Prof. Dr. BEKİR ONUR GELİŞİM PSİKOLOJİSİ Yetişkinlik - Yaşlılık ...
Prof. Dr. BEKİR ONUR GELİŞİM PSİKOLOJİSİ Yetişkinlik - Yaşlılık ...
Prof. Dr. BEKİR ONUR GELİŞİM PSİKOLOJİSİ Yetişkinlik - Yaşlılık ...
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>. <strong>BEKİR</strong> <strong>ONUR</strong><br />
<strong>GELİŞİM</strong> <strong>PSİKOLOJİSİ</strong><br />
<strong>Yetişkinlik</strong> - <strong>Yaşlılık</strong> - Ölüm<br />
:::::::::::::::::<br />
<strong>Prof</strong>. <strong>Dr</strong>. Bekir Onur, 1944 yılında Adana'da doğdu. 1967'de<br />
Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Felsefe Bölümü'nü bitirdi.<br />
1969'da A.Ü. Eğitim Bilimleri Fakültesi'nin akademik kadrosuna<br />
katıldı. Halen aynı fakültede Eğitimde Psikolojik Hizmetler<br />
Bölümü'nde öğretim üyesidir. Bekir Onur'un çocuk, ergen ve<br />
yetişkin psikolojisi alanında onu aşkın çeviri ve telif yapıtı<br />
vardır. Ankara Üniversitesi Oyuncak Müzesi (1990) ve<br />
Çocuk Kültürü Araştırma Merkezi'nin (1994) kurucusu ve<br />
yöneticisi olan Bekir Onur'un başlıca yapıtları: Kadın, Gençlik<br />
ve Cinsellik (1986), Toplumsal Tarihte Çocuk (yay.) (1994),<br />
Çocuk ve Ergen Gelişimi, (yay.) (1994), Ergenliği Anlamak<br />
(yay.) (1995).<br />
:::::::::::::::::<br />
ÜÇÜNCÜ BASKIYA ÖNSÖZ
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Gelişim Psikolojisi'nin ilk yayınlanışından bu yana yaklaşık on<br />
yıl geçti. Genişletilmiş ikinci baskıyı, daha genişletilmiş ve gözden<br />
geçirilmiş bu üçüncü baskı izliyor. Ben de ergen, çocuk, yetişkin derken,<br />
bir yandan gelişimin bellibaşlı dönemlerinde geziniyor, bir yandan<br />
da yaşlanıyorum. Okuyucu biraz daha dişini sıkarsa, benim yaşlılığa<br />
ve ölüme ilişkin kendi spekülasyonlarımı okuyabilir yakında.<br />
Oysa ben aradan geçen şunca yılda bu alandaki kitapların çoğalmasını<br />
ne kadar dilerdim! Bir ülkede yaklaşık yirmi beş yılda<br />
yalnızca iki-üç çocuk psikolojisi kitabı, on beş yılda yalnızca bir-iki<br />
ergenlik psikolojisi kitabı, on yılda yalnızca tek bir yetişkin psikolojisi<br />
kitabı yayınlanıyorsa burada bir sorun var demektir, hem bilim adına<br />
hem ülke adına. Bu nedenle, bu tabloya bakarak kendime övünç payı<br />
çıkarıyor değilim. Şimdiye kadar dört ergenlik, bir çocuk, iki yetişkin<br />
psikolojisi kitabı çıkarmış olmamı bir ayrıcalık olarak değil, bir<br />
sorumluluğun yerine getirilmesi olarak görüyorum. Üstelik ben derslerimde<br />
bir değil, üç, beş, on gelişim psikolojisi kitabını kaynak olarak<br />
kullanmak isterim. Bilindiği gibi, üniversitede çok şey öğretmek değil,<br />
temel konuları çok iyi biçimde öğretmek, ayrıntıları araştırmayı da<br />
öğrencilere bırakmak esastır; bunun yolu da öğrencinin çok sayıda<br />
kaynağa ulaşabilmesinden geçer.<br />
Yirmi birinci yüzyıla girmeye, Avrupa'nın kapısından geçmeye<br />
hazırlandığımız şu günlerde bilgi çağından, bilgi toplumundan, bilginin<br />
gücünden, öneminden yeniden söz etmeye gerek var mı? Başkaları<br />
bilgi bombardımanından, bilginin dağlar gibi birikmesinden, çığ gibi
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
artmasından, iletişim otoyolları kurulmasından söz ederken, bizim bu<br />
bollukta hala yoksulluk çekmemiz ürkütücü geliyor bana. Elimizi<br />
çabuk tutmazsak ne çağcıl olabileceğiz, ne de onun vazgeçilmez koşulu<br />
olan bilimi yakalayabileceğiz. Çok araştırmaktan, çok yazmaktan,<br />
çok okumaktan, hem de bunları hiç durmadan, soluk bile almadan<br />
yapmaktan başka çaremiz yok açıkcası. Elinizdeki kitap işte böyle bir<br />
kaygının, çabanın, dileğin ürünü.<br />
Bekir Onur<br />
Ankara, Şubat 1995<br />
:::::::::::::::::<br />
BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ<br />
Ülkemizde psikoloji yayınlarının çok az olduğu bilinmektedir.<br />
Psikoloji öğrenimi gören üniversite öğrencilerinin, psikolojiye ilgi<br />
duyan aydınların ulaşabilecekleri Türkçe psikoloji kitabı sayısı<br />
inanılamayacak denli azdır. Eldeki psikoloji kitapları da sınırlı birkaç<br />
alanda toplanmakta, diğer alanlarda geniş bir boşluk ortaya çıkmaktadır.<br />
Söz gelimi, gelişim psikolojisi en çok ilgi duyulan dallardan biri<br />
olduğu halde, en çok yayın yoksunluğu çekilen alan olmayı da<br />
sürdürmektedir. Yıllardan beri birkaç çocuk psikolojisi kitabımız, birkaç<br />
da ergenlik psikolojisi kitabımız var, hepsi o kadar! <strong>Yetişkinlik</strong>teki
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
psikolojik gelişimi inceleyen bir tek kitabımız bile yok... Oysa insan<br />
gelişimi bir bütündür ve bu bütünün gençlikten sonraki dönemlerini<br />
görmezlikten gelmeye olanak yoktur. Üstelik, günümüzde insanın<br />
psikolojik gelişimini "İnsan Gelişimi", "Yaşamboyu Gelişim"<br />
biçiminde topluca inceleme eğilimi yaygınlaşırken, bizim bu eksiğimiz<br />
daha da göze batıcı olmaktadır.<br />
Elinizdeki kitap, ülkemizde yetişkinlik psikolojisi alanında duyulan<br />
bilgi açığını bir ölçüde kapatabilme isteği ve umuduyla kaleme<br />
alındı. Bir "ilk kitap" olma dezavantajının yanında, bu kitabın özellikleri<br />
şöyle sıralanabilir: Bu kitap her şeyden önce bir derlemedir. Olanak<br />
ölçüsünde en yeni yayınlara başvurarak en gerekli bilgiler derlenmiş,<br />
çevrilmiş, aktarılmıştır. Dolayısıyla bu kitap açıkça Batı kaynaklıdır,<br />
yerli hiçbir bilgiyi, araştırmayı, açıklamayı içermemektedir.<br />
Böyle olması da -şimdilik- bir zorunluluk gibi görünmektedir. Çünkü<br />
bir alanda "telif" kitap yazabilmek için belirli bir bilgi ve düşünce<br />
birikimine ulaşmış olmak gerekir; oysa bu alanda ne ülkemiz, ne de biz<br />
henüz böyle bir birikime sahibiz -şimdilik-. Gelecekte psikoloji<br />
kültürümüzün yerli yapıtlarla besleneceği umudunu yeşertebilmek için<br />
bugün bulabildiğimizi derlemek zorundayız-derleneni irdelemek<br />
koşuluyla... Bu kitabın yapmaya çalıştığı da budur!<br />
Bu kitapta hem plan hem de içerik açısından Amerikan üniversitelerinde<br />
okutulan gelişim psikolojisi kitaplarından yararlanıldı.<br />
Ama bu kitap ne tam anlamıyla bir "ders kitabı", ne de "on derste psikoloji"<br />
türünden bir el kitabıdır. Alışılagelmiş ders kitaplarının soyut
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ve karmaşık yapısından da, bilimsel bilginin kuramsal temelini ihmal<br />
eden basitlik ve pratiklikten de uzak durmaya çalışılmıştır. Amaç,<br />
hem alandaki bilimsel bilgiyi aktarmak, hem de okuyucuya kendi ilgileri<br />
ve çözümlemeleri için ipuçları vermek, bu ikisini de en anlaşılır<br />
biçimde yapmaktır. Anlaşılır olabilmek için de, yetişkinlik ve yaşlılığın<br />
bütün konuları çocukluk ve ergenlikteki gelişimsel kökenlerine<br />
gidilerek tanıtılmaya çalışılmıştır. Kitapta tanımlanmamış hiçbir kavram,<br />
açıklanmamış hiçbir bilgi, yorumlanmamış hiçbir bulgu bırakmamaya<br />
özen gösterilmiştir. Böylece, hem daha önce hiç çocuk ya da ergenlik<br />
psikolojisi okumamış birinin bile yetişkinlikteki gelişmeleri anlayabileceği,<br />
hem de gelişimin bütünlüğünün korunabileceği umulmaktadır.<br />
Ayrıca, klasik ders kitaplarının hiçbir bilgiyi yorumlamayan,<br />
hiçbir kuramı eleştirmeyen tek yanlı tutumunun aksine, bu kitapta<br />
her kuram, her sav karşıtları da gösterilerek verilmiştir. "Üniversal"<br />
ve "üniversiter" olmanın gerektirdiği gibi...<br />
Bilimsel bilgiye ulaşmak günümüzde bir lüks değil bir zorunluluktur.<br />
Hatta gelişim psikolojisinde bu zorunluluk bir "gelişim görevi"<br />
olarak belirtilir. Gençler ve yetişkinler için çağın bilimsel bilgisine<br />
sahip olmak ve bilimsel bir dünya görüşü oluşturmak bir gelişim görevidir.<br />
Bu bilgi, derleme ve aktarma yoluyla geliyor olsa bile... Üzerinde<br />
düşünülebilecek, tartışılabilecek, eksikleri ve yanlışları gösterilebilecek,<br />
doğruları benimsenebilecek bilgilerimizin olması hiç olmamasından<br />
elbette daha iyidir. Hele, böylesine küçücük bir bilgi demetini<br />
oluşturabilmenin, okuyucuya iletebilmenin bile ülkemiz koşullarında
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ne denli güç olduğunu bildikten sonra...<br />
Yirmi yıl önce üniversitede psikoloji öğrenimi görenler bir tek<br />
ders kitaplarının bile olmayışının acısını yaşamışlardı. Kitap yokluğu<br />
ve bundan duyduğumuz acı açısından bugün de durum pek farklı<br />
değildir. Bu nedenle bugün, telif, çeviri, derleme, aktarma, ne türden<br />
olursa olsun, psikoloji alanındaki her kitabı, her makaleyi, her satırı<br />
sevinçle karşılıyor, bağrımıza basıyoruz. Ayrıca, en azından gençlerin<br />
bunlara gereksinmesi olduğunu ve -kim ne derse desin- içimizde en<br />
çok okuyanların da onlar olduğunu biliyoruz. İşte bu kitap bir bakıma<br />
asıl onlar düşünülerek hazırlandı. Gençlere henüz yaşamadıkları bir<br />
gelişim döneminin psikolojisini iletmeye çalışmak -çelişik görünse<br />
de- mutlaka yararlı olacaktır. Yetişkinlerin gençleri tanıma ve anlama<br />
zorunluluğu kadar, gençlerin de yetişkinleri ve yaşlıları tanımaları ve<br />
olabildiğince anlamaları gerektiği açıktır. Kuşaklar arasında var olmasını<br />
dilediğimiz anlayış ve hoşgörü başka nasıl oluşabilir!<br />
Son olarak, bu kitaba ilişkin kişisel tutumumuzdan söz etmekte<br />
yarar var. Bu kitaptaki hiçbir bilgiyi, bulguyu, kavramı bu kitabın yazarları<br />
üretmedi. Bir kitap oluşturabilecek boş zamanı bulabilmek için<br />
bile tatil aylarını beklemek zorunda kalan bizim gibi öğretim üyeleri<br />
için yapabilecekleri tek şey, olabildiğince çok ve yeni bilgiyi, elden<br />
geldiğince açık ve anlaşılır biçimde derleyebilmektir. On sayfalık bir<br />
makale yazmak için bile üniversitelerinden on ay maaşlı izin alabilen<br />
şanslı Amerikalı meslekdaşlarımızın yanında, bizim tek şansımız onların<br />
yazdıklarını ele geçirebilmek, aktarabilmek olmaktadır yalnızca.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bu koşullarda, örneğin Kaliforniya Üniversitesi'nden James E. Birren<br />
ve Pensilvanya Üniversitesi'nden K. Warner Schaie'nin binlerce araştırmaya<br />
ve kaynağa dayalı yaklaşık bin sayfalık "<strong>Yaşlılık</strong> Psikolojisi"<br />
(1985) kitabı türünden yerli bir yapıta bir an önce kavuşmamız konusunda<br />
ne söyleyebiliriz? Üniversitelerimizin bilgi üreten merkezler haline<br />
gelmesini gönülden dilemekten başka...<br />
Bu kitap yakın bir işbirliğinin ve ortak çalışmanın ürünüdür. Kitabı<br />
planlarken, kaynakları araştırırken, metinleri derlerken aralıksız<br />
ve yoğun bir biçimde birlikte çalışıldı. <strong>Dr</strong>. Meral Çileli ayrıca "ölüm"<br />
konulu makaleyi tümüyle kaleme alma görevini de üstlendi. Okuyucu,<br />
bu kitabın sözü edilebilecek olumlu yanlarının bu işbirliğine ve yardıma,<br />
kusurlarının sorumluluğunun ise yalnızca aşağıdaki imzaya ait<br />
olduğunu bilmelidir. Ayrıca bu küçük derlemenin, yerini yakın zamanda<br />
daha yetkin, daha özgün, daha bizden çalışmalara bırakmasını<br />
içtenlikle dilediğimizi de...<br />
Bekir Onur<br />
Ankara, Kasım 1986<br />
:::::::::::::::::<br />
İÇİNDEKİLER
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ÜÇÜNCÜ BASKIYA ÖNSÖZ<br />
BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZ<br />
BİRİNCİ BÖLÜM<br />
GİRİŞ<br />
İ. <strong>GELİŞİM</strong> <strong>PSİKOLOJİSİ</strong><br />
1. Gelişim Psikolojisinin Tanımı<br />
2. Gelişimle İlgili Temel Sorunlar<br />
3. Gelişimle İlgili Temel Kavramlar<br />
4. Gelişim Psikolojisinde Yöntemler<br />
5. Gelişim Kuramları<br />
İİ. YETİŞKİNLİK <strong>PSİKOLOJİSİ</strong><br />
1. Yetişkinliğin Tanımlanması<br />
2. Yetişkinliğin Evreleri
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
3. <strong>Yetişkinlik</strong> Kuramları<br />
4. Yetişkin Psikolojisinin Temel Sorunları<br />
İKİNCİ BÖLÜM<br />
GENÇ YETİŞKİNLİK<br />
İ. GENÇ YETİŞKİNLİKTE PSİKOLOJİK OLGUNLAŞMA<br />
1. Olgunluğun Tanımlanması<br />
2. Olgunlaşma Yönleri<br />
3. Olgunlaşmada Güçlükler<br />
4. Gelişim Görevleri<br />
5. Bireysel Gelişim<br />
İİ. TOPLUMSAL BAĞLAMDA GENÇ YETİŞKİNLİK<br />
1. Aile<br />
2. Seçenek Yaşam Biçimleri
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
3. İş ve Meslek<br />
4. Toplumsal Çevre, İlişkiler ve Katılım<br />
5. Ahlak Gelişimi<br />
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM<br />
YETİŞKİNLİKTE ORTA YILLAR<br />
İ. ORTA YILLARA GENEL BAKIŞ<br />
1. Kişilik Psikolojisi Açısından <strong>Yetişkinlik</strong><br />
2. <strong>Yetişkinlik</strong>te Kişilik<br />
3. Cinslere Bağlı Kişilik Özellikleri<br />
4. Cinslere İlişkin Kalıpyargılar<br />
5. Cinslere Bağlı Özelliklerin Sürekliliği<br />
İİ. ORTA YILLARDA BİREYSEL <strong>GELİŞİM</strong><br />
1. Bedensel Değişimler
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
2. Zihinsel Değişimler<br />
3. Cinsel Değişimler<br />
İİİ. ORTA YILLARDA TOPLUMSAL YAŞAM<br />
1. Aile<br />
2. İş ve Meslek<br />
3. Toplumsal Çevre<br />
İV. YETİŞKİN EĞİTİMİ<br />
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM<br />
YETİŞKİNLİKTE İLERİ YILLAR<br />
İ. YAŞLILIK<br />
1. Yaşlılığa Genel Bakış<br />
2. <strong>Yaşlılık</strong> Kuramları
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İİ. YAŞLILIKTA BİREYSEL <strong>GELİŞİM</strong><br />
1. Fiziksel Değişimler<br />
2. Bilişsel İşlevler<br />
3. Kişilik Özellikleri<br />
İİİ. YAŞLILIKTA TOPLUMSAL <strong>GELİŞİM</strong><br />
1. Aile Yaşamı<br />
2. Toplumsal Çevre<br />
İV. YAŞLILIKTA RUH SAĞLIĞI<br />
V. ÖLÜM<br />
1. Yaşam Süresince Beklentiler<br />
2. Düşünce Olarak Ölüm<br />
3. Yaşam Süresince Ölüm Yönelimleri<br />
4. Ölme Süreci
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
5. Ölümü Karşılama<br />
YARARLANILAN KAYNAKLAR<br />
ÖNERİLEN KAYNAKLAR<br />
<strong>GELİŞİM</strong> <strong>PSİKOLOJİSİ</strong> SÖZLÜĞÜ<br />
:::::::::::::::::<br />
BİRİNCİ BÖLÜM<br />
GİRİŞ<br />
:::::::::::::::::<br />
GİRİŞ<br />
İ. <strong>GELİŞİM</strong> <strong>PSİKOLOJİSİ</strong><br />
Psikoloji, genellikle, insan davranışının ve zihin süreçlerinin bilimi<br />
olarak tanımlanır. Bu geniş alanın incelenmesi birtakım alt dalların<br />
ortaya çıkmasını gerektirmiştir. İşte gelişim psikolojisi de bu temel<br />
uzmanlık alanlarından biridir. Ayrıca, gelişim psikolojisinin de hem temel<br />
araştırma, hem de uygulama dalları vardır. A. T. Jersild'e (1979)
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
göre, gelişim psikolojisi alanındaki çalışmalar başlıca iki bölümde<br />
toplanabilir. Birincisi, insan gelişiminin çeşitli yönlerini ele alan ve<br />
betimleyen araştırmalardır. İkincisi, gelişime ilişkin temel kavramları,<br />
ilkeleri, kuramları ortaya koyan incelemelerdir. Gelişim alanındaki en<br />
yararlı çalışmalar, kuşkusuz, olgu ile kuramı birleştiren, böylece insan<br />
bilimlerine katkısı olan çalışmalardır. Bu açıdan, insan gelişimine<br />
ilişkin çalışmalar biyoloji, sosyoloji, antropoloji, tarih gibi diğer bilim<br />
dallarını da ilgilendiren çok disiplinli ve disiplinlerarası bir alana<br />
yayılmaktadır. Bu nedenle günümüzde gelişim psikolojisi çok yönlü<br />
bir araştırma ve inceleme alanı olmak durumundadır.<br />
:::::::::::::::::<br />
1. Gelişim Psikolojisinin Tanımı<br />
İlke olarak, geçmişi bilmek şimdiyi anlamamıza, şimdiyi anlamak<br />
da geleceği kestirmemize yardımcı olur. Bu genel ilke embriyoloji,<br />
jeoloji, coğrafya, tarih, gelişim psikolojisi gibi bütün gelişim bilimlerinde<br />
geçerlidir. Kuşkusuz, değişimin konusu ve zaman evreleri<br />
bütün bu bilimlerde aynı değildir; fakat hepsinde ortak olan nokta,<br />
birşeylerin zaman düzeni içinde geliştiği ve bu sistemli değişimin<br />
nedenlerinin bulunabileceği inancıdır. Gelişim psikolojisinde zaman periyodu<br />
insan ömrünü içerir ve değişen şey bireydir. Şu halde, gelişim psikolojisinin<br />
konusu bireyin fiziksel ve ruhsal yapısının ve davranışının değişimidir.<br />
Gelişim Psikolojisi, bireylerin yaşam boyunca geçirdiği değişimlerin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
betimlenmesi ve açıklanmasıyla ve aynı zamanda bireyler arasındaki<br />
değişim benzerlik ve farklılıklarıyla uğraşır. Gelişim psikologları<br />
gelişimi betimlemek isterler, dolayısıyla gelişim normlarıyla ilgilenirler.<br />
Fakat aynı zamanda gelişim süreçlerini açıklamak da isterler;<br />
yani gelişimin neden belirli bir yolda ilerlediğini ve gelişim yolunda<br />
bireylerin neden birbirinden farklılaştığını bulmaya çalışırlar.<br />
Modern gelişim psikolojisi oldukça yeni bir bilim dalıdır. En<br />
azından 1960'lara kadar bebek, çocuk ve ergen konusundaki psikolojik<br />
araştırmalar "çocuk psikolojisi" adıyla biliniyordu. Bugünkü psikolojik<br />
gelişim anlayışı -bazı büyük kuramcılara karşın- şimdiki biçimiyle<br />
son on yıllara kadar ortaya çıkmış değildi. Bütünleşmiş bir gelişim<br />
anlayışının daha önce ortaya çıkmayışının nedenlerinden biri,<br />
alanın 1950'lere kadar değişimleri açıklamaktan çok betimlemeye yönelmiş<br />
olmasıdır. İlk gelişim psikologları çocuğu doğum öncesinde,<br />
ilk haftalar ya da aylarda, ilk çocukluk, orta çocukluk dönemlerinde<br />
-olduğunca eksiksiz biçimde- betimlemekle yetiniyorlardı. Ancak betimsel<br />
bilgi araştırmacılar için giderek çekici olmaktan çıkmaya başladı.<br />
Örneğin Amerika Birleşik Devletleri'nde 1938'de çocuk gelişimi<br />
konusunda yaklaşık beşyüz yayın çıktığı halde, 1949'da bu sayı yarısına<br />
inmişti. Daha sonra, 1950'lerin başlarında gelişim psikolojisi yeniden<br />
canlandı. Bu gelişmeye katkısı olan pek çok etken arasında en<br />
önemlisi, gelişim psikologlarının yeni bir yaklaşım kabul etmeleriydi;<br />
artık ilgilerini gelişimin temelini oluşturan süreçlere yöneltmeye<br />
başlıyorlardı (Liebert ve Wicks-Nelson, 1981).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşamboyu gelişim psikolojisi (life-span developmental psychology)<br />
gelişimi incelemede yeni bir yönelimdir ve iki temel sayıltıya<br />
dayanır. Birincisine göre, gelişim döllenme ile başlayan ve ölüm ile<br />
sona eren yaşamboyu bir süreçtir. Bu bakış açısı, bebeklik, çocukluk,<br />
ergenlik gibi bedensel büyümeye bağlı yaş dönemlerini kendi araştırma<br />
alanları sayan gelişim psikologlarının görüşlerinden ayrılmaktadır.<br />
İkinci sayıltıya göre, gelişim büyümenin sonlanması ya da olgunlaşma<br />
ile sona ermez. Tam tersine, yaşamboyu gelişim psikologları<br />
yetişkinlik ve yaşlılık yıllarıyla büyük ölçüde ilgilenirler. Yaşamboyu<br />
gelişime duyulan ilgi 1970'lerde başlamış ve 1980'lerde artarak<br />
sürmüştür. Yaşamboyu gelişim yaklaşımının ele aldığı temel konular<br />
"gelişim sırasında ortaya çıkan değişimlerin doğası" ve "bu değişimleri<br />
hangi etkenlerin belirlediği" sorunlarıdır (Honzik, 1984).<br />
Paul B. Baltes'e (1987) göre de, yaşamboyu gelişim psikolojisi, yaşam<br />
akışı boyunca davranışta ortaya çıkan sabitliğin ve değişimin araştırılmasını<br />
içerir. Bu psikolojinin amacı, yaşamboyu gelişimin genel ilkeleri,<br />
gelişimde bireylerarası farklılıklar ve benzerlikler hakkında,<br />
aynı zamanda gelişimde bireysel esnekliğin ya da değişebilirliğin derecesi<br />
ve koşulları hakkında bilgi elde etmektir.<br />
Perlmutter ve Hall (1992), gelişime ve yaşlanmaya ilişkin sayıltıların,<br />
araştırmacıların sorduğu soruları, bulguları yorumlama biçimlerini<br />
ve ileri yaşlardaki yaşamın doğasına ilişkin sonuçlarını etkilediğini<br />
belirtmektedir. Otuz yıl önce yaşlılığın doğasına ilişkin soruları<br />
yanıtlamak çok kolaydı; çünkü herkes gelişimi gençlikle özdeş tutuyordu,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yetişkinlerin gelişmediği varsayılıyordu. Oysa araştırmalar olgunlaşmadan<br />
sonraki bütün değişimlerin bozulma ya da düşüş içermediğini<br />
göstermektedir. Örneğin, zekanın bazı yönlerinde ilerlemeler<br />
yaşamın ikinci yarısında da sürmektedir. Araştırmacılar farklı sistemlerin<br />
farklı oranlarda yaşlandığını ve gelişimin yönünün değişebileceğini<br />
de buldular. Yaşlanma, hangi işlevin incelendiğine bağlı olarak<br />
kararlılık, artma ya da azalma içerebilir. Örneğin, zekanın bir yönünde<br />
ilerleme gösteren bir yetişkin bir başka yönünde gerileme gösterebilir.<br />
İşte bu tür bulgular araştırmıacıları sayıltılarını yeniden gözden geçirmeye<br />
zorlamıştır. Gelişimi döllenmeden olgunlaşmaya kadar izleyen<br />
ve fetus, bebek, çocuk ve ergenle sınırlı tutan eski tanım işe yaramaz<br />
olmuştur. Böylece, yaşamboyu gelişim yaklaşımında gelişim, döllenmeden<br />
ölüme kadar bedende ya da davranışta ortaya çıkan yaşa bağlı<br />
değişimler olarak tanımlanmaktadır (Perlmutter ve Hall, 1992).<br />
:::::::::::::::::<br />
2. Gelişimle İlgili Temel Sorunlar<br />
Gelişim psikologlarının sık sık tartıştıkları birtakım önemli sorunlar<br />
vardır. Bunlardan birincisi, gelişimi sağlayan etkenlerin kaynağı<br />
sorunudur. Bu sorun kalıtım-çevre, doğa-kazanım ya da başka adlarla<br />
yapılan tartışmalarda ortaya konmaktadır. Bugün artık "hangisi?"<br />
ve "ne kadar?" sorularının sorunu çözmedeki yararsızlığı anlaşılmıştır.<br />
Bunların yerine, davranışta biyolojik ve toplumsal etkilerin "nasıl?"
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
birleştiği sorusu sorulmaktadır.<br />
Gelişim psikologları kendi alanlarında veri toplamak için üç dizi<br />
ilkeye dayanırlar: 1) Fiziksel büyüme ilkeleri, 2) Olgunlaşma ilkeleri,<br />
3) Öğrenme ilkeleri. Fiziksel büyüme ilkeleri fiziksel yapı ve organlardaki<br />
değişimleri dikkate alır. "Olgunlaşma" terimi -gelişimcilerin<br />
kullandığı biçimiyle- reflekslerin, içgüdülerin ve diğer öğrenilmemiş<br />
davranışların gelişimiyle ilgidir. Fiziksel büyüme ve olgunlaşma biyolojiktir.<br />
"Öğrenme" ilkeleri ise, geniş anlamda, sadece geleneksel koşullanmayla<br />
değil, aynı zamanda okuldaki öğrenimle ve diğer çevre<br />
etkileriyle birlikte tanımlanır. Öğrenme ve kalıtımın gelişime katkıları<br />
konusunda bugün kabul edilen görüş, gelişimin ortaya çıkmasında iki<br />
etkenin birleştiğini kabul eden "etkileşimci" görüştür. Her ikisi de<br />
zorunludur, hiçbiri tek başına yeterli değildir. Kalıtım gizil sınırları<br />
saptar, çevre de bu sınırlara ne kadar yaklaşılacağını belirler.<br />
Gelişim üzerindeki biyolojik etkiler iki çeşittir. Birincisi, bir türün<br />
bütün üyelerince paylaşılan türe özgü etkilerdir (bebeğin beslenme<br />
ve bakım için başkalarına gereksinme duyması gibi). İkincisi, her kişiye<br />
özgü olan genetik özelliklerdir (bireyler arasındaki farklılıklar<br />
gibi). İşte, gelişim psikologları doğanın insanlar arasındaki benzerliklerin<br />
ve farklılıkların oluşumuna nasıl katkıda bulunduğunu araştırmaktadırlar.<br />
Öte yandan, gelişim üzerindeki çevresel etkiler de iki çeşittir.<br />
Birincisi fiziksel çevredir (doğum öncesi dönemde ana rahmi,<br />
kent ya da kır gibi). İkincisi toplumsal çevredir (diğer insanlar, toplumsal<br />
kurumlar gibi). Bazı çevresel belirleyiciler bizi başkalarından
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
farklı kılan etkenlerdir (özel bir okulda okumak, trafik kazasına uğramak,<br />
işini yitirmek, piyangoda kazanmak gibi). Başka bazı çevresel<br />
belirleyiciler de bizi başkalarına benzer kılan etkenlerdir (içinde<br />
doğduğumuz kültür ya da tarihsel zaman gibi). Önemli tarihsel olaylar gelişim<br />
üzerinde derin etkilerde bulunur, ama bu etkinin niteliği kişinin<br />
o zamanki yaşına bağlıdır. Bu konu gelişimle ilgili temel kavramlar<br />
bölümünde "bölük" kavramı çerçevesinde yeniden ele alınacaktır.<br />
İkinci sorun, davranış değişikliğinin sürekliliği ya da süreksizliği<br />
sorunudur. Gelişim derece derece ve düzgün bir biçimde mi ilerler,<br />
yoksa kendine özgü nitelikler gösteren birtakım evrelerden mi geçer?<br />
Evre kuramcıları evrensel biyolojik temelli etkenlerin gelişimde egemen<br />
bir rol oynadığını savunurlar; psikolojik süreçlerde hep aynı yapısal<br />
deeişimlerin ortaya çıktığını ve davranış değişimlerine göreli bir<br />
süreksizlik verdiğini ileri sürerler. Buna karşılık, sürekliliği savunan<br />
kuramcılar toplumsal ve yaşantısal etkenlerin gelişimdeki değişmelerin<br />
temelini oluşturduğunu savunurlar; öğrenme, dereceli bir süreçtir.<br />
Ancak bu görüş ayrılığına karşın, bütün kuramcılar gelişimde hem süreklilik<br />
hem de süreksizlik olduğu konusunda birleşmektedirler. Özellikle<br />
kişilik psikolojisi alanında varılan sonuç, kişiliğin karmaşık ve<br />
çok yönlü bir yapısı olduğu, bazı ögelerinin süreklilik bazılarının da<br />
süreksizlik gösterdiği biçimindedir. Genellikle en büyük sabitlik çeşitli<br />
zihinsel ve bilişsel boyutlarda (ZB, bilişsel üslup, benlik kavramı<br />
gibi) ve en düşük değişmezlik kişilerarası davranış ve tutumlarda ortaya<br />
çıkmaktadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Gelişim psikolojisinde temel tartışmalardan biri de bunalım (crisis)<br />
kavramı çevresinde toplanır. Diyalektik bakış açısından psikolojinin<br />
görevi, değişen dünyada değişen bireyi anlamaya çalışmaktır. İnsan<br />
yaşamı karşıtlıklar ve çatışmalarla belirlenir. Her değişim karşıtlar<br />
arasındaki sürekli bir çatışmanın ürünüdür. Gelişim, varolan karşıtlıkların<br />
çözümü ve sonunda yeni karşıtlıkların ortaya çıkışı ile ilerler. Bireyin<br />
yaşamındaki karşıt güçler arasındaki çarpışmanın sonucu bir uzlaşma<br />
değil, tümüyle yeni bir üründür. Riegel'e (1975) göre, insan<br />
gelişimi en azından dört boyutta eşzamanlı bir harekettir: 1) İçsel-<br />
biyolojik, 2) Bireysel-psikolojik, 3) Kültürel-sosyolojik, 4) Dışsal-<br />
fiziksel. Gelişim, bu boyutların dengesi bozulduğu zaman ortaya çıkar.<br />
Çeşitli boyutlardaki değişimler her zaman eşzamanlı olmadığı<br />
için, aralarında çatışma gelişir ve bir bunalıma yol açar. Bunalım,<br />
bireylerin davranışlarını yeni koşullara ayarlamalarını gerektiren son<br />
derece zorlayıcı bir durumdur. Ancak diyalektik psikoloji açısından<br />
bunalımların mutlaka olumsuz olaylar olması gerekmez. Bu psikoloji,<br />
Piaget'in bilişsel gelişim konusundaki görüşlerinin yeterli olmadığını<br />
ileri sürer. Piaget gelişimin dengenin oluştuğu anda ortaya çıktığını<br />
vurgulamaktadır. Oysa Riegel'e göre gelişimsel ilerlemenin temeli<br />
karşıt koşullardır ve gelişim süreci hiçbir zaman sona ermez. Piaget<br />
gelişimi denge ve uyumun periyodik düzeylere ulaşması olarak gördüğü<br />
halde, Riegel bu gelişim düzeyinin ancak kısa süreli olduğunu kabul<br />
eder. Riegel'e göre Erikson, bunalımların içsel-biyolojik ve<br />
kültürel-sosyolojik güçlerle birlikte belirlenmesini vurgulayan ilk<br />
modern yazarlardan biridir, ancak Erikson da organizmanın neden evreden
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
evreye geçerek geliştiğini açıklamakta yeterince başarılı olamamıştır.<br />
Riegel bunalım kavramına farklı bir açıklama getirmektedir:<br />
"Bunalım (crisis) kavramı çelişik biçimde denge (equilibrium),<br />
kararlılık (stability), uygunluk (consonance) ve<br />
denge (balance) kavramlarıyla bağlantılıdır. Denge (equilibrium)<br />
kavramı arzu edilir bir amaç olarak davranış ve toplum<br />
bilimcilerin düşüncesine tam anlamıyla girmiştir ve bunalımı<br />
olumsuz yönde tanımlar. Böylece, bunalım kavramı,<br />
ancak uzun vadeli bir durum olarak ya da bir sakinlik durumunun<br />
kesilmesi eylemi olarak gördüğümüz zaman dengesizlik<br />
(disequilibrium) anlamını kazanır. Fakat, karşıt durumlar<br />
ya da olaylar birbirine sıkıca bağımlı olduğuna göre,<br />
denge kavramı dengesizlik kavramı olmadan ve kararlılık<br />
kavramı bunalım kavramı olmadan anlaşılamaz. Bizim<br />
araştırmamız gereken nokta, bu koşulların her birini tek<br />
başlarına kavramak değil, birbiri içine girişlerini kavramaktadır.<br />
Kararlılık ve bunalımı olumlu ve olumsuz değil, birbirine<br />
karşılıklı bağımlı olarak görmemiz, yalnızca diyalektik<br />
bağlantılarında gelişimi olanaklı kılan çelişik koşulları düşünmemiz<br />
gerekmektedir" (K. F. Riegel, 1975).<br />
Gelişim psikolojisinin bir başka temel sorunu, davranış'ın mı<br />
yoksa zihinsel süreçlerin mi vurgulanacağıdır. Katı davranışçı yaklaşım
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
doğrudan gözlemlenemeyeceği gerekçesiyle zihinsel süreçleri<br />
araştırmak istemez; buna karşılık, çağdaş psikologlar nesnel yöntemler<br />
kullanarak zihin süreçlerini de araştırma alanına katmışlardır. İç zihinsel<br />
süreçlerin psikolojik gelişimdeki yeri ve rolü artık kabul edilmekte<br />
ve araştırılmaktadır. Aynı bağlamda bir başka sorun da, "normatif"<br />
gelişimin mi yoksa idiyografik gelişimin mi vurgulanacağı konusudur.<br />
Kimi psikologlar bütün çocuklarda varolan ortak yönler anlamına<br />
gelen normatif (normative) gelişimle ilgilenirler; kimi psikologlar<br />
da çocuklar arasındaki bireysel farklılıkları anlamayı amaçlayan<br />
idiyografik (idiographic) gelişimi vurgularlar. Normatif araştırmalar<br />
genellikle gelişimin biyolojik temellerine dayanırlar. Gesell ve bir<br />
ölçüde de Piaget gibi kuramcılar gelişimi, içsel biyolojik süreçlerin<br />
yönlendirdiği, çevresel etkenlerden pek etkilenmeyen, önceden kestirilebilir<br />
bir olgu olarak görürler. Bu bakış açısı "ortalama" çocuk üzerinde<br />
yoğunlaşmakta ve "normal" gelişimin aşama aşama nasıl ilerlediğini<br />
belirleme amacını gütmektedir. İdiyografik araştırmalar ise<br />
çocuğu birey olarak almakta ve onu diğerlerinden farklılaştıran etkenleri<br />
incelemektedir. Vasta ve arkadaşlarına (1992) göre, dil gelişimi<br />
konusundaki çağdaş araştırmalar bu iki yaklaşımı sergileyen örneklerdir.<br />
Kimi kuramcılar dil yeteneğinin bütün çocuklarda benzer biçimde<br />
ortaya çıktığını, çünkü büyük ölçüde beyindeki mekanizmalar<br />
tarafından denetlendiğini kabul etmektedirler. Dolayısıyla bu araştırmalar<br />
belirli bir dildeki çocukların ortak dil gelişimi örüntülerini, aynı<br />
zamanda binlerce dil için evrensel olan özellikleri araştırmaktadırlar.<br />
Buna karşılık başka kuramcılar da konuşma gelişimindeki bireysel<br />
farklılıklarla ve dilin kazanılmasındaki çevresel etkilerle, yani dilin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
farklı çocuklarda farklı gelişmesine yol açan nedenlerle ilgilenmektedirler.<br />
:::::::::::::::::<br />
3. Gelişimle İlgili Temel Kavramlar<br />
Yaş (age) kavramı, gelişim psikolojisini psikolojinin diğer alanlarından<br />
ayıran temel kavramdır. Yaş zaman ile eşanlamlı bir kavramdır<br />
ve kendi başına hiçbir şeyin nedeni değildir. Yaş kavramının<br />
yarattığı karışıklıklar nedeniyle kimi gelişim psikologları evre (stage)<br />
kavramını kullanmayı yeğlerler. Bir bağımsız değişken olarak "evre",<br />
"yaş"tan daha kullanışlıdır. Günümüzde evre kavramı gelişim psikologlarınca<br />
iki anlamda kullanılmaktadır. "Güçlü" anlamda evre kavramı<br />
süreksizliği dile getirir. Örneğin, çocuğun hareket gelişimi emekleme,<br />
ayağa kalkma, yürüme, koşma biçimindedir. Bu evrelerden herbiri<br />
diğerinden niteliksel olarak farklıdır. Bu anlamda evreler her zaman<br />
belirli bir zaman aralığında ortaya çıkmak durumundadırlar;<br />
gelişen birey bir evreyi atlayamaz, evreleri bir başka zaman aralığında<br />
yaşayamaz. Evre kavramının bu güçlü anlamı Piaget'in bilişsel gelişim<br />
kuramında ve Kohlberg'in ahlak gelişimi kuramında ortaya çıkar.<br />
Evre kavramının "zayıf" anlamı da vardır ve yaş, çevre, ilgiler,<br />
etkinlikler konusunda bilgi verir. Bütün bu kullanımlarda kavram anlam<br />
değişikliği olmadan geçer. Örneğin çocuğun "diş çıkarma evresinde",<br />
"ilkokul evresinde", "anal evrede" olduğu söylenebilir. Freud'un
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
psikoseksüel gelişim kuramında ve Erikson'un psikososyal gelişim kuramında<br />
bu anlamdaki evre kavramı kullanılır (Ph. G. Zimbardo, 1979).<br />
Kullanımdaki bu farklılığa karşın, evre kuramlarının tümü evrelerin<br />
temel özellikleri üzerinde birleşirler. Kuramsal olarak evrelerin şu<br />
özellikleri taşıdığı kabul edilmektedir: 1) Evreler genel sorunları<br />
betimlerler. Bir evre o evreye özgü genel özellikleri ve sorunları vurgular.<br />
2) Evreler davranıştaki nitelik farklılıklarını dile getirirler. Bir evredeki<br />
davranışın kendine özgü nitelikleri vardır. 3) Evreler değişmez<br />
bir ardışıklık gösterirler. Bir evre diğerini değişmez bir sıra içinde izler.<br />
4) Evreler bütün kültürler için evrenseldir. Kültürler arasındaki<br />
farklılıklara karşın, bütün kültürler aynı yaşam sorunlarıyla başa çıkmaya<br />
çalıştıkları için gelişim evreleri bütün kültürlerde aynıdır (W.C. Crain,<br />
1986).<br />
İlerde de görüleceği gibi, gelişim kuramlarının çoğu evre kuramlarıdır.<br />
Ancak evre kuramlarının hepsi evre kavramının gerektirdiği<br />
özelliklere sahip değildir. John Flavell'e (1985) göre, tam bir evre<br />
kuramındaki her gelişim evresi şu ögeleri taşır: Yapılar (yeteneklerin,<br />
becerilerin ya da güdülerin tutarlı bir örüntüsü); niteliksel değişimler<br />
(önceki evreyle karşılaştırıldığında yetenekler, beceriler ya da güdüler<br />
arasında açık bir farklılık); ani oluş (evrenin tipik yeteneklerinde,<br />
becerilerinde, güdülerinde eşzamanlı bir değişim); birliktelik (bütün<br />
değişimlerin aşağı yukarı aynı hızla gelişmesi). Çok az evre kuramı<br />
bütün bu ölçütlere tam olarak uyabilmektedir. Örneğin, bir evrenin nerede<br />
bittiği, diğerinin nerede başladığı konusunda çok az görüş birliği
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
vardır. Bu tür sorunlar nedeniyle günümüzde evre kavramı daha az<br />
sınırlayıcı bir biçimde kullanılmaktadır. Özel bir alandaki bellibaşlı<br />
yaşam evrelerinin betimlenmesinde hala evre kavramı yeğ tutulmaktadır.<br />
Evre kuramıyla yakından ilişkili kavramlardan biri de kritik dönemler<br />
(critical periods) kavramıdır. Kritik dönemler, yaşam süresinde,<br />
sürekli ve geri dönülmez sonuçları olabilen elverişli ve elverişsiz<br />
durumlarla ilgili zamanlardır. Kimi gelişimciler "duyarlı dönem" (sensitive<br />
period) terimini kritik dönem terimine yeğ tutarlar. Duyarlı dönem<br />
kavramı, kritik dönem kavramına göre, zaman boyutunda daha<br />
fazla esneklik ve geri dönüşlülük içerir. Kritik ya da duyarlı dönem<br />
anlayışı özellikle ünlü etolog Konrad Lorenz'in çalışmalarından sonra<br />
yaygınlık kazanmıştır. Bu anlayış psikanalitik açıklamalarda da önemli<br />
bir yer tutar. "Çocukluk nevrozu olmadan yetişkinlik nevrozu olmaz"<br />
formülü bu anlayışın anlatımıdır. Bununla birlikte, kimi gelişimciler<br />
yaşamın ilk yıllarının bu denli önemli sayılışını reddederler.<br />
Evre kavramının sağladığı kuramsal kolaylıklar açık olmakla birlikte,<br />
yaş kavramından vazgeçilemeyeceği de ortadadır. Şu halde, yaşın<br />
gelişimsel anlamını incelemekten kaçınılamaz.<br />
Yaş sadece biyolojik, kronolojik bir kavram değildir, aynı zamanda<br />
psikolojik, toplumsal bir gerçekliktir. Bireyin kendini kaç yaşında<br />
"hissettiği"ne ilişkin yaşantı herkesçe bilinir. Bir insan 16'sında kendini<br />
yetişkin gibi hisseder, öyle davranır ve çevresi de onu öyle algılar;
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bir diğeri ise 30'unda hala yüksek öğrenimini sürdürmektedir ve öğrenimini<br />
bitirmeden kendini tam bir yetişkin gibi hissetmeyebilir. Özellikle<br />
yetişkinlik psikolojisinde yaşlanma sürecinin incelenmesi, farklı<br />
yaş bölüklerindeki insanların farklılıklarının incelenmesi önem taşır.<br />
Ayrıca, bireyin yaşam döngüsü belirli bir tarih içine yerleştiğinden,<br />
bireysel zaman ile tarihsel zaman arasındaki etkileşim de önemlidir.<br />
Çünkü bireyin örneğin 20 yaşını 1995'te ya da 1935'te yaşaması farklı<br />
anlamlar taşır. Öte yandan, gelişim araştırması açısından da, farklı insanlar<br />
arasındaki yaş farklılıkları (bireyin ve ana babasının) ile, bireyin<br />
kendisinin yaş farklılığı (şimdiki hali ve 30 yıl sonrası) farklı etkenlerin<br />
dikkate alınmasını gerektirir. Her birey aşağı yukarı aynı zamanda<br />
doğmuş insanlar grubu demek olan bölük (cohort) içinde yer<br />
alır. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1930'lardaki büyük ekonomik<br />
bunalımın gençler üzerindeki etkisinin olumlu ya da olumsuz olması<br />
gencin ait olduğu bölüğe bağlıdır. Bu etkinin o tarihlerde ergenlik çağında<br />
olan çocuklar üzerinde olumlu, okul öncesi çağda olanlar üzerinde<br />
ise olumsuz olduğu belirtilmektedir.<br />
Yaş, basitçe bakıldığında, bireyin doğumundan itibaren dünyanın<br />
güneş çevresindeki dönüşlerinin sayısıdır sadece. Ancak, yaşla gelen<br />
değişimler, farklı yaşlardaki insanlar arasındaki farklılıklar, yaşlanma<br />
süreci vb. önemli konulardır. Yaşa ilişkin bu değişimlerin çoğu<br />
-özellikle yetişkinler için- bireyin içinde yaşadığı toplum tarafından<br />
belirlenir. Ancak, hangi toplum içinde olursa olsun biyolojik değişimler<br />
de önemlidir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşın önemini kavramak için aşağıdaki tabloya bakabiliriz:<br />
Tablo 1: İnsan Yaşam Çizgisi<br />
0- Gebelik, doğum<br />
6- Okula başlama<br />
12- Erinlik<br />
18-30 Oy verme, işe başlama, evlenme, anababa olma<br />
30-48 Anababa ölümü, menopoz, çocukların evden ayrılması,<br />
büyük anababa olma<br />
48-65 Emeklilik, eş ölümü, büyük-büyük anababa olma<br />
65 ve üzeri- Ölüm<br />
(Önemli olayların yaşları ortalama olarak verilmiştir, bu yaşlar önemli<br />
bireysel ve cinsel farklılıklar gösterir).<br />
Kaynak: D.C. Kimmel, Adulthood and Aging, 1974.<br />
Her bireyin döllenmeyle başlayıp ölümle sonuçlanan böyle bir
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaşam çizgisi (life line) vardır. Bu yaşam çizgisi insanın yaşam döngüsünün<br />
(life cycle) şematik bir tasarımıdır ve insan yaşammın tüm<br />
süresinin (life span) ilerleyen ve sırasal yönlerini vurgular. Bu çizgide<br />
belirli yaşlar, yaşa bağlı özel değişimler için işaretlenmiştir. Biyolojik<br />
büyümenin rolü, gebelikten doğuma, doğumdan erinliğe, erinlikten<br />
orta yaşa vb. ilerledikçe önemini yitirmektedir. Şu halde biyolojik<br />
değişkenlerin dışında hangi etkenlerin yaşam çizgisindeki olayların önemini<br />
belirlediği sorulabilir. Örneğin, 6 yaş, çocuğun okula girişini ve<br />
uzun bir resmi eğitimden geçişini göstcrdiği için anlamlıdır. 12 yaş,<br />
erinliğin başlangıcını, çocukluğun sona erişini ve gençlik kültürüne<br />
katılmayı gösterdiği için önemlidir. 18 yaş, birçok toplumda oy kullanma,<br />
sürücü belgesi alma, üniversiteye girme, evden ayrılma, işe<br />
girme, evlenme gibi önemli toplumsal ve hukuksal anlamlar taşır ve<br />
yetişkinlikten pay almayı simgeler. 30 yaş -özellikle kitle iletişim<br />
araçlarınca- orta yaşın ve artık inişe geçişin başlangıcı olarak görülür;<br />
oysa dönüm noktası olarak ağırlıklı sonuçları olmayan bir yaştır, gene<br />
de yetişkinliğin birtakım hareketli olayları bu yaş dolaylarında yaşanır.<br />
Yetişkinler diğer yaş dönemlerinden niteliksel olarak farklı bir orta<br />
yaş kavramına sahiptirler. Ergenlikten sonraki on yıllarda yaşa bağlı<br />
değişimlerin az olmasına karşın, orta yaşlılıkta menopoz ve emeklilik<br />
gibi iki olay yaşa bağlı olarak gerçekleşmektedir. İleri yaşlarda eşin ya<br />
da arkadaşların ölümü, bireyin kendi ölümünden önce geçtiği dönüm<br />
noktalarıdır. Araştırmalar ölümün de önemli bir gelişim olayı olduğunu<br />
ortaya koymaktadır. Ölüme yakınlık yaşlılıkta kronolojik yaştan<br />
çok daha önemli bir zaman ölçütü olmaktadır. Ölüm kaçınılmazlık kazandıkça,<br />
psikolojik değişimlere yol açmaktadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bireyin yaşam döngüsü boyunca gelişimi yaşa bağlı değişimin<br />
kaynaklarından sadece biridir. Yaşam çizgisi ile çakışan "tarihsel zaman"<br />
da bireyin yaşam döngüsü içinde ilerlemesini etkileyen yaşa<br />
bağlı bir diğer boyuttur.<br />
Söz gelimi, yirmi yıl önce üniversite öğrencisi olan bir gencin<br />
ana babası büyük olasılıkla Birinci Dünya Savaşı sonlarında ve büyük<br />
ekonomik bunalımın ilk yıllarında doğmuştur. O insanlar uluslararası<br />
dayanışmayı öğrenmişler, ama ekonomik güvenliklerinin ve maddi<br />
varlıklarının kendi denetimleri dışında birden bire yok olabileceğini<br />
de görmüşlerdir. Ekonomik bunalım yıllarında okula giden o insanlar<br />
ilk toplumsal deneyimlerini, ilerdeki tutum ve değerlerini etkileyen<br />
maddi sıkıntılar içinde yaşamışlardır. Belki İkinci Dünya Savaşı'nı<br />
yaşamışlar, hatta içinde bizzat yer almışlardır. 1940'larda doğanlar ise<br />
yalnız ekonomik büyümeyi ve orta sınıfın gelişmesini değil, aynı zamanda<br />
hiç eksilmeyen nükleer savaş tehdidini de yaşamışlardır. Son<br />
zamanlarda çevre kirlenmesi ve nüfus patlaması gibi diğer yok olma<br />
tehditlerini de yaşamaya başlamışlardır. Bugünün dünyası, yalnız teknolojik<br />
gelişmeyi değil, dünyanın küçülmesini ve uzaya gidilmesini<br />
de yaşamaktadır. Bilgisayarlarla yaşama zorunluluğunun getirdiği sorunları<br />
da eklemek gerek!<br />
Bu tür tarihsel-kültürel olayların bireylerin tutum, değer ve dünya<br />
görüşlerini büyük ölçüde etkilediği bilinmektedir. Bu gelişmeler insanları
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
farklı yaşlarda farklı biçimlerde etkiler. Ancak tarihsel olayların<br />
kuşaklar üzerindeki etkisi yaşa bağlı olmanın yanında toplumsal<br />
kesimlere de bağlıdır. Örneğin A.B.D'de 1950'lerde uzay programlarının<br />
önem kazanması o yıllarda meslek seçiminin eşiğinde bulunan<br />
gençleri daha fazla etkilemiş, çoğunu fen ve mühendislik dallarına yöneltmiş,<br />
sonuçta bu alanda işgücü fazlası oluşmasına yol açmıştır.<br />
Bireysel yaşam döngüsü ile tarihsel zaman çizgisi etkileşiminin<br />
ilginç bir örneği de "kuşaklararası çatışma" olgusudur. Bu çatışmanın<br />
gençlerle anababalarının kuşağı arasındaki değer, tutum ve yaşam biçimi<br />
farklılığından oluştuğu kabul edilirse, iki farklı yorum getirilebilir:<br />
Gelişimsel ve tarihsel. Gelişimsel olarak kuşaklar arasındaki bu<br />
farklılık gençlerin ve anababalarının yaşam döngüsündeki farklı evrelerden<br />
kaynaklanmaktadır. Erikson'a göre genç insan "Ben kimim?<br />
Toplumla nasıl bir ilişki kurabilirim?" gibi kimlik sorunlarıyla uğraşırken,<br />
kendi değer ve tutumlarını oluşturabilmek için toplumun değerlerini<br />
irdelediği ve anababa değerlerini kısmen reddettiği bir evreden<br />
geçer. Anababalar ise, dünyada sürekliliklerini sağlayan işaretler<br />
bırakabilme isteğiyle, ekonomik ve duygusal bir kararlılık sağlayarak,<br />
toplumun değerlerini aktarmaya çabaladıkları bir gelişim evresindedirler.<br />
İki ayrı evredeki insanların çatışması bir tür insanlık durumudur<br />
ve bu nedenle insanlık tarihi kadar eskidir.<br />
Kuşaklar arasındaki bu çatışma kuşaklar boyunca ortaya çıkan<br />
toplumsal değişimin mekanizması da olabilir. Özellikle, yaşlıların gelişen<br />
daha karmaşık ve yeni toplumsal yapıya gençleri hazırlayamadıkları
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
hızlı toplumsal değişim dönemlerinde bu böyledir. Toplumsal<br />
gelişimin hızı arttıkça birbirini izleyen kuşaklar arasındaki yeniden<br />
uyum sağlama süreci de o ölçüde önem kazanmaktadır. Günümüzde<br />
gençlik döneminin uzaması gençlere, kişisel özgürlük, ekonomik güvenlik,<br />
entelektüel araştırma açılarından, toplumu ve toplumsal değerleri<br />
sorgulamaya zaman ve olanak sağlamaktadır. Yine bu dönemin<br />
uzaması gençlerin kendi aralarında bir çevre yaratıp yaşlı kuşakla<br />
daha az ilişki kurmalarına olanak vermektedir. Böylece gençler arasında<br />
paylaşılan tutum ve değerler artmakta, geleneksel kuşaklararası<br />
etkileşimin yerine yaşıtlararası etkileşim geçmektedir. "Gençlik kültürü"<br />
olgusu da buradan doğmaktadır.<br />
Gençlik dönemiyle çakışan bu tarihsel etkenler -çocuklukla yetişkinlik<br />
arasındaki sürenin uzaması, anababaların gençliğine oranla<br />
daha maddi varlık içinde yaşayan gençlik, genç nüfusun savaş sonrasında<br />
artması- kuşaklar çatışmasını derinleştiren nedenler olmuştur.<br />
Şu halde, gelişim olgusunu, gelişim döneminin çakıştığı tarihsel dönemi<br />
dikkate almadan tam olarak anlayamayız. Ama aynı zamanda,<br />
kuşaklar çatışmasını tam olarak anlayabilmek için gelişimsel (yaş) etkenleri<br />
tarihsel etkenlerden ayırabilmemiz gerekmektedir. Margaret<br />
Mead, kuşaklar çatışması konusunda gelişimsel etkenlerin yerine tarihsel<br />
değişimlere ağırlık verdiği bir açıklama getirmiştir. Mead, savaş<br />
sonrası insanların içinde yaşadıkları dönemin olumsuz niteliklerini<br />
özellikle vurgulamaktadır. Mead'a göre, "kültürel süreksizlik" yaşam<br />
döngüsünde ilerledikçe, 1980'lerde 41 yaşındakiler 55 ve daha yukarı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaşta olanları anlayamaz hale geleceklerdir ve bu böyle sürüp gidecektir.<br />
Sadece tarihsel etkenlere dayanarak kurulduğu için abartılan bu<br />
sav, kuşak çatışmasının gençlerle yaşlılar arasında sonsuza dek var<br />
olacağı doğrultusundaki gelişimsel savla çelişmektedir.<br />
Kuşaklar çatışmasına ilişkin bu örnek, yaş farklılıklarının anlaşılmasının<br />
ve yorumlanmasının çok zor olabileceği gerçeğini ortaya<br />
koymaktadır. Bu nedenle, yaş farklılıkları üzerindeki araştırmaların,<br />
gelişimsel (yaş) ve tarihsel (zaman) etkenlerin etkileşimini dikkate alması<br />
gerekmektedir. Gelişimsel sav ile kültürel süreksizlik savı arasındaki<br />
çelişki ancak amprik araştırmalarla giderilebilecektir. İdeal bir<br />
araştırma yöntembilimi, insanları bu kuşaklar farkının her iki tarafında<br />
da belirli bir süre izleyebilmelidir (D. C. Kimmel, 1974).<br />
:::::::::::::::::<br />
4. Gelişim Psikolojisinde Yöntemler<br />
Gelişim psikolojisi, doğumdan ölüme uzanan yaşam süresinde fiziksel,<br />
zihinsel, duygusal ve toplumsal işlevlerde ortaya çıkan bütün<br />
değişimleri araştırır. Gelişim araştırmalarında çeşitli araştırma<br />
stratejilerinden, yaklaşımlarından, desenlerinden ya da yöntemlerinden söz<br />
edilebilir ve bunlar çeşitli biçimlerde sınıflanabilir.<br />
Aşağıda, herhangi bir sınıflama yapmadan, gelişim psikolojisinde<br />
sıklıkla kullanılan bazı yöntemler açıklanmaktadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Deneysel yönteın (experimental method), deneysel varsayımları<br />
neden-sonuç ilişkisinin belirlenmiş olduğu kontrollü bir durum içinde<br />
sınamaktan ibarettir. İlişkisel yöntem (correlational method), iki ya da<br />
daha fazla etken arasındaki ilişkiyi saptamakla uğraşır. Bu yaklaşımda<br />
hiçbir şey araştırmacı tarafından değiştirilmez, durum olduğu gibi ölçülür,<br />
denekler aynı koşullar altında gözlemlenir, değişkenler arasındaki<br />
ilişki genellikle "korelasyon katsayısı" ile bulunur. Örnek olay<br />
yöntemi (case study method), tek bir deneğin ayrıntılı biçimde incelenmesi<br />
yöntemidir. "Klinik örnek olay incelemesi" bu yöntemin daha<br />
derinliğine bir yoludur. "Tek denekli deneysel araştırma", deneysel<br />
yöntem ile örnek olay yönteminin tek bir bireyin incelenmesinde birleşmesidir.<br />
Bu üç yöntemden herbirinin güçlü ve zayıf yanları vardır;<br />
ancak bilim adamlarının yeğledikleri yöntem deneysel yöntemdir,<br />
çünkü araştırmacıya neden-sonuç ilişkilerini arayabileceği kontrollü<br />
bir durum sağlar. Bu kontrollerin olmadığı ilişkisel araştırma ise sadece<br />
değişkenler arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarabilir, ama neden-sonuç<br />
bağlantısını veremez. Gene de ilişkisel yöntem, üzerinde oynanamayan<br />
koşullarn araştırılmasında ve doğal çevredeki özelliklerin<br />
ölçülmesinde çok önemlidir. Hem deneysel hem de ilişkisel yöntemler,<br />
bulguların daha geniş evrene genellenebileceği temsil edici örneklemler<br />
kullanırlar. Oysa örnek olay yöntemi bir tek denekle ilgili olduğu<br />
için genelleştirme yapamaz; koşullar diğer yöntemlere uygun olmadığı<br />
zaman örnek olay yöntemi kullanılabilir. Bununla birlikte, Piaget<br />
ve Freud'un kullandığı biçimiyle örnek olay yöntemi önemli kuramlara
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yol açmıştır (R.M. Liebert ve R.W.-Nelson, 1981).<br />
Kullanılan yönteme bakılmaksızın pek çok gelişim araştırması<br />
kesitsel, boylamsal ya da sırasal bir desen örgütleyebilir. Kesitsel desen<br />
(cross-seetional design), farklı yaş gruplarını seçer ve karşılaştırır.<br />
Bu yaklaşımda genellikle her denek için bir tek gözlem vardır. Gelişim<br />
değişiklikleri farklı yaşlardan deneklerin incelenmesiyle belirlenir.<br />
Bu yöntemin en büyük avantajı aynı yaştakilere bir seferde test<br />
verilebilmesidir; en büyük sorunu da, grupların sadece yaşa göre değil,<br />
doğum yılına göre de farklılaşabilmesi gerçeğini dikkate almamasıdır.<br />
Doğum yılı farklılıkları toplumsal koşullara, eğitim uygulamalarına,<br />
siyasal atmosfere ve başarıyı etkileyen diğer değişkenlere<br />
ilişkin farklılıklarla bağıntılı olabilir. Farklı zamanlarda doğan bireyler<br />
farklı doğum bölüklerine (birth cohorts) mensupturlar. Kesitsel yöntemin<br />
sorunu, yaş ile doğum bölüğünü birbirine karıştırmasıdır; yaş<br />
grupları burada farklı doğum bölüklerinden seçilmektedirler.<br />
Boylamsal desen (longitudinal design), aynı doğum bölüğünden<br />
olan bireylerin tekrar tekrar test edilmesi yaklaşımıdır. Boylamsal<br />
araştırmada aynı denekler değişik yaşlarda birkaç kez gözlemlenir, zaman<br />
içindeki davranış değişikliği ya da kararlılığı kaydedilir. Bu tür<br />
araştırmanın avantajı yaş değişikliklerinin doğum bölüğü farklılıklarıyla<br />
karıştırılmamasıdır; sadece bir bölükten olanlar tümüyle test edilirler.<br />
Gene de, en önemli sorun, eğer ele alınan dönem çok genişse,<br />
araştırmanın olanaksız ölçüde çok zaman gerektirmesidir. Bir başka<br />
sorun, eğer bölük farklılıkları varsa bunların ortaya çıkarılamamasıdır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Çünkü sadece bir bölük test edilmektedir, sonuçların genellenebilirliği<br />
kuşkuludur. Örneğin, ciddi bir ekonomik çöküntü döneminde büyümüş<br />
olan bir bölük sadece bu zamana özgü belirli tutumları yansıtabilir;<br />
daha önceki ya da sonraki bölükler için tipik olanı vermez.<br />
Sırasal desen (sequential design), pek çok farklı doğum bölüklerinin<br />
tekrar tekrar test edilmesi yaklaşımıdır. Böylece sırasal araştırmalar<br />
kesitsel yöntemin temel sorununu (yaşın bölükle karıştırılması<br />
sorununu), her yaş düzeyinde birden fazla bölüğü ele alarak çözerler;<br />
boylamsal yöntemin genelleştirme sorununu da aynı yoldan çözerler<br />
(Ph-G. Zimbardo, 1979).<br />
Boylamsal ve kesitsel yöntemler insan gelişimi konusunda gözlem<br />
yapma ve veri toplamanın temel yollarıdır. Araştırmacı, verileri<br />
ilişkisel (correlational) ya da etkensel (factorial) tekniklerle elden<br />
geçirerek, niceliksel olarak değerlendirilmiş değişkenler arasında varolan<br />
anlamlı ilişkileri keşfedebilir.<br />
Aşağıdaki tabloda (Tablo 2) boylamsal ve kesitsel yöntemlerin<br />
karşılaştırmalı nitelikleri özetlenmektedir.<br />
Tablo 2<br />
Boylamsal ve Kesitsel Yöntemlerin Karşılaştırılması
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
BOYLAMSAL YÖNTEM<br />
OLUMLU<br />
İlk çocukluk ile yetişkin davranışları<br />
arasındaki sürekliliği belirler.<br />
Eşdeğer olmayan örneklemle ilgili sorunları önler.<br />
Büyüme artışlarını ve örüntülerini betimler.<br />
Diğer araştırmalardan daha kesin<br />
biçimde neden-sonuç ilişkisini belirtebilir.<br />
OLUMSUZ<br />
Zaman ve para açısından pahalıdır.<br />
Araştırma fonları tükenirse önceki<br />
zaman ve para harcamalarını tehlikeye sokar.<br />
Harcamalarla ilgili periyodik yeni<br />
düzenlemeler gerektirir.<br />
Örneklem denek kaybı nedeniyle<br />
giderek yanlı hale gelir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Araştırmacıların yeniden test vermek<br />
için aynı denekleri sürekli olarak<br />
yeniden bir araya getirmeleri gerekir.<br />
Test dönemleri arasında deneklerin<br />
çevreleri kontrol edilemez.<br />
Araştırmacıları vaktinden önce bir<br />
araştırma desenine ve kurama bağlı kılar.<br />
KESİTSEL YÖNTEM<br />
OLUMLU<br />
Fazla zaman kaybından korur.<br />
Boylamsal araştırmaya göre daha<br />
az paraya çıkar.<br />
Araştırma görevlileri arasında sürekli<br />
ya da uzun vadeli ilişkiyi gerektirmez.<br />
Deneklerin yeniden test vermek<br />
için istenen yaşa gelmelerine kadar
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
verilerin uzun süre "dondurulması" gerekmez.<br />
OLUMSUZ<br />
Örneklem gruplarında yer alan değişimin<br />
yönünü göstermez.<br />
Aynı kronolojik yaşta ama farklı<br />
olgunlaşma yaşında olan çocukları<br />
bir araya yığar. Böyle bir ortalama<br />
alma yolu erinlikteki büyüme atılımıyla<br />
ilgili değişimleri gizleyebilir.<br />
İncelenen grupların karşılaştırılabilirliği<br />
her zaman belirsizdir.<br />
Gelişimin sürekliliğini tek bir bireyle<br />
ortaya çıktığı haliyle ihmal eder.<br />
Kaynak: James W. Vander Zanden, Human Development, 1981.<br />
Tablo 3<br />
Gelişim Araştırmaları Desenleri ve Yöntemleri<br />
Tip: Kesitsel desen
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yöntem: Birçok bölüğü bir seferde gözlemleme<br />
Bulgular: Davranışta yaş farklılıkları<br />
Avantaj: Çabuk ve ucuzdur<br />
Dezavantaj: Farklılıklar gelişimsel değişimlerden çok,<br />
bölük değişimlerini yansıtabilir.<br />
Tip: Boylamsal desen<br />
Yöntem: Bir bölüğü birçok seferde gözlemleme<br />
Bulgular: Davranışta zaman içindeki değişimler<br />
Avantaj: Gelişimsel eğilimleri gösterir. Bireylerdeki<br />
değişimleri gösterir.<br />
Dezavantaj: Farklılıklar toplumdaki değişimleri yansıtabilir.<br />
Araştırmalar uzun süreli ve pahalıdır. Yinelenen uygulamanın<br />
etkisi ve denek kaybı örneklemi bozabilir.<br />
Tip: Sırasal desen
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yöntem: Birçok bölüğü birçok seferde gözlemleme<br />
Bulgular: Davranışta yaşa bağlı değişimler<br />
Avantaj: Yaşın, bölüğün ve toplum değişimlerinin<br />
etkilerini ortaya çıkarır<br />
Dezavantaj: Araştırmalar uzun süreli ve pahalıdır<br />
Kaynak: Hoffman ve ark., 1994<br />
Sözü edilmesi gereken son bir araştırma yöntemi daha var. Araştırmacılar,<br />
bütün toplumlara, bazı türden toplumlara ve sadece özel bir<br />
topluma ilişkin kuramlar oluşturmak isterler. İşte, kültürlerarası<br />
yöntem (cross-cultural method) bu yaklaşımın aracıdır. Bu yaklaşımda,<br />
araştırma birimini bireylerden çok kültürler oluşturur. Genellikle, benzer<br />
bir kültür alanına giren komşu toplumlardan küçük örneklemler<br />
alarak çalışılır. Çocuk yetiştirme geleneklerine, erinlik törenlerine ya<br />
da anababa olma özelliklerine ilişkin araştırmalar bu türdendir. Kuşkusuz<br />
bu yöntemin de diğerleri gibi bazı sınırlılıkları vardır. Gene de<br />
bu yöntem, bulgularını tüm insanlığa genelleyemeyeceği konusunda<br />
diğer araştırmacıları uyarması bakımından özellikle yararlıdır.<br />
Yaşam döngüsüne ilişkin yukardaki açıklamalarda "yaş" bir değişim<br />
endeksi olarak ele alınmıştı. Bir araştırma değişkeni olarak yaşın<br />
ortaya koyduğu yöntembilimsel sorunlar ise burada ele alınacaktır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaş kendi başına açıklayıcı bir değişken değildir. Bu nedenle yaş<br />
değişimleri ve yaş farklılıkları denildiğinde bu bulguların yaşla gelen<br />
değişimleri gösterdiği, ama olası nedenlerini vermediği bilinmelidir.<br />
Örneğin 20 ve 40 yaşlarındaki insanlar arasında tutum ve değerler açısından<br />
ölçülebilen farklar vardır, ancak bu farkların nedenleri belirgin<br />
değildir. Yaş endeksini aşarak yaşa bağlı değişimleri safdışı etmeye<br />
çalışan araştırma örnekleri vardır.<br />
Kesitsel araştırmalar yaşın bir zaman noktasındaki kesitine dayanırlar;<br />
farklı yaşlardaki bir örneklem üzerinde çalışılır, bu yolla bulunan<br />
farklılıklara "yaş farklılıkları" denir. Yaş endeksini araştıran<br />
ikinci yaklaşım boylamsal araştırmadır; bu yaklaşımda bir denek grubu<br />
birkaç yıl boyunca periyodik olarak incelenir, bulunan farklılıklar<br />
"yaş değişimleri" olarak adlandırılır. Bu yaklaşım, bireysel farklılıkların<br />
incelenmesinde ve farklı bireylerin yaşla birlikte nasıl değiştiklerini<br />
belirlemede yararlıdır. Ancak boylamsal araştırmaların yetişkin<br />
gelişiminde kullanılmasını sınırlayan üç temel güçlük vardır. Birincisi,<br />
bu araştırmaların, çok zaman alması ve çok pahalı olmasıdır, geçen<br />
zaman içinde denekleri yeniden bulmak da zor olabilir, buna araştırmacının<br />
ömrü yetmeyebilir. Yine de boylamsal araştırmalar kesitsel<br />
araştırmalardan çoğu zaman daha üstündürler; çünkü bireysel farklılıkları<br />
yansıtırlar ve yaşa bağlı diğer açıklayıcı değişkenleri (tıbbi<br />
özgeçmiş, geçmişteki yaşantılar, aile geçmişi vb.) ortaya çıkarabilirler,<br />
bunlar da incelenen özel yaş değişimlerinin nedenlerini belirlemede<br />
yararlı olabilir. İkinci güçlük araştırmacının yaptığı ölçmelerin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
belirli bir yaşta (çocuklukta ya da ergenlikte) uygun olduğu halde,<br />
daha sonraki bir yaşta (yetişkinlik yada ihtiyarlık) uygun olmamasıdır,<br />
çünkü bireyin yaşamındaki önemli olaylar birey yaşam çizgisinde ilerledikçe<br />
değişiklik gösterebilir. Üstelik, bilim ilerledikçe de araştırılan<br />
değişkeni ortaya çıkarmak için yeni teknikler bulunabilir ve bunlar<br />
eskilerini geçersiz kılabilir. Üçüncü güçlük, uzun zaman aldığı için<br />
deneklerin ölmesi ya da örneklemden çıkmasıdır. Bu güçlüklerin bir çözümü<br />
"sırasal yaklaşım" olabilir, bu yaklaşımda bir denek grubu gelişimsel<br />
dönüm noktalarının (evlenme, anababa olma, menopoza girme,<br />
emekliye ayrılma...) yer aldığı bir zaman döneminde incelenmektedir.<br />
Bu yolla, araştırmacıyı ve denekleri uzun süreli bir araştırmaya<br />
bağlamadan, boylamsal değişimi ve bireysel farklılıkları saptamak<br />
mümkün olabilmektedir.<br />
<strong>Yetişkinlik</strong> ve yaşlılığa ilişkin verilerin çoğu kesitsel araştırmalara<br />
dayandığı için, bu yaklaşımın içerdiği güçlükleri de incelemek<br />
gerekmektedir. Kesitsel bir araştırmanın kültürel ve tarihsel değişimleri<br />
yaş değişiminden ayıramadığı kolayca görülebilir; "yaş" ile "doğum yılı"<br />
birbirine karışmıştır, birinin sonuçları diğerinden ayırt edilemez,<br />
bu nedenle yaş farklılıkları gerçekte yaşa bağlı güncel etkenlerden<br />
çok, bireyin doğum yılıyla ilişkili olabilir. "Doğum yılı"na bağlı<br />
etkilere "bölük etkileri" (cohort effects) adı verilmektedir (bir "bölük"<br />
aşağı yukarı aynı zamanda doğmuş bireylerin oluşturduğu bir gruptur).<br />
Boylamsal araştırmalar ise, doğum yılını sabit tutarak, kültürel-<br />
tarihsel değişimlerin yaş değişimiyle karışmasını engellemek isterler.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Ancak bu araştırmalar da "yaş" değişkeni ile "ölçüm yılı" değişkenini<br />
birbirine karıştırırlar. Örneğin, 1960-1980 yılları arasında sigara içmedeki<br />
ani düşüş yaşla birlikte azalan ciğer kapasitesi ile çakışabilir.<br />
Genellikle boylamsal yaklaşımın kesitsel yaklaşıma yeğlendiği<br />
söylenebilir. Çünkü ölçüm yıllarına bağlı değişimlerin etkisi doğum<br />
yılına bağlı olanlara göre daha kolaylıkla denetlenebilir. Doğum yılına<br />
bağlı olarak ortaya çıkan çarpıcı tarihsel-kültürel etkenleri tam olarak<br />
kestirmek ve ölçümlerdeki etkisini saptamak çok daha zordur (D.C.<br />
Kimmel, 1974).<br />
Araştırma türlerini ve yöntemlerini bir arada incelemekte yarar<br />
var (bk. Tablo 3). Daha önce de belirtildiği gibi, kesitsel desen, iki ya<br />
da daha fazla yaş grubunun aynı anda araştırılması ve sonuçların<br />
karşılaştırılmasıdır. Bu karşılaştırma aynı yaşam dönemindeki farklı<br />
bölükler (6 yaşındakiler ile 10 yaşındakiler) arasında ya da farklı<br />
yaşam dönemlerindeki bölükler (18 yaşındakiler ile 60 yaşındakiler)<br />
arasında olabilir. Kesitsel desenin sorunu, yaşla birlikte ortaya çıkan<br />
farklılıkların gelişimsel değişim mi, yoksa farklı bölüğün üyesi olmanın<br />
mı sonucu olduğunu belirleyememesidir. Söz gelimi, yetişkinlerde<br />
ZB puanlarını ele alan kesitsel bir araştırma zekada 40<br />
yaşlarında başlayan düşüşün olduğunu düşünmemize yol açabilir.<br />
Oysa 1990 yılında 80 yaşında incelenen kişiler 1910'da doğmuşlardı,<br />
20 yaşında incelenenler ise 1970'de. Bölükler arasındaki bu zaman<br />
içinde toplumsal ve kültürel çevreler pek çok bakımdan değişmiştir,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
dolayısıyla bu değişimler zihinsel becerilerin gelişimini ve korunmasını<br />
etkilemiş olabilir. Bu bölük etkisi (cohort effect) sorunu ilgili<br />
bölümlerde yeniden ele alınacaktır.<br />
Boylamsal desen'de aynı bölükten olan insanlar haftalar, aylar,<br />
hatta yıllar boyunca izlenirler. Aynı insanlar kendi kendileriyle<br />
örneğin 8 yaşında ve 20 yaşında karşılaştırılırlar. Bu durumda bireydeki<br />
değişimler açığa çıkar; bölük farklılıkları da araştırmanın sonuçlarını<br />
etkilemez. Ancak bu araştırma türünün de kendine özgü sorunları<br />
vardır. Boylamsal araştırmalar gelişimi toplumun havasıyla karıştırabilirler.<br />
Söz gelimi, boylamsal bir araştırmada deneklerin uyuşturucu<br />
ve alkol kullanımına, 1990'da incelendiklerinde yirmi yıl önce<br />
incelendiklerinden daha az yöneldikleri bulunabilir. Bu değişimin<br />
yaşlanmanın mı yoksa toplumun yirmi yıl içinde uyuşturucuyu normal<br />
görmekten tehlikeli bulmaya doğru değişmesinin mi sonucu olduğu<br />
belirsizdir. Tarihsel değişimin davranışı etkilediği bilinmektedir.<br />
Yukarıda açıklandığı gibi, araştırmacılar bu iki araştırma türünün<br />
sorunlarından kurtulabilmek için ikisini birleştiren üçüncü bir tür<br />
önermişlerdir: Sırasal desen. Warner Schaie'nin ZB puanlarının yaşla<br />
birlikte köklü bir biçimde azalmadığını gösteren araştırması sırasal desenin<br />
en tanınmış örneklerinden biridir. Bu araştırmada önce iki ya da<br />
daha fazla bölüğe kesitsel bir araştırmada test verilmiştir; yıllar sonra<br />
aynı bölüklere boylamsal veri elde etmek üzere yeniden test verilmiştir;<br />
aynı anda, yeni bir kesitsel araştırma ilk bölüklerden alınan<br />
yeni gruplar ve yeni bir bölükten alınan bir grup üzerinde önceki
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
araştırmayı yinelemiştir (Hoffman ve ark., 1994).<br />
:::::::::::::::::<br />
5. Gelişim Kuramları<br />
Gelişimin araştırılmasında kuramların rolünün ne olduğu konusunda<br />
çeşitli yanıtlar vardır. Kuramlar, her şeyden önce olguların<br />
düzenlenmesi ve yoğunlaştırılması için temel sağlayan betimleyici-<br />
açıklayıcı bir rol oynarlar. Kuramlar ayrıca gelecek olayları kestirme<br />
olanağını da sağlarlar. Ancak bir kuramın "sınanabilir" ve dolayısıyla<br />
"reddedilebilir" ya da "yanlışlanabilir" olması da gerekir.<br />
Bir psikoloji kuramının diğer psikoloji kuramlarıyla ve disiplinleriyle<br />
bütünleşmesi de önemli bir noktadır. Dolayısıyla, kapsamlı<br />
bir gelişim kuramının oluşturulmasmda aşağıdaki ilkelerin önemi<br />
vurgulanmaktadır:<br />
- "Genel bir psikolojik gelişim kuramı, başlangıçta içinde diğer<br />
kuramsal ve amprik yönelimlerin bütünleşebileceği halen varolan bir<br />
kurama dayanır". Örneğin bir gelişim kuramı, felsefe, sosyal psikoloji,<br />
matematik, uygulamalı psikiyatri, psikopatoloji, psikoterapi, eğitim<br />
gibi birçok bilgi alanıyla ilişkilendirilebilir.<br />
- "Bir psikolojik gelişim kuramı, insan gelişiminin bir alanını
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
odak noktası olarak kabul edip içindeki ve çevresindeki diğer gelişim<br />
alanlarıyla bütünleşerek güvenilir biçimde ortaya çıkabilir". Örneğin<br />
Piaget'in kuramı bilişsel bir kuramdır, psikolojinin diğer alanlarından<br />
(gelişim psikolojisi, öğrenme psikolojisi, sosyal psikoloji) bilişsel alana<br />
doğru bir yönelme vardır.<br />
- "Bir psikolojik gelişim kuramı geniş sayıdaki disiplinlerden<br />
süzülerek ortaya çıkar". Disiplinlerarası bir yaklaşım, genel bir psikoloji<br />
kuramı için gerekli daha derin araştıımalara olanak verir. Değişik<br />
disiplinler de aynı alan üzerine eğilebilirler, disiplinlerin bir araya<br />
gelmesi kuramların birbiri içinde erimesini sağlar, sonuçta kesitsel ve<br />
birçok alanı kapsayan ve derinliğe ulaşmayı sağlayan teknikler elde<br />
edilebilir.<br />
- "Bir psikolojik gelişim kuramı, bireyin öznel olarak yaşadığı<br />
tüm psikolojik çevreyi içine alır". Böylece bir gelişim kuramı düşünce,<br />
duygu, benlik, ahlak, yaratıcılık, toplumsallaşma gibi gelişim alanlarını,<br />
bireyin okul, toplum, kültür gibi ortamlardaki durumunu inceleyebilir.<br />
- "Bir psikolojik gelişim kuramı, bir insanın tüm psikolojisi ile<br />
ilgili olan mevcut kavramların hepsiyle ilgilenir." Örneğin bir kuram,<br />
doğa-kazanım gibi tartışma konularıyla, kritik dönemler, çocuk yetiştirme<br />
teknikleri, anksiyetenin gelişimsel işlevi gibi sorunlarla ilgilenir.<br />
- "Bir psikolojik gelişim kuramı, sentez ve bütünleştirme özelliğinin<br />
yanısıra, bazı uzlaşmaz öğeleri reddetmek zorunda kalabilir".
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Örneğin, davranışçılığın Piaget'in kuramıyla ters düştüğü açıktır. Ancak,<br />
değişik bir yaklaşımla öyle bir reddetme yolu izlemeyebilir ve<br />
davranışçı yaklaşımlar safdışı edilmeyebilir.<br />
- "Bir psikoloji kuramı belirli uygulamalar için özel bağlantı<br />
süreçleri geliştirebilir". Örneğin, bir gelişim kuramının eğitim programları<br />
geliştirmede önemli katkıları olabilir.<br />
- "Bir psikoloji kuramı bir gelişim evreleri taslağı içerebilir".<br />
Evrelerin varlıkları ve özellikleri tartışma konusu olmakla birlikte<br />
betimleyici ve açıklayıcı rolleri kabul edilmektedir.<br />
- "Bir psikoloji kuramı bütün kültür ve alt kültürlerle ilişkilidir."<br />
- "Bir psikolojik gelişim kuramı toplumsal normdan ayrılan bireyin<br />
gelişimine de yer vermelidir". Amaç, daha kapsamlı bir insan<br />
gelişimi için birçok kaynak ve içgörüden ürün alabilmektir. Karl Popper'in<br />
dediği gibi, kuramlar dünyayı bilimsel olarak avlayabilmek için<br />
ağ olarak kullanılırlar, bütün çaba ağı daha ince örebilmek olmalıdır<br />
(S. ve C. Modgil, 1980).<br />
Modern gelişim araştırmalarının çoğu kuramların yol göstericiliğinde<br />
yapılmış ve yapılmaktadır. Özellikle dört büyük psikoloji<br />
kuramı bütün araştırmaları etkilemektedir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Gelişim psikolojisine yön veren temel kuramlardan biri olgunlaşma<br />
kuramı (maturational theory)'dir. Bu kuramın dayandığı temel<br />
düşünce, çocukta zaman içinde görülen değişimlerin çoğunun bedendeki<br />
özel ve önceden belirlenmiş bir şema ya da plana göre ortaya<br />
çıktığıdır. Bu görüşe göre olgunlaşma bu planın doğal açılımının ortaya<br />
çıkmasıdır. Bütün gelişimlerin doğal süreçlerin ve biyolojik planların<br />
açılımıyla kendi kendine düzenlendiğini savunan bu görüş Arnold<br />
Gessell tarafından geliştirilmiştir. Gessell, öncelikle çocukların<br />
fiziksel ve devinimsel gelişimini incelemiş ve -çok az bir muhalefete<br />
karşı- pek çok kabul görmüştür. Buna karşılık, kişilik ve zihin gelişimine<br />
ilişkin olgunlaşmacı görüş şiddetle eleştirilmektedir.<br />
Sigmund Freud'un geliştirdiği psikanalitik kuram (psychoanalytic<br />
theory), insanın psikolojik bakımdan evrensel ilkelere uygun olarak<br />
geliştiğini kabul eder. Ancak Freud bir bireysel kişiliğin işlevsel<br />
yönlerinin toplumsal bir bağlam içinde biçimlendiğine de inanır. Freud'un<br />
gelişimciIere en önemli katkısı, tüm yaşam boyunca sürecek örüntülerin<br />
oluşmasında erken yaşam deneyimlerinin önemini vurgulamasıdır.<br />
Toplumsal öğrenme kuramı (social learning theory) geleneksel<br />
davranışçılığı aşarak, kişisel ve çevresel etkenlerin hepsinin birbiri<br />
içine girmiş belirleyiciler olarak etkide bulunduğunu savunur. Davranışın<br />
çevreden etkilendiği doğrudur, fakat çevre de kısmen bizim tarafımızdan<br />
yaratılır. Bu yaklaşım son derece etkili olmuştur, çünkü<br />
toplumsal gelişim süreçlerinin etkisiyle doğrudan ilişkilidir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Psikolojik gelişimi kavramanın bir başka yolu da düşünme ve<br />
bilme süreçlerinin gelişimini araştırmaktır. Bilişsel gelişim kuramı<br />
(cognitive-developmental theory)'nın en önemli adı Jean Piaget'tir.<br />
Piaget'in çalışmaları toplumsal ve ahlaksal gelişimin de bilişsel<br />
temelleriyle anlaşılabileceğini göstermiştir. Bilişsel gelişim kuramı,<br />
temeldeki yapı ile yaşantı arasındaki dinamik etkileşimi vurgular; bilişsel<br />
yeteneklerin gelişimine ve zihnin simgesel tasarımları anlama ve kullanma<br />
becerisine önem verir.<br />
Gelişim, ilerleyici (progressive), sırasal (sequential) ve kuşaklar<br />
boyunca aynı örüntüyü izleyen bir oluşumdur; aynı zamanda döngüsel<br />
(circular)dir, çünkü her kuşak olgunlaştıkça gelecek kuşağı büyütür.<br />
Yaşam döngüsünün doğası konusunda yazarlar, filozoflar, toplumbilimciler<br />
çeşitli görüşler ortaya atmışlardır. Yaşam döngüsünün ilerleyen<br />
ve sırasal değişimleri konusunda, bu değişimlerin neden bir sıra<br />
ile meydana geldiği, ne kadarının biyolojik ne kadarının toplumsal ya<br />
da psikolojik etkenlerle belirlendiği, bu değişimlerin bütün kültürlerde<br />
ve bütün bireylerde aynen ortaya çıkıp çıkmadığı... sorunlarını açıklayan<br />
tek bir kuram henüz ortaya atılabilmiş değildir.<br />
Bununla birlikte, özellikle evrelere dayalı gelişim kuramlarının<br />
tüm yaşam döngüsünü kapsayacak biçimde kuruldukları söylenebilir.<br />
Sigmund Freud, Erik Erikson ve Jean Piaget insan gelişimini evrelere<br />
ayırarak inceleyen en önemli evre kuramcılarıdır. Daha önce belirtildiği<br />
gibi, evre kuramcıları gelişimi, görece sırasal, ani ve sabit bir değişimler
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
dizisi olarak görürler. Evre kavramı, insan gelişimi çizgisinin<br />
aşamalı düzeylere bölündüğü görüşüne dayanır. Freud, her insanın<br />
oral, anal, fallik, lalent ve genital olmak üzere bir dizi psikoseksüel<br />
evreden geçerek geliştiğini, ancak bu gelişmede özellikle yaşamın ilk<br />
yıllarının önemli olduğunu kabul eder. Her evre, bireyin bir sonraki<br />
Tablo 4<br />
Yaşam Süresinde Gelişim Evreleri<br />
EVRE: DOĞUM ÖNCESİ EVRE<br />
Yaş dönemi: Gebelikten doğuma<br />
Temel özellikler: fiziksel gelişim<br />
Bilişsel evre PİAGET: -<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -<br />
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: -<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: -<br />
EVRE: BEBEKLİK
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaş dönemi: Doğumdan yaklaşık 18'inci aya<br />
Temel özellikler: Gelişmiş hareket; basit dil;<br />
toplumsal bağlanma<br />
Bilişsel evre PİAGET: Duyusal devinimsel<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: Oral; anal<br />
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Güven/Güvensizlik<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: Ahlak-öncesi (Evre 0)<br />
EVRE: ERKEN ÇOCUKLUK<br />
Yaş dönemi: Yaklaşık 18'inci aydan yaklaşık 6'ıncı yıla<br />
Temel özellikler: İyi gelişmiş dil; cinsel tip;<br />
grup oyunu; okula hazırlığın bitişi<br />
Bilişsel evre PİAGET: İşlem-öncesi<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: Fallik; Oedipal<br />
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Özerklik/Kuşku;
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Girişim/Suçluluk<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: İtaat ve ceza (Evre 1);<br />
Karşılıklılık (Evre 2)<br />
EVRE: GEÇ ÇOCUKLUK<br />
Yaş dönemi: Yaklaşık 6'ıncı yıldan yaklaşık 13'üncü yıla<br />
Temel Özellikler: Birçok bilişsel süreç yetişkin<br />
düzeyinde (işlem hızı hariç); oyun grubu<br />
Bilişsel evre PİAGET: Somut işlem<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: Örtülü dönem<br />
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Çalışkanlık/Aşağılık duygusu<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: İyi çocuk (Evre 3)<br />
EVRE: ERGENLİK<br />
Yaş dönemi: Yaklaşık 13'üncü yıldan yaklaşık 20'inci yıla<br />
Temel özellikler: Erinlikle başlar, olgunlukla biter;<br />
yüksek bilişsel düzeylere ulaşma; anababadan bağımsızlık;
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
cinsel ilişki evreye geçmeden önce çözmek zorunda olduğu<br />
bir çatışma içerir.<br />
Bilişsel evre PİAGET: Soyut işlem<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: Genital evre<br />
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Kimlik/Rol karışıklığı<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: Yasa ve düzen (Evre 4)<br />
EVRE: GENÇ YETİŞKİNLİK<br />
Yaş dönemi: Yaklaşık 20'inci yıldan yaklaşık 45'inci yıla<br />
Temel özellikler: Meslek ve aile gelişimi<br />
Bilişsel evre PİAGET: -<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -<br />
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Yakınlık/Yalıtılmışlık<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: Toplumsal anlaşma (Evre 5)
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
EVRE: ORTA YAŞ<br />
Yaş dönemi: Yaklaşık 45'inci yıldan yaklaşık 65'inci yıla<br />
Temel özellikler: Meslekte en yüksek düzey; kendini<br />
değerlendirme; "boş yuva" bunalımı; emeklilik<br />
Bilişsel evre PİAGET: -<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -<br />
Ruhsal-Toplumsal evre ERİKSON: Üretkenlik/Kendine dönüklük<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: İlkeli evre (Evre 6 ve 7,<br />
ikiside ender)<br />
EVRE: İLERİ YAŞ<br />
Yaş dönemi: Yaklaşık 65'inci yıldan ölüme<br />
Temel Özellikler: Aileden, başarılardan tad alma;<br />
bağımlılık; dulluk; kötü sağlık<br />
Bilişsel evre PİAGET: -<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: Bütünlük/Umutsuzluk<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: -<br />
EVRE: ÖLÜM<br />
Yaş dönemi: -<br />
Temel özellikler: Özel anlamda bir "evre"<br />
Bilişsel evre PİAGET: -<br />
Ruhsal-cinsel evre FREUD: -<br />
Ruhsal-toplumsal evre ERİKSON: -<br />
Ahlak evresi KOHLBERG: -<br />
Kaynak: Ph. G. Zimbardo, Psychology and Life, 1979.<br />
Psikanalitik geleneğe bağlı bir kuramcı olan Erikson sekiz psikososyal<br />
evre ayırt eder; birey bunların her birinde başarıyla çözmek zorunda olduğu<br />
temel bir çatışma yaşar. Erikson'un kuramı, kişinin yaşam süresi<br />
(life span) boyunca yer alan sürekli bir kişilik gelişimi sürecinden söz
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ederek Freud'un kuramını aşar. Piaget, büyümekte olan çocuğun içinde<br />
yaşadığı dünyaya nasıl uyum sağladığı sorununu temel olarak alır ve<br />
dört bilişsel gelişim evresi saptar. Kohlberg, Piaget'i izleyerek, ahlak<br />
alanında altı evreli bir gelişim kuramı oluşturmuştur.<br />
Tablo 4'te, yaşam süresinde ortaya çıkan gelişim evreleri belli<br />
başlı kuramlar açısından, bu evrelerin yaklaşık yaşları ve temel olayları<br />
belirtilerek gösterilmektedir; Tablo 5 kuramları karşılaştırmaktadır.<br />
Tablo 5<br />
Gelişim Kuramları<br />
BİYOLOJİK KURAMLAR:<br />
Gelişimin Doğası: Doğa<br />
Rehber Süreç: Olgunlaşma<br />
Birey: Etkin<br />
Gelişimin Biçimi: Evre<br />
Odak: Yapıda ve davranışta gözlenebilir değişimler<br />
PSİKODİNAMİK KURAMLAR:
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Gelişimin Doğası: Doğa ve kazanım<br />
Rehber Süreç: Olgunlaşma<br />
Birey: Etkin<br />
Gelişimin Biçimi: Evre<br />
Odak: Kişilik yapısında içsel değişimler<br />
KOŞULLANMA KURAMLARI:<br />
Gelişimin Doğası: Kazanım<br />
Rehber Süreç: Öğrenme<br />
Birey: Edilgin<br />
Gelişimin Biçimi: Sürekli<br />
Odak: Davranışta gözlenebilir değişimler<br />
BİLİŞSEL TOPLUMSAL ÖĞRENME KURAMLARI:
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Gelişimin Doğası: Kazanım<br />
Rehber Süreç: Öğrenme<br />
Birey: Ilımlı etkin<br />
Gelişimin Biçimi: Sürekli<br />
Odak: Davranışta gözlenebilir değişimler<br />
BİLİŞSEL <strong>GELİŞİM</strong> KURAMLARI:<br />
Gelişimin Doğası: Doğa ve kazanım<br />
Rehber Süreç: Olgunlaşma<br />
Birey: Etkin<br />
Gelişimin Biçimi: Evre<br />
Odak: Zihinsey yapıda içsel değişimler<br />
BİLGİ-İŞLEM KURAMLARI:<br />
Gelişimin Doğası: Kazanım
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Rehber Süreç: Öğrenme<br />
Birey: Etkin<br />
Gelişimin Biçimi: Sürekli<br />
Odak: Davranışta gözlenebilir değişimler<br />
KÜLTÜREL-BAĞLAMSAL KURAMLAR:<br />
Gelişimin Doğası: Doğa ve kazanım<br />
Rehber Süreç: Olgunlaşma ve öğrenme<br />
Birey: Etkileşimci<br />
Gelişimin Biçimi: Sarmal<br />
Odak: birey ile toplum arasındaki ilişki<br />
Kaynak: Hoffman ve ark., 1994<br />
Gelişim alanında "olgunlaşma kuramı" (A. Gesell) ve "etolojik<br />
kuram" (K. Lorenz ve N. Tinbergen) genellikle biyolojik kuramlar<br />
olarak adlandırılır. Freud'un "psikoseksüel kuramı" ve Erikson'un
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
"psikososyal kuramı" psikodinamik kuramlar çerçevesinde yer alır.<br />
Bilişsel kuramlar grubunda Piaget'in "bilişsel gelişim kuramı", Kohlberg'in<br />
"ahlak gelişimi kuramı" ayrıca "toplumsal biliş kuramları",<br />
"bilgi-işlem kuramları" bulunur. Öğrenme kuramları içinde "koşullanma<br />
kuramları" (Pavlov, Watson, Skinner) geleneksel kuramlardır,<br />
bunları "toplumsal öğrenme kuramları" (Dollard, Miller) izler; bu<br />
grupta en yeni akım "bilişsel toplumsal öğrenme kuramı" (Bandura)<br />
olarak ortaya çıkar. Gelişim alanında son olarak kültürel-bağlamsal<br />
kuramlar'ı buluyoruz; Vygotsky'nin "toplumsal-tarihsel kuramı" ve<br />
Bronfenbrenner'in "ekolojik kuramı" bu grupta yer almaktadır (bk.<br />
Tablo 5). Bütün bu kuramlar insan gelişiminin düzenli olduğu, dolayısıyla<br />
davranışın önceden kestirilebileceği sayıltısına dayanırlar.<br />
Bir ayrıksılık dışında bütün kuramlar bireyi etkin bir varlık olarak<br />
görürler. Bir kuramın insanın doğasını, gelişimin özünü nasıl gördüğü<br />
sorusu kuramların değerlendirilmesinde en önemli noktadır (bu temel<br />
görüşler aşağıda kuramlar karşılaştırılırken açıklanmaktadır).<br />
Kuramların Karşılaştırılması<br />
Önceki sayfalarda kısaca özetlediğimiz gelişim kuramlarını burada<br />
daha ayrıntılı biçimde ele alacak ve aralarındaki ilişkileri de<br />
araştıracağız. Böylece, gelişimin duygusal, bilişsel, toplumsal boyutları<br />
arasındaki ihmal edilemez bağları da görmüş olacağız. Bu arada kuramlara<br />
yöneltilen temel eleştiriler de ortaya konmuş olacaktır. Ancak<br />
bu ayrıntılara girmeden önce kuramların gerisinde yer alan dünya görüşlerini<br />
incelemekte yarar görüyoruz. Perlmutter ve Hall'ın (1992)
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
belirttiği gibi, gelişimciler, gelişme süreçlerini açıklamaya yönelik<br />
kuramlarını kurarken insanın doğasına ve davranış süreçlerine ilişkin<br />
değişik modellere dayanırlar. Her model farklı bir dünya görüşünü<br />
temel alır ve gelişimi temsil edecek farklı bir analoji kullanır. Böylece,<br />
gelişimciler tarafından temel alınan dünya görüşü onların gelişimin<br />
değişik yönlerini tanımlama, araştırma ve yorumlama yollarını etkiler.<br />
Perlmutter ve Hall bellibaşlı üç model olduğunu söylemektedir:<br />
Mekanistik, organizmik, diyalektik (başka yazarların başka sınıflamalar<br />
yaptığı gözden kaçırılmamalı). Onlara göre bu modellerin hiçbiri<br />
ne doğru ne de yanlıştır; ama herbiri gelişimi anlamada rehber olarak<br />
kullanılabilir (bk. Tablo 6. Okuyucunun Tablo 5 ile Tablo 6'yı birlikte<br />
incelemesi yararlı olacaktır).<br />
Tablo 6<br />
Gelişime İlişkin Dünya Görüşleri<br />
BENZETME:<br />
Mekanistik: Makina<br />
Organizmik: Organizma<br />
Diyalektik: Orkestra müziği
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
BİREY:<br />
Mekanistik: Genel olarak edilgin<br />
Organizmik: Etkin<br />
Diyalektik: Etkileşimsel<br />
ODAK:<br />
Mekanistik: Davranışta gözlenebilir değişimler<br />
Organizmik: Yapıda içsel değişimler<br />
Diyalektik: Birey ile toplum arasında ilişki<br />
DEĞİŞİM TÜRÜ:<br />
Mekanistik: Niceliksel<br />
Organizmik: Niteliksel<br />
Diyalektik: Niceliksel ve niteliksel<br />
Kaynak: Perlmutter ve Hall, 1992.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Mekanistik modeller makina benzetmesini kullanır ve gelişimin<br />
de makinanın işleyişini yöneten yasalar gibi düzenli yasalara bağlı<br />
olduğunu kabul eder. Gelişimi dış güçler etkiler; davranış geçmişteki<br />
deneyimlerle ve şimdiki durumlarla biçimlenir. İnsanların duyguları,<br />
düşünceleri ve eylemleri değişir, ama yapıları değişmez (otuz yaşındaki<br />
biriyle yedi yaşındakinin bilişsel yapıları farklı değildir). Bu modelde<br />
davranış uyarılmanın sonucudur, dolayısıyla insanların eylemleri<br />
çevreye tepkiler doğrultusunda açıklanır. Öğrenme kuramcıları davranışı<br />
açıklarken ve bazı biliş kuramcıları zihnin işleyişini açıklarken<br />
bu modeli kullanırlar. Bu yaklaşımda insan edilgin bir varlıktır (ancak,<br />
bu modelden kaynaklanan "toplumsal biliş kuramı"nda birey<br />
akılcı bağlamda etkin sayılmaktadır). Organizmik modeller insanı etkin<br />
ve değişen organizmalar olarak görürler. İnsanlar çevreyle etkileştikleri<br />
için köklü bir biçimde değişirler. Düşüncedeki gelişme deneyimin<br />
basit bir sonucu değildir, yapıdaki biyolojik temelli özel bir<br />
değişimi yansıtır (otuz yaşındaki birinin bilişsel süreçleri yedi yaşındaki<br />
birininkinden niteliksel olarak farklıdır). Organizmik yaklaşım<br />
gelişimin hedefiyle ve davranışın örgütlenme biçimiyle ilgilenir; davranışın<br />
dışsal nedenini değil, bireyin içindeki değişim kurallarını tanıma<br />
ve tüm sistemi betimleme amacını güder. Bu yaklaşımda birey etkindir,<br />
etkinliğinin kaynağı da kendisidir. Diyalektik yaklaşım insanın<br />
sürekli değişen bir çevreyle etkileşim içinde olduğunu kabul eder.<br />
Gelişim, aralarında hiçbir zaman yetkin bir uyum bulunmayan biyolojik,<br />
fiziksel, psikolojik ve toplumsal boyutlara sahiptir. Diyalektik<br />
yaklaşım birey ile toplum arasındaki ilişkiye odaklanır; bireyin gelişimi
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
büyük ölçüde tarihsel andaki olaylardan etkilenir (bu nedenle, yüzyılımızda<br />
doğmuş birinin gelişimi geçen yüzyılda doğmuş birininkinden<br />
farklı olacaktır). Diyalektik yaklaşımın mekanistik ve organizmik<br />
yaklaşımların kavramlarını bütünleştirebileceğini ileri süren gelişimciler<br />
vardır (Perlmutter ve Hall, 1992).<br />
Şimdi, daha önce sözünü ettiğimiz gelişim kuramlarını birbiriyle<br />
karşılaştırarak inceleyebiliriz.<br />
Olgunlaşma kuramı insanoğlunun sırasal bir büyüme (sequential<br />
growth) gösterdiği ilkesini embriyoloji çalışmalarından almıştır. Embriyonun<br />
epigenetik olarak bazı evrelerden geçerek büyüdüğü ve bu sıranın<br />
her zaman sabit olduğu bu çalışmalarda ortaya konmuştur. İşte<br />
bu embriyolojik modeli çocuk gelişimine uygulayan kişi Arnold Gesell<br />
(1880-1961) olmuştur. Gesell'e göre, olgunlaşma mekanizması<br />
doğumdan önce olduğu gibi sonra da gelişimi yönlendirmeyi sürdürür.<br />
Gelişim hızları açısından çocuklar arasında farklılık olmakla birlikte<br />
hepsi aynı sırayı izler. Çocuklar, sinir sistemleri yeterli derecede<br />
olgunlaştığında, oturur, yürür ve konuşurlar. Bu gelişmede öğrenmenin<br />
çok az katkısı vardır. Ancak Gesell normal gelişim için belirli çevresel<br />
koşulların da gerekli olduğunu kabul eder. Olgunlaşma süreci herhangi<br />
bir biçimde zarar gördüğünde normal gelişim de engellenecektir.<br />
Örneğin embriyo oksijen yokluğuna uğrarsa organların gelişiminde<br />
ciddi sorunlar görülür. Doğum sonrası gelişimde de çevrenin belirli<br />
koşulları taşıması gerekmektedir. Örneğin, çevrelerinde yeterli derecede<br />
uyaran olmayan, yeterli bakım görmeyen kurum çocukları iyi gelişemezler.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Gesell en önemli çalışmalarını devinim gelişimi alanında<br />
yapmış, ancak olgunlaşma mekanizmasının bütün gelişimi belirlediğini<br />
kabul etmiştir. Gesell'e göre çocuk yetiştirmek de olgunlaşma<br />
ilkesinin tanınmasıyla başlamalıdır. İnsanoğlu dünyaya biyolojik evrimin<br />
ürünü olan bir programla gelir; anababa belirli kurallara zorlamadan,<br />
çocuğu kendisinden alacağı doğal ipuçlarına göre eğitmeyi bilmelidir.<br />
Gesell'i eleştiren kuramcılara göre, çocuğun gelişiminde dış çevre<br />
iç plandan daha etkilidir. Gesell ayrıca, gelişimdeki yaş normlarını<br />
çok kesin biçimde verdiği, olabilecek değişiklikleri dikkate almadığı<br />
için de eleştirilmektedir. Buna karşılık Gesell'in, özellikle bebeğin<br />
devinim gelişimine ilişkin normları hala çok değerlidir; çocuğun kendini<br />
ayarlaması, anababanın da buna duyarlı olması ilkesi de geçerliğini<br />
korumaktadır.<br />
Psikanalizin gelişim psikolojisine belli başlı katkısı evre kavramıdır.<br />
Freud (1856-1939) insan gelişiminin çeşitli evrelerini tutarlı bir<br />
sistem halinde betimleyen ilk bilim adamıdır. Son olarak psikanaliz,<br />
insanın eylemlerinin ve düşüncelerinin ilk bakışta görüldüğünden daha<br />
karmaşık olduğunu öğretmiştir bize.<br />
Psikanaliz kuramı gelişim alanını etkilemiş olmakla birlikte, çağdaş<br />
gelişimciler genellikle birçok psikanalitik görüşü yetersiz ya da<br />
yanlış bulmaktadırlar. Örneğin, ilk üç psikoseksüel evrenin yetişkinlikteki<br />
kişilik gelişimini belirlediği görüşü normal çocukların araştırılmasında
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
pek az destek bulmuştur. Ayrıca, yetişkinlikteki kişilik özelliklerinin<br />
ve davranışların çoğunun sosyo-kültürel çevreden ve gündelik<br />
yaşamdan etkilendiği konusunda görüş birliği vardır. Psikanalizin<br />
tarihsel önemi bütün bu tartışmaları başlatan ilk kuram olmasıdır.<br />
Toplumsal öğrenme kuramının en önemli adı olan Bandura insan<br />
yaşamında "gözlem yoluyla öğrenme"nin önemini savunur. Gözlemsel<br />
öğrenme dört süreç içinde gelişir: Dikkat etme, akılda tutma, davranışı<br />
tekrarlama, pekiştirme ve güdüleme. Aslında bu dört süreç birbirinden<br />
ayrı değildir, birlikte işler. Bandura bu dört sürece dayanan "model<br />
alarak öğrenme" olgusunu, daha geniş bir çerçeve içinde asıl<br />
"toplumsallaşma" süreci açısından değerlendirir. Toplumsallaşma süreci<br />
içinde bir toplumun üyelerine toplumsal kabul gören davranışlar, cinsiyet<br />
rolleri öğretilir. Kişi toplumsallaştıkça dış ödül ve ceza sistemlerine<br />
bağımlı kalmadan kendi iç denetim örüntülerini geliştirir. Kişi kendini<br />
değerlendirme standartlarını oluştururken gözlemlediği modellerin<br />
standartlarını örnek alır. Toplumsal öğrenme kuramcıları paylaşma,<br />
yardımlaşma, işbirliği gibi olumlu toplumsal davranışların da bu modellerden<br />
etkilendiğini kabul ederler. Sonuç olarak bu yaklaşımda,<br />
model davranışlar aracılığıyla insana her tür davranışın öğretilebileceği<br />
ilkesi benimsenmektedir.<br />
Toplumsal öğrenme kuramcısı Banduranın görüşleri ile bilişsel<br />
gelişim kuramcısı Piaget'in görüşleri arasında birleşen ve ayrılan noktalar<br />
vardır. Her iki kuramcı da çocuğu öğrenme süreci içinde oldukça<br />
etkin ve bilişsel bir varlık olarak kabul eder. Ancak Bandura dış çevrenin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
etkilerini savunurken, Piaget iç güçlerin önemini vurgular. Piaget'e<br />
göre gelişim, dışardan öğretilenden bağımsız olarak, çocuğun içsel<br />
ilgi ve merakı sonucu kendi kendine ilerleyen bir süreçtir. Bu süreç<br />
bazı içsel değişikliklerle evrelerin ortaya çıkmasını sağlar. Daha çok<br />
çevreci olan Bandura ise Piaget'in görüşlerini iki açıdan eleştirir. Bandura<br />
ya göre çocuklar çevreye içsel bir merak duydukları için değil,<br />
pekiştiricilerle özendirildikleri için öğrenir, daha sonra bu dış<br />
değerlendirmeleri içselleştirirler. Yine Bandura'ya göre çocukların ne<br />
öğrendiklerini evreler değil izlenen modeller belirler; hatta toplumsal<br />
öğrenme yöntemleriyle Piaget'in evrelerini değiştirmek bile olanaklıdır.<br />
Bilişsel gelişimciler dış çevrenin çocuk üzerindeki etkisinin önemini<br />
kabul etmekle birlikte çocuktan kaynaklanan gelişime de yer vermek<br />
istemektedirler. Dolayısıyla gelişimciler, Bandura'nın kendiliğinden<br />
öğrenme olgusunu ihmal edişini eleştirmektedirler. Gelişimcilere<br />
göre Bandura çok fazla çevrecidir ve bu tutum dikkatimizin çocuktan<br />
uzaklaşmasına yol açmaktadır (W. Crain, 1980).<br />
Piaget'e göre zeka gelişimi "sürekli ve ilerleyici bir dengelenme<br />
sürecidir" ve "gelişimin evreleri ya da düzeyleri birbirini izleyen<br />
dengelenme basamaklarından oluşur." Gelişim sırasında birbiri ardına ortaya<br />
çıkan farklı bütünsel yapılar doğuştan değildir, derece derece kurulurlar,<br />
bir oluşumun sonucudurlar. Zeka esas olarak etkin bir doğaya<br />
sahiptir. Ruhsal yaşamın hareket noktası bilinç değil, etkinliktir ve<br />
ruhsal gelişim eylemin derece derece zihinselleşmesinden ibarettir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Piaget'e göre, "eylem düşünceden önce gelir." Eylem işlemde içselleşir.<br />
Pratik zeka kavramsal zeka haline gelir.<br />
Bilişsel gelişim kuramının belirlediği evreler ile psikanalizin<br />
belirlediği evreler arasında karşılaştırma yapmak yararlı olacaktır. Piaget<br />
(1896-1980) daha başlangıçtan itibaren ve araştırmaları boyunca kendi<br />
bulgularını psikanalizin bulgularıyla karşılaştırmaya çalışmıştır. Sonunda<br />
Piaget, 1933'deki psikanaliz kongresinde kendi zeka psikolojisi<br />
ile psikanaliz arasındaki ilişkiyi ortaya koymuştur. Piaget, duygusal<br />
gelişimle bilişsel gelişim arasında koşutluk olduğuna, ikisinin de evre<br />
sistemi aracılığıyla belirlenebileceğine inanmaktadır. Piaget zihinsel<br />
ve duygusal evreleri sistemleştirmekte ve her zihinsel evreye karşılık<br />
olan duygusal görünümleri belirtmektedir. Piaget'e göre iki alan arasındaki<br />
koşutluk açık ve kesindir: Duygusal alan, yapısı zihinsel olan<br />
davranışın enerji kaynağını oluşturur. Bu düzenleme Piaget'in evre sistemini<br />
genelleştirmekte ve evre anlayışı kişiliğinin evreleri anlayışı<br />
haline gelmektedir.<br />
Piaget'e göre Freud'un temel keşiflerinden biri, çocuğun duygusal<br />
alanın iyi belirlenmiş evrelerinden geçerek gelişmesi, evreler arasında<br />
yetkin bir sürekliliğin olması olgusudur. Piaget'in Freud'a yönelttiği<br />
temel eleştiri ise, keşfettiği duygusal olguları yorumlamasının yetersiz<br />
kalması yönündedir. Piaget'e göre bu yetersizliğin nedeni Freud'un hala<br />
geleneksel çağrışımcı psikoloji çerçevesinde düşünmesidir. Piaget<br />
Freud'un keşfettiği temel duygusal olguların kendi evre anlayışıyla ve<br />
sistemiyle kolayca bütünleştirilebileceği inancındadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Piaget'e göre, gelişimde bilişsel ögeler ile duygusal ögeler birbirinden<br />
ayırt edilemez. Duygusal alan, zekanın yapılarının değil işleyişinin<br />
tabi olduğu bir enerji kaynağı rolünü oynar. Gerçekte enerjisiz<br />
bir yapı ve yapısız bir enerji olamayacağı için, her yeni yapıya bir<br />
enerji düzenleme biçimi, her duygusal davranış düzeyine de belirli bir<br />
bilişsel yapı tipi denk düşmelidir. Bu açıdan bakıldığında, Piaget'in<br />
sistemindeki farklı evreler onlara denk düşen duygusal görünümlerle<br />
tamamlanabilir. Piaget'e göre gerçeklikte duygusal ve bilişsel davranıştan<br />
ayrı ayrı söz etmek olanaksızdır; her davranış "aynı zamanda<br />
hem o, hem öbürü"dür. Bunu kavramak için yapının ve enerjinin dilini<br />
öğrenmek gerekir. Piaget'in yaklaşımında duygusal gelişim zihinsel<br />
gelişime bağlıdır. Fakat zeka ile duygu arasında bir doğa farkı vardır:<br />
"Davranışın enerjisi duygusal alanı ortaya çıkarır; davranışın yapıları<br />
ise bilişsel işlevleri ortaya çıkarır." Duygusal alan zekanın işleyişine<br />
müdahale eder, ama yapılar yaratamaz. Piaget'e göre, "Duygusal işlev,<br />
ona araçlarını sağlayan ve onun hedeflerini aydınlatan zeka olmadan<br />
hiçbir şey değildir."<br />
Bilişsel gelişim ile toplumsal gelişim arasında da ilişki kurulabilir;<br />
bu ilişkiyi belirten en genel kavram "toplumsal biliş" (social cognition)<br />
kavramıdır. Toplumsal bilişin gelişimi, insani, toplumsal dünyaya<br />
ilişkin bilişlerin gelişimidir. Bu gelişim, ben'in ben-olmayan'dan,<br />
kişinin kişi-olmayan'dan ve bir kişinin başka bir kişiden gitgide ayrılması,<br />
farklılaşması süreci olarak tanımlanabilir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Piaget'e göre çocuğu çevre ile ilişkiye sokan etkinlik özümleme<br />
ve uyma süreçlerini içerir, zeka da bu özne-nesne ilişkisiyle tanımlanır.<br />
Özne ile nesne arasındaki ilk ilişki ikili olmayan (adüalistik) bir<br />
farklılaşmamışlık ilişkisidir; bu ilişkide ben ile ben-olmayan arasında<br />
hiçbir ayırım yoktur. Sonra iki yönlü bir hareketle, yani deneyimin<br />
değerlendirilmesini sağlayan dışsallaştırma hareketiyle ve zihinsel işleyişin<br />
bilincini kazandıran içselleştirme hareketiyle, kendi özerklikleri<br />
ve etkileşimleri içinde öznenin kurulması ve dünyanın kurulması gerçekleşir.<br />
Piaget'e göre, "zeka ne benin bilinciyle başlar, ne de nesnelerin<br />
bilinciyle; zeka bunların etkileşiminin bilinciyle başlar ve bu etkileşimin<br />
iki kutbunun aynı anda birbirine yönelmesiyle, zeka kendi<br />
kendini örgütlerken dünyayı da örgütler." Başlangıçta her şey özne ve<br />
onun eylemi üzerinde odaklaşmıştır; sonra derece derece merkezden<br />
ayrılma (decentration) gerçekleşir, böylece özne diğer nesneler arasında<br />
bir nesne olur. Piaget'e göre bu gelişimi belirleyen ilke şudur:<br />
Bütünsel bir benmerkezlilikten nesnelliğe geçiş (Tran-Thong, 1978).<br />
Flavell'e göre, toplumsal biliş, insani nesnelerin ve onların yaptıklarının<br />
bilişi anlamına gelmektedir. Bu bilişin içinde ben'e, diğer insanlara,<br />
toplumsal ilişkilere, örgütlere ve kurumlara, genel olarak insani,<br />
toplumsal dünyamıza ilişkin algı, düşünme ve bilgi vardır. Toplumsal<br />
biliş insanları ve insanın yaptıklarını konu edinir. Örneğin makinalar,<br />
matematik, ahlaksal yargılar insani bilişin konuları ve ürünleridir;<br />
ama yalnızca sonuncusu insani toplumsal bilişin konusu sayılabilir.<br />
Toplumsal biliş kesinlikle toplumsal dünyayı ele alır, fiziksel ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
mantıksal-matematiksel olanı değil. Böylece toplumsal biliş alanındaki<br />
özel gelişim eğilimleri şu alanlarda ortaya çıkmaktadır: Algılar,<br />
duygular, düşünceler, niyetler, ben, kişilik, ahlak.<br />
Bilindiği gibi, Piaget'in kuramı öncelikle çocukların bilişsel<br />
gelişimiyle ve onların fiziksel dünyanın işleyişini anlayışlarıyla ilgilidir.<br />
Kuramın temel sayıltısı, insanları ve toplumsal ilişkileri anlamada<br />
etkili olan bilişsel etkenlerin fiziksel dünyayı anlamada rolü olan<br />
etkenlerle aynı olduğudur. Piaget toplumsal dünyanın çocuğu fiziksel<br />
dünyayla aynı biçimde etkilediğini kabul etmektedir. Bu temel kabulleri<br />
nedeniyle Piaget'in modeli -toplumsal deneyimi gelişimin kaynağı<br />
olarak kabul etse bile- toplumsal alanla çok az ilgilenmektedir. Günümüzün<br />
bilişsel kuramcıları ise Piaget'in toplumsal deneyimle ilgili<br />
görüşünü pek paylaşmamaktadırlar. Onlara göre toplumsal deneyimin<br />
çocuk üzerindeki etkisi Piaget'in sandığından hem daha farklı, hem de<br />
daha önemlidir. Toplumsal biliş kavramının ortaya çıkması da işte bunun<br />
sonucu olmuştur (Vasta ve ark., 1992).<br />
:::::::::::::::::<br />
İİ. YETİŞKİNLİK <strong>PSİKOLOJİSİ</strong><br />
Bilimsel yayınlarda "yetişkinlik" terimi genellikle "bebeklik",<br />
"çocukluk", "ergenlik" terimleri kadar açık ve somut değildir. Örneğin<br />
Freud, yetişkin yaşamı daha önce oluşmuş kişilik yapısının yüzeyinde
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
sadece bir dalgalanma olarak görür. Piaget ergenlikten sonra önemli<br />
bilişsel değişimlerin oluşmadığını varsayar; Kohlberg ahlak gelişiminin<br />
erken yetişkinlik yıllarında tamamlandığını kabul eder.<br />
Bilim dünyası, Erikson, Bühler, Jung gibi psikologları izleyerek,<br />
yetişkinliğin tek başına duran, ergenlikle yaşlılık arasında ayrımlaşmamış<br />
bir biçimde yer alan bir evre olmadığını kabul etmeye başlamıştır.<br />
Yetişkinliğin bir "varlık durumu" olduğu anlayışı, yerini yetişkinliğin<br />
bir "oluşum süreci" olduğu görüşüne bırakmaktadır.<br />
:::::::::::::::::<br />
1. Yetişkinliğin Tanımlanması<br />
Yetişkin (adult) sözcüğü Latince büyümek (adolescere) fiilinin<br />
geçmiş zaman ortacından türemiştir, dolayısıyla "yetişkin" bir kişi<br />
"büyümüş" bir kişi sayılır. Buradaki tanım sorunu, yetişkinin sadece<br />
fiziksel özellikler bakımından değil, psikolojik özellikler bakımından<br />
da dikkate alınması gereğinden doğmaktadır. Yetişkin kişinin fiziksel<br />
ve psikolojik bakımdan olgunlaşmış olduğu varsayılır. Oysa fiziksel<br />
olgunlaşmayı ölçmek güçtür, psikolojik olgunlaşmayı tanımlamak bile<br />
güçtür, çünkü birtakım psikolojik süreçler yaşlılık yıllarına dek gelişmeyi<br />
sürdürmektedir. Fiziksel ve psikolojik olgunlaşmayı ölçme güçlüğü<br />
nedeniyle birçok gelişimci sorunu atlamış ve sadece yaş düzeyine<br />
dayalı bir tanımı benimsemiştir. Oysa yaş ve yaş sınırları konusunda<br />
da bir anlaşmanın olduğu söylenemez.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Birçok toplumda yetişkinliğin başlangıcı, öğrenim yaşamını bitirmiş,<br />
tam-zamanlı bir işe girmiş ve evlenmiş olmakla tanımlanmaktadır.<br />
Bununla birlikte, bir yetişkin olmak toplumun farklı kesimleri için<br />
çok farklı bir konudur. Üstelik yetişkinliğin kendisi de toplumdaki<br />
farklı yaş grupları için farklı anlamlara gelir. <strong>Yetişkinlik</strong> bir tek değil<br />
birçok yaşantı içerdiği için herkesin yetişkinlik anlayışı önemli ölçüde<br />
farklılaşır. Halkın yetişkinlik konusundaki duyguları, tutumları ve<br />
inançları toplum içinde yetişkin olan bireylerin oranından da etkilenir.<br />
Günümüzde gençliğe yönelik vurgulamanın çeşitli koşullar düzeldikçe<br />
gelecekte yetişkinliğe yöneleceği beklenebilir.<br />
Öte yandan, yetişkinliğin yaşlılıkla, biyolojik ve toplumsal değişimle<br />
bir tutulması da ortak bir yönelimdir. "Biyolojik yaşlanma", insan<br />
organizmasının yapı ve işleyişinin zaman içindeki değişimlerine<br />
dayanır. "Toplumsal yaşlanma" ise, bir bireyin zaman içinde rolleri<br />
üstlenmesindeki ve terketmesindeki değişimlere dayanır. Bir birey,<br />
doğumdan ölüme, hem toplum tarafından düzenlenmiş evrelerden,<br />
hem de biyolojik evrelerden geçer. Dolayısıyla, bireyin yaşam döngüsü<br />
geçiş noktalarıyla işaretlenmiştir. Toplumun gözünde yaş, yaşam<br />
süresindeki belirli noktalarla bağlantılı bir davranış beklentileri dizisidir.<br />
Toplum, değişik yaşlarda olunacak ve yapılacak uygun şeyleri tanımlar,<br />
buna "yaş normları" adı verilir. Örneğin bir erkek ya da kadın<br />
için "en uygun" evlenme, okulu bitirme, çocuk sahibi olma, emekliye<br />
ayrılma yaşını toplum belirler. Bireyler kişisel isteklerini (kendi
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
içselleşmiş yaş normlarını) toplumun yaş normlarına uydurmaya yönelirler.<br />
Yaş normları bir role ilişkin "resmi" kurallarla düzenlendikleri<br />
zaman çok açıktırlar. Örneğin, seçimlerde oy verme yaşı, emekliye<br />
ayrılma yaşı böyledir. Yaş normları değişik yaşlara uygun roller konusundaki<br />
beklentiler açısından ise "gayriresmi" olurlar; kişilerin bazı etkinlikler<br />
için "çok genç", "çok yaşlı", "tam yaşında" olduğunu söylemek g<br />
gibi. "Yaşına göre davran!" uyarısı yaşam beklentilerinin çoğunu etkiler.<br />
:::::::::::::::::<br />
2. Yetişkinliğin Evreleri<br />
Evre kuramcıları çocuk gelişimi gibi yetişkin gelişiminin de birbirini<br />
izleyen evrelerden oluştuğunu kabul ederler. 1970'lerde Daniel<br />
J. Levinson ve Yale araştırmacıları yetişkinlikteki gelişim evrelerini<br />
saptamaya çalıştılar ve erkek yetişkinin gelişiminde altı evre saptadılar.<br />
Levinson ve arkadaşları yetişkinliğin tcmel görevinin yaşamboyu<br />
süren bir yapı yaratmak olduğunu kabul ederler. Bir erkek, yeni<br />
bir yapı yaratarak ya da eskisini yeniden değerlendirerek yaşamını dönem<br />
dönem yeniden kurmalıdır. Levinson'un, Erikson'un psikososyal<br />
kuramına dayanan gelişim kuramında yerleşik evreler ile geçiş evreleri<br />
birbirini düzenli bir sıra içinde izler. Yerleşik evrelerde insanlar<br />
amaçlarını az çok sakin bir biçimde izlerler; geçiş evrelerinde ise insanın<br />
yaşam yapısında büyük değişimler olur.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İlerde açıklanacağı gibi, Levinson'un evre kuramında temel kavram<br />
yaşam yapısı kavramıdır. Yaşam yapısı, bireyin topluma girme<br />
yolları (roller, üyelikler, ilgiler, yaşam üslubu, amaçlar), aynı zamanda<br />
bireyin yaşadığı kişisel anlamlar, düşlemler, değerler olarak tanımlanır.<br />
Bu kuram ilk ve orta yetişkinlikte ortaya çıkan çeşitli evreleri ve<br />
geçişleri saptamaktadır. Betimlenen yaşam akışı, huzurlu ya da kargaşalı<br />
olabilen geçişlerle kesintiye uğrayan görece kararlı dönemlerden<br />
oluşmaktadır. Geçiş'ler bir insanın yaşamını yeniden değerlendirmesine<br />
ve varolan ya da yeni bir yaşam yapısına yeniden bağlanmasına<br />
ilişkin bir bunalımı içerir. Yeni bir yaşam yapısı seçilirse meslekte,<br />
yaşam üslubunda, evlilikte dramatik değişimler olabilir. Levinson'un<br />
erkek yetişkinin gelişimi dönemleri tablosu aşağıda yer almaktadır<br />
(Tablo 7).<br />
Levinson'un erkek yetişkinin gelişim dönemlerine ilişkin açıklamaları<br />
şöyledir:<br />
a. Aileden ayrılma. Onlu yılların sonu ve yirmilerin başlarında<br />
başlayan bu dönem, aile odaklı ergen yaşamı ile yetişkin dünyasına<br />
girme arasındaki geçiş dönemidir. Genç erkek askerlik ya da üniversite<br />
gibi bir geçiş kurumu seçebilir ya da evde kalmayı sürdürerek<br />
çalışmaya koyulabilir. Bu dönem sırasında ailede kalmak ile dışarıya<br />
gitmek arasında hemen hemen eşit bir denge vardır. Ailenin sınırını<br />
tam olarak aşmak temel bir gelişim görevidir. Çünkü bu değişiklik<br />
yeni roller edinmeyi, yaşam düzenlemeleri yapmayı, daha özerk ve sorumlu
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olmayı gerektirir. Bu dönem aşağı yukarı üç-beş yıl sürer.<br />
Tablo 7<br />
Yetişkinin Gelişim Dönemleri<br />
Dönemler - Yaşlar<br />
Aileden ayrılma; aileden bağımsız olma çabası - 16-18'den 20-24'e<br />
Yetişkin dünyasına katılma; yeni bir ev, yetişkin<br />
rollerinin keşfi ve üstlenilmesi, ilk yaşam yapısının<br />
biçimlendirilmesi - 20'lerin başlarından 28'e<br />
Otuz yaş geçişi; yaşam yapısının yeniden<br />
değerlendirilmesi - 28'den 30'a<br />
Durulma; kararlı bir yuva kurma, başına buyruk<br />
olma - 30'ların başlarından 38'e<br />
Orta yaş geçişi; yaşam yapısının yeniden<br />
değerlendirilmesi - 38'den 40'ların başlarına<br />
Orta yetişkinliğin kararlılık kazanması - 40'lann ortaları<br />
Kaynak: Levinson ve ark., 1974. Aktaran Liebert ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Wicks-Nelson, 1981<br />
b. Yetişkin dünyasına katılma. Bu dönem erkeğin yaşamında<br />
ailesinin odak noktası olmaktan çıkmasıyla başlar. Yetişkin arkadaşlar,<br />
cinsel ilişkiler ve çalışma yaşamıyla erkek kendini bir yetişkin olarak<br />
tanımlamaya başlar. Bu yeni tanım ona, onu geniş topluma götürecek<br />
geçici yaşam yapısını biçimlendirme olanağını verir. Bu dönem<br />
sırasında erkek, yetişkin rollerini, sorumluluklarını keşfeder ve üstlenir.<br />
Bir iş kurabilir, bir meslek geliştirebilir, sonra onu terkedebilir;<br />
otuz yaş dolaylarında, yaşamına daha fazla düzen ve kararlılık getirmesi<br />
konusunda baskılar artıncaya dek, bunalımını artıran bir başıboşluğa<br />
kapılabilir.<br />
c. Durulma. Bu dönem genellikle otuzlu yılların başlarında<br />
başlar. Erkek, toplum içindeki yerini almış, bir yuva kurmuş, uzun<br />
süreli planlar yapmış ve bunların peşine düşmüş, geleceğine ilişkin bir<br />
görüş, bir düş geliştirmiştir. Sonraki yıllarda yaşam çizgisinde temel<br />
değişiklik, düş kırıklığına uğrama, aldanma ya da ilk düşe yeterince<br />
ulaşamama ile ortaya çıkar.<br />
d. Başına buyruk olma. Bu dönem otuzlu yılların ortasıyla<br />
sonları arasında ortaya çıkar, erken yetişkinliğinin en yüksek noktasını<br />
ve geleceğin başlangıcını temsil eder. Bu dönemde erkek, ne elde etmiş<br />
olursa olsun yeterince bağımsız olmadığını düşünür. Üstündekilerin<br />
otoritesinden kurtulmak ister, genellikle üstlerinin kendisini çok
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
fazla kontrol ettiklerini ve ona çok az serbestlik tanıdıklarını düşünür.<br />
Kendi kararlarını verebileceği ve işi gerçekten yürütebileceği zamanı<br />
sabırsızlıkla bekler. Eğer birlikte çalıştığı daha deneyimli bir arkadaşı<br />
ya da patronu varsa, bu dönemde onlardan uzaklaşır. Bu dönemde erkekler<br />
toplum tarafından, en çok değer verdikleri rolleri içinde tanınmak<br />
isterler. Önemli bir ilerleme, terfi ya da bir başka yolla tanınmak<br />
isterler.<br />
e. Orta yaş geçişi. Bu dönem, daha kararlı iki dönem arasına<br />
gelişimsel bir geçiş dönemi, dönüm noktası, sınırdır. Bu dönem<br />
çoğunlukla erkek kırklarındayken ortaya çıkar ve erkek başarılı da başarısız<br />
da olsa gerçekleşir. Bir erkek son derece başarılı olabilir, yine<br />
de bir boşluk ve acı bir tat duyar. Eğer başarısızsa bir türlü köşeyi<br />
dönememenin acısını yaşar. Genel olarak, "şimdi elimde ne var?" sorusu<br />
ile "gerçekten istediğim ne?" sorusu arasındaki farklılık erkekte bir<br />
ruh arayışı ara dönemi yaratır.<br />
f. Yeniden kararlılık kazanma. Kırk beş yaş dolaylarında orta<br />
yetişkinlik yaşamına temel oluşturacak yeni bir yaşam yapısı biçimlenmeye<br />
başlar ve üç-dört yıl sürer. Bu, son gelişim dönemi değildir,<br />
ancak Yale araştırmacılarının incelediği son dönemdir. Bu dönem, yeniden<br />
meydan okunan, yeni bunalımların yaşandığı, benliğe yönelik<br />
tehdidin oluştuğu bir dönemdir. Freud, Jung, Goya, Gandhi gibi erkekler<br />
derin bir orta yaş bunalımı yaşamışlar ve bundan müthiş yaratıcı<br />
kazançlar elde etmişlerdir. Dylan Thomas, F. Scott Fitzgerald,<br />
Sinclair Lewis gibi erkekler ise bu bunalımla başa çıkamamışlar ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bundan zarar görmüşlerdir (Vander Zanden, 1981).<br />
Yetişkin gelişimi konusunun gitgide daha fazla ilgi çekmesine<br />
karşın, yetişkin kadının gelişim evrelerinin henüz pek araştırılmamış<br />
olduğu söylenebilir. Levinson'un erkek yetişkinin gelişiminde saptadığı<br />
evrelerin kadın yetişkine uygulanamayacağı da açıktır. Kadına<br />
yüklenen geleneksel rollerin günümüzde hızla değişmesi ve yerini daha<br />
çağdaş rollere ve anlayışlara bırakmasıyla, kadının yetişkinlik deneyiminin<br />
artık erkeğinkinden çok farklı olacağı, dolayısıyla farklı bir<br />
evreler kuramını gerektireceği söylenebilir.<br />
Nitekim, araştırmalar kadınların da benzer evrelerden, ama birtakım<br />
önemli farklılıklarla geçtiklerini göstermektedir. Örneğin, kadınlar<br />
otuzlu yaşlarında "durulma" yerine yaşam yapılarına yeni bağlanımlar<br />
getirmeyi denemektedirler.<br />
Öte yandan, yetişkin gelişiminde evre yaklaşımının yetişkin yaşamını<br />
aşırı ölçüde basitleştirdİği ileri sürülmektedir. Bernice L. Neugarten<br />
bu sava üç kanıt getirmektedir. Birincisi, yaşam olayları zaman<br />
dizisinin gitgide daha az düzenli olması ve genel çizgilerin daha akıcı<br />
bir yaşam döngüsüne yönelmesidir. İkincisi, her yaştan yetişkinlerin<br />
bildirdiği psikolojik temaların, tek bir sabit düzen içinde tipik bir biçimde<br />
gelişmeyen ve durmadan yeni biçimlerde ortaya çıkan temalar<br />
olmasıdır. Üçüncüsü, yaşam süresi boyunca pek çok içsel değişimin<br />
evreye benzemeyen biçimde yavaş yavaş ortaya çıkmasıdır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Lawrence Kohlberg, doğru bir evre kuramının şu dört niteliği taşıdığını<br />
savunmaktadır: 1) Bir evre kuramı gelişimin belirli noktalarında<br />
yer alan yapılarda niteliksel farklılıklar içerir. 2) Bu farklı yapılar<br />
bireysel gelişimde değişmez bir sıra, düzen ya da ardarda geliş<br />
gösterir; kültürel etkenler gelişimi hızlandırabilir, yavaşlatabilir ya da<br />
durdurabilir, ama sırasını değiştiremez. 3) Farklı bir yapıyı oluşturan<br />
değişik ögeler bütünleşmiş bir yanıtlar demeti olarak ortaya çıkarlar.<br />
4) Evreler hiyerarşik bir bütünleşme gösterirler; daha yüksek evreler<br />
daha aşağı evrelerdeki yapıların yerini alır ya da onlarla bütünleşirler.<br />
Neugarten doğru bir evre kuramının bu niteliklerinin genellikle<br />
yetişkinliğe uygulanamayacağını ileri sürmektedir. Çünkü niteliksel<br />
değişimleri farketmek çoğu zaman güçtür; katı bir biçimde belirlenmiş<br />
biyolojik bir zaman düzeni yoktur; önemli yaşam olayları çocukluktakinden<br />
daha değişken bir düzen içinde ortaya çıkar.<br />
Levinson da, bir evre kuramının yetişkinlerin bir dizi evre içinde<br />
değişmez adımlarla ilerledikleri anlamına gelmediğini kabul etmektedir.<br />
Bir insanın yaşamındaki değişimin derecesi ve hızı kişilikten ve<br />
çevresel etkenlerden etkilenir. Levinson, insanların farklılığı nedeniyle<br />
yetişkinlikteki gelişimin düzenden yoksun olduğunu ileri sürenlere<br />
de katılmamakta, görevinin insanların yaşamının zaman içindeki açılımının<br />
temel ilkelerini bulmak olduğunu savunmaktadır (Vander Zanden, 1981).<br />
:::::::::::::::::
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
3. <strong>Yetişkinlik</strong> Kuramları<br />
Bu bölümde aktarılacak kuramlar, aslında tüm yaşam döngüsünü<br />
açıklayan ama (örneğin Freud ya da Piaget'den farklı olarak) yetişkinlik<br />
yıllarıda da önemle eğilen kuramlardır.<br />
a. Bühler'in İnsan Yaşamının Akışı Kuramı.<br />
Charlotte Bühler ve öğrencileri yaşam akışını (life course) 1930'larda<br />
Viyana da topladıkları yaşam öyküsü ve özyaşam öyküsü verilerini<br />
kullanarak incelemişlerdir. Yaşam döngüsünde meydana çıkan<br />
olaylar, tutumlar ve başarılardaki değişimlere dayanan evrelerin düzenli<br />
akışını ortaya koyan bir yöntembilim geliştirmişlerdir. Aynı zamanda,<br />
yaşamöykülerinde ortaya çıkan yaşam akışı ile biyolojik yaşam<br />
akışı arasındaki koşutlukla da ilgilenmişlerdir. Böylece beş biyolojik<br />
dönem saptamışlardır. 1) İlerleyici büyüme, 15 yaşına kadar; 2)<br />
Büyümenin cinsel üretme yeteneğiyle birlikte sürmesi, 15-25 yaşlar; 3)<br />
Büyümede kararlılık, 25-45 yaşlar; 4) Cinsel üretme yeteneğinin yitirilmesi,<br />
45-65 yaşlar; 5) Gerileyen büyüme ve biyolojik iniş, 65 yaş ve ötesi.<br />
Tablo 8<br />
Bühler'in Yaşam Dönemleri
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşlar - Dönemler<br />
0-15 - Evdeki çocuk, kendi belirlediği amaçlardan yoksun.<br />
15-25 - Genişleme hazırlığı ve kendi belirlediği amaçları deneme.<br />
25-45 - Yükselme: Amaçlannı özel ve kesin biçimde kendinin belirlemesi.<br />
45-65 - Bu amaçlar için çabalamanın sonuçlarını kendinin değerlendirmesi.<br />
65 ve sonrası - "Doyum ve başarısızlığın yaşanması: Kalan yıllarının<br />
süregiden uğraşlarla veya çocukluğun gereksinim giderici yönelimlerine<br />
geri dönüşle geçirilmesi."<br />
Kaynak: A.J. Horner, 1968, aktaran Kimmel, 1974.<br />
Dört yüz yaşamöyküsünün incelenmesine dayandırdıkları araştırmalarında<br />
Bühler ve ekibi, bu beş biyolojik döneme karşılık olan<br />
beş yaşam dönemi önermişlerdir.<br />
Bühler'in öğrencilerinden Frenkel gelişimsel ilerlemeyi aşağıdaki<br />
biçimde açıklamaktadır:<br />
"Çocukluktan -yaşamın birinci döneminden- yeni<br />
kurtulmuş genç insan yaşamı konusunda ilk planları yapar<br />
ve ilk kararları alır; bu, ergenlikte ya da hemen sonrasında
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
gerçekleşir. Hemen ardından yaşamın ikinci dönemi başlar.<br />
Bu dönem genç insanın gerçeklikle karşılaşma -temas kurma-<br />
isteğiyle nitelenir. İnsanlarla ve mesleklerle ilişkisi bu<br />
amaca dönüktür. Kişiliğinde bir 'genişleme' olur. Yaşamının<br />
ne getireceğini öğrenebilmek için tutumlarında gösterdiği<br />
geçicilik de karakteristiktir. İkinci dönemin sonunda bireyler<br />
yaşama karşı kesin bir tutum sahibi olmuşlardır. Üçüncü<br />
dönemde canlılık hala en yüksek noktasındadır, ama artık<br />
belirli bir yön ve özellik kazanmıştır. Bu nedenle bu dönem<br />
çoğu zaman öznel deneyimlerin en yoğun olduğu dönem<br />
olma özelliğini taşır. Dördüncü döneme geçiş genellikle bir<br />
bunalımla kendini gösterir, çünkü bireyin gittikçe açılan<br />
güçleri bu noktada duraklamaya başlamıştır, fiziksel yeteneğe<br />
ya da biyolojik gereksinmelere bağlı birçok şeyden<br />
vazgeçmesi gerekmiştir. Biyolojik eğrideki ve onunla bağlantılı<br />
etkinliklerdeki düşüşe karşın, bu dönem yaşamın<br />
üretkenliği ve yararları konusunda yükselen bir ilgi çizgisi<br />
gösterir. Beşinci dönem en çok sözü edilen dönem olarak,<br />
ölümün yakınlaşması, yalnızlık yakınmaları nedeniyle dinsel<br />
sorunların ağırlık kazandığı dönemdir. Bu son dönem<br />
genellikle geçmişe ilişkin yaşantılar ve geleceğe ilişkin düşüncelerle,<br />
yani ölümün yaklaşmasına ve insanın geçmiş<br />
yaşamına ilişkin düşüncelerle doludur." (Frenkel, 1936)<br />
Bühler'in görüşü, büyüme, kararlılık kazanma ve inişe geçme gibi
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
biyolojik süreçler ile, etkinlik ve başarılarda genişleme, yükselme<br />
ve daralma gibi psikososyal süreçler arasındaki koşutluğu vurgular.<br />
Çoğu zaman biyolojik eğri psikososyal eğriden daha ilerdedir; bu, zihinsel<br />
yeteneklerine güvenen bir insanın fiziksel güçleri inişe geçmeye<br />
başladıktan sonra bile daha yıllarca yüksek bir üretkenlik düzeyi<br />
sürdürmesi durumunda doğrudur.<br />
Bühler, kuramın yeniden düzenlenmesinde, bir bireyin kendi yaşamı<br />
için amaçlar saptaması sürecini vurgulamaktadır. Böylece bu gelişim<br />
sıralaması yaşamın farklı dönemlerinde bir bireyin amaç saptamadaki<br />
farklı bakış açılarını da yansıtmaktadır. Örneğin, yükselme<br />
döneminde özdoyuma ideal biçimde yol gösteren amaçlar yaşamın ilk<br />
on yılında derece derece kurulmaktadır; bazı enerjik insanlar bu<br />
amaçları dördüncü dönemde yeniden gözden geçirebilir ve yeni amaçlar<br />
saptayabilirler; fakat birçok insan için yaşamın ikinci yarısında<br />
amaçlar büyük olasılıkla durağanlık ve emeklilikle yer değiştirir.<br />
Kuhlen bu büyüme, yükselme ve daralma kuramını biraz değiştirdi.<br />
Kuhlen'e göre büyüme-genişleme güdüleri (başarı, güç, yaratıcılık<br />
ve kendini gerçekleştirme) bireyin davranışına yaşamının ilk<br />
yarısında egemendirler; bunlar, göreli olarak doyuruldukları (başarı<br />
ya da seks gereksinmesinde olduğu gibi) ve kişi yeni toplumsal konumlara<br />
geldiği için (anne olmak ya da bir kuruluşun başkanı olmak<br />
örneklerinde olduğu gibi) kişinin yaşamı boyunca değişebilirler. Kuhlen,<br />
yaşın ilerlemesiyle birlikte gereksinmelerin "doğrudan" doyurulmasının<br />
yerini "dolaylı" ya da "başkalarının doyumu ile" doyurulmasının
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
aldığını belirtmektedir. Dolayısıyla insanın yaşam döngüsü<br />
bir "genişleme ve daralma eğrisi" olarak nitelenebilir.<br />
Kuhlen'in açıklama modelinde, yaşamın ikinci yarısında anksiyete<br />
ve tehdit daha önemli bir güdülenme kaynağı olmaktadır. Bu, genişlemenin<br />
sona ereceğini hissettiği ve yerine konmaz yitimlerle karşılaştığı<br />
orta yaşlarda başlayabilir. Kuhlen, ilerleyen yaşla birlikte bireylerin<br />
daha az mutlu olduğunu, kendilerini daha olumsuz gördüklerini<br />
ve özgüvenlerini yitirdiklerini belirten pek çok araştırmadan söz<br />
etmektedir; yaşlı insanlardaki anksiyete belirtilerinin artışı dikkati<br />
çekmektedir. Bu veriler, erkeklerle ve aşağı sınıftan kişilerle<br />
karşılaştırıldığında, kadınların ve yukarı sınıftan kişilerin yaşlanmaktan<br />
daha fazla etkilendiğini göstermektedir.<br />
Özet olarak, yetişkin gelişimine ilişkin bu görüş, yaşam döngüsünün<br />
iki genel eğilim içinde görülebileceğini belirtmektedir: Büyüme-genişleme<br />
ve daralma. Yaşamın ortalarında bir yerde bu iki karşıt<br />
eğilim arasında büyük bir dönüm noktası yer alabilir. Bühler bu dönüm<br />
noktasını, orta yılların -yaklaşık 40-45 yaşlar- yükselme dönemini<br />
izleyen kendini değerlendirme döneminde görmektedir. Kuhlen<br />
bu dönüm noktasının daha az belirgin olduğunu söylemektedir; bu<br />
nokta, ilk büyüme-genişleme güdülerinin doyurulması sonucu yeni<br />
güdülerin ortaya çıkması olabilir, fiziksel ve toplumsal yitimler sonucu<br />
ortaya çıkabilir, belirli bir duruma "kapanmış olma" duygusundan<br />
doğabilir, yaşamın yarısını yaşamış olmanın sonucu olabilir. Büyük
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olasılıkla, bu dönüm noktası biyolojik, psikolojik ve toplumsal etkenlerin<br />
etkileşiminden doğmaktadır. Bühler, araştırmaları sonucunda,<br />
amaç saptamadaki -ya da güdülenmedeki- bu değişiklik kadar önemli<br />
bir diğer konunun da, bireyin amaçları doğrultusunda doyuma ulaşıp<br />
ulaşmadığını değerlendimmesi olduğunu belirtmektedir; bu değerlendirme,<br />
yaşlılık uyumsuzluğunda biyolojik gerileme ve güvensizlikten<br />
çok daha etkili (kritik) olmaktadır.<br />
b. Jung'un Yaşam Evreleri Anlayışı<br />
Bühler'in yaşam döngüsüne ilişkin görüşü sistemli yaşamöyküsü<br />
incelemelerine, Kuhlen'inki görgül araştırmalara dayanırken, Jung'un<br />
yaşam evrelerine ilişkin görüşü öncelikle klinik çalışmalarına ve kendi<br />
psikoloji kuramına dayanmaktadır. Jung yaşam evrelerini açıklamaya<br />
"gençlik" ile başlar ve bu evreyi erinlik sonrasından orta yıllara (35-40<br />
yaşları) dek uzatır. Jung psyche'nin sorunlarına eğilmiş, ancak çocukluğu<br />
bu incelemeye katmamıştır. Jung'a göre çocuk, anababasına, eğitimcilere<br />
ve doktorlara sorun olabilir, ama çocuğun kendi sorunları<br />
yoktur; yalnızca yetişkin "kendi hakkında kuşkular duyabilir".<br />
Gençlik dönemi, çocukluğun cinsel içgüdü ve aşağılık duygularına<br />
ilişkin düşün terkedildiği ve genel olarak yaşam ufkunun genişlediği<br />
dönemdir. Bundan sonraki önemli değişik 35-40 yaşları arasında<br />
başlar. Jung bu değişimi şöyle anlatır:<br />
"Başlangıçta bu değişim belirgin ve bilinçli değildir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Daha çok, değişimin dolaylı belirtileri bilinçdışında meydana<br />
gelen değişimden kaynaklanırlar. Çoğu zaman, sanki kişinin<br />
karakterinin yavaş yavaş değişmesi gibidir. Bazen çocukluktan<br />
beri kaybolmuş bazı özelliklerin su yüzüne çıktığı<br />
görülür, bazen kişinin önceki eğilim ve ilgileri zayıflar<br />
ve yerini yenilerine bırakır. Bazen de tersine -bu çok sık<br />
olur- kişinin inanç ve ilkeleri, özellikle ahlaki olanlar güçlenir,<br />
gittikçe sertleşir ve 50 yaş dolayında birey hoşgörüsüzlük<br />
ve fanatiklik dönemine girer; sanki bu ilkelerin varlığı<br />
tehdit altındadır ve onları daha bir güçle korumak gerekmektedir."<br />
(Jung, 1933)<br />
Jung, nörotik hastalıkları, "gençlik evresinin psikolojisi"nin orta<br />
yıllara taşınmak istenmesi olarak görür -tıpkı gençlikteki nörotik<br />
rahatsızlıkların çocukluğu terk edememekten kaynaklanması gibi-.<br />
<strong>Yaşlılık</strong>ta ise Jung, "psyche'de derin ve garip değişimler" görür. İnsanlarda<br />
özellikle psyche alanı içinde karşıtlarına doğru değişme eğilimi<br />
vardır. Örneğin yaşlı erkekler gittikçe daha "dişil", yaşlı kadınlar<br />
da gittikçe daha "eril" olmaktadırlar. Jung, "yaşamın çelişkisini pekiştiren<br />
güçlü bir içsel süreç"ten söz eder. Genel olarak Jung, "yaşamın<br />
öğleden sonrasını sabah programına göre yaşayamayacağımızı"<br />
ileri sürer, "sabah büyük olan akşamüstü küçülecek ve sabah doğru<br />
olan akşamüstü yalan olacaktır."<br />
İnsan yaşamının ileri yaşlara dek sürmesinin çocuklara bakmak
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
gibi bir amacı olmalıdır. Ancak bu görev de yerine getirildikten sonra<br />
yaşamın amacı ne olacaktır'? Bu amaç Batı toplumlarında sıklıkla görüldüğü<br />
gibi gençlerle rekabete girmek midir? Jung, birçok ilkel toplumlarda<br />
yaşlı insanların bilgelik kaynağı olduklarını, "kavmin kültürel<br />
mirasını dile getiren gizlerin ve yasaların bekçileri" olarak görev<br />
yaptıklarını belirtir. Buna karşılık modern insan, yaşama ilişkin belirli<br />
bir amacı ve anlayışı olmadığı için, ileriye bakacağına yaşamın ilk<br />
yarısına takılıp kalmaktadır. Jung, pek çok insanın ileri yaşlara<br />
doyurulmamış isteklerle ulaştığını, ancak geriye bakmalarının tehlikeli<br />
olduğunu ve geleceğe ilişkin bir amaç edinmeleri gerekğini savunur.<br />
Bütün büyük dinlerin ölümden sonra da bir yaşam vadetmeleri bu<br />
yüzdendir ve insanların yaşamlarının ikinci yarısında da bir amaç<br />
edinmelerini sağlar. Jung, ölümde bir amaç bulmanın sağlıklı olduğunu<br />
ve bundan kaçınmanın yaşamın ikinci yarısını amaçtan yoksun<br />
bırakarak sağlıksız kıldığını ileri sürer. Jung, yaşamın ikinci yarısında<br />
bireyin dikkatinin kendi iç dünyasına yöneldiğini ve bu iç keşfin yaşama<br />
bütünlük ve anlam kazandırarak ölümü kabullenmede yardımcı olduğunu savunur.<br />
Özetle, Jung'a göre kişilik, yaşam döngüsünün birinci ve ikinci<br />
döneminde farklı yönlerde gelişir. Birinci dönemde birey dış dünyaya<br />
doğru açılır, dış dünyayla ilişki kurma kapasitesini geliştirir, toplumsal<br />
ödüller kazanmaya çalışır. Ayrıca, böyle davranmak kadın ve erkek<br />
cinsel kimliğinin geliştirilmesi için de gereklidir. Bu dönemde tek<br />
yanlılık bir bakıma gerekli, hatta zorunludur. Genç insanların iç doğalarıyla<br />
ilgilenmelerinin bir yararı yoktur; görevleri şimdilik yalnızca<br />
dış dünyanın istemlerini karşılamaktır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Ruhsal yaşamda 40 yaşına doğru başlayan değişimde birey artık<br />
hedeflerinin ve hırslarının önemini yitirdiğini hisseder, kendisini durgun,<br />
çökkün ve eksik olarak algılar. Jung'a göre bu olgu toplumsal başarı<br />
kazanmış insanlarda bile gözlemlenebilir, çünkü bu toplumsal<br />
başarılar kişilikte yaşanmadan kalan özelliklerin bedeli olarak kazanılmıştır.<br />
Ancak insan bu bunalımdan çıkış yolunu bulabilir. Bilinçdışı<br />
kişiyi iç dünyasına dönmesi ve yaşamın anlamını araştırması için<br />
yüreklendirir. Bu dönemde enerjimizi dış dünyayla başetme çabasından<br />
uzaklaştırıp iç dünyamızda odaklaştırmaya başlarız. Böylece ne<br />
zamandır gerçekleştirilmemiş gizilgüçlerimizi tanımak için bilinçdışını<br />
dinlemeye yöneliriz.<br />
c. Erikson: İnsanın Sekiz Çağı<br />
Erikson'un insan gelişimi kuramı da öncelikle klinik gözlemlerine<br />
ve kuramsal psikolojisine dayanır. Yine de bu kuram bu konuda<br />
bugüne kadar ileri sürülmüş en kapsamlı açıklamadır. Bunun nedeni,<br />
Erikson'un tüm yaşam boyunca gelişimin çeşitli yönleri (bilişsel, duygusal,<br />
toplumsal yönleri) arasında bağlantılar kurabilmiş ve disiplinlerarası<br />
bir kuram geliştirebilmiş olmasıdır. Erikson'un bu başarısı<br />
meslektaşlarının -aşağıda kendi sözleriyle aktarılan- tanıklığıyla da<br />
vurgulanmaktadır:<br />
"Psikososyal evreler sırası içinde içgüdüsel güçlerle
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
organizma tarzlarının bağlantısını açıklamaya çalıştık. Listelenen<br />
evrelerin kesin sayısında ya da kullanılan bütün terimlerde<br />
ısrar edemesek bile, formüle edildikleri zaman disiplinlerarası<br />
kabul gören bazı gelişim ilkelerini vurguladık;<br />
açıkçası, şemamızın genel kabulü için diğer bazı (daha önce<br />
sözü edilen) disiplinlere bağlı olmak durumundayız. Psikolojik<br />
yönde ise, gerçek dünya ile kesin ve kavramsal ilişki<br />
kapasitesi olan ve her evrede gelişen bilişsel büyüme'nin<br />
geçerli gücü vardır. Bu Hartmann'ın (1939) tanımladığı anlamda<br />
en vazgeçilmez bir "ego aygıtı"dır. Böylece, Piaget'in<br />
tanımladığı anlamda zekanın "duyusal-devinimsel" yönleri<br />
ile temel güven, "sezgisel-simgesel" yönler ile oyun ve<br />
girişim, "somut-işlemsel" başarı ile çalışkanlık duygusu ve<br />
son olarak "soyut işlemler" ve "mantıksal evirmeler" ile<br />
kimlik gelişimi arasındaki ilişkiyi izlemek yararlı olabilir.<br />
Burada belirtilenleri bazı disiplinlerarası toplantılarda sabırla<br />
dinleyen Piaget, daha sonra, kendi evreleri ile bizimkiler<br />
arasında en azından çelişki görmediğini kabul etmiştir.<br />
Greenspan, "Piaget'in; Erikson'un, Freud'un kuramının psikososyal<br />
yönlere uzantısı olan kuramına oldukça sempati<br />
duyduğunu" (1979) belirtmiştir. Ve ondan şunu nakletmektedir:<br />
"Erikson'un evrelerinin en büyük başarısı, kesinlikle,<br />
Freud'un mekanizmalarını daha genel davranış tipleri içine<br />
yerleştirerek önceki kazanımların sonraki düzeylerle sürekli<br />
olarak bütünleşmesini göstermeye çalışmasıdır (Piaget,<br />
1960)" (Erikson, 1982).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Erikson'un epigenetik kuramı da Freud'un psikanalitik kuramı<br />
gibi çocukluk gelişimine ağırlık verir ve ilk dört evresi büyük ölçüde<br />
Freud'un çocukluk evrelerinin genişletilmiş biçimidir. Bu nedenle aşağıda<br />
yalnızca -ergenliği de içine alan- son dört evre özetlenecektir.<br />
- Kimliğe karşı rol karmaşası. Erikson'un beşinci evresi, erinliğin<br />
başlamasıyla birlikte, bireyin toplumsal bir gereksinme olarak<br />
yaşamdaki rolünü tanımlaması çabasıyla başlar ve genellikle öğrenimini<br />
bitirmesi, bir işe girmesi ve bir eş seçimiyle sonlanır. Bu evre bireyin<br />
kimliğinin birçok yönünün çözüme bağlandığı bir evredir, ama<br />
bu oluşum tek bir etkene bağlanamaz ve tek bir olay diğer bir evreye<br />
geçişin nedeni olamaz. Aslında yetişkinlik evreleri birçok bakımdan<br />
birbirleri üzerine binişirler ya da aynı zamanda yer alırlar. Ancak,<br />
kimlik sorunları yaşam boyunca sürseler de, en çok bu evrede ağırlık<br />
taşırlar. Birey bu bunalımını olumlu bir biçimde çözemezse kimlik<br />
karışıklığı içine düşecek, bunun sonucu olarak da yaşam çerçevesi<br />
içinde oynadığı rolden hiçbir zaman emin olamayacaktır. Bu karışıklığın<br />
çözülmesi, soyut düşünme yeteneğinin yansıtıldığı ilgi ve uğraşlarla<br />
olabileceği gibi, duygusal bağlanımlarla da olabilir.<br />
- Yakınlığa karşı yalıtılmışlık. Cinsel yakınlık kapasitesi ergenlikte<br />
başlıyor olsa da, birey kimlik karışıklığı sorununu yeterince<br />
çözmeden tam bir yakınlık ilişkisi kurmayı başaramaz. Dolayısıyla,<br />
bireyin bir başkasının özel (tek) oluşunu ve insanlığını değerlendirerek
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
onunla kaynaşabilmesi için önce kendisinin tam olduğu konusunda<br />
belirli bir görüş sahibi olması gereklidir. Daha önceki romantik<br />
yakınlıklar genellikle bireyin kendini romantik ilişki aracılığıyla tanıma<br />
çabalarından başka birşey değildir. Erikson (1968), "cinsel yakınlık<br />
anlatmak istediğim yakınlığın sadece bir parçasıdır" demektedir;<br />
"cinsel yakınlıklar bireyin gerçek ve karşılıklı psikososyal yakınlık<br />
kapasitesi geliştirmesinden önce de yaşanabilir. Arkadaşlıkta olsun,<br />
erotik karşılaşmada ya da ortak çalışmada olsun, kendi kimliğinden<br />
emin olmayan genç, kişilerarası yakınlıktan kaçınacak ya da gerçekten<br />
birleşemeden ve kendisinden kurtulamadan sürekli olarak yüzeysel<br />
ilişkilere girecektir."<br />
- Üretkenliğe karşı durgunluk. Yaşamın bu yedinci evresi en<br />
uzun evre olabilir, çünkü insanın anabalalık ve iş başarıları ile<br />
kendisinden de çok yaşayacak bir şeyler üretmesi olanağını içerir. Bu evre,<br />
bireyin tüm üretkenliğini kapsayan ve genç yetişkinlikten yaşlılığa<br />
dek uzayan bir evredir ve yaşamda doyuma ulaşma duygusunu sağlamada<br />
önemli bir yer tutar. Bu evrenin olumsuz çözümü ya da çözümsüzlüğü,<br />
durgunluk, sıkılma, yoksullaşma duygularıyla ve bireyin fiziksel<br />
ve psikolojik gerileyişiyle aşırı uğraşmasıyla kendini gösterir.<br />
- Bütünleşmeye karşı umutsuzluk. Bu evre, gittikçe artan bir<br />
biçimde yaşamın sınırlı olduğu ve ölüme yakınlaşıldığı duygusuyla<br />
yaşanır. Bu oluşum çoğu zaman emekliye ayrılma ya da bir sağlık bozukluğuyla<br />
hızlanır. Bu evrenin en önemli görevi, bireyin kendi yaşamını<br />
ve elde ettiklerini değerlendirerek yaşamının tarih içinde anlamlı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bir serüven olduğu sonucuna ulaşmasıdır. Önceki evrelerdeki başarılar<br />
ve elde edilenler bu bunalımın atlatılmasında önemli bir rol oynarlar.<br />
Bu evrenin olumsuz çözümü ise umutsuzluk, çaresizlik duygularıdır.<br />
Bu, varoluşçu anlamda tam bir anlamsızlık duygusudur, bütün yaşamının<br />
boşa gitmiş olduğu ya da başka türlü yaşanmış olması gerektiği duygusudur.<br />
Erikson'un kuramında son iki evre yaşam döngüsünün orta ve ileri<br />
yıllarnı içermektedir. Robert Peck, orta ve ileri yaşların önemli<br />
dönüm noktalarını daha kesin olarak belirleyebilmek için yeni bir<br />
düzenleme gerçekleştirmiştir.<br />
Orta yaştaki sorunlar:<br />
- Akla karşı fiziksel güce değer verme. Kırk yaş dolaylarında<br />
bir dönüm noktası yer almaktadır. Fiziksel güçlerine sıkı sıkıya sarılan<br />
ve bu güçler azaldıkça çöküntüye uğrayan bireyler ile zihinsel güçlerini<br />
öne alarak daha başarıyla yaşlanan bireyler söz konusudur.<br />
- İnsan ilişkilerinde toplumsallaşmaya karşı cinselleşme.<br />
Erkek ve kadınlar bu evrede cinselliğin gittikçe daha az yoğunluk taşıdığı<br />
arkadaşlar olarak kendilerini yeniden düzenleyebilirlerse, kişilerarası<br />
ilişkiler daha bir derinlik ve anlayış kazanmakta ve evliliğe yeni<br />
bir boyut katmaktadır.<br />
- Duygusal esnekliğe karşı duygusal yoksullaşma. Bu evrede
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
duygusal alanda bir açıklık öngörülmektedir. Bu, anababanın ölmesi,<br />
eski dost çevresinin dağılması, çocukların evden ayrılması ile bireylerin<br />
daha önce hiç yaşamadıkları çeşitli insan çevrelerine uzanmalarına<br />
olanak sağlar. Yetişkinler çocuklarının aileleriyle yine duygusal bağlar<br />
oluşturabilirler.<br />
- Zihinsel esnekliğe karşı zihinsel katılık. Bu evrede bireyin<br />
yeni deneyim ve yorumlara açık olabilmesi ya da geçmiş yaşantıların<br />
bireyi güncel sorunlara farklı yanıtlar bulmaktan alıkoyması söz konusudur.<br />
<strong>Yaşlılık</strong>taki sorunlar:<br />
- Ego ayrışmasına karşı iş rolünün ağırlık kazanması. Buradaki<br />
görev değişik etkinlikler edinebilmektir. Bu etkinlikler, işin yitirilmesi<br />
(emeklilik) ya da alışılmış rollerin yitirilmesi (çocukların evden<br />
ayrılması) durumlarında insanı doyum duygusuna ulaştırabilirler.<br />
- Bedenin aşılmasına karşı bedene aşırı ilgi. Hemen bütün<br />
yaşlı insanlar hastalıktan, artan ağrılardan ve çeşitli rahatsızlıklardan<br />
geçerler. Buna karşın bazıları insan ilişkileri ve yaratıcı etkinlikleriyle<br />
yaşamdan tat almayı sürdürerek yaşlanan bedenlerini aşmayı başarırlar.<br />
- Ego aşkınlığına karşı egoya aşırı ilgi. Çocuklarla, kültüre<br />
yaptıkları katkıyla ve dostluklarıyla insanlar kendi davranışlarının<br />
önemini yaşamlarından sonraya da uzatabilirler. Ölüm kaçınılmazdır<br />
ve bu gerçek bütün ağırlığıyla ilk kez ancak yaşlılıkta algılanabilir;
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ama insan yine de ailesinin ve insan tümünün gelecek kuşaklarında,<br />
ürettiği kendi fikirlerinde yaşamına doyurucu bir anlam katabilir.<br />
Yetişkin gelişimi konusunda yukarıda özetlenen kuramlar, insan<br />
yaşam döngüsünün sırasal ilerleyişini anlamada yararlı olabilecek ana<br />
çizgileri vermektedir. Ancak bu kuramlar, yalnızca çok "genel" olmakla<br />
kalmayıp, aynı zamanda çok "idealist"tirler. Çünkü bu kuramlar<br />
"doyumlu bir gelişim"den ve "başarılı bir yaşlanma"dan söz etmekte,<br />
ancak tarihsel, toplumsal, kültürel, ekonomik farklılıkların olası<br />
etkilerini hesaba katmamaktadırlar. Gerçi toplumsal sınıf, etnik<br />
özellik, erkek-kadın farklılığı gibi etkenlerin yetişkinlik gelişimindeki<br />
etkilerini araştıran çalışmalar yapılmaktadır, ama bunların sonuçları<br />
henüz elde değildir, dolayısıyla bu spekülatif kuramların bütün koşullarda<br />
bütün insanları kapsadığı savından sakınmak gerekmektedir<br />
(D.C. Kimmel, 1974). Nitekim, yetişkin gelişimini boylamsal yaklaşımla<br />
ele alan araştırmacılar, Erikson'un çizdiği kişilik tablosunun<br />
yalnızca bireyciliğin egemen olduğu ve bireysel rollerin toplum tarafından<br />
sıkıca denetlenmediği kültürlerde geçerli olduğunu düşünmektedirler.<br />
Öte yandan, gelişimin her evresinde karşılaşılan gelişim<br />
görevleri de cinsler arasında farklılık göstermektedir (farklı toplumsallaşma<br />
yaşantısı nedeniyle). Dolayısıyla, günümüzde artık bütün toplumlara<br />
ve bütün insanlara aynı anda uygulanabilecek evrensel kuramlardan<br />
söz etmeye olanak yoktur.<br />
d. Levinson'un yaşam yapısı kuramı:
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Daniel J. Levinson, yetişkin gelişiminin incelenmesinin henüz<br />
çok yeni olduğunu belirtmektedir. Yaklaşık 1950'lerden beri konuyla<br />
ilgilenilmekle birlikte, genel bir yetişkin gelişimi kuramı oluşturmakta<br />
çok az yol alınmıştır. Bu süre içinde psikolojinin birçok alanında bir<br />
yetişkin gelişimi yaklaşımına gereksinme duyulduğu gitgide daha fazla<br />
farkedilmiştir. Levinson'a göre yetişkin gelişimi, bir disiplin olarak<br />
psikoloji için anlamlı bir sorundur ve psikolojiyle sosyoloji, biyoloji,<br />
tarih gibi diğer disiplinler arasında önemli bir bağlantı halkasıdır.<br />
İlk çalışmalarından yaklaşık on beş yıl sonra yeni bulgularını yayınlayan<br />
Levinson'un yetişkin gelişimi kuramı şu ögeleri içermektedir:<br />
a) Yetişkin gelişimi alanına temel bir çerçeve sağlayan "yaşam<br />
akışı" ve "yaşam döngüsü" kavramları; b) Kişiliğin ve dış dünyanın<br />
birçok yönünü içeren, ama bunların hiçbiriyle aynı olmayan ve kendi<br />
farklı yolunda gelişen "bireysel yaşam yapısı" kavramı; c) Bireysel<br />
yaşam yapısının ilk ve orta yetişkinlikteki gelişimini dile getiren bir<br />
"yetişkin gelişimi" anlayışı. Yaşam yapısı gelişimi kişilik gelişiminden,<br />
toplumsal rollerden farklıdır ve onlarla karıştırılmamalıdır. Aşağıda<br />
bu kavramlar Levinson'un kendi anlatımıyla birer birer açıklanmaktadır.<br />
Yaşam akışı (life course). Yaşam akışı yüksek düzeyde bir soyutlama<br />
olmayıp betimsel bir terimdir ve bir yaşamın başlangıçtan sona<br />
gelişimi içindeki somut özelliğine dayanır. Terimin içindeki her iki<br />
sözcüğü de dikkatle kullanmak gerekir. "Akış" sözcüğü sırayı, geçici<br />
dalgayı, yaşamın yıllar boyunca açılımını inceleme gereksinmesini
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
belirtmektedir. Bir yaşamın akıcılığının incelenmesi, kararlılığı ve<br />
değişimi, sürekliliği ve süreksizliği, düzenli ilerlemeyi ve kaotik<br />
dalgalanmayı dikkate almayı gerektirmektedir. Yalnızca belirli bir an<br />
üzerinde odaklanmak ya da üç dört anı birbirinden kopuk olarak incelemek<br />
yeterli değildir. Yaşamı ilerleyişi içinde incelemek ve geçici sıralar yaşam<br />
boyunca ayrıntısıyla izlemek gerekmektedir. "Yaşam" sözcüğü de<br />
çok önemlidir. Yaşam akışı konusundaki bir araştırma yaşamın bütün<br />
yönlerini içermelidir: İç dilekler ve fantaziler, aşk ilişkileri, aileye,<br />
işe, diğer toplumsal sistemlere katılım, beden değişimleri, iyi ve kötü<br />
zamanlar, yaşamda anlamı olan her şey. Yaşam akışının incelenmesinde,<br />
önce yaşama belirli bir zamandaki bütün karmaşıklığıyla bakmak,<br />
bütün ögelerini ve bunların bütüne etkilerini içermek zorunludur. İkinci<br />
olarak bu bütünün zaman içindeki evrimini belirlemek gerekmektedir.<br />
Yaşam akışının incelenmesi, insan bilimlerinin her biri, kişilik,<br />
toplumsal rol ya da biyolojik işleyiş gibi yaşamın bir yönünü ele aldığı,<br />
diğerlerini ihmal ettiği için güç olmaktadır. Her disiplin yaşam<br />
akışını çocukluk ya da yaşlılık gibi ayrı parçalara bölmektedir. Böylece<br />
araştırmalar aralarındaki etkileşimi pek dikkate almadan, biyolojik<br />
yaşlanma, ahlak gelişimi, meslek gelişimi, yetişkin toplumsallaşması,<br />
kültürlenme, yitirme ya da strese uyum sağlama gibi çeşitli kuramsal<br />
açılardan yapılmaktadır. Değişik kuramsal yaklaşımların birbirinden<br />
yalıtılmış birimler değil, tek bir alanın değişik yönleri olduğu görüşü<br />
yeni yeni kazanılmaktadır. Levinson'a göre, bireysel yaşam akışının<br />
araştırılması insan bilimlerinde çeşitli disiplinleri birleştiren yeni bir<br />
çok-disiplinli alan olarak yakın gelecekte ortaya çıkacaktır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşam döngüsü (life cycle). Yaşam döngüsü düşüncesi yaşam<br />
akışı düşüncesinin ötesine gitmektedir. "Döngü" imgesi insanın yaşam<br />
akışında alttan alta bir düzenin var olduğunu telkin etmektedir; her<br />
bireysel yaşam biricik olmakla birlikte, herkes aynı temel sıra içinde<br />
yaşar. Yaşam akışı basit, sürekli bir süreç değildir; niteliksel açıdan<br />
farklı evreleri ya da mevsimleri vardır. Yıl içinde (örneğin bahar yaşam<br />
döngüsünün çiçeklenme mevsimidir) ya da gün içinde (örneğin<br />
gündoğumu, öğle vakti, alaca karanlık, karanlık gibi) mevsimler vardır.<br />
Aşkta, savaşta, politikada, sanatsal yaratışta ve hastalıkta da mevsimler<br />
vardır.<br />
Yaşam döngüsü imgesi yaşam akışının belirli bir sıra içinde<br />
geliştiğini düşündürmektedir. Bir mevsim toplam döngünün büyük bir<br />
parçasıdır; bütünün parçası olsa da her mevsimin kendi zamanı vardır,<br />
hiçbiri diğerinden daha iyi ya da önemli değildir, her birinin kendi gerekli<br />
yeri ve bütüne özel katkısı vardır.<br />
Yaşam döngüsünde önemli mevsimlerin neler olduğu konusunda<br />
ne popüler kültür ne de insan bilimleri açık bir yanıt getirebilmiştir.<br />
Modern dünya bir bütün olarak ve evreleriyle kurulu bir yaşam döngüsü<br />
anlayışına -bilimsel, dinsel, felsefi ya da edebi- sahip değildir.<br />
Yaşam döngüsünün çeşitli büyük parçalarını belirten standart bir dil<br />
de yoktur. Egemen görüş yaşam döngüsünü üç bölüme ayırmaktadır:<br />
a) Çocukluğu ve ergenliği içeren yaklaşık 20 yıllık ilk bölüm (yetişkinlik<br />
öncesi); b) 65 yaşında başlayan sonuncu bölüm (yaşlılık); c) bu
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bölümler arasında yer alan, yetişkinlik olarak bilinen biçimlenmemiş<br />
zaman.<br />
Bir yüzyıldan beri insan gelişiminde en önemli araştırma alanını<br />
oluşturan yetişkinlik öncesi yıllar çok iyi bilinmektedir. Kabul edilen<br />
görüşe göre ilk yirmi yıl içinde bütün insanlar aynı dönemleri izlerler:<br />
Doğum öncesi, bebeklik, ilk çocukluk, orta çocukluk, önergenlik ve<br />
ergenlik. Her ne kadar bütün çocuklar ortak gelişim dönemlerinden<br />
geçiyorlarsa da, biyolojik, psikolojik ve toplumsal koşullardaki<br />
farklılıkların sonucu olarak tamamen farklı yönlerde büyürler. Somut biçimi<br />
içinde her bireysel yaşam akışı tektir. <strong>Yetişkinlik</strong> öncesi gelişimin<br />
incelenmesi evrensel düzeni belirlemeyi ve her insanın yaşamını gitgide<br />
bireyselleştiren süreci yöneten genel gelişim ilkelerini saptamayı<br />
amaçlar.<br />
Çocuk gelişimi araştırmalarının Freud ve Piaget gibi önemli adları<br />
gelişimin ergenliğin sonunda büyük ölçüde tamamlandığını ileri<br />
sürerler; bu sayıltıya dayanarak yetişkin gelişimiyle ya da bir bütün<br />
olarak yaşam döngüsüyle ilgilenmezler. 1950'lerden başlayarak gerontoloji<br />
konuyla ilgilenmiş, ama bir yaşam döngüsü anlayışı geliştirecek<br />
kadar ileri gitmemiştir. Belki bunun bir nedeni yetişkinlik yıllarını<br />
incelemeden çocukluktan yaşlılığa atlamasıdır. Levinson'a göre yetişkinlik<br />
konusunda daha fazla şey öğrendiğimizde şimdiki yaşlılık anlayışı<br />
da değişecektir. Günümüzde yaşam döngüsünün bir mevsimi<br />
(ya da mevsimleri olarak) yetişkinlik konusunda çok az kuram ya da
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
araştırma var. Ergenlikten sonraki yaş düzeylerini betimleyen popüler<br />
bir dil yok. "Gençlik", "olgunluk", "orta yaş" gibi sözcüklerin anlamı<br />
çok belirsiz. Dildeki bu belirsizlik, yetişkinliğin kültürel bir tanımının<br />
olmamasından ve insan yaşamının bunun içinde nasıl geliştiğinin<br />
bilinmemesinden doğmaktadır. İnsan bilimlerinde de yetişkinliğin doğası<br />
konusunda uygun bir anlayışa sahip değiliz.<br />
Levinson, yaşam döngüsü kuramının kendi araştırmasından ve<br />
Erikson, Jung, Neugarten, Ortega y Gasset gibi yazarların görüşlerinden<br />
doğduğunu açıklamaktadır. Yaşam döngüsünü bir çağlar sıralaması<br />
olarak kabul eden Levinson'a göre her çağın kendi biyo-psikososyal<br />
niteliği vardır ve her biri bütüne farklı katkılarda bulunur. Bir<br />
çağdan diğerine yaşamımızda önemli değişimler olur. Çağlar birbiriyle<br />
kısmen çakışır, yeni bir çağ bir önceki çağ sonlara yaklaşırken<br />
başlar. Genellikle beş yıl süren geçiş çağı önceki çağı bitirir ve sonrakini<br />
başlatır. Çağlar ve geçiş dönemleri, her insanın yaşamının altındaki<br />
düzeni sağlayan ve bireysel yaşam akışındaki ince farklılıklara<br />
izin veren yaşam döngüsünün makro yapısına biçim verir.<br />
Her çağ ve gelişim dönemi iyi tanımlanmış bir ortalama yaşta<br />
başlar ve biter. Birinci çağ olan <strong>Yetişkinlik</strong> Öncesi, döllenme ile aşağı<br />
yukarı 22 yaş arasında yer alır. Bu "oluşum yılları" sırasında birey<br />
yüksek ölçüde bağımlı, farklılaşmamış bebeklikten yola çıkıp, çocukluktan<br />
ve ergenlikten geçerek, yetişkin yaşamının daha bağımsız ve<br />
sorumlu başlangıcına doğru büyür. Bu, en hızlı biyo-psikososyal büyümenin<br />
olduğu çağdır. Yaşamın ilk birkaç yılı çocukluğa geçişi sağlar,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bu zaman içinde yenidoğan biyolojik ve psikolojik açıdan anneden<br />
ayrılır ve 'ben' ile 'ben-olmayan' arasındaki ilk ayırımı gerçekleştirir,<br />
bu da sürekli bireyleşme sürecinde ilk adımdır.<br />
Yaklaşık 17-22 yaşları insanın İlk Yetişkinliğe Geçiş dönemini<br />
oluşturur, bu gelişim döneminde önyetişkinlik sona erer ve ilk yetişkinlik<br />
çağının temelleri atılır. Dolayısıyla bu dönem her iki çağın da<br />
parçasıdır, ama tam olarak ikisinin de parçası değildir. Bireyleşmede<br />
yeni bir aşama aileyle ilişkilerin değişmesi ve önyetişkinlik dünyasının<br />
diğer ögeleri olarak kazanılır ve yetişkine yetişkinler dünyasında<br />
bir yer oluşturmaya başlar. Çocuğu merkez alan bakış açısından gelişimin<br />
büyük ölçüde tamamlandığı ve çocuğun bir yetişkin olarak olgunluk<br />
kazandığı söylenebilir. Gelişim (çocuk) psikolojisi geleneksel<br />
olarak bu görüşü benimsemiştir: Levinson'un yaşam döngüsünü bir<br />
bütün olarak alan bakış açısı ise ilk çağın gelişimsel kazanımlarının<br />
yalnızca bir temel, bir sonraki çağı başlatan bir hareket noktası sağladığını<br />
kabul etmektedir. İlk Yetişkinliğe Geçiş hem önyetişkinliğin<br />
tam olgunluğunu, hem de yeni bir çağın bebekliğini temsil eder.<br />
İkinci çağ olan İlk <strong>Yetişkinlik</strong> yaklaşık 17-45 yaşlar arasında yer<br />
alır ve İlk Yetişkinliğe Geçiş'le başlar. Bu, en büyük enerji ve bolluğun,<br />
en büyük çelişki ve stresin yetişkin çağıdır. Biyolojik açıdan 20'li<br />
ve 30'lu yaşlar yaşam döngüsünün doruk yıllarıdır. Toplumsal ve psikolojik<br />
açıdan ilk yetişkinlik güçlü dileklerin biçimlendirilmesi ve izlenmesi,<br />
toplumda uygun bir yer kazanılması, bir aile kurulması ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
çağın sonunda yetişkin dünyasında daha saygın bir konuma ulaşılması<br />
mevsimidir. Bu çağ, aşk, cinsellik, aile yaşamı, mesleki ilerleme,<br />
yaratıcılık ve yaşamın büyük hedeflerinin gerçekleştirilmesi konusunda<br />
zengin bir doyum zamanı olabilir. Buna karşılık, ezici stresler de burada<br />
yer alabilir. İlk yetişkinlik bizim kendi tutkularımızın ve isteklerimizin<br />
darbesini en çok yediğimiz çağdır. Uygun koşullar altında bu<br />
çağda yaşamanın ödülleri de çok büyüktür, ama bedel çoğu zaman yarara<br />
denktir, hatta onu aşar.<br />
Yaklaşık 40-45 yaşlar arasında yer alan Orta Yaş Geçişi ilk yetişkinliği<br />
sona erdirir ve orta yetişkinliği başlatır. Bu iki çağ arasındaki<br />
ayırım ve onları ayıran ve birleştiren gelişim dönemi olarak Orta<br />
Yaş Geçişi kavramı bu şemanın en tartışmalı konuları arasındadır. Bununla<br />
birlikte, araştırmalar yaşamın niteliğinin ilk ve orta yetişkinlik<br />
arasında farkedilir derecede değiştiğini göstermektedir. Benzer gözlemler<br />
Jung'un, Erikson'un, Ortega'nın çalışmalarında da yer almaktadır.<br />
Değişim süreci Orta Yaş Geçişi'nde başlamakta ve çağ boyunca<br />
sürmektedir. Bu geçişin gelişim görevlerinden biri bireyleşmede yeni<br />
bir aşamaya başlamaktır. Bu olgu bizi daha sevecen, daha düşünceli<br />
ve tedbirli, iç çatışmalardan ve dış istemlerden daha az etkilenmiş,<br />
kendimizi ve başkalarını daha içtenlikle seven biri yapabilir. Bu olmaksızın<br />
yaşamımız saçma ve tatsız olur.<br />
Üçüncü çağ olan Orta <strong>Yetişkinlik</strong> yaklaşık 40-65 yaşlar arasında<br />
yer alır. Bu çağ boyunca biyolojik kapasitelerimiz ilk yetişkinlikten<br />
daha aşağıdır, ama normalde enerjik, kişisel olarak doyum verici ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
toplumsal olarak değerli bir yaşam için hala yeterlidir. Biz yalnız<br />
kendimizin ve başkalarının işinden sorumlu değiliz, aynı zamanda yakında<br />
egemen kuşağa katılacak olan şimdiki genç yetişkinler kuşağının<br />
gelişiminden de sorumluyuz.<br />
Bir sonraki çağ olan Son <strong>Yetişkinlik</strong> yaklaşık 60 yaşında başlar.<br />
60-65 yaşlar arasında yer alan Son <strong>Yetişkinlik</strong> Geçişi orta ve son<br />
yetişkinliği birleştirir ve her ikisinin de parçasıdır. Levinson son<br />
yetişkinlikle ilgili görüşlerini daha önceki kitabında (1978) tartışmıştı.<br />
Yaşam yapısı (life structure). Levinson öncelikle bir kişinin özel<br />
bir zamandaki yaşamının doğasıyla ve bu yaşamın yıllar içindeki akışıyla<br />
ilgilendiğini belirtmektedir. Araştırmalarının anahtar kavramı<br />
olan "yaşam yapısı" kavramı, bir kişinin belirli bir zamandaki yaşamının<br />
temelini oluşturan örüntüyü dile getirir. Levinson bu kavramın<br />
kendi yetişkin gelişimi anlayışının temel direği olduğunu söylemektedir.<br />
Ona göre yetişkin gelişimindeki dönemler yaşam yapısının<br />
evrimindeki dönemlerdir. Yaşam yapısı teriminin anlamı kişilik<br />
terimiyle karşılaştırılarak anlaşılabilir. Bir kişilik yapısı kuramı somut<br />
bir "Ben ne tür bir kişiyim?" sorusuna verilen yanıtı kavramlaştırma<br />
yoludur. Çeşitli kuramlar bu soruyu, örneğin özellikler, beceriler, dilekler,<br />
çatışmalar, savunmalar ya da değerler doğrultusunda düşünme<br />
ve birini ya da diğerlerini belirleme yollarını sunarlar. Bir yaşam<br />
yapısı kuramı ise daha fazla bir soru olan "Şu anda yaşamım neye benziyor?"<br />
sorusuna verilen yanıtı kavramlaştırma yoludur. Bu soruyu
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
düşünmeye başladığımızda başka pek çok soru da aklımıza gelir:<br />
Yaşamımın en önemli bölümleri hangileridir ve aralarındaki ilişki<br />
nasıldır? Zamanımın ve enerjimin çoğunu nereye harcıyorum? Daha<br />
doyumlu ya da anlamlı kılmak istediğim ilişkiler (eş, aşk, aile, meslek,<br />
din, boş zaman vb.) var mıdır? Yaşamıma katmak istediğim şeyler var<br />
mı? Yaşamımda şu andaki yeri küçük olan, ama daha fazla yer tutmasını<br />
istediğim ilgiler, ilişkiler var mı? Bu soruları düşünürken dış<br />
dünyanın bizim için en anlamlı olan yönlerini farketmeye başlar, bunların<br />
her biriyle ilişkimizi belirler ve çeşitli ilişkilerin müdahalesini<br />
değerlendiririz. Kendi ilişkilerimizin bir tek örüntü ya da yapıyla<br />
eksik biçimde bütünleştiğini görürüz.<br />
Yaşam yapısının birincil ögeleri kişinin dış dünyada başkalarıyla<br />
"ilişkiler"idir. Başkası bir kişi, bir grup, kurum ya da kültür, özel<br />
bir nesne ya da yer olabilir. Anlamlı bir ilişki, bir benlik yatırımı<br />
(istekler, değerler, bağlanma, enerji, beceri), diğer kişinin ya da varlığın<br />
karşılıklı yatırımını, ilişkiyi içeren, biçimlendiren ve onun bir parçası<br />
olan bir ya da daha fazla toplumsal bağlamı içine alır. Her ilişki zaman<br />
içinde hem istikrar, hem değişim gösterir ve yaşam yapısının<br />
kendisinin değişmesi nedeniyle kişinin yaşamında değişik işlevleri<br />
vardır.<br />
Bir bireyin pek çok değişik "başkası" ile anlamlı ilişkileri olabilir.<br />
Anlamlı bir başkası bireyin gündelik yaşamındaki güncel bir kişi<br />
olabilir. Dostlar, sevgililer, eşler arasındaki, ana baba ve onların değişik<br />
yaşlardaki çocukları arasındaki, amirler ve astlar, öğretmenler ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
öğrenciler arasındaki kişilerarası ilişkileri incelememiz gerekmektedir.<br />
Anlamlı başkası geçmişten biri ya da dinden, mitostan, düş ürünlerinden<br />
ya da özel düşlemden alınmış simgesel ya da imgesel bir kişi olabilir.<br />
Bir grup, kurum ya da toplumsal hareket gibi bir kollektif varlık<br />
da başkası olabilir: Bir bütün olarak doğa ya da okyanus, dağlar, yabanıl<br />
yaşam, genel olarak vadiler ya da özel olarak Moby Dick (ünlü<br />
balina) gibi bir doğa parçası; bir çiftlik, bir kent, bir ülke, "kişinin<br />
kendi odası" ya da bir kitap ya da tablo gibi bir nesne ya da yer.<br />
Yaşam yapısı kavramı, bir yetişkinin bütün anlamlı başkalarıyla<br />
ilişkilerinin doğasını ve örüntüleşmesini ve bu ilişkilerin yıllar boyunca<br />
gösterdiği evrimi incelememizi gerektirir. Bu ilişkiler yaşamımızın<br />
örüldüğü kumaşı oluşturur, yaşam akışına biçim verirler, onlar aracılığıyla<br />
çevremizdeki dünyaya -iyi ya da kötü biçimde- katılırız. Bir<br />
yaşam yapısı herhangi bir zamanda birçok ve çeşitli ögeler içerebilir.<br />
Ama sadece bir ya da iki -nadiren üç- ögenin bu yapıda merkezi bir<br />
yer tuttuğu görülmektedir. Çoğu zaman evlilik -aile ve meslek bir kişinin<br />
yaşamının merkezi ögeleridir- Merkezi ögeler benlik için en anlamlı<br />
ve yaşam akışmı geliştiren ögelerdir; bireyin zamanını ve enerjisini<br />
en çok bunlar alır ve diğer ögelerin niteliğini güçlü bir biçimde etkilerler.<br />
Yan ögelerin değiştirilmesi ya da bırakılması kolaydır, bunlara<br />
benliğin yatırımı çok azdır ve kişinin yaşamına az bir etkiyle<br />
değiştirilmeleri olanaklıdır.<br />
İlk ve orta yetişkinlikte gelişim dönemleri. Levinson erkeklerin ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kadınların yaşamındaki yaşam yapısının evrimini izlerken temel bir<br />
değişmez örüntü bulduğunu belirtmektedir: Yaşam yapısı yetişkinlik<br />
yılları boyunca yaşa bağlı dönemlerle görece düzenli bir sıra içinde<br />
gelişmektedir. Şaşırtıcı olan, böyle bir düzenliliğin yetişkin gelişiminde<br />
ortaya çıkması, ego gelişiminde, ahlak gelişiminde, meslek gelişiminde<br />
ve yaşamın diğer özel yönlerinde var olmamasıdır.<br />
Sıra, bir yapı-kurma ve yapı-değiştirme dizisinden ibarettir. Yapı<br />
kurma (structure-building) döneminde ilk görevimiz bir yaşam yapısı<br />
oluşturmak ve yaşamımızı onun içine koymaktır. Bazı temel seçimleri<br />
yapmak, onların çevresinde bir yapı oluşturmak, değerlerimizi ve<br />
amaçlarımızı bu yapının dışında izlemektir. Bir yapı kurmayı başardığımızda<br />
yaşamın mutlaka rahat olması gerekmez. Bir yapı kurma<br />
görevi çoğu zaman çok zahmetlidir ve umduğumuz kadar doyurucu<br />
olmadığını görebiliriz. Yapı-kurma dönemi genellikle 5-7, en fazla 10<br />
yıl sürer.<br />
Bir geçiş dönemi varolan yaşam yapısını sona erdirir ve bir yenisi<br />
için olanak yaratır. Her geçiş döneminin birincil görevleri, varolan<br />
yapıyı yeniden değerlendirmek, benlikte ve dünyada değişim olanaklarını<br />
araştırmak ve sonraki dönemdeki yeni bir yaşam yapısına temel<br />
oluşturacak önemli seçimleri yapmaya yönelmektir. Geçiş dönemleri<br />
genellikle beş yıl sürer. <strong>Yetişkinlik</strong> yaşamımızın yaklaşık yarısı gelişimsel<br />
geçişlere harcanır. Hiçbir yaşam yapısı sürekli değildir, periyodik<br />
değişim varoluşumuzun doğasında vardır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bir geçiş döneminin sonlarında kişi önemli seçimler yapmaya,<br />
onlara anlam vermeye ve onların çevresinde bir yaşam yapısı kurmaya<br />
başlar. Bu seçimler bir anlamda geçişin en önemli ürünüdür. Geçişin<br />
bütün çabaları -işi ve evliliği iyileştirme, seçenek yaşam biçimlerini<br />
keşfetme, kendisiyle barışık olma çabaları- gösterildiğinde seçimler<br />
yapılmalı ve en iyisine yer verilmelidir. Kişi sonraki aşamaya geçmesine<br />
aracı olacak bir yaşam yapısını yaratmaya başlamalıdır.<br />
Levinson'un ilk ve orta yetişkinlikteki gelişim dönemleri (Tablo<br />
9) aşağıda sıralanmıştır; her dönem belirli ortalama yaşlarda başlayıp<br />
bitmekte, ortalamanın altında ve üstünde en fazla iki yıllık bir<br />
farklılık olmaktadır.<br />
Tablo 9<br />
Levinson'a göre ilk ve orta yetişkinlikte gelişim dönemleri<br />
ONYETİŞKİNLİK ÇAĞI: 0-22<br />
İLK YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 17-45<br />
İlk <strong>Yetişkinlik</strong> Geçişi: 17-22<br />
ORTA YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 40-65
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İlk yetişkinlik için yaşam yapısına giriş: 22-28<br />
30 yaş geçişi: 28-33<br />
İlk yetişkinliğin yaşam yapısını sonuçlandırma: 33-40<br />
Orta Yaş Geçişi: 40-45<br />
GEÇ YETİŞKİNLİK ÇAĞI: 60-?<br />
Orta yetişkinlik için yaşam yapısına giriş: 45-50<br />
50 yaş geçişi: 50-55<br />
Orta yetişkinkinliğin yaşam yapısını sonuçlandırma: 55-60<br />
İleri Yaş Geçişi: 60-65<br />
Kaynak: D.J. Levinson. 1986.<br />
1. İlk Yetişkinliğe Geçiş: 17-22 yaşlar arasında yer alır, yetişkinlik<br />
öncesi ile ilk yetişkinlik arasında gelişimsel bir köprü görevi görür.<br />
2. İlk <strong>Yetişkinlik</strong> İçin Yaşam Yapısı Girişi: 22-28 yaşlar arasında<br />
yer alır, yetişkin yaşamının ilk biçimini oluşturma ve sürdürme dönemidir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
3. 30 Yaş Geçişi: 28-33 yaşlar arasındadır. Giriş yapısını yeniden<br />
değerlendirme, değiştirme ve sonraki yaşam yapısına temel yaratma<br />
olanağı sağlar.<br />
4. İlk Yetişkinliğin Yaşam Yapısını Sonuçlandırma: 33-40 yaşlar.<br />
İlk yetişkinlik çağını tamamlama ve gençlik dileklerimizi gerçekleştirme<br />
aracıdır.<br />
5. Orta Yaş Geçişi: 40-45 yaşlar. Hem ilk yetişkinliği bitirmeye,<br />
hem de orta yetişkinliği başlatmaya yarayan bir başka büyük geçiş<br />
çağıdır.<br />
6. Orta <strong>Yetişkinlik</strong> İçin Yaşam Yapısına Giriş: 45-50 yaşlar. Önceki<br />
dönemin benzeridir, yeni bir çağdaki yaşama ilk temellerini sağlar.<br />
7. 50 Yaş Geçişi: 50-55 yaşlar. Yaşam yapısına girişi değiştirmek<br />
ve belki iyileştirmek için bir orta yaş olanağı sunar.<br />
8. Orta Yaşın Yaşam Yapısını Sonuçlandırma. 55-60 yaşlar. Orta<br />
yetişkinlik çağını sona erdirmemizin çerçevesini oluşturur.<br />
9. Son <strong>Yetişkinlik</strong> Geçişi. 60-65 yaşlar. Orta ve son yetişkinlik<br />
arasında yer alarak iki dönemi ayıran ve bağlayan sınır dönemidir.<br />
İlk yetişkinliğin yaklaşık 17-33 yaşlar arasında yer alan baştaki
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
üç dönemi bu çağın 'acemilik evresi'ni oluşturur. Bu dönemler, ergenliğin<br />
ötesine geçme, geçici ama zorunlu olarak bir yaşam yapısı girişi<br />
oluşturma ve bu yapının sınırlarını öğrenme olanağını sağlar. 33-45<br />
yaşlar arasındaki son iki dönem bu çağın çabalarının getirdiği "sonuçlandırma<br />
evresi"dir. Benzer bir sıra orta yetişkinlikte de vardır. Orta<br />
yetişkinlik de 40-55 yaşlar arasında üç dönemlik bir acemilik evresiyle<br />
başlar. Orta Yaş Geçişi hem sona erme hem de başlamadır. 40 yaşlarımızın<br />
başında ilk yetişkinliğimizin olgunluğu ve orta yetişkinliğin<br />
bebekliği içindeyizdir. Her çağdaki acemilikleri, bir yaşam yapısı<br />
girişini deneme ve bunu orta çağ geçişinde sınama ve değiştirme olanağını<br />
buluncaya kadar sürdürürüz. Yalnızca yaşam yapısını sonuçlandırma<br />
döneminde ve onu izleyen geçiş çağında bu mevsimin sonucunu<br />
almaya ve sonraki basamağa geçmeye başlarız.<br />
e. Gould'un dönüşüm kuramı<br />
Roger L. Gould'un (1972-1975) yetişkinin gelişimine ilişkin kuramı<br />
bu gelişimin bir dizi dönüşümden (transformations) geçerek<br />
oluştuğunu kabul etmektedir. İnsanlar her dönüşümde benlik-kavramlarını<br />
yeniden biçimlendirir, çatışmaları yeniden çözerler. Gould'un<br />
kuramı Levinson'unkiyle aynı tarihlerde (1970'ler) kurulmuştur ve<br />
onunkiyle koşutluk gösterir (ancak Gould'un kuramı her iki cinsi de<br />
ele almaktadır); Levinson gibi Gould da yetişkinliği kararlı bir duygular<br />
ve güdüler zamanı olmaktan çok, bir değişim zamanı olarak görür.<br />
Gould'un dönüşüm kuramına göre genç yetişkinler dört evreden geçerler.<br />
Ergenliğin sonunda başlayıp 22 yaşına kadar giden birinci evrede
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
(16-22 yaşlar) insanlar anababalarının dünyasından ayrılır ve<br />
kimliklerini güçlendirirler. Özerkliğin yerleşmesiyle birlikte ikinci evreye<br />
(22-28 yaşlar) geçer ve amaçlarını gerçekleştirmeye girişirler.<br />
28-34 yaşlar arasında (Levinson'un 30 yaş geçişine benzer) bir geçiş<br />
evresinden geçer ve önceki amaçlarını, evliliklerini yeniden değerlendirmeye<br />
koyulurlar. Yaklaşık 35 yaşında hoşnutsuzlukları artar ve<br />
yaklaşan orta yaşların farkına varmaya başlarlar; yaşam şimdi onlara<br />
zor, belirsiz ve acılı gelebilir. 45 yaşına kadar süren bu istikrarsız evrede<br />
bazı bekarlar evlenebilir, bazı evliler boşanabilir, bir ev kadını<br />
çalışmaya başlayabilir, çocuksuz bir çift çocuk yapmaya karar verebilir.<br />
Bu evrede tabloya yeni bir öge katılır: Zaman kavramı. Zamanın<br />
baskısı hissedilmeye başlanır ve yaşamda yapılacak önemli değişimlerin<br />
hemen yapılması gerektiği farkedilir. Çalışma güdüsü değişir,<br />
meslek yaşamı sıkıcı gelmeye başlar. Yaşamın bu evresi, Levinson'un<br />
orta yaş geçişinde olduğu gibi, kararsız, çalkantılı, sıkıntılı bir evredir.<br />
Buna karşılık 45-50 yaşlar kararlı yıllardır. Evlilik doyumu artar, dostlar<br />
daha önemli olur, paranın önemi azalır, yaşama olumlu bakılır.<br />
Yaşama bu olumlu yaklaşım ellili yaşlarda artma eğilimi gösterir.<br />
Kuramların Değerlendirilmesi.<br />
Yetişkin gelişimine ilişkin kuramlarda önümüze en çok çıkan<br />
kavram geçiş (transition) kavramıdır. Geçişler, değişen yaşantılara<br />
tepki olarak yaşamımızı yeniden düzenlememizi ya da amaçlarımızı<br />
yeniden yapılandırmamızı içeren değişimlerdir. Evlenmek, işe girmek,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
çocuk sahibi olmak, ev satın almak gelişimsel geçişlere yol açan olaylardır.<br />
Hoffman ve arkadaşlarına (1994) göre, bu değişimlerin ne derece<br />
stres kaynağı olduğu konusu geçişlerin doğasına ilişkin en önemli<br />
kuramsal sorundur. Geçişlerin fiziksel ve psikolojik sıkıntıların yaşandığı<br />
dönemler olduğu konusunda görüş birliği yoktur. Levinson'a göre<br />
geçişler yüksek derecede stresli zamanlardır. Örneğin, onun incelediği<br />
erkek deneklerin çoğu "30 yaş geçişi" sırasında ılımlı ya da ciddi bunalımlar<br />
yaşamışlardır. Oysa, daha önce de belirtildiği gibi, Neugarten<br />
bu görüşe katılmamaktadır. Neugarten'e göre geçişler ancak önceden<br />
beklenmedikleri zaman yüksek derecede stres kaynağı olurlar. Eğer<br />
bir olay önceden bekleniyorsa ve yaşam akışının normal bir parçası<br />
olarak görülüyorsa çok az strese yol açabilir. Buna karşılık, eğer bir<br />
olay normal yaşam akışmın parçası değilse, beklenen bir olay ortaya<br />
çıkmıyorsa ya da bir olay erken ya da geç gelerek kişinin toplumsal<br />
saatiyle çatışıyorsa büyük bir strese yol açabilir ve duygusal bunalımı<br />
körükleyebilir. Örneğin, kadınlara yaşamlarındaki bunalımların sorulduğu<br />
araştırmalarda, kadınların evlenmeyi ya da çocuk doğurmayı<br />
değil, boşanmayı, trafik kazasını, iş değiştirmeyi ya da anababa ölümünü<br />
yaşam akışlarını altüst eden olaylar saydıkları görülmektedir.<br />
İki kuramcının görüşleri arasındaki fark geçişin kaynağı konusunda<br />
ortaya çıkmaktadır. Neugarten'e göre geçişin nedeni fiziksel ya da toplumsal<br />
olaylardır. Levinson'a göre ise kişinin içinde oluşan süreçlerdir;<br />
çünkü eski gelişim görevleri uygunluğunu yitirmekte, yeni görevler<br />
ortaya çıkmaktadır. Ona göre, örneğin boşanma içsel süreçlerin<br />
nedeni değil sonucudur.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Hoffman ve arkadaşlarına (1994) göre geçişlerin doğası yanında<br />
bir başka konu da, yetişkinliğin zamanı sorunudur. İlerde göreceğimiz<br />
gibi, bir kişinin ne zaman olgun sayılacağı sorusunun yanıtı kolay<br />
değildir (kronolojik yaşın iyi bir ölçüt olmadığını biliyoruz). Bütün<br />
yetişkin gelişimi kuramlarında olgunluğun bazı ögeleri ortaktır: Yakınlık<br />
kurma, sevme ve sevilme, cinsel tepki verme gibi. Yine bütün<br />
kuramlar toplumsallığı, arkadaşları olmayı, özveride bulunmayı<br />
vurgulamaktadır. Ayrıca, olgun insanlar yeteneklerini ve amaçlarını bilen,<br />
üretici bir işe ilgi duyan ve onu yapmaya yeteneği olan kişilerdir.<br />
Olgunluk sorununu incelemenin yollarından biri, yaşamın özel bir<br />
anında karşılaşılan olaylarla başarılı biçimde başa çıkma yeteneğini<br />
ele almaktır. Söz gelimi, Erikson'un kuramında erken yetişkinlikte olgunluk<br />
başkasıyla yakın ilişki kurabilme yeteneğidir. Olgunluğu incelemenin<br />
bir başka yolu da kişilerin benlik algılarına bakmaktır. Büyüdüğümüzü<br />
hissetmemizi sağlayan nedir? Araştırmalar anababa olmanın<br />
ve kendi gücüne dayanmanın en kesin olgunluk belirtisi olduğunu<br />
göstermektedir. Olgunluk durmadan değişen beklentilere ve sorumluluklara<br />
sürekli bir uyum sağlama sürecini içerir. İnsanlar evlenmeden<br />
ya da çocuk sahibi olmadan, bir işte çalışmadan da olgun olabilirler;<br />
onları olgun yapan, kim olduklarını, nereye gittiklerini, hangi amaçlar<br />
için çalıştıklarını bilmeleridir (Hoffman ve ark., 1994).<br />
:::::::::::::::::<br />
4. Yetişkin Psikolojisinin Temel Sorunları
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İlerde ayrıntılı olarak açıklanacağı gibi, yetişkin psikolojisinin<br />
ele aldığı iki temel sorun vardır. Bunlardan biri kişiliğin zaman içinde<br />
değişip değişmediği sorunu, diğeri de zekanın yaşla birlikte azalıp<br />
azalmadığı sorunudur.<br />
a. Kişilik sorunu. İnsanlar ergenlikten yetişkinliğe geçerken ergen<br />
ve yetişkin benlikleri arasında kesin bir süreksizlik yaşamazlar<br />
genellikle. Bununla birlikte benlik-kavramı (self-concept) bazı değişimler<br />
gösterebilir (benlik-kavramı, benliğe ilişkin algıların örgütlenmiş,<br />
bütünleşmiş, tutarlı örüntüsü olarak tanımlanır). Çünkü benlik<br />
kavramı içinde benliğe ilişkin şimdiki görüşler bulunduğu gibi, geleceğe<br />
ilişkin olası değerlendirmeler de vardır. Bu olası benlikler<br />
önemlidir, çünkü bunlar bir kişinin yapacağı ve yapmayacağı eylemleri<br />
etkileyerek şimdiki davranışa yol gösterirler. Öte yandan, kişinin fiziksel<br />
görünümü, yetenekleri, rolleri benlik-kavramıyla yakından ilişkilidir<br />
ve bunlar da genç yetişkinlik sırasında kişilikte hem süreklilik<br />
hem de değişim olduğunu göstermektedir. Başka bir deyişle, kişiliğin<br />
zaman içinde hem değişen hem de sabit kalan yönleri vardır.<br />
Kişiliğin sürekliliği sorunu asıl orta yetişkinlik dönemi açısından<br />
tartışılmaktadır. Orta yetişkinlik dönemine ulaşan bir birey kişiliğinin<br />
ergenlikten beri önemli ölçüde değiştiğini düşünür; buna karşılık kişilik<br />
orta yıllar boyunca oldukça sabit kalıyor görünmektedir. Araştırmalar<br />
deneklerin aynı kişilik testine 20 yaşında ve 45 yaşında aslında<br />
aynı yanıtları verdiğini, görünürdeki farklılığın bireyin gençlikteki
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
benliğine orta yaşlardaki bakışında ortaya çıktığını göstermektedir.<br />
Kişilikleri yıllar boyunca görece aynı kaldığı halde insanlar kendilerini<br />
değişmiş olarak algılamaktadırlar. Buradaki temel sorun değişimin<br />
olası olup olmadığı değil, ne kadar olduğu ve önceden kestirilip<br />
kestirilemeyeceği sorunudur. Araştırmalar kişiliğin bellibaşlı yönlerinin<br />
yetişkinlik dönemi boyunca genellikle sabit kaldığını ortaya koymaktadır.<br />
Örneğin, içtepisel ergenler içtepisel yetişkinler olmakta, utangaç<br />
ergenler yine utangaç yetişkinler olarak kalmaktadır. Bu konuda boylamsal<br />
araştırmaların kesitsel araştırmalardan daha güvenilir sonuçlar<br />
verdiği de bilinmektedir. Kişiliğin en az sabit göründüğü dönem, bireylerin<br />
meslek rollerine ve evliliğe girdiği genç yetişkinliğe geçiş<br />
dönemidir; bu geçiş tamamlandıktan sonra kişilik yine kararlılık<br />
kazanmaktadır. Bazı kişiler kişilik değişimleri gösterseler bile bunların<br />
genellikle beklenmedik (eşin erken ölümü gibi) yaşantılarla bağlantılı<br />
olduğu anlaşılmaktadır. Şu halde, kişinin yaşamı köklü bir biçimde<br />
değişmedikçe kişiliği de görece sabit kalmaktadır.<br />
Bu durumda orta yaş bunalımı yaşantısı nasıl açıklanacaktır? Bilindiği<br />
gibi, orta yaş bunalımı kavramı, orta yaşın gelişim görevleri<br />
bir kişinin içsel kaynaklarını ve toplumsal desteklerini aşma tehdidini<br />
yarattığında ortaya çıkan fiziksel ve psikolojik rahatsızlık durumunu<br />
dile getirir. Levinson'un ve Gould'un yetişkinlik kuramlarında bu durumun<br />
orta yaş geçişine eşlik ettiği kabul edilmektedir. Ayrıca popüler<br />
yayınlar da böyle bir bunalımı yaşamın kaçınılmaz bir yönü olarak<br />
sunmaktadırlar. Oysa boylamsal araştırmaların çoğu genel bir orta yaş
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bunalımının varlığını saptayabilmiş değildir. Ne orta yıllarda ne de<br />
başka bir dönemde böyle bir duygusal karışıklık zorunlu olarak yaşanmaktadır.<br />
Bazı kişilerin kırklı yaşlarında yaşadığı bunalımlar insanların<br />
otuzlarında ya da altmışlarında yaşadığı çalkantılardan daha fazla<br />
olası değildir. Üstelik orta yaşların yaşamın en doyumlu dönemi olduğunu<br />
kabul eden araştırmacılar da vardır. İlerde göreceğimiz gibi, birtakım<br />
gelişimsel olaylar (evlenme, menopoza girme, emekli olma,<br />
vb.) benlik-kavramında ve kimlikte değişimler yaratabilir, ama bunlar<br />
beklenen zamanlarda geldiğinde bunalıma yol açmazlar; ayrıca beklenmeyen<br />
değişimler bile her zaman kötü değildir.<br />
Bilindiği gibi, yaşamdaki değişimlerle başetme yollarımız benliğimizi<br />
nasıl algıladığımızı da etkilemektedir. Yetişkinlerin çoğu benlikleri<br />
hakkında orta yaşların sonlarında yetişkinliğin başlarında olduğundan<br />
daha iyi duygulara sahiptir. Araştırmalara göre yaşamdan en<br />
az doyum alan kişiler genç yetişkinler, en doyumlu kişiler de elli yaşını<br />
geçmiş yetişkinlerdir. Doyumdaki bu artışın kısmen benlik denetimindeki<br />
artışın sonucu olduğu düşünülmektedir. İnsanlar orta yaşlarda<br />
ilerledikçe sorularla başetmede ergenliktekinden ve genç yetişkinliktekinden<br />
daha olgun yollar kullanmakta, daha gerçekçi olmaktadırlar.<br />
İleri yaşlardaki duruma gelince, yetişkinlik kuramları yaşlanmanın<br />
kişilik üzerindeki etkisinin cinsler açısından farklılık gösterdiğini<br />
öne sürmektedirler. Benlik-kavramındaki cinsiyet farklılıkları yetişkinliğin<br />
ileri yıllarına doğru ilerledikçe azalmaktadır. Buna göre, erkekler<br />
ve kadınlar ergenliğin sonlarında ve yetişkinliğin başlarında tamamen
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
farklıdırlar, buna karşılık ileri yıllarda birbirlerine benzer olurlar.<br />
Yaşlı erkekler kendilerini eskisinden daha az egemen ve daha<br />
fazla işbirliğine yatkın görürler; yaşlı kadınlar ise kendilerini<br />
gençliklerindekinden daha az boyun eğici ve daha fazla atılgan, otoriter ve<br />
yetenekli bulurlar. Bu değişimin olası nedenleri ilgili bölümlerde<br />
tartışılmaktadır. Öte yandan, benlik-kavramında ve benlik saygısında<br />
sorunlar yaşandığında yaşlı erkeklerin ve kadınların tepkisi farklı<br />
olmaktadır. Örneğin, yaşlı erkekler kadınlardan daha fazla alkole yönelmekte,<br />
yaşlı kadınlar da erkeklerden daha fazla depresyona girmektedir.<br />
Stres, özellikle denetim duygusu aşındığı ya da toplumsal destek<br />
yitirildiği zaman yıkıcı olmaktadır.<br />
b. Zeka sorunu. Kişilikte olduğu gibi zeka alanında da değişim<br />
sorununu bakış açısına göre yorumlamak olanaklıdır. Zekaya testlerdeki<br />
başarı açısından bakıldığında yaşla birlikte düzenli bir düşüs<br />
görülür, buna karşılık deneyim bu tabloyu tersine çevirmektedir. İleri<br />
yaşlardaki birçok yetişkinin üretici etkinliği nicelik açısından azalmakta,<br />
ama nitelik açısından sabit kalmaktadır.<br />
Bilindiği gibi, psikometrik ölçümlerdeki puanlar yaşla birlikte<br />
azalma eğilimi göstermekte, buna karşılık yetişkinlerin edimi (performans)<br />
yüksek düzeyde kalabilmektedir. Şu halde, yalnızca ZB puanının<br />
ölçülmesi yetişkin zekasının belirlenmesinde yeterli bir yol değildir.<br />
Zekanın çeşitli görünümleri farklı yönlerde değiştiğine göre,<br />
aynı bir ZB puanının farklı yaşlarda farklı anlamlara geleceği söylenebilir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kesitsel araştırmalar, birçok yeteneğin orta yaşların başlarında<br />
en üst noktaya çıktığını, sonra ellilerin sonlarına ya da altmışların<br />
başlarına kadar süren bir platonun geldiğini, bunu yetmişlerden sonra<br />
hızlanan aşamalı bir düşüşün izlediğini göstermektedir. Ancak zekanın<br />
bütün yönlerinin aynı biçimde yaşlanmadığı puanların incelenmesinden<br />
ortaya çıkmaktadır. Örneğin, birikimli zeka'yı ölçen sözel<br />
ölçeklerin puanları altmışlı yaşların ortalarına kadar artmayı sürdürmektedir.<br />
Buna karşılık akıcı zeka puanları orta yetişkinlikte sabit kalmakta,<br />
ama yaşamın geri kalan yıllarında düşüş göstermektedir. Klasik<br />
yaşlanma örüntüsü adı verilen bu örüntünün evrensel olduğu kabul<br />
edilmektedir; yani bu örüntü cinsiyet, sosyoekonomik düzey, toplumsal<br />
sınıf, etnik köken farkı tanımaksızın geçerli görünmektedir. Öte<br />
yandan, boylamsal araştırmalar zeka bölümü puanlarındaki bölük<br />
farklıklarını ve bireysel farklılıkları göstermektedir. Hem zekanın<br />
farklı yönlerindeki değişimler, hem de farklı araştırma türlerinin ortaya<br />
koyduğu farklı bulgular ilgili bölümlerde ele alınmaktadır. Burada<br />
ele alacağımız son bir olgu sonul düşüş kavramıyla ilgilidir. Bu<br />
kavram sağlık ile zeka bölümü arasındaki bağlantıya dayanmakta ve<br />
ZB puanlarında ölümden hemen önce ortaya çıkan önemli düşüşü dile<br />
getirmektedir. Buradaki düşüş yaşa değil, ölümlülüğe bağlıdır ve açık<br />
bir biçimde bedensel bozulmanın ya da hasarın sonucudur. Bazı boylamsal<br />
araştırmalara göre bu keskin düşüş ölümden önceki beş yıl süresince<br />
ortaya çıkmaktadır, bazılarına göre de yaşamın son on ayı ile<br />
sınırlıdır (Hoffman ve ark., 1994).<br />
:::::::::::::::::
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İKİNCİ BÖLÜM<br />
GENÇ YETİŞKİNLİK<br />
:::::::::::::::::<br />
GENÇ YETİŞKİNLİK<br />
"Genç yetişkinlik" (young adulthood) dönemi, yetişkinliğe girişi<br />
temsil ettiği için insan yaşamındaki en önemli dönüm noktalarından<br />
biridir. Bu nedenle, ergenlikteki gelişim bir bakıma yetişkinliğe hazırlanma<br />
olarak görülebilir. Ancak kişi ergenlikten çıkıp hemen yetişkinliğe<br />
giriyor da değildir.<br />
<strong>Yetişkinlik</strong> döneminin evreleri ve yaş sınırları çeşitli yazarlarca<br />
farklı biçimde belirtilmiştir. Neugarten ve Moore (1968) yetişkinlikte<br />
üç dönem ayıt ederler:<br />
1) Genç yetişkinlik: 20-30 yaşlar.<br />
2) Orta yıllar ya da orta yetişkinlik: 40'lar, 50'ler ve 60'ların<br />
başları.<br />
3) <strong>Yaşlılık</strong>: 65 ve sonrası.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Genç yetişkinlik döneminin yaşları konusunda da tam bir anlaşmanın<br />
olduğu söylenemez. Örneğin Havighurst'e göre 18-35, Erikson'a<br />
göre 20-40. Bühler'e göre 25-45 yaşları arası genç yetişkinlik<br />
dönemidir. Bu farklılık, değişik sosyoekonomik sınıfların, ulusların,<br />
kültürlerin koşulları, tarihsel olaylar, kişilik farklılıkları gibi<br />
etkenlerden kaynaklanmaktadır. Bu olağan değişkenlik nedeniyle yetişkinlik<br />
evrelerini yaş olarak kesin bir biçimde göstermek çok güçtür.<br />
Bir başka güçlük de, günümüz gençliğinde görülen değişimlerden<br />
kaynaklanmaktadır. Günümüzde genç insanlar daha hızlı büyümekte,<br />
ancak gelişimlerini daha uzun zamanda tamamlamaktadırlar.<br />
Böylece, çocukluğun son günleri ile yetişkinliğin bağımsızlık dönemi<br />
arasındaki zaman süresi gittikçe uzamaktadır. Günümüzde artık lise<br />
diploması zorunluluk kazanmış, üniversite diploması ise iş bulma<br />
güvencesi olmaktan çıkmıştır; böylece gençliğin karşılaştığı sorunlar<br />
artmakta, bunları çözmede harcanan süre de uzamaktadır. Bu yüzden<br />
kimi yazarlar ergenliğin son dönemi (17-21 yaşlar) ile genç yetişkinlik<br />
arasında bir ara dönemden söz etmektedirler. Bu dönem, insanların<br />
"genç erkek", "genç kadın" olarak nitelendikleri dönemdir. Bu ara dönemde<br />
bir yandan ergenliğe göre daha kararlı özellikler gösterilmekte,<br />
ama öte yandan genç yetişkinliğin normatif özelliklerine (işe girme,<br />
evlenme, anababa olma) tam anlamıyla ulaşılmış olunmamaktadır. Bu<br />
ara dönem, örneğin yüksek öğrenimini henüz sürdürmekte olan, işe<br />
girmiş ama evlenmemiş ve askerliğini yapmakta olan vb. gençler için<br />
geçerli olabilir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bu bölümdeki açıklamalarda genç yetişkinlik bir bütün olarak ele<br />
alınacaktır. Yaş sınırlarını belirlemedeki güçlük nedeniyle, genç<br />
yetişkinlik, psikolojik olgunluk ve toplumsal bağlamlar açısından<br />
değerlendirilecektir.<br />
:::::::::::::::::<br />
İ. GENÇ YETİŞKİNLİKTE PSİKOLOJİK OLGUNLAŞMA<br />
1. Olgunluğun Tanımlanması<br />
Genellikle yetişkinlik' "olgunluk" dönemi sayılır. Kişilik kuramlarının<br />
çoğu olgunluğu, genç yetişkinlik sırasında gelişen bir olgu olarak<br />
tanımlar. Kişilik kuramları olgunluğun psikolojik nitelikleri konusunda<br />
da uzlaşırlar: Sevecenlik, cinsel duyarlılık, sevme ve sevilme<br />
yetisi, toplumsal olma yetisi, başka insanlar yetiştirebilme yetisi, vb.<br />
Ayrıca, olgun kişiler kim olduklarının, kişisel güçlerinin ne olduğunun<br />
bilincinde olan kişilerdir. Olgun kişi durağan değildir, sürekli değişim<br />
ve yeniden uyum gösterir, kendini yeniler. Olgunluk sonul bir ürün de<br />
değildir, sürekli bir oluşumun durmadan yenilenen sonucudur. Kişilik<br />
kuramcıları olgunluğu, bir tür ulaşılan plato ya da sonuncu durum olarak<br />
değil, bir oluşum süreci olarak görürler. Olgunluk bireylerin, yaşamın<br />
gereklerine ve zorunluluklarına başarılı bir biçimde uyum sağlamaları<br />
ve bunlarla esnek bir biçimde başa çıkabilmeleri için sürekli
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
değişim gösterme yeteneğidir. Olgunlaşma süreci bizimle dünya arasında<br />
hiç bitmeyecek bir uyum arayışıdır. Kuşkusuz, toplumsal beklentiler,<br />
bireyin yaşamının nesnel koşulları, yeteneklerdeki bireysel<br />
farklılıklar olgunluğa ulaşmayı etkileyecektir. Buna karşın Maslow olgunluğu,<br />
toplumun bireyin insancıl gelişimine gizil bir engel oluşturduğu<br />
yerde, "insancıl yönelimin egemenliği" olarak tanımlar. Aşağı ve<br />
yüksek düzeydeki gereksinmeler birbiriyle etkileşir, fakat bireyi<br />
olgunluğa götüren gereksinmeler yüksek düzeydeki gereksinmelerdir,<br />
yani "kendini gerçekleştirme" ve "bilimsel anlayış"tır. Kendini<br />
gerçekleştiren kişi aşağı gereksinmeleri aşmıştır; özsaygı, başkalarına<br />
bağlılık, insancıl bir kişi olarak büyümeye istekli olma özelliklerini<br />
gösterir. Rogers'ın deyişiyle, olgun kişi, kendine güvenerek ve kendi<br />
yaşantılarını kabul ederek tam bir işleyişe ulaşan kişidir, karşı karşıya<br />
olduğu gerçekliğin tüm yönlerine uyum sağlama gereksinmesini duyan<br />
kişidir. Olgun kişi kendi çevresini oluşturur ve kendisini ve başkalarını<br />
nesnel bir biçimde algılamaya yeteneklidir; bireysel bir kimlik<br />
ve bütünleşmiş bir kişilik kazanmıştır; kendi yaşam düzeyi için gerekli<br />
gelişim görevlerini başarır ve şimdiki zamanla ve gelecekle başa<br />
çıkmak için gerekli yetenek ve becerileri geliştirir.<br />
Gordon W. Allport'a (1961) göre olgun kişiliğin özellikleri şunlardır:<br />
1) Geniş bir benlik duygusuna sahip olmak, 2) Başkalarıyla<br />
hem yakın ilişkilerde hem de genel ilişkilerde sıcak bağlar kurmaya<br />
yetenekli olmak, 3) Temel bir duygusal güvenliğe sahip olmak ve kendini<br />
kabul etmek, 4) Dış gerçeklikle bağlantı içinde, atılımla algılamak,<br />
düşünmek ve eylemde bulunmak, 5) Kendini gerçekleştirmeye,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
içgörüye ve humor'a yetenekli olmak, 6) Bütünleşmiş bir yaşam felsefesiyle<br />
uyum içinde yaşamak.<br />
Olgun kişiliğin bu ögelerinin temeli olumlu bir benlik-kavramıdır.<br />
Benlik-kavramı (self-concept), zaman içinde kendimiz konusunda<br />
sahip olduğumuz görüştür. Benlik-kavramı toplumsal etkileşime<br />
dayanarak gelişir. Çünkü çevreden alınan geri bildirimlere dayanır.<br />
Benlik-kavramı benlik-imgesi'nden çok daha bağımsız ve kararlıdır.<br />
Benlik-imgesi (self-image), bizim kendimize ilişkin ve biz bir<br />
toplumsal durumdan diğerine geçtikçe değişen ve görece geçici olan<br />
zihinsel resimlerdir. Benlik-kavramının davranışlarımız üzerindeki etkisi<br />
kuşkusuz daha önemlidir.<br />
Ergenlikten genç yetişkinliğe geçerken benlik-kavramında önemli<br />
değişimler görülmez, daha çok, bir kararlılık kazanma söz konusudur.<br />
Genç yetişkin temelde ergenlikteki aynı insandır. Ancak genç yetişkinler,<br />
sorunlarla başa çıkmada daha büyük bir yetenek ve dünyayla<br />
ilişkilerde daha büyük bir kavrayış gösterirler. Bu gelişmede cinsel<br />
rollerin öğrenilmesi çok önemli bir etkendir. Erkek ve kadın davranışlarında<br />
kültürel beklentilerin etkisi çok büyüktür. Örneğin kadınlar,<br />
"uygun" kadın davranışının edilgin, duygusal, akıldışı olması gerektiğini<br />
"öğrenirler"; kendi yaşamları üzerinde erkekten daha az bir denetim<br />
iradesi geliştirirler; özellikle erkeklerle yarışmak zorunda oldukları<br />
alanlarda başarılarını beceri ve akıllarından çok "şans"a bağlarlar.<br />
Ancak günümüzde genç yetişkinler bu geleneksel kalıpyargıları
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
aşabilmektedirler.<br />
Genç yetişkinin kişiliğindeki olgunlaşmanın çeşitli yönlerini betimlemeden<br />
önce, bellibaşlı kişilik kuramlarının olgunluk modellerini<br />
topluca göstermekte yarar var. Tablo 10'daki modellerde görülen farklılıklar<br />
olgun yetişkini tanımlamada karşılaşılan temel sorunları da ortaya<br />
koymaktadır.<br />
:::::::::::::::::<br />
2. Olgunlaşma Yönleri<br />
Robert W. White (1966), yetişkinliğe geçiş yıllarında olgunlaşmada<br />
beş doğrultu saptamıştır.<br />
a) Ego kimliğinin yerleşmesi. Genç yetişkinliğin temel özellikleri<br />
genellikle ergenlikte ulaşılan zihinsel olgunluğa dayanır. Piaget'in<br />
gelişim kuramı çerçevesinde, soyut işlemler (formal operations)<br />
dönemi zihin gelişiminin en üst düzeyidir. Soyut işlemlerle ergen ilk<br />
kez soyut düzeyde düşünebilir, varsayımlar kurabilir, akıl yürütebilir.<br />
Bu yetenek aracılığıyla kendisinin kim olduğunu ve evren içindeki yerini<br />
belirleyebilir. Böylece, insan olarak, toplumun bir üyesi olarak,<br />
evrenin bir yaratığı olarak bütünleşmiş bir benlik duygusuna ulaşabilir.<br />
Kendisini soyut olarak "bir başkasının bakış açısından" (G. H.<br />
Mead) görebilir. Cinsel, toplumsal, siyasal ve ahlaki açıdan kim olduğuna<br />
ilişkin duygusunu, belirtileri "süreklilik", "bütünlük" ve "bütünleşme"
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
(Erikson) olan soyut bir kimlik duygusu içinde bütünleştirmeye<br />
yetenekli olmaya başlar. Ergenin zihin gelişimi kimlik sorununu<br />
çözebilecek karmaşıklığa ulaşmıştır. Ancak zihinsel olarak bu<br />
düzeye ulaşmış olmak bu sorunların tümünü çözmüş olmak anlamına<br />
gelmez. Bu sorunlar psikolojik ve toplumsal niteliktedir ve büyük ölçüde<br />
kültür tarafından belirlenirler. Ergen genç yetişkinliğe yaklaştıkça<br />
bu sorunların çözümlerini keşfeder. Genç yetişkinlikte kimliğe<br />
ilişkin en önemli sonuç, birey ile toplumsal sistem arasında kurulan<br />
ilişkidir. White'a göre kimliğin kararlılık kazanması, yetişkin yaşamın<br />
görece sürekli olan toplumsal rollerinin benimsenmesiyle olur. Bu rollere<br />
bağlanılması ölçüsünde kimlik duygusunun gelişmesi de güçlenir.<br />
Yetişkin rollerine katılma derinleştikçe, genç yetişkin katılımının üslubu<br />
ve oynadığı rollerin bütünleştirilmesi konusunda kararlar almaya başlar.<br />
Tablo 10 Yetişkin Olgunluğu Modelleri<br />
Model/Kuram: Psikanalitik Kuram<br />
İnsan ya da Davranış Kavramı:<br />
a) Yaşamda erkenden belirlenmiş; psikoseksüel; içgüdüsel<br />
b) Psikososyal<br />
Çarpışan Güçler:
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bilinçdışı güdüye karşı bilinçli güdü; id ve süperegoya<br />
karşı ego<br />
Toplumsal kökenin yön verilmiş çatışmaları<br />
Olgunluk Standardı:<br />
Genital cinsellik; en cinsel ve saldırgan dürtülerin<br />
yüceltilmiş anlatımı<br />
Güçlü ego ve yakınlık kurma yetisi<br />
Öncü Kuramcılar:<br />
Freud<br />
Model/Kuram:<br />
Öğrenme Kuramı U-T Kuramı<br />
İnsan ya da Davranış Kavramı:<br />
Dış olasılıklarla belirlenmiş<br />
Çarpışan Güçler:
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İç dürtülere karşı dış pekiştirmeler<br />
Olgunluk Standardı:<br />
Tepkinin anksiyeteden kurtulmuş hiyerarşiler<br />
Öncü Kuramcılar:<br />
Erikson<br />
Model/Kuram:<br />
Benlik Kuramı<br />
İnsan ya da Davranış Kavramı:<br />
Kendini gerçekleştirme; temel olarak iyi<br />
Çarpışan Güçler:<br />
Organizmik iç tepilere ve dürtülere karşı benlik kavramı<br />
Olgunluk Standardı:
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kendini kabul etme; iç değerlendirme odağı<br />
Öncü Kuramcılar:<br />
Rogers<br />
Model/Kuram:<br />
Personalistik Kuram<br />
İnsan ya da Davranış Kavramı:<br />
Bireyselci ve tek<br />
Çarpışan Güçler:<br />
Özel çabaya karşı çevresel sınırlamalar<br />
Olgunluk Standardı:<br />
Benlik duygusunun genişlemesi; bütünleşmiş<br />
yaşam felsefesi<br />
Öncü Kuramcılar:<br />
Allport
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Model/Kuram:<br />
Varoluşçu Kuram<br />
İnsan ya da Davranış Kavramı:<br />
Dünyada bir yabancı<br />
Çarpışan Güçler:<br />
Eigenwelt'e karşı Dasein (anksiyete, umutsuzluk, ölüm)<br />
Olgunluk Standardı:<br />
Otantik varoluş<br />
Öncü Kuramcılar:<br />
Heidegger, Binsvanger<br />
Model/Kuram:<br />
İnsancıl Kuram
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İnsan ya da Davranış Kavramı:<br />
Belirlenmemiş; verili, fakat gereksinmeye bağlı<br />
Çarpışan Güçler;<br />
Aşağı gereksinmelere karşı yüksek değerler ve<br />
otantik insanlığın evrensel idealleri<br />
Olgunluk Standardı:<br />
Kendini tamamlama; en yüksek değerlere bağlanmış yaşam<br />
Öncü Kuramcılar:<br />
Bühler, Maslow<br />
b) Kişisel ilişkilerin özgürleşmesi. White'ın belirttiği ikinci<br />
büyüme çizgisi, ilişkinin diğer insanların gerçek doğasına gitgide daha<br />
duyarlı duruma gelmesidir. İnsanlararası ilişkiler, gitgide daha fazla<br />
biricikliği içinde değerlendirilen tek bir kişiyle ilişkiye dönüşmekte ve<br />
gitgide daha az kendi gereksinmelerini, düşlemlerini yansıttığı bir<br />
ilişki olmaktadır. Erikson, tek ve biricik olan bir başka kişiyle özgür<br />
olarak ilişkiye girebilmek için, kişinin ilişkide kendisinin kim olduğu<br />
konusunda gelişmiş bir kimlik duygusu olması gerektiğini savunur.<br />
Gelişen kimlik duygusu, genç yetişkinlikte kurulan ilişkilerdeki artan
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
geçicilik ve süreklilikle birlikte, başkalarının biricik (unique) oluşunu<br />
kendi kimliğinin sağlam temelinden hareketle keşfetmeye katkıda bulunur.<br />
White'ın belirttiği ilginç bir nokta da, beklenmeyen etkileşimlerin<br />
önemidir. Bir başkasının beklenmeyen bir davranışı karşısında<br />
şaşırdığımız zaman o insanın tek ve biricik oluşuna daha fazla uyum<br />
sağlarız; yine bunun gibi, bizden beklenmedik biçimde farklı olan biriyle<br />
etkileşime girdiğimizde bu bizi kişilerin tek ve farklı oluşu konusunda<br />
daha duyarlı kılar. Beklenmedik etkileşimler kendimizi tanımamıza,<br />
kişisel ilişkileri derinleştirmemize yardımcı olur.<br />
c) İlgilerin derinleşmesi: Bu üçüncü büyüme çizgisi kişilerin<br />
ilgilendiği ve uğraştığı etkinliklerde izlenebilir. White'a göre genç<br />
yetişkinlik, ilgilerin derinleştiği ve girişilen işlerin yürekten yapıldığı<br />
bir dönemdir. Uğraşlar ve ilgiler mesleki ya da özel olabilir, ancak ortak<br />
özellikleri gerçek bir başarı elde etme amacıyla yapılıyor olmalarıdır.<br />
Bir başka özellik, bireyin ilgi duyduğu alanla uğraşmaktan yarar<br />
beklemeksizin zevk almasıdır. Burada, bireyin kendisine ilginç gelen bir<br />
etkinliği ele alması, sadece o etkinlikten zevk duyması, bu zevkin de<br />
ilgiyi derinleştirmesi biçiminde gelişen bir süreç söz konusudur. İlginin<br />
bu biçimde derinleşmesi sonuç olarak kimliğin kararlılık kazanmasını<br />
ve buna bağlı olarak meslek seçimini, başka hir insana duyulan<br />
ilgiyi etkiler.<br />
d) Değerlerin insancıllaşması. Piaget ve Kohlberg tarafından<br />
yapılan ahlak gelişimi çalışmaları, genç yetişkinlerde üst düzeyde soyut
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ahlak felsefesi gelişimi için yeterli gizilgücün var olduğunu göstermiştir.<br />
Soyut bir ahlak felsefesi oluşturma yetisi bütün yetişkinlik<br />
boyunca sürüp gidcr. Genellikle toplumlarda daha alt düzeyde ahlaki<br />
yargılar geçerli olduğu halde genç yetişkinler, yeni kazandıkları bu yetiyi<br />
daha insancıl değerler geliştirme yönünde kullanırlar. Genç yetişkinler<br />
kendi kişisel deneyimlerini değerler sistemine katar ve kimliğin<br />
gelişen açıklık ve kararlılığını yansıtan kendi kişisel değerler sistemini<br />
oluştururlar; bu sistem, daha özgür ve derin ilişkiler kurdukları insanlar<br />
aracılığıyla gelişen kişisel deneyimlerinin bir sentezidir. Bütün bu<br />
süreçler ideal olarak daha insancıl değerler doğrultusunda gelişirler.<br />
e) Özen ve bakımın genişlemesi. Bu büyüme çizgisi kısmen<br />
değerlerin insancıllaşmasını yansıtır, aynı zamanda diğer insanların<br />
durumlarına duyulan duyguları da içerir. Bu eğilim, başkalarına gittikçe<br />
artan bir sempati duymayı ve onların duyguları konusunda derin<br />
bir özen geliştirmeyi içerir. Bu özellikler sadece sevilen kişiye değil,<br />
yoksullara, baskı altında olan, fiziksel ya da ruhsal rahatsızlıkları olan<br />
kişilere de yöneliktir.<br />
Yukarıda açıklanan büyüme çizgileri genellikie Erikson'un kimlik<br />
ve yakınlık açıklamalarını tamamlayıcı niteliktedir. Bu büyüme<br />
çizgileri her toplumda ergenliğin son ve yetişkinliğin ilk yılları için<br />
gizil niteliktedir. Ancak bütün genç yetişkinlerin bu gizil-güçleri sonuna<br />
kadar harekete geçirdikleri söylenemez (D.C. Kimmel, 1974)<br />
:::::::::::::::::
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
3. Olgunlaşmada Güçlükler<br />
Genç yetişkin kimlik oluşumunun son basamaklarındadır, kendi<br />
kimliği ile toplumsal sistem arasında bağ kurmaya çalışmaktadır,<br />
yakınlık kurmadaki ilk adımlarıyla başkalarını özel, biricik ve cinsel<br />
varlıklar olarak keşfetmeye başlamıştır. Genç yetişkinlik, bireyin kendini<br />
yetişkin olarak gördüğü, başkalarının da ona yetişkin muamelesi<br />
yaptıkları, böylece bireyin benliğinin alıştığının dışında değişimler<br />
gösterdiği bir dönemdir. Toplumsal karmaşıklığın ve değişimin daha<br />
az olduğu toplumlarda bu gelişmeler ergenlik döneminde yer alır ve<br />
orada sonuçlanır. Oysa, çok karmaşık ve hızla değişen toplumlarda bu<br />
gelişmeler, Keniston'un (1968) "gençlik", Kimmel'in (1974) "genç yetişkinlik"<br />
ve bizim "genç yetişkinliğe geçiş" adını verdiğimiz dönemde<br />
yer almaktadır. Bu dönemde karşılaşılan ilk sorunu Keniston "bireyselleşmeye<br />
karşı yabancılaşma" olarak adlandırmaktadır.<br />
a) Yabancılaşma. Genç yetişkin kendi kimliği ile toplumsal<br />
rolleri arasındaki bir uzlaşma sağlamadığı zaman yabancılaşma duyacaktır.<br />
Kim olduğuna ilişkin duyguları ile toplumun beklenti ve istekleri<br />
arasında, toplumdaki meslek, evlilik, anababalık rolleri arasında<br />
bireysel bir uygunluk kurulamadığında yabancılaşma tehlikesi ortaya<br />
çıkar. Bireysellik duygusunun oluşumunda kişi hem kendi iç dünyasına,<br />
hem de dışardaki toplumsal dünyaya yönelir. İçe dönmede bireyin<br />
topluma yabancılaşması, dışa dönmede de bireyin kendisine yabancılaşması
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
söz konusu olabilir<br />
b) Uyuşturucu. Genç yetişkinlikte uyuşturucu kullanımı, bir<br />
bakıma, etkin bireyselleşme ve yoğun bireysel yaşantı arama yoludur.<br />
Özellikle gelişmiş toplumlarda uyuşturucu -geleneksel toplumdaki alkol<br />
ve tütün gibi- bir yetişkinlik simgesi olarak görülmektedir. Ayrıca<br />
uyuşturucu bir alt-kültür simgesi ya da başkaldırma aracı olarak da<br />
algılanmaktadır. Genç yetişkinler arasında uyuşturucu kullanımının,<br />
egemen kültürden farklı bir yaşam biçimi sürdürme umutlarından kaynaklandığı<br />
söylenebilir. Böylece uyuşturucu kullanımı, kültürel normların<br />
baskısından kurtulmuş bir bireysel kimlik duygusu edinme çabası<br />
ile yabancılaşma sürecinin bir yönünü yansıtmaktadır.<br />
c) Cinsellik. Ergenlik ve genç yetişkinliğin en zor sorunlarından<br />
biri de, toplumun erinlik ile yetişkinlikteki evlilik arasındaki<br />
dönemi bir "cinsel moratoryum" dönemi olarak görmek istemesidir.<br />
Buna göre, genç kadınlar cinselliği hiç düşünmez ve istemezler; genç<br />
erkekler ise düşünebilir, ama sınırlamak zorundadırlar. Oysa gerçekte<br />
durum çok farklıdır. Sorenson'un Birleşik Devletler'de çok geniş bir<br />
örneklem üzerinde gerçekleştirdiği bir araştırma, 13-19 yaşlar arasındaki<br />
deneklerin yarısının (erkeklerde % 59, kızlarda % 45) cinsel etkinliğe<br />
girdiğini göstermiştir. Ergenlikte artış gösteren bu cinsel ilişki<br />
oranı doğal olarak genç yetişkinliğe de uzanmaktadır. Ancak bu artışla<br />
birlikte birtakım sorunlar da çıkagelmektedir: Ortalama evlenme yaşı<br />
yükselmekte, evlilik geciktirilmektedir, dolayısıyla diğer yetişkinlik<br />
rolleri de ileriye bırakılmaktadır. Bu noktada, geleneksel normlara mı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yoksa çağdaş normlara mı uyulacağı sorunu genç yetişkinlerin en<br />
önemli sorunudur. Özellikle gelenekselliğin baskılarıyla çağdaşlığın<br />
belirtilerinin birlikte bulunduğu toplumlarda bu sorun daha da ağır<br />
basmaktadır. Bireyin, kendi standartlarını seçme özgürlüğü ile katı kurallara<br />
boyun eğme zorunluluğu arasında kalması gerilime yol açmaktadır.<br />
Günümüzde değişim yalnız cinsel davranışlarda değil, yakınlığa<br />
karşı tutumlarda ve yakın ilişkinin doğasında da ortaya çıkmaktadır.<br />
Duygusal olarak yakın olan çiftler artık cinsel ilişkiyi de doğal<br />
görmektedirler. Ancak, cinsel normlardaki bu değişimlere karşın genç<br />
yetişkinlik cinsel yönden güçlükleri olan bir dönemdir. Bireyselleşme<br />
süreci içinde olan genç insan, bu süreç içerisinde cinsel kimliği ile ne<br />
yapacağı sorusuna da bir yanıt bulmak zorundadır. Seçeneklerin çokluğu,<br />
seçim yapma ve seçiminin sorumluluğunu üstlenme zorunluluğunu<br />
da birlikte getirmektedir (D.C. Kimmel, 1974).<br />
:::::::::::::::::<br />
4. Gelişim Görevleri<br />
Havighurst'ün gelişim psikolojisine en önemli katkılarından biri<br />
"gelişim görevleri" kavramıdır. Gelişim görevleri kavramı, insanın,<br />
yaşamının özel dönemlerinde sahip olması gereken belirli beceriler,<br />
yetenekler ya da görevleri dile getirir. Bu görevlerin yerine getirilmesi<br />
bireyin yaşamının bir sonraki dönemindeki ya da evresindeki gelişimi<br />
için önemlidir. Havighurst'ün gelişim görevleri kavramı evrensel olarak
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kabul edilmemiştir, gene de gelişim psikolojisi için önemli bir<br />
katkıdır. Aslında Havighurst gelişim görevlerinin birbiri ardına<br />
başarılmasının mutlaka olgun bir birey yaratacağını söylemez, ama bu kavram<br />
olgun bir birey olmaya ilişkin diğer kavramlar kadar dikkate değerdir.<br />
Havighurst'e göre gelişim görevi, "bireyin yaşamında belirli bir<br />
dönemde ya da o dönem konusunda, başarılması bireyin mutluluğuna<br />
ve sonraki görevleri başarmasına rehberlik eden, başarılmaması bireyde<br />
mutsuzluğa, toplumca onaylanmamaya ve sonraki görevlerde<br />
güçlük çekmeye yol açan bir görevdir."<br />
Gelişim görevleri, devinimsel (motor), zihinsel (intellectual),<br />
duygusal (emotional) ya da toplumsal (social) olabilirlerse de, hepsi<br />
de sonunda "psikososyal" alana yönelirler. Havighurst gelişim görevlerini<br />
çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik dönemleri ve bunların alt dönemleri<br />
için birer birer açıklamıştır. Aşağıdaki tabloda sadece yetişkinliğe<br />
ilişkin görevler gösterilmektedir, bu görevlerin açıklanması ilgili<br />
bölümlerde yapılacaktır.<br />
Tablo 11<br />
<strong>Yetişkinlik</strong>te Gelişim Görevleri<br />
Genç <strong>Yetişkinlik</strong>;<br />
1. Eş seçimi.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
2. Eşle birlikte yaşamayı öğrenme.<br />
3. Bir aile kurma.<br />
4. Çocuk yetiştirme.<br />
5. Bir evin işlerini yürütme.<br />
6. Bir uğraş başlatma.<br />
7. Yurttaşlık sorumluluğunu üstlenme.<br />
8. Uygun bir toplumsal gruba katılma.<br />
Orta Yaşlar;<br />
1. Yetişkinliğin yurttaşlık ve toplumsal<br />
sorumluluğunu başarma.<br />
2. Yaşamak için ekonomik bir standart oluşturma<br />
ve sürdürme.<br />
3. Yetişkinliğin boş zaman etkinliklerini geliştirme.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
4. Ergen çocuklara sorumlu ve mutlu yetişkinler<br />
olmada yardım etme.<br />
5. Bir eşle bir kişi olarak ilişki kurma.<br />
6. Orta yaşın fizyolojik değişimlerini kabul etme<br />
ve bunlara uyum sağlama.<br />
7. Yaşlı anababaya uyum sağlama.<br />
İleri Yaşlar;<br />
1. Fiziksel güçteki ve sağlıktaki düşüşe uyum sağlama.<br />
2. Emekliliğe ve gelir azalmasına uyum sağlama.<br />
3. Eşin ölümüne uyum sağlama.<br />
4. Yaş grubuyla açık bir bağlılık kurma.<br />
5. Toplumsal ve yurttaşlık yükümlülüklerini yürütme.<br />
6. Yaşamın doyumlu fiziksel düzenlemelerini yapma.<br />
Kaynak: R.J. Havighurst. Human Development, 1953. aktaran Liebed ve<br />
Wicks-Nelson. 1981.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
:::::::::::::::::<br />
5. Bireysel Gelişim<br />
Burada genç yetişkinliğin önce fiziksel, sonra zihinsel gelişim<br />
boyutları söz konusu edilecektir.<br />
a) Fiziksel değişimler. Genç yetişkinler fiziksel gelişimlerinin<br />
doruğundadırlar. Aşağı yukarı 25 yaş ile 50 yaş arasındaki fiziksel-<br />
biyolojik gerileme derece derece ortaya çıkar ve çok yavaştır. Birçok<br />
erkek yetişkin en yüksek boya aşağı yukarı 21 yaşlarında ulaşır. 25-30<br />
yaşlarında yetişkinler kas gücü'nün en üst düzeyine ulaşırlar, 30-60<br />
yaşlarında da güçlerinin % 10'unu yitirirler. 60-70 yaşları arasındaki<br />
en üst güç 20'lerdeki gücün ancak % 80'i kadardır. Fiziksel dayanma<br />
ya da uzun süre çalışma gücü de yaşla birlikte azalmaktadır; ancak,<br />
çok zorlu olmayan işlerdeki fiziksel dayanma düşüşü kas gücü azalmasından<br />
daha yavaş olmaktadır; öte yandan, fiziksel dayanma gücündeki<br />
düşüş hareketli insanlarda durgun ve uyuşuk olanlara göre daha azdır.<br />
Yetişkin insanlar çevrelerini örgütlemede ve uyum sağlamada<br />
duyusal yeteneklerine bağımlıdırlar. İnsan etkileşiminde etkili bir<br />
iletişim kurma yetisi büyük ölçüde duyulara (görme, işitme, dokunma,<br />
tat alma, koklama) bağlıdır. Yaşlı yetişkinler uyaranların yoğunluğunun<br />
az olduğu (hafif ses, hafif koku, az ışık) durumlarda güçlük çekerler.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Görme ve görme uyumu 20 yaşında en üst düzeydedir; bu yaş<br />
aynı zamanda ilk özürlerin ve kalıtsal bozuklukların ortaya çıktığı<br />
yaştır. 1) Sinir sisteminin işleyişinde ileri yaşlara kadar belirgin olarak<br />
ortaya çıkmayan yavaş bir düşüş vardır; bu düşüş görme de içinde olmak<br />
üzere bütün davranışı etkiler ve hemen hemen bütün işleyiş ve<br />
süreçlerde bir yavaşlamaya neden olur. 2) Ayrıca gözbebeği çapında<br />
yaşla ortaya çıkan daralma nedeniyle göze giren ışık miktarı da azalır,<br />
bu yüzden yaşlılar iyi aydınlatılmamış yerlerde görme güçlüğü çekerler.<br />
3) Yaşlı yetişkinin ışığa uyum sağlaması da genç yetişkinden<br />
daha fazla zaman alır. 4) Göz karanlığa uyum sağladığında (yaşlılarda<br />
daha fazla zaman alır) görülebilen en az ışık yoğunluğunda yaşla birlikte<br />
bir düşüş vardır. Bu en az ışık yoğunluğunun yetişkin tarafından<br />
görülebilmesi için 20 yaşından sonra her on üç yılda iki kat artması<br />
gerekmektedir. 5) Görme keskinliği çocukluk ve ergenlikte artar, 20-50<br />
yaşlar arasında kararlılık gösterir, elli yaşmdan sonra yavaş fakat<br />
artan bir düşüş gösterir. 6) Göz merceğinin kas hareketi ve esnekliği<br />
imgenin retinaya düşmesini sağlar. Ergenlikte mercek uyumunda çok<br />
az değişiklik vardır. 20-50 yaşları arasında mercek esnekliğinde azalma<br />
başlar, 50 yaşından sonraki mercek uyumunda düşüş daha yavaştır.<br />
7) Yaş ilerledikçe yetişkinler gördükleri nesne ile arka planı arasında<br />
daha fazla zıtlığa (kontrast) gereksinme duyarlar. Sonuç olarak, görmeyle<br />
ilgili özelliklerde genç yetişkinlikte çok az değişim vardır.<br />
Genç yetişkinlikle yaşlılık arasında tepki süresi'nde dereceli bir<br />
artış vardır. Çocuklukta bu süre çok kısadır, genç yetişkinlikte bir platoya<br />
ulaşılır. Tepki süresi yirmi yaşın hemen öncesinde en üst düzeye
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
çıkar, orta yetişkinlikte ve yaşlılıkta gittikçe artar.<br />
Genç yetişkinlikte etkinlik kısıtlanması, yetersizlik, ölüm gibi olgular<br />
öncelikle ani (akut) koşullardan doğar. Yaşam döngüsünde, genç<br />
yetişkinliğin ani ya da işlevsel koşullarından, orta yetişkinliğin ve<br />
yaşlılığın müzmin (kronik) ya da dejeneratif (geri çevrilemez) koşullarına<br />
doğru bir değişim söz konusudur. Kırk yaşından önce ölümlerin<br />
çoğu bulaşıcı hastalıklardan ve kazalardan, kırk yaşından sonra ise<br />
kronik koşullardan kaynaklanır (Schiamberg ve Smith, 1982).<br />
b) Zihinsel yetenekler. Yetişkinlerin öğrenme yeteneğini değerlendirmek<br />
için henüz elimizde gerçekten yeterli araçların ya da testlerin<br />
olmadığı kabul edilmektedir. Knox'a göre bunun en azından üç<br />
nedeni vardır: Geniş bir biçimde kullanılan yetişkin zeka testleri<br />
(örneğin WAIS), yetişkinin yaşantısını gerçekten anlamaya çalışmaktan<br />
çok, çocuk ve ergen testleriyle karşılaştırma yoluyla elde edilmişlerdir;<br />
çocuk ve yetişkin zeka testleri birtakım tartışmalı sayıltılara<br />
dayanmaktadır (çocuklar, ergenler ve yetişkinler aynı bilgi ve deneyim<br />
olanağına sahiptirler, daha zeki insanlar daha etkin ve yeterli öğrenirler<br />
ve yetenek testlerinde daha başarılıdırlar gibi); çok az sayıda zeka<br />
testi maddesi yetişkinlerin edindiği ve gerçek yaşam koşullarında kullandığı<br />
beceri ve uzmanlığa uygun düşmektedir. Öğrenme yeteneği<br />
testleri ve diğer değerlendimme yolları bireyin "tavan" kapasitesini<br />
ölçmeye yöneliktir, oysa günlük yaşamda bu tavanın altında da sorunsuz<br />
yaşanabilmektedir. Dolayısıyla, testlerde puanlar yaşla düşse bile
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bunun günlük yaşama hiçbir etkisi olmayabilir.<br />
Boylamsal araştırmalar, 20-40 yaşlar arasında ve ötesinde zihinsel<br />
becerilerde yüksek derecede bir kararlılık olduğunu göstermektedir.<br />
Kesitsel araştırmalar ise yetişkinlik sırasında yeteneklerde dereceli<br />
bir düşüş olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak bu bulgu, yaşa bağlı<br />
olmaktan çok, genç yetişkinler vc yaşlılar arasındaki eğitim, sağlık,<br />
ilgi ve değer farklılıklarına bağlı olabilir. Araştırmalar, zihinsel bakımdan<br />
çok yetenekli bireylerin çocukluk ve ergenlikte öğrenmede<br />
çok hızlı olduklarını ve sonra genç yetişkinlikte bir platoya ulaştıklarını<br />
göstermektedir. Öte yandan, daha az yetenekli bireyler öğrenmede<br />
çok daha yavaştırlar, platoya daha erkenden ulaşıyorlar ve sonra<br />
daha hızlı bir düşüş gösteriyorlar (Schiamberg ve Smith, 1982).<br />
Öte yandan, yetişkinlikte pratik zekanın başarılı bir yaşam sürdürmede<br />
ne denli önemli olduğu da dikkati çekmektedir. Araştırmacılar,<br />
bir kişinin zekice seçimler yapma yeteneği ile (süpermarkette<br />
benzer maddelerin boyutlarıyla fiyatlarını kıyaslamak gibi), aritmetik<br />
işlemler içeren soyut testlerdeki puanları arasında ilişki olmadığını<br />
bulmuşlardır. P.B. Baltes'in (1987) zekayı iki genel süreç olarak gören<br />
yaklaşımı bu sorunu çözmektedir. Baltes'in iki sürekli model kuramında<br />
zekanın işleyişi mekanik ve pragmatik süreçlerden ibarettir.<br />
Mekanik zeka, bilgi işlemede ve sorun çözmede kullanılan temel<br />
düşünce işlemlerini içerir. Bu tür zeka tam gelişimine büyük olasılıkla<br />
ergenliğin sonlarında ulaşmakta ve bundan sonra görece sabit kalmaktadır.<br />
Zekanın bu boyutu ZB testlerindeki ölçeklerle ölçülebilmektedir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Pragmatik zeka ise, biriken bilgilerle, uzmanlıkla, gündelik yaşamdaki<br />
temel bilişsel becerilerle (mekanik zeka) ilgili yöntemleri<br />
içerir. Bu işlevler ve yetenekler yetişkinlik dönemi boyunca gelişmeyi<br />
sürdürmektedir. ZB testlerinin sözel ölçekleri ya da birikimli zeka<br />
testleri pragmatik zekanın bazı yönlerini ölçebilmektedir. Pragmatik<br />
zeka birikimli zekaya üstbilişi, uzmanlığı, yorumsal bilgiyi (bilgeliği)<br />
eklemektedir.<br />
Cattel'in akıcı ve birikimli zeka kuramından da söz etmekte yarar<br />
var. Akıcı zeka (fluid intelligence) insan fizyolojisi ile insanın ilk<br />
deneyimlerinin etkileşiminin sonucu olan temel bir yetenektir. Bu zeka<br />
biçimi, kavramlar oluşturma, soyut usavurmalar yapma ve karmaşık<br />
ilişkileri kavrama yeteneğinden ibarettir. Akıcı zeka, eğitimden ve<br />
deneyimden bağımsızdır; geniş bir zihinsel etkinlikler alanına uygulanabilir<br />
oluşuda buradan gelir. Bu zeka türünü ölçmede kullanılan testler,<br />
harfleri ya da sayıları gruplama, benzer sözcükleri eşleme, sayı dizilerini<br />
anmısama gibi etkinlikleri içerir. Birikimli zeka (crystallized<br />
intelligence) ise, soyut usavurmanın, soyutlamanın ve karmaşık ilişkiler<br />
kavramının öğrenilmiş görevlere uygulanmasını içerir. Birikimli<br />
zeka, eğitime ve deneyime bağımlıdır; genel bilgi, sözcük dağarcığı,<br />
aritmetik usavurma ya da toplumsal durum testleriyle ölçülür. Her iki<br />
zeka türü de yetişkinlerin düşünmede ve sorun çözmede kullandıkları<br />
yeteneklerdir. Bir birey yaşam süresi boyunca "bilişsel bir üslup" geliştirir<br />
ve sorunları zeka parlaklığı (akıcı zeka) ya da bilgelik (birikimli<br />
zeka) yoluyla çözer. Her iki zeka türü de çocukluk ve ergenlikte artış
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
gösterir. Akıcı zeka yetişkinlikte derece derece azalmaya başlar,<br />
buna karşılık birikimli zeka yetişkinlikte derece derece artmayı sürdürür.<br />
Ancak, birikimli zekanın sürekli artışı eğitim, bilgi edinme, düşünme,<br />
kültürel katılma etkinliklerinin sürmesine bağlıdır (Schiamberng<br />
ve Smith, 1982).<br />
Zihin gelişiminin evrelerinin ergenlikte tamamlandığı bilinmektedir.<br />
Ancak, yetişkinin düşüncesi ergenin düşüncesinden bir çok açıdan<br />
farklı görünmektedir. Yetişkin düşüncesinin daha az kendine dönük,<br />
daha akılcı, daha pratik olduğu kabul edilir. Bu değişikliğin kaynağı<br />
nedir? <strong>Yetişkinlik</strong>te ortaya çıkan bilişsel örüntülerin bireyin yetişkin<br />
yaşamında üstlendiği sorumlulukların ve bağlantıların sonucu<br />
olduğu düşünülmektedir. Bu görüş özellikle K. Warner Schaie (1982)<br />
tarafından savunulmaktadır. Schaie yetişkin bilişinde toplumsal vurgulara<br />
ve bağlantılara denk düşen dört evrenin varlığından söz etmektedir<br />
(Tablo 12).<br />
Tablo 12<br />
Schaie'ye Göre Bilişsel Gelişim Evreleri<br />
Çocukluk ve ergenlik:<br />
Kazanım (Piaget'in dört evresi)<br />
Genç yetişkinlik:
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Başarma (amaca yönelik öğrenme)<br />
Orta <strong>Yetişkinlik</strong>:<br />
Sorumlu (başkalarına ilgi)<br />
Yapıcı (toplumsal sisteme ilgi)<br />
İleri yetişkinlik:<br />
Yeniden bütünleştirici (bilgelik)<br />
Kaynak: Aktaran K.S. Berger, 1988<br />
Warner Schaie'nin yetişkin zekasına yaklaşımı biliş ile gelişim<br />
görevleri arasında bağlantı kurmaktadır. Bu kuramda yetişkinlikten<br />
önceki bilişsel değişimler gitgide daha etkili olan yeni bilgi edinme<br />
yollarını yansıtır; yetişkinlik sırasındaki değişimler ise bilgiyi<br />
kullanmadaki farklı yolları yansıtır. Bu nedenle Schaie'ye göre çocukluk ve<br />
ergenlik tek bir evrede yer alır: Kazanım evresi (acquisitive stage). Bu<br />
evrede genç insanlar yeni beceriler öğrenmeye ve bilgi biriktirmeye<br />
çalışırlar. Genç yetişkinlikte ikinci evre gelişir: Başarma evresi<br />
(achieving stage). Bu evre yıllar içinde toplanmış bilginin uygulanması<br />
evresidir. Genç yetişkinler bilgilerini hem mesleki amaçları doğrultusunda,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
hem de özel yaşamlarında uygulamaya başlarlar. Orta<br />
yetişkinliğin bilişsel evreleri şunlardır: Sorumlu evre (responsible<br />
stage) ve yapıcı evre (executive stage). Bu iki evre zekayı toplumsal<br />
olarak sorumlu biçimde uygulama özelliğini getirir. Sorumlu evrede<br />
kişiler aile üyelerine ve birlikte çalıştıkları insanlara karşı<br />
yükümlülüklerini tanırlar; yapıcı evrede ise sorumluluk aileden ve iş<br />
çevresinden topluma doğru genişler. İleri yetişkinlikte yeniden<br />
bütünleştirici evre (reintegrative stage) gelir. İleri yaşlardaki yetişkinler<br />
meslek, aile, toplum ya da ulus sorunlarına yönelmek yerine tek bir alana<br />
odaklanırlar. Aşağıda ayrıntıları açıklanan bu evrelerden geçişi belirleyen<br />
nokta, yaş değil gelişim görevleridir.<br />
Schaie, bilişsel açıdan çocukluğun ve ergenliğin bir kazanım evresi<br />
oluşturduğuna inanmaktadır; bu evrede bilgi kazanılmakta ve sorun<br />
çözme teknikleri öğrenilmektedir, bunların genç kişinin yaşamındaki<br />
güncel önemine çok az bakılmaktadır. Genç insan bir konuyu<br />
"öğrenmek için öğrenir". Yirmili yılların başlarında bilginin bir ayırım<br />
gözetmeden kazanılması evresi aşılır ve başarma evresi'ne girilir; bu<br />
evrede kişi bilgiyi kendini dünyaya yerleştirmek için "kullanır". Orta<br />
yetişkinlikte bir sorumlu evre gelir; bu üçüncü evrede kişisel amaçların<br />
ailesel amaçlara uygunluğu sağlanır; artık zengin ve güçlü olmak,<br />
iyi yetişmiş, mutlu çocukları olmak kadar önemli görünmez. Yine bu<br />
evrede bazı yetişkinler yapıcı evre denilen yeni bir özel evreye<br />
girebilirler: Bu evredeki kişi geniş toplumsal sistemle ilgilidir. Firma,<br />
okul ya da kent yöneticisi olarak aldığı yükümlülükler sorumlu evredeki<br />
kişininkinden çok daha fazla ve derindir. İleri yetişkinlikte yeniden
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bütünleştirici evre gelir, burada yaşama bir bütün olarak anlam vermek<br />
söz konusudur. Bu evrede kişi, içe doğru dönerek kendi yaşamı<br />
üzerine ya da dışa doğru dönerek evren üzerine odaklanır.<br />
Schaie'nin yetişkin düşüncesi betimlemesi genç insanın somut ya<br />
da soyut işlemsel düşüncesini aşan özellikler taşımaktadır. Günümüzde,<br />
soyut-sonrası düşünme (postformal thinking) diye adlandırılan<br />
bir düşünce yapısının varlığı tartışılmaktadır. Kimi kuramcılar bu<br />
düşünme biçimini yeni bir evre olarak görmektedirler. Kimileri de<br />
bunu Piagetci anlamda bir evre olarak kabul etmemektedirler. Çünkü<br />
bu evre yaşa dayalı değildir, evrensel değildir, önceki evreden tümüyle<br />
farklı değildir. Onlara göre soyut-sonrası düşünceyi düşüncenin bir<br />
üslubu olarak görmek daha doğru olur; bu düşünce üslubu bir insanın<br />
yaşam deneyimlerinin karmaşıklığıyla, eğitimin derecesiyle ilişkili<br />
olabilir. Bütün bu eleştirilere karşın, burada bu yeni yaklaşıma kısaca<br />
yer vermekte yarar görüyoruz. Bu yaklaşıma göre Piaget'in geleneksel<br />
kuramı yüksek düzeyde bilişsel yeteneğe sahip ayrıksı kişileri dikkate<br />
almamaktadır; bunun nedeni de, Piaget'in öncelikle çocukluktaki ve<br />
ilk ergenlikteki düşünme süreçleriyle ilgilenmesidir. Patricia Arlin<br />
(1975) yeni ve daha ileri bir evre olarak soyut-sonrası işlemlerin var<br />
olup olmadığını araştırdı. Arlin'e göre bir evre "üretici sorular" sorarak<br />
yeni çözümler geliştirme evresidir. Arlin'in niyeti Piaget'in kuramını<br />
reddetmek değil, yeni bir evre katarak bu kuramı genişletmektedir.<br />
Arlin'e göre Piaget'in soyut işlem dönemi kişiden bir sorunu çözmesini<br />
istemektedir; oysa yeni bir sorun bulmak ya da yeni sorular keşfetmek
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
de bilişsel açıdan önemlidir. Arlin'in "soru bulma evresi" olarak<br />
adlandırdığı beşinci evre yetişkinin zihin yapısında yaratıcı düşünme,<br />
yeni sorular görme, yeni keşifler yapma evresidir.<br />
Günümüzde zeka konusunda gereksinme duyulan bütünleştirici<br />
bir model Marion Perlmutter tarafından ortaya atılmıştır. Zekanın üç<br />
ayrı düzeyinin birleştirildiği bu yaklaşıma Perlmutter üç katlı model<br />
(three-tier model) adını vermekedir (bk. Tablo 13). Bu modelde birinci<br />
kat "işleme" (processing), ikinci kat "bilme" (knoving), üçüncü kat<br />
"düşünme"dir (thinking). Piaget'in kuramı üçüncü kat üzerinde odaklaştığı<br />
halde, faktör analizine dayanan yaklaşımlar ilk iki kat üzerinde<br />
yoğunlaşırlar. Birinci kat işlev görmeye doğumda başlar, ikinci kat çocukluk<br />
sırasında ortaya çıkar, üçüncü kat daha sonra belirir ve yetişkinlik<br />
boyunca gelişimini sürdürür. Her yeni kat eklendikçe sistem<br />
daha güçlü ve etkili olur. Ayrıca bu model zekada yetişkinlik boyunca<br />
ortaya çıkan değişimleri daha iyi anlamamızı da sağlamaktadır. Biyolojik<br />
temelli olan birinci kattaki işlemler yaşamın ileri yıllarında ya<br />
bozulan sağlık ya da biyolojik yaşlanma nedeniyle bozulabilir. Psikolojik<br />
temelli olan ikinci ve üçüncü katlar ise yaşlanmadan pek etkilenmezler.<br />
Çünkü akıcı zekanın temelini oluşturan biliş mekanizmaları<br />
ileri yetişkinlikte, çocukluk, ergenlik ve genç yetişkinliktekinden çok<br />
daha az önemli olmaktadır.<br />
Tablo 13<br />
Üç Katlı Biliş Modeli
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kat İ<br />
(Mekanik beceriler)<br />
Temel mekanizmalar;<br />
birincil zihinsel işlevler;<br />
akıcı yetenekler<br />
Kat İİ<br />
(Birikimli beceriler)<br />
Sözcük bilgisi; birikimli yetenekler<br />
Kat İİİ<br />
(Bileşimli beceriler)<br />
Mantıksal-matematiksel yapılar; stratejiler; yüksek zihin işlevleri<br />
Kaynak: Perlmutter, 1989. Aktaran Perlmutter ve Hall, 1992.<br />
Açıklama: Mekanik beceriler = mechanized skills, birikimli<br />
yetenekler = crystallized abilities, birikimli beceriler = crystallized
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
skills, bileşimli beceriler = synthesized skills, akıcı yetenekler<br />
= fluid abilities karşılığıdır (B.O.).<br />
Perlmutter'e göre Kat İ (işleme), dikkat, algı hızı, bellek ve akılyürütme<br />
gibi temel bilişsel süreçlerden oluşur (Baltes'in mekanik zekası);<br />
bunlar aynı zamanda akıcı zekayı yaratan yeteneklerdir. Bu katta<br />
bebeklikte ve ilk çocuklukta gelişim olur, daha sonra bilişsel süreçlerde<br />
kararlılık görülür. Kat İİ (bilme) dünyaya ilişkin bilginin birikmesinden<br />
oluşur (Baltes'in pragmatik zekası). Bilme dış deneyimlerle<br />
gelişir ve uyum göstermeye olanak veren temel bilgiyi sağlar; bunlar<br />
aynı zamanda birikimli zekayı yaratan yeteneklerdir. Bu kat dışsal<br />
deneyimlere bağlı olarak yaşam boyunca gelişir (kimi yazarlar, orta ve<br />
ileri yetişkinlikte yavaşlamasına karşın, bu kattaki gelişimi yetişkin<br />
zekasının başat özelliği sayarlar). Kat İİİ (düşünme) yalnızca üstbilişin<br />
ortaya çıkmasından sonra gelişir. Bu kat bilgiyle uğraşma stratejilerinden<br />
ve yüksek düzeyde uyum göstermeye olanak veren yüksek<br />
zihinsel işlevlerden oluşur. Bu kat Piaget'in soyut işlemlerinin özelliği<br />
olan mantıksal-matematiksel düşünceyi, aynı zamanda G. Labouvie-Viefin<br />
önerdiği soyut-sonrası düşünceyi içerir (Perlmutter ve Hall, 1992).<br />
Piaget'in bilişsel gelişim evreleri soyut düşünce ile son bulmaktadır:<br />
Soyut işlem evresinde kişi varsayımlı-tümdengelimli akıl yürütmeyi<br />
başarabilmektedir. Ancak bu evreye ulaşabilmesi için ergenin olgunlaşması<br />
ve eğitim deneyimini tamamlaması gerekmektedir. Soyut<br />
düşünme yeteneği ortaya çıktıktan sonra kişi mantıksal kanıtlar üzerinde<br />
düşünebilir ve mantık süreçlerini çeşitli sorunlara (özellikle matematik
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ve fizik ilkelerini içeren problemlere) uygulayabilir. Soyut<br />
düşünme yeteneği tam anlamıyla geliştiğinde kişiyi mantıksal ilişkileri<br />
kurmaya, belirli bir mantıksal sistemin bütün varsayımlı olasılıklarını<br />
görmeye yetenekli kılar. Ancak bu noktada önemli bazı sorular<br />
ortaya çıkmaktadır. Yetişkinlerin gündelik yaşamlarında kullandıkları<br />
düşünce türü bu mudur? Bununla gerçek yaşam sorunları çözülebilir<br />
mi? Soyut düşünce kapalı bir sistemdeki sorunları çözebilir- Böyle bir<br />
sistemde bütün değişkenler arasındaki ilişkiler önce tek tek, sonra bir<br />
bütün içinde ele alınıp çözümlenebilir- Oysa yetişkin yaşamının gündelik<br />
sorunlarının çoğu açık sistemlerin (aile, iş, arkadaşlar, toplum)<br />
birbiri içine girmiş çok yünlülüğü içinde ortaya çıkar. Kapalı sistemde<br />
tek, kesin bir doğruya ulaşıldığı halde, açık sistemlerde bulanık, kısmi<br />
doğrular, çoğu bilinmeyen sayısız değişkenler söz konusudur. Kimi<br />
araştırmacılara göre soyut düşünce açık sistemlerle başetme konusunda<br />
çok soyut ve katı kalmaktadır; böylece soyut düşüncenin ötesinde<br />
dinamik bir düşünce türü saptamanın gereği ortaya çıkmaktadır. Soyut-sonrası<br />
düşünce soyut düşünceden daha az soyut (abstract), daha<br />
az mutlaktır; yaşamın bağdaştırılamayacak yönlerine uyum sağlayabilir,<br />
diyalektiktir, bir düşüncenin ya da durumun çelişik ögelerini daha<br />
kavranılır bir bütün içinde bağdaştırmaya elverişlidir.<br />
G. Labouvie-Viefe (1985) göre, geleneksel olgun düşünce modelleri<br />
nesnel, mantıksal düşünceyi vurgulamakta, buna karşılık öznel<br />
duygulara ve kişisel yaşantıya daha az önem vermektedirler. Oysa<br />
gerçek olgun, uyumlu düşünce, soyut, nesnel düşünme biçimleri ile
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
duruma duyarlılıktan doğan öznel, anlatımcı biçimler arasındaki etkileşimi<br />
içerir. Yetişkinin bu bileşimi gerçekleştiren düşünce biçimine<br />
uyumsal düşünce (adaptive thought) adı verilmektedir.<br />
Kimi kuramcılar da bilişin en ileri biçimi olarak diyalektik düşünce'yi<br />
(dialectical thought) önermektedirler. Felsefi bir kavram olarak<br />
diyalektik sözcüğü her düşüncenin, her doğrunun karşıtını da içerdiği<br />
ilkesine dayanmaktadır. Her fikir ya da tez, karşı fikri ya da antitezi<br />
de içerir. Diyalektik düşünce, bir fikrin iki kutbunu da aynı anda<br />
düşünmeyi ve sonra bunları bir bileşim içinde birleştirmeyi, böylece<br />
özgün düşünce ile onun karşıtını bütünleştirmeyi sağlar. Dünyada yaşanan<br />
sistemler kapalı olmaktan çok açık oldukları ve sürekli değişimler<br />
kaçınılmaz olduğu için diyalektik süreç de süreklidir. Gündelik yaşamda<br />
diyalektik düşünce bir insanın inançlarının ve yaşantılarının,<br />
karşılaştığı bütün çelişkilerle ve bağdaşmazlıklarla sürekli bütünleşmesi<br />
demektir. M. Basseches (1984) diyalektik düşünce araştırmasında<br />
deneklere "eğitimin özü nedir?" gibi düşünceyi kışkırtıcı sorular<br />
sormakta, sonra yanıtları diyalektik düşüncenin yirmi dört temel özelliğine<br />
göre puanlamaktadır. Hem yaşam deneyimleri hem de eğitim<br />
diyalektik düşüncenin ilerlemesini teşvik etmekte, ama ikisi de gelişmesini<br />
garanti edememektedir. Gerçekte, uyumsal düşünce ve diyalektik<br />
düşünce normatif olmaktan çok ideal olarak görülmesi gereken<br />
düşünce biçimleridir. İnsanların çoğu soyut-sonrası düşünceyi hiçbir<br />
zaman kullanamayacağı gibi, çoğu da düzensiz olarak ya da yalnızca<br />
özel alanlarda kullanabilecektir. (K.S. Berger, 1988)
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Zihin gelişiminde soyut işlem yeteneği kişiyi yetişkinlerin dünyasına<br />
girmeye hazırlayan en önemli etkendir. Ancak soyut işlem yeteneği<br />
gelişirken bireyin kişilik yapısını da geliştiğini unutmamak<br />
gerekir; bu bağlamda, kişinin kendini algılayışından ahlak anlayışına<br />
kadar pek çok şey de değişmektedir. <strong>Yetişkinlik</strong>te, hem çocukluğun<br />
tümevarımcı usavurma (inductive reasoning) biçimi, hem de ergenlikten<br />
itibaren kazanılan tümdengelimci usavurma (deductive reasoning)<br />
biçimi kullanılır. Ama bütün yetişkinlerin soyut işlemlere tam anlamıyla<br />
ulaşamadıkları da bir gerçektir. Başka bir deyişle, en gelişmiş<br />
toplumlarda bile bireylerin hepsinin soyut düşüncenin en ileri düzeylerine<br />
ulaşamadıkları görülmektedir. Bunun temel nedeni, belki bireyin<br />
toplum tarafından yeterince uyarılmaması, toplumdan yabancılaşma<br />
nedeniyle bu düşünme biçiminden isteyerek ya da istemeyerek<br />
uzaklaşmasıdır. Öte yandan, özellikle günümüzde yoğun çevre sorunları<br />
kimi bireyleri kent ve sanayi yaşamından uzaklaştırırken, doğal ve<br />
somut olana yaklaşma bağlamında, soyut düşünme biçimlerinden de<br />
kaçmaya yol açabilmektedir.<br />
:::::::::::::::::<br />
İİ. TOPLUMSAL BAĞLAMDA GENÇ YETİŞKİNLİK<br />
Genç yetişkin, çocukluk ve ergenlik bağlarından kurtulmuş özerk<br />
bir bireydir. Bu özerklik, bireyin, yaşamının önceki yıllarında kazandığı<br />
fiziksel, zihinsel, toplumsal gelişiminin ve birikiminin bir sonucudur.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bütün bu kazanımlar bireyi dış dünyaya yöneltmektedir. Genç<br />
yetişkinlikte bireyin temel çabaları toplumsal dünyaya yönelmiştir.<br />
<strong>Yetişkinlik</strong>te gelişim sürecini özellikle toplumsal etkileşimler sağlar.<br />
Genç yetişkin aile içinde, iş dünyasında ve arkadaş topluluğunda yeni<br />
bir ilişkiler örüntüsü içindedir. Bu ilişkiler toplumsal bir ağ oluşturur<br />
ve gelişimin sürmesini sağlar. Tüm yetişkinler, oldukça karmaşık, çeşitli<br />
yaşam biçimleri ve katılma olanakları sunan toplumsal bir çerçevede<br />
yaşarlar. Ancak yine de, yetişkinlerin hemen hepsi zamanlarının<br />
ve enerjilerinin çoğunu toplumsal kurumlardan biri olan aileye ayırırlar.<br />
Bu nedenle önce aile yaşamı incelenecektir.<br />
:::::::::::::::::<br />
1. Aile<br />
Psikolojik düzeyde aile, aile yapıları, ailedeki etkileşim ve ailedeki<br />
yaşam döngüsü açılarından incelenebilir. Öte yandan, ailenin, anlamlı<br />
yakın ilişkilerin, bütün doyumların, gelişim olanaklarının kaynağı<br />
olduğu biçimindeki görüşler sadece felsefi ideallerdir. Aile, kimi<br />
zaman en büyük duygusal rahatsızlıkların, gerilim ve çatışmaların<br />
kaynağı da olabilir. Aile içi polisiye olaylar, kötü muamele gören ve<br />
dövülen çocuklar, yatma ve yeme olanağıyla sınırlı ilişkiler, işteki<br />
engellenme ve başarısızlıkların yansımaları, duygusal ya da cinsel<br />
doyumsuzluklar da aile yaşamının gerçek yönleridir. Büylece aile tüm<br />
yönleriyle incelenmesi son derece güç bir yaşam alanı oluşturmaktadır;<br />
bu nedenle aile sadece yapıları, etkileşimleri ve yaşam döngüsü
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
açısından kısaca ele alınacaktır.<br />
A. Aile Yapıları<br />
Aile yapılarını, geleneksel "büyük aile" ve çağdaş "çekirdek aile"<br />
olarak sınıflamak çok bilinen bir yoldur; ancak bu sınıflama biçiminin<br />
günümüzdeki aile yapılarını tam anlamıyla yansıttığı söylenemez.<br />
Günümüzde aileler ana, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek birimler<br />
halinde gözükseler bile, büyük aile ile bağlarını çeşitli biçimlerde<br />
sürdürmektedirler. Tipik olarak genç çift anababasından ayrı bir ev kurar,<br />
ama aile bağları korunur, akrabalık şebekesi içinde karşılıklı yardımlaşma<br />
ve ilişki sürdürülür. Anababalar yeni çiftlere yardım ederler,<br />
daha sonra yeni çiftler de emeklilik ve hastalıkta anababalara yardıma<br />
koşarlar. Üç kuşak aile üzerinde yapılan bir araştırmada en genç kuşağın<br />
anababalarla çocukların kendi yollarına gitmeleri gerektiğini "en<br />
az" söyleyen ve anababaları ile ilişki kurma sorumluluğunu "en fazla"<br />
duyan kuşak olduğu ortaya konmuştur. Bu değişik aile yapısı, geleneksel<br />
geniş aileden farklı olduğu gibi, çağdaş çekirdek aileden de<br />
farklıdır. Çünkü eski kuşaklarla ve çocuklarla ilişkiler bağımsızlık ve<br />
hareketlilik korunarak sürdürülmektedir.<br />
Aile yapılarında kuşaklararası ilişkiler dışında da farklılıklar<br />
görülmektedir. Örneğin, bazı aileler, boşanma, dulluk ya da terkedilmişlik<br />
nedeniyle tek anababalıdır. Bazı ailelerin yanlarında yaşlı ana ya<br />
da baba, evlenmemiş bir akraba, bir bakıcı gibi fazladan birileri vardır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bazı aileler de boşanma ve yeniden evlenme sonucu inanılmaz derecede<br />
karmaşık görüntüler verirler. Bazen çekirdek aileler hafta sonlarında,<br />
bayram günlerinde geniş aile özellikleri gösterirler. Sonuç olarak<br />
sadece çekirdek ve geniş aile tipleri çerçevesinde bile çeşitli aile<br />
yapıları ya da biçimleri söz konusudur.<br />
Günümüzde en yaygın aile biçiminin, "genişlemiş çekirdek aile"<br />
(extented nuclear family) olduğu söylenebilir. Bu aile yapısı, çeşitli<br />
seçeneklere olanak verdiği, coğrafi hareketlilik sağladığı, değer ve<br />
tutumları yeni kuşaklara iletmede aracı olduğu, hızlı toplumsal değişimlerin<br />
yol açtığı gerilimlere karşı bireylere duygusal destek sağladığı<br />
için yaygındır. Ancak bu aile yapısının her zaman olumlu biçimde<br />
işlediği de söylenemez. Dolayısıyla, genişlemiş çekirdek aileler<br />
de toplumların gereksinmeleri doğrultusunda değişime uğrayacaklardır.<br />
Örneğin, gelişmiş toplumlarda farklı yaş kesimlerinden insanlar<br />
"komün" yaşamı gibi farklı aile biçimlerini denemektedirler. Bununla<br />
birlikte, gelecekte bu tür bir aile yapısının yaygınlık kazanıp kazanmayacağı<br />
bilinememektedir. Ne olursa olsun, gelişmiş toplumların<br />
çoğulcu yapısının çeşitli aile yapılarının gelişmesine olanak tanıyacağı<br />
kuşkusuzdur.<br />
B. Ailede Etkileşim<br />
Aile, yetişkin ve çocukların etkileşimde bulundukları, dolayısıyla<br />
birbirlerini etkiledikleri bir birimdir. Aile etkileşim üzerine kurulu<br />
bir sistem olduğundan, bir yönün işlevini yerine getirmemesi sistemin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
diğer yönlerini de etkiler. Şu halde, aileyi anlamak için ana, baba<br />
ya da çocukları ayrı ayrı incelemek yeterli olamaz; çünkü aile, parçaların<br />
bir araya gelmesinden farklı bir bütündür.<br />
Ailenin "etkileşen kişilikler birimi" olarak kabul edilmesi simgesel<br />
etkileşim kuramından kaynaklanan bir görüştür. Aile bireyleri<br />
arasındaki etkileşimin anlamı, bireylerin etkileşimde aldıkları yerden<br />
çok, etkileşimin kendi içindedir. Örneğin, babanın alkolik oluşu aile<br />
etkileşimi içinde dışardakinden çok farklı bir anlam taşır; ailenin her<br />
bireyi babanın bu özelliğine farklı tepki gösterir, aile içinde bu özelliğin<br />
bir gelişim tarihi vardır, aile sistemini bir bütün olarak etkiler ve<br />
bireylerin aile algısını farklılaştırır. Etkileşim yaklaşımının uygulamadaki<br />
en tanınmış örneği "aile terapisi" (family therapy)dir. Aile terapisinin<br />
temel ilkesi, aslında "hasta"nın yalnızca "belirlenmiş hasta" olduğu<br />
ve etkileşen bütün aile bireylerince paylaşılan acıyı en fazla dile<br />
getiren kişi olduğudur. Yani bir bireyin rahatsızlığı, aslında içinde<br />
yaşadığı rahatsız bir ailenin ve kötü işleyen bir aile etkileşiminin<br />
belirtisidir; ailede bir şeyler ters gitmektedir ve bütün ailenin bir<br />
terapistle görüşmeye gereksinmesi vardır. Örneğin, bir çocuk şamar oğlanı<br />
olarak seçilmiş ve ailece kendisine "problem çocuk" olma görevi verimiştir;<br />
böylece anababa, yüzleşemedikleri evlilik sorunlarından kaynaklanan<br />
anksiyetelerini çocuk üzerinde yoğunlaştırarak daha az tehdit<br />
edici bir çıkış yolu bulmaktadırlar.<br />
Aile terapisi ilkeleri ve uygulamaları oldukça yenidir ve eski
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
psikopatoloji yaklaşımlarıyla -en azından yüzeyde- çelişmektedir. Eski<br />
yaklaşımlar, bireysel problemin bireysel dinamikle ilişkili olduğu ve<br />
bireysel terapi gerektirdiği doğrultusundadır. Ancak bireysel terapistler<br />
bile, hastalarının gelişiminin aileleri tarafından engellendiğini ve<br />
terapide kazanılan değişikliklere ailenin uyamadığını görmektedirler.<br />
Bu bulgular aile terapisinin gelişmesine katkıda bulunurken, aile içindeki<br />
etkileşimin önemine de dikkati çekmiştir. Ayrıca bu yaklaşım bireyin<br />
içsel dinamiklerini de reddetmemektedir. Aile terapisi sayesinde<br />
"asıl" sorunlu birey saptanabilir -çünkü çoğunlukla ailede hasta olarak<br />
belirlenen kişiden başka bir üyedir- ve daha sonra bireysel terapiye<br />
alınabilir. Bireyin rahatsızlığını başlatan ne olursa olsun, bu rahatsızlık<br />
başlayınca yoğun aile etkileşiminde her birey bununla bir biçimde<br />
başa çıkmak zorunda kalacaktır.<br />
Şu halde, temel nokta, ailenin etkileşen kişilikler birimi olduğudur.<br />
Bu kişiliklerden birinde ya da ilişkilerde ortaya çıkarak bir bozukluk<br />
aile sisteminin diğer yönlerini de bozacaktır. Kimmel'in bir<br />
araştırmasında, evlilik ilişkisinin kalitesi, anababanın çocuk davranışını<br />
algılayışı, anababanın aile birimini algılayışı ölçülmüş, evlilik<br />
ilişkisindeki bozukluğun (düşük evlilik doyumu), çocuğun davranış<br />
bozukluğuyla (yüksek derecede saldırganlık) ilişkili olduğu, bu iki<br />
alandaki bozukluğun da olumsuz aile birimi algılaması ile ilişkili olduğu<br />
bulunmuştur.<br />
Etkileşim yaklaşımının önemli bir noktası da, ailenin farklı yönlerini<br />
anlamada aile bireylerinin algılarının, o aile sisteminin değişkenlerini
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
dışardan izleyen birinin gözleminden daha belirgin olacağıdır.<br />
Örneğin, bir çocuk aileyi birçok nedenle kardeşlerinden çok<br />
farklı algılayabilir, sonuç olarak da o çocuk aynı ailede yaşayan<br />
kardeşlerinden farklı ya da olumsuz etkilenebilir, çünkü algılayışları<br />
farklıdır. Ferdinand Vander Veen, aile bireylerinin aile birimini nasıl<br />
algıladıklarını ortaya çıkarmak ve ölçmek için "aile-kavramı" adını<br />
verdiği bir yapı geliştirmiştir. Aile bireylerinin, tıpkı benlik-kavramları<br />
gibi, aileye ilişkin kavramları vardır ve aile-kavramı da benlik-kavramı<br />
gibi ölçülebilir. Sonuç olarak bir bireyin kendi ailesine ilişkin<br />
algısı, ailenin diğer bireylerine ve dış baskılara uyum sağlanmasında<br />
son derece önemli bir etkendir.<br />
C. Aile döngüsü<br />
Genç yetişkinlikte bütün toplumsal çevreler içinde yine aile çevresi<br />
ağırlığını korur. Gelişimsel açıdan bakılacak olursa, ergenlikten<br />
yetişkinliğe geçişte önemli bütün dönüm noktaları aile ile ilgilidir. Bu<br />
dönüm noktalarını geçmek toplumda normatif olarak yetişkinliğe geçişi<br />
belirler.<br />
Aile yaşam döngüsü (family life cycle), yetişkin rollerinde birtakım<br />
geçişler ve evrelerle belirlenir. Aile döngüsü içinde en önemli<br />
dönüm noktaları, evlenme, ilk çocuğun doğumu, son çocuğun doğumu,<br />
son çocuğun evden ayrılması (boş yuva) ve dulluktur. Sosyolog<br />
Reuben Hill dokuz dönüm noktası saptamıştır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
1. Kuruluş: yeni evlenmiş, çocuksuz.<br />
2. Yeni anababalar: ilk çocuk üç yaşına gelinceye kadar.<br />
3. Okul öncesi: ilk çocuk 3-6 yaşlarında, belki yeni bir kardeş.<br />
4. Okulçağı ailesi: ilk çocuk 6-12 yaşında, belki yeni bir kardeş.<br />
5. Ergen çocuklu aile: ilk çocuk 13-19 yaşında, belki yeni bir<br />
kardeş.<br />
6. Genç yetişkinli aile: ilk çocuk 22 yaşında ya da daha büyük,<br />
ilk çocuk evden ayrılıncaya kadar.<br />
7. Yerleştirme yeri olarak aile: ilk çocuğun ayrılmasından son<br />
çocuğun ayrılmasına kadar.<br />
8. Anababalık sonrası aile: çocuklar evden ayrıldıktan sonra,<br />
baba emekliye ayrılıncaya kadar.<br />
9. <strong>Yaşlılık</strong> ailesi: babanın emekliye ayrılmasından sonra.<br />
Hill'in bu evre görüşü sınırlıdır; çünkü evlenmeden birlikte yaşayan,<br />
boşanmış ya da yeniden evlenmiş çiftlere uygulanamaz, çalışan<br />
kadını dikkate almayışı açısından da eksiktir. Ayrıca, çağdaş karmaşık
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
toplumlarda insanlar yaşam üsluplarını seçme ve değiştirme<br />
hakkına sahip olmak istemektedirler. "Yaşam üslubu", bir bireyin biyolojik,<br />
toplumsal ve duygusal gereksinmelerini gidermeye çalıştığı<br />
yaşam örüntülerinin tümüdür. Bir aile kurmak bütün toplumlarda varolan<br />
bir yaşam üslubudur. Ancak aile döngüsünü oluşturan olaylar<br />
toplumsal ve kültürel değişimlerin etkisi altındadır. Örneğin, evlilikten<br />
son çocuğun yetiştirilmesine kadar geçen süre son yüzyıl içerisinde<br />
gitgide kısalmıştır. Aile döngüsündeki bu tarihsel değişimler<br />
aile döngüsünün de değişmesine neden olmuştur; ortayaşlı büyük anababalar,<br />
dört kuşaklı aileler ortaya çıkmış, çiftlerin anababalık sonrası<br />
dönemi uzamıştır. Aile döngüsündeki bu tür olaylar, bunların birey<br />
üzerindeki toplumsal ve psikolojik etkilerine de dikkati çekmiştir. Örneğin,<br />
ilk çocuğun doğuşu yalnızca "eş" oluştan "anababa" oluşa<br />
doğru bir rol değişikliği getirmez, aynı zamanda benlik kavramı ve<br />
güdülenme ile anababalarda çözülmemiş çocukluk çatışmalarını da<br />
uyandırır.<br />
Aile döngüsünün dönüm noktaları ailenin sırasal dönemler içinde<br />
ilerleyici gelişimini içerir. Bu dönemlerin ayrılması yazarlara bağlı bir<br />
keyfilik göstermektedir, yine de bu ayrımm konuyu açıklamak açısından<br />
yararlı olduğu söylenebilir. Aşağıdaki açıklamada Kimmel'in<br />
(1974), Hill ve Duvall'a dayanarak geliştirdiği şema izlenecektir.<br />
Ayrıca bu şemaya evlilik öncesi döneminin de katılması uygun bulunmuştur.<br />
Evlilik öncesi başlığı altında genellikle iki sorun incelenir: Eş<br />
seçimi ve sevgi ilişkisi.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
(0) Evlilik öncesi. Genellikle evlilikler bir seçme süreci sonucunda<br />
gerçekleşir. "Eş seçimi"nde iki temel ilke vardır. "Benzerlik ilkesi"ne<br />
göre, sınırlı bir bireyler grubu içinde, yaş, ırk, din, etnik köken,<br />
toplumsal sınıf, eğitim ve kişilik benzerliğine dayanılarak seçim<br />
yapılır. Benzerlik (homogami) ilkesi benzerlerin birbirini çektiği gerçeği<br />
üzerine kurulmuştur. Buna karşılık "bütünlenme ilkesi", eşlerin<br />
özellikle kişilik açısından farklı ve tamamlayıcı özellikleri nedeniyle<br />
seçildiğini savunur. Bu ilke karşıtların birbirini çektiği gerçeğine<br />
dayanmaktadır. Araştırmalar hangi ilkenin daha çok uygulandığını ortaya<br />
koyamamıştır, ancak benzerlik ilkesinin daha geçerli olduğu yolunda<br />
belirtiler vardır. Benzerlik ilkesinin daha geçerli olması, böyle bir<br />
seçimin sosyoekonomik sınıf, din, eğitim gibi alanlarda daha az çatışmaya<br />
yol açması, özellikle evliliğin ilk yıllarında karşılıklı toplumsallaşma<br />
sürecinin daha kolay olması nedeniyle olabilir. Ayrıca, anababa<br />
isteği ve toplumsal baskı da benzerlik ilkesi doğrultusundadır.<br />
Eş seçimi konusundan önce araştırılması gereken temel bir sorun,<br />
insanların neden evlendiği sorunudur. Her şeyden önce, evlenme yönünde<br />
yoğun bir toplumsal baskı vardır. Bireyin evlenmesi gereken<br />
anı belirleyen bir "toplumsal saat" bile vardır. Bu an geldiğinde bireyin<br />
ailesi ve çevresi onun evlenmesini bekler. Psikolojik gelişimi, cinsel<br />
çekim ve aşk etkenleri de evliliği çağrıştırır. Ancak psikoloji ve<br />
sosyoloji kitapları aşk konusuyla doğrudan ilgilenmemişlerdir. McCurdy,<br />
cinselliğin tümüyle tartışılmasına karşılık, iki konunun, yani<br />
dinin ve aşkın tartışılmasında gösterilen çekingenliğe dikkati çekmektedir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kuşkusuz, Maslow ve Fromm gibi yazarlar bu konuda önemli<br />
bir istisna oluşturmaktadırlar; ayrıca, kadın-erkek ilişkilerinde tabu<br />
konu tanımayan günümüzün feminist yazarlarını da unutmamak gerekir.<br />
Aşk konusundaki diğer bir ilginç tartışma da Batı kültüründeki romantik<br />
mitos üzerindedir. Rougemont'a göre romantik aşk ile Hıristiyanlık<br />
inancı arasında doğrudan bir ilişki vardır ve bunun en güzel<br />
örneği de "Tristan ve İzolde" söylencesinde görülür: Aşk, kirletilmekten<br />
ancak ölümün sonsuzluğu içinde korunabilir! Romantik mitos<br />
"Romeo ve Jülyet"de olduğu gibi sayısız edebiyat ürününe temel oluşturmuştur.<br />
Hepsinin ortak yönü, iki aşığın önüne geçilemez ve değiştirilemez<br />
bir nedenle birbirlerine ulaşamamalarıdır. Rougemont,<br />
aşık olmanın her zaman sevmek anlamına gelmediğini de ileri sürmektedir;<br />
aşık olmak bir durumdur, sevmek ise bir eylemdir; hıristiyanlığa<br />
bağlı aşk anlayışı sadece bir durumu belirtmektedir ve sevme<br />
eylemi değildir. Çünkü romantik aşkın özü, sevilen kişiyi son derece<br />
değerli ve ulaşılamaz bir varlık olarak görmektir. Dünya yaşamını<br />
horgören Ortaçağ Hıristiyanlık inancına göre insanca içgüdüler kötüdür,<br />
günah kaynağıdır, ahlaksızlık belirtisidir. Cinselliği kirli sayan<br />
bu inançta sevilen kişiyle cinsel ilişkiye girmek olanaksızdı. Rönesansta<br />
ise aşk platonik yönünü yitirmiş, ama şiirselliğini sürdürmüştür.<br />
Daha sonra Romantizm hareketi romantik aşk anlayışını doruk noktasına<br />
ulaştırmıştır. Fransız Devrimi'nden sonra da, evliliğin romantik<br />
aşka dayanması gerektiği görüşü gelişmeye başlamış ve yakın zamanlara<br />
kadar gelmiştir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Sevgi, psikologların sistematik araştırmalara ancak yeni yeni<br />
giriştikleri bir konudur. Zimbardo'ya (1979) göre bu gecikmenin nedeni,<br />
konunun tartışılamayacağına ilişkin tabular, sevginin akılcı açıklamalara<br />
konu olamayacağına ilişkin yaygın inançlardır. Araştırmayı<br />
engelleyen bir başka neden de, sevgiyi tanımlama güçlüğüydü. Filozoflar<br />
ve toplum bilimciler sevginin biçimleri ve ögeleri konusunda<br />
farklı düşünüyorlardı. Bilimsel araştırma açısında önemli bir güçlük<br />
de, sevgi ile hoşlanma, aşk ile sıradan sevgi arasında ayırım yapmak<br />
konusunda ortaya çıkmıştı. Hatfield ve Walster (1978) aşktan söz etmek<br />
için üç temel koşulun olması gerektiğini belirtmektedir. Her şeyden<br />
önce, kişinin bu kavrama inandığı ve gençlerin düşsel ve gerçek<br />
yaşam betimlemelerinde buna göre eğitildiği bir kültürde yetişmiş olmak<br />
gerekmektedir. Aşkın ortaya çıkması için ikinci koşul uygun kişinin<br />
varlığıdır. İnsanların çoğu için bu, karşı cinsten, aşağı yukarı<br />
aynı yaşta, fiziksel çekiciliği olan, başka bir derin ilişkiye girmemiş<br />
biri demektir. Üçüncü koşul aşık olmakla ilgilidir. Herhangi bir heyecansal<br />
uyanış aşk olarak "yorumlanabilir". Bu heyecansal uyanış bir<br />
insanın potansiyel sevgi objesine nasıl tepki vereceğini belirlemektedir.<br />
Başka bir deyişle aşk, uygun bir etiketlemenin eşlik ettiği fizyolojik<br />
bir uyanıştan ibarettir. Hatfield erkeklerin ve kadınların bir ilişkiden<br />
beklentilerinin aynı olduğunu saptamaktadır. Her iki cins de sevgi<br />
've' seks istiyor, her ikisi de yakınlık 've' ilişkiyi denetleme gücü<br />
istiyor. Ne var ki, erkekler kadınlardan daha kolay aşık oluyorlar, kadınlar<br />
ise aşktan erkeklerden daha kolay çıkıyorlar.<br />
Hendrick ve Hendrick (1986), tümel bir sevgi kavramına dayanan
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ilk kuramların yerini bugün çok boyutlu yapılar kullanan kuramların<br />
aldığını belirtmektedir. Onlara göre, psikolojide sevgi konusunda<br />
ilk çalışmalar kuram geliştirme yönünde olmuştu, daha sınırlı ikinci<br />
yaklaşım ise ölçme aracı geliştirme yünündeydi. 1970'lerde Rubin,<br />
sevme ile hoşlanma arasındaki benzerlik ve farklılıkları ilk kez ele<br />
almış ve bunları ölçecek bir araç geliştirmeye çalışmıştır. Rubin'in "Sevgi<br />
Ölçeği"nde üç ana öge vardır: Yakınlık kurucu ve bağlayıcı gereksinmeler,<br />
yardım etme eğilimi, tekelcilik ve kendine mal etme. "Hoşlanma<br />
Ölçeği" ise benzerlik, olgunluk, zeka gibi ögeleri içermektedir.<br />
Öte yandan, Dion sevgide beş değişik üslup olduğunu saptamaktadır:<br />
Uçarı, ihtiyatlı, akılcı, tutkulu, coşkulu. Lee'nin aşk üslupları tipolojisi<br />
daha karmaşıktır. Üç birincil aşk üslubu: Eros (tutkulu aşk), Ludus<br />
(oyun gibi aşk), Storge (arkadaşça aşk) ve üç ikincil aşk üslubu: Mania<br />
(sahiplenici. bağımlı aşk), Pragma (mantıksal, alışveriş gibi aşk),<br />
Agape (özgeci, verici aşk). Bu ikincil üsluplar birincillerin ikili<br />
bileşimlerinden oluşmaktadır. Örneğin, "mania" eros ve ludusun, "pragma"<br />
storge ve ludusun, "agape" eros ve storgenin bileşimidir; ama herbirinin<br />
kendine özgü nitelikleri çok farklıdır. Hendrick'in Lee'nin tipolojisine<br />
dayanarak geliştirdiği ölçme aracından madde örnekleri verebiliriz.<br />
Tutkulu aşk: "Ben ve sevgilim birbirimize ilk görüşte vurulduk."<br />
Oyun gibi aşk: "Aşk sorunlarımdan kolayca ve çabucak sıyrılabilirim"<br />
Arkadaşça aşk: "En güzel sevgi uzun bir dostlukta yeşerir."<br />
Mantıksal aşk: "En iyisi aynı özelliklere sahip birini sevmektir."<br />
Sahiplenici aşk: "Sevdiğim bana ilgi göstermezse hasta olurum." Özgeci<br />
aşk: "Sevdiğimin yerine ben acı çekmeyi yeğlerim." Bu araçla yapılan
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
araştırmaların ilk bulguları, erkeklerin aşkta kadınlardan daha fazla<br />
oyun peşinde (ludic) olduklarını, kadınların ise erkeklerden daha fazla<br />
pragmatik, daha arkadaşça, daha manik olduklarını göstermektedir.<br />
Perlmutter ve Hall'a (1992) göre, araştırmacılar aşkta genellikle<br />
iki temel tür ayıt etmektedirler. Tutkulu aşk (passionate love) heyecansal<br />
yoğunluk, eşle derinliğine birleşme ve ateşli cinsel tutku içerir. Arkadaşça<br />
aşk (companionate love) ise, eşlerin birbirine güven duyduğu<br />
ve bağlı olduğu, bir arada olmaktan zevk aldığı, huzurlu, kararlı bir<br />
ilişkidir. Tutkulu aşkın doğal ömrünün yaklaşık iki yıl olduğu görülmektedir.<br />
Ancak, tutkulu aşk bazı ilişkilerde yaşamsal bir öge olarak<br />
sürebilmektedir. Örneğin, çoğu otuz yıllık evli bir grup orta yaşlı kadında<br />
tutkulu aşkın evlilik ilişkilerinde önemli bir rol oynadığı, evlilik<br />
doyumuyla ve cinsel doyumla güçlü bir bağı olduğu saptanmıştır. Bazı<br />
araştırmalar da arkadaşça aşkın evlendikten sonra derinleştiğini, romantik<br />
aşkın evliliğin ilk on beş-yirmi yılı sırasında azaldığını göstermektedir.<br />
Evlilikteki sevgide romantik aşka benzeyen duygusal bir yön varsa<br />
da, daha çok etkin (aktif) sevgi söz konusudur. Evlenme kararı romantik<br />
aşka bağlı olarak alınmaz, mutlu ya da mutsuz sonuçlara katlanmayı<br />
içeren sevme kararına dayanılarak alınır. Psikolojide sevgi<br />
konusunda en gerçekçi tanımlardan biri Adler'e ( 1984) aittir: "Sevgi,<br />
dostça bir işbirliğidir."'<br />
"Sevgi ve evlilik yaşamında karşımıza çıkan sorunlar,<br />
ilke olarak genel toplumsal sorunlardan değişik bir yapı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
göstermez. Bu konuda da bizi aynı güçlükler ve aynı görevler<br />
bekler. Sevgi ve evliliğe her şeyin insanın gönlünce gerçekleştiği<br />
bir cennet gözüyle bakmak yanlıştır. Dört bir yanda<br />
yapılacak işler bizi bekler, bizimle birlikte karşımızdaki<br />
bir başka kişinin çıkarlarını düşünerek söz konusu işleri<br />
yapmamız gerekir. Toplumsal uyumla ilgili normal sorunların<br />
dışında sevgi ve evlilik, her iki taraftan da olağanüstü<br />
bir duygudaşlık, karşısındakiyle özdeşleşme bakımından<br />
olağanüstü bir yetenek ister. Toplumsal ilginin içyüzünü<br />
kavrayan bir kimse, sevgi ve evlilik sorunlarının da, ancak<br />
tam bir eşitlik ve aynı haklara sahip olma ilkesi temel alınarak<br />
doyurucu biçimde çözülebileceğini bilir. Tek başına<br />
sevgi sorunları çözemez; ancak sağlam bir temele dayanan<br />
eşitlik ilkesi, sevginin gereken yolu izlemesini sağlayacak<br />
ve evliliği başarıya götürecektir". (Adler, 1984)<br />
(1) Kuruluş: Bu dönem evlilikle başlar ve ilk çocuğun doğuşuna<br />
kadar sürer. Evlilik, bekarlık rollerinden evli çift rollerine geçişi<br />
gösterir. Bu yeni rol çiftin hirbiri ile, kendi anababaları ile, diğer<br />
çiftlerle ve bir bütün olarak toplumla olan ilişkilerini etkiler. Evlilik<br />
bir bakıma eski rollerden gelecek rollere geçişi simgeler. Evliliğin ilk<br />
döneminin en önemli görevi, her iki kişiyi de mutlu edecek ortak bir yaşam<br />
biçimi bulmak, doyurucu cinsel etkileşimı örüntülerini keşfetmektir.<br />
Ortak kararlar alma, aile sorumluluklarını paylaşma, çatışmaları<br />
çözme yollarını öğrenme görevleri de yeni çift için çok önemlidir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Romantik görüşlere karşın evliliğin ilk yılları en çetin yıllardır, bu<br />
yıllardaki düşkırıklığı ve karşılıklı toplumsallaşma başarısızlığı erken<br />
boşanmaların nedenidir. Boşanmaların özellikle ikinci ve dördüncü<br />
yıllarda en üst düzeyde olduğu, boşanma olasılığının evliliğin uzunluğu<br />
ile düşüş gösterdiği bulunmuştur. Evliliğin ilk yıllarındaki sorunlar<br />
çoğunlukla yaşam koşulları, maddi durum. seks, genel uyumsuzluk,<br />
anabaha müdahalesi olarak belirmektedir. Koller, ilk yıllarda boşanmanın<br />
büyük ölçüde çiftlerin evlilikten gerçek olmayan beklentileri<br />
sonucu ortaya çıktığını belirtmektedir. Birdwhitsell, sorunun çiftlerden<br />
çok toplumdan kaynaklandığını, toplumun evlilik kurumunu<br />
idealleştirdiğini ve sorunu olmayan bir yaşantı olarak sunduğunu ileri<br />
sürmektedir.<br />
Evliliğin ilk yıllarında cinsel ilişki sıklığı yüksektir ve Kinsey<br />
verilerine göre yaşla düşmektedir. Yaşa bağlı düşüş daha çok erkek<br />
örüntüsünü yansıtmaktadır; çünkü evli ve bekar erkeklerde orgazm<br />
sıklığı düşüşleri koşutluk gösterirken, bekar kadınlarda yaşla çok az<br />
değişim gösterdiği görülmektedir. Genel orgazm sıklığı kadınlarda 31-35<br />
yaşları arasında, erkeklerde ise 21-30 yaşları arasında en yüksek<br />
düzeye çıkmaktadır.<br />
(2) Yeni anababalar: Evlilikte ikinci dönem anababalıktır;<br />
gebelik ve ilk çocuğun doğumuyla başlar ve karıkocalıktan anababalığa<br />
doğru bir rol değişimini içerir. Bu noktaya kadar çift oldukça<br />
oturmuş bir ilişki gerçekleştirmiştir, ancak üçüncü kişi olan bebeğin<br />
aileye katılması eski dengeyi bozabilir ve bu kesinti de kızgınlık ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kıskançlık yaratabilir. Le Masters evliliğin bu dönemini incelemiş ve<br />
ailelerin % 83'ünün ilk çocuğun doğumu ile yoğun bir bunalım yaşadıklarını<br />
bulmuştur. Le Masters'a göre bu bunalım evresinin nedeni,<br />
kötü evlilik, kişilik uyumsuzluğu, bebeğin istenmemesi değil, çiftin bu<br />
yeni rol için hazırlığa sahip olmamasıdır. Anababa olmayı romantikleştiren<br />
çiftler, bebek alışılagelen düzeni bozan biri olarak ortaya çıkınca<br />
bunalım yaşamaktadırlar. Bu bunalıma, anababa oluşla birlikte<br />
yetişkinliğe en son adımın atılmış olması ve yetişkin sorumluluklarının<br />
bilinci de katkıda bulunuyor olabilir. Knox anababa rolüne uyumsuzluk<br />
nedenlerini şöyle özetlemektedir: Gebeliğe karşı olumsuz tutumlar,<br />
anababalığa ilişkin yetersizlik duyguları, bebekle deneyim<br />
yoksunluğu, rol değişimini kabule istekli olmamak.<br />
(3) Okulöncesi ailesi: Ailedeki ilk çocuk şimdi üç ile altı yaşları<br />
arasındadır. İkinci bir çocuk doğmuş olabilir ve onunla ilgili sorunlar<br />
da önemli olabilir (ama her dönemde ailenin ilk deneyimine dayanmakta<br />
açıklama açısından kolaylık vardır). Bu dönemin görevleri,<br />
eşler arasındaki yakın ilişkiyi sürdürürken, genişleyen aile için yer,<br />
maddi olanak bulmak ve çocukları yetiştirmektir. Çocuk yetiştirme<br />
görevi özellikle önemlidir; besleme, toplumsallaştırma, en üst düzeyde<br />
duygusal gelişime olanak sağlama görevlerini içerir. Anababalar,<br />
çocuklarıyla tam bir insan olarak etkileşime girebilmek için büyüyen<br />
çocuklarıyla birlikte değişebilmelidirler. Toplumsallaşma süreci içinde<br />
anababalar çocuklarına toplumun değer ve kurallarını öğretirken,<br />
kendileri de çocukları tarafından toplumsallaştırılırlar. Nasıl anababa
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olunacağını öğrenmenin karmaşık süreci içinde çocuklar ve anababalar<br />
birlikte büyürler. Bazen anababalar çocuklarını en doğru biçimde<br />
yetiştirme konusunda kaygı duyarlar, bu doğal ve gerçekçi bir kaygıdır.<br />
Ancak çocukların da oldukça dayanıklı varlıklar olduklarını ve<br />
güç koşullarda bile büyüyüp gelişmeyi başardıklarmı unutmamak gerekir.<br />
Çocuklara mutlaka mükemmel anababalar gerektiğini söylemek<br />
doğru olmaz. Belki anababalar için en iyi yöntem, kendileri ve çocukları<br />
için en gerçekçi ve etkili yolu kendilerinin seçmesidir.<br />
(4) Okulçağı ailesi: Bu dönem ailenin en büyük çocuğunun<br />
okula başlamasıyla başlar. Bu dönemde sıklıkla görülen bir değişim<br />
annenin yeniden işe dönmesidir. Hoffman, annenin çalışmasının anne-çocuk<br />
ilişkisi üzerindeki etkilerini araştırmış ve annenin çalışma karşısındaki<br />
tutumunun, çocuğun anneye olan tepkisini ve annenin çocuğa<br />
karşı davranışını, çalışıp çalışmamasından daha fazla etkilediğini<br />
bulmuştur. Başka bir deyişle, çalışan ve işlerini seven anneler, çocuklarına<br />
daha iyi davranmakta, buna karşılık çalışan ve işlerini sevmeyen<br />
anneler çocuklarıyla daha az ilgilenmekte, çocuklar da anneye<br />
düşman olmaktadırlar. Aynı gerçek çalışmayan anneler için de geçerlidir,<br />
çünkü çalışmadıkları için kendilerini kapana kısılmış hissediyorlarsa<br />
çocukları da bundan olumsuz etkilenmektedir.<br />
(5) Ergen çocuklu aile: Bu dönem en büyük çocuğun erinliğe<br />
ulaşmasıyla başlar. Bu dönemde aile ekonomik yönden oldukça dengelenmiştir,<br />
aile genellikle büyüklük sınırlarına ulaşmıştır, bütün üyeler<br />
aynı evde yaşamaktadır. Bu dönemin temel konuları, çocuklar için
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
okul, meslek ve eş seçimi üzerinde yoğunlaşır; çocuklarda cinsellik,<br />
bağımsızlık ve hareketlilik gitgide artar; sigara, alkol, uyuşturucu kullanma<br />
kaygıları ortaya çıkar. Bu sorunlar ailede bunalımlara yol açabilir,<br />
ergenlerle birlikte anababalar da bundan etkilenir. Aile içindeki<br />
kuşak çatışması toplumdaki kuşaklar çatışmasından daha küçük çaplıdır,<br />
çünkü ailedeki kuşaklar birbirlerine daha fazla benzerler. Araştırmalarda<br />
gençler genellikle hem kendi kuşaklarıyla, hem de aileleriyle<br />
dayanışma duygusu içinde olduklarını belirtmektedirler. Aile içindeki<br />
kuşak farklılığı, -ailenin toplumsallaşma ve kültürel aktarım konularındaki<br />
güçlüklerini yansıtmaktadır. Bengston'a göre, gençler kuşaklar<br />
arasında algıladıkları farklılıkları abartırken, anababalar -özellikle büyük<br />
anababalar- aynı farklılıkları küçümsemek eğilimindedirler.<br />
(6) Yerleştirme yeri olarak aile: Bu dönem çocukların evlenme<br />
ya da ayrı yaşama yoluyla evden ayrılmalarını içerir. Bu dönemde<br />
aileler çocuklarını bırakmakta, dünyaya yerleştirmekte, çocuklar da<br />
daha fazla bağımsızlık ve özerklik kazanmaktadırlar. Bu dönem anababalar<br />
için, özellikle, ilgisini o zamana kadar ailesi üzerinde odaklaştırmışsa<br />
anneler için sıkıntılı ve zor bir dönemdir. Çocukların ayrılması<br />
anneler için önemli bir rol değişimini gerekli kılar. Üstelik bu<br />
durum çoğunlukla annenin menopoz sıkıntıları dönemine rastlar. Bu<br />
biyolojik değişim "boş yuva" olgusuyla birleşince kadınlar için bunalım<br />
başlar. Üstelik bu dönemde koca da mesleğinin tepe noktasına<br />
çıkmak için uğraşıp durmakta ve karısından uzak kalmaktadır. Bu<br />
olayların etkileşimi karıkoca için psikolojik bir bunalım kaynağı olabilir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Diğer bir etken de kadınların cinsel ilgilerindeki artıştır, oysa kocalar<br />
işleri nedeniyle cinsel yakınlığa daha az ilgi duyarlar.<br />
(7) Anababalık sonrası aile: Son çocuğun aileden ayrılmasından<br />
sonra ortaya çıkan dönemdir. Pineo, evlilik mutluluğunun 20-25<br />
yıllık çocuk yetiştirme süresince ilk yıllara göre gitgide azaldığını<br />
bulmuştur; Deutscher ise, anababalık sonrası evlilik mutluluğunun önceki<br />
dönemlerden daha az olmadığını belirtmektedir. Rollins ve Feldman,<br />
evlilik mutluluğunun çocukları yerleştirme döneminde azaldığını, ama<br />
anababalık sonrası dönemde arttığını saptamaktadır. Bu dönemde karşılaşılan<br />
sorunların başında, çiftlerin yaşlanan anababalarına bakmaları,<br />
daha sonra da onların ölümünün yarattığı duygularla başa çıkmaları<br />
sorunu gelmektedir. Bir başka sorun da, anababaların artık<br />
büyükanne ya da büyükbaba olmaları ve bunun gerektirdiği rol değişimini<br />
göstermeleridir.<br />
(8) <strong>Yaşlılık</strong> ailesi: Bu son dönem kocanın emekli olmasıyla<br />
başlar, karısı çalışıyorsa o da aşağı yukarı aynı zamanlarda emekli<br />
olacaktır. Emeklilik ve ortaya çıkan boş zamanın değerlendirilmesi bu<br />
dönemin en önemli sorunlarıdır. Gelir düşüşü yaşam düzeyinde de düşüşe<br />
neden olmaktadır, sağlık sorunları da bütün bu sorunlara eklenmektedir.<br />
Buraya kadar yapılan açıklama yaşam döngüsünün tümünü kapsamakla<br />
birlikte, orta yıllara ve yaşlılığa ilişkin açıklamalar kısa tutulmuş<br />
ve ayrıntılar ilgili bölümlere bırakılmıştır. Bütün bu açıklamaların<br />
aile olgusu çerçevesinde yer aldığı açıkça görülmektedir. Oysa
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yetişkinler için aile dışında da birtakım yaşama biçimleri olabileceği<br />
kuşkusuzdur.<br />
:::::::::::::::::<br />
2. Seçenek Yaşam Biçimleri<br />
Genç yetişkini aile yaşamı döngüsü içinde düşünmek alışılagelmiş<br />
bir yoldur. Oysa bundan farklı ve en azından sözü edilen aile<br />
yaşam biçimleri kadar geçerli olan yaşam biçimleri de vardır. Hiç evlenmemiş<br />
yetişkinler (bekarlar), önceden evli olanlar (dullar, boşanmışlar,<br />
ayrı yaşayanlar), çocuksuz çiftler, komün yaşamı sürdürenler<br />
bu seçenek yaşam biçimlerini oluştururlar.<br />
A. Tek yaşayanlar. Tek yaşayan yetişkinler, hiç evlenmemiş,<br />
dul kalmış, boşanmış ya da ayrı yaşayan kişilerdir. Ancak bu insanlar<br />
üzerinde fazlaca araştırma yoktur, bilgilerin çoğu nüfus sayımı verilerinden<br />
derlenmektedir. Üstelik tek yaşayan kişiler konusunda olumsuz<br />
bir söylence de geliştirilmiştir. Örneğin, tek yaşayan kadınların kadınlık<br />
yönünden yetersiz, duygusal açıdan sorunlu oldukları söylenegelmiştir.<br />
Oysa Bernard'ın araştırması, bekar kadınların evli kadınlara<br />
oranla daha üst düzeyde ruh sağlığına sahip olduklarını göstermektedir;<br />
otuz yaşın üstündeki kadınlar içinde evli olanların bekar olanlardan<br />
daha fazla psikolojik sorunları vardır. Bekar kadınlarla ilgili bir<br />
başka söylence de, hızlı ve seks dolu bir yaşam yaşadıkları yönündedir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Oysa Starr ve Carns'a göre, birçok bekar kadın daha geleneksel bir<br />
yaşam sürdürmektedir, iyi bir ev ve iyi bir iş gibi geleneksel değerler<br />
peşindedir. Aynı şekilde bekar erkekler konusunda da çeşitli kalıpyargılar<br />
söz konusudur. Ancak birinciler için olumsuz olan söylenceler,<br />
ikinciler için olumludur: Bekar kadın güçsüz, yitirmiş bir kişidir, bekar<br />
erkek ise güçlüdür, özgürdür, kazançlıdır. Buna karşılık araştırmalar<br />
bekar erkeklerin evlilere oranla daha fazla fiziksel ve psikolojik<br />
sorunlardan yakındıklarını ortaya koymaktadır (Schiamberg ve Smith, 1982).<br />
Araştırmalar hiç evlenmeyen insanların son yıllarda arttığını<br />
göstermektedir. Sonuçta mutlaka evlenecek kişiler bunu kırk yaşından<br />
önce yapmaktadırlar. Hiç evlenmeyen erkeklerin gelirleri daha büyük<br />
bulunmuştur. Gelir ve eğitim düzeyi yüksek kadınlarda hiç evlenmeme<br />
oranı daha yüksektir. Erkekler genellikle daha düşük sosyoekonomik<br />
düzeyden kadınlarla evlendikleri halde, kadınlar daha düşük eğitim<br />
ve sosyoekonomik düzeyden erkeklerle evlenmiyorlar. Evlilik için<br />
toplumsal baskı yoğun olduğu için, hiç evlenmeyenlerin ne kadarının<br />
bunu kendi seçimleriyle belirledikleri bilinemiyor.<br />
Gelişimsel açıdan önemli olan nokta, evli olmayan yetişkinlerin<br />
yaşamındaki dönüm noktalarını belirlemektir. Kesin veriler olmamakla<br />
birlikte, belki de bu dönüm noktalarını meslek ya da aşk ilişkileri<br />
oluşturmaktadır. Boşanma ve dulluk gibi olaylar daha önce evli olanlar<br />
için dönüm noktası olarak kabul edilebilir.<br />
Evliliğin boşanma ya da ayrılma ile sona ermesi kişisel ve toplumsal
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
nedenlere bağlı olarak ortaya çıkar. Duvall'e göre, evliliğe iyi<br />
hazırlanmamış, anababasından kurtulmak için evlenmiş, farklılıkları<br />
hoşgörüyle karşılayamayan, mutsuz ya da boşanmış anababası olan<br />
kişiler, çocuksuz olanlar ve gebe gelinler arasında daha fazla boşanma<br />
görülmektedir. Öte yandan, eğitim, ırk, din, yaş, gelir düzeyi gibi toplumsal<br />
farklılıklar da boşanmayı kolaylaştırmaktadır. En fazla evlilik<br />
sorunu olan yıllar doğal olarak boşanmanın da en yoğun olduğu yıllardır.<br />
20 yaşından önce evlenenlerde boşanma oranı daha yüksektir. En<br />
fazla boşanma evliliğin üçüncü yılında yer almaktadır, ayrılmaların en<br />
yüksek noktası da evliliğin ilk yılıdır. Bütün boşanmaların % 40'ı beş<br />
yıldan daha az evli çiftlerde görülmektedir (A.B.D. Nüfus Bürosu,<br />
1975). Boşanma nedenleri konusunda büyük farkılıklar görülmektedir.<br />
En önemli nedenin mutsuzluk olduğu ileri sürülmektedir. Bazen tedirgin<br />
ve mutsuz insanlar evliliğe bu sorunlarını çözme beklentisiyle<br />
girmektedirler, oysa evlilik duygusal yönden yerleşmiş ve kimliğini sağlam<br />
bir biçimde kurmuş insanlar gerektirmektedir. Pinard'a göre, boşanmış<br />
insanların çoğu gergin, sinirli, depresyonlu, aşırı eleştirici ve<br />
genelde uyum sorunları olan kişilerdir. Boşanmada bir diğer etken de<br />
anababalık evresinde rol değişimini benimseyememe sorunudur. Eşle<br />
birlikte yaşamaya yeterince uyum gösterememiş yetişkinler anababalık<br />
rollerinden olumsuz yönde etkilenmektedirler.<br />
Araştırmalar boşanmış insanın yaşam biçimi konusunda çok az<br />
bilgi vermektedir. Erkeklerin yarısı yalnız, kadınların yarısı da<br />
çocuklarıyla yaşıyor, genç olanlar kendi ailelerine dönüyorlar, orta
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaşlılar yalnız yaşamayı seçiyorlar. Ancak bu bilgiler birey için boşanmanın<br />
anlamının ne olduğu konusunda yetersiz kalıyor. Boşanma yeniden<br />
toplumsallaşmayı gerektiriyor ya da yeniden evlenmeyi içeriyor olabilir.<br />
Boşanma duygusal ve fiziksel zorluklar içerebilir ya da yeni yaşam<br />
biçimi bu zorluklara neden olabilir. Evlenmenin rol değişimini gerektirmesi<br />
gibi, boşanma da rollerde ve statüde belirgin değişikliklere yol<br />
açar. Bu durumda bütün toplumsal bağların yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.<br />
Evliliğin aksine boşanma, toplumsal normlarla belirlenmiş<br />
kurumsal bir geçiş değildir. Birey normatif ipuçları olmadan ve<br />
dışardan pek yardım görmeden yeni rollerini kendisi düzenlemek zorundadır.<br />
Çoğu zaman boşanmayla birlikte bir tür başarısızlık duygusu<br />
da yaşanır. Yeni ilişkiler kurmada ve bunları -varsa- çocuklara açıklamada<br />
birtakım zorluklar vardır. Gluck'un araştırması, boşanmışların<br />
% 75'inin beş yıl içinde yeniden evlendiğini ve % 60'ının boşanmışlarla<br />
evlendiğini göstermektedir. Genellikle ikinci evlilikler daha mutlu<br />
olarak nitelendirilmektedir.<br />
Evlilikler boşanma ya da ölümle, sonuç olarak çiftlerden biri için<br />
dullukla sonuçlanır. Yaşam süresinin uzaması dulluk süresini de uzatmıştır.<br />
Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşadıklarından ve genellikle<br />
kendilerinden daha yaşlı erkeklerle evlendiklerinden dulluk süreleri de<br />
daha uzundur. Dulların büyük çoğunluğu 65 yaşın üstündedir ve bu<br />
yaştan sonra evlenmeleri onaylanmadığı için yalnızlık en büyük sorunlarıdır.<br />
B. Birlikte yaşayanlar: Gelişmiş ülkelerde özellikle 1960'ların<br />
sonlarına doğru birlikte oturma eğilimi yaygınlaşmıştır. 1980'lere
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
gelindiğinde 15-44 yaşlar arasındaki her üç Amerikan kadınından birinin<br />
bir erkekle evlenmeksizin birlikte yaşadığı görülmektedir. Bu tür ilişki,<br />
geçici birliktelikten evliliğe giden sürekli birlikteliğe kadar değişik<br />
biçimler gösterebilmektedir. Birlikte yaşayanların çoğu bir yıl içinde<br />
evlenmekte ya da ilişkiyi bitirmektedir. Birlikte yaşama, ilişkinin evlilik<br />
için yeterince güçlü olup olmadığını sınama yolu olarak görülebilir.<br />
C. Çocuksuz çiftler: Seçenek yaşam biçimlerinden biri de çocuksuz<br />
çiftlerle ilgilidir. Bu grup istemediği ya da sahip olamadığı<br />
için çocuksuz olan çiftleri içerir. Bu grup da tıpkı bekarlar, dullar ya<br />
da evlenmeden birlikte yaşayanlar gibi toplumsal baskı altındadır;<br />
çünkü toplum evliliği ancak çocukla birlikte düşünmektedir. Çiftler<br />
çocuk sahibi olmamaya çeşitli nedenlerle karar vermiş olabilirler. Eşlerden<br />
her ikisi de çocukla kesintiye uğramasını istemediği işlere sahip<br />
olabilir; çocuk yetiştirmenin sorumluluğunu istemeyebilir; çocuklarına<br />
geçirmek istemedikleri genetik bir özürleri olabilir; anababalık<br />
rolüyle ilgilenmiyor ya da bu role uygun olmadıklarını düşünüyor<br />
olabilirler vb.<br />
D. Eşcinseller: Freud bir eşcinselin annesine yazdığı mektupta<br />
şöyle demektedir: "Eşcinsellik elbette bir avantaj değildir, ama utanılacak<br />
bir kusur, bir aşağılanma da değildir, bir hastalık olarak da<br />
sınıflanamaz. Eskilerde ve günümüzde pek çok saygıdeğer kişi eşcinseldi,<br />
aralarında (Platon, Michelangelo, Leonardo da Vinci, vb.) sayısız<br />
büyük adam vardı. Eşcinselliği bir suç gibi cezalandırmak çok büyük
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bir adaletsizliktir ve de zalimlik...<br />
Kamuoyunda, karşıcinseller ve eşcinseller olmak üzere iki tür insan<br />
olduğu kanısı yaygındır. Gerçekte ise, karşıcinselliği ve eşcinselliği<br />
aynı süreklilik üzerinde kutuplar olarak görmek daha doğrudur.<br />
Çoğu bilim adamı, karşıcinsel ya da eşcinsel "bireyler" değil, karşıcinsel<br />
ya da eşcinsel "uygulamalar" olduğunu kabul etme eğilimindedir.<br />
Psikanalizci İrving Bieber'e göre, eşcinsellik raydan çıkmış<br />
karşıcinselliktir, temelinde de babanın etkisiz, annenin egemen olduğu aile<br />
yapısı vardır. Buna karşılık Michael Schofield, bu çok yaygın varsayımın<br />
doğru olmadığını, eşcinsellerin geçmişinin çok büyük bir<br />
farklılık gösterdiğini söylemektedir. Schofield'e göre, eşcinseller<br />
arasındaki farklılık, eşcinsellerle karşıcinseller arasındaki farklılıktan<br />
çok daha büyüktür. Eşcinselliği açıklamaya çalışan diğer kuramlar da<br />
(fiziksel yapı ve mizaç kuramları, biyolojik ve hormonal yapı kuramları,<br />
öğrenme kuramları) başarılı bir sonuca ulaşabilmiş değildir. Sonuç<br />
olarak, uzmanların hepsi şimdilik en iyi yolun eşcinsellik karşısında<br />
açık görüşlü olmak ve gelecekteki araştırmaları beklemek olduğunda<br />
birleşmektedir.<br />
Bu bölümün sonuna bıraktığımız temel bir tartışma konusu da,<br />
tekeşlilik, (monogamy) sorunudur. Kimmel'in (1974) dediği gibi, "Hemen<br />
hemen bütün insanlar görünüşte aile denemesine girişmekle birlikte,<br />
çoğu eğer olanakları olsaydı ailenin değerli bir kurum olup olmadığını<br />
ve bu denemeye girişerek, değişimlere uğramaya ve ölmeye
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
değip değmediğini tartışırlardı."<br />
Murdock'a göre, tekeşlilik bütün toplumlarda var görünüyorsa<br />
da, onun incelediği 238 toplumdan aşağı yukarı sadece beşte biri tam<br />
anlamıyla tekeşlidir. Dolayısıyla tekeşli yaşamın bütün insanlar için<br />
en uygun yaşam biçimi olduğu söylenemez. Günümüzde nüfus patlamasıyla<br />
birlikte "deneysel" yaşam biçimlerine duyulan ilgi ve hoşgörünün<br />
de arttığı görülmektedir. Üstelik, evliliğe uygun olup olmadığına<br />
bakılmaksızın, herkesin evlenmesi için yapılan toplumsal baskı<br />
azalırsa boşanma oranının da büyük ölçüde düşeceği söylenebilir.<br />
İnsanlar genellikle evliliğe girerken de, evliliği bozarken de tekeşliliği<br />
tartışmaktansa kişileri tartışmayı yeğlemektedirler. Evliliğin<br />
kurulmasında ve yıkılmasında bireysel etkenlerin varlığı ve rolü kuşku<br />
götürmez, evlilikte ortaya çıkan mutluluğu ya da mutsuzluğu kendi<br />
psikolojik gelişimimiz ölçüsünde biz yaratırız. Ancak öte yandan, evlilik<br />
ve aile toplumsal kurumlardır ve bizi bireysel irademiz dışında<br />
yönetmektedirler. Kurumlaşmış tekeşlilik bireysel sevgi temeline dayanıyor<br />
gibi görünse de, aslında cinsel içgüdüyü denetim altında tutmak,<br />
üretim güçlerini güvence altına almak, kadını erkeğe bağımlı<br />
kılmak türünden toplumsal gerekçelere dayandığı düşünülmektedir.<br />
Ancak bu tür yorumların somut değişimlere dönüşemediği de açıktır.<br />
Amerika Birleşik Devletleri Nüfus Bürosu'nun belirttiğine göre,<br />
bu ülkede 1960'da kadınların yüzde 72'si ve erkeklerin yüzde 47'si 20-24
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaşlar arasında evleniyordu; 1990'da ise kadınların yüzde 34'ü ve<br />
erkeklerin yüzde 21'i aynı yaşlar arasında evlenmektedir. Bu durum<br />
günümüzde evliliği erteleme konusunda güçlü bir eğilim olduğunu<br />
göstermektedir. Evliliği erteleme eğilimi kısmen üniversiteye gitme<br />
oranındaki artışla ilgilidir. Gclişmiş ülkelerde evlilik olmadan birlikte<br />
yaşama olanağı da evlenmeyi ertelemeye yol açmaktadır. Boşanma<br />
oranının artması ve tek yaşamanın gitgide kabul görmesi de evlenmeyi<br />
geciktiren nedenler arasındadır (seçenek yaşam biçimleri burada<br />
anımsanabilir). Sonuç olarak, günümüzde evliliğe daha gerçekçi ve<br />
akılcı nedenlerle yaklaşıldığı söylenebilir.<br />
:::::::::::::::::<br />
3. İş ve Meslek<br />
İnsan yaşamının diğer dönemleri gibi yetişkinlik de ancak içinde<br />
ortaya çıktığı toplumsal bağlamlarda anlaşılabilir; iş ve meslek yaşamı<br />
da bunlardan biridir. Hem kadının hem de erkeğin yaşam süresinde<br />
çalışma en önemli yeri tutar (ancak, çalışma konusunda bilinenlerin<br />
çoğunun erkeğin çalışmasına ilişkin olduğunu hemen belirtmek gerek).<br />
İnsanların neden çalıştıkları konusunda pek çok neden ileri sürülebilir<br />
ve bu soruşturmanın sonu gelmez. Ancak çalışmanın insan mutluluğunun,<br />
yaşam doyumunun, ruh sağlığının temellerinden biri olduğuna<br />
da hiç kuşku yoktur. Nitekim Freud bir konuşmasında ruh sağlığının<br />
temeli olarak "sevme ve çalışma"yı göstermiştir.Yaşamın bu
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
iki alanı yetişkinlik yıllarının temelini oluşturur.<br />
A. Çalışmanın Anlamı<br />
Erikson'un gelişim kuramında "yakınlığa karşı yalıtılmışlık" ve<br />
"üretkenliğe karşı durgunluk" evreleri çalışma yaşamına da denk düşer.<br />
Uzun süren bu evreler sadece iş alanındaki üretkenlik ve yaratıcılığı<br />
değil, aynı zamanda yeni kuşaklar üretmeyi, onları yetiştirmeyi ve<br />
sorunlarıyla ilgilenmeyi de içerir. Böylece bireysel çalışma, iş<br />
ilişkilerine, aile yaşamına ve tüm topluma uzanan çok geniş bir etkileşim<br />
alanını kapsar.<br />
1) Kimlik ve üretkenlik: Erkekler ve kadınlar için "iş" uzun<br />
süren bir fiziksel ve duygusal enerji yatırımını gerektirmektedir. Erkek<br />
için de kadın için de bu yoğun uğraş, ergenlik yıllarının kimlik<br />
bunalımının çözüldüğünü ve artık genç yetişkinliğe geçildiğini gösterir.<br />
Meslek ve aile yaşamındaki başarı bireyin kimlik duygusunu<br />
güçlendirdiği gibi bu kimliğe toplumsal bir temel de sağlar. Bireyin<br />
işi onun kimliğinin belirgin bir parçasıdır ve adı, cinsiyeti ve uyruğuyla<br />
birlikte kimliğini belirtmede önemli bir rol oynar. Kimlikle meslek<br />
arasındaki bu sıkı bağ özellikle "doktorum", "avukatım", "polisim",<br />
"sanatçıyım" gibi anlatımlarda daha da belirgindir. Meslek aynı<br />
zamanda toplumsal sınıfı ve eğitim düzeyini de gösterir. Meslek rollerine<br />
girmek yetişkinliğe girmeyi belirttiği gibi, işten alınan doyumu<br />
da belirtir. İş rolündeki sıkıntı ve doyumsuzluklar, bir tür ketlenme ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Erikson'un deyişiyle "üretkenlik bunalımı" olarak görülebilir. Bu duygusal<br />
bunalım daha önceki yıllara ilişkin kimlik bunalımıyla ilişkilidir,<br />
ancak yetişkinlik döneminde "ben kimim?" sorusu yerine, "ben<br />
ne yapıyorum?" sorusu sorulur.<br />
Derin doyum ve başarı duygusu ya da sıkıntı ve yetersizlik duygusu<br />
bireyin yaşamının diğer alanlarını da etkiler. Aile ile iş arasındaki<br />
etkileşim çoğunlukça bilinen ve yaşanan bir olgudur. Başka bir<br />
deyişle, işteki sıkıntı ailenin önemini arttırır. İşteki doyumsuzluk aile<br />
yaşamında ödünlenmek istenir, sonuçta sıkıntı bütün aile bireylerine<br />
yansır, aile bu yükü kaldıramaz hale gelir ve aile bunalımları yaşanır.<br />
Öte yandan, doyumsuz bir aile ilişkisi ve uyumsuz evlilik de işin doyum<br />
yeri olarak görülmesine yol açabilir. Bu durumda iş, aile sıkıntılarından<br />
uzaklaşmak için başvurulan bir kaçış yeridir. İkinci bir iş edinerek,<br />
geç saatlere kadar çalışarak, iş yolculuklarına çıkarak işi doyum<br />
kaynağı yapmaya çalışılır. Bazen de işinde yükselmek isteyen<br />
biri iş ve aileyi rekabet alanı haline getirebilir, bu da aile içi gerilimi<br />
artırabilir. Özellikle kadının çalışmadığı ailelerde, bu durumda kadın<br />
ihmal edildiğini ve eve hapsedildiğini, erkek de karısı ve ailesi tarafından<br />
engellendiğini ileri sürer; sonuç, eşlerin birbirine yabancılaşmasıdır.<br />
Aslında ailedeki bu yabancılaşma bireyin işteki yabancılaşmasının<br />
bir uzantısıdır.<br />
2) Yabancılaşma: İş ve yabancılaşma olgusuna ilişkin açıklamalar<br />
özelliklc Erich Fromm'un yapıtlarında yer almaktadır. Fromm'a<br />
göre yabancılaşma, "kişinin kendisini bir yabancı gibi hissettiği yaşantı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
biçimidir. kişi kendisiyle ve dış dünyayla üretici bir ilişki içinde<br />
değildir". Yabancılaşma durumunda, "insanın kendi eylemleri, onun tarafından<br />
yönetilmek yerine, onun üstünde, ona karşı işleyen yabancı<br />
bir güç olup çıkar." Böylece insan, kendini kendi zenginliğinin etkin<br />
yaratıcısı olarak değil de, kendini kendi dışındaki güçlere kaptırmış<br />
zavallı bir nesne olarak algılar. Fromm'a göre çağdaş toplumda yabancılaşma<br />
hemen her yeri kaplamış bir olgudur, özellikle çalışma ve<br />
iş yaşamı etkilenmektedir bundan. Fromm (1982) bu durumu şöyle<br />
betimlemektedir:<br />
"Hem kişiliğin hem de malların satıldığı pazarda değerlendirme<br />
ilkesi aynıdır. Birinde satışa sunulan, kişilikler;<br />
ötekinde ise, mallardır. (...) Başarı büyük ölçüde, insanın<br />
kendisini pazarda ne kadar iyi sattığına, kişiliği ile ne kadar<br />
iyi rol yaptığına, dış görünüşünün etkililiğine, örneğin 'neşeli',<br />
'sağduyulu', 'saldırgan', 'güvenilir', 'tutkulu' olup olmadığına<br />
bağlıdır. (...) Başarı büyük ölçüde insanın kişiliğini<br />
ne kadar iyi sattığına dayandığına göre, birey kendisini<br />
bir mal ya da daha çok, hem satıcı hem de satılacak mal olarak<br />
görür. (...) Çağdaş insan kendini aynı zamanda hem pazardaki<br />
satıcı hem de satılacak mal olarak gördüğünde, özsaygısı,<br />
denetiminin dışıdaki koşullara dayanır. Eğer başarılıysa<br />
değerli, başarısızsa değersizdir." (Fromm, 1982).<br />
Çalışmaya yüklenen anlamın ve iş doyumunun en güvenilir belirtilerinden
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
biri şu soruya verilen yanıtta ortaya çıkar: "Herşeye yeniden<br />
başlayabilecek olsaydınız hangi işe girmek istersiniz?" 1972'de<br />
ABD'nde işe yabancılaşma konusunda ülke çapında yapılan bir araştırmada,<br />
beyaz yakalı işçilerin sadece % 43'ü ve mavi yakalı işçilerin<br />
sadece % 24'ü aynı işi seçeceklerini söylemişlerdir. 1979'da Michigan<br />
Üniversitesi'nce yapılan başka bir araştırmada işçilerin sadece % 46,7'si<br />
işlerinde "çok doyumlu" olduklarını, % 60'ı başka bir işi yeğleyeceklerini,<br />
% 61'i yaptıkları işi arkadaşlarına tavsiye edebileceklerini<br />
belirtmişlerdir. Sonuç olarak, hemen hemen her işin kimi insanlara<br />
sıkıcı geldiği söylenebilir. İş doyumunun, işi tutkuyla yapmak gibi bireysel,<br />
kararlara katılmak gibi toplumsal etkenlere bağlı olduğu da<br />
anlaşılmaktadır. Ayrıca, yaşlı kişilerin genç kişilerden daha fazla<br />
işlerinde doyum buldukları araştırmalarda ortaya çıkmaktadır (Vander<br />
Zanden, 1981).<br />
Çalışmanın anlamı ile ilgili bir sorun da, kadınların ev işinin<br />
"gerçek iş" sayılmamasıyla ilgilidir. Herşeyin değerini paranın belirlediği<br />
bir toplumda kadınların ev işi küçümsenmektedir, çünkü parasal<br />
girdisi olmayan bir iştir. Öte yandan, her şeyi erkeklerin belirlediği bir<br />
toplumda kadınların ev işi onların "doğal" bir görevi, varoluşlarının<br />
vazgeçilmez bir yönü olarak görülmektedir. Günümüzde bu tür geleneksel<br />
kalıpyargıları aşmaya çalışan toplumlarda, kadınların ev işine<br />
de ücret ödenmesi, evde çalışan kadınların da iş sigortasına bağlanması<br />
ve emeklilik hakkına kavuşması söz konusu edilmektedir.<br />
3) Kadınların çalışması. Yakın zamanlara kadar evinde oturması
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
gerektiği düşünülen kadınlar, bugün birçok ülkede ulusal<br />
işgücünün yaklaşık yarısını oluşturmaktadırlar. Amerikalı ekonomist<br />
Eli Ginzberg, kadınların son birkaç yılda işgücüne hızla katılışını<br />
"yüzyılımızın en önemli olgusu" olarak nitelemektedir. Ancak, kadın<br />
işgücünün genişlemesi ekonominin geleneksel yapısında hala çözüm<br />
bekleyen bir yığın sorunu da birlikte getirmiştir. 1984'te Fransa Kadın<br />
Hakları Bakanı Yvette Roudy, "Kadınlar daha önce de pek çok sanayi<br />
devrimiyle randevuyu kaçırmışlardır. Umarım, birkez daha yolun kenarında<br />
durup gelişime seyirci kalmazlar. Fakat öyle bir dönemde bulunuyoruz ki,<br />
erkeklerle kadınlar arasındaki rol ve görev bölüşümü<br />
kültürlere yerleşmiştir. Erkek çocuklar için 300 meslek varken, kız<br />
çocuklar için sadece 30 meslek yolu bulunmaktadır" demektedir.<br />
Kadınların iş dünyasında karşılaştıkları ilk sorunlardan biri, her<br />
zaman, ücret düzeyinin en düşük olduğu sektörlerde çalışmak zorunda<br />
kalmalarıdır. Bunun temel nedeni, daha başlangıçta kadınların ileride<br />
yüksek ücret getirmeyecek ve yükselme olanağı sağlamayacak öğrenim<br />
dallarına ve mesleklere yöneltilmeleridir. Kadınlar, dil, edebiyat, tarih<br />
gibi insan bilimleri dallarına, öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik gibi<br />
hizmet kollarına itilmektedirler; mühendislik, diplomatlık, yüksek düzeyde<br />
yöneticilik, üniversite öğretim üyeliği, parlamenterlik, sendika<br />
liderliği gibi alanlara kadınlar hala yaklaşamamakta ya da pek az ve<br />
güçlükle girebilmektedirler. Sorumluluk gerektiren yüksek görevlerde<br />
bulunan kadınların oranının gelişmiş Batı ülkelerinde bile henüz<br />
çok ağır bir tempoyla değiştiği bilinmektedir (bk. Tablo 14).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Tablo 14<br />
Kadınların Çalıştığı Sektörler<br />
(1982 verileri, %)<br />
Ülkeler - Tarım - Endüstri - Hizmet<br />
Alm. Fed. Cumhuriyeti - 7,0 - 25,5 - 65,5<br />
Fransa - 6,0 - 21.1 - 78,8<br />
İtalya - 13,3 - 26.9 - 59,9<br />
Hollanda - 2,5 - 12.1 - 85,4<br />
Belçika - 1,7 - 16.0 - 82,3<br />
Lüksemburg - 5,2 - 12.6 - 79,1<br />
İngiltere - 1,2 - 19,7 - 79,1<br />
İrlanda - 5,6 - 20,1 - 74,3<br />
Danimarka - 5,5 - 13.5 - 81,0
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yunanistan - 41,6 - 18,2 - 40,2<br />
AET 10 üye - 7,0 - 22,5 - 70,5<br />
Kaynak: Avrupa Dergisi, No. 93, 1984.<br />
Kadınların iş dünyasında yaşadıkları bir başka sorun, işsizlik bunalımı<br />
karşısında kadınların daha elverişsiz durumda bulunmalarıdır.<br />
Erkekler için işsizlik oranı % 10 iken, kadınlar için % 15' tir. Avrupa'da<br />
kadın işsizlik oranı erkek işsizlik oranından İtalya'da üç, Fransa,<br />
Hollanda ve Belçika'da iki kat yüksektir. Avrupa Ekonomik Topluluğunda<br />
işsizlikten en çok etkilenen grubu genç kadınlar oluşturmaktadır.<br />
İtalya'da 25 yaşın altındaki her iki kadından biri işsizdir; bu oran<br />
Belçikada % 40'a, Hollanda ve Fransa'da % 35'e yaklaşmaktadır.<br />
Kadınların çalışma yaşamında karşı karşıya kaldıkları en ciddi<br />
sorun ise, ücret eşitsizliğidir. 1975 ve 1976 yıllarında AET düzeyinde<br />
kabul edilen iki genelge, aynı iş için ya da eşit değer verilen iş için<br />
cinsiyete dayalı her türlü ayrıma son verilmesi ilkesini içeriyordu;<br />
ücretlerin belirlenmesi için kurulacak mesleki sınıflandırma sistemi<br />
erkek ve kadın işçiler için ortak ölçütlere dayandırılmalı ve cinsiyet<br />
ayrımını ortadan kaldırmalıydı, üye devletler bu genelgeye göre gereken<br />
hukuksal düzenlemeleri ülkelerinde hemen yapmalıydılar. Oysa<br />
bugün hiçbir AET ülkesinde gerçek anlamda bir ücret eşitliğine hala
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ulaşılabilmiş değildir. Kadın ve erkeklerin aldığı ücretler arasındaki<br />
farkın en yüksek olduğu ülkeler Lüksemburg, Yunanistan ve İrlanda<br />
(% 30'u aşıyor), en düşük olduğu ülke ise İtalyadır (% 20'den az).<br />
Aşağıdaki tablo, sanayideki ücret eşitsizliğinin AET ülkelerindeki durumunu<br />
yıllara göre göstermektedir (Tablo 15).<br />
Bütün bu olumsuz görünümlere karşın, Anne Wahl'ın (1984) dediği<br />
gibi, "Kadınların çalışma alanında gösterdiği gelişme, çağımızın<br />
en belirgin olgularından biridir. Avrupa Topluluğu'nda, 15-64 yaşlar<br />
arasındaki kadın nüfusu içinde çalışan kadınların oranı, 1970'de % 44<br />
iken, 1982'de % 50'ye yükselmiştir. Daha şimdiden, şu basit fakat<br />
önemli sonuca varılabilir: Herhangi bir sosyolojik eğilim değişikliği<br />
olmadığı takdirde, 21'nci yüzyılın başında, kadınların çalışma yaşamı<br />
karşısındaki davranışı erkeklerinkiyle aynı olacaktır." (Avrupa Dergisi,<br />
1984)<br />
B. Meslek seçimi<br />
Meslek seçimi süreci bireyin gerçek işini seçiminden çok önce<br />
başlar. Meslek seçimi, sadece varolan işler arasında en uygununa karar<br />
vermekten ibaret değildir. Bireyin geçmişi ve temelleri, rol modelleri,<br />
deneyimleri, ilgileri ve kişiliği meslek seçimini etkileyen en<br />
önemli etkenlerdir.<br />
1) Bireysel temeller: Toplumsal sınıf, etnik köken, cinsiyet,<br />
zeka gibi karmaşık etkenler bireyin meslek seçimini etkilerler. Bu etkenlerin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
etkileşimi, bireyin evlenmesinde olduğu gibi, iş seçimini ve<br />
şansını etkiler. Söz gelimi, kadınların mesleğe yönelmesinde cinsiyetin,<br />
zencilerin iş bulmasında ırkın engelleyici bir etken olduğu, buna<br />
karşılık yüksek sosyoekonomik düzeyin, yaratıcı zekanın olumlu bir<br />
rol oynadığı bilinmektedir.<br />
Tablo 15<br />
Sanayide Ücret Eşitsizliği<br />
Düz Sanayi İşçilerinin Brüt Ortalama Saat Ücretleri<br />
(Endeks: Erkekler = 100)<br />
Ülkeler Yıllar<br />
Almanya Fed. Cumhuriyeti 1972 (69,65), 1975 (72,55), 1977 (72,81),<br />
1978 (73,02), 1979 (72,69), 1980 (72,63), 1981 (72,78)<br />
Fransa 1972 (78,67), 1975 (78,47), 1977 (77,43), 1978 (78,32),<br />
1979 (78,29), 1980 (78,28), 1981 (79,48)<br />
İtalya 1972 (76,29), 1975 (79,71), 1977 (84,64), 1978 (83,06),<br />
1979 (84,12), 1980 (84,13), 1981 (84,87)
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Hollanda 1972 (64,64), 1975 (72,41), 1977 (73,48), 1978 (73,49),<br />
1979 (72,29), 1980 (73,27), 1981 (72,64)<br />
Belçika 1972 (68,42), 1975 (71,52), 1977 (70,98), 1978 (70,73),<br />
1979 (70,27), 1980 (70,25), 1981 (71,59)<br />
Lüksemburg 1972 (62,50), 1975 (63,19), 1977 (65,02), 1978 (63,55),<br />
1979 (61,88), 1980 (64,71), 1981 (63,35)<br />
İngiltere 1972 (60,26), 1975 (67,91), 1977 (71,60), 1978 (69,89),<br />
1979 (70,83), 1980 (69,65), 1981 (69,96)<br />
İrlanda 1972 (-), 1975 (60,94), 1977 (62,13), 1978 (64,10),<br />
1979 (66,96), 1980 (68,70), 1981 (67,20)<br />
Danimarka 1972 (-), 1975 (84,31), 1977 (86,50), 1978 (86,14),<br />
1979 (86,36), 1980 (86,05), 1981 (85,76)<br />
Yunanistan 1972 (-), 1975 (69,86), 1977 (68,36), 1978 (68,00),<br />
1979 (68,00), 1980 (67,38), 1981 (66,65)<br />
Kaynak:Avrupa Dergisi, No: 93, 1984.<br />
2) Rol modelleri: İnsanlar mesleklerini çoğunlukla o meslekten<br />
birisiyle özdeşleşerek seçerler. Rol modeli olan kişi geleneksel<br />
toplumlarda baba ya da amcadır. Ancak, günümüzde kitle iletişim
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
araçları bireye yakın çevresinde bulunmayan rol modellerini de iletmektedir;<br />
böylece bir gencin kendi temel özelliklerinin dışında olan<br />
birini model alması da olanaklı olmaktadır.<br />
3) Deneyim: Bir insan mesleğini daha önce yaşadıklarına göre<br />
de seçebilir. Ağabeyi öldürülen birinin polis olmayı, büyükbabasının<br />
evi yanan birinin itfaiyeci olmayı istemesi gibi. Burada da<br />
yaşıtlarınınkinden farklı bir mesleği özel bir deneyim sonucu seçmek<br />
sözkonusudur.<br />
4) İlgiler: Gerçekten seçme şansı varsa, bireyin ilgileri, tercihleri<br />
ve değerleri meslek seçiminde önemli bir rol oynar. Örneğin psikologlar<br />
ya da özel eğitimciler insanları anlamaya ve onlara yardım etmeye<br />
ilgi duyan kişilerdir. Ancak bu ilgi bireysel farklılıklara göre<br />
değişik mesleklerde de anlatım yolunu bulabilir. Genel olarak bir insanın<br />
ilgileri kısmen deneyimlerini, kısmen de rol modellerini yansıtır;<br />
aynı zamanda, geçmişteki başarılarını ve yeteneklerinin ne olduğuna<br />
ilişkin kanısını da dile getirir.<br />
5) Kişilik: Meslek seçimi birey ile işi arasındaki uygunluğu da<br />
yansıtır. Yetişkinlerde kişilik özellikleri ile çeşitli işlerin özellikleri<br />
arasındaki ilişkiyi soruşturan pek çok araştırma yapılmıştır. J. L.<br />
Holland'ın iş ve meslek seçimi kuramında kişilik farklılıkları en önemli<br />
yeri tutmaktadır; bu kuramda altı temel kişilik boyutu uygun meslek<br />
seçimleriyle ilişki içindedir. Temel boyutlara sahip (gerçekçi, araştırıcı,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
sanatsal, toplumsal, geleneksel, girişimci) kişiler bunlarla bağdaşan<br />
mesleklere yönelirler. Örneğin, bir çiftçi hem gerçekçi (güçlü ve pratik),<br />
hem de gelenekseldir (yapılanmış etkinlikleri yeğler). Meslek ile kişilik<br />
uyuştuğunda insan doyum bulur, işini sürdürür ve mesleğinde ilerler.<br />
Sonuç olarak, meslek seçiminin çok karmaşık birtakım etkenlerin<br />
etkileşimine bağlı olduğu söylenebilir. Meslek seçiminin ergenlik sonlarında<br />
ya da genç yetişkinlikte tek bir karar sonucu yapıldığı yolundaki<br />
geleneksel görüş, bugün yerini meslek seçimi ve gelişiminin yetişkinlik<br />
boyunca sürdüğü görüşüne bırakmıştır.<br />
C. Meslek Örüntüleri<br />
Meslekler arasında büyük farklılıklar oIduğu gibi, meslek örüntüleri<br />
arasında da önemli farklılıklar vardır. Söz gelimi, belirli ilerleme<br />
basamakları olan ve bireyin başarısı ölçüsünde bu basamakları tırmandığı<br />
bir iş düşünelim. Bu örüntü, düzenli bir ilerleyişle statü merdiveninde<br />
dikey bir tırmanmayı belirler, çoğunlukla da aynı yerde<br />
uzun yıllar çalışmayı gerektirir. Şimdi de, bireyin yaptığı işlerin sırasal<br />
bir örüntüsünün olmadığı düzensiz bir iş geçmişini düşünelim.<br />
Bu durumda, işlevsel olarak birbirine benzeyen işlerde statü sağlayan<br />
ne dikey ne de yatay bir ilerleme vardır. Wilensky, bu ölçütleri iş<br />
geçmişlerini çözümlemede kullanmıştır. Wilensky, meslek yaşamında<br />
(kariyer) düzenli grubun düzensiz gruba oranla işte ve iş dışında daha<br />
çok toplumsal etkileşim gerektirdiğini söylemektedir. Sonuç olarak,<br />
insanın çalıştığı iş kategorisinin düzenli ya da düzensiz olması onun
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
toplumsal yaşamını da büyük ölçüde etkilemektedir. Öte yandan, insanla<br />
meslek arasındaki etkileşimi belirleyen başka etkenler de vardır.<br />
Bu etkenler, güdülenme, (para, statü, hizmet, yaratıcılık vb.) ve doyum<br />
kaynaklar (para, statü, başarı, ün, vb.)dır. Böylece, doktorluk,<br />
mühendislik gibi potansiyel olarak düzenli meslekler, güdüleri ve doyumları<br />
gibi değişik etkenlerle diğer düzenli mesleklerden ayrılırlar;<br />
bu özel düzenli mesleklerin farklılıkları benzerliklerinden önemlidir.<br />
Meslekte ilerlemenin diğer bir türü de, düzenli mesleklerde bireyin<br />
oldukça ani ve önemli iş değişikliği yapmasıdır. Bu değişikliğin<br />
nedeni, iş sıkıntısından daha doyurucu bir işle kurtulma çabası ya da<br />
başarı sonucu yeni olanaklar yaratma isteği olabilir. Bu ani değişiklik<br />
düzensiz iş örüntüsünden farklıdır, çünkü düzenli bir sistem içindedir<br />
ve en fazla iki değişikliği içerir (başarılı yöneticinin şirket değiştirmesi<br />
gibi). Bu tür değişiklik yapan kişiler, yalnızca düzenli işlerde<br />
çalışanlardan, daha çok risk alma yeteneği, güvensizliğe karşı koyma gücü<br />
ve zorluklarla başa çıkabilme kapasitesi ile ayrılırlar. Öte yandan,<br />
bu değişiklik bireyin meslek (kariyer) gelişiminde bir bunalımı da ortaya<br />
koyabilir. Aile yaşamı döngüsünde olduğu gibi meslek yaşamı<br />
döngüsünde de bunalım noktaları önemli bir rol oynarlar.<br />
D. Meslekte Dönüm Noktaları<br />
Gelişimsel açıdan meslek yaşamında bunalım noktaları ya da dönüm<br />
noktaları vardır. Bu noktalar düzenli mesleklerde daha belirgindir;
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
düzensiz mesleklerde ise her işten ayrılma ve yeni işe girme bir<br />
bunalım noktası sayılır. Düzensiz mesleklerde her yeni iş yeni bir<br />
uyum ve yeni bir toplumsallaşma süreci demektir. Üstelik, düzensiz<br />
mesleklerde birey ya yaşı ilerlediği ya da artık yaptığı iş otomatikleştiği<br />
için, aynı türden iş bulamazsa, düzenli işte zorunlu emekliliğin<br />
neden olacağı türden bir bunalımla karşılaşır.<br />
İş döngüsünde ilk dönüm noktalarından biri, bir işe girme'dir. Bu<br />
süreç, meslek seçimi sürecinin sonu, aynı zamanda yetişkinlik yaşamının<br />
başlangıç noktasıdır. Birey işin gerektirdiği rolleri tanıyarak şimdi<br />
gerçek işe girer, artık işin gerçek gerekleriyle, beklentileriyle ve<br />
ödülleriyle karşı karşıyadır. Bu etkenler büyük olasılıkla bireyin daha<br />
önceki ideal beklentileriyle çatışacak ve birey bu nedenle bir çatışma<br />
yaşayabilecektir. Bütün mesleklerde bireyler yeni işlerinin gerçek<br />
gerekleriyle yeniden toplumsallaştırılır ve bir uyum döneminden geçerler;<br />
bu arada işin ilk haftaları ya da aylarında duygusal bir rahatsızlık<br />
da yaşarlar. Bu yeniden toplumsallaşma sürecinde birey yeni bir "benlik"<br />
geliştirmektedir. Kendisi karşısında başkalarının (işveren, iş arkadaşları,<br />
müşteriler) rolünü alarak kendisinden beklenen rol davranışını<br />
öğrenmektedir; aynı zamanda kendisini bu rolde görür ve bu rolde tepki<br />
verir. Eğer içsel benlik ile işteki benlik arasında büyük farklılıklar<br />
varsa, birey işteki benliği içsel benliği doğrultusunda değiştirmeye çalışır,<br />
bunu yapamazsa yaşanan bunalım da o oranda artar. Birey işe<br />
girmesiyle geçirdiği toplumsallaşma sürecinde işin gerekleri ve değerleri<br />
doğrultusunda bir benlik geliştirir ve bunu içsel benliğine de uygun<br />
hale getirmeye çalışır (D.C. Kimmel, 1974).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İş döngüsündeki diğer önemli bunalım ya da dönüm noktaları orta<br />
yaşlarla ve emeklilikle ilgilidir; bunlar ilgili bölümlerde ayrıntılı<br />
biçimde ele alınacaktır.<br />
:::::::::::::::::<br />
4. Toplumsal Çevre, İlişkiler ve Katılım<br />
Genç yetişkinlikte önemli bir gelişim boyutu da, aile ve iş ilişkileri<br />
yanısıra ortaya çıkan toplumsal ilişkiler ağıdır. Toplumsal ilişkiler<br />
ağı bireylerin ve ailelerin koşullarına göre değişiklik gösterir. Örneğin,<br />
Amerikalı yetişkinler cinsiyetlerine, yaşlarına, evlilik durumlarına<br />
ve sosyoekonomik düzeylerine göre geniş toplumsal etkinliklere<br />
girerler. Bu etkinlikler, halk eğitimi uğraşlarını, dinsel uğraşları,<br />
okulla işbirliğine girmeyi, siyasal etkinlikler düzenlemeyi içerir. Evlilik<br />
öncesinde ve evliliğin ilk yıllarında erkek ve kadının toplumsal katılımı<br />
birbirine benzer, benzemediği durumlarda da daha çok kadınların<br />
seçimi ağır basar. Çocukların küçük olduğu yaşlarda çocuk merkezli<br />
etkinlikler öncelik taşır. Orta yaşlarda kadının etkinlikleri aile<br />
merkezli olurken, erkeğinki iş merkezli olma eğilimindedir. Katılımların<br />
farklılığına karşın, erken yetişkinlikte başlayan ve güçlü bir<br />
biçimde orta yaşa doğru ilerleyen gelişimsel bir değişimden söz edilebilir.<br />
Bu değişim, fiziksel güç etkinliklerinden kişilerarası ilişkiye<br />
ağırlık veren etkinliklere doğru olmaktadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Gelişimsel açıdan, insanın büyümesi ve olgunlaşması, anababadan<br />
-aileden- koparak yeni insan ilişkilerine girmesi ve giderek toplumsal<br />
katılıma yönelmesi demektir. Bu gelişimin temelleri, çocuğun<br />
mutlak bağımlılığı evresinden sonra, ergenin bağımsızlığı deneme<br />
uğraşlarıyla atılmaktadır. Genç yetişkin ise, artık bağımsızlığını kazanmış<br />
bir kişi olarak, kişilerarası ilişkilere girebilen, toplumsal, kültürel,<br />
siyasal etkinliklere katılabilen kişidir.<br />
Toplumsal ve kültürel katılma, günlük yaşamın sıradanlığına ve<br />
sıkıcılığına karşı bir çıkış yoludur. Günlük yaşamın dar, kısır ve<br />
yabancılaştırıcı çevreleri ancak kültürel katılım ve etkinlik aracılığıyla<br />
aşılabilir. Bununla birlikte, kültürü bir boş zaman uğraşısı, bir oyun,<br />
bir düş gibi algılamamak da gerekmektedir. Kültür pazarlarının yönlendirdiği<br />
ticarileşmiş kültür ürünleriyle yetinmenin uyuşturucu alışkanlığı<br />
edinmekten hiçbir farkı yoktur. Maurice Duverger'in, kitle iletişim<br />
bombardımanı altındaki günümüz insanları için, "bir sürü şey biliyorlar,<br />
ama kültürden yoksunlar" demesi boşuna değildir.<br />
:::::::::::::::::<br />
5. Ahlak Gelişimi<br />
Toplum içinde yaşayan bireyler olarak belirli doğru ve yanlış<br />
kavramlarını başkalarıyla paylaşmak ve birlikte yaşamanın gereği<br />
olan birtakım kuralları izlemeye yetenekli olmak zorunda olduğumuz
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bilinir. Bizim kişisel mutluluğumuz da, toplumda eşitlik ve adaletin<br />
varlığı da, birtakım ahlak standartlarının herkesçe kabul edilmesine<br />
bağlıdır. Ahlak gelişimi, çocukların, belirli davranışları "doğru" ya da<br />
"yanlış" olarak değerlendirmelerine rehberlik eden ve kendi eylemlerini<br />
yönetmelerini sağlayan ilkeleri kazanmaları sürecidir.<br />
Çocukların ahlak gelişimi konusunda tarihte üç büyük felsefe<br />
öğretisi vardır. Birincisi, St. Augustine gibi teologların savunduğu "ilk<br />
günah" öğretisidir; buna göre, çocuklar doğal olarak günahkar yaratıklardır,<br />
dolayısıyla yetişkinlerin müdahalesine gereksinmeleri vardır.<br />
John Locke'un başlattığı ikinci görüş, çocuğun ahlak açısından yansız<br />
(nötr) olduğunu, eğitim ve yaşantının çocuğu doğru ya da günahkar<br />
bir kişi yapacağını ileri sürer. Jean Jaques Rousseau'nun temsil ettiği<br />
üçüncü öğretiye göre, çocuklar "doğuştan saf ve temiz" yaratıklardır<br />
ve ahlakdışı davranışlar yetişkinlerin bozucu etkisinden kaynaklanır.<br />
Bu görüşlerden herbiri ahlak gelişimi konusundaki üç büyük çağdaş<br />
psikolojik yaklaşımda yeniden ortaya çıkar. Birinci görüş, değiştirilmiş<br />
bir biçimde Sigmund Freud'un kuramında görülür. İkinci görüş,<br />
ahlak gelişimini koşullanmanın ve yaşantıların bir sonucu olarak gören<br />
toplumsal öğrenme kuramında temsil edilir. Üçüncü görüş, Jean<br />
Piaget ve Lawrence Kohlberg'in geliştirdiği bilişsel gelişim kuramında<br />
yansıtılır. Ahlak gelişimi konusunda ilk psikolojik modeli getiren<br />
psikanalitik kurama göre ahlak gelişimi, süperegonun ortaya çıkması ve<br />
anahaba yasaklarının içselleştirilmesi sürecinden ibarettir. Toplumsal
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
öğrenme kuramcıları ahlak gelişimini, ani hiçbir değişim olmadan derece<br />
derece ve sürekli biçimde ilerleyen birikimli bir toplumsallaşma<br />
olarak görürler. Buna karşılık, bilişsel gelişim kuramcıları ahlak<br />
gelişimini, belirgin değişimlerle ilerleyen ve birbirinden temel<br />
farklılıklarla ayrılan evrelere dayandırırlar.<br />
Piaget'in kuramını yeniden ele alan ve genişleten Kohlberg, ahlak<br />
gelişimi açıklamasını -tıpkı Piaget gibi- ahlaki eylemden çok ahlaki<br />
yargının gelişimine dayandırmaktadır. (Bu yaklaşımda çocuk bir "ahlak<br />
filozofu" olarak görülür.) Kohlberg'e göre, ahlak yargısının gelişiminde<br />
altı evre vardır ve bunlar üç temel düzeyde toplanır. Her düzey,<br />
bireyin benliği ile toplumun kuralları ve beklentileri arasındaki<br />
farklı ilişki türünü yansıtır. "Gelenek-öncesi düzey", daha çok dokuz<br />
yaşın altındaki çocukların, bazı ergenlerin ve suçluların çoğunun bulunduğu<br />
düzeydir; bu düzeyde kurallar ve beklentiler benliğe dışardan<br />
yöneltilmektedir. "Geleneksel düzey", ergenlerin ve yetişkinlerin çoğu<br />
için tipik düzeydir; bu düzeyde benlik geniş toplumun kural ve beklentilerini<br />
içselleştirmiştir. İnsanların ancak çok azının ulaşabildiği<br />
"gelenek-ötesi düzey" de ise bireyler, kendileri ile başkalarının kuralları<br />
ve beklentileri arasında farklılık oluşturmakta ve kendi ahlaki değerlerini<br />
kendilerinin seçtiği ilkelere göre akılcı yollardan tanımlamayı<br />
yeğlemektedirler.<br />
Kohlberg'e göre, bütün kültürlerdeki insanlar adalet, eşitlik, sevgi,<br />
saygı, otorite gibi aynı temel ahlaki kavramları kullanırlar. Ayrıca<br />
bütün bireyler, kültür farklılığına bakmaksızın, bu kavramlara bağlı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olarak ve aynı düzen içinde aynı akılyürütme evrelerinden geçerler.<br />
Bireyler arasındaki farklılık, yalnızca, evreleri ne hızla geçtikleri ve<br />
nereye kadar ilerledikleri açısından ortaya çıkar. Kohlberg ve yardımcıları<br />
bu görüşlerini Birleşik Devletler'de, İngiltere'de, İsrail'de,<br />
Bahama'da, Meksika'da, Tayvan'da, Malezya'da ve Türkiye'de sınamışlar<br />
ve kuramın evrenselliğini vurgulamışlardır.<br />
Kohlberg'in araştırma yönteminin temelini oluşturan varsayımlı<br />
ikilemler yetişkinleri ele alan ahlak öykülerine dayanmaktadır. Buna<br />
karşılık, kendisi de bir evre kuramcısı olan William Damon, ahlak<br />
ikilemlerini çocukların yaşantıları alanında oluşturmuş ve çocukların<br />
hiçbir akılyürütme türünü sonuna kadar kullanmadıkları sonucuna<br />
varmıştır; ancak, çocuklar yaşları ilerledikçe daha ileri akıl yürütme<br />
düzeylerini daha sıklıkla kullanmaya eğilim göstermektedirler. Öte<br />
yandan, toplumsal öğrenme kuramcıları, çocukların, yetişkinlerin ahlak<br />
standartlarını, öncelikle, gözlemledikleri davranışları ve değerleri<br />
dereceli bir taklit etme süreciyle kazandıklarını savunmaktadırlar. Onlara<br />
göre, eğer Piaget ve Kohlberg'in savunduğu gibi ahlak yargıları<br />
bilişsel yapılara bağlı evreleri sıkı sıkıya izleseydi, bu yargıları kısa<br />
süreli deneysel durumlarda değiştirmek çok güç olurdu. Oysa Bandura<br />
ve MacDonald, çocukların ahlak yargılarının yaş etkenine evre kuramcılarının<br />
ileri sürdüğünden daha az bağlı olduğunu deneysel olarak<br />
gösterdiler. Cowan, Turiel, Keasey, Rothman gibi evre kuramına bağlı<br />
araştırmacılar ise, özde öğrenme kuramcılarının ileri sürdüğünden daha<br />
az değişim olduğunu onlarınkine benzer araştırmalarla ortaya koydular.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bu tartışmalar ahlak gelişimi çizgisinin en azından düzenli bir<br />
sıra izlediğini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, toplumsal etkilerin<br />
sonucu olarak, gelişim düzeninde ve belirli düzeylere ulaşma hızında<br />
bireyler arasında farklılıklar vardır. Psikanalizciler ise, Piaget ve<br />
Kohlberg'i eleştirmede toplumsal öğrenme kuramcılarından değişik<br />
bir yol izlemişlerdir. Psikiyatrist James Gilligan, "ahlaklılığın üstünde"<br />
çok daha olgun bir işleyiş evresinin olduğunu ileri sürmektedir;<br />
bu, bireylerin kendilerini "ahlaki yükümlülüğe feda etmeleri"nden<br />
çok, karşılıklı gereksinmelerini psikolojik açıdan anlamalarını sağlayan<br />
"sevgi ahlakı" (love ethic)'dir.<br />
Araştırmalar ahlaklılığın duruma göre özelleşme eğiliminde olduğunu<br />
göstermektedir. Çocukların çoğu belirli durumlarda çalmakta,<br />
yalan söylemekte, sahtekarlık yapmakta, diğerlerinde ise bunları<br />
yapmamaktadır; bütün ve bölünmez bir vicdan ya da süperego kavramı<br />
pek az destek bulmaktadır. Bazı bireyler diğerlerinden daha tutarlı<br />
bir dürüstlük, bazıları da daha tutarlı bir namussuzluk göstermektedir;<br />
ancak tutarsızlığın daha egemen bir eğilim olduğu söylenebilir.<br />
Öte yandan, yaş, zeka ve cinsiyet farklılığının ahlaki davranışta çok<br />
küçük bir payı olduğu, buna karşılık grup yasalarının ve güdüsel etkenlerin<br />
daha önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Ayrıca, araştırmalar,<br />
yetişkinlerin eylemlerinin sözcüklerinden daha yüksek sesle<br />
konuştuğunu ve yetişkin ikiyüzlülüğünün varlığını ortaya koymaktadır<br />
(Vander Zanden, 1981).<br />
Ahlaki olgunlaşma, çocuğun kendi vicdanının buyruklarını dinlemeye
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
başlamasıyla ortaya çıkar. Bu olgunlaşma, birey günlük etkinliklerinde<br />
ve yaşamının örgütlenmesinde kendi yargısına dayandıkça<br />
ilerler. Birey, ahlak ilkelerini özümlediği ve etkili bir davranış<br />
düzenlemesi yaparak eylemde bulunduğu zaman karakter ortaya çıkmaya<br />
başlar. Karakter, ileri bir olgunlaşmanın ve yetişkin kişiliğinin temel<br />
ve sonul belirtilerinden biridir. Ahlaki karakter yetişkinin<br />
insancıllaşmasına ve kendi yazgısını denetlemesine katkıda bulunur. Bu<br />
aşamada birey, Allport'un dediği gibi, "Aldığım karar yaşamımın sonrası için<br />
de geçerli olmalıdır!" biçimindc düşünmeyi başarır. Ahlaki olgunlaşmada<br />
ilerleme, bireyin iyi ve doğru olanı seçmesini sağlayan özgürlüğün<br />
artmasıyla belirlenir. Bu noktada ergen ve yetişkin için ideal aynıdır<br />
(J. Pikunas, 1976).<br />
Gelişimsel açıdan yetişkinlerin ahlakına egemen olan temel düzey<br />
"geleneksel düzey"dir. Geleneksel düzey, soyut düşünme ve rol<br />
alma yeteneğinin gelişmeye başladığı ergenlik döneminde ortaya çıkar<br />
ve yetişkinlik boyunca başlıca düzey olma özelliğini korur. Zihinsel<br />
gelişim yetişkinlikten önce tamamlandığına göre, yetişkinlerin ahlaki<br />
yargı farklılığı zihinsel gelişimle açıklanamaz. <strong>Yetişkinlik</strong>te görülen<br />
değişim bilgi ve deneyim birikimine bağlanabilir; ancak bu birikimin<br />
kazanılması yeni bir evrenin ortaya çıkması demek değildir. Çünkü<br />
evreler ancak "nitelik" değişimiyle ortaya çıkarlar. İşe girme, evlenme,<br />
cinsel ilişki kurma, anababa olma gibi değişimler ise bireyde<br />
yalnızca "içerik" değişimlerini yansıtırlar.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Sonuç olarak, yetişkinlikte yeni bir ahlaki düşünme yapısı oluşmamaktadır.<br />
Araştırmalar, yüksek evre özelliği gösteren bütün yetişkinlerin<br />
bunu daha ergenlik dönemindeyken göstermeye başladıklarını<br />
ortaya koymaktadır. Şu halde, ergenlikte gerekli gelişim olanağını<br />
ve özgürlüğünü bulamayan kişilerin yetişkinlikte daha ileri bir ahlaka<br />
sahip olmaları söz konusu değildir. <strong>Yetişkinlik</strong>te ortaya çıkan değişimler,<br />
kişilerin daha önce geliştirmiş oldukları kalıpları daha tutarlı<br />
bir biçimde kullanmalarından kaynaklanmaktadır. <strong>Yetişkinlik</strong> yılları<br />
daha önce ulaşılan en yüksek evrenin tutarlılık kazanmasına olanak<br />
sağlamaktadır. Kişilik psikolojisi açısından yetişkinlikteki ilerleme,<br />
ahlak evresi değişimi değil, ego güçlenmesi sürecidir. Ego güçlenmesi,<br />
bireyin sahip olduğu ahlaki yapıları kişilik bütünleşmesi doğrultusunda<br />
nasıl kullanacağını öğrenmesi demektir. <strong>Yetişkinlik</strong>teki ahlak<br />
gelişimi, daha önce kazanılmış ahlak yapılarının kullanımının bütünleşmesi<br />
ve yaşama uygulanması olarak nitelendirilebilir.<br />
:::::::::::::::::<br />
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM<br />
YETİŞKİNLİKTE ORTA YILLAR<br />
:::::::::::::::::<br />
YETİŞKİNLİKTE ORTA YILLAR
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Psikologların uzun yıllar boyunca dikkatlerini yalnızca çocukluk<br />
ve ergenlik dönemlerine yönelttikleri bilinmektedir. Yaşamın sonraki<br />
yılları, sanki bu ilk dönemlerin sürekli yinelenmesinden ibaretmiş gibi<br />
görülüyordu. Oysa sağduyu ve yaşam deneyimi bunun doğru olmadığını<br />
söylemektedir. Nitekim, 1970'lerden bu yana psikolojide yetişkinlik<br />
döneminin ele alınmasına hız verilmiştir. <strong>Yetişkinlik</strong> dönemi<br />
içinde en çok ilgi duyulan yıllar da orta yıllar olmuştur.<br />
:::::::::::::::::<br />
İ. ORTA YILLARA GENEL BAKIŞ<br />
Orta yaşlı yetişkinler gelişimin tepe noktasına ulaşmış kişilerdir.<br />
Ancak, gelişimde orta yılların ne zaman başladığını saptamak çok zordur,<br />
çünkü bunu saptamayı sağlayacak özel biyolojik değişimler yoktur;<br />
bu nedenle genellikle toplumsal ölçütlerin kullanılması yeğlenmektedir.<br />
İnsanların kişisel, toplumsal ve ekonomik yönden en üst düzeye<br />
eriştikleri 35 yaşlarından başlayarak birçok görevlerinden emekliye<br />
ayrıldıkları 65 yaşına kadar olan dönemi gelişimde "orta yıllar"<br />
olarak kabul edebiliriz. Aslında bu da orta yıllar için yapay bir<br />
sınırlamadır. Her şeyden önce, kronolojik yaşın yaşam dönemlerini saptamakta<br />
iyi bir ölçüt olmadığını biliyoruz. 45 yaşında duygularını bir<br />
genç kadar taze tutan insanlar vardır, 40 yaşında bir başkası ise hem<br />
kişiliği hem ekonomik durumu yönünden bir ergen kadar bunalımlı<br />
olabilir. Şu halde, hem toplumsal saat, hem de bireylerin çeşitliliği
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaş sınırlarının belirsizliğini arttıran nedenlerdir.<br />
Orta yıllara ilişkin görüşleri belirleyen bir başka neden de gençliğin<br />
önemsendiği ve vurgulandığı toplumlarda orta yaşlılığın görmezlikten<br />
gelinmesidir. Çocuklar ve gençler sevilir, ihtiyarlığa dehşetle<br />
bakılır, orta yaş ise bilmezlikten gelinir. Çocuk ve ihtiyar için<br />
özel bir ad varken, orta yaşlı için özel bir ad yoktur. Yetişkinliğin<br />
getirdiği sorunlar öylesine abartılır ki, kimse bu yaşlara ulaşmak istemez.<br />
Orta yıllar yaşlılığa ve dolayısıyla ölüme giden yolun başı gibi<br />
görüldüğünden, kimse 40 yaşını aşıp gitmek istemez. 40 yaş dolayları<br />
bunalımlı, huzursuz, hüzünlü yıllar olarak algılanır.<br />
<strong>Yetişkinlik</strong> psikolojisi konusunda kamuoyunda ve kitle iletişim<br />
araçlarında ortaya çıkan ilgi normalin ne olduğu sorununu yeniden<br />
gündeme getirmiştir. Yetişkin yaşamındaki değişimler, ister ılımlı<br />
"geçişler", ister dramatik "değişimler", ister korkunç "bunalımlar" olsun,<br />
neyin normal olduğunu tanımlama sorunu ortadadır. Yaşamı, bireylerin<br />
aynı kurallara göre izlediği ve belirli yaşlarda belirli olayların<br />
ortaya çıktığı evreler olarak betimlemek her zaman çok akla yakın<br />
görünür. Oysa bugün hem "biyolojik saat"imiz (erinliğin her iki cins<br />
için de daha erken başlaması, menopozun daha geç gelmesi, vb.), hem<br />
de "toplumsal saat"imiz (iş, eğitim, aile, sağlık koşullarının iyileşmesi,<br />
ileri yaşlarda bile yeni işlere girme, yeni aileler kurma, vb.) değişmiştir<br />
ve giderek değişecektir. Günümüzde toplumlar gelişmişlik düzeyleri<br />
ölçüsünde "yaşa bağlı" toplumlar olmaktan çıkmaktadırlar. Dolayısıyla,<br />
yetişkin kişiliğinin değişmezliği, yetişkin yaşamındaki bunalım
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
noktaları türünden görüşlerin de yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.<br />
:::::::::::::::::<br />
1. KİŞİLİK <strong>PSİKOLOJİSİ</strong> AÇISINDAN YETİŞKİNLİK<br />
Bu bölümde özellikle, kişiliğin sürekliliği, yetişkin kişiliği ve kadın<br />
kişiliği sorunları ele alınacaktır. Çocukluktan yetişkinliğe kadar<br />
giden değişmez bir kişilik yapısı var mıdır? Yetişkin kişiliğinin kendine<br />
özgü nitelikleri nelerdir? Cinslere bağlı kişilik özellikleri yaygın<br />
kalıpyargıların dışında nasıl tanımlanabilir?<br />
1) Kişiliğin Sürekliliği Sorunu.<br />
Genellikle yetişkin insanın, özel ve oldukça tutarlı bir kişiliği<br />
olan karmaşık bir varlık olduğunu kabul ederiz. Tutarlı kişilik yapıları<br />
insanların düzenli ilişkilere girebilmeleri için de gereklidir. Kişilik<br />
kavramı, benzer durumlara verilen tepkilerdeki bireysel farklılıkları ve<br />
farklı durumlarda oldukça tutarlı olan davranışları anlamamıza da yardımcı<br />
olur. Bir bakıma kişilik, birey ile çevresi arasında bir uyum<br />
oluşturur; bireyin geçmiş deneyimlerine özel uyumunu ve şimdiki<br />
toplumsal ve fiziksel çevresini değerlendirmesini sağlar. Sonuç olarak,<br />
kişiliğin geçmişteki ve özellikle çocukluktaki deneyimleri yansıttığı<br />
ve değişik durumlar karşısındaki tepkide tutarlı bir biçimde ortaya<br />
çıktığı kabul edilir. Öte yandan, insanların değiştiği de sezgisel olarak
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bilinir. İnsanlar her aynı duruma her zaman aynı tepkiyi vermezler;<br />
psikoterapide değişebilecekleri umulur; yetişkinlik yıllarında yeni<br />
deneyimler ve roller edinerek değişebilirler, vb. Dolayısıyla, insanların<br />
farklı durumlarda ve yaşamlarının değişik dönemlerinde ne ölçüde tutarlı<br />
kaldıkları sorulabilir. Benlik açısından bakıldığında, benzer durumlara<br />
alışılmış tepkilerin verildiği, durumların seçici algılamayla<br />
benzer kılındığı söylenebilir. Ancak, psikologlara göre benlik ile kişilik<br />
aynı şeyler değildir. Kişilik, farklı durumlara oldukça kestirilebilir<br />
tepkileri veren içsel bir yapıdır; benlik ise kişiliğin odağında yer<br />
alan bir yapıdır. Benlikle kişilik arasındaki ilişki ve kişilikle dış<br />
dünyanın ilişkisi oldukça karmaşıktır. Örneğin, bir insamn kişiliğinin<br />
çocukluk deneyimlerini yansıttığı düşünülür; ancak, kişilik oluştuktan<br />
sonra dış durumlardan çok içsel dinamiği yansıttığı kabul edilir. Yine<br />
de kişilik dış durumlarla yoğrulmuştur. Murphy'nin dediği gibi, "Seninle<br />
ve çevrenle arada hiçbir zaman kesin bir ayırım yoktur. Çevren<br />
senin üzerinde, seni değiştiren, kalıplaştıran ve yeniden oluşturan bir<br />
etkide bulunur."<br />
Genç yetişkinlik dönemi açıklanırken kişiliğin -kimlik karmaşasını<br />
çözmede, anababa olmada, mesleki toplumsallaşmada- sürekli<br />
değişen yönlerine değinilmişti. Klasik kişilik görüşü insanların bu tür<br />
olaylarda önemli ölçüde değişmediğini ileri sürmektedir. Şu halde,<br />
kişilik uzun yıllar değişmez olarak mı kalmaktadır'? Değişme söz konusu<br />
ise kişiliğin hangi yönleri değişmektedir? Değişme yoksa kişilik<br />
belirli bir yaşta donup kalmakta mıdır? Yirmi ya da otuz yaşından<br />
sonra kişilikte hiçbir değişiklikten söz edilemez mi?
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
William James 1887'de şöyle yazıyordu: "Çoğumuzda karakter<br />
otuz yaşın gelmesiyle birlikte alçı gibi katılaşır ve bir daha asla<br />
yumuşamaz." Bedenimiz yıllarla bükülse ve düşüncelerimiz zamanla değişse<br />
de, temelde değişmez kalan bir kişilik, bir iç benlik vardır.<br />
Zick Rubin'e (1981) göre, kişiliğin kararlılığına ilişkin bu görüş<br />
geçmiş yüzyıllarda psikolojik bir "dogma" olarak kabul edilmişti.<br />
1970'lerden sonra ise bu geleneksel görüş eskimeye başladı. Sadece<br />
çocuklukta değil yaşam boyunca değişme kapasitesi vardır ve bugün<br />
değişim ve büyüme sözcükleri atasözü olmuş gibidir. Kişiliğin yaşam<br />
boyunca değişimi sürdürdüğü görüşü Jung ve Erikson'un kuramlarından<br />
destek alarak pek çok yandaş bulmakta ve böylece yeni bir<br />
"dogma" oluşmaktadır.<br />
Rubin'in dediği gibi, kişilik psikolojisinde şimdi yeni bir "dogmalar<br />
savaşı"yla karşı karşıyayız. Bu savaşta yan tutmanın, biri metodolojik<br />
(yöntemlere bağlı), diğeri ideolojik (dünya görüşlerine bağlı) iki<br />
kaynağı olduğu söylenebilir.<br />
a) Yöntembilimsel yaklaşım. Gelişim araştırmalarının çoğunda<br />
kesitsel yöntem kullanılır. Gelişim psikolojisinde kesitsel araştırmanın<br />
egemenliği, çocukların yetişkinlerden, yaşlıların gençlerden<br />
farklı olduğu görüşünün yerleşmesine yol açmıştır. Berkeley'den psikolog<br />
Jack Block, "Kişilik araştırmalarının belki yüzde doksanının
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yöntembilimsel bakımdan yetersiz, kavramsal içerikten yoksun ve hatta<br />
aptalca olduğu" savını ortaya atmaktadır. Kişilik araştırmaları, yeterince<br />
sınanmamış ölçmelerle (isteyen herkes yarım günde yeni bir "kişilik<br />
ölçeği" geliştirebilir), küçük örneklemlerle ve rastgele hedeflenmiş<br />
stratejilerle ("bilgisayara ver, korelasyonlar al!") doludur. Dikkatli<br />
ve özenli boylamsal araştırmalar yok denecek kadar azalmıştır. Şu<br />
halde, insanların önceden kestirilemez olduğu görüşü, insan doğasının<br />
değil, insan doğasını incelemekte kullanılan rastgele yöntemlerin ürünüdür.<br />
Böylece, değişim ve kararlılık yanlıları arısındaki anlaşmazlığın<br />
çoğunun yöntembilimden kaynaklandığı görülmektedir. Özelliklerin<br />
sürekliliğini savunanlar genellikle katı kişilik testlerine, değişimi<br />
vurgulayanlar ise daha niteliksel, klinik betimlemelere dayanmaktadırlar.<br />
Psikometrisyenler klinik verileri güvenilmez saymakta, buna karşılık<br />
klinisyenler de psikometrik verileri saçma bulmaktadırlar.<br />
Şimdi, her iki türden araştırmaları gözden geçirerek bir sonuca<br />
varmaya çalışalım.<br />
Jack Block, denekleri ortaokul yıllarından başlayarak kırk yaşına<br />
kadar izleyen araştırmasında 20 yılı aşkın bir sürede tutum listelerinden<br />
görüşme kayıtlarına kadar çok zengin bir veri arşivi oluşturmuş,<br />
kişilik raporlarını derinliğine çözümlemiştir. Böylece Block<br />
kişilikte dikkate değer bir kararlılık (stability) bulmuştur. Deneklerin<br />
ortaokul yıllarındaki ve daha sonra kırk yaşlarındaki puanları arasında<br />
istatistiksel bakımdan anlamlı bir korelasyon vardır. En özeleştirici
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ergenler yine en özeleştirici yetişkinler idiler, neşeli gençler kırk<br />
yaşında da neşeli yetişkinlerdi, okuldayken huyları dalgalanma gösterenler<br />
orta yaşlarda da hala dalgalanma gösteriyorlardı.<br />
Kişiliğin kararlılığı konusunda Baltimor'lu psikologlar Paul T.<br />
Costa ve Robert R. MeCrae'nin orta yıllarla ileri yetişkinlik yıllarına<br />
ilişkin bulguları da ilgi çekicidir. Boston'da 25-82 yaşları arasında 400<br />
erkek on yıl arayla iki kez ve Baltimor'da 20-76 yaşları arasında 200<br />
erkek altı yıllık aralarla üç kez testten geçirildi. Sonuçlar bir şarkı<br />
sözünden alınan başlıkla yayınlandı: "Bunca Yıldan Sonra Aynı" (1980).<br />
Bulgulara bir örnek olarak şu verilebilir: "19 yaşında kendini kabul ettiren<br />
40 yaşında da kendini kabul ettirmektedir, 80 yaşında da."<br />
Minnesota Üniversitesi'den Gloria Leon ve arkadaşları, 71 erkeğin<br />
1947'de aşağı yukarı elli yaşlarındayken ve 1977'de seksen yaşındayken<br />
MMPI testi sonuçlarını çözümlediler ve on üç ölçekte yüksek<br />
korelasyon saptadılar. Berkeley'de Paul Mussen ve arkadaşları 53 kadınla<br />
30 ve 70 yaşlarında yapılan görüşme sonuçlarını çörümleyerek<br />
içedönüklük-dışadönüklük boyutlarında yüksek korelasyon buldular.<br />
Costa ve McCrae içedönüklük-dışadönüklük ölçümlerinde yüksek derecede<br />
kararlılık olduğunu gördüler; "nörotiklik" alanında da çok sabitlik<br />
buldular. Nörotikler yaşam boyunca olası yakınmacılardır. Yaşlandıkça<br />
farklı şeylerden yakınıyorlar (örneğin, genç yetişkinlikte aşk<br />
konusunda, kırk yaşlarında orta yaş bunalımından, ileri yetişkinlikte<br />
sağlık sorunlarından), fakat hala yakınıyorlar. En az nörotik kişi aynı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olaylara daha yüksek bir ılımlılıkla tepki gösteriyor. Boylamsal araştırmalar<br />
yetişkinlik boyunca insanların coşkunluk, etkinlik, düşmanlık<br />
ve içtepisellik düzeylerinde çok hafif bir düşüş olduğunu göstermektedir.<br />
25 yaşında içtepisel olan biri 70 yaşında birazcık daha az<br />
içtepisel olabilir, fakat hala yaşıtlarından daha fazla içtepisel olması<br />
çok olasıdır.<br />
İnsanlar belirli bir grup içinde ölçülen özelliklerini koruyorlar.<br />
Fakat her biri yaşlandıkça değişiyor olabilir. Eğer herhangi biri yaşamının<br />
sonraki bölümünde de aşağı yukarı aynı derecede içe dönüyorsa<br />
içe dönüklük ölçümlerindeki korelasyon hala yüksek olabilir,<br />
dolayısıyla aldatıcı bir kararlılık görünümü verebilir. Gerçekten de,<br />
psikolog Neugarten insanların yaşamın ikinci yarısında daha içe dönük<br />
olmaya genel bir eğilim gösterdiklerini ileri sürmektedir. Oysa<br />
yeni boylamsal araştırmalar insanların yaşlandıkça içedönüklükte pek<br />
az artış gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Değişim o kadar azdır ki,<br />
Costa ve McCrae bunun pratik anlamının çok az olduğunu düşünmektedir.<br />
Mischel kişiliğin sürekliliği konusundaki araştırmaları gözden<br />
geçirmiş ve belli başlı bulguları özetlemiştir. Kişiliğin süreklilik görülen<br />
yönlerinden biri, insanın kendini tanımlamasında ortaya çıkmaktadır.<br />
Boylamsal bir araştırmada, bireylerin 19,5 yaşında ve 44,5<br />
yaşında kendilerini tanımlamalarında değişiklik görülmüyor. Mischel'in<br />
oldukça tutarlı bulduğu bir alan da "bilişsel üslup" olmuştur.<br />
Örneğin, bilişsel üslup ile bağımlılık-bağımsızlık ilişkisi yüksek bir<br />
korelasyon göstermektedir. Bilişsel üslup alanının tutarlılığı zihinsel
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
süreçlerin tutarlılığından kaynaklanıyor olabilir. Bilişsel üslup (cognitive<br />
style), bireylerin algılarını örgütlemede ve sınıflamada ortaya<br />
koydukları kararlı tercihlerdir. Çevremizin çeşitli yönleriyle uğraşırken<br />
her birimiz özel bir bilişsel üslup kullanırız. Bilişsel üslupta insanların<br />
birbirinden farklılaştığı boyutlardan biri sorun çözme yaklaşımlarıdır.<br />
Kimileri bir soruna -doğruluğu konusunda hiçbir kaygı<br />
duymaksızın- çok çabuk yanıt verirler, aynı zekaya sahip kimileri de<br />
çok zaman harcarlar; birincilere "içtepisel" (impulsive), ikincilere de<br />
"düşünceli" (reflective) kişiler denir. Araştırmalar, sorun çözmede<br />
içtepisel çocukların düşünceli çocuklardan daha geri olduklarını ortaya<br />
koymaktadır; öte yandan, içtepisel çocuklar karmaşık görevleri<br />
düşünceli çocuklardan daha çabuk yerine getirmektedirler. Bilişsel<br />
üslubun bir başka boyutu da bağımlılık-bağımsızlık alanıdır. "Alan-bağımsız"<br />
kişiler bir sahnenin ögelerini çözümlemeye yöneliyorlar,<br />
ögeleri geri planından ayırarak ele alıyorlar; buna karşılık, "alan-bağımlı"<br />
kişiler bir sahneyi bir bütün olarak ele alıyor ve onu oluşturan<br />
bireysel ögeleri görmezlikten geliyorlar. Araştırmalar, alan-bağımsız<br />
üniversite öğrencilerinin matematiğe, doğa bilimlerine, mühendisliğe<br />
ve yüksek düzeyde çözümleyici düşünce gerektiren konulara yöneldiklerini;<br />
buna karşılık, alan-bağımlı öğrencilerin insan ve toplum bilimlerine,<br />
eğitime ve bütüncü bir bakış gerektiren alanlara yöneldiklerini<br />
göstemmektedir.<br />
Mischel, kendimize ilişkin tipolojimizin ve dünyayı algılayışımızın<br />
da zaman içinde değişmediğini belirtmektedir. Başka bir deyişle,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bireyin kendisini ve başkalarını tanımlamak için kullandığı "özel<br />
yapılar" zamana dayanıklıdır. Belki de bunun nedeni, bu yapıları oluşturan<br />
bilişsel ve zihinsel süreçlerin tutarlılığıdır. Mischel, seçici algının<br />
sürekliliğinden söz etmekte, zihin, gerçek dünyanın karmaşıklığını<br />
basite indirgeyen bir biçimde işlediğini söylemektedir.<br />
Özetle, zaman içinde en çok kararlılık gösteren kişilik özellikleri,<br />
bireylerin bilişsel üslupları ve benlik tanımlarıdır. Dürüstlük,<br />
saldırganlık, otoriteye karşı tutum gibi daha psikodinamik kişilik<br />
özellikleri, daha düşük düzeyde olmakla birlikte istatistiksel bakımdan<br />
anlamılı korelasyonlar göstermektedir.<br />
Kişiliği bir etkileşim sistemi olarak ya da bireyle durumun ortak<br />
ürünü olarak kabul edersek bu bulgular daha da anlam kazanmaktadır.<br />
O zaman bu etkileşimsel sistemde bir süreklilik var demektir. Kurt Lewin,<br />
"bireyin herhangi bir durumdaki davranışı, o durumun özelliğinin,<br />
onu bireyin algılayış biçiminin ve o zamanki özel davranış eğiliminin<br />
ortak ürünüdür" der. Böylece, değişim ve kararlılık kişilikte<br />
aynı anda yer alabilmektedir. Aynı bütüne Freud'çu yaklaşımla bakıldığında<br />
süreklilik, davranışçı yaklaşımla bakıldığında değişim görmek<br />
olanaklıdır. Ancak sorun yalnızca yöntem sorunu da değildir.<br />
b) Dünya görüşünün etkisi. İnsan yaşamı için neyin daha<br />
önemli olduğu konusundaki temel görüş farklılığı kişilik tartışmalarına<br />
da yansımaktadır. Costa ve McCrae zaman içinde tutarlı kalan<br />
kişiliğin değerini, kararlı bir kimlik duygusunun temel ögesi olarak
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
vurgulamaktadır: "Eğer kişilik kararlı olmasaydı gelecekteki yaşamımız<br />
konusunda seçim yapma yeteneğimiz çok sınırlı olurdu." Eş, meslek<br />
ya da arkadaş konusunda akıllı seçimler yapacaksak nelerden hoşlandığımızı<br />
bilmek zorundayız. Costa ve McCrac, kararlı bir kişiliğin<br />
korunmasını yaşamın değişiklikleri karşısında insanın yaşamsal bir<br />
başarısı olarak görmektedir.<br />
Sosyolog O. G. Brim ise büyüme gizilgücünü insanlığın temeltaşı<br />
olarak görmektedir: "İnsan, sürekli olarak çevresine egemen olmaya<br />
çabalayan ve gitgide olduğundan daha fazlası olan dinamik bir<br />
organizmadır." Brim, "Ben, psikolojiyi özgürleşmenin hizmetinde görüyorum,<br />
baskının değil!" demektedir. Geçmişte Sullivan da, insanın<br />
değişmesi gerektiğini, aksi halde öleceğini söylemekteydi. Sullivan,<br />
insan kişiliğinin temellerinin Freud'un ileri sürdüğü gibi ilk çocukluk<br />
döneminde atıldığını kabul etmez, kişiliğin oluşumunu belirleyen yaşantıların<br />
bu yaşlardan sonra ortaya çıktığını savunur. Nitekim, gelişim<br />
psikolojisinde de bugün artık Freud'çu anlamda katı ve sınırlı bir<br />
kişilik oluşumu görüşünü savunmaya olanak kalmamıştır. Yine de,<br />
kişiliğin sürekliliği sorunu psikolojinin en zor sorunlarından biri<br />
olarak kalmaktadır.<br />
Sorunun çözümsüz kalmasının nedeni, Zick Rubin'in (1981)<br />
dediği gibi, değişim ve kararlılık arasındaki gerilimin, sadece akademik<br />
tartışmalarda değil, insan olarak her birimizin içinde de bulunmasıdır.<br />
Yetişkin kişiliğinin gelişimi konusunda eksiksiz bir tablo,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
aynı kalma ve değişme arasındaki bu gerilimi kaçınılmaz olarak yansıtacaktır,<br />
Brim ve Kagan şöyle yazmaktadır: "Bir yanda kimlik duygusunu,<br />
süreklilik duygusunu koruma konusunda güçlü bir dürtü vardır,<br />
çok çabuk değişme ya da dış güçlerce değiştirilme korkusunu yatıştıran...<br />
Öbür yanda, her insan doğal olarak, şimdi olduğundan fazlasını<br />
olma isteğiyle çabalayan amaçlı bir organizmadır." Kuşkusuz,<br />
kişiliğin bazı yönleri (huzurlu ya da sıkıntılı olmaya eğilim gibi) diğer<br />
yönlerinden (çevreye egemen olma duygusu gibi) tipik olarak daha<br />
kalıcı ve kararlı olabilir. Yine de, her birimizin zaman içinde hem<br />
kararlılığı hem değişimi yansıtacağımızı kabul etmek gerekir. Nitekim,<br />
akademik tartışmanın her iki ucundaki kişiler de kişiliğin her iki<br />
özelliği birlikte taşıdığı görüşünde birleşmektedirler. Kendi savlarını<br />
şiddetle savunurken bile olasılıkları da bildirmektedirler. Örneğin<br />
Costa, "19 yaşında kendini kabul ettiren 80'inde de ettirir" derken,<br />
"bunu değiştirecek herhangi bir şey olmadıkça..." diye eklemektedir.<br />
Brim de, insanların kişiliklerinin ve özellikle özdenetim ve özsaygı<br />
duygularının yaşam boyunca değişimi sürdüreceğini vurgularken, "takılıp<br />
kalmadıkça..." demektedir.<br />
c) Kişiliğin etkileşen yönleri. Kişilikte kalıcı ve değişken yönlerin<br />
birlikte bulunduğunu kabul etmek, bunların birbirleriyle etkileştiğini<br />
de kabul etmeyi gerektirir. Allport (1961) kişilik kuramları<br />
arasındaki temel farklılıkları saptarken davranışçı, derinlikçi ve<br />
etkileşimci görüşleri ayırt eder. Etkileşimci görüş kişiliği bir oluşum<br />
süreci olarak görür. Bu görüş, diğer iki yaklaşımın katkılarını yadsımamakta<br />
ve kişiliği süreç (değişim) ve yapı (kararlılık) olarak ele almaktadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kişilik ancak bu farklı yünlerin etkileşimiyle var olabilir ve kişiliğin<br />
anlaşılması ancak bu bütünlüğün ışığında olanaklıdır. G.W. Allport'un,<br />
G.H. Mead'in, D.C. Kimmel'in paylaştığı bu görüş, bireysel kişilikleri,<br />
sayısız toplumsal etkileşimlerle yoğrulmuş, özel fizyolojik,<br />
algısal ve kavramsal sistemler içeren bir bütün olarak görür. Sullivan'ın<br />
kişilik tanımı da böyledir: "Kişilik, insan yaşamını niteleyen<br />
sürekli kişilerarası durumların oldukça kalıcı bir örüntüsüdür." Karşılıklı<br />
etkileşen bu süreçlerin ortasında insan organizması aynı oranda<br />
karmaşık bilişsel ve duygusal süreçlerle işlev görür. Örneğin Carson,<br />
bireyin plan yapmasının, bilgiyi işlemesinin, geribildirimden yararlanmasının<br />
ve gelecek işlemler için kararlar almasının karmaşık yapısını<br />
açıklamaya çalışmıştır. Bu süreçte birey kişisel bir üslup geliştirir ve<br />
bu üslup hep korunur. Bir başka örnek Mead'in simgesel etkileşim kuramıdır.<br />
Mead'e göre benlik toplumsallaşma süreci içinde ortaya çıkmaktadır.<br />
İnsanda doğal olarak varolan etkileşim dilin ortaya çıkmasına<br />
neden olmuştur. Dil, benliğin gelişmesinde ve işleyişinde temel<br />
bir etkendir. Dil öğrenilirken, sözcüklerin simgelediği düşünceler, tutumlar<br />
ve duygular da öğrenilir. Çocuk, ancak dili öğrendikçe paylaşabildiği<br />
ve toplumsal anlamlar taşıyan bir dünyaya girebilir. Birey, başkalarının<br />
kendisi karşısında takındıkları tutumların ışığında kendisi<br />
üzerinde düşünmeye başlar, böylece kendi özbilincine varır, toplumsal<br />
bir benlik edinir, sonuçta kendini başkalarının yerine koyabilme ve<br />
başkalarının rollerini üstlenebilme yeteneğini kazanır.<br />
Kişilik konusunda çok şey söylemek olanaklı olmakla birlikte,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
sayısız açıklamalar içinde kaybolmamak için son olarak temel bir kavramla<br />
ilgili açıklamalara yer vermekte yarar var. Güdü (motivation)<br />
kavramı niçin sorusuna yanıt vermeye yarayan bir kavramdır. Niçin<br />
insanlar çeşitli roller alırlar, planlar yaparlar, bedelinden daha yüksek<br />
ödüller umarlar? vb. Bu soruların yanıtı için başarı, merak, acıdan<br />
kaçınma gibi çeşitli güdülerden söz edilmiştir. Ancak, "gelişme sürecinde<br />
olan bir varlık" olarak insan için en uygun güdü "kendini gerçekleştirme"<br />
ve "yeterlilik" güdüsüdür. Rogers'a göre, "Kendini gerçekleştirme<br />
güdüsü, insan organizmasının kendi gizilgücünü en üst<br />
düzeyde gerçekleştirmek için sahip olduğu eğilimdir; belirli bir toplumsal<br />
çevrede organizmasını ve bütün kapasitelerini koruma ve geliştirme<br />
arayışıdır." Yeterlilik güdüsü de bireyin çevresiyle etkileşime<br />
girmesini sağlar. Bu güdülerin yetişkinlik yaşamında ortaya çıkması<br />
değişik noktalarda farklılık gösterecektir, yine de bunlar bireyin toplumsal<br />
ve fiziksel çevresiyle etkileşiminin amaçlarını belirler.<br />
Sonuç olarak, önce kişiliğin etkileşen yönleri var: Fizyolojik süreçler,<br />
kişisel üsluplar, toplumsal roller gibi. Bu yönler bir bakıma<br />
içseldir, yani biz onları içimizde taşırız. İkinci olarak, kişiliğin dış<br />
yönleri var: Toplumsal durumlar, davranışların sonuçları, toplumsal<br />
etkileşim ağı gibi. Üçüncü olarak, bu yönlerin etkileştiği yer ya da<br />
benlik var. Dördüncü olarak, kişilik belirli bir toplumsal etkileşim<br />
kalıbı içerisinde kendini gerçekleştirme ve yeterliliğe ulaşma çabası<br />
içindedir. Beşinci olarak, kişilik sürekliliğini korurken değişime de<br />
uğrar. Altıncı olarak, kişilik geleceğe dönüktür, şimdinin sonuçlarından<br />
etkilenir, aynı zamanda geçmişle de bağlantılıdır, ama geçmiş tarafından
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
belirlenmez. Son olarak, kişilik bu değişik ögelerden farklı<br />
bir bütündür. Bu özellikler karmaşık yetişkin kişiliğini de çerçeveleyen<br />
özelliklerdir (D.C. Kimmel, 1974).<br />
:::::::::::::::::<br />
2. <strong>Yetişkinlik</strong>te Kişilik<br />
Kişilik, hem oluşum hem de içerik ögelerini bir arada taşıyan,<br />
aynı şekilde hem değişime hem de kararlılığa olanak tanıyan karmaşık<br />
ve dinamik bir sistemdir. Kişilik etkileşen bir sistem olarak kabul<br />
edildiğinde, herhangi bir alandaki değişimin sistemin bütününde de değişime<br />
yol açacağı açıktır. Örneğin, dış alanlardaki (toplumsal çevredeki)<br />
değişim toplumsal etkileşimde de değişime neden olur, o da toplumsal<br />
rol ve davranışta değişime yol açar. Bu rol değişimleri bireyin<br />
benlik algısını ve kavramını değiştirir, bu da kişilik özelliklerinin ve<br />
üsluplarının değişimine neden olur. Bu değişimin derecesi toplumsal<br />
değişimin derecesine bağlıdır. Öte yandan, kişilik sisteminin kararlılığı<br />
da söz konusudur; ayrıca en özel yönler en az değişim gösterirler,<br />
üstelik yetişkinlikteki roller de oldukça tutarlıdır. Dış tutarlılık kişilik<br />
tutarlılığını da pekiştirir.<br />
Yetkişkinin kişilik sistemindeki gelişimsel değişimler merkezkaç<br />
bir özellik taşır, yani birey içerden dışarıya doğru döner. Yeni rollerin<br />
öğrenilmesi, yeni kişilik üsluplarının ve benlik kavramlarının
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
geliştirilmesi, birey ile genişleyen çevresi arasında uygunluk sağlama<br />
gereksinmesinden doğar. Kuhlen yetişkinliğin bu dönemindeki gelişime<br />
"genişleme büyümesi" adını verir. Bu dönem, başarıya ulaşma, güç<br />
kazanma, kendini gerçekleştirme ve yeterlilik eğiliminin en üst düzeyde<br />
olduğu dönemdir.<br />
Yetişkinliğin orta yıllarında kişilik sistemi içinde bir denge durumu<br />
söz konusudur. Hem bireyin toplumsal dünyası genişleme hızını<br />
yitirmiştir, hem de birey genişlemeyle başa çıkabilecek beceriler<br />
geliştirmiştir. Ayrıca, bireyin kendine ilişkin deneyimi de artmış ve birey<br />
kişiliğinin iç ve dış yönlerini daha iyi bütünleştirebilir duruma gelmiştir.<br />
Ancak, yaşın ilerlemesiyle birlikte dış toplumsal durumlar<br />
önemini yitirmeye ve içsel süreçler önem kazanmaya başlar. Birey<br />
yaşlandıkça toplumsal rollerinin sayısı ve çeşitleri azalmaya, toplumsal<br />
etkileşim sıklığı düşmeye, kişiliğin daha iç özellikleri açığa çıkmaya<br />
başlar. Orta yıllarda elde edilmiş yeterlilik duygusu, birey yaşlandıkça<br />
yaşanacak yılların sınırlı olduğu bilinciyle, giderek kendini<br />
gerçekleştirme çabasına yerini bırakır. Bu gelişmeyi vurgulayan yazarlardan<br />
biri de Jung'tur (1933): "Yaşlanan insanlar artık yaşamlarının<br />
artmadığını ve genişlemediğini farketmekte ve karşı konulmaz<br />
bir iç güç yaşamı gitgide daraltmaktadır. Genç bir insan için kendi<br />
kendisiyle fazlaca ilgilenmek neredeyse bir suç, en azından bir tehlikedir.<br />
Oysa yaşlanmakta olan bir insan için kendi kendisine ciddi bir ilgi<br />
göstermek bir zorunluluk ve görevdir."<br />
Elli yaşlarından başlayarak kişilikte görülen gelişimsel değişimler,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
daralma, merkezde yoğunlaşma ve içselliğin artması biçiminde<br />
ortaya çıkmaktadır. <strong>Yaşlılık</strong>taki kişilik değişimi araştırmalarını gözden<br />
geçiren Riley, Foner ve arkadaşları, yaşlıların gençlere oranla daha<br />
katı, değişen uyaranlara daha zor uyan, tutumlarında dogmatiklik<br />
düzeyi yüksek, daha hoşgörüsüz, toplumsal baskıya daha dayanıklı<br />
kişilikte olduklarını bulmuşlardır. Yaşlılar daha edilgin, iç dünyalarına<br />
daha dönük, kendi duyguları ve fiziksel işlevleriyle daha ilgilidirler.<br />
Duyu ve sinir merkezlerinin uyarılmasındaki düşüş ve zihinsel yetilerin<br />
değişimi de bu özellikleri etkiliyor olabilir.<br />
Chicago Üniversitesi'nce, özel kişilik özelliklerinin değişimi yerine,<br />
bütün kişilik sisteminde yaşla ortaya çıkan değişimler araştırılmıştır.<br />
Kansas kentinde 40-90 yaşları arasmdaki 700 denek 7 yıl boyunca<br />
sürekli incelenmiştir. Araştırmada yaşa bağlı üç kişilik değişimi<br />
bulunmuştur: Cinsiyet rolü algılamasında, içe yönelmenin artışında ve<br />
sorunlarla başaçıkma üslubunda. Kişiliğin fazla değişim göstermeyen<br />
yönleri olduğu da saptanmıştır. Bulgular kişilikte hem değişim hem de<br />
kararlılık olduğu görüşünü desteklemektedir. Bu araştırmada değişim<br />
göstermeyen kişilik özelliklerinin ortak noktası, bunların kişiliğin uyuma<br />
yönelik özellikleri olmasıydı. Bunlar Neugarten'in "Kişiliğin<br />
toplumsal-uyumsal özellikleri" dediği özelliklerdir. Testler, kişiliğin<br />
uyum özellikleri ve genel kişilik yapısı alanlarında bireyler arasında<br />
farklılık olduğunu göstermekte, ama yaşla farklılaşma olmadığını ortaya<br />
koymaktadır. Sağlıklı yaşlı insanlarda yaşa bağlı farklılaşma<br />
görülmemekte, buna karşılık hastalığın kronolojik yaştan daha etkili
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bir değişken olduğu anlaşılmaktadır. Genel olarak, bulgular kişiliğin<br />
toplumsal-uyumsal niteliklerinde yaşla değişimin çok fazla olmadığı<br />
doğrultusundadır. Şu halde, kişiliğin "içerik" yönleri (kişisel üslup,<br />
kişilik çizgileri ve diğerleri) orta ve ileri yaşlarda oldukça kararlılık<br />
göstermektedir. Ayrıca bulgular, birey ile toplumsal çevresi arasındaki<br />
uyum ilişkisinin oldukça kararlı olduğunu ortaya koymaktadır. Yaşla<br />
yeni roller edinilse bile kişilik içeriği aynı kalmaktadır.<br />
Buna karşılık, Kansas City araştırması kişiliğin "oluşum" yönlerinde<br />
yaşla birlikte oldukça önemli değişimler saptamıştır. Bu değişimlerden<br />
biri, yaş ilerledikçe "kişiliğin gittikçe içselleşmesi"dir. Bu<br />
değişim orta yıllarda kendi kendine düşünme ve içebakış olarak ortaya<br />
çıkmaya başlıyor, gitgide daha belirgin hale geliyor. Ayrıca başka<br />
araştırmalarda da, yaşla birlikte ego enerjisinde azalma ve ego üslubunda<br />
değişme olduğu, içsel dürtülere duyarlı olma özelliğinin arttığı<br />
bulunmuştur. Bu bulgular projektif testlerden elde edilmiştir.<br />
Bulgular, dış dünya görevleri için kullanılan ego enerjisinin yaşla<br />
azaldığını göstermektedir. Yaşlı insanlar dış uyarıcılar yerine iç<br />
uyarıcılara karşı daha duyarlıdırlar, duygusal yatırımları artmaktadır. Ego<br />
üslubu da değişmekte, etkin denetimden edilgin denetime yönelinmektedir.<br />
Cinsiyet rolü algılamasındaki değişim TAT testi ile saptanmıştır.<br />
Buna göre, erkekler gittikçe daha boyun eğici, kadınlar ise<br />
daha çok yetkeci olmaya yönelmektedirler. Ayrıca, kadınlar yaşlandıkça<br />
kendi saldırgan ve benmerkezci dürtülerine karşı daha hoşgörülü<br />
olurken, erkekler kendi duygusallık ve bağımlılık dürtülerine
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
karşı daha hoşgörülü olmaktadırlar. Bu sonuçlar Jung'un klinik gözlemlerini<br />
destekler niteliktedir.<br />
Neugarten, bu bulguları şöyle özetlemektedir: 40 yaşındakiler<br />
çevreyi, cesareti ve riske girmeyi ödüllendirici olarak görürken,<br />
kendilerini de bu doğrultuda çıkacak fırsatları değerlendirebilecek güçte<br />
görmektedirler. 60 yaşındakiler ise çevreyi karmaşık ve tehlikeli olarak<br />
görürler. Yaşamla başaçıkma üslupları yaşla birlikte belirgin farklılıklar<br />
göstermektedir. İç dünyaya ilgi artar, dış dünyadaki insan ve<br />
nesnelere duygusal yatırım azalır. Dış dünyadan iç dünyaya doğru bir<br />
geçiş söz konusudur. Çeşitli uyarıcılarla ve zorlu durumlarla başaçıkmada<br />
düşüş ve isteksizlik görülür. Yaşlılar düşüncelerini aktarmada<br />
daha dogmatik terimlere başvururlar, neden-sonuç ilişkisini açıklamada<br />
başarısızdırlar, başkalarının tepkilerine duyarlılık azalır, vb.<br />
Daha önce belirtildiği gibi, Neugarten, evre kuramcılarının tek<br />
yönlü ilerleme görüşünü reddetmekte ve yaşam süresinde değişmez<br />
bir kararlılık olmadığını ileri sürmektedir. Ayrıca ona göre yaşlılığın yaş<br />
sınırları da değişmektedir. Araştırmacılar bugün genç-yaşlı (young-old)<br />
ile yaşlı-yaşlı (old-old) arasında ayırım yapıyorlar ve bunları birbirinden<br />
ayıran belirli yaşlar da yoktur. Birleşik Devletler'de emekliler<br />
arasında genç-yaşlılar hızla artıyor; bunlar, fiziksel ve zihinsel bakımdan<br />
dinç, mali bakımdan refah içinde, siyasal bakımdan etkin, tüketici<br />
olarak da hırslı kişilerdir, zamanlarını iyi bir biçimde değerlendiriyorlar.<br />
Yetişkinliğin yaş sınırları değiştiği için, 30 yaşında fakülte dekanı,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
35 yaşında büyükanne, 50 yaşında emekli, 65 yaşında ilkokulda<br />
çocuğu olan baba, 55 yaşında yeni bir iş başlatan dul, 70 yaşında üniversite<br />
öğrencisi olan insanlar var. "Yaşına göre davran!" uyarısının<br />
günümüzde hiçbir anlamı kalmamıştır.<br />
Öte yandan, Neugarten'e göre, bunalım kavramı da anlamını yitirmektedir.<br />
Evden ayrılma, evlenme, anababa olma, menopoz, emeklilik<br />
gibi olaylar yaşamın normal "dönüm noktaları"dır. Kuşkusuz,<br />
bunlar benlik kavrammda ve kimlikte değişimlere yol açarlar ve insanlar<br />
bu olayları değişik güçlük derecelerinde yaşarlar; ama "bunalım"<br />
yaratmazlar. Örneğin, orta yaşlı erkeklerin çoğu için emeklilik<br />
normal bir olaydır. Emeklilik 65 yerine 50 yaşında gelirse asıl o zaman<br />
bir bunalım olabilir. İnsanlar 40, 50 ya da 60 yaşında olmaktan<br />
değil, bu yaşlarda ne yapacakları konusunda kaygı duyuyorlar. Yeniden<br />
genç olmak istemiyorlar, ama toplumsal bakımdan kabul gören ve<br />
kişisel bakımdan doyum sağlayan yönlerde yaşlanmak istiyorlar (B.L.<br />
Neugarten, 1980).<br />
Kişilik açısından açıklanması gereken konulardan biri de kişilikteki<br />
iç gerilimdir. "Kişilik farklılaşması" kişinin benlik kavramındaki<br />
özelleşmenin ve karmaşıklığın artmasının anlatımıdır. Kişiler olgunlaştıkça,<br />
özel ve biricik bir benlik olmalarına katkıda bulunan özel ilgiler,<br />
değerler ve roller geliştirirler. "Kişiliğin bütünleşmesi" ise, benliğin<br />
çeşitli boyutlarının tutarlı bir birlik içinde örgütlenmesidir, benliğin<br />
çeşitli boyutlarının 'aynı' kişinin parçaları olarak 'birlikte tutulması'dır.<br />
Başka bir deyişle, benlik için değişik rollerde ve zaman boyunca
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bir tutarlılık vardır. Yaşam boyunca kişilik farklılaşması ile<br />
kişilik bütünleşmesi arasında belirli bir gerilim yaşanır. Ergenliğin son<br />
dönemi ve genç yetişkinlik sırasında bu gerilim kimlik arayışına yansır.<br />
Aşırı farklılaşma rol dağınıklığıyla ya da uygunsuz kimlik tanımlamasıyla<br />
sonuçlanabilir. Erken bütünleşme ise yanlış kimlik kararlarıyla<br />
sonuçlanabilir. <strong>Yetişkinlik</strong>teki kimlik gelişiminin önde gelen<br />
sorunu, yetişkinden beklenen birçok farklılaşmış rol karşısmda bütünleşmiş<br />
bir benlik duygusuna ulaşmış olmaktır.<br />
Knox, orta yaşlardaki benlik gelişiminin belirli bir örüntü izlediğini<br />
söylemektedir: a) Yirmilerin sonları ve otuzların başları: Bu<br />
dönem bir durulma, düzen ve çabalama dönemidir. b) Otuzların sonları<br />
ve kırkların başları: Bu dönem hem görünüşün hem de etkinliğin<br />
yeniden yönlendirildiği dönemdir. Bu dönemde yetişkinlerin çoğu insan<br />
yaşamının hazlarından ve acılarından pay almaya daha istekli<br />
olurlar ve dostluğun kalitesi daha önem kazanır. Varolan benlik duygusu<br />
ile katılım yapısı arasındaki uygunluğun yeniden gözden geçirilmesi<br />
orta yaş geçişine yol gösterir. c) Kırkların ortaları ve altmışların<br />
başları: Bu dönem benlik duygusunda artan bir değişkenlik içerir.<br />
Bu dönem boyunca pek çok insan kararlılık, yeterlilik, sorumluluk<br />
ve olgunluk aşamasına ulaşır (Schiamberg ve Smith, 1982).<br />
:::::::::::::::::<br />
3. Cinslere Bağlı Kişilik Özellikleri
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bir çocuğun psikolojik bakımdan erkek ya da kadın olması<br />
sürecini açıklamaya çalışan pek çok kuram vardır. Bunlar, psikanalitik<br />
kuram, toplumsal öğrenme kuramı ve bilişsel gelişim kuramı olarak<br />
üç ana grupta toplanabilir.<br />
a. Psikanalitik Kuram. Freud'a göre çocuklar doğuşta psikolojik<br />
bakımdan iki-cinslidirler. Çocuklar cinse bağlı kimliklerini, ana-babalarıyla<br />
ilişkilerindeki çatışmalı sevgi ve kıskançlık duygularını<br />
çözerek kazanırlar. Erkek çocuk annesine duyduğu erotik sevgiden<br />
vazgeçerek babasıyla özdeşleşmeye girdiğinde, kız çocuk da aynı şekilde<br />
annesiyle özdeşleşmeye başladığında cinsel kimliğine kavuşma<br />
yoluna girmiş demektir. Çocuklar, bu ilk adımdan sonra, kendi cinslerinden<br />
anababalarının davranışlarını, tutumlarını ve değerlerini benimseyerek<br />
cinsel kimliklerini toplumsal yönüyle de geliştirirler. Ancak,<br />
kız çocuk için sorun erkek çocuk için olduğundan daha karmaşıktır.<br />
Freud'a göre Oedipus yaşantısı kız çocukta üç tür değişime yol<br />
açar. Önce, "erojen bölge değişimi" (Oedipus sırasında kız çocuk vajinal<br />
erojenliği keşfeder); sonra, "sevgi nesnesi karşısında tutum değişimi"<br />
(önceki fallik evrede kız çocuğun etkin ve saldırgan olan sevgisi<br />
Oedipus yaşantısı nedeniyle gitgide edilginleşir); son olarak, "sevgi<br />
nesnesi değişimi" (anneye duyulan etkin sevgi, yerini babaya duyulan<br />
edilgin sevgiye bırakır). Şu halde kız çocuğun karşı cinselliğe ulaşması<br />
ancak bu üçlü değişimden geçerek olanaklı olacaktır. Freud'a<br />
göre erkek cinselliği çocukluktan yetişkinliğe kadar her zaman fallik
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olduğu için basittir. Buna karşılık kadın cinselliği karmaşıktır: Önce<br />
çocukluk sırasında erkeksidir (küçük fallus demek olan klitorisin<br />
varlığıyla), sonra ergenlikte kadınsıdır (klitorisin reddedilmesi ve<br />
erkeğin aracılığıyla vajenin keşfedilmesiyle).<br />
Kadın cinselliğine ilişkin Freud'çu açıklama iğdiş edilme (castration)<br />
olgusuna verilen öneme dayanır. Freud'a göre kız çocuğun psikoseksüel<br />
gelişiminde en sarsıcı olay, başkalarının bir penisi olduğunu,<br />
oysa kendisinin ona sahip olmadığını keşfetmesidir. Freud, "Kendi<br />
iğdiş edilmişliğini keşfetmesi kız çocuğun yaşamında en kritik andır"<br />
der. Kız çocuk bu keşfe, kendisinin de bir penisi olması isteğiyle,<br />
ilerde bir penisi olacağı umuduyla ve penise sahip olan daha talihli insanlar<br />
karşısında duyduğu imrenmeyle tepki gösterir. Kendi bedenini<br />
erkek çocuğunkiyle karşılaştırarak eksik bulan kız çocuk, bu acı<br />
gerçek yüzünden aşağılandığını hissetmiştir. İşte penis özlemi ya da<br />
penise imrenme (penis envy) bu aşağılık duygusundan doğmaktadır.<br />
Ayrıca bu imrenme sevgi nesnesiyle olan ilişkilerden de kaynaklanır;<br />
kız çocuk sadece özsever gururunu doyurmak için değil, aynı zamanda<br />
annesine duyduğu libidinal istekleri nedeniyle de bir penise sahip<br />
olmak ister. Ancak, penis yokluğundan sorumlu tutulan anneye duyulan<br />
düşmanlık ve bu çok istenen organı babadan edinme isteği kız<br />
çocuğun babaya yönelmesine yol açar. Böylece başlangıçta hem erkek<br />
hem de kız çocuklar sadece bir tek cinsi, erkek cinsini tanırlar.<br />
Freud, penis imrenmesinin kadının sonraki gelişiminde silinmez
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
izler bıraktığını kabul eder. Örneğin, erkeklerle ilişkilerdeki bozukluklar<br />
son çözümlemede penis imrenmesinin sonuçları olarak görülür;<br />
kadının aşağılık duyguları penis yokluğu nedeniyle kendi cinsini horgörme<br />
olarak yorumlanır; en güzel kadın olma ya da en saygın erkekle<br />
evlenme gibi istekler de penis özleminin anlatımıdır, vb.<br />
Karen Horney (1951), Freud'un ve diğer psikanalizcilerin penise<br />
imrenmeyi kadın kişiliğinin temel taşı saymalarının iki nedene bağlı<br />
olduğunu söylemektedir. Birincisi, mevcut kültürel önyargılarla uzlaşık<br />
kuramsal verilere dayanan analizcilerin, kadının erkeğe egemen<br />
olma, erkeği küçük düşürme, başarısına gıpta etme, erkekten yardım<br />
almayı reddetme eğilimlerini penis imrenmesine maletme acelecilikleridir.<br />
Daha iyi incelendiğinde, bu eğilimlerin nevrozlu kadınların<br />
olduğu kadar nevrozlu erkeklerin de özellikleri olduğu açıkça görülecektir.<br />
Öte yandan nevrozlu kadınların gözlemlenmesi, söz konusu<br />
bütün eğilimlerin erkekler karşısında olduğu kadar diğer kadınlar ya<br />
da çocuklar karşısında da duyulduğunu göstermektedir. İkinci etken,<br />
kadın hastaların terapide sorunlarının penis imrenmesine dayalı açıklamalarla<br />
ele alınmasını kolayca kabul etme eğilimini analizcilerin farketmemiş<br />
olmasıdır. Bir kadının, doğanın haksızlığına uğrayarak iyi<br />
niteliklerle donatılmadığını düşünmesi, gerçekte çevresinden çok şey<br />
istediğini, istekleri doyurulmadığında çok öfkelendiğini, onu her<br />
anlaşmazlıkta hoşgörüsüz kılan bir katılık ve yanılmazlık tutumu<br />
geliştirdiğini kavramasından daha kolaydır.<br />
Horney'e göre, bastırılmış dürtüleri gizleyen erkeklik isteklerinin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
böyle bir rol oynaması kültürel etkenler yüzündendir. Adler'in de belirttiği<br />
gibi, Batı kültüründe erkeklere özgü sayılan güç, başarı, cesaret,<br />
bağımsızlık, cinsel özgürlük, eş seçme hakkı gibi nitelikler ya da<br />
ayrıcalıklar kadınlarda erkekliğe ilgi duymaya yol açmaktadır. Ancak<br />
Horney, penis imrenmesinin yaygın kültürde erkeksi sayılan niteliklere<br />
sahip olma isteğinin simgesel bir anlatımından başka birşey olmadığı<br />
görüşünde değildir; ona göre, penis imrenmesi çerçevesinde<br />
yapılan yorumlar tüm kişilik yapısma bağlı güçlükleri anlamayı<br />
engellemektedir.<br />
Freud kadın kişiliği konusunda birbirine bağlı iki görüş daha ileri<br />
sürmektedir. Birincisi kadınlığın "mazoşizm"le yakın ilişkisi olduğu,<br />
ikincisi de kadında temel korkunun "sevgiyi yitirme korkusu" olduğudur.<br />
Horney, kadınlık mazoşizmi görüşünü geliştiren Helene<br />
Deutsch ve Sandor Rado gibi psikanalizcilerin, temel olarak penis<br />
yokluğunu almalarını ve mazoşizmi özde cinsel saymalarını eleştirerek,<br />
mazoşizmin öncelikle cinsel bir olgu olmadığını vurgulamaktadır.<br />
Horney'e göre mazoşizm biyolojik değil kültürel nedenlere bağlıdır:<br />
Mazoşizm, kendini silme ve bağımlı kılma yoluyla yaşamda bir güvenlik<br />
ve doyum sağlama girişimini temsil eder. Bu tutumun temelindeki<br />
kültürel etken de, kadının zayıflığını, birine dayanması gerektiğini,<br />
yaşamının ancak kocası ve çocukları gibi başkalarıyla bir içerik<br />
ve anlam kazanabileceğini vurgulayan erkek ideolojisidir. Aslında bu<br />
etkenler de kendi başlarına mazoşist tutumlar yaratmazlar, fakat nevroz<br />
gerçekten oluştuğunda kadında mazoşist tutumların egemen olmasından
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bu etkenler sorumludur. Sevgiyi yitirme korkusu da, mazoşist<br />
araçlardan birinin sevgi kazanma olması ölçüsünde, mazoşist niteliklerden<br />
biridir. Ancak, kültürel etkenlere bağlı olarak, bu korku<br />
sağlıklı kadın açısından da önem taşımaktadır. Çünkü kadın yüzyıllar<br />
boyunca ekonomik ve siyasal sorumlulukların dışıda tutulmuş ve<br />
yaşamını özel bir duygusal alanla sınırlı tutmak zorunda bırakılmıştır.<br />
Bu durumun başka bir yönü de, aşkın ve bağlılığın salt kadına özgü<br />
erdemler ve idealler olarak görülmesidir. Sevgiyi yaşamda önemi olan<br />
biricik değer saymaya sevkeden kültürel koşullar, kadındaki "yaşlanma<br />
korkusu"nu da belirlemektedir. Kadının elde edebileceği doyumlar<br />
-aşk, seks, aile, çocuk- hep erkekler tarafından sunulduğu için erkeklerin<br />
hoşuna gitmek yaşamsal bir zorunluluk olmuştur. Erotik çekiciliğe<br />
verilen aşırı önem, kadının çekici yönleri yitip gitmeye başladığında<br />
derin bir acı kaynağı olmaktadır. Bu korku kadında çekiciliğin<br />
sonunu belirliyor görünen yaşla da sınırlanmaz, kadının tüm yaşamını<br />
gölgeler ve zorunlu olarak yaşam karşısında büyük bir güvensizlik<br />
duygusu yaratır. Bu korku, kadının erotizm alanı dışında kalan<br />
olgunluk, bağımsızlık, düşünce özerkliği gibi nitelikleri değerlendirmesini<br />
de engeller. Kadın, olgunluk yıllarına karşı sürekli bir kötüleme<br />
tutumu geliştirirse ve bunları çöküş yılları olarak görürse, kişiliğini<br />
eliştirme görevini aşk yaşamıyla ilgilendiği ölçüde üstlenemez artık.<br />
Sonuç olarak, Horney (1951) şöyle demektedir: "Bizim kültürümüzde<br />
bir kadının sevgiyi aşırı değerlendirmek, sevgiden verebileceğinin<br />
fazlasını beklemek ve bu nedenle de sevgi yitiminden erkekten<br />
daha fazla korkmak zorunda kalmasının gerçekçi nedenleri bunlar
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olmuştur, bir ölçüde de hala bunlardır."<br />
Psikanalizin kadın karşısındaki tutumunu değerlendirirken<br />
unutulmaması gereken iki nokta vardır. Birincisi, bütün psikanalitik<br />
kuramların aynı olmadığı, çoğunun geleneksel psikanalitik görüşten<br />
hızla uzaklaştığı ve onu şiddetle eleştirdiğidir. İkinci nokta, klasik<br />
psikanalizin temsilcisi olan Freud'un bile kadın konusudaki -biyolojiye<br />
sıkıca bağlı- ilk görüşlerini zamanla yumuşattığı ve toplumsal-kültürel<br />
koşulların önemini giderek teslim ettiğidir. Daha sonraki ve<br />
günümüzdeki feminist akımların düşünce kaynaklarından birinin psikanaliz<br />
olması da bunu göstermektedir.<br />
b. Toplumsal Öğrenme Kuramı. Bu kurama göre, çocuklar<br />
doğuşta esas olarak yansızdırlar ve başlangıçtaki biyolojik farklılıkları<br />
daha sonraki cinsel kimlik farklılıklarını açıklamaya yetmez. Cinse<br />
bağlı kimliğin kazanılması sürecinde seçici pekiştirme ve taklit temel<br />
rolü oynar. Bu açıdan bakıldığında, çocuklar aynı cinsten anababanın<br />
davranışını model aldıkları için ödüllendirilirler; toplum da daha sonra<br />
sistemli ödül ve cezalarla bu tür takliti pekiştirir. Kızlar ve oğlanlar,<br />
yetişkinler ve yaşıtları tarafından toplumun cinsine uygun saydığı davranış<br />
için ödüllendirilir, uymayan davranış için de cezalandırılırlar.<br />
Walter Mischel (1970), çocukların aynı cinsten modelleri karşı cinsten<br />
modellerden daha fazla taklit ettiklerini, çünkü aynı cinsten modellerin<br />
onları daha fazla sevdiğini düşündüklerini ileri sürmektedir.<br />
Çocuklar aynı cinsten anababayı sevecen ve ödüllendirici gördüklerinde
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bu etken önem kazanmaktadır. Albert Bandura, toplumsal öğrenme<br />
kuramına yeni bir boyut katarak, çocukların, büyüklerin davranışını<br />
taklit etmeye (imitation) ek olarak, "gözlemsel öğrenmeye" de (observational<br />
learning) yöneldiklerini ileri sürmektedir. Bandura'ya göre,<br />
çocuklar bir modelin davranışını zihinlerinde çözümlerler ve kendileri<br />
için olumlu bir sonucu olduğuna inanmadıkça davranışı taklit etmezler.<br />
Sonuç olarak, toplumsal öğrenme yaklaşımı, cinsiyet rollerinin<br />
kazanılmasında ödülün, cezanın ve gözlemsel öğrenmenin önemini<br />
vurgulamaktadır. Genellikle, gözlemsel öğrenmenin en azından pekiştirme<br />
kadar önemli olduğuna inanılmaktadır. Bilişsel etkenlerin gözlemsel<br />
öğrenmeye aracılık ettiği kabul edilmektedir.<br />
c. Bilişsel Gelişim Kuramı. Bu kurama göre, çocuklar ilk olarak<br />
kendilerini erkek ya da dişi olarak etiketlemeyi öğrenirler ve sonra<br />
kendi cins kategorilerine uygun düşen davranışları kazanmaya yönelirler.<br />
Bu süreç "kendi kendini toplumsallaştırma" (self-socialization)<br />
olarak adlandırılır. Kohlberg'e göre, çocuklar kalıplaştırılmış bir erkeklik<br />
ve dişilik anlayışı (aşırı basitleştirilmiş, abartılmış, karikatürleştirilmiş<br />
bir imge) oluştururlar. Daha sonra bu kalıp imgeyi kendi<br />
çevrelerini örgütlemede kullanırlar. Kendi cins kavramlarıyla uyuşan<br />
davranışları seçer ve geliştirirler.<br />
Toplumsal öğrenme kuramının görüşü şu sırayla özetlenebilir:<br />
"Ödül istiyorum. Oğlanlara özgü şeyleri yaptığım için ödüllendirildim.<br />
Dolayısıyla, bir oğlan olmak istiyorum." Oysa Kohlberg şu sıranın
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
izlendiğini ileri sürmektedir: "Ben bir oğlanım. Dolayısıyla, oğlanlara<br />
özgü şeyleri yapmak istiyorum. Çünkü oğlanlara özgü şeyleri<br />
yapmak ödüllendirilmektedir."<br />
Küçük çocukların cinsiyet farklılıklarına ilişkin düşüncelerinde<br />
genital anatomi görece çok az bir rol oynamaktadır. Çocuklar, 2-6<br />
yaşlar arasında, her bireyin ya erkek ya da dişi olduğunu, değişmez<br />
biçimde oğlanların erkek kızların kadın olacağını, erkek ya da dişi olmaya<br />
ilişkin nitelemenin duruma ya da kişisel güdülere göre değişmeyeceğini<br />
kavramaya başlamaktadırlar. Şu halde, bilişsel gelişim kuramında<br />
cinsel kimliğin kazanılması üç evrede ortaya çıkıyor demektir.<br />
Çocuk üç yaşında (birinci evre: cinsin özdeşliği) kendini doğru<br />
olarak etiketleyebilir ve başkalarının cinsini de belirli bir doğrulukla<br />
belirleyebilir. Dört yaşında (ikinci evre: cinsin kararlılığı) cinsin<br />
değişmeyeceği gerçeğine ilişkin kısmi bir bilinç vardır. Bununla birlikte,<br />
aşağı yukarı altı yaşına kadar, öncelikle fiziksel cins farklılıklarına<br />
dayanan kesin bir cinsel kimlik kavramı kurulmuş değildir (üçüncü<br />
evre: cinsin tutarlılığı). Bu ilerleme genel bilişsel gelişim örüntüsünü<br />
izler ve cinsin değişmezliği nesnenin sürekliliğinin özel bir yönü olabilir.<br />
Kuramların topluca değerlendirilmesinde yarar var.<br />
Çocukların cinsel kimliklerini nasıl kazandıkları konusunda tüm<br />
yayınları inceleyen E. E. Maccoby ve C. N. Jacklin, bilişsel gelişim<br />
kuramının olgulara en uygun düşen kuram olduğu sonucuna varmaktadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Psikanaliz ve toplumsal öğrenme kuramlarının üç temel güçlüğü<br />
vardır. Birincisi, araştırmaların, çocukların davranışlarında aynı cinsten<br />
anababaya tam tamına benzediklerini göstermemesidir. Örneğin,<br />
oğlan çocuklar, en azından ölçülen davranışların çoğunda, kendi babalarına<br />
benzemekten çok, diğer çocukların babalarına benziyor görünüyorlar.<br />
Maccoby ve Jacklin, toplumsal öğrenme kuramının, cinse bağlı<br />
davranışlarda erkeklerin ve kadınların farklı pekiştirmelere uğradıkları<br />
sayıltısını sorgulayarak, iki cinsin toplumsallaşmasında yüksek derecede<br />
bir özdeşlik olduğunu vurgulamaktadır. Anababalar çocuklarını<br />
aynı biçimde yetiştirdiklerini, cinse göre farklılaşan bir işlemde<br />
bulunmadıklarını ısrarla belirtiyorlar. Bununla birlikte, anababalar<br />
oğlanların ve kızların doğal olarak farklı olduğuna inandıkları için,<br />
oğullarını ve kızlarını aynı biçimde yetiştirdikleri iddialarını kabul etmek<br />
zordur.<br />
Psikanalizin ve toplumsal öğrenme kuramının ikinci güçlüğü, erkek<br />
ya da dişi modeli taklit etme olanağı sunulmuş çocukların mutlaka<br />
kendi cinslerine uygun düşen modeli seçmemeleridir. Çocukların seçimleri<br />
oldukça rastlantısaldır. Ancak, Bandura'nın öğrenme ile uygulama<br />
arasıda yaptığı ayırım bu eleştiriyi aşabilmektedir. Bandura'ya<br />
göre, çocuklar her iki modelden de öğrenebilirler, ama sonuçların ne<br />
olacağı ve davranışın kendi cinslerine uygun düşüp düşmeyeceği konusundaki<br />
düşüncelerine bağlı olarak, öğrendiklerini uygulayabilir ya<br />
da uygulamayabilirler.<br />
Maccoby ve Jacklin'in psikanaliz ve öğrenme kuramlarında saptadığı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
üçüncü güçlük, çocuklar cinse bağlı davranışa girdiklerinde çoğu<br />
zaman, gözlemledikleri cinse bağlı davranışla çok az bir doğrudan<br />
ilişki görülmesidir. Oğlanlar, aile arabasını annelerinin babalarından<br />
daha fazla kullandığını görseler bile arabalarla ve kamyonlarla oynamayı<br />
seçiyorlar; kızlar, anneleri aynını yapıyor olmasa bile, seksek ve<br />
ip atlama gibi yüksek derecede cinse bağlı oyunları oynuyorlar.<br />
Gelişim psikologlarının çoğu bilişsel gelişim kuramını üstün tutmakla<br />
birlikte, kimileri her üç kuramı da dikkate değer bulmaktadır. J.<br />
S. Hyde ve B. G. Rosenberg bu konuda şöyle demektedir: "Tümüyle<br />
doğru kuram yoktur, herbiri anlayışımıza bir şeyler katar. Freud'çu kuram, ,<br />
bireyin cinsel kimliğinin ve davranışmın köklerinin önceki yaşantılarda<br />
olduğunu açıklayan psikoseksüel gelişim kavramının vurgulanmasında<br />
tarihsel bakımdan önemlidir... Toplumsal öğrenme kuramı,<br />
cinsel rol değişiminin toplumsal ve kültürel ögelerini, cinse<br />
bağlı davranışların oluşumunda toplumun önemini vurgulaması bakımından<br />
önemlidir... Bilişsel gelişim kuramı da, cinse bağlı rolün öğrenilmesinin<br />
çocukluğun akılcı öğrenme sürecinin bir bölümü olduğunu<br />
vurgulamaktadır, çocuklar cinsiyet rollerini kazanmaya etkin biçimde<br />
çaba göstermektedirler" (Vander Zanden, 1981).<br />
Freud'un kuramının temellerinden biri olan Oedipus karmaşasının<br />
oluşumuna ve evrenselliğine ilişkin açıklamalar bugün kuşkuyla<br />
karşılanmaktadır. Erich Formm'a (1979) göre, Freud Oedipus'u keşfederek<br />
büyük bir hizmette bulunmuş, ama bu yaşantıyı cinsel bir olgu
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olarak görmesi yüzünden anlamını çarpıtmıştır. Oedipus, temelde anneye<br />
cinsel bağlılığın değil, cennetsi ortama duyulan özlemin, güvenlik<br />
gereksinmesinin ve korunma isteğinin anlatımıdır. Öte yandan, kadının<br />
kişilik gelişiminde penis özlemine başyerin verilmesi de şiddetle<br />
eleştirilmiştir. Kadını doğası gereği bağımlı, özsever, mazoşist, içtenlikle<br />
sevme yeteneği olmayan, cinsel bakımdan da soğuk bir varlık<br />
olarak tanımlamak en azından tarihsel bir sınırlılık içermektedir. Freud,<br />
kendi zamanının orta sınıf kadınının, ataerkil erkeğin cinsel tutumunun<br />
kaçınılmaz sonucu olan bu özelliklerini evrenselleştirmek yanlışına<br />
düşmüştür. Bütün kuramların, içinde ortaya çıktıkları çağın ya da<br />
dönemin bilimsel verilerini olduğu kadar kültürel önyargılarını da<br />
yansıtmak durumunda -hatta belki zorunda- oldukları gerçeği kuramları<br />
incelerken gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktadır. Öte<br />
yandan, bir kuramın bütün yönleriyle doğru ya da yanlış olamayacağı<br />
gerçeği de aynı derecede önemlidir. Freud, Fromm'un deyişiyle, devrimci<br />
bir kuram yaratmaya çalışmış, ama çağının tutucu görüşlerinin<br />
etkisinden kendini kurtarmayı başaramamıştır. Özellikle cinsel<br />
kalıpyargıların kaçınılması güç etkileri bu görüşü doğrulamaktadır.<br />
:::::::::::::::::<br />
4. Cinslere İlişkin Kalıpyargılar<br />
Kalıpyargılar (stereotyps), güncel olarak kullanılsalar bile belirlenmiş<br />
buyruklar, normlar, standartlar olarak etkide bulunurlar. Toplumsallaşma<br />
çabaları toplumun bütün üyelerini kalıpyargılara uygun
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olarak geliştirmeyi amaçlar. Örneğin, oğlan çocuklar etkin, yarışmacı<br />
ve akılcı, kız çocuklar ise bağımlı, duygusal ve edilgin olacak biçimde<br />
yetiştirilirler. Ayrıca, Tresemer ve Pleck'in belirttiği gibi, cinsler<br />
arasındaki sınırlar bireylerin önceden belirlenmiş cinsiyet rollerinde<br />
ilerleyebileceği biçimde belirgin ve katı tutulmalıdır, vb.<br />
Cinsler arasında varolan farklılıkları saptamaya tarih boyunca<br />
çaba gösterilmiştir. Fiziksel özelliklerin farklılığı konusunda aşağı<br />
yukarı bir uzlaşma vardır, oysa psikolojik niteliklerin saptanmasında<br />
aynı açık-seçiklik yoktur. Maccoby ve Jacklin cinslerin farklılığı<br />
konusundaki yüzlerce araştırmanın sonuçlarını özetleyerek, pek çok<br />
farklılığın gerçeklikte temeli olmayan güncel kültürel söylenceler olduğu<br />
sonucuna varmışlardır. Maccoby ve Jacklin'e göre yanlış olan<br />
söylenceler şunlardır: Kızların oğlanlardan daha "toplumsal" olduğu;<br />
kızların oğlanlardan daha "telkin edilebilir" olduğu; kızların başarı<br />
güdüsünden yoksun olduğu; kızların katılımdan daha çok etkilendiği;<br />
oğlanların çevreye daha çok yanıt verdiği; kızların özsaygılarının daha<br />
düşük olduğu; kızların ezberden öğrenmede ve tekrarlı görevlerde,<br />
oğlanların yüksek bilişsel süreçler gerektiren görevlerde daha iyi olduğu;<br />
oğlanların daha "çözümleyici" olduğu; kızların daha işitsel,<br />
oğlanların daha görsel olduğu... Maccoby ve Jacklin, bu alandaki araştırma<br />
bulgularının çok karışık, belirsiz ve yargı geliştirmeye elverişsiz<br />
olduğunu da saptadılar. Sonuçta yalnızca dört alanda belirtilmiş cinsiyet<br />
farklılıklarını kabul ettiler (Tablo 16). Ancak, daha sonra bu çalışmaya<br />
da yöneltilen eleştirilerin ışığında, bugün, cinsler arasındaki
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
farklılıkların önceleri görüldüğünden daha az, ama belki Maccoby ve<br />
Jacklin'in belirttiğinden daha özlü ve önemli olduğu kabul edilmektedir.<br />
Öte yandan, cinsel rol (sex role) ile cinsel kimlik (sex identity)<br />
arasındaki ayırım da çok önemlidir. Cinsel (ya da cinse bağlı) kimlik, bir<br />
cinsten ya da öbüründen olmanın farkında olmaya, özbilincine dayanır,<br />
bir insanın erkek ya da dişi olmlsına ilişkin iç yaşantıdır. Cinsel (ya da<br />
cinse bağlı) rol, toplumun cinsler için önceden belirlediği davranışlar ve<br />
rollerdir. Bir cinsel rolün kazanılması süreci bazen "cinsel tipleşme"<br />
(sex typing) olarak adlandırılır. Bu kavramları birbirinden her zaman kesin<br />
biçimde ayırmak olanaklı değildir. Cinsel tipleşme bir cinsel kimliğin<br />
kurulmasına tabi olabilir ya da cinsel kimlik kısmen cinsel rol<br />
davranışlarının kabul edilmesine dayanabilir. Ne olursa olsun, gelişim<br />
kuramları bazen biri ya da öbürü üzerinde odaklaştığı için, böyle bir ayırım<br />
yapmakta yarar vardır (Liebert ve Wick-Nelson. 1981 ).<br />
Tablo 16<br />
Yerleşik Cins Farklılıkları Alanları ve Ortaya Çıktığı Yaşlar<br />
Alanlar - Yaşlar<br />
Kızların sözel yetenekleri daha fazladır. - Olasılıkla yaşamın erken<br />
yıllarında çelişen bu özellik. okulöncesi yıllarla ergenlik arasında<br />
pek az belirgindir, yetişkinliğe girildikten sonra gitgide güçlenmektedir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Oğlanlar görsel-uzamsal yetenekte üstündürler. - Bu özellik ergenliğe<br />
kadar oluşmaz ve yetişkinlikte sürer.<br />
Oğlanlar matematiksel yetenekte üstündürler. - Bu özellik ergenliğin<br />
ilk yıllarında başlar ve yetişkinlikte gelişir.<br />
Oğlanlar daha saldırgandır. - Bu özellik 2 yaşlarında başlar ve üniversite<br />
yıllarında sürer. Yetişkinler açısından daha fazla bilgi yok.<br />
Kaynak: Maccoby ve Jacklin, The Psychology of Sex Differences,<br />
1974, aktaran Liebert ve Wicks-Nelson, 1981.<br />
:::::::::::::::::<br />
5. Cinse Bağlı Özelliklerin Sürekliliği<br />
Kişiliğin sürekliliği tartışmalarında görüldüğü gibi, bazı araştırmalar,<br />
erkeklerin ve kadınların yaşam süresi boyunca karşıt yönlerde<br />
ilerledikleri sonucuna varmaktadırlar. David Gutmann, Neugarten'in<br />
Kansas City araştırmasındaki erkek denekler ile dört ayrı kültürdeki<br />
erkekleri karşılaştırarak bu savın doğruluğunu araştırdı. Gutmann, bu<br />
dört kültürdeki 35-44 yaşlarındaki erkeklerin iç enerjilerine ve yaratıcı<br />
yeteneklerine güvendiklerini ve bundan hoşlandıklarını buldu. Bu erkekler<br />
yarışmacı, saldırgan ve bağımsız olmaya yöneliyorlardı. 45 ve<br />
daha yukarı yaştaki erkekler ise daha edilgin ve kendine dönük olmaya
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yöneliyorlardı, başkalarını etkilemek için yalvarıcı ve uymacı<br />
tekniklere başvuruyorlardı. Gutmann, etkin egemenlikten edilgin egemenliğe<br />
doğru ortaya çıkan bu değişimin kültürden çok yaşa bağlı olabileceği<br />
sonucuna varmaktadır. Gutmann, çok sayıda kültürde sürdürdüğü<br />
sonraki araştırmasında ilk bulgularının onaylandığını gördü. 55<br />
yaş dolayındaki erkekler çevrelerinin istemleriyle başa çıkmada etkin<br />
teknikler yerine edilgin teknikler kullanmaya başlamaktadırlar. Kadınlar<br />
ise edilgin egemenlikten etkin egemenliğe doğru karşıt yünde<br />
ilerlemektedirler. Kadınlar daha güçlü, başat ve bağımsız olmaya<br />
yönelmektedirler. Gutmann, "Gerçekte 'eril' ve 'dişil' özellikler sadece<br />
cinsiyetle değil, yaşam dönemiyle de paylaştırılmaktadır. Erkekler sonsuza<br />
dek 'eril' değildir; erkekler sözde 'dişil' örüntüden önce 'eril' özellikler<br />
gösteren bir cins olarak tanımlanabilir. Bunun tersi de kadınlar için<br />
geçerlidir" sonucuna varmaktadır. Bu cinsiyet farklılıklarını açıklama<br />
girişiminde Gutmann, anababa olma zorunluluklarının cinsleri genç<br />
yetişkinlikte farklı gereklerle karşı karşıya bıraktığına inanmaktadır.<br />
Eğer kadınlar (iş bölümündeki geleneksel örüntüye göre) çocuklarının<br />
ilk bakıcıları olarak başarılı olmak istiyorlarsa, kişiliklerindeki saldırgan<br />
ögeleri bastırma gereğini duymaktadırlar. Eğer erkekler de ekonomik<br />
gelir sağlayan kişi olarak geleneksel rollerinde başarılı olmak istiyorlarsa,<br />
kişiliklerinin saldırgan yönlerini bastırma gereğini duymaktadırlar.<br />
Ama çocukları büyüdüğünde ve kendileri yetişkinlikte ilerlediklerinde<br />
her iki anababa da kişiliklerinin tüm gizilgücünü ortaya<br />
koyma fırsatını bulmaktadır. Erkek, önceleri ekonomik yarışma yararına<br />
bastırdığı "dişilliği", kadın çocuklarına duygusal güvenlik sağlama<br />
uğruna bastırdığı "erilliği" tekrar ele geçirebilir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
S. S. Feldman ve S. C. Nash, kendi araştırmalarında Gutmann'ın<br />
kuramını destekleyen ya da yanlışlayan bulgular elde ettiler. Gutmann'ın<br />
beklediği gibi, büyükbabalar bebeklere karşı erkeklerin yaşamlarının<br />
hiçbir döneminde duymadıkları büyük bir sorumluluk duyuyorlardı.<br />
Fakat Gutmann'ın beklentisinin tersine, erkeklerin erillik puanları<br />
yaşamın ileri evrelerinde anlamlı bir değişim göstermiyordu. Erkeklerin<br />
ileri yıllarda tipik "dişil" özellikler gösterme olasılığı artmakla<br />
birlikte, bunu yerleşik erilliklerinin gerilemesi pahasına yapmıyorlardı.<br />
Aynı şekilde, kadınlar da dişilliklerinde bir düşüş olmaksızın<br />
erillik puanlarında yükselme gösteriyorlardı.<br />
Erkeklerin ve kadınların birbirine karşıt kişilik ve davranış özellikleri<br />
olduğu görüşünün karşısına, bugün tek bir kişide her iki cinsin<br />
özelliklerinin birleştiğini savunan androjenlik kavramı çıkartılmaktadır.<br />
Bireylerin cinse bağlı tutum ve davranışlarda farklılaşması cinse<br />
bağlı rollerin sürekli çizgisi üzerinde olmaktadır. "Androjen" bireyler,<br />
kişiliklerini ve davranışlarını erillik ve dişilikle ilgili kültürel<br />
kalıpyargılarla sınırlamazlar. S. L. Ben, üniversite öğrencileri üzerinde<br />
yaptığı bir araştırmada, erkek ve kadınların % 35'inin, kendi kişiliklerinde<br />
hem eril hem dişil özellikleri topladığını buldu. Bu insanlar, gerektiğinde<br />
bağımsız ve kendini kabul ettiren, gerektiğinde de sıcak ve sorumlu<br />
kişiler olabilmektedir. Bireylerin kendi cinsinin ve karşı cinsin<br />
rollerine sahip olmasının yaşamın özel durumlarına göre dalgalanma<br />
göstereceği de savunulmaktadır. Cinslerden birinin egemenliğine bağlı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
toplumsal düzenlemelerin cinse göre tipleşmiş davranışları öne çıkaracağı,<br />
eşitlikçi düzenlemelerde ise "androjen" davranışların artacağı<br />
söylenebilir (Vander Zanden, 1981).<br />
:::::::::::::::::<br />
İİ. ORTA YILLARDA BİREYSEL <strong>GELİŞİM</strong><br />
Bireysel açıdan orta yıllar gelişimde inişe geçişin belirtilerini<br />
taşıyan yıllardır. Derinin kırışmaya, saçların aklaşmaya, cinsel gücün<br />
azalmaya başladığı, iç organların çalışmasında aksamanın görüldüğü,<br />
damar sertliği ve buna bağlı yüksek tansiyon ve kalp hastalıklarının<br />
kişiyi her an alt edebildiği, kilo almanın süreklilik kazandığı bir dönem<br />
söz konusudur. Ergenlikteki ileriye doğru fiziksel ve cinsel değişimlerin<br />
yerini burada gerileyen fiziksel ve cinsel değişimler alır. Bireysel<br />
güçlerin inişe geçtiği bu dönem, aynı zamanda yaşama bir "yeniden<br />
değerlendirme" açısından bakma gereksinmesinin duyulduğu<br />
dönemdir. İşte ve meslekte en yüksek noktaya çıkılmış olmasına karşın,<br />
birey bundan böyle yaşamını aynı biçimde sürdürüp sürdüremeyeceğini<br />
sorma noktasındadır. Ancak bu dönemi bir "bunalım" dönemi olarak görmek<br />
de doğru değildir.<br />
:::::::::::::::::<br />
1. Bedensel değişimler
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Genç yetişkinlikte dış görünümde çok az bir değişme varken,<br />
orta yaşlılıkta dış görünüm'de belirgin ve dramatik değişimler söz<br />
konusudur. Kilo alma eğilimi güçlenmiştir. Psikiyatrist Robert N. Butler<br />
(1977) orta yılları ikinci bir "oral bağımlılık" dönemi olarak<br />
nitelemektedir. İnsanlar bu dönemde yemeğe düşkündürler, şişmanladıklarını<br />
ve hatta sağlıklarını yitirdiklerini görseler bile yemekten kendilerini<br />
alıkoymazlar. Ergenlikte yağlar bedenin tüm ağırlığının % 10'u kadarken,<br />
bu oran orta yıllarda % 20'ye çıkmaktadır. Üstelik yağlanmada<br />
göğüs ve omuzlar daralıp küçülmüş gibi görünür. Ayrıca bedenin<br />
genel duruş biçimi de değişmiş, hareketler yavaşlamıştır. Özellikle<br />
erkeklerde saçların değişimi orta yaşlarda belirgindir.<br />
Duyu işlevleri içinde görme yaşa bağlı değişimleri en çok belli<br />
eden alandır. 40 yaş dolaylarında yetişkinler görmede aniden ortaya<br />
çıkan değişimlerin (Göz bebeğinin küçülmesi, ışığa uyum, göz merceği<br />
uyumu, vb.) farkına varırlar. 65 yaşından önce yetişkinlerin yaklaşık<br />
yarısı gözlük kullanmak zorunda kalır, 65'ten sonra on yetişkinden<br />
dokuzu gözlük takar.<br />
İşitme alanında 25 yaşından önce azalma çok enderdir (yüz kişiden<br />
birinde), 45 yaşından sonra bu oran yükselmeye başlar. İşitme<br />
yitiminin çoğu yüksek ses frekansında olur. Erkekler düşük frekansı<br />
kadınlardan, kadınlar da yüksek frekansı erkeklerden daha iyi duyarlar.<br />
Elli yaşından sonraki işitme yitimi erkeklerde kadınlardakinden<br />
daha fazladır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Tat duyusundaki azalma özellikle 50 yaşından sonra belirginleşir.<br />
Önce yanaklardaki, sonra dil kökündeki tat duyusu alıcıları azalmaya<br />
başlar. Tatlılara karşı duyarlılık yaşlılıkta genç yetişkinliğe oranla üç<br />
kez daha azdır. 40 yaşından sonra koku duyarlılığı da önemli ölçüde<br />
azalmaktadır. 60 yaşındaki kişinin kokuları ayırt etme yeteneği 20<br />
yaşındakinden % 50 daha azdır. Acı duyarlılığı ise yaklaşık 45 yaşlarında<br />
artmakta ve artışını 60 yaşın ötesine kadar sürdürmektedir.<br />
Hareket alanında yetişkinlik yıllarında önemli bir azalma vardır.<br />
Olgunluk ve yaşlılık yıllarındaki iş ve başarıya ilişkin araştırmalar,<br />
yaşlılık değişimlerinin olumsuz ve gerileyici olduğunu belirterek, bütün<br />
davranışsal işlevlerdeki yaşlılık belirtilerini vurgulamaktadır. Welford'un<br />
sözünü ettiği değişimler şunlardır: a) Tepki zamanında artış.<br />
Tepki zamanı bir bireyin bir duyu uyarısını alışı ile yanıt verişi arasındaki<br />
süredir. Ayrıca bir işi yapma süresinde de yaşla artış vardır. b)<br />
Bir işi başarma değişkenliğinde yaşla artış. c) Daha karmaşık işlerin<br />
yapılmasında yaşla ortaya çıkan önemli başarı düşüşü. Beynin bilgi biriktirme<br />
ve iletme kapasitesinde yaşlanmaya bağlı bir azalma vardır.<br />
Sonuç olarak yaşlı kişiler gençler kadar hızlı tepki veremezler. Orta<br />
yaşların sonlarına doğru çabuk yapılması gereken işlerde hız azalması<br />
artar. Örneğin, bazı yetişkinler bir dizi uzun ve karmaşık hareketi<br />
gerektiren müzik aleti çalmada güçlük duymaktadırlar. Ancak, hareket<br />
becerilerindeki düşüş açık olmakla birlikte, bu düşüşün meslek başarısında<br />
da düşüşe yol açacağı konusunda kesinlik yoktur. Başka bir<br />
deyişle, yaşlı kişilerin birikmiş deneyim ve bilgileri hareketteki
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yavaşlamayı ödünleyici niteliktedir.<br />
Beden sağlıyı orta yaşların önemli bir sorunu olarak ortaya çıkar.<br />
McCammon'un belirttiği gibi, insanlar yetişkinlik yıllarında daha fazla<br />
kronik ve daha az akut hastalık yaşamaya eğilim gösterirler. Akut<br />
hastalıklar kısa süreli ve tedavi edilebilir hastalıklardır, buna karşılık<br />
kronik hastalıklar (mafsal iltihabı ve şeker hastalığı gibi) uzun süreli<br />
ve tedavi edilemez hastalıklardır.<br />
Bazı kronik hastalıklar orta yetişkinlik yıllarında ortaya çıkmaya<br />
başlar. 50-60 yaşları arasında -özellikle erkeklerde- şeker hastalığı<br />
(diabete) son derece artar, 40 yaşlarından hemen sonra mafsal iltihabı<br />
(arthirit) daha sık görülmeye başlar. Kalp ve dolaşım sistemiyle ilgili<br />
dolaşım sorunları da orta yaşlarda artar. Damar sertliği (arteriosclerosis)<br />
atardamar duvarlarında kolesterol gibi maddelerin birikmesiyle<br />
ortaya çıkar. Büyük olasılıkla çocukluk gibi erken dönemlerde başlayan<br />
bu süreç yetişkinlik boyunca sürer ve atardamar duvarlarının esnekliğini<br />
giderek sınırlar. Damar duvarında biriken maddeler sert plakalara<br />
dönüşebilir ve hatta damarın yırtılmasına yol açabilir. Genellikle<br />
iç çeperi bozulmuş olan damarlarda kan pıhtıları toplanır (tromboz)<br />
ve tıkanmalara neden olabilir; bu durum kol ve bacaklarda olursa<br />
gangrenle, beyinde olursa felçle sonuçlanabilir. Genç yetişkinlikle orta<br />
yaşlar arasında kalp atardamarlarının (koroner arterleri) yaklaşık %<br />
25'i bu nedenle görevini iyi yapamaz ve koroner kalp hastalıkları ortaya<br />
çıkar. Bu hastalıklar bazen sigaraya, kolesterol düzeyine, yüksek
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kan basıncına ve kişilik özelliklerine de bağlı olabilir. Yüksek tansiyon<br />
(yüksek kan basıncı) Birleşik Devletler'de her yıl yaklaşık altmış bin<br />
erkek ve kadının ölümünde doğrudan etkili olmaktadır, bu insanların<br />
çoğu kırk yaşlarındadır. Yüksek tansiyon fıziksel ve duygusal etkenlerin<br />
etkileşimine bağlı bir hastalıktır. Atardamar duvarlarında madde<br />
birikimi fiziksel bir etkendir, bireyin streslere tepki göstermesi de<br />
duygusal bir etkendir. Sürekli gerginlik ve stres bazen kan basıncı düzeyinin<br />
artmasına neden olabilir. Kan basıncı düzeyinin yaşla artması<br />
yönünde bir eğilim de vardır. Bazı kişiler stresle başaçıkmada gençlik<br />
yıllarında sağlıklı teknikler geliştirirler, bu özellik onlara yetişkinlikte<br />
de yardımcı olur.<br />
:::::::::::::::::<br />
2. Zihinsel değişimler<br />
<strong>Yetişkinlik</strong>te zekanın azaldığı ya da yetişkinlerin yeni şeyler<br />
öğrenemeyecekleri türünden söylenceler, insanların yetişkinlikteki zihinsel<br />
değişimleri doğru bir biçimde değerlendirmesini engellemektedir.<br />
Zekanın ve bilişsel yeteneklerin yetişkinlik boyunca değişmez<br />
kaldığı gerçeği daha önce belirtilmişti. Gerçekte, akılyürütme ve sözel<br />
beceriler yetişkinlikte gelişebilmektedir. Orta yaşlı bireylerin düşünme<br />
yetenekleri büyük olasılıkla genç yetişkinliktekinden daha iyi olmaktadır.<br />
Ayrıca, yaratıcılık da orta yetişkinlik yıllarında belirgin bir<br />
azalma göstermemektedir. Yaratıcı kişilerin toplam ürünlerinin incelenmesi,<br />
bu insanların başarının doruğuna orta yaşlarda, bazen de ileri
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yetişkinlikte ulaştıklarını göstermektedir. Bilim adamları için yaklaşık<br />
40-60 yaşları arası bilimsel üretimin oldukça sürekli bir akış gösterdiği<br />
dönemdir, göreli bir azalma ancak 60-70 yaşları arasında ortaya<br />
çıkmaktadır. Bilim adamları için 20-29 yaşları arasının en az ürün verdikleri<br />
dönem olduğu da belirtilmektedir. Sadece sanatçıların 60-70<br />
yaşları arasında 20-29 yaşları arasındakinden daha az ürün verdikleri<br />
bulunmuştur. İnsan bilimlerinde yaratıcılık yaklaşık 30-70 yaşları<br />
arasında sürekli gelişme göstermektedir. Orta yaşlarda doruk noktasına<br />
ulaşan yaratıcı kişiler bazı yaratıcı etkinliklerini ileri yetişkinlik<br />
yıllarına kadar sürdürebilirler. Çünkü doruk noktasına ulaşmak bundan<br />
sonra bütün işlerin duracağı anlamına gelmez. Ayrıca, azalma ya<br />
da düşüş mutlaka yeteneklerde değişme olduğunu da göstermez. Kimmel'e<br />
göre, düşme belki de zihinsel değişimlerden çok bilişsel olmayan<br />
etkenlerin sonucudur. Nitekim, bilim adamları -büyük yaratıcı çalışmanın<br />
ardından- birtakım sorumluluklar üstlenerek (yöneticilik, vb.)<br />
yaratıcı üretime daha az zaman ve enerji ayırmak durumunda kalmaktadırlar.<br />
Aşağı yukarı her yetişkin yeterli zaman verildiğinde her türlü konuyu<br />
öğrenmeye ve beceriyi edinmeye yeteneklidir. <strong>Yetişkinlik</strong>te bireysel<br />
farklılıklar önemli ölçüde artmakla birlikte, kendilerine güvenlerinin<br />
azalmaması koşuluyla, yetişkinler hala yeni şeyler öğrenebilirler.<br />
Kendine güven özellikle önemlidir; çünkü bazı yetişkinler, öğrenim<br />
yaşamlarının sınırlılığını aşırı vurgulayarak öğrenme yeteneklerini<br />
olduğundan daha az görme eğilimindedirler. Pratik yolla ve özel<br />
deneyimle elde ettikleri bilgileri de küçümserler. Oysa yetişkinler yaşamları
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
boyunca iş, aile ve toplum yaşamlarında -informel olarak-<br />
pek çok şey öğrenirler. Birçok yetişkin kendi yönettiği öğrenme<br />
etkinliklerine girer. Yetişkinler genellikle öğrendiklerini kullanmak da<br />
isterler. Knox'a göre, yetişkinlikteki öğrenmeyi etkileyen bellibaşlı<br />
etkenler şunlardır: a) Koşullar. Fizyolojik koşullar ve fiziksel sağlık<br />
öğrenmeyi çeşitli yönlerden etkileyebilir. Duyusal kısıtlanmalar (görmenin,<br />
işitmenin azalması gibi) duyusal girdileri sınırlayabilir. Sağlığın<br />
bozulması dikkatin dış olaylara yöneltilmesini önleyebilir. b) Uyum.<br />
Öğrenme durumunda kişisel ya da toplumsal bir uyumsuzluk olduğunda<br />
bireyin öğrenmeyi değerlendirmesi ya da kolaylaştırması daha<br />
az olanaklıdır. Toplumsal uyumsuzluk genellikle öğrenen kişinin savunma<br />
ve anksiyetesiyle ilgilidir ve kişinin güdülenme ve canlılık düzeyiyle<br />
karıştırılmamalıdır. Kişi bir durumla uğraşabileceğine inanırsa<br />
ona meydan okuyabilir, eğer inanmazsa durumu tehdit edici olarak<br />
algılayabilir. Daha önce pek çok başarısı olan bir kişi başarısızlığı çok<br />
rahat göğüsleyebilir. Yeni eğitim deneyimlerinde destek ve yardım yetişkinler<br />
için çok önemlidir. c) Uygunluk. İş anlamlı ise ve öğrenme<br />
yarar sağlayacaksa yetişkinin öğrenme etkinliğindeki güdüsü ve işbirliği<br />
de artar. Belirgin ve seçilmiş öğrenme görevleri ve anlaşılır yöntemler<br />
söz konusu olduğunda yetişkin daha etkin bir ilgi ve katılım<br />
göstermektedir. d) Hız. Özellikle yaşlı yetişkinler için zaman sınırlamaları<br />
ve baskılar öğrenme başarısını azaltmaktadır. Yetişkin kendi<br />
ritmine bırakılırsa öğrenme başarısı daha yüksek olur. e) Statü.<br />
Sosyoekonomik durumlar, öğrenme yeteneğini etkileyebilecek değerler,<br />
istemler, baskılar ve kaynaklarla yakından ilişkilidir. Resmi öğrenim<br />
düzeyi yetişkinin öğrenmesiyle yakından bağlantılı bir statü belirtisi
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olmaktadır. Statünün öğrenmeye etkisi öğrenme etkinliğinin türüne<br />
bağlıdır. Örneğin, ölçme sisteminin öğrenilmesinde sözel iletişim mavi<br />
yakalı yetişkinler için daha etkili olurken, beyaz yakalı yetişkinler<br />
soyut kavramları yazılı iletişimle daha kolay öğrenmektedirler. f)<br />
Görünüş. Kişisel görünüş ve kişilik özellikleri (açık görüşlülük ya da<br />
savunmacılık gibi), yetişkinin özel öğrenim türleriyle uğraşma yollarını<br />
etkileyebilmektedir (Schiamberg ve Smith, 1982).<br />
İlerde yaşlılık bölümünde de tartışılacağı gibi, zekanın yetişkinlikteki<br />
durumu (artma, azalma, değişmeme) her zaman merak konusu<br />
olmuştur. Bir yanda, yetişkinlik boyunca zekada düşüşün kaçınılmaz<br />
olduğunu, bilgi ve deneyim artışı gizlese bile öğrenme gücünde yaşla<br />
birlikte yadsınamaz bir azalışın ortaya çıktığını ileri sürenler vardır.<br />
Öbür yanda, zekanın yaşam boyunca esnekliğini koruduğunu, sağlık,<br />
eğitim, yaşam deneyimleri gibi etkenlerle yoğurulduğunu, dolayısıyla<br />
azalabileceğini de, artabileceğini de düşünenler bulunmaktadır. Bu<br />
görüşlerden hangisi doğrudur ya da bunları uzlaştırmanın yolu var mıdır?<br />
Yirminci yüzyıl boyunca psikologlar zekanın ergenlikte tepe<br />
noktasına ulaştığına, sonra yetişkinlik boyunca derece derece azaldığına<br />
inanmışlardır. 1950'lerin ortalarında ilk kez bu sayıltıdan kuşku<br />
duyulmaya başlanmıştır. Özellikle boylamsal araştırmalar zekanın yetişkinlik<br />
süresince de gelişebildiğini göstermiştir. Kuşak ya da bölük<br />
farkılıklarının bozucu etkilerini ilk kez farkedenlerden biri K. Warner<br />
Schaie'dir. Schaie aynı denekleri 1963'de, 1970'de, 1977'de yeniden
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
test edince sorunun kesitsel araştırma yaklaşımından kaynaklandığını<br />
ortaya çıkarmıştır. Ancak boylamsal yöntemin de bu haliyle birtakım<br />
sakıncalar içerdiği görülmüştür. Bunlardan biri, hep aynı testi birçok<br />
kez almanın kişinin başarısını yükseltebileceği gerçeğidir. Schaie bu<br />
sakıncayı aşabilmek için daha önce sözünü ettiğimiz "sırasal düzen"<br />
yaklaşımını geliştirmiştir. Kesitsel ve boylamsal verilerin birlikte<br />
kullanılması kuşak farklılıkları engelini aşmayı sağlamaktadır.<br />
Konuyla ilgili bütün araştırmalar bize yetişkinlikteki bilişsel gelişim<br />
için iki genel sonuç vermektedir:<br />
- Değişik yaşlardaki yetişkinleri karşılaştıran kesitsel araştırmalar<br />
zihinsel yeteneklerde derece derece ortaya çıkan bir düşüş gösterdiği<br />
halde boylamsal araştırmalar ilk yetişkinlik ve genellikle orta<br />
yaşlarda pek çok yetenekte bir artış göstermektedir.<br />
- Kuşak farklılıkları test sonuçlarını yaklaşık 60 yaşına kadar<br />
yaş farklılıklarından daha güçlü biçimde etkilemektedir.<br />
John Horn, Cattell'in daha önce sözünü ettiğimiz iki tür zeka anlayışını<br />
yeniden ele almıştır. Akıcı zeka her yöne doğru hareket edebilir.<br />
Kısa süreli bellek, soyut düşünce, işlem hızı gibi temel zihinsel yetenekleri<br />
içeren bu zeka türünde kişi sözcük, sayı, bilmece gibi konularda<br />
hızlı ve yaratıcıdır. Birikimli zeka daha sağlamdır; eğitimle ve<br />
deneyimle gelen olgu, bilgi, öğrenme stratejisi birikimiyle oluşmuştur.<br />
Uzun süreli bellek, sözcük dağarcığı genişliği bu zeka türünün
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
özellikleridir. Akıcı zekanın temelde genetik; birikimli zekanın ise temelde<br />
öğrenilmiş olduğu kabul edilmiştir önceleri. Ancak John Horn bugün<br />
bu doğa-kazanım ayırımının geçersiz olduğunu düşünmektedir.<br />
Çünkü birikimli zekanın kazanılması kısmen akıcı zekanın niteliğinden<br />
etkilenmektedir. Örneğin, bir kişinin sözcük dağarcığının gücü,<br />
kısmen okuma hızının ve sözcükler arasında mantıksal çağrışımlar<br />
kurma yeteneğinin sonucudur; bu ikisi de akıcı zekayla ilgilidir. Horn<br />
yetişkinlikte akıcı zekanın önemli ölçüde azaldığına inanmaktadır. Bu<br />
düşüş birikimli zekadaki artışla geçici olarak gizlenmektedir.<br />
Düşünme hızı akıcı zekanın önemli bir ögesidir. Standart zeka<br />
testlerinin çoğunun tepki hızına önem verdiği de bilinmektedir.<br />
Yetişkin gelişimi uzmanları zeka testlerinin bu yönünü hakça<br />
bulmamaktadırlar. Yetişkinler hemen her şeyde gençlerden daha yavaştırlar.<br />
20 yaş ile 60 yaş arasında tepki zamanında ortalama % 20'lik bir yavaşlama<br />
söz konusudur. Karmaşık etkinliklerde bu yavaşlama daha da<br />
fazladır. Örneğin elyazısı 60 yaşında 30 yaşındakinin iki katı zaman<br />
almaktadır. Ancak düşünme hızını düşünme kalitesi ile karıştırmamak<br />
gerekmektedir. Hatta yavaş düşünmenin daha derin ve daha iyi bir düşünme<br />
olduğunu ileri sürenler vardır. Buna karşılık, yavaş düşünmenin<br />
etkisiz bir düşünme olduğunu ileri sürenler de vardır. Sonuçta, zihinsel<br />
süreçlerin yavaşlığının düşünmenin kalitesini nasıl etkilediği<br />
konusunda görüş birliğine varılabilmiş değildir. Ancak, gelişim<br />
psikologlarının çoğu Schaie'nin hedefe Horn'dan daha fazla ulaştığını<br />
düşünmektedir. Yetişkin zekasında en azından orta yıllarda ılımlı bir
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
artış norm olabilir görünmektedir.<br />
Bugün birçok araştırmacı zeka diye bir bütünün varlığından çok,<br />
birçok değişik zekaların var olduğunu kabul etmektedir. Her zihinsel<br />
yetenek, eğitim, deneyim gibi değişkenlere bağlı olarak, yaşla birlikte<br />
artabilir, azalabilir, sabit kalabilir. Yetişkinin zihinsel yeterliği<br />
çok-boyutlu ve çok-yönlüdür. İnsanlar yaşlandıkça geliştirmeyi seçtikleri<br />
zeka türlerinde ya da becerilerde daha uzmanlaşırlar; kullanılmayan<br />
yeteneklerde de düşüş görülür. (K. S. Berger, 1988)<br />
:::::::::::::::::<br />
3. Cinsel Değişimler<br />
Orta yetişkinlik yıllarında hem erkeklerde hem de kadınlarda birtakım<br />
cinsel değişimler olmaktadır; bu değişimler kimi yazarlarca "yaşam<br />
değişimi" kavramıyla dile getirilmektedir. Yaşam değişimi, orta<br />
yaşlarda erkeklerde ve kadınlarda ortaya çıkan cinsel değişikliklere<br />
uygulanan genel bir terimdir ve önemli bir dönüm noktası olarak yaşamın<br />
bir döneminin terkedilmesi, bir diğerinin başlaması anlamına<br />
gelir. Bu değişikliklerden en önemlisi erkek ve kadınlarda üretim yeteneğinin<br />
gitgide azalmasıdır. "Yaş dönümü"nün (climacteric) sonu<br />
kadınlar için daha dramatiktir, çünkü ayhalinin durması gibi çok belirgin<br />
bir işaretle ortaya çıkar. "Menopoz" kadın yaş dönümünün son<br />
noktasıdır; östrojen hormonunun durması yumurtlama sürecini sona<br />
erdirir, dolayısıyla aylık kanamalar da durur. Erkek yaş dönümü ise
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
erkek üretkenliğinin derece derece azalmasını dile getirir. Yaşlanan<br />
bedende hem sperm üretimi, hem de erkeklik hormonu (testosteron)<br />
üretimi azalmaktadır. Ancak bu azalma, erkek üretkenliğini hiçbir zaman<br />
bitirmeyecek biçimde derece derece olur. Kadının menopozundan<br />
farklı olarak, erkeğin üretim işlevi sona ermez ve genellikle<br />
- testosteron ve spermin azalmasına karşın- ileri yaşlara dek sürer.<br />
a. Menopoz<br />
Kadında yaş dönümünün en kolay tanınan belirtilerinden biri<br />
menopozdur. Aylık kanamaların durması genellikle 2-3 yılda tamamlanır.<br />
Kadınların sadece dörtte biri menopozun geleneksel belirtilerini<br />
göstermekte ve sadece % 10-15'i bu dönemde doktor yardımına gereksinme<br />
duymaktadır. En belirgin belirtiler sıcaklık basması ve aşırı terlemedir;<br />
yüz kızarması, yorgunluk, baş dönmesi, baş ağrısı, uykusuzluk,<br />
sinirlilik, ağlama ve depresyon da görülebilir. Bu can sıkıcı belirtiler<br />
genellikle menopozun bitimine kadar sürer. Bu dönemde kadınlarda<br />
bazı ruhsal değişiklikler de görülür. Kadınlar, eğer menopozu<br />
çekiciliklerinin, cinselliklerinin, yararlılıklarının sona ermesinin<br />
belirtisi olarak görürlerse daha fazla üzüntü duymaktadırlar. Bu duygular<br />
yaşlı kişileri değersizleyen gençlik odaklı bir kültür tarafından daha da<br />
yoğunlaştırılabilir. Bu tür duygularla depresyona giren kadınlar yalnızca<br />
küçük bir gruptur. Menopoz geçiren kadınların en azından üçte<br />
ikisi kendilerini menopozdan sonra öncekinden çok daha iyi hissettiklerini<br />
söylemektedir. Bir bakıma bu tür belirtiler menopoza giren
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kadının yaşı ile de ilişkilidir. Erken yaşta menopoza girenlerde belirtiler<br />
sarsıcı olurken, 45 yaş ve sonrasında girenler için bu dönem daha<br />
sakin geçmektedir. Ortayaşlı bir kadın menopozun yaşamında önemli<br />
değişikliklere neden olmadığını kolayca görebilir.<br />
Menopoz genellikle cinsel etkinlikleri etkilemez. Bir araştırmada<br />
kadınların % 65'i menopozun cinsel ilişkileri üzerinde hiçbir etkisi<br />
olmadığını belirtmiştir; ancak vajen duvarının incelmesi, üretim organlarının<br />
zayıflaması, uyarılma sırasında vajen ıslaklığının (lubrication)<br />
azalması kimi kadınlarda cinsle ilişkiyi zorlaştırabilir. 1960'larda menopoz<br />
belirtilerini denetim altında tutmak için östrojen hormonu kullanılması<br />
yaygın bir yöntemdi. Ancak bugün bu yöntemin rahim kanseri<br />
olasılığını 4-7 kat arttırdığı bilinmektedir.<br />
b. Erkeklerde yaş dönümü<br />
<strong>Dr</strong>amatik bir değişimle ortaya çıkmadığı için erkeklerde yaş dönümünü<br />
belirlemek güçtür. Yaşlı erkekler cinsel yeterlilikte birtakım<br />
değişimler gösterebilirler. Sertleşme (erection) eskisi kadar çabuk olmaz<br />
ve boşalma (ejaculation) süresi ve gücü azalmıştır (Masters ve<br />
Johnson, 1966). Kimi erkeklerin yakınmaları (sinirlilik, kızgınlık,<br />
depresyon, dikkatini yoğunlaştırma güçlüğü, istek yokluğu) ile yaş dönümü<br />
arasında doğrudan bir ilişki kurmak kolay değildir. Masters ve<br />
Johnson (1966), erkeğin cinsel tepki yeteneğinin azalmasında aşağıdaki<br />
psikososyal etkenlerin etkisinden söz etmektedir:
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
(1) Kadına ilginin, kadının çekiciliğinin yitmesine yol açan<br />
uzun süreli ilişkiye bağlı tekdüzelik.<br />
(2) Erkeğin mesleki uğraşları.<br />
(3) Fiziksel ya da zihinsel yorgunluk.<br />
(4) Aşırı alkol kullanımı.<br />
(5) Eşlerden birinin fiziksel ya da ruhsal rahatsızlığı.<br />
(6) Başarısızlığa uğrama korkusu.<br />
Kültürel kalıpyargılar erkeklerin 40-50 yaşlarında birden bire<br />
ciddi bir psikolojik bunalıma gireceklerini ileri sürmektedir. Erkeklerin<br />
bu yaşlarda uğradıkları güçlükler bir tür "erkek menopozu"na mal<br />
edilmektedir. Tıp adamları erkeklerde cinsel hormon üretimi azalmasından<br />
söz ediyorlar, buna karşılık psikolog ve sosyologlar biyolojik<br />
olmayan açıklamaları yeğliyorlar.<br />
D.J. Levinson erkeklerin genellikle 35-45 yaşlarında bir dönüm<br />
noktası yaşadığını belirtiyordu. Levinson'a göre erkek bu dönemi<br />
değişmeden geçiremez, çünkü yaşamının bu döneminde değişik koşullarla<br />
karşılaşmak durumundadır. Yaşlanmanın tartışılamaz ilk işaretlerini<br />
görür, kendisi konusunda sahip olduğu düşleri ve imgeleri yeniden
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
değerlendirmek zorunda olduğu bir noktaya ulaşır. Ölüm gerçeği<br />
de bir erkeği orta yaşlarında yeni düşünme yollarına zorlar. Yale<br />
araştırmacıları bütün bu gelişmelerin ortasında cinselliğin de önemli<br />
bir sorun alanı olduğunu buldular: Erkekliğin azalması olasılığından<br />
ve fiziksel çekiciliğin azalmasından duyulan kaygı.<br />
Masters ve Johnson'a (1966) göre, erkekler 50 yaşlarını geçtikten<br />
sonra penisin dikleşmesi daha fazla zaman almaktadır. Ayrıca özellikle<br />
60'ından sonraki erkeklerde sertleşme gençliklerinde olduğu gibi<br />
tam ve güçlü değildir, maksimum dikleşme ancak orgazmdan az önce<br />
gerçekleşmektedir. Yaşın ilerlemesiyle spermde, seminal sıvıda ve<br />
sertleşme gücünde azalma olmaktadır. Eğer erkek cinsel yaşamında<br />
gençliğinden beri yüksek bir etkinlik düzeyini korumuşsa ve akut ya<br />
da kronik bir hastalığı yoksa, cinsel etkinliğini ileri yaşlara kadar<br />
sürdürebilmektedir. Yine de yaşlı erkekler çok uzun süre uyarılmamışlarsa<br />
cinsel tepki verme yetenekleri sürekli olarak azalabilmektedir.<br />
c) Cinsel yaşam<br />
Sağlıklı erkek ve kadınlar, cinsel isteğin yok edilmemesi ya da<br />
cinsel eylemin engellenmemesi koşuluyla ileri yaşlara kadar cinsel<br />
işlevlerini koruyabilmektedirler. Yaşlılar, kendi yaşlarındaki insanların<br />
"sekssiz" olması gerektiği konusundaki toplumsal tanımları benimsediklerinde<br />
haksız bir söylencenin kurbanı olmaktadırlar.<br />
Kinsey'e ve Westoff'a göre, evli çiftler yirmi yaşlarında haftada
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaklaşık üç kez, otuzlarında yaklaşık iki kez, kırklarında bir buçuk<br />
kez, ellilerinde bir kez ve altmışlarında yaklaşık on iki günde bir kez<br />
cinsel ilişkide bulunmaktadırlar. Ancak, genel nüfusta dört haftalık bir<br />
dönemde görülen ilişki sayısı 1965'te 6,8 iken, 1980'de 8.2'ye yükselmiştir.<br />
Bu değişimin temel nedeni, gebeliği önleyici yeni yöntemlerin<br />
bulunması ve yasal kürtaj hakkının kullanılması, dolayısıyla istenmeyen<br />
gebeliklere bağlı anksiyetenin azalmasıdır. Toplumsal özgürlüklerin<br />
artması, kadınların beklentilerinin değişmesi ve kitle iletişiminde<br />
cinselliğin geniş ölçüde tartışılması da gelişmelere katkıda bulunmaktadır.<br />
ABD'li erkekler yayınlar yoluyla cinsellikle daha fazla ilgilenmeye<br />
yöneltilmektedirler. Louis Harris'in 18-49 yaşlarındaki erkekler<br />
arasında yaptığı bir araştırma, erkeklerin % 49'unun cinselliği kişisel<br />
mutlulukları için "çok önemli" bulduğunu gösterdi; yetişkin mutluluğuna<br />
bağlanan etkenler listesinde erkeklerin % 17'si cinselliği en az<br />
önemliler arasında saydı. Erkeklerden yaşamlarında kişisel olarak en<br />
önemli üç değeri seçmeleri istendiğinde en çok belirtilenler şunlardır:<br />
% 56 aile yaşamı, % 35 sağlık, % 32 iç huzur, % 25 aşk, % 19 iş, %<br />
16 din, % 10 saygınlık, % 9 eğitim, % 8 seks. Amerikalı erkekler kendi<br />
duyarlılık ve insanlıklarının daha fazla farkına varmaya başlamışlardır.<br />
Sevecenlik, bağımlılık, zayıflık, acı gibi duyguları gittikçe artan<br />
biçimde daha fazla tanımaya başlıyorlar. Yine de, erkeklerin çoğu ve<br />
özellikle yaşlı erkekler bu tür "erkekçe olmayan" duyguları rahatça<br />
konuşmaktan henüz çok uzakta.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kadınlar ise kendi cinselliklerini günümüzde daha fazla farketmeye<br />
başlamışlardır. Bugün kadınlar cinsellikten daha fazla hoşlanıyor<br />
ve eşlerinden bunu istiyorlar. Hite'in araştırması kadınların %<br />
95'inin ("frijit" olduklarını düşünenlerin bile) mastürbasyon yaptıklarında<br />
orgazm olmaya yetenekli olduklarını göstermektedir. Tutumlardaki<br />
bu değişimin kadın hareketlerinden etkilendiği de kuşkusuzdur.<br />
Ancak, araştırmalar, erkeklerin cinsel etkinliğe daha fazla ilgi duyduklarını<br />
ve daha fazla katıldıklarını ortaya koymaktadır. Evli olmayan<br />
kadınların % 92'si cinsel etkinlikten sürekli olarak yoksun olduklarını<br />
ve % 45'i hiç cinsel ilgi duymadıklarını belirtmişler; oysa evli olmayan<br />
erkeklerin sadece % 18'i cinsel ilişkiden uzak ve sadece %15'i cinsel<br />
ilişkiden yoksun. Bununla birlikte, günümüzün genç kadınları cinsel<br />
yaşamla çok daha fazla ilgililer ve bu ilgi büyük olasılıkla yaşamları<br />
boyunca sürecektir. Dolayısıyla, yaşlı yetişkinlerin cinsel tutum ve<br />
davranışlarının gelecekte bugünkünden farklı olacağı söylenebilir.<br />
<strong>Yaşlılık</strong> araştırmaları, cinsel ilgide ve etkinlikte azalma olsa bile,<br />
yaşamın ileri dönemlerinin hiç de "sekssiz" olmadığını göstermektedir.<br />
Örneğin, Newman ve Nichols'un araştırması, eşleriyle yaşayan<br />
60-93 yaşları arasındaki 149 erkek ve kadından % 54'ünün cinsel<br />
ilişkiyi hala sürdürdüğünü göstermektedir. Cinsel ilişkilerin yaşam<br />
boyunca önemli ve haz verici olduğu saptanmaktadır. Deneklerini 67<br />
yaşından 77 yaşına kadar izleyen bir başka araştırma, deneklerde cinsel<br />
ilginin hiç azalmadığını göstermiştir. Ayrıca araştırmacılar, ileri<br />
yaşlardaki cinsel ilginin -cinsel başarı gibi-, cinsel etkinliğin<br />
düzenliliğine bağlı olduğu ve erken yıllardaki cinsel etkinlikle bağlantılı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (Masters ve Johnson, 1966).<br />
Yetişkinlerin cinsel sorunları bilimsel araştırmaya daha yeni yeni<br />
konu olmaktadır. Pittsburg Üniversitesi'nin orta sınıftan yüz çift üzerinde<br />
yaptığı bir araştırmada, kadınların yaklaşık yarısı ve erkeklerin<br />
üçte biri cinsellikle ilgili sorunlar bildirdiler. Uyarılma güçlüğü bir<br />
kadının cinsel doyumsuzluğunda en çok bildirilen sorundur, kadınların<br />
yaklaşık yarısı bu güçlüğe sahiptir ve % 46'sı orgazma ulaşma<br />
güçlüğü göstermektedir. Bu kadınların çoğu sevişme sırasında rahat<br />
(relax) olmadıklarını söylemekte ve sevişmeden sonra en küçük bir<br />
sevecenlik görmediklerinden yakınmaktadırlar. Erkeklerin en çok belirttiği<br />
sorun (% 36) erken boşalmadır ve % 16'sı da ereksiyon olma ya<br />
da sürdürme güçlüğü bildirmektedir. Master ve Johnson (1970), yaşlı<br />
erkeklerin avantajının, genellikle boşalım denetiminin 50-70 yaş grubunda<br />
30-40 yaş grubundakinden daha iyi olması olduğunu ileri<br />
sürmektedir. Her iki eş de her cinsel ilişkide boşalmanın mutlaka gerekli<br />
olmadığı gerçeğini kabul ettiklerinde cinsel ilişki daha doyurucu<br />
olabilmektedir. Ayrıca, penisin sertleşmesinin gecikmesiyle vajenin<br />
nemlenmesinin gecikmesi de birbirine denk düşmektedir.<br />
Sonuç olarak, doyumlu cinsel ilişki kapasitesinin sağlıklı kişilerde<br />
ileri yaşlara kadar korunduğu söylenebilir. Yaşlanan erkek için cinsel<br />
etkinliği korumada en önemli etken cinselliğin genç yaşlardan itibaren<br />
kararlılığıdır. Ne tür bir cinsel etkinliğin yaşandığı önemli değildir,<br />
önemli olan cinsel etkinliğin başından beri sürekli ve üst düzeyde
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
tutulmasıdır. Aynı şekilde, kadınlar için de sonsuz bir cinsel etkinlik<br />
ve anlatım kapasitesinden söz edilebilir. Etkin cinsellik kadının<br />
menopoz öncesi yıllarıyla sınırlı değildir; kadın, düzenli ve etkili bir<br />
uyarımla karşı karşıya olduğu sürece, tam cinsel etkinliğe ve orgazm<br />
tepkisine her zaman yeteneklidir. Her iki cins için de cinsel kapasitenin<br />
yitirilmesi genellikle cinsel etkinlik yokluğundan kaynaklanmaktadır.<br />
:::::::::::::::::<br />
İİİ. ORTA YILLARDA TOPLUMSAL YAŞAM<br />
Genç yetişkinlikte olduğu gibi orta yaşlılıkta da, kişinin başta gelen<br />
iki büyük sorumluluğundan biri, benliğinin iç dünyasını düzenlemek,<br />
diğeri de bir dış dünya örgütlemektir. Bu dış dünya aile, iş ve<br />
toplumsal çevreden oluşmaktadır.<br />
:::::::::::::::::<br />
1. Aile<br />
Genç yetişkinlik dönemi incelenirken, eş seçimi, ailenin kuruluşu,<br />
karı-koca rollerinin benimsenmesi, ilk çocuğun doğuşu ve anababa<br />
rolü üzerinde durulmuştu. Bu bölümde de orta yetişkinlik yıllarının<br />
aile yaşam döngüsü incelenecektir. Çocukların yetiştirildiği bu dönem<br />
ailenin aynı zamanda en çok uğraş verdiği dönemdir. Yetişen çocukların<br />
aileye yüklediği ekonomik yük oldukça büyüktür. Aileyi geçindiren
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kişi kazancının en yüksek düzeyine ancak 45-50 yaşları arasında<br />
ulaşabilmektedir. Aileye çocukların katılması ekonomik yükü<br />
arttırdığı gibi harcanan zamanı da arttırmakta, anababaya oturup başbaşa<br />
konuşacak zaman bırakmamakta, yorgunluk ve iletişimsizlik cinsel<br />
yaşamlarını da etkilemektedir. Bu ağır yükün altından ancak anababa<br />
olmanın sorumluluğu ve özverisi ile kalkılabilmektedir.<br />
<strong>Yetişkinlik</strong>teki aile yaşam döngüsünün evreleri ve bu evrelerde<br />
geçen yıllar Tablo 17'de gösterilmiştir.<br />
Okul çağında çocukları olan ailelerde çocuk, okul, sokak, komşu<br />
ilişkilerini yaşayarak böylece yeni yaşam alanlarına girmektedir. Çocuk<br />
yeni çevrelerde yeni deneyimler edinirken aile de onun gidiş<br />
gelişlerindeki güveni sağlamaya çalışmaktadır. Bu dönemde aileler<br />
okul ve eğitim konusunda da oldukça bilgi ve görüş sahibi olurlar. Ergen<br />
çocuğu olan ailede ise ergenlik, hem aile hem de çocuk için en zor<br />
dönemlerden biridir. Ergen, ailenin çocukluktan beri telkin ettiği pek<br />
çok kuralı sınamaya başlar. Aile ergene hem duygusal destek sağlamak,<br />
hem de belirli sınırlar içinde bağımsızlık vermek arasındaki nazik<br />
dengeyi tutturabilmek zorundadır. Bu dönemde baba dışarda işiyle<br />
uğraşmaktadır, ergen de çoğu zaman evin dışındadır. Anne ise evdedir<br />
ve çok çalışmaktadır. Yorgun anne ve babanın karıkoca ilişkisi epeyce<br />
zorlaşmıştır ve bunalım evrelerinden geçmektedir. Evliliğin ilk yılları<br />
gibi 40-45 yaşlar arası da boşanmaların en çok olduğu dönemdir. Ailenin<br />
yerleştirme merkezi olarak işlev gördüğü sonraki dönemde çocuklar
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
evlenerek ya da işe girerek evden ayrılmaktadırlar. Çocuklar<br />
evde olmadığından anababa birbiri için sadece karıkoca rolünü oynamak<br />
durumundadır. Babanın mesleğinin doruk noktasında olması, annenin<br />
evde yalnız kalması ve bu arada menopoza girmesi nedeniyle ailede<br />
zor günler yaşanabilir. Anababalık sonrası aile ya da "boş yuva"<br />
çocukların yerleştirilmelerinden emekliliğe kadar geçen sürede yaşanır<br />
ve aşağı yukarı 15 yıl sürer. Karıkoca sonunda başbaşa kalmış, ailenin<br />
ekonomik durumu rahatlamıştır. Kimileri için bu dönem evliliğin<br />
ilk yıllarına dönüş gibidir, kimileri içinse bir sıkıntı ve çöküntü dönemi<br />
olabilir. Bu döneme ulaşmış aile iki görevle yüklüdür: Kendi<br />
yaşlı anababalarına bakmak ve kendi çocuklarının çocuklarına büyükbaba,<br />
büyükanne olmak.<br />
Tablo 17<br />
<strong>Yetişkinlik</strong>te Aile Yaşam Döngüsü Evreleri<br />
Evreler - Yıllar<br />
1. Evli çift (çocuksuz) - 2 yıl<br />
2. Çocuklu aile (ilk çocuk. doğum-30 ay) - 2.5 yıl<br />
3. Okulçağı öncesi aile (ilk çocuk. 30 ay-6 yaş) - 3.5 yıl<br />
4. Okulçağı ailesi (ilk çocuk. 6-13 yaş) - 7 yıl
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
5. Ergen çocuklu aile (ilk çocuk. 13-20 yaş) - 7 yıl<br />
6. Yerleştirme yeri olarak aile (ilk çocuğun ayrılmasından<br />
son çocuğun ayrılmasına kadar) - 8 yıl<br />
7. Orta yaşlı anababalar (boş yuvadan emekliliğe kadar) - 15 yıl<br />
8. Aile üyelerinin yaşlanması (emeklilikten eşlerin ölümüne<br />
kadar) - 10-15 yıl<br />
Kaynak: E.G.Duvall, Family Development, 1971, aktaran Schiamberg<br />
ve Smith, 1982.<br />
Neugarten ve Weinstein, orta sınıftan 50-60 yaşlarındaki deneklerde<br />
büyükbaba ve büyükanne olma doyumunu ve biçimlerini araştırmıştır.<br />
Bulgular, deneklerin dörtte üçünün büyük-anababalıktan doyum<br />
bulduklarını, üçte birinin ise rahatsızlık ve düşkırıklığı yaşadıklarını<br />
göstermektedir. Bu rolün anlamı deneklerce farklı yorumlanmaktadır.<br />
Kimileri bu rolü bir tür biyolojik yenilenme (torunlarında yeniden<br />
gençleşme) ya da biyolojik süreklilik (aile çizgisinin sürmesi) olarak<br />
görmektedir; kimileri bu rolün bir tür duygusal doyum olanağı<br />
verdiğini belirtmektedir (iş güç yüzünden geçmişte kendi çocuklarına<br />
veremediğini şimdi torunlarına vermek). Kimileri torunları için kaynak<br />
insan oldukları duygusunu taşırken, diğerleri de çocuklarından elde
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
edemediklerini torunlarından bulmayı ummaktadırlar. Çok sayıda<br />
olan kimileri de torunlarından oldukça uzaktırlar ("çok güzel bir olay<br />
ama hiç vaktim yok!").<br />
Neugarten ve Weinstein 5 tür büyükanababalık biçimi saptamışlardır:<br />
a) Keyif arama ilişkisi: Torunlarıyla sadece sevmek için ilgilenirler,<br />
onların bakımından ve yetiştirilmesinden sorumlu olmazlar. b)<br />
Resmi ilişki: İlişki çok azdır, sadece belirli günlerde buluşmayla sınırlı<br />
kalır. c) Vekil anababa olma ilişkisi: Ölüm, ayrılma, boşanma<br />
gibi nedenlerle torunlara bakmayı üstlenmek söz konusudur. d) Ailenin<br />
sağduyusu olma ilişkisi: Büyükanne ya da babanın beceri ve deneyimlerinden<br />
yararlanma, akıl isteme ilişkisidir. e) Uzak ilişkiler: Toplumsal<br />
ya da coğrafi açıdan aralarında uzun mesafe olanların ilişkisidir.<br />
:::::::::::::::::<br />
2. İş ve Meslek<br />
Aile ve iş yaşamının birbiriyle sürekli etkileşim içinde olan sistemler<br />
olduğu daha önce belirtilmişti. Aile yaşam döngüsü gibi bir de<br />
iş yaşamı döngüsü olduğu daha önce açıklanmıştı. Kimmel (1974), tipik<br />
bir iş yaşamı döngüsünde üç büyük dönüm noktası olduğunu belirtmektedir:<br />
İşe giriş, ilerleyen yıllar, emeklilik.<br />
A. İşe girme ve işte ilerleyen yıllar
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İşe girme bir meslek seçimi sürecinin ardından ulaşılan dönüm<br />
noktasıdır ve genç yetişkinlik yıllarında yaşanır. İş yaşamının ilerleyen<br />
yıllarında bir dönüm noktası ve bir bunalım daha ortaya çıkar. Bu<br />
bunalım bir bakıma işe girişte yaşanan bunalıma benzer. Orta yıllarda<br />
birey gelecekteki olanaklarını değerlendirdiği bir noktaya gelir. Bu<br />
bunalımın işe girişteki bunalımdan farkı "kariyer saati"ne dayanmasından<br />
doğar. Bu saat "toplumsal saat"e benzer ve bireyin meslekte<br />
tam saatinde olduğuna ya da zamanın gerisinde kaldığına ilişkin öznel<br />
duygusunu dile getirir (ilk kitabını elli yaşından sonra yazmaya başlayan<br />
öğretim üyesinin duyguları gibi). Birey, orta yıllarda 45-55<br />
yaşları arasında emeklilikten önce kaç yılı kaldığının birden farkına<br />
varır ve amaçlarına ulaşmadaki hızını değerlendirir. Eğer oldukça geride<br />
kalmışsa ya da amaçları gerçekçi değilse, çok geç kalmadan işini<br />
değiştirmeye ya da amaçlarını daha gerçekçi kılmaya karar verir. Orta<br />
yıllarda insanlar yaşam çizgileri ile meslek çizgileri arasında sıkı bir<br />
ilişki olduğunu algılarlar. Meslek beklentileri ile meslek başarıları<br />
arasındaki farklılık yaşın -yaşlanmanın- farkına varılmasına neden<br />
olur. Orta yıllarda meslek amaçlarının değerlendirilmesinin yanısıra,<br />
Neugarten'in belirttiği gibi, başarı, yeterlilik, denetim altına alabilme<br />
duygusu da söz konusudur. Orta yıllarda başarılı olanlar geçmiş<br />
deneyimlerinden kaynaklanan çok gelişmiş bir karar verme yeteneğine<br />
de sahiptirler. Neugarten'in başarılı deneklerinden çok azı yeniden<br />
genç olmak istediklerini söylemişlerdir. Yaşam döngüsünün orta yıllarında<br />
yaşanan bu olaylarda yine bir benlik değişimi söz konusudur.<br />
Genel olarak, meslek basamaklarında her yeni adım, yeni bir çevre getiren
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
her terfi, yeniden toplumsallaşmayı gerektiren her yeni iş benlikte<br />
değişimlere neden olur ve bu değişimler her zaman yeni benlikle<br />
içsel benliğin bütünleşme sürecini harekete geçirir.<br />
B. Emeklilik<br />
Emeklilik orta yıllardan yaşlılığa geçişi belirleyen toplumsal bir<br />
dönüm noktası olduğu için yetişkin gelişiminde önemli bir aşamadır.<br />
Emeklilikteki geçiş erinlikteki geçişe benzetilebilir; ancak, erinlikte<br />
biyolojik etkenlerin ağır basmasına karşılık, emeklilikte toplumsal etkenler<br />
daha önemlidir. Emeklilik ayrıca, çalışmanın sona ermesiyle<br />
boş zaman döneminin başlamasını da belirler.<br />
Carp'a göre emeklilik olgusunun üç temel yönü vardır: Olay,<br />
statü ve süreç olarak emeklilik. Emeklilik her şeyden önce bir geçiş<br />
noktasını gösteren bir olaydır. Üretimin artması emeklilik yaşını indirmekte,<br />
yaşam süresinin uzaması da emeklilik süresinin uzamasına neden<br />
olmaktadır. Bir toplumsal konumdan diğerine bu geçiş bir tür geçiş<br />
töreniyle de belirlenebilir, kimilerinin emekliye ayrılışı basına da<br />
yansıyabilir. Yine de emeklilik kesin bir toplumsal anlamı olmayan<br />
bir toplumsal olaydır; anlamı daha çok bireyin toplumsal yaşam alanı<br />
ile sınırlıdır. Öte yandan, emeklilik bir statü olarak da<br />
değerlendirilebilir. Emeklilik olayının ardından birey, kendine özgü rolleri,<br />
beklentileri ve sorumlulukları olan yeni bir toplumsal konuma geçer. Bu<br />
değişim üstlenilen rollerde ve yaşam standardında bir düşüşü de içerir.<br />
Bu nedenle, emekli statüsüne geçiş toplumsal konumda olumsuz bir
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
değişimdir. Azalan rollere ve artan boş zamana karşın toplumsal değişim<br />
olumsuz yöndedir. Buna karşılık, emeklilik için gerekli çalışma<br />
süresinin azalması ve yaşam süresinin uzaması nedeniyle bu statüde<br />
yaşayanların sayısı da gittikçe artmaktadır. Dolayısıyla, gelecekte<br />
emeklilik statüsünün daha doyurucu olması beklenebilir. Toplumun<br />
bütün yaşlar için boş zaman etkinliklerine verdiği önem arttıkça,<br />
emekli insanlar çevrelerine yararlı yeni roller üstlendikçe emekliliğin<br />
toplumsal değeri de yükselecektir. Emeklilik bir süreç olarak da kabul<br />
edilebilir. Bu süreç yeni statüye hazırlanılmasını ve bu statü<br />
değişikliğinin getirdiği yeniden toplumsallaşmayı içermektedir. Bu bakış<br />
açısından, emeklilik sürecindcki biyolojik, psikolojik ve toplumsal<br />
etkenlerin önemi vurgulanabilir. Bu süreci anlamak, sadece olayın etkisini<br />
değil, aynı zamanda bireyin özelliklerini, geçmekte olduğu yeni<br />
statünün özelliklerini de anlamayı gerektirir.<br />
a. Biyolojik Etkenler. Emekliye ayrılmada biyolojik etkenlerin<br />
önemli bir payı vardır. Emeklilerin hemen hemen yarısı kötü<br />
sağlık koşulları nedeniyle emekliye ayrılmış kişilerdir. En kötüsü de,<br />
bu kişilerin aynı nedenle boş zaman etkinliklerine katılamamalarıdır.<br />
Bireyin emeklilikte yeterince doyum bulabilmesinde biyolojik düşüş<br />
önemli bir etkendir; öte yandan, hastalık da biyolojik düşüşe bağlı<br />
temel bir etkendir. Eğer belirli bir hastalık yoksa yaşa bağlı değişim<br />
de az olmaktadır. Örneğin, emeklilikten sonra başlayan akıl hastalığı<br />
çoğu zaman fiziksel bir hastalığın ardından gelir ve hastalığın yol<br />
açtığı toplumsal yalıtılmışlık emeklilikten çok hastalığa bağlıdır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Benzer biçimde, emeklilikten sonra ortaya çıkan depresyon geçici bir<br />
durumdur ve fiziksel hastalığı birkaç yıl sonra izleyen depresyonun<br />
aksine hastanelik düzeye gelmez. Şu halde, hastalık çok önemli bir biyolojik<br />
etkendir ve insanın fiziksel sağlığı emeklilikteki doyumlarını,<br />
rollerini, kendini algılayışını etkiler. Emekli kişi sürekli tıbbi bakıma<br />
gereksinme gösteriyorsa, bağımsızlık duygusunu, özsaygısını, yeterlilik<br />
duygusunu, anlamlılık duygusunu koruması da oldukça güçleşecektir.<br />
Ancak, tıp bilimi henüz emekliye ayrılma ile hastalık başlangıcını<br />
birbirinden kesinlikle ayırabilecek düzeyde değildir.<br />
b. Sosyo-kültürel Etkenler. Birey için emekliliğin anlamı,<br />
büyük ölçüde, emekliliğin toplumsal etkenlerinden ve kültürel tanımından<br />
etkilenmektedir. Örneğin, emeklilik rollerde ani değişime neden<br />
olduğundan, bu değişimin isteyerek ya da zorunlu olarak ortaya<br />
çıkması emekliliğin bireyin gözündeki anlamını da etkileyecektir. Bu<br />
değişimin anlamı emeklilik statüsünün özelliklerinden de etkilenecektir.<br />
Araştırmalar, yüksek gelir, eğitim ve mesleki statü sahibi kişilerin<br />
uzun süre çalıştıklarını; emekliliği isteyenlerin emekli olmaya istekli<br />
olmayanlardan daha önce emekli olduklarını, kadınların emekliliği erkeklerden<br />
daha az istediklerini ortaya koymaktadır. Bu karmaşık<br />
örüntüler emekliliğin ancak bireyin yaşam alanı içinde kavranabileceğini<br />
göstermektedir. Örneğin, emeklilikteki yüzde elliye yakın gelir<br />
düşüşüne karşın emeklilik gelirinin yeterli bulunması, ileri yaşlarda<br />
ortaya çıkabilecek hastalıkların dikkate alınmaması yüzünden olabilir.<br />
Deneklerin yeterli gelir kavramları gençliklerinde yaşadıkları ekonomik<br />
sıkıntılardan etkilenmiş olabilir (cohort-bölük etkisi). Yararsızlık
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
duygusunun artışı söz konusu ise de, emeklilerin çoğu böyle bir duygudan<br />
söz etmemektedirler; "yaşam doyumu" duygusunda emekli<br />
olanlarla olmayanlar arasında hiç fark bulunamamıştır. Erken emekli<br />
olanlar geç olanlara oranla emeklilikten daha hoşnut olma eğilimindedirler.<br />
Yaşam doyumunda, emeklilikten önce emeklilik konusundaki<br />
duygular, emekliliğin istemli ya da zorunlu olmasından daha etkilidir.<br />
Araştırmalar, emeklilik konusunda yaygın olarak beklenen olumsuz<br />
sonuçlar doğrultusunda bulgular vermemektedir. Tam tersine, emekli<br />
insanların toplumdaki yeni konumlarına bağlı olumsuzluklara hoşgörüyle<br />
baktıkları ortaya çıkmaktadır. Bunun nedeni, emeklilik değişiminin<br />
daha önceki değişimlerden farklı ama daha korkunç olmaması<br />
olabilir. Üstelik emekliler, Darwin'ci anlamda, daha önceki bütün<br />
değişimleri, bunalımları, güçlükleri atlatabilmiş en güçlülerdir.<br />
Kuşkusuz, emeklilik sürecindeki bazı değişiklikler bu olayı travmatik<br />
hale getirebilir. Emeklilik sırasal bir düzen içinde ilerleyen bir<br />
meslek yaşamının son aşaması ise ve birey mesleğini tamamlamış olma<br />
duygusuyla emekli oluyorsa sorun yoktur; ama, emekliliğin düzensiz<br />
bir biçimde ortaya çıkması, belirli bir geçiş süresine olanak vermemesi<br />
durumunda bunalım söz konusu olabilir. Yine de, kötü bir<br />
işten ayrılınıyorsa ve daha iyi şeyler yapılabilecekse emeklilik olumlu<br />
bir geçiş olabilir. Emeklilik ve aile ilişkilerinin etkileşimi de önemlidir.<br />
Eş yaşıyorsa emeklilik çifti daha yoğun bir ilişkiye sokabilir.<br />
Genel olarak çiftler için emeklilik yıllarının mutlu geçtiği söylenebilir.<br />
Ancak bazen de tersi olmakta, daha önce biriken nefret su yüzüne
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
çıkmaktadır. Daha önce kendi iş dünyasında yaşayan erkek emeklilikle<br />
birlikte karısının yaşam alanına girer ve bu alanın paylaşılmasında<br />
sorunlar belirebilir.<br />
Emeklilik araştırmaları emekliliğin önceden planlanmasının önemini<br />
vurgulamaktadır. Bu planlama, emeklilik sonrası gelir kaynaklarını,<br />
boş zaman ilgilerini, çevrede üstlenilecek yeni rolleri ve ilişkileri<br />
düzenlemeyi ve emekliliğe ilişkin bir bilinç geliştirmeyi içermektedir.<br />
Bu süreç zaman aldığı için önceden planlanması gerekli görülmektedir.<br />
c. Psikolojik Etkenler. Emeklilik döneminde bireyin mesleğe<br />
ve aileye katkısını değerlendirmesi önem taşır. İşte ve ailede önemli<br />
şeyler üretmiş olmaya bağlı doyum duygusu sonraki döneme taşınacak<br />
önemli bir etkendir. Ketlenme ve verimsizlik duygusu ise emekliliği<br />
zorlaştıracaktır. Üretkenlik olanağı emeklilikle sona ermez; bütünlük<br />
duygusu da sadece emeklilik sonrasına örgü değildir. Yaşam<br />
döngüsünün evreleri birbiri üstüne gelir ve temel yaşantılar birbirini<br />
bütünler. Örneğin emeklilik Erikson'un kuramında sonraki dönemin<br />
özelliği olan "bütünlüğe karşı umutsuzluk" bunalımının önemini arttırır.<br />
Emeklilikle birlikte birey, içinde önemli bir rol oynadığı ve kararlar<br />
verdiği karmaşık dünyadan daha az karmaşık bir dünyaya geçer.<br />
Daha çok boş zamanı, daha az görevi vardır. Bu geçişin etkisini,<br />
önceden planlama kadar, kişilik özellikleri de belirler. Reichard, Livson<br />
ve Peterson, emekliliğe iyi uyum gösteren üç kişilik tipi ve kötü<br />
uyum gösteren iki kişilik tipi ayırt etmektedirler. İyi uyum sağlayan
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kişiliklerden birincisi "olgun" diye adlandırılan kişiliktir. Bunlar<br />
yaşlılığa kolaylıkla giren, kendilerini gerçekçi bir biçimde kabul eden,<br />
kişisel ilişkilerinde ve etkinliklerinde doyumlu kişilerdir. İkinci grup<br />
"salıncaklı sandalye insanları" diye adlandırılmaktadır; bunlar<br />
edilginlikleri nedeniyle emeklilikteki sorumluluktan kurtulma olanağını<br />
sevinçle karşılayan ve köşelerine çekilmeyi yeğleyen insanlardır. "Zırhlı"<br />
olarak adlandırılan üçüncü grup, anksiyeteye karşı düzenli işleyen<br />
bir sistem geliştirerek yaşlılığın edilginliğini ve çaresizliğini<br />
atlatabilen, fiziksel gerilemeyi yenebilmek için sürekli etkin olmayı<br />
yeğleyen kişilerden oluşur; bu insanlar güçlü savunmalarıyla yaşlanma<br />
korkusundan kurtulmuşlardır. Yaşlanmaya kötü uyum gösterenler arasında<br />
en büyük grubu "kızgınlar" adı verilen insanlar oluşturur. Daha önce<br />
amaçlarına ulaşamamış olmaktan dolayı kızgın, düşlerini<br />
gerçekleştiremedikleri için başkalarını suçlayan, yaşlanmakla bağdaşamayan<br />
insanlardır bunlar. Diğer uyumsuz grup ise, geçmişe bakıp düş kırıklığı<br />
ve başarısızlık gören, ama kızgınlıklarını kendi içlerine çevirmiş,<br />
kendilerini suçlayan, yaşlandıkça daha depresif olan, değersizlik duyguları<br />
duyan kişilerden oluşmakta ve "kendilerinden nefret edenler" diye<br />
adlandırılmaktadır. (Bu kişilik özellikleri yaşlılıktaki bireysel gelişim<br />
incelenirken yeniden ele alınacaktır.)<br />
Bu veriler, insanın kişilik üslubunun oldukça tutarlı olduğunu ve<br />
emeklilik gibi bir dönüm noktasında da aynı biçimde tepki verdiğini<br />
ortaya koymaktadır (D.C. Kimmel, 1974).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Özetle, şunları söyleyebiliriz: Emeklilik insan yaşamındaki dönüm<br />
noktalarından biridir. Emekliliğin doğurabileceği sorunlar toplumsal,<br />
kültürel, ekonomik ve kişisel özelliklere bağlıdır. Esnek bir<br />
kişilik yapısına sahip kişiler emekliliğe de kolayca uyum sağlayabilirler.<br />
Emekliliğe önceden hazırlanmak da önemlidir, böyle bir hazırlık<br />
yapmamış kişilerde boşluk, anlamsızlık, işe yaramazlık duyguları<br />
oluşabilir. Tıptaki gelişmeler ortalama insan yaşamını uzattığından<br />
günümüzde emeklilik dönemi de uzamaktadır. Ne var ki, kişilerin<br />
uzayan bu döneme uyum sağlamalarını kolaylaştırma yolunda önemli<br />
adımlar atıldığı söylenemez. Araştırmalar, yaşlanmakta olan kişilerin<br />
sağlıkları izin verdiği sürece çalışmayı yeğlediklerini göstermektedir.<br />
Bunun nedenleri arasında, ekonomik zorunluluk, toplumsal baskı,<br />
başka ne yapacağını bilememe, kişiliğini ancak işinde bulma vb. sayılabilir.<br />
Bazı kişiler için iş salt gelir getirdiği için önemlidir, böyle düşünen<br />
kişinin işi ona gelişim açısından herhangi bir katkıda bulunmaz.<br />
Buna karşılık bazı kişiler için yaptıkları iş parasal katkıdan daha<br />
önemli değerler sağlar, kendine güveni arttırır, topluma katılımı güdüler.<br />
Emeklilik bu ikinci tür kişiler için diğerleri için olduğundan<br />
daha zor bir dönem olabilir. Emeklilik karşısındaki tutumları etkileyen<br />
etkenler şunlardır: Sağlık durumu, işe karşı tutum, emeklilik türü,<br />
emekliliğe hazırlanma, emeklilikte gelir düzeyi, ailenin tutumu.<br />
Bütün bu bilgiler emekliliğin yalıtılmış bir olay değil, bir dizi<br />
evre içeren bir süreç olduğunu göstermektedir. R. C. Atchley emeklilik<br />
yaşantısının geçirdiği evreleri belirlemiştir (bk. Tablo 18). Bazı<br />
kişiler birtakım evreleri atlarlar, kimileri de tekrar ederler. Emeklilik
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
öncesi evresinde insanlar kendilerini işlerinden duygusal olarak<br />
uzaklaştırmaya ve emeklilik yaşamı hakkında düşlemler kurmaya başlarlar.<br />
Balayı evresi iş bırakıldığında ve düşlemleri gerçekleştirmeye girişildiği<br />
zaman başlar. Düşlemleri gerçekçi olmayan kişiler daha sonra<br />
uyanma evresine girerler. Uyanmış emekliler düşlemlerini bırakıp<br />
gerçekçi seçimler aramaya başladıklarında yeniden yönelim evresine<br />
ulaşırlar. Bu evre genellikle emekliliğin ikinci yılının sonunda ortaya<br />
çıkmaktadır. İnsanlar doyumlu bir yaşam üslubunu bulduklarında da<br />
kararlılık evresine girmektedirler. Bu kişiler kendilerine uygun bir<br />
emeklilik rolünü başaran kendine yeterli yetişkinlerdir. Emekliliğe<br />
ilişkin gerçekçi beklentilerle emekli olan kişiler balayı evresinden<br />
doğrudan doğruya bu evreye geçebilirler. Bitirme evresinde insanlar<br />
emeklilik rolünün dışına çıkarlar. Kimileri çalışmaya geri döner; çoğu<br />
için bu rol hasta ve zayıf düştüklerinde sona erer; artık kendilerine<br />
bakmaya yetenekli olmadıkları için hasta ve zayıf rolünü üstlenmeleri<br />
gerekmektedir (Hoffman ve ark., 1994).<br />
Tablo 18<br />
Emekliliğin Evreleri<br />
Evre - Özellik<br />
Emeklilik öncesi - Emekliliğe duygusal bakımdan hazırlanma
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Uyanma - Emeklilik öncesi düşlemlerin gerçekleştirilmesi<br />
Yeniden yönetim - Gerçekçi seçimlerin araştırılması<br />
Kararlılık - Emekliliğe başarılı uyum<br />
Bitirme - Çalışmaya yeniden dönme ya da hasta<br />
ve zayıf olma rolüne sığınma<br />
Kaynak: Atchley, 1976. Aktaran Hoffman ve ark., 1994.<br />
:::::::::::::::::<br />
3. Toplumsal Çevre<br />
Orta yaşlılıkta insanların toplumsal ilişkileri bir bakıma onların<br />
toplumsallaşma yeteneklerinin de anlatımıdır. Toplumla ilgili etkinliklerin<br />
pek çok türü vardır: Siyasal, dinsel etkinlikler, dernek ya da kulüp<br />
üyeliği, eğlence toplantıları, vb. Bu etkinlikler sosyo-ekonomik<br />
düzeyle yakından ilişkilidir. Gelir düzeyleri yüksek olanların toplum<br />
içinde daha etkin oldukları bilinmektedir.<br />
Orta yaşlılığın gelişim görevlerinden biri de "arkadaşlık" sanatına<br />
ulaşmaktır. Orta yaşlılıkta kişi arkadaşlık konusunda daha seçici olmakta,<br />
ama arkadaşlıktan beklentilerini daha çok gerçekleştirmektedir.<br />
Özellikle streslerle dolu dönemlerde yetişkinler için arkadaşlık
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
çok önemli olmaktadır. Yakın arkadaş yetişkinin en güvendiği ve<br />
önem verdiği kişidir. Knox yetişkin arkadaşlığının temel boyutları olarak<br />
şunları göstermektedir: 1) En önemli boyut "yaşantı benzerliği"dir<br />
ve deneyim, etkinlik, ilgi paylaşımını içerir. 2) İkinci boyut<br />
"karşılıklılık"tır ve destek olma, bağlılık, kabul edicilik ve güvenirlik<br />
özelliklerini içerir. 3) Üçüncü boyut birlikte haz duyma özelliğini içeren<br />
"uyuşabilme" boyutudur. 4) Dördüncü boyut "yapısal"dır ve coğrafi<br />
yakınlığı, sürekliliği ve uygunluğu içerir. 5) Beşinci boyut, kimi<br />
arkadaşların yarattıkları hayranlık ve saygınlık nedeniyle model olma,<br />
rehberlik etme özelliğiyle ilgilidir (Schiamberg ve Smith, 1982).<br />
Neugarten (1980), günümüz Amerikan toplumunda orta yaşlıların<br />
"belki Amerika'nın sahip olduğu ilk gerçek boş zaman değerlendiricileri"<br />
olduğunu söylemektedir. Boş zamanın toplum ve bireyler<br />
için ne anlama geldiği sorulabilir. Boş zaman, daha fazla TV izlemek,<br />
daha fazla yolculuk yapmak ya da arkadaşlarla daha fazla birlikte olmak<br />
demek midir? Yoksa eğitime, sanatlara, toplumsal hizmetlere daha<br />
fazla zaman ayırmak anlamına mı gelmektedir? Bu sorular, her bireyin<br />
kendi boş zamanını değerlendirme kararını kendisinin vereceği<br />
biçimde yanıtlanabilir. Ancak, her bireysel kararda toplumun da payı<br />
olduğu kuşkusuzdur. Toplumsal değerler boş zamanın tanımlanmasında<br />
etkili olmaktadır. Örneğin, boş zaman ne anlama gelmektedir, çalışılmayan<br />
zamanla boş zaman, serbest zamanla boş zaman aynı şeyler<br />
midir? Boş zamanın (leisure) tanımlanmasının çok zor olduğu ilgili<br />
yayınlarda vurgulanmaktadır. Kelly, üç farklı boş zaman türü olduğunu,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bir de boş zaman olmayan çalışılmayan zaman türü bulunduğunu<br />
belirtmektedir. 1) "Koşulsuz boş zaman", özgür olarak seçilen<br />
ve işe bağlı olmayan boş zamandır. Tek saf boş zaman tipi olarak<br />
ideal bir boş zamandır. Bir etkinliği gönlünce seçmek ve yapmak bu<br />
türe girer, ama iş sıkıntılarından kaçmak bu türe girmez. Etkinliğin anlamı<br />
ve seçme özgürlüğü bu tür için çok önemlidir. 2) "Koşullu etkinlik",<br />
yine özgür olarak seçilmiş, fakat herhangi bir biçimde işle<br />
bağlantılı olan etkinliktir. Boş zamanında bilimsel bir dergi okuyan<br />
profesörün etkinliği buna en güzel örnektir. Bir iş adamı gönlünce<br />
golf oynamak için golf sahasına gitliğinde bu etkinlik ikinci türe girer.<br />
Üçüncü tür, tam anlamıyla özgürce seçilmiş olmayan, ama işle doğrudan<br />
bağlantısı da bulunmayan "tamamlayıcı etkinlik"tir. Bu tür etkinlik,<br />
gönüllü örgütlere (meslek birlikleri, kulüpler, vb.) girme ya da<br />
topluluk etkinliklerine (okul-aile birliği, vb.) katılma biçiminde<br />
olabileceği gibi, sosyo-ekonomik statüde ilerleme, eğitimini geliştirme<br />
biçiminde de olabilir. "Hazırlık ve ödünleme" etkinlik türü, işle bağlantılı<br />
ve serbestçe seçilmiş olmayan, dolayısıyla boş zaman etkinliği<br />
sayılmayan türdür. Örneğin, işi yüzünden TV izlemekten başka bir<br />
şey yapamayan kişi, müşterilerini ağırlamak zorunda olan satıcı,<br />
yarınki dersini hazırlayan öğretmen boş zaman etkinliğinde bulunuyor<br />
sayılmamaktadır. Bu etkinlikler doğrudan işle ilgilidir ve iş tarafından<br />
belirlenmektedir.<br />
Kimmel (1974), normal bir kişinin neleri yapmaya yetenekli olması<br />
gerektiği sorusuna Freud'un verdiği yanıtı bugün biraz değiştirmek<br />
zorunda olduğumuzu söylemektedir: Normal bir kişi sevmeye,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
çalışmaya ve boş zamanını değerlendiımeye yetenekli olmalıdır.<br />
:::::::::::::::::<br />
IV. YETİŞKİN EĞİTİMİ<br />
Bu bölümde, günümüzde yetişkinlerin yeniden eğitimi, sürekli<br />
eğitim, yaşamboyu eğitim gibi adlarla anılan etkinliği, iki açıdan ele<br />
alacağız. Bunlardan birincisi eğitime yeniden dönen yetişkinler konusu,<br />
ikincisi de okuma-yazma bilmeyen yetişkinlerin eğitilmesi sorunudur.<br />
Birinci konuyla ilgili olarak Perlmutter ve Hall'dan (1992) aşağıya<br />
aldığımız parça ileri yetişkinlikteki eğitimin anlamını çok iyi<br />
açıklamaktadır.<br />
"Pek çok gerontolog sürekli eğitimin yaşlılık yıllarının<br />
kalitesini büyük ölçüde iyileştireceğine inanmaktadır.<br />
Eğitim bilgi sağlar, ama aynı zamanda tutumları, inançları,<br />
davranışı etkileyen bir toplumsallaşma etkeni olarak<br />
uyarır ve etkide bulunur. Yaşlı öğrencilerin amaçları<br />
onların eğitimin değerinin farkında olduğunu göstermektedir.<br />
Kimi yaşlı öğrenciler, bedenlerinde ve davranışlarında<br />
olgunlaşmanın ve yaşlanmanın sonucu olan<br />
değişimleri anlamalarına ve belki de ödünlemelerine<br />
yardımcı olacak bilgiyi ararlar. Kimileri de eskiliğiyle<br />
onları tehdit eden teknolojik ve kültürel değişimi anlamaya
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
çalışırlar. Bu değişimlerin kişisel sonuçlarına karşı<br />
bilgideki ve becerilerdeki kuşak farklılıklarını en aza<br />
indirecek dersler alarak savaşabileceklerdir. Kimileri<br />
belki bir ikinci -ya da üçüncü- mesleğe girmelerini sağlayacak<br />
yeni mesleki beceriler kazanırlar. Kimileri de<br />
eğitimi anlamlı emeklilik rolleri geliştiren bir kişisel<br />
gelişme ve doyum aracı olarak kullanırlar." (Perlmutter<br />
ve Hall, 1992).<br />
Perlmutter ve Hall'ın (1992) belirttiği gibi, okulun yaşlı yetişkinlere<br />
kapılarını açması oldukça gecikmiştir. Bunun nedenlerinden biri<br />
yaşlılık karşısındaki tutumlarımızdır. Yakın yıllara kadar yaşlanma<br />
düşüş, bozuluş ve ölümle eşanlamlı sayılıyordu. Şimdi artık yaşlı kişilerin<br />
de eğitimden yararlanabileceği kabul edilmektedir.<br />
Yetişkin eğitimi etkinliklerine genellikle genç ve orta yaşlı yetişkinlerin<br />
katıldığı bilinmektedir. Amerika Birleşik Devletleri Nüfus<br />
Bürosu'nun 1990'da bildirdiğine göre, bu ülkede orta yaşlı (35-54 yaşlar<br />
arasındaki) yetişkinlerin yüzde 17'si ve 54 yaşından büyüklerin<br />
yaklaşık yüzde 6'sı okula yeniden dönmektedir. Yetişkinlerin eğitime<br />
yeniden katılma nedenleri çok çeşitlidir, amaçları ise yaşla çok az<br />
değişmektedir. Genç yetişkinler iyi bir iş, bir genel eğitim sahibi olmak,<br />
daha fazla para kazanmak istediklerini belirtirken, daha yaşlı yetişkinler<br />
topluma katkıda bulunma, daha kültürlü bir kişi olma, daha fazla<br />
para kazanma isteklerini dile getiımektedirler; ilginç şeyler öğrenme,<br />
ilginç kişilerle tanışma niyetleri de belirtilmektedir. Willis (1985)
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yetişkinlerin eğitimlerinde bellibaşlı beş amaç saptamaktadır. Birincisi,<br />
yetişkinlerin kendilerini ikinci bir mesleğe hazırlamalarıdır. Bunlar<br />
erken emekli olan, işinden bıkan, mesleğine ilgisini yitirmiş kişilerdir;<br />
bazıları da yıllarını çocuk yetiştirmeye verdikten sonra iş pazarına giren<br />
kadınlardır. İkincisi, eğitimden toplumsal-kültürel değişimi anlama<br />
aracı olarak yararlanmaktır. Toplumsal ve teknolojik değişimlerin<br />
yarattığı tehdide karşı savaşabilmek için onları anlamak gerekmektedir.<br />
Hızlı değişim, özellikle kişisel denetimin yitirildiğini telkin ettiği<br />
durumlarda tehdit edici olabilmektedir. Sürekli ya da yaşamboyu<br />
eğitimin geleneksel hedefi yetişkine bu değişimi kavrama yollarını<br />
sağlamaktır. Üçüncü amaç, teknolojik ya da sosyokültürel eskimeye,<br />
modası geçmeye karşı savaşmadır. Gelişmiş ülkelerde sanayi ya da iş<br />
dünyası bu tür bir yetişkin eğitimini elemanlarına kendisi sağlamaktadır<br />
(en bilinen örnek büro memurlarına bilgisayar kullanımının<br />
öğretilmesidir). Dördüncü eğitim amacı doyumlu emeklilik rollerinin<br />
yaratılmasıdır. Burada amaç ekonomik yarar sağlamak yerine<br />
kişisel doyuma ulaşmaktır (hobiler, boşzaman ilgileri geliştirmek gibi).<br />
Son olarak, yaşlı yetişkinlerin önemli bir amacı da yetişkinliğin<br />
biyolojik ve psikolojik değişimlerini kavramaktır. Öğrenme, bellek, sorun<br />
çözme alanlarındaki düşüşleri önlemek için geliştirilen bilişsel<br />
stratejiler yetişkinlere öğretilebilmektedir. Bilişsel alandaki birçok<br />
araştırma kişinin eğitim düzeyinin yaşından çok daha etkili olduğunu<br />
göstermektedir.<br />
Varolan eğitim programları ile yaşlı öğrencilerin gereksinmeleri
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
arasındaki kopukluğu gidermek için doğrudan onlara yönelik programlar<br />
hazırlanmaktadır. Bunlardan biri Amerika Birleşik Devletleri'nde<br />
60 yaşını geçmiş kişiler için düzenlenen, yoğun olmayan, kısa<br />
süreli bir programdır. "Elderhostel" adını taşıyan bu programda konular<br />
mimariden genetik mühendisliğine, deniz ekolojisinden beyzbol<br />
edebiyatına kadar çok çeşitli alanlara yayılmaktadır. Araştırmalar, 71-86<br />
yaşlar arasındaki bazı "yaşlı" öğrencilerin bu derslerden en fazla<br />
yararlananlar olduğunu göstermektedir.<br />
Öte yandan, okur-yazar olmayan yetişkinler sorunu dünyamızın<br />
hala ciddi bir sorunudur. Söz gelimi, Birleşmiş Milletler'e mensup 158<br />
ülke içinde Amerika Birleşik Devletleri bile okur-yazar nüfus sıralamasında<br />
kırk dokuzuncu sırayı almaktadır. 1970'lerde bu ülkede nüfusun<br />
üçte birinin okumaz-yazmaz olduğu kestiriliyordu; on yıl sonra<br />
bu oran yüzde on üç dolaylarındaydı. Ancak bir ülkede okumaz-yazmaz<br />
yetişkinlerin sayısını belirlemek sanıldığı kadar kolay değildir.<br />
Bu konudaki kestirimler, hiç okuma-yazma bilmeyenlere mi, yoksa<br />
temel okuma-yazma becerisine sahip olup da bunu üretici bir biçimde<br />
kullanmayanlara mı bakıldığına göre değişmektedir. İşlevsel<br />
okumaz-yazmaz olarak adlandırılan ikinci gruptaki insanların nasıl<br />
tanımlanacağı konusunda da pek görüş birliği yoktur. Bununla birlikte,<br />
yetişkin eğitimi konusundaki beklentilerin dayandığı temel ilke<br />
değişmemektedir: Eğer sağlığımızı koruyabilirsek, hep etkin olursak,<br />
zihnimizi kullanmayı sürdürürsek, büyük olasılıkla bilişsel işlevlerimizde<br />
önemli düşüşler olmayacaktır. Bu da yetişkinlerin her yaşta eğitimlerini<br />
sürdürebilecekleri anlamına gelmektedir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yetişkinlerde yaşa bağlı bilişsel düşüşler daha çok deneysel<br />
araştırmalarda ortaya çıkmakta, bunların gündelik yaşamdaki etkisinin<br />
çok az olduğu görülmektedir. Bireyin yaşam koşullarını dikkate alan<br />
kuramlara göre, gelişim büyük ölçüde bilişsel, toplumsal, fiziksel çevreye<br />
bağlıdır. Çeşitli eğitim programlarıyla yaşlı kişilerin sorun çözme<br />
kalitesi, bellek işleyişi, akıcı zeka düzeyi iyileştirilebilmektedir. Hangi<br />
teknik kullanılırsa kullanılsın eğitim genellikle etkili olmaktadır. Yaşlı<br />
kişiler eğitim sırasında çözdükleriyle aynı tür sorunlarla karşılaştıklarında<br />
yeni stratejiler kullanabilmektedirler. Buradaki sorun, bu stratejilerin<br />
benzer olmayan sorunlara aktarılması konusunda ortaya çıkmaktadır.<br />
Bununla birlikte, gerek sorun çözme eğitimi, gerek bellek<br />
eğitimi, gerek akıcı zeka eğitimi programlarında yaşlı kişilerin önemli<br />
ilerlemeler kazandıkları görülmektedir (Hoffman ve ark., 1994).<br />
:::::::::::::::::<br />
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM<br />
YETİŞKİNLİKTE İLERİ YILLAR<br />
:::::::::::::::::<br />
YETİŞKİNLİKTE İLERİ YILLAR
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
İ. YAŞLILIK<br />
Yaşlı kişiler kimlerdir? Gelişmiş ülkelerde genellikle 65 yaş ileri<br />
yetişkinliğin başlama yaşı olarak kabul edilir. Ancak, orta yıllarla ileri<br />
yıllar arasında sınır olarak bu yaşın seçilmesinde bir kesinlik yoktur.<br />
Yaşlılığın 65 yaş ve sonrasıyla tanımlanması Bismarck'tan kaynaklanmış<br />
ve diğer ülkelerde de kullanılagelmiştir. Bu tanımlamada, bireyin<br />
işten emekliye ayrılması ve bazı toplumsal ve sağlıksal hizmetlerden<br />
yararlanmaya başlaması temel alınmaktadır. Bununla birlikte,<br />
65 yaş bireyin diğer işlevlerini belirlemede yeterli değildir. Sözgelimi,<br />
bir bireyin 65 yaşında olduğunu söylemek, onun genel sağlığı, fiziksel<br />
ya da psikolojik dayanıklılığı, zihinsel yetenekleri, yaratıcılığı konusunda<br />
bize hiç bir bilgi vermez. Gerçekte yaşlı kişiler biyolojik ve<br />
davranışsal işlevler bakımından gençlerden ve orta yaşlı yetişkinlerden<br />
daha fazla değişiklik gösterir. Örneğin, 35 yaşındaki birinin neler<br />
yapabileceği konusunda oldukça doğru kestirimlerde bulunabiliriz,<br />
oysa 65 yaşındaki biri için kestirimlerimizin doğruluğu önemli ölçüde<br />
azalacaktır.<br />
Günümüzde yetişkinliğin diğer dönemlerinde olduğu gibi yaşlılık<br />
dönemine de ilgi gittikçe artmaktadır. Gerontoloji yaşlılığın bütün<br />
yönlerini inceleyen bilim dalıdır; 1960'lara kadar akademik bir disiplin<br />
olarak var olmakla birlikte asıl günümüzde hızla gelişen bir alandır<br />
ve psikoloji, biyoloji, sosyoloji ve kent planlamasıyla yakından<br />
ilişkilidir. Geriyatri ise yaşlıların sağlık sorunlarını açıklamaya ve<br />
tedavi etmeye yönelik etkinlikleri içerir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
:::::::::::::::::<br />
1. Yaşlılığa Genel Bakış<br />
<strong>Yaşlılık</strong> konusuna bilimsel açıdan yaklaşırken yapılacak ilk iş<br />
birtakım söylencelerle gerçekleri birbirinden ayırt etmek olmalıdır.<br />
Bunlardan birkaçı aşağıda incelenmektedir.<br />
Söylence: Yaşlıların çoğu hastanelerde, bakımevlerinde, yaşlılar<br />
yurdunda ya da diğer kurumlarda yaşamaktadır. Gerçek: 65-74 yaş<br />
grubundaki 1000 kişiden sadece 12'si şifa yurtlarında yaşamaktadır.<br />
Söylence: Yaşlıların çoğu çeşitli hastalıklar nedeniyle yetersizdir<br />
ve zamanının çoğunu yatakta geçirir. Gerçek: Evde yaşayan yaşlıların<br />
sadece % 8'i yatağa bağlıdır, % 5'i ciddi biçimde yetersizdir ve % 11-16'sı<br />
hareket bakımından sınırlıdır.<br />
Söylence: Yaşlıların çoğunun sağlığı kötüdür ve kolayca bulaşıcı<br />
hastalığa yakalanır. Gerçek: Akut hastalıklar yaşlılar arasında nüfusun<br />
diğer kesimlerindekinden daha azdır. Kronik hastalıklar ise yaş ilerledikçe<br />
düzenli olarak artmaktadır. Kronik sağlık sorunlarının bu artışına<br />
karşın, yaşlı kişilerin çoğu kendilerini günlük etkinliklerini yürütemeyecek<br />
durumda görmemektedir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Söylence: İnsanların yaşamları ve ilgileri ileri yaşlarda köklü biçimde<br />
değişir. Gerçek: Yaşlı kişilerin boş zaman ilgilerinin üniversite<br />
öğrencilerininkiyle aynı olduğu görülmektedir.<br />
Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşlı kişilerin oranı gittikçe artmaktadır.<br />
1860 yılında 37 kişiden sadece biri 65 ya da daha ileri yaştaydı.<br />
1960'da bu oran yaklaşık altıda bir olmuştur. Bu değişimin nedenleri<br />
olarak şunlar sayılmaktadır: Toplumun ve yöneticilerin yaşlılıkla<br />
ve özellikle yaşlıların sağlık ve gelir sorunlarıyla daha fazla ilgilenmesi,<br />
yaşlıların çeşitli kaynaklardan (toplumsal güvenlik, refah,<br />
tıbbi hizmetler, dinlenme merkezleri, vb.) yararlanma isteminin artması,<br />
yaşlı kişilerin siyasal bir güç ve toplumsal hareket olarak ortaya<br />
çıkması.<br />
Yaşam beklentisi (life expectancy) kavramı, bir bireyin doğumundan<br />
itibaren ne kadar yaşayacağına ilişkin beklentiyi dile getirmektedir.<br />
Bu beklenti gelişmiş ülkelerde uzundur, yani bu ülkelerde<br />
insanlar ortalama olarak diğer ülkelerdekinden daha fazla yaşamaktadırlar;<br />
dolayısıyla, yine bu ülkelerde 65 yaş ve daha üstündeki insanların<br />
oranı diğer ülkelerdekinden daha fazladır. Örneğin, 65 ve üstündekilerin<br />
oranı Kenya'da % 3.6, Meksikada 3.7, Arjantin'de 7.5 iken,<br />
Hollanda'da 10.3, Macaristan'da 11.4, Danimarkada 12.1, İngiltere'de<br />
13.1, Fransada 13.4, İsveç'te 13.7'dir (Demographic Yearbook, 1975,<br />
Birleşmiş Milletler).<br />
Çeşitli ülkelerdeki yaşam beklentilerinin cinsiyete göre dağılımı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Tablo 19'da, yaşlıların genel nüfus içindeki oranı Tablo 20'de<br />
gösterilmiştir.<br />
Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşam beklentileri erkekler için<br />
67, kadınlar için 75'tir (1975 verileri). Erkek ve kadınların yaşam<br />
beklentileri arasındaki fark 1920'den beri artmaktadır. 65 ve daha yaşlı<br />
her 100 kadına karşılık 69 erkek vardır. Doğumda her 100 kadına karşılık<br />
105 erkek vardır, erkek ölüm oranı sürekli artmakta, 19 yaşından<br />
itibaren kadınların sayısı erkekleri geçmektedir. Genellikle erkeklerin<br />
daha az yaşaması daha ağır çalışmasına bağlanmaktadır, ama yeni<br />
doğmuş ve bebek oğlanlar kızlardan daha ağır çalışıyor değillerdir.<br />
Asıl neden belki kadınların daha kararlı bir organizmaya sahip olmasıdır.<br />
Ayrıca çevresel etkenlerin de payı vardır (erkeklerin daha fazla sigara<br />
içmesi gibi).<br />
Amerika Birleşik Devletleri'nde 22 milyon kişi 65 yaşında ya da<br />
üstündedir. Bu grubun yaklaşık yarısı 73 yaşın üstünde, bir milyon<br />
kişi de 85 yaşında ya da üstündedir. Bütün bu toplamlar bu yüzyıl<br />
boyunca artış göstermiştir. 1900 yılında yaşam beklentisi sadece 47<br />
yıl idi ve nüfusun sadece % 4'ü 65 yaşını aşıyordu. 1977 verilerine göre<br />
yaşam beklentisi yaklaşık 72.5 yıla ulaşmıştır. Bu gelişme temelde<br />
çocuk ölümlerinin azalmasına ve halk sağlığı önlemlerinin yaygınlaşmasına<br />
bağlanmaktadır. Aşağıdaki tablo ABD'de 100 kadına karşılık<br />
erkek sayısının yaşlara göre dağılımım göstermektedir (Tablo 21).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kadınların erkeklerden daha uzun yaşaması kuşkusuz yaşlı yetişkinlerin<br />
evlilik statüsünü de etkilemektedir. Yaşlı kadınların çoğu duldur,<br />
öte yandan çoğu yaşlı erkekler de evlidir, çünkü yaşlı bir erkeğin<br />
evlenmesi yaşlı bir kadının evlenmesinden çok daha kolaydır.<br />
Tablo 19<br />
Dünyada Doğumdan İtibaren Yaşam Beklentileri<br />
Ülke - Erkek - Kadın<br />
İsveç - 72,1 - 77,5<br />
Norveç - 71,3 - 77,6<br />
Japonya - 71,2 - 76,3<br />
Hollanda - 71,2 - 77,2<br />
Danimarka - 70,8 - 76,3<br />
İsviçre - 70,3 - 76,2<br />
Kanada - 69,3 - 76,4<br />
İtalya - 69,0 - 74,9
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Doğu Almanya - 68,9 - 74,2<br />
İngiltere - 68,9 - 75,1<br />
Fransa - 68,6 - 76,4<br />
Belçika - 67,8 - 74,2<br />
Batı Almanya - 67,6 - 74,1<br />
Avusturya - 67,6 - 74,2<br />
Yunanistan - 67,5 - 70,7<br />
İskoçya - 67,2 - 73,6<br />
Polonya - 66,8 - 73,8<br />
SSCB - 64,0 - 74,0<br />
Meksika - 62,8 - 66,6<br />
Çin - 59,9 - 63,3
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Brezilya - 57,6 - 61,1<br />
İran - 50,7 - 51,3<br />
Kenya - 46,9 - 51,2<br />
Hindistan - 41,9 - 40,6<br />
Kaynak: Birleşmiş Milletler, 1977.<br />
Tablo 20<br />
Dünya Nüfusunda Yaşlıların Oranı<br />
Tablo 21<br />
ABD'de Kadın ve Erkek Sayısının Yaşlara Göre Dağılımı<br />
Yaşlar - 100 kadına göre erkek sayısı<br />
15'in altı - 104.1<br />
15-24 - 102,2<br />
25-44 - 97,3
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
45-54 - 93,6<br />
55-64 - 89,6<br />
65-74 - 76,8<br />
75-85 - 61,5<br />
85 ve üstü - 48,5<br />
Kaynak: Birleşik Devletler Nüfus Bürosu, Current Population Reports,<br />
1976.<br />
:::::::::::::::::<br />
2. <strong>Yaşlılık</strong> Kuramları<br />
Tıbbın bütün alanlarında yüzyılımızda ortaya çıkan ilerlemelere<br />
karşın maksimum insan ömrünün daha fazla artmadığı bilinmektedir.<br />
Genel olarak insanın yaşam uzunluğu organizmanın yaşına bağlı etkenlerle<br />
belirlenmektedir. Ancak, bu ilişkinin doğası yani biyolojik<br />
yaşlanmanın nedenleri henüz açıklanabilmiş değildir. Aşağıda, biyolojik<br />
yaşlanma konusundaki çeşitli görüşler aktarılmaktadır.<br />
Biyologlar tarafından belirlenen çok çeşitli yaşlanma türleri vardır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bakteriler yeterli gıda ve fiziksel ortam buldukları sürece yaşayabilirler.<br />
Ağaçlar köklerindeki suyu yukarıya çekemez ve güneş ışığını<br />
kullanamaz duruma gelinceye kadar yaşarlar. Vahşi hayvanlar<br />
genellikle yaşlanmadan çetin doğa koşulları altında ölürler. Çeşitli<br />
memeliler de üreme işlevlerini bitirdikten sonra yaşamdan çekilirler.<br />
Filler üretkenliklerini yitirdikten sonra yavrularını yetiştirmek için<br />
yaşayabilen nadir memelilerdendir. İnsan ırkı da üreme yeteneğini yitirdikten<br />
sonra yaşamayı sürdürür. (Bir kadın menopozdan sonra 20<br />
yıl, son çocuğunun doğumundan sonra 35-40 yıl yaşayabilir.)<br />
Gerontoloji, yaşlanmanın, ırkların var olmasına ilişkin evrimsel<br />
bir süreç sonucu mu, yıpranmanın birikmiş etkisi sonucu mu, yoksa<br />
doğal fizyolojik değişim süreci sonucu mu ortaya çıktığını saptayamamıştır.<br />
Yaşlanma genel olarak organizmanın çevreye uyumunda gitgide<br />
artan bir yetersizlikle ortaya çıkar.<br />
Belirli ırkların yaşam uzunluklarında kalıtsal özelliklerin rol oynadığı<br />
açıktır. Türlerin yaşam süresi, genetik ve kalıtsal özelliklerinin<br />
yüzyıllar boyunca evrimiyle ortaya çıkmıştır. Ancak üretimden sonra<br />
yaşamanın ne tür bir evrimsel katkısı olduğu tartışmalıdır. Weisman,<br />
insanın üretkenlikten sonra yaşamasının insan türünün yaşam değerini<br />
"toplumsal" olarak arttırdığını ileri sürmüştür. Şu halde yaşlanma süreci<br />
çocukların yaşamını iyileştirmek için ortaya çıkmış olabilir. Çünkü<br />
yaşlılar birtakım güçlükleri aşmayı bilirler, örneğin kıtlık yıllarında<br />
yiyecek ve suyun nerede bulunduğunu anımsayabilirler. Öte yandan,<br />
yaşlılığın evrim sonucu olmadığını, genetik programın sona ermesinden
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kaynaklandığını ileri sürenler de vardır. İnsanın düşünme yeteneği<br />
onun daha uzun yaşamasını sağlamış olabilir, yaşlanma bir bakıma<br />
"programın tükenmesi" anlamına gelebilir. Böylece insanın ileri yaşları,<br />
bir görev için uzaya gönderilen roketin görevini bitirdikten sonra<br />
yörüngede kalmayı sürdürmesine benzetilebilir. Bir başka evrimsel<br />
yaşlanma modeline göre, insanın yaşlanması, daha önce birincil önem<br />
taşıyan uyum özelliklerinin ileri yıllarda olumsuz özelliklere dönüşmesidir.<br />
Örneğin, insanın sinir sistemi hücrelerinin yenilenmemesi,<br />
bellek ve öğrenme yeteneklerini arttırması açısından türün sürmesi<br />
için çok uygundur, ama yaşamın sonsuza dek işlemesini de engeller.<br />
Böylece insanın uzun yaşamasının ve sonuç olarak yaşlanmasının, türünün<br />
varoluşu için gerekli olduğundan mı ortaya çıktığı (doğrudan<br />
evrimin sonucu olarak), yoksa evrimleşmiş bir tür olarak çevresiyle<br />
başaçıkmada ve yaşamını uzatmadaki başarısına mı bağlı olduğu (gelişmiş<br />
zihin yapılarının sonucu olarak) henüz belli değildir.<br />
Kalıtsal özellikler özel çevre koşullarında en üst düzeyde<br />
gerçekleşebilecek gizilgüçlerdir. Kaza, hastalık, açlık gibi olaylar insanın<br />
genetik özelliği ne olursa olsun yaşamına son verebilir. Jones, kır<br />
yaşamı ve evlilik gibi etkenlerin yaşamı 5 yıl uzatığını, şişmanlığın<br />
ise 4-15 yıl kısalttığını belirtmektedir. Ayrıca, çocukluk yıllarının ve<br />
bulaşıcı hastalıkların denetime alınması ortalama yaşam süresini 15<br />
yıl uzatmıştır. Dış etkenler arasında radyasyon da yaşlılığın olası nedeni<br />
olarak ilgi çekmiştir. Hemen herkes günde bir miktar kozmik<br />
radyasyona maruz kalmaktadır. Yüksek miktarda radyasyon hücre çekirdeğini
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
tahrip ettiği gibi, daha alt düzeylerdeki radyasyonun da yaşam<br />
süresini kısalttığı belirlenmiştir. Radyasyon ile yaşam süresinin<br />
azalması arasındaki ilişki birçok araştırmada ortaya konmuştur. Radyasyona<br />
maruz kalanlar daha fazla kromozom yitimine uğramaktadırlar,<br />
böylece yaşlanmanın hızlanması söz konusu olmaktadır. Ancak,<br />
hücrenin kendi kendini onarması gerçeği bu ilişkinin kesinliğini<br />
azaltmaktadır.<br />
Hem kalıtsal, hemde dış etkenler (hastalık, radyasyon, virüs vb.)<br />
yaşam uzunluğuyla ilgili bulunmakta, ancak yine de bu etkenler yaşlanma<br />
olgusunu açıklayamamaktadır. Böylece fizyolojik yaşlanma kuramlarına<br />
gerek duyulmaktadır. Yaşlanmanın biyolojik sürecini açıklayan<br />
pek çok kuram vardır, fakat hiçbiri tümüyle kabul edilmiş<br />
değildir. Bu yaşlanma kuramları birincil yaşlanma süreçlerini tanımlayan<br />
kuramlardır. Birincil yaşlanma, bir türün bütün üyelerinde ortaya<br />
çıkan aşamalı, kaçınılmaz, yaşa bağlı değişimleri içerir. Kuşkusuz<br />
bu tür yaşlanma tamamen normaldir. Birincil yaşlanmanın nedenleri<br />
konusunda çeşitli kuramlar vardır; bunlardan ilk üçü genetik denetimle<br />
ilgilidir.<br />
a) Genetik programlama. Bu kurama göre düzenleyici genler<br />
gelişim sırasında harekete geçerler ve dururlar. Orta yaşlara yaklaşırken<br />
ya gençlik genleri durur ya da yaşlanma genleri harekete geçer.<br />
Şu halde bedenin bozulması ve ölümü genlerin önceden programlanmış<br />
olmasıyla düzenlenmektedir; başka bir deyişle, genler elden<br />
çıkarılabilecek bedenler üretmektedirler.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
b) Zaman ayarlama. Bu kurama göre yaşlanma çeşitli organların<br />
derece derece bozulması olarak görülebilir. Hipotalamusun içindeki<br />
biyolojik saat pitüiter bezine gönderdiği sinyalleri azaltmaya<br />
başladığında bedenin hormon dengesi bozulmakta ve yaşlanma başlamaktadır.<br />
c) Bağışıklık mekanizması. Bu kurama göre yaşlanma bağışıklık<br />
sisteminin olanaklarının azalmasıyla başlar. Yaşlanmayla birlikte<br />
bedenin doğal savunmaları normal hücrelere yönelmektedir; yani<br />
bağışıklık sistemi artık yabancı maddeleri ve anormal hücreleri tanımakta<br />
güçlük çekerek bedene saldırmaya başlamaktadır.<br />
Diğer yaşlanma kuramları ise insan bedeninde, özellikle hücrelerde<br />
biriken yıkımla ilgilidir; burada temel görüş biyolojik sistemin<br />
aşınmasıdır.<br />
d) DNA'nın onarımı. Bu kuram bedenin DNA'yı onarma yeteneğinin,<br />
metabolizma sırasında ya da kirlenme ve radyasyonla temas<br />
sonucunda ortaya çıkan yıkımla başedemediğini varsaymaktadır. Böylece<br />
yaşlanma DNA'nın biriktirdiği yıkımların depolanması olarak ortaya<br />
çıkıyor demektir.<br />
e) Kopye yanlışlarının birikmesi. Bu kuram biyolojik yıkımın<br />
hücredeki protein sentezi sırasında yapılan yanlışların sonucu olduğunu<br />
varsaymaktadır. Genetik mesajın tekrar tekrar kopyelenmesi sırasında
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yanlışlar yıkıma yol açacak oranlarda birikmekte ve sonuçta<br />
hücreler normal olarak işleyememektedir.<br />
f) Metabolik artıklar. Organizmalar yaşlanırlar, çünkü hücreleri<br />
metabolizmanın artık ürünleriyle yavaş yavaş zehirlenir ya da<br />
işlevleri bozulur. Metabolizma sırasında değişimler beden hücrelerindeki<br />
protein moleküllerinin doğasını sürekli olarak değiştirirler. Kalıcı<br />
bağlar oluşturan moleküller gitgide katılaşırlar, dolayısıyla uygun<br />
işlev yapamaz olurlar ve onarılamazlar (Hoffman ve ark., 1994).<br />
Perlmutter ve Hall'a (1992) göre, yaşlanma sürecini incelerken<br />
birincil, ikincil ve üçüncül yaşlanma arasında ayırım yapmak önemlidir.<br />
Birincil yaşlanma, yukarıda da belirtildiği gibi, herkeste ortaya<br />
çıkan, evrensel, kaçınılmaz yaşlanmadır ve genetik programın sonucu<br />
olabilir. Birincil yaşlanma (ya da "normal yaşlanma"), izleri yıllarca<br />
ortaya çıkmasa bile yaşamda erkenden başlar. Bazı belirtileri görünürdedir<br />
(saçların ağarması, hareketlerin yavaşlaması, görmenin zayıflaması<br />
gibi); görünür olmayan belirtiler bedenin uyum sağlama yeteneğini<br />
azaltan özelliklerdir (ısıya tepkinin değişmesi gibi). Hücre<br />
içinde DNA'nın onarım yetisi derece derece azalır. Yaşlanma bedenin<br />
bütün düzeylerinde (yani hücreden organa, organdan sisteme) sürer.<br />
Bütün beden sistemleri yaşlanır, ama bütün organlar ya da sistemler<br />
aynı oranda yaşlanmaz. İkincil yaşlanma insanların çoğunda ortaya<br />
çıkar, ama evrensel ya da kaçınılmaz değildir. Bu tür yaşlanma, hastalığı,<br />
kullanımı bırakmayı ya da kötü kullanımı içeren yaşamboyu bir<br />
sürecin sonucudur. İkincil yaşlanmaya bağlı değişimler yaşla ilişkili
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olduğu için çoğu zaman birincil yaşlanmayla karıştırılırlar. Söz gelimi,<br />
ciltteki buruşukluklar geçmişte birincil yaşlanmanın belirtisi sayılırken,<br />
günümüzde (güneş ışınlarından gelen radyasyonun birikmesi<br />
ile) ikincil yaşlanmanın sonucu olarak değerlendirilmektedir. Birçok<br />
hastalık yaşlanmanın sonucu değildir; normal yaşlanma bile hastalığa<br />
yol açmadığı halde yaşlanan bedenin azalan direnci yaşlıları hastalığa<br />
daha yatkın yapmaktadır. Hastalık yaşla gitgide daha bağlantılı hale<br />
geldiği için genellikle yaşla ilişkili sayılan değişimlere katkıda<br />
bulunmaktadır. Kullanımı bırakma da bütün beden sistemlerinde ikincil<br />
yaşlanmaya neden olabilir. Örneğin, egzersiz yokluğu kaslarda zayıflamaya<br />
(atrofi) ve mafsallarda sertleşmeye yol açabilir. Birçok yaşlı<br />
insan sırf artık yeteneği olmadığına ya da kendisine iyi gelmeyeceğine<br />
inandığı için egzersizi bırakmaktadır. Gerçekte ise bedenlerini<br />
kullanmadıkları için ikincil yaşlanmanın etkilerini çabuklaştırmaktadırlar.<br />
İkincil yaşlanmanın bir başka nedeni olan kötü kullanımın en açık<br />
örnekleri sigara, alkol, aşırı şişmanlık ve kötü beslenmedir. Kötü kullanımın<br />
bu derece açık olmayan biçimleri de vardır. Örneğin, belirli<br />
bir derece işitme yitimi birincil yaşlanmayla birlikte görülür; ama<br />
çalışırken ya da müzik dinlerkenki yüksek sesler de işitmeyi sınırlayabilir.<br />
Birincil yaşlanmanın etkileri konusunda bugünkü koşullarda<br />
hiçbir şey yapılamamaktadır; ama ikincil yaşlanmanın etkileri<br />
geciktirilebilir, yavaşlatılabilir, hatta durdurulabilir. Üçüncül yaşlanma<br />
yaşamın sonunu haber veren hızlı, sonul bozulmadır. Sağlıkta, toplumsal<br />
yaşamda, bilişsel işleyişte yaygın değişimlerle kendini belli eder; bu<br />
değişimler normal yaşlanmadaki değişimlerden hem nicelik hem nitelik
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
açısından farklıdır. Yaşamın büyük bölümü artık uykuda geçmektedir,<br />
ölümün gelmesi yakındır (Perlmutter ve Hall, 1992).<br />
Timiras yaşlanmayı, "kaza, hastalık ve diğer çevresel baskıların<br />
kaçınılmaz bir biçimde artmasına neden olan fizyolojik yeterlilik azalması"<br />
olarak tanımlamaktadır. Zamanın geçmesi ile ölme olasılığı da<br />
böylece artmakta (Gompertz'in 1825'de ortaya koyduğu matematiksel<br />
olasılık eğrisi) ve bireyin doğal nedenlerle ölmesi önemli yaşamsal<br />
süreçlerin gerilediğini ve sonucun ölüm olduğunu ortaya koymaktadır.<br />
Henüz yaşlanmanın belirli bir nedene bağlı olarak açıklanması<br />
olanaklı görünmemektedir. Birden fazla gizil neden bir arada yaşlanmaya<br />
neden oluyor ya da sadece fizyolojik noksanların birikmesi<br />
yaşlanmayı yaratıyor olabilir. Dolayısıyla, teknoloji yaşlanmanın nedenini<br />
bulamadan yaşam süresini uzatacağa benzemektedir.<br />
Aşınma kuramı sağduyuya en yakın kuram gibi görünmektedir.<br />
Buna göre, organizma tıpkı makinada olduğu gibi eskimektedir. Ancak,<br />
yaşam süresini yalnız çok çalışmanın ya da stresin kısalttığına<br />
ilişkin kesin bulgular yoktur. Organların zamanla aşınması "organ<br />
nakli"ni ortaya çıkarmıştır, ama eskiyen organları yenileyerek yaşam<br />
süresini uzatmak olanaklı değildir, çünkü karmaşık homeostatik mekanizmanın<br />
gerilemesini ve hücre yaşlanmasını önlemek olanaksız görünmektedir.<br />
Bedende yaşamsal fizyolojik dengeyi sağlayan homeostatik mekanizmalar<br />
yaşlanmada da rol oynamaktadır. Bu görüşe göre yaşlanma,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
homeostatik kusurların artışı sonucu ortaya çıkmaktadır. Dinlenme<br />
durumunda mekanizmaların kendilerini düzenlemelerinde yaşlılarla<br />
gençler arasında fark yoktur; ama, stres sonrasında normal dengeye<br />
dönmenin yaşlı deneklerde daha yavaş olduğu ortaya konmuştur. Böbreklerin<br />
dengeyi yeniden bulması, beden ısısının normale dönmesi,<br />
kandaki şeker oranının dengelenmesi yaşlılarda daha zor olmaktadır.<br />
Yaşlı organizmanın kendi kendisini düzenleyen geribildirimi (feedback)<br />
azalmakta, gerekli dengeyi koruyamayınca da organizma ölmektedir.<br />
Homeostatik mekanizmada gençlerin kolayca dayanabildiği<br />
baskılar yaşlıların yaşamını tehdit edebilmektedir. Bu baskılar fiziksel<br />
olabildiği gibi, fiziksel ve toplumsal çevrede değişimler biçiminde de<br />
olabilir. <strong>Yaşlılık</strong>ta ortaya çıkan duygusal baskılar da yaşlıyı tehdit<br />
edebilir.<br />
Strese fizyolojik tepkinin azalan yeterliliği kuramı en geniş yaşlanma<br />
kuramıdır, çünkü yaşlanmanın fizyolojik, toplumsal ve psikolojik<br />
yönlerini bir arada açıklayabilmektedir. Yaşlanmayı metabolik<br />
artıkların birikmesiyle açıklayan kuram ise, bu artıkların yaşlılık nedeni<br />
olmaktan çok belirtisi olduğu biçiminde eleştirilmektedir. Ancak,<br />
biriken artık maddelerin yaşla ortaya çıkan değişimlerde önemli bir<br />
rol oynadığı da açıktır. Öz-bağışıklık kuramı, damar hastalıkları, yüksek<br />
tansiyon, şeker hastalığı, romatizma, kanser gibi sorunları açıklamada<br />
yararlı olmaktadır. Hücresel yaşlanma kuramı ise bedendeki<br />
hücre oluşumundan çok tükenmesine dayandığı için yanılmaktadır.<br />
Bazı hücrelerin çok ender olarak yenilendiği ya da hiç yenilenmediği
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
doğrudur, ama hücrelerin büyük bir bölümü üremeyi sürdürür ve kuramsal<br />
olarak sonsuza dek yaşar. Ancak bu üreme yaşla kusurlu olabilmekte<br />
ya da mutasyona uğrayabilmektedir. Hayflick ise, hücrelerin<br />
sonsuz üreme gizilgüçlerinin aslında yaşlanma mekanizması olabileceğini<br />
ileri sürmektedir; hücreler çoğaldıkça bozulma olasılıkları da<br />
artmaktadır. Bu kuramların hepsi insanın doğal bir yaşam uzunluğuna<br />
sahip olduğu sayıltısına dayanmaktadır. Araştırmacılar insan ömrünün<br />
en fazla 110 yıl dolaylarında olduğunu kestirmektedirler. Kuşkusuz<br />
yaşlanma derecesinde bireysel farklılıklar vardır, ama yaşlanmanın tipik<br />
değişimleri herkeste ortaya çıkar. Bu değişimler bir sonraki bölümde<br />
incelenmektedir.<br />
:::::::::::::::::<br />
İİ. YAŞLILIKTA BİREYSEL <strong>GELİŞİM</strong><br />
Bu bölümde yaşlılık yıllarının fiziksel ve zihinsel değişimleri ve<br />
kişilik özellikleri incelenecektir. Yaşlılığın bir yitirme ve zarara uğrama<br />
dönemi olduğu yadsınamaz, ama yaşlılık sürecindeki değişimlerin<br />
çoğunun "anormallik" olarak nitelenemeyeceği de açıktır. Aslında<br />
yaşlılığa bağlı değişimlerle hastalığa bağlı değişimler arasında bir<br />
ayırım yapmak çoğu zaman güçtür ve insanlar genellikle bu iki etken<br />
grubunun birleşmesi nedeniyle tedavi peşinde koşarlar.<br />
:::::::::::::::::
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
1. Fiziksel Değişimler<br />
Orta yetişkinlikten ileri yetişkinliğe doğru genel fiziksel sağlık'ta<br />
önemli değişimler görülür. Örneğin, kalp hastalıkları ve yüksek tansiyon<br />
artar, buna karşılık kansere bağlı ölümler azalır. Tablo 22'de<br />
orta ve ileri yaşlarda görülen yaygın ölüm nedenlerinin dağılımı<br />
gösterilmektedir.<br />
Hemen hemen bütün duyularda yaşla birlikte bir düşüş görülür.<br />
Koku ve tat duyularındaki azalma beslenmeyi de bozar. Mekan algısındaki<br />
azalma bireyin dengesini ve eşgüdümünü etkileyebilir. Uzağı<br />
görme yeteneği genellikle diğer duyulardan daha önce bozulur. Görme<br />
alanında ve karanlığa uyumda da azalma vardır. Görmedeki bu değişimler<br />
etkinliği sınırlar ve uyum güçlükleri yaratır. İşitme duyusu genellikle<br />
yaşla azalır, bu da konuşmayı etkiler, toplumsal ilişkiyi sınırlar.<br />
İşitme yitimi çoğu zaman karışıklık, şaşkınlık ve güvensizlik duygularıyla<br />
bir aradadır, çünkü çevrede bir "durgunluk" izlenimi yaratabilmektedir.<br />
Tablo 22<br />
Orta ve İleri Yaşlarda Yaygın Ölüm Nedenleri<br />
Hareket ve motor beceriler alanında, yaşlı kişilerin harekete geçmede<br />
çok zaman harcadıkları ve daha az kas gücüne sahip oldukları<br />
bilinmektedir. İleri yaşlarda kemik yapısında da oldukça büyük bir düşüş
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
vardır ve bu da kırılma olasılığını arttırmaktadır. Ayrıca yetişkinlerin<br />
çoğunda kıkırdak ve eklemlerde kireçlenme görülmekte, esneklik<br />
azalmaktadır. Yaşla birlikte kas boyu ve gücü de azalmaktadır.<br />
Sinir sistemi değişimleri hareket becerisindeki azalmanın da en<br />
önemli nedenlerinden biridir. Merkezi sinir sisteminin aracılık ettiği<br />
her davranış organizmanın yaşlanmasıyla yavaşlar, böylece refleksler<br />
ve tepkiler daha yavaş ve daha az etkili olur.<br />
Kalp-damar sisteminde yaşlanmaya bağlı değişimlerle hastalığa<br />
bağlı değişimleri ayırt etmek çoğu zaman güçtür. Sistolik kan basıncı<br />
artışına doğru bir eğilim, strese karşılık verme yeteneğinde bir azalma,<br />
kalpten çıkan kan miktarında bir düşüş vardır.<br />
Yaşlılığa bağlı fiziksel değişimlerin psikososyal uyumu büyük<br />
ölçüde etkilediği bilinmektedir. Özellikle görme ve işitme duyusundaki<br />
azalmalar başka insanlarla etkileşimi ve iletişimi etkiler ve duygusal<br />
güçlüklere yol açabilir. Fiziksel bozulmaların kabul edilmemesi,<br />
reddedilmesi, özellikle yaşlılara özgü paranoid düşüncelerde kendini<br />
gösterir.<br />
:::::::::::::::::<br />
2. Bilişsel İşlevler<br />
a) Zeka
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Zekanın değerlendirilmesi ve ölçülmesi en iyi koşullarda bile belirsiz<br />
ve kesin olmayan bir süreçtir. Bu güçlüğün bir bölümü zekanın<br />
tanımlanmasından kaynaklanmaktadır. Zeka, zeka testlerinde başarılı<br />
olmak mıdır? Zeka, insanlarla iyi ilişkiler kurmak, birçok arkadaşı olmak<br />
mıdır? Zeka, çok para kazanmak mıdır? Tanımı kimin yaptığına<br />
bağlı olarak zekanın aslında hiçbir anlamı olmadığı bile söylenebilir.<br />
<strong>Yaşlılık</strong>taki bilişsel işlevler konusundaki araştırmalar birçok değişim<br />
yönü olduğunu göstermektedir. Gelişim psikolojisinde uzun yıllar<br />
boyunca zekanın yaşlılıkta azaldığı görüşü benimsenmiştir. Ancak<br />
bugün bu görüşün tümüyle doğru olmadığı ortaya çıkmaktadır. Özellikle<br />
boylamsal araştırmaların kesitsel araştırma bulgularını tam anlamıyla<br />
doğrulamadığı görülmektedir. Zihinsel işlevlerin yetişkinlikte<br />
azalmaya başladığı inancı kesitsel araştırmalardan kaynaklanmıştır.<br />
Boylamsal yöntemi kullanan Blum, Jarvik ve Clark gibi araştırmacılar<br />
ZB'nin ancak 65-85 yaşları arasındaki bireylerde değiştiğini saptadılar.<br />
Zeka testi puanlarında 55-73 yaşları arasında sadece küçük bir<br />
azalma olduğunu, daha fazla azalmanın ancak 73-85 yaşları arasında<br />
olduğunu buldular. Green gibi onlar da değişim derecesinin zeka testinin<br />
farklı bölümlerinde sabit olmadığını gördüler. Sözcük dağarcığı<br />
gibi bilgi testlerinde 85 yaşlarında bile azalma olmadığını, buna karşılık<br />
hız gerektiren testlerde azalmanın 65-73 yaşları arasında oldukça<br />
fazla olduğunu saptadılar.<br />
Geçmişte psikologların ileri yetişkinlikteki zeka konusunda
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olumsuz bir sörüş geliştirmelerine yol açan kesitsel araştırmalar bireyleri<br />
"farklı" yaşlarda testten geçiriyor ve sonuçları karşılaştırıyordu.<br />
Oysa boylamsal araştırmalar daha çok vaka öyküleri gibidir, "bazı" bireyleri<br />
yıllar boyunca yeniden testten geçirmektedir. Yaşlılara ilişkin<br />
kesitsel araştırmaların, zeka testlerindeki başarıda kuşak farklılıklarını<br />
dikkate almadıkları görülmektedir. Eğitim olanaklarının artması ve<br />
diğer toplumsal değişimler, birbirini izleyen kuşakların gitgide daha<br />
yüksek düzeyde başarı göstermesini sağlamaktadır. Dolayısıyla halkın<br />
ölçülen zekası (ZB) da yükselmektedir. 1963 yılında 50 yaşında olanlar<br />
1956'da 50 yaşında olanlarla karşılaştırıldığında ölçümlerin yükseldiği<br />
görülmektedir. Fakat 1963'te 50 yaşında olanlar 1956'da 43 yaşında<br />
olduklarına göre, 1956'da yapılan bir kesitsel araştırma, onların<br />
1956'da 50 yaşında olanlardan daha başarılı olduklarını yanlış bir biçimde<br />
telkin edebilecektir. Böylece zekanın yaşla azaldığı sonucuna<br />
yanlış olarak ulaşılacaktır. Sonuç olarak, kesitsel araştırmalar kuşak<br />
(bölük) farklılıklarını kronolojik yaş farklılıklarıyla karıştırıyorlar<br />
demektir. Öte yandan, boylamsal araştırmaların da zekanın yaşla azalmasını<br />
çok az değerlendirdiği ya da en aza indirdiği söylenebilir.<br />
Araştırmaların gözden geçirilmesi, zihinsel yeteneklerde özellikle<br />
ileri yıllarda yaşla birlikte bir düşüşün ortaya çıktığını göstermektedir.<br />
Zekanın bazı yönleri, özellikle performans testleriyle ölçülenler ve<br />
akıcı zeka, diğerlerinden daha fazla yaştan etkilenmektedir. Buna karşılık<br />
zekanın bazı yönleri de -özellikle birikimli zeka- ileri yaşlara kadar<br />
artmaktadır. Daha önce de sözü edilen akıcı ve birikimli zeka ayrımı<br />
kimi psikologlar için çok önemlidir. Akıcı zeka "kültürden bağımsız"dır
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ve organizmanın fizyolojik yapısına dayanır; buna karşılık birikimli<br />
zeka toplumsal deneyimler sırasında kazanılır. Birikimli zeka<br />
testlerindeki dereceler. akıcı zeka testlerindekinden daha fazla resmi<br />
eğitimden etkilenirler. Genellikle birikimli zeka yaşla birlikte artış<br />
gösterir ya da en azından azalmaz; oysa akıcı zeka ileri yaşlarda yaşla<br />
birlikte düşüş göstermektedir.<br />
Zekada yaşam süresinde ortaya çıkan gelişimsel değişimlerle ilgilenen<br />
en önemli araştırmalardan biri K.Warner Schaie'nin 1956'daki<br />
araştırmasıdır. 21-70 yaşları arasındaki yaklaşık 500 kişi belirli bir<br />
sayıda zeka testinden geçirilmiş, yedi yıl sonra ilk örneklemdeki deneklerin<br />
% 61'i yeniden teste almmıştır. Schaie'nin bulgularına göre<br />
zeka iki boyutta yaşla artmaktadır: 1) "Birikimli zeka", yani sözel anlama,<br />
sayısal beceri, tümevarımsal akıl yürütme gibi bireyin eğitimle<br />
ve kitle iletişim araçlarıyla kazandığı beceriler; 2) "Görselleşme", yani<br />
resimli malzemeyi işleme ve düzenleme.<br />
Neugarten yaşlılık ve zeka konusunda şu sonuçlara varmaktadır:<br />
(a) Kronolojik yaş başarıyı kestirmede iyi bir etken değildir.<br />
(b) Eğitim düzeyi yaşlılıktaki başarıyı kestirmede etkendir, eğitim<br />
düzeyi yükseldikçe başarı da yükselmektedir.<br />
(c) Tepki hızı yaşla azalır. Bunun sonucu olarak yaşlı kişi hızlı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
koşullarda verilen bir testte özellikle zayıf bir başarı gösterir.<br />
(d) Fiziksel ve zihinsel bakımdan aktif olan bir yaşlı aktif olmayandan<br />
daha başarılıdır.<br />
(e) Zihinsel gerileme uzun ömürlülükle ters orantılı görünmektedir;<br />
daha az parlak olanlar erken ölürler.<br />
(f) Zihinsel gerileme yaşlı erkeklerde yaşlı kadınlardakinden<br />
daha fazladır.<br />
Sonuç alarak, hız, fiziksel etkinlik ya da kısa süreli bellek gerektiren<br />
yeteneklerin, zamana bağlı olmayan ya da deneyimden kaynaklanan<br />
yeteneklerden daha fazla düşüş gösterdikleri söylenebilir. Bu bulgu<br />
yaşlı kişilerin gençlerden ya da orta yaşlılardan daha az zeki oldukları<br />
anlamına gelmez. Tepkinin yavaşlaması zeka ölçümlerinin gençlerinkinden<br />
daha düşük olmasına yol açmaktadır. Yaşlı kişilerin görsel<br />
ve devinimsel eşgüdüm gerektiren görevlerde birtakım özel güçlükleri<br />
olduğu da açıktır.<br />
b. Bellek<br />
Piaget bilişin yapılarını vurgulamaktaydı, buna karşılık öğrenme<br />
kuramcıları özel becerilerin ve olguların öğrenilmesini vurgulamışlardır.<br />
Yeni bir bilişsel araştırma grubu ise, bu iki yaklaşımı birleştirmeye<br />
çalışmaktadır. Bu grup insanın öğrenmesinde bilgi-işlem süreçlerini
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
esas almaktadır, çünkü insanın düşünmesinin bazı yönlerinin<br />
bilgisayarın işleyişine benzediği gözlemlenmiştir. Bu araştırmacıların<br />
en çok araştırdıkları konu bellektir. Gelişimciler, belleğin birbirinden<br />
ayrı olarak ele alınabilecek iki yönü olduğunu kabul ederler: Beynin<br />
ne kadar bilgiyi alabileceğini, işleyebileceğini ve saklayabileceğini<br />
belirleyen bellek kapasitesi (memory capacity); bilgilerin zihinde<br />
tutulmasını sağlayan çeşitli bellek tekniklerinin anlaşılmasını ve<br />
kullanılmasını içeren üst-bellek (metamemory).<br />
Bellek kapasitesi bilgiyi depolamanın üç düzeyini içerir: Birincisi,<br />
duyusal bilgiyi alındığı gibi geçici olarak depolayan bellek kaydı<br />
(sensory register)'dir. Duyusal kayıta giren malzeme çok kısa süre (bir<br />
saniyeden az) tutulur. Duyusal kayıt kapasitesinin çocuklarda ve<br />
yetişkinlerde hemen hemen aynı olduğu söylenebilir. Duyusal kayıta giren<br />
malzeme yaklaşık bir dakika süreyle kalacağı kısa süreli bellek'e (shortterm<br />
memory), oradan da daha fazla işlem göreceği ve günlerce, aylarca,<br />
yıllarca kalacağı uzun süreli bellek'e (long-term memory) aktarılır.<br />
Yetişkinlerin çocuklardan, büyük çocukların küçük çocuklardan<br />
daha iyi anımsamasının genel nedeni üst-bellek farkıdır. Üst-belleği<br />
oluşturan ögeler, seçici dikkat (selective attention) ve çeşitli bellek<br />
teknikleri (memory techniques)'dir. Üst-bellek araştırmalar bilgi-işlem<br />
araştırmacılarının genel öğrenmenin aşamalarını daha yakından görmelerini<br />
de sağlamıştır. Yaşlı kişilerin bellek stratejilerini kullanmayı<br />
başaramamalarının nedeni temel bellek süreçlerini bilmemeleri değildir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşlı yetişkinler karmaşık bellek stratejilerinin etkili olduğunu<br />
bildiklerinde bile bunları çok az kullanmakta, basit ya da kolay dışsal<br />
stratejileri yeğlemektedirler. Bu farkın yaşam üslubuyla ilgili olabileceği<br />
düşünülmektedir.<br />
Öğrenme ve bellek birbirleriyle çok yakından ilişkilidir, dolayısıyla<br />
birindeki yaşa bağlı değişim diğerini de etkiler. Bellekte genellikle<br />
iki tür ayırt edilir: "Kısa süreli bellek" (örneğin, yeni bir telefon<br />
numarasını telefonu çevirişten hemen önce anımsamak) ve "uzun<br />
süreli bellek" (örneğin, bir yetişkinin çocukluk yaşantılarını anımsaması).<br />
Uzun süreli bellek yaşa bağlı etkenlere direnç gösterebilmektedir.<br />
Sözel beceriler, önceki deneyimlerden kaynaklanan bilgi ve<br />
kişisel geçmişe ilişkin bilgi genellikle yaşla azalmamaktadır. Aslında<br />
insanlar yaşlandıkça bellek sisteminin bütün bölümleri aynı biçimde<br />
değişmemektedir. Yaşlanma duyusal belleği (görme ya da ses belleği)<br />
pek etkilememektedir; belleğin içeriği de yaşlanmadan etkilenmemektedir;<br />
uzun süreli belleğe depolanan bilgi sabit kalmakta ve<br />
yaşla birlikte artabilmektedir. Bu tür bilgiler geçici olarak kullanımdan<br />
çıkmakta, ama yitip gitmemektedir. Bir bilgi bir kez uzun süreli<br />
belleğe aktarıldı mı orada tutulması yaşa bağlı değildir. Yaşlı kişilerin<br />
sorunu bilgiyi geri getirecek ipuçlarını bulma konusunda ortaya çıkmaktadır.<br />
Kısa süreli belleğin bazı kişilerde yaşla azalması konusunda çeşitli<br />
açıklamalar denenmiştir: Kullanmayışa bağlı bellek yitimi, bilgilerin<br />
birbirine karışmasına bağlı bellek yitimi, sinirsel-kimyasal değişime<br />
bağlı bellek yitimi. Kimmel özellikle son iki nedeni daha açıklayıcı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bulmaktadır. Ancak, ilerleyen yaşla birlikte bellek yitiminin de<br />
ilerleyeceğini düşünmek yanlıştır. Araştırmalar, yalnızca bazı yaşlı<br />
kişilerin bellek yitimine uğradığını ve öğrenmeyi gençler kadar<br />
sürdürebildiğini göstermektedir. Yaşlıların bir bölümü yaşa bağlı olmayan<br />
ses belleğini korumaktadır. Ayrıca, belleğin bütün yönleri yaştan aynı<br />
derecede etkilenmemektedir. Yaşa bağlı düşüşler, anımsama görevleri<br />
için tanıma görevleri için olduğundan daha fazla olmaktadır.<br />
Yaşlılardaki bellek yitiminin pek çok nedenleri vardır; bazıları<br />
yeni bilgi edinmeye, bazıları bilginin korunmasına, bazıları da bilginin<br />
anımsanmasına ilişkindir. Örneğin, yaşlı kişiler yeni bilgiyi gençliklerinde<br />
yaptıkları kadar iyi ve tam olarak örgütleyemezler. Bellek yitimini<br />
açıklayan "bozulma" kuramına göre, unutma beyindeki bellek izlerindeki<br />
bozulmaya bağlıdır. "Karışma" kuramına göre ise, geri getirici<br />
işaret gitgide daha az etkili olmaktadır. Bilginin geri getirilmesi<br />
kusuru bellek yitiminin en büyük nedenlerinden biridir. Yaşlı kişiler,<br />
birikmiş bilginin geri çağrıldığı mekanizma ve stratejilerde bozulmaya<br />
uğrarlar. Ayrıca, yaş ilerledikçe geri getirme süresi de daha uzun<br />
olmaktadır.<br />
Çeşitli bilişsel yeteneklerin azalış oranlarının karşılaştırılması,<br />
belleği ve soyut akıl yürütmeyi içeren akıcı zekanın birikimli zekadan<br />
daha çabuk çöktüğünü göstermektedir. Bu bulgu bilişsel işleyişteki<br />
düşüşlerin bilgi-işlemin temel ögeleriyle bağlantılı olduğunu<br />
düşündürmektedir. Bu ögeler şunlardır: Girdi (bilginin beyne aktarılması),
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
depolama (bilginin belleğe yerleştirilmesi), program (bilginin örgütlenmesi<br />
ve yorumlanması). Bilgiyi beyne getiren yollar açısından<br />
genç ve yaşlı kişiler arasında farklılık vardır. Yaşlı kişilerin bilgi<br />
alıcıları, özellikle gözler ve kulaklar duyusal uyaranı almakta daha az<br />
beceriklidir. Ayrıca, algı süreçleri yaşla birlikte yavaşlamaktadır.<br />
Çünkü yaşlılıkta beynin yeni bilgiyi kaydetme hızı azalmaktadır. Bir<br />
başka etken de, seçici dikkatteki azalmadır. Özellikle, birçok şeye<br />
aynı anda dikkat etmesi gerektiğinde yaşlı kişi genç birinden daha fazla<br />
ilişkisiz uyaranlar yüzünden dikkatini yitirebilir. Şu halde, yaşla birlikte<br />
girdi daha yavaş gelmekte ve daha az etkili olmaktadır. Algılanan<br />
bilginin bellekte depolanması gerekir. Bilgi depolamanın da yaşlılıkta<br />
daha az etkili olduğunu araştırmalar göstermektedir. Ancak, azalma<br />
belleğin bütün yönlerinde aynı değildir. Kısa süreli bellek, özellikle<br />
kişi için anlamlı ve ilginç olmayan konularda önemli bir düşüş<br />
göstermektedir. Bunun nedenlerinden biri bilgi işlemenin yaş arttıkça<br />
daha fazla zaman alması, bunun da bilgiyi belleklerine almayı yaşlı<br />
kişiler için daha güç yapmasıdır. Buna karşılık, uzun süreli bellek<br />
yaşla birlikte çok az azalıyor görünmektedir. Bir bilgi bellek bankasına<br />
bir kez güvenli biçimde yerleştirildikten sonra orada kalma eğilimi<br />
göstermektedir. <strong>Yaşlılık</strong>ta herkesin bilgiye yaklaşma ve bilgiyi<br />
özümleme süreçleri ya da programları vardır. Bu zihinsel stratejiler<br />
gençlerde ve yaşlılarda farklı olabilmektedir. Bu farklılıklar sorun<br />
çözme alanında da söz konusudur. Yaşlılar soyut sorunları çözmede<br />
ilişkisiz bilgilerden daha fazla etkileniyor ya da mantıksal teknikler<br />
kullanmaktan çok kendi bildiklerini izliyor görünmektedirler.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bunama (dementia), gitgide ilerleyen zihinsel bozulma, bellek yitimi,<br />
zaman ve mekan yönelimi bozukluğu ile belirlenen bir durumdur.<br />
Geriyatri uzmanları, 65-75 yaşlarındakilerin yaklaşık % 15'inin<br />
ve 75 yaşın üstündekilerin % 25'inin değişik derecelerde bunamaya<br />
uğradıklarını belirtmektedirler. Genellikle bu bozukluk beş yıl içinde<br />
ölümle sonuçlanmaktadır.<br />
Bunama orta yaşlı kişilerde ortaya çıktığı zaman, Alzheimer ya<br />
da Pick hastalığıyla bağlantılı olması koşuluyla, "presenile dementia"<br />
söz konusudur. Alzheimer hastalığında beyinde büzülme ortaya çıkar,<br />
Pick hastalığında ise değişimler lokalizedir. Anatomik bakımdan Alzheimer<br />
hastalarının beyni bunamaya uğramış kişilerin beyninden ayırt edilemez.<br />
Alzheimer hastalığı bir yaşlılık ya da erken yaşlılık dönemi hastalığıdır.<br />
Beyindeki sinir hücrelerinin yıkımıyla ilerleyen bu hastalık<br />
bütün beyin işlevlerinin derece derece yitirilmesine yol açar. Nedeni<br />
tam olarak bilinmeyen, tedavisi de şimdilik olanaksız olan bu hastalıkla<br />
ilgili araştırmalar son yıllarda hızla artmıştır. Hastalığın nedeni<br />
günümüzde bir yandan genetik etkenlerle (beyin dokusunda amiloid<br />
maddesinin birikmesi), öbür yandan çevresel etkenlerle (beyin hücrelerinde<br />
alüminyum miktarının artması) açıklanmak istenmektedir; ancak<br />
kesin bir sonuca ulaşılabilmiş değildir.<br />
Araştırmalar, bunamanın bir hastalık olduğunu, kaçınılmaz bir zihinsel<br />
bozulma ve düşüş ürünü olmadığını ortaya koymaktadır. "Senile
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
dementia"ya benzeyen semptomlar, alkolizmden, başa sürekli ağır<br />
darbeden (örneğin boksta) ya da felçlerden (beyine kan götüren damarların<br />
tıkanması) kaynaklanan beyin hasarlarının ardından da ortaya<br />
çıkabilir. Bunamanın en yaygın belirtileri, bellekte zayıflama,<br />
unutkanlık, dikkat azlığı, dikkatini yoğunlaştıramama, zihinsel algı<br />
azlığı, duygusal tepki azlığıdır. Bunamaya ve damar sertliğine bağlı<br />
değişimler birlikte ya da birbirinden ayrı olarak ortaya çıkabilir. Sağlıklı<br />
yaşlıların incelenmesi yaşlanma ile hastalık arasındaki ayrımın<br />
vurgulanmasını sağlamaktadır. Dolayısıyla, bunama, yaşın ilerlemesiyle<br />
ortaya çıkabilecek ya da çıkmayabilecek bir hastalıktır.<br />
c. Düşünme ve yaratıcılık<br />
Öğrenme ya da bellek alanında ortaya çıkan bozuklukların düşünme<br />
ya da yaratma yeteneğini etkileyeceği açıktır. Bununla birlikte,<br />
yaşlı kişilerin hafif bellek yitimine ya da öğrenme güçlüğüne karşı birtakım<br />
yollar geliştirebildikleri bilinmektedir. Laboratuvar araştırmaları<br />
zihinsel süreçlerdeki yaşa bağlı değişimleri açıklamada daha yararlı<br />
olmaktadır. Örneğin, yaşlı kişilerde sorun çözme yeteneğinin<br />
azaldığı bulunmuştur. Yeni kavramlar elde etme güçlüğü ve sorun<br />
çözmede etkili stratejiler kullanma yeteneksizliği yaşlı deneklerin<br />
özellikleri olarak ortaya çıkmaktadır. Yaşlıların düşünme süreçlerinin<br />
diğer iki özelliğini (katılık ve somutluk) laboratuvarda gözlemlemek<br />
daha güçtür.<br />
Kavram geliştirme yeteneği yaratıcılıkla yakından ilişkilidir, dolayısıyla
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kavramlaştırma yaşlılıkta azalınca yaratıcılığın da azalması<br />
beklenir. Yaratıcılığın ne olduğu, nasıl ölçülebileceği, yaratıcı ürünlerin<br />
çoğunun yaşamın ileri yıllarında verilip verilmediği gibi sorunları<br />
yanıtlamak çok zordur. Lehman'a göre filozoflar yaratıcılıklarının tepe<br />
noktasına ortalama olarak 60-64 yaşları arasında çıkmaktadırlar.<br />
Einstein'inki gibi diğer yaratıcılık türleri, yeni bir kavramlaştırmanın ya<br />
da eski bir sorunu yeni bir bakışla görmenin keşfedilmesi sonucudur.<br />
Ayrıca yaratıcı kişiler sıradan işlerinde de çoğumuzun en büyük<br />
işimizde olduğumuzdan daha yaratıcıdırlar.<br />
Yaratıcılık sorununa iki farklı yaklaşım vardır ve bu farklı tanımlar<br />
yaratıcılıktaki yaşa bağlı değişimleri de açıklayabilir. Lehman yaratıcılığı<br />
bir büyük adamın yaşamının her yılında ürettiği "yüksek nitelikte<br />
ürün"lerin yüzdesiyle ölçmektedir. Buna göre, birçok alanda<br />
yüksek çalışma ürünlerinin oranı otuzlu yaşlar sırasında fazladır, sonra<br />
derece derece azalmaktadır. Yüksek ürünlerin yaklaşık % 80'i elli<br />
yaşında tamamlanmaktadır, elli yaşından sonra gerçekleştirilenlerin<br />
oranı % 20'dir. Lehman, çeşitli bilim alanlarında (tıp, atom enerjisi,<br />
astronomi, botanik, matematik) yüksek nitelikli ürünlerdeki yaratıcılık<br />
oranlarını incelemiş ve benzer sonuçlara ulaşmıştır: Başlangıçtaki doruk<br />
noktasını yaşla gelen bir düşüş izlemektedir. Bu düşüş birbirini etkileyen<br />
çeşitli etkenlerin sonucudur: Bedensel dinçlikte ve duyusal kapasitede<br />
azalma, hastalığın artması, salgıların değişmesi, pratik sorunlarla<br />
daha fazla uğraşma, yoğunlaşmaya uygun olmayan koşullar,<br />
entelektüel merakın zayıflaması, zihinsel bozuklukların artması, kötü
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
alışkanlıkların birikmesi, vb.<br />
Dennis ise, karşıt bir yol izleyerek, sadece "yüksek nitelikli" işleri<br />
değil, "toplam üretkenlik" olgusunu incelemiştir. Böylece kırklı<br />
yaşların yaşamın en üretken dönemi olduğu ortaya çıkmaktadır. İnsan<br />
bilimlerinde çalışanlar yetmişli yaşlarda kırklı yaşlardaki kadar<br />
üretkendirler. Müsbet bilimciler 20-29 yaşlarında en az üretkendirler,<br />
yetmiş yaşlarında önemli bir düşüş göstermektedirler. Sanatçılar için<br />
düşüş daha da keskindir, sadece bu grupta yirmili yaşlar yetmişli yaşlardan<br />
daha üretkendir. Bu çizgiyi zihinsel yetenekler dışında başka<br />
üretkenlerin belirlediği açıktır.<br />
Her iki yaklaşımın bulguları dikkate alınarak, yaratıcılık çizgisinin<br />
önemli değişimler gösterdiği, ayrıca alanlara göre yaratıcılıkta doruk<br />
noktalarının farklılaştığı söylenebilir. Örneğin, Manniche ve Falk'ın<br />
Nobel ödülünü kazananların (1901-1950) çalışmaları üzerinde<br />
yaptığı araştırma fizikte ve kimyada Lehman'ınkine benzer bulgular<br />
vermiş, tıpta ortalamanın kırk yaşlarında olduğunu ortaya koymuştur.<br />
Yaratıcılığı tanımlama biçimine bakılmaksızın, yükselişlerin ve<br />
düşüşlerin, zihinsel değişimlerden çok zihinsel olmayan etkenlere<br />
bağlı olduğu da söylenebilir. Bu açıdan sağlık belki en önemli etkendir.<br />
Sağlık engeli dışında, insanların yaratıcılığı için hiçbir yaş sınırının<br />
olmadığı belirtilebilir. Bazı üreticilik türleri -yaratıcı katkılar<br />
ya da başarılar biçiminde olsun- uzun bir yaşamın sonlarına dek sürmektedir.<br />
Bischof aşağıdaki örneklerin bunu kanıtladığını söylemektedir (1969):
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
- Mikelanj, St. Peter'in kubbesini 70 yaşında bitirmiştir.<br />
- Sofokles, Kral Oedipus'u 80 yaşında yazmıştır.<br />
- Goethe, Faust'u 80'inden sonra tamamlamıştır.<br />
- Gladstone, 84 yaşında dördüncü kez başbakan olmuştur.<br />
- Hendel, Haydn ve Verdi ölümsüz melodilerini 70 yaşından<br />
sonra yaratmışlardır.<br />
- Hobbes, 91 yaşına dek yazmayı sürdürmüştür.<br />
- Franklin, 81 yaşında Anayasa Kurulu'nun etkin bir üyesi olarak<br />
çalışmıştır.<br />
- Jefferson, 83 yaşındaki ölümüne dek yaratıcı ve etkin olmuştur.<br />
- Tennyson, 80 yaşından sonrasına dek şiir yazmayı sürdürmüştür.<br />
- Churchill, 77 yaşında başbakan olmuştur.<br />
Daha yakın tarihlere gelindiğinde de pek çok ilginç örneğe rastlanmaktadır:<br />
Oyun yazarı ve yöneticisi George Abbot 92 yaşında kitap
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yazmış, 100 yaşında müzikal oyun yönetmiştir; George Burns 80 yaşında<br />
en iyi yardımcı aktör Oscarını kazanmış, 88 yaşında film çevirmiştir;<br />
Ruth Gordon 83 yaşında Emmy ödülünü kazanmış, 85<br />
yaşında kitap yayınlamıştır; Harry Lieberman 80 yaşında resme başlamış,<br />
106 yaşındaki ölümüne kadar bunu sürdürmüştür; ressam ve<br />
heykelci Georgia O'Keffe 90 yaşında Başkanlık Onur Madalyası'nı kazanmış,<br />
95 yaşında sergi açmıştır; Pablo Picasso resim çalışmalarını<br />
90 yaşına kadar sürdürmüştür; Scott O'Dell çocuk kitapları yazmaya<br />
61 yaşında başlamış, 90 yaşında bile bunu bırakmamıştır; Erik Erikson<br />
80 yaşında gelişim psikolojisi kitabı yayınlamış, 84 yaşında yaşlılık<br />
araştırmalarına katılmıştır.<br />
Bilişsel işlevlere genel bakış<br />
Bu bölümde yetişkinlikteki bilişsel işlevler konusunda daha önce<br />
aktarılan bilgiler topluca değerlendirilecektir. Bu bağlamda özellikle<br />
zeka ve bellek ele alınacak, daha sonra bilişi etkileyen etkenler gözden<br />
geçirilecektir.<br />
Bilindiği gibi, zeka konusunda süregelen en önemli tartışma zekanın<br />
genel bir yetenekten mi, yoksa bir dizi süreçten mi ibaret olduğu<br />
sorunu çevresinde döner. Kimi araştırmacılar zekanın akıcı zeka (temel<br />
bilişsel süreçler) ve birikimli zeka (kazanılmış bilgiler ve gelişen<br />
zihinsel beceriler) olarak ikiye ayrılabileceğini savunurlar. Aynı bağlamda,<br />
zekanın mekanik zeka (temel süreçler) ve pragmatik zeka (sözcük<br />
bilgisi, uzmanlık, üst-biliş) olarak ayrılabileceğini ileri sürenler de
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
vardır. Piaget'in organizmik yaklaşımında zekanın gelişimi ergenlik<br />
döneminde en üst düzeyine çıkar (soyut işlem düşüncesi). Yaşlı kişilerin<br />
Piaget'ci görevlerdeki başarısı daha genç yetişkinlerinkinden<br />
genellikle daha düşüktür; ama bu, yaşlı yetişkinlerin çevresel koşullarıyla<br />
ya da bu görevlerin nitelikleriyle açıklanabilmektedir. Zekanın,<br />
işleme, bilme, düşünme düzeylerinin bileşimi olduğunu ileri süren üç<br />
katlı model'e göre, temel bilişsel süreçler (1. kat) yaşamın sonuna doğru<br />
bozulabilir; sözcük bilgisi (2. kat) ve yüksek zihinsel işlevler (3. kat)<br />
ise sürekli gelişim gösterebilir. Soyut-sonrası düşünce'ye (3. kat<br />
süreci) ulaşan kişiler görelilik düşüncesini sergilerler, çelişkinin<br />
gerçekliğin temel bir yönü olduğunu anlarlar ve çelişkileri diyalektik<br />
düşünce içinde bileştirirler. Yaratıcılık, önceden birbirine bağlı olmayan<br />
ögelerin yeni, alışılmış olmayan ve uyumsal bir tarzda bir<br />
araya getirilmesini içerir. Yaratıcılıkta en üst düzeye ulaşılması, daha<br />
önce verilen örneklerde görüldüğü gibi, kronolojik yaşla değil meslek<br />
yaşıyla ilişkilidir.<br />
Genellikle bellek sistemindeki değişimlerin yaşlanmaya eşlik ettiği<br />
herkesçe bilinir. Ancak, sistemin bütün bölümlerinin aynı biçimde<br />
değişmediği de bir gerçektir. Bellekteki değişimleri daha iyi anlamak<br />
için sistemi "kapasiteler" ve "içerikler" olarak ayırmakta yarar vardır.<br />
Bellek kapasiteleri temel mekanizmalardan ve stratejilerden oluşur ve<br />
düşüş gösterebilir; buna karşılık depolanan bilgiden oluşan bellek<br />
içerikleri artış gösterebilir. Bellek sisteminin en sığ düzeyinde, çevresel<br />
bilgiyi (sesler, görüntüler, kokular, vb.) alan temel mekanizma
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olan duyusal bellek yer alır. Bu bilgi bir-iki saniye kalır, sonra zayıflar,<br />
eğer kullanılacaksa daha derin bir düzeyde işlem görmesi gerekir.<br />
Yaşlanmanın duyusal bellek üzerinde çok az etkisi olduğu ileri sürülmektedir.<br />
Bellekte iki temel sistem daha vardır. İşte, yaşlanmanın etkisi<br />
bu iki sistemde çok farklıdır. Kısa süreli bellek bilgiyi bilinçte tutan<br />
sınırlı kapasiteli sistemdir. Burada bilgi genellikle yaklaşık 15 saniye<br />
içinde yitirilir. Bilginin sürekli kodlama için örgütlendiği kısa süreli<br />
bellekte hız ve esneklik yaşla birlikte azalmaktadır. Uzun süreli bellek<br />
geçmiş deneyimlerin, dünyaya ilişkin bilgilerin depolandığı, bellek<br />
içeriklerini tutan, sınırsız kapasitesi olan bir sistemdir. Kodlanan bilgi<br />
uzun süreli belleğe aktarılır ve yeniden gereksinme duyuluncaya kadar<br />
orada tutulur. Geri çağırma sırasında bilgi yeniden kısa süreli belleğe<br />
aktarılır ve orada bilinçli olarak işlenir. Yaşın bilginin zihinde<br />
tutulmasına etkisi yoktur; bilgi uzun süreli bellekte bir kez depolandığında<br />
orada tutulması her yaşta aynıdır. Kişi bilgiyi geri getirmeye yeterli<br />
olmadığında bile bilgi depolanmış ama kullanılmıyor demektir. O halde,<br />
doğru durumda doğru ipucu verildiğinde bilginin geri getirilebileceği<br />
söylenebilir. Yaşlı yetişkinler kodlama ya da geri getirme stratejilerini<br />
kendiliğinden kullanmada genellikle başarısızdırlar. Bellek sisteminin<br />
nasıl işlediğini anlamak olarak tanımlanan üst-bellek konusunda<br />
yaşlı yetişkinlerin durumu araştırılmaktadır. Yaşlıların bellek<br />
sistemine ilişkin bilgileri gençlerinkinden farklı olmadığı halde, yaşlı<br />
yetişkinler bilgiyi gençlerden daha az özel ve ayırt edici bir biçimde<br />
kodlamaktadırlar, bu da bilgiyi geri getirmeyi güçleştirmektedir (Perlmutter<br />
ve Hall, 1992).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Daha önce de belirtildiği gibi, araştırmacılar yetişkinlikte bilişi<br />
etkileyen etkenlerin neler olduğu sorusunu sık sık ele almışlardır. Eğitim<br />
bu tür etkenlerin başında gelmektedir; diğer etkenler arasında kişilik,<br />
yaşam üslubu, kronik hastalıklar sayılabilir. Kişilik örüntüleri<br />
bilişin işleyişini özellikle yüksek derecede stresli durumlarda<br />
etkileyebilmektedir. Yetişkinler emekli oldukları ve toplumsal yaşamdan<br />
uzaklaştıkları zaman da bilişsel yeteneklerinde düşüş görülebilmektedir.<br />
Zeka düzeyindeki düşüşler yoksul olmakla, toplumdan uzaklaşmakla,<br />
çalışmayı kesmekle, dul kalmakla ya da boşanmakla ilişkili<br />
olabilmektedir. Etkin bir yaşam üslubuna sahip olan, toplumsal ve<br />
entellektüel etkinliklere tam olarak katılan yetişkinler zeka testlerinde en<br />
iyi sonuçları almaktadırlar. Düzenli beden egzersizlerinin de bilişsel<br />
başarı üzerinde etkili olduğu görülmektedir (tepki zamanı hızlanmakta,<br />
bellek daha iyi çalışmakta, akılyürütme daha kusursuz olmaktadır).<br />
Düzenli egzersiz kaygıyı ve gerilimi de azaltmaktadır. Egzersizin<br />
dolaşım sistemi ve kan basıncı üzerindeki olumlu etkisi zaten bilinmektedir;<br />
öte yandan, kalp-damar hastalığının belirtisi olan yüksek<br />
tansiyon bilişsel işlevlerdeki yaşa bağlı düşüşü kısmen açıklayabilmektedir<br />
(tansiyon ile akıcı zeka testi puanları arasında olumsuz korelasyon<br />
vardır). Kalp-damar hastalığı ile sorun çözme yeteneğindeki<br />
düşüş arasında da ilişki olduğu saptanmaktadır. Orta yaşlı ve yaşlı kişilere<br />
Piaget'in soyut akılyürütme testleri verildiğinde puanlar üzerinde<br />
yaşın değil sağlık durumunun etkili olduğu görülmektedir.<br />
:::::::::::::::::
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
3. Kişilik Özellikleri<br />
Kişiliğin ele alınışında her insanın tek ve biricik olduğu gerçeğini<br />
her zaman akılda tutmak gerekir. Bununla birlikte, bir kişilik tipolojisi<br />
yapmak da olanaklıdır. Nitekim, yaşlı kişileri inceleyen gerontologlar<br />
belirli kişilik tipleri saptamaktadırlar.<br />
Reichard, Livson ve Peterson 55-84 yaşları arasındaki 87 erkeği<br />
inceleyerek belli başlı kişilik tiplerini ortaya çıkarmışlardır. İyi uyum<br />
sağlamış olanlar "olgun", "salıncaklı sandalyeli" ve "zırhlı"<br />
kategorilerinde, daha az uyum sağlamış olanlar ise "kızgın" ve "kendinden<br />
nefret eden" kategorilerinde sınırlanmışlardır. "Olgun" tip yaşamdan zevk<br />
alır, kendini kabul eder, etkinliklerinde ve başkalarıyla ilişkilerinde<br />
doyum arar, geçmişte olanlara yazıklanmadan içinde bulunduğu durumda<br />
en iyisini yapmaya çalışır. "Salıncaklı sandalyeli" tip de yaşlılık<br />
yıllarında başarılıdır, ancak yaşama olgun gruptan daha edilgin<br />
bir biçimde yaklaşır, emekli olduğuna ve sorumluluktan kurtulduğuna<br />
sevinir. "Zırhlı" tip yaşlanmanın sonuçlarından korkar, bu konuyla<br />
yüzleşmekten kaçar, duygularını denetim altında tutar; mutlu göründüğü<br />
için yaşlanmada kısmen başarılı sayılır. "Kızgın" tip, kendi kendisiyle<br />
barışık olmayan, yaşlandığına kızan ve ölümden korkan tiptir.<br />
"Kendinden nefret eden" tip yaşlanmanın sonuçlarına bozulan, gündelik<br />
sorunlarda kendini kınayan, ölümü kendi sefilliğinden kurtuluş<br />
gibi gören tiptir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
<strong>Yaşlılık</strong>taki kişilik tiplerini açıklayan bir başka araştırmada<br />
yukardakilere benzer dört yaşlı tipi bulunmuştur. Neugarten'in bu<br />
araştırması kişiliği "yaşam doyumu" ve "etkinlik düzeyi" ile ilişkisi içinde<br />
ele almaktadır. Denekler 70-79 yaşlarında 59 erkek ve kadından oluşmaktadır.<br />
Tipler, "bütünleşmiş", "zırhlı-savunmacı", "edilgin-bağımlı"<br />
ve "bütünleşmemiş" kategorilerinde toplanmaktadır.<br />
Bütünleşmiş kişilikler, egoları yeterli, bilişsel yetenekleri tam,<br />
yaşam doyumları yüksek, iç yaşamları görece karmaşık kişilerdir. Bu<br />
kişiliklerde üç tip ayırt edilir: 1) "Yeniden örgütleyici"ler sürekli<br />
etkinlik içindedirler ve yaşamlarını eski etkinliklerin yerine yenilerini<br />
koyarak yeniden düzenlerler. 2) "Odaklanmış" kişiler, birincilerin aksine,<br />
enerjilerini bir ya da iki rolde yoğunlaştıran kişilerdir, 3) "Kopmuş"<br />
kişiler, düşük bir etkinlik düzeyi göstermeleriyle ilk iki kişilikten<br />
ayrılırlar ve kendi dünyalarına çekilmiş olarak yaşarlar.<br />
Zırhlı-savunmacı kişilikler çabacı başarı güdüleriyle ve genellikle<br />
sakınımlı duygularıyla belirlenir. Bu kişilikler iki tipe ayrılırlar: 1)<br />
"Sebatlı" model, orta yaş yaşam biçimini ve etkinliklerini olanak ölçüsünde<br />
koruyan ve sürdüren tiptir. Etkinlik düzeyi yüksek ya da orta,<br />
yaşam doyumu fazladır. 2) "Daralmış" tip, yaşlılık tehdidine karşı toplumsal<br />
ilişkilerini sınırlayarak kendini savunmaya çalışır. Orta bir etkinlik<br />
düzeyinin eşlik ettiği oldukça yüksek bir yaşam doyumuna sahiptir.<br />
Edilgin-bağımlı kişilikler: 1) "Başvurucu-arayıcı" kişiliğin yüksek
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
düzeyde bağımlılık gereksinmesi vardır, olduğunca uzun süre bağlanacak<br />
birini bulduğunda yaşamdan daha fazla hoşnut olur. 2) "Duygusuz"<br />
kişilik görece edilgin ve kayıtsız bir yetişkinlik yaşar, yaşam<br />
doyumu ortayla düşük arasındadır.<br />
Bütünleşmemiş kişilikler yüksek derecede çözülmüş, örgütlenmemiş<br />
bir yaşlılık örüntüsü gösterirler. Duygusal bozukluklar ve düşünce<br />
süreçlerinde genel bir gerileme içeren psikolojik sorunları vardır. Hem<br />
etkinlikleri hem de yaşam doyumları aşağı düzeydedir.<br />
Daha önce de sözü edildiği gibi, Neugarten'e göre, insanlar yaşlandıkça<br />
içşel düşünce ve duygulara dış etkenlerden daha fazla bağımlı<br />
olmaya yönelmektedirler. Neugarten bu değişimi etkinlikten<br />
edilginliğe geçiş olarak görmektedir. Dünyayı edilgin bir açıdan görmeye<br />
başlayan yetişkinler dış dünyadan iç dünyaya geçmeye başlamaktadırlar.<br />
Yetişkinlerin kendi iç dünyalarıyla uğraşmaları gitgide<br />
artmakta, diğer insanlarla duygusal bağları da azalmaktadır. Bütün<br />
bunlara karşın, eskiden kendilerini nasıl görüyorlarsa öyle görmeyi<br />
sürdürmektedirler. Dolayısıyla, ileri yetişkinlikte benlik-kavramında<br />
dramatik değişimlerden çok kararlılığın olduğu söylenebilir. Atchley'e<br />
göre benlik-kavramındaki bu kararlılığın iki nedeni vardır: 1) Yaşlılar<br />
başkalarından gelen tepkilere daha az, kendi iç ölçülerine daha fazla<br />
bağımlıdırlar. 2) Yaşlılar değişime karşın kendilerini önceki rolleriyle<br />
düşünmeyi sürdürürler (örneğin emeklilikten çok sonra da kendilerini<br />
öğretmen, avukat, mühendis olarak düşünmektedirler). Benlik kavramının<br />
kararlılığını koruma yeteneği, Liberman'a göre, ileri yetişkinlikteki
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
rol değişimlerine olumlu uyum sağlamakla ilişkilidir (Schiamberg<br />
ve Smith, 1982).<br />
<strong>Yaşlılık</strong>taki kişilik konusuna gelişim görevleri açısından da bakılabilir.<br />
Erikson'a göre umutsuzluğun karşıtı olan "ego bütünlüğü" ileri<br />
yetişkinliğin olumlu niteliğidir. Başka yazarlar yaşlılığın gelişim görevi<br />
olarak, başarılı alışkanlıkların sürdürülmesini, geçmişle bütünleşmeyi,<br />
olgunluktan bilgeliğe geçişi, yaşlılıktaki olgunluk değişikliğini<br />
kabul etmeyi, yaşamın sona ermesini onaylamayı, değişmiş idealler<br />
edinmeyi vb. göstermektedirler. Önerilen görev ne olursa olsun,<br />
yaşlılık yıllarının getirdiği değişimler genellikle ölüme hazırlanma<br />
göreviyle ilgilidir. Öte yandan, yaşlılar, artan edilginliklerini ve<br />
bağımlılıklarını, artık katılmacı olmaktan çok izleyici olmalarını, azalan<br />
güçlerinin sınırlarını kabul etmek göreviyle de karşı karşıyadırlar.<br />
Dürtülerinin gücündeki değişimleri kabul etmek de bir başka gelişim<br />
görevidir. Yaşlı kişiler merkezi sinir sistemindeki bazı gerilemeleri, yeni<br />
bilgiler edinmedeki güçlükleri kabul etmek zorundadırlar.<br />
Bazen yaşlıların bu dönemin gelişim görevlerine karşı çıktıkları<br />
da görülür. Azalan fiziksel ve zihinsel yeteneklerine karşın istemlerini<br />
değiştirmeyi reddedebilir, sınırlılıklarının artışını yadsıyabilir ve bunun<br />
için de savunma mekanizmalarına başvurabilirler. Bunun tersi bir<br />
tutumla, yaşlılığa bağlı fiziksel ve zihinsel düşüşe abartmalı bir biçimde<br />
zamanından önce teslim olma ve kendini kaptırma eğilimi de söz konusu<br />
olabilir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşlıların kişiliği konusunda merak edilen en önemli konulardan<br />
biri de, onların yaşla birlikte daha tutucu ve huysuz olup olmadıklarıdır.<br />
Bazı araştırmalar yaşlıların yaşlandıkça özsaygılarında ve<br />
yaşam doyumlarında önemli bir değişim olmadığını göstermektedir;<br />
yaşlıların özsaygısı gençlerinki kadar yüksek bulunmaktadır. Kimi<br />
gelişim psikologları, yaşın çok küçük bir etkisi olduğunu, çünkü<br />
yaşlıların kendilerini "yaşlı" hissetmediklerini düşünmektedirler.<br />
Araştırmalar, yaşlıların çoğunun kendilerini gerçek yaşlarından daha<br />
genç gördüğünü, yaklaşık üçte ikisinin kendini "orta yaşlı" ya da<br />
"genç" olarak tanımladığını ortaya koymaktadır (bk. Tablo. 23). Buna<br />
göre, orta sınıf Amerikalıların kendi öznel duygularını, görünümlerini,<br />
eylemlerini ve ilgilerini kendilerinden daha genç insanlarınkiyle bir<br />
tuttukları anlaşılmaktadır. Yaşlılar kendilerini yaşlı görmeyi reddettikçe<br />
yaşlılığa bağlanan olumsuz konumu da kabul etmek zorunda kalmamaktadırlar.<br />
Özellikle hala yaşayan bir anababası olan yaşlı kişiler<br />
kendilerini "en yaşlı" kuşaktan saymaktan kurtulmaktadırlar. Ancak,<br />
bu görüşler üzerinde kültürün, toplumsal konumun, etnik grubun etkisi<br />
olabilmektedir. Amerika Birleşik Devletleri'nde yaşlıların çoğu çocuklarına<br />
bağımlı duruma gelmekten korkmakta, böyle olanların yaşam<br />
doyumu da düşme eğilimi göstermektedir. Buna karşılık, çocuklara<br />
bağımlılığın başarılı bir yaşlılığın en iyi yolu olarak görüldüğü<br />
Hindistan'da bu durum daha az önemlidir. Bununla birlikte, iki kültürde<br />
genç yetişkinlerin yaşlıları nasıl gördükleri karşılaştırılınca<br />
Amerikalıların Hintlilerden daha olumlu bir yaşlı kişi görüşüne sahip<br />
oldukları ortaya çıkmaktadır. Amerikalı genç yetişkinler yaşlıları
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Hintli genç yetişkinlerden daha fazla seviyorlar ve onları daha az<br />
eleştirici ve zorlayıcı buluyorlar (Hoffman ve ark., 1994).<br />
Tablo 23<br />
Yaşlı Amerikalılar Kendilerini Nasıl Görüyorlar<br />
Gerçek Yaşlar; Öznel Yaş (yanıtlayanların yüzdesi)<br />
60-69;<br />
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 77<br />
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 73<br />
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 89<br />
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgileridir % 82<br />
70-79;<br />
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 72<br />
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 83
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 86<br />
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgileridir % 78<br />
80-89;<br />
Kendimi olduğumdan en az 10 yıl genç hissediyorum % 86<br />
Olduğumdan en az 10 yıl genç gösteriyorum % 100<br />
Olduğumdan en az 10 yıl gençmişim gibi davranıyorum % 100<br />
İlgilerim benden en az 10 yıl genç olan kişilerin ilgilerdir % 100<br />
Kaynak: R. Goldsmith ve Helens, 1992. Aktaran Hoffman ve ark.,<br />
1994.<br />
:::::::::::::::::<br />
İİİ. YAŞLILIKTA TOPLUMSAL <strong>GELİŞİM</strong><br />
İnsanlar yaşlandıkça yaşamın anlamı, özellikleri ve biçimleri de<br />
değişmektedir. Yaşlanmanın içerdiği fiziksel, psikolojik ve toplumsal<br />
değişimler, bir yandan da onlarla başaçıkabilmek için birtakım stratejilerin<br />
geliştirilmesini, uygulanmasını, değiştirilmesini gerektirmektedir.<br />
Yaşlı kişilerin bireysel yaşamı için önemli olan değişimler aynı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
zamanda onların aile ve toplum yaşamını da etkilemektedir. Aile ve<br />
çevre ilişkileri ileri yaşlarda yaşanan fiziksel, psikolojik ve toplumsal<br />
değişimlerden bağışık değildir.<br />
:::::::::::::::::<br />
1) Aile Yaşamı<br />
Bu son dönem kocanın emekli olmasıyla başlar, karısı da çalışıyorsa<br />
o da aşağı yukarı aynı zamanlarda emekli olacaktır. Böylece<br />
ailede en önemli değişim gelirdeki belirgin düşüştür. Gelir yitimi ailenin<br />
yaşam düzeyinde de düşüşe neden olur. Bu ekonomik güçlük çiftin<br />
sağlığı bozuldukça daha da belirginleşir. Bu durumda geniş aile<br />
örüntüleri tersine işlemeye başlar, yani daha önce büyüklerin yardım<br />
ettiği gençler şimdi büyüklerine yardım etmeye başlarlar.<br />
Daha önce de belirtildiği gibi, sanayileşmeye ve kentleşmeye<br />
bağlı olarak ortaya çıktığı kabul edilen çekirdek aile büyük aile<br />
örüntülerini tümüyle ortadan kaldırmış değildir. Litwak ile Sussman ve<br />
Burchinal'ın çalışmaları modern toplumda değişime uğramış geniş ailenin<br />
varlığını ortaya koymaktadır. Ayrıca araştırmalar, ayrı yerlerde<br />
yaşamalarına karşın yaşlılarla akrabalarının ilişkisinin sürdüğünü, hatta,<br />
yaşlıların akraba yanına sığınmayı uzakta kalmaya yeğlediklerini<br />
göstermektedir. Yaşlılarla ilgilenen kurumların ortaya çıkması ailenin<br />
rolünü ortadan kaldırmamış, sadece değiştirmiştir. Cottrell, ailenin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
eğitim, eğlence, ekonomik durum, koruma gibi etkinliklerdeki dolaysız e<br />
tkisi azalsa bile sevgi rolünün derinleştiğini saptamaktadır.<br />
a. Demografik özellikler<br />
Ailedeki değişimler genelde nüfus yığılmalarını yansıtır niteliktedir.<br />
Nüfustaki yaş dağılımı ileri yaşlara kayınca ailenin üyelik profili<br />
de aynı özelliği gösterir olmuştur. Demografik süreçlerdeki değişimin<br />
aile yapısında yarattığı değişikliklerin sürmesi beklenmektedir. Gelişmiş<br />
ülkelerde en önemli değişim ailenin yaş kompozisyonunda ortaya<br />
çıkmıştır. Çocuklar artık ailenin küçük bir bölümünü oluşturmakta,<br />
yaşlıların oranı artmakta, genç insanlara bağımlı yaşlıların sayısı<br />
çoğalmaktadır. Büyük anababalığın orta yaşlara kaymış olması, torunların<br />
kendi çocuklarını büyük anababaların yaşam süresi içinde büyütmelerine<br />
olanak sağlamaktadır. Shanas'ın belirttiği gibi, 65 ve daha<br />
üstü yaşlara ulaşmış insanların yarısı 4 kuşaklı bir aileye sahip<br />
olabilmektedir. Evlenme ve çocuk sahibi olma yaşlarının düşmesi de kuşaklar<br />
arasındaki mesafeyi azaltmaktadır. Bu değişimler ailenin ortalama<br />
yaşını da yükseltmekte, aileyi daha yaşlı kılmaktadır. Kadınların<br />
yaşam süresindeki değişimler, anneyi yitirmenin orta yaştan emeklilik<br />
öncesine doğru kaydığını ve kadının ortak yaşama süresinin erkeğinkinden<br />
uzun olduğunu ortaya koymaktadır. Doğum oranının azalması<br />
nedeniyle yaşlılara düşen genç sayısında da önemli bir azalma olmaktadır.<br />
Ölüm oranlarındaki düşüş ve kadınların kendilerinden büyük erkeklerle<br />
evlenmeleri, kadınların dulluk deneyimlerini kaçınılmaz kılmaktadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ABD'nde yaşayan 65 ve daha üstü yaşlardaki kadınların sadece<br />
% 41'inin yaşayan eşi vardır, erkeklerin ise sadece % 14'ünün<br />
eşleri ölmüş durumdadır (ABD, Nüfus Bürosu, 1981). Çok genel olmamakla<br />
birlikte, yaşlı erkeklerin kadınlara oranla yeniden evlenme<br />
olasılıkları 5 kat daha fazladır. 65 yaşın üstündeki erkeklere oranla<br />
bekar kadın sayısı üç kat daha fazladır. Bu sayısal avantaj erkeklerin<br />
daha genç kadınlarla evlenmeleri gibi toplumsal bir normla da<br />
desteklenmektedir. Bütün bunlara karşın kadınların eşleriyle geçirdikleri<br />
süre artmıştır. Ortalama evlenme yaşında (kadınlar için 22, erkekler için<br />
25) evlenenler arasında kadınların % 64'ü kocasının ölümünden önce<br />
40 yıllık bir evlilik dönemi yaşamaktadır. Bu durumda, ilk çocuksuz<br />
yıllar da dikkate alındığında, evliliğin yaklaşık üçte biri "boş yuva"da<br />
geçmektedir.<br />
b. Psikososyal özellikler<br />
İnsanlar yaşlandıkça akraba oldukları insan sayısı da artmaktadır,<br />
aileye yeni üyeler ve yeni kuşaklar eklenmektedir. Ancak, üyelerdeki<br />
artış belli bir davranış örüntüsünün oluşması demek değildir. Doğum<br />
oranındaki düşüş her çocuğa verilen ilgiyi arttırmış, kardeş kavgasını<br />
azaltmıştır. Geçmişte bebek ölümleri yüksekken anababalar, çocuklarına<br />
duygusal olarak fazlaca bağlanmamaya çalışıyorlardı, aynı neden<br />
şimdi de yaşlıların yeniden evlenmelerini engelliyor olabilir. Ölüm<br />
oranındaki düşüş şimdi insanların daha köklü kuşaklararası ilişkiler<br />
kurmalarına, gelişimsel bunalımlara dayanaklı güçlü bağlar oluşturmalarına
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yol açmaktadır. Çoğunluk yaşlı olduğu için olgunluk farkından<br />
doğan kuşaklararası çatışma hemen hemen ortadan kalkmaktadır.<br />
Yaşlı akrabalar yaşlılıktaki toplumsallaşma yöntemleri açısından<br />
gençlere de yararlı olmaktadırlar.<br />
Yaşam süresinin uzunluğu ve yaş farklarının azlığı nedeniyle birçok<br />
anababa çocuklarıyla birlikte yaşlanmaktadır. Emekli olan ve kendi<br />
çocuklarını evlendiren çocuklar şimdi de anababalarına bakmak<br />
durumundadırlar. Bu durumda Brody "orta kuşak sıkışması"ndan söz etmektedir.<br />
Yetişkinler hem çocuklarının hem de anababalarının istemlerini<br />
yerine getirmekte güçlük çekmektedirler. Çocukların boşalttığı<br />
yuva yaşlanan anababa ve akrabalar tarafından doldurulmaktadır. Yaşlıların<br />
ölümü de birçok insanın yuvanın boşalmasını yeniden yaşamasına<br />
neden olmaktadır. Kadınların dışarda çalışması da yaşlı anababaya<br />
bakmayı sorun haline getirmektedir (özellikle bu bakımın kadının<br />
işi olduğunu düşünen çevrelerde). Geleneksel olarak yaşlıların bakımını<br />
orta yaşlılar üstlendiğinden, bunların gitgide daha fazla dışarda<br />
çalışmalarıyla sorun daha da zorlaşmaktadır.<br />
20'inci yüzyılda gelişmiş ülkelerde yaşam düzenlemeleri çarpıcı<br />
biçimde değişime uğramıştır. Amerika Birleşik Devletleri'nde 1900<br />
yıllarında 65 yaşındaki nüfusun % 60'ı çocuklarının yanında barınırken,<br />
bu oran 1980'lerde % 15'e inmiştir. Bu değişimler özellikle yüzyılın<br />
ikinci yarısında hızlanmıştır. Yaşlı insanlar bağımsızlıklarını korumak<br />
istemektedirler. Yetişkin çocuklarıyla yaşayanlar kendilerine<br />
bakamayacak kadar hasta ya da yoksul olanlardır. Genel kanının aksine,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
geçmişte geniş ailede yaşamanın da % 10'dan fazla olmadığı ortaya<br />
çıkmıştır (en azından yaşamın kısa sürmesi nedeniyle). Çocuklarından<br />
ayrı yaşayan yaşlıların kendilerini mutlaka ihmal edilmiş hissetmedikleri<br />
de saptanmaktadır; üstelik çocuklarıyla yaşayanlardan<br />
daha fazla mutlu oldukları da söylenebilir.<br />
Yalnız yaşama eğilimine karşın yaşlıların çoğu ilişki kurabilecekleri<br />
akrabalarına yakın yaşamayı yeğlemektedir. Çocuklarla ilişki işçi<br />
sınıfında orta sınıftan daha sık, diğer akrabalarla ilişki orta sınıfta işçi<br />
sınıfından daha sık görülmektedir. İlişkilerde cinsiyet de önemli bir<br />
etken: Kadınlar kızlarıyla ilişkilerini erkeklerden daha çok sürdürüyorlar,<br />
anne akrabaları baba akrabalarından daha yakın sayılıyor. Erkekler<br />
anababalarına ekonomik, kızlar ise toplumsal ve duygusal destek<br />
sağlıyorlar. Cinsiyete bağlı özellikler çalışan sınıfta orta sınıfa<br />
oranla daha belirgindir. Hiç evlenmemişlerin akraba ilişkileri daha<br />
zayıf; ayrılmışlar kendi ailelerinden daha fazla yardım görüyorlar; yeniden<br />
evlenme akrabalıkları genişletiyor... Araştırmalar, nesnel akraba<br />
ilişkilerinin çok anlamlı olmadığını, ilişkinin öznel olmasının istendiğini,<br />
duygusal olarak güvenebilecekleri bir dosta sahip olan yaşlıların<br />
sağlıklarının ve yaşam doyumlarının daha üst düzeyde olduğunu<br />
göstermektedir.<br />
Çocuklar, diğer destekleme görevleri yanında, torunlarla büyük<br />
anababalar arasında köprü olma görevini de yerine getirmektedirler.<br />
Hill ve arkadaşları orta kuşağı "kuşaklararası bağın köprüsü" olarak
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
nitelemektedir. Son araştırmalara göre dört büyük anababadan üçü torunlarını<br />
ayda en az iki kez görmektedir. Robertson, Neugarten'in<br />
daha önce sözü edilen sınıflamasından farklı bir büyükanababa tipolojisi<br />
geliştirmiştir. Robertson, özellikle büyükanababa rolünün toplumsal<br />
ve kültürel boyutlarını birbirinden ayırarak dört büyükanababa tipi<br />
saptamaktadır: 1) "Paylaşılmış" büyükannenin büyükannelik rolü konusunda<br />
yüksek kişisel ve toplumsal beklentileri vardır. Torunlarıyla<br />
çok ilgilidir, onlar için en iyi olanı yapmaya çalışır. 2) "Uzak" büyükanne<br />
tipi karşı uçta yer alır, büyükannelik konusunda düşük kişisel ve<br />
toplumsal beklentileri vardır. Bu iki tip arasında, büyükanababalığın<br />
normatif ve moral yünlerini vurgulayan "simgesel" büyük anababa ile,<br />
bu rolün kişisel yönünü vurgulayan "bireyselleşmiş" büyük anababa<br />
yer alır. Robertson deneklerinin üçte birinin büyükanababalığı anababalığın<br />
yeğlediklerini bulmuştur. Kahana ve Kahana ise, çocukların<br />
büyüdükçe kendilerine aşırı düşkün büyük anababaları daha az yeğlediklerini<br />
saptamıştır. Torunların büyükanababalarını nasıl algıladıkları<br />
konusunu Robertson da incelemiş, 18-26 yaşlarındaki işçi sınıfı<br />
deneklerinin büyük anababalar için olumlu görüşler belirttiklerini, her<br />
üç kişiden ikisinin gerektiğinde büyük-anababaya bakma sorumluluğuna<br />
inandığını görmüştür (Aizenberg ve Treas, 1985).<br />
:::::::::::::::::<br />
2. Toplumsal Çevre<br />
Aile yaşamı en fazla araştırılan konulardan biri olmakla birlikte,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaşlıların yaşamında arkadaşlık ilişkileri de çok önemlidir. Ancak,<br />
bazı araştırmalar uzun süreli arkadaşlıkların korunduğunu gösterirken,<br />
bazıları da yaşla birlikte ilişkilerin zayıfladığını ortaya koymaktadır.<br />
Birçok araştırmacı kadınların erkeklerden daha anlamlı ve derin arkadaşlıklar<br />
kurabildiklerini belirtmektedir. Yaşlı erkekler eşlerine her<br />
yönden daha bağımlılar ve eş yitimine daha zor uyum sağlıyorlar, kadınlar<br />
ise ailede kopukluk olunca arkadaşlarına daha kolay dönebiliyorlar.<br />
Erkeklerin daha geniş bir arkadaş çevresi oluyor. Orta sınıf arkadaşlarını<br />
korur ve çoğaltırken, işçi sınıfı komşuları yeğliyor. Ayrıca,<br />
yaşam doyumu da arkadaşlıkla ilişkili bulunmaktadır. Blau, yaşlılıkta<br />
yeni bunalım ve rol değişimleriyle başaçıkmada arkadaşlığın önemini<br />
vurgulamaktadır. Bununla birlikte, arkadaşlık aile ilişkilerinin yerini<br />
dolduramamaktadır. Doğrudan bakım olmasa bile, kurumlardaki yaşlılarla<br />
daha çok aileleri ilgilenmektedir. Kuruma gitmek çocuklarla ilişkiyi<br />
bozmamakta, hatta bazen güçlendirmektedir.<br />
Yaşlılarla ilgili toplumsal politikaların, hizmetlerin, programların<br />
geliştirilmesine katkıda bulunan politikacılar, sosyal çalışmacılar,<br />
iktisatçılar ve gerontologlar yaşlıların bellibaşlı toplumsal sorunlarını<br />
beş kategoride toplamaktadırlar: "gelir", "sağlık", "bakımevi", "ulaşım" ve<br />
"beslenme". Bunlar kadar somut olmamakla birlikte aynı derecede<br />
önemli olan diğer sorunlar, eğitim, iş, emeklilik sonrası roller, tinsel<br />
gereksinmeler, güvenlik vb. gibi sorunlardır. Bütün bu sorunların çözümü<br />
yaşlı kişileri toplum içinde tutma amacını destekleyecektir.<br />
İnsanın toplumsal bir yaratık olduğu ve insanlığını dile getirecek toplumsal
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
araçlara gereksinmesi olduğu herkesçe bilinmektedir. Yaşlanan<br />
bir kişinin yaşlılığa uyum sağlaması ile topluma uyum sağlaması arasında<br />
yakın bir bağ olduğu da söylenebilir. Uyum kuramları işte bu sorunu<br />
açıklamaya çalışmaktadır.<br />
a) İlişki kesme kuramı (disengagement theory). Elaine Cumming<br />
ve William E. Henry'nin geliştirdiği bu kuramda, yaşlılık, fiziksel,<br />
psikolojik ve toplumsal açıdan toplumsal dünyadan derece derece<br />
geri çekilme süreci olarak görülmektedir. Fiziksel düzeyde, insanlar<br />
etkinliklerini yavaşlatır ve enerjilerini elde tutarlar. Psikolojik düzeyde,<br />
geniş dünyayla olan ilişkilerini öncelikle kendilerini ilgilendiren<br />
yaşam alanlarında odaklaştırmaya yönelirler. Dışardaki dünyaya yönelttikleri<br />
dikkatlerini kendi duygu ve düşüncelerinin iç dünyasına<br />
çevirirler. Toplumsal düzeyde, karşılıklı bir geri çekilme söz konusudur,<br />
böylece toplumun diğer üyeleriyle yaşlı kişi arasındaki etkileşim<br />
de azalır. Birey toplumdan geri çekilir, toplum da bireyden elini çeker.<br />
Cumming ve Henry'e göre ilişki kesme, toplumu ve bireyi tedavi edilemez<br />
hastalığın ve ölümün sonul ilişki kesmesine önceden hazırlayan<br />
ilerleyici ve karşılıklı doyum verici bir süreçtir. Yaşlılar için ilişki<br />
kesme, istenen ve oynanan rollerin, kurulan ilişkilerin azaltılmasıyla<br />
gerçekleştirilen bir süreçtir. Bunun sonucu olarak, yaşlılar ölümle rahatça<br />
karşı karşıya gelebilirler. Toplum da kendi yönünden ilişki kesmeyi<br />
destekler, çünkü böylece yaşlıların geliştirdiği birtakım işlevleri gençlere<br />
aktarabilir.<br />
İlişki kesme kuramı hem çok saldırıya uğramış, hem de geniş
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ölçüde savunulmuştur. Her iki yönde yapılan kesitsel araştırmalar ise<br />
kuşak farklılıklarını yaş farklılıklarıyla karıştırmak açısından<br />
eleştirilmiştir. Öte yandan, en azından 75 yaşın altındakiler için yaşlılık,<br />
çeşitli örgütlere gönüllü olarak katılma düzeyinde kararlılık ve süreklilik<br />
gösteriyor görünmektedir. Ancak çok yaşlı kişilerin birçok üyeliklerini<br />
azalttıkları ve gruplarda etkin katılımdan çekildikleri söylenebilir.<br />
Sonuç olarak, ilişki kesme kuramının, yaşlı kişilerin daha önceki<br />
yaşamlarının anlamlı yönlerinden ayrılmalarını ve yalıtılmalarını<br />
abarttığı ileri sürülebilir.<br />
b) Etkinlik kuramı (activity theory). Etkinlik kuramı, ilişki<br />
kesme kuramına alternatif olarak, sosyolog Robert J. Havighurst, Bernice<br />
L. Neugarten ve Sheldon S. Tobin tarafından geliştirilmiştir. Bu<br />
kurama göre, kaçnılmaz biyolojik ve sağlıksal değişmeler dışında,<br />
yaşlı kişiler temelde aynı olan psikolojik ve toplumsal gereksinmeleriyle<br />
orta yaşlı kişilerle aynıdırlar. Bu açıdan bakıldığında, yaşlılığı<br />
belirleyen toplumsal etkileşim azlığı toplumun yaşlı kişiden elini<br />
çekmesinden kaynaklanır. Yaşlı kişi orta yaş etkinliklerini olabildiğince<br />
uzun süre korumak ister ve terketmeye zorlandığı etkinliklerin yerine<br />
yenilerini koyar.<br />
Etkinlik kuramcıları, ilişki kurmanın 60 ya da 55 yaşından sonra<br />
bazen azalmakta olduğu görüşüne katılırlar. Yaşlı kişilerin etkinlik<br />
düzeyinin, doyum ve mutluluğunun azalmakta olduğunu da kabul<br />
ederler. Ancak bu azalmanın istenen birşey olduğu görüşünü reddederler.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Sağlıklı yaşlıların çoğu etkinlik düzeyini oldukça basit tutmaktadır.<br />
İlişki kesme ya da kurma oranı daha çok geçmişteki yaşam<br />
biçimlerine, sosyoekonomik statülere ve sağlık koşullarına bağlıdır.<br />
Ancak bütün bunlar yaşlıların mutlaka daha olumlu bir yaşam düzenlemesi<br />
yaptıkları anlamına gelmez. Ayrıca, kimi yaşlı kişiler mutluluğu<br />
kalabalıkta bulurlar, kimileri yalnızlıkta ararlar. Yaşam deneyimini<br />
kalitesinin en anlamlı ölçüsü, moral, yaşam doyumu ve düzenlemedir.<br />
c) Rol bırakma kuramı (role exit theory). Bu kuram sosyolog<br />
Z. S. Blau tarafından önerilmiştir. Blau'ya göre; emeklilik ve dulluk<br />
yaşlı kişinin toplumun temel kuramsal yapılarına (iş ve aile) katılımını<br />
sona erdirir. Buna bağlı alarak yaşlıları toplumsal bakımdan yararlı<br />
kılan olanaklar da azalmaktadır. Blau, meslek ve evlilik statüsü yitimini<br />
özellikle yıkıcı nitelikte görmektedir. Çünkü bunlar yetişkin kimliği<br />
için demir atma noktaları olan temel rollerdir. Sosyolog Irving Rosow,<br />
benzer bir yaklaşımla, Birleşik Devletler'de insanların yaşlılığa etkili<br />
bir biçimde toplumsallaştırılmadıklarını savunmaktadır. <strong>Yaşlılık</strong>ta<br />
beklenen davranışları tanımlayan toplumsal normlar zayıf, belirsiz ve<br />
sınırlıdır. Ayrıca, yaşlılar temelde "rolsüz rol" olan rollerine toplumsal<br />
bakımdan değersizleşen statülerine uyum sağlama konusunda pek az<br />
güdülüdürler.<br />
Rol bırakma kuramı, yaşlı kişilerin çoğunun toplumsal yitimler<br />
hissettiği konusunu abarttığı ileri sürülerek eleştirilmiştir. Yaşam<br />
doyumuyla ilgili boylamsal araştırmalar yaşlıların çoğunun çok az toplumsal<br />
yitim hissettiklerini ya da hiç hissetmediklerini göstermektedir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşlıların çoğu, işlerini ve ana-babalık rollerini yitirmelerinin<br />
karşılığının, özgürlüğün ve eskiden beri istedikleri şeyleri yapma olanağının<br />
artması olduğunu belirtmektedir.<br />
d) Toplumsal değiştokuş kuramı (social exchange theory).<br />
James J. Dowd gibi sosyologlar toplumsal değiştokuş kuramını yaşlılık<br />
sürecine uyguladılar. Bu kurama göre, insanlar toplumsal ilişkilere<br />
girerler, çünkü bundan birtakım ödüller çıkarırlar (ekonomik<br />
destek, tanınma, güvenlik, sevgi, vb.). Ödül elde etme sürecinde birtakım<br />
bedeller de öderler (olumsuz yaşantılar, yorgunluk, çabalama,<br />
vb.) ya da olumlu yaşantılardan ödüllendirici etkinlik uğruna vazgeçmek<br />
zorunda kalırlar. Yaşlılığa uygulandığında bu kurama göre, yaşlılar<br />
pazarlık etme güçlerindeki düşüş nedeniyle yaralanabilir oluşlarının<br />
arttığı bir konumda bulunmaktadırlar. Endüstrileşmiş toplumlarda<br />
yaşlıların daha önce sahip oldukları beceriler teknolojik gelişmeler<br />
içinde gitgide modası geçmiş kalmaktadır. Ayrıca, yaşlı bir işçi işte ne<br />
kadar uzun kalırsa genç işçilerin meslekte yükselmelerini o kadar<br />
engellemektedir. Yaşlı işçiler iş gücündeki yerlerini toplumsal güvenlik<br />
ve tıbbi hizmetle değiştokuş etmektedirler.<br />
Toplumsal değiştokuş kuramcıları kendi görüşlerini, modernleşme<br />
ile yaşlılık statüsü arasında bulunan karşıt ilişkiye dayandırmaktadırlar.<br />
Yaşlıların endüstrileşmemiş ve geleneksel toplumlardaki<br />
konumu yüksektir, çünkü yaşlılar bilgi birikimini ve denetimini<br />
sağlamaktadırlar. Endüstrileşme ise geleneksel bilgi ve denetimin önemini
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
azaltmaktadır doğal olarak. Ancak, modern endüstri toplumlarında<br />
yaşlıların yüksek statülerde bulunduklarını gösteren istisnalar<br />
da vardır (Rusya, Japonya gibi). Toplumsal değiştokuş kuramı yaşlıların<br />
bir toplumdaki konumunu etkileyen değiştokuş ögelerine dikkati<br />
çekse bile, tam bir açıklama getirmekten çok uzaktır (Vander Zanden, 1981).<br />
e) Süreklilik kuramı (continuity theory). İlişki kesme ve etkinlik<br />
kuramlarının sınırlılıkları, yaşlılığın karmaşık süreçlerine daha geniş<br />
bir açıdan bakmayı gerektirmiştir. R. C. Atchley tarafından geliştirilen<br />
süreklilik kuramı, yaşlılıkta bazı rollerle ilişkinin kesilmesi,<br />
bazı rollerdeki başarının sürdürülmesi bileşimine dayanmaktadır.<br />
Atchley'e göre, bireyler yetişkin olma sürecinde birtakım alışkanlıklar,<br />
bağlantılar, tercihler geliştirirler ve bunlar giderek kişiliğin bir parçası<br />
haline gelir. Birey yaşlandıkça söz konusu bu özelliklerin sürekliliğini<br />
korumaya yönelir. Süreklilik kuramı yaşlılığın karmaşıklığını vurgulayan<br />
bir kuramdır.<br />
:::::::::::::::::<br />
İV. YAŞLILIKTA RUH SAĞLIĞI<br />
Daha önce de söz edildiği gibi, yaşlılık dönemiyle ilgili birtakım<br />
kalıpyargılar vardır. Butler'e göre bunlardan birincisi doğrudan doğruya<br />
yaşlılığın kendisi ile ilgilidir: Kronolojik yaşlanma, bir insanın<br />
yaşını yaşadığı yılların sayısıyla ölçme. Oysa fizyolojik, kronolojik,<br />
psikolojik ve toplumsal yaşlanma derecelerinde bireyden bireye değişen
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
büyük farklılıklar olduğu bilinmektedir. İkinci kalıpyargı üretim<br />
dışı olmakla ilgilidir. Oysa hastalık ve toplumsal sorunlar olmadığında<br />
yaşlı kişilerin de üretken olma ve yaşama etkin olarak katılma eğiliminde<br />
oldukları görülmektedir. Önceki kalıpyargıya bağlı bir üçüncüsü,<br />
ilişkisizlik, yani yaşlı kişilerin yaşamdan kopmayı, yalnız ya da<br />
kendi yaşıtları arasında yaşamayı yeğledikleri biçimindedir. Ancak,<br />
toplumdan kopmanın yaşlılığın doğal bir yanı olduğu görüşünü destekleyen<br />
yeterli sayıda bulgu yoktur. Dördüncü kalıpyargı esnek olmama<br />
savıyla ilgilidir. Bir insanın değişme ve uyum sağlama yeteneği<br />
yaşından çok, yaşamboyu taşıdığı kişiliğiyle ilgilidir. Beşinci sorun<br />
bunaklık (kocama= senility) kavramıyla ilgilidir; bu kavram yaşlıların<br />
kaçınılmaz olarak bunayacağını ifade eder. Yaşlı kişiler de tıpkı genç<br />
kişiler gibi anksiyete, keder, depresyon ve paranoid durumlar yaşayabilirler.<br />
Benjamin Rush bunamanın yaşlanma sürecinden ayrı, farklı<br />
bir hastalık olduğunu göstermiştir. Kötü beslenme, uyuşturucu kullanımı,<br />
alkolizm, fiziksel bir hastalığın tanılanmaması gibi sorunlar<br />
bunama nedeni olabilir. Altıncı kalıpyargı huzur (serenity) kavramıyla<br />
dile gelir. Buna göre yaşlılık göreli bir barış ve huzur çağıdır. Gerçekte<br />
ise yaşlı kişiler başka herhangi bir yaş grubundakilerden daha<br />
fazla stres yaşarlar, üstelik bu stresler çoğu zaman yıkıcıdır. Yaşlının<br />
bu bunalımlara direnme gücü dikkat çekicidir; böyle durumlarda sakinlik,<br />
beklenmeyen ve uygun olmayan bir tepki olacaktır. Depresyon,<br />
anksiyete, psikosomatik hastalıklar, paranoid durumlar dış streslere<br />
karşı içsel tepkilerdir. Keder yaşlıya sık sık eşlik eden bir duygudur.<br />
Apati ve boşluk, yakınların yitirilmesini izleyen ilk şokun ortak bir
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kalıntısıdır. Fiziksel hastalık ve toplumsal yalıtılma yasın ardından<br />
gelebilir. Anksiyete birçok biçimde kendini gösterebilir: Düşünmede ve<br />
davranışta katılık, çaresizlik, huzursuzluk, kuşkuculuk ve bazen paranoya.<br />
Butler, yaşlılıkla ilgili bütün kalıpyargıların ve söylencelerin kısmen<br />
bilgisizlikle, kısmen de yaşlılarla gündelik ya da profesyonel ilişkinin<br />
yetersiz olmasıyla açıklanabileceğini düşünmektedir. Butler'e<br />
göre hepimizin içinde bulunan bir başka güçlü etken de "yaş ayırımı"<br />
diye adlandırılabilecek etkendir. Irk ayırımcılığı (racism) ve cinsiyet<br />
ayırımcılığı (sexism) nasıl insanları derilerinin rengine yada cinsiyetine<br />
göre ayırıyorsa, yaş ayırımcılığı da (ageism) insanları sırf yaşlı oldukları<br />
için sistemli bir ayırıma tabi tutma ve kalıplara sokma sürecidir.<br />
Yaşlı insanlar bunak, düşüncede ve davranışta katı, ahlak ve denetim<br />
açısından eski moda gibi kategorilere konulmaktadırlar. Yaş<br />
ayırımcılığı genç kuşaklara yaşlı insanları kendilerinden farklı görme<br />
yolunu açar. Böylece üstü kapalı biçimde yaşlıları insan olarak tanımama<br />
eğilimi doğar.<br />
Toplum daha dengeli bir yaşlılık anlayışına nasıl kavuşabilir ve<br />
ileri yaşların sorunlarını gözeterek insanlara başarlı bir yaşlılık nasıl<br />
sağlanabilir? Toplumun daha duyarlı bir yaşlılık kavramına sahip olması<br />
için alınabilecek önlemler (toplumsal refah politikalarının oluşturulması,<br />
kitle iletişim araçlarının işletilmesi, vb.) uzun erimlidir.<br />
Yaşlılara psikolojik yardım ve destek sağlamaya yönelik teknikler<br />
içinde, yaşamı gözden geçirme terapisi ve yaşam döngüsü grup terapisi<br />
sayılabilir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşamı gözden geçirme terapisi (life review therapy) yaşlı<br />
kişiden ve diğer aile üyelerinden geniş bir özyaşam öyküsü alınmasına<br />
dayanır. Yaşlı kişiler geçmiş yaşamlarına baktıklarında çoğu zaman<br />
yaptıklarından değil, yapmadıklarından esef duyarlar. Yaşlıların<br />
geçmişlerinden sık sık söz etmeleri ve geçmişteki yaşantılarını yineleyerek<br />
anlatmaları aslında geçmişi düşünme ve gözden geçirme eğiliminin<br />
dışavurması sayılabilir. Geçmişi gözden geçirme eyleminde<br />
yalnızca geçmişi anımsama değil, aynı zamanda geçmişi çözümleme<br />
boyutu da vardır; dolayısıyla geçmişi gözden geçirme amaçlı ve etkin<br />
bir süreçtir. Bu süreçte yaşantıları bütünleştirmek ve yorumlamak söz<br />
konusudur. Butler'a göre bu süreçte yaşamı gözden geçirme içsel,<br />
anımsama ise davranışsal boyutu oluşturmaktadır.<br />
Yaşam döngüsü grup terapisi (life-cycle group therapy), tedavi<br />
gruplarına 15 yaştan 80 yaşına kadar bireyleri birlikte alma temeline<br />
dayanır. Yaş ayırımının kuşaklar arasındaki duygu, deneyim ve destek<br />
alışverişini önlediği inancı bu yaklaşımın temelidir. Bu gruplarda yalnızca<br />
içsel psikiyatrik bozuklukların tedavisi değil, yaşam döngüsündeki<br />
değişikliklerden doğan sorunların çözülmesi de amaçlanmaktadır.<br />
Gruba girmenin ölçütü, etkin bir psikozu olmamak, buna karşılık<br />
akut ya da kronik yaşam bunalımı geçiriyor olmaktır (Butler, 1977).<br />
Günümüzde, yaşlı insanların mutlaka geçmişe bağımlı, yaşamın<br />
dışına düşmüş kişiler olduğu düşünülmemektedir artık. Tam tersine,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bugün yaşlıların kendini yenileme yeteneklerine daha fazla inanç ve<br />
güven duyulmaktadır. Yaşlılar kendilerine özgü sorunlara karşın, ulaştıkları<br />
olgunluk, birikim ve doyum düzeyi ölçüsünde yaşama bağlanma<br />
şansına sahiptirler. Bunun için de yaşlıların, yaşama ve kendilerine<br />
gereken ilgiyi ve özeni göstermeleri yetmektedir. Bu açıdan, bakım<br />
kurumlarının yaşlılara verdiği edilgin destek yeterli değildir, yaşlıları<br />
edilgin bırakmayacak önlemlere gerek vardır. Bütün gün televizyon<br />
izlemek, hiç spor yapmamak, sürekli ilaç tüketmek gibi durumlar yaşlıları<br />
edilginliğe itmektedir. Oysa yaşlılara uygun spor, grup psikoterapisi<br />
gibi etkinlikler onları daha etkin kılabilmektedir: Bu düzenli destekler<br />
de yaşlıların kendini yenileme yeteneklerini harekete geçirmektedir.<br />
Öte yandan, yaşlıların ruh sağlığıyla yakından ilgili olduğu için<br />
yaşam doyumu olgusunu da incelemekte yarar var. Neugarten'e göre<br />
yaşam doyumu (life satisfaction), kişinin yaşamda ne istediği ile ne<br />
elde ettiğinin karşılaştırılmasından elde edilen sonuçtur. Yaşam doyumu<br />
ile yaşın ilişkisini araştıran araştırmaların genel bulgusu yaş arttıkça<br />
yaşam doyumunun azaldığı biçimindedir. Başka bir deyişle, yaşlı<br />
grupta yaşam doyumunun genç gruptakine oranla daha düşük olduğu<br />
görülmektedir. Ancak, yaşlı insanların sağlık durumlarının,<br />
ekonomik koşullarının, etkinlik düzeylerinin yaşam doyumunda<br />
önemli bir belirleyici olduğu bilinmektedir. Öte yandan, yaşam doyumunun<br />
yaşla azaldığını ileri süren genel kanıyı bazı çalışmaların desteklemediği<br />
de görülmektedir. Clemente yaşlanmayla birlikte belirli<br />
bir doyumun daha yerleşik duruma geldiğini savunmaktadır. Diener,<br />
yaşam doyumunun çok genç ve çok yaşlılarda farklı olmadığını, en
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
önemli farkın 45 yaş dolaylarında ortaya çıktığını, asıl bu yaş grubundaki<br />
insanların diğer iki gruba oranla daha doyumsuz olduğunu bildirmektedir.<br />
Sonuç ne olursa olsun, yaşam doyumu ile yaş arasındaki<br />
ilişkinin nedensel bir ilişki olmadığı söylenebilir. Yaşlı insanların<br />
yaşam doyumu düzeyi yalnızca yaşlanmalarına değil, daha çok dış<br />
koşullara bağlı görünmektedir. Örneğin Birren yaşlılığa bağlı ruhsal<br />
sorunların kentlerde kırsal kesimlerdekinden daha fazla görüldüğünü<br />
söylemektedir. Sonuç olarak, dış koşullarla daha etkin biçimde başedebilen<br />
yaşlıların yaşam doyumu düzeyinin daha yüksek olacağı düşünülebilir.<br />
Son olarak, yaşlıların stresle başa çıkmalarında karşılaşılan sorunlardan<br />
söz etmemiz gerekmektedir. Yaşlı kişilerin karşılaştığı streslerin<br />
çoğunun (sağlığın bozulması, gelirin azalması, eşin ölümü gibi)<br />
öncelikle olumsuz olduğu bilinir. Yaşlanan bağışıklık sistemi de yaşlı<br />
kişileri stresin etkilerine daha açık duruma getirmektedir. Olaylar<br />
arttıkça ve yaşlının denetim duygusu azaldıkça stres daha da yıkıcı<br />
olmaktadır. Denetim duygusu ile sağlık durumu arasındaki ilişkinin insanlar<br />
yaşlandıkça arttığı bilinmektedir. Denetim duygusu stresin<br />
yıkıcı etkisini çeşitli yollarla azaltabilmektedir. İnsanlar çaresiz<br />
olmadıklarına, belirli bir denetime sahip olduklarına inandıklarında hoşa<br />
gitmeyen olayların yaşamları üzerindeki yıkıcı gücü azalmaktadır. Öte<br />
yandan, denetim duygusu strese karşı gösterilen fizyolojik tepkileri<br />
azaltmaktadır (denetlenemeyen stresin bağışıklık sisteminin kanserle<br />
savaşma yeteneğini zayıflattığı saptanmaktadır). Son bir nokta da,<br />
çevreleri üzerinde belirli bir denetim duygusuna sahip olan kişilerin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
sağlıklarını koruma konusunda daha etkin olmalarıdır; sağlıkla ilgili<br />
bilgileri daha fazla ediniyorlar, kendilerine iyi bakıyorlar, tıbbi<br />
kontrollerini yaptırıyorlar, vb.<br />
Bilindiği gibi, stresin etkisini azaltmayı sağlayan etkenlerden biri<br />
de toplumsal destektir. Aile ve arkadaş çevresi yaşlı kişilere hem toplumsal<br />
kimliğin sürdürülmesi olanağını, hem de duygusal destek,<br />
maddi yardım, bilgi ve hizmet sağlamaktadır. Özellikle geleneksel<br />
toplumlarda bu desteğin çok güçlü olduğu, gelişmiş toplumlarda ise<br />
daha fazla kurumsallaştığı bilinmektedir. Toplumdan yalıtılmak yaşlı<br />
kişiler için son derece yıkıcı bir duygudur. Sonuç olarak denetim duygusunun<br />
ve toplumsal desteğin aynı derecede önemli olduğu söylenebilir<br />
(Hoffman ve ark., 1994).<br />
:::::::::::::::::<br />
V. ÖLÜM<br />
Doç. <strong>Dr</strong> Meral Çileli<br />
Gelişmiş Batı toplumlarında yakın zamanlara kadar ölüm "tabu"<br />
konulardan biri olarak görülmüştür. Kimi bilim adamları, örneğin<br />
Amerikan kültürünü "ölümü yadsıyan kültür" olarak tanımlamışlardır.<br />
Sosyal antropolog Benedict'e göre, Amerikan toplumunda çocuklar,<br />
cinsellik, doğum ve ölüm gibi doğal olaylara tanık olmamakta, bu da<br />
bireyin gelişiminde süreksizlik yaratmaktadır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Son yirmi yılda bu örüntü değişmiş, Batı toplumları ölümü yeniden<br />
keşfetmişlerdir. Tanatoloji, yani ölüm incelemesi son yıllarda gittikçe<br />
gelişmiştir. Aynı zamanda, kitle iletişim araçlarında da "ölüm cezası",<br />
"ölme hakkı", "klinik ölüm" gibi sorunlar gitgide daha fazla<br />
işlenir olmuştur. Günümüzde ölümü seçme hakkının yasallaştırılması<br />
yönünde güçlü akımlar vardır ve ölüme mahkum hastalara ölme hakkının<br />
tanınması savunulmaktadır. Amerikada 1980'de kurulan ve<br />
ölümcül hastaların ölme hakkına sahip olması gerektiği düşüncesini<br />
savunan Hemlock Derneği, ilgili yasalarda değişiklik istemekte ve bu<br />
girişim acı çeken hastalar ve yakınları tarafından şiddetle<br />
desteklenmektedir. Böylece Batı kamuoyu ölümü yeniden yaşamın bir gerçeği<br />
olarak benimseme aşamasına ulaşmış görünmektedir. Nitekim, The<br />
Lancet 1966'da yayınladığı bir başmakalede şöyle yazıyordu: "Tarihin<br />
birçok döneminde, hiç olmazsa ideal olarak, ölüme ve ölmeye karşı<br />
olumlu, metin ve gerçekçi bir tutum yaygındı. Biz bugün bunu yitirmişe<br />
benziyoruz... Artık kendimizi ölüme ve ölmeye karşı yeni bir<br />
açıdan bakmaya inandırsak nasıl olur?"<br />
Günümüzde psikoloji bu yeni bakış açısını sağlamaktadır bize.<br />
Gelişim psikolojisi insan yaşamını doğumdan ölüme dek bir bütün<br />
olarak ele almaktadır. Rowland, Kastenbaum ve Costa, Kastenbaum,<br />
Meyers, Marshal, Kalish 70'li ve 80'li yıllarda bugün yol gösterici<br />
varsayımlar kurmaya olanak veren araştırmalar gerçekleştirmişlerdir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
:::::::::::::::::<br />
1. Yaşam Süresince Beklentiler<br />
Birey ve toplum olarak gelişim konusunda belirli bir beklentimiz<br />
vardır, dolayısıyla büyümeye ilişkin bilgilerimiz gerileme konusundaki<br />
bilgilerimizden daha çok ve daha kesindir. Örneğin, zamanında<br />
yürüyüp konuşamayan bir çocuk, zekası zamanından önce kuruyan bir<br />
yetişkinden daha çok dikkat çeker. Her insan kendi gelişim ve gerileyişini<br />
kişisel beklentisiyle karşılaştırdığı gibi, diğer insanların gelişim<br />
durumlarıyla da karşılaştırır. Kişisel ve kişilerarası beklenti çerçeveleri<br />
insanın yaşam boyunca ölümle ve yitirmeyle olan ilişkilerini de<br />
etkiler. Robert Kastenbaum'a (1985) göre bellibaşlı temel beklentilerin<br />
bazıları şunlardır:<br />
(a) Sürekli büyüme beklentisi ilk yıllar için yüksek ve tutarlıdır.<br />
Gelişim uzmanı, anababa ve çocuk, büyüme ve olgunlaşma olarak<br />
bilinen değişimi beklerler.<br />
(b) Yaşamın ilk yıllarında gerileme, yitirme ve ölüm beklentileri<br />
düşük ve tutarlıdır: Bu durum yirminci yüzyılda bebek ve çocuk<br />
ölümlerindeki sürekli düşüşün sonucu olarak gelişmiştir.<br />
(c) Yaşamın ileri yaşlar için büyüme, gerileme ve yitirme beklentileri<br />
karışık ve tutarsızdır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
(d) Büyüme, gerileme, yitirme ve ölüm beklentileri bireyin zihinsel<br />
gelişim düzeyinden etkilenir. Büyüme ve gerileme bireyin genel<br />
referans çerçevesine bağlıdır, bu da gelişim düzeyiyle ilişkilidir.<br />
Genellikle yaşamın ilk yıllarındaki büyümeye ayarlanmış olan insanoğlu<br />
için bu dönemde gerileme, yitirme ve ölüm onun beklentisi<br />
dışında ortaya çıkan olgulardır. Söz gelimi, çocuk ölümünü tanımaktan<br />
kaçınır ve bu olay için hep "zamansız" sıfatını kullanırız. Çocuklara<br />
verdiğimiz değer onların ölümünden duyulan kederi arttırmaktadır.<br />
Çocuk ölümü ile çocuğa verilen değer arasında ilişki vardır. Dindar<br />
anababaların ne kadar yaşayacağını bilmedikleri için çocuklarına<br />
bağlanmaktan kaçındıklarına ilişkin örnekler tarihte oldukça çoktur.<br />
Ölümü abartılı bir biçimde sadece ileri yaşlarla düşünmemiz, ölüm ve<br />
diğer türden yitimleri kendimizden uzak tutmayı istememizden de<br />
kaynaklanmaktadır. Feifel ölüm korkusuna bilinçli tepkinin, sınırlı<br />
korku, fantazi düzeyinde ambivalans, bilinçsiz düzeyde nefret biçimlerinde<br />
olduğunu belirtmektedir. Ölümün sadece yaşlıları ilgilendiren<br />
bir konu olduğu beklentisi, toplumun kaynaklarını en iyi biçimde örgütlemede<br />
yararlı olmaktadır. Genellikle yaşlı insan ölme sırası açısından<br />
en uygun kişi olarak görülür, keder duyulsa da beklentinin<br />
gerçekleşmiş olması psikolojik güven sağlar: Ölüm, var olduğuna<br />
inanmak istediğimiz bir oyunu "kurallarına uygun" olarak oynamıştır!<br />
Bu beklentilere katkıda bulunan iki kaynak söz konusudur. Tarihsel<br />
boyut, toplumun yaşlılara her zaman biraz ambivalansla baktığını
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ortaya koymaktadır. Yaşlılara karşı saygı duyma ve duygusal bağlar<br />
geliştirme ile, sınırlı kaynakları gençlere ayırma isteği her zaman birlikte<br />
var olmuştur. Yaşlı insanı, yitiren, acı çeken ve ayrılan kişi olarak<br />
görerek bir rakipten kurtulmak söz konusudur. Bilim alanında<br />
bile yaşlılar için "görevler" belirleyen psikososyal gelişim kuramları<br />
hep yaşamın gözden geçirilmesi ve ölüme hazırlanma görevleri üzerinde<br />
yoğunlaşmışlardır. Bu görevlerin ne kadarının doğru olduğu bir<br />
yana, bu kuramların yaşamın gençler için uygun olduğu, ölümün de<br />
yaşlılara uygun düştüğü beklentisini pekiştirdikleri bir gerçektir. Bu<br />
tutum toplumsal ve ekonomik kaynakların ayrılmasında da ortaya çıkar;<br />
bütçe kısıntıları hep yaşlılara yönelik hizmetlerde yapılır. Watson<br />
ve Maxwell, "gerileyici müdahale"yi, yani toplumsal katkı sıklığının<br />
azalmasını ve giderek bu alana ayrılan uzmanların ve diğer kaynakların<br />
azaltılmasını gözlemlediklerini belirtmektedirler. Bu süreç kişinin<br />
hastalığının iyileşmez olduğu kararıyla başlamaktadır; kişinin<br />
ölümün eşiğinde olmasına gerek yoktur, yaşlılık zaten kronik hastalık<br />
olarak görülmektedir. İleri yaş, tıbbi ve kurumsal çerçeve içinde bireyi<br />
gerileyici müdahale için aday durumuna getirmektedir. Gerileyici<br />
müdahalenin sonucu olarak ölme de hızlanmaktadır; nedensiz ve ani<br />
ölümler bu sonucu destekler niteliktedir.<br />
"Yaşlı", "ihtiyar" gibi sıfatlar insanları korkutmakta, toplum da<br />
onları kendinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Yaşam süresini bir bütün<br />
olarak algılamak, büyümenin yalnızca erken yıllara yakıştırılması<br />
ve ileri yılların gerileme ve ölümle bir tutulması yüzünden çok güç<br />
olmaktadır. Süreklilik bilimsel ve nesnel olarak elde edilebilir, ama bu
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bulgular bile bireyin ve çevresindekilerin algıladıkları özel süreklilik<br />
kavramı konusunda hiçbir şey vermez. Bireyin kendini hangi koşullarda<br />
yaşlı olarak sınıflandırdığı -gerileme, yitirme ve ölüme uygun olarak<br />
sınıflandırdığı- konusunda hiçbir şey bilmiyoruz. Örneğin, bir<br />
birey elli yaşına kadar yaşlılığı kişilerarası çerçevede algılamış olabilir.<br />
Bu birey toplumun beklentisi çerçevesinde yaşlı sıfatını hep başkaları<br />
için kullanmış olabilir. Bu alışkanlık yaşlı sıfatıyla çağrıştırılan<br />
olumsuz koşullarla da güçlenmiştir. Yine de bu durum yaşlıların yaşam<br />
sevinci ve yeterliği olmadığı anlamına gelmez. Burada önemli<br />
olan, koşulların bireyin kendini zorunlu olarak yaşlı diye nitelendirmesine<br />
yol açmasıdır. Bu doğrultuda kendi beklentilerimiz de etkili<br />
olmaktadır. Örneğin, ergenler ve genç yetişkinler tatsız olayları uzak<br />
bir geleceğin olayları olarak düşünürler; yetişkinliğin ilk yılları bireyi<br />
orta ve ileri yılların sonlarına hazırlamakta yetersizdir: Bireyin, gerileme,<br />
yitirme ve ölüm engeline geçerli bir çözüm bulması burada temel<br />
sorundur. Birey, bu psikolojik engeli aşmak için uygun bir yol bulamazsa,<br />
yaşam süresini tümüyle kapsayan bir benlik duygusu geliştirmekte<br />
güçlük çekecektir. Algılanan sürekliliği feda ederek, yaşlı, zayıf<br />
ve ölümlü olma kimliğine atlanabilir; koşulların zorlaması (emeklilik,<br />
hastalık vb.) ile yeterli bir psikolojik köprü kuramadan geçmiş ve<br />
şimdi arasındaki engeli atlamak zorunda kalınabilir. Sonuç olarak, bireyin<br />
kendini yaşlı olarak kabul etmesinden daha önemli olan nokta,<br />
"süreklilik" duygusunun korunup korunmadığıdır.<br />
Yaşamın zaten parlak olmayan ileri yıllarma toplumun daha karanlık
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
beklentiler eklemesinin altında yatan ilke "ödünleme ilkesi"<br />
olabilir. Ödünleme ilkesine göre insanın payına düşen bir adalet olması<br />
gerektiği kabul edilir. Örneğin, kötüler ödüllendiriliyor olsa bile,<br />
yine de eşitlik ilkesine göre davranmak yeğ tutulur. Yaşlı ve ölümcül<br />
olanın yitirdiğine karşılık birşeyler alabilmesi genel kuraldır. Sonsuzluk<br />
inancı ödünleme ilkesinin sonuçlarından biridir. Sonsuzluk kavramının<br />
işlevleri şöyle sıralanabilir: Ölenin ve kalanların ortak bir referans<br />
çerçevesini paylaşmalarını sağlar; diğerlerinin, çevredekilerin<br />
anksiyetesini azaltır; ölenin hakkını aldığı düşüncesiyle çevreyi rahatlatır;<br />
gerileyici müdahale için pekiştirme sağlar ("Yapacak bir şey kalmamıştı!");<br />
ölen ve ölüm yüzünden doğabilecek toplumsal kesintiyi<br />
engeller ("Yas tutacak vakit yok, o şimdi çok daha mutlu!"). Ancak,<br />
bu tür ödünlemenin gitgide azaldığı, ölüm sonrası yaşam düşüncesine<br />
gitgide daha az yaşlının sarıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, psikoloğun<br />
görevi kalıpyargılardan ve temelsiz ödünleme mucizelerinden<br />
uzak durarak, yaşlı ve ölen bireye eğilmek olmalıdır.<br />
:::::::::::::::::<br />
2. Düşünce Olarak Ölüm<br />
İnsanoğlu için doğumdan itibaren tek mutlak gerçek ölümdür. Bu<br />
gerçek varoluşun anlamının temelinde yer almaktadır. Ancak, ölüm<br />
aynı zamanda artık var olmama tehdidini de temsil etmektedir; dolayısıyla,<br />
ölümden kaçamayacağının farkına varabilen tek yaratık olan<br />
insana varoluşsal bir anksiyete de yaşatmaktadır. May bu anksiyeteyi
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
şöyle tanımlamaktadır: "Varoluşunun yıkılabileceğinin, kendisini ve<br />
dünyasını yitirebileceğinin, bir 'hiç' olabileceğinin farkına varan bireyin<br />
öznel durumu...<br />
Birey bu öznel durumu nasıl algılamakta, üzerinde nasıl düşünmektedir?<br />
Ölüm kavramını oluşturmakta kullandığımız zihinsel işlemler<br />
nelerdir? Kastenbaum ve Aisenberg (1976) bu konuda başvurduğumuz<br />
temel mantığı şöyle açıklamaktadır: 1) "Ölmek", "ölü" gibi<br />
kavramlar genellikle zihnimizin dışında ya da ötesinde yer alan olgulara<br />
"dayanılarak" zihinde "kurulmuş" kavramlardır. Örneğin, Sokrates'i<br />
ölü olarak "düşünürüm", ama önemli olan Sokrates'in "gerçekten"<br />
ölü olmasıdır. 2) Ancak, biz "uzakta" ne olup bittiğini asla<br />
"gerçekten" bilmeyiz. Hatta biz uzakta bir "uzakta" olduğunu da bilmeyiz.<br />
Biz kendi psikolojik süreçlerimiz içinde ve aracılığıyla yaşarız.<br />
Kişisel düşüncelerimiz ve duygularımız ile evrende olan herhangi bir<br />
şey arasındaki ilişki her zaman bir kestirimden ibarettir. 3) Ölümle ilgili<br />
kavramların çözümlemeye ve anlamaya elverişli özel bir varoluş<br />
biçimine sahip olduğunu biliriz. Ölüm, kontrollü görgül araştırmalara<br />
bile elverişlidir. Ölüm kavramları da "kavram"lardır. Bireydeki ölüm<br />
kavramlarının gelişimini ve yapısını inceleyebiliriz. Bireyin kavramlar<br />
bütünü içinde ölüm kavramının aldığı yeri öğrenebiliriz. Ölüm kavramı<br />
ile anksiyete ve tevekkül gibi kapalı durumlar arasındaki ilişkiyi<br />
keşfedebiliriz. Riske girme eylemleri ya da "yaşam" sigortası yaptırma<br />
gibi açık davranışlarla ölüm kavrammın ilişkisini araştırabiliriz. Kültürleri<br />
ve alt kültürleri, ölüm kavramları ve bunların toplumsal yapı ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
işleyişteki doğurguları açısından inceleyebiliriz. 4) Bu çözümleme<br />
düzeyi son derece geçerlidir, çünkü kesinlikle psikolojinin alanı<br />
içindedir. Kısacası, biz ölüme önce psikolojik bir kavram olarak<br />
yaklaşıyoruz. Ölüm eğer çok daha fazlası değilse en azından psikolojik<br />
bir kavramdır.<br />
Kastenbaum ve Aisenberg (1976) ölüm kavramıyla ilgili genel<br />
önermeleri şöyle sıralamaktadır:<br />
(1) Ölüm kavramı her zaman görecelidir. Biz ölüm kavramının<br />
göreceliğini gelişimsel düzeyde vurguluyoruz. Gelişim düzeyi mutlaka<br />
bireyin kronolojik yaşı anlamına gelmez. Kronolojik yaşın bireyin<br />
düşünme biçimini kestirmede önemli ipuçları verdiği kesindir; ancak<br />
biz gelişim düzeyiyle Piaget ve diğerlerinin kastettiği yapısal anlam<br />
açısından ilgileniyoruz.<br />
(2) Ölüm kavramı son derece karmaşıktır. Çoğu zaman ölüm<br />
kavramını bir-iki önermeyle dile getirmek yeterli olmamaktadır.<br />
(3) Ölüm kavramları değişir. Bu önerme daha önce verilenlerle<br />
açıklanmıştır. Bir insanın ölüm kavramını özel bir zaman noktasında<br />
belirlediğimizde, bu betimlemenin o kişi için sonsuza dek değişmez<br />
kalacağını bekleyemeyiz.<br />
(4) Ölüm kavramlarının gelişimsel "amacı", karanlık, belirsiz<br />
ya da hala oluşum halindedir. Büyüme eğrilerini başlangıç noktasından
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
doruğa kadar izlemek alışılmış bir yoldur. Örneğin, çocuğun<br />
boyunun yetişkin boyu olan "amaca" ulaşıncaya kadar büyümesini<br />
bekleriz. Ölüm anlayışlarının grafiğini aynı güvenle çizmek olanaklı<br />
değildir. Bu sınırlılığın teknik nedenleri, ölüm anlayışlarının<br />
ölçülmesindeki ve ilerleme ya da ilerlememeyi betimleyebilecek uygun<br />
niceliksel birimler oluşturulmasındaki güçlüklere bağlıdır. Daha da önemli<br />
olan sorun, yöntemle değil içerikle ilgilidir; en olgun ya da ideal ölüm<br />
anlayışını neyin oluşturduğunu henüz bilmiyoruz. Kuşkusuz birtakım<br />
kanılar var; ama bunlar sistemli kuram ya da araştırmalardan çıkarılmış<br />
sonuçlar olmaktan çok, değer yargıları türündendir.<br />
(5) Ölüm kavramları durumsal bağlamlardan etkilenir. Özel bir<br />
anda ölümü nasıl kavramlaştırdığımız konusu birçok durumsal etkenle<br />
etkilenmiştir. Odada, yanıbaşımızda ölmekte olan biri var mıdır? Ya<br />
bir ceset? Durum yaşamımız için olası bir tehdit içermekte midir?<br />
Yalnız mıyız, yoksa arkadaşlarımızla birlikte mi? Ay ışığı mı var,<br />
yoksa geceyarısı karanlığı mı? Durum, seçici bir biçimde, bizde zihinsel<br />
olarak var olan birçok ölüm türünden birini ortaya çıkarır.<br />
(6) Ölüm kavramları davranışla ilişkilidir. Bir insanın eyleminin<br />
onun ölüm anlayışıyla doğrudan ve olumlu biçimde ilişkili olduğu<br />
düşünülebilir. Örneğin, ölümün ebedi mutluluğa geçiş olduğunu kabul<br />
eden biri için intihar tutarlı bir davranıştır. Fakat aradaki ilişki nadiren<br />
bu kadar basittir. Benzer ölüm anlayışları farklı davranışlara yol açabilir,<br />
benzer davranışlar da farklı düşüncelerin ardından gelebilir. Ölümü
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
"ebedi mutluluk" sayan başka biri yaşamını sürdürmeyi seçebilir.<br />
Bir başkası da ölümden sonraki yaşam düşüncesine kapılmadan intihar<br />
edebilir. Bir insanın ölüm kavramı davranışını uzak ve karmaşık<br />
yollardan etkileyebilir. Ölümle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünen davranışlar<br />
bile ölüm anlayışlarından etkilenebilir. Örneğin, uykusuzluk<br />
ya da sevilen birinden ayrılmada duyulan panik bazen ölüm kavramıyla<br />
ilişkili olabilir.<br />
Uygulamada kavramlarla tutumlar arasında bir ayırım yapmak<br />
çok güçtür. Ölümü kendimize nasıl açıkladığımız ya da yorumladığımız<br />
konusu ile, ölüm karşısındaki tutumlarımız ya da yönelimlerimiz<br />
konusu ayrı ayrı incelenebilir. Herhangi bir nesneyle tüm ilişkimiz<br />
hem kavramsal hem de tutumsal öğeler içerir.<br />
Başlangıçta en azından iki tür ölüm anlayışı ayırt edilebilir. Birincisi<br />
"başkasının ölümü"dür. Bu düşünme biçimine inanmak için<br />
haklı nedenler vardır: "Siz öldünüz" (ölüsünüz) kavramı "Ben öleceğim"<br />
kavramından daha çabuk gelişir. "Siz ölüsünüz" önermesi aşağıda<br />
belirtilen düşüncelerle ilişkilidir:<br />
(1) Yoksunuz. Ama yok olmak ne demek? Burada gözlemcinin<br />
referans çerçevesini değerlendirmemiz gerekmektedir. Küçük bir çocuk<br />
için bu çerçeve büyük ölçüde algısaldır. Yok demek "burada ve<br />
şimdi" olmamak demektir. Çocuk henüz zaman mesafesi ile mekan<br />
mesafesi arasında tam bir ayırım yapabilecek durumda değildir. Başka<br />
bir kcntte "uzakta" olmak yetişkinin referans çerçevesi açısından mekanda
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
var olmaktır; oysa çocuk o kişinin yokluğunu yaşar, çocuğun<br />
algısal mekanında o kişi yoktur, dolayısıyla "yok"tur.<br />
(2) Ben terkedildim. Bu durum hemen hemen önceki önermenin<br />
karşılığıdır. Benim algısal referans çerçevemden çıkmanız benim<br />
güvenlik duygumu etkiler. Anababa ya da başka önemli bir kişi olarak<br />
siz çocuğun tanıdığı evrenin anlamlı bir yönünü oluşturmaktasınız;<br />
çocuk olarak ben sadece "yokluğunuz"u değil, aynı zamanda "içimdeki<br />
rahatsız duyguların varlığını" da farkederim.<br />
(3) Sizin yokluğunuz ve benim terkedilme duygum genel ayrılma<br />
duygusuna katkıda bulunur. Çok önemli ilişki ve destek kaynaklarından<br />
biriyle yabancılaştım demektir. Bu ayrılık benim için fazlaca<br />
kritik ise, sadece sizinle değil çevreyle de gittikçe artan bir kopukluk<br />
yaşayabilirim. Sizden zorla ayrıldığım izlenimini de taşıyabilirim; bu<br />
travma yokluk ve terkedilmenin soğukluğunu daha da yoğunlaştırabilir.<br />
(4) Ayrılmanın sınırı yoktur. Küçük çocuk gelecek zaman ya da<br />
genel olarak zaman kavramına yetişkinlerin geliştirdiği anlamda sahip<br />
değildir. Kendi kendine "Anne gitti, ama beş gün sonra dönecek" diyemez;<br />
kısa, uzun ve dönüşsüz ayrılıkları birbirinden ayıramaz, sonuçlarını<br />
kestiremez, planlayamaz.<br />
(5) Çocuğun tekrarlı psikobiyolojik ritmlere girmesi onun ayrılma<br />
ve ölümle ilişkisini zorlaştırır. Henüz "nesnel" zaman dünyasına
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
tam olarak katılmamıştır, geçmişten şimdiki zamana ve geleceğe standart<br />
birimlerle uzanır. Çocuğun zamanı her sabah uyanmasıyla başlar;<br />
acıkma, uyuma gibi içsel ritmler ve gece, gündüz gibi dışsal ritmler<br />
onun zaman değerlendirmesini güçlü bir biçimde etkiler.<br />
Zamanla kurulan bu ilişki çocuğun "başkasının ölümü" anlayışını<br />
nasıl etkilemektedir? Önceki dört nokta çocuğun ayrılma karşısındaki<br />
duyarlılığını ve yaralanabilirliğini vurgulamaktadır. Örneğin, çocuk<br />
kısa süreli ayrılma ile uzun süreli ya da kesin ayrılma görünümü<br />
arasında iyi bir ayrım yapamaz. Burada çelişik görünen bir etkeni de<br />
eklemek gerekmektedir; şu iki nokta zihinde birleşmektedir: a) çocuğun<br />
zaman yaşantısı döngüsel ritmlerle koşullanır ve, b) çocuk,<br />
yetişkinlerin çocuğun "gerçekten" terkedilmediğini göstermek istedikleri<br />
durumlarda yokluk, terkedilme ve ayrılma duygularını yaşamaya<br />
yeteneklidir. Ayrılmanın sınırsızlığı ya da herhangi bir yaşantının<br />
sonsuzluğu duygusu çocuğun yaşantısının dönemsel niteliğiyle<br />
çelişkiye girer. Bu ilişkiyi dile getirmek biraz güçtür. Terkedildiğini<br />
hisseden bir çocuk şimdiki yaşantısına gelecekte bir sınır çizme yollarına<br />
sahip değildir. Gerçekte, bunca acı çekmesinin nedenlerinden<br />
biri, bu kötü yaşantının kendi kendini sınırlayan bir varlığın belirtilerini<br />
göstermemesidir. Bununla birlikte, çocuğun psikolojik durumu her<br />
zaman bir geçiş durumudur; içinde yaşadığı çevre de geçiş durumundadır.<br />
Çocuğun karnı acıkır ya da uykusu gelir, güneş de doğar ya da<br />
batar. Döngüsel bir çevrede döngüsel bir yaratık olarak çocuk sabit bir<br />
referans çerçevesini uzatmalı bir zaman dönemi boyunca elde tutamaz.<br />
En değişmez ve sabit düşünce ve davranış örüntülerinde bile aralar
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ve kesilmeler vardır. Başka bir deyişle, ayrılma yaşantısına sınır<br />
koymadaki yeteneksizliğine karşın, çocuk güncel olarak sürekli bir<br />
yaşantı yaşayamaz. İçsel durumdaki ve dış çevredeki dönemsel değişimler<br />
çocuğun dikkatini başka yere çeker ve onu dinlendirir.<br />
Dönemsel olma özelliği ile ayrılma yaşantısı karşısında yaralanabilir<br />
olma özelliği arasındaki bağlantı böylece daha iyi anlaşılmaktadır.<br />
Çocuk, bir çocuk olarak birinin geçici gidişini önemli bir ayrılma<br />
biçiminde "yanlış yorumlayabilir". Bununla birlikte, aynı nedenle,<br />
önemli bir ayrılmayı, hatta ölümü bile olduğundan daha az değerlendirebilir.<br />
Döngüsel örüntüler, çocuğun, her sonun yeni bir başlangıcı<br />
olduğunu ve her başlangıcın bir sonu olduğunu görmesini sağlamaktadır.<br />
Önerme şimdi şöyle düzenlenebilir: Çocuk, önemsiz ayrılıkların<br />
ölümü çağrıştıran etkilerinden gözlemci bir yetişkinin düşündüğünden<br />
daha fazla yaralanabilir, önemli ayrılıkların etkilerinden ise yetişkinin<br />
düşündüğünden daha fazla korunmuştur.<br />
Bu önerme bireyin soyut bir kavramlar kümesi oluşturduğunu<br />
göstermektedir: "Ben öleceğim" ifadesi aşağıdaki kavramlarla ilişkilidir:<br />
(1) Ben, kendine ait bir yaşamı ve kişisel varoluşu olan bir bireyim.<br />
(2) Ben, özelliklerinden biri ölümlülük olan bir varlık "sınıfı"na<br />
mensubum.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
(3) Ben, mantıksal tümdengelimin zihinsel sürecini kullanarak<br />
kişisel ölümün "kesin" olduğu sonucuna ulaşırım.<br />
(4) Ölümümün birçok "olası neden"i vardır ve bu nedenler pek<br />
çok farklı biçimde bir araya gelebilirler. Özel bir nedenden sakınabilir<br />
ya da kaçabilirsem de, "bütün nedenlerden kaçamam."<br />
(5) Ölümüm "gelecekte" ortaya çıkacak. Gelecek derken henüz<br />
geçmemiş bir yaşama zamanını kastediyorum.<br />
(6) Ancak, ölümümün gelecekte "ne zaman" ortaya çıkacağını<br />
bilmiyorum. Olay kesin, zaman belirsiz.<br />
(7) Ölüm "sonul" bir olaydır. Yaşamım sona erecek. Bu demektir<br />
ki, en azından bu dünyada bir insan olarak bir daha hiç yaşamayacağım,<br />
düşünmeyeceğim, eylemde bulunmayacağım.<br />
(8) Buna uygun olarak, ölüm benim dünyadan "en son ayrılmam" demektir.<br />
Böylece, "Öleceğim" önermesi, benlik bilincini, mantıksal düşünce<br />
işlemlerini, olasılık, zorunluluk, nedensellik, kişisel ve fiziksel<br />
zaman, amaçlılık, ayrılma kavramlarını içermektedir. Aynı zamanda,<br />
çok geniş bir uçurumun üzerinde bir köprü kurmayı da gerektirmektedir:<br />
Yaşamda neler yaşandığı ile, bir ölüm kavramı oluşturma arasında.<br />
Yine de, ölüm özde "yaşantısız"dır. Ölü bir insan, hayvan ya da<br />
bitki görmek belki ölüm anlayışımıza katkıda bulunur, ama bu algılar
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
uçurum üzerinde köprü kurmaya yetmez. Ölüm önce "orada bir yerde"<br />
bir "uyaran"dır. Ölümle ilgili bazı temel düşünceleri, genel zihinsel<br />
gelişimimizin öze ilişkin, özünde bulunan bir bölümü olarak geliştiririz.<br />
Sonra bu düşüncelerin ve sayıltıların kendileri ölüm uyaranını<br />
oluştururlar. İnsanın ölümle ilişkisini araştırmada en büyük güçlük,<br />
hem uyaranı hem de tepkiyi belirlemedeki yetersizliğimizden<br />
kaynaklanmaktadır. Örneğin, ölüm korkusu konusundaki araştırmalarda,<br />
ölüm korkusu yoğunluk açısından diğer bazı korkulardan hiç de farklı<br />
olmadığı halde, ölüm nefret edilen bir uyaran olduğu için araştırmacılar<br />
olumsuz bir tutumla işe koyuluyorlar. Asıl neden bütün korku<br />
tepkilerinin temelinde yer alan varoluş tehdidinin burada daha doğrudan<br />
olmasıdır (Kastenbaum ve Aisenberg, 1976).<br />
:::::::::::::::::<br />
3. Yaşam süresince ölüm yönelimleri<br />
Herkes yaşam süresinin her noktasında ölümle ilişki içinde yaşar.<br />
Bu bakış açısı yaşlılıktaki ölüm yönelimlerini anlamamıza katkıda bulunur.<br />
Böylece yalnızca ölüm karşısındaki tutumlara ilişkin özel araştırmalara<br />
değil, bilişe, zaman açısına, kişilerarası ilişkilere eğilen araştırmalara<br />
da yer vermek olanaklı olmaktadır. Genel bilişsel düzey ve<br />
üslup önemlidir; çünkü ölüm konusundaki düşünceler bireyin kendisini<br />
ve dünyayı yorumlama yeteneğiyle ilişkilidir. Zaman boyutu önemlidir,<br />
çünkü kişisel ölüm hep geleceğe ilişkindir; aynı zamanda, geçmişteki
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kederler, ayrılıklar, diğer yitimler ve tehditler de geriye bakışın<br />
konularını oluşturmaktadır. Ölüm yöneliminin kökleri ilk kişilerarası<br />
yaşantılarda bulunabilir ve bu ilişkiler yaşam boyunca etkili olmayı<br />
sürdürdüklerinden ölüm yönelimi (death orientation) açısıdan önemlidirler.<br />
a. Bebeklik ve ilk çocukluk<br />
Zihin gelişimi alanında yüzeysel bir yaklaşım bebek ve çocukların<br />
ölüm konusunda hiçbir şey bilmedikleri sonucuna varabilir.<br />
Çocuklar soyut kavramlar konusunda hiçbir şey bilmezler ve çoğu anababaların<br />
ve öğretmenlerin beklentisi doğrultusunda da ölümü anlamazlar<br />
ve anlamamalıdırlar. Yine de küçükler ölümün farkında olduklarına<br />
ilişkin tepkiler vermişlerdir. Bu olgu dikkatle incelenirse zihin<br />
gelişimi kuramına uygun düştüğü görülmektedir. Piaget'e göre zeka<br />
biyolojik bir uyum işlevidir ve bu işlev ergenlikte birdenbire ortaya<br />
çıkmaz. Bebek ve çocuk da yetişkinden farklı da olsa zeki davranışlar<br />
sergiler. Zeki davranış her zaman yüksek düzeyde gelişmiş bilişsel<br />
yapı sonucu değildir. Üstelik küçük insanın güçsüzlüğü onun tehlikeyi<br />
sezme ve yardım isteme yeteneğini gerekli kılar. Koruyucu yetişkinin<br />
yitirilmesi ölüm tehdidi gibidir. Varoluşu tehlikeye girdiğinde bebek<br />
soyut zihinsel işlemler olmadan da çevresini algılayabilir. Hiçbir insan<br />
ayrılma vc terkedilme tehdidini algılayamayacak kadar küçük değildir.<br />
Buradaki önemli nokta, kavram-öncesi zeka etkinliği biçimlerinin<br />
yaşamın çok erken dönemlerinde var olduğu ve en kritik konularından<br />
birinin yaşamın korunması olduğudur. Piaget'in kuramında vurgu<br />
"nesnenin sürekliliği ve korunumu" üzerindedir. Piaget'in bulguları
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
bunların ilk iki yıldan itibaren başladığını ve çevre etkileşimiyle gelişmeyi<br />
sürdürdüğünü göstermektedir. İnsanlar ve diğer nesneler uzaydaki<br />
konumlarını çocuğa göre sürekli değiştirirler. Çocuk, algı alanındaki<br />
değişimleri izleyebilmek için değişim içindeki "değişmezlik"<br />
bilincini elde etmek zorundadır. Nesnenin sürekliliği ve korunumu<br />
özelliğinin gelişimi büyüyen bireyin gerçekliği nasıl kurduğunu<br />
açıklamaktadır. Nesne korunumunu elde edemeyen çocuk tek parçalı<br />
ya da kaotik bir gerçekliğe takılıp kalacaktır. Ancak çocuk, değişim,<br />
yok olma gibi olguları anlamadan nesne korunumunun da pek anlamı<br />
olmayacaktır. Değişmezlik kavramının temelinde değişim vardır. İlk<br />
yıllarda zihinsel etkinlik henüz ayrışmamıştır, global'dır. İkinci yaşta<br />
örneğin zaman, süreklilik ve ölüm gibi soyut kavramlar oldukça uzaktır,<br />
ama çocuk bunlara ilişkin deneyimleri şimdiden işleme koymaya<br />
başlamıştır. "Gitti", "uzun süreli gitti", "ebediyen gitti" (ya da "öldü")<br />
düşünceleri henüz ayrıştırılmamıştır; dolayısıyla her ortadan yitme<br />
değişim, ayrılma ya da yitirme (kavramöncesi biçimde), "ölü" ve<br />
"öldü" kavramları kategorisine kaydedilecektir. Bu "nesnenin ölümü"<br />
olarak adlandırılabilir ve çocuğun olgun zihinsel işleyişe doğru<br />
ilerlemesinde en önemli öncül kavramları (protoconcepts) oluşturur.<br />
"Nesnenin ölümü" ile "benliğin ölümü" arasındaki farkın elde edilebilmesi<br />
için daha fazla zihinsel olgunlaşmaya ve deneyime gerek vardır. Çocuk<br />
hala en yakın çevresine bağımlıdır. Zihinsel işlemlerle kestirilebilir<br />
ve tutarlı bir dünya kurmak için, kestirilemezi ve tutarsızı tanıma<br />
ve ayrıştırma yeteneğine gereksinme vardır.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Çok küçük çocukların ölümle ilişkili yönelimlerini gözlemlemede<br />
çok geniş olanaklar vardır, ancak daha büyük çocuklar ve yetişkinler<br />
için kullanılan yöntembilimi kullanmak olanaksızdır. Oyun<br />
durumunda gerçekleştirilen doğal gözlem küçük deneylerle desteklendiğinde<br />
çok yararlı olabilir.<br />
Bowlby küçük çocukluktaki yitirmelerin psikososyal sonuçlarını<br />
dikkatle izlemiştir. 12 aylık çocuklara ilişkin gözlemler, çocukların<br />
yabancıların yanındayken yitik anneyi bulmak için belirgin bir çaba<br />
gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Önce "protesto" ve bulmak için<br />
"acil çaba" vardır. Çocuk günlerce yüksek sesle ağlamakta ve yiten<br />
annesi olabilecek her şeye ve her sese doğru kendini atmaktadır.<br />
Umutsuzluk ve umutla arama arasındaki gidip gelmeler bir hafta<br />
sürmekte, ama sonunda çaresizlik yerleşmektedir. Annenin dönmesi<br />
isteği ortadan kalkmaz, ama bunun gerçekleşmesi umudu yitirilir. Sonunda<br />
bu istek de ortadan kalkar ve çocuk sonsuz bir acı içinde içine<br />
dönük ve apatik bir görünüm kazanır.<br />
Bu tepki örüntüsü yakınlarının yasını ya da başka acı yitimleri<br />
yaşamış olan kişilerde de gözlemlenebilir. Bu görünüme kurumlardaki<br />
geriyatrik hastalarda da rastlanır. Bowlby'nin diğer gözlemleri çocukluktaki<br />
keder tepkisinin uzun süreli olabileceği doğrultusundadır.<br />
Anne figürünü yitiren küçük çocuk, bellek sınırlarına ilişkin bütün<br />
sayıltılara karşın, son derece sürekli bir duygu ve davranış göstermektedir.<br />
Çok küçük çocuklarda kederin sürekliliğini açıkça gösteren<br />
sözel olmayan davranışlar gözlemlenmektedir. Terapistler küçük çocukların
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ölümle ilişkili oyunlarını izlemişlerdir. Bu gözlemler iki<br />
yaşındaki çocuğun ölüm konusunda bir şeyler bildiğini ortaya koymaktadır.<br />
Ayrıca gözlemler ölümle ilişkili yaşantıların çocuğun tüm<br />
gelişimini etkileyebileceğini de göstermektedir. Yetişkinlerin çocukluk<br />
anıları incelendiğinde ölümle ilişkili çok belirgin yaşantılar bulunmaktadır.<br />
Stanley Hall'a göre, çocuk olayı yaşadığı sırada duygularını<br />
dile getirecek sözel yeteneğe sahip olmadığı için acısını uzun yıllar<br />
taşımaktadır. Sonuç olarak, gözlemler ve anı incelemeleri, çok küçük<br />
çocukların ölümle ilişkili yaşantıları kaydettiklerini ve bu yaşantıların<br />
bireyin tüm yaşam yöneliminin bir parçası haline geldiğini göstermektedir.<br />
b. İleri çocukluk ve ergenlik<br />
İlk çalışmalar (1940'larda) ölüm kavramlarının yetişkin düzeyine<br />
ulaşmadan iki ön evreden geçtiğini ortaya koymaktadır. Okul<br />
öncesi yıllarda çocuklar ölümü, yaşamın durmasını değil azalmasını<br />
içeren geçici bir durum olarak algılarlar ("Ölü insanlar acıkmazlar,<br />
belki biraz..."). Bunu izleyen ara evrede çocuk ölümü bir son olarak<br />
algılar, ama ölümü yine de evrensel ve kaçınılmaz olarak görmez. On<br />
yaş dolaylarında çocuk, yalnızca ölümün bir son olduğunu anlamakla<br />
kalmaz, kendisi de içinde olmak üzere her canlı yaratığın değişmez<br />
yazgısı olduğunu kavrar. Ölümü kavramlaştırma düzeyinin yaştan çok<br />
genel zihinsel olgunlaşma düzeyine sıkıca bağlı olduğu ortaya konmuştur.<br />
Sürekli hastalığı olan çocukların gözlemlenmesi, yaşam deneyimlerinin<br />
yaş ve gelişim düzeyinden daha etkili olduğunu göstermiştir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kimi hasta çocuklarda ölüm kavramı daha sistemli bir biçimde<br />
gelişmektedir. Genel olarak zihin gelişimi ve özel olarak ölüm kavramı<br />
gelişimi araştırmaları dikkate alındığında, ölümün son, kaçınılmaz<br />
ve tamamlayıcı olduğu gerçeğinin bunları anlamayacak kadar<br />
küçük olanlar tarafından bile kavrandığı görülmektedir. Bu çocuklar,<br />
kendi durumlarının değişiminden, anababa, doktor ve hemşirelerin<br />
tepkilerinden ve tepkisizliklerinden öğreniyorlar her şeyi. Ama en<br />
önemlisi, kötü durumunu gözlemledikleri diğer hasta çocukların<br />
yaşantılarından öğrendikleridir. Yaşa bakılmaksızın bu çocuklar için<br />
ölüm ve ölme, yoksun bırakan, ayrılma ve kimlik yitimi getiren yaşantılardır.<br />
Ölüm bu çocuklar için hastalık ve yaşam döngüsünün bir parçasıdır.<br />
Sürekli hasta çocukların zaman akışı onların kaçınılmaz ölüm bilgilerini<br />
de yansıtır. Hastalık ilerledikçe gelecek konusunda konuşma<br />
da belirgin biçimde azalır. Gelecek yakın bir tatil ya da yakın bir olayla<br />
sınırlıdır; çocuk bu olayları hızlandırmak için çaba harcar. Daha<br />
önceki uzun vadeli plan ve amaçlardan. örneğin büyüyünce ne olacağından<br />
hiç söz edilmez. Yetişkinler zamana bakıştaki bu gerçekçi<br />
değişim karşısında zor duruma düşerler. Geleceğin bir biçimi olarak<br />
ölümden sonraki yaşam umutsuz hasta çocukların konuşmalarında yer<br />
almaz. Yaşlı ve hasta yetişkinlerde görülen "ödünleme ilkesi"ne çocuklarla<br />
yapılan araştırmalarda rastlanmamıştır; çocuklar her türlü<br />
mutluluğun ya da doyumun çabuk gelmesi gerektiği düşüncesini ortaya<br />
koymuşlardır.<br />
Ölüm olasılığı ile bir bireyin gelecek görüşü arasında algılanan
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ilişki, çoğu zaman, yaşlılar açısından ya da hiç olmazsa yaşamı<br />
gözden geçirmesi ve ölümlüğünü kabul edebilmesi için yeterince ömrü<br />
olanlar açısından tartışılmıştır. Yaşamsüresi boyunca zaman kavramı<br />
konusunda bilinenler, gelecek kavramı ile ölüm kavramının en<br />
azından orta çocukluk yıllarından itibaren birbirini etkilediğini ortaya<br />
koymaktadır (Kastenbaum, 1983). Her bireyin, ileri yaşa ulaşmadan<br />
ya da ölüm olasılığıyla karşılaşmadan önce, gelecek ve ölüm kavramlarını<br />
oluşturduğu kişisel bir geçmişi vardır.<br />
Çocuklar ölüme ilişkin düşünce ve duygularını kısmen kişilerarası<br />
ilişkileri içinde oluşturmaktadırlar. Masters'in gözden geçirdiği<br />
yeni araştırmalar, bilişselliğin kişisel olgunlaşma bağlamında olduğu<br />
kadar toplumsal bağlamda da geliştiğini ortaya koymuştur. Bilişsel ve<br />
toplumsal gelişim konusundaki genel bilgilerimiz ölüme ilişkin düşüncelerin<br />
rolü dikkate alınmadıkça tamamlanmış olmayacaktır: aynı<br />
şekilde, ölüm düşüncesinin yaşam süresince gelişimine ilişkin bilgimiz<br />
daha geniş psikososyal olgunlaşma bağlamına yerleştirilmedikçe<br />
eksik kalacaktır. <strong>Yetişkinlik</strong>teki ve yaşlılıktaki ölüm düşüncelerinin<br />
anlaşılması bireyin kişilerarası bağlamı dikkate alınırsa kolaylaşabilir<br />
ve zenginleşebilir. Örneğin, ölümle ilgili yaşantılar kiminle paylaşılıyor,<br />
birey başkalarının tepkisinden ya da tepkisizliğinden nasıl etkileniyor<br />
sorularının yanıtları aranmalıdır.<br />
Ergenlik araştırmaları ergenlik dönemini pek çok boyutlarıyla ele<br />
aldığı halde, ergenlikteki ölüm kavramını genellikle ihmal etmiştir.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Ergenlik psikolojisi alanında otorite sayılan yazarlar "ölüm", "ölmek",<br />
"ölümlülük" konusuna hiç yer vermemişlerdir. Ölümün yaşlılığa özgü<br />
olduğu kalıpyargısı ergenlik araştırmalarını da etkilemiş görünmektedir.<br />
Araştırmalar ölüm korkusunun ergenlikte en üst düzeyde olduğu<br />
görüşünü doğrulamamaktadır. Ölüm korkusunun, toplumsal destek,<br />
zihinsel olgunluk, bireysel deneyimler gibi başka değişkenlerden etkilendiği<br />
söylenebilir. Ayrıca, ergenlikte gerçek ölüm, ölüm duygusundan<br />
ve düşüncesinden çok daha belirgindir. Amerika Birleşik Devletleri'nde<br />
bütün nedenlerle ölme oranı ergenler ve genç yetişkinler arasında<br />
gitgide artmaktadır. İntihar ve kendini mahvetmenin dolaylı biçimleri<br />
gitgide daha fazla sorun olmaktadır. İntiharı yaşam süresi boyunca<br />
inceleyen Maris (1981), insanların ergenlik gibi geçiş dönemlerinde<br />
daha duyarlı ve yaralanabilir olduklarını belirtmektedir. Henüz<br />
bu savı destekleyen yeterli veri olmamakla birlikte, Maris, yetişkinlik<br />
eşiğindeki ergenin ve yaşlılık eşiğindeki yetişkinin intihar potansiyeline<br />
dikkati çekmektedir.<br />
c. <strong>Yetişkinlik</strong> ve yaşlılık<br />
Kuramsal açıdan, ölüm karşısındaki nesnel ve kişisel yönelimler<br />
arasındaki uygunluk derecesine bakılabilir. Bu uygunluk derece derece<br />
mi, yoksa ansızın mı ortaya çıkar (örneğin, özel yaşam deneyimlerine<br />
tepki olarak); başka bir deyişle, daha uygun bir bunalım modeli<br />
mi, yoksa henüz belirlenmemiş bir değişim süreci mi söz konusudur.<br />
Ölümle ilişkilerin değişmesi, zorunlu olarak, bireyin yeni bir kendi
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
üzerinde düşünme süreci başlatmasına yol açar. Ancak, zaman boyutu<br />
birey yakalandıkça ya da ölüme yaklaştıkça mutlaka kısalıyor değildir.<br />
Yaşlı kişinin gelecek duygusu, kronolojik yaş ya da ölümden olası<br />
uzaklık gibi boş değişkenlerden çok, bireyin çevre üzerindeki denetim<br />
algısına bağlıdır. Ayrıca bireysel farklılıkları da dikkate almak<br />
gerekmektedir. Kimi insanlar yaşam ve ölüm korkularıyla çok erken yaşlardan<br />
itibaren ilgilenirler, kimileri de ileri yaşlara ölüme fazla kafa yormadan<br />
girerler. Bu alanda toplumsal istek ve beklenti değişkenleri<br />
önemli bir etkendir. Yaşlıların çoğu yaşam ve ölüm konusunda bilgece<br />
ve şatafatlı şeyler söylemelerinin beklendiğini bilirler; bazıları<br />
gerçekten bu konuları düşünürken, bazıları da yalnızca beklentiye<br />
boyun eğerler. Yetişkinlerin ölüm yönelimleri konusunda sözlü anlatımlar<br />
kadar pratik kararlar da bilgi verebilir. Bir insan bir vasiyet<br />
hazırlamış mı ve bunu değişen koşullara göre düzeltiyor mu? Yaşamını<br />
uzatmak için yeme içme alışkanlıklarını değiştiriyor mu? Tehdit<br />
edici belirtilere karşın sigara içmeyi sürdürüyor mu? Ciddi biçimde<br />
hasta olan arkadaşlarını ziyaret ediyor mu, bundan kaçınıyor mu?<br />
Ölüm ilanlarına bakıyor mu, bakmaktan kaçınıyor mu?<br />
Bilişsel uyumsuzluk kuramı bu konuda yararlı olabilir. Yaşlanan<br />
birey ölümle ilişkili etkenleri dikkate aldıkça gerçeklik ile bilişsel<br />
tasarım arasında daha fazla uygunluk ortaya çıkar. Ancak, ölümle ilişkili<br />
düşüncelerin kendisi yerleşik tutumlarla çatışarak uygunsuzluk yaratabilir.<br />
Gerçekliğin baskısından kaçarak yüreğimizin derinliklerinde<br />
genç ve ölümsüz mü kalmalıyız, yoksa ölümün düşüncemizde daha
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
geniş bir yer almasına izin mi vermeliyiz? Bireyin ölüm bilgisini zihinsel<br />
yaşamında gözden geçirmenin hem yararı hem da zararı vardır<br />
ve bu alanda kulladığımız stratejiler bizi her yaşta etkileyen her<br />
şeyden etkilenmektedir (zihinsel olgunluk düzeyi, kişilerarası destek,<br />
stres, sağlık gibi).<br />
Ölüm karşısındaki yönelimleri yalnızca kronolojik yaştan kestirme<br />
yolu pek verimli olmamaktadır. Ölümle ilgili düşünceleri diğer<br />
değişkenlere bağlı olarak açıklama girişimi de karışık sonuçlar vermektedir.<br />
Araştırmalarda kullanılan tekniklerin sınırlılıklarını dikkate<br />
almak gerekmektedir. Aslında, ölüm korkusunu ve düşüncesini ortaya<br />
çıkarmak için kullanılan tekniklerin neyi ölçtüğü hep tartışma konusu<br />
olmuştur. <strong>Yetişkinlik</strong>teki ölüm tutumlarını açıklamaya çalışan kuramlar<br />
genellikle deneysel bulgularla desteklenememiştir. Bu konuda o<br />
kadar çok yöntembilim sorunu vardır ki, başarısızlık ne yalnızca kavramlara,<br />
ne de işlemlere bağlanabilir. Akademik türden ölüm araştırmalarının<br />
birtakım güçlükleri sürüp giderken, klinik ve diğer uygulamalı<br />
araştırmalar yararlı olmaktadır. Araştırmacılar 25-90 yaşları arasındaki<br />
bin erkeği inceleyerek, her yaş düzeyinde yüksek, orta ve<br />
düşük düzeyde anksiyete bulmuşlardır. Yüksek anksiyeteli genç ve<br />
orta yaşlı erkekler doktorların teşhis edebildiğinden daha fazla hastalık<br />
bildirmişlerdir. Yüksek anksiyeteli yaşlı erkekler ise hastalıklarını<br />
azaltarak belirtmişlerdir. O halde kimler sağlıklarını doğru olarak<br />
bildirmektedir? Büyük olasılıkla yüksek anksiyeteli olmayan "iyi<br />
uyum sağlamış" yaşlılar... Anksiyeteli yaşlı erkekler yaşama yönelik<br />
güncel bir tehditten (hastalık) korunmak istemişler, buna karşılık
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
anksiyeteli genç erkekler yaşamlarının tehlike içinde olduğuna gerçekten<br />
inanmadıkları için semptomlar üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu gözlemin<br />
pratik sonuçları açıktır: Hastanın anksiyete düzeyi ve bununla<br />
başaçıkma biçimi klinik değerlendirmeye katılmalı ve yaşlıların sağlıkla<br />
ilgili bildirileri dikkatle ele alınmalıdır.<br />
Araştırmacılar, yüksek ölüm anksiyetesi bildiren yaşlı kadınların<br />
zaman karşısında mülkiyetçi olduklarını ve zamanın çabuk geçmesini<br />
istemediklerini buldular. Bu bulgu bireyin zamanın güçlükle geçişine<br />
ilişkin algı örüntüsüyle açıklanabilir. Bu konunun araştırılmasında<br />
yalnızca sözel tepkilerin derlenmesinin yeterli olmadığını, doğal durumlarda<br />
yapılmış dikkatli gözlemlere gerek olduğunu bir kez daha<br />
belirtmekte yarar var.<br />
Yetişkinlerin ölüm karşısındaki yönelimleri sözel tepkilerle tam<br />
olarak anlaşılamadığına göre, belki sözel olmayan davranışların en<br />
aşırısı olan intihar aydınlatıcı olabilir. Yaşama karşı ölümü seçmek<br />
çocukluktan yaşlılığa kadar her düzeyde ortaya çıkan bir olgudur.<br />
Amerika Birleşik Devletleri'nde intihar konusunda cinsiyet farklılığı<br />
olduğu, erkek intiharlarının kadınlarınkinden üç kat fazla olduğu dikkati<br />
çekmektedir. Üstelik erkekler daha şiddetli ve etkin yöntemler<br />
kullanmaktadırlar (kadınlar tipik olarak ilaç kullanmayı, erkekler ise<br />
ateşli silahları, damar kesmeyi, yüksekten atlamayı seçiyorlar). İntihar<br />
olayları kronolojik yaşa bağlı olarak çocukluktan genç yetişkinliğe<br />
doğru artmaktadır. Kadınların intiharı 40 yaşlarının ortalarına kadar
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
artmayı sürdürmekte, 80 yaşlarının ortalarında düşmektedir. Erkek intiharı<br />
25-40 yaşlarında biraz durmakta -yine kadınlardan fazla-, sonra<br />
80'lere doğru yeniden yükselmektedir. 20'inci yüzyılda intiharların artış<br />
gösterdiği gerçeğini de dikkate almamız gerekiyor.<br />
Murphy, intiharın evli olmamak, az arkadaşı olmak, ölümden<br />
sonraki yaşama inanmamak, depresyona girmek gibi özelliklerle ilgili<br />
olduğunu ileri sürmektedir. Yaşlanmayı korkunç bir şey olarak algılayan<br />
ve yaşlılıktaki rol beklentileri olumsuz olanlarda intihar daha<br />
fazla olmaktadır. Boldt, intiharın sorunlara çözüm olarak kabul edilmesinde<br />
zaman ve kuşak farklılıklarını soruşturduğu araştırmasında,<br />
genç kuşağın yaşlılara göre intihara karşı daha kabul edici bir tutum<br />
gösterdiğini, daha da ilginci, gençlerin ölüme karşı da daha kabul edici<br />
olduklarını buldu. Genç kuşağın intihar ve ölüm karşısındaki kabul<br />
edici tutumları ile gençlerin artan intihar oranları arasında nedensel bir<br />
ilişki olduğunu kabul etmek acele etmek olur; ama yine de Boldt'un<br />
bulguları olası bölük etkisini (cohort enfluence) vurgulaması açısından<br />
önemlidir. Boldt'a göre ölümü ceza olarak görmek ya da olumlu<br />
olarak değerlendirmek intiharı destekleyici ya da engelleyici bir etken<br />
olabilmektedir. Yaşlıların da intihar karşısında gençliklerindekine göre<br />
daha hoşgörülü oldukları, ölümün bir ceza olduğu görüşünü zamanla<br />
değiştirdikleri görülmektedir. Başka araştırmalar da, kurumlardaki<br />
ve hastanelerdeki yaşlılarda çevre kısıtlamaları ile kendine zarar verme<br />
eğilimi arasında ilişki olduğunu göstermektedir. Bu bulgulara göre<br />
kurumlardaki yaşlılar yaşamlarına son vermeyi sık sık düşünmektedirler.<br />
Sonuçlanmış intihar girişimlerinin kendine zarar verme olaylarından
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
daha az olduğu görülmektedir. Özellikle orta ve ileri yaşlarda<br />
artan bağımlılık korkusu ve umutsuz hastalık intiharların kaynağını<br />
oluşturmaktadır (Birren ve Warner Schaie, 1985).<br />
:::::::::::::::::<br />
4. Ölme Süreci<br />
"Ölüm" sözcüğü hem bir olayı -ölme olayını-, hem de bu olayın<br />
sonucunu gösterir. Klinik ölüm ile biyolojik ölümü birbirinden ayırmak<br />
çok güçtür. Klinik ölüm yaşamsal (vital) belirtilerin yok olmasıyla<br />
tanımlanır; fakat yaşamsal belirtilerin ortadan kalkmasından sonra<br />
bazı biyolojik yapılar işlevini sürdürmektedir. Başka bir deyişle, biyolojik<br />
ölüm bedenin farklı yapılarına göre değişiklik göstermektedir.<br />
Ölme süreci normal olarak birtakım evrelerden geçmektedir. E.<br />
Kübler-Ross (1969) ölmekte olan 200'den fazla hastayla yaptığı görüşmelere<br />
dayanarak ölme sürecinin evrelerini saptamıştır. Kübler-Ross'a<br />
göre, eğer ölüm aniden olmamışsa ve ölmekte olan kişi ne olup<br />
bittiğinin farkındaysa ölme süreci beş evreden geçmektedir.<br />
(a) Yadsıma ve yalıtma. Birinci evrede kişi ölümün yakın olduğunu<br />
yadsımaktadır. İlk tepki "Hayır, ben değil, doğru olamaz!" biçiminde<br />
ortaya çıkmaktadır. Kimi hastalar bir yanlış yapıldığını<br />
(örneğin tıbbi testlerin başkasınınkiyle karıştırıldığını) ileri sürmektedir,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kimileri daha olumlu bir tanı için başka doktorlara gitmektedir. Bu<br />
yadsıma tepkisi beklenmeyen haberin şokuyla başaçıkmada sağlıklı<br />
bir yol olarak görülebilir. Yadsıma kısa vadede tampon işlevi görmekte,<br />
hastanın uzun vadede daha köklü savunmalar geliştirmesine olanak<br />
sağlamaktadır. 200 denekten sadece 3'ü yadsıma tutumunu sonuna kadar<br />
götürmüştür; çoğu, yadsımanın tampon olma işlevi bittikten sonra<br />
onun yerine "kısmi kabul" tutumunu geçirmiştir.<br />
(b) Öfke. İkinci tepki "Neden ben?" biçiminde ortaya çıkmaktadır.<br />
Odak duygu öfke, haset ve küskünlüktür. Aile için bu öfkeyle<br />
başaçıkmak, hastanın bakış açısını anlamak çok zordur. Öfkeli kişinin<br />
mesajı belki şudur: "Ben yaşıyorum, bunu unutmayın! Sesimi duyabilirsiniz.<br />
Henüz ölmüş değilim..."<br />
(c) Pazarlrk. Bu evrede Tanrıyla, doktorla ya da başkalarıyla<br />
pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışılmaktadır. Bu evre de hasta<br />
için kısa vadede yardımcı bir evredir. Pazarlık örnekleri diğer evreler<br />
kadar açık seçik değildir ve bütün hastalar ölümle bu yolla başaçıkmaya<br />
kalkışmamaktadır.<br />
(d) Depresyon. Bu evrede kişi artık ölmekte olduğunu yadsıyamaz,<br />
öfkenin yerini depresyon alır. Kübler-Ross "hazırlayıcı" depresyon<br />
ile "tepkici" depresyonu birbirinden ayırmaktadır. Hazırlayıcı<br />
depresyon, dünyanın şeylerinden vazgeçmeyi ve dünyadan sonul ayrılışı<br />
içeren "hazırlayıcı hüzün"le ilişkilidir. Hasta sevdiği her şeyi ve<br />
herkesi bırakma sürecine girmiştir. Bir depresyon türünde hasta sessizdir;
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
sessiz jestler, karşılıklı duygu ve sevecenlik anlatımları hastaya<br />
yardımcı olabilir. Buna karşılık tepkici depresyonda kişi bazı müdahaleler<br />
gerektirebilir, destekler isteyebilir.<br />
(e) Kabul etme. Bu son evre öncekilerin en yüksek noktasıdır.<br />
Bu evrede hasta yaklaşan sonunu derin derin düşünmektedir. Bu evre<br />
hemen hemen bir duygu boşluğuyla belirlenir.<br />
Kübler-Ross bu evrelerde "umut"u önemli ve sürekli bir etken<br />
olarak görmektedir. Yeni bir ilaç, bir araştırmada son dakikada bir başarı,<br />
yeni bir tedavi yöntemi gibi düşünceler hastanın son aylarına ve<br />
haftalarına kadar koruduğu düşüncelerdir. Bu umut sadece iyileşme<br />
umudu değildir, aynı zamanda ölümü kabul ederek ölme umududur.<br />
Bu umut, hem ölümü hem de ölüm kederini daha insancıl ve anlamlı<br />
kılmaktadır.<br />
Psikiyatrist Kübler-Ross ölüm evreleri kuramını ağır derecede<br />
hasta kişilerle yaptığı görüşmelerle geliştirmiştir. Bugün geçerliliği<br />
kalmamakla birlikte, bu kuram, başka araştırmacıları ölmenin psikolojisi<br />
üzerinde çalışmaya sevketmesi bakımından yararlı olmuştur. Kastenbaum<br />
(1975), Kübler-Ross'un kuramının ölme sürecinin çok önemli<br />
bazı yönlerini ihmal ettiğini ileri sürmektedir. Kişilik, cinsiyet,<br />
gelişim düzeyi, ölüm ortamı gibi etkenleri mutlaka dikkate almak<br />
gerekmektedir. Kastenbaum'a göre Kübler-Ross'un evreleri ölme deneyiminin<br />
çok dar ve öznel yorumlarıdır. Bu evreler abartılmış ve bireyin
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
önceki yaşamından ve şimdiki koşularından yalıtılmış biçimde betimlenmiştir.<br />
:::::::::::::::::<br />
5. Ölümü Karşılama<br />
Herkes ölümü ve ölmeyi kabul etmek zorundadır; ölümü gerçekçi<br />
bir biçimde kabul etmek kişinin duygusal olgunlaşmasının belirtisidir.<br />
Ancak, insanların ölüm karşısındaki bilinç düzeylerinin bireyden<br />
bireye farklılık göstereceği de açıktır. Duk Üniversitesi araştırmacıları<br />
60-94 yaşları arasındaki 140 yaşlıyı incelediler. Yaşlıların % 5'i<br />
ölümü hiçbir zaman düşünmediğini, % 25'i haftada bir kezden daha az<br />
düşündüğünü, % 20'si ölümün haftada bir kez aklına geldiğini, % 49'u<br />
ölümü en azından günde bir kez anımsadığını belirtiyordu. Aynı araştırmada<br />
yaşlı kişilerin ölüme farklı anlamlar yüklediği de bulunmuştur.<br />
Kimileri ölümü bedensel yaşamın sona ermesi ve yeni bir yaşama,<br />
başka bir dünyaya geçiş olarak görmektedir. Kimileri daha önce ölmüş<br />
sevilen bir kişiyle yeniden birleşme inancını dile getirmektedir.<br />
Her iki grup için de ölüm daha iyi bir varoluş durumuna geçiştir. Ölümün<br />
bir ceza olduğunu doğrudan dile getirenler çok azdır. Ölümü bir<br />
"son" olarak görenler de vardır.<br />
Kişi için ölümün anlamı, hem kişisel hem sosyo-kültürel pek çok<br />
belirleyiciye bağlıdır. "Ölümün anlamı" ölüm olayının yaşanmasına<br />
bağlı değildir; ölüm olgusu karşısındaki duygulara ve yorumlara bağlıdır.<br />
Duke Üniversitesi araştırmasında deneklerden aşağıdaki cümleleri
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
tamamlamaları istenmiştir:<br />
- Bir insan öldüğü zaman ...<br />
- Ölüm ... dir.<br />
- Öldüğüm zaman ben ...<br />
Yanıtlar aşağıda gösterilen kategorilerde toplanmaktadır:<br />
(a) Yaşamın sürmesi ya da kesilmesi. Açıklamaların çoğu dinsel<br />
inançları ortaya koymaktadır. Örneğin, "Ölüm bu dünyadan bir<br />
başka dünyaya geçiştir" ya da "öldüğüm zaman ruhumun sürüp gideceğini<br />
düşünüyorum" gibi. Bu açıklamalara göre yaşamın sonu öbür<br />
dünyaya atlama tahtasıdır. Bir başka yorum da, ölen kişinin başkalarında<br />
yaşaması biçimindedir: "Ölen bir insan kalanların düşüncesinde<br />
ve gönlünde yaşamayı sürdürür." Buna karşılık kimileri de<br />
ölümü, kişiliğin sona ermesi olarak düşünmektedirler.<br />
(b) Düşman olarak ölüm. Ölüm yaşamı ve ilişkileri kesen, bozan,<br />
sona erdiren bir düşman olarak görülmektedir. Örnek: "Ölüm zalim<br />
bir efendidir". Yanıtların çoğu bağımlılık, güçsüzlük korkusunu ya<br />
da ölüm edimine bağlanan acı ve eziyet çekme duygusunu dile getirmektedir.<br />
(c) Birleşme ya da ayrı düşme. Çokları ölümü daha önce ayrılınan
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
birine kavuşma olarak görmekte, kimileri de sevilen birinden<br />
ayrılma gibi hissetmektedir.<br />
(d) Ödül ya da ceza. Çoğu kişi ölümü daha iyi bir varoluş durumuna<br />
geçiş olarak görmektedir. Örnek: "Tanrının mutluluklarına kavuşmaya<br />
gideceğim." Bu aslında dinsel inançlara bağlı bir düşüncedir.<br />
Ölümün ceza anlamına geldiği genellikle pek az dile getirilmiştir<br />
(Jeffers ve Verwoerdt, 1969).<br />
Araştırmacıların çoğu yaşlı kişilerin çok az bir bölümünün -sadece<br />
% 30- ölüm korkusu bildirdikleri konusunda görüş birliği içindedir.<br />
Ulusal Ruh Sağlığı Enstitüsü'nün araştırmasında sağlıklı yaşlı<br />
kişilerde ölüm korkusu % 30 oranında bulunmuştur. Araştırmacıların,<br />
yaşları 49-92 arasındaki 200 denek üzerinde uyguladıkları cümle tamamlama<br />
testine göre, ölüm korkusu genel nüfusta yaşlı kişilerde<br />
olduğundan daha yaygındır. Duke Üniversitesi'nde yapılan başka bir<br />
araştırmada "Ölümden korkuyor musunuz?" sorusuna yaşlı deneklerin<br />
sadece % 10'u olumlu yanıt verdiler; deneklerin % 35'i korktuğunu<br />
reddetti, % 55'i ambivalandı ve soruyu yanıtlamakta tereddüt etti. Bu<br />
bulgular ölüm korkusu sorununun yaşlı kişilerde bulunmadığı anlamına<br />
gelmemektedir. Duke Üniversitesi araştırmasında bir denek<br />
şöyle demektedir: "Hayır, ölümden korkmuyorum, bu bana son derece<br />
normal bir süreç olarak görünüyor. Ama ölüm geldiğinde neler hissedeceğinizi<br />
asla bilemezsiniz. Belki paniğe kapılabilirim." Bengston,<br />
Cuellar ve Ragan genç insanların 65 yaş ve üstündekilerden daha fazla<br />
ölüm korkusu yaşadıklarını ileri sürmektedir. İnsanlar acı verici, ayrılık
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaratıcı hastalıklardan daha fazla korkmaktadırlar.<br />
Hinton hastanede ölen kişilerden dörtte birinin yüksek bir kabul<br />
gösterdiğini söylemektedir; fakat hastalık ve hastahane koşulları bunda<br />
önemli bir rol oynamaktadır. Hastaların yaklaşık yarısı yaşamının<br />
sona ermekte olduğunu kabul etmekte (daha çok yaşlı kişiler), dörtte<br />
biri acı çektiğini bildirmekte, diğer dörtte biri ise pek az şey<br />
söylemektedir. Weisman ve Kastenbaum (1968) sadece pek az yaşlı kişinin<br />
ölüm korkusundan söz ettiğini, ölüm korkusunun daha çok akut duygusal<br />
ya da psikiyatrik bozukluk çeken yaşlılarda bulunduğunu belirtmektedir.<br />
Yaşlı kişiler ölüm karşısında tek biçimli bir örüntü değil,<br />
çok çeşitli yönelimler göstermektedirler.<br />
Robert N. Butler'in (1971) "yaşamı yeniden gözden geçirme"<br />
adını verdiği süreç genellikle sessizce gerçekleştirilmekte ve kişiliğin<br />
yeniden örgütlenmesinde olumlu bir güç yaratmaktadır. Ancak bu bazı<br />
durumlarda patolojik düzeyde yoğun bir suçluluk, umutsuzluk ve<br />
depresyonun anlatımı da olabilmektedir. Bir insanın yaşamını yeniden<br />
gözden geçirmesi değişik türden bunalımlara tepki olabilir (örneğin,<br />
emeklilik, eşin ölümü, kendi ölümünün yakınlığı gibi). Butler'e göre<br />
yaşamın yeniden gözden geçirilmesi, bir bireyin ölüme uyumu, yaşamın<br />
sonuna doğru kişilik gelişiminin sürekliliği açılarından çok önemlidir.<br />
Çeşitli araştırmalar ölümden önce sistemli psikolojik değişimlerin<br />
ortaya çıktığını bildirmektedir. Bu değişimler fiziksel hastalıkların
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
basit bir sonucu değildir. Ciddi biçimde hasta olan ve sonra iyileşen<br />
kişiler aynı değişimleri göstermemektedir. Lieberman ve Coplan,<br />
ölümlerinden bir yıl ya da daha az süre önce incelenen bireylerin,<br />
ölümden üç yıl ya da daha fazla uzak olanlara oranla daha zayıf zihinsel<br />
başarı, daha az içgözlem eğilimi, kişilik testlerinde daha az saldırgan<br />
ve daha fazla uysal benlik imgesi gösterdiklerini bildirmektedir.<br />
Bir yıl içinde ölenlerin birkaç yıl sonra ölenlere oranla zeka ölçümlerinde<br />
düşüş gösterdikleri de bulunmuştur. Psikomotor başarı<br />
testleri, depresyon ölçekleri ve sağlık bildirimleri önceden kestirim<br />
sağlayabilmekte ve doktorları gelecekteki bozukluklar konusunda<br />
uyarabilmektedir.<br />
Sosyolog Robert Blauner, modern toplumların bürokratik düzenlemelerle<br />
ölüm olayını denetim altına aldıklarını belirtmektedir. Amerika'da<br />
daha birkaç kuşak önce insanlar evlerinde ölüyorlardı; bugün<br />
yaşlılar yurdu ve hastaneler ileri derecede hasta olanlarla ilgilenmekte<br />
ve ölüm bunalımlarıyla uğraşmakta, cenaze evleri de toprağa verme<br />
işini üstlenmektedir. Birçok insan için gitgide daha yabancı bir yaşantı<br />
olduğundan ölümle nasıl başa çıkılacağı da gitgide daha az öğrenilmektedir.<br />
Ne ölmekte olan kişi, ne de ailesi ve arkadaşları ölüm yaşantısıyla<br />
uğraşmayı sağlayacak anlayış ve bilgiye sahiptirler.<br />
Amerika Birleşik Devletler'inde, ölen kişilerin % 70'inin son<br />
yıllarını bakımevinde ya da hastanede, çoğu zaman acı içinde ve yalnız<br />
olarak geçirdiği saptanmaktadır. "Onuruyla Ölme" hareketinin savunucuları<br />
"saldırgan" tıbbi bakımın -yaşamın ne pahasına olursa olsun
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
korunmasının- insanları hızlı ve doğal ölümden alıkoyduğunu ısrarla<br />
vurgulamaktadırlar. Amerikan halkı içinde "sağlıklı ölme" istemi<br />
gitgide artmaktadır. Bu görüşe göre acıdan ve travmadan olabildiğince<br />
uzak bir ölüm yeterli değildir; umutsuz bir hastalıktan acı çeken bireyler,<br />
kendi tüm yaşam üsluplarına uygun düşen ve kimlikleriyle<br />
bütünleşen (örneğin romantik bir ölüm, kahramanca bir ölüm, vb.)<br />
özel bir ayrılma üslubu seçebilmelidir.<br />
Sudnow kurumların sistemli bir örgütlemeyle ölüme yakın olanları<br />
ve ölenleri nasıl gizlediklerine değinmiştir; Watson yaşlı ve hasta<br />
olmanın aynı gizleme sürecini başlattığını ortaya koymuştur. Aktif tedavinin<br />
kesilmesi kararı çok hasta olanlar ve ölüm halindeki hastalar<br />
için alınmaktadır. Ancak, "çok hasta" ve "ölüm halinde" kavramları<br />
yaşlılarda genellikle birbirine karışmaktadır. Aktif tedavinin kesilmesinin<br />
yanısıra, kişisel ilişkiler de birden azalmaktadır; bu da bazı durumlarda<br />
hasta fakat ölümcül olmayan hastaların tedavisinin kesilmesiyle<br />
sonuçlanmakta ya da hastalar psikiyatrik hasta olarak sınırlı hastane<br />
köşelerine atılmaktadırlar. Oysa Miller'in saptadığına göre,<br />
"umutsuz" olarak damgalanan yaşlı hastaların dikkatli ve duyarlı bir<br />
bakımla iyileşebildikleri görülmektedir. İyileşmesi olanaklı hastaların<br />
toplumsal, duygusal ve teknik bakımdan terkedilmesi ölümle sonuçlanmaktadır.<br />
Ölme sürecine ilişkin evrelerin eleştirisiz kabul edilmesi<br />
de bakımın sürmesini engellemektedir. Kübler-Ross'un kuramı deneysel<br />
olarak desteklenmemiş, üstelik kuramın birçok yöntembilimsel ve<br />
kavramsal kusuru olduğu bulunmuştur. Kuramın anksiyete azaltıcı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olarak kullanılması sağlık personeli arasında artık ilgi çekmemektedir.<br />
Bugün hastane çalışmalarında hastaların bireyselliği, hasta ailelerinin<br />
hakları daha fazla vurgulanmaktadır. Hastaneye kaldırma ölüm korkusunu<br />
arttırabildiği için aile içinde bakım daha fazla desteklenmektedir.<br />
Bütün ölümlerin aynı oranda etkili olmadığı bilinmektedir. Glaser<br />
yaşlıların ölümünün toplum üzerinde çok az bir etkisi olduğu savını<br />
gerontolojiye ilk kez sokan yazardır. Daha yakınlarda Owen, Fulton<br />
ve Markusen, anababa, eş ve çocuk yitiren yetişkinlerin kederlerini<br />
karşılaştırmış, yaşlı anababa yitiminin daha az keder verici, yerleşik<br />
davranışlarda daha az kesintiye yol açıcı ve daha az anlamlı olduğunu<br />
bulmuştur. Sanders yaşlı anababa yitiminin eş ve çocuk yitiminden<br />
daha az sarsıcı olduğunu saptamıştır. Moss ve Moss, yetişkinin anababa<br />
yitimine daha az tepki göstermesini, yetişkinin yaşlı anababanın<br />
potansiyel ölümünü sık sık düşünmesine, olayın bir tür provasını yapmasına<br />
bağlamaktadır. Ayrıca, kişinin yaşlı anababasının ölümünü düşünmesi<br />
eş ya da çocuğunun ölümünü düşünmesinden daha az "tabu"<br />
dur. Bilişsel ve duygusal öksüzlük düşüncesi çok önceden başlar ve<br />
bireyi hazırlar; bu sürecin bireyi kendi ölümüne de hazırladığı söylenebilir.<br />
Büyüklerin ölümünden daha az etkilenme gerçeği, bireyin<br />
kendisini "genç" diye tanımlamasından "yaşlı" diye tanımlamasına<br />
geçişi etkiler mi sorusu henüz ortadadır. Belki burada, söylenmeyen,<br />
sessizce geçiştirilen bir keder vardır: "Ben de özlenmeyen biri olacağım...<br />
Belki kendimi özlenmemeye alıştırmam gerek."<br />
Yas ölüm nedeniyle bir akrabasından ya da arkadaşından yoksun
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
kalan kişinin içinde bulunduğu durumdur. Keder, sevilen birinin<br />
ölümünün ardından duyulan şiddetli ruhsal acı ve elemi içerir. Matem,<br />
bir kişinin ölümüne duyulan acının belirtilerini ortaya koyma biçiminin<br />
toplum tarafından düzenlenmesine dayanır.<br />
Çağdaş klinikçiler ve psikologlar, "Derdini söylemeyen derman<br />
bulamaz!" biçimindeki Türk atasözünün dile getirdiği görüşü<br />
paylaşmaktadırlar. Acılı duyguların hafifletilmesi ve duygusal yardım süreci<br />
çok önemlidir. Aile ve arkadaş desteğini gören kişiler yası izleyen fiziksel<br />
ve ruhsal bozuklukları daha az göstermektedirler. Öte yandan,<br />
kültürel beklentiler, toplumsal değerler ve topluluk kuralları kederin<br />
yaşanmasına müdahale etmektedir. Gelişmiş toplumlarda ölme de tıbbi<br />
teknolojiye bırakılmıştır ve genellikle evin dışında olmaktadır; matem<br />
ruhsal bir patoloji olarak görülmektedir. Oysa tanatologlar keder<br />
anlatımlarını ve matem törenlerini geride kalanlar için tedavi edici<br />
nitelikte görmektedirler.<br />
Yas ve keder sevilen birinin ölümünün hemen ardından gelen<br />
dönemde önemli bir etki yaratmaktadır. Geride kalanlar fiziksel ve<br />
ruhsal hastalıklara ve ölüme karşı daha duyarlı olmaktadırlar. Bu<br />
özellikle ansızın ve beklenmedik biçimde gelen yaslar için doğrudur.<br />
Yaslı kişiler, hastalık, kaza, ölüm, işsizlik ve diğer hasar görmüş<br />
yaşam belirtilerini daha fazla göstermektedirler. On üç ay süren bir izleme<br />
araştırmasında yaşlı kişilerin % 32'sinin sağlık bozuklukları gösterdikleri<br />
-kontrol grubunda sadece % 2- bulunmuştur. Dul kadınlar
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
dulluklarının ilk yılında aynı yaştaki dul olmayan kadınlara oranla üç<br />
kat daha fazla doktora görünmekte, yatıştırıcı ilaçları yedi kat daha<br />
fazla kullanmaktadırlar.<br />
Yas içindeki yetişkinler tipik olarak birtakım evrelerden geçmektedirler.<br />
Birinci evre şok, uyuşukluk, yadsıma ve inanmama evresidir.<br />
En yoğun duygu olan şok ve uyuşukluk genellikle birkaç hafta sürmekte,<br />
yadsıma ve inanmama ise günlerce ve hatta aylarca sürebilmektedir.<br />
İkinci evre özleme, hasretini çekme ve depresyon evresidir.<br />
Genellikle 5-14 gün arasında doruk noktasına çıkmakta, ama daha<br />
uzun sürebilmektedir. Bu evredeki yaygın duygular, ağlama, umut,<br />
gerçek olmama duygusu, empati, insanlardan uzak durma, ilgi yokluğu,<br />
ölenin anısına bağlanma, vb.'dir. Diğer belirtiler öfke, kızgınlık,<br />
korku, uykusuzluk, iştahsızlık vb. olabilir. Ölen kişiyi ülküleştirmeye<br />
de yas tutanlarda çok rastlanmaktadır. Yasın üçüncü evresi sevilen kişiden<br />
kurtulma ve yeni koşullara uyum sağlamadır. Bu dönemde birey<br />
kaynaklarını harekete geçirir, insanlarla ve etkinliklerle yeniden ilgilenir,<br />
yeni bir denge kurmaya çalışır. Kimileri için bu evre 6-8 hafta,<br />
kimileri için de aylar hatta yıllar sürebilmektedir. Dördüncü evre kimliğin<br />
yeniden kurulması evresidir. Kişi yeni ilişkiler gerçekleştirir ve<br />
sevdiği biriyle yeni roller üstlenir. Geride kalanların yaklaşık yarısı bu<br />
evrede yas yaşantısından bazı yararlar ya da deneyimler edindiklerini<br />
bildirmektedir.<br />
Dul erkekler konusunda pek az bilgiye sahibiz. 45 yaşın üstündeki<br />
dul erkeklerin ölüm oranının evli erkeklerin oranının iki katı
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
olduğu, dulların intihar riskinin de çok yüksek olduğu bilinmektedir.<br />
46-65 yaşlar arasındaki dul erkeklerin yarısından fazlası yeniden<br />
evlenmektedir. Sağlıklı dullar görece daha çabuk evlendiği için, dullar<br />
arasında yüksek ölüm oranı saptayan istatistikler öncelikle daha az<br />
sağlıklı dullara uygulanabilir. Dul kadınlara ilişkin bilgimiz dul<br />
erkeklerinkinden daha fazladır. Sosyolog H.Z. Lopata'ya göre, dul kadınların<br />
yaklaşık yarısı tamamen yalnız yaşamakta, çoğu da böyle yaşamayı<br />
yeğlemektedir. Araştırmalar, dulluğun uzun süredeki olumsuz<br />
sonuçlarının, dul olmanın kendisinden çok, sosyoekonomik yoksunluklardan<br />
kaynaklandığını göstermektedir (Vander Zanden, 1981).<br />
:::::::::::::::::<br />
YARARLANILAN KAYNAKLAR<br />
ADLER A., Yaşama Sanatı, Say Yay., İstanbul, 1984.<br />
AİZENBERG R. ve TREAS J., "The family in late life: Psychosocial and<br />
demographic considerations", BİRREN ve SCHAİE, 1985 içinde.<br />
ALLPORT Gordon W., Structure et Developpement de la Personnalite, Delachaux<br />
et Niestle, Neuchatel, 1970. İngilizcesi 1961.<br />
ARLİN Patricia, "Cognitive development in adulthood: A fifth stage?"<br />
Developmental Pscyhology, cilt 11, no. 5, 602-606, 1975.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Avrupa Dergisi, sayı 93, Eylül 1984.<br />
BALTES Paul B, "Theoretical propositions of life-span developmental<br />
psychology: On the dynamics between growth and decline", Developmental<br />
Psychology, cilt 23, sayı 5, 611-626, 1987.<br />
BASSECHES M., "Dialectical thinking as metasystematic form of cognitive<br />
organization", M. L. COMMONS ve ark., (yay.), 1984 içinde.<br />
BERGER Kathleen Stassen, The Developing Person Through the Life Spain,<br />
Worth Publisher, Inc., New York, ikinci baskı, 1988.<br />
BİRREN James E. ve SCHAİE K. Waner (yay.), Handbook of the Psychology<br />
of Aging, Van Nostrand Reinhold Colp., New York, ikinci baskı, 1985.<br />
BİSCHOF Ledford J., Adult Psychology, Harper and Row Publishers, New<br />
York, 1969.<br />
BRUBAKER Timothy H., "Developmental tasks in later life", American<br />
Behavioral Scientist, cilt 29, sayı 4, 1986.<br />
BUTLER Robert N., "Succesful aging and the role of the life review", S. H.<br />
ZARİT (yay.), 1977 içinde.<br />
COMMONS M. L. ve ark. (yay.), Beyond Formal Operations: Late Adolescent
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
and Adult Cognitive Development, Fraeger, 1984.<br />
CRAİN William, Theories of Development: Concepts and Application,<br />
Englewood Cliffs, N.S., Uarentice Hall, 1980.<br />
CRAİN William C., "Erikson: Yaşamın Sekiz Evresi", Bekir Onur<br />
(yay.), 1986 içinde.<br />
DATAN Nancy ve GİNSBERG L.H. (yay.), Life-Span Developmental Psychology,<br />
Academic Press, New York, 1975.<br />
EPSTEİN Leon J., "Aging". H.H. GOLDMAN (yay.), 1984 içinde.<br />
ERİKSON Eric H., The Life Cycle Completed, W.W. Nortor and Comp., New<br />
York, 1982.<br />
FROMM E., Sevgi ve Şiddetin Kaynağı. Payel, İstanbul, 1979.<br />
FROMM E., Kendini Savunan İnsan. Say Yay., İstanbul, 1982.<br />
FLAVELL J.H., Cognitive Development, Englewood Cliffs, Prentice-Hall,<br />
ikinci baskı, 1985.<br />
GOLDMAN H.H. (yay.), Review of General Psychiatry, Lange Medical<br />
Pub., Los Altos, 1984.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
GOULD R.L., "Adult life stages: Growth toward self-tolerance", Psychology<br />
Today, 8, 74-78, Şubat 1975.<br />
HATFİELD E. ve WALSTER G.W., A New Look at Love, Reading, MA,<br />
Addison-Wesley, 1979.<br />
HENDRİCK C. ve HENDRİCK S., "A theory and methode of love", Journal<br />
of Personality and Social Psychology, cilt 50, no. 2, 1986.<br />
HOFFMAN Lois ve ark., Developmental Psychology Today, McGraw Hill,<br />
Inc., New York, altıncı baskı, 1994.<br />
HONZİK M.P., "Life-span development", Ann. Rev. Psychology, 35,<br />
309-331, 1985.<br />
HORNEY Karen, Les Voies Nouvelles de la Psychanalyse, L'Arche, 1951,<br />
ikinci baskı Payot, 1976, Paris. İngilizcesi, 1930.<br />
JEFFERS F.C. ve VERWOERDT "How the old face death", LİEBERT ve<br />
ark., 1977 içinde.<br />
JERSİLD Arthur T., Çocuk Psikolojisi, A.Ü. Eğitim Fakültesi yay., üçüncü<br />
baskı, Ankara, 1979.<br />
KASTENBAUM Robert ve AİSENERG Ruth, The Psychology of Death,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Springer Publishing Corp., New York, 1976.<br />
KİMMEL Douglas C., Adulthood and Aging, John Wiley and Sons Inc., New<br />
York, 1974.<br />
KÜBLER-ROSS Elisabeth, On Death and Dying, MacMillan Publishing<br />
Comp., New York, 1969.<br />
LABOUVİE-VİEF G., "Intelligence and cognition", BİRREN ve SCHAİE<br />
(yay.), 1985 içinde.<br />
LEVİNSON Daniel J., "A conception of adult development", American<br />
Psychologist, cilt 41, no. 3-13, 1986.<br />
LİEBERT Robert M. ve WİCKS-NELSON Rita, Developmental Psychology,<br />
Prentice-Hall Inc., New York, üçüncü baskı, 1981.<br />
LİEBERT Robert M. ve ark. (yay.), Developmental Psychology,<br />
Prentice Hall, New Jersey, 1977.<br />
MASTERS W.N. ve JOHNSON V.E., Les Reactions Sexuelles, Robert<br />
Laffon, Paris, 1968. İngilizcesi 1966.<br />
NEUGARTEN Bernice L., "Time, age, and the life cycle", American<br />
Journal of Psychiatry, no. 136, 887-894, 1979.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
NEUGARTEN Bernice L., "Must everything be a midlife crisis?", Prime<br />
Time, Şubat 1980.<br />
NODGİL Sohan ve NODGİL Celia (yay.), Toward a Theory of Psychological<br />
Development, Nfer Publishing Corp., Windsor, Berks, 1980.<br />
<strong>ONUR</strong> Bekir (yay.), Ergenlik Psikolojisi, Hacettepe Taş Kitapçılık,<br />
Ankara, 1986.<br />
PERLMUTTER Marion ve HALL Elisabeth, Adult Development and Aging,<br />
John Wiley and Sons, New York, 1992.<br />
PİAGET Jean ve INHELDER B., De la Logique de l'Enfant a la Logique de<br />
l'Adolescent, PUF., Paris, 1970.<br />
PIKUNAS Justin, Human Development, McGraw-Hill Book Comp., New<br />
York, üçüncü baskı, 1976.<br />
RİEGEL Klaus F., "Adult life crises: A dialectic interpretation<br />
of development", DATAN ve GİNSBERG, 1975 içinde.<br />
RUBİN Zick, "Does personality really change after 20?" Psychology<br />
Today, Mayıs 1981.<br />
SCHİAMBERG L.B. ve SMİTH K.U., Human Development, MacMillan Publication,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
New York, 1982.<br />
SCHULZ Richard "Emotion and affect", BİRREN ve SCHAİE (yay.), 1985<br />
içinde.<br />
TRAN-THONG, Stades et Concept de Stade de Developpement de l'Enfant<br />
dans la Psychologie Contemporane, Librairie Philosophique J. Vrin,<br />
Paris, yedinci baskı, 1978.<br />
Türkiye İstatistik Yıllığı, 1991, Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara,<br />
1992.<br />
VASTA Ross ve ark., Child Psychology: The Modern Science, John<br />
Wiley and Sons, Inc., New York, 1992.<br />
VANDER-ZANDEN James W., Human Development, Alfred A. Knopf Inc.,<br />
New York., İkinci baskı, 1981.<br />
WILLIS S.L., "Educational psychology of the older adult learner", BİRREN<br />
ve SCHAİE (yay.), 1985 içinde.<br />
ZARİT Steven H. (yay.), Regarding in Aging and Death: Contemporary<br />
Perspectives, Harper and Row Publishers, New York, 1977.<br />
ZİMBARDO Philip G., Psychology and Life, Scott, Foresmann and Comp.,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Glenview, onuncu baskı, 1979.<br />
:::::::::::::::::<br />
ÖNERİLEN KAYNAKLAR<br />
ADAMS James F., Ergenliği Anlamak, İmge Yay., Ankara, 1995.<br />
ADLER Alfred, Yaşama Sanatı, Say Yay., İstanbul, 1984.<br />
ARİES Philippe, Batılının Ölüm Karşısında Tavırları, Gece Yay., Ankara,<br />
1991.<br />
BERNE Eric, Hayat Denen Oyun, Altın Kitaplar, İstanbul, 1976.<br />
BERNE Eric, İnsanca Sevgi ve Cinsellik. Yaprak Yay., İstanbul, 1986.<br />
BUSCAGLİA Leo, Yaşamak, Sevmek ve Öğrenmek, İnkılap ve Aka, İstanbul,<br />
1984.<br />
CÜCELOĞLU Doğan, İnsan İnsana, Altın Kitaplar, İstanbul, 1984.<br />
CÜCELOĞLU Doğan, İnsan ve Davranışı, Remzi Ktb., İstanbul, 1991.<br />
EKŞİ Aysel, Çocuk, Genç, Ana Babalar, Bilgi Yay., Ankara, 1990.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
ERİKSON E. H., İnsanın Sekiz Çağı, Birey ve Toplum Yay., Ankara, 1984.<br />
FRİEDMAN Betty, Kadınlığın Gizemi, e Yay., İstanbul, 1983.<br />
FRİDAY Nancy, Annem ve Ben, e Yay., İstanbul. 1984.<br />
FORDHAM Frieda, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, Say Yay., İstanbul,<br />
1983.<br />
FROMM Erich, Sevme Sanatı, Say Yay., İstanbul, 1983.<br />
FROMM Erich, Sağlıklı Toplum, Payel Yay., İstanbul, 1982.<br />
GEÇTAN Engin, İnsan Olmak, Adam Yay., İstanbul, 1984.<br />
HORNEY Karen, Günümüzün Nevrotik İnsanı, Yaprak Yay., İstanbul, 1986.<br />
HORTAÇSU Nuran, İnsan İlişkileri. İmge Yay., Ankara, 1994<br />
KAĞlTÇIBAŞI Çiğdem, İnsan, Aile, Kültür, Remzi Ktb., İstanbul, 1990.<br />
<strong>ONUR</strong> Bekir (yay.), Toplumsal Tarihte Çocuk, Tarih Vakfı Yurt Yayınları,<br />
İstanbul, 1994.<br />
ÖRNEK Turan ve ark., Geriatrik Psikiatri, Saray Tıp Ktb., İzmir,
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
1992.<br />
ÖZTÜRK Orhan, Psikanaliz ve Psikoterapi, kendi yayını, Ankara, 1985.<br />
RİCHTER H.E., Hasta Aile, Yaprak Yay., İstanbul, 1985.<br />
RUSSEL Bertrand, Evlilik ve Ahlak, Varlık Yay., İstanbul, 1971.<br />
SKİNNER B.F. ve VAUFHAN M.E., Yaşlılığın Tadını Çıkarın, e Yay.,<br />
İstanbul, 1984<br />
YAVUZER Haluk, Ana-Baba ve Çocuk, Remzi Ktb., İstanbul, 1988.<br />
YÖRÜKOĞLU Atalay, Değişen Toplumda Aile ve Çocuk, Aydın Ktb., Ankara,<br />
1984.<br />
:::::::::::::::::<br />
<strong>GELİŞİM</strong> <strong>PSİKOLOJİSİ</strong> SÖZLÜĞÜ<br />
Ahlak gelişimi (moral development). Çocuğun belirli davranışları "doğru"<br />
ya da "yanlış" olarak değerlendirmesine ve kendi eylemlerini bu doğrultuda<br />
gerçekleştirmesine rehberlik eden ilkeleri benimseme süreci.<br />
(bk. Özerk ahlak, bağımlı ahlak).<br />
Aile terapisi (family therapy). Bir ailenin bütün üyeleriyle terapiye
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
alındığı grup terapi türü; aileyi etkileşen kişilikler birimi olarak kabul<br />
eden etkileşim kuramına dayalı.<br />
Akıcı zeka (fluid intelligence). İlişkileri ve stratejileri algılama,<br />
sorunlarla başaçıkma yeteneği; insan fizyolojisi ile insanın ilk<br />
deneyimlerinin etkileşimi sonucu olan, eğitimden bağımsız temel zihinsel<br />
yetenek (bk. Birikimli zeka).<br />
Alzheimer hastalığı (Alzheimer's disease). Bunamanın en yaygın biçimi.<br />
Beyindeki bazı değişikliklerin yol açtığı, belleğin ve kişiliğin derece<br />
derece bozulmasıyla karakterize hastalık. Alzheimer hastalığı normal<br />
yaşlanma sürecinin bir bölümü değildir. (bk. Bunama).<br />
Androjenlik (androgyny). Erkeğin ve kadının, tutumlarında ve<br />
davranışlarında hem dişil hem eril olma yeteneği.<br />
Anksiyete (anxiety). Belirli korkularla, fizyolojik uyarımlarla, hızlı kalp<br />
atışı ve solunum gibi çeşitli bedensel belirtilerle nitelenmiş hoşa gitmeyen<br />
duygusal durum. Bilinçdışı tehlikeye bağlı içsel tepki, tedirginlik ya<br />
da panik duygusu, ruhsal acı.<br />
Bağımlı ahlak (heteronomous morality). Piaget'in ahlak gelişimi kuramında<br />
birinci evre. Bu evrede ahlak yargıları katı ve mutlaktır, anababa gibi<br />
otorite olan kişilerin koyduğu ahlak kurallarından kaynaklanır, dışsaldır<br />
(bk. Özerk ahlak).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Bellek (memory). Yaaşanan ya da öğrenilen şeylerin zihinde tutulması,<br />
korunması (bk. Kısa süreli bellek, uzun süreli bellek, üst-bellek).<br />
Benlik (selt). Kendimizi ayrı bir birey olarak tanımamızı sağlayan tüm<br />
özellikler, yaşantılar dizgesi; bir insanın, düşünebilen, duyabilen, eylemde<br />
bulunabilen ayrı bir varlık olarak kendini farketmesi (bk. Benlik-kavramı).<br />
Benlik-imgesi (self-image). Kendimiz konusunda sahip olduğumuz, görece<br />
geçici ve biz bir toplumsal durumdan diğerine geçtikçe değişen zihinsel<br />
resim (bk. Benlik, benlik-kavramı).<br />
Benlik-kavramı (self-concept). İnsanın kendi benliğini anlayış ve kavrayış<br />
biçimi. Toplumsal etkileşime dayanarak gelişir, davranışları etkiler.<br />
Benlik-kavramı benlik-saygısını, benlik-imgesini, kişilik özelliklerini<br />
içerir (bk. Benlik, benlik-imgesi, benlik-saygısı).<br />
Benlik-saygısı (self-esteem). Bir insanın kendi benlik-kavramını, benlik<br />
imgelerini beğenmesi, benimsemesi, onaylaması; insanın kendinden<br />
hoşnut olması, kendini olumlu, değerli ve sevilmeye değer bulması<br />
(bk. benlik, benlik-kavramı, benlik-imgesi).<br />
Biliş (cognition). Bilme süreci; ham duyusal bilgiyi almamız,<br />
dönüştürmemiz, düzenlememiz, depolamamız ve kullanmamız (bk. Bilişsel üslup).<br />
Bilişsel üslup (cognitive style). Bireyin kendi algılarını örgütlemede ve
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
sınıflamada ortaya koyduğu değişmez tercihler (bk. Biliş).<br />
Birikimli zeka (crystallized intelligence). Kültürel bilgi ve becerilere<br />
dayalı olarak ilişkileri anlama, yargılar geliştirme ve sorun çözme yeteneği<br />
(bk. Akıcı zeka).<br />
Birincil yaşlanma (primary aging). Beslenme rejimiyle, yaşam üslubuyla ya<br />
da tıbbi tedavi ile önlenemeyen, aşamalı, evrensel ve kaçınılmaz yaşlanma<br />
süreci (bk. İkincil yaşlanma, üçüncül yaşlanma).<br />
Biyolojik yaşlanma (biological aging). İnsan organizmasında zaman boyunca<br />
ortaya çıkan yapı ve işleyiş değişimleri (bk. Toplumsal yaşlanma).<br />
Boylamsal yöntem (longitudinal method). Gelişimi aynı bireyleri<br />
yaşamlarının değişik noktalarında birkaç kez ele alarak inceleyen araştırma<br />
yaklaşımı (bk. Kesitsel yöntem).<br />
Bölük (cohort). Aynı zaman aralığında doğdukları için aynı tarihsel ve<br />
toplumsal koşulları yaşayan insan grubu. Aynı yaştaki insanların oluşturduğu<br />
grup; özel bir yaş grubunun üyeleri. Bölük farklılıkları, yalnızca<br />
gelişimin yol açtığı farklılıklar üzerinde odaklaşmak isteyen araştırmaları<br />
sık sık zor duruma sokmaktadır; bu karışıklığa "bölük etkisi"<br />
adı verilmektedir.<br />
Bunalım (crisis). Bireylerin davranışlarını bir dizi yeni koşula
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
uyarlamalarını gerektiren ileri derecede zorlayıcı durum.<br />
Bunama (dementia). Beyinle ilgili bir yetersizlik olarak zihinsel<br />
işlevlerin ve duygusal ilgilerin yavaş yavaş zayıflaması ve sonuçta tam<br />
olarak yıkılması. İç etkenlere bağlı bunamalar ihtiyarlık bunaması<br />
(senile dementia), ihtiyarlık öncesi bunama (prensenile dementia) ve beyin<br />
damarları kireçlenmesi olarak üçe ayrılır. Olağan ihtiyarlık bunamaları<br />
içinde çok daha az görülen ihtiyarlık öncesi bunamaların örnekleri<br />
Alzheimer hastalığı, Pick hastalığı vb. dir. Doğal ve fizyolojik ihtiyarlığın<br />
karşıtı olan patolojik ihtiyarlığa "kocama" (senility) denir.<br />
Cinsel kalıpyargılar (sex stereotypes). Her birimizin cinsler konusunda<br />
sahip olduğumuz genel, yaygın ve kalıcı imgeler.<br />
Cinsel kimlik (sex identity). Bir cinse mensup olduğuna ilişkin öz-bilinç,<br />
içsel yaşantı. "Cinse bağlı kimlik" (gender identity) olarak da adlandırılır.<br />
Cinsel tipleşme (sex typing). Çocukların kesin bir cinsel kimlik<br />
kazanmaları süreci. Bu aynı zamanda her iki cinsin özelliklerine, rollerine,<br />
davranışlarına ilişkin toplumsal-kültürel kalıpyargıların kazanılması<br />
sürecidir.<br />
Çevre (environment). Organizmayı etkileyen tüm dış etkenler.<br />
Davranışçılık (behaviorism). Bilimin insanların ne yaptığını ve ne<br />
söylediğini incelemekle sınırlanabileceği görüşüne dayalı psikoloji okulu.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Davranışçılar, davranışı "tepki" adı verilen birimlere, çevreyi de "uyaran"<br />
adı verilen birimlere bölerler.<br />
Deneysel yöntem (experimental method). Araştırmacının kontrollü koşullarda<br />
bir ya da daha fazla değişkeni işleme soktuğu ve böylece diğer değişkenlerde<br />
ortaya çıkan değişimleri ölçtüğü araştırma türü.<br />
Denge (equilibrium). Piaget kuramının temel kavramlarından biri. Özümleme<br />
ve uyma süreçleri arasında bir denge (balance) durumu (bk. Özümleme, uyma).<br />
Diyalektik psikoloji (dialectical psychology). Değişen bireyi değişen dünya<br />
içinde anlamayı amaçlayan kuramsal yaklaşım; insan yaşamını belirleyen ve ona<br />
aralıksız bir akış ve değişim niteliği kazandıran çelişkileri ve çatışkıları<br />
vurgular.<br />
Düşünme (thought). İnsanın halihazırda olmayan nesneler ve olaylar üzerinde<br />
zihinsel olarak tasarımlama ve edimde bulunma yeteneği.<br />
Erinlik (puberty). Cinsel ve üretici olgunlaşmanın ortaya çıktığı yaşam<br />
dönemi.<br />
Evre (stage). Gelişimde görece sırasal, ani ve sabit bir değişimle<br />
belirlenmiş bir durum. Piaget kuramında bir evre, bir bireyin gelişiminde<br />
bazı noktalarda göreli bir denge durumunda yer alan özel şemalar dizisidir<br />
(bk. Şema).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Fenotip (phenotype). Bir organizmanın gözlemlenebilir özellikleri. İnsanda<br />
fenotip fiziksel, fizyolojik ve davranışsal özellikleri içerir. (bk.<br />
Genotip).<br />
Geçiş (transition). Bir kişinin değişen yaşantılara tepki olarak, çoğu<br />
zaman bir gelişim göreviyle bağlantılı biçimde, yaşamını yeniden<br />
düzenlenmesini ya da amaçlarını yeniden yapılandırmasını içeren değişim.<br />
Gelişim (development). Bir organizmada döllenmeden ölüme dek zaman içinde<br />
ortaya çıkan düzenli ve sırasal değişimler. Gelişim, hem kalıtsal<br />
hem de çevresel güçlere ve bunlar arasındaki etkileşime dayanır.<br />
Gelişim normları (developmental norms). Çocuklarda becerilerin, bilginin ve<br />
toplumsal davranışın gelişiminin değerlendirilmesine aracılık eden<br />
standartlar.<br />
Gençlik kültürü (youth culture). Geniş bir gençlik topluluğuna özgü az çok<br />
standartlaşmış düşünme, hissetme ve eylemde bulunma biçimleri toplamı.<br />
Genotip (genotype). Bir organizmanın genetik donanımı.<br />
Geriyatri (geriatry). Yaşlıların sorunlarını anlamaya ve çözmeye ilişkin<br />
araştırma ve uygulama alanı.<br />
Gerontoloji (gerontology). Yaşlılığın tüm yönlerini inceleyen bilim dalı;
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yaşlılık bilimi.<br />
Güdü (motivation). Davranış için enerji sağlayan ve davranışı özel amaçlara<br />
yönelten hipotetik bir iç süreç.<br />
İğdişlik karmaşası (castration complex). Erkek çocuğun, annesine duyduğu<br />
cinsel nitelikli sevgi ve babasına duyduğu düşmanca duygular yüzünden<br />
baba tarafından cinsel organı kesilerek (tahrip edilerek) cezalandırılacağı<br />
korkusu (bk. Oedipus karmaşası).<br />
İkincil yaşlanma (secondary aging). Bilişin ve bedenin çevresel nedenlerle<br />
bozulması; birincil yaşlanmadan ayırt edilmesi çoğu zaman güçtür (bk.<br />
Birincil yaşlanma, üçüncül yaşlanma).<br />
İki süreçli model (dual-process model). Zihinsel işleyişin temel bilişsel<br />
becerilerden (mekanik zeka) ve bu becerilerle, bilgilerle ve gündelik yaşam<br />
uzmanlığıyla ilişkili yöntemlerden (pragmatik zeka) oluştuğu görüşü<br />
(bk. Mekanik zeka, pragmatik zeka).<br />
İnsancıl psikoloji (humanistic psychology). İnsanın varoluşunun<br />
biricikliğini vurgulayan psikoloji okulu; insanın, yazgısını denetleyen<br />
olayların akışına etkin bir biçimde müdahale edebileceğini ve çevresindeki<br />
dünyayı biçimlendirebileceğini savunur.<br />
İşlevsel okumaz-yazmaz (functional illiterate). Temel okuma ve yazma
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
yeteneğine sahip olan, ama toplumda üretici performansın gerektirdiği<br />
okuma-yazma becerilerinden yoksun olan kişi.<br />
İş doyumu (job satisfaction). Bireylerin işleri karşısındaki tutumu. İş<br />
doyumu birçok etkenden etkilenir ve çalışanların davranışı üzerinde güçlü bir<br />
etkisi vardır.<br />
Kalıtım (heredity). Özelliklerin genler aracılığıyla anababadan çocuğa<br />
biyolojik aktarımı.<br />
Kavramlaştırma (conceptualization). Algıların belirli benzerliklere dayalı<br />
sınıflarda ya da kategorilerde gruplanması.<br />
Kesitsel yöntem (cross-sectional method). Gelişimi değişik yaşlardaki<br />
farklı birey gruplarını karşılaştırarak ölçen bir araştırma yaklaşımı (bk.<br />
Boylamsal Yöntem).<br />
Kısa süreli bellek (short-term memory). Bilginin genellikle yirmi saniyeden<br />
fazla olmayan çok kısa bir dönem için zihinde tutulması. Bu bellek türü<br />
dış etkilerden kolayca etkilenir (bk. Uzun süreli bellek).<br />
Kimlik (identity). Bir bireyin "ben kimim?" ve "ne olacağım?" sorularına<br />
verdiği yanıtların tümü; süreklilik ve aynılık bilinci. Kimlik, bir insanın<br />
dünyada bir yer alma duygusudur. Cinsel, toplumsal ve mesleki kimlik<br />
biçimlerinde somutlaşır (bk. Kimlik bunalımı, kimlik kargaşası, olumsuz<br />
kimlik).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kimlik bunalımı (identity crisis). Her insanın kendi kimlik duygusunu<br />
kazanırken ortaya çıkan bilinçli ya da bilinçdışı sorunlar, güçlükler,<br />
sürtüşmeler. Doğal ve normal bir süreç olarak kimlik kargaşasından ayrılır<br />
(bk. Kimlik, kimlik kargaşası, olumsuz kimlik).<br />
Kimlik kargaşası (identity confusion). Bir insanın nereye ait olduğu ve<br />
nereye gittiği konusundaki şaşkınlığıyla belirlenen durum. Normal kimlik<br />
bunalımının patolojik görünüm kazanmasıyla, topluma karşı davranışlara<br />
dönüşmesiyle ilişkili (bk. Kimlik, kimlik bunalımı).<br />
Klasik yaşlanma örüntüsü (classic aging pattern). Zeka Bölümü puanlarındaki<br />
yaşa bağlı değişimlerin tipik örüntüsü; bu örüntüde birikimli yetenekler<br />
sabit kalır ya da artar, akıcı yetenekler ise orta yaştan itibaren azalmaya<br />
başlar.<br />
Kritik dönemler (critical periods). Yaşamda uygun ve uygun olmayan<br />
durumların değişmez ve geri dönülmez sonuçlar yaratabildiği belirli zamanlar<br />
(bk. Olgunlaşma).<br />
Kuşak farkı (generation gap). Gençlerle yetişkinler arasında karşılıklı<br />
zıtlığın, anlaşmazlığın ve ayrılığın varlığı.<br />
Kültürel normlar (cultural norms). Bir kültürün insanların davranışlarını<br />
değerlendirmeye aracılık eden standartları.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Kültürler arası yöntem (cross-cultural method). Bireylerden çok<br />
toplumlardan ya da kültürlerden elde edilen verileri karşılaştırmaya dayanan<br />
araştırma yöntemi.<br />
Mekanik zeka (mechanics of intelligence). Bilgi işlemede ve sorun çözmede<br />
kullanılan temel bilişsel beceriler; akıcı zeka yeteneklerinin benzeri<br />
(bk. İki süreçli model, pragmatik zeka).<br />
Menopoz (menopause). Yaşdönümünün en kolay tanınan belirtilerinden biri<br />
olarak kadının aylık kanamalarının belirli bir yaşta sona ermesi (bk.<br />
Yaşdönümü).<br />
Moratoryum (moratorium). Erikson'un gelişim kuramında, ergenlikteki kimlik<br />
oluşumu sırasında kimlik arayışına bir süre ara verme, kimlik sorununu<br />
askıya alma. Psikososyal alanda olduğu gibi, psikoseksüel alanda da<br />
yaşanabilir.<br />
Oedipus karmaşası (Oedipal complex). Freud'çu psikanalizin temel<br />
kavramlarından biri. Erkek çocuğun annesine cinsel bir aşk, babasına da<br />
düşmanca rekabet duygulan duyması, bu yüzden de cezalandırılmaktan<br />
korkması. Kız çocuktaki karşılığı Elektra karmaşası (bk. İğdişlik<br />
karmaşası).<br />
Normlar (norms). Önemli özelliklerin ve becerilerin ortaya çıktığı<br />
yaklaşık yaşları betimleyen tipik büyüme ya da edim örüntüleri.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Olgunlaşma (maturation). Organizmada büyümenin sağladığı yeni işlevlerin<br />
ve yeteneklerin yerleşmesi süreci; organizmadaki gizilgüçlerin işlev<br />
görmeye hazır duruma ulaşmaları. Olgunlaşma düzeyi öğrenmenin<br />
ölçüsünü ve niteliğini etkiler (bk. Öğrenme, kritik dönemler).<br />
Olgunluk (maturity). Bireylerin, yaşamın gereklerine ve zorunluluklarına<br />
başarıyla uyum sağlama ve bunlarla esnek bir biçimde başedebilme<br />
doğrultusunda sürekli değişime uğrama yeteneği.<br />
Olumsuz kimlik (negative identity). Kimlik arayışında kendinin ve<br />
çevresinin beklentilerine ters düşen davranış ve rollere girme; kimlik<br />
bunalımını çözemeyince hiç kimliksiz kalmaktansa olumsuz rollere girme (bk.<br />
Kimlik, kimlik bunalımı).<br />
Orta yaş bunalımı (midlife crisis). Orta yaşın gelişim görevleri bir<br />
kişinin içsel kaynaklarını ve toplumsal desteklerini aşma tehdidini<br />
yarattığında ortaya çıkan fiziksel ve psikolojik rahatsızlık durumu.<br />
Öğrenme (learning). Bir bireyin çevre içindeki yaşantılarından kaynaklanan<br />
az çok sürekli davranış değişimi (bk. Olgunlaşma).<br />
Örnek olay yöntemi (case study method). Boylamsal araştırmanın bir grup<br />
denek üzerinde olmaktan çok bir tek birey üzerinde odaklaşan özel bir<br />
türü (bk. Boylamsal yöntem).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Özerk ahlak (autonomous morality). Piaget'in ahlak gelişimi kuramında<br />
ikinci evre. Bu evrede ahlak yargıları, karşılıklı saygıya ve işbirliğine<br />
dayalı eşitlikçi ve demokratik bakış açısından kaynaklanır (bk. Ahlak<br />
gelişimi, bağımlı ahlak).<br />
Özgecilik (altruism). Bir başkasına bir dış ödül beklemeden yararlı olma<br />
davranışı.<br />
Özümleme (assimilation). Piaget kuramının temel kavramlarından biri.<br />
Bilişsel gelişimde, yeni bir bilgiyi içe alma ve onu süregiden bir dünya<br />
şemasına (zihinsel modele) uygun olacak biçimde yorumlama süreci;<br />
uyma'nın karşıtı (bk. Şema, uyma).<br />
Penis özlemi (penis envy). Freud'un kadın psikolojisi kuramının temel<br />
kavramlarından biri. Kadın cinsinin, Oedipus dönemi sırasında erkeğin<br />
cinsel anatomisine sahip olarak, anneden çok baba gibi olma isteği<br />
(bk. Oedipus karmaşası).<br />
Pragmatik zeka (pragmatics of intelligence). Biriktirilmiş bilgiyle,<br />
uzmanlıkla, gündelik yaşam için gerekli temel bilişsel becerilerle ilişkili<br />
yöntemler (bk. İki süreçli model, mekanik zeka).<br />
Sonul düşüş (terminal drop). Zeka Bölümü puanlarında ölümden hemen önce<br />
ortaya çıkan önemli düşüş; açık bir biçimde bedensel bozulmanın ya<br />
da hasarın sonucudur.
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Şema (schema). Piaget kuramının temel kavramlarından biri. Bireylerin<br />
çevrelerindeki özel türde durumlarla başedebilmek için geliştirdikleri<br />
bilişsel yapılar; örgütlenen ilk eylem örüntüleri.<br />
Toplumsallaşma (socialization). Çocuğu toplumun gerçek üyesi olmaya<br />
dönüştürme süreci; toplum yaşamına etkin bir biçimde katılmaya elverişli<br />
bilgilerin ve becerilerin kazanılmasını sağlayan gelişmeler.<br />
Toplumsal biliş (social cognition). Bir kişinin insan etkileşiminin<br />
dinamiklerini anlaması; bir kişinin gerek kendisinin gerek başka kişilerin<br />
düşüncelerini, duygularını, davranışını anlaması.<br />
Toplumsal normlar (social norms). Bir grubun üyelerinin paylaştığı ve<br />
uymaya çalıştığı davranış standardı. Toplumsal normlar olumlu ve olumsuz<br />
yaptırımlarla pekiştirilirler (bk. Yaş normları).<br />
Toplumsal saat (social clock). <strong>Yetişkinlik</strong> yıllarının yaşa bağlı önemli<br />
dönüm noktalarındaki ilerleyişi düzenleyen içselleşmiş kavramlar dizgesi.<br />
Toplumsal yaşlanma (social aging). Bir bireyin yaşam boyunca rolleri<br />
üstlenme ve terketme değişimleri (bk. Biyolojik yaşlanma).<br />
Uzun süreli bellek (long-term memory). Sürekli yinelenmeler ya da yoğun<br />
tekil deneyimler nedeniyle bilginin geniş bir zaman dönemi boyunca zihinde
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
tutulması. Bu bellek türü dış etkilere karşı dirençlidir (bk. Kısa süreli<br />
bellek).<br />
Uyma (accomodation). Piagel kuramının temel kavramlarından biri. Bilişsel<br />
gelişimde gerçeklik dünyasıyla daha iyi bir uyum gerçekleştirebilmek<br />
için bir şemayı (zihinsel modeli) değiştirme süreci (bk. Şema, özümleme).<br />
Üçüncül yaşlanma (tertiary aging). Yaşamın sonlarında gelen hızlı, sonul<br />
bozulma (bk. Birincil yaşlanma, ikincil yaşlanma).<br />
Üç katlı model (three-tier model). Zekanın gittikçe karmaşıklaşan üç<br />
düzeyden (işleme, bilme, düşünme) bileştiği bütünleştirici zeka modeli.<br />
Üst-bellek (metamemory). Belleğin işleyişini, çalışmasını anlama (bk.<br />
Bellek).<br />
Yaşam üslubu (life-style). Bir bireyin biyolojik, toplumsal ve duygusal<br />
gereksinmelerini karşılamasına aracılık eden kapsamlı yaşam örüntüsü.<br />
Adler'in kişilik kuramında algılara, düşüncelere, düşlere, eylemlere biçim<br />
veren içsel dizge; her insanın biricikliğini ve özgür oluşunu açıklayan<br />
genel ilke.<br />
Yaş dönümü (climacteric). Kadında üreme döneminin sona ermesine ve erkekte<br />
cinsel etkinliğin normal olarak azalmasına eşlik eden biyolojik<br />
ve ruhsal değişimler (bk. Menopoz).
Generated by ABC Amber LIT Converter, http://www.processtext.com/abclit.html<br />
Yaşlanma (aging). Yaşam süresi boyunca biyolojik ve toplumsal değişim<br />
(bk. Biyolojik yaşlanma, toplumsal yaşlanma).<br />
Yaş normları (age norms). Yaşam süresinin çeşitli dönemlerinde bireyler<br />
için uygun olan ve olmayan davranışlan belirleyen toplumsal beklentiler<br />
(bk. Toplumsal normlar, kültürel normlar).<br />
Bu psikoloji terimleri sözlüğü yalnızca bu kitaptaki konular için<br />
geliştirilmiştir.<br />
Kaynaklar: James W. Vander Zanden, Homan Development, 1981; Robert M.<br />
Liebert, Rita Wick-Nelson, Developmental Psychology, 1981; Robert A. Baron,<br />
Denn Byme, Barry N. Kantowits, Psychology: Understanding Behavior, 1981;<br />
Lois Hoffman ve ark., Developmental Psychology Today, 1994.<br />
:::::::::::::::::