorum.<br />
- Senin sabrına da, sana da…<br />
- Eee.<br />
- Şuna bak yav.<br />
Küfürler galizleşti, arttıkça arttıkça arttı. Hamza’nın ses tonu yavaş yavaş<br />
sertleşiyordu. Veysel Ağa şaşkınlık içindeydi, sanki kabirlerin üstünde kendi-<br />
sini azarlayan Hamza bu Hamza değildi. Hamza ne kadar sabretse de niha-<br />
yetinde sabrın da bir sınırı vardı:<br />
- Kaşındığınızın farkında mısınız, dedi.<br />
Az sonra Kenan ve Cemal de saflarını belirttiler. Cemal gür sesiyle:<br />
- Ne demek istedin sen, dedi.<br />
Kemal, içeri yeni girmişti, olanları izledi, bir şeyler anlamaya çalıştı. Sesi<br />
endişeli:<br />
- Hoop. Ne oluyor burada?<br />
- Sen karışma Kemal.<br />
- O benim misafirim.<br />
Kemal’in abisi Kamil, kardeşinin kolundan tutup çekti, ocağa oturmasını<br />
istedi. Sesi ciddiyet yüklüydü:<br />
- Sen karışma oğlum!<br />
- Ama...<br />
- Sus dedim, sakın karışma, senin bilmediklerini biliyorum, dedi abisi Ka-<br />
mil. Bu ara Yavuz küfür konvoyuna bir küfür daha ekledi:<br />
- Senin varya... Allah’ını da, Peygamber’ini de...<br />
Hamza önündeki beş kişinin ve kahvedekilerin bakışları aarasında yerin-<br />
den bir aslan gibi kalktı:<br />
- İşte bu olmadı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
81
Kahvehanedekiler şaşkınlıkla bakıyor, birileri aralamasını, olayı yatıştırma-<br />
sını bekliyorlardı, bu ara Hikmet’te safını belirtmiş, Hamza’ya cephe almıştı.<br />
Ayakta altı kişi vardı. Beşi beraber bire karşıydılar. Hamza’nın sesi son de-<br />
rece sertleşmişti:<br />
- Hepsine sabrettim, ederdim ama Peygamber’ime küfür mü, asla, dedi<br />
ve Yavuz’un umulmadık bir şekilde hızla ağzına elini götürüp üç parmağıyla<br />
az önceki iğrenç küfürleri korkusuzca sıralayan dilini kavradı:<br />
- Bu dilin mi... Peygamber’ime sövdü?<br />
Dilini tutan parmaklar adeta koparacaktı, Yavuz inanılmaz büyük ıstırap<br />
hissediyordu:<br />
- Aaaaa...<br />
- Koparayım mı şimdi?...<br />
Yavuz’un beraberindekiler harekete geçmişti, Ziya sandalyeyi kaptığıyla<br />
Hamza’nın üzerine yürüdü, Hamza’nın aniden Yavuz’un arkasına geçmesi,<br />
sandalyenin demir ayaklarının Yavuz’a değmesine sebep oldu. Hamza Ya-<br />
vuz’un dilini, bir yandan sıkıyor, diğer yandan da çekiyordu;<br />
- Bu dilin. Ha...<br />
- .....................<br />
- Peygamber’ime sövdü, öyle mi?<br />
Hamza ilginç bir şekilde hırçınlaşmış, gözleri serinliğini kaybetmiş, az ön-<br />
ceki sakin siması kaybolmuştu, yerine korkunç bir yüz hattı gelmişti ve kas-<br />
ları gerilmişti. Yavuz’un yardakçılarıyla mücadele ediyor, kendini korumaya<br />
çalışıyordu. Hikmet’in de yumruk savurması Hamza’yı hayli şaşırttı.<br />
Artık Yavuz’un dilinin bırakılma zamanı gelmişti. Dilinin rahata kavuşması<br />
Yavuz’u ferahlattı, fakat ne olduğunu anlamadan, gözlerinin üstünde balyoz<br />
kadar ağır bir darbe hissetti, hissetmesiyle beraber kahvedekilerin gözleri<br />
önünde, geniş pencereden camlarla beraber dışarıya düştü. Müthiş bir ağır-<br />
lık hissediyordu, karların üstünde hareket edemeden bayıldı. Kahvehane<br />
çoktan boşalmış, kalabalık dışardan seyrediyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
82
Hamza sırtını vermiş, önündeki dört kişiyle çekişiyordu, çevik, hızlı ve<br />
güçlü oluşu karşısındakilere fırsat vermiyordu. Sesi toktu Hamza’nın, Hik-<br />
met’e hitaben:<br />
- Hepsini anladım da senin derdin ne?<br />
Elindeki ıskartayı Hamza’ya savuran Hikmet:<br />
- Anlayacağın dayı oğlu gibi ben de seni sevmiyorum, dedi.<br />
Bu sefer ıskartadan sıyrılamadı, şakağında ince bir sızı hissetti. Daha ıs-<br />
karta çekilmemişti ki; ıskartayı kavrayan eli tuttuğuyla duvara sürükleyip<br />
çarptı, bunları beklemeyen Hikmet sert bir yumruk darbesi daha aldı, o da<br />
Yavuz gibi sendeleyip dışarıda buldu kendini. Kahvehanenin önü oldukça ka-<br />
labalıklaşmış, olayları merakla seyrediyor, farklı tepkiler veriyorlardı.<br />
- Vay anasını be... Bu çocuk çok çetin.<br />
- Girsin şuraya birileri aralasın.<br />
- Böyle adamdan korkulur.<br />
- Boşuna dememişler, sabırlı adamın hıncından korkun, diye.<br />
Kahvehanedeki çatırtılar, patırtılar son haddine kadar çıkmıştı. Ziya’nın<br />
ağzını salyalar sarmış küfürlerin en ağırını savuruyor, bir yandan da Ham-<br />
za’ya yaklaşmaya çalışıyordu. Hamza ise arkasını duvara vermiş, gelen dar-<br />
belere karşılık veriyordu. Bu ara Veysel Ağa’nında karıştığı, görüldü. Kahveci<br />
Kemal, bir şeyler yapmak istiyor abisi Kamil müsaade etmiyor, yerinde zor<br />
duruyordu. Abisinin tavırları onu hayli şaşırtmıştı. Elinden bir şey gelmeyen<br />
Kemal diliyle Hamza’ya yardımcı olmak istiyordu; Bu ara Veysel Ağa’nın so-<br />
ba küreğini kapıp, sinsi sinsi yaklaşmasından habersiz olan Hamza’ya:<br />
- Dikkat et! Yan tarafına bak! dedi.<br />
Kızgınlığın azaldığı yüzünü Veysel Ağa’nın yaklaştığı yöne çevirdi. Alaycı<br />
bir sesle:<br />
- Bak hele bak, bizim sarhoşa.<br />
Daha kelimesi bitmeden Veysel ağa:<br />
- Al sana p...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
83
Ondan kurtuldu ki bu sefer Cemal’e takıldı. Cemal’in havadaki yumruğu<br />
inmeden, kafasıyla burnuna var gücüyle vurdu. Cemal’in hissettiği ıstırapla<br />
beraber oluktan akar gibi burnundan kan akmaya başladı.<br />
Hamza’nın beyaz montu yer yer kana bulanmıştı. Kenan’ın korkak gözle-<br />
rini Hamza’nın çevikliği ve beraberindekilerin ıstırap çığlıkları, iyiden iyiye<br />
korkutmuştu.<br />
Tahir Ağa’ya haber vermeliydi. En iyisi de buydu. Hamza’nın yanına yak-<br />
laşmaktansa kaçmak daha iyi diye düşünüyordu. Nasıl insandı bu Hamza;<br />
bir kedi kadar çevik, bir aslan kadar güçlü ve cesur, yanına bir metre yak-<br />
laşmak belki de ölümüme sebep olabilir, diye düşünerek kahvehaneyi yavaş<br />
yavaş terk etti. Hızlı adımlarla Tahir Ağa’nın evine yöneldi.<br />
Bu ara da Hamza Ziya’nın gevşekliğinden yararlanıp, saçlarını tuttu. Biraz<br />
sonra var gücüyle Ziya’yı pencere kenarından yanlarına yaklaşmak isteyen<br />
sarhoş Veysel’in üzerine doğru sürükleyip savurdu. Kırılmış cam Veysel<br />
Ağa’yla Ziya kahve önündeki kalabalığın önüne gülünç bir şekilde düştüler.<br />
Kahvehane kan gölüne dönmüş, kırılmayan cam devrilmeyen masa kal-<br />
mamıştı. Sandalyelerin her biri bir yana yıkılmış, kâğıtlar, okey taşları, sere<br />
serpe ala bula kanlara boyanmış, perişan bir hale gelmişti. Bu hali Kamil ve<br />
Kemal şaşkın ve ezilmiş bir tavırla seyrediyorlar, Hamza’nın manalı bakışları<br />
ikisini de şekilden şekile sokup eziyor büzüyordu.<br />
Hamza kırgındı;<br />
- Öyle olsun bakalım Kamil abi.<br />
- .........................<br />
Ağır adımlarla sağını, solunu süzerek kapıya yaklaştı, dışarıdaki kalabalık<br />
merakla Hamza’yı seyrediyordu. Tam kapının eşiğinde durdu, yüzünde bir<br />
ağrı hissetti, şakağına değen ıskarta aklına geldi. Mırıldandı:<br />
- Ulan... Kalleş Hikmet!.<br />
Sonra acıyan bakışlarını kalabalığa çevirdi. Beyaz montunu kanlar kırmızı-<br />
ya boyamış, saçları dağılmış, gömleğinin düğmeleri kopmuş bir şekilde, bağ-<br />
rı açık, heybetli, azametli ve dik:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
84
- Yazıklar olsun be diyordu, ses tonu azarlayıcı ve yüksekti:<br />
- İnsanlar, tanıdıklarınız birbirini yesin, içinizden biri çıkıp araya girmesin,<br />
öylece seyirci kalın.<br />
Kalabalık suçluluk duygusuyla Hamza’yı dinliyor, başlar eğik, gözler kan-<br />
lanmış dudaklarında. Ses azarlayıcı ve yüksek:<br />
- Bu mu sizin insanlığınız? Araya girip tüm bu olanlara engel olamaz mıy-<br />
dınız? Ne geçti elinize? Ben boşa konuşuyorum anlaşılan, birilerinin kavga<br />
etmesi hoşunuza gidiyor.<br />
Kalabalığı Hamza’nın konuşmasından çok, beş kişiyi nasıl madara ettiği<br />
şaşırtıyordu. Efendi, kimseye taklaşmayan, bu dallarda teli olmayan bir kişi<br />
nasıl oluyor da beş kişiyi madara edebiliyordu. Birisinin kalabalığın arasından<br />
kalın sesiyle geldiği görüldü:<br />
- Bu eşşek oğlu kim oluyor da benim oğlumun canını yakacak, diyordu.<br />
Bu ses Tahir Ağa’nın sesiydi. Kenan kahveden çıktığı gibi soluğu onun<br />
yanında almıştı. Yavuz’un peygambere sövdüğü için Hamza’yla kapıştığını<br />
birkaç yalan ilave ederek Tahir Ağa’ya anlattı. Tahir Ağa otomatik tüfeği<br />
kaptığı gibi kahvehanenin önündeki kalabalığı yırtarak soluk soluğa gelmişti.<br />
Kalabalığı bir telaş sardı, artık yeterdi. Tahir Ağa’yla arası iyi olan Ali Ağa’nın<br />
oğlu Erhan ona sımsıkı sarıldı tüfeğin yönünü havaya doğrulttu:<br />
- Etme Tahir Ağa.<br />
- Bırak beni Erhan!<br />
- Koca adamsın, cahille cahil mi olacaksın?<br />
- Yetti artık, çekil!<br />
- Sonrasını düşün!.<br />
Bu ara Tahir Ağa’nın gözlerine baygın haldeki oğlu ilişti:<br />
- Vuracağım bu p...<br />
- Mapushaneler de mi çürüyeceksin?<br />
Bir el havaya ateş etti:<br />
- Bırak Erhan beni.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
85
- Tahir Ağa etme.<br />
- Vuracağım bu iti.<br />
Kalabalık bir Hamza’ya bir de Erhan’ın sımsıkı tuttuğu Tahir ağaya bakı-<br />
yordu. Hamza kahvehanenin önünden ağır ve kararsız adımlarla onlara yak-<br />
laştı. Hançer bakışlarını Tahir Ağa’ya dikip acıyarak baktı:<br />
- Git işine Tahir Ağa, babamdan büyüksün, kendine başka uğraş bul.<br />
- Bak şu ite.<br />
Bu ara Hamza’nın önünde bir hat kuruldu, akıllarınca Tahir Ağa’yla kapış-<br />
tırmayacaklardı. Erhan biraz uğraştan sonra tüfeği kaptığıyla Tahir Ağa’yı<br />
serbest bıraktı. Serbest kalan Tahir Ağa yerden ilk gördüğü taşı aldı ve<br />
Hamza’ya attı. Taş Hamza’nın kaşına çarptı, akan kanın dudaklarını ısıttığını<br />
hissetti ve hafızasında yıllar öncesi belirdi. Evet yine taş vurmuşlar, gözlerine<br />
yaş dolmuş, Yunus çıkagelmiş, çocukları bir bir kovalamış, beyaz elleriyle<br />
abisinin kaşlarını silmişti;<br />
- Ah Yunus ah.<br />
Kimin umurundaydı, karşısında kükreyen Tahir Ağa. Durgunluğunu tüm<br />
kalabalık fark etmişti. Sakinliğine ve ağlamasına bir anlam veremiyorlardı.<br />
Kanın kırmızıya boyadığı dudakları hiç kimsenin duyamayacağı bir ahenkte<br />
mırıldanıyordu:<br />
- Hani nerdesin Yunus’um, bak abinin kaşlarını yine kan bürüdü! Gel de<br />
sil! Hadi Yunus! Gel de şu başımdaki gafil insanları kovala. Hiç umarmıydın,<br />
böyle bir anda seni hatırlayacağımı.<br />
Ağlıyordu Hazma. Göz yaşları dudağında kuruyan kanları ıslatıyordu. Bil-<br />
miyorlardı onun Yunus için ağladığını. Tahir Ağa hala sakinleşmemiş, üç kişi<br />
zor hakim oluyordu. Yalanın ve haramın taht kurduğu küfürbaz dili, gün yü-<br />
zü görmemiş küfürleri sıralıyordu:<br />
- Orospu ....<br />
- İyi ki gebermiş gardaşın...<br />
Gardaş kelimesi Hamza’nın kulaklarını çınlattı, bu ne diyordu. Tahir Ağa<br />
küfrü genişleterek tekrar etti:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
86
- Peygambere sövmüşmüş, ulan ben de sövüyorum, sonra iyi ki gebermiş<br />
Yunus’mudur ne b... adı.<br />
Hamza kendini kaybetmişti, önündekileri adeta tepeleyerek bir anda Ta-<br />
hir Ağa’nın yanında belirdi, bakışları bir taşı parçalayacak kadar ağırdı. Tahir<br />
Ağa’yı tutanları bir bir kenara itiyor ve dişlerinin arasından konuşuyordu:<br />
- Babamdan büyük olman artık hiç, hiçbir şey ifade etmiyor, dedikten<br />
sonra yakasını kavradı, kaldırmayla itekleme karışık, yandaki büyük evin<br />
bahçe duvarına yasladı. Bir yandan sırtını duvara çarpıyor, diğer yandan da:<br />
- Ne dedin sen Tahir ağa?...<br />
- ........................<br />
- Söyle, benim peygamberime ve gül yüzlü günahsız kardeşime nasıl o<br />
pis dilini uzatırsın?<br />
- ..........................<br />
- Söyle!...<br />
Tahir Ağa darbelere fazla dayanamadı, bayıldı. Hamza hala duvara çar-<br />
pıyordu. Tahir ağayı Hamza’nın elinden zor güç aldılar. Tahir ağanın çizgili<br />
eski tip gömleğinin yakaları Hamza’nın elinde kalmış, onu vuruyordu, sağa<br />
sola. Tek başına bırakıp seyre koyuldular.<br />
Hamza hala ellerini duvara vuruyordu, duvarı boyayan kanların kime ait<br />
olduğunu kalabalık çözememişti. Hamza’nın elinin değdiği yer kırmızıya bü-<br />
rünüyordu.<br />
Kırılan parmaklarının acısıyla biraz sonra kendine gelebildi, iki büklüm ol-<br />
muş ağlıyordu, kanların kızarttığı dudakları:<br />
- Ah... Yunus ah. Dünya öyle kahpe ki, diyordu:<br />
- Gel gör abin ne hallerde. Hüznü onu daha fazla konuşturmadı, o kendi<br />
haline değil insanların cehaletine üzülüyordu.<br />
Olay tez yayıldı. Cuma’da duymuştu soluğu kahvehanenin önünde aldı.<br />
Cuma’yla birlikte köy dolmuşunun geldiği duyuldu. Yaralıların yarasının sa-<br />
rılması için hastaneye gitmesi gerekti. Başta Tahir Ağa, oğlu Yavuz, Hikmet,<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
87
Cemal ve Ziya sere serpe minibüsü doldurmuştu. Cuma hayli şaşkın, hızlı<br />
adımlarla üstü başı kan içindeki Hamza’nın yanına geldi. Sesi endişeliydi:<br />
- Ne oldu Hamza?...<br />
- ........................<br />
- Ne bu halin ne yaptın?<br />
- ........................<br />
- Gözlerimle görmesem senin bu denli hırçınlaşacağına inanmazdım.<br />
Hamza ıslak gözlerini Cuma’ya yöneltip:<br />
- Bak şu halime arkadaş.<br />
- .........................<br />
- Ne beni bu derece kızdırır, hırçınlaştırır, bilir misin?<br />
- .........................<br />
- Bilmiyorsan söyleyeyim; kahpe dünyada en çok sevdiğim iki şeye söz<br />
söylenmesi, onlara küfür edilmesi.<br />
Cuma’nın tavırlarından Hamza’nın kastettiği şeyleri anladığı seziliyordu.<br />
Çok konuşmuşlardı bunları, Hamza’nın kolundan tutup kaldırırken:<br />
- Bilirim arkadaş, bilirim.<br />
- Birisi iki cihan serveri, Allah’ın habibi, diğeri de dilinde türkü ettiğin,<br />
ölümü onun için sevdim dediğin, kardeşin Yunus!...<br />
Hamza yorgun ses tonuyla:<br />
- Bildin arkadaş bildin, lakin öyle üzgünüm ki benim yüzümden Allah’ın<br />
habibine küfredildi. Bilemezsin bunun bana nasıl ıstırap verdiğini.<br />
Az sonra kalabalık Hamza’yla Cuma’nın gidişine bakıyordu. Orda burda<br />
kan lekeleri vardı, kahvehanenin hali berbattı. En az bir ay çalışmazdı artık,<br />
Köylünün gündemine yeni bir olay daha eklenmişti:<br />
- Tahir Ağa bunu yanına koymaz.<br />
- Köyün huzuru kaçar bundan sonra.<br />
- İyi ki jandarma duyup da olayı mahkemeye intikal etmedi...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
88
Hamza’yla Cuma eve gelmişlerdi. Annenin sesi korkak ve endişeliydi:<br />
- Vah... Oğul... Vah...<br />
- ..........................<br />
- Üstün başın... Ya ellerin?<br />
- Ana sakın bir şey sorma.<br />
- Önemli bir şey yok hala.<br />
Anne ihtiyarlamıştı artık, gözleri içine çökmüş, çizgiler çilekeş yüzünde<br />
belirginleşmiş, saçlarına aklar düşmüştü. Hitabı korku yüklüydü:<br />
- Ne oldu? Bir şeyler söyle oğul.<br />
Cuma’nın ve Hamza’nın başları eğikti. Anne nasırlı elleriyle oğlunun par-<br />
maklarındaki, kan lekelerini siliyor:<br />
gün: <br />
ye.<br />
- Baban ne der?<br />
- ........................<br />
- Sana yüz kere demedim mi? Başkalarının işine karışma diye. Hamza üz-<br />
- Hayır anne. Bu benim işimdi.<br />
- Ah... Ah oğul. Demedim mi sana sabır, öfkeden daha çok şey yapar di-<br />
- Sabrın da bir sınırı var, ona.<br />
- Ah... Ah oğlum. Sesi ve tavrı son derece endişeliydi annenin<br />
Israr etti:<br />
- Kimle uğraştın?<br />
- .......................<br />
- Bu huyunu terk et oğul.<br />
Anne bu sefer Cuma’ya sordu ve cevabını aldı.<br />
- Tahir Ağa ve oğluyla dedi Cuma.<br />
Ana yüreği hep korkardı, kavganın sebebini sordu. Hamza yeni yeni ken-<br />
dini toparlıyordu, sargısı bitmiş parmaklarına baktı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
89
- Başka soru sorma ana. Kapatalım bu mevzuyu.<br />
- Kapat dersin ya oğul! Kolay mı kapatması, onlar kapatır mı? Seni rahat<br />
bırakırlar mı oğul?<br />
Hamza sesine güven katıp:<br />
- Bilmez misin ana hayır da Allah’tandır, şer de.<br />
- ........................<br />
- Sen yıllar yılı söylemedin mi bunu, söyle ana söylemedin mi?<br />
- ........................<br />
Anne üzgün, başı öne eğik, oğlu Hamza’yı dinliyor:<br />
- Üzülme anam, seni ve beni yaratan Allah, "Sizin hayır gördüklerinizde<br />
şer, şer gördüklerinizde hayır olabilir." demiyor mu?<br />
Annenin yüreği biraz ferahlar gibi olsa da tedirgindi. Oğluna söyleyecek<br />
başka söz bulamadı:<br />
- Allah neylerse güzel eyler oğul, dedi ve ateşi sönmek üzere olan sobaya<br />
yakacak attı.<br />
O gece hanelerin hemen hemen hepsinde, omuzu kırılan Tahir Ağa’yla<br />
Hamza konuşuldu. Köylü şaşkındı. Hamza’nın; Tahir Ağa’yı, oğlu Yavuz’u ve<br />
dört kişiyi ne hale getirdiğini mübalağalı bir şekilde anlatıyorlardı. Ve köylü<br />
için bunları yapanın Hamza olması daha da ilginçti:<br />
- Vay be, diyordu bir çoğu:<br />
- Helal olsun şu Hamza’ya.<br />
- Ortalığı mahvetmiş.<br />
- Tahir Ağa’yı nasıl duvara çarptı öyle.<br />
- Çok gittiler üzerine çook, hak ettiler.<br />
- Aferin Hamza’ya.<br />
- Benim bildiğim Tahir Ağa bunu yanına bırakmaz.<br />
- Yazık olacak Hamza’ya... gibi sözler sarf ediyorlardı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
90
Ertesi gün Tahir Ağa dışında hastaneye kaldırılanlar dönmüştü. Tahir<br />
Ağa’nın sağ omuz kemiğinde çatlak bulunmuş hastanede bırakılmıştı. Yavuz<br />
uzun zaman konuşmada güçlük çekecekti, Hikmet ve Ziya yüzlerindeki kü-<br />
çük morluklarla sıyırmışlardı. Cemal ise gaza gelmesinin cezasını burnunun<br />
kırılmasıyla ödemişti. Utançlarından halkın arasına çıkamıyorlardı. Hepsi de<br />
Kenan’a kızgındı:<br />
- Bize yardım etmedi kaçtı, diyorlardı.<br />
-Kenan ise halinden memnun, için için gülüyordu.<br />
- Ben deli miyim Hamza’yla uğraşacağım, gördünüz ya ne yaptı, ben<br />
onun öyle olduğunu çok önceden biliyordum, diyordu. Hâla Hamza bana da<br />
bir şey yapar korkusu vardı, onun olduğu yere uğramıyor onu görünce yol<br />
değiştiriyordu.<br />
Günler birbirinin peşi sıra geliyordu, derken ay oldular. Hamza çoktan<br />
unutmuştu olanları, umursamıyordu bile, parmaklarındaki sızı hala geçme-<br />
miş, şekil değiştirip eğri büğrü olmuştu. Hastaneye gitmeye lüzum görme-<br />
mişti.<br />
- Kafama hiçbir şeyi takmamalıyım diye düşünüyor, evvelki gibi sıkı çalışı-<br />
yordu üniversite sınavlarına.<br />
Tahir Ağa’nın evinde en çok Zekiye üzülmüştü ailesinin Hamza’ya bu denli<br />
kinlenmesine. Hamza’nın ismi anıldığı zaman, küfürler yalanlara karışıyordu.<br />
Tahir Ağa aşırı derecede kızgın, kafasını aşağı yukarı kaldırarak:<br />
- Peki Hasan’ın oğlu. Senin hesabın kabardı. Bak ben ne yapacağım. Rezil<br />
rüsvay oldum, seni daha beter edeceğim, kırılmadık kemiğin kalmayacak,<br />
diye atıp tutuyordu Muhtar Tahir Ağa.<br />
Kış mevsimiyle bahar mevsimi adeta çekişiyordu, kâh günler bende kal-<br />
sın, kâh ben geleyim, olmadı paylaşıyorlardı, geçmeye mahkum günleri.<br />
Haftanın üç günü kış, dört günü de bahar mevsimi hakim olup mevsiminin<br />
verdiği özellikleri yaşatıyorlardı. Toprağın yeşille süslenmesi, kışın göçeceği-<br />
nin, yerini bahara bırakacağının alameti idi. Bitkiler ve kuşlar, insanlar gibi<br />
kıştan usanmış, dört gözle baharı bekliyor, onun gelişinin adete bayramını<br />
yapıyorlardı. Anlaşılan beyaz renk yerini yeşile bırakacaktı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
91
Günler mart ayının yirmisine gelmişti, bu zaman herkesten çok Hamza<br />
gibi üniversite sınavlarına girecekleri ilgilendiriyordu. İlk sınava bir gün kal-<br />
mıştı:<br />
- Ne zaman gideceksin?<br />
- Zannedersem bir saate kadar giderim.<br />
Saatine baktı Hamza’nın okul arkadaşı İsmail:<br />
- Önceden gidip sınava gireceğin okulu görmen iyi olur.<br />
Hamza sordu:<br />
- Sen gördün mü sınava gireceğin okulu?<br />
- Hayır ama nerde olduğunu biliyorum.<br />
- Sabah gidersin o zaman.<br />
- İnşallah.<br />
Hamza sınav için önce ilçeye gelmiş buradan da şehre gidecekti. İsmail’le<br />
karşılaşmıştı. İsmail:<br />
- Köyünden ne haber var, inşallah bir yaramazlık yok.<br />
- İyilik, sağlık, hasta falan yok.<br />
- Köylüyle nasılsın?<br />
- Eh... şöyle böyle... İsmail gülümsedi:<br />
- Bal, bal demekle ağız tatlanmıyor, değil mi?<br />
Hamza İsmail’in sorusuna onun gibi kapalı bir cevap verdi:<br />
- Biliyorum ki erdemin armağanı onurdur, ama bugün, ama yarın bu er-<br />
dem bana da armağanını verecek.<br />
Az ilerden geçen taksinin korna sesi, sınavın verdiği stres yüklü simaları<br />
kendisine yöneltti. Bu Ahmet’ti. İsmail:<br />
- Ahmet’le mi gideceksin?<br />
- Evet beraber gidiyoruz.<br />
- Ben de mi sizinle gelsem?<br />
- Sen bilirsin.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
92
Taksiyi park eden Ahmet yanlarına geldi. Çarşı camiinin altındaki çay<br />
ocağına gittiler.<br />
- Buraya üç çay.<br />
- Tabi abi dedi, on üç yaşlarındaki üstü lekeli çocuk.<br />
Ahmet:<br />
- Sizde de heyecan var mı?<br />
İsmail, Hamza’ya bakıp:<br />
- Hamza sende olmaz heyecan ama beni yeni yeni sarmaya başladı.<br />
Hamza yeni gelen çaya şekerini atıp:<br />
- Serin olmaya çalışın, ne kadar rahat olursanız o kadar kârlı çıkarsınız.<br />
Biraz sonra mütevazı çay ocağından çıkmışlar, sınav için yola koyulmuş-<br />
lardı. Bir saat sonra öğle namazı için heybetiyle ihtiyar olduğunu söyleyen<br />
camide soluğu almışlardı. Namaz kılınmış dua ediyorlardı. Üç duanın birleşti-<br />
ği nokta sınavdı. Yine tat almıştı Hazma kıldığı namazdan. Ne zaman ki bu<br />
tat azaldı veya kayboldu kendinde hata arar, onu bulur ve ortadan kaldırırdı.<br />
Tat aldığı namazdan sonra yine dua ediyordu:<br />
- Ey Alemlerin Rabbi olan Allah’ım, sen ne verirsen razıyım. Benim için<br />
başarılı olmak hayırlı ise beni gayeme ulaştır, zihnimi açık tut, beni ferahlat,<br />
eğer hayırsızsa, beni seni anmaktan alıkoyacaksa, sana kul olmaktan yana<br />
bir hatam olacaksa bana başarı verme, kazanmayayım, sen her şeyin en iyi-<br />
sini bilensin, dedi ve ellerini yüzüne götürüp duasını bitirdi. Yıllar yılı milyon-<br />
ları misafir edip, uğurlayan, alınların tertemiz duygularla yerlere değdiği, ih-<br />
tiyar camii bir kere daha süzdükten sonra, sınava girecekleri okulları arama-<br />
ya koyuldular.<br />
sun.<br />
Vakit akşama yaklaşırken hepsi sınav yerlerini öğrenmişti. İsmail:<br />
- Yarın nerede buluşacağız, diye sordu.<br />
Ahmet:<br />
- Yarın sınavdan sonra, saat iki gibi beyaz şehir otobüs durağında olur-<br />
İsmail Hamza’yı işaret edip:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
93
- O benimle gelsin.<br />
Ahmet ve İsmail Hamza’yı misafir etmek için çekişiyorlardı. Nihayet Ah-<br />
met’in isteği olmuştu. İsmail’le yarın görüşmek üzere ayrıldılar.<br />
O gece sabahı zor etmişlerdi. Yüzünde tebessüm eksik olmayan Ahmet’te<br />
heyecan görülebilecek kadar çoktu. Hamza ne yapsa, ne söylese de Ah-<br />
met’teki heyecanı azaltamıyordu. Az sonra bekledikleri saat gelmiş, birbirle-<br />
rine başarı diliyorlardı:<br />
- Umarım ikimiz için de iyi geçer.<br />
- Allah zihnimizi açık tutsun.<br />
Ahmet:<br />
- İnşallah kazanırız.<br />
- Hakkımızda hayırlısı ne ise o olsun.<br />
Hamza biraz sonra sınava gireceği okulun yüksek duvarlarla çevrili büyük<br />
bahçesinin şatafatlı kapısındaydı. Okulun önü kalabalıktı, aileleri yalnız bı-<br />
rakmamıştı çocuklarını, en az evlatları kadar onlarda heyecanlıydı. Hamza<br />
okulun eski ve büyük çeşmesinden abdest tazeledi. Yüzlerinde masum bir<br />
ifade bulunan gençler stresliydi, hepsinin birleştiği tek nokta sınavda başarılı<br />
olabilmekti.<br />
Vakit öğleyi geçmişti. Beyaz şehir dolmuş durağında bekleyen iki gencin-<br />
de yüzü gülüyordu. Anlaşılan sınavları iyi geçmişti. Biraz sonra bekledikleri<br />
kişinin geldiğini gördüler. Bu Ahmet’ti, üçü de sınavdan memnundu. Akşama<br />
doğru evlerine geldiler, şimdi sıra ikinci sınavdaydı.<br />
Hamza ilçedeki amcasını ziyaret etti. Dedesi Osman Ağa ile beraber kalır-<br />
dı. Amca sormaya başladı:<br />
- Nasıl geçti Hamza sınav?<br />
- Allah’ın izniyle bu sınav tamam, şimdi sıra ikinci sınavda.<br />
Amcası Nazım gülümseyip:<br />
- Bu kadar emin olma<br />
- Görünen köy kılavuz istemez!<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
94
Amcası Nazım, otuz yaşını geçmiş, üç evlat sahibi, dünya devranına ka-<br />
pılmış, ilçedeki fabrikada çalışan, gençliğini yiğitliğe sermaye etmiş bir insan.<br />
Bir çok insanı olduğu gibi dünya onu da çırpmıştı. Evlendikten sonra ilçeye<br />
taşınmış, geçim denen zalim derde düşmüş, yüreğinde yıkılmışlığın verdiği<br />
bir ızdırapla yaşayan bir insandı.<br />
Hamza’nın dedesi Osman Ağa, Muhtar Tahir Ağa’yla ahbaptı, Hamza’nın<br />
kavgasına kadar. Şimdi bu ahbaplığa biraz gölge düşmüştü. Buna rağmen<br />
Tahir Ağa evine uğrar, hal hatır sorar, Hamza hakkında söylediği yalanlarla<br />
dedesi Osman Ağa’yı dolduruşa getirirdi. Bu kervana İmam Şefik de katılınca<br />
ihtiyar onlara inanıyordu. İlçeye geldikçe Hamza’nın dedesi Osman Ağa’ya<br />
uğrarlardı. Bu uğramalar Hamza’nın akrabaları yanındaki imajını zedeliyordu.<br />
Dede Osman Ağa erken emekliliğe hak kazanıp Almanya’dan kesin dönüş<br />
yapmıştı. Zamanın insanlarındandı o da, ailesine karşı sevimsiz, dostlarına<br />
karşı sevimli idi. Çok çekmişti zavallı Fatma kadın. Osman Ağa kalın kaşlı,<br />
uzun, iriyarı, kalın sesli, saçlarının ön kısmı dökülmüş, başkasına öğüt verip<br />
kendi yapmayan diktatör, kendi yaptığı iyiliği unutmayıp yıllar yılı anlatan,<br />
mübalağa düşkünü, cemaatle namazı terk etmiş, altmış yaşlarında bir in-<br />
sandı.<br />
Hamza on dört yaşından sonra tanımıştı dedesi Osman Ağa’yı. Osman<br />
Ağa zalimdi. Neler çekilmemişti ki elinden. Hamza bunları görür sabreder<br />
bazı kez de hatırlatır:<br />
- Yaptığın yanlıştır dede.<br />
- Sana mı kaldı eşşek oğ......<br />
Ve hır başlar, dedesi bu sebeplerden Hamza’ya ısınamamıştı, Hamza’yı<br />
hor görür, onu küçük düşürmek için ilginç derecede alçalır, sudan bahane-<br />
lerle, ağzına geleni söyler, Hamza’nın bu hakaretleri çıt çıkartmadan dinleyip<br />
cevap vermemesi onu daha çok sinirlendirirdi. Osman Ağa ölmeyecek gibi<br />
sımsıkı bağlanmıştı dünyaya, adeta dünya ile nikah kıyıp evlenmişti. Onun o<br />
hali Hamza’yı üzüyor, elinden bir şey gelmemesi çaresizliğini daha çok artırı-<br />
yordu. Amcası Nazım’la beraber yaşayan dedesinin tutumlarından dolayı na-<br />
dir gelip giderdi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
95
yim.<br />
Amca Nazım soruyordu:<br />
- Tahir ağayla neden kavga ettin?<br />
- Onlar istedi amca.<br />
- Ne işin vardı kahvede?<br />
- Bu konuyu kapatalım amca ne sen bir şey sor, ne ben bir şey söyleye-<br />
- Rüzgar eken fırtına biçermiş oğlum, dedi amca.<br />
Hamza:<br />
- Evet haklısın amca, Tahir Ağa’nın oğlu rüzgar ekti, Tahir Ağa’da bereke-<br />
tinden tatmak istedi ve fırtınayı biçtiler.<br />
Amca Nazım gülümsedi, Hamza’nın hazır cevaplarını oldu olası takdir<br />
ederdi. Safiye gelin çayları getirdi, severdi Hamza’yı, yardımını çok görmüş-<br />
tü. Daima Hamza’nın çocukluğundan bahsederdi:<br />
- Nasıl tatlıydı, hiç düşürmezdik kucağımızdan, gibi kelimeleri sarf ederdi,<br />
Safiye gelin.<br />
On beş yıldır evliydi Hamza’nın amcası Nazım’la, Allah’a saygılı, peygam-<br />
bere sevgili idi Safiye gelin, günaha girmekten korkan bir insandı. Hamza’nın<br />
gözleri, birilerini aradı, sordu:<br />
- Halam nerede?<br />
- Ekrem amcanın evinde.<br />
Halası Rabia, dedesi Osman’ın en küçük çocuğuydu, beş erkekten sonra<br />
bir de kız olmuş ismini de Rabia koymuşlardı. Son derece detaylı öğrenmişti<br />
dini bilgileri. Terbiyeli, Allah’ın hükümlerine kayıtsız şartsız uyan, tesettürü<br />
vücuttan bir aza bilen, annesi Fatma kadının sözünden çıkmayan bir genç<br />
kızdı Rabia.<br />
Sülale onun ahlakına hayrandı, kalp kırmak, bir insanı üzmek, onun ya-<br />
pamayacağı şeylerdi. Annesi ihtiyar Fatma kadın beş çocuktan aldığı kıdemle<br />
kızına gölge olup yetiştirmişti, kocası Osman’ın Almanya’da olduğu zaman-<br />
lardı o zamanlar. Siyah saçlarını süpürge etmiş, saçları yerlere her değişinde<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
96
aka bürünmüş, siyah namına tek tel kalmamıştı. Kocasının Almanya’da yeni-<br />
den evlendiğini duymuş, umursamamıştı bile. Hep söylerdi ona:<br />
- Sen hazıra kondun, delikanlı ettim evlatlarımı göz yaşımla büyüttüm,<br />
senin onlarda hakkın yok! Şimdi gel gör ki gözleri kara bulutlara dönmüş,<br />
yağdı yağacak.<br />
Tek bir arzusu kalmıştı, bunu diline dökemiyordu, dünya gözüyle bir gü-<br />
zel seyredebilseydi hepsini bir arada, bir tabloya bakar gibi yıllar yılı seyre-<br />
debilirdi çocuklarını.<br />
O gece sabah tez oldu. Hamza dedesiyle karşılaşmak istemiyordu, isteği<br />
sabah kahvaltısında birlikteydiler. Osman Ağa kaba sesiyle:<br />
- Hoş geldin Hamza kea, dedi alaylıca. Hamza’ya kea diye hitap ederdi.<br />
Hamza iyimser:<br />
- Hoş bulduk dede, öpeyim elini.<br />
- Hamza’nın yüzüne bakmadan uzattı elini, belli ki yine kızacaktı, sözü<br />
hep uzatırdı. Gençliğini, köydeki halleri, Almanya’yı, bir bir abartılı bir şekilde<br />
anlattıktan sonra, esas konusuna giriş yaptı:<br />
- Oğlum senin derdin ne?<br />
- ..........................<br />
- Niye köyde huzursuzluk çıkartıyorsun?<br />
Hamza cevap vermeyip dinlemekle meşgul. Osman Ağa geniş göbeğine<br />
ellerini koymuş.<br />
- Senin Tahir Ağa’yla, oğluyla, şunla, bunla işin ne? Senin pisliğini ben mi<br />
temizleyeceğim, diyor, bir şeyler yapacakmış gibi konuşuyor, yağmayacağı<br />
halde bulutlar gibi gürlüyordu.<br />
Konuyu deştikçe deşti:<br />
- Terbiyesiz herif!<br />
- ..........................<br />
- Sonra o atı satacaksın, boşa yem yiyor, üç inek neyinize yetmiyor?<br />
İşte bu olmamıştı. Hamza ağzını açtı, ses tonu azarlayıcı idi:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
97
- Ne diyorsun sen dede? O atta kimin kokusu var biliyor musun? O koku-<br />
yu nasıl sevdiğimi bilmiyor musun? Fatma kadının gizliden sus demesi Ham-<br />
za’yı ayılttı. Hamza kızgın bir tavırla sofradan kalktı:<br />
- Satarım dede, satarım, fiyatı ağır, kim kardeşimi getirirse, beni ona ka-<br />
vuşturursa, atı da o alır.<br />
- Ölenle ölünmez.<br />
- Kim öldüğünü söylüyor.<br />
Konuşma tartışmaya dönüşmüş, uzayacaktı, bunu sezen Hamza gidera-<br />
yak son sözünü söyledi:<br />
- Evet dede, o atı beni kardeşime kavuşturacak gerçek sahibine verece-<br />
ğim, dedi ve ağır adımlarla evi terk etti.<br />
Ne demek istemişti, gerçek sahibi, onu kardeşine kavuşturacak, tamam<br />
tamam çözmüştü, bu Allah’tı, Mevla’yı kastediyordu, ne tuhaftı torunu Ham-<br />
za, konuşmaları bilmece gibiydi, ne kadarda düşkündü kardeşine, ölüp git-<br />
mişti, bununla hiç anlaşamayacağız galiba, diye düşüncelerini noktaladı,<br />
Osman Ağa.<br />
Vakit akşam olmak üzereydi. Güneş yeni yeni kaybolmaya başlamış, yeri-<br />
ni karanlığa terk ediyordu, milyonlarca yıldır, yaptığı şeyi yine yapıyor, sanki<br />
insanlara bir şeyler anlatıyordu. Sırf Allah’ın emri olduğu için, asırlardır aynı<br />
şeyi yapıyorum da, siz yetmiş yıllık hayatınızın belirli kesimlerinde bir ay<br />
oruç tutmuyor, günde beş vakit namaz kılmıyorsunuz, diyordu Güneş:<br />
- Acırım halinize, birbirinize kötülük etmekle meşgulsünüz. Kayboluşumun<br />
güzel olduğunu, doğuşumun büyüleyici olduğunu söyler durursunuz. Oysa<br />
sizin ömrünüzden bir gün daha kayboluyor, öylesine eminsiniz ki; kaybol-<br />
duktan sonra yeniden doğacağıma, ya bir gün, doğmayı, sizin Allah’ı unut-<br />
tuğunuz gibi unutursam o zaman ne olur haliniz? Ya bir gün yanılır da yak-<br />
laşırsam, nereye kaçacaksınız? Bunlar yakındır, yıllar ihtiyarlattı beni. Nicele-<br />
rinin halini gördüm, sizden bir yüzyıl önce yaşayanların hiç biri yok şimdi, bir<br />
yüzyıl sonrada siz olmayacaksınız. Niceleri toprak oldu, niceleri mükafatlan-<br />
dırıldı. Sonuçta hiçbiri yok şimdi, onlar gibi sizde yok olmaya mahkumsunuz,<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
98
unları bile bile gaflete devam ediyorsunuz, acırım halinize acırım. Bana ba-<br />
kan gözler toprak oldu, sizin de olacağınız gibi...<br />
Az sonra Hamza’nın manalı bakışları altında, Güneş ışıklarını yeryüzünden<br />
çekti, bu manzara Hamza’yı düşüncelere boğmuştu:<br />
- Senin gibi bir nimetin hakkı ödenebilir mi, sadece sen mi? Saymakla<br />
bitmez sırtımızda taş taşısak ömrümüz boyunca, ne acıdır ödeyemeyiz. Ne<br />
kadar da acı bu denli aciz olmak. Gel gör ki insan oğlu hala gururlu, kibirli,<br />
övünmek senin neyine, ya da neyinle övüneceksin, güzelliğinle mi? Bin bir<br />
çeşit renge bürünmüş kuşları nereye koyacaksın? O güzelliğe küçük bir sivil-<br />
ce gölge düşürünce ne yapacaksın? Ya da gücünle mi? Yo bu sefer ayıyı ne<br />
yapacaksın, kalafatınla mı? Fili ne yapacaksın? Şehvetinle mi? Bir serçe kuşu<br />
senden kat kat üstün, cesaretinle mi? Aslanları nereye koyacaksın, aklınla<br />
mı? Zor şartlarda karnını zorluklarla doyuran her hayvanın ayrı ayrı hünerle-<br />
rini hiçe mi sayacaksın? Bütün bilim adamları birleşse, bir ineğin verdiği sü-<br />
tü, yumurtayı, arının balını yapabilirler mi? Her hayvan kendi başına benzer-<br />
siz bir fabrika dersek yanılır mıyız?<br />
Mırıldandı:<br />
- Ey! Nefsim sen titre, kendine bak, kendini gör, kendini bil, kendini anla,<br />
kendini tecessüs et, ancak nefsine müfettiş, nefsi emmarene murakıp ol!<br />
Yunus Emre’nin hızlı adımlarla evin damına çıkan basamaklara yaklaştığı<br />
görüldü.<br />
- Abi. Abi.<br />
Basamaklardan iner ayak:<br />
- Yunus’u kaşağıladın mı?<br />
- Evet abi. Beni nasıl yalıyor bir görsen.<br />
Hamza gülümseyip:<br />
- İştahlı desene.<br />
- Ceplerime dilini götürüyor.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
99
Yine Yunus, yine Yunus ve çocukluk yılları. İkisi de ceplerinde atlarına<br />
vermek için arpa ile şeker gezdirirlerdi. O günlerden bu yana siyah atta alış-<br />
kanlık olmuştu. Dilini ceplere götürürdü.<br />
Az sonra odada kaşık sesinden başka bir ses yoktu. Yunus Emre sofradan<br />
erken kalkınca anne, anneliğini gösterdi.<br />
- Oğlum yemeğini yesene.<br />
Yunus Emre bakışlarını abisine yöneltti:<br />
- Abi bugün annem bana bir şey öğretti, şimdi de öğrettiği şeyi yapma-<br />
mamı istiyor, dedi ve ellerini yıkamak için lavaboya gitti.<br />
Anneye unutkanlık musallat olmuştu, çoğu kere sakladıklarını bulamıyor-<br />
du. Yunus Emre apar topar odaya geldi. Hamza sordu:<br />
- Söyle Yunus Emre, annem sana ne öğretti?<br />
- Hadis abi. Hadis.<br />
- Nedir, söyle bizde bilelim.<br />
Yunus Emre iştahlı:<br />
- Peygamber efendimiz (s.a.v.) az yemek yermiş, “Midenizin üçte birini<br />
yemekle, üçte birini suyla, üçte birini de boş bırakın" demiş, bundan sonra<br />
ben de hep böyle yapacağım.<br />
Hamza Yunus Emre’nin sırtını okşadı:<br />
- Bilgili ve kabiliyetli olup, beni ve babamı geçeceksin, tamam mı koçum?<br />
- Tamam abi.<br />
Hasan Usta çocuklarının konuşmalarını dinledi, Yunus Emre etkilemişti<br />
babayı:<br />
- Aferin oğlum, dedi Hasan Usta.<br />
Çocuklarının boğazından haram bir lokma geçmemiş, yıllar yılı helal para<br />
diye didinmiş, geceyi gündüze katmış; her zaman onurlu, başı dik, o başı<br />
eğmemiş Allah’tan gayrisine; yüzünde nur yumak yumak, yaşı kırk bir, siyah<br />
sakalına yeni yeni aklar düşmüş; onu sevmeyen bir Allah kulu yok, ahlakı<br />
büyük, imrenilecek kadar güzel imanı; sırf Allah’ı tanımak için kütüphane do-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
100
lusu kitap edinmiş; sabırlı, sebatlı, kalbi hüzünlü; peygamberim az gülerdi<br />
diye az gülen, "Allah hüzünlü kalbi sever " diye kalbini hüzünlendiren, iki ev-<br />
lat sahibi bir baba.<br />
Hep korkmuş, çocuklarım Allah’ı tanımaz diye, ona kul olmaz diye, üzerle-<br />
rine peygamberlerini tanısın diye titremiş ve yıllar yılı çocuklarına bir hadis<br />
öğretmeyi kendine babalık borcu bilmiş ve öğretmişti.<br />
Allah emeğinin karşılığını fazlasıyla vermiş, büyük oğlu Hamza, bilgisiyle<br />
kendisini çoktan geçmiş, İslam’a olan sevdasıyla, namaza olan kayıtsız tes-<br />
limiyetiyle Hasan Usta’yı sevindiriyordu. Bu sevinç bulutlara dönüşüyor, öy-<br />
lesine bir yağmur damlaları akıtıyordu ki bir damlası ovalara yetiyordu, şük-<br />
retmenin bereketini, adım adım hissediyordu. Küçük oğlu Yunus Emre’nin üç<br />
elden yetişmesi onu daha çok sevindiriyordu. Gurbetçi idi Hasan Usta, İs-<br />
tanbul’u mesken etmiş köşelerde kalan helal ekmeği topluyordu. İşleri ne<br />
kadar kötü olsa da, o hep iyi der, inşaatlarda boya badana yapardı, asla ha-<br />
linden şikayetçi olmazdı. Hep derdi oğlu Hamza’ya:<br />
- Oğlum emir alan değil, emir veren olacaksan oku!.<br />
Hamza için babası bulunmaz bir mücevherdi, babasıyla övünür, gurur du-<br />
yardı. Yine o öğretmişti. "Babaya itaatin Allah’a itaat olduğunu." Bunu bilir,<br />
bunu yaşar asla gocunmazdı.<br />
Nihayet mart ve nisan ayları, birbirini kovalayıp, bir sene sonra görüşmek<br />
üzere insanlarla vedalaştılar. Mayıs, Hacı Paşa köyünde başka olurdu, şirin<br />
köy daha da şirinleşir, genç kuşlar ses yarışması yapar, toprak kendisini sak-<br />
lar, hayvanlarsa toprağı bulmak için, insan oğluna yardımda bulunarak, ka-<br />
rınlarını doyurur, şirin köyde bahar tüm haşmetini sergilerdi. Yeşillik dört bir<br />
yanı sarmış cenneti görmeyen baharda gurur bol, gecelerinde ahenk, yağ-<br />
murlar tıpkı insanoğlunun gönlü gibi.<br />
Her yer karış karış, yaratanın imzasıyla dolu, ağaçların başı rükuda, isyan<br />
yok, günah yok. Tıpkı hayal gibi, masal gibi mavi semalarla uyum sağlamış<br />
bulutlar.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
101
Şimdiden bir korku başlamış baharda, eylülün apansız gelme korkusu, in-<br />
sanların imanı gibi hazana uğramaktan ne kadar çok korksa da biliyor bir<br />
gün korkularının gerçekleşeceğini.<br />
- Anne sana ıhlamur getirdim.<br />
Anne elindeki leğeni musluğun altına koydu:<br />
- Nerden buldun oğul?<br />
- Bağımızdan topladım anne.<br />
- Sana yazık değil mi oğlum şu sıcakta?<br />
- Yürüyerek gitmedim, abimle beraberdik anne.<br />
- Abin nerde?<br />
- Şimdi gelir.<br />
Biraz sonra Hamza’da geldi. Anne moralsiz:<br />
- Baban haftaya gidiyor.<br />
- Ben de gitmeyi düşünüyorum.<br />
- Götürmez oğul.<br />
- Neden?<br />
- Derslerine çalışmayacak mısın?<br />
- Orada da çalışırım.<br />
- Bilmem oğul baban öyle diyorsa öyle olsun.<br />
- Ne diyelim anne başka sefere.<br />
- Hazırlık yapıyor.<br />
- Erken değil mi?<br />
-İstanbul için değil, yarın veya ertesi gün arkadaşı gelecekmiş.<br />
- Hangisi?<br />
- Tanımazmışız.<br />
- Çoluk çocuk hepsi gelecekmiş, dedi anne son olarak.<br />
Hamza yine üniversite için kağıdın ve kalemin buluştuğu masanın başına<br />
geçip çalışmaya koyuldu. Yakında ÖSS sınavının sonuçları gelir, puanını öğ-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
102
enir yine yoğun bir koşuşturma başlar. Artık sıkılmaya başlamıştı, bildiği<br />
konuları karıştırdığı oluyordu. Bunun için çalışma vakitlerini daha titiz düzen-<br />
leyip kendini adapte ediyordu. Özellikle sınava gireceği saatte çalışmayı sa-<br />
bitliyor, yatmadan önce ve sabah namazından sonra ki vakitlere de çalışma<br />
koymuştu. Planlı ve metotluydu. Okul arkadaşı Ahmet’le kendini ölçmesinin<br />
zamanı gelmişti, dershane eğitimi alan Ahmet’le kendi seviyesini ölçüp ara-<br />
daki farkı öğrenip bunun için de tedbir alması gerekiyordu.<br />
Ertesi gün Ahmet’le ilçede buluştular, tatlı muhabbetlerden birini yapıyor-<br />
lardı, her zaman olduğu gibi sınav konusu gelip çatmıştı. Birbirlerine soru<br />
soruyor kapasitelerini ölçüyorlardı. Az sonra Ahmet’in annesi Cennet kadın<br />
çay getirdi. Ahmet vitrinden iki dergi çıkartarak birini Hamza’ya verdi, önce<br />
Ahmet sonrada Hamza, çalışma yaparak soruları çözümlediler. İki saat gibi<br />
bir aradan sonra Ahmet hayret içindeydi, kendisi iki yıldır dershaneye gidi-<br />
yordu, dershanede sıralamaya girdiği halde, Hamza kendisini geçmişti. Yet-<br />
miş soru çözmüşler, Ahmet üç yanlış yapmış, Hamza ise yetmişte yetmiş çö-<br />
züp Ahmet’ten daha kısa sürede bitirmişti. Elindeki kalemi bırakıp Hamza’ya<br />
baktı:<br />
- Tebrik ederim Hamza.<br />
Hamza mütevazı bir şekilde:<br />
- Neyi ve niçin?<br />
- Allah emeğinin karşılığını fazlasıyla veriyor.<br />
- .......................<br />
- Onca zaman dershaneye giden, öğretmenlerin gözdesi olan benden da-<br />
ha iyisin, helal olsun.<br />
- İyi olan Allah’tır, O bana zihin açıklığı ve çalışma arzusu verdiği için ben<br />
de gecemi gündüzüme katıp çalışıyorum.<br />
Ahmet Hamza’yı bir daha süzdü:<br />
- O kadar iyisin ki senin gibi bir arkadaşım olduğu için mutluyum.<br />
Hamza gülümsedi, hala mütevazı:<br />
- Nereden çıktı şimdi bu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
103
Ahmet Hamza’ya hayran hayran baktı:<br />
- Bak işte; övülmeyi sevmiyorsun, Allah sana kuvvet vermiş, aklını alma-<br />
mış, başarı vermiş, alçak gönüllülüğünü almamış, hiç bir şeyi gözünde bü-<br />
yütmüyorsun. Dilerim ki hep böyle kalırsın Hamza!.<br />
- Bırak, geç bunları, dedi ve saatine baktı, ayağa kalktı:<br />
- Geç oldu artık gitmem gerek.<br />
- Burada kalsan.<br />
- Hayır, hayır olmaz<br />
- Kal işte annem de sevinir.<br />
- İnşallah başka zaman Ahmet, yarın babamın misafirleri gelecek.<br />
Ahmet Hamza’yı köy dolmuşunun olduğu yere kadar uğurladı. Hareket<br />
eden dolmuşun arkasından düşünceli bakıyordu Ahmet. Hamza’ya hayranlığı<br />
bir kat daha artmıştı. Bu artış her karşılaşmasında olurdu. Hamza’yı kardeşi<br />
gibi severdi. Yok yoktu Hamza’da. Dürüst, mert, yiğit, her şeyde Allah’ın rı-<br />
zasını arayan, emsali az bulunan, çiçeği burnunda bir delikanlıydı. Ahmet ile<br />
Hamza arasındaki tek fark, ben diyordu Ahmet; istersem bir şeyleri kendim<br />
için, o ise; sırf Allah’ın rızası için istiyordu. Nasıl olurda bu kadar başarılı ola-<br />
bilir sorusunun cevabı hazırdı. O bir yerlere gelmeyi, geçim için değil, Al-<br />
lah’ın hükmünü geçerli kılmak için istiyordu. Bense diye düşündü Ahmet; ün<br />
alayım, kendimi kurtarayım, bol param olsun için istiyorum. Aramızdaki fark<br />
bu! Bir an için kendisinden utandı, ağır ve düşünce yüklü adımlarla evinin<br />
yoluna koyuldu.<br />
Ertesi günü zor etmişti Hasan Usta, heyecanla arkadaşını bekliyordu, tüm<br />
hazırlıkları yapmış, tek nereye gideceklerine karar vermemişlerdi. Öğleye<br />
yakın bir zamana kadar evde durur sonra da Ayazma’ya gideriz, düşünce-<br />
sinde sabit kaldılar. Gözlerine oğlu Hamza’yı arattı:<br />
- Hamza, Hamza!.<br />
Hamza, evin ön kısmındaki dut ağacının altında atını kaşağılamakla meş-<br />
gul olurken çağrıldığını duyunca hemen koşar adımlarla geldi:<br />
- Buyur baba.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
104
-Bir yerlere kaybolma, bugün misafirlerim gelecek, bize yardımcı olursun.<br />
- Saat kaç gibi gelirler?<br />
- İşin mi var?<br />
- Evet baba, kale köyündeki arkadaşıma söz verdim, yanına uğramam ge-<br />
rekiyor.<br />
- Git, yalnız fazla gecikme, iki saate kadar gel!<br />
- Peki baba, diyen Hamza atına yöneldi.<br />
Gece kadar siyah at Yunus, hala hırçınlığını kaybetmemiş, görenleri im-<br />
rendiriyor, şaha yükselişi:<br />
- Keşke, benimde böyle bir atım olsa, dedirtiyor görenlere.<br />
Hele Hamza bir başka yakışıyordu siyah ata, sanki onunla tek vücut ol-<br />
muşlardı. Ne zaman attan bahis açılsa Hamza anılırdı, O atıyla anılır olmuş-<br />
tu. Hamza’dan başka, bir Allah’ın kulu binmeyi becerememişti Yunus’a. Rüz-<br />
gar gibi hızlı, gece gibi siyah, heybeti ve uzun bacaklarıyla, tablolardaki at<br />
resimlerini andırıyordu.<br />
- Deh Yunus, hadi bakalım oğlum.<br />
Siyah at toprağı ayaklarıyla karıştırdı ve sahibinin belirlediği istikamette<br />
ilerledi, armut ağaçlarının geniş gölgesine geldikçe serinliyordu. Biraz sonra<br />
geniş iskan alanıyla kale köyü göründü. Bu köye gidişten çok dönüşte zorla-<br />
nılıyordu, yolu yüksek bir yokuştan geçiyordu. Çeşme, uzun kavak ağaçları<br />
ve birkaç kerpiç ev vardı köyün girişinde. Az sonra yol kenarındaki oyun oy-<br />
nayan çocuğu tanıdı:<br />
- Şşit, koçum buraya bak!.<br />
Çocuk kirli yüzünü Hamza’ya çevirip:<br />
- Hamza abi!.<br />
Koşar adımlarla yanına geldi:<br />
- Hamza abi beni de atına bindirir misin?<br />
- Halil amcan evde mi?<br />
- Evet abi...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
105
Harun henüz sekiz yaşında bir çocuktu, kollarını ata binmek için uzatıyor,<br />
Hamza’nın onu yanına alması için büyük çaba sarf ediyordu. Nihayet isteği<br />
oldu. Çocuğun yüzünde görülmeğe değer bir sevinç vardı. Atın uzun yelele-<br />
rini sımsıkı kavramış, çevresine gülücükler saçıyordu, az sonra eve geldiler.<br />
Harun’u yavaşça attan indirdi:<br />
- Hadi bakalım amcanı beklediğimi söyle.<br />
- Olur abi, dedi ve hızla betondan yapılmış basamakları geçtikten sonra<br />
soluğu amcasının yanında aldı:<br />
- Halil amca!.<br />
- Ne var ne bu telaşın?<br />
- Hamza abi seni bekliyor, dışarıda.<br />
Halil’de beklediğine kavuşan insanlardaki mutluluk vardı. Hamza’yı her-<br />
kesten farklı bulur, onun yanında bulunmaktan onunla yaptığı sohbetten,<br />
ayrı bir haz alırdı.<br />
- Yunus’a maşallah iyi bakmışsın, kaç kilo arpa yedirdin, kış boyu.<br />
- İnekler ne yedi ise buna da onu yedirdim.<br />
Halil:<br />
- Eee nasılsın?<br />
- Elhamdülillah, seni sormalı.<br />
- Eve çıkalım, orda hasbıhal edelim.<br />
Evin önündeki söğüt ağaçlarının gölgesindeki oturakları gören Hamza:<br />
- Evden ziyade şuraya geçelim.<br />
- Peki.<br />
- Yeni icatlarından biri mi?<br />
- Anam için yaptım, ihtiyar şu sıcaklarda evde bunalıyor.<br />
- İyi yapmışsın.<br />
Az sonra sohbeti koyulaştırdılar. Halil; iri gözlü, sevecen, misafirperver,<br />
cömert, kalafatlı, dünyayla barışık, Hamza’ya hayran bir insan, kumral saçla-<br />
rına iri ellerini yaklaştırdı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
106
- Bak şu saçlara arkadaş, aklar düştü, dedi biraz da deli dolu olan Halil.<br />
- Nedendir?<br />
- Ah, ah... bir bilsen bana hak verirsin.<br />
- Eğer ırmak kenarına çeşme yapmak gibi bir niyetin varsa hiç söyleme?<br />
Halil yüzündeki tebessümü sakladı:<br />
- Benim gibi birinin derdi ne olabilir?<br />
- Çeşit çeşit dert var, dedi ve gülümsedi Hamza.<br />
- Beni ciddiye alırsan anlatacağım.<br />
- Ben seni ne zaman ciddiye almadım ki, şimdi ciddiye almayayım.<br />
Halil kalın sesiyle:<br />
-Şu dil varya, şu dil!.<br />
- Ne olmuş o dile?<br />
Hamza Halil’in anlatmak istediğini, sezmişti. Halil:<br />
- İş bildiğin gibi değil.<br />
- Anlat dedim hala uzatıyorsun.<br />
Halil önce başını salladı, derin bir nefes aldı:<br />
- Sigaran var mı?<br />
- Evet.<br />
Hışımla sigarasını yakan Halil:<br />
- Bana kızar mısın bilmiyorum.<br />
- Anlat da, bakalım.<br />
Halil sıkıla sıkıla konuşabildi:<br />
- Ben kızın birine aşığım, kaç gündür kendi kendimi yiyip bitirmekteyim,<br />
halim perişan, uykularım kaçtı.<br />
Hamza Halil’in sözü bitmeden:<br />
- Ondan kolay ne var dedi, dünür gönder.<br />
- Sana göre kolay, dünür gönder demesi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
107
- Allah rızka kefildir ve böyle hayırlı işlerde kuluna yardım eder.<br />
- Eder eder de bu kız kim biliyor musun?<br />
- Tanır mıyım?<br />
- İyi tanırsın.<br />
Hamza ciddiyet içinde:<br />
- Yanılıyor olmalısın, ben hiç bir kızı iyi tanımam.<br />
- Ailesini tanırsın.<br />
Hamza merak etti:<br />
- Bizim köyden mi?<br />
- Evet, sizin köyden.<br />
Gülümseyen Hamza sordu:<br />
- Nasıl gördün, nerede karşılaştın?<br />
- Hikayesi biraz uzun.<br />
- Hikayesini geç, kim bu?<br />
- ............................<br />
Halil zorlanıyordu söylemeye, başka biri olsa pat diye söylerdi, ama bu<br />
Hamza idi, onun ayrı bir yeri vardı Halil’de. Hamza devam etti:<br />
- Eğer ciddiysen, bana söyle yardımcı olmaya çalışırım, yok zamane sev-<br />
daları gibiyse bana sakın söyleme, sana kızarım, hatta daha da ileri giderim.<br />
Bilirdi, Hamza’nın konulardaki hassasiyetini, hiçbir kızla oyun oynanması-<br />
nı, gönül eğlendirilmesini istemezdi. Görürse böyle şeyler engel olmaya çalı-<br />
şırdı, Halil Hamza’yı bu sebeplerden dolayı daha çok severdi. Dili:<br />
medi.<br />
- O denize atlasa bende atlarım diyebiliyordu, riyasız bir şekilde.<br />
Biraz düşündü. Kararsızlaştı ya kızarsa… İmamın ortanca kızı Büşra diye-<br />
- Selamün aleyküm.<br />
Bu selam ikisini de ayılttı:<br />
-Ve alayküm selam.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
108
Bu İbrahim idi, bitişik kaşlarıyla, gülümseyerek yanlarına geldi:<br />
- Hani oğlum, hani çay nerde, diyen İbrahim’in Halil’le samimiyeti son<br />
haddindeydi. Hamza’ya hoşgeldin dedikten sonra Halil’e hitaben şakayla ka-<br />
rışık:<br />
- Hadi pis, git çayımızı getir, Hacı Paşa’dan misafirin gelmiş, yürü.<br />
Halil:<br />
- İyi geldin, bu tesadüf çok iyi oldu.<br />
İbrahim’e Hamza’yı övmekle bitiremeyen Halil, Hamza’yı çok anlatmıştı.<br />
Yerinden kalktı, ikisine de bir şey demeden, masayla iki sandalye kaptığı gibi<br />
geldi. Hamza ile İbrahim Halil’i anlamak için bakışlarındaki dikkati çoğaltmış-<br />
lardı. Halil kalın dudaklarının arasından İbrahim’e hitaben:<br />
- Al sana rakip.<br />
- Ne rakibi lan.<br />
- Bilek güreşi, dedi Hamza’yı gösterip:<br />
- Bileğini yık, sonra benden ne istersen iste. İbrahim, Hamza’yı ince ince<br />
süzdükten sonra:<br />
- İstersen sonra da yaparız.<br />
Hamza:<br />
- Nerden çıkardın şimdi bunu Halil?<br />
Halil neşesinden İbrahim’i gösterip:<br />
- Şunun havasını indir, koca köyde bir Allah’ın kulu bileğini yıkamadı.<br />
Hamza gülümsedi İbrahim’e:<br />
- Öyle mi İbrahim, dedi.<br />
İbrahim’in ses tonunda kibir yok:<br />
- Şu yaşıma geldim, lisede olsun, köyde olsun, henüz bileklerimden kuv-<br />
vetlisine rastlamadım, dedi.<br />
İbrahim; efendi, delidolu, kimseye zararı olmayan kimseydi. Halil’in eline<br />
büyük bir fırsat düşmüş gibi:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
109
- Hadi bakalım, oturun şu sandalyelere, çayda gelmek üzeredir. Ham-<br />
za’nın kararsız tavırları İbrahim’e moral verdi, bir an kendini formda hissetti.<br />
Yerinden kalkıp sandalyeye oturdu, kalası andıran kollarını masaya koydu:<br />
- Gel! Hamza gel! Halil seni, bana çok övdü, hadi güreştirelim bilekleri.<br />
- Ne geçecek elimize? Neyi, kime ispatlayacağız, dedi Hamza.<br />
İştahla masaya bakan Halil:<br />
- Bizi öyle yerlere sermek değil, İbrahim dedi.<br />
İbrahim tatlı bir utangaçlık içinde:<br />
- Gel yav...<br />
Hamza:<br />
- Hadi bakalım, bu kadar ısrar ettiniz bari sizi kırmayayım, dedi ve masa-<br />
daki kalas gibi kolun yanına, o koldan pek farkı olmayan kolunu uzattı. Az<br />
sonra eller birbirine kenetlenmiş, Halil’in başla demesini bekliyordu:<br />
- Göreyim Hamza seni! Yüzümü kara çıkartma.<br />
Halil rahat tavırlarıyla sordu:<br />
- Hazır mısınız?<br />
Ve başlattı. Bir kaç saniye sonra, İbrahim’in kolundaki damarlar apaçık<br />
seçiliyor, adeta fırlayacakmış gibi duruyordu. Yüzü, zorlandığından olsa ge-<br />
rek kızarmış, gözleri öne çıkmış, patlayacakmış gibiydi. Halil bir de Hamza’ya<br />
baktı, onda hiç bir değişiklik yok, hatta gülümsüyor, sanki İbrahim’le oyun<br />
oynuyor. İbrahim tamamen açmış olduğu gözlerini Hamza’nın bileklerine gö-<br />
türdü, Hamza’nın bileğinin kendisininkinden kalın olduğunu gördü. Zorlana-<br />
rak:<br />
- Sen beni yıkarsın, demeye kalmadı, İbrahim’in elinin masaya yapıştığı<br />
görüldü.<br />
Halil, tuttuğu takım gol atmış gibi sevinçliydi:<br />
- Gördün mü?<br />
-Ben sana ne dedim, diyordu Halil. İbrahim neşesini kaybetmemiş:<br />
- Çok güçlüsün Hamza.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
110
Hamza hala mütevazılığın şanını sergiliyor:<br />
- Allah vergisi ve unutma ki güçlü olan sadece, ama sadece Allah’tır. İb-<br />
rahim beş saniye bile sürmeyen güreşte rakibinin gücünü anlamıştı:<br />
- Senin bileklerini kimse yıkamaz.<br />
- Boş verin, bu konuyu kapatalım.<br />
İbrahim:<br />
- İlk defa birine yıkılıyorum.<br />
- Niçin bu kadar önemsiyorsun? Önemsemene gerek yok.<br />
- Ben önemserim, diyerek elindeki çay takımıyla geldi Halil.<br />
Az sonra çaylar içilmiş, karşılarında duran siyah ata bakıyorlar, atla ilgili<br />
yorum yapıyorlardı.<br />
İbrahim:<br />
- Müsaade ette şuna bineyim, Hamza be!.<br />
Halil:<br />
- Yanına yaklaşabilirsen bin.<br />
İbrahim Halil’in sözlerine pek itibar etmezdi. Hamza’ya baktı. Hamza da<br />
Halil’i tasdikliyordu:<br />
- Evet öyle, dedi.<br />
İbrahim, insan iç güdüsünün daima yaptığı, inanmama duygusuna kapıla-<br />
rak ata ağır adımlarla yaklaştı, kaldırdığı ayağı yere değmeden atın<br />
huysuzluluğu onu durdurdu. Sordu:<br />
- Bir şey yapar mı Hamza?<br />
- Yaparsa emin ol ki hiç iyi şey yapmaz.<br />
Halil sinsi sinsi gülerek, yine şakalarından birini yapmak istiyor:<br />
- Çok akıllı hayvan, yaklaş da bin, hiçbir şeycik yapmaz.<br />
İbrahim Halil’deki sinsi gülüşü fark etmiş:<br />
- Sana inanmam oğlum.<br />
Bir yandan gülen Halil:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
111
- Yaklaş yaklaş.<br />
İbrahim son bir adım attı ki, siyah at şaha kalktı, atın henüz ayakları<br />
değmeden İbrahim başladığı yere döndü. Halil’deki mutluluk meyvesini gü-<br />
lümsemeyle veriyordu:<br />
- Sana demedik mi oğlum, ya gözüne çifte vursaydı?<br />
İbrahim’in Hamza’ya soracağı çok şey vardı:<br />
- Bunu nasıl alıştırdın?<br />
Hamza ayağa kalktı, atın yanına gitti:<br />
- O konu başka. Şimdi gitmem lazım.<br />
- Bunun için mi geldin?<br />
- Bir iki saat için gelmiştim, vakit nerdeyse öğle olacak.<br />
- Yemek yiyelim.<br />
Biraz sonra vedalaşmışlar, Hamza’nın gidişine bakıyorlardı. Halil’in kalın<br />
dudakları:<br />
- Müthiş bir insan.<br />
- Evet, diye tasdikledi İbrahim.<br />
Halil derdini söyleyememişti halinden memnun değil:<br />
- Onun dostu, yardımcısı Allah.<br />
- ............................<br />
- Ya bizimkisi...<br />
İkisi de sustu, son olarak İbrahim:<br />
- Allah böylelerine versin, gücü, kudreti, nasılda mütevazı, benimle bilek<br />
güreşi yaptı, sanki onu ben yıktım.<br />
- İşte Allah... Gücü, kudreti veriyor ya koçum.<br />
Zaman, ne kadar acımasızdı, önünde durulmaz, set kurulmaz, biriktirile-<br />
mez, elle gösterilemez, asla ama asla geçilemez bir şeydi. Sadece eserleri<br />
kalır, bunu da gaflete dalmış faniler binde bir fark eder, onu da yapmacık bir<br />
şaşırmayla gösterirlerdi:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
112
- Aaa ne kadar değişmişsin!<br />
- İhtiyarlamışsın... ve gülüşler, zaman yine törpülüyor ömürleri, yüzlerde<br />
çizgi çizgi beliriyor, saçları ağartıyor, aklara bürünmeyeninkini de, yerinden<br />
söküp alıyor, aynen Hasan ustanınki gibi...<br />
Yaklaşık beş yıldır görmediği Arkadaşı Salih Efendi ailesiyle gelmişti. Öğle<br />
yakınına dek evde, sonrasında ise; söğüt ağaçlarının çevrelediği suyu soğuk<br />
ve tatlı bir çeşmenin bulunduğu Ayazma ismini verdikleri, Ardıçlı dağının ku-<br />
zey eteğinin bitiminde hasret gideriyorlardı.<br />
Salih Efendi, saçları, karları erimeye yüz tutan dağlar gibi kırlaşmış, yü-<br />
zünde iz iz çizgiler, yorgun gözlerle Hasan Usta’ya bakıyor:<br />
- Sakal bıraktın ha!<br />
- Daha önce kısaydı, biraz uzattım, dedi Mevla aşığı Hasan Usta.<br />
- Saçları yoldurmuşsun.<br />
Dökülmüştü Hasan Usta’nın siyah saçları, yaradana her yakarışında bir tel<br />
saçının kendisine veda ettiğini bilirdi:<br />
- Sen de aklara büründürmüşsün.<br />
- Neydi o günler.<br />
- ..............................<br />
- Ne de iştahlıydık, dağ taş demezdik, gençtik, güçlüydük.<br />
- ..............................<br />
- Şimdi gel gör ki bizim çocuklarımız askere gidecek, ne acı değil mi?<br />
- Hem de nasıl, sahi senin oğlan nerede?<br />
- Birazdan gelir.<br />
- Nasıl iyi yetiştirdin İnşallah.<br />
Özenle evladını yetiştirmiş olan Hasan Usta:<br />
- Benden iyi olduğu kesin, dedi.<br />
- Deme yav!.<br />
- Senin ki nerede?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
113
Az ilerdeki kızını ve küçük oğlu Mevlüt’ü gösterip:<br />
- Büyük oğlanın okulla ilgili bir takım işleri vardı onu getiremedik, yalnız<br />
kızla küçüğü bizimle getirdik, dedi ve gülümsedi. Hasan Usta Salih Efendi’nin<br />
eşi Sevim hanıma hitaben:<br />
- Nasıl yenge beğendiniz mi buraları?<br />
Sevim hanımın tavırları erincekti:<br />
- Şehir bunaltıyor insanı, sizin buraların havası, suyu her şeyi tatlı, taze<br />
dedi. Pişmandı İslam’ı yaşayamadığı için, başörtüsünü huy edinmediği için,<br />
kocası ne kadar ısrar etse de pek kulak asmamıştı. Nihayetinde bende Müs-<br />
lüman’ım diyordu. Üzgündü, yüreğinde şeytana yenilmenin verdiği acı vardı.<br />
Faydasız ki güzel kızı Eylül de kendisi gibiydi. Köyden komşu kızı Züleyha’yı<br />
da Eylül’e arkadaş olması için getirmişlerdi. Züleyha Eylül’e köyden bahsedi-<br />
yordu, yaşamın nasıl elemli olduğundan, çalışmanın zorluğunu, şehir kızları-<br />
nın kendilerinden rahat bir hayat sürdüklerini bir bir anlatıyordu, tatlı kız<br />
Züleyha yeni tanıdığı Eylül’ün güzelliğini kıskanmıştı, anlattığı şehir hayatını,<br />
kumral saçlarını iş olsun babından kapattığı yazmanın altına itekleyip sordu:<br />
- Sen okuyor musun Eylül?<br />
Eylül narin ve tatlı bir ses tonuyla:<br />
- Evet, hemşirelik okulunda.<br />
- Ebe mi olacaksın?<br />
- Evet.<br />
- Bizim köyde ebe yok, buraya gelir misin?<br />
Eylül riyasız bakışlarını Züleyha’ya yöneltti:<br />
- Sizin sağlık ocağınız var mı?<br />
- Ebe evi mi?<br />
Eylül gülümsedi:<br />
- Evet ebe evi.<br />
- Okulun orda var.<br />
- Boş mu?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
114
- Uzun zamandır boş.<br />
- Ben gelemem.<br />
- Sen büyük şehirlerde çalışacaksın, öyle mi?<br />
- Evet.<br />
- Şehirlerde avratlar çalışmazmış.<br />
Eylül gülümsedi, sıkılmıştı, konuyu değiştirmek için:<br />
- Dantelinde güzelmiş, dedi.<br />
Zavallı Züleyha emek vermiş, göz nuru dökmüş, bir bir işlemişti o kadar<br />
çok çalışmasına rağmen. Sabahın erken saatinde, inekleri bir bir sağar, son-<br />
rada sabah kahvaltısını yetiştirir, o da yetmez gibi bostan çapalamaya gider,<br />
akşama ise yorgun argın eve döner, evin işleriyle uğraşır annesine yardım<br />
ederdi. Tüm günü koşuşturmayla geçen Züleyha’nın Eylül’le arasında çok<br />
fark vardı:<br />
- Sahi güzel mi?<br />
- Tabi güzel.<br />
- Evde daha çok var bunu sana vereyim, dedi cömert Züleyha.<br />
- Teşekkür ederim.<br />
Aldı siyah saçlarının üstüne bıraktı.<br />
Züleyha:<br />
- Sana yakışıyor.<br />
- Ben bilmem ki bağlamasını, dedi.<br />
Sanki güzelliğin tamamını almıştı Eylül.<br />
- Dur ben bağlarım.<br />
Eylül başını, Züleyha’ya yaklaştırdı.<br />
Züleyha sordu:<br />
- Hiç mi bağlamadın?<br />
- Öylesine, aynanın karşısına geçip bağlar gibi yapardım onu da hiç kim-<br />
seler görmez, bilmezdi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
115
Başörtüsünü gerektiği gibi Eylül’ün başına bağlayan Züleyha:<br />
- Daha çok güzelleştin.<br />
İki kızı da ayılttı uzaktan çağrılma sesi:<br />
- Kızlar, kızlar!.<br />
Sesin geldiği yöne baktılar. Züleyha okşayıcı sesiyle:<br />
- Annen mi?<br />
- Evet gidelim, dedi Eylül.<br />
Ses devam etti:<br />
- Gelin buraya iş var.<br />
- Tamam geliyoruz.<br />
İki kızda tatlı sohbete devam ederek geldiler.<br />
Salih efendi:<br />
- Bizim kıza bak, başörtüsü bağlamış.<br />
- Aferin yeğenim, dedi Hasan usta.<br />
Eylül utangaçlığı rahatça seziliyordu, ne de olsa dağ başı deyip utangaçlı-<br />
ğı üstünden atmaya çalışıyordu.<br />
Nurcan kadın:<br />
- Aferin kızım, seni oğluma alırım, gelin kızım olursun.<br />
Ortama tebessümler hakim olmuştu, Eylül’ün yüzüne konan pembe renk<br />
herkesi güldürmüş, Eylül’ü ise düşündürmüştü, bakışları Züleyha’dan açık-<br />
lama istiyordu. İstediği oldu.<br />
- Hamza abiyi biliyor musun sen?<br />
- Nereden bileyim, o kim?<br />
- Hasan amcanın oğlu.<br />
- Kaç yaşında?<br />
Bu ara ellerindeki tencere ve bardaklarla çeşmenin yanına gelmişlerdi.<br />
Züleyha geciktirmeden Eylül’ün sorusuna cevap bulmaya çalışıyordu:<br />
- Benden dört veya beş yaş büyük olması lazım.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
116
işte.<br />
- .............................<br />
- O zaman yirmi üç veya yirmi dört yaşında olması lazım.<br />
- .............................<br />
- Askerliğini yaptı mı?<br />
- Okul işleri yüzünden, ismine ne deniyordu, telimi, tecimi bir şey yapmış<br />
- Tecil mi ettirmiş?<br />
- Evet.<br />
Züleyha sordu:<br />
- Sahi sen kaç yaşındasın?<br />
- On sekiz yaşındayım.<br />
- Bende on sekizimdeyim.<br />
- Desene seninle aynı yaştayız, dedi Züleyha.<br />
Azda olsa buna memnun kalmıştı Züleyha, küçük olsa, abla olmayacaktı,<br />
büyük olsa abla demek zorunda kalacaktı. Eylül’ü sevmişti, onu ne kadar<br />
kıskansa da kıskançlık değilde, başka bir şeydi. Gıpta etmek gibi bir kelime-<br />
den haberi olmadığı için bunu sadece yaşıyordu. İmrenmemek elde değildi,<br />
tatlı diline kibarlığına, melul ve narinliğine.<br />
Eylül’ün tenceredeki yemek artığını suyun akışına bıraktığını görünce, en-<br />
dişeli sesle:<br />
- Ne yaptın!<br />
Su, haft denen yerde birikiyor hayvanların su ihtiyacı buradan karşılanı-<br />
yordu. Gözlerinin perdesini tam açan Züleyha:<br />
- Oraya neden döktün?<br />
- Ne var bunda Züleyha?<br />
- Buradan Yunus su içer mi?<br />
Küçük Mevlüt’le oynayan Yunus Emre’yi kastettiğini sanan Eylül:<br />
- Yunus Emre buradan su mu içiyor?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
117
- Hayır o değil Yunus.<br />
Yunus da kimdi, aval aval Züleyha’ya baktı.<br />
Züleyha:<br />
- Hamza abi kızacak.<br />
- Yunus kim Züleyha?<br />
- Doğru ya sen bilmiyorsun.<br />
- ...........................<br />
- At, At! Hamza abinin atı.<br />
- Buraya mı geliyor su içmek için.<br />
- Yok yok, o birazdan gelir.<br />
- ...........................<br />
Züleyha bardakları eline aldı, Eylül açıklama istiyordu, sordu:<br />
- Nasıl isim bu, bir ata neden insan ismi vermiş ki?<br />
- Sakın Hamza abiye onu sorma, üzülür, morali bozulur.<br />
- Neden?<br />
- Köyün muhtarı onun ismini ağzına alıp küfür etti diye Hamza abi muhta-<br />
rın omuzunu kırdı ve onun gibi birkaç kişide bir ton dayak yedi.<br />
- Çok saçma, dedi.<br />
Konunun ana temasını bilmeyen güzel kız Eylül’e Züleyha:<br />
- Sen bilmiyorsun değil mi?<br />
- Birileri atın ismini ağzına aldı diye küfür ediyor diye kavga yapılır mı?<br />
- Yok, yok at değil.<br />
- Bir şeyi doğru dürüst anlatamıyorsun, sen nasıl insansın Züleyha?<br />
Züleyha telaşlıydı, bir olayı zor anlatır, cümle kuramazdı, yine öyle olmuş-<br />
tu. Anlatamayacağına aklı kesince vazgeçti, hep böyle yapardı. Biraz sonra<br />
işlerini bitirmişler, çeşmeden papatya toplayarak uzaklaşmışlardı. Yanlarına<br />
Yunus Emre’yle küçük Mevlüt’te gelmişti. Baharın haşmeti manzaraya akse-<br />
diyor güzelliğiyle bakışların merkezi olan gözleri büyülüyordu. Papatya de-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
118
met demet toplanmış, kime verileceği düşünülüyordu. Eylül’ün verebileceği<br />
birileri vardı, annesine verebilirdi, Züleyha ise için için yakınıyordu, ne anlar-<br />
dı annesi çiçekten, bu kaçıncıydı elinde topladığı çiçek demetine, bakar<br />
atardı ve yine öyle olacaktı, düşündü. Birden sevince bürünüp, çiçek deme-<br />
tini burnuna kaldırdı:<br />
- Yunus’a vereceğim bunu, dedi ve kokladı.<br />
- Yunus ne yapacak?<br />
- Ya yer ya da koklar.<br />
Eylül gülümsedi, yine acımıştı Züleyha’ya:<br />
- Bir hayvan ne anlar çiçekten, dedi.<br />
- Çok akıllı biliyor musun, Eylül.<br />
- Ne kadar akıllı olabilir ki?<br />
- Benden akıllı.<br />
Eylül’ün melekleri andıran yüzü yine tebessüme büründü, merakı artmaya<br />
başlamıştı:<br />
- Biz biner miyiz, dedi?<br />
- Deli misin sen kız!<br />
- ...........................<br />
- Bir metre yanına yaklaşabilirsen şükret.<br />
- Hamza dediğin kişi nasıl biniyor.<br />
- İşte bir o binebiliyor, o gel dese gelir, git derse gider, ona hiç bir şey<br />
yapmaz.<br />
Güzel Eylül güzelliği kadar şaşkın;<br />
- Züleyha bu at eğitildimi ki; gel diyorsun geliyor, git diyorsun gidiyor?<br />
Mevlüt’ün şaşkın sesi ikisini de Mevlüt’ün yanına getirtti. Mevlüt:<br />
- Kaplumbağa abla.<br />
- Aaaa.<br />
Züleyha; yılanlarla düşüp kalkan köylü kızı Eylül’ün şaşkınlığına şaşırıyor:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
119
- Sen yeni mi görüyorsun?<br />
- Çok da küçükmüş ya.<br />
- ..........................<br />
Gül yüzlü Eylül:<br />
- Bunu ters çevirip kuruyuncaya dek bekletip sonrada taksiye asarız.<br />
- Günah Eylül günah, dedi mavi gözlü Züleyha.<br />
Günah kelimesi bir an için unuttuğu başındaki yazmayı hatırlattı Eylül’e,<br />
bunaltmıştı, elini kaldırdı tam alıyordu ki, Züleyha:<br />
- Ahaa, Hamza abi geliyor, Yunus’un üstünde.<br />
İşaret ettiği yere baktılar. Züleyha:<br />
- Şu çalılığın arkasına saklanalım, Yunus’u şaşırtıp Hamza abiyi attan dü-<br />
şürelim, dedi<br />
Züleyha Eylül’ün kolundan tutuğu gibi, Yunus Emre ve Mevlüt’le birlikte<br />
büyük kuşburnu çalısının arkasına saklandılar. Eylül hiç tanımadığı birisine<br />
şaka yapmayı uygun bulmuyor, istemeden Züleyha’ya uyuyordu. Seyirci<br />
kalmak istedi, kolunu Züleyha’dan kurtardı, atın ayak sesleri yaklaşmıştı sor-<br />
du:<br />
- Kız sen manyak mısın nesin?<br />
- ...........................<br />
- Yunus’mudur nedir adı, seni ezer.<br />
- İşte onu yapamaz Eylül.<br />
Eylül başını sallıyordu görürsün der gibi, Züleyha’nın umursamaz tavrı<br />
devam etti.<br />
- Akıllıdır dedim ya sana.<br />
- Kızım hayvanın akıllısı olur mu hiç?<br />
Yunus Emre, abisinin düşmeyeceğinden emin, Mevlüt, korkmuş ablasının<br />
yanında onun gibi meraklı bir seyre koyulmuştu. Züleyha’nın gülümser yüzü<br />
olacakları düşünüp gülücüklere boğuluyordu. Atın ayak sesleri yaklaştıkça<br />
heyecanlarda çoğalıyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
120
Hamza acaba geç kaldım mı diye düşünerek geliyordu. Atı Yunus da dü-<br />
şünüleni anlamış gibi hızlıydı. Oluşturduğu rüzgar Hamza’nın sert saçlarını<br />
ne kadar okşasa da şekil veremiyordu:<br />
- Bu gün günündesin bakıyorum da Yunus deyip atın yelelerini okşadı, si-<br />
yah at Yunus hızlıydı, yolları tepeleyip çalılığa yaklaştı, geçti geçecekti ki bir-<br />
den Züleyha’yla karşılaştı:<br />
- Öööö, aaaa, öööö diye garip sesler çıkartan Züleyha yaptı yapacağını,<br />
ellerini karış haline getirmiş, burnunun üstüne koymuş, çıkarttığı garip ses-<br />
lerle atın yolunu tam ortalamış, gülümseme ile olacakları seyre koyulmuştu.<br />
Hamza hayli şaşırdı, atın ani duruşu onu ileri fırlattı, boynundan kayması<br />
an meselesiydi, fakat atın şaha kalkması Hamza’nın düşmesini engelledi, si-<br />
yah at ürkmüş, hırçınlaşmıştı. Karşısında hala çeşit çeşit hareketler yaparak<br />
gülen kıza hitabı serte yakındı Hamza’nın:<br />
- Züleyha, soytarı mısın sen?<br />
Züleyha gülmesine hakim olmaya çalışarak:<br />
- Ya bir yerin kırılsaydı, atın altında kalsaydın!<br />
- ..............................<br />
- Hala gülüyorsun, çekil oradan.<br />
Hamza yeniden yola koyulmak istedi, henüz çalılığı geçmemişti ki arka-<br />
sındakilerden habersiz atını sürdü. Mevlüt ve Eylül’ün atın karşısına yeniden<br />
çıkması, tedirginliği kaybolmamış olan atı bir daha şaha kaldırdı, bu seferkini<br />
beklemeyen Hamza, gevşek davranmıştı, atın ve Eylül’ün ayaklarının önüne<br />
serildi. Düştüğü zemin sertti, sağ kolu da çalılara takılmıştı. Mırıldandı:<br />
- Ah... Züleyha. Onu geçtiğini hatırladı.<br />
Perişan bir sesle:<br />
- Bunlarda kim, dedi. Önce koluna batan dikenleri çıkarttı, ayağa kalkıp<br />
üzerinin tozunu çırptı. Merakla attan düşmesine sebep olanlara baktı, bu ba-<br />
kıştaki hayranlık ve şaşkınlık adeta tanımsız bir savaşın habercisiydi. Öylece<br />
kaldı. Eylül’ün kara gözlerinin bakışı, ilk defa gördüğü delikanlıyı sanki ayak-<br />
larından yere mıhlamıştı, bu durgunluğa tüm vücut dahil olmuştu. Hamza ilk<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
121
defa bir kızla bu kadar yakından bakışıyordu karşısında teniyle uyum sağla-<br />
mış yazması, uzun kirpikleri ve mat beyazlığındaki benzi ile genç bir kız du-<br />
ruyordu. Aralarındaki mesafe iki karıştan ibaretti, ikisi de şaşkın ve hayran.<br />
Genç kızın gözleri ceylanları kıskandıracak kadar güzeldi. Karacaoğlan gör-<br />
seydi onun gözlerini bir adım bile uzaklaşmaz, gurbet gurbet gezmezdi.<br />
Bunlar ve başörtüsünün kattığı güzellik Hamza’yı duraksatmıştı. Onun yüzü<br />
haricinde hepsinin siması gülümsüyordu. Züleyha hatasının farkında:<br />
- Hamza abi bize kızmadın değil mi?<br />
- ...........................<br />
- Hamza abi.<br />
- ...........................<br />
Karşısındaki kızın hareketi tanımsız savaşın başladığının ilanıydı, ayıldı,<br />
ilk defa çaresiz kalan bakışlarına atını arattı. Biraz sonra hiçbir şey demeden<br />
yoluna devam etmesi en çok Züleyha’yı şaşırttı. Eylül’deki durgunluk seçil-<br />
meyecek kadar azdı. Sordu:<br />
- Bu mu, Hamza dediğiniz?<br />
Züleyha hala Hamza’yla siyah atın arkasından bakıyor. Eylül gururlu:<br />
- Attan düşmek pek yaramadı, dilini yuttu galiba.<br />
Pişmanlık hisseden Züleyha:<br />
- Hayret hiç böyle yapmazdı.<br />
Mevlüt hala gülüyor, eliyle göstererek:<br />
- Amma düşürdük. Şuraya düştü abla, tam şuraya, diyordu.<br />
Eylül endişeli görünüyor:<br />
- Bir şey oldu mu acaba?<br />
Züleyha bakışlarını uzakta küçülen Hamza’dan alıp:<br />
- Yok yok bu belki bininci düşüşüdür, o rasgele düşmez, kendini ona göre<br />
ayarlar, kırılacak yerini korur, dert etme, dedi ve ağır adımlarla geldikleri ye-<br />
re doğru yürümeye başladılar.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
122
Hamza anlam veremediği his içinde selamdan sonra misafirlere gereken<br />
protokolü uyguladı. Salih Efendi Hasan Usta’ya hitaben:<br />
- Kocaman adam etmişsin maşallah, dedi.<br />
- Az mı, yirmi dört yaşına girecek.<br />
Hamza’ya durgunluk ve düşünce hakim olmuştu. Gözleri siyah atın üze-<br />
rinde, gördüğünü görmüyordu. Ne kadar hakim olmak istese de duygularına<br />
başaramıyordu. Birkaç defa kendine dönmek istedi, bunda da başarılı ola-<br />
madı. Yalancı bir umursamazlığa sahip olmak istedi, ama gerçekler bir kartal<br />
gibi yuvasından yükselip yalanları kovalıyordu. Kuru bir toprak olmayı dene-<br />
di bu sefer gerçekler yağmur olup toprağa hayat veriyordu. Son olarak ken-<br />
dini bırakıp, seyre koyuldu.<br />
Biraz sonra Salih Efendi ile Hasan Usta sohbeti koyulaştırmışlardı. Salih<br />
efendi:<br />
- Çalıştık çabaladık, çocuklarımıza bir şeyler bırakalım, onları ele güne<br />
muhtaç etmeyelim dedik, bizim babalarımız bizlere ne bıraktı ki?<br />
- Bana kalırsa, dedi Hasan Usta; evlatlarımıza miras olarak mal ve servet<br />
yerine, güzel ahlak ve edep kadar iyi bir şey bırakamayız.<br />
- Nasıl yani, diye sordu Salih Efendi?<br />
Hasan Usta devam ediyor:<br />
- Şöyle; edep ve güzel ahlaka varis olan çocuklar, bu sayede mal ve ser-<br />
vete sahip olabilirler, insanların yanında itibarlı ve sevimli olabilirler. Böylece<br />
çocuklarımız; hem dünya, hem ahiret hayatlarını edep ve güzel ahlakla elde<br />
etmiş olurlar.<br />
- Ne kadar haklısın! Hasan abi, dedi az ileride konuşmalara kulak veren<br />
Sevim hanım.<br />
Hasan Usta devam etti:<br />
- Mal ve servete gelince; onlar elden çabuk çıkar. Yalnız, mala varis olup<br />
ahlaktan ve edepten nasibi olmayanlar da, hem dünya da, hem ahiret ha-<br />
yatların da zelil olabilirler.<br />
Salih Efendi Hasan Usta’yı gönülden destekleyip:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
123
- Evet, çok ama çok haklısın, sen verdim dedin ama ben emin değilim,<br />
ahlak ve edep verdiğimden. Zira çocuklarımı ben değil sokak veya okul ye-<br />
tiştiriyor.<br />
- Sana tavsiyem bu konularda dikkatli ol!<br />
- Nasıl olabilirim sabah işe, akşam… çocuklarımı nadir görüyorum. Ilımlı-<br />
lar, istekliler, ama yaşayamıyorlar veya yaşamak istemiyorlar.<br />
- Keşke yaşayabilselerdi.<br />
- Senin kadar bilseydim ben de elimden geldiğince üzerlerine titrer, yetiş-<br />
tirirdim.<br />
Bu ara Sevim hanım sohbete katıldı. Hasan Usta’ya hitaben:<br />
- Hasan abi Salih’in dediğine göre sen ilkokul mezunusun ama bilgin ileri<br />
derecede.<br />
Salih Efendi tebessüm etti:<br />
- Bakma hanım ona sen, nice mürekkep yalamış cahil var. Okumayla ilim<br />
öğrenilmez, illaki yaşayacaksın, okuyup onunla amel edeceksin.<br />
Sevim hanım kocasının sözleri üzerine merak için de sordu:<br />
- Hasan abi sen kitap okur musun?<br />
Salih Efendi:<br />
- O nasıl soru öyle hanım, Hasan, maruz gör "Tilkiye sormuşlar tavuk yer<br />
misin? Tilki demiş ki güldürme beni. O hesap. Hasan’ın evindeki kitaplar kü-<br />
tüphaneyi aratmaz.<br />
Sevim hanımın ilgisi arttı:<br />
- Hepsini okudun mu Hasan abi?<br />
Hasan Usta bakışlarını anlam deryasında damla olabilmek için çabalayan<br />
oğlu Hamza’ya yöneltip onu işaret ettikten sonra:<br />
- Yarısı benim aldıklarım, yarısı da onun. Aldığım kitapları detaylı olarak<br />
zamanında okumuştum. Sevim hanım Hamza’yı kastederek:<br />
- Biraz utangaç galiba, dedi.<br />
Delikanlının annesi:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
124
- Onun kolay kolay utangaçlık gibi bir problemi olmazdı ama...<br />
Sevim hanım bir daha sordu:<br />
- Peki neden, uzak ve sessiz?<br />
- Hamza!<br />
- ........................<br />
- Hamza!.<br />
Hamza kendinde kaybolmuş, bakıyor ama görmüyor, bir tanımsız savaşın<br />
ortasında, yüreğinde kopan fırtınalar kulaklarını tıkamıştı. Ta ki omuzuna<br />
değen el onu kendinden kurtardı.<br />
- Oğlum ne bu halin, misafirlerimizle konuş, bir hal hatır sor. Sen böyle<br />
şeyler yapmazdın, hayır mı, şer mi?<br />
Hamza, kusur beyan etti:<br />
- Dalmışım, hoş görün, dedi.<br />
Sevim hanım yine erincek tebessümlerinden biriyle:<br />
- Fazla dalma boğulursun.<br />
Nasıl bilmişti, Hamza’nın boğulmak üzere olduğunu, şaka da olsa gerçeğe<br />
işaret etmişti.<br />
Salih Efendi Hamza’yı konuşturmak istiyor:<br />
- Baban seni bize çok övdü.<br />
Hamza biraz rahatlar gibi olmuştu. Salih Efendi’ye baktı:<br />
- O kadar değilim Salih abi, her baba çocuğunu över.<br />
- Peki evinizdeki kütüphane dolusu kitabı okudun mu?<br />
- En son aldığım iki kitap hariç hepsini okudum.<br />
Sevim hanım sordu bu sefer:<br />
- Okuduğun kitapların vermek istediklerini alabiliyor musun, hepsi hafı-<br />
zanda mı?<br />
Hamza sıradan bir şey söyler gibi:<br />
- Hemen, hemen hepsi hafızamda.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
125
Salih Efendi’nin gözleri büyüdü, hayret içinde konuştu:<br />
- Sen o zaman müthiş bilgilisin. Hem de bu yaşta!.<br />
- Ben, dedi Hazma, bilgili değilim, benim bildiğim az bir şey, deryada kat-<br />
re mi sali.<br />
Hasan Usta araya girerek:<br />
- Siz konuşun ben yukarıdaki ağıla bir bakayım, bu mevsimde mantar çok<br />
olur, bulabilirsem iyi olur, tadarsınız, dedi ve kalktı.<br />
Salih Efendi uzaklaşan Hasan Usta’ya bakıp:<br />
- Benim gibi duramaz yerinde. Askerde de böyleydi, dedi. Sevim hanım<br />
Hamza’ya sordu:<br />
sun.<br />
- Üniversite sınavların ne zaman?<br />
- Birinci sınavı atlattım, ikinci sınav haziranın yirmi birinde.<br />
- İyi, bizim eve kesinlikle bekleriz, hem oğlum Hüseyin’le tanışmış olur-<br />
Salih Efendi:<br />
- Hamza senin kerametlerle ilgili bilgin var mı?<br />
- Ne gibi…<br />
Salih Efendi epeydir beynini kurcalayan soruları sormak istiyordu:<br />
- Duyuyoruz adamın biri uçuyor.<br />
Bu ara Eylül ve Züleyha da gülerek yanlarına gelip konuşulanları dinle-<br />
meye koyuldular. Bu geliş Hamza’nın sesine titreklik katmıştı. Salih Efendi<br />
sorusunu tekrarladı ve cevabı bekledi. Hamza sesindeki titrekliği saklamaya<br />
çalışarak sesindeki ahengi biraz azalttı:<br />
- Bunun kıymeti yok Salih abi.<br />
- Yav nasıl olmaz?<br />
- Çaylak da uçar, sineklerde.<br />
- Peki su üstünde yürüyenlere ne dersin.<br />
- Ördek ve kurbağa da bu işleri yapar.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
126
-Hadi onlarda haklısın. Adam buradaysa bir anda dünyanın diğer ucunda<br />
olunabiliyor, bakalım buna ne diyeceksin.<br />
- Salih abi, senin bu dediğin şeyi şeytanda yapıyor, bunların ve benzerle-<br />
rinin dinimizde önemi yoktur, önemli olan; herkesin arasında bulunmak, ha-<br />
yatın gerektirdiklerini yapmak, lakin bütün bunları yaparken, bir an bile<br />
Rabbini unutmamaktır.<br />
Salih Efendi’nin soruları yoğunlaşıyor:<br />
- Hayat dedin Hamza, hayat nedir?<br />
Hamza’nın gönlündeki serhatlar yoruluyordu, bir savaş ki; en ince titre-<br />
şimler, en gürültülü fırtınalar bu savaşta kopuyordu. Salih Efendi Hamza’nın<br />
hazır cevapları karşısında Hasan Usta‘ya hayranlık duyuyordu. Hamza cevap<br />
verdi:<br />
- Hayat mı dedin, salih abi, hayat ezanla namaz arasıdır.<br />
- Bu da ne demek? Ömür o kadar kısa mı?<br />
- Evet o kadar kısa.<br />
Sevim hanım, kocası gibi hayranlıkla dinliyordu Hamza’yı, düşünüyorlardı,<br />
ezanla namaz arası olarak değerlendirilen hayatı. Düşüncelerine bir ışık tut-<br />
mak için Hamza sordu:<br />
- Ezanla, namaz nedir biliyor musunuz?<br />
Bakışlar, soruyu soran cevap versin, diyordu:<br />
- O namaz ki ezansız, o ezan ki namazsız.<br />
Salih efendi bir anda cevabı istiyordu.<br />
- İkisinden de habersiz oluruz, biri doğum, biri ölümdür.<br />
- Peki Hamza; aklıma sürekli takılan bir şey daha var! Vitir namazının son<br />
rekatında, Fatiha ve zammı sureden sonra neden tekbir getirilip kıyama de-<br />
vam ediliyor?<br />
- Biliyorsun ki namazın nasıl kılınacağını bizlere alemlerin efendisi öğret-<br />
miştir. Allah Rasulu Vitir namazı kılarken mübarek gözlerine o anda Cennet<br />
gözükür. Cennetin ihtişamı ve güzelliği karşısında mest olan peygamber o<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
127
görüntünün rukuya gidince kaybolabileceğini düşünmüş ve rukuya gitmeyip<br />
kıyama devam etmiştir.<br />
Biraz sonra Hasan Usta’nın da geldiği görüldü. Salih Efendi Hasan Usta’ya<br />
hitaben.<br />
- Valla büyük adamsın.<br />
- Ne oldu?<br />
- Hamza senden benden iyi. Hasan Usta tebessüm etti.<br />
- Duam o ki Mevla iyi dersin.<br />
Hazma araya girerek:<br />
- Beni gözünüzde büyütmeyin, dedi.<br />
Biraz sonra çaylar bardaklara dolduruldu. Neşe içinde sohbet devam edi-<br />
yordu. Hamza kendi savaşındaydı, düşünüyor, kalbindeki dinmek nedir bil-<br />
meyen sızıya merhem arıyor, kendini ne kadar teskin etmek istese de, bun-<br />
da başarılı olamıyordu. Yoksa adına sevda dedikleri meşhur illete mi düş-<br />
müştü. Farklı ortamlarda bulunmuş, çeşit çeşit tuzaklarla karşılaşmış, hiç bi-<br />
rinde, kendinden taviz vermeden kolayca sıyrılmıştı.<br />
Ama şimdi... Kendisinde bir acizlik, duygularında acı, düşüncelerinde ya-<br />
nılgı hissediyordu. Bocalıyordu Hamza. Tanımsız savaşı kaybediyordu. Kendi<br />
kendini yargılıyor, bir şeylere ne kadar engel olmak istese de bunu yapa-<br />
mamanın verdiği ızdırabı yaşıyordu. Bu ızdırabı kaderine yazan kalemin sa-<br />
hibine yalvarmalıydı. Mırıldandı:<br />
- Allah’ım, kalbimi sen koru. Alnıma işlediğin duyguların getireceklerden<br />
yalnızca sana sığınırım, beni hataya düşürme.<br />
- Ne hatası oğul? Varıp ta misafirlerin yanına otursana!<br />
Hamza isteneni yaptı. Karşısındaki güzel kızla sık sık, göz göze gelmeleri,<br />
Hamza’nın yüreğindeki tanımsız savaşı, daha da şiddetlendiriyordu. Eylül’ün<br />
baş örtüsü abanoz siyahlığındaki saçlarını gizliyordu. Şairler görseydi onun<br />
gözlerini, binlerce şiir yazabilirlerdi. Ya ceylanlar kıskançlıktan kaplanlara<br />
yem olabilirlerdi. Hamza bakışlarının istikametini değiştirdi, dudakları kaldığı<br />
yerden devam etti:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
128
- Hayır... Hayır, diyordu.<br />
- Yardım et Allah’ım. Beni yanıltma, yanıltma Rabbim.<br />
Duygularına ilk defa hakim olamıyordu. Gönül, ne zaman, ne de mekan<br />
tanımazdı. Tanımsız savaşın kalbinde kayboluyordu duyguları. İstemeden<br />
yapıyordu yaptıklarını, iradenin yeri yoktu bu duada.<br />
Yeniden Eylül’ün kara gözlerine yöneltti, kendinden habersiz gözlerini. Bir<br />
an konuşmak istedi, sordu titrek sesle:<br />
- Okula gidiyor musun?<br />
Eylül şaşırdı, kendisiyle hiç konuşmayacağını sanmıştı, cevap verdi:<br />
- Evet.<br />
- Hangi okuldasın?<br />
- Hemşirelik.<br />
Hamza dalgın gözleriyle Eylül’ün çoktan unuttuğu başörtüsünü işaret etti:<br />
- Saçlarınızı kapatmanıza müsaade ediyorlar mı?<br />
Eylül narin ellerini Züleyha’dan aldığı eşarba götürdü, elini eşarpla birlikte<br />
indirdi, nasılda acımasızdı bu indiriş Hamza için.<br />
Siyah saçlarının parlaklığı gözlere aksetti:<br />
- Öyle bir sorunum yok, dedi. Demesiyle beraber Hamza’daki tanımsız<br />
savaş öylesine büyüdü ki...<br />
Sevim hanım:<br />
- Kızım ne güzel yakışmıştı, neden çıkarttın?<br />
- Bunalttı anne.<br />
Hamza’nın bakışlarındaki ışıltılar kayboldu, gündelik soruları kesip örtün-<br />
mesinin sebebini sordu:<br />
- Madem hiç takmazdın, neden şimdi taktın?<br />
- Sana ne?<br />
- Oyun mu oynuyorsun, dedi ve kendini vefakar atı Yunus’a teslim etti...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
129
Engelleyemediği bir hıçkırığa teslim etmişti kendini. Ardıçlı Dağı’nın güney<br />
yamaçlarına yönelmiş, kendini hislerine bırakmıştı.<br />
Her yargının sonu dualarla buluşuyordu, ne şiddetli buluşmaydı bu. Ta ki<br />
siyah at yavaşlayıncaya dek sürdü, sağına soluna bakındı, uzaklaştığını sez-<br />
di. Geri dönüş yaptı, toparlanıyorlardı. Yorgun gözlerine Eylül’ü arattı, çeş-<br />
menin az ötesinde, çiçek topladıklarını gördü. Siyah atına sordu:<br />
- Sence kime verecek elindeki çiçekleri.<br />
Titredi, anlaşılan yüreğindeki fırtınaya lisanı da teslim olmuştu. Yargının<br />
yerini bulması fazla gecikmedi:<br />
- Ne oluyor bana. Kime verirse versin bana ne.<br />
Savaş tüm ihtişamıyla sürüyordu, Eylül ve Züleyha’nın yanlarına yaklaştı.<br />
Eylül’ün kara gözlerine bakıp sevda kokan bir sesle:<br />
- Keşke seni başörtüsüyle hiç görmeseydim, dedi ve Eylül’ün kibar elle-<br />
rindeki çeşit çeşit çiçekleri uzanıp aldı. Eylül’ün gözleri, çiçeklerde.<br />
Hamza:<br />
- Yazık ki sen bunlardan güzelsin, dedi ve çiçekleri Eylül’ün abanoz siyah-<br />
lığındaki saçlarına doğru serpti.<br />
Umursamaz bir tavır takınıp yoluna koyuldu. Rengarenk çiçekler, Eylül’ün,<br />
sağına, soluna, omuzlarına, saçlarına ve titreyen ellerine düşüp güzelliğine<br />
güzellik kattı. Eylül son derece şaşkındı, Hamza’dan böyle bir şey beklemiyor<br />
yapabileceğini de tahmin edemiyordu, hoşuna da gitmişti.<br />
Buna aval aval bakan Züleyha’ya sezdirmemeliydi, ne de olsa gururluydu,<br />
öyle kolay kolay kendini bırakamazdı. Yalancı bir sesle:<br />
- Salak mıdır nedir bu Hamza?<br />
Züleyha’daki şaşkınlık denizleri hırçınca dalgalanıyordu:<br />
- Hayret bunları yapan Hamza abi mi?<br />
- .................................<br />
- Görmesem inanmazdım.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
130
Hamza, değerlerini, inançlarını, yargılıyordu. Bazen suçlu sandalyesine<br />
kuruluyor ve savunma metnini okuyor, bazen yargıç olup kendini sorgulu-<br />
yordu:<br />
- Neden yaptım bunu ve nasıl yaptım?<br />
- ................................<br />
- Allah’ım...<br />
Yakınıyor, gönlün insana neler yaptırdığını düşünüyordu<br />
Hepsi üç saat, nasıl değişebildim ve ilk defa gördüğüm, ismini dahi bil-<br />
mediğim birisine karşı anlam veremediğim duyguları hissediyorum. Korku-<br />
yordu düştüğü ızdırabın ismini diline almaya. Ne zordu lisanına sığdırmaya<br />
korktuğu duygunun elemini yaşamak. Bunu bildiği halde inanmak istemiyor-<br />
du. Kaçıyor, kaçıyor kurtulamıyor, ne yöne gitse orda karşısına çıkıyordu, ne<br />
kadar arzulasa da unutmayı, o kadar hatırlıyor. Lisanı aciz kalıyor, görüyor,<br />
gördüğü şeyin tarifini yapamıyordu. O an sanki başka bir şey yoktu alemde.<br />
Düşünceleri dalanmış, her biri ayrı ayrı yerlere dağılmış, düşüncelerini topar-<br />
layamıyordu...<br />
Yoksa mecnun haklı mıydı, çöllere düşmekte, Ferhat dağları deliyorsa<br />
haklı mıydı? O... O... Evet o yalan dünyanın bir garip rüyası. O rüyayı gör-<br />
memeliydi. Ona gönül vermekle yalan dünyada gaflet uykusuna dalma tehli-<br />
kesi varya...<br />
Ben ahiret, düşlerimin ahiret serdarı, o dünyanın bir anlık rüyası... Evet<br />
ahiret... Ahiret. Dua etmeliydi:<br />
- Arzu ve heveslerime karşı beni güçlü kıl Allah’ım, beni nefsimle biran bi-<br />
le baş başa bırakma, bilirim ki ne gelirse senden gelir, yine senden gelen<br />
her şey kabulümdür, yazdığın kaderime her zaman razıyım Allah’ım... Gön-<br />
lüm sana emanet.<br />
- Allah’ım...<br />
Yakınıyor, gönlün insana neler yaptırdığını düşünüyordu<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
131
Köye girişi onu ayılttı. Az sonra Ayazma’dakiler de geldi. Misafirlerin git-<br />
me zamanı gelmişti, vedalaşma faslı bitti. Gider ayak Sevim hanım Ham-<br />
za’ya hitaben:<br />
- Adresimizi babana verdim, telefon numaramızda var, sınav için geldi-<br />
ğinde beklerim.<br />
Hamza:<br />
- İnşallah Sevim abla, dedi.<br />
Eylül’ün gözlerinin içinde kaybolmuştu, ne kadar çok çıkmak istese de,<br />
diğerlerinde olduğu gibi bunda da başarısız oldu. Selamlar ve tebessümlerle<br />
ince yolda kendilerine bakan gözlerde küçüldüler.<br />
Sevim hanım:<br />
- Çok iyiler.<br />
- Hanım benim ne işim var kötü insanlarla, dedi ve gülümsedi, Salih<br />
Efendi.<br />
Evhamlara direnip parçalanmamak için çaba sarf etse de, nafile idi. Bir<br />
ay, zamandan kaybolmuştu, kaybolmasıyla beraber Hasan Usta ikinci vatan<br />
İstanbul’da bulmuştu kendini. Hamza, savaşta dağılan orduyu toparlamış,<br />
gönlün elindeki dizginleri iradenin eline bırakmıştı. Elinde kâğıt ve kalem<br />
yaklaşmakta olan ikinci sınava hazırlanıyordu. İlk sınavın sonuçları belli ol-<br />
muş, köye gelen posta aracını takip edip son anda muhtar Tahir Ağa’nın eli-<br />
ne geçmesine engel olmuştu. İlk sınavdaki başarısını ikinci sınava da yan-<br />
sıtmayı planlamış, gerçekleştirmek için çalışıyordu.<br />
Köydeki imajı ve konumu Tahir Ağa ile yaptığı kavgan neticesinde değiş-<br />
miş, insanlar ondan çekinmeye başlamışlardı. Tahir ağa ve çevresi Hamza<br />
aleyhine karalama başlatmışlar, buna Veysel ağanın kabilesi de katılmıştı.<br />
Yalan yanlış iftiralara epeyce köylü kolayca inanmıştı.<br />
Neticede:<br />
- Serseri.<br />
- O kazanamaz.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
132
- O adam olamaz, gibi cümleler sarf edilmeye başlandı. Bu konvoya<br />
İmam Şefik de dahil olunca cehaletin esir aldığı köylüyü kandırmak daha da<br />
kolaylaştı. Bir insan, ancak bu kadar kısa bir zamanda köylünün gözünden<br />
düşürülebilirdi. Bu haset yüklü sözleri Hamza duyduğu zaman:<br />
- Benim için Allah’ın nazarı önemlidir, yalan dünyadaki gafillerin hakkım-<br />
daki isnatlarının hükmü yoktur, diyordu.<br />
Asım, Hamza’nın en çok bu yanını severdi. Hamza hiç kimsenin sözüne<br />
ehemmiyet vermezdi. Allah’ın hükmüne bakar, ona göre hareket eder, gıy-<br />
bet denen illetten tamamen uzak dururdu. Ve Asım’ın gözünde Hamza’yı;<br />
- Benim kimde hakkım varsa helal olsun, sözü büyütmüştü. Bu nedenle o<br />
şöyle dua ederdi:<br />
- Allah’ım her şeyi ona verdin, bana da aynısını ver.<br />
Neden sonra? Eksiklik mi var? Az sonra, uzun adımlarla kayabaşından<br />
kabristanı seyran eyleyen Hamza’yı selamı ile ayılttı.<br />
Hamza:<br />
-Ve aleyküm selam.<br />
Asım:<br />
- Nasılsın?<br />
- Elhamdülillah.<br />
- Bir günde halinden şikayetçi ol.<br />
Hamza tebessümle:<br />
- O kadar cesur değilim.<br />
Hamza’nın simasında oluşan tebessüm Asım’dan sukutu talep ediyordu ve<br />
talebi gerçekleşti. Biraz sonra Asım:<br />
- Hazırlık ne alemde?<br />
- Çalışıyorum, temennim kazanabilmek.<br />
- Ya bu istek gerçekleşmezse...<br />
- Hayırda, şerde onları yaratandandır,<br />
Asım’ın kırışıksız yüzünde gülmeyle beraber çizgiler belirdi:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
133
- Adım gibi eminim ki senin başaramayacağın hiçbir şey yoktur. Hamza<br />
yine mütevazı:<br />
- Orasını Allah bilir.<br />
- Birinci sınavdan çok iyi puan aldın ve bildiğim kadarıyla iyi çalışıyorsun,<br />
böyle devam edersen kazanırsın.<br />
- Şayet başarılı olamazsam, bir sezon çobanlık yapacağım.<br />
Asım:<br />
- Yani, peygamber mesleği.<br />
- Hayırlısı.<br />
Asım gülümsedi:<br />
- Dedim ya sen her işin içinden çıkarsın.<br />
- Ben değil, çıkartırsa Allah çıkartır…<br />
Bir selam konuşmalarını kesti. Bu selamın sahibi, beyaz tenli, uzun boylu<br />
ve zayıf, Hamza’nın çocukluk arkadaşı Yasin’di. Yasin şimdi İstanbul’un kirli<br />
semtlerindeki dar odalardan birini mesken etmişti. Senenin bir ayı köyde,<br />
diğerlerini İstanbul denen o koca şehirde geçiriyordu.<br />
Yasin mavi gözlerini Hamza’nın kara gözlerine yöneltip sordu:<br />
- Bir bilsen nasılda serin olduğunu, kibirden ne kadar uzak olduğunu, bir<br />
başkası senin yerinde olsaydı, böbürlene böbürlene dağ taş bırakmazdı an-<br />
latmadığı.<br />
- Tahir Ağa’dan mı bahsediyorsun?<br />
- Evet.<br />
Hamza ağır bir sesle olanları anlattı.<br />
Yasin:<br />
-Ve şimdi de sana iftirakervanı diziyorlar.<br />
Asım:<br />
- Kahveci Kemal ve Kâmil’in kız kardeşleri Bahriye’yi biliyor musunuz.<br />
İkisi de:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
134
- Evet.<br />
- İşte Hamza’nın adını bu kızla anmaya başladılar.<br />
Hamza’nın bakışlarındaki sükut bozuldu.<br />
Yasin:<br />
- Kemal’le, Kamil’i Hamza’ya düşman edecekler.<br />
Hamza:<br />
- Kendime değil kıza üzülürüm.<br />
İki arkadaşı da:<br />
- Daima yanındayız, dediler.<br />
- Bu saçmalığa Kemal inanmaz, o beni tanır ve siz asla işime karışmayın.<br />
Rahime ananın evi bugün her günkünden farklıydı, oğulları Kamil ve Ke-<br />
mal’in moralleri bozuk, karşılarında genç kız Bahriye, çocuklar gibi ağlıyor:<br />
- Hayır abilerim, öyle bir şey yok.<br />
- ..................................<br />
- Ben Hamza abiyi tanımam bile.<br />
Kamil ısrarla yine soruyor;<br />
- Madem öyle, bu kulağıma gelen dedikodular nerden çıktı?<br />
- Hepsi yalan abi.<br />
- Ateş olmayan yerden duman çıkmaz kızım.<br />
- Hayır abi!.<br />
Kemal inanmıyor, yalnız içindeki kurt onu kemiriyordu:<br />
- Abi bunu sen nerden duydun?<br />
Kamil’in cevabı şiddetli:<br />
- Yalan mı söylüyoruz?<br />
- ...............................<br />
- Bir yerlerden duyduk işte.<br />
- Benim tanıdığım Hamza bunu asla yapmaz.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
135
- Kes ulan işte!<br />
- ..............................<br />
- Ben ona anlayacağı dilden sorarım!.<br />
- Hayır abi önce ben konuşayım.<br />
- Ne konuşması oğlum. Köylünün dilinde dolaşıyoruz, bu işler başka türlü<br />
konuşulur, diyen Kamil ellerini sıktı ve yumruğunu göğsünün hizasına kadar<br />
kaldırdı.<br />
Bahriyenin hali perişandı, böyle bir iftira aklına gelebilecek en son şeydi.<br />
Abisi Kamil hırpalamış, bir o kadarda dövmüştü. Bu yalan Yavuz tarafından<br />
uydurulmuş, kaynak olarak da kız kardeşi Zekiye’yi göstermişti. Bundan Ze-<br />
kiye de Bahriye de, habersizdi. Yavuz bu sayede Kemal’le Kamil’i Hamza’nın<br />
üzerine gönderip bir kabileyi daha kendi tarafına almayı düşünüp çoktan ic-<br />
raata koyulmuştu. Uydurduklarını samimi arkadaşlarına abarta abarta an-<br />
latmış, bunla da yetinmeyip şeytanın uşağı olan bir kadına da duyurup köy-<br />
lünün dilinde sakız olmasını sağlamıştı.<br />
Köylünün inanması için, zemin hazırdı:<br />
- Suyun durgun akanından korkacaksın.<br />
- Yere bakan yürek yakan.<br />
- Vay, vay, vaay, saman altından su yürütüyor, bir de Kemal’in arkadaşı<br />
olacak…<br />
Hamza düşünde deryasında bir garip sandalla yol alırken hissediyordu<br />
yaşamın her geçen gün daha da zorlaştığını. Sınava on gün gibi gerçekte<br />
saniye bile olmayan bir zaman kalmıştı, bir yanda bu uğraş bir yanda gön-<br />
lünde ki bir tanımsız sevdanın savaşı ve diğer yandan da, köydeki boş bo-<br />
ğazların hakkında sarf ettiği sözler, en son cenahta ve hepsinden de önemli-<br />
si Allah’a kul olma sevdası, bu sevda öylesine büyüktü ki, sevdanın sahibi,<br />
yere göğe sığmayan Allah’ı kalbine sığdırabiliyordu.<br />
Kimileri gülücüklerin tuzağında, kimileri gözyaşlarının koynunda sabahlı-<br />
yor, kimsenin kimseye faydası yok, bu uğraş içinde gerçek gaye çoktan unu-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
136
tulmuş. Yaşayabilmek için yenmek gerekirken, insanların birçoğu sadece yi-<br />
yebilmek için yaşıyordu.<br />
İşte bu gayeyi unutmamak için uğraş sarf edenlerden biri de Cuma idi.<br />
Gurbetin kahrı çekilmiyordu. Hamza’nın dostları bu kahrı yaşamak için gur-<br />
bete niyetlenmiş birkaç gün arayla tek tek gitmişlerdi, şimdi sıra Cuma’da<br />
idi. Sohbet bitmiş vedalaşma faslına gelmişti sıra.<br />
- Hakkını helal et.<br />
Bu son mırıldanmalar hüzünlüydü, bu seslerdeki ahenkler şiir nidasında,<br />
ağıt edasındaydı.<br />
- Allah’a emanet ol.<br />
Sınav günü yaklaşmış, Hamza’yı, cevap veremediği anlamsız olarak de-<br />
ğerlendirdiği bir takım sorular sarmıştı:<br />
- Gitsem mi, gitmesem mi, diyordu.<br />
Gitmekten değil Eylül’ün kara gözlerindeki ışıltıdan korkuyordu. Gönlün-<br />
deki ateşi biraz olsun dindirmiş, apansız esen bir rüzgarla karşılaşıp yeniden<br />
alevlenmesini istemiyordu. Bu isteği gönül denen esrarengiz varlık acımasız-<br />
ca reddediyordu.<br />
Sırtını ihtiyar armut ağacına yaslamış, ellerine uzun diliyle dokunan siyah<br />
atın renginde saklanan ümitleri yontulayan gözlerini geniş yoldan kendisine<br />
doğru gelen topluluğa iliştirdi:<br />
- Bunlarda kim, diye mırıldandı.<br />
Daha dikkatli baktı, bunlar İmam Şefik ve ailesiydi, ama diğerlerini tanı-<br />
yamadı. Az sonra İmam Şefik ve ailesi az ilerdeki üzüm bağına girdi. İmam<br />
Şefik ve yanındaki iki erkek Hamza’nın yanına selamla geldiler. Yanındakile-<br />
re Hamza’yı tanıttı. Sonra sağ yanındaki dar göbekli olanını işaret edip:<br />
- Bak Hamza bu kardeşim Hakkı, bu da onun kaynı Sabri.<br />
El sıkıştılar. Boyu uzuna yakın olan Sabri, siyah atı kastederek:<br />
- Senin mi?<br />
- Evet onun, çok hırçın bir attır, dedi.İmam Şefik.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
137
Sabri:<br />
- Ben biniciyim.<br />
İmam Şefik ağızlarını açtırmadan devam ediyordu, yine öyle yaptı:<br />
- İstanbul Veli Efendi de, çok iyi binicidir.<br />
Hamza:<br />
- Atlardan anlar mısın?<br />
Sabri enli çenesine ellerini götürüp siyah atı bir güzel süzdü:<br />
- Benim bindiğim at İngiliz safkan, asaletli bir at, ismi de Goldberg.<br />
İmamın ve Hakkı Efendi’nin gülmesi Sabri’nin sözünü kesti. İmam Şefik<br />
alaylıca:<br />
- Amma isimmiş.<br />
Sabri:<br />
- Ya bu atın ismi ne?<br />
Hakkı Efendi:<br />
- Köy yerlerinde atın ismi attır, öyle isim misim konulmaz, dedi.<br />
İmam şefik iştahlı:<br />
- Hayır bunun var.<br />
Sabri konuşmasına devam etti. Bu ara asma yaprağı toplayanlar bağdan<br />
memnun olmamışlar başka bir bağa gitmek üzere erkeklerinin yanına gel-<br />
mişler, İmamın ve Hakkı Efendi’nin kızları uzakta kalmış iki kadın yaklaşmış-<br />
tı. İmamın Hanımı:<br />
- Keşke İlhan’la İlhami’yi de getirseydiniz, gezerdi gençler.<br />
Onlar yaklaşırken Sabri Yunus’un sağını solunu inceleyip fîkirlerini söylü-<br />
yordu:<br />
- İhtiyarlamış, ama koşu atı olmadığı için iyi sayılır, gördüğüm atlardan<br />
farklı, köy insanlarının atına benzemiyor, halis bir Arap atı diyebilirim, eline<br />
nasıl geçti bu at, bir şey daha var, atı uyuntu etmişsiniz, ne olacak gelen gi-<br />
den bine bine bu hale gelmiştir, dedi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
138
Siyah atın o gün fazla koşmaması ve iştahsız oluşu bu tabloyu çiziyordu.<br />
İmam Şefik’in gözleri fal taşı gibi açılıp:<br />
- Bak işte son söylediğinde yanıldın, bu ata Hamza’dan başkası binemez,<br />
çok hırçındır ve bu at bir canavardır, senin bildiğin atlara benzemez.<br />
Genç Sabri’de kibirli bir gülümseme oluştu. Kendini beğenmiş tavırlarıyla<br />
ata yaklaşarak:<br />
- Demek şu uyuz ata Hamza’dan başkası binemez öyle mi?<br />
İmamın Hanımı:<br />
- Dur oğlum bura oralara benzemez bir yerini kırdırırsın.<br />
Hamza kolunu yasladığı armut ağacından iki adım uzaklaşarak:<br />
- O kadar konuştunuz bana bir şey sormadan, şimdi de ismini yeni öğ-<br />
rendiğim Sabri yine bana sormadan atıma binmek istiyor ayıp değil mi?<br />
- Evet nasıl unuttuk, dedi Sabri.<br />
Hakkı Efendi:<br />
- Delikanlı haklı, kusura bakma, diyerek Hamza’ya özür beyan etti.<br />
Sabri:<br />
- Binebilir miyim atına?<br />
- Sırtında kürkün, ağzında yular yok görüyorsun bomboş...<br />
- Olsun.<br />
Hamza atına yaklaşıp atın yelelerini okşayıp bir şeyler mırıldandı. Hepsi<br />
Hamza’nın dudaklarının sarf ettiği kelimeleri merak etti, gülümseyerek yan-<br />
larına gelip:<br />
- Bir şey olursa karışmam vebal benden gider, dedi.<br />
Sabri zerre kadar umursamıyordu, karşısındaki at adeta söylenenleri ya-<br />
lanlıyordu. Az ilerde beklemekte olan kızları ihmal etmeyip göz ucuyla süzü-<br />
yordu. Havasını basmanın tam fırsatıydı. İyice görmeleri için o yönü işaret<br />
edip:<br />
- Atı şuraya alda düşersem yumuşak yere düşeyim, dedi.<br />
İçin içinde gülüyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
139
İsteneni yapan Hamza:<br />
- Bu senin istediğin yere değil kendi istediği yere düşürür haberin olsun,<br />
dedi ve seyre koyuldu.<br />
Sabri, normal adımlarla biniciliğini öve öve, ata nasıl hakim olunduğunu<br />
anlata anlata yaklaştı, elini sakin duran siyah atın yelelerine değdirmesi<br />
İmam Şefik’i ve hanımını hayli şaşırtmıştı. Yanına kimseyi yaklaştırmayan at<br />
ne kadarda uysallaşmıştı. Hala övünüyordu Sabri.<br />
İmam Şefik karşısında tebessüm eden Hamza’ya bakıp at hakkında söy-<br />
lenenlerin bir an için yalan olduğunu düşündü. Atta hiçbir huysuzluk yok,<br />
kıpırdamıyor bile.<br />
- Allah, Allah, hayret!<br />
Bu kelimelerle şaşkınlıklar ifade edildi. Sabri biraz sonra binmenin vakti-<br />
nin geldiğini düşündü. Hala konuşuyordu, sesini yükselterek:<br />
- Ben bu ata binemezsem yazık benim biniciliğime.<br />
- ................................<br />
- Dedem bile biner, şu atın uyuzluğuna bak, köy yeri, insanları ne şekilde<br />
kandırmışlar bilmem deyip ağır ağır atın geniş sırtına kuruldu.<br />
Seyir halindeki gözler, bekleyiş içinde, siyah at hala normal. İmamın kar-<br />
deşi Hakkı Efendi de dahil olmak üzere alaylı kahkahalar koyuverildi. Gülüş-<br />
meleri duyan kızlar meraklarına hakim olamayıp annelerine kadar yaklaştı,<br />
olup biteni öğrendiler. Biri hariç dördü de gülmeye başladı. İmamın büyük<br />
kızı Neslihan:<br />
- Görüyor musun anne söylenenlerin hepsi yalanmış, yanına kimse yakla-<br />
şamazmış, mış ta mış, şu atın haline bak uyuz mu uyuz...<br />
Güzel Büşra, Sabri’nin tavırlarından rahatsız olmuş, Sabri’ye tiksinerek<br />
bakıyordu. Hamza’nın moralinin bozulmaması kendisini yalan çıkarttığı için<br />
üzülmemesi onu şaşırtmıştı. Oysa az önce siyah atın düşüreceğini iddia et-<br />
mişti, çok kararlı konuşmuştu ve hala öyleydi. Sabri bir komutan gibi ve ses<br />
tonu kibre ve alaya teslim olmuş:<br />
- Gezebilir miyim şu uyuz atla?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
140
- .............................<br />
Yumru alınlı, kalın dudaklı Sabri bir daha sordu:<br />
- Hamza! Şu uyuz atınla gezebilir miyim?<br />
Kahkahalar hala devam ediyor. Sabri:<br />
- Uyuz atın uyuz da bir ismi vardır.<br />
Hamza ses tonuna hakim:<br />
- Ne duruyorsun hadi gezsene?<br />
Sabri ne kadar uğraşsa da Yunus kımıldamıyordu, eliyle vurması, diliyle<br />
atı coşturmak istemesi nafile. At adeta yerine mıhlanmıştı:<br />
- Deh... hadi oğlum.<br />
Ayaklarını atın karnına değmesi, ilk denemeler gibi etkisiz kaldı. Kimi<br />
olanları anlamıyor, kimi eğlenceli buluyor, her kafadan bir ses çıkıyordu:<br />
- Bu at hayatından bezmiş.<br />
- Hamza bunu buraya kadar nasıl getirebildin?<br />
Sabri, İmam Şefik’e hitaben:<br />
- Hocam Hamza söylemiyor, bu hayvanın bir ismi yok mu?<br />
- Yunus! dedi hoca kısık bir sesle.<br />
Sabri anlayabildiği kadarını tekrar etti:<br />
- Ne... Yuu, Yunuuu demeye kalmadı, siyah at inanılmaz bir şekilde coş-<br />
tu... Adeta uçuyordu.<br />
Sabri şaşkın, lodos rüzgarları kadar hızlıydı siyah at. Atın uzun yelelerini<br />
sımsıkı kavramış düşmemek için büyük çabalar sarf ediyor, bu çaba yüz<br />
metre ilerdeki taşlıkta, atın şaha yükselişi ve kendini aniden silkelemesi so-<br />
nucu sona erdi. Usta binici Sabri atın parlak derisinden kaydı ve peşinden:<br />
- Ah kolum! Sözü duyuldu.<br />
Az sonra kalabalık Sabri’nin başına toplandı. Sabri’nin hali perişandı, ko-<br />
lundan yakınması, kırılmış olabileceğine işaretti.<br />
- Seni üzengi binicisi seni... dedi Hakkı Efendi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
141
Sabri bir yandan sol eliyle sağ kolunu tutuyor, diğer yandan da korkulu<br />
gözlerine Yunus’u aratıyordu. Acı çeken bir sesle mırıldandı:<br />
- Bu... bu at değil!<br />
Hamza:<br />
- Kolun nasıl?<br />
-Çok sancı var, kırılmış olmalı, diyen Sabri’nin kolu kırılmıştı.<br />
İmam Şefik taşlık alanda gezindi bir ata bir de Sabri’ye bakınıp:<br />
- Bu at varya... Seni buraya bile bile düşürdü.<br />
Sabri çektiği sızıya aldırmadan tebessüm etmek istedi, fakat bunda başa-<br />
rılı olamadı aynı sesle:<br />
- Hiç gülesim yok hocam!<br />
- Sen öyle de bakalım.<br />
Vakit akşama yaklaşırken İmam Şefik’in misafirleri köye gitmiş, Sabri ise<br />
sağlık ocağına kaldırılıp gerekenler yaptırılmıştı. Ertesi gün Sabri’nin kolun-<br />
daki sızı kaybolmuş, şaşkınlık gözlerine hala hakim, bu bakışlarını koluna<br />
yöneltip:<br />
- O at değil sanki akıllı bir insan... Şu gerçekti. Sabri uzun yıllar bu keli-<br />
meyi tekrarlayacaktı, o uyuz dediği siyah atı unutması mümkün olmayacak-<br />
tı...<br />
Hamza yine siyah atı Yunus’u okşuyor muhasebesini yapıyordu, neydi bu<br />
insanlar, bekledikleri olmayınca karşılarındaki insanı nasılda alçaltabiliyorlar-<br />
dı. Neye yaradı, iyilik görünce artan, kötülük görünce azalan hoşgörü. Allah<br />
insana fırsat vermeye görsün…<br />
Bilmezdi karıncalar kadar küçük bir o kadarda aciz olduğunu, kendi gö-<br />
zündeki dalı görmez, başkasındaki kıymığı bilir, büyütürde büyütürdü. İnsa-<br />
noğlu ne de olsa çiğ süt emmişti, onlardan biri de Kemal’in abisi Kamil’di.<br />
Gizliden Hamza’yı takibe koyulmuş tenhalarda karşılaşmayı arzuluyordu ve<br />
nihayet arzusu karşısına dikildi. Aşağı kuyuda elindeki kitapta kaybolmuş<br />
Hamza’yı buldu. Ciddi ve kararlı adımlarla yaklaştı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
142
Alnındaki damar belirginleşmişti. Damla damla süzülen elinin tersiyle sildi.<br />
Bir çırpıda Hamza’nın elindeki kitabı aldı ve bu hızla kitabı parçalara ayırmak<br />
istedi, bu isteğe birkaç sayfa uydu. Kamil, kızgın bir sesle sordu:<br />
- İnsan neden ve ne için yaşar?<br />
Sorunun tarzı derhal cevap istiyordu. Bu cevap geldi:<br />
- Önce hakkın hakkı için.<br />
- Sonra...<br />
- Şerefi ve namusu için.<br />
- Namusuna göz dikene ne yaparsın?<br />
- Hiç çekinmeden gözlerini oyarım.<br />
Kamil yırtabildiği sayfaları top haline getirip Hamza’nın yüzüne çarpıp be-<br />
lindeki bıçağı çıkartmasıyla sallaması bir oldu. Hamza hiç oralı değildi. Rahat<br />
bir sesle:<br />
- Eğer namusuma göz diktiğine şahitsem yaparım bu işi.<br />
Kamil hırçın:<br />
- Kes...<br />
- Beni dinle Kamil abi, sen nerden ne duyduysan yanlış duydun.<br />
Kamil elindeki bıçağı çılgınca sallıyor, Hamza son darbeden bir adım geri<br />
atması sayesinde kurtuldu. Kamil:<br />
- Köylüde mi yanlış duydu?<br />
Hamza bir adım yaklaştı:<br />
- Sana duyuran, köylüye de duyurdu.<br />
Kamil yeniden hamle yaptı, Hamza karşılık vermiyor kendini korumaya<br />
çalışıyordu bu hamleden de sıyrıldı, ses tonu hala normal:<br />
- Sana bunu yaptırtmak için bu yalanı söylediler.<br />
- Sana mı inanacağım, köylüye mi?<br />
Kamil hala Hamza’ya hamle yapıyordu. Hamza’nın bakışlarına acıma duy-<br />
gusu hakim olmuştu:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
143
- Ben sana bugüne dek bir kere bile yalan söylemedim, ya köylü? Bu ya-<br />
şına kadar sana bin bir çeşit yalan söylediler, bir o kadarda iftira attılar,<br />
şimdi de seninle benim bozuşmamızı, kavga etmemizi isteyerek yalan söyle-<br />
diler. Kardeşini tanımam bile, tanısam da ben Allah’tan korkarım, dedi.<br />
Kamil bir daha salladı keskin bıçağı, bu sallayış isabetli idi. Sol kolunu sı-<br />
yırıp geçen bıçağın peşinden akan kan gömleği kırmızıya boyadı. Kan Ka-<br />
mil’in beynindeki düşünme kanallarını açtı. Karşısındaki okyanuslar kadar<br />
derin bakan delikanlıyı tahlile koyuldu, Hamza kendisine yalan söylemeyen<br />
tek insandı, Hamza’nın hiç bir kötülüğüne şahit olmamış, daima verdiği sözü<br />
yerine getiren temiz yürekli bir delikanlıydı. Hamza’nın söyledikleri doğru<br />
olabilirdi... Aman Allah’ım!...<br />
Evet Yavuz Hamza’yla baş edememiş kendisini tamamen yanına almak<br />
için bu pis tuzağı hazırlamıştı. Neden bunu daha önce düşüneme-<br />
dim....Kahrolası Şeytan... Ne yapmıştı, elindeki ucu kanlı keskin bıçağa baktı<br />
ve bu bakışın emri ile bıçağı bıraktı, bu bırakış itler gibi pişmanım demek is-<br />
tiyordu. Bakışları Hamza ile bıçak arasında mekik dokuyordu. Üzgün bir ses-<br />
le:<br />
- Yoksa haklı mısın Hamza?<br />
- Haklıyım Kamil abi. Allah’a inandığın gibi inan haklıyım...<br />
Kamil ürperdi, bakışlarını bıçağın açtığı yaraya kaldırdı ve gözlerini bu<br />
noktada sabitledi, kısa bir sessizlik hakim oldu. Bu sessizliği Kamil’in yakarışı<br />
bozdu:<br />
- Affet Hamza!...<br />
Hamza gülümsüyor, bu tebessüm Kamil’in yanan beynine su serpiyordu.<br />
Kamil’in ruhu eziliyor:<br />
- Affetmek büyüklüğün şanındandır, affet.<br />
Hamza kanayan koluna baktı:<br />
- Affetmek, yalnızca Allah’a mahsustur, hakkım helal olsun, dedi. Bir daha<br />
gülümsedi ve devam etti:<br />
- Yalnız gömleğim yeniydi, ona yazık oldu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
144
Kamil ferahladı:<br />
- Sana bir gömlek borcum olsun.<br />
Hamza kolunun sızıya teslim olduğunu hissetti, anlaşılan bıçağın açtığı<br />
yara soğuyordu. Kamil’e bunu belli etmek istemedi, köye yöneldi gider ayak:<br />
- Kemal’e selam söyle, bunlardan da hiç kimseye bahsetme, yoksa atılan<br />
iftiraya herkes inanır, kendimin değil kardeşinizin isminin çıkmasından endi-<br />
şe ederim, kolumu dert etme çabuk iyileşir.<br />
Kamil Hamza’nın arkasından hayranlıkla bakıyordu. Hamza isteseydi beni<br />
burada kolayca tepeleyebilirdi ama bunu yapmadı, bakışlarındaki canlılığı<br />
ses tonuna yansıtıp Hamza’nın peşi sıra:<br />
- Sen büyüksün Hamza hem de çook!<br />
Hazma cevap verdi:<br />
- Büyük olan Allah’tır...<br />
Evine sessizce girdi, gömleğini çıkarttı, evdekilerden habersiz bir avuç tuz<br />
aldı ve tenhaya çekildi. Kamil’in bıçağının açtığı yarayı dağlamak için avu-<br />
cundaki tuzu kolundaki yaraya bastı. Aman Allah’ım bu ne müthiş bir ıstırap-<br />
tı, bayılmamak için kendine zor hakim oldu, aklına önce Azrail sonrada ölüm<br />
geldi. Bu can nasıl verilecekti? Bu ıstırabın milyarlarcasına tahammül edebi-<br />
liyordu demek ki insanoğlu. O an için söylendi:<br />
- Allah’ım ölüm azabımı hafîflet, senin yardımına her saniye, her an, her<br />
vakit ihtiyacım var, bana Azrail’i tanımakta zorluk çektirme, bu emaneti dev-<br />
redeceğim güne hazırlıklı eyle.<br />
Hangi gündü, o gün bilinse yaşamak ne kadar tuhaf olurdu ve bir o kadar<br />
da anlamsız...<br />
Hamza iki gün sonra üniversite sınavına girmek için yola koyulmuştu. De-<br />
desi Osman Ağa’nın evindeydi. Sohbet Osman Ağa’nın yokluğunda güzeldi.<br />
Çilekeş Fatma kadın, imrene imrene torununu süzüyor:<br />
- Seni yaratana kurban olurum oğul, diyordu.<br />
Fatma kadın ne çok severdi, Hamza’yı. Yunus’un gölde kayboluşu ne za-<br />
man aklına düşse hüngür hüngür ağlardı. Belki de saçları onun için aklara<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
145
ürünmüştü. Az sonra çıkık göbeğiyle Osman Ağa teşrif etti. Dede Osman<br />
kalın bir hitapla:<br />
- Nereye gideceksin?<br />
- Sınavım yarın onun için Kayseri’ye gideceğim.<br />
- İlkini kazandın mı?<br />
- Evet<br />
- O kolaydı tabi.<br />
- Evet.<br />
Hamza kısa cevaplar veriyordu. Dede Osman Ağa ellerini göbeğinde bir-<br />
leştirip:<br />
-Sen boşuna sınava mınava girme kazanamazsın.<br />
- Nerden biliyorsun?<br />
- Köylü diyor, o adam olamaz bilmem ne...<br />
Hamza gülümsedi:<br />
- O zaman doğru söylemişlerdir, dedi ve yerinden kalktı. Saatine bakıp:<br />
- Geç kaldım ben gidiyorum.<br />
Ve söylediğini yaptı. Dili duadaydı:<br />
- Allah’ım sen emeklerin karşılığını verirsin, benim de emeğimin karşılığını<br />
ver, yanıltma, şaşırtma, zihnimi açık tut ve her zaman hayırlı olanını ver Al-<br />
lah’ım.<br />
Bu sefer yalnızdı Hamza, sınava gireceği okulun yerini öğrendi. Büyük<br />
parkın yanındaki telefon kulübesinde kararsızca bekliyordu. Ceplerini kontrol<br />
etti. Telefon numarasının yazılı olduğu kağıda dokundu, parmaklarının<br />
ucundaki küçük kağıda dokunmak bile istemiyordu sanki... Nihayet aldı, bu<br />
sefer elleri cebinde kilitlenmişti. Az sonra ahizeyi aldı, kâğıttaki numaraları<br />
süzdü.<br />
Hala kararsızdı otele mi gitseydi, ahizeyi yerine koydu. Eylül’ün kara göz-<br />
leri karşısına dikildi, kulübeden ayrılamadı. Yeniden ahizeyi kaldırıp kartı yer-<br />
leştirdi, bu sefer numaralar uçuşuyordu. Çeviremiyordu bir türlü, çevireme-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
146
diği gibi kulübeyi de terk edemiyordu. Neyden çekiniyor, neden arayamıyor-<br />
du, bir an düşündü. Evet Allah’tan korkuyordu. Yaptığı işin yanlış olabilece-<br />
ğinden çekiniyordu, ilerisi karanlık olabilirdi Eylül’ün. Yüreğindeki savaşı<br />
onun askerleri kazanabilirdi. Eylül’e olan tutkusu, günaha davetiye çıkart-<br />
maktan başka bir şey değil miydi yoksa?...<br />
- Hadisene kardeşim! Sesi ayılttı,<br />
Bakıp görmeyen gözlerini sesin geldiği yöne iletti, sesin sahibi haklı ola-<br />
rak sabırsızdı:<br />
- İşimiz gücümüz var, ne nazlanıyorsun, yarım saattir seni bekliyoruz, çe-<br />
vir çevireceğin numarayı defol git diyordu, sıradaki iki kişinin arkasındaki pa-<br />
la bıyıklı adam.<br />
Hamza cevap vermedi yarım kalan işini bitirmek için numaraları çevirdi.<br />
Telefona cevap veren Salih Efendi idi. Hamza’yı tanımakta zorluk çekmedi,<br />
memnunlukla karşıladı. Hamza’ya nasıl gelebileceğinin tarifini yaptı.<br />
Konuşma bitti ve Hamza soğuk soğuk terlerle kulübeyi terk etti. Bir saat<br />
gibi bir zaman sonra evi bulmuştu. Ayakları gitmek, yürümek bilmiyordu,<br />
sanki felç olmuştu. İlk defa karar mekanizması bocalıyordu. Gözleriyle ikinci<br />
katı süzdü. Ayaklarını zorladı, az sonra binanın basamaklarını geçmiş, kapıda<br />
bekliyordu. Vakit ikindiyi geçeli hayli olmuştu. O an için memnun olduğu tek<br />
şey namazını kılmış olmasıydı. Nihayet kapının ziline dokunabildi, az sonra<br />
kapı aralandı, bu Mevlüt’tü.<br />
- Aaa... Hamza abi.<br />
- Merhaba Mevlüt.<br />
- Buyur abi gel.<br />
Biraz sonra odada idi Hamza. Kısa birkaç soruya cevap verdi. Son olarak<br />
Mevlüt:<br />
- Birazdan Hüseyin abim gelir.<br />
Bakışlarını odanın renkli duvarlarında bıraktı Hamza. Bakışlarını bıraktığı<br />
yerde Eylül’ün resmi vardı. Bu bakışlar sahibine dönmüyordu. Dua etmek is-<br />
tedi:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
147
- Allah’ım...<br />
İlk defa bir duayı yarım bıraktı, dudakları da iradenin pençelerinden ken-<br />
dini koparmıştı. Bu mücadele kısa sürdü. Kapı ziliyle kendine geldi. Gelen<br />
Hüseyin’di. El sıkıştılar, hal hatır soruldu. Hoş geldin ve tanışma faslı sona<br />
erdi. İkramlar yapıldı. Mevlüt’e yaptığı son hitaptan sonra simasını Hamza’ya<br />
yönelten Hüseyin:<br />
- Bizimkiler senden çok bahsetti.<br />
Hüseyin, Hamza’nın sözlerindeki ahenge hayran kalıyordu. Hamza’nın ko-<br />
nuşması, konuşmasındaki tatlılık, bir saat önce tanışmalarına rağmen ona<br />
yıllardır tanıyormuş gibi yakınlaşmıştı.<br />
Hamza’nın dudaklarından süzülen sözler, Hüseyin üzerinde bir ırmak gibi<br />
izler bırakmaya başlamıştı. Ne kadar bilgisizdi.<br />
- Ben diyordu boşa yaşamışım, bunca zaman...<br />
Hamza soru sorarak, örnekler vererek konuşuyordu:<br />
- Söyle, Hüseyin diyordu: Sen, ben niçin ve neden yaşıyoruz? Her şeyin<br />
ama her şeyin bir sebebi var, bana sebepsiz bir şey gösterebilir misin? Soru-<br />
larıma cevap ver. Söyle kalem neden var, yazı yazabilmek için öyle mi veya<br />
hayvanlardan örnek vereyim bir inek, bir tavuk veya herhangi bir hayvan ni-<br />
çin var? Süt alamadığın ineği ne yaparsın, yumurta vermeyen tavuğu kes-<br />
mez misin? Bir ot bile sebepsiz değildir. Ya sen, ben, tüm insanlar niçin ve<br />
neden var? Ye, iç, yat öyle mi? Hayır... Kesinlikle hayır... Bir sebebi olmalı,<br />
hiç düşündün mü? Varsayalım ki tesadüf, peki bunca şeyi nasıl açıklayacak-<br />
sın, insanın nasıl var olduğunu? Hayvanları... Yumurtamı tavuktan çıktı, ta-<br />
vuk mu yumurtadan çıktı? Erkek mi kadından doğdu, kadın mı erkekten?<br />
Varsayalım yumurta tavuktan çıktı, peki tavuğun bir yaratıcısının olması ge-<br />
rekmez mi? Bu olay kadın ve erkek için de geçerlidir. Sonuç olarak çok bü-<br />
yük bir yaratıcının eseriyiz. Hiç bir şey sebepsiz var olmamıştır. Bizlerin de<br />
bir yaşama sebebi var, o nedir biliyor musun Hüseyin? Allah’a, büyük terbi-<br />
yeciye hakkıyla kul olabilmek.<br />
Diyeceksin ki kulluk dediğin nedir ki; nimetlerin sadece karşılığı. Nimet<br />
nimet der dururuz ama aklımıza gelmez, gören bir çift gözün de nimet oldu-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
148
ğu. Soruyorum; gözlerini, sana dünyanın en büyük servetini verseler verir<br />
misin? İşte sen ben o derece büyük nimetlere gark olmuşuz, bunları bize<br />
veren Rahman’ın emirlerine uymak, kulluk görevini belki bir nebze yerine<br />
getirmek sayılabilir.<br />
Kapı zili konuşmayı yarım bıraktı. Hüseyin’in gözleri dolmuştu. Titreme-<br />
mek için kendini zor tutuyor, utanıyor, kendi kendine hayıflanıyordu. Gitti<br />
kapıyı açtı:<br />
- Nerde kaldın, diye sordu. Bu Eylül’dü:<br />
- Ancak gelebildim.<br />
Odaya kadar duyulmuştu sesi, yine tatlı, yine narindi. Bu ses Hamza’yı<br />
kaybolduğu manevi duygulardan aldı. Hamza yine yargıladı kendisini, bu<br />
yargı heyecana dönüşmek için izin istedi, lakin bu istek reddedildi.<br />
Az sonra gülünce beliren gamzeleriyle Eylül odaya girdi. Bakışları yine<br />
can alıcıydı. Hamza o an için Azrail’i hatırlamak istedi. Narin ses bu hatır-<br />
latmayı engelledi:<br />
- Hoş geldiniz.<br />
Hamza’nın yüreğindeki fırtınadan habersiz dudakları:<br />
- Hoş bulduk.<br />
- Nasılsınız?<br />
- Hamd olsun iyiyim, sizi sormalı?<br />
- Biz de okulla uğraşıyoruz.<br />
Hamza’nın dudakları nihayet yüreğinde kopan fırtınadan haberdar olmuş<br />
zor konuşuyor:<br />
- Derslerin nasıl?<br />
- Biraz matematik dersleriyle sorunum var, o kadar.<br />
- Çalışırsan mesele biter.<br />
Hamza’nın yüreği, duygularına dar geliyor, kendinden korkuyordu. Aman<br />
Allah’ım ne zor şeydi bu... Az sonra Hüseyin’de geldi. Konu sınavdan açıldı.<br />
Hüseyin:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
149
- Nereyi düşünüyorsun?<br />
- ODTÜ, Bilgisayar mühendisliği.<br />
Eylül:<br />
- Orasının puanları çok yüksek, sen dershaneye de gitmedin, işin çok zor.<br />
Hamza:<br />
- Orası öyle ama, gel gör ki ben de gecemi gündüzüme katıp şerbet yap-<br />
tım ve sayısalı içtim.<br />
- Kendine güveniyorsun, bu çok iyi.<br />
Vakit akşam olmuş Salih Efendi de gelmiş, eksik kalmamıştı.<br />
Sevim hanım Hamza’nın şiir yazdığını biliyordu ve ondan şiir okumasını is-<br />
tedi. Bu isteğe tüm ev halkı katılınca Hamza hafızasını kurcaladı, tozu çırpıl-<br />
ması gereken bir şiire rastladı.<br />
Hamza şiir okuduğu zaman dinleyicilerin tüylerini diken diken ederdi, yine<br />
öyle olacaktı. Sevim hanımın:<br />
du.<br />
- Hadi dinliyoruz demesi, bir an için vazgeçtiği şiiri okumasına sebep ol-<br />
Sağına soluna bakındı, gözlerini tek noktada topladı. Hüznün birleştiği ses<br />
tonuyla şiiri okumaya başladı:<br />
Bir de benden dinle yıldırımların türküsünü,<br />
Coşkun, taşkın sellerin bıraktığı yaraları<br />
Yazmakla bitiremediğim yılan sürüsünü<br />
Bir de benden dinle karlı dağların öyküsünü.<br />
Ruhlarda zelzele, gözlerde heyelan ararsan,<br />
Yar da bak ben gibi biçarelerin yüreğine<br />
Gülüm gülüm diye inleyen sessiz kayalardan,<br />
Koparıp ta kendini teslim et bir gün denize.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
150
Bilir misin şaşı dünyanın nasıl baktığını ?<br />
Dünün gibi sen hayalden başka bir şey değilsin.<br />
Anlayamazsın kör toprağa nasıl satıldığını<br />
Mazin gibi sen masaldan başka bir şey değilsin.<br />
Yüz yıllık zevkini bir anlık acı unutturur<br />
Zamanı gelince solan çiçekten farkın ne ki?<br />
Gülü, laleyi, sümbülü bir gün kader kurutur<br />
Söyle bir avuç tebessümden başka farkın ne ki?<br />
Yoz yıllar çalar simanı götürür kendiyle<br />
Yalnızca kurumuş gül yaprağındaki hıçkırık<br />
Raks eder susamış zan yüreğinin heybetiyle<br />
Anlayamazsın gözlerine köşk kurarda yılgınlık.<br />
Sana da şart olacaktır elbet kefenleri sarmak<br />
Evvelkiler gibi seni de satar şaşı dünya<br />
Karşılığın tabut, hediyesi bir tutam toprak<br />
Nasıl oldu da gözlerin doydu hırsın var dıya.<br />
Biriktirmiş şaşı dünya isyankar tohumunu<br />
Bulmuş ki kahpe düzeni, saçtıkça saçıyor<br />
Kendisine köle,kul eylemiş Allah kulunu<br />
Sarmış nefisleri köpeklerine yal yapıyor<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
151
Köpeklerine yal yapıyor...<br />
Ortama sessizlik hakimdi, hepsi başını öne eğmiş, şiiri özümsüyordu. Son<br />
mısra... sanki onları anlatıyordu. "Yoksa bizim nefislerimizi de mi köpekleri-<br />
ne yal yapıyordu şaşı dünya?"<br />
Eylül "Yüz yıllık zevkini bir anlık acı unutturur." Mısrasını düşünüyordu.<br />
Gerçekten öyleydi. Yaşanan en güzel mutluluğu bir anlık acı silip atıyordu, o<br />
halde ne anlamı vardı yaşamanın. Evet dünya bir yalandan veya hayalden<br />
ibaretti, o halde sadece bugün vardı...<br />
Salih Efendi ve diğerleri Hamza’ya şiirden duydukları memnuniyetleri ilet-<br />
tiler. Salih Efendi, derin bir nefes aldı:<br />
- Ah... ah dedi; çocuklarını kastederek devam etti: Hamza’nın ahlakının<br />
ve bilgisinin yarısı şunlarda olsaydı benim önümden kimse geçemezdi. Helal<br />
olsun şu Hasan’a, her baba evladının senin gibi olmasını ister, herkes Hasan<br />
gibi evlat yetiştirseydi bu ülkede problem namına hiçbir şey olmazdı. Öve<br />
öve bitiremiyordu arkadaşı Hasan Ustayı.<br />
Hamza’nın kalbi adeta yontuluyor, gözlerine hakim olamıyor huzursuzlu-<br />
ğu artıkça artıyordu. Eylül’ün kara gözlerindeki tarifsiz ışıkta buluyordu ken-<br />
dini. Bakışlarını nereye çevirirse çevirsin, onun kara gözlerini görüyordu.<br />
Mantığın sorduğu sorulardan kaçamıyor, cevap da veremiyordu, dudakları<br />
cevap vermek istiyor dil bu isteği ısrarla reddediyordu. "Eylül beni sevdi mi,<br />
acaba?" Bu soruyu diline dökemiyor, bu da yüreğindeki sızıyı arttırıyor, fakat<br />
yine de, dilinden gönlünü saklıyordu. Tuhaflık görseydi Hamza’yı kıskanabi-<br />
lirdi.<br />
Odanın sıcaklığı balkonda hissedilmiyordu. Hüseyin susuzdu, İslam’a açtı.<br />
Hamza ikramda bulunuyor, Hüseyin’in susuzluğunu gideriyordu.<br />
Duvarla balkon demirinin arasına sıkıştırılmış, muhabbet kuşunun barın-<br />
dığı kafese takıldı Hamza’nın bakışları. Bu bakışlara bir şeyler anlatmak isti-<br />
yor gibiydi muhabbet kuşu, sağa sola sıçrıyor, kanat çırpıyordu. Bu bakışlar<br />
kuşun lisanını anlamaktan çok uzaktı. Az sonra Eylül de geldi, parmaklarını<br />
kafesin demir aralıklarından uzattı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
152
- Maviş, Maviş, Maviş diyordu.<br />
Eylül’ün güzel gözlerindeki bakış değişmişti. Hüseyin Hamza’ya hitaben:<br />
- Bazen konuşuyor.<br />
- Ne söylüyor.<br />
Eylül gülümsedi:<br />
- Kendi ismini, dedi ve mutfağa yöneldi.<br />
Çeşit çeşit renklere bürünmüş muhabbet kuşunun lisanını nihayet çöze-<br />
bilmişti Hamza. Kuş çırpınıyor, küçük kafesin içinde aşağı yukarı sıçrıyordu,<br />
renk renk kanatlarını açması nafileydi, çengeli anımsatan gagasıyla kafes<br />
demirine takılıyor, ara ara kafesin içindeki küçük aynada kendisini süzüyor-<br />
du, o da muhasebe içerisinde, anlaşılan sevgiyle karışık kızıyordu bir şeyle-<br />
re:<br />
- Neden bu kadar güzelim, benim hakkım değil mi serçe gibi özgür ol-<br />
mak, kırlangıç gibi semada coşmak? Güzelim, güzel olmamın mükafatı ka-<br />
feslere tıkanmak mı?<br />
Bu ara da Eylül balkona tekrar geldi. Yine ellerini Maviş’e uzattı. Hamza<br />
bakışlarını muhabbet kuşundan ayırmadan Eylül’e hitaben:<br />
sesle.<br />
-Maviş güzel, yalnız cezasını kendi çekiyor. Ya başkaları, dedi kısık bir<br />
O gece sabah olmak bilmemişti Hamza için. Ağır hareketlerle gitmeye ha-<br />
zırlanıyordu. Ev halkı kapı eşiğinde. Eğildi, ayakkabılarının ipini yeniden gev-<br />
şetti, Eylül’ün gözlerinde hala uyku saklanıyordu. Hamza bir an uykusunun<br />
geleceğini sandı. Belki de bir daha göremeyecekti o uykulu gözleri, zordu bir<br />
şeyleri diline alamamak, onu anbean hissetmek ve kararsız kalmak. Beyin<br />
diline hiçbir emir vermek istemiyordu, bu sefer devreye yürek girdi ve emri<br />
verdi dudaklar kapıda Hamza’yı bekleyen aileye son kelimeleri sarf etti:<br />
verdi.<br />
- Her şeyiniz İslam’ca olsun...<br />
Sınav manzaralarının ilkinden farkı yoktu. Hamza dualarla ikinci sınavı<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
153
Haftalar haftaları kovalıyordu. Hamza ikinci sınavla birlikte uzun marato-<br />
nu bitirmenin verdiği rahatlıkla köy işleriyle meşgul oluyordu. Buğdaylar, ar-<br />
palar bir bir elden çıkmış, samanlar yerini bulmuştu. Hasan Usta ise İstan-<br />
bul’daki işlerine devam etmiş, köy işlerini oğlu Hamza’ya bırakmıştı. Ham-<br />
za’da problemsizce işleri bitirip sınav sonuçlarını beklemeye koyulmuştu. Boş<br />
zamanı çoğalmış kitap okuyor, yeni yeni şiirler yazıyor, mana alemine dal-<br />
manın tadını damağında hissediyordu, bu his eylül ayına kadar devam etti.<br />
Nerden bilebilirdi beklenmedik bir hastalığın bedenine musallat olacağını...<br />
Bilemezdi, çetin bir elemin kaderine yazılı olduğunu. Gözlerinin karasında bir<br />
ağırlık kol geziyordu, halsizlik hali olmuştu, iştah namına bir şey kalmamış,<br />
zor yürüyor, güç bela ayakta durabiliyordu. Çilekeş anne, oğlu Hamza’nın<br />
nurlu simasına, bakıp bakıp ondan habersiz ağlıyordu, ana yüreği dayana-<br />
mazdı. Nasırlı elleriyle oğlunun üzerine battaniyeyi örtüp şefkatli bir sesle:<br />
- Neren ağrıyor oğul?<br />
Hamza zorların pençesinde:<br />
- Dert etme anne, yakında inşallah iyileşirim.<br />
Anne:<br />
- Oğul doktora götürsek...<br />
- Birkaç gün sonra iyileşme olmazsa giderim.<br />
Kelimeleri toparlayamıyordu Hamza. Üzerinde korkunç bir ağırlık hissedi-<br />
yor, konuşmak aşırı derecede zor geliyordu. Nihayet amcası Nazım’a haber<br />
gönderilip doktor getirildi. Hamza ne yiyebiliyor, ne de içebiliyordu, önceki<br />
gibi de konuşamıyordu.<br />
du:<br />
Orta yaşlı doktor, çıkıntısı ampulü andıran gözlüğünü düzeltip teşhisi koy-<br />
- Bursella... Çiğ veya iyi pişmemiş sütten, peynirden veya hasta bir hay-<br />
vanın etinden de bulaşabilir. Süt hasta bir hayvandan sağılmışsa ve bu süt-<br />
ten elde edilen gıdalardan da geçer. Vücut direncini kolaylıkla kaybedip bu<br />
hastalığa maruz kalır. Geçicidir, lakin uzunda sürebilir. Bol bol C vitamini içe-<br />
ren yiyecek ve içecek vermelisiniz. Ben gerekli ilaçları yazacağım. Bunları<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
154
düzenli olarak vereceksiniz, düzelme olmazsa hastaneye kaldırmamız gere-<br />
kir. Umarım çabuk iyileşir. Uzun sürerse ölüm ihtimaliyle karşılaşabilir.<br />
Doktorun sarf ettiği son cümle, çilekeş anneyi hırpaladı. Tasalara, evham<br />
karışıp yeis denizinde çare rüzgarı bekleyen çile sandalı mı olacaktı. Korka-<br />
rak sordu:<br />
- Kaç gün sürer?<br />
-Bilinmez, az sürerse bir aya varmaz iyileşir ama uzun sürerse altı ayı ge-<br />
çer. İyileştiği zaman eski sıhhatine kavuşur. Ama tahminim çabuk iyileşir,<br />
bünyesi kuvvetli, verdiğim ilaçları düzenli olarak kullanın.<br />
Doktorun sıraladığı cümleleri, hüzünlü annenin kulağı duymuyor, gözlerini<br />
oğlundan ayıramıyordu. Biraz sonra amca Nazım ve doktor gitmişlerdi. Yu-<br />
nus Emre ve gözü yaşlı anne Hamza’nın baş uçundaydı.<br />
Hamza konuşulanları duyabiliyor, karşılık vermekte zorlanıyordu. Zira ko-<br />
nuşmak kendisine hastalığından daha ağır geliyordu.<br />
Köylü Hamza’nın hastalığını duymuştu, çoğunluk önemsememişti, kimile-<br />
riyse seviniyordu. Tıpkı muhtar Tahir Ağa gibi... Kalın sesiyle yine kükrüyor-<br />
du:<br />
- Hımmm... Eşşoğlusu, Allah nasıl verir belanı, babandan büyük adama el<br />
kaldırırsın he... diyordu.<br />
Sarmaşık bitkilerini anımsatan sarı saçının üstündeki eskimiş kasketin to-<br />
zunu çırptı. Omuzu sekiz ay olmasına rağmen hala sızlıyordu. Her sızlama-<br />
sında başını sallayarak:<br />
- Elime bir düşse, diyordu Hamza için.<br />
Hamza’nın hastalığı tüm şiddetiyle kendini göstermişti. Aklı hastalıktan<br />
çok sınav sonucundaydı. Kazanırsam bu halde bile kayıt yaptırırım, dondu-<br />
rur, iyileştikten sonra devam ederim, diye düşünüyordu, lakin kıpırdamaya<br />
dermanı yoktu. Arkadaşlarını düşündü, bu işlerden anlayan biri dahi yoktu,<br />
anlayanlar gurbette idi, dedesi ve amcası geldi aklına, onlarsa çoktan ver-<br />
mişlerdi kazanamaz hükmünü. Babası İstanbul’da, ona haber ulaştırana ka-<br />
dar müracaat tarihi çoktan geçerdi, sonra hasta olduğunu da bilmiyordu. Ne<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
155
pahasına olursa olsun, gerekirse sürünerek gidip kayıt olmalıyım, diye dü-<br />
şüncelerini noktaladı. Postacı salı günleri köye gelmekteydi.<br />
Hamza cesedi anımsatıyordu, kendi haline mi yanaydı yoksa sınav so-<br />
nuçlarının eline ulaşıp ulaşmamasına mı?<br />
Nihayet salı günü Mavi bir taksi muhtar Tahir Ağa’nın evinin önünde dur-<br />
du. Çember alınlı biri. Elindeki mektuplarla Tahir Ağa’nın kapısını çaldı. Bu<br />
postacıydı. Muhtarın genç kızı Zekiye kapıyı açtı:<br />
etti:<br />
- Buyurun abi.<br />
Kapıda bekleyen orta yaşlı postacı göz işaretiyle elindeki mektupları ima<br />
- Baban evde mi?<br />
- Evet, buyurun içeri girin, bir kahvemizi için. Az sonra Tahir ağanın sesi<br />
duyuldu:<br />
- Gel Arif, içeri gel.<br />
Biraz sonra postacı Arif, Tahir Ağa’nın evinde kahvesini yudumluyor, köy<br />
muhtarı Tahir ağaya, elindeki kâğıtları imzalatıyordu:<br />
- Efendim sizin köyün gençleri, civar köylerin gençlerinden efendi, sonra<br />
halkı da misafirperver.<br />
- Öyledir öyledir, dedi.<br />
Bir yandan mektupları kontrol eden muhtar Tahir Ağa balkonda oturan<br />
oğlu Yavuz’a hitaben:<br />
- Yavuz, bekçi Mehmet’i çağır, dağıtsın şunları.<br />
- Bana var mı baba?<br />
- Bırak gevezeliği şu bekçiyi çağır.<br />
- Tamam.<br />
Tahir Ağa:<br />
- Ee Arif daha nasılsın, dedi gözleri bir anda büyüyen Tahir Ağa.<br />
Elindeki Hamza’nın ÖSYM sonuç belgesiydi. Gözlerinin büyüklüğü kay-<br />
bolmadan, üzerine oturduğu minderin altına soktu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
156
Az sonra saçlarının rengi solmuş, edepli bekçi Mehmet’te geldi:<br />
- Selamün aleyküm.<br />
Selamı Postacı Arif aldı. Tahir Ağa:<br />
- Kızım, bir kahvede Mehmet amcana yap, deyip bekçi Mehmet’e elindeki<br />
bir avuç mektubu vererek:<br />
- Al bunları, sahiplerine ulaştır, dedi.<br />
Gıybetten başka bir şey olmayan sohbetlerini bitirdiler. Postacı yoluna,<br />
bekçi Mehmet işine koyuldu.<br />
İçin için sevinerek ve iştahla odaya yeniden gelen Tahir Ağa:<br />
- İşte elimdesin, diye mırıldanarak az önceki minderin altına koyduğu<br />
Hamza’ya gelen belgeyi elline aldı. Yıllardır beklediği bir haber varmış gibi<br />
büyük sarı zarfı açtı.<br />
İlk baktığı yer Hamza’nın kazandığı okulun isminin yazıldığı yerdi. Tahir<br />
Ağa’nın kalın dudakları okudu:<br />
- Orta Doğu Teknik Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği. Hamza’nın yıllar-<br />
dır hayalini kurduğu cümleler Tahir Ağa’nın dudaklarındaydı.<br />
- Vay eşşek oğlu vay! Kafası da çalışırmış, diye mırıldandı.<br />
Bunu kimse bilmemeliydi. Yoksa herkes onu överdi ve hala hasta olması<br />
benim için bir avantaj, diye düşünüyordu Tahir Ağa. Ne yapmalı araştırabilir<br />
mi? Öğrenirse ne yapar? Müracaat tarihini okudu:<br />
- Yirmi iki eylülden sonra yapılan başvurular geçersizdir.<br />
Evet bu süre içerisinde iyileşebilmesi zor. Bugün ayın on ikisi, on gün<br />
kalmış umarım şans bu sefer benden yana olur, diye düşünerek zarfı ceke-<br />
tindeki sigara paketinin yanına koydu.<br />
Vakit akşamı geçmiş. Muhtar Tahir Ağa’nın evinde hazırlık vardı, İmam<br />
Şefik’e misafir olacaklardı. Telaşlı bir sesle Tahir Ağa:<br />
- Avrat kısmı değil mi? Hadin bre...<br />
- Bekle herif öldün mü? Hocaya süt koyuyorum.<br />
Zekiye:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
157
- Ben hazırım anne!<br />
- Şu sütü al!<br />
Gece karanlığına yeniden bürünürken, Tahir Ağa ve ailesi, imamın evinde<br />
misafirdiler.<br />
Yavuz cesaret edip gelememişti. Aileler bilmiyordu neden gelmediğini,<br />
gitseydi Büşra yüzüne tükürebilirdi. Sahtekar dudakları her zamanki gibi:<br />
- Ulan Hamza, şimdi hastaymışsın geberirsen benden fazla sevinenin ol-<br />
maz, diyordu.<br />
Tahir Ağa ve imam sohbeti koyulaştırmışlar, vaktin ne çabuk yatsıya gel-<br />
diğini anlamamışlardı bile. Saatini kontrol eden İmam Şefik:<br />
- Ezan saati de gelmiş, abdest alalım.<br />
Tahir Ağa yapmacık:<br />
- İyi olur, dedi. Büşra’nın eşliğinde koridora çıktılar,<br />
Tahir ağa ceketini koridordaki musluğun çaprazına düşen çiviye astı, ab-<br />
destler alındı. İmam:<br />
- Buyur Tahir ağa.<br />
- Hadi bismillah.<br />
İmamın evinde kadınlar kalmış, Zekiye ile Büşra mutfakta, bir yandan yı-<br />
kanan bulaşığı raflara diziyorlar, diğer yandan da sohbet ediyorlardı. Zekiye:<br />
- Duyduğuma göre ablan nişanlanıyormuş.<br />
Büşra nemli sesiyle:<br />
- Yakında düğün yapacağız, senin yeni haberin oluyor.<br />
- Yok ya!<br />
- Evet.<br />
Zekiye:<br />
- Sana da dünür düşmüşler.<br />
- Evet amcamın kayını Sabri midir nedir? Mikrop.<br />
- Neden, öyle diyorsun kız?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
158
- Sinir oluyorum.<br />
- Yakışıklı, iş sahibi, hem de şehirlerin en güzelinde evi var.<br />
- Benim gözüm yok onlarda, dedi güzel kız Büşra, yine efkara büründü.<br />
Konu evlilikten açılınca aklına birisi geldi. Yeni müptelası olduğu sigarayı Ze-<br />
kiye’ye çıtlattı:<br />
- Sigaran var mı?<br />
- Dün vardı ama şimdi yok...<br />
Büşra:<br />
- Yapma! Ne kötü dedin!<br />
Elindeki bardağı musluğun altına tutan Zekiye:<br />
- Sen bu kadar aramazdın.<br />
- Son bir aydır çoğalttım.<br />
Zekiye birden neşelice:<br />
- Büşra babamın ceketi hala koridorda mı?<br />
- Evet.<br />
Elindeki tencereyi tezgaha koyan Zekiye:<br />
- Onun cebinde vardır iki dal alalım.<br />
- .................................<br />
- Ama benim ellerim ıslak, haberi olursa?<br />
- Sen ceketi getir.<br />
Büşra narin elleriyle Tahir Ağa’nın ceketini çividen aldı ve mutfağın kapı-<br />
sına kadar getirdi. Ceketi ters tutmuştu, mutfağın kapı eşiğine iki büklüm<br />
olmuş geniş bir zarfla sigara paketinin düştüğünü gördüler. Zekiye tedirgin:<br />
- Kız daha ceket tutmasını bilmiyorsun.<br />
- Dalgınlığıma geldi.<br />
Zekiye’deki tedirginlik azaldı:<br />
- Koy geri cebine şu koca zarfı, sigaradan da iki dal al, aman ceketi yine<br />
aynısı gibi as oynandığından haberdar olmasın, dedi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
159
Büşra sigaradan iki dal almış, zarfla beraber sigara paketini koymak üze-<br />
reydi ki, yeşil gözleri Hamza’nın soy isminin son harflerini gördü, merak ha-<br />
kim oldu, kağıdı biraz daha araladı. Zekiye:<br />
- Hadisene Büşra biraz acele et.<br />
Büşra donmuş kalmıştı. Zekiye:<br />
- Ne bu halin kızım?<br />
Büşra zarfı açıp tamamen okudu. Korkulu gözlerle Zekiye’ye bakıp sordu:<br />
- Bu babanda ne geziyor?<br />
- O ne?<br />
- Hamza’nın sınav sonuç belgesi.<br />
Zekiye şaşırdı, kızardı, nasıl bir açıklama yapacağın bilemedi, ıslak ellerini<br />
silip bir de o kontrol etti.<br />
- Bilgisayar mühendisliği, dedi korkuluca.<br />
Zarfa baktı yine mırıldandı:<br />
- Hamza Zoroğlu.<br />
- ............................<br />
- Koyalım yerine herhalde Hamza’ya verecek, postacı bugün getirdi.<br />
Siyah rengin hakim olduğu ceketin yan cebine sigarayla birlikte zarfı da<br />
koyup onun yine aynı şekilde yerine astılar.<br />
İkisinin de aklı ordaydı, ikisi de çekiniyordu Hamza hakkında konuşmaya.<br />
Büşra, Zekiye’nin kardeşine ve babasına Hamza’nın neler yaptığını biliyor ve<br />
Hamza’yı haklı buluyor, fakat Zekiye’yi üzmek istemediği için olayla ilgili ko-<br />
nuşmamayı tercih ediyordu. Zekiye ise Hamza’nın yaptıklarını Büşra ile pay-<br />
laşıp küçük düşmek istemiyordu. Lakin Hamza’yı haklı olarak biliyordu, bunu<br />
hiç kimseye söylememişti. Bir an için zamanının geldiğini düşündü:<br />
- Şu Hamza bizimkilere ne yaptıysa haklı.<br />
Büşra sigarasını kavisli kiraz rengindeki dudaklarından aldı:<br />
- Anlatılanları duyduk.<br />
Zekiye:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
160
- Şu abim olacak varya...<br />
- Ona az bile yediği dayak, dedi Büşra.<br />
Büşra’nın yeşil gözlerinde, kışın yaşanan o kavgadan sonra Hamza daha<br />
da büyümüş, ona olan tutkusuna gem vuramıyordu. Bir anda aklına korkunç<br />
olarak nitelendirdiği bir şeyler geldi:<br />
- Ya Hamza’ya bu kağıdı vermezse, nerden bilecek kazandığını ve şu an<br />
hasta. Baban bunu fırsat bilir, ne de olsa omuzunu kırmıştı Hamza.<br />
sıydı:<br />
Zekiye bir an için unuttuğu gururunu yeniden hatırladı, ne de olsa baba-<br />
- Yok kız yok, ona sürpriz filan yapabilir.<br />
Dışarılardan gelen sesler, ikisini de telaşlandırdı, sigara dumanını kovmak<br />
için pencereleri açtılar, mutfağın ışığını söndürüp apar topar, diğer odaya<br />
geçtiler.<br />
Gürültü ve neşeyle geldiler Tahir Ağa ve İmam Şefik, yine gıybetin esare-<br />
tinde saltanat sürdüklerini sanarak. Sohbetleri aynı şekilde devam etti, çay-<br />
lar demlendi, naralar atıldı. Ta ki gözlerindeki uykunun selamı gelene dek,<br />
nihayet misafirlik bitmiş, iyi niyet dilekleriyle Tahir ağa ve ailesi evlerine yö-<br />
nelmiş, uykuya gönderdiğin selamı aldık demişlerdi. O gece Büşra’nın endişe<br />
ve kaygıdan güzel gözlerine uyku girmemişti. Çeşit çeşit korkular aklına<br />
düşmüş onu uyutmamışlardı.<br />
Sabah, muhtar Tahir Ağa’nın elinde sigarasını yaktığı çakmak ve dün ce-<br />
bine koyduğu zarf olduğu halde, riyakar dili:<br />
- Ben ne yapacakmışım görecek p... diyordu.<br />
Zekiye babasının yapabileceklerini sezmiş, gizli gizli onu takip ediyordu.<br />
Tahir Ağa evinin geniş balkonunda oturduğu tabureden kalkıp, çakmağı çak-<br />
tı. Hamza’nın o kış günü kendisini bahçe duvarına çarptığını hatırladı, omuzu<br />
yine sızladı. Mırıldandı:<br />
- Kimse görmedi kimse bilmiyor...<br />
Yanan çakmağı ucundan tuttuğu kağıda yaklaştırdı, kâğıt yanmaya başla-<br />
dı, gözleri yanan kağıdı görmüyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
161
- Hamza... Hamza... İşte benden korkulur, ben böyle yaparım, diyordu.<br />
Hafızası ve gözleri hala o kış günündeki çırpınışındaydı. Hamza’nın hınç<br />
dolu gözlerini görüyordu, o eller çelik gibi sarmıştı yakasını, kurtulamıyordu,<br />
o kadar kişinin gözleri önünde bayılıp gitmişti.<br />
Yanan kağıdın, parmağını önce ısıtıp sonra da yakması Tahir Ağa’yı hem<br />
sıçrattı, hem de ayılttı:<br />
- Ufff... ulan Hamza, kâğıdın bile bana zarar veriyor.<br />
Kızı Zekiye’nin kızgın bakışları altında, sızlayan omuzunu tutarak kalktığı<br />
tabureye yeniden oturdu.<br />
Hafif esen rüzgar Hamza’ya gelen belgenin küllerini acımasızca savurdu.<br />
Ama şimdi hafif esen bir eylül rüzgarı, sağa sola sürüklüyor, küçük parçacık-<br />
ları kollarına alıp yok ediyordu. Hamza görseydi belki de sadece gülerdi acı<br />
acı.<br />
Hamza hala cesedi andırıyordu; ilmiyordu, yıllarını tükettiği, gündüzler<br />
yetmeyip gecelerin de dahil olduğu, varsa yoksa o dediği, koca bir emeğin<br />
kendisinden nasıl saklandığını. Hayalin gerçekleşip de yeniden hayale dö-<br />
nüştüğünü, elinin kolunun bağlandığını, onca gecenin sabahının doğarken<br />
kaybolduğunu, yıllardır dilinde şarkı ettiği, sonuç belgesinin münafık bir in-<br />
san tarafından nasıl yakıldığını bilmiyordu...<br />
Çilekeş anne oğlunun baş ucunda, elinde peşkir, hüzünlü gözlerle oğlu<br />
Hamza’yı süzüyor. Allah’a vaatlerde bulunuyor. Hüzünlü sesiyle inliyordu:<br />
- Nasıl oldun oğul?<br />
Hamza’nın dudakları adeta kilitli:<br />
- İyiyim...<br />
Hamza’nın göz kapakları açılmıyor, onun bir mum gibi ağır ağır eridiğini<br />
hissediyordu. Annenin nasırlı ellerindeki kaşıktan uzatılan çorba çizik dudak-<br />
larından kayıyordu.<br />
Anne:<br />
- Aç oğlum ağzını.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
162
Hamza azalmış gücünün tamamını kullanıp çorbayı yudumlamak istese<br />
de, çorbanın bir kısmı dudağından kayıyordu. Hiç şaşırmıyordu acizliğine...<br />
Hamza on gündür ölüden farksızdı. Annenin olağan üstü çabaları ve gay-<br />
reti onu adeta ölümden esirgiyordu. Bu yürek ana yüreği değil miydi? Ha<br />
evlat hastaydı, ha kendi... Sanki oğlu Hamza’nın düştüğü eleme kendisi<br />
düşmüştü. Hamza ne zaman güç bela gözlerini açsa annesinin yaslı yüzünü<br />
ve ıslak gözlerini görüyordu, kendinden çok annesine üzülüyordu, sırf annesi<br />
için bir parça da olsa iyileşmeyi diliyor, bunun için de kalbinin diliyle Al-<br />
lah’tan bir şeyler istiyordu. Bu istekler belli belirsiz dualardı:<br />
- Ya Rabbi, sen verdin bu derdi sen kaldır, kaldır ki annem sevinsin, kal-<br />
dır babam için, senden gelen her şeye razıyım. Hamza’nın nurlu yüzünde ıs-<br />
tırap yumak yumak, hala isyan etmemiş, halini soranlara kısık ve bitkin bir<br />
sesle:<br />
- İyiyim... diyordu. Gün gibi ortadaydı perişan hali, bir ölüden tek farkı<br />
nefes alıyor olması idi, buna rağmen iyi olduğunu söyleyebiliyordu. İçin için<br />
eriyordu Hamza. Kalbi annesinin haline dayanamıyor sükut alemindeki sesiz<br />
dualara sarılıyordu:<br />
- Sırf anam için sağlığıma kavuştur Ya Rabbi.<br />
Birkaç gün sonra annenin gözleri, bir hafta sonra da tebessümü unutan<br />
siması güldü. Hamza yirmi yedi günlük elemden Allah’ın izniyle yeni yeni sıy-<br />
rılmaya başladı. Bu süre içerisinde kalbiyle namaz kılmak için çaba sarf etti.<br />
Özenle serdi anne, oğlunun seccadesini... Dürüst ve yalansız dili attığı her<br />
adımda Allah’a hamdlerde bulunuyordu. Her geçen gün kendisini biraz daha<br />
toparlıyordu. Hamza’nın iyileşmesine sevinen kadar sevinmeyenler de ol-<br />
muştu. Bir telaşa kapılmış olan Tabir Ağa’nın küfürbaz dili ara ara mırıldanı-<br />
yordu:<br />
-Ya araştırır, öğrenirse?<br />
Haftalar birbirinin peşi sıra gelmiş, ayları oluşturmuş, ekim akıp kasım da<br />
kaybolmuştu. Hamza her geçen gün eski sıhhatinde olma yolunda ilerliyor.<br />
Girdiği sınavın neden sonucu gelmemişti bunun muhasebesini yapıyordu.<br />
Sorularına cevap bulmakta güçlük çekiyordu. Yoksa kazanamadım mı? Yo<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
163
hayır sınavın ertesi günün gazeteler cevapları vermişti, kendi cevaplarıyla<br />
karşılaştırmış, sonuç çok çok iyi idi. Birden gözlerindeki saflık kayboldu:<br />
- Yoksa... dedi, Tahir Ağa. Araştırmam gerek.<br />
Köylü Hamza’nın kazanamadığını öğrenmişti:<br />
- Göz boyamış.<br />
- Tembeldi zaten.<br />
- Ben demedim mi, o adam olamaz?<br />
- Çok çalışıyordu fakat kafası kalınmış, gibi hükümleri daha da rahat sarf<br />
etmeye başlamışlardı.<br />
Dede Osman Ağa sanki torununun kazanamadığına sevinmişti:<br />
- Ben demedim mi sana, bak o kadar masraf boşa gitti.<br />
Hamza’nın kaygısı büyük gibi görünse de asıl kaygısı babası içindi. Onu<br />
sevindirememişti. Tahir Ağa’dan önce ÖSYM’ye sormalıyım, diye düşündü.<br />
Sonucu öğrense bile müracaat tarihi çoktan geçmişti. Yoksa kazanamamış<br />
mıydı, bazen kazanamayana sonuç göndermezlerdi.<br />
Başını öne eğdi. Çeşit çeşit düşünceler örümcek ağı gibi kuşatmıştı etrafı-<br />
nı, neyi nasıl yapacağına karar vermekte zorlanıyordu. Aklına emekleri, uy-<br />
kusuz geceleri geliyor, hayalleri dağ gibi dikiliyordu karşısına.<br />
Bekçi Mehmet aklına geldi, ona sormalıydı, bulsa bulsa santral binasının<br />
ön kısmına yükselttikleri serpme betonlarda bulabilirdi. Köşe başlarına bakı-<br />
narak, endişe yüklü düşüncelerle aramaya koyuldu. Aradığını bulması uzun<br />
sürmedi. Fazla tıraş olmaktan yüzünün derisi eskimişti bekçi Mehmet’in. Sa-<br />
bah akşam tıraş olurdu, inandığı bir olayı kesin bilir, fikirlerini kesinlikle hiç<br />
kimse değiştiremezdi. Bekçi Mehmet’in inadı katırların gıpta edeceği kadar<br />
büyüktü, biraz da eski topraktı, işini sağlam yapardı. Birinci sigarası içerdi<br />
her çekimden sonra buruşmuş dudaklarında toplanan tütünleri birkaç defa<br />
tükürürdü. Yine santral binasının ön kısmında elli dörde gelen yaşının saatle-<br />
rinden birkaçını harcıyordu. Hamza’nın gelişini fark edip verdiği selamı aldı:<br />
- Ve aleyküm selam.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
164
Hamza çaresiz sordu sordu, Mehmet Ağa’nın bildiği yok. Son olarak bekçi<br />
Mehmet renkten renge girmiş cüzdanını çıkarttı, küçük bölümlerine göz attı,<br />
kendisi gibi cüzdanı da eskimişti. Nihayet postacının telefonunun yazılı oldu-<br />
ğu kağıdı buldu ve Hamza’ya verdi. Hamza bir akşam, postacıyı aradı, ama<br />
nafile, postacı Arif hatırlayamadığını söylemiş, Hamza’nın elini kolunu bağ-<br />
lamıştı. Hamza moralsiz telefonu kapadı. Sonucu öğrense ne yapacaktı... O<br />
kadar emek, o kadar çaba... yine de öğrenmek istiyordu. Bir yolu daha vardı<br />
ÖSYM’ye dilekçe yazmalıydı. Ta ki cevap gelene dek yazmalıyım, diye nokta-<br />
ladı düşüncelerini...<br />
İmam Şefik’in büyük kızı Neslihan yuvadan uçmuştu. O, hanımı ve diğer<br />
çocuklarıyla sohbet ediyor, atıp tutuyordu:<br />
- Şu Hamza var ya.<br />
- Ne olmuş Hamza’ya, dedi karısı Hacer.<br />
- Hani çok çalışıyordu, kazanamamış.<br />
Hacer hanım üzgün:<br />
- İsterdim ki o delikanlı başarsın, ona imreniyorum, efendi, ahlaklı, akıllı.<br />
- Bırak hanım o ne canavar bilir misin?<br />
- Ne kızlarım ne de ben onun hiç bir kötülüğünü görmedik.<br />
İmam da mutlu:<br />
- Gördün ya kazanamadı, üç ay önce kazanır diyordun.<br />
- Masum bir insan. Şimdi ne yapacaksa!<br />
İmam Şefik alay kokan bir yılışma ile:<br />
- Çoban olacak o masum dediğin canavar.<br />
Büşra anne ve babasını dinliyor ve kendine zor hakim oluyordu, bir hınçla<br />
odayı terk etti. İmam Şefik:<br />
- Ne derdi var bu kızın...<br />
Şirin Hacı Paşa köyü ocak ayıyla kışa, mart ayıyla da bahara başladı. Ni-<br />
san ayı nasıl bitti anlaşılmadı mayıs yeni yeni kendini gösteriyor. Şirin köye<br />
çoban lazım, sezon yedi ay, sadece çobanlar bilir çobanlığın nasıl olduğunu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
165
Hamza ilk defa annesini dinlemedi, zor da olsa onu ikna etti. Ve çobanlık<br />
yapmaya karar verdi.<br />
Hamza’nın huyu olmuştu postacıyı takip etmek, yedi aydır her hafta di-<br />
lekçe yazıyordu. Nihayet postacı Arif gelmiş Tahir Ağa’nın evinin önünde bir-<br />
çok mektupla taksiden indi. Bekçi Mehmet Hamza’nın peşi sıra postacının<br />
yanına geldi. Selam ve hal hatırdan sonra postacı Arif elindeki mektupların<br />
içinden büyük olanını çıkarıp Hamza’ya uzattı:<br />
- Al sana ÖSYM’den mektup, yine mi girdin?<br />
Hamza’nın aylardır gülümsemeyen yüzünde tebessüm belirdi. Postacı<br />
Arif’e baktı:<br />
- Hayır, geçen sene beynim çalıştı vücut yedi; şimdi de bedenimin çalış-<br />
ması ve para kazanması gerekiyor.<br />
Bekçi Mehmet:<br />
- Çoban olacak.<br />
Postacı Arif şaşırdı ve gülümsedi:<br />
- Ciddi mi?<br />
Bu ara muhtar Tahir Ağa geldi. Hamza’yı görünce yüzünü buruşturdu.<br />
Kulağıma gelenlere göre çobanlığa talipmiş, keşke doğru olsa da şu ite ver-<br />
sem iyice sürünse, kolay sanıyor çobanlığı, diye düşündü. Hala kinliydi Ham-<br />
za’ya.<br />
Postacı yanlarına yeni gelen Tahir Ağa’nın selamını aldı:<br />
- Şu delikanlıya çobanlığı ver, dedi.<br />
Tahir Ağa Hamza’yı süzdü, uzun zamandır konuşmuyorlardı, hiç bir şey<br />
yokmuş gibi sordu:<br />
- Çoban mı duracaksın?<br />
Hamza’nın aklı avuçlarındaki kâğıtta:<br />
- Evet.<br />
Tahir Ağa muhtarlığın verdiği yetkiyle<br />
- Haftaya salı hazır ol, ne istersen iste.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
166
Kendisinin koyunu yoktu, ne de olsa hiçbir ücret ödemeyecekti. Hamza<br />
postacının yanından ayrıldı. Kara gözleri ellerindeki zarfta. Ağır ve düşünce<br />
yüklü adımlarla evine doğru yürüyor, elleri titriyor, korkuyordu zarfı açmaya.<br />
Evlerinin ön kısmındaki geniş yapraklı dut ağacının altına oturdu. Tek başı-<br />
na, ıslanmaya hazır gözleriyle süzmeye zarfı başladı. Hala açamıyordu, ora-<br />
daki cevap ne olursa olsun, hayatına bir etkisi olmayacaktı, buna rağmen<br />
sonuç kendisi için önemliydi, bir türlü parmakları zarfı açamıyordu, anlaşılan<br />
beyin aç emrini vermiyordu. Yoksa o da mı Hamza gibi korkuyordu.<br />
Nihayet özenle zarfı açtı, aradığı cümleyi buldu:<br />
- O. D. T. Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliğini kazandınız.<br />
Hamza, acı acı gülümsedi, gözlerine hakim olamadı. Şakağından sonra<br />
elindeki kağıda gözyaşları akmaya başladı. Emek, çaba, gayret, yıllar ve Al-<br />
lah için kurulan bir hayal... Gözyaşı içinde kağıda bakıyordu Hamza. Islak<br />
dudakları şeytana hitaben:<br />
- Ey! Seni lanetlenmiş koca iblis; değil gençliğim, ömrüm kazılsa ben yine<br />
de isyan etmeyeceğim, işte dinle Rabbim’e haykırışımı:<br />
- Allah’ım, üzüldüğüm, ağladığım, hepsi senin için, isterdim ki büyük<br />
mevkilere gelip, seni daha geniş topluluklara hatırlatayım, senin rızan için<br />
mücadele edeyim, senin dinine yan bakanlara hakikati göstereyim, bir ço-<br />
banla, mühendis arasında senin yanında fark yoktur. Ve şunu iyi biliyorum<br />
Allah’ım! Hakkımda böylesini hayırlı gördün, alnıma bunları yazdın, sana bin-<br />
lerce şükür ki bana iman nasip eyledin, küfre düşürmedin, kaderime razıyım,<br />
senden gelen her şey kabulümdür Allah’ım...<br />
Hamza peygamber mesleğinden tatmaya başlamıştı artık. Fartasar Da-<br />
ğı’nın eteklerinde yalnızlığın gölgesinde yaşıyordu. Bir sürü koyunla, sessizli-<br />
ğin getirdiği duygu seline baraj örüyordu. Bu barajla beraber terbiye etmek<br />
için uğraştığı ruhunu daha da yüceltiyor, Rasülullah’ın yaşadıklarının belki bir<br />
nebzesini de ben yaşıyorum düşüncesinin verdiği teslimiyet duygusunu bü-<br />
tün azalarında hissediyordu.<br />
Yaz mevsiminin girmesiyle beraber, geceleri dağda yatmaya başladı. Ka-<br />
ranlık hünerlerini gösterirken, sabır denen kavramda icraatlarını gösteriyor-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
167
du. Büyük bir sabır işiydi çobanlık, zor yanı çoktu. Önemli olan ahlakın ve di-<br />
lin tatlılığını bozmadan yedi ayı bitirebilmekti. Yağmur iki aydır her gece<br />
durmaksızın yağmış, gündüzleriyse rüzgar bıçak gibi keskin esmişti. Havalar<br />
yazla beraber ısınmış koyunlar etlenmeye başlamıştı. Hamza zor günleri at-<br />
latmıştı. Artık gecelerde ahenk vardı. Kurt ulumaları koyunlardan çok Ham-<br />
za’yı rahatsız etse de Cemil Ağa’nın iki köpeği dört gözle sürünün etrafını<br />
kolaçan ediyordu. Sürü sabahın geç saatlerinde köye inip, öğle geçince ye-<br />
niden dağa çıkıyordu. Hamza’nın dudakları her gün Yasin Suresini konuk<br />
ediyor, sürüyü yegane sahibi olan Allah’a emanet ediyordu. Dağda durduğu<br />
süre içerisinde en çok yalnız başına kıldığı namazları sevmişti. Her tekbir alı-<br />
şında Rasülullah’ın hadisi şerifini hatırlıyor, adeta bunu yaşıyordu. “Müslü-<br />
man kırlarda namaz kıldığı zaman, bunu gören melekler, arkasında saf du-<br />
rurlar." hadisi şerifini kıldığı yatsı namazında yine yaşamış, melekleri kendi-<br />
siyle beraber hissetmişti.<br />
O gece Guruca Dağı’ndaydı. Kaynayan çayı ocaktan uzaklaştırıp demledi,<br />
koyun sürüsü dağın yamaçlarına dağılmış karnını doyurmakla meşgul, köyün<br />
ışıklarını karanlık sarmış, sigara ateşi kadar küçülmüştü. Az ilerisindeki kö-<br />
pekleri çağırdı, kuyruk sallayarak geldi kangallar, gecelik istihkaklarını aldı-<br />
lar.<br />
Karanlıkla uyum sağlayan ve zor zanaat seçilebilen atı Yunus’u, keskin bir<br />
yarım ıslıkla uyardı. Otları gevelemeyi bırakan at sahibinin yanına kadar gel-<br />
di. Az sonra Hamza’nın ensesini yalıyordu. Hamza dirseğini, yere serilmiş<br />
keçeye dayayarak yarım bir oturuş şekli aldı. Çayını yudumlayıp:<br />
- Ne dersin Yunus, bu koyunları nasıl toplayacağız, diyordu. Konuştu ko-<br />
nuştu son söz olarak da:<br />
- Bu gece çok karanlık umarım seni ürkütmüyor, buranın cinleri meşhur,<br />
deyip gülümsedi. Yunus’a şiirler okumaya başladı. Az sonra Yunus’un kiş-<br />
nemesi Hamza’yı susturdu:<br />
- Biliyorum şiirden de bıktın.<br />
Çay içmek için yaktığı ateşin son közleri de soğumuştu. Saat gece yarısını<br />
geçeli epey olmuştu, sağını solunu kolaçan etti. Bir an için yakın sayılmayan<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
168
Sümengen Tepesi’ndeki bir velinin kabrini ziyaret etmeyi düşündü, sürünün<br />
bir ucu da oraya yaklaşmaktaydı, zaten koyunlar gece fazla dağılmaz birbiri-<br />
ni takip ederdi.<br />
Nallarını yenilemeli, dedi ve atına binerek biçimsiz dağ yolundan<br />
Sümengen Tepesi’ne yöneldi. Yamaçtan ve dağın sema ile birleştiği mevkile-<br />
ri görebiliyordu, zaten gözleri karanlığa tamamen alışmıştı. Zirveye doğru<br />
Sümengen Tepesi’ni gözleriyle kontrol etti. Kulağına gelen birtakım sesler<br />
onu duraksattı ve sesleri dinlemeye koyuldu.<br />
- Bu saatte burada ne yapılabilir diye mırıldandı. Biraz düşündü. Bir çırpı-<br />
da attan inip, ağır adımlarla sesin geldiği istikamete doğru gizlenerek ilerle-<br />
di. Seslere bakılırsa dört veya beş kişi olmalıydılar... Çok dikkatli hareket<br />
ederek yaklaştı, ta ki mesafe otuz metre kalıncaya dek. Dikkatle baktı; gör-<br />
düğü manzara ilginçti, dört kişi ellerinde kazma ve kürek ziyarete niyetlen-<br />
diği velinin kabrini kazıyor. Orada ne arayabilirlerdi, dikkatle dinlemeye ko-<br />
yuldu, sesler kısıktı:<br />
- Yavaş yavaş.<br />
- Dur bakalım Osman.<br />
- Bir çıkarsa buradan altın ne güzel olur.<br />
Anlayacağını anlamıştı Hamza. Kim ne anlattıysa bu mezar hakkında, sı-<br />
ralamış yalanları diye düşündü. Bir şeyler yapmalı, buna mani olmalıydı.<br />
Korkutabilirdi. Ama nasıl? Dirseği belindeki kavala değdi:<br />
- Evet evet, sesim kavalın içinden çıkarsa...diye mırıldanarak aradaki me-<br />
safeyi azalttı, kabristanın üç metre ilerisindeki kayanın arkasına kadar sızdı.<br />
Kısık sesler hala devam ediyor:<br />
- Şu toprağı da atın.<br />
Elinde kazma olan:<br />
- Kesin bulursunuz, dediler.<br />
İsmi Osman olan:<br />
- Kim dedi demiştiniz?<br />
- Hacı Paşalı şaşı Recep.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
169
- Neden kendi deşmemiş?<br />
Sessiz bir tebessüm:<br />
- O korkak buraya tılsımlı diyor, böyle şeylerden çok korkarmış, hatta bir<br />
gün babası Cafer emmiye kötü mü ne davranmış Azrail gelip boğazını sıkıp<br />
bir şeyler söyleyip kaybolmuş.<br />
Dört kişiden gülme ve ince bir kahkaha duyuldu. Gülseler de çekiniyorlar-<br />
dı. Toprakla uğraşan elini uzun salın altına götürüp:<br />
- Ben şimdi onun tılsımını bozarım, dedi kaldıracaktı ki<br />
- Beni neden rahatsız ediyorsun, diye tuhaf bir sesle irkildi. Diğerleri de<br />
oldukları yerde donup kaldı, öte yandan Hamza gülmemek için kendini zor<br />
tutuyordu. Bu sefer duydukları ses harf harf ve daha sert kulaklarına akset-<br />
ti;<br />
- Derhal kapatın mezarımııı.<br />
Bu emir dördünü de ayılttı, süratlice çıkarttıkları toprağı yerine koydular,<br />
yürümeye korkuyorlardı. Ses devem etti:<br />
- Bir daha görünmeyin bana, defolup gidiiiiin...<br />
Kazmaları ve kürekleri bırakıp, can telaşına düştüler, ta ki Sümengen Te-<br />
pesi’nin başlangıcındaki düzlüğe eğledikleri taksiye kadar bu telaş sürdü, hiç<br />
gecikmeden yola koyuldular. Dudakları hayretlerini ifade edecek kelime bu-<br />
lamıyor:<br />
- Allah, Allaaah.<br />
- Ne iştir.<br />
- Hadi yine ucuz atlattık.<br />
Hamza, saklandığı yerden çıktı dudakları yasin süresini bir daha misafir<br />
etti. Ölümü hatırladı, bu düşüncelerin attırdığı adımlarla yeniden sürünün<br />
başına geldi. O gece kısa uykusunda bir velinin kendisine gülümsediğini<br />
görmüştü.<br />
Günler birbirinin peşi sıra kayboluyor, koyun sürüsü Hamza’yı yormuyor,<br />
köylü koyunun sütünden fazlasıyla memnun. Günler aylara dönüştü, aylar<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
170
irikti ve yedi oldu. Köyün çobanlık tarihinde ilk defa bir çoban koyunun bi-<br />
rini dahi kurtlara yem olarak vermedi.<br />
Hamza dudaklarına küfür illetini almadan bitirebilmişti yedi ayı. Şiirlerle<br />
birlikte sabrı da çoğalmıştı. Mizacını yükseltmiş, her şeye maneviyatla baka-<br />
bilme sanatını daha iyi kavramıştı. Günler zalimdi, akıp gidiyordu ne habersiz<br />
durdurulabiliyor ne de yavaşlatılabiliyordu. Hamza her zamanki gibi, beyinle-<br />
re İslam için yeşerecek tohumları ekmeye devam ediyor, bunu için de yıl-<br />
madan usanmadan yaşayışıyla, davranışlarıyla, konuşmalarıyla, gençlere, ih-<br />
tiyar kadınlara, ulaşabildiği her noktaya Allah’ı ve Rasülullah’ı anlatıyor onu<br />
sevmenin ne denli tatlı bir duygu olduğunu, bunu yaşamaları gerektiğini ifa-<br />
de ediyordu.<br />
Hamza’yı gören Allah’ı veya onun habibini hatırlıyor. Namaz kılmaları için<br />
gereken her şeyi anlatıyor ve namaza alışılınca nasıl tat verdiğini, bu tadın<br />
dünyada erişilmez bir şey olduğunu güler yüzle anlatıyordu. Hacı Paşa Köyü<br />
yetmemiş, annesinin köyü Büyükcanlı Köyünde biçare gönüllere çare olmak<br />
için çaba sarf ediyordu Hamza. İslam’ı öyle yaşamalıydı ki, İslam dile gelip:<br />
- Ben Hamza’yım demeliydi.<br />
Sırf Allah’ın rızasını hissetmek için bu düşüncelerini hayatına ağır ağır işli-<br />
yordu Hamza. Büyükcanlı Köyünün gençleri akın akın Hamza’nın sağını so-<br />
lunu kuşatmış, Hamza’nın dudağından çıkacak cümleleri hayata aksettirme-<br />
nin heyecanını yaşıyorlardı. Unuttukları dini hatırlamaya başlamışlardı. Bir<br />
çoğu kendisine Hamza’yı örnek alıyor, onun gibi olabilmek için yoğun çaba<br />
sarf ediyordu. Bu çabayı sarf edenlerden biri de henüz on dört yaşına yeni<br />
girmiş olan yetim Ramazan’dı. Hamza’dan, kitap istiyordu tatlı sesli Rama-<br />
zan, bir de Hamza’dan Kur’an dersi vermesini istemişti.<br />
Bir başka yetimde karayağız delikanlı Uğur’du. Büyükcanlı Köyü’nün do-<br />
ğusundaki derede kalan alaçayır mevkiinde sohbet ediyorlardı. Geniş ve de-<br />
rin bir yer oluşturmuştu kaynamakta olan berrak su. Bu gölü anımsatan çu-<br />
kur dolduktan sonra, oluşan ince dereden Büyükcanlı Köyü’nün içine doğru<br />
süzülüp gidiyordu su. Uğur, sert saçlarını uzun parmaklarıyla düzeltti:<br />
- Tüh, nasılda unuttum.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
171
di.<br />
- Neyi?<br />
- Sen buralarda gezin ben on dakikaya kadar gelirim dedi ve köye yönel-<br />
Hamza az sonra atı Yunus’a baktı, bir an için memnun oldu, atın başını<br />
kaldırmadan sık çayırlıkta yayılmasından... Kısa adımlarla göle yaklaştı, ku-<br />
laklarına boğunuk bir çocuk sesi geliyordu. Adımlarını hızlandırdı, gördüğü<br />
manzara tüylerini diken diken etti. Az önce elindeki bidonla yanlarından ge-<br />
çen çocuğun bidonu doldururken ayağı kaymış. Çıkmak istedikçe ortalara<br />
doğru sürüklenmişti. Şimdi ise çocuk bir kelebek gibi küçük gölde çırpınıyor-<br />
du. Yıllar önceki manzaradan pek farkı yok gibiydi.<br />
Hızlıca suya giren Hamza dört kulaç sonra, çocuğun kafasını su yüzüne<br />
çıkarttı, girdiği gibi çıktı. Çocuğu az ileri sürükleyip ilk müdahaleyi yaptı, ço-<br />
cuğun ayaklarını kaldırıp indirme suretiyle yuttuğu suları boşalttı, çocuk ara<br />
ara kendine geliyor bu gelişler kısa sürüyordu. Kalp masajı uyguladı, o çare<br />
olmayınca suni teneffüse başladı. Ara ara çocuğa nefes vermeye devam etti.<br />
Biraz sonra sekiz yaşlarındaki küçük Kadir öksürerek ve korkuyla ayıldı.<br />
Tanımadığı, üstü başı su içinde, alnından suyla karışık terin aktığı ve üzgün<br />
görünen delikanlıya bakıyordu. Sorulan soru Kadir’i uyardı:<br />
tim.<br />
- Kimin oğlusun?<br />
- ..........................<br />
- İsmin nedir ufaklık?<br />
- ..........................<br />
- Burada ne geziyorsun?<br />
- Şey... Abi, babam yukarıda tarlada onunla geldim de, ona su götürecek-<br />
Az sonra Kadir’in bidonuna suyu doldurup eline verdi. Arkasından yaşlı<br />
gözlerle bakıyordu. Hamza:<br />
- Ah Yunusum ah... demesiyle beraber, göz yaşları şakağından kayıp mı-<br />
rıltı halindeki dudaklarına bıraktı kendini…<br />
- Ah! Yunus… diyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
172
- Sen karşılaşmadın seni kurtaracak birileriyle, belki seni de, diri gömdük<br />
toprağa. Sen Yunus’um öyle büyükmüşsün ki bende... önce peygamberim,<br />
sonrada senin için, sana kavuşmak için seviyorum ölümü.<br />
Yunus... Yunus... Yine hatırlamıştı yıllar öncesi o unutamadığı sahneyi,<br />
kulaklarında Yunus’un sesi:<br />
du:<br />
- Abi! diyordu, Allah her şeyde doğruluğu emretmez mi?<br />
O çocukluğundaki acizliği tekrar hissetti.<br />
- Ah! Yunus Yunus…, dedi yine.<br />
Gülümsemesini, sular içinde kayboluşunu nasıl unuturdu. Hamza ağlıyor-<br />
- Şimdi, diyordu. Ben de, sende kayboluyorum Yunus! Yakub<br />
aleyhisselam’ın Yusuf için söylediği şarkıyı ben de senin için söylüyorum.<br />
Omuzuna değen el Hamza’yı ayılttı, bu küçük Kadir’in babası Zeynel<br />
Ağa’ydı. Hamza’nın yaşlı gözlerinin ona bakmasıyla, onu kucaklaması bir ol-<br />
du. Hamza’ya teşekkürlerin en güzelini ediyor, sevincin yumak yumak yü-<br />
zünde belirdiği Zeynel Ağa:<br />
- Dile benden ne dilersen, can ciğer oğlumu ölümden kurtardın. Hamza<br />
yeni yeni ayıldığı tutku dolu hatıralardan ayılıp bakışlarını Zeynel Ağa’ya kal-<br />
dırdı:<br />
kıldı.<br />
- Ben değil Allah kurtardı. Alnına ölümü yazmamış ve buna da beni sebep<br />
- Hayır, Hamza yine de sebep oldun, benden bir şeyler iste, bu ağır borç<br />
altında bırakma beni.<br />
iste.<br />
Hamza:<br />
- Allah razı olsun de, yeter.<br />
Zeynel Ağa ısrarla:<br />
- Hayır iste, senin deden Mahmut mert adamdı onun hatırı için bir şeyler<br />
Alnındaki terleri silen Hamza:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
173
- Zeynel Ağa’m, namaz kılıyor musun?<br />
Zeynel Ağa şaşkın:<br />
- Hayır ne oldu?<br />
- Peki kılmasını biliyor musun?<br />
- Deden rahmetli Mahmut Ağa öğretmişti.<br />
Hamza:<br />
- O zaman senden isteğim ta ki ölüm seni bulana dek, beş vakit namazını<br />
kılmandır.<br />
Zeynel Ağa hala ısrarcı:<br />
- Onu yaparız. Kolay sen başka şeyler iste.<br />
Hamza son sözüm der gibi:<br />
- Namazını kıl yeter başka bir şey istemem, dedi ve köy yoluna doğru yü-<br />
rümeye başladı.<br />
Hamza’nın ağır yürüyüşünü hayran bakışlar altında izleyen Zeynel Ağa:<br />
- Peki namaz kalacağım, sana söz, kılacağım, diye seslendi.<br />
Biraz sonra Hamza, Uğur’un al renkte bir atla geldiğini gördü. Dörtnala<br />
geliyordu Uğur. Atın yularını koparırcasına çekip durdu. Şaşkın:<br />
- Üstün başın su içinde ne bu hal?<br />
Hamza olanları bir bir anlattı. Uğur’un şaşkınlığı ve memnuniyeti açıkça<br />
belli oluyordu, sözünden:<br />
- İyi ki gelmişiz yoksa çocuk boğulurdu.<br />
- Ölmeyecekmiş, biz olmasa idik o çocuk göle düşmezdi veya başka birile-<br />
ri onu gölden çıkartır, bir şekilde alın yazısı gerçekleşirdi.<br />
- Evet haklısın lakin üzgün görünüyorsun.<br />
- Yok bir şey dedi ve al renkteki atın yelesini okşayıp:<br />
- Bunun için mi gittin?<br />
Uğur Hamza’nın siyah atı hakkında birçok takdir duymuş şimdi de bu<br />
duyduklarını bizzat yaşamak istiyordu:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
174
- Seninle yarış yapacağım.<br />
Hamza tebessüm etti:<br />
- Benimle değil atımla yarış yap.<br />
- At ne anlar yarıştan, kaçar başka yere gider.<br />
Hamza Uğur’u ikna etti.<br />
Az sonra yarış başladı. Yunus ihtiyarlığa iyice yaklaşmıştı, atlar rüzgar ka-<br />
dar hızlıydı. Yunus Uğur’un şaşkın bakışları altında onu geçerek bitiş olarak<br />
belirlenen yere geldi. Uğur henüz bitişe yaklaşamamıştı bile. Az sonra o da<br />
geldi:<br />
- Doğruymuş at hakkında söylenenler, ya resmen benimle yarıştı, dedi ve<br />
sordu:<br />
- Bunu nasıl alıştırdın?<br />
Hamza cevap verdi:<br />
- Rahmetli dedem satacaktı, o zaman dört aylık olan bu atı. Ama bunu<br />
yapamadı, günün büyük bir kısmını bunun yanında geçirirdik, rahmetli öğüt-<br />
lemişti, cebimizde arpayı ve şekeri eksik etmez, ata verirdik, her vermemizle<br />
beraber ıslık çalmamızı da tembihlenmişti. Islığımızı duyunca önceleri sadece<br />
bakardı, zamanla bir şey vereceğimizi zannederek yanımıza kadar gelmeye<br />
başladı ve bu olay atta bir huy haline geldi...<br />
Anlattı, anlattı... Uğur Hamza’nın gözlerinin ıslandığını gördü ve merak<br />
içinde sordu:<br />
- Hayırdır niçin, ağlıyorsun?<br />
- ..............................<br />
- Bir şey mi oldu, Hamza?<br />
- Atı anlatırken, sana Yunus’u da anlattım, gülümseyen yüzü gözlerimde<br />
belirdi, dedi ve sessizliğe gömüldü.<br />
İki hafta bitmişti Büyükcanlı Köyü’nde. Hamza Hacıpaşa köyüne doğru<br />
yola koyulmuştu. Uğur, Ramazan ve birçok kişi hayran hayran giden deli-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
175
kanlıya bakıp ona imreniyorlardı, o kadar çoktu ki imrenilecek yanları seçim<br />
yapmakta zorlanıyorlardı.<br />
Hamza nihayet İstanbul’a gitmeye karar vermiş, hazırlıklara başlamıştı.<br />
Askerlik tecili sürüyordu. Hasan Usta ısrarla Hamza’yı getirmek istemişti İs-<br />
tanbul’a. En çok üzüldüğü nokta, siyah atı Yunus’dan uzun bir süre ayrı<br />
kalmaktı. Elini atın yelelerine koymuş, okşuyor, dünyanın elemlerini anlatı-<br />
yor, her zamanki gibi ona Eylül’den bahsediyordu, ne tatlıydı bu sohbet, yo-<br />
rumsuz, fikirsiz bir garip sohbet. O, Hamza’daki Eylül’ü bilen tek canlıydı.<br />
- Sence ne yapıyordur, diyordu hep. Beni çoktan unutmuştur belki de. İs-<br />
tanbul denen yerde senin gibi sır saklayan vefalı bir dostu nasıl bulabilirim.<br />
Arkadaşlarıyla vedalaştı, annesinin elini, Yunus Emre’nin gözlerini öptü,<br />
helalleşti. İlçedeki dedesi ve amcalarına veda etti. Adına gurbet dedikleri,<br />
hüznün ve sukutun birleştiği, ayrılığın ıstırabını anbean hissettiği vefasız bir<br />
yolculuktaydı Hamza. Saatler ilerledikçe düşünce çoğalıyor tanımsız duygu-<br />
lar hakim oluyordu. Dinlenme tesislerinde namazlarını eda etti. Sabahın er-<br />
ken saatlerinde muavinin ellerini omuzlarında görünce gelmiş olduğunu an-<br />
ladı. Beyaz gömlekli muavin:<br />
- Tarlabaşı mı?<br />
Hamza uykuya yeni dalan gözlerinin perdesini aralayıp:<br />
- Evet evet.<br />
- Hazırlan.<br />
Az sonra kendi gibi birkaç kişi daha inmiş, meşhur Beyoğlu’nun kirli kaldı-<br />
rımlarında bekliyorlardı. Bekleşenlerin arasında İstanbul’a ilk defa geldiği<br />
besbelliydi Hamza’nın. Sağına soluna dikkatle bakınıyor, babasını bekliyordu.<br />
Yüreğindeki burukluk apayrı idi.<br />
Neden sonra babasını gördü, hüznü azda olsa kayboldu. Ellerinde çanta,<br />
suskun adımlarla kısa bir yokuş indikten sonra eski yapı evlerin arasından<br />
dar sokaklarda yürüyerek bir kapıda durdular. Hasan Usta anahtarını çıkar-<br />
tıp:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
176
-Gel oğlum, bak nerelerde kalıp ekmek parası kazanıyoruz, deyip eski<br />
püskü, kahverengi boyası solmuş, yer yer delinmiş, demir kapının kilit yuva-<br />
sına anahtarı yerleştirdi. Uğraşmasına bakılırsa, kilit yuvasının duvara yakın-<br />
lığından parmakları anahtarı çevirmekte zorlanıyordu:<br />
- Zor açılır, dedi.<br />
Az sonra kapı açıldı. Duvarlara yapılmış toprak sıvaları dökülmüş ortaya<br />
çıkan taşlar, binanın eski yapı olduğunu haykırıyordu. Koridoru dardı. Tahta<br />
basamakları çıktılar, basamaklar taşlar gibi eski ve her an kırılabilir hissi ve-<br />
riyordu. Bu basamaklarda iki kişi yan yana gidemezdi. Karşılıklı kapılardan<br />
sağdakine girdiler.<br />
Odada karşılıklı iki ranza vardı. Önündeki masada raflar ve küçük bir tüp<br />
göze çarpıyordu. Çantadaki malzemeleri yerleştirip, kısa bir hasbıhal yaptı<br />
baba oğul ve huşu içinde sabah namazlarını eda ettiler.<br />
Hasan Usta oğlunun askere gitmeden önce boyacılık mesleğini öğrenme-<br />
sini istiyordu. Üç ay sürmez usta olabilir diye düşünüyordu. Hasan Usta kü-<br />
çük de olsa iş alır yapardı. Mal sahipleri Hasan Usta’nın özverisini ve sami-<br />
miyetini beğenir, dostlarına tavsiye eder onlar da boyatırdı evlerini, dükkan-<br />
larını.<br />
Hasan Usta’ya yevmiye çalışmak ağır geliyordu, onun için eline düşen işi<br />
üç aşağı beş yukarı kaçırmıyor, birkaç kişiye de iş imkanı veriyordu, şimdi<br />
oğlu da gelmişti, daha rahat olabilirdi. Yüreğindeki korkunun kokusunu his-<br />
setse de dua ile bunu geçiştiriyordu.<br />
İstanbul Hamza’yı değiştirebilir mi, buradaki vurdumduymaz insanları gö-<br />
ren Hamza kendini kaybedebilir mi? Namaz ağır gelebilir mi? Endişesini taşı-<br />
yor, fakat bu hissi duada eritiyordu. İstanbul kimleri harcamamıştı ki, müt-<br />
hiş cazibesi nicelerini kendine köle yapmıştı. Bu cazibeye köle olmayan elle<br />
gösterilebilecek kadar azdı.<br />
Hasan Usta önce duaya ve dua edilen Allah’a sonrada Hamza’nın bilgisi-<br />
ne, peygamberine olan sevgisine güveniyordu. Onun için oğlu Hamza bam-<br />
başkaydı. Kolay kolay yıpranmazdı. Günahı benden daha iyi biliyor diye dü-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
177
şünüyordu Hasan usta. Oğlunun namazdaki huşusunu gördükçe imreniyor,<br />
imrendiği insanın, oğlu olmasına da seviniyordu. Allah’a şükrü büyüktü:<br />
- İmanı veren Allah korumasını da bilir, diye Allah’a olan güvenini diliyle<br />
ifade ediyordu.<br />
Haftalar birbirini, günlerin birbirini takip etmesi gibi takip ediyordu. Boya-<br />
cılık işini öğrenmek için fazla çaba sarf etmeye gerek yoktu, kendi çapında<br />
bir işti. Sonra ağırda sayılmazdı. İnşaat sektörünün en hafif ve kazançlı işiydi<br />
boyacılık. Akşamları yorgun argın dönüyor, sabahları da dinç bir şekilde işe<br />
devam ediyorlardı.<br />
Boyadıkları ev, ihtiyar bir kadına aitti, bu kadın Hasan Usta’nın eski müş-<br />
terilerindendi.<br />
İhtiyar kadının yaşı yetmişi geçmesine rağmen gençlere karşı inanılması<br />
zor bir öykünme içerisindeydi. Yüzündeki kırışıklıkların bir çoğu korkutacak<br />
hal almıştı. Sevimsiz ihtiyarın, dudağındaki ruj kat kat badana gibi kalındı.<br />
Kulağındaki küpe bir palyaço kadar komikleştirmişti ihtiyar kadını. İnceltme-<br />
ye çalıştığı sesiyle:<br />
- Şiiit genç!<br />
Hamza sesin geldiği istikamete baktı:<br />
- Buyur teyze.<br />
- Gel benimle.<br />
Bu hitabın emirden farkı yoktu:<br />
- Peki, dedi ve uzun mermer basamaklardan inerek binanın geniş çıkış<br />
kapısına yakın duvarlardaki mermer motiflerin üstündeki yazıları işaret etti,<br />
ihtiyar kadın:<br />
- Şunları sileceksin, karşılığında borcum ne olur?<br />
- Neyle silebilirim?<br />
- Ben veririm malzemeleri<br />
Hamza duvar üzerine yazılmış cümleleri bir taraftan okurken diğer taraf-<br />
tan elleriyle yokladı. Saçını siyaha boyattığı besbelli olan ihtiyar kadın:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
178
- Evet seni bekliyorum delikanlı.<br />
Babasının geldiğini gördü iyi olmuştu, pazarlığı babasına bıraktı. Ne zordu<br />
ekmek parası kazanmak. Alnındaki terlerini sildi:<br />
- Sevda bu kadar basit mi, diye söylendi, kendi kendine.<br />
Hamza o gün diğer günlere nazaran daha çok yorulmuştu. Günler alay<br />
edercesine Hamza’nın bakışları önünde kaybolup gidiyordu. Bu kayboluşu<br />
yaratanın yüceliğini, akşamları dar sokağın pürüzlü kaldırımlarında çevresin-<br />
de toplanan çocuklara hissettiriyordu Hamza. Çocukları başına toplamanın<br />
bir yolunu bulmuştu. Elindeki demir lirayı hızlıca diğer eline alıp çocukların,<br />
meraklı gözlerinden gizliyor, sonra, bazılarının kulak arkasından çıkartıyor,<br />
çocuklarda ilgi uyandırıyor, onlar tekrar yapmasını istiyordu:<br />
- Abi bir daha yapar mısın?<br />
- Yaparım, yalnız sorduğum soruyu bilirsen.<br />
- Hadi sor abi.<br />
Ve çocuklara nakış nakış İslam’ı anlatıyor Hamza. Onlara peygamberleri-<br />
nin ismini, o peygamberin en büyük kahraman olduğunu, yemekten önce el-<br />
lerini yıkamaları gerektiğini bunun sünnet olduğunu ve sofra başında bes-<br />
mele çekmeyi unutmamaları gerektiğini ve daha nice ahlak kurallarını küçük<br />
beyinlerinde yeşermesi için ekiyordu, elbet o ekim bir gün filizlenip yeşere-<br />
cek çocukla beraber büyüyecek ve vatan bunun meyvesini er ya da geç ta-<br />
dacaktı.<br />
Sofra başında, okulda, oyunlarında, arkadaşlarına, tatlı dilleriyle:<br />
- Bizim orda bir abi var, elindeki parayı, kurdeleyi kaybediyor, elinden<br />
tuz, şeker çıkartıyor, diye anlatıyorlardı.<br />
Bunları görmek isteyen diğer çocuklar, akşam olunca Hamza’nın çevre-<br />
sindeki diğer çocuklara katılıp birkaç oyundan sonra "Müslüman yalan söy-<br />
lemez" hadis-i şerifini öğrenip gidiyorlardı. Hamza’nın tatlı dili güler yüzü ço-<br />
cukların rüyasına girer olmuştu. Onun sözlerini her fırsatta hatırlıyorlardı.<br />
- Hamza abi böyle söyledi.<br />
Sofrada:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
179
- Ellerinizi yıkayın sonra besmeleyi de çekin, Hamza abi dedi, diyor uygu-<br />
lamaya koyuyorlardı.<br />
Kimdi bu Hamza... Çocukların gönlüne nasıl böyle taht kurmuştu, büyük-<br />
ler bunu merak ediyorlardı.<br />
Hamza yine bir akşam dar sokağın darlığın da derin düşüncelere dalmıştı.<br />
Yanına gelen çocuklar düşüncelerinden ayırdı. İsmi Aykut olan çocuk:<br />
- Abi para kaybeder misin?<br />
Hamza yeni görüyordu çocuğu, galiba merak onu bu sokağa kadar getirdi<br />
diye düşündü:<br />
- Sorduğum soruyu bilirsen.<br />
- Peki abi sor.<br />
Hamza çocuksu bir uslüpla sordu:<br />
- Peygamberimizin ismi nedir?<br />
Aykut’un sesinde incelik kadar utangaçlıkta vardı:<br />
- Şey.. Abi... Şeey...<br />
Aykut hayvanların yavrularını yetiştirdiği gibi yetiştirilmiş, sadece zaman<br />
onu dokuz yaşındaki bir çocuğun olabileceği duruma getirmişti. Aykut de-<br />
vam etti;<br />
- Ne abi söyler misin?<br />
- Hazreti Muhammed Mustafa (s.a.v.)<br />
Hamza sorusunu tekrarlayarak:<br />
- Neymiş?<br />
Küçük Aykut ezberleyene kadar tekrar etti, öğretilmek isteneni öğrenmiş-<br />
ti. Şimdi sıra görmek istediğindeydi. İnce sesiyle:<br />
- Hadi abi hadi!<br />
- Peki diyen Hamza, parmaklarının arasındaki demir lirayı pratikçe diğer<br />
eline alıp Aykut’u yanılttı.<br />
Aykut şaşkınlık içinde geldiği istikamette arkadaşlarıyla beraber kayboldu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
180
Bu ara Hamza’yı ve çocukları seyretmekle meşgul olan komşu kadın<br />
Hamza’ya hitaben:<br />
- Buraya bakar mısın kardeş, dedi<br />
- Evet buyurun.<br />
- Bir şey sorabilir miyim?<br />
Soru sormak isteyen kadın birkaç adım daha yaklaştı. Kalına yakın ses<br />
tonuyla:<br />
- Bak kardeş, çocukları başına toplayıp, elindeki bir takım şeyleri kaybedi-<br />
yorsun, bu yaptığın iş sihirbazlığa girer ve bunun günah olduğunu biliyor<br />
musun? Senden ricam bir daha yapma senin iyiliğin için.<br />
Hamza böyle bir tepki beklemiyordu, buna memnun oldu. İsmini yeni öğ-<br />
rendiği iki çocuk annesi Kadriye Hanıma hak verip gerekli açıklamayı yaptı:<br />
- Beni iyi dinle abla bu söylediğin şey büyüdür ve büyük günahlardandır,<br />
benim yaptığım el çabukluğu ile çocukların ilgisini çekmek. İmam Hatip Lise-<br />
si mezunuyum, az çok dinimi bilirim. Gayem çocuklara İslam’la alakalı bir<br />
takım bilgileri onları sıkmadan ögretebilmek!. Yaklaşık iki aydır buradayım ve<br />
çocuklara güzel şeyler öğrettiğime inanıyorum. Çocuklardan biri dahi sofraya<br />
oturmadan önce sünnet deyip ellerini yıkayıp besmele çekiyorsa, benden<br />
daha bahtiyarı olamaz. Gayem sırf Allah’ın rızasıdır.<br />
Kadriye Hanım daha soracak soru bulamadı. Hamza’nın fikirlerine saygı<br />
duyması gerektiğini hissetti.<br />
Yalvarmayı andırır bir ses tonuyla:<br />
- Benim oğlum Yılmaz’ı tanıyorsun değil mi?<br />
- Evet biliyorum.<br />
- Senden isteğim, ona da bir şeyler öğret, yetişme çağını boş geçirmesine<br />
gönlüm razı olmuyor.<br />
Hamza:<br />
- Elbette, yeter ki o da istesin.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
181
- İster ister, dedi, otuz yaşlarında gösteren dine meraklı, zayıf, kısaya ya-<br />
kın boylu, Kadriye Hanım. Kadriye Hanım on dört yaşında evlendirilmişti, o<br />
yaşa kadar nasılda tatlıydı hayalleri, çiçek çiçek umutları vardı. İstanbul ve<br />
evlilik, onun umutlarını söndürüp geçim telaşına düşürmüş, iki çocukta buna<br />
eklenince hayallerin pembesi gitmiş tozu kalmıştı.<br />
Son rüzgarda bu pembesi giden hayallerin tozunu alıp götürmüştü. Ve<br />
şimdi bunalım dolu bir hayata merhaba demişti. Çocukları onun evlendiği<br />
yaşı çoktan geçmiş, annelerinin kalan sabrını mum gibi eritiyorlardı...<br />
Hamza zamanla İstanbul’a alışmış, boyacılığı da öğrenmişti. Bir taraftan<br />
boya yapıyor, diğer taraftan ev sahipleriyle sohbet ediyor, konuştuğu insan-<br />
larda birtakım izler bırakıyordu Hamza. Hamza’nın bilgisi ve olgunluğu so-<br />
kaktaki çocukları olduğu gibi aileleri de büyülemişti.<br />
Bir akşam yere göğe sığmayan Allah’ı çocukların küçücük kalplerine sığ-<br />
dırmak için uğraşıyordu. Kaldırımın diğer tarafında bir grup ihtiyar kadın<br />
Hamza’yı dinliyordı. içlerinden bir ihtiyar kadın ona seslendi:<br />
- Genç buraya bakar mısın?<br />
Hamza beş kadının bulunduğu yöne baktı. Kadın devam etti:<br />
- Ne güzel şeyler anlatıyorsun, gel biraz da bize anlat.<br />
Hamza isteneni yapmak için yanlarına yaklaştı bir tabure getirildi. Anlattı,<br />
anlattı... Hamza’nın tatlı ve akıcı konuşması dinleyenleri mest ediyor, onları<br />
farklı dünyalara götürüyordu. Kadınlar söylenen her kelimeyi uygulamaya<br />
karar vermiş gibi bakıyorlardı. Kimisi ilk defa duyuyordu, Hamza’nın sarf et-<br />
tiği anlam yüklü kelimeleri. Konuşma uzadı... uzadı...<br />
Akşam olunca gözleri Hamza’yı arardı. Sonra dertler, tasalar bir bir anlatı-<br />
lırdı. Yaralarının merhemini Hamza’dan öğrenir, dua eczanesinden istemeye<br />
koyulurlardı. Çocuklar gibi, onlar da sevmişlerdi Hamza’yı.<br />
- Keşke çocuklarımız da Hamza gibi olabilse, diye imreniyorlardı.<br />
Hamza’nın mana yüklü konuşmaları, dudaklarının daima hayır sözcükleri-<br />
ni mırıldanması, yaşayışı, mert oluşu, dürüstlüğü, samimi inancı sokakta ya-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
182
şayanlar tarafından görülmüş ve ona kayıtsız bir güven duymalarına vesile<br />
olmuştu.<br />
Sokaktaki ailelerden dertsizi yoktu, herkes bir şeylerden yakınıyor, bom-<br />
boş hayatlarında yoksulluğun verdiği boş vermişlik duygusuyla, neyi bekle-<br />
diklerini bilmeden ölümü bekliyorlardı. Hamza hallerine ne kadar üzülse de<br />
elinden daha fazlası gelmiyordu. Hemşehrisi Talip Ağa bir üst odada kalıyor-<br />
du. Oda boyacıydı. Üç çocuk babası kırk beş yaşlarında, saçına aklar düş-<br />
müş, yüzündeki çizgiler belirginleşmişti. Hamza’yla sık sık sohbet ederdi. O<br />
da evladı gibi sevmişti Hamza’yı. Kaba diye tarif edilen sesiyle:<br />
- Kılacağım namazımı koçum, diyordu.<br />
Fazla sürmedi, o da başladı dinin direği olan namaza. Hamza’nın namaz<br />
kılmayan kişi, mutfak ile tuvalet arasında işleyen bir robottur, sözünü unut-<br />
muyordu. Çaresizliğin verdiği, acziyet duygusuna kapılıp hüzünleniyor, bu<br />
hüznü defetmek için namaza koşuyordu.<br />
Bir kişi daha vardı, bekar kalan Talip Ağa’nın karşısındaki odada, çilekeş<br />
Aytekin. Yaş otuz, simsiyah saçlar, bembeyaz ten. Görüntüsü ihtiyarlar<br />
anımsatıyordu. İşsizdi. Aytekin, sabaha doğru gelir, ne zaman gittiği de belli<br />
olmazdı. Uyuduğu zaman yaşadığını bilirdi. Uyku da uyku olsa... Lağım fare-<br />
leriyle mücadele ile geçerdi. Zayıf elleriyle fareye vurmak isterdi ama nafi-<br />
le...<br />
Ah... İstanbul... İnsanların hali, birbirinden acı, maneviyat yok, maddiyat-<br />
sa genelin de yok. Kimileri bir hiç için milyarlarca para dökerken, kimileriyse<br />
farelerle yaşıyor, açlıktan intihar ediyor. Milyonların cazibesine tutulup eridi-<br />
ği şehir İstanbul, günahkarlar sığınağı. Yerini yurdunu terk edip koşan koşa-<br />
na, iyinin en iyisi, kötünün en kötüsü barınıyordu koca şehirde. Işıklarında<br />
karanlık gizlenen şehir; mazlumun, sefilin, zalimin yurdu İstanbul.<br />
Her şeyi gibi ismi de değişti, İslam bol İslam azalınca İstanbul oldu. Ya-<br />
şayanları mahzun, kederli denizlerinin rengi bile değişik; tebessüm sanki ha-<br />
ram olmuş İstanbul’a insanları sanki esir. Mahzunluk çocukların bakışlarına<br />
bile işlemiş, insanlarının ömrü nerdeyse beklemekle geçiyor, tramvayda, du-<br />
raklarda, kaldırımlarda... Şurda, burda beklemek kaderleri olmuş.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
183
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)’in meth ettiği şehir, şimdi<br />
unutmuş Ulubatlı Hasan’ın bayrağı zirveye diktiği günü, bilmiyor Fatih’in ne-<br />
den feth ettiğini. Bir zamanlar İslam kokan şehrin, şimdi bir tarafında açlık,<br />
gözyaşı, diğer tarafında da israf ve eğlence hakim. Sadelik namına zerre ka-<br />
dar bir şey kalmamış, sefalet ve ahmaklık adeta birbiriyle yarış yapıyor; gü-<br />
zellikleri çok lakin ruhları teskin edemiyor; hayaller öyle arzuluyor ki Fatih<br />
sultan Mehmet'in İstanbul’unu. Açmadan solmuş bütün çiçekleri; sevgileri<br />
yapmacık, zoraki; gündüz lanet, gece bereketin yağdığı şehir... şimdi çirkin<br />
olmuş, güzel İstanbul...<br />
Hamza bir zerre olduğunun farkındaydı, bu denli kalabalık bir şehirde.<br />
Herkesin ayrı bir dünyası vardı, umutlar hayaller farklıydı. Bu farklılığın en<br />
belirgin yaşandığı yerlerden biri de İstiklal caddesiydi. Büyük büfenin önün-<br />
deki kuyruk ise zengin olma hayaliyle meşguldü. Loto kâğıtları ellerinde,<br />
durgun durgun, sıranın kendilerine gelmesini bekliyorlardı. Bu hali murakabe<br />
eden Hamza önce burkuldu mırıldandı:<br />
- Acaba parayı sevmeyen bir insan var mı?<br />
Yargıyla karışık sorduğu sorunun cevabını kendi de veremedi. Napol-<br />
yon’un bahsini ettiği "Para, para, para" sözünün doğruluk payı ne derece idi.<br />
Kitapçıları gezdi, kitap fiyatları yüksekti. Akşam ezanının okunmasıyla so-<br />
luğu Ağa Camii’nde aldı. Namaz sonrası cami avlusundaki kitapları inceledi,<br />
beğendiklerinden ikisini aldı. Müzik seslerinin hakim olduğu gürültülü İstiklal<br />
caddesinden, ben buralara ait değilim, der gibi geçti.<br />
Ağustos ayının diğerlerinden pek farkı yoktu, dört ay ne çabuk geçmişti.<br />
Siyah atı Yunus’a olan özlemi büyüyordu. Ve ona anlattığı Eylül… Yüreğinde<br />
bir acıyı hissetti. Nerdeydi, ne yapıyordu? Sorular hasreti arttırıyor, cevap is-<br />
teği çoğalınca sevda denen illet karşısına dikiliyordu.<br />
Hasan Usta köye on günlüğüne gitmiş, işlerini bitirip yeniden gelmişti.<br />
Köyün hasbıhali yapıldıkça, karşısında bent bent kederleri buluyordu.<br />
Hamza her geçen gün İstanbul’a karşı nefret duygularının eşliğinde tik-<br />
sinti hissediyordu. Yaşadığı bunalım stres son haddine kadar çıkıyordu. Ya-<br />
sin’le ara sıra görüşmesi onu biraz olsun ferahlatıyordu. Kalabalıktan öte bir<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
184
yerdi İstanbul. İlk günler insanların haline üzülse de, bugün hüznün yerini<br />
nefret almıştı. Tesellisi yazdığı şiirler ve sokaktaki komşularıydı. Yalnız kaldı-<br />
ğı zamanlar yalan bilmeyen dudakları, şiirlerini mırıldıyordu. Anlıyordu ki Al-<br />
lah (c.c.) kendisini yeni yeni imtihanlara müptela ediyordu. Bunlar ağırdı, yi-<br />
ne duaya sarılıyor, sarsılmasını engelliyordu.<br />
Sabrı biliyordu ki büyüktü, bu sabır yalnız Hacıpaşa köyü için mi geçerliy-<br />
di? Zira orası bir köydü nihayetinde. Ya İstanbul... ahlaksızlığın boyutları...<br />
Hamza gibiler için çok zordu İstanbul’da yaşamak...<br />
Bir sabah işe gitmek için anayoldaki durağa gidiyordu Hamza. Sokağın çı-<br />
kışında kahvehanenin bitişiğine yapılan köpek kulübesini ve kel bir adamın;<br />
bağlı süs köpeğini zalimce dövdüğünü gördü. Zavallı hayvanın neresine ge-<br />
lirse gelsin vuruyordu. Olayı görenler umursamayıp bakmayı bile lüzum<br />
görmese de, Hamza kızgınlıktan nereye gideceğini bile unutmuştu. Yanlarına<br />
yaklaştı. Adamın kaldırdığı eli henüz inmeden kavradı. Hamza’nın sesi sertti:<br />
- Ne yapıyorsun sen, dedi ve demiri aldı.<br />
Adam:<br />
- Benim kim olduğumu biliyor musun, bana karışma, defol işine git, başını<br />
da belaya sokma, dedi ve yumrukla köpeğin kafasına var gücüyle vurdu.<br />
Hamza’yı umursamıyordu bile. Aynı şekilde:<br />
- Buna köpek eğitme derler, dedi.<br />
Tahammülü kalmayan Hamza, köpek eğitmekten bahseden kırk yaşların-<br />
daki adamın omuzuna dokundu. Adam dönüp baktı, bakmasıyla beraber,<br />
Hamza’nın balyoz kadar ağır yumruklarından birini tattı. Daha ayakta du-<br />
ramazdı, yere yüzü koyun düştü ve birazda sürüklendi.<br />
Hamza:<br />
- Buna da insan eğitme derler ne dersin bakayım?<br />
Adam kalkmak istedi fakat başaramadı, anlaşılan yumruk onu iyi hırpala-<br />
mıştı. Sert yumruğun sahibi delikanlıyı çift görüyordu, ikileyerek konuştu:<br />
- Bana sen vurdun...sen...sen...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
185
Hamza köpeği çözmüş salmıştı... Özgürlüğüne kavuşan zavallı hayvan ilk<br />
ara sokağa dalarak gözden kayboldu. Hamza kalkmaya çalışan adama hita-<br />
ben:<br />
- Şükret ki acelem var, yoksa şu demirle, hayvana yaptıklarının aynısını<br />
sana yapardım, dedi ve elindeki demiri adama attı.<br />
- Ufff... ufff, diyen adam Hamza’nın gidişine korkarak bakıyor ve:<br />
- Sen buradan daha çok geçeceksin, diye de mırıldanıyordu.<br />
Hamza kavgacı bir insan olmaya başlamıştı. Sokaklarda, otobüslerde,<br />
caddelerde, ahlaksızca yapılan tavırları gördükçe müdahale ediyordu.<br />
- Sen mi düzelteceksin İstanbul’u, diyorlardı.<br />
Hamza’nın cevabı hazır:<br />
- İşte sizin gibiler yüzünden bu şehir bu hallerde ya, diyordu.<br />
Yaptıklarına asla pişman değildi, biliyordu doğru olduğunu. Ne pahasına<br />
olursa olsun, adaletsizliği gördüğüm yerde adaletli, şerefsizliği gördüğüm<br />
yerde şerefli, haysiyetsizliği gördüğüm yerde haysiyetli, ahlaksızlığı gördü-<br />
ğüm yerde ahlaklı olacağım diyordu, Hamza.<br />
Namussuzluğun olduğu yerde o, namus olacaktı. Bunlar zordu ve bu şe-<br />
hir İstanbul olunca zordan öte bir şeydi, bunu nasıl başarabilirdi Hamza,<br />
kendi çevresinde olanlara müdahale etmesi Hamza için yeterliydi. Hamza<br />
gibi İstanbul’da sadece bin tane genç olsaydı, İstanbul kısa bir sürede deği-<br />
şebilirdi. Bunun bilincinde olan Hamza’nın taviz vermesi söz konusu bile<br />
olamazdı. Bir Müslüman asla korkak, pısırık, çıkarcı ve bananeci olamazdı.<br />
Bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın, bir Yahudi sözüydü. Bu sözü<br />
tasdiklemek bir Müslüman’a asla yakışmazdı. Bana dokunmasın da başkası-<br />
na ne yaparsa yapsın, felsefesi Hamza’nın kanına dokunurdu.<br />
Hamza’yı tanıyanlar, inanmazlardı onu hırçınlaşacağına, güler yüzünün<br />
asılacağına. Onu sabırlı, iyi niyetli, kimseye kızmayan, bir karıncayı bile in-<br />
citmeyen biri olarak tanımışlardı. Hamza zalime zalim ve mazluma da maz-<br />
lumdu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
186
Ev sahipleriyle, yaptığı sohbet, etkisini gösteriyor, konuştuğu insanlarda<br />
gözle görülebilen bir değişiklik oluyordu. Susayan yüreklerine su istiyorlardı.<br />
İşleri iyiden iyiye çoğalmıştı. Şimdi ki müşterileri hep doktordu. Evini boya-<br />
tan doktor diğer arkadaşına tavsiye ediyor, o diğerine günler akıp gidiyordu.<br />
Doktorlarla ara sıra yaptığı sohbeti anımsatan münazaralar, doktorları hayli<br />
şaşırtıyordu:<br />
- Senin gibi kültürlü bir insan nasıl boyacılık yapar, diyorlardı.<br />
Hamza ise gülümseyip:<br />
- Kader diyor, detaya girmiyordu.<br />
Doktor Selim’in evini boyuyordu. Karakterli bir insandı doktor, fakat<br />
inançsızdı. Okmeydanı SSK’da görev yapıyor, bunun yanında bürosuyla da<br />
ilgileniyor, tüm gününü dolu geçiyordu. Evinin ve bürosunun boyası on günü<br />
geçebilirdi.<br />
Komşularından Kadriye Hanım ve birkaç genç kız orta okulu dışardan bi-<br />
tirmiş, şimdi de liseye başvurmuşlar, kendilerine ders verecek birilerini ara-<br />
makla meşguldüler. Birkaç kişi düşünmüşlerdi, lakin güvenilir birisi gerekti.<br />
Bunun muhasebesini yapıyorlardı. Kadriye kadın küçük gözlerini açarak bir<br />
anda:<br />
- Hamza’ya ne dersiniz, dedi.<br />
İsmi Esra olan genç kız:<br />
- Bu iyiliği yapar mı bize?<br />
Diğer kız:<br />
- Sizin güvendiğinize ben de güvenirim.<br />
Kadriye:<br />
- Bir ricada bulunalım.<br />
- O zaman gecikmeden bu akşam söyle, sınav günlerimiz yaklaşıyor.<br />
Ve kararlaştırdıkları gibi o akşam Hamza’dan ders vermesini istediler.<br />
Hamza’nın verdiği ilk cevap ümitlerini kırmıştı. Bu kırılan ümidin tamiri ge-<br />
cikmedi. Hamza uymalarını istediği birkaç kural koydu. Bu kurallar harfiyen<br />
yerine getiriliyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
187
Kadriye Hanım’ın çocukları Yılmaz ve Nilay ara sıra derslerin sonundaki<br />
hadisleri dinliyorlardı. Hamza’nın kaynak göstererek ezberlettiği hadisler ve<br />
bilgisi, ders verdiği öğrencilerine güven veriyordu. Bir keresinde genç hafız<br />
Esra:<br />
- Hamza abi yoksa sen ahir zamanda gelecek olan İsa mısın, demişti.<br />
Hamza sert bir şekilde:<br />
- Ne dediğinin farkında mısın sen, diyerek Esra’yı söylediği lafa pişman<br />
etmişti.<br />
Güzel Esra’nın küçük kardeşi Münevver Arapça dersi almaktaydı. Anneleri<br />
İslam aşığı Hanife kadın Hamza’nın dersten sonra anlattığı dini mevzuları<br />
dinlemek için akşamları iple çekiyordu. Hamza biliyordu ki bunlar beni değil<br />
İslam’ı seviyor, bana değil bilgime hayranlar diye düşünüyor, şu fikirle de bu<br />
düşüncesini destekliyordu:<br />
-Bir insan kendi olduğu için değil çoğu zaman başka şeyler için sevilirdi,<br />
bu şeyler huy, ahlak, terbiye, gibi şeylerdi.<br />
Hamza’yı da bilgisi, inancı, dervişliği sevdiriyor ve günler böylece kayıp<br />
gidiyordu. Kervan yürüyor, yürüdükçe de yolcusu çoğalıyordu.<br />
Uzak semtlerden bile Hamza’ya geliyorlar, dünya derdini unutuyorlar,<br />
kalplerine yerleşen peygamber sevgisiyle gidiyorlardı. Kimdi bu Hamza...<br />
Mahallenin dilinde bir Hamza şarkısı... Merakla gelenler, umduklarından faz-<br />
lasını görüp gidiyorlardı. Hepsinin birleştiği nokta onun gibi bilgili bir insanın<br />
boyacı olmasına şaşırmaktı. Liseyi bitirmiş olmasına rağmen neden devam<br />
etmemişti. Bunu ona sorduklarında:<br />
- Uzun hikaye, deyip geçiyordu.<br />
Hamza’da gurur olmaması ve çok uzak yerlerden onu dinlemek için in-<br />
sanların gelmesi başkalarını hayrete düşürüyordu. Hamza ise oralı bile de-<br />
ğildi, sanki insanlar başkasına hayrandı. Bilmiyorlardı Hamza’nın bildiklerini,<br />
yalnız kalınca dua ediyordu:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
188
- Onlar bana değil, Allah’a koşuyorlar, onu dinliyorlar, bu dil onun, konuş-<br />
turan o, anlatılan o... ve ekliyor: Beni bu bilgiyle bilinçlendiren Allah’a ham-<br />
dolsun.<br />
Doktor Selim’in bürosunun boyası bitmiş, şimdide evi boyanıyordu. Ham-<br />
za o sabah yorgundu. Bıyıksız doktorun evinin lüks ve abartılı oluşu, gelirinin<br />
yüksek olduğuna işaretti. Elbiselerini çıkartıp iş elbisesini giydi, doktorun ha-<br />
la gecelik kıyafetlerle dolaşması o gün çalışmayacağı anlamına geliyordu.<br />
Hasan ustanın neden gelmediğini sordu, onun başka bir işe bakmaya gittiği-<br />
ni öğrendi. Hamza’dan hoşlanmıştı, yanından ayrılmıyor onunla sohbet et-<br />
mek istiyordu. Söze:<br />
- Kaç gün daha çalışırsınız, diyerek girdi.<br />
Hamza:<br />
- Zannedersem bir hafta daha sürer.<br />
Doktor tebessüm etti:<br />
- Çok uzun sürdü.<br />
Hamza elindeki değnekle boyayı karıştırıp:<br />
- Her işin kendine göre bir süresi vardır, bu size uzun gelebilir, fakat işin<br />
durumuna göre normal bir süredir. Mesela sizin yaptığınız iş başkasına uzun<br />
veya kısa gelebilir fakat sizin için süresi normaldir.<br />
Bu şekilde sohbet başladı. Orta yaşlı, saçlarının bir kısmı dökülmüş olan<br />
doktor, mesleğinin cazibesini ve enteresan yönlerini anlatmaya koyuldu. İs-<br />
tanbul gibi büyük bir şehirde, otopsi yapan doktorların, nelerle karşılaştığını,<br />
cesetlerin yüzlerindeki soğukluğun yaşama nasıl yansıdığını, cansız bir be-<br />
deni incelemenin oluşturduğu ruh halini, zamanla bu durumlara alışıp bir ta-<br />
şa benzediklerini anlatıyordu. En son kavruk sesiyle:<br />
- Bazı cesetler morgda uzun bir zaman durdukları zaman, soğukta olma-<br />
larına rağmen öyle iğrenç kokuyor ki, bunu şahit olandan başkasının bilmesi<br />
imkansız.<br />
Hamza boya rulosunu duvara sürüp:<br />
- Hiç güzel kokan bir cesetle karşılaştınız mı, diye sordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
189
Doktor Selim gülümseyip:<br />
- Hamza! Hiçbir ceset güzel kokmaz, kuştan tut en küçük bir kelebeğe<br />
kadar bu kural geçerlidir.<br />
Doktorun tebessümüne Hamza’da tebessümle karşılık verdi. Ses tonunu<br />
ağırlaştırıp;<br />
- Demek siz hiçbir şehidin bedeniyle karşılaşmadınız!<br />
Gözlüklü doktor için inanç kaf dağı kadar uzaktı. Karakteri sağlam ve dü-<br />
rüsttü, fakat inançla işi yoktur. On üç yaşlarındaki küçük kızı kahve getirdi.<br />
Doktor Selim önce gelen kahve fincanlarına sonra da Hamza’ya baktı:<br />
- Bak Hamza! Böyle şeylere inanma... Sana şunu söyleyeyim, hiçbir varlı-<br />
ğın cesedinin güzel kokmasına zerre kadar ihtimal yoktur, aksine iğrenç<br />
kokması için her şey müsaittir. Özellikle insan bedeninin güzel kokması im-<br />
kansızdır. Sen şehit dedin, yani yaralanıp ölen bir insan. Kan vücuttan çıktığı<br />
an o beden bitmiştir, normal yolla ölenden daha berbat kokar.<br />
Hamza doktoru tebessümle dinledi. Kararlı bir sesle:<br />
- Bu söyledikleriniz doğrudur, siz keramet veya mucizeye inanmadığınız<br />
için, batıl diyebilirsiniz, oysa şehide verilen bu koku Allah’ın lütuflarından bi-<br />
ridir.<br />
Doktor kahvesinden bir yudum daha alıp:<br />
- Bırak şimdi kerameti, mucizeyi sen bana gerçeklerden bahset, bana bu<br />
iddia ettiğin şeyi ispat et.<br />
Hamza boyalı parmaklarının arasındaki kahve fincanını üzerine bez örtül-<br />
müş masaya bırakıp:<br />
- Ben şehidin kokusunun cennet kokularından olduğunu ve bunun insan-<br />
lar tarafından hissedileceğini mucize veya keramete inanmayanlara ne anla-<br />
tabilirim ne de ispatlayabilirim.<br />
Bilgili bir insan olan doktor Hamza’yı köşeye sıkıştırdığını düşünüyordu.<br />
Günlerdir Hamza’nın zayıf olduğu bir taraf olmalı diyerek takip etmişti, bu<br />
konu tam aradığı şeydi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
190
Şehidin bedeni kokardı, kokmazdı bu konuşma öğleye kadar sürdü. Ne<br />
Hamza doktoru bu konuda ikna etmişti ne de doktor Hamza’yı kendine<br />
inandırabilmişti.<br />
Bir hafta sonra doktor Selim’in evi boyanmıştı. Sadece malzemelerin bu-<br />
lunduğu balkon kalmıştı. Doktor Selim’in tavsiyesi üzerine Ortaköy Ermenile-<br />
rinin evlerini boyayacaktı. Doktor Hamza’ya inanmıyor gibi görünse de onun<br />
söylediklerini düşünmeden edemiyordu.<br />
- Acaba diyordu; ya söyledikleri gerçekse? Fazla uzun sürmedi, ince ince<br />
araştırmaya koyuldu.<br />
Hamza Ermenilerin evlerinin boyasına başlamıştı. İlk boyadığı evin sahibi-<br />
ni bir düşüncedir sarmıştı bile. Hamza çetin uğraştan memnundu, sırf Allah<br />
rızası için yapıyordu yaptıklarını...<br />
Gece olup yatağa girdiğinde Eylül’ün kara gözleri çıkıyordu karşısına, onu<br />
uyutmuyordu, ne zordu bu, çekip alamıyordu onun hayalini kendisinden,<br />
nasıl bir şeydi kurtulamıyordu, çok geceler onun yüzünden uykusuz kalıyor-<br />
du. Neden uyumak istediği zamanlar karşısına çıkıp onu uyutmuyordu, ce-<br />
vabını kendisi de bilemiyordu. Öte yandan Eylül’den tamamen habersizdi,<br />
onun kendisini sevip sevmediğini bile bilmiyordu. Sevdasının üstüne bembe-<br />
yaz karların yağdığından habersizdi.<br />
Eylül’ün hemşirelik okulunu bitirip stajdan sonra çalışmaya başladığından,<br />
İstanbul Okmeydanı SSK hastanesinde hemşirelik yaptığından, Doktor Se-<br />
lim’le beraber çalıştığından habersizdi.<br />
Hamza bu sevdanın kendisini her geçen gün bir çıkmaza götürdüğünün<br />
farkındaydı. İlk yaptığı gibi şimdi de zamana bıraktı, zamanın çare olmaya-<br />
cağını bile bile...<br />
Bir gece yarısı uykusu bölündü, hayallerini bıraktığı gibi buldu. Eylül hala<br />
düşlerindeki prensesti. Kalktı, duygularını beyaz sayfalara döktü, ilk defa<br />
sevda üzerine bir şiir yazıyordu. Şiirde sadece Eylül’e hitap edilmişti. Vefakar<br />
dost siyah atı Yunus yoktu ki ona anlatsın. Eylül’ün kara gözlerinin karalığın-<br />
dan bahsetsin, bu sefer beyaz sayfalara anlattı, sayısız şiirlerine bir ilki kat-<br />
mıştı. İlk defa bir aşkın anatomisini yazmıştı kalemi. Uyuyabilmenin tek yolu<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
191
uydu. O gün sabah namazı için Kemer Hatun camiindeydi, yüreğindeki Al-<br />
lah’a olan büyük muhabbetle namazını kıldı...<br />
Ekim gelmiş Hasan Usta işleri Hamza’ya bırakarak köye gitmişti, soğuk<br />
yeni yeni kendini gösteriyordu. Yağmur nedeniyle o gün işe gitmeme kararı<br />
almış. Vakit öğleyi geçmiş küçük masada bir şeyler karalıyordu Hamza. Yor-<br />
gun gözleriyle pencereye hışımla değen yağmuru süzüyordu. Yağmur Ham-<br />
za’ya bir şeyler anımsattı, birilerinin haline çok benziyordu, iştahla ve coşa-<br />
rak göklerden gelen yağmur tanecikleri. Hışımla pencereye çarpıp dağılıyor,<br />
sonra da sessizce camdan süzülüp kayboluyordu.<br />
İstanbul’a göç edenlere benzetti yağmuru, kalabalık bir şekilde geliyor-<br />
lar, gür ve neşeli, sonra pencerede kaybolan damlacıklar gibi sessizce dağı-<br />
lıp kayboluyorlardı. Kapının açılması düşüncelerini dağıttı.<br />
ti:<br />
Bir kafa uzanıp:<br />
- Hayırdır bu gün işe gitmemişsin, dedi Aytekin, ince ve kibar bir sesle.<br />
Hamza:<br />
- Binanın dış cephesi boyanacaktı yağmur olunca kaldı, dedi ve devam et-<br />
- Buyur gel çay içelim.<br />
Bu teklif çilekeş Aytekin’in arayıp ta bulamadığı bir şeydi. Hayattan bez-<br />
miş tutumlarla içeri girdi, elindeki dergiyi masaya koydu. Aytekin her za-<br />
manki gibi yaşamın zorluğunu anlattı, halinden yakındı, aç olduğunu söyledi,<br />
parasız olduğunu, iki gün önce yediği ekmek arası yağla durduğunu söyledi.<br />
Bu ara Hamza dergiyi kontrol etmekle meşgul. Mırıldandı:<br />
- Hangi gece varki sabahı olmasın, seninde bir gün mutlaka sabahın ola-<br />
cak sabırlı ol, dedi ve ekledi, Aytekin’e hitaben:<br />
- Bu dergi burada kalsın.<br />
- Tabi, tabi.<br />
Az sonra Aytekin karnı doymuş, çayını yudumlamış ve harçlığını almış bir<br />
şekilde odadan ayrıldı. Dikkatini dergide yoğunlaştırmış olan Hamza üçüncü<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
192
satırda duraksadı, şiir yarışmasından bahsediyordu, birinci gelen şairin şiir<br />
kitabını basacaklarını yazmışlardı. Biraz düşündü:<br />
- Neden olmasın, diye mırıldandı.<br />
Önceki gece Eylül’e yazdığı şiiri hazırladı ve bir zarfa koydu. Ertesi gün<br />
postaladı.<br />
İstanbul’a yeni yeni kar düşerken insanları yine vurdum duymazdılar.<br />
Hamza dalgın adımlarını Taksim meydanında yavaşlattı. Yüreğinde anlam<br />
veremediği bir burukluk hissediyordu, adeta akıbetin gözlerini görüyordu,<br />
ama bu akıbet neyin akıbeti idi, buna yöneltti duraksayan düşüncelerini,<br />
bekledi, belki akıbet dile gelir konuşabilir diye, bu ara hayallerini kontrol etti,<br />
onlar hala zeval ülkesinde prensti, sevdasını düşündü o kadar uzaktı ki...<br />
Oluktan akarcasına çılgınlaşan yağmur, Hamza’yı kendine getirdi. Üşü-<br />
meyi de beraberinde getirmişti. Yavaşlayan adımlarını İstiklal caddesine yö-<br />
neltti, ışıkları geçti telefon kulübelerinin önünde yağmura rağmen insanlar<br />
kuyruklar oluşturmuşlardı. En son telefon kulübesindeki sahnede bakışları<br />
dondu. Genç bayanı birisine benzetti. Yooo hayır benzettiği insan böylesine<br />
bir ahlaksızlığı yapamazdı ve bu...<br />
Devam edemedi. Müdahale etmek istedi, orada Hamza ahlak olmalıydı,<br />
yaklaştı, ayakları korkuyordu, kulübenin buharlaşan camları benzettiği insa-<br />
nın simasını gizliyordu, kulübeye tamamen yaklaştı.<br />
- Aman Allah’ım... bu... bu.. Eylül!...<br />
Kiraz rengindeki dudakları yabancı dudaklardaydı, nasıl başka bir dudak<br />
onun dudaklarında gezinebilirdi. Kara gözlerinin perdesi inmişti Eylül’ün.<br />
- Aman Allah’ım Eylül’ü bu hallerde görmek Hamza’nın en son düşünebi-<br />
leceği bir şeydi. Şoka uğramıştı Hamza:<br />
- Nasıl...Nasıl?<br />
Sorular yürekten gönle kıvrım kıvrım akıyordu. Gönül böylesine ağır bir<br />
soruyu cevaplayamadı, gözlerden yardım istedi... O da cevap veremeyince<br />
suskunluğu inciyi anımsatan yaş damlacıklarına bıraktı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
193
Oluktan akarcasına hiddetli yağan yağmur Hamza’nın gözyaşlarını saklı-<br />
yordu. Şakağını ısıtan tuzlu gözyaşları onun donuk halini bozdu. Ayakları ku-<br />
lübeden beş adımdan başka ilerleyemedi. Çıldırıyordu, ruhu bedenine dar<br />
gelmeye başladı, yürüyemedi, gözleri yağmura inat yağıyordu. Dudakları:<br />
- Hayır... Hayııır... diyebiliyordu sadece.<br />
Olduğu yere çöktü, dizlerinin üzerinde iki büklüm, başı öne eğik, parmak-<br />
ları kırılırcasına birbirine kenetlenmiş, ürpertiyi anbean yaşıyor:<br />
- Hayır, diyordu<br />
Siyah pardösüsüyle yüzünün bir kısmını kapamış:<br />
- Ben seni hayallerimden bile kıskandım.<br />
Göz yaşlarının yağmurla beraber akıp gitmesini istemiyordu. O an için tit-<br />
reyen bedenini yine gözlerden akan damlacıklar ısıtıyordu. İstiklal caddesinin<br />
insanları böylesi şeylere alışkındı, bazıları haricinde ilgilenen yoktu, hemen<br />
oracıkta yerde iki büklüm ve ara ara:<br />
- Hayır... Seni ben...<br />
Lafzını belli belirsiz mırıldanan ve yüzünün bir kısmını pardösüsüyle kapa-<br />
yan insan, kimsenin umurunda olmadığı gibi:<br />
- Delinin biridir, diye söylenenler bile vardı.<br />
Telefon kuyruğundaki insanlar dikkatlerini Hamza’nın sesiz tutumlarına<br />
yöneltmişlerdi. Az sonra en sondaki kulübenin de dikkati merakla beraber<br />
fiile geçmişti:<br />
- Orada ne oluyordu?<br />
Kendine çeki düzen verdi Eylül, beraberindeki erkekle çıktılar. Alışık de-<br />
ğildi böylesi sahnelere, mırıldandı:<br />
- Kim bilir ne derdi var?<br />
İsmi Tarık olan erkek arkadaşı, Hamza’nın bin bir türlü yargıların hükmü-<br />
ne aldırış etmeden kavrayıp çiçekleri aldığı Eylül’ün narin ellerinden tutup:<br />
- Gidelim güzelim, böyle şeylere aldırma burası İstanbul, dedi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
194
Eylül’ün abanoz siyahı saçlarını sırılsıklam ıslatmıştı yağmur. Kara gözleri-<br />
ne ise perde oluyordu, Hamza’yı, birilerine benzetti, ama Tarık’ında dediği<br />
gibi:<br />
- Burası İstanbul’du...<br />
Ve kol kola yağmurun sert yağışına aldırış etmeden İstiklal caddesinin ka-<br />
labalığında gözden kayboldular.<br />
Hamza yarım saattir sevdasının kahrını yaşıyordu. Bu nasıl kahırdı böyle...<br />
Ruhu bedenden ayrı, yüreğinde yargı, yargı gönülde. Gönülde bakışlarla bu-<br />
luşunca gözyaşları kesildi. Zor da olsa ayağa kalkabildi. Ağa camiinde iki re-<br />
kat namaz kıldı düşünmemek için çaba sarf etti. Allah’a duyduğu ilgi gönlü-<br />
nü teskin etti. Camiinin tam avlusundan çıkmıştı ki bir ses:<br />
- Hamza! Hacıpaşa’lı Hamza!<br />
Sağını solunu süzdü, omuzuna değen el arkasına bakmasına sebep oldu.<br />
Bu orta okulu beraber bitirdikleri arkadaşı Çetin’di. Kalabalığın göbeğinde<br />
nasıl olduysa Hamza’yı tanımıştı. Yıllar önce taşınmışlardı İstanbul’a. Kucak-<br />
laştılar, hal hatır soruldu.<br />
Hamza:<br />
- Ne geziyorsun buralarda?<br />
- Seni sormalı.<br />
- Yolumun üstü<br />
Çetin:<br />
- Bizim ev de buralarda, Taksim’e çıkışta sağdan inip Cihangir’i bulursan<br />
bizim evi de bulmuşsun demektir.<br />
-Yakın sayılırmış.<br />
- O yönden şanslıyım.<br />
Çetin:<br />
- Eeee... Hadi sen de bize katıl.<br />
Hamza orta okul arkadaşını kırmadı, Yanındaki makyajlı kızları yeni fark<br />
etmişti:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
195
- Merhaba.<br />
Kızın ikisi birden bu selamı başlarıyla tasdikledi. Biraz sonra, büyük ve<br />
lüks pastanede beyaz gömlekli genç garsona sipariş veriyorlardı. Bu ara Çe-<br />
tin beraberindeki kızlara Hamza’dan bahsediyordu. Şiirlerinin ne denli güzel<br />
olduğundan, dindarlığından... Şımarık Çetin’in ifadeleri cıvımaya başlamıştı,<br />
bu cıvıklık yerini alaya bıraktı. Çetin:<br />
- Bizim hoca, öyle kızlara bakamaz, kolay kolay konuşmaz bile.<br />
Konuşmalar böyle devam ediyor, kızlar kahkahayı patlatıyorlar, karşıların-<br />
daki delikanlıya zavallıymış gibi bakıyorlardı. Uzun saçlı kız:<br />
- Aaaa, bu zamanda hala böyle insan var mı, hem de senin arkadaşın?<br />
- Ya! Eski bir arkadaşım, dedi, sarı saçlı, keçi sakallı, züppe kılıklı Çetin.<br />
Hamza ciddileşti, bakışları sertleşti, hepsine razıydı ama Çetin’in küçüm-<br />
seyen tavırları sabrını tüketti. Üzgün ve sert bir sesle:<br />
- Bana bak eski arkadaş diyordu: Ben senin gibi, barlarda, diskoteklerde<br />
veya lüks pastanelerin şatafatlı masalarında, ceylan bakışlı kızların, iri gözle-<br />
rine bakarak, aşkı sevdayı anlatmıyorum, senin yaptığın gibi dostlarıma, bo-<br />
yalı dudakların cazibesinden, uzun saçların ihtişamından bahsetmiyorum.<br />
Ben sahipsiz dağlardaki beyaz kuzuların iri gözlerindeki ışıltıyı anlatıyorum,<br />
dostlarıma ve kuzuların çobanlarına, senin gibi şehir kurtlarının kurnaz göz-<br />
lerindeki tehlikeyi anlatıyorum insanlara. Yalnız zannetme ki, senin yaptıkla-<br />
rını yapamam, sanma ki utanırım ya da beceremem. Ben senin bilmediğin<br />
Allah’ı bilir, korkmadığın Allah’tan korkarım. Bunu böyle bilesin eski arkadaş<br />
Çetin!!.<br />
Çetin ve iki kız afallamıştı, böyle bir çıkış beklemiyorlardı ondan. Hamza<br />
masadaki kül tabağını Çetin’in önüne doğru sürükleyip yerinden kalktı. Se-<br />
sinde alay kokan bir ahenk vardı:<br />
- Siz birbirinizi kandırmaya devam edin, dedi.<br />
Çetinin pişmansı ısrarları boştu. Biraz önce gelen garsonun ve masadaki-<br />
lerin bakışları altında kısa adımlarla pastanenin kapısına doru yol aldı. Uzun<br />
saçlı kız:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
196
- Ne iş yapıyor bu hırçın çocuk?<br />
Çetin:<br />
- Çok çalışkandı üniversite sınavlarını kazanamamış, şimdi sanırım inşaat-<br />
larda çalışıyor.<br />
İsmi Burçin olan kız:<br />
- Yazık etmiş kendine, çok yakışıklı birisi ama gel gör ki biraz geri kafalıya<br />
benziyor.<br />
Uzun saçlı kız:<br />
- Telefonu var mı bunun?<br />
- Yok fakat bulabilirim.<br />
İsmi Buse olan uzun saçlı kız Hamza’dan hoşlanmıştı, tavırları onu müthiş<br />
bir şekilde etkilemişti, bir an onunla arkadaş olabileceğini düşündü, uzun<br />
saçlarını omuzlarından aşağıya döküp:<br />
- Çetin! Eğer bulursan o çocuğun telefonunu bana geciktirmeden ver.<br />
Çetin yılışarak:<br />
- İş mi atacaksın kız, dedi.<br />
Buse çantasından sigarasını çıkartıp diğer arkadaşına uzatarak:<br />
- Atamam mı yani?<br />
Çetin:<br />
- O başkadır, o sana yüz vermez, tanıdığın erkeklere hiç ama hiç benze-<br />
mez, haberin olsun.<br />
Buse kararlıya benziyordu:<br />
- Uzatma, telefon veya adres ikisinden birini bul yeter.<br />
Çetin, Hamza’yı üzdüğünün gün gibi farkındaydı, iş işten geçmişti artık.<br />
Ne olacaktı zaten muhatap olmuyordu, bir tesadüf eseri karşılaşmışlardı, bir<br />
daha ya görür ya görmezdi.<br />
Hamza’yı üzmüştü Çetin. İmam Hatip Lisesinin orta kısmından ayrılmıştı.<br />
Keşke hiç karşılaşmasaydım diye mırıldanarak sokağa geldi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
197
Soğuğun her geçen gün arttığı şu sıralar Ermeni ailelerinin evlerini boya-<br />
maya devam ediyordu Hamza. Babasıyla devamlı çalışan o iki kişiyi de yanı-<br />
na alıp işlere daha bir sıkı sarıldı.<br />
İstanbul’un kışı çekilmiyordu. Ermeni aileleri kış demeden evlerinin bo-<br />
yama işlerini büyük bir huzurla Hamza’ya veriyorlardı, onun çalışma tarzı<br />
hoşlarına gidiyordu. Bu memnuniyeti ara ara doktor Selim’e bildiriyorlar, ona<br />
teşekkür etmeyi unutmuyorlardı. Doktor Selim Hamza’nın yanına uğrama-<br />
dan edemez olmuştu.<br />
Hamza, Agop ismindeki Ermeni’nin evinde rulo sallıyordu. Üstü başı bo-<br />
yanmış delikanlıyı süzüyordu Agop, görüntüye bakarak cahildir hükmünü<br />
koydu. Bu zamana kadar evini boyayan her boyacının İslam’dan uzaklaştığı-<br />
na şahit olurdu, dindar Hıristiyan Agop. Agop saçlarını yokladı. Biraz düşün-<br />
dü ve sordu:<br />
- Müslüman mısın genç!<br />
Hamza böyle ani bir giriş beklemiyordu, lakin bekliyordum der gibi:<br />
- Ya siz Hıristiyan mısınız?<br />
Agop neyle karşılaştığını anlayamadı. Cevabı kekeleyerek verdi:<br />
- Elbette ve bundan da gurur duyuyorum.<br />
- Ben elbette demiyorum, Allah bilir diyorum ve temennim o ki yaratanın<br />
nazarında Müslüman’ımdır ve hissettiğim bu temenni bana gurur veriyor.<br />
Uyanık Agop ilk defa böyle bir cevapla karşılaşmıştı. Anladı ki bu genç gö-<br />
ründüğü gibi değil. İstediği cevabı bırak almayı delikanlı Agop’u istediği yere<br />
yönlendiriyor gibiydi. Agop’un beyninde yeni bir ışık yandı ve sordu:<br />
- Peki ne zamandır Müslüman’sın?<br />
Hamza Agop’un bir planı olduğunu sezdi, sorularını yönlendirebilir hatta<br />
sen ne zamandır Hıristiyansın diyerek de geçiş yapabilirdi ama yapmadı di-<br />
rek yanıt verdi:<br />
- Kalubeladan bu yana.<br />
Agop istediği cevabı aldı, şimdi ne diyecek acaba diye bir daha sordu:<br />
- Kalubela dediğiniz yer neresi?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
198
Agop Hamza’yı da karşılaştığı diğer Müslümanlar gibi ezberci sanmış, ce-<br />
vap veremeyeceğini düşünmüştü. Hamza:<br />
- Kalubela yeryüzüne gelmeden çok çok önce ruhların toplandığı, orda<br />
Rabb’lerine kul olacakları sözünü verdikleri yerdir.<br />
- Peki kalubeladan önce de Müslüman mıydın ne yapıyordun?<br />
Hamza tebessüm etti:<br />
- Ondan sonrasını, evveli ve sonrası olmayan Allah bilir.<br />
Hamza Agop’un sorularını cevapladı ve bu sefer kendisi sordu:<br />
- Az önce gururlu olduğunuzu söylemiştiniz, peki neden gururlusunuz?<br />
Agop diğer odadan bir sandalye getirerek oturdu ve cevap verdi:<br />
-Müslümanların ve Yahudilerin durumlarını görüyor Hıristiyanlığımla gurur<br />
duyuyorum.<br />
Hamza:<br />
-Lütfen ön yargılı olmayın, koskoca tarihi silip atamazsınız. Önce tarihi<br />
parçalara ayırarak hangi dinin en çok hakimiyet kurduğuna bir bakalım.<br />
Agop hangi yüzyıla baksa İslam’ı görüyordu, onun için tarihi kurcalamak<br />
istemedi:<br />
- Ben tarihten anlamam, benim için bugün önemlidir. Bugünü kıyaslama-<br />
lıyız, dedi ve bir örnek göstermek istedi:<br />
- Bugün Müslüman’ların önde gelen imamlarının çoğu sahtekar, buna ne<br />
dersin?<br />
Hamza:<br />
-Ya sizin papazlarınıza ne dersin, onlar şehvet düşkünü birer budala değil<br />
mi? Geçen gün okuduğum bir gazetede, çocuklara tecavüz eden bir papaz-<br />
dan bahsediliyordu. "Leküm dinüküm veliye din" Sizin dininiz size, bizim di-<br />
nimiz bize, sayın Agop bey. Her dinde birtakım insanlar menfaatları için bu-<br />
lundukları mevkiyi kötüye kullanabilirler. Bunlara bakılarak onların ettiği din<br />
asla ve asla yargılanamaz.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
199
Agop çetin biriyle karşılaştığının farkına vararak sahte bir hoş görüye bü-<br />
rünmek zorunda kaldı:<br />
-Haklısınız, hem de çok haklı, kişilere bakılarak değerler yargılanamaz.<br />
Agop tevazuya devam ediyor tatlı bir dille soruyordu:<br />
- Hıristiyanlıkla ilgili soruların var mı?<br />
Hamza:<br />
- Tabi uygun görürseniz, dedi ve devam etti:<br />
-Siz haşa Hz. İsa’yı tanrının oğlu olarak kabul ediyorsunuz, bu beraberin-<br />
de onlarca soruyu getiriyor. Şayet İsa tanrının oğlu ise, tanrı da bir insan<br />
veya birden çok tanrı var. Bir insana tanrı muamelesi yaparak tapmak ne<br />
derece doğru bir şey... Cennetten arsalar alınıyor. Beş parasızlar ne yapa-<br />
cak?<br />
Hamza’yı Agop’un sıkıntılı tavrı susturdu. Agop; açıklama yapmayı düşün-<br />
dü fakat içinden çıkamazdı. Aklına papaz Harmın geldi, bu çocuğun hakkın-<br />
dan ancak o gelirdi. Ayağa kalktı, yapmacık bir sesle Hamza’yı takdir etti:<br />
- Çok güzel sorular sordun Hamza, yalnız şimdi gitmem lazım, yengen<br />
seninle ilgilenir, yarın veya başka bir gün sorularına cevap veririm.<br />
Hamza:<br />
- Şu vaftizi de anlatırsanız öğrenmiş olurum.<br />
Hitabı Agop’u açıklama yapmadığına memnun etti. Bu memnunlukla:<br />
- Hadi kolay gelsin, dedi ve evden çıktı. Agop’u Hamza’nın soruları ve ce-<br />
vapları hayli şaşırtmıştı, şaşkınlığının yoğunlaştığı yer bu insanın bir boyacı<br />
oluşuydu, bilgili biriyle karşılaştığının farkına varmıştı.<br />
Bu sefer Hamza’nın yanına Agop’un karısı gelmişti. Kocasıyla Hamza’nın<br />
yaptığı sohbete kulak misafiri olmuştu.<br />
Ben de İslam’ı sorayım, kafası kurcalansın, diye düşünmüştü.<br />
- Kolay gelsin, dedi ve seyre koyuldu.<br />
Boyacı işini temiz yapıyordu, sordu:<br />
- Dininin gerektirdiklerini yapıyor musun?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
200
- Evet elimden geldiğince yapıyorum.<br />
- İçki gibi güzel bir şey dininizde neden yasak?<br />
Hamza boya rulosunu duvara yaslayıp, boş kalan eline fırçayı aldı:<br />
- Hanımefendi farkında mısınız. Korkunç bir şeye güzel dediğinizin? Söyler<br />
misiniz, başlangıçta neşeyle kaldırılan kadehlerin son faslı neden iğrenç sah-<br />
nelere dönüşüyor? Beyinler sulanır, mideler kabarır ve şuur hali kaybolur.<br />
Sonuçta iğrenç manzaralar oluşmaz mı? Peygamberimiz “İçki bütün kötülük-<br />
lerin anasıdır" buyurur. Biliyorsunuz yeryüzündeki işlenen suçların neredeyse<br />
tamamının kaynağı içki. Okumuyor musunuz, alkollü şoförlerin yol açtığı ka-<br />
zaları. Hırsız aç değilse sarhoştur, cinayet işlenir can alkollüdür, kavga olur<br />
taraflar sarhoştur, yıkılan yuvaların sebeplerinden biri güzel dediğiniz alkol<br />
değil midir, söyler misiniz böyle bir şey nasıl güzel olabiliyor, yasak edilmesi<br />
uygun değil midir? dedi.<br />
Agop’un karısı Agop gibi doğma büyüme İstanbulluydu, az bilirdi, bildikle-<br />
rinin de başlangıcını bilir devamını getiremezdi. Hamza’nın akıcı ve tatlı dili,<br />
yıllardır güzel olarak değerlendirdiği içkinin gerçek yüzünü göstermişti. He-<br />
men vazgeçemezdi bir şeyler daha sormalıyım, diye düşündü:<br />
-Tamam onda haklısın, peki siz neden İsa’yı kabul etmiyorsunuz?<br />
Hamza sarı saçlı kadının Müslümanlıkla ilgili son derece bilgisiz olduğunu<br />
anladı, aklına Agop geldi, mırıldandı:<br />
- Ava giden avlanır...<br />
Evet Agop’un karısı kolayca Müslüman olabilirdi, meraklı görünüyordu.<br />
Hamza boya rulosunu yeniden eline aldı:<br />
- Hanımefendi, biz hazreti İsa’yı peygamber olarak kabul edip diğer pey-<br />
gamberlere duyduğumuz saygının aynısını hazreti İsa’ya da duyarız, lakin si-<br />
zin gibi ona haşa tanrının oğlu diyerek Rab’lik isnat etmeyiz, o da nihayetin-<br />
de bir insandır. Ben de size aynı soruyu soruyorum; peki siz neden bizim<br />
peygamberimizi kabul etmiyorsunuz?<br />
Agop’un karısı düşünmeden cevap verdi:<br />
- Kocamın dediğine göre o usta bir büyücüymüş, onun için.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
201
Hamza acı acı tebessüm etti:<br />
- Sizce bir büyücünün peşinden bunca zaman, milyarlarca insan gider mi,<br />
bunların ilim adamları onun davasını güder mi ve böyle bir şeye tarih bo-<br />
yunca rastlanmış mı?<br />
Çalan kapı zili konuşmayı kesti. Gelen Agop’un kız kardeşi Gayena idi.<br />
Genç ve güzel kız neşeyle ve düzgün Türkçe’siyle çalışanlara:<br />
- Kolay gelsin, dedi.<br />
O da abisi gibi doğma büyüme İstanbul’luydu, devam etti yengesine hi-<br />
taben:<br />
- Konuşmanızı mı kestim?<br />
Agop’un karısı:<br />
- Hayır Gayena, sen de gel. Hamza’yla sohbet ediyorduk.<br />
Gayena bir takım işlerini hallettikten sonra sohbete kulak vermeye başla-<br />
dı. Önceleri pek önemsemedi, fakat konuşan Hamza olunca dinletmesini bi-<br />
liyordu, ağır ağır onlara yaklaştı, dinledi dinledi... Güzel kız dilini yutmuş gibi<br />
öylece bakakalmıştı. Hamza elinde ne varsa bir tarafa bırakıp ikisine hita-<br />
ben:<br />
- Kabul ederseniz size bir teklifte bulunacağım.<br />
Agop’un karısı atıldı:<br />
- Söyle bakalım.<br />
Hamza kelimelerin üstüne basarak konuştu:<br />
Din değiştiren bir şey kaybedecekse, o değiştirmesin fakat kazanacaksa<br />
değiştirsin.<br />
Hamza’dan kastını açıklamasını istediler. Hamza:<br />
- Ben sizin dininize geçersem Hıristiyanlığın gereği olarak İslam’ı reddet-<br />
mek zorunda kalacağım, şayet siz İslam’ı seçerseniz ne Hıristiyanlığı redde-<br />
deceksiniz ne de Hazreti İsa’yı. Hazreti İsa’yı sevmeye ve ona saygı duyma-<br />
ya devam edeceksiniz. Bir insan asla tanrının oğlu olamaz. Sadece bunu ka-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
202
ul etmeyeceksiniz ve İslam’ı seçmekle fazlalığınız olacak ve hiçbir şey kay-<br />
betmeyeceksiniz, dedi.<br />
Günler ağır ağır geçiyor, iki insan İslam’a ısınıyordu. Hamza’nın iddia et-<br />
tiklerinin biri dahi mantıksız değildi, haklıydı ama bu inanç olunca biraz dü-<br />
şünmek gerekliydi. İnancın değişmesi hayatın değişmesi anlamına geliyordu.<br />
İki Hıristiyan da düşünme safhasındaydı.<br />
Agop’un evden çıkmasıyla beraber Hamza’dan İslam’la ilgili prensipleri<br />
öğreniyorlardı. Güzel kız Gayena ilk defa duyduğu şeylere hayli merak sar-<br />
mış dört gözle ertesi günleri bekliyordu. İkisi de şunda sabit kalmıştı:<br />
- Bir insan Allah’ın oğlu olamazdı, eğer öyle bir şey olsaydı, çok sayıda<br />
tanrı olurdu. Bu durumda Dünya bu denli intizamlı olamazdı.<br />
Ve nihayet en büyük şerefe nail oldular. Hamza’nın sıkı tembihini dikkate<br />
alıp bundan Agop’a bahsetmediler. Hamza o hazır olana dek ondan Müslü-<br />
man olduklarını gizlemelerini istemişi. Hiç akıllarının uçundan bile geçmemiş-<br />
ti, bir boyacının hidayetlerine vesile olacağı. Hamza bilinçli olarak Agop’un<br />
evinin boya işini uzatıyor, yeni Müslümanlara dinin gerektirdiklerini öğreti-<br />
yordu. Bu öğretme işini başka birine devretti. Bu genç kız zevkle yeni Müs-<br />
lüman olan iki kişiyi bilgilendiriyordu.<br />
Hamza gönülleri feth ediyor, karanlıklara ışık saçıyordu. Fakat köyünü öz-<br />
lemişti. Ya Eylül! İsmini anımsamak istemese de coşkun seller gibi beliriyor-<br />
du hayallerinde. Sorulardan kaçamıyordu, o ne geziyordu İstanbul’da, o<br />
evet o değil miydi, birilerini ona mı benzetmişti yoksa?!... Yo hayır o idi,<br />
içinden çıkamıyordu, gözlerini çalan bu hayalden kendini zor çekti. Dar so-<br />
kağın kaldırımlarındaki bezgin insanları düşündü, kimle konuşsa usanmış,<br />
bıkmıştı hayattan, dertsiz sadece dert denen elle gösterilemeyen varlık vardı<br />
galiba, küçük çocukların simasında bile ara ara kendini gösteriyordu...<br />
Küçük sokaktan radyosunu sonuna kadar açık bir taksi hızla geçti ve<br />
Hamza gibi başkalarını da rahatsız etti. Taksi birkaç defa geçti ve en son ge-<br />
çişte bir çocuk ezilmekten kıl payı kurtuldu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
203
İsmi Nuri olan bir adam taksiye müdahale etti, aldığı sert yanıt onu kor-<br />
kuttu, burası ne de olsa İstanbul’du. Küçük düşmüş bir halde evine girdi.<br />
Olayları seyretmekte olan Hamza:<br />
- Bunlara bir ders lazım, diye söylendi.<br />
Sokaktakilerden habersiz, taksinin döndüğü sokağa geçip beklemeye ko-<br />
yuldu. Nihayet beklediği araba göründü, dar yolun ortasına geçti, el işaretiy-<br />
le taksiyi durdurdu. İlk olarak önde oturan genç, aradığını bulmuş edasıyla<br />
taksiden indi. Kaba ve sertçe:<br />
- Bir şey mi istedin?<br />
Bu ara da diğerleri de indi. Hamza dördünün gözlerinde de bakışlarını<br />
gezdirdikten sonra:<br />
- Ben aradığınız şeyim, ya da istediğiniz, dedi alaylıca.<br />
Hamza’nın rahat tavırları dört kendini bilmezi de şaşırttı, ne kadar güve-<br />
niyordu kendine, yoksa bir yerlerde saklanan arkadaşları mı vardı. Evet ka-<br />
pışmalarını bekliyordu. Bir kere taksiden inmiştiler. Biri hariç üçü alttan al-<br />
maya başladı. Hamza’nın kararlı tavırları onları ürkütmüştü. Hamza sesine<br />
de yansıttı bu tavrını:<br />
- Gayeniz ne, ne geçecek ulan elinize, ya çocuğa çarpsaydınız?<br />
Dinliyorlardı:<br />
- Bırakıp kaçacaktınız öyle mi?<br />
İrice olanı:<br />
- Sana ne, sen polis misin?<br />
Hamza konuşana iki adım yaklaştı:<br />
- Çocuğu ez, annesinin yüreğini yak, babasına eziyet ver, varsa kardeşi<br />
yıllarca unutamasın, küçük bir zevkin bir aileyi perişan etsin, ondan sonra da<br />
sana sorulmasın, neden hızlı gidiyordun, diye.<br />
Konuşan iki kişinin arasına bir diğeri girdi:<br />
- Tamam arkadaşım, diyordu Hamza’ya sen haklısın, uzatmayalım.<br />
Hamza özür beyan edene bakıp:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
204
- Bir daha aynısını yapmayın!<br />
Az önce diklenen atıldı. Hamza’yı itekleyip:<br />
- Yapsak ne yaparsın, dedi.<br />
Ellerini Hamza’ya doğru uzatmış el hareketleriyle birlikte belirsiz küfür<br />
ediyordu. Hamza bir anda kendisini itekleyenin kolunu tutup arkasına geç-<br />
tikten sonra kıvırdı. Diğer üç kişinin bakışları altında taksiye doğru itekleyip<br />
arkadan boğazını diğer kolunun arasına aldı. Sesi toktu:<br />
- Ne yaparım biliyor musun, şu an kolumun arasındaki uzun boynunu kı-<br />
rarım.<br />
Kıskıvrak yakalanan serseri tavırlı genç, diğer arkadaşlarından yardım is-<br />
teyen bakışlara bürünmüştü, kurtulmak için çaba sarf etse de kurtulamıyor-<br />
du. Hamza az sonra taksinin ön kaportasına, ne yaparsın, diyen genci bırak-<br />
tı.<br />
Yüz üstü taksinin kaportasında buldu kendini, gördüğü ve güç onu da<br />
korkuttu. Ne olursa olsun altta kalmamalıydı:<br />
- Bunu unutmayacak ve burayı yol edeceğim dedi ve diğer arkadaşlarına<br />
da işaret edip kızgın hareketlerle taksiye bindi.<br />
Patinajla hareket eden taksi sokağın çıkışındaki anayola apansız daldı,<br />
dalmasıyla beraber Hamza’nın ve olayları seyredenlerin kulağına bir kaza se-<br />
si geldi. Bu sese bir kısım gülerken bir kısım da lanet yağdırıyordu.<br />
Hamza ağır adımlarla kaza yerine yaklaştı, halleri berbattı. Taksi, bir<br />
kamyonetle çarpışmıştı. Trafik polisinin ve çekicinin gelmesiyle olay son bul-<br />
du. Hamza mırıldandı:<br />
- Şu gurur ve kibir ne kötü şey...<br />
Evet gurur ve kibir bulunmasaydı yavaş gider ve bu kazayı yapmazlardı.<br />
Şeytanın en büyük silahlarından biriydi kibir. Allah’a şükretti yüreğinde kibir<br />
gibi bir huy barındırmadığı için. Şükredilecek o kadar çok şey vardı ki...<br />
İşler Ermeni ailelerin evlerinde bitmişti. Hamza’nın tek damla boya dök-<br />
meden yaptığı temiz işe ve karakterine hayran olup birbirlerine tavsiye ede-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
205
ek Hamza’ya iş veriyorlardı. Hamza bir taşla iki kuş vurduğunun farkında,<br />
işler çoğalıyordu. Gönül yolunun yeni yolcuları da öyle...<br />
İki boyacı daha lazımdı. Cuma’nın köyde olduğunu biliyordu, gecikmeden<br />
haber saldı. Hamza çağırır da Cuma gelmez mi? Birkaç gün sonra İstanbul’a<br />
kış demeden Cuma’da teşrif etti. Uzun uzun hasbıhal ettiler. Cuma her şeyi<br />
bir bir anlattı. Yalnız siyah at Yunus’un dedesi tarafından, “Boşuna bakılıyor,<br />
gereksiz bir masraf” gerekçesiyle, bir faytoncuya satıldığını Hamza’ya söyle-<br />
yemedi.<br />
Cuma’nın da gelmesiyle daha yoğun sohbetler yapılacak belki de birkaç<br />
kişi daha İslam’la şereflenecekti. Agop’un bahsettiği Harmın ismindeki Pa-<br />
pazla yapılacak olan ince ve keskin tartışma günü nihayet gelmişti. Hamza<br />
şaşkınlığı yaratan kendisini şaşkınlığa düşürmemesi için dua ediyor,aklını ve<br />
zihnini açık etmesini diliyor ve kendisini küçük düşürmemesi için alemlerin<br />
Rabbine yakarıyordu.<br />
Papaz Harmın’ın evi boyanıyordu. Agop karısına hitaben:<br />
- Bak göreceksin Ermenilerin çok sevdiği o delikanlı Hıristiyan olacak, di-<br />
yordu.<br />
Ermeni aileleri Hamza’nın ahlakını, dürüstlüğünü ve birçok yönünü sev-<br />
mişlerdi. Şayet bunun tam tersi olsaydı papaz Harmın’ın evini boyatmazlardı.<br />
Agop’un isteği yerine getiriliyordu.<br />
Hamza o gün çalışmadı, Harmın’ın zengin kütüphanesinin olduğu odada<br />
bekleyişteydi. Harmın’ın yanında iki Papaz dostu daha vardı, bunlardan biri<br />
Rum Levendis’ti.<br />
Agop’un kız kardeşi Gayena bu günü çok beklemişti. Agop Hamza’yı ta-<br />
nıştırdı. Üç papazda karşılarındaki kendisine çok güvenen delikanlıyı süz-<br />
mekle meşguldü. Birçok şey duymuşlardı onun hakkında. Sivri sakallı olanı<br />
sakalını sıvazlayıp:<br />
- Bak delikanlı, yapılacak olan tartışmanın boyutu oldukça ağır. Kim kimi<br />
ikna ederse o onun dinini kabul edecek, bu çok ağır sonuçlar verebilecek bir<br />
tartışma, onun için biz seni sevdik, hakkında güzel şeyler duyduk, dilin tatlı,<br />
konuşman akıcı, senin gibi birinin bize katılması ve misyonerlik yapması,<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
206
aşta aziz dostum Harmın’ı ve Agop’u sevindirir. Yalnız onları mı? İsa Mesih’i<br />
de sevindireceksin, konuşmaya lüzum bile yok. Sana güzel mevkiler verebili-<br />
riz, senin gibi keskin bir zekaya sahip bilgili bir insana seçkin gazetelerden<br />
birinde yazarlık verebiliriz, mevkiin, malın mülkün olur.<br />
Hamza hiç ummadığı bir teklifle karşılaştı, bunlar ne diyordu, yoksa hida-<br />
yetine sebep olduğu Ermenileri öğrenmişler miydi? Ayağa kalkıp sertçe:<br />
- Sayın papaz efendi sen ne dedin biliyor musun, deyip Agop’a baktı:<br />
- Hani tartışma, hani konuşma? Siz Müslümanları parayla pulla safınıza<br />
çekebileceğinizi mi sandınız? Yo hayır, asla... Dünyanın tamamını verseniz,<br />
İslam bir saç olmuş olsa onun tek telinden taviz vermem, dedi ve gitmek<br />
için kapıya yöneldi.<br />
Papaz Harmın müdahale etti:<br />
- Delikanlı bizi yanlış anladın, otur da konuşalım.<br />
Agop’unda müdahalesiyle Hamza sakinleştirildi. Gayena kızgın tavırlarla<br />
abisine ve papazlara bakıyordu. Ellerini yaprak sarısı saçlarına değdirip:<br />
- İçecek bir şey ister misiniz, diyerek bir anda soğuyan ortamı ısındırmak<br />
istedi.<br />
Odadakiler şekerli kahve istedi. Hamza karşısındakilere acıyarak baktı,<br />
harflerine bastırarak:<br />
- Benim kahvem acı olsun! dedi.<br />
Demesiyle beraber İslam ve Hıristiyanlık işlenmeye konuldu. Hamza’nın<br />
Hıristiyanlığa karşı ilgisiz tavırları Agop’u kızdırıyordu, bu kızgınlığı hisseden<br />
Hamza:<br />
- Sayın Agop bey bir yemeğin bozuk olup olmadığını anlamak için yeme-<br />
ğin tamamını yememize gerek yok, dedi. Papazlar ima edilen şeyi sezmişler-<br />
di, bu sezgiye aldırış etmeden dini kıyafetler içindeki Papaz Levendis:<br />
tur...<br />
- İsa Mesih’i kurtarıcı Rab olarak kabul edenlerin hiç birinde hüküm yok-<br />
Hamza papazları konuşturmak istemiyor her kelimelerine müdahale edi-<br />
yordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
207
- Sayın papaz efendi bu ne biçim bir söz, insan hiç Rab olur mu, haşa İsa<br />
peygamberi Rab olarak kabul etmek mi? O buna üzülür, yıpranır. Bu inanç<br />
Allah’a ortak koşmaktan başka bir şey değildir.<br />
Papazlar Hamza’nın konuştuklarından çok dinletmesini bilen konuşma<br />
tarzına hayran kalıyorlar, bunu Hamza’ya hissettirmemeye çaba sarf ediyor-<br />
lardı. Agop ve Gayena’da dikkatlerini Hamza’ya vermişlerdi. Hamza:<br />
- Eski putperestlerden sizin bu görüşünüzün ne farkı var? Yirmi birinci<br />
yüzyıla adım atarken bu inancınız ne kadar da komik farkında mısınız? Bil-<br />
meniz gereken, eski putperestlerde sizin gibi insanı tanrılaştırırlardı, Firavun,<br />
Nemrut bu örneklerden birkaçı.<br />
Papaz Levendis:<br />
- Aziz evladım! Önce seni tebrik etmeliyim, diyebilirim ki sen insanlara<br />
beyaz yoğurdu siyah olarak anlatsan çokları inanır, konuşma tarzın etkileyi-<br />
ci. Yalnız unutma ki inancımızı hiç bir şekilde etkileyemez, yine tekrar ediyo-<br />
rum; İsa Mesih, tanrının oğludur ve insanları kurtarmak için yeryüzüne gön-<br />
derilmiştir. Yakın bir zamanda yine gelecektir.<br />
Hamza kararlı bir şekilde konuşmasına devam etti:<br />
- Sayın papaz efendi, bu görüşlerinizle kendinizi kandırmayın. Benim ko-<br />
nuşmam değil savunduğum değerler sizi etkiliyor, sonra İsa’nın Rabliği sa-<br />
dece sizin inancınızdır. Unutmayın ki Hazreti İsa, bir olan eşi benzeri bulun-<br />
mayan, dengi olmayan Allah’ın gönderdiği bir peygamber ve sizin, benim gi-<br />
bi bir insandır.<br />
Yüce Allah’ın seçip peygamber olarak gönderdiği Hazreti İsa; kendisine<br />
tanrının oğlu denmesine üzülmez mi? Eşi benzeri bulunmayan Yüce<br />
Rabb’imin "Ey yarattığım kulum İsa, sen insanlara kendini tanrının oğlu ola-<br />
rak mı tanıttın" buyruğunu duyan Hazreti İsa, kulu olduğu Rabb’inin karşı-<br />
sında, üzülüp, utanıp sizin yanlış inanca kapıldığınızı belirtmez mi?<br />
Sivri sakallı papaz ürkmüş bakışlarını Hamza’nın üzerine yöneltip:<br />
- Ne anlatmak istiyorsun? dedi.<br />
Hamza:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
208
- Ne mi? Bir bilsen papaz efendi, ben yüce Allah’a hamd ederim ki birçok<br />
şeyi biliyorum. Ben de sizler gibi Hıristiyanlığı ve diğer dinleri çok iyi biliyo-<br />
rum, sizler gibi İsa peygamberi seviyorum, yalnız belirli ölçülerde, onu pey-<br />
gamber olarak sevip sayarım. O’nu Allah’ın bir kulu olduğu için, diğer pey-<br />
gamberler gibi tasdikleyip gereken saygıyı diğer Müslümanlar gibi gösteri-<br />
rim. Yalnız siz Hazreti İsa’nın izinden gitmiyorsunuz, dini değiştirdiniz, İncil’i<br />
tahrif ettiniz, onu tanrının oğlu olarak isimlendirdiniz, ona Rabb’e ortak ko-<br />
şuyorsunuz, bu şirkle onu üzüyor, hırpalıyorsunuz, O Rab, siz de kulsunuz<br />
öyle mi? Allah’ın huzurunda bu yaptığınızın hükmü nedir biliyor musunuz?<br />
Allah’tan başka ilah yoktur, o esirgeyen bağışlayan, bir olan, eşi benzeri bu-<br />
lunmayan, her şeyi yaratan, alemlerin Rabbi olan Allah, elbette yaptığınız bu<br />
büyük günahın cezasını verecektir. Zira o hiçbir şeye muhtaç değildir, her<br />
şey herkes ona muhtaçtır.<br />
Evini boyadığı papaz Harmın saatine baktı, diğer papaz konuşma ihtiyacı<br />
duydu:<br />
- Sen çok zorsun evladım, senin işin güç. Yarın devam ederiz.<br />
Hamza içlerinde sadece Harmın’a karşı etkili olabilmişti, Gayena mutluy-<br />
du, yeni seçtiği dinin Allah’ına inanmak onu bahtiyar ediyordu. Ertesi gün<br />
aynı şekilde devam ettiler. Agop’u bir telaş ve düşünce sarmıştı, korkusu<br />
Hamza’nın kendilerine karşı üstün gelebileceğiydi.<br />
Papaz Levendis parlayan gözerle Hamza’yı inceliyordu. Bu inceleme hita-<br />
ba dönüştü:<br />
- Evladım seni akıllı, iradeli ve azimli biri olarak görüyoruz ve onun için<br />
seninle konuşuyoruz, dünkü teklifimiz hala geçerlidir, dedi.<br />
Hamza gülümsedi, papaz Levendis’e bakıp:<br />
- Benim de dünkü reddim hala geçerlidir, ben boş konuşmuyorum, anlat-<br />
tıklarım ve inancım dosdoğrudur. Zira delil göstermeden, ispatlamaya kal-<br />
kışmak ahmaklara mahsustur, şimdi size de, istiyorsanız hatta ve hatta İn-<br />
cil’den deliller göstereyim.<br />
- Göster, göster.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
209
Papaz Levendis bunun imkansız olduğunu düşündü sahte bir tebessümle:<br />
- Hadi bakalım göster de görelim.<br />
Hamza papaz Harmın’ın zengin kitaplığında bakışlarını gezdirdi. Az sonra<br />
aradığı İncil’i yerinden çıkarttı:<br />
- Peki, dedi size bunu ispatlarsam İslam’ı kabul eder misiniz?<br />
Papaz Levendis ve Agop kendilerinden emin:<br />
- Tabi, tabi şayet ispatlayabilirsen!<br />
Hamza İncil’in sayfalarını araladı, bu arada da sorusunu soruyordu:<br />
- Yuhanna İncil’i 16. Rab ayetlerini biliyor musunuz?<br />
- Evet, sesi duyuldu.<br />
Hamza aradığını bulmuştu, satırları okumaya başladı:<br />
- Yuhanna 16. Rab ayetleri: “İsa dedi ki; sizlere hep doğru söyledim,<br />
bunla beraber artık gideceğim, bu sizin için daha hayırlıdır, zira ben gitmez-<br />
sem, müjdeleyici gelmez.”<br />
Son cümleyi bir daha tekrar etti:<br />
- “Zira ben gitmezsem müjdeleyici gelmez fakat gidersem o gelir. O gel-<br />
diği zaman günah için, kurtuluş için, hüküm için dünyaya ilzam edecek, siz-<br />
lere söyleyecek daha çok şeyler var, onlara dayanamazsınız, fakat o hakikat<br />
nuru gelince size her durumda yol gösterecektir, kendiliğinden söylemeye-<br />
cek fakat her ne işitirse söyleyecek, gelecek şeyleri size bildirecektir, beni<br />
saygıyla anacaktır”<br />
Son okuduklarını tekrar etti:<br />
- “O beni saygıyla anacaktır.”<br />
Kısa bir sessizlikten sonra sordu:<br />
- Şimdi söyleyin papaz efendiler! Hazreti İsa’nın işaret ettiği ve onu say-<br />
gıyla anacak olan bu müjdeleyici kimdir?<br />
- Kim olacak Hazreti İsa?<br />
Hamza:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
210
- Hayır. Az önce okuduğum ayette, Hazreti İsa müjdeleyicinin gelmesi<br />
için kendisinin gitmesinin icap ettiğini açıkça söylüyor ve ben gitmezsem o<br />
gelmez demiyor mu, sonra ekliyor “O beni saygıyla anacak” İslamdan başka<br />
hangi din Hz İsa’yı saygıyla anmakta?.<br />
Papazlar ve Agop susuyordu. Hamza devam etti;<br />
- Şayet sizin ifade ettiğiniz gibi müjdeleyiciden maksat İsa olsaydı "Ben<br />
tekrar gelebilmek için şimdilik gidiyorum” demesi gerekmez miydi?<br />
Papaz Harmın’ın odasında uzun bir sessizlik oldu, belliki düşünüyorlardı.<br />
Papaz Harmın gerçeği arıyor. Agop ise Hamza’ya hınçla bakıyor, onu bir si-<br />
nek gibi ezesi geliyordu. Bir anda üzgün yüzü sevince bürünüp sordu:<br />
- Peki sizin peygamberinizin ismi müjdeleyici mi?<br />
Bu soru çıkmaza sürüklendiklerinin işaretiydi. Hamza tebessüm etti:<br />
- Lütfen böyle açık bir mevzuyu görmezlikten gelmeyelim. İstiyorsanız<br />
delillere devam edebilirim.<br />
Odada ki herkes susuyordu. Sadece Gayena’nın gözleri gülüyordu. İs-<br />
lam’la şereflendiği için ilk defa bu kadar çok sevindi. Zira önde gelen Hıristi-<br />
yanların lisanı aciz kalmıştı, inandıkları değerleri anlatmaya ve onu haklı çı-<br />
karmaya. Papaz Levendis:<br />
- Bak evladım, Agop beyinde ikrar ettiği gibi biz İsa’yı bekliyoruz ve o<br />
müjdeleyicidir.<br />
Hamza karşılarındaki insanların ne denli ezberci olduklarını sezdi, bakışla-<br />
rını yeniden kitaplıkta gezindirdi. Bir süre sonra eski bir İncil daha çıkarttı,<br />
aynı ayeti buldu:<br />
- Bakın burada da müjdeleyici yerine Faraklit diye bir isim zikredilmiş, pe-<br />
ki o zaman biliyor musunuz Faraklit isminin manasını?<br />
Papaz Hanım açıkladı:<br />
- Evet, övülen, saygı duyulan, müjdeleyici, yerin ve göklerin övdüğü...<br />
- Yeterli, dedi ve devam etti Hamza:<br />
- Ben de benim peygamberimin isminin manasını açıklıyorum. Muham-<br />
med; "övülen, saygı duyulan, müjdeleyici, yerin ve göklerin övdüğü...”<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
211
- Yeter, dedi Agop.<br />
Hamza:<br />
- Şimdi ne söyleyeceksiniz, diye sordu.<br />
Papazlar ve Agop sinirlice ve bir hışımla odayı terk etti. Hamza’nın Agop’u<br />
uyardı:<br />
- Şu anlaşmamız!<br />
- Başka zaman konuşuruz, dedi ses tonu sertti Agop’un.<br />
Odada Hamza ve Gayena kalmıştı. Hamza Allah’a şükür halindeydi. Ken-<br />
disini yanıltmadığı, dualarını kabul ettiği için. Gayena ince sesiyle:<br />
- Bunları bize daha önce neden söylemedin?<br />
Hamza kapıya yönelip:<br />
- Anlatılacak o kadar çok şey var ki; onun muhteşemliğini ve büyüklüğü-<br />
nü, deniz ve okyanuslar mürekkep, tüm ağaçlar da kalem olsa yaza yaza bi-<br />
tiremezler, dedi ve odadan çıktı.<br />
Günler ağır ağır akıp gidiyor, gönüllerde yeni ufuklar güneşle birlikte do-<br />
ğuyordu. Mum ışığına alışkın olanlar, güneş karşısında hayretlerin deryasın-<br />
da kayboluyorlar, huzurun kalbini yüreklerinde hissediyorlardı.<br />
Papaz Harmın işin uzamasını istiyordu. Hamza’yla sohbeti sık sık ediyor-<br />
du. Papaz olmak ona utanç vermeye başladı. Hamza’yla konuştu, konuştu.<br />
Nihayet, büyük bir kararın eşiğine geldi ve dudakları o muhteşem kelimeleri<br />
mırıldandı:<br />
-LÂ İLÂHE İLLALLAH MUHAMMEDUR RASULULLAH…<br />
Agop’un halinde şeytanın portresi rahatça gözlenebilirdi. Hamza’nın bo-<br />
yadığı her evde bir değişiklik görüyor, bunu karısında ve kardeşinde de his-<br />
sediyordu. Gözleri bir anda şüpheyle doldu, bunu öğrenmeliydi.<br />
Öte yandan Harmın, kendine isim aramakla meşgul. Bunu Hamza’ya bı-<br />
raktı. Harmın yeni ismini beğenmişti. Lokman’dı yeni ismi, artık İslam için<br />
çalışacak, mücadele edecekti, huşuya bürünen gözleriyle Hamza’ya bakıp:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
212
- Benim Müslüman olduğum öğrenilirse; sana bir şey olmasından korka-<br />
rım, bunu gizli tutmak zorundayım, tabi bir süre.<br />
Hamza:<br />
- Beni sorun etme, sana verdiğim kitapları anlayarak oku.<br />
- Hayır Hamza! Sen benim kadar bunları bilemezsin, hele o Agop varya,<br />
uçan kuştan nem kapar, sonra unutma ben onlardandım, senin gibi kaç kişi-<br />
yi şeytanın bile aklının eremeyeceği şekilde harcadık. Bunları bilemezsin.<br />
Sana tavsiyem fazla uzatma işlerini bitir ve bu muhitte kendini unuttur, ka-<br />
yıplara karış. Şayet bunu yapmazsan seni bulurlar ve yapılacak yapılır!.<br />
- Ne yapabilirler ki, en çok şu can bu bedeni terk eder, ölüm denen nedir<br />
ki, bir gül koklamaktan başka? Rabbimin huzuruna varma günüdür ve ben<br />
böyle bir günden korkmak yerine sevinç duyarım.<br />
Henüz yeni Müslüman olan elli yaşlarındaki, orta boylu Lokman:<br />
- Ben de biliyorum senin ölümden korkmadığını, yalnız, bu dinin senin gi-<br />
bilere o kadar çok ihtiyacı var ki, yapacağın çok iş, feth edeceğin çok gönül<br />
var, bu mücadeleyi terk etmen için henüz çok erken.<br />
- Bu dinin Hamza’ları bitmez!<br />
- Ya anana ve babana acımaz mısın?<br />
- Allah hakkımda hayırlısını versin, inanıyorum ki benim dostum Allah’tır<br />
ve Allah gibi dostu olan nasıl başka birinden korkup susayan gönüllere su<br />
vermez, dedi ve Lokman’a görüşme temennisi sunarak odadan ayrıldı.<br />
Bir kaç gün sonra Lokman’ı bir imamla tanıştırdı. Lokman’la birlikte Müs-<br />
lüman olup Hıristiyan gibi görünenler bir kişi daha çoğalmıştı. Diğerleri Lok-<br />
man’ın Müslüman oluşuna çocuklar gibi sevinmiştiler.<br />
Genç kız Gayena yeni ismini açıkça söyleyeceği günü bekliyordu. Hacer’di<br />
yeni ismi. Abisiyle aynı apartmanda ayrı dairelerde kalıyordu. Zilinin aniden<br />
çalışı, kurduğu İslam dolu hayallerden onu ayırdı. Başına bağladığı baş örtü-<br />
sünü boğazına kadar indirip boynuna birkaç defa dolayıp, kapıyı açtı:<br />
- Abi!<br />
Bu gelen Agop’tu:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
213
- Merhaba Gayena.<br />
- Merhaba Abi.<br />
Abisinin incelmiş yüz hattı bir şeylerin haberini veriyor gibiydi:<br />
- Kahven var mı?<br />
- Evet abi getireyim, gel içeri...<br />
İçeri girdi, kardeşinin boğazında ilk defa gördüğü beyaz ve uzun bezin<br />
Müslüman kadınlar tarafından saçlarını kapatmak için bağlandığını biliyordu,<br />
şüphelerinde haklı olduğu kanısına vardı. Usta bir oyuncu gibi rolüne devam<br />
etti kurnaz Agop. Gayena, abisine kahveyi ikram edip karşısındaki kanepeye<br />
oturdu.<br />
Agop planını ağır ağır uygulamaya başlamıştı:<br />
- Kardeşim şu Müslüman delikanlıyla tanıştığım günden beri düşünceler-<br />
deyim. Hele papazların suskun kalışı, kaç gecedir uykusuzum. Düşündüm,<br />
düşündüm nihayet Müslüman olmaya karar verdim, dedi. Çok ama çok<br />
inandırıcı söylemişti.<br />
Genç kız Hacer dinlediği itiraf karşısında sevinçten adeta havalarda uçu-<br />
yordu. İştahlıca:<br />
- Sahi mi söylüyorsun abi?<br />
Agop rolünü usta bir şekilde sahneleyerek:<br />
- Evet, evet.<br />
Gayena abisinin umduğundan daha kolay kanmıştı. Boğazındaki baş örtü-<br />
sünü çıkartıp, abisinin boynuna sardı ve onu öperek:<br />
- Bir bilsen abi hep bunu bekliyorduk.<br />
Agop şaşkınlığa düşmeden:<br />
- Neyi, kim bekliyor Gayena?<br />
Gayena açtı ağzını yumdu gözünü. Bir bir herkesi her şeyi anlattı. Papaz<br />
Harmın’ın isminin Lokman olduğuna, yengesinin Hatice olduğuna kadar...<br />
Bunları dinlemekte olan abisi Agop’un yüzünün kızgınlıktan kızıllaştığının<br />
farkında olmayan Gayena son olarak:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
214
- Artık Gayena yok abi, Hacer var! demesiyle tokadı güzel yüzünde bul-<br />
ması bir oldu ve kendisini sere serpe yerde buldu.<br />
Agop’un gözlerindeki şeytan tüm kinini kusuyordu, köpürüyordu:<br />
- Sizi yılanlar siziiii!!.<br />
Hacer şaşkınlık ve pişmanlık içinde abisine bakıyor:<br />
- Yapma abi, diyordu.<br />
Agop aradığını bulmuştu:<br />
- Benim senin gibi kardeşim yok artık, deyip hışımla yerde yatan Hacer’in<br />
karnına ayağıyla vuruyordu. Saçlarından tutup kaldırdı:<br />
- Bak kardeş mardeş dinlemem seni gebertirim. O ismi Hamza olan pis<br />
Müslüman’ı geberteceğim gibi, üç gün içinde gelip bana Hıristiyan olduğunu<br />
söylemezsen seni de öldürürüm, anlaşıldı mı?<br />
Zavallı Hacer çırpınıyordu, yaptığı yanlışın farkına varmıştı, Hamza’yı din-<br />
lemeli, onun dediği gibi "hiç kimseye hiçbir şekilde söylemeliydi" İş işten<br />
geçmişti artık. Abisinin elinden kurtulmak için her söylediğine kısık bir sesle:<br />
- Tamam, diyordu.<br />
Agop aynı şeyleri karısına da uyguladı, onu boşamakla tehdit ettikten<br />
sonra soluğu Papaz Levendis’in yanında aldı ve bir bir anlattı Gayena’dan ve<br />
karısından duyduklarını. Papaz Levendis hepsinden çok Harmın için endişeye<br />
kapılmıştı. Ayağa kalktı Papazlık cübbesinin yakalarını gerdirip:<br />
- Harmın için üzüldüm çok şey biliyor, o Hamza’yı aramıza sen soktun, ta<br />
evlerimize kadar girip çocuklarımızın beyinlerini yıkadı ve yeni haberimiz<br />
oluyor.<br />
Agop küçük düşmenin verdiği sesle:<br />
- Ama ben nerden bilirdim onun o denli bilgili ve kurnaz olduğunu, ben<br />
onu yönlendireyim derken o bizden birilerini kendi safına aldı; nihayetinde<br />
bir boyacıydı.<br />
Papaz Levendis kızgın:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
215
- Onun gibiler bizim için çok tehlikeli, onda Osmanlıyı görüyorum. Tarihi-<br />
ni, dinini ve her şeyi hatta Hıristiyanlığı bizden daha iyi biliyor.<br />
Agop tasdikledi:<br />
- Evet çok sinsi, Müslüman olduğunu bilmeseydim onun Hıristiyan oldu-<br />
ğuna rahatça inanabilirdim, dedi.<br />
Papaz Levendis arkasını dönüp iki adım uzaklaştı. Hitabı sertti:<br />
- Onu içimize sen soktun, şimdi eserlerini kaybedecek onu bu defterden<br />
sileceksin!.<br />
Agop:<br />
- İki sene önce doktora yaptığımız gibi mi?<br />
Papaz Levendis cevaba lüzum görmeden gider ayak:<br />
- Sen ne yapacağını iyi bilirsin. Ha unutmadan Hamza o doktordan çok<br />
daha tehlikelidir.!<br />
Agop papazın peşi sıra büyük evden çıktı, bitirilmesi, yapılması gereken<br />
bir işi vardı artık...<br />
Hamza, Beyoğlu’nun dar sokağındaki bekar odasında Cuma ile sohbet<br />
ediyordu. Cuma Hamza’nın ses tonundan hasretinin arttığını seziyordu.<br />
Hamza:<br />
- Özledim, çok özledim. Anam, kardeşim, babam ve atım Yunus...<br />
- Baban ne zaman gitmişti.<br />
- Yaklaşık üç ay oldu.<br />
- Sen de, şöyle bir on beş yirmi günlüğüne gidip gelsen ferahlarsın.<br />
- İşleri toparlayalım, zaten askerliğin tecilini uzatacağım, mayıs ayı gelsin<br />
giderim.<br />
Cuma:<br />
- Kapıya vuruluyor.<br />
Yüksek sesle bir kadın sesi:<br />
- Hamza, Hamza!<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
216
Ses telaşlıydı. Hamza elindeki gazeteyi bir kenara bırakıp sesin telaşesi<br />
hızında basamakları indi. Gelen Kadriye kadındı.<br />
Hamza:<br />
- Buyur Kadriye abla bir şey mi istedin?<br />
Kapıya hızlı hızlı vuran Kadriye çaresiz bir tavırla:<br />
-Koş ayır Hamza, Yılmaz’la Nilay birbirlerini yiyor. Beni dinledikleri yok,<br />
şunları arala, dedi Zavallı kadın.<br />
Tatmadığı dert kalmamıştı. Bazı zaman delirmesine an kalırdı. Bilmeceyi<br />
anımsatan girintili çıkıntılı birçok anlamsız kapının bulunduğu dar evinde ço-<br />
cukları kavga ediyordu, neler çekmemişti ki, nelere sabretmemişti ki, yıllar-<br />
dır neler görmemişti ki...<br />
Hamza;<br />
- Evdeler mi?<br />
Aceleci bir sesle:<br />
- Evet, evet.<br />
Biri genç kızlığa, biri delikanlılığa yeni yeni adım atmıştı; neydi bunların<br />
alıp veremediği. Biraz sonra Hamza dar mutfaktan geçip odanın rengi sol-<br />
muş kapısını araladı. Güzel kız Nilay, küçük odanın penceresinin altında, iki<br />
büklüm, ellerini göz yaşlarının ıslattığı yüzüne kapamış hüngür hüngür ağlı-<br />
yor, hıçkırıkların böldüğü şu cümle dökülüyordu, ağzından:<br />
virdi:<br />
- Ben gideceğim diyordu, kaçacağım, elinizden kurtulacağım.<br />
Hamza Nilay’ın konuşmasını kesti. Azarlayıcı bir sesle:<br />
- Nereye gideceksin, söyle nereye, dedi ve acıyan bakışlarını Yılmaz’a çe-<br />
- Nedir sizin derdiniz koçum?<br />
-Ya abi hiç söz tutmuyor.<br />
Nilay kendince haklı:<br />
- Sakız çiğniyorum, diye beni dövüyor.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
217
Yılmazın soluk alış verişi sporcuları andırıyordu, kan ter içinde kalmışlar<br />
gözlerine kin hakim olmuştu. Yılmaz hala hıncını alamamıştı. İri elleriyle<br />
Nilay’ın zeytin siyahlığındaki uzun saçlarını kavramak için uzandı, beraberin-<br />
de Nilay’ın çığlıkları da geldi. Şirin kız Nilay kalkmak istedi, Yılmaz’ın ayak<br />
darbesiyle yeniden yere yığıldı. Hamza Yılmaz’ı itekleyip iki kardeşin arasına<br />
girdi.<br />
Şaşkındı bu kardeşlik nasıl kardeşlikti! Yılmaz ve Nilay bilselerdi Ham-<br />
za’nın kardeşi Yunus’a olan sevgisini, sırf o sevgi için birbirlerine saygı du-<br />
yarlardı. Hamza bakışlarındaki acımayla birlikte sertçe:<br />
- Düşman mısınız siz, dedi ve Yılmaz’ı kavradı.<br />
Nilay’a hitaben:<br />
- Sen odadan çık.<br />
Nilay güç bela sıyrılıp odadan çıkabildi. Yılmaz hala şeytanın hakimiyeti<br />
altında:<br />
- Geberteceğim onu.<br />
Bu ara Kadriye kadın binanın girişinde küçülerek konuşulanları dinliyordu.<br />
Nilay’sa eski binanın basamaklarında ağıta devam ediyor. Odaya kulak veren<br />
Kadriye kadın sinir krizlerine girmemek için sabır dağının eteklerinde umut-<br />
larına mola verdirmişti. Yılmaz, hala:<br />
- Geberteceğim onu diyordu.<br />
Hamza:<br />
- Kimi geberteceksin, diyordu. Bana bak Yılmaz sen kardeşliği ucuz mu<br />
sanıyorsun? Kardeş kaybedilince kıymeti anlaşılır, Allah onu sana yoldaş<br />
vermiş. Sonra burasını köy mü sanıyorsun ki komşuya gitsin. Neden bu de-<br />
rece hiddetleniyorsun? Ya alıp başını evden giderse... koçum burası İstan-<br />
bul, leşkargaları hemen kapar onu, acımazlar Yılmaz, acımazlar... Kardeşinin<br />
orospu olmasına sebep mi olacaksın, git orospularla konuş bakalım sana ge-<br />
rekçe olarak neyi gösterecekler. Sana orospunun kardeşi dedikleri zaman<br />
bugünkü gibi başın dimdik gezebilecek misin? Sabır diye bir şeyi duymadın<br />
mı, diyordu Yılmaz’ı hiddetle tutmuş olan Hamza.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
218
Kadriye kadın konuşulanları dinliyordu, fazla gecikmedi, çilenin kahır yük-<br />
lü duası. Ve çığlığı sesinin çıkabildiği kadar yüksek sesle koyuverdi. Sesi du-<br />
yan soluğu Kadriye kadının evinde aldı. Birbirine kenetlenmiş parmaklarını<br />
açamıyorlardı.<br />
Yılmaz, kavgayı çoktan unutmuştu, istenilen kolonyayı getirdi. Hamza sa-<br />
dece dua edebilirdi. Sadece Kadriye kadın mı? Sokaktaki ailelerin her biri<br />
birbirinden dertliydi. Adeta kasavetler birbiriyle yarış yapıyordu.<br />
Bir başka gün sokağın bitimindeki binanın ikinci katındaki ailenin hali içler<br />
acısıydı. Evladı askerden firar eden anneyle oğlunun içler ürperten sahneleri,<br />
olay bir anda cereyan ediyor. Şaşkın olan sadece Hamza, sokak böylesi şey-<br />
lere alışkın. Tombul kadının oğlu özbeöz annesine en iğrenç küfürleri sarf<br />
ediyor, hınç, evde kırılmayan bir şey bırakmamıştı. Kırılan camlar kolunu ke-<br />
sip kan revan içinde bırakmış ve polisler gelmiş, asker kaçağını götürmüş-<br />
lerdi. Annenin ağlamaklı son sözü:<br />
- Seni bir daha eve alırsam kocamın yerine geçmişsin saysınlar.<br />
Ve bir haftayı geçmeden evlat evinde, ne ilginç sahne, sebepler apaçık<br />
gün gibi ortada, zerre kadar terbiye ve ahlak yok. Böyle aileler çökmeye<br />
mahkum. Bu seferki telaş Hanife kadında. Küçük oğlu Enes’e soruyor:<br />
- Münevver nerde kaldı?<br />
Enes umursamaz televizyona kapılmış:<br />
- Bilmiyorum anne.<br />
Kocası Mustafa’da da var bu telaş:<br />
- Bu kız nerde saat kaç olmuş yok.<br />
Münevver, gözlerindeki ışık yeni beliriyor, henüz on beşinde, Esra’nın<br />
kardeşi Münevver.<br />
Hanife kadının evinde karanlığın hakim olduğu bir bekleyiş hakim. Arana-<br />
cak yerler aranmış, kontrol edilecek yerler edilmiş, Münevver yok. Bu bekle-<br />
yişi az sonra duyulan ayak sesi ferahlattı. Bu Münevver’di neşeli bir şekilde:<br />
- Ben geldim anne.<br />
Baba Mustafa:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
219
- Demek sen geldin, gel bakalım.<br />
Odadan herkes: çıkartıp kızıyla baş başa kalan baba elindeki demirle Mü-<br />
nevver’i dövüyor, nereye rastlarsa vuruyordu. Münevver’in haykırışları boş.<br />
Baba kızgın:<br />
- Neredesin nereye gittin?<br />
Münevver’in sesi zor çıkıyor:<br />
- Arkadaşımın ordaydım.<br />
- Sana kim dedi bu saate kadar gez?<br />
Ve dayak dayak üstüne, annenin yüreği dayanamıyor ve müdahale edip<br />
Münevver’in ıstırabına son veriyor.<br />
Ertesi günün gecesi ders Hanife kadının evinde idi. Hamza’dan yardım is-<br />
tiyor, dün akşam olanları bir bir anlatıyordu ve sordu:<br />
- Söyle Hamza biz bu kıza ne yapalım, duyuyoruz erkek arkadaşı varmış,<br />
bazen geç saatlere kadar gecikiyor, Esra’yı büyüttüm, hep Esra bana akıl<br />
verdi bu hiç öyle değil.<br />
Hamza bakışlarıyla televizyonu işaret edip:<br />
- Bu ahlaksız fitnevizyonlar varya! O lağım kanalları evlerimize akınca ev-<br />
lerimizi pislik bastı. Pisliğin bastığı yetmez gibi kokusu da her yanımızı sardı.<br />
Şimdi çıkıpta bu koku nerden geliyor diye yakınmamalıyız. Zira kendi elimizle<br />
bunu hazırlıyoruz. Kızını yetiştirmek istiyorsan, fitnevizyonu kaldırır atarsın o<br />
kadar, dedi ve başka açıklama yapmadı.<br />
Mayıs ayı yeni girmişti. Hamza bu sefer köye gitmekte kararlıydı. Askerlik<br />
tecilini açık öğretim okumak bahanesiyle uzatması da gerekiyordu. Yirmi beş<br />
yaşına gelmişti. Aynanın karşısına geçtiği zaman yüzünde beliren çizgilerin<br />
derinleştiğini fark etti, saçına düşen aklar ise onu bahtiyar ediyordu. Bazen:<br />
- Yirmi beş sene diyordu nasılda geçti, saniyeden daha çabuk, yarınsa<br />
sanki hiç gelmeyecek.<br />
Agop’un kız kardeşi abisine Hıristiyan olduğunu söylemişti ama karısı aynı<br />
şeyi yapmayıp Agop’tan boşanmıştı. Gayena ise okulda birkaç arkadaş bul-<br />
muş İslam’ı onlardan öğreniyordu. Agop’un Hamza’ya kini büyümüş, kök<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
220
salmıştı. Hamza’yı uzaktan takip ettiriyor, planını uygulamak için fırsat göz-<br />
lüyordu...<br />
Hamza nihayet köye gitme kararı almıştı, ilk kez bu kadar uzun ayrı kal-<br />
mamıştı. On ay olmuştu. Hasret katlanmış kendisini köyüne götürecek oto-<br />
büse kadar yol olmuştu. Hamza’yı yolcu eden Cuma idi. Hamza:<br />
- İnşallah yirmi gün sonra dönerim, dedi ve gecenin sabahla birleştiği va-<br />
kitlerde ilçeye geldi.<br />
Yolculuk on bir saat sürmüş, Hamza’yı yormuştu. O gün ilçe pazarının ku-<br />
rulduğu, salı günüydü ve bu münasebetle kalabalıktı. İnsanlar koşuşturma<br />
halindeydi. Hamza dedesinin yanına gitmeyi düşündü, vazgeçmesi fazla<br />
uzun sürmedi, başka bir güne bıraktı, bir çorbacıda karnını doyurdu, vakit<br />
öğleye yaklaşırken pazarı gezmek istedi. Yorgun ve uykusuz olduğu yüzün-<br />
den seziliyordu. Bir kaç okul arkadaşıyla karşılaştı, kısa sürdü hasbıhalleri.<br />
Köyün dolmuşu geç giderdi, erken gidebilmek için vasıta aradı. Cuma’nın<br />
babası Cemil Ağa’ya rastladı, traktörle gelmiş olduğunu, bir saate kadar gi-<br />
deceğini öğrendi. Cemil Ağa bir kaç soru daha sorup pazardan ayrıldı. Ham-<br />
za’yı da beraberinde götürecekti.<br />
Hamza pazarın içlerine girdikçe faytoncuların atlarını görüyor, atını hatır-<br />
lıyordu ve onu bir an önce görmek istiyordu. Bu merak fazla sürmedi. Gör-<br />
düğü sahne tüylerini diken diken etti, daha dikkatli baktı. Eli yaşlarındaki yü-<br />
zü kırış kırış olmuş bıyıksız faytoncunun kırbaçladığı at Yunus muydu? Şaş-<br />
kınlaştı. Faytoncu:<br />
-Yürü be sulu göz diyordu, bir senedir başıma belasın, seni nerden aldıy-<br />
dım, iyi kazık yedim diyor, kırbacı daha hiddetli vuruyordu.<br />
Siyah at Yunus’un uzun zamandır zalim bir faytoncunun elinde derisinin<br />
ışığı kaybolmuş, zayıflamış, bakışları değişmiş, o hırçın at gidip yerine zavallı<br />
bir at gelmişti.<br />
Hamza faytoncunun yanına yaklaştı, son vurmak istediği kırbacı arkasın-<br />
dan tuttu bunu fark eden faytoncu başını çevirmeye kalmadan elinden kır-<br />
bacı alındı. Kırbacı elinden alan bir delikanlıydı, kendisine hiçbir şey deme-<br />
den gidip ata yaklaşması ve atın yelesini okşaması onu hayli şaşırttı. Gördü-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
221
ğü sahne gitgide ilginçleşiyordu, kırbacı elinden alan delikanlı, atın uzun ya-<br />
naklarına alnını yaslamış, hüngür hüngür ağlıyor, anlaşılmayacak şekilde bir<br />
şeyler mırıldanıyordu. Bir at için değer miydi böylesine ağlamak, sonra kimdi<br />
bu? Malını yüklediği müşterisinin:<br />
- Hadisene be amca işimiz var, seni mi bekleyeceğiz, demesi faytoncu-<br />
nun Hamza’ya müdahalesine neden oldu.<br />
- Çekil git atımın yanından.<br />
Hamza faytoncuyu duymuyor:<br />
- Biri sendin biri Eylül, diyor çocuklar gibi ağlıyordu.<br />
Hamza:<br />
- Sana sahip olamadım, ya Eylül o da senin gibi istemeyerek mi, başka<br />
ellerde kayboldu.<br />
Hamza faytoncunun ısrarlarını duymuyor, konuşuyor:<br />
- Ah Yunus ah.. Sen kimin yadigarıydın, senin ve Eylül’ün halini görmek-<br />
tense... diyor yine akıtıyordu gözyaşlarını.<br />
Atın uzun yanaklarına alnını yaslamış, ağlıyordu. Akıtıyordu gözyaşlarını,<br />
atı Yunus’un hali Hamza’yı perişan etmişti, bıyıksız faytoncunun omuzuna<br />
değen eli Hamza’yı ayılttı. Islak gözlerle faytoncuya baktı. Faytoncu:<br />
- Bak yavrum, şimdi benim işim var eğer atları seviyorsan, boş bir fay-<br />
toncu var, git onun atını sev.<br />
Hamza faytoncuyu zavallı der gibi bir bakışla süzüp:<br />
- Bu atı ne zaman aldın, diye sordu.<br />
- Sekiz ay falan oluyor.<br />
- Kimden aldın?<br />
- Hacıpaşalı Osman Ağa diye birinden.<br />
- Göbekli biri miydi?<br />
- Evet, hatta bu at torununmuş, boşa arpa yediriyorlar diye hayıflanıyor-<br />
du bana satarken, bir işe yaradığı da yokmuş.<br />
- ...................................<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
222
- Aldığım sıralar zor zaptediyordum, baksana gözlerine, hiç durmadan öy-<br />
le dolup dolup boşalıyordu, onun için adını da sulu göz koydum.<br />
Hamza’nın gönlündeki fırtınalar dinmek bilmiyor, çıldırdı çıldıracak. Islak<br />
gözlerinin yaşını silip faytoncuya bir daha sordu:<br />
- Peki nasıl alıştırdın?<br />
Faytoncu yılışıp devam etti:<br />
- Bizde şeytan tüyü var, dedi<br />
Atın zayıf sırtına elini koyup devam ederek:<br />
- Aç bıraktım, yoksa çok güçlüydü yenilmiyordu, kırbaçladım ancak bunu<br />
uzun süreli yaptığım için uysallaştı.<br />
Bıyıksız faytoncunun sözleri henüz bitmişti ki, karşısındaki delikanlının yü-<br />
zünün kızardığını, bakışlarının değiştiğini fark etti uzun sürmedi, delikanlının<br />
ellerini yakasında buldu. Hamza:<br />
- Aç mı bıraktın, diyordu gözleri yerinden çıkacak gibi olmuştu:<br />
- .........................<br />
- Dövdün haa...<br />
- ........................<br />
- Ve Allah’tan korkmadan bir hüner gibi anlatıyorsun.<br />
- .........................<br />
- Aç mı bıraktın vicdansız herif?<br />
Faytoncunun gıkı çıkmıyordu, gözlerine yardım edecek birilerini arattı. Az<br />
sonra aradığını bulmuştu, siyah atın kişnemesi Hamza’yı sakinleştirdi. Fera-<br />
ha ermiş faytoncu:<br />
- Bana ne kızıyorsun atı satanın kabahati yok mu?<br />
Yüreğinde anlamlı bir sızı hisseden Hamza:<br />
- Kaç paraya aldın.<br />
- Satmam.<br />
Hamza hançeri anımsatan bakışlarındaki keskinliği artırıp, sertçe:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
223
- Satacaksın!<br />
Faytoncu baş edemeyeceğini anlamıştı, bu bir deli diye düşünüyordu.<br />
Hamza cebindeki bir miktar parayı faytoncunun yüzüne serpeleyip:<br />
- Çöz şu atı.<br />
- Müşteri.<br />
- Müşteri falan anlamam.<br />
- ..........................<br />
Hamza sesini yükseltti:<br />
- Çöz dedim sana.<br />
Zayıf ve bıyıksız faytoncu titreyerek, semeri gevşetip atın üzengilerini çı-<br />
karttı. Atın serbest kalınca kaçacağını, karşısındaki delikanlının da atı tuta-<br />
mayıp ona sahip olamayacağını beyninde bir yıldırım hızıyla planlayıp atı<br />
çözdükten sonra:<br />
- Deh deyip atın kalçalarına var gücüyle vurdu.<br />
Serbest kalan at koşar adımlarla kalabalığın arasına daldı, dalmasıyla be-<br />
raber birtakım bağrışmalarda duyuldu, halk ürkmüştü ansızın yanlarında be-<br />
liren attan.<br />
Faytoncunun bakışlarına sinsilik hakim olmuş, şimdi ne yapacak diye için<br />
için gülüyordu. Hamza faytoncunun bunu bilinçli olarak yaptığını sezmişti,<br />
sağ eliyle faytoncunun bıraktığı yakasını yeniden kavrayıp kendine yaklaştır-<br />
dı:<br />
- Bak şimdi, vicdansız adam, bir hayvan şefkatle mi yoksa dayakla mı eği-<br />
tilir gör, demesiyle gür bir ıslık çalması bir oldu.<br />
Siyah at bu ıslığı tanımıştı, tanımasıyla beraber yeniden dönüp Hamza’nın<br />
yanına gelmesi, sadece faytoncuyu değil tüm kalabalığı şaşırtmıştı. Siyah at<br />
Yunus Hamza’nın tam karşısına durmuş kafasını indirip kaldırıyor onunla<br />
hasret gideriyordu.<br />
Nihayet Cemil Ağa’nın traktörünün römorkuna atı da bindirmiş, dedesine<br />
kızgın bir şekilde köye gidiyorlardı. Öte yandan faytoncu soluğu Osman<br />
Ağa’nın yanında almıştı. Yalaka dili:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
224
- İşte böyle Osman Ağa, diyor her şeyi abartılı ve lehine anlatıyordu.<br />
Osman Ağa faytoncunun tarif ettiği delikanlının torunu Hamza olduğunu<br />
çoktan anlamıştı bile. Bunu anlayıp faytoncuya:<br />
- O torunumdu demesi, faytoncunun bozuk moralini düzeltti. Bu; verdiği<br />
parayı Osman Ağa’dan geri alması için yeterliydi.<br />
Bununla da yetinmeyen faytoncu Hamza’yı dedesine öyle anlatmaya baş-<br />
ladı ki içinde bir tane dahi doğru yoktu, Osman Ağa’nın renkten renge girdi-<br />
ğinin farkında bile değildi. Faytoncu:<br />
- Bu nasıl torun.<br />
- ...........................<br />
- Ataya karşı gelinir mi hiç, terbiye denen bir şey verilmemiş.<br />
Vakit ikindiye yaklaşırken münâfık tabiatlı faytoncu, Osman Ağa’nın ya-<br />
nından ayrıldı. Osman Ağa’nın yüreğine kin tohumlarını ekmişti. Hamza’ya<br />
karşı yeşerecek bu tohumlar, bir dedenin torununa karşı hissedebileceği<br />
duygular değildi.<br />
Aradan beş gün geçmesine rağmen Osman Ağa halâ kendi kendini yiyip<br />
bitiriyordu. Bu Hamza’nın yanına kalmamalıydı, köye gitmeyi tasarladı.<br />
Öte yandan Hamza’nın köye gelişi dostlarına mutluluk, düşmanlarına da<br />
hüzün vermişti. Hamza’nın gelişine en çok Tahir Ağa kızgındı:<br />
- Bir sene rahat ettik diyordu.<br />
Hamza’nın atıyla gelmesi köylüyü hiç şaşırtmamıştı. Hamza’nın, geri geti-<br />
receğini söylemişlerdi ve söyledikleri gibi yapmıştı Hamza.<br />
Yunus Emre’nin yüzünde gülücükler eksilmiyordu, abisi geldi geleli. Ama<br />
bugün Kızılarkaç’ta babasıyla beraberdi, gözleri arada sırada yolu kontrol<br />
ediyor abisini bekliyordu, uzun tarlada çift sürülüyor, tarla ekime hazırlanı-<br />
yordu.<br />
Öte yandan Yavuz, babası Tahir Ağa’nın teşvikleriyle iki sene önce yemiş<br />
olduğu dayağın intikamını alma planları kurmuş, dört gözle Hamza’yı bekle-<br />
meye koyulmuştu. Bununla da kalmayıp yeminler, ahitler etmişti, o da Ham-<br />
za’nın yüreğini yakacaktı. O gün gelip çattı, plan hazır, gaye o nasıl benim<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
225
abamın omuzunu kırdıysa bende onun babasının omuzunu kıracağım ve<br />
onu da mahvedeceğim düşüncesi beyninde yer etmiş, işte bugün icraata sı-<br />
ra gelmişti.<br />
Plan işlenmeye başlandı. Şehirden getirdiği beş kişiyle susa ismini verdik-<br />
leri asfalt yolun başlangıcında buluştular, gelenlerin beşi de birbirinden kibir-<br />
liydi, şaşırdıkları nokta neden bir kişiye karşı dokuz kişiydi. İki takside peş<br />
peşe Hasan Usta’nın çift sürdüğü arazinin bir kilometre uzağından geçen<br />
yolda durdu. Şehirden gelenlerden biri Yavuz’a hitaben:<br />
- Tüfekleri de alalım mı?<br />
Yavuz direksiyona bakıp:<br />
- Alın, dedi.<br />
Beşi silahlı dokuz kişi Kızılarkaç istikametine doğru yürümeye başladı.<br />
Hamza’yı da tarlada biliyordu şehirden gelen beş kişi, kimdi bu Hamza? Ya-<br />
vuz’u ve diğerlerini soru yağmuruna tutmuşlardı. Sarı saçlı olanı:<br />
- Bir kişiye karşı neden dokuz kişiyiz?<br />
Ziya verdi cevabı:<br />
- Sen onu ne tanır ne de bilirsin.<br />
Bir diğer şehirli sordu:<br />
- Nihayetinde o da bizim gibi bir insan ve bir kişi dokuz kişiyle asla baş<br />
edemez.<br />
Yavuz:<br />
- O bir insan değil canavar, hiç aklınız ermez, şeytan gibi kurnazdır, bun-<br />
dan öncede beş kişiydik, aklımız bile ermedi nasıl madara olduğumuza, he-<br />
pimiz hastanelik olduk, ayrıca babamın omuzunu kırdı. Beş şehirli de ürk-<br />
menin eşiğinde idiler.<br />
Biri sordu:<br />
- Kan akıtmak var mı?<br />
Yavuz:<br />
- Son çare, evet.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
226
İsmi Yakup olanı atıldı:<br />
- Kan varsa biz yokuz, anlaşmamızda kan yoktu, biz bu tüfekleri sadece<br />
korkutmak için aldık.<br />
Yavuz Yakup’a hitaben kızgınca:<br />
- Ya o seni öldürecek olursa.<br />
Kısa bir süre suskunluk hakim oldu. Az sonra Kızılarkaç’a geldiler, el işa-<br />
retiyle traktörle çift süren Hasan ustayı durdurdular. İlk plan dost gibi gö-<br />
rünmekti. Hasan usta av için geldiklerini düşündü ve durdu. Bu ara gözleri-<br />
ne Yunus Emre’yi arattı, koşarak dağın eteklerinden indiğini gördü. Dokuz<br />
kişiyi iyice süzen Hasan Usta:<br />
- Burada tavşan veya keklik bulamazsınız, dedi.<br />
Bu ara Yunus Emre’de geldi. Yavuz hiç bir şey söylemeden az ilerdeki<br />
ağacın altına oturdu, sırtını ağaca yaslayıp ne yapacaklarını anlattığı sekiz<br />
kişiyi ve Hasan Usta’yı seyre koyuldu. O aklınca son hamleyi yapacaktı.<br />
Hamza her an gelebilirdi, ara sıra yolu kontrol ediyordu:<br />
- Evet Hamza... Sana çok güzel sürprizlerim var, diye söylenerek sigara-<br />
sını yaktı.<br />
Yunus Emre haklı olarak korkmuştu; eli silahlı, tipi bozuk beş kişiden, di-<br />
ğerlerini tanıyordu, Yavuz, Ziya, Kenan ve sarhoş Veysel’di. Bunlar abisini<br />
sevmeyen zamanında abisinden dayak yiyen insanlardı. Az sonra alay etme-<br />
ye başladılar. Hasan Usta’ ya hitaben küçük düşürücü sözleri sıralıyorlardı.<br />
İsmi Yakup olan:<br />
- Şu sakalından bir iki kıl versene bana, dedi ve Hasan Usta’nın yeni yeni<br />
ak düşen sakalına ellerini uzatıp onu rahatsız etti.<br />
Alaylı konuşmalardan ve tavırlardan dokuz kişinin niyetini anlamıştı Hasan<br />
Usta. Baş edilecek bir sayı değildi, sonra birilerine karşı bir hatası da olma-<br />
mıştı. Aklına Hamza geldi. Evet bunlar oğlu Hamza için gelmiş olmalılar. Bi-<br />
razdan Hamza’da gelecekti, bu kötüydü ne yapmalıydı. Allah’a sığındı oğlu<br />
Hamza’yı koruması için, duada bulundu, kendinden çok onu düşünüyordu.<br />
Sarı saçlı şehir züppesi:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
227
- Yo, biz tavşan avına değil sakallı avına çıktık.<br />
Hasan Usta sabırlıydı, karşılık vermedi. Bir diğeri kahkahayla birlikte:<br />
- Sakallı avı, dedi.<br />
Hasan usta:<br />
- Buyurun beyler işte sakallı, işte av.<br />
Yakup:<br />
- Bu ne cüret, demesiyle Hasan Usta’ya vurması bir oldu. Küçük Yunus<br />
Emre’nin bakışlarını çaresizlik sarmıştı, atıldı babasına vuran Yakup’un üstü-<br />
ne...<br />
Yakup:<br />
- Haaa, haaa, haaa.... diye bir gülüşle Yunus Emre’nin kolundan tutup<br />
savurdu.<br />
Yere düşen Yunus Emre’nin kaşı taşa çarptı ve yarıldı. Veysel ağa:<br />
- Bu da büyüyünce abisi gibi olur diyordu, yılanın başını küçükken eze-<br />
ceksin deyip Yunus Emre’ye iki tokat vurdu.<br />
Şehirliler, üç yumrukla yere serilen içlerinden sadece birine zarar verebi-<br />
len Hasan Usta’ya bakıp kendileriyle gurur duydular. Anlatılanlara bakınca<br />
yerde yatan adam beş kişiyi haklamış biriydi. Biz çok güçlüyüz, adama böyle<br />
yaparız diye düşünüyorlardı. Bilmiyorlardı onun dövmek için geldikleri Ham-<br />
za’nın babası olduğunu.<br />
Yavuz sıkı tembihlerde bulunmuştu, onu iyi benzetmeleri lazımdı. Yarı<br />
baygın yerde yatan Hasan Usta’yı iki kişi kaldırdı. Veysel Ağa:<br />
- İyi evlat yetiştirememişsin, deyip vuruyordu,<br />
Daima iyilik görmüştü Hasan Usta’dan Nankör. Diğer beş kişi Veysel<br />
Ağa’nın evlat diye bahsettiği mevzuu anlayamıyorlardı. Elliye yaklaşan Ha-<br />
san Usta, son gücünü toparlayıp kendini tutanlardan sıyrıldı, önce Kenan’a,<br />
sonrada Veysel Ağa’nın çenesine var gücüyle vurdu, çıkan ses çenenin kırıl-<br />
mış olduğuna işaretti. Yakup gecikmedi, elindeki tüfeğin tipçiğiyle Hasan Us-<br />
ta’nın nurlu yüzüne vurdu. Hasan Usta kan revan içinde bir daha serilmişti<br />
yere. Çenesi kırılan Veysel Ağa:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
228
- Vay yobaz vay, bu oğlundan da sert vuruyor demiş çenesinin derdine<br />
düşmüştü.<br />
Yunus Emre kan revan içinde koşmuş, köye yaklaşmıştı bile. Biraz sonra<br />
köye ulaştı, gözünün arasından, burnunun üstünden dudaklara ulaşan kan<br />
boğazına kadar inmişti, ağlamaklı bir ses tonuyla:<br />
- Abi... abi...<br />
Başka bir şey bilmiyordu. Atı hazırlamakla meşgul olan Hazma, Yunus<br />
Emre’nin yüzündeki kanları sildi, sakinleşmesini bekliyordu:<br />
- Ne bu halin?<br />
Yunus Emre taşmış soluğuyla:<br />
- Abi Kızılarkaçta.<br />
- Eeee.-<br />
- Babamı...<br />
Hamza bir müddet kardeşini susturdu. Yunus Emre nihayet söyleyebildi:<br />
- Abi Tahir Ağa’nın oğlu yanında bir sürü adamla babamı dövüyorlar, tü-<br />
fekleri de var.<br />
Yunus Emre söyleyeceklerini söyledi. Hamza hiç beklemiyordu böyle bir<br />
şeyi, eve koştu tüfeği ve fişekliği aldığıyla çıktığı bir oldu. Annenin tedirginli-<br />
ği gözlerinden okunuyor, çaresizlik içinde kıvranıyordu.<br />
Hamza atını uzun zamandır ilk defa bu kadar hızlı sürüyordu, köyün için-<br />
den bir rüzgar gibi geçmesi görenleri şaşırtıyordu, elindeki tüfek manzarayı<br />
daha da ilginçleştiriyordu. Ava giderdi, silahı iyi kullanırdı ama bu kadar ace-<br />
le iş yapmazdı. Siyah at sahibini anlarcasına hızlıydı, üzerinde başka bir bini-<br />
ci olsa düşebilirdi.<br />
Kızılarkaç’ta ki manzara gitgide fenalaşıyordu. Yavuz sırtını hala ağaçtan<br />
ayırmamış seyrine devam ediyordu. Yunus Emre’yi gözleriyle takip etmiş<br />
Hamza’ya bildireceğini ve onun da geleceğini bildiği için sinsi gözlerini yol-<br />
dan ayırmıyordu, dokuz kişi olmalarına rağmen korkuyordu:<br />
- Eğer bu sefer de baş edemezsem beni sağ koymaz, diyordu. Yaşasam<br />
bile sağlam olmam, diye kendi kendine hüküm vermişti.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
229
Diğerleri hala Hasan Usta’yla meşgul... Yakup:<br />
- Nasıl’da dirençli birisiymiş diyor, Hasan Usta’da kalıcı izler bırakmaya ça-<br />
lışıyordu.<br />
Az sonra Yavuz’un ikazı onları uyardı:<br />
- Yoldan bu tarafa gelenin atını vurun diyordu:<br />
Hepsi bakışlarını yola yöneltmişti. Yakup:<br />
- Bize sadece bir kişi demiştiniz.<br />
Ziya:<br />
- İşte size bahsettiğimiz kişi geliyor, deyip Hasan Usta’yı ima ederek;<br />
- Bu adam onun babasıydı.<br />
Sarı saçlı züppe ürktü:<br />
- Deme ya...<br />
Yakup:<br />
- Şimdi ne yapacağız?<br />
- Atı vurun.<br />
- Vur demesi kolay ya üstündekini vurursak ne olacak?<br />
Yavuz bir daha istedi:<br />
- Atını vurun yoksa geliyor.<br />
Şehirli beş kişi, beraberindekilerin tedirginliği karşısında ne yapacaklarını<br />
şaşırmıştı, Yavuz bunun farkında son olarak:<br />
- Peki beni dinlemeyin, beni sorarsa ben yokum, dedi ve ağaca çıktı.<br />
Yüreğindeki korkular kabarmıştı. O ilk yediği yumruk nasılda ağırdı öyle,<br />
ya Büşra? Hep onun yüzündendi. Şimdi Sabri diye birisiyle nişanlıydı. Ah!<br />
Hamza orda karışmasaydı bu gün Büşra benim olabilirdi, diye düşündü.<br />
Ağacın yapraklarıyla gizlenmeye çalışan Yavuz’u korku sarmıştı. Yeniden<br />
Hamza’ya baktı, bu bakış emrini de beraberinde getirdi, yüksek sesle:<br />
- Dağılın... dedi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
230
Bu hitapla sekiz kişi hızlı adımlarla buldukları bir kaya ve taşların arkasına<br />
sızdılar. Hazma onları görmüştü, atını durdurdu ve indi. Tarla ile arasındaki<br />
mesafe dört yüz metreye kadar düşmüştü. Atını tarlanın bulunduğu yöne<br />
boş bir şekilde peyikledi. Az sonra siyah at yavaşladı, ağır adımlarla yoluna<br />
devam etti. Atın peşi sıra saklanarak Hamza’da ilerledi. Kızılarkaç’ın yan ya-<br />
maçlarına yöneldi, bir gölge gibi sessizce arkalarından yaklaştı.<br />
Nihayet birini görebildi, gördüğü şahsın sağına soluna göz gezdirdi tam<br />
bir avdı, bir yılan gibi sürünerek yaklaştı, saklananlar hala siyah atı bekle-<br />
mekle meşguldüler, atın yavaşlamasına bir anlam veremiyorlardı.<br />
Hamza yaklaştığı, ismi Emin olan şehirlinin sırtına otomatik tüfeğin nam-<br />
lusunu dayadı. Bu hareket Emin’i yerine mıhlamıştı, bir an öleceğini düşün-<br />
dü, bu düşünceyi susmasını söyleyen emir bozdu. Tüfeğinin fişeklerini alan<br />
Hamza kısık ve kararlı bir sesle:<br />
- Şimdi bir el havaya ateş açacağım diyordu. Sen de onu vurdum diye-<br />
cek, bağırarak işte şurada, diye ayağa kalkacaksın, dedi ve sordu:<br />
- Anladın mı? Yoksa hayatın boyunca yatağa mahkum biri olmanı sağla-<br />
rım, yürüyemezsin!.<br />
Emin’nin korkusu, daha da katlanmıştı, gördüğü insan sıradan birine ben-<br />
zemiyordu. Korkak ve kısık bir sesle:<br />
- Tamam diyebildi.<br />
Hamza yerini aldı:<br />
- Şimdi, dedi.<br />
Ve bir el ateş etti, sıyrık göbekli Emin söylenenleri harfiyen yerine getirdi.<br />
Hepsi bir bir yerlerinden çıkıp Emin’in başarısını görmek için atağa geçmişti.<br />
Küçük dereyi aştılar, az sonra Yavuz da büyük bir memnunlukla oraya gel-<br />
mişti. Hepsi bir aradaydı. Gözler Emin’e soru sorar gibiydi.<br />
Hamza’nın gür sesi bunun bir oyun olduğunu söylüyordu. Tüfeğin namlu-<br />
su dokuz kişilik topluluğa yöneltilmişti.<br />
- Silahları bırakın, dedi bu gür ses.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
231
Tuhaf, tuhaf Hamza’ya bakıyorlardı. Havaya sıkılan ikinci el kendilerine<br />
getirdi:<br />
- Size son kez söylüyorum, silahlarınızı bırakın.<br />
Silahını ilk olarak sarı saçlı şehirli bıraktı, peşinden diğerleri. Hamza’nın<br />
işaret ettiği yere geçtiler. Hamza babasına baktı, yüreği cız etti. Hiddetle:<br />
- Bunu kim yaptı, diye sordu<br />
Çıt yoktu.<br />
Havaya bir el daha ateş edip yine sordu:<br />
- Kim yaptı bunu?<br />
Hamza’nın yüz hattı korkunç bir şeylerin habercisi gibiydi. Bunu hisseden<br />
Veysel Ağa iki büklüm oldu, yalvarmaya başladı:<br />
- Biz ettik sen etme, diyordu.<br />
Ne kadar yalvaracak kelime varsa sarf ediyordu. Daha da ileri gitti Hasan<br />
Usta’yı ayağa kaldırarak ona yalvarmaya başladı. Hamza Veysel Ağa’ya iğre-<br />
nerek bakıyordu:<br />
- Bir insan bu denli iğrenç olamaz, dedi ve tüfeğin dipçiğiyle Veysel<br />
Ağa’ya vurdu. Bu ara Yakup bir oyun düşündü ve uygulamaya kalktı:<br />
- Ben, diye öne çıktı. Babanı ben bu hale getirdim. Yakup’un niyeti kendi-<br />
sine yöneltilen tüfeği bir şekilde Hamza’dan almaktı.<br />
İki adım yaklaşan Hamza Yakub’a baktı:<br />
- Dokuz kişi bir insanı bu hale getirmek doğrusu şerefsizlerin işi, deyip tü-<br />
feğin dipçiğine bir u dönüş yaptırarak Yakup’un beklemediği bir şekilde çe-<br />
nesinin altına sertçe vurdu.<br />
Dişleri birbirine geçen Yakup olduğu yere yığıldı. Yandan veya karşıdan<br />
gelecek darbeye karşı hazırladığı plan çenesinin altından gelen darbeye karşı<br />
etkisiz kalmıştı. Hasan Usta’nın müdahalesi Hamza’yı durdurdu:<br />
- Bırak oğlum Allah’tan bulsunlar dedi.<br />
Hamza önce babasının isteğini reddedecek oldu. Babasının son sözü onu<br />
sakinleştirdi. Hasan Usta:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
232
- Oğlum diyordu, iyiliğe iyilik er kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı.<br />
Kötülük yapana iyilik yap ta Allah’ın nazarında değerin artsın.<br />
Hitap, diğerlerinin canının yanmasını önlemişti. Yere yığılanların kolların-<br />
dan tutup kaldırdılar. Taksilere doğru ellerindeki boş tüfeklerle gidiyorlardı.<br />
Hamza<br />
- Hey! Yavuz ve Ziya siz kalın.<br />
Bu ses sertti, ikisini de olduğu yere mıhladı. Hamza yeniden babasına<br />
baktı:<br />
- Sen gidebilir misin baba?<br />
Hasan Usta ağrıyan yerlerini elleriyle kontrol etti:<br />
- Bir şeyim yok, giderim.<br />
Az sonra Hasan Usta oğluna Yavuz ve Ziya’ya bir şey yapmamasını sıkı<br />
sıkı tembih etmiş ve ayrılmıştı. Yavuz ve Ziya tir tir titriyordu, yapılan plan<br />
ve onca çaba boşa gitmişti. Oysa ne hayaller kurmuşlardı. Kendileri için o<br />
anın iyi tarafı Hamza’nın sakinleşmiş olmasıydı. Hamza’nın:<br />
- Eveet, demesi çaresiz gözlerine az önce giden taksileri arattı.<br />
Bunu anlayan Hamza:<br />
- İki yöne giden takside de acil hasta ve en az sizin kadar büyük korkuları<br />
var, silahları yok ve suçlular, demesi, ümitlerini iyiden iyiye kaybetmelerine<br />
sebep oldu.<br />
Hamza:<br />
- Köpeği dövmek yerine kokutmak daha iyidir. Benim zerre kadar niyetim<br />
yoktu birilerini öldürmeye, dediğim gibi hepinizi korkuttum, diyen Hamza<br />
gülümsedi.<br />
Yavuz’un ve Ziya’nın terleri soğumaya başladı, bunu gören Hamza Ya-<br />
vuz’a hitaben:<br />
- Ama seni öldürürüm, demesi Yavuz’a inandırıcı geldi.<br />
Hamza devam etti:<br />
- Çırılçıplak köyde gezmek ister misiniz?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
233
le:<br />
- .........................<br />
İkisi de yutkundu, Hamza’nın elinde silah da vardı. Ziya yalvaran bir ses-<br />
- Bize ne yaparsan yap, öyle bir şey yapma.<br />
Sudan çıkmış, üşüyen bir köpek gibi acınacak durumdaydılar. Hamza,<br />
elindeki tüfeği atın sırtına sardı, elleri boş bir şekilde yeniden yanlarına gel-<br />
di. Ziya’nın zavallı gözlerinde bir sinsilik belirmişti, masumluğa bürünüp:<br />
yim.<br />
- Hamza çok sıkıştım, müsaade eder misin, şu ağacın yanına gidip gele-<br />
Hamza tüfeği koyarken, Ziya Yavuz’un kulağına bir şeyler söylemişti, Ya-<br />
vuz söyleneni yapmak istiyordu:<br />
- Hamza lütfen beni affet!<br />
Hamza gülümsedi:<br />
- Sizi Allah’tan başka havale edeceğim yer yok, ne haliniz varsa görün ve<br />
babama dua edin, yoksa bu kadar kolay kurtulamazdınız, dedi ve gitmek is-<br />
tedi.<br />
Ziya işini görebilmek için Hamza’nın arkasındaki ağaca yönelmişti. Yavuz<br />
Hamza’yı oyalamak istiyordu.<br />
- Utancımdan yüzüne bakamam, elinde fırsat olmasına rağmen, bizi affet-<br />
tin, diyordu.<br />
Hamza son sözüm der gibi;<br />
- Allah affetsin, dedi gitmeye niyetlenmişti ki, bir gölgenin ayaklarında<br />
gezindiğini fark etti.<br />
Gölgenin elinde yuvarlak bir cisim olduğu anlaşılıyordu. Kolunun hareket<br />
etmesiyle birlikte Hamza’nın kendini yana atması bir oldu. Hamza’nın kafası-<br />
na vurmak için attığı iri taş, Yavuz’un diz kapağına geldi. Yavuz’un çığlığı<br />
deve böğürtüsünü anımsattı. Acı bağırıyordu.<br />
- Vay anam vay...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
234
Ziya köpekler gibi pişman olmuştu, büyüyen gözleri Yavuz’un diz kapağı-<br />
nın görünen kırılmış kemiklerinde:<br />
- Nasıl yaptım bunu, diyor sebepler sıralıyordu.<br />
Taş Yavuz’un diz kapağını kırmıştı.<br />
Ziya:<br />
- Nasıl yaptım?!<br />
Hamza acıyarak olayı seyrediyordu, gider ayak Ziya’ya hitaben:<br />
- Sen yapmadın Allah yaptırdı da belanızı buldunuz, dedi ve köye yöneldi:<br />
- Tahir Ağa’ya selamınızı ileteceğim, dedi son olarak.<br />
Biraz sonra Hamza Tahir Ağa’ya haberi ulaştırdı:<br />
- Kızılarkaç’ta Ziya’nın bana vurmak istediği taş oğlunun diz kapağına<br />
rastladı ve kırıldı, koş hastaneye kaldır dedi Hamza, başka bir şey söyleme-<br />
di.<br />
Tahir Ağa Kızılarkaç’ta gördüğü sahneyi unutamazdı, bas bas bağırıyordu<br />
oğlu, Ziya’nın hali içler acısı. Tahir Ağa öldüresiye dövüyordu Ziya’yı. Kim<br />
suçlu, neden suçlu, nasıl gibi sorulması gereken bir çok soru vardı.<br />
Ertesi gün hastanedeydiler. Sonuç, Yavuz açısından kötü. Yavuz bir ömür<br />
boyu topallayacaktı. Ziya’nınsa Tahir ağadan aldığı darbelerin sızısını biraz<br />
olsun dindirmişlerdi. Bu olayın Tahir Ağa için bir tek iyi tarafı vardı; köylü<br />
hiçbir şey bilmiyordu, Veysel Ağa’nın çenesindeki problemin ne olduğunu<br />
Yavuz’un neden hastanede olduğunu ve daha bir çok şeyi bilmiyorlardı.<br />
Veysel Ağa:<br />
- Merdivenden düştüm, diyor aklınca köylüyü kandırıyordu.<br />
Artık tövbe etmişti bir daha Hamza’ya asla musallat olmayacaktı. Ona gö-<br />
re Hamza baş edilecek biri değildi. Şeytan mıydı neydi...<br />
Tahir Ağa soluğu Dede Osman Ağa’nın yanında almıştı, Osman Ağa’nın<br />
ise kin tohumları Tahir Ağa’nın sulamasıyla yeşerdi, yeşerdi...<br />
Tahir Ağa atada değiniyordu:<br />
- Benim torunum olacaktı ki...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
235
Ve nihayet Osman ağanın beyninde yeşeren tohumların meyve verme<br />
zamanı gelmiş ve de kararı vermişti, o atı vuracaktı. Babası Cuma Usta’dan<br />
kalan çifteyi taksinin bagajına koyup soluğu Hacıpaşa Köyü’nde aldı:<br />
- Nerde, diyordu Hamza nerde?<br />
Oğlu Hasan Usta’nın evinde esip gürlüyordu, istediği cevabı alması ge-<br />
cikmedi:<br />
- Atını aşağı kuyuya götürdü.<br />
Taksiye binmesiyle Hamza’nın yanında belirmesi bir oldu. Bagajdan çifteyi<br />
çıkartıp namluya fişekleri sürdü, yaklaştı Hamza’ya kızıyordu:<br />
- Ulan eşşek oğlu eşek, diyordu sen niçin söz tutmazsın, benim sattığım<br />
atı nasıl geri alırsın.<br />
Hamza şaşkındı, hepsi neyse de tüfeğin namlusu siyah ata yöneltilmişti.<br />
Osman Ağa kızgın, ilk defa taksiyi bu kadar kinle sürmüştü, karşı çıkarsa<br />
bir de bacağına sıkarım diye söylenmişti.<br />
Siyah atla arasındaki on metrelik mesafeyi beşe düşüren Osman Ağa tü-<br />
feğin namlusunu atın alnında durdurup bakışlarını Hamza’ya çevirdi;<br />
- Ben sana ne dedim, bu at evde durmayacak, şimdi bak ne yapıyorum<br />
dedi ve tetiğe dokundu. Atın alnıyla buluşmuştu saçmalar, siyah at Yunus<br />
heybetiyle yere yığıldı, acı acı sesler çıkartıyordu, bu sesler Hamza’yı çıldırtı-<br />
yordu, koştu atın kanlı başını dizlerinin üzerine koydu.<br />
Yunus’un iri gözlerinden sular akıyordu. Hamza’nın ruhu bedenine dar ge-<br />
liyor, Yunus’un gözlerinden akan yaşta kayboluyordu. Mazi fasıl fasıl beliri-<br />
yor, her bir damla sanki Hamza’nın yüreğine hançer gibi batıyordu, bu ne<br />
kahroluştu.<br />
Ümitsizlik denen kavram yürek ikliminde yaşanıyordu. Siyah atın gözle-<br />
rinde bir kahroluşun son faslı olan Eylül’ün gözlerini görüyordu. Yunus’un<br />
boğulduğu gölde siyah atın şaha yükselişi de belirdi, bu beliriş, siyah atın<br />
gözlerinden akan son sıvıyla birlikte kayboldu. Yunus’un büyük gözleri artık<br />
açılmıyordu. Onca sene onca sevgi, bu sefer Hamza ağlamaya başladı, ço-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
236
cuklar gibi ağlıyordu. Gözlerinden akan sıvılarda bent bent maziler beliriyor-<br />
du, bu belirişler Eylül’ün yağmurlu bir gündeki manzarasında son buldu.<br />
Hazma, hala hiddeti geçmemiş dedesine baktı; bu bakış öyle şeyler anla-<br />
tıyordu ki, bunu Osman Ağa’nın anlaması imkansızdı. Sesi dedesine acıyor-<br />
du:<br />
- Ne geçti eline, diyordu. Bir inat uğruna bunu yaptın, zerre kadar zararı-<br />
nı gördün mü bu atın? Yediği arpa senin miydi? Samanını sen mi verdin?<br />
Yemin ediyorum dede, bu at benim yanımda senden çok daha kıymetli ve<br />
bir o kadarda üstündü...<br />
Sustu atı Yunus’a bir daha baktı ve devam etti:<br />
- Vallahi billahi eğer dedem, atam olmasaydın seni.....<br />
Konuşamadı Hamza. Osman Ağa hala hıncını alamamıştı:<br />
- Ben ne yaparmışım gördün mü, dedi ve oda geldi artık ölmüş olan siyah<br />
at Yunus’un yanına.<br />
Pervasızca yılışıyordu, tüfeği siyah at Yunus’un cansız bedenine dayayıp<br />
Hamza’nın bakışları altında tetiğe bir daha dokundu. Atın cansız bedeni bir<br />
daha silkindi. Daha fazla dayanamadı Hamza ayağa kalktı, dedesinin kalın<br />
boynunu iki eliyle kavradı, henüz sıkmamıştı yeniden bıraktı ve itekledi, iğ-<br />
renerek bakıyordu:<br />
- Senin gibi dede olmaz olsun be... dedi,<br />
Osman Ağa’nın yüz yirmi kiloluk bedeni bir iki adımdan sonra gür çimen-<br />
lerin üstüne düştü. Hamza:<br />
- Vicdansız, Allah’tan korkmaz... Hadi beni de vursana! Allah’tan değil<br />
mahkemelerden korkarsın değil mi, dedi.<br />
Osman Ağa’nın hıncı daha da çoğalmıştı, kalktı, hızlıca taksiye doğru gitti,<br />
değnek gibi kullandığı tüfeğe bir fişek daha yerleştirdi, Hamza’ya yöneltti:<br />
- Ulan benim de senin gibi torunum yok dedi ve tetiğe dokundu, namlu<br />
kaymıştı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
237
Saçmaların bir kısmı Hamza’nın sol omuzunda kayboldu, acı duydu, bunu<br />
taksiye binmiş gitmekte olan dedesine belli etmek istemedi. Osman Ağa<br />
taksinin penceresinden gider ayak:<br />
- Tüh!Dua etki iyi atıcı değilim, diyordu.<br />
Hamza omzundaki saçmaların verdiği elemi hissetmiyordu bile, önünde<br />
sere serpe uzanmış cansız yatan atına bakıyor, yüreğinde ilk defa nefret<br />
duygusu beliriyordu, göz yaşları ile bu duyguları suluyordu, kardeşi Yunus’u<br />
göl almış, kar çiçeği kadar masum hayallerini umut simsarları çalmış, atı<br />
Yunus’u amansız esen bir yel almış ve Eylül’ü ise el almıştı. Bu ne kaybedişti<br />
böyle...<br />
Yo! Hayır, isyan etmemeliydi, belki hepsi birer imtihandı. İsyan duyguları<br />
kanatlandı, sabır dağındaki yuvasına döndü. Üç saat sonra omuzundaki sızı<br />
Hamza’yı kendine getirtti. Gözlerindeki yaşlar kurumuştu:<br />
- Buraya kadarmış Yunus. Buraya kadarmış.<br />
Ertesi gün olaylar duyulmuş, kimileri sevinmiş, kimileriyse üzülmüştü.<br />
Hamza omuzundaki saçmaları çıkartmış, bundan da kimseyi haberdar et-<br />
memişti. Nihayet yirmi beş gün akıp gitmiş vedalaşma faslı başlamıştı. Dost-<br />
larıyla son muhabbetini yaptı, üç gündür hasta olan annesinin ızdırap kokan<br />
ellerini öptü, babası bir ay sonra İstanbul yolcusuydu, onunla da helalleşti,<br />
kardeşi Yunus Emre’nin gözlerine öpücüklerini kondurdu:<br />
- Yunuslar dedi, konuşamadı, annesine bir daha sarıldı:<br />
- Hakkını helal eyle.<br />
Anne evham denizlerini yırtarcasına baktı evladına, bakışın gözleri dolu:<br />
- Ah... Oğul! Ben hakkımı haram etsem, sütüm etmez, sütüm etse, bunu<br />
Allah kabul etmez. Ben Allah’a duacıyım, dedi ve bir daha kucakladı, dudak-<br />
ları:<br />
- Helal olsun oğul, diyordu.<br />
Ve yüreğinde çıldıran çileyle birlikte İstanbul yolunda sadece bir isim mı-<br />
rıldanıyordu, ağır ağır:<br />
- Allah, Allah, Allah...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
238
Ne müthiş bir kelime. Alfabelere meydan okuyan beş harf... Aman Al-<br />
lah’ım! Dünyanın en güzel şiiri bile insanı bu kadar etkileyemez, ne muhte-<br />
şem bir isim... Yo hayır, bu isim değil bambaşka bir şey:<br />
- Allah, Allah, Allah...<br />
İnsan zikriyle mest oluyor, şiire ne lüzum var, Yaradan’ın şanına ne kadar<br />
uygun.<br />
- Allah, Allah, Allah...<br />
Sabah ezanıyla birlikte, Hamza İstanbul’a inmişti, bir haftayı geçmeden<br />
sokağın hoş geldin faslı sona erdi. Komşular, Hamza’nın olduğu yerde bir<br />
huzur, bir güven, bir mutluluk buluyor, yanından ayrılmak bile istemiyorlar-<br />
dı, bu manevi duygular maddiyatla dalga geçiyordu. Bu duyguları onlara<br />
hissettiren Hamza, bu hissi vermenin huzuru içerisindeydi.<br />
Akşama doğru iş dönüşü Cuma ile birlikte İstiklal Caddesi’nde yürüyorlar-<br />
dı. İstiklal Caddesi’nin bitmeyen koşuşturması, günün büyük bir kısmı de-<br />
ğişmeyen tablo hala aynıydı. Cuma Hamza’nın durgunluğunu fark etti, sor-<br />
du:<br />
- Ne oldu?<br />
Hamza’nın işaret ettiği yere baktı, bir köşede bir kadınla bir erkek, dudak-<br />
ları birbirinde kendilerinden geçmiş... Cuma, Hamza’nın kolundan tutup çek-<br />
ti:<br />
- Boş ver geç, gidelim,<br />
Hamza kararlı:<br />
- Hayır ben boş vermem, dedi ve dakikalardır onlarca insanın yanından<br />
geçtiği ve umursamadıkları ve hala dudakları ıslak olan, şehvetin kapısını<br />
aralayan gençlerin yanına yaklaştı.<br />
Cuma’nın ısrarları faydasızdı. Hamza adımlarını hızlandırdı, erkeğe omuz<br />
vurdu. Sıktırma kot giymiş olan genç:<br />
- Hop ayı...<br />
Hamza hitaba farklı bir karşılık verip sordu:<br />
- Burada ne yapıyorsunuz?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
239
- Görmüyor musun?<br />
Dudağında ki kalın boyayı diliyle ıslatan kız konuşmalara dahil oldu, arka-<br />
daşına hitaben:<br />
- Bırak Erol, biz işimize bakalım.<br />
Bu arada Cuma geldi ve Hamza’yı tanımıyormuş gibi:<br />
- Beyefendi, bu bayanla bayı niçin rahatsız ediyorsunuz, dedi.<br />
Hamza bakışlarını gençlere yöneltip tekrar sordu:<br />
- Sahi siz ne yapıyordunuz burada?<br />
Tombul yüzlü kız:<br />
- Aaa... Ne ayıp canım, size ne bundan?.<br />
Hazma, ismi Erol olan gence bir daha sordu:<br />
- Ne yapıyordunuz?<br />
Cuma:<br />
- Dur ben söyleyeyim dedi ve eliyle gelip geçen insanları ve birkaç çocu-<br />
ğu göstererek:<br />
- Bu kadar insanın gözleri önünde ve şu çocukları da unutmayalım, haya<br />
ve iffet perdesini yırtıyorlar.<br />
Hamza kıza yönelip sordu:<br />
- Sence bunlardan hangisi ayıp?<br />
Erol ve tombul yüzlü kız önemsemediler, bıraktıkları yerden devam ettiler.<br />
Hamza ve Cuma birbirlerine baktılar. O denli alçalış karşısında insanlıkların-<br />
dan utanç duydular. Hamza bu utancı kaldıramadı. Erol’un omuzundan kav-<br />
rayıp oradaki süslü duvara yasladı, genç kıpırdayamıyordu. Kaşlarını çatan<br />
Hamza’nın sesi, biraz öncekinden çok farklı ve sertti:<br />
- Bana bak diyordu, bu rezaleti utanmadan yapmana başkaları burası İs-<br />
tanbul, diye aldırmayabilir, ama ben ne İstanbul’um nede İstanbulluyum<br />
ben aldırırım. Şu çocukları, şu kalabalığı hiçe sayarak yaptığınız hoş bir şey<br />
mi? Şunu iyi bil ki bir köpekten farkınız yok. Zira köpeklerde yer ve zaman<br />
aramaz, aynen sizin yaptığınız gibi, dedi ve omuzu sızlayan genci bıraktı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
240
Kız; ismi Tarık olan erkek arkadaşına durumunun nasıl olduğunu soruyor<br />
nefretle Hamza’ya bakıyordu.<br />
Cuma kızla gence yaklaşıp sordu:<br />
- Anlaşıldı mı?<br />
-...................................<br />
- Hadi yine yapın aynı şeyi.<br />
- ..................................<br />
Hamza ve Cuma gidiyorlardı ki Erol omuzunu tutarak mırıldandı:<br />
- Orospu ç......<br />
Henüz kelimeler dudaklarından dökülmüştü ki Hamza’nın aniden dönüp<br />
yumruk halindeki elinin tersiyle vurduğu şamarla karşılaştı. Erol’un ağzından<br />
bir avuç tükürükle karışık kanın çıkmasıyla beraber, yere sere serpe uzandığı<br />
görüldü. Genç kız haykırmaya başladı, kimsenin yardımını göremeyince:<br />
- Polis, poliiis!... diye bağırarak polis aramaya koyuldu.<br />
Cuma olacakları kestirmişti, Hamza’nın kolunda çekerek onu uyardı, kala-<br />
balığın içinde dar sokaklara yönelip kayboldular. O iki genç, bir ömür boyu<br />
insanların içinde az önceki sahneyi bir daha gerçekleştiremeyecekti.<br />
Hamza’nın işleri bir parça olsun toparlanmıştı. Yakında babası da gelecek-<br />
ti. Ermeni evlerindeki işler çoktan bitmiş, yarım kalan işlerini tamamlıyordu.<br />
Doktor Selim’in boyanamayan balkonu için o akşam evindeydi. Doktor Se-<br />
lim:<br />
- Sözünün eriymişsin delikanlı.<br />
- Çok şükür, öyle olmaya çalışırım.<br />
Az sonra sohbeti koyulaştırdılar, konu konuyu açıyordu. Doktor Selim ha-<br />
tırına gelen bir mevzuyu Hamza’ya açtı:<br />
- Senin memleketinden bir hemşire benimle çalışıyor.<br />
Hamza, soruyu umursamazdı, aklına Eylül gelmesine rağmen, zira o sah-<br />
ne beliriyor, çıldırtıyordu onu, sordu:<br />
- İsmi nedir?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
241
- Çok güzel bir kız, Eylül.<br />
Yüreği cız etmişti Hamza’nın, soyadını da sorup öğrenmesiyle:<br />
- Tanıyor olmam lazım, dedi.<br />
- Zavallı kız ceset göre göre, o masum yüreği benim gibi taşa dönüşecek,<br />
Tarık diye ihtisas yapan bir doktor hemen kaptı kızı, sanırsam yakında evle-<br />
nirler.<br />
Hamza yine kendinde kayboluyor du kendisine hakim oldu:<br />
- Yeter ki mutlu olsun, dedi.<br />
Doktor Selim:<br />
- Bir ara gelirsin hastaneye görüşürsünüz.<br />
- Hayır, sadece ona selamımı söyleyin.<br />
- Morgda hatırlatırım, diyen doktor Hamza’ya bir soru daha sordu:<br />
- Hala, ceset güzel kokar, diyor musun?<br />
Hamza derin derin doktorun gözlerinin içine baktı:<br />
- Hala değil, yüz yıllardır bu böyledir ve yine böyle olacaktır. Kararım ve<br />
inancım değişmez.<br />
Doktor Selim yine anlattı, bazı kere mesleğinin en ince teferruatına kadar<br />
iniyordu, son söz olarak:<br />
- Cesetteki en küçük hücrenin bile kokusu iğrenç olup, güzel kokması im-<br />
kansızdır, dedi.<br />
- Keramet de insan oğluna Allah tarafından bağışlanan bir hediyedir, yal-<br />
nızca şehitler için geçerlidir bu ikram. Siz bir dine inanmadığınız için ne an-<br />
latsam boş gelir, örnek versem inanmazsınız ama ben kayıtsız inanıyorum.<br />
Doktor Selim ilk defa Hamza’ya cahilsin der gibi baktı, gülümsedi:<br />
- Eğer bunu ispatlayabilirsen ateistliği terk senden daha samimi bir Müs-<br />
lüman olacağım.<br />
- Bunu ben değil ancak Allah ispat edebilir ki benim elimde olan bir şey<br />
değil, dedi Hamza.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
242
Konuşulan birçok konuda hep Hamza’nın hakim çıkmasıyla sonuçlanıyor,<br />
doktorun sıkıştıkça bu konuyu açıyordu. Bu konuda ısrar oluyor, açıklıyor<br />
sanki hep o konuyu konuşalım diyor gibiydi. Nihayet balkonun işi tamamen<br />
bitmiş, hesap görülmüş, el sıkışmıştılar, kapıyı açan doktor:<br />
- Görüşürüz, dedi.<br />
Hamza’nın başı eğik, kapıdan çıktı, başını kaldırdı:<br />
- Belki görüşemeyiz.<br />
- Hayırdır, bir hatamız mı var?<br />
Bakışlarını doktorun gözlerinde sabitleyen Hamza:<br />
- Hayır, ölüm var doktor bey ölüm, dedi ve gitti.<br />
- Doğru, diyordu kendi kendine doktor Selim; Ya dediği gibiyse, İslam<br />
hak dinse, Kuran-ı Kerim Allah’ın kitabıysa...<br />
İlk defa dini konularda birisi doktor Selim’i bu denli düşüncelere sevk et-<br />
mişti. Ya bir zamanlar papaz olan Harmın’a ne demeliydi, bu düşüncelerle<br />
yoğrulan doktor Selim ince bir araştırmaya koyuldu.<br />
Hamza yine kırgındı, yine bitkin, tiksinmişti İstanbul’dan, İstiklal caddesini<br />
bin bir türlü düşüncelerle adımlıyordu, gözleri şer görmekten usanmıştı,<br />
kendini zorluyordu, yılmamak için, yorulmamak için... Ağa camii’nde abdest<br />
tazeledi. Huşu içinde akşam namazını kıldı, namaz çıkışı bir kaç dilenci gör-<br />
dü, mırıldandı:<br />
- Merhamet avcıları.<br />
İnsanların merhametini gözlüyor pusuda bekliyorlardı:<br />
- Ya ben... dedi, ne farkım var şu dilencilerden, onlar beş dakikalık bir di-<br />
lenmekle avları olan merhameti buluyor, ya ben yıllardır yaratıcıya dileniyo-<br />
rum:<br />
- Evet, dedi onlarınki sadece beş dakikalık ve sonuç, benimkisi ise bir<br />
ömür boyu sürecek, sonu meçhul bir dilencilik.<br />
Yüreğinde beliren merhametle cebine davrandı, demir liraları çıkartı, di-<br />
lenciye verdi. Aklına yine Eylül geldi. Ona karşı hissetiği duygular, sonsuz bir<br />
boşlukta gibiydi. O kadar çaba sarf etmesine rağmen onu düşünmekten<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
243
kendini alamıyordu. Köye yönlendirdi düşüncelerini. Yine Eylül çıktı karşısı-<br />
na, ne yapmalıydı da onu unutabilmeliydi.<br />
Dua ederek geldi, Galatasaray Lisesi’nin önüne kadar, lisenin karşısındaki<br />
araya yöneldi, hediyelik eşya ve kaset satıcısının önünde bacakları titredi.<br />
Ses sonuna kadar açık, bir şarkı çalınıyordu. Bir robot gibi donmuş kalmıştı,<br />
biraz sonra, akmaya alışkın gözleri doldu, kirpikleri ıslandı, göz yaşları yana-<br />
ğına kayıp âdeta soluğunu kesiyordu. Bir ünlünün söylediği şarkıyı dinliyordu<br />
Hamza. Sanatçı parça içinde yer yer şiir de okuyordu. Altı ay önce yarışma-<br />
ya gönderdiği şiirdi bu, bir kısmı bestelenmiş, bir kısım şiir olarak okunmuş-<br />
tu. Küçük çıkartma ve eklemelerle şiirde değişiklikler yapılmıştı. Çok ünlü bir<br />
ses bu yapıtı seslendiriyordu.<br />
- Çekil şuradan, diyenleri duymuyordu Hazma.<br />
Yalansız dili öyle bir eyvah dedi ki, taşlar duysaydı bu eyvahı paramparça<br />
olabilirlerdi. Az sonra kasetçinin:<br />
- Bir şey mi istediniz, sorusunu kasetçinin üç kere tekrar etmesi Ham-<br />
za’nın kasete bakmak istemesine vesile oldu.<br />
Kasetin kabını araladı, söz ve bestenin kasetin sahibi ünlü şarkıcıya ait ol-<br />
duğu yazıyordu. Sitem dolu bir tebessüm edip kaseti yerine koydu. Ham-<br />
za’nın üzüntüsü, eyvah demesi başka şey içindi. Onun şanda şöhrette zerre<br />
kadar gözü yoktu. Ona eyvah çektiren şey, o şiirin insanların aldanmasına<br />
sebep olma ihtimaliydi. Kim bilir kimler şiirin esintisine kapılıp içki içecekti, o<br />
şiirle kaç genç kız kandırılacaktı. Şiir; gazinolarda, meyhanelerde, barlarda,<br />
içki masalarına meze olacaktı...<br />
Gözlerinin ıslağını silip ellerini yaratıcıya açtı, yalvarıyordu:<br />
- Affet, bağışla diye.<br />
Kendini bekar evine zor attı, seccadesini kıbleye yöneltmiş için için ağlı-<br />
yor, dua ediyordu; alnı secdede secde güllerinin kokusunu hissediyordu, ko-<br />
ku hürmetine bağışlayıcıdan bağışlanmasını istiyordu;<br />
- Bağışla, diyordu bağışlamayı seven Allah’ım!<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
244
Biraz sonra elindeki ekmeklerle Cuma geldi, secdedeki gözü yaşlı, dudak-<br />
ları mırıltılı Hamza’yı seyre koyuldu. Bu hâl yatsı ezanına kadar sürdü. Cuma<br />
Hamza’ya neden ağladığını sorsa da cevabı alamayacağını hissediyordu. His-<br />
settiği gibi de oldu. Hamza, son olarak:<br />
- Beni ikinci bir hataya sevk etme, dedi.<br />
O gece zehir olmuş, Hamza’yı bu kaset uyutmamıştı, o vebal Eylül’ün ve-<br />
baliydi. Başına neler açmıştı bu sevda. Nihayet bu sevdanın son közleri çalı-<br />
nan şiirin verdiği elemle oluşan rüzgar tarafından söndürülmüştü. Şayet Ey-<br />
lül’e aşık olmasaydı, ona gönül bağından gül vermeyecek, böyle bir şiir ya-<br />
zılmayacak, ağır bir vebale girmeyecekti. Yarışma yapıyoruz diyenler, onu<br />
aldatmışlardı...<br />
Beş gün sonra Yasin misafirleriydi, yeni aldığı bir kaseti siyah ceketinin<br />
yan cebinden çıkartıp teybe yerleştirdi, play tuşuna dokundu, Hamza’ya hi-<br />
taben:<br />
- Şimdi sana bir şiir dinleteceğim, beğeneceksin. Adam öyle müthiş yaz-<br />
mış ki her bir kelimesine ayrı anlam saklamış; her radyo bunu çalıyor, gaze-<br />
te ve radyolar hep bundan bahsediyor.<br />
Ve Hamza’nın sessiz gözyaşlarıyla birlikte yarışmaya gönderdiği şiirin mıs-<br />
raları duyuldu, kahroluyordu Hamza, keşke çok kötü yazmış olsaydı, tutul-<br />
masaydı, bilinmeseydi gibi düşüncelerden sıyrılıp çekingen bir sesle:<br />
- Bu şiiri yazanın vay haline dedi.<br />
Cuma:<br />
- Bu dünyada işi iş, diyordu. Yarın ahirette bu şiirin sebep olduğu her is-<br />
yanın, meze olduğu her içki masasının, kandırılan her gönlün yani bu şiirin<br />
neticesinde doğan her günahın bir misli de şiirin sahibine verilecektir. Ölün-<br />
ce günah defteri açık kalacak, çok pişman olacak ama... dedi ve sustu.<br />
Hamza bunları bir de Cuma’nın ağzından duyunca kendine hakim olama-<br />
dı, teybi kapattı ve odadan gözleri ıslak, dudaklarda yalvarışla çıktı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
245
Kendisine yazıldığından habersiz olan Eylül’ün bazen kuruyup pembele-<br />
şen kiraz rengindeki dudakları da o şiir; mırıldanıyordu. Bir bilseydi kendisi-<br />
ne yazılmış olduğunu, belki de Hamza’ya koşarak gelirdi.<br />
Öte yandan her geçen gün, şairin gözlerindeki yaş çoğalıyor, kulakları sa-<br />
ati geciktirmeden şiirini duyuyor dudaklar;<br />
- Affet, yakarışlarıyla meşgul oluyordu.<br />
Öte yandan Hamza’yı takibe almıştı, Agop ve adamları. Hamza’yı iki gün-<br />
dür Okmeydanı çifte cevizlerdeki parkın yanında görüyorlar ve akşam beş<br />
gibide parkın arkasındaki sokakların birinden çıkıp geldiğini öğrenmişler, du-<br />
rumu Agop’a bildirmişlerdi.<br />
Biliyorlardı ki Hamza cuma günü istirahat eder pazar günleri çalışırdı.<br />
Hamza’ya engel olmalıydılar, yoksa o konuştuğu her Hıristiyan’ı etkileyerek<br />
birçok dindaşlarını yoldan çıkartabilirdi.<br />
Hamza’nın gönlü bazı konularda son derece bahtiyardı. İstanbul’da bir yılı<br />
geçen çalışma hayatında yüzlerce eve girmiş bir o kadar aileyle tanışmış,<br />
her evden en az bir kişinin yüreğini Allah sevgisiyle tanıştırmıştı. Kadınsa,<br />
çirkin asrın yegane süsü olan baş örtüsünü saçlarıyla buluşturuyor, erkekse,<br />
namaz başlıyordu. Çokları beynamazlıktan Hamza’nın sayesinde kurtulmuş-<br />
tu.<br />
- Hamza’dan Allah razı olsun diyorlardı, hidayetlerine vesile oydu.<br />
Hamza’nın yüzündeki nuru açık seçik görebiliyorlardı. Hamza’nın gözleri-<br />
ne kim baksa ona güven duyuyordu. Kahkaha nedir bilmeyen Hamza’yı, te-<br />
bessüm iyi tanırdı, tebessümle çıkan gamzelerinin aynısı babası Hasan usta-<br />
da vardı. On gün sonra o da gelecekti.<br />
Babasının yanında çalışan iki kişiyle toplam beş çalışan vardı. Hamza’yı<br />
tanıyan boyacılar, dürüstlüğüne hayran kalıyorlar onun işinde çalışmak için<br />
can atıyorlardı. Genç olmasına ve bir sene içerisinde bu kadar samimi bir<br />
çevre edinmesine şaşkındılar. Bunlardan biri de Talip usta idi. O da Ham-<br />
za’yla çalışıyordu, namaz vakitlerinde mola veriyorlar, sükut içerisinde na-<br />
mazlarını eda ediyorlardı.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
246
Hamza çalışanlardan önce giderdi işe. Pazar günü de öyle oldu, abdestsiz<br />
adım bile atmayan Hamza, abdest tazeledi. Her pazar sabahı olduğu gibi İs-<br />
tanbul uykudaydı. Duraklar da sabahın altı buçuğunda üç beş kişi vardı.<br />
Çöpçüler ise yüzlerindeki memnuniyetsiz tutumlarla caddeleri süpürmekle<br />
meşguldü.<br />
Az sonra Eminönü - Okmeydanı yazılı belediye otobüsü geldi, bir müddet<br />
bekledikten sonra hareket etti. Hareket eden bir araç daha vardı, Agop ve<br />
dört adamını taşıyan.<br />
Uzun takipleri bu gün son bulacaktı, susturucu taktıkları silahları son bir<br />
defa daha kontrol ettiler, her şey yolundaydı. Az sonra Çifteceviz’ler dura-<br />
ğında inen Hamza’nın peşi sıra onlarda ilerledi. Hamza’nın az ilerdeki odun-<br />
cunun bulunduğu sokaktan dönmesini bekliyorlardı.<br />
Bunlardan habersiz olan Hamza, dükkanını erken açan oduncunun dinle-<br />
diği müziği tanıdı, sabah sabah yankı yapıyordu, dudakları yine duaya sarıl-<br />
dı, bu seferki dua bambaşkaydı:<br />
- Allah’ım, bu şiirin vesile olduğu günahların karşılığı olarak yaşadığım sü-<br />
rece gönülleri senin sevdan ile aşılayacağım, senin için yeşerecek tohumları<br />
beyinlere saçacağım, onları gözyaşımla sulayacağım, diyor yine ıslanıyordu<br />
gözleri.<br />
Öte yandan Agop ve kiralıkları silahlarının namlusunu Hamza’nın sırtına<br />
yöneltmiş Agop’un işaretini bekliyorlardı. Agop’u heyecan basmış, taksinin<br />
direksiyonuna hakim olamıyordu, bu şekilde:<br />
- Şimdi, dedi.<br />
Gri mersedesin yan camlarından, susturucu takılı silahlar peşpeşe ateş-<br />
lendi. Hamza’nın sendelediğini gören Agop rahatladı. Hamza duasını tamam-<br />
lamak için uğraşıyordu:<br />
- Affet, Allah’ım dedi, ama sağ omuzundaki ilk sızı duayı yarım bıraktı.<br />
Yönünü kurşunun geldiği istikamete çevirdi, bir kurşunu da diğer<br />
omuzunda hissetti ki üçüncü kurşun diğer ikisinin acısını bastırdı. Gözünün<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
247
hizasından kulağının üstünden alınını sıyırmıştı. Kurşunlar kesilmiyordu. Son<br />
gücünü kullanarak kurşunun geldiği yöne baktı, bu Agop’tu.<br />
- Ben ne yaparmışım der gibiydi.<br />
Son kurşunu Allah aşığı kalbine sıkmışlardı.<br />
Hamza’yı olduğu yerde dizlerinin üstünde iki büklüm secdeyi andırır bir<br />
şekilde gören Agop, olay yerinden acı teker sesleriyle uzaklaştı.<br />
Dürüstlüğün bile ondaki dürüstlüğe bakıp hayran olduğu Hamza, artık<br />
son nefesini alıyordu, yüzünden ince ince sızan kanın çenesini geçmesiyle:<br />
- Ölüm bu olmalı diye düşündü, tarifsiz büyük bir acı çekiyordu, Hamza.<br />
Nerde kaldın Azrail, diye söylendi?<br />
Nerdeydi melekler, az sonra ılık bir rüzgar hissetti bedeninde, bu hisle<br />
beraber bütün ıstırabının kaybolduğuna şahit oldu, yoksa ölmeyecek miydi?<br />
- Yo hayır, artık Allah’a kavuşmalıydı.<br />
Ilık esen bir rüzgar daha hissetti. Son gücünü kullandı:<br />
- La ilahe illallah, dedi. Kara gözlerinin önünde kardeşi Yunus belirdi, su<br />
veriyordu abisine.<br />
Biraz sonra bir ambulans geldi, görevlilerin telaşesi boştu, yerde iki bük-<br />
lüm kanlar içerisinde, secdeyi andıran bir şekilde duran delikanlının vücu-<br />
dundan akmayan kan kalmamıştı. Polislerin yardımıyla hastaneye kaldırıldı.<br />
Oduncudan hala Hamza’nın şiiri duyuluyordu. Polisler oduncuya birkaç soru<br />
sorup onu da beraberlerinde götürdüler.<br />
Hamza’nın naaşı en yakın hastane olan Okmeydanı SSK’ya getirildi. Has-<br />
tane kapısında bekleyen gazeteciler peş peşe soruyordu:<br />
- Kim?<br />
- Neyin nesi?<br />
- Nerde vurulmuş?<br />
- Niye vurulmuş?<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
248
Hastaneye getirilen Hamza çoktan can vermişti. Gazetecilerin isteği üze-<br />
rine, üzerinden çıkan kimliği ve resmini verdiler. Bedeninden dokuz kurşun<br />
çıkarıldı ve polislere verildi, ceset morga kaldırıldı.<br />
Hamza’nın cansız bedeni doktor Selim’in ve sevmeyi beceremediği Ey-<br />
lül’ün çalıştığı hastanenin morgundaydı. Pazar olması münasebetiyle doktor-<br />
lar keyiflerini bozmayıp ertesi güne bırakılmıştı otopsisi.<br />
Cuma ve çalışanlar, o sabah oduncunun hemen karşısındaki kan gölünü<br />
görmüş ve bir kişinin vurulduğunu öğrenmiş bir şekilde işe başladılar. Ham-<br />
za’nın nerede olduğunu merak etseler de bu merak geçici oldu.<br />
Ertesi gün gazeteler kimi birinci, kimi ikinci sayfada çeşit çeşit başlıklar al-<br />
tında olayı yayımladılar. Hamza’nın resminin altına yorumlar yazmışlardı.<br />
Hastanede her şeyden habersiz bir bekleyen vardı. Dünkü cesedin otopsisi<br />
için Eylül, doktor Selim’e yardımcı olmakla görevlendirilmişti.<br />
Kader ağır ağır işliyordu. Doktor Selim ter telaş evinden çıkıp hastane yo-<br />
luna düşmüştü, gazetelere bakmaya lüzum görmediği o gün.<br />
Harmın, yani Lokman haberi Hatice’den öğrenmişti. Hacer ve diğer yeni<br />
Müslümanlar gözyaşları içinde Agop’u lanetliyor, hastaneye koşuyorlardı.<br />
Sadece onlar mı? Hamza’nın evlerini boyadığı birçok kişi onun vurulduğunu<br />
gazetelerden öğrenmişti. Haberde vurulan gencin sahibi yok deniliyordu.<br />
Bunun üzerine bir birinden habersiz Okmeydanı SSK hastanesine koşmuş-<br />
lardı.<br />
Gözyaşları içindeydiler. İlk defa Beyoğlu’nda bir sokak vurdum duymaz<br />
değildi, birbirlerine ulaştırmışlardı acı haberi, Kadriye kadının evi ve diğerleri<br />
sokak ilk defa bu kadar boştu, onlarda koşmuştu hastaneye. Cuma’nın hali<br />
berbattı, gözyaşı döküyor, ağlıyor ağlıyordu. Talip Usta kırkını geçmesine<br />
rağmen babasının ölümünde tutmadığı yası şimdi tutuyordu. Aytekin’in ça-<br />
resiz yorgun gözleri hastane bahçesindeki kalabalığa bakıyor, kalabalığın<br />
kime geldiğini bilmiyor:<br />
- Hastaneler hep böyle mi diye kendine soruyordu...<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
249
Az sonra Hamza için gelen insanlar, miting alanlarına gelenler kadar ço-<br />
ğalmıştı. Birçoğu birbirinden habersiz aynı eleme yas tutuyordu. Dilleri Ham-<br />
za’nın kendilerine öğrettiği sözleri dillendiriyor, hadisler söylüyorlardı:<br />
- O verdi bu canı, ancak o alır.<br />
- Dünya güzeli olsan ne çıkar, bir gün kefene girmeyecek misin?<br />
- Ölüm benim için doğuştur, ...<br />
Hastanenin çalışanları şaşkındı, birbirlerine soruyorlardı, gazetecilerin bir-<br />
birlerine sorduğu gibi:<br />
- Yine hangi sanatçı öldü?<br />
- Acaba hangi ünlü hasta?<br />
- Hangi parti başkanı burada?<br />
Hamza ne bir parti başkanı, ne de bir ünlüydü, o Allah’ın rızasını çilekeş<br />
gönüllerde arayan bir delikanlıydı. Oraya gelenlerse, hidayetlerine bilgisi ve<br />
tatlı diliyle vesile olduğu insanlardı. Sırf Allah rızası için menfaatsiz, çıkarsız<br />
bir sevgiyle Hamza’ya koşmuşlardı.<br />
Öte yandan doktor Selim de bu kalabalığı görüp yıllanmış tecrübesinin<br />
verdiği tavırlarla, meraka kapılmadan, beyaz önlüğü giyip, hemşire Eylül’le<br />
morgun yolunu tuttu. Eylül’e hitaben:<br />
- Bu gün yorgunum, şu kalabalık beni daha çok yordu.<br />
Eylül elindeki bir takım evrakları düzene koyup:<br />
- Haklısınız doktor bey, ben de bu gece uyuyamadım.<br />
Az sonra morga girdiler. Doktor Selim:<br />
- Dün gelen ceset hangisi?<br />
Eylül kara gözleri evraktaki numaraya baktı:<br />
- Dokuz/a...<br />
Doktor Selim bir hışımla tabutu anımsatan cesedin üzerinde yattığı raylı<br />
demir sacı çekti, çekmesiyle beraber beyaz önlüğü saca takılıp açılmıştı.<br />
Aman Allah’ım! O ana dek ikisi de böylesi harika bir kokuyla karşılaşma-<br />
mıştı. Bu ne kadar tatlı bir kokuydu, bu koku şehidin bedeninden yayılıyor-<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
250
du. Doktor Selim, mest olmuş, doktor olduğunu, önündeki cesedi unutmuş-<br />
tu bile, Eylül’ün ise güzel gözlerindeki tutkuların ışıltısı değişmiş, hayranla<br />
doktor Selim’e bakıyordu, nerden bulabilirdi böyle bir parfümü. Sordu:<br />
- Doktor bey!<br />
Doktor Selim hala cesedin üzerindeki örtüyü kaldırmış değil:<br />
- Evet.<br />
- Bu parfümü nereden aldınız? Ne kadar güzel bir koku ilk fırsatta almak<br />
istiyorum.<br />
Güzel koku karşısında iki insanda şaşkındı. Yalnız doktorun şaşkınlığı biraz<br />
daha fazlaydı. Eylül’e cevap vermeye lüzum görmeden şehidin yüz kısmını<br />
açtı. Eylül hala doktordan adres istiyordu, zaten o pek bakmazdı cansız be-<br />
denlere. Doktorun hüznünü fark etti. Doktorun göz yaşları akmaya başladı,<br />
hayret Doktor Selim ağlıyordu. Kokunun güzelliği doktorun halini önemset-<br />
medi, o hala:<br />
- İsmini verin şu parfümün, diyordu.<br />
Doktor Selim gözyaşına engel olamıyordu, şehit Hamza’nın nurlu ve gü-<br />
lümseyen yüzündeki kanları damlayan yaşlar bir bir siliyordu. Eylül’ün soru-<br />
suna cevap verdi:<br />
- İslam Mah. Şehit Sok. Cennet taksim HAMZA.<br />
Eylül şaşırdı, ne diyordu ağlayan bu adam! Geç kalmış sorusunu sordu:<br />
- Niçin ağlıyorsunuz, ilk defa sizin bir ölü için ağladığınızı görüyorum: Üç<br />
hafta önce kardeşinizin otopsisine gülerek girmiştiniz, şimdi tanımadığınız bi-<br />
ri için bu kadar göz yaşı fazla değil mi, dedi hala cesedin yüzüne bakmaya<br />
korkan Eylül.<br />
Doktor Selim’in taşlardan daha sert kalbini Hamza’nın bedenindeki koku<br />
yumuşatmış, gözleri ıslanmıştı. Doktor Selim hıçkırarak haykırıyordu:<br />
- Haklıymışsın Hamza! Şehitlerin bedeni cennet kokarmış. Haklıymışsın<br />
Hamza! Şehitler gerçekte ölmezmiş Hamza, Hamza!...<br />
Eylül şaşkın bir şekilde Doktor Selim’i dinlemeye devam ediyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
251
- Bunu bana ispat edersen senden daha iyi Müslüman olacağımı söyle-<br />
miştim, artık ateistlik yok Hamza, diyordu. İşte Kelime-i Şahadet:<br />
- “Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve<br />
Rasüluh.” Allah birdir Hamza, ondan başka ilah yoktur Hamza, ve Muham-<br />
med Allah’ın kullu ve elçisidir. Şaşırma söyleyişime, bunları öğrenmiştim<br />
Hamza!...<br />
Her sözün peşinden Hamza ismini söylemesi, Eylül’ü maziye götürmüştü.<br />
Hayal meyal belirdi, kara gözlerinin tam önünde. Bir köyde ismi Hamza olan<br />
hırçın bir delikanlı. Nasılda almıştı elinden rengarenk çiçekleri, bir baş örtüsü<br />
yüzünden kaşlarını çatan o delikanlı. Aaa baş örtüsü de neydi, biraz eski ka-<br />
famı neydi? Oysa ihtiyarlar takmalıydı baş örtüsünü, İslam’ı da dedeler ya-<br />
şamalıydı, şu şöyleymiş bu böyleymiş.<br />
Daha fazla devam edemedi Eylül, çünkü o harika kokunun cazibesi, onu<br />
maziden ayırdı. Doktor Selime bir daha sordu:<br />
- Ne mahallesi demiştiniz?<br />
Doktor Selim işaret parmağını şehit Hamza’ya yöneltip:<br />
- İslam... dedi bir daha hıçkırdı. İşte şu delikanlı veya şehit Hamza.<br />
- Ne yani bu koku cesetten mi geliyor?<br />
- Ölü değil şehitten geliyor bu koku, şu delikanlının yüzüne iyi bak! Bu<br />
ana kadar gördüğüm hiçbir cesede benzemiyor. Yo, hayır cesed değil bu,<br />
birçok canlının yüzünden daha canlı, diyordu. Allah’ının dediği gibi şehitler<br />
ölmez.<br />
Eylül biraz yaklaştı, beyaz tenindeki ışıltılı gözlerinin ucuyla baktı, birisine<br />
benzetti, iki adım daha atı, dikkatini yoğunlaştırdı. Birden bire kiraz rengin-<br />
deki dudakları pembeleşti:<br />
- Hamza!... Hamza!... diyordu.<br />
Donup kalmıştı Eylül, narin elleriyle güllerin kıskanacağı kadar güzel olan<br />
yüzünü kapadı. Hamza’nın bir bakışta aşık olduğu Eylül’ün kara gözleri göz-<br />
yaşına büründü. Hamza’dan seni sevdim hitabını duyamayan kulaklarında şu<br />
mısralar yankılandı:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
252
“Yüz yıllık zevkimi bir anlık acı unutturur.<br />
Zamanı gelince solan çiçekten farkın ne ki?”<br />
Eylül kendinden kopmuştu, koşar adımlarla güneş gibi parlayan siyah<br />
saçları için baş örtüsü aramaya koyuldu. Az sonra Hamza’nın aşık olduğu<br />
şekle bürünmüş bir halde geldi. Bir daha açmayacağım der, gibi bağlamıştı<br />
baş örtüsünü.<br />
Lokman’da Doktorun yanına teşrif etti, o da nasibini almıştı şehidin mu-<br />
azzam kokusundan. Lokman hayret içinde mırıldandı:<br />
- Bu delikanlı büyük insandı, büyüklüğüne delil şu ki ölüsü bile iki insanın<br />
hidayetine vesile olabiliyor. Şu cennet kokusu ise Allah’ın bu gence bir hedi-<br />
yesi.<br />
Doktor:<br />
- Hayır buna değil, bütün şehitlere bu koku hediye...<br />
Şehidi soranlar bir çığ gibi büyüdü. Otopsi bitti. İşlemler tamamlandı.<br />
Hazma Cuma’ya teslim edildi. Cuma memleketine götürecekti, köylü olayı<br />
duymamıştı.<br />
Az sonra cenaze hastaneden alındı. Cuma kalabalığın bir çoğunu tanıyor-<br />
du, anlamıştı Hamza için geldiklerini. Hamza için gelen kalabalık, şehitteki<br />
kokunun tesiriyle kendilerini unutmuş Hamza’nın yüzünü son kez görmek is-<br />
tiyordu. Doktor Selim, Lokman, Eylül ve diğerleri... Şaşkındılar, bir ünlünün<br />
cenazesine bile bu kadar insan gelmemişti, nereden nasıl tanımış, bu derece<br />
sevmişlerdi Hamza’yı.<br />
Yüzünü son bir kez görmek için ısrarları arttı, Cuma’nın müsaadesiyle şe-<br />
hidin nurlu yüzü açıldı; göz yaşı içinde sırayla bakıyor, gülümseyen simasını<br />
görüyor cennet kokusu karşısında imanları güçleniyordu. O canlı simasını<br />
görünce: Yo hayır, Hamza ölmemiş, diyorlardı.<br />
Cuma kalabalığa hitaben yüksek sesle:<br />
- Bu şehidin toprağa verilmesi için on bir saatlik yolu var, bizimle gelmek<br />
isteyen buyursun, deyip polislerin sorularına cevap verdi.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
253
Cuma’nın yüreği öylesine ağırlaştı ki çırpınıyordu. Canından üstün tuttuğu<br />
kardeşinden öte sevdiği arkadaşı Hamza’nın gülen nurlu siması ve şehitliği-<br />
nin alameti olan bedenindeki cennet kokusu ona:<br />
- Emeklerin, gayretlerin boşa değilmiş, dedirtiyordu. Sen, işte sen kazan-<br />
dın, diyordu onca yıl mücadelesini verdin ve şimdi kardeşin Yunus gibi sen-<br />
de kavuştun yüz akı ile Allah’ına.<br />
Okmeydanı SSK hastanesinin önündeki kalabalık onu bırakıp dağılamıyor-<br />
du. Şehitteki o harika koku adeta bağlamıştı onları, nereye giderse gideceğiz<br />
diyorlardı. Kadriye kadın tabutun üzerine çileli ellerini koyup:<br />
- Sen bizi bırakamazsın, diyordu. İmrendim hep annene, evlatlarımın hep<br />
senin gibi olmalarını istedim, diyordu.<br />
Yakınanlar, göz yaşına bürünenler o kadar çoktu ki hastanenin bahçesi<br />
dolup taşmıştı. O öyle yiğitti ki kalabalığı on bir saatlik yola düşürdü, kimileri<br />
taksileriyle, kimileri tuttukları dolmuşlarla, otobüslerle, evi barkı, işi bırakmış<br />
hayat ırmaklarına yön veren bu delikanlının, bu şehidin cansız bedenini top-<br />
rağa vermek için cenaze aracını takibe koyulmuşlardı. Konvoyu görenler<br />
partilerin boy gösterisi sanırdı. Bilmezlerdi o konvoyun yüreklerinde yarım<br />
kalan bir duanın barındığını…<br />
Cuma, Hamza’nın cansız bedenini taşıyan araçtan konvoyu gördü içi acılı:<br />
- İşte gör kardeşim, diyordu. Riyadan, gösterişten tiksinir, korkardın her<br />
şeyin Allah rızası içindi. Şu kalabalığa bak! Yaratıcının sana bir hediyesi, kim<br />
işi bırakıp bir cenaze için on iki saatlik yola düşmüş? İşte senin için geliyor<br />
bu kalabalık, işte sevgi bu. Ah Hamza, dedi. Bunları sen görseydin; yine al-<br />
çak gönüllülüğünü gösterirdin, bunlar benim için değil, Allah için geliyor,<br />
derdin demesiyle gözyaşının bittiğini fark etti.<br />
Sabaha karşı gelebildiler. Cuma zor da olsa Hamza’nın dedesinin evine<br />
telefon edip söylemişti.<br />
- Bir saat sonra cenazeyi köye ulaştırırız deyip fazla teferruata inmemişti.<br />
Nasıl öldüğünü bilmiyordu Osman Ağa:<br />
- Allah’ın emri demişti.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
254
Osman Ağa; imamın ortanca kızı Büşra’nın düğününü yapan köye bildir-<br />
miş ve mezarın kazılmasını istemişti. Fatma kadın ayılıp bayılıyordu, bu onun<br />
için büyük bir acıydı, solmuş dudakları:<br />
- Şimdi Hasan’ım duyunca ne yapacak, diye feryat ediyordu.<br />
Amcaları hüzün içindeydi. Dört bir yana Hamza’nın acı haberi ulaştırılmış-<br />
tı. Hasan Usta bir anlam veremiyordu misafirlerin bu derece çoğalmasına,<br />
hepsinin de üzgün durmasından bir şeyler sezer gibi olsa da bir mana vere-<br />
miyordu. İmamın kızı Büşra’nın düğünü yapılıyordu, köy odası düğün için<br />
açılmıştı, güzel Büşra’yı, üzengi binicisi Sabri’yle evlendiriyorlardı. Zavallı kız<br />
ne kadar yok dese de, çaresizdi.<br />
Köy odasında haberi alan Tabir Ağa köşeye kurulmuş:<br />
- Canım, diyordu o da Allah’ın emri bu da, çalın oynayın.<br />
İmam Şefik ise:<br />
- İşin yoksa şimdi ölü yıka, bilmiyordu Hamza’nın şehit olduğunu.<br />
Dede Osman Ağa, amcası Nazım ve diğerleri köydeydiler. Hasan Usta an-<br />
lamıştı bir şeyler, ama korkuyordu sormaya, korktuğu başına geldi ve an-<br />
latması zor da olsa söylediler:<br />
- Bir saat sonra cenazesi gelir, dediler.<br />
Aman Allah’ım! Hasan Usta, ilk oğlunun cenazesindeki gibi değil; nurlu<br />
yüzü acıdan siyahlaştı kavruluyor, dili tutulmuş hiç bir şey soramıyor.<br />
Nasıl olmuş, neden olmuş, diyemiyordu. Sanki yüreği eziliyordu. Sıra has-<br />
ta annedeydi nasıl alıştırıp söyleyeceklerdi.<br />
Evine gelen misafirleri güler yüzle karşılayan hasta annesindeydi sıra, bir<br />
aydır hastaydı, bir bir anlatıldı, son söz olarak:<br />
- Büyük oğlun Hamza’yı; yıllar evvel ölen oğlun Yunus yanına çağırmış,<br />
oda koşa koşa gitmiş, dendi.<br />
Dendi denmesine ama; annenin hali perişanda, en katı yürek halini görse<br />
dayanamaz, erir giderdi.<br />
Feryada alışkın dilinde:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
255
- Oğul!... oğul oğul!...başka bir şey yok, gül oğul, can oğul Hamza’m!.<br />
Hasan Usta’nın evinin önü civar köyden gelenlerle daha çok kalabalıklaştı,<br />
düğün alayının eğlencesini göz yaşı ve ağıt bastırıyordu, gelin adayı Büşra<br />
bu haberle tamamen bir ruh halini almış, düğününe gelenlere nefret püskü-<br />
rüyordu, son olarak teybi kapıp yere çalması ne kadar ciddi olduğunu göste-<br />
riyordu.<br />
Köylü; cenaze aracını bekliyordu, kazanı kurup altına ateş vermişlerdi,<br />
bilmiyorlardı Hamza‘nın şehit olduğunu, tek başına bir cenaze aracı bekli-<br />
yordu. Az sonra düğün alayı onlarca araçla imamın evinin önünde durdu,<br />
gözlerinde heyelanlar kopan Büşra’yı götüreceklerdi. Cenazenin oluşunu öğ-<br />
renmeleri ile Sabri’nin evi kendinden utanmış, hocaya ve Tahir Ağa’ya kız-<br />
mışlardı.<br />
Köylü cenazeyi bekliyordu, Hamza’nın arkadaşı Asım, karayağız delikanlı<br />
Murat ve diğerleri gözyaşı içinde hazırlamışlardı kabrini.<br />
Asım:<br />
- Bugünleri de mi görecektik, diyordu.<br />
Nasıl ve ne şekilde öldüğü bilinmeyen bir cesedi bekliyordu köylü, az son-<br />
ra haber geldi;<br />
- Cenaze susa ismini verdikleri yol ayrımına gelmiş on dakikalık bir yol<br />
kalmıştı.<br />
Köyde; kadın erkek ne kadar insan varsa, Hasan Usta’nın evinin önünde,<br />
düğün alayı da cenazeyi bekliyor. Tahir Ağa olacakları görmek için gelmiş,<br />
kinli bir bekleyişteydi. Sarhoş Veysel azda olsa kırgın, Yavuz topallıyor, Hik-<br />
met, Cemal, Ziya, Kenan bir arada duruyorlar. Kahveci Kamil de ilginç bir<br />
ağıt tutturmuştu. Büşra’nın yanan yüreği bu haberle köz olmuş, Zekiye ile<br />
ağıt ağıt üstüne…<br />
Eylül’den haberi alan Hüseyin, Hamza’nın ona söylediği sözü söylüyor:<br />
- Veren o, alan o, kaderden sual olunmaz…<br />
Şaşırmıştı, Eylül’ün anlattığına göre, tartıştığı doktorun hidayetine vesile<br />
olmuştu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
256
Az sonra:<br />
- Sala verilsin, dendi.<br />
Bu isteği Asım yerine getirdi:<br />
- İmam Şefik’in sala vermesini istemezdi, dedi.<br />
Ve ağlayan bir sesle sala verdi, yanık sesi; Allah için mücadele edilmiş<br />
onca yılı anlatıyordu.<br />
Biraz sonra İstanbul’dan cenazeyle gelen araçlarla, cenaze arabası şirin<br />
Hacıpaşa Köyü’ne girdi. Konvoy halindeki araçlar, Hasan Usta’nın evinin<br />
önünü doldurmuş, köye sığmamıştı. Cenaze aracını gören kalabalık gür bir<br />
ağıda başladı. Tüm köylü şaşkındı, bu kadar kalabalık bir grubun İstan-<br />
bul’dan gelişine.<br />
- Ne çok seveni varmış, diyorlardı.<br />
Tahir Ağa gibi pek az kişi kıskançlıktan kendini yiyordu. Hamza’nın cena-<br />
zesi bile Tahir Ağa’ya ağır geliyordu, gösteriş olsun düşüncesi ile cenaze<br />
arabasının yanına kadar geldi, bu riya İmam Şefik’te de vardı.<br />
Hacıpaşa Köyü tarihi boyunca hiçbir düğünde veya ölümde böylesine ka-<br />
labalık görmemişti. Mevla adeta:<br />
- Kulum diyordu, sen bana olan sevginde, ibadetinde gösteriş yapmadın,<br />
bende ölümünden sonra unutulmayacak ibretler veriyorum.<br />
Cuma, yorgun tavırlarla cenaze aracından, Yasin’le beraber indi. İkisinin<br />
de ağlamaktan gözlerine kan oturmuş, gözyaşları kalmamıştı.<br />
İmam Şefik Cuma’ya hitaben:<br />
- Su hazır, çabuk olalım, cenaze bekletilmez, dedi.<br />
- Hayır hoca, Hamza şehit oldu.<br />
Tahir Ağa için için güldü.<br />
Tabut çıkartılırken iğrenç bir şekilde kokacak ve kötü anılacak diye düşü-<br />
nen İmam Şefik:<br />
- Emin misiniz şehit olduğundan?<br />
Tahir Ağa:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
257
- Kim bilir belki de uçkurunun peşinde vuruldu.<br />
Ağlamaktan gözlerine kan oturan Yasin, Tahir Ağa’nın uzun suratına tü-<br />
kürüp, kalabalığın gözleri önünde sertçe bir yumruk attı.<br />
- Kendin mi sanırsın herkesi, dedi.<br />
Topluluk olanları seyrediyordu, bu ara doktor Selim’de geldi Lokman’la<br />
beraber, İmam Şefik iki kravatlı adam görünce birde onlara sormak istedi:<br />
- Şehitliği kolay sanmayın, nasıl vuruldu? Hırsızlık yaparken vurulmuş ol-<br />
masın, dedi<br />
Bu sefer Cuma atıldı, kanların kızarttığı gözleri, imamı parçalarcasına ba-<br />
kıyordu, birbirinin peşi sıra İmam Şefik’e iki yumruk attı, yakasından tutup,<br />
kalabalığın gözleri önünde:<br />
- Sana da, senin gibi hocaya da… Allah’ından bul, dedi ve bıraktı.<br />
Aracın arka kısmına gelip, Hamza’nın kefene sarılmış naşını almak için<br />
kapıları açtılar, ara ara hissedilen şehidin misk amber kokusu öyle arttı ki bi-<br />
raz sonra köyü tamamen kaplamıştı.<br />
Aman Allah’ım! Ne kadar güzel, ne kadar harika idi, köylü tuhaf bir hoş-<br />
nutluğa kapılmış titriyordu. Dört elden tutulan tabut, omuzlara alınmıştı ki;<br />
ikinci oğlunu kaybeden zavallı annenin içler açısı çığlığı duyuldu, o güzel<br />
cennet kokusu, bir annenin yüreğini etkileyememişti.<br />
- Durun! Son bir kez defa bakayım oğlumun gül yüzüne!<br />
Dedesi Osman Ağa’nın yüreği şehidin cennet kokusu karşısında eriyip<br />
gitmişti. O da çocuklar gibi ağıta koyulmuş, diğerleri gibi, son bir defa göre-<br />
yim diye Hamza’nın cennet kokusu saçan şehit bedenine koşuyordu. Çilekeş<br />
anne nasırlı elleri ile Hamza’nın yüzünü okşuyor, şehidin simasını gören köy-<br />
lü hayretler içerisinde:<br />
- Gülümsüyor, sanki canlı, ölmemiş, diyordu.<br />
Yüreği taşlanmış İmam Şefîk’e de hidayet yolunu açmıştı cennet kokan<br />
şehidin bedeni, görmek istedi. Tahir Ağa ve diğerleri gibi, kokladıkları şehi-<br />
din cennet kokusu karşısında ne kalplerinde kin, ne de haset kalmıştı. Vey-<br />
sel Ağa bir köpek gibi pişman olmuştu yaptıklarına. Tahir Ağa’da öyleydi,<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
258
içinde Hamza’ya ait olan sırları da bir bir söylemek istemişti. Sarhoş Veysel,<br />
Hamza’nın nurlu yüzünü görüp:<br />
- Senin sayende aslanım, sarhoşluktan kurtuldum. Senin gibi birini düş-<br />
man kabul ettiğim için utanıyorum kendimden.<br />
Biraz sonra tekbirlerle aşağı kuyudaki musalla taşına geldiler. Siyah atıyla<br />
Hamza bir zamanlar mesken tutmuştu oraları, çok konuşmuştu musalla taşı<br />
ile, ona gününü bilmediğini söyleyip randevuda vermişti. İşte verdiği buluş-<br />
ma günüydü bugün.<br />
Cenazenin peşini köylü bırakmıyordu, köyün dışında bulunan kabristanın<br />
yolu yürüyüş yapılırcasına kalabalıktı. Önde Hamza’nın cansız bedeni ile er-<br />
kekler ve onları uzaktan takip eden gözü yaşlı kadınlar.<br />
Köy bomboştu, şehidin kokusunun cazibesi köyü bomboş bırakmıştı.<br />
Hasan Usta’nın yaslı kalbini ferahlatmıştı, bir şehidin babası olma duygu-<br />
su, yine de gözyaşlarını tutamıyordu, abdestler gözyaşı ile yoğruluyordu, di-<br />
rençli biri lazımdı.<br />
Aranan imam kendisi çıktı, bu Cuma idi. Ağlamaktan gözlerinde bir damla<br />
gözyaşı kalmamıştı. Canından çok sevdiği arkadaşının cenaze namazı için<br />
tekbiri aldırdı, ne kadar ağır ve acıydı, bir an için yeniden ağlayacağını zan-<br />
netti ama gözyaşı kalmamıştı.<br />
Nihayet kabristana tekbirlerle gidiliyordu. Bu sefer tabutun bir köşesinden<br />
Cemil Ağa tutmuştu:<br />
- Hey gidi hey, Hamza hey, diyor sen benimkini taşıyacakken ben senin-<br />
kini taşıyorum…<br />
seydi :<br />
Ve gözyaşı. Aman Allah’ım! Bu kadar çok gözyaşı olmazdı Hamza gör-<br />
- Bunlar benim için değil günahları için ağlıyor, derdi diye düşünen Asım,<br />
Hamza’ya imrenip:<br />
- Ne mutlu sana ki şehitsin, diyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
259
Az sonra bir ucu hala köyde olan kalabalık kabristanı tamamen sarmış;<br />
bütün yollar insanla dolmuş, taşmış, bu manzarayı görenlere, ünlü birisi ve-<br />
ya parti başkanı dedirtecek seyri almıştı.<br />
Vermek istemiyorlardı Hamza’yı kara toprağa, şehidin kokusunu toprağa<br />
gömmekten korkuyorlardı.<br />
Zavallı annenin yüreği paramparça, aman Allah’ım! Ne büyük bir ızdırap<br />
ve elem içinde, ana yüreği dememişler boşuna, söyleniyor çığlık çığlığa:<br />
- Bu dünya onların, ahiret bizim olsun ana diyordun. İşte şimdi şehit ana-<br />
sıyım oğul! Ahiret bizim oldu da ne oldu? Ananı bu hallere koyar mıydın<br />
oğul, of ki ne of!...<br />
Annenin yakarışı büyük, nerdeyse isyana düşecek, Hamza’nın naşını ver-<br />
mek üzereler, dedesi Osman Ağa ilk defa bakışları ile yalvarıyor:<br />
- Affet beni Hamza, diye:<br />
Kahveci Kamil atıldı:<br />
- Durun, dedi. Gözleri ıslak ve sesi titreyerek; benim ona bir gömlek bor-<br />
cum var!<br />
Üzerinden rengi soluk gömleğini çıkarıp kefenin yanı başına koydu.<br />
Anlaşılan Tahir Ağa da bir şeyler söyleyecekti, vicdan azabı çekiyordu, ka-<br />
labalığa karşı yüksek sesle vicdanını rahatlatmak için:<br />
- Ey köylüm ve misafirler!<br />
Ağlıyordu devam etti:<br />
- Ben öyle vicdansız mışım ki; şu toprağa verdiğiniz delikanlıya etmediği-<br />
mi bırakmadım, bana ne yapsanız yeridir. Yıllardır çalışıp çabalayıp, uğraştı-<br />
ğı; okuldan gelen sınavın sonucu elime geçti, hasta oluşundan istifade ede-<br />
rek yaktım, kazandığı yer bilgisayar mühendisliği idi. Besmelesiz oğlumla bir<br />
olup iftira attım. Şimdi onun cansız bedenine yakarıyorum, af eylesin, dedi.<br />
Dedesi Osman Ağa Tahir Ağa’ya nefretle bakmaya başladı.<br />
Kahveci Kamil, Tahir Ağa’ya vurmamak için kendini zor tutuyordu kinle<br />
bakıp:<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
260
- Kuşkuya kapılma! O şu an yaşıyor olsaydı seni affederdi, çünkü senin<br />
kadar küçük değil.<br />
Kalabalık öylece dikilmiş, hüzün ve sessizlik içinde naşın kapatılmasını<br />
bekliyor, kimsenin eli varmıyordu Hamza’nın kabrini kapatmaya.<br />
Hüseyin atıldı:<br />
- O verdi, o alır. Her can ölümü tadacaktır, dedi.<br />
Ağır ağır Yunus’un kabrinin yanındaki boşluğa yapılan Hamza’nın mezarı<br />
doldurulmaya başlandığında Tahir Ağa mırıldanıyordu:<br />
- Faizin en küçüğü, insanın kendi annesiyle zina etmesi kadar günahtır.<br />
Sana yemin ediyorum Hamza bir daha faiz yemeyeceğim.<br />
Biraz sonra Hamza’nın şehit bedeni, insanlara hidayet veren muhteşem<br />
cennet kokusu ile beraber toprağa verilmişti.<br />
Karayağız delikanlı Murat’ın gözlerinde hüzün şahlanmış, mırıldanıyordu:<br />
- İşte son osmanlı, şanlı bir insan! Gurur duyulacak büyük bir arkadaş,<br />
yalan dünyada bitti.<br />
Zavallı annenin son büyük çığlığı ve işareti kalabalığın dikkatini çekti:<br />
- İşte, diyordu.<br />
Eliyle semayı gösterip.<br />
-Gök yarıldı, çilekeş gözlerine bir şeyler gözüküyor, devam ediyor:<br />
- Bakın işte oğlum! Hamza’mın siyah atına kanat takmışlar. Üzerinde de<br />
küçük oğlum, ölen Yunus’um var! Bakın buraya geliyor, bana gülümsüyor,<br />
siyah atları ne kadar gençleşmiş, işte geldi, bana selam veriyor, abisini so-<br />
ruyor. İşte şimdi Hamza’m kabrinden çıktı, üstünü kapatmadınız mı? O da<br />
bindi Yunus’um ile gelen siyah atlarına, bana öpücük atıyorlar, göğe doğru<br />
uçuyorlar işte! İşte! Beni sıratta bekliyorlarmış…<br />
Gür bir at kişnemesi duyuldu. Yürekler bir daha titredi. Kalabalık ne kadar<br />
baksa da hiçbir şey göremiyordu, anne için:<br />
- Delirdi zavallı kadın, hükmünü koydular, ama kulaklarının zarını adeta<br />
yırtacak kadar gür olan bu at kişnemesi, sanki anneyi doğruluyordu.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
261
Hamza, Allah için harcadığı gençliğinin mükafatını şehitlikle almıştı. Ham-<br />
za için bir dua idi mücadele. Ömrünü Allah için harcamıştı, Rasülullah’ın ha-<br />
yatını, sahabeleri, Abdulkadir Geylani’leri, dedelerinin mum ışığında yazdığı<br />
eserleri, dikkatle, bir bir okuyup hafızasına kazıdığı için, bugün hafızalara<br />
kazınmıştı, her gittiği yere İslam için yeşerecek bir tohum bırakmasını bil-<br />
mişti.<br />
Kendisinin kutsal duası, ölümü ile beraber yarım kalmıştı ama elbette ar-<br />
kasında duasını tamamlayacak birilerini bırakmıştı. Yarım kalan duayı elbette<br />
birileri tamamlayacaktı. Bu dinin Hamza’ları bitmezdi, özenle yetiştirmişti kü-<br />
çük kardeşi Yunus Emre’yi, o da bir Hamza olacaktı.<br />
- Bilgili ve ahlaklı olup beni geçeceksin tamam mı koçum, demişti.<br />
Daha niceleri vardı, arkasında bu yarım kalan duayı tamamlayacak!.<br />
Hamzalar; kendi gibi birilerini, arkalarında bırakmadan Azrail’e can vermez-<br />
di. Elbette bu dua tamamlanacaktı. Nice Lokman’lar, Cuma’lar, Kemal’ler,<br />
Selim’ler vardı. Hamza’nın yarım kalan duasını tamamlamak için, biter miydi<br />
Kadriye’ler, Esralar ve Eylül’ler. Bunlarda yarım kalan duayı tamamlayamaz-<br />
sa, elbette bir yürek çıkacaktı, elbette bu satırları okuyan bir dudak kararlı<br />
ve içli mırıldanacaktı.<br />
Diyecekti ki:<br />
- Öyle dürüst ve mert olacağım ki, dürüstlük ve mertlik bana hayran ola-<br />
cak. İslam’ı öğrenip yaşayıp bunun mücadelesini verip bu duayı tamamlaya-<br />
cağım.<br />
A D E M K O R K M A Z | Y A R I M K A L A N D U A<br />
262