PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
PDF Dosyası - Ankara Üniversitesi Kitaplar Veritabanı
Create successful ePaper yourself
Turn your PDF publications into a flip-book with our unique Google optimized e-Paper software.
ANKARA ÜNIVERSITESI<br />
İ LAH İ YAT FAKÜLTESI YAY İ NLAR İ NDAN<br />
XXIV<br />
Felsefeye Giri ş<br />
İKINCI KISIM<br />
HILMI ZIYA ÜLKEN<br />
MARS T. ve S. A. S. MATBAASI<br />
1 9 5 8
e.Pse0eqe
MUELLİFİN AYNI KONUDA BA ŞKA ESERLERI<br />
Umumi Ruhiyat (Arap harfleriyle 1927)<br />
Metafizik (Arap harfleriyle 1928)<br />
Felsefe ve İçtimaiyat Dergisi (1927 - 29)<br />
Felsefe Y ıllığı (Cilt I ve II 1931 - 35)<br />
İnsani Vatanperverlik , (1932)<br />
Telifçiliğin Tenakuzlan . (1938)<br />
Ilim ve Felsefe (Schlick'ten 1934)<br />
Yirminci As ır Filozofları . (1936)<br />
İlliyet Meselesi ve Diyalektik .. (1938)<br />
Mant ık Tarihi<br />
Lojik Prensipleri ve Muas ır Tenkid (Reymond'dan 1942)<br />
(1946)<br />
(Spinoza'dan 1945 - 1947)<br />
Tabiat Kanunlar ının Zorunsuzluğu (Boutroux'dan 1947)<br />
Tarihi Maddeciliğe Reddiye<br />
İbn Rüşd ( İslam Ansiklopedisi, ayr ı bas ım 1951)<br />
İslam Dü şüncesine Giri ş (1954)<br />
lam Ansiklopedisi, ayrı bas ım 1952)<br />
İslam Felsefesi Tarihi, I (1957)<br />
Felsefeye Giri ş (Birinci k ısım) (1957)
ANKARA ÜNIVERSITESI<br />
ILAHIYAT' FAKÜLTESI YAYINLARINDAN<br />
=V<br />
FELSEFEYE G İ R İŞ<br />
İKİNGİ KISIM<br />
HILMI ZIYA ÜLKEN<br />
MARS T. ve S. A. Ş. MATBAASI<br />
1 9 5 8
ÖNSÖZ<br />
Geçen y ıl birinci cildini yay ınlam ış olduğumuz Felsefeye Giri ş'in bu y ıl<br />
ikinci cildini veriyoruz. Felsefe problemleri ve doktrinlerini ilimlerin geli şmesi<br />
içerisinde meydana ç ık ışlar ına göre ele ald ığımız için, birinci kitap<br />
tabiat ilimlerine, ikincisi manevi ilimlere ayr ılmış bulunuyor. Fakat bu<br />
ciltte ilimIerden sonra felsefenin daha umumi problemlerin!, Tabiat, İnsan<br />
ve Değerleri ele ald ık. Değerler aras ında da Sanat, Ahlak ve Din de ğerleri<br />
üzerinde durduk. Maksad ımız bir felsefe sistemi vermekten ziyade, ona<br />
hazırl ık için her problem içerisinde kendi görü şümüzden önce doktrinlerin<br />
hal şekillerini tarihi bir s ıra içinde k ısaca vermeye çal ışdık.<br />
Böylece,. Felsefeye Giri ş bir mant ık ve ilimler felsefesi kadrosunda ayni<br />
zamanda felsefe tarihi aç ısından k ısa bir metafizik ve ahlak, yani umunnyetle<br />
felsefi bilgilere giri ş olmak gayesini gütmektedir. Bunun için de<br />
çoğu kere al ışıldığı gibi, bu konulardan herbirine ayr ı bir fasfi ay ırma yolunu<br />
tutmadık Çünkü onlar ilimlerin geli şmesi s ıras ında birbirine ba ğlı<br />
olarak meydana ç ıkmaktad ırlar.<br />
Kitapta terimlerin mümkün olduğu kadar türkçeleri üzerinde durduk.<br />
Fakat bütün nesiller bu terimlere al ışk ın olmadıklar ı için bazen eskilerini<br />
ve frans ızca asıllarm ı da zikr' etmeye lüzum gördük. Bu ihtiyaç, hele karşılığı<br />
henüz bulunamamış veya fikir çevresinin karar verememi ş olduğu<br />
kelimeler için büsbütün kendini hissettirmekte idi. Bütün gayretimize<br />
rağmen.kitapta. kalan baz ı tertip yanl ışların ı düzeltme oetvelinde gösterme<br />
zorunda olduğumuzu üzülerek söylemeliyiz.<br />
Hilmi Ziya ÜLKEN
AÇIKLAMA<br />
Birinci ciltte 122 nci sahifede Euklides'ci olm ıyan geometrileri göstermek<br />
için verilmi ş olan cetvelde ilk sat ır dizgi s:as ında dü şmü ş olduğu gibi<br />
bir kaç kelimenin de türkçeleri olmad ığı için, bu cetveli ba ştan koymaya<br />
mecbur oluyoruz. Özür dileriz.<br />
Bir üçgenin<br />
aç ılan toplam ı<br />
İki dikae ıdan<br />
Büyük<br />
İki dikaç ıdan<br />
Küçük -<br />
İki dikaç ıya<br />
E şit<br />
Bir noktadan bir do ğruya yaln ız<br />
Hiç bir paralel M? paralel<br />
Riemann geometrisi<br />
Ellips = kat' ı<br />
nak ıs<br />
imkâns ız h al<br />
Sonsuz paralel<br />
geçebilir<br />
İmkâns ız Legendre geometrisi<br />
Euklides geomet-<br />
risi<br />
para bol = kat' ı<br />
mükâfi<br />
İmkâns ız hal İmkâns ız hal<br />
Yar ı Euklides<br />
geometrisi<br />
Lobatchevsky<br />
geometrisi<br />
hyperbol = kat' ı<br />
zait
I. INSAN ILIMLERI<br />
IÇINDEKILER<br />
Sayfa<br />
1 — Tabiat İlmi Görüşünden İnsan İlimlerine Geçi ş 1<br />
2 — Tabiat İlmi Görü şünün Yay ılmas ına Kar şı Muka-<br />
8<br />
3 — Rickert'e Göre Tarih Mant ığı<br />
11<br />
4 — Tarihi İlimler ve Kültür İlimleri<br />
u. TARIH<br />
13<br />
1 —Tarihin Tarihi<br />
17<br />
2 — Sübjektif Tarih Görü şü<br />
20<br />
3 — Objektif Tarih Görü şü<br />
25<br />
4 — Tarihte Hünriyet ve Zaruret<br />
29<br />
5 — Tarihin Kategorileri<br />
35<br />
III. IÇTIMAI İLİMLER ve SOSYOLOJİ<br />
1 — İctimai İlimler Kar şısında Sosyoloji 39<br />
2 — İçtima Sistemle ştirme Gayretleri<br />
43<br />
3 — Sosyolojiye Kar şı Mukavemetler: Fert-Cemiyet<br />
45<br />
4 — Sosyolojinin Muhtelif Sentez Denemeleri<br />
49<br />
IV. PSIKOLOJI VE RUIIİ İLİMLER<br />
1 — Psikoloji Cereyanlar ında Çat ışmalar 55<br />
2 — Yeni Psikolojinin Yolları 57<br />
3 — Naturalist Psikoloji Cereyanlar ı 61<br />
4 — Naturalist Psikolojinin Ba şar ısızl ıkları 64<br />
5 — İnsanc ı Psikoloji: (Aç ıklama ve Anlama) 69<br />
6 — Bugünkü Psikolojinin Ba şl ıca Yollar ı 74<br />
V. TABIAT<br />
1 — İlk ve Orta Çağda Tabiatc ıl ık 77<br />
2 — Yeni Çağda Tabiatc ıl ık 80<br />
3 — Tabiatc ılık Görü şünün Yeni Hamleleri: Mekanizm ve<br />
84<br />
4 — Tabiatc ılığın Son Şekille,ri: Ak ılc ıl ık ve Determi-<br />
87<br />
5 — Diyalektik Materyalizm, istihalecilik, Tekâmülcillük 89<br />
6 — Darwincilik ve Sosyal Darwincilik 95<br />
7 — Tabiatcılığın Sars ılmas ı 96<br />
VI. MAKINE ve GAYELİK<br />
1 — Sun'i İnsan Fikri Nereden Geliyor — 103<br />
2 — Homeostat İnsan Yerini Tutabilir mi 105<br />
3 — Makine ve Gayelik 108<br />
4 — Hayat ın Gayeliği 110<br />
İNSAN ve ÇEVRESI<br />
1 — Felsefi Antropolojinin Felsefedeki Yeri - 117<br />
2 — Yunan ve İbrani İnsan Telâkkisi 121
Sayfa<br />
3 — Naturalist İnsan Telâkkisi 126<br />
4 — Çöküntü Halinde Anla şılan İnsan Telâkkisi 132<br />
5 — Nietzsche'nin İnsan Görü şü 140<br />
6 — İçgüdü Hafıza ve Zekâ 150<br />
7 — Insanla Hayvan Aras ında Farklar 153<br />
8 — Ki şi ve Fikir Yaratma Olarak İnsan 158<br />
VIII. MANEVİ DEĞERLER<br />
I. SANAT<br />
1 — Değerler Mertebelenmesi ve Sanat 163<br />
2 — Yunan Sanat Felsefesi 166<br />
3 — Modern Ça ğda Ak ılc ı Sanat Görü şleri 177<br />
4 — Modern İrrationalist Sanat Görü şleri 177<br />
5 — Sanat ın Mahiyeti ve Sanatlar ın S ınıflanmas ı 181<br />
IX. MANEVİ DEĞERLER<br />
II. AHLAK<br />
1 — Ahlak Problemleri Empirik Olarak Konabilir<br />
mi?<br />
189<br />
2 — Ahlâki Varl ık Sahas ı -<br />
192<br />
3 — Yunan Ahlâk Nazariyeleri 198<br />
4 — Naturalist Ahlâk Nazariyeleri - 204<br />
5 — Ahlâki Fiilin Mutlaklığı<br />
212<br />
X. MANEVI DEĞERLER<br />
III. DIN<br />
1 — Din Probleminin Kuruluşu<br />
227<br />
2 — İnanmanın Mahiyeti ve Dereceleri 229<br />
3 — Dinde İrrationalism'in Yeri . . 232<br />
4 — İlk ve Orta Çağda Varlığın İsbat Denemeleri 235<br />
5 — Yeni Çağda Allah' ı İsbat Denemeleri 239<br />
6 — Kant'da Yeni Din Felsefesi 242<br />
7 — Sübjektivist Din Felsefesi . 245<br />
8 — Naturalist Din Felsefesi 249<br />
9 — Sosyolojik Din Nazariyeleri 255<br />
10 — Doğmatik ve Naturalist Nazariyelerin Mu-<br />
11 — Dini Hakikatte Virtüel Sezgi<br />
12 — Dinde Kategorik ve Şartl ı Emir Ayrılışı 266<br />
258<br />
260<br />
XI. SONUÇ
İ NSAN İ L İ MLER İ<br />
1. TABIAT İLMİ GÖRÜŞİ,NDEN İNSAN İLİMLERİNE GEÇIŞ<br />
Eflatun'un ma'kul ve ideal varl ığa ait derin görü şünü gerçe ğe ait incelemelerle<br />
birle ştiren Aristo ilk defa ilim felsefesinin temellerini kurmu ştu.<br />
O zamandan beri (24 as ır) insanl ık bu büyük yolun üzerinde düzeltmeler<br />
yaparak ilerliyor. Aristo mant ığının yetmezliği, eksikleri görüldü. Fakat<br />
dü şüncenin temel kategorileri de ğerini muhafaza etti. Şu kadar var ki<br />
büyük filozofun çizdi ği plan esas ında tabiat ilimlerine göre haz ırlanmıştı .<br />
"Varl ık kategorileri" nin matematikten hayat ilimlerine kadar birçok sahalarda<br />
geçirdiği kabul ediliyordu. Fakat ayni kategorileri, hayat hadiselerinin<br />
üzerinde insanla ilgili bütün hadise nevilerine tadbik etme ğe kalk ınca<br />
mesele değişti.<br />
Tabiat ilmi umumiyetler ar ıyordu. Münferit şeylerden başlıyarak benzer<br />
vas ıflar ı buluyor, sın ıflamalar yap ıyor, türnevar ım yolu ile hadiseler<br />
aras ında sebeplik rab ıtalar ı, sabit münasebetler kuruyor, böylece kanunlara<br />
yükseliyordu. Matematik ilimler formel mant ık kurallar ına göre hadiselerle<br />
ilgisiz külli nicelik münaseebtlerini meydana ç ıkarıyor ve külliden<br />
ktilliye, külliden hususlye doğru sonuçç ı karma (dMuction) yolu<br />
ile hareket ediyordu. Gerek hadiselerden umumlye yükselen tümevar ım'c ı<br />
filmlerde, gerek külliden netice ç ıkarmaktan ibaret olan sonuçç ıkarma<br />
ilimlerinde daima umumiyetler, prensipler, kanunlar, sabit münasebetler<br />
bilginin esas ını teşkil ediyordu. Acaba bu esaslara sad ık kalarak insana ait<br />
ilimleri kurmak mümkün müdür?<br />
Gerek tümevar ım gerek sonuçç ıkarma yolu ile bilginin başarılı gelişmesini<br />
temin eden baz ı filozoflar bu soruya müsbet cevap vermi şlerdi. Vak<br />
ıa bu yolu açan ilk filozoflar için, böyle bir soru bahis konusu de ğildi. Çünkü<br />
onlarda (mesela Aristo'ya dayanan İbn Sina, İbn Rüşt veya onlardan<br />
mülhem Saint Thomas'da) bütün ilimler zaten felsefenin dallar ıd ır. Kendi-
lerine mahsus kurallar ı yoktur. Ancak Descartes'dan ve Bacon'dan itibaren<br />
sonuçç ıkarmaya ve tümevar ıma ait ilimlerin metodlar ı üzerinde dü şürüldü.<br />
Fakat Descartes ve ondan sonra gelenler (cart6siens) için de maddeye ait<br />
ilimler dışında böyle bir soruya yer yoktu. Çünkü dü şünce (Cogito) yeni<br />
bir metafizikin hareket noktasi idi. Incelenen metodlar yaln ız cans ız ve<br />
canl ı tabiata aitti.<br />
İlk defa materyalistler Descartes' ın madde âlemi için temel olarak koyduğu<br />
u z a m ve hareket' den ba şlayarak bütün hayat ve şuur<br />
hadiselerini aç ıklamak mümkün olaca ğını iddia ettiler. Ancak, varl ığın türlü<br />
derecelerini en basit ilk görünü şüne irca'dan ibaret olan bu iptidai felsefe<br />
dü şüncesi tabiat ilimleri yan ında insana ait ilimlerin temellendirilmesinden<br />
çok uzak bulunuyordu. Nitekim biyolojik ilimler ilerledikçe materyalistlerin<br />
iptidais ircac ılığının yanlışlar ı görüldüğü gibi, insana ait yeni ilimler<br />
uyand ıkça onlardan her biri de ayr ı ayr ı bir ircac ılığın hatalar ını meydana<br />
ç ıkard ılar. Demek oluyor ki insanla ilgili olan ilimler kendi ba şlarına<br />
bu mekanist felsefeden hiç bir şey almaks ızın postülat'larnu kurarak, sahaların'<br />
s ınırlayarak geli ştiler. Bununla beraber onlar ın mü şterek bir zemin<br />
üzerinde metodlari aras ında tam bir muhasebe yap ılması, kontrolu sağlam<br />
temele dayanan ilimlerle kar şılaşt ırılmas ı her şeyden önce felseti bir tenkitten<br />
geçirilmelerini gerektiriyordu. Nitekim bu, ya bu ilimlerden birkaç ı<br />
ile ilgili filozoflar ın işi olmuştur; yahut da bu ilim mensuplar ının felseft<br />
düşünce ile kar şılaşt ırma yapmalar ını gerektirmi ştir.<br />
Descartes' ın ilimlerde birlik idealini gerçekle ştirme yolunda at ılan ilk<br />
mühim adım Auguste Comte'a aittir. Comte o zamana kadar görülmü ş olan<br />
bütün ilimleri gözden, geçirerek en kan ve kesin olanlar ından, en eskilerinden,<br />
bütün bilgimiz için temel hizmetini görebilecek olanlardan ba şlayarak<br />
derece derece daha az kat'llere, te şekkül edebilmeleri için ötekilerin<br />
varlığına muhtaç olanlara geçti ve böylece insanla ilgili bütün bilgi dananm<br />
içine almak üzere umumi bir ilimler s ınıflaması yapt ı. Aug. Comte'un<br />
positivisme ad ın ı verdiği kendi felsefi görü şüne dayanarak yapt ığı bu s ınıflama<br />
Aristo'dan beri klasik olmu ş eski s ınıflamaları ilim zihniyetine uygun<br />
olmadıkları iddias ıyle reddediyordu. Pisitivisme'in temel postülat' ı<br />
şu idi: madem ki biz yahuz fenomen'leri biliyoruz, ve fenomenleri zam a nda<br />
ş l ı k, ard arda geli ş münasebetleriyle su-al ıyoruz. Öyle<br />
ise onların gerisinde herhangi bir as ı l varl ı k veya m a h i y e t<br />
araştırmas ından vazgeçmeliyiz. Böylece bilgimizin izaf î oldu ğu hakkındaki<br />
Kant' ın görüşü bir ad ım ilerde şu hükme var ıyordu: Bilgimiz, e şyayı<br />
ştıürumuz'un a priori şekillerine göre kavrad ığımız için, yani bize<br />
g ö r e (izafi) değildir; Fakat biz yaln ızca hadiseleri gördüğümüz ve on-
ların gerisinde ba şka hiçbir mahiyet, öz kavramad ığımız için e ş y aya<br />
g ö r e (izafi) dir. Bundan dolay ı Comte'un izafetcili ğine relativisme<br />
objectif denebilir. Kendi tabiri ile biz yaln ız müsbet olarak tecrübe verilerini,<br />
fenomen'leri bildiğimiz için herhangi suretle bir metafizik mümkün<br />
değildir. Çünkü fenomen'leri bize veren bir öz varl ık (asıl şey) mevcut<br />
olsa bile o sonsuz, sinirsiz, belir siz olduğu için bilinemiyecektir.<br />
Onun bilinemeyi şi zihnimin onu idr ak t en aciz olmas ından<br />
değil, asl ında onun menfi ve bilinemez halde bulunmas ıncland ır Aug.<br />
Comte'a göre biricik do ğru bilgi filmin verdiği pozitif ve s ınırl ı bilgidir. Felsefenin<br />
vazifesi bu bilginin derecelerini, bir birleriyle münasebetlerini göstermek,<br />
ve zihnin metafizik dü şünceden müsbet dü şünceye nas ıl geçtiğini<br />
araştırmaktir. Comte bunu insanl ığın: 1)Teolojik, (tUologique) düşünce,<br />
2) Metafizik dü şünce, 3) Müsbet dü şünce dediği üç safhadan geçti ğini gösteren<br />
ve "üç hal kanunu" dedi ği bir formülle ifade ediyor. Onca bütün insan<br />
zihni bu safhalardan geçmi ştir ve geçecektir. Hedefi en mükemmel olan<br />
pozitif dü şünceye ula şmaktır.<br />
Comte'un ilimler s ınıflamas ı bu felsefi dü şüncesinden mülhemdir. Ona<br />
göre ilimleri (Descartes'in idealinde oldu ğu gibi) teke ircaa imkân yoktur.<br />
Çünkü hadileseler birbirilerinden farkl ı dereceler göstermektedir. Bu dereceleri<br />
filozof üç yoldan inceliyor:<br />
A — Mant ıki sıra: Hadiseler birbirilerinden basitlik ve mürekkeplik<br />
fark ına göre ayr ılırlar. Tabiat hadiseleri daima ayn ı yap ıda değildirler.<br />
Bir kısmı fiilen basit unsurlardan ibarettir. Bir k ısmı birçok unsurun bir<br />
araya gelmesinden has ıl olmuştur. Mürekkep dedi ğimiz hadiseleri meydana<br />
getiren basit unsurlar ı z i h n e n bulmak mümkün olsada fiilen<br />
bu mürekkep hadiseleri basitlere indirmek mümkün de ğildir. İşte ilimleri<br />
birbirinden ay ıran s ınır bu olacakt ır.<br />
B — Tarihi s ıra: Hadiselerin insan taraf ından tetkik, edilmesi kanunlar<br />
ının bulunmas ı, aralar ındaki kesin münasebetlerin ifadesi tarihi ak ış<br />
içinde sıralanabilir. Onlardan en eskileri mant ıkca da en basit ve umumi<br />
olanlarıdır; en yenileri ise, tersine, en mürekkep ve hususi olanland ır.<br />
Demek ki ilimleri birbirinden ay ıran mant ıki s ıra ile tarihi s ıra birbirini<br />
tamamlamaktad ır.<br />
C Didaktik s ıra: Hadiselerin ö ğrenilmesi bak ımından da bir s ırala-<br />
ma yapmak gerekir. Bir k ısım hadiselerin öğrenilmesi mutlaka ba şka bir<br />
k ısım hadiselerin (bir k ısım kanunlar ın bilinmesi başka bir k ıs ım kanunların)<br />
bilinmesine bağlıdır. Böylece tabiat hadiselerini didaktik bak ımdan<br />
sıralayacak olursak onlardan en basitlerinin, en umumilerinin ilk önce bi-
linmeleri gerekenler olduğu, daha mürekkepleri ve daha hususilerinin onlara<br />
dayanarak ö ğrenilebileceği anlaşıl ır. Demek oluyor ki mant ıld s ıra ile<br />
tarihi s ıra nas ıl birbirilerini tamamhyorlarsa didaktik s ıra da onlar ı tamamlamaktad<br />
ır.<br />
Bu esaslara uygun olarak Aug. Comte ilimleri alt ı guruba ay ırmaktad<br />
ır:<br />
I — Matematik ilimler : bunlar bütün tabiat hadiselerinin en umumi<br />
Ve en basit nitelik münasebetlerini inceliyen ilimlerdir. Bu ilimlerin konusu<br />
başka ilindere temel vazifesini görür. Bunlar bilinmedikçe ötekilerin<br />
8ğrenilmesine geçilemez.<br />
II — Astronmi: Biz, ancak' matematik vas ıtasiyle kâinat ın kanunlarm<br />
ı en umumi ve mücerret (abstrait) formüller halinde ifade edebiliriz.<br />
Buradan y ıldızlar ın bağl ı olduğu tabii düzeni inceleyen astronomi do ğan<br />
(Comte burada kendi sistemine z ıt olarak konkre (mu şahhas) bir ilmi yani<br />
yıldızlar ilmini abs',-re (mücerret) ve umumi ilim dallar ı aras ına sokuyor.<br />
Ayr ıca bugün astronomi ile fizikin bir birine macrophysique halinde<br />
bağlanmış olmaları da Comte s ınıflamas ın ın bu bak ımdan zay ıflayaca ğını<br />
göstermektedir.) (1)<br />
III ,— Fizik: Dünyam ızda gözlediğimiz ve tecrübe etti ğimiz, madde<br />
b'lemine ait tabii hadiselerin incelenmesinden türlü fizik dallar ı, ve bunlar ın<br />
birleşmesinden de sistematik fizik do ğmu ştur. Fizik kanunlar ının bir k ısmı<br />
tabiat ın sabit münasebetlerini tetkik etti ği için bunlara s t atik<br />
kanunlar, bir k ısmı tabiat ın tekâmül münasebetlerini tetkik etti ği için<br />
bunlara dinamik kanunlar denir.<br />
IV - V — Kimya ve Biyoloji: Comte'a göre fiziki hadiselerin üstün<br />
bir nev'i olan kimyadan sonra bu hadiselere icra ı mümkün olmayan yeni bir<br />
tabiat sahasiyle kar şılaşırız ki, bu da canl ı varl ı klar d ı r. Onlar<br />
ın mürekkeplik bak ımından madde hadiselerine indirilemiyecekleri meydandadır.<br />
Fakat hayat hadiselerini incelemek için mutlaka madde kanunların"<br />
bilmeğe mecburuz. Bütün hayat ilimleri biyolojinin dallar ın te şkil<br />
ederler.<br />
VI — Sosyoloji: Comte ilimlerin konular ı olan hadiseleri basitten mürekkebe,<br />
kompleks'e do ğru s ıralarken biyolojiden sonra çe şitli bak ımlardan<br />
insanla uğraşmakta olan yeni bir tak ım ilimlerle kar şılaşt ı. Eskiden<br />
metafizik veya felsefenin bir dal ı olarak doğmu ş olan bir k ısım ilimlerle,<br />
(1> Shalupny, Pı cis de sociologie adl ı kitab ında Aug. Comte s ın ıflamas ını<br />
bu bakımdan tenkid ediyor.
onlarla bağımsız bir halde yeni kurulmu ş olanları içine almak üzere yeni'<br />
bir ilim tasavvur etti. Fizik modeline göre teklif etti ği bu ilme ilk önce<br />
Physique sociale demi şti (1). Sonra da bunu fizikten ve ba şka, tabiat ilimlerinden<br />
ay ırmak için sosyoloji kelimesini kullandı (2). Corate'un<br />
sın ıflamas ıncla son, kademeyi i şgal eden sosyoloji görülüyor ki insan ilimlerinin<br />
sentezi olmak iddias ında idi. Bu insan ilimleri (yar ı felsefi yar ı bağımsız<br />
olarak) zaten kurulmu ş bulunuyordu. Her birinin kendine mahsus<br />
metodu, objesi, sahas ı vard ı. Bir k ısm ın ın tarihi İlk çağa kadar iniyordu.<br />
Bir k ısmı yeni kurulmu ş olmas ına rağmen kat'i ilimlere mahsus proceWleri<br />
kullanıyorlard ı. Bu ilimler hangileri idi?<br />
Comte'un onları sosyoloji ad ı altında toplamada ne derecede<br />
hakk ı vard ı ?<br />
1 — Bu ilimlerin felsefe içinde do ğmu ş, geli şmi ş ve yak ın zamanlara<br />
kadar metotlan bak ımından felsefe kadrosuna ba ğl ı kalmış olanlar ı vard<br />
ır. Bunlar muayyen bir hadise nev'ini inceleyecek yerde hadiselere tatbik<br />
edilmeyen bir nevi kaideleri, norm'lar ı ve bunlar ın kanunlar ın' inceledikleri<br />
için, bu ilimlere normatif ilimler denmektedir. E s t etik güzellik<br />
normlanm, hukuk adalet ve h a k nomılar ım, mant ı k do ğ ru-<br />
1 u k ve doğru dü şünce normlarm ı, ahlak iyilik normlann ı aramaktad ı r.<br />
Nitekim Alman filozofu Wundt bu ilimleri tabiat ilimlerinin kar şısında ayr ı<br />
bir s ın ıf olarak görüyor. Tabiat ilimleri olgular ı, o 1 a n, lar ı , normatif<br />
ilimler idealleri, olmas ı lazım gelenler itetkik etti ği için bu sınıflamayı<br />
yap ıyordu. Fakat bu ilimler, esas ında, insana aittirler. Çünkü do ğruluk,<br />
güzellik ve iyilik norm'ları insani değerlerdir, ve insan d ışında canlı<br />
ve cans ız alemde vucut bulmazlar; ancak insanlar taraf ından yine insanlara<br />
veya e şyaya ait verilen hükümlerde meydana ç ıkarlar; normatif ilimlerin<br />
belirli, tabii muhtevalar ı yoktur. Fakat bütün tabii muhtevalar ı (mesela<br />
duyu verilerini: kat ılık, yumu şakl ık, renk v.s.) fiziki veya hayati hadiseleri<br />
belirli bir aç ıdan de ğerlendkrirler. Onlar ın nas ıl ve ne olduklar ın ı değil<br />
ne olmas ı gerektiklerini bildirirler. Bunun için de onlara s ınırl ı olarak<br />
f o r m e 1 'de diyebiliriz. Normatif ilimlerin tetkik konusu olan<br />
belirli hadiseleri olmad ığı için onlar ın tümevanm yoluyla kurulmalan kabil<br />
değildir. Kurallar ı hadiseler üstünde üniversel ve umumidir. Gerçek<br />
veya mümkün tabiat hadiselerini veya bir hadise nev'ini belirli bir kural<br />
ve form ile ifadeye yararlar. Bu nevi ilimler kendi aralar ında tutarl ığı olan<br />
(1) Birincileri aras ında ahlak, politik, estetik, v s , ikincileri aras ında statistik,<br />
demografi, iktisad v.s. vard ır.<br />
(2) Latince socius ve Yunanca logos kelimelerinin birlestirilmesinden do ğan<br />
Sociologie dil kaidelerine ayk ır ı olmakla beraber yerleşmiş bir terimdir.
ir önermeler sistemi te şkil ederler. Belirli prensipleri ve postülat'lar ı kabul<br />
edilince onlardan bütün di ğerlerini ç ıkarmak (dMuire) mümkündür.<br />
Bunun için onlar sonuç ç ıkaran (dMuctif) ilimlerdir. Ancak normatif<br />
ilimlerden bir k ısmı küllidir: mantık gibi. Bir k ısmı yalnızca umumidir:<br />
hukuk gibi. Prensiplerinde kesinli ği üniversel olan diğerine bağlıdbr. Mantık<br />
önermeleri bütün öteki normatif ilimler için ölçü vazifesini görür. Çünkü<br />
hiç birisinin önermeleri onun kadar üniversel de ğildir.<br />
2 — Bu ilimlerden bir k ısmı da tarihi-kültürel ilimlerdir. Bunlar halen<br />
yaşamıyan insanlar veya cemiyetlerin hayat ını bizimle münasebetleri<br />
bak ımından incelerler. Eski insanlar veya cemiyetlerin canland ır ılmalan<br />
tarih ilimlerini meydana getirix. Fakat onlar ın bizimle (yani kültürümüzle)<br />
ilgileri bak ımından incelenmeleri kültür ilimleri olmalar ına sebep olur.<br />
Bununla beraber kültürümüzle ilgisi son derecede azalm ış olan eski eserlerin<br />
incelenmesi mümkün olduğu gibi, eski ile ilgisi meydana ç ıkar ılamamış<br />
olan kültürümüze ait eserlerin de incelenmesi mümkündür. Böylece tarihi -<br />
kültürel filmlerin yan ıbaşında yaln ızca tarihi ve yaln ızca kültürel olan bilgi<br />
dalları da meydana gelmi ştir. Filoloji (mukayeseli filolojiler) dillerin asillarını<br />
, ilgisini ara şt ırır. Arkeoloji eski medeniyetlerin enkazını<br />
meydana ç ıkar ıp onları (Jeoloji yard ımı ile) canland ırır. Siyasi ve<br />
medeni tarih do ğrudan doğruya tarihi birer bilgidir. Paleoetnoloji (Paleontoloji<br />
yardım ı ile) yaz ısı olmayan tarihten önceki kavimlerin hayat ını canland<br />
ırır. Linguistik bugünkü dillerin bünyesini ve münasebetlerini tetkik<br />
eder.<br />
Tarihi-Kültürel ilimler de normatif ilimler gibi de ğerlerimize aittir;<br />
insanidir. Fakat onlardan farkl ı olarak muhteval ıdır. Yaln ızca kurallar ı,<br />
olmas ı lâz ı m gelen 'i değil, insani değerlerin muhtevalar ını, ne<br />
olduklarını incelerler. Fakat bu incelemeyi (genel olarak) bugün mevcut<br />
olan bütün çe şitleriyle değil, geçmişte olmu ş ve yaşanmış olan müfret<br />
ve hususi manzarala ıyle incelerler. Bundan dolay ı da normatif ilimler gibi<br />
bunlar da tabiat ilimlerinin kadrosuna giremezler. Fakat türlü şekillerde<br />
onlar ın yardım ı ile geli şirler: Meselâ Arkeoloji'nin çal ışmaları jeoloji, coğrafya,<br />
jeodesi (1) sayesindedir. Filoloji ve linguistik'in çal ışmalar ı pho-<br />
(1) Bu terimlerden bir k ısm ı yüzy ıldır, bir k ısm ı 50 y ıld ır dilimize girdiği<br />
için söylendiği gibi yazıyoruz. Birincisi Ge.ologie, üçüncüsü go,desie olmak<br />
Mzımclır. Kâtip Çelebi Geographie kar şılığı Cihannüma demişti.<br />
Gökalp geSologie kar şılığı arziyat teklif etmi şti. Fakat frans ızca kökten,<br />
bazen türkçeye göre de ğişik bazen değişmemiş şekilleri yerle şmiştir. Henüz<br />
yerle şmemiş ve karşılığı konmam ış kelimelerin imlas ın ı muhafaza<br />
ediyoruz: Phonetique gibi. Fakat bunlara da al ışd ıktan sonra Fizik terimi<br />
tarz ında kendimize mal ediyoruz: Fonetik gibi
naique yani hançereden ç ıkan seslerin bilgisi (Fizikin bir
Comte'dan sonra Spencer insan ilimlerini "içtimai ilimler" kadrosu altında<br />
toplamaya devam etti. Yaln ız Comte insana ait esasl ı ilimlerden olan<br />
psikolojiyi, hadiselerinin ya fizyolojiye, yahut sosyolojiye irca edilebilmesi<br />
(yani a şağı dereceden ruhi hâdiselerin biyolojik, yukar ı dereceden ruhi hadiselerin<br />
sosyolojik olduğu) iddiasiyle s ınıflamas ı dışında b ırakm ışt ı.<br />
Spencer ilimleri A) Abstre (Mücerret), B) Abstre-konkre (mücerretmü<br />
şahhas), C) Konkre (Mü şahhas) olarak üç guruba ay ırdıktan sonra<br />
astronomiden sosyolojiye kadar belirli ve konkre tabiat hadiselerini inceleyip<br />
ilimleri son guruba koymaktad ır. Ona göre ruhi fenomenler de biyolojik<br />
olanlarla içtimai olanlar aras ında yer al ırlar. Amerika'da Giddings<br />
bu görüşü k ısmen devam ettirdi. Insanla veya insani kültürün türlü manzaralariyle<br />
uğraşmakta olan bilgileri tabiat ilimleri metoduna göre incelemek<br />
mümkün olduğunu kabul eden bu görü şe Naturalisme diyebiliriz.<br />
2. TABİAT İLMİ GÖRÜŞÜNÜN YAYILMASINA KARŞI MUKAVEMETLER<br />
Acaba insan ilimleri tabiat ilimleri kadrosuna konabilir mi? Zaman ı -<br />
mızda bu meseleye cevap veren iki görü şle kar şılaşıyoruz; 1) Birincisi cansız<br />
tabiat olaylar ın ı incelemeye yarayan zeka= hayat ı, bilhassa ruhu incelemesi<br />
bahis konusu olunca, ba şarısızlığa mahkfım olup, bunun için hayat<br />
ve ruh alemine nüfuz edebilecek zekâdan ba şka bir meleke, hayat ın ve<br />
şuurun kalitatif ak ışına, değişmeler ve çokluk içindeki sürekli olu şuna (süresine)<br />
nüfuz eden sezgi (intuition) melekesi oldu ğunu kabul eden<br />
Bergson'un metafizikidir. Ona göre insan zeka. ile en elveri şli olarak maddeyi<br />
tetkik eder, eğer ayn ı aleti ruh alemine tatbik etmeye kalkarsa onu<br />
ancak maddeye benzeterek, yani mahiyetini bozarak kavrayabilir. Nitekim<br />
"İnsan filmleri" ad ı alt ında yap ılan bütün incelemelerin (psiko-fizyoloji,<br />
psiko-fizik, sosyoloji v.s. nin) ba şarısızlığı, asıl konularına nüfuz edemiyerek<br />
daima onu maddeyi inceler gibi parçalamaya, bozmaya mecbur olmalar<br />
ı bundan ileri gelir. Buna kar şı adeta san'atkâr görü şüne benzer f e 1 -<br />
sefi sezgi ile şuur alemine bak ıldığı zaman orada pratik faydam ıza<br />
(pratik ihtiyac ım ıza) uygun, izafi bir bilgi de ğil, fakat ruhun sürekli oluşuna,<br />
bütünlüğüne uygun mutlak bir bilgi do ğar. Bergson'a göre bu<br />
metafiziktir; fakat bu metafizikin eski dogmatik âlem tasavvurlar ı halindeki<br />
metafiziklerle hiç bir alakas ı yoktur. Çünkü bu metafizikçinin zihninde<br />
kurduğu bir kavramlar binas ı yoktur; do ğrudan doğruya<br />
bir gerçeğe, bütün insanlar için mü şterek ve umumi olan bir varl ık alan ına<br />
(hayat ve ruhun varl ığına) çevrilmi ş olan objektif ve realist bir bilgi vard ır.<br />
Bunun için Bergson bu şuur "metafizik" ini gayet mü şahhas, kat'i ve mut-<br />
8
lak sayıyor, herhangi bir filozofa, bir kimseye ait hususi doktrin olmad ığını<br />
; müşterek, müspet ve objektif bir inceleme alan ı olduğunu ilan ediyor.<br />
2) İkincisi Dilthey' ın natüralizm ve tarih felsefelerini tenkit etmek suretiyle<br />
müdafaasma giri ştiği "manevi ilimler" cereyan ıdır. Dilthey, natüralist<br />
felsefenin fizik gibi en ilerlemi ş ilimlerdaki vetireleri "manevi" dedi ği ilimlere<br />
nakletmek pe şin hükmüne hücum ediyor. İnsan sahas ına girince art ık<br />
tabiat hadiselerinden farkl ı yeni bir obje ile kar şılaşıyoruz. Bu da m a -<br />
nevi hadise' dir. Obje fark edince onlara uygun yeni metodlar kullanmak<br />
hakiki pozitivizm'in vazifesi olmal ıd ır. Çünkü a) Tabiat ilimleri bir<br />
sisteme ulaşıyorlar; b) Şuur olgular ı hiç bir tabiat ilmi ile aç ıklanamaz<br />
(1). Muvazatç ı veya materyalist psikoloji hiç bir şeyi halletmemiştir.<br />
İnsani tabiata irca etmek yanl ışt ır. Tabii muhit insan ı yanl ızea ş a r t-<br />
'and ı r ı r. Dilthey'a göre antropoloji veya maddeci psikolojinin tetkik<br />
ettiği tabii insan bir "mevhum" (fiction) dur. Antropolojik,<br />
kültüre 1, i ç t i m a i dedi ğimiz ilimler bir bütün te şkil ederler. Fakat<br />
onlar ın miinasebetleri tabiat ilimlerinden çok daha komplekstir. M a -<br />
nevi ilimlerde münferit vak'a ara ştırmamnsonhedefidir.<br />
İnsanlardaki mü şterek vas ıflar kadar filan fert ve filan zümreye mahsus<br />
orijinal vas ıflar da mühimdir. Baz ıları bunlara kültür ilimler<br />
i, bazılar ı tarihi ilimler diyorlar. Her iki tabir de yerindedir.<br />
Fakat hepsinin mü şterek umumi karakteri onlar ın manal ı (significatif)<br />
hadiselerle; manevi (moral) dedi ğimiz şeylerle; ruh alemiyle<br />
(Geist) meşgul olmalar ıchr. Bu empirik psikolojinin u ğraşdığı ruh<br />
(l'âme) de ğil; değerlerde, normlarda, müesseselerde, e şyada, abjektifle şmiş<br />
olan r u h ' dur. Dilthey "objektif ruh" tâbirini Hegel'den al ıyor. Fakat<br />
onun tarih felsefesine şiddetle hücum ediyor. Çünkü bütün metafizikler<br />
gibi tarih metafiziki de yanl ışt ır. Tarihi vak'alar ı bir kadro içine s ıkış-<br />
t ıramay ız. Dilthey'a göre "manevi ilimler" zaten mevcuttur. Onlar ın kurulmas<br />
ı bahis konusu de ğildir. Her biri kendi sahas ında ayr ı ayrı geli şmiştir.<br />
Kendine mahsus disiplini ve ara şt ırma' yolu vard ır. Filozofun vazifesi bu<br />
ilimlerin araşt ırma yollar ını incelemek suretiyle onlar ın tabiat filmlerine<br />
irem imkans ız olduğunu, kendi aralar ında mü şterek bir objeye sahip oldukları<br />
için de tabiat ilimlerinden farkl ı müşterek bir metodlar ı olduğunu göstermek<br />
olmal ıdır.<br />
"Manevi ilimler" le "insan ilimleri" Dilthey'a göre e şanlaml ıdırlar.<br />
Fakat birincisini kullanmak laz ımd ır; çünkü bu ilimlerin, en bariz vasf ı kanunlarının<br />
tabiî değil manevi olu şudur. Onlar ın kendilerine mahsus netice-<br />
(1) Dilthey, Introduction a". l'aude des Sciences morales.<br />
9
Teri vard ır; Onlar tabiat ilimlerinde oldu ğu gibi bütünü derece derece<br />
terkip edecek yerde ilk hamlede bütünü koyar ve münasebetleri, parçalar ı<br />
oradan ç ıkarırlar. Bütün unsurlardan önce gelir; veya bütünle parçalar zamandaşt<br />
ırlar. Ahlâkta bir norm, vas ıtalar ı ve gayeleri birlikte dü şünür.<br />
Burada gayeli bütünler kar şıs ınday ız. O halde tabiat ilimleriyle manevi<br />
ilimlerin metod bak ımından fark ı nedir? Birinciler konular ını unsurlara<br />
ay ırır veya bu unsurlar ın aralar ındaki zorunlu münasebetleri ara ştırırlar.<br />
Bu ara ştırmanın tam örneğini ınatematikte ve gerçekle şmesini fizikte<br />
buluruz. Tabiat ilimlerinin gayesi hadiseleri selıeplik mlina,sebetleriyle<br />
birbirine ba ğlamak, mant ıki münasebetler kurmak, yani onlar ı aç ı klamak<br />
t ı r. Halbuki manevi iliinlerde aç ıklama mümkün değildir. Çünkü<br />
onlarda biz manal ı önermeler, gayeli bütünler önündeyiz, yani aç ıklamak<br />
değil ancak anlamak mümkündür. anlamak için. manaya nüfuz etmek<br />
ve onu ya şamak laz ımdır. Dilthey'a göre bu yaln ızca analitik psikoloji<br />
ile yap ılabilir. (Laboratuvar psikolojisi ile insan ın anla şılmas ına imkan<br />
yoktur).<br />
Bununla beraber, burada mühim bir güçlükle kar şılaşıyoruz; psikoloji<br />
sağlam tahlillerini yalnız kendimizde yapabilir. Halbuki manevi ilimlerdeki<br />
bütün norm'lar ve de ğerler insanlar aras ında mü şterektir; yani onlar<br />
objektif ruhturlar. Öyleyse her şeyden önce b a ş k asln ı n anlaşı<br />
lmas ı laz ımdır. Filozof, bunun ancak ba şkas ının ruhi hayat ına ait<br />
jestler ve ifade vas ıtalarma bakarak ve bunlar ı kendimize benzeterek ba şkasının<br />
ruhi hayat ını t ef sir etme suretiyle mümkün olaca ğına k$.-<br />
ni'dir. Analoji, tefsir, ak ılyürütme bu anlay ış yolu için çok mühimdir.<br />
Acaba jestler ve ifade vas ıtaları başkas ın ın da benim gibi ayni şeyleri<br />
duydu ğ unu anlamaya yeter mi? Ayni jestler, ayni ifadeler alt ında<br />
başka başka manalar gizlenemez mi? Analoji yoliyle ba şkas ın ın varl ığına<br />
intikal etmek do ğrudan doğruya bilgi (veya sezgi) yerine müphem bir ak ılyürütme<br />
koymak demektir. Vak ıa Dilthey bunun için tarihi yak's<br />
da gerçekle doğrudan doğruya temasa geldi ğimizi söyler. Fakat bu nokta<br />
halledilmeden kalmaktad ır.<br />
Dilthey'a göre anlay ış vas ıtasiyle kavrad ığım ız orijinal vak'an ın en<br />
k ıymetli nümunesi tarihi v ak'a' d ır. Bunun için, manevi ilimlerin<br />
metodu analitik psikoloji olduğu gibi en k ıymetli şekli de tarih tir.<br />
Fakat bunun için bir yanda tarihi mlicerret nazariyeler içine s ıkıştıran ve<br />
tarihi vak'alar ın değişikliğine , çeşitliliğine, manas ına nüfuz imkan ın ı yok<br />
eden tarih felsefelerinden, bilhassa Hegel'in, Marx' ın tarih felsefelerinden<br />
vaz geçmelidir. Öte yandan da "Manevi Ilimler" in her birinin tek ba şına geliştiğini,<br />
tabiat ilimlerinden tamamen ayr ı bir metoda sahip olduklar ın ı
unutarak, onlar ı fizik modeline göre birleştirmek, onlar ı fizik metodundan<br />
al ınmış vetirelerle tetkik etmek suretiyle tek bir umumi ilim haline koymak<br />
istiyen "Natüralist Sosyoloji" cereyanlar ından vazgeçmelidir. Dilthey bunu<br />
söylerken bilhassa Comte'un ve Spencer'in ansiklopedik veya emperyalist<br />
sosyolojilerini kastediyordu. Buna karşılık o, Simmel'in yaptığı gibi,<br />
igtimai ilimler'i kendi alanlar ında ve metodlar ında bağıms ız<br />
b ırakarak, ilimleri birle ştirmeğe kalkmadan s ırf kendisi için hususi bir alan<br />
bulan bir sosyoloji' yi kabül ediyordu. Alman sosyologlarmdan<br />
bir çoğu Dilthey gibi cemiyeti makul bir b ü t ii n, olarak tasavvur<br />
ediyorlar, positivistler gibi, onu bir tabiat parças ı olarak almıyorlar.<br />
Cemiyetin bir bünyesi vard ır. Hadiseleri aras ındaki münasebetler zekâ ile<br />
aç ıklanacak yerde anla şılabilirler. Vak'alar ın anla şılmas ı için bütünler, totaliteler<br />
içine yerle ştirilmeleri laz ımd ır. Dilthey'a göre manevi ilimlerin en<br />
tam örneği tarih' tir. Çünkü orada umumilikler, kanunlar, mücerret<br />
sebeplik münasebetleri de ğil konkre vak'alar, münferid ve tekrar edilmeyen<br />
haller vardır. Tarihin en mükemmel şekli bi y o g r af i' dir. Bir cemiyetin<br />
tarihi bile ancak biyografi halinde olunca tamd ır.<br />
3. RICKERT'E GÖRE TARIH MANTIĞI<br />
Heinrich Rickert manevi ilimlerin müdafaas ını yapmak için önce tabii<br />
iliMlerin sınırl ıl ığım ispata çal ışt ı. Sonra onlardaki umumile ştirme metoduna<br />
kar şı tarihi ilimlerde ferdile ştirmeği koydu. Böylece manevi ilimler onca<br />
müf red kültür el ilimleridir. Tabiat ilimleri umumi<br />
kavramlar' la ula şmağa çal ışır. Halbuki manevi ilimler — bilhassa<br />
tarih — münferit vak'alar ı anlamak ister. Manevi ilimlerde fiillerin, şeylerin<br />
ferdi değerleri vard ır. Bir ahlaki hareketi parçalamak mümkün olmad ığı<br />
gibi bir masay ı, bir iskemleyi unsurlara ay ırmak da mümkün değildir.<br />
Ay ır ınca o art ık kültürün objesi olmaktan ç ıkar. Rickert'e göre manevi<br />
ilimlerin kendine mahsus bir mant ıkı vard ır. Bu tarih mant ı k ı '<br />
dır. O müfred vak'alar aras ındaki sebeplik münasebetini arar. Osmanl ı<br />
Imparatorluğu bir defa olmu ş ve Fâtih Istanbul'a bir defa zaptetmi ştir.<br />
Kadisiye harbinde Iran, yaln ız bir defa ortadan kald ırılm ışt ır. İki ilim tipi<br />
aras ındaki tezat bir cihetten fizik öteden tarih' in geli şme tarzları<br />
kar şılaştırıl ınca görülecektir. Biri münferitten umumlye ve kanuna<br />
doğru gider; öteki kanunlardan, umumi bilgilerden hareket ederek münfericli<br />
anlamağa çal ışır. Ona göre tarihte de b a'z ı umumilik ler<br />
vard ır: 1) Tarihçinin kulland ığı kelimeler, kavramlar umumidir. 2) Te şkil<br />
edici değerler küllidir, onlar herkes için mu'teberdir. 3) Tarihçi yaln ız fi-<br />
11
lân mekan ve zamanda mahalle ştirilmiş vak'alara bağlanmaz. Mesela umumi<br />
olarak falan as ırdaki şehirli hayat ım ele al ır, 4) Tarihte sebeplik münasebeti<br />
iki vak'a aras ında kurulur. Fakat bu münasebet aynilik münasebetine<br />
irca' edilemez. Bütün bu umumiliklere ra ğmen tarih için hedef daima<br />
müfred ve ferdi vak'ad ır. Tarihçi aksedilmez vak'alar serisini, bütünlü ğü<br />
yeniden kurmağa çal ışır. Fizikçinin gayesi ise olaylardan ba şlayarak umumi<br />
ve mücerred münasebetlere yükselmektir. Tarihçi vak'alar serisini<br />
yeniden kurmak için, ferell vak'alar ın manas ı na<br />
nüfuz etmelidir. O halde onun as ıl objesi ruhi gerçeklerdir. Eğer de ğerlerimiz<br />
tarihi devrin de ğerleriyle uyu şmuyorsa, bize yabanc ı olan düsünce<br />
tat-zindan sempati duymak (1) için gayret ederiz. Bunu yapamazsak ne<br />
vak'alar ı anla,r ız, ne onlar aras ında bir seçkinle şme temin ederiz.<br />
Rickert'e göre tarihi vak'a tek bir şahsa ait olmakla beraber fiziki<br />
hadiseden daha az hakiki de ğildir. Bundan ba şka tarihi v a k 'a<br />
fiziki gerçeği de incelemektedir. Bu suretle o Dilthey'deki tabiat, - insan<br />
veya aç ı klama-anlama tezad ını kaldırmaya çal ışıyor. Tarihçi<br />
ona göre hem anlayan hem aç ıklayan kimsedir. Fazla olarak onun dayand ığı<br />
temel Dilthey'in dedi ği gibi her hangi bir psikoloji de olamaz. O daha ziyade<br />
romanc ı gibi, şair gibi sezgili bir anlay ışa dayan ır Ilim (yani tahlilci<br />
psikoloji) tarihi olu şu parçalar, manadan uzakla ştınr, tecrid eder, bünyelerini<br />
ve bütünlüklerini bozar. Halbuki sanatkar ın sezgisi onlar ı bütünlüğün<br />
içindeki olu şlariyle kavramaktad ır. Rickert'e göre önce bir mânân ın anlaşılması,<br />
sonra bu mana ile ifade edilen ruh halinin, farazi olarak in şas ı (kurulmas<br />
ı) laz ımd ır. Böylece o sonunda manevi ilimlerle tabiat ilimleri aras<br />
ındaki dıvar ı kald ırmaya var ıyor.<br />
Rickert'in görü şünde as ıl bir nokta kal ıyor: bu da mant ı ki i -<br />
ş a ' ya s ığdırılam ıyan zihin ameliyeleri, kavranam ıyan bir m â n a özü-<br />
nün veya tortusunun bulundu ğunu kabül etmesidir. Rickert bu öze m a n -<br />
t ı k d ışı (alogique) diyor. Biz "mant ık dışı" manalan nas ıl kavra-<br />
r ız ? Başka varl ıklarla sempatize olmak ve okuyucuyu ayn ı sempatiye sev-<br />
ketmek mant ığın hâlledemiyece ği bir mevhibe (grâce) dir. Rickert umumi<br />
olarak süje - obje münasebetini, hususiyle tarihi obje ile tarihçinin münasebetini<br />
bu alogique temele dayand ırmaktad ır (2). Onun son tahlilde gerek<br />
tabiat ilimlerinde, gerek manevi ilimlerde buldu ğu bu mant ı k d ışı<br />
(1) Sympathiser olmak.<br />
(2) Bilgide süje - obje münasebetinin alogique mahiyeti üzerinde duran bilhassa<br />
Volkelt'dir. Bu mevzuda ba şlıca eseri Gewissheit und Wahrheit'dir.
wır<br />
tortu Dilthey'in bu konudaki sarih tahlilinden çok daha derin görünüyor.<br />
Ayni ak ı l d ışı tortuyu sonradan zaman ım ızın birçok filozoflar ı<br />
göstereceklerdir. Rickert'e göre tarihin mevcut olabilmesi için gerçek olan<br />
her şeyin rasyonel (akli) olmamas ı lazımdır. Tarihin tabiat - hürriyet tezadına<br />
ihtiyac ı vard ır. Eğer tarihi olu şta biz bütün varl ığı bir hamlede kavramış<br />
olsayd ık "Geçmi ş ilmi"nin de mânâs ı kalmazd ı. Rickert'de art ık "Manevi<br />
İlimler" in tabiat ilimlerinden sert ayr ılışı kayboluyor. İkisi aras ında<br />
mü şterek vas ıflar bulunuyor. İkisinin de ulaşamad ıkları yer, varlığın irrasyonel<br />
mahiyeti olarak gösteriliyor. Böylece zaman ımız felsefesine yakla şmış<br />
oluyor. O bir nevi' ilimler s ınıflanmas ından vazgeçiyor. Yaln ız iki ayr ı<br />
çelişik istikameti gösteriyor (1). Yaln ız dogmatik ilimler, pozitif ilimler<br />
veya felsefi ilimler birbirlerinden aç ıkça ayr ılırlar. Fakat tabiat ilimleriyle<br />
kültür ilimlerinin türlü manalar ıru hesaba katmal ı, müşterek meselelerini<br />
düşünmelidir. Hadiselerin kompleksliği ile şemalarımızın basitliği aras ındaki<br />
tezad burada dü şünülen güçlükleri göstermede çok hakl ıd ır. Vak ıa<br />
umumiyetle fiziki hükümler ş artl ı (hypotUtique) tarihi hükümler<br />
ise bey ani (assertorique) dirler. Her cemiyet kanuni baz ı şartlara göre<br />
ifade edilir. Halbuki Y ıldır ım Beyaz ıt Timur'un hapsettiği <strong>Ankara</strong> kalesinde<br />
öldü hükmü beyanidir. Tarihle tabiat' birbirine yakla şt ıranlar bazan tabiat<br />
filmlerinde de t a v s i f oldu ğunu söylerler. Mesela: nebatat, jeoloji,<br />
hayvanat, coğrafya, henüz biyografya böyledir. Fakat bunlar ya fiziki<br />
yahut biyolojik ilimlerin ilk safhalar ıd ır. Onlar ın vasıflamalar ından sonra<br />
ilmin ilerlemesi nisbetinde mutlaka aç ı klamalar ve umumi kanunlar<br />
gelecektir.<br />
4. TARİM İLİMLER VE KtLTIIEL İLİMLERİ<br />
Rickert'e göre tabiat ilimleri gerçekten hareket ederek umumiyetlere<br />
ulaşt ıklar ı için nihayet gerçeği b ırakmağa mecbur oluyorlar. İlmi kavramlar<br />
dünyas ında fert yoktur. Halbuki tarihi vak'alarda bütün manevi filmlerin<br />
temeli, manas ı fertlerdir. Rickert'den önce olu ş ilmi veya tarih ile kanunlar<br />
ilmi aras ındaki tezad ı Cournot göstermi şti. Fakat Rickert'e göre<br />
bu tezat yaln ız görünü şdedir. Çünkü bütün tabiat ilimlerinin "t a r i h i<br />
yani onlarda da o 1 u ş u n in ş as ı vard ır. Mesela yeryüzünün tarihi,<br />
dünyan ın güne ş gezegeninden koptu ğu zamandanberi geçirdi ği şekil değiştirmesini<br />
ele al ır. Canl ılar ın tarihi onlar ın Lamarck veya Darwin nazariyelerine<br />
göre tekâmüllerini inceler. Görülüyor ki Rickert, sonunda, tabii<br />
tarih ile insan tarihi aras ındaki mesafeyi azalt ıyor, tarih<br />
kavram ını fazla geni şletiyor. Tabiat ilimleriyle manevi ilimler veya insan<br />
ilimlerini yakla şt ırmaya çal ışıyor. Nitekim kültür hadiselerinde anlay ış ve<br />
(1) H. Rickert, Naturwissenschaft und Kulturwissensehaft.
mânâ metodlar ı yanında tecrübe ve mukayese yap ılması, sebeplik münasebetleri<br />
aranmas ı, iki ilmi zirvesine yakla ştırmak için yap ılan bir gayret<br />
oluyor. Bu gayret Rickert'den sonra Max Weber'de daha aç ık bir şekil alacak<br />
ve onun anlay ışç ı sosyoloji çığırını doğuracakt ır. Dilthey'in istedi ği gibi<br />
"mânevi ilimleri" psikoloji temeline dayand ırmak mümkün görünmüyor.<br />
Bunun için ne ba ş kas ı ' n ın ruhuna anoloji yoluyla nüfuz etmek yetecektir,<br />
ne de bir k ıs ım Alman filozoflar ının dediği gibi, başka kültürler,<br />
başka cemiyet çevrelerini incelemek, ya şamak ve duymak (Einfühlung)<br />
kabildir. Bu da sonunda onun hareketlerini, tav ırlarını taklitten ba şka bir<br />
şey değildir. Ba şkas ını anlamak yaln ız başkasiyle bizim aram ızda müşterek<br />
bir şey insani varl ı k mevcut olduğu zaman mümkündür. Şuurlar<br />
birbirlerine kapal ı daireler olarak kald ıkça, başkası ve ben birbirlerine<br />
asla nüfuz edemezler. Bunun içindir ki "mânevi ilimler" cereyan ının sübjektivizme,<br />
izafîcili ğe , (rielativisıne) bilgi tenkidine, psikolojiye dayanan görüşü<br />
bu ilimleri temellendirmeye asla yetmeyecektir. Bu bak ımdan Bergson'un<br />
objektif hayat ve ruh gerçe ğine çevrilmi ş ilim gibi anla şılan metafizik<br />
görü şü hakikate daha yak ınd ır.<br />
Işaret. edilecek bir nokta da insana ait ilimlerin yaln ızca mânevi<br />
olmayışıdır. Onlarda mânân ın mühim bir hissesi olmakla beraber insanın<br />
ruh ve beden bütünlü ğüne dayand ığı, mânân ın yaln ız tecrübe yoluyla ayr ıldığı<br />
antropoloji, demografi, ekoloji v.s. gibi ilimlerde mânâ taraf ından ziyade<br />
beden taraf ının göze çarpt ığı hesaba kat ılacak olursa bu kesin ay ır ış müdafaa<br />
edilemez. Ayn ı ilimtere (gerek s ırf normlarla uğraşanlar, gerek muhteval<br />
ı olanlarda) insan ı bir değerli obje olarak almalar ı ve değerlerin kültürü<br />
meydana getirmesi dolay ısiyle kültür il i m 1 e r i' de diyenler<br />
vard ır. Nitekim Rickert gibi tarihi vak'amn orijinalli ği esas ından hareket<br />
edenler için bu ilimler tarihi ilimlerdir. Fakat s ırf tecrübi veya felsefi psikolojiyi<br />
tarihi ilimlerden saymak mümkün olmad ığı gibi, Demografia veya<br />
beşeri coğrafyay ı kültür ilimlerinden sayamay ız. Halbuki her ikisi de ayrı<br />
bak ımlardan "insan, ilimleri" içine girerler. O halde "mânevi ilimler" e<br />
mahsus diye ileri sürülen anlay ış metodunun, tarihi ilimlerin temeli<br />
sayılan tarih mant ığı ' n ın değerleri ve rolleri kabul edilmekle<br />
beraber onlar ın daima t avsi f, s ı n ı flam a, aç ı klama yollariyle<br />
tamamlanaca ğını hesaba katmak do ğru olacakt ır. Bu görü ş iki<br />
ilim zilmresi aras ında kesin ayr ılış yerine kültür ve tabiat münasebetinin<br />
bir k ısım milesseseleri doğurduğu, insana ait her şeyin insanla âlem aras ındaki<br />
münasebet aç ısından ele al ınmas ı lâzam geldiğini kabitle bizi götürecektir.<br />
4<br />
Vaktiyle Ampre ilimleri cosmologique - noologique diye kat'i iki bö-
lüme ay ırmakta ve bunlardan her birini bir çok dallara bölmekte idi. Bu<br />
tarzda ay ırışlardan biri de Wundt'un tabiat filmleri - normatif ilimler s ınıflamasında<br />
veya Windelband' ın tabiat ilimleri - formel ilimler ay ırışında<br />
görülmektedir.<br />
Bütün bu kesin ay ırmalarm temelinde insan büny es i ni bütün<br />
olarak görmemek, Descartes zarnan ından beri dü şülen mühim bir hatada,<br />
insan ın dü ş ünce ve beden' den ibaret iki ayr ı cevher oldu ğu<br />
hususunda israr etmek bulunmaktad ır. Halbuki zaman ı= felsefesi, bilhassa<br />
yeni ontoloji, felsefi antropoloji, parçal ı insan telâkkisinden çok uzaktır<br />
(1). Bütün olarak al ınan insan muhtelif aç ılarda bir çok ilimlere konu<br />
olabilir. Onlardan her birinde insan ın objektif, siibjektif faaliyetleri ayr ı ayrı<br />
rol oynarlar; bunun için tabiatla mânây ı karşı karşıya koyacak yerde, yeni<br />
ontolojinin üzerinde, israrla duraca ğı bir varl ık derecesi olan a şağı varlık<br />
derecelerine irca' edilemiyen, kendi özü ve mahiyeti ile tetkik edilmesi<br />
gereken insan ı temel olarak almak daha do ğru olur. Bundan dolay ı biz matematik,<br />
fizik ve biyolojik ilimlerden sonra insan ilimlerini koyuyoruz.<br />
(1) insan ın bütün olarak al ınması zarureitni 1928 de "Umuml Ruhiyat" ve<br />
1930 da "Aşk Ahltıkı" adl ı kitaplarımızda müdafaa etmi ştik.<br />
15
1. TARİHİN TARIHI<br />
Tarih (histoire), Yunanca historia hikâye ve masal (1) kelimesin-<br />
den geliyor. (Arapçaya Ustüra olarak geçmi ştir. Kur'an'da cemi' sigasiyle<br />
E s at ir 'ül-Ev v elin '= " İlk zamanlar ın hikayeleri" şeklinde zikredilir).<br />
Bundan anla şıl ır ki tarih yaln ız geçmi şe aittir. Ya şanmış, olup bitmiş<br />
olan şeylerin tarihi vard ır. Olmak t a ve Ola c ak olan<br />
şeylerin, yani hal'in ve gelece ğin tarihi olamaz. Bütün ilimler (yani şimdiye<br />
kadar gördü ğümüz zihin ve tabiat ilimleri) Zaman üstü sabit<br />
münasebetleri, kanunlar ı, umumilikleri arad ıklar ı halde, tarih geçmi şte<br />
olmuş olan, şeyi yani zamana tabi' olan, belirli bir Zaman Sür e s i<br />
içinde olan şeyleri ara şt ır ır.<br />
İlk çağda tarih, geçmi şin masal ve rivayetlerle kar ışık bir tasvirinden<br />
ibaretti. Herodot'un eski kavimler hakk ında anlatt ıklar ında doğru<br />
olan şeyler yan ında efsaneler de yer al ıyordu. Strabon, Thucydides ve<br />
Polyvios'da tarih daha ciddile şti ve hakikata yakla şt ı. Thucydides, Anabasis'i<br />
yazarken bütün yazd ıkların ı tahkik etmek (do ğruluğunu ara şt ırmak)<br />
ihtiyac ın ı duyuyordu. X6nophon, dokulugunu kontrol etmesi daha<br />
kolay olduğu için kendine yak ın zamanlar ı, insan hayatlar ını (Sokrates' ın<br />
hayat ı gibi) seçti. Roma tarihçileri imaparatorlar ın hayat ını, Roma'n ın<br />
tarihini yazd ılar (Tite-Live, Su&one, Tacite, v.s. gibi). İlk çağda tarihçi<br />
sitenin gelene ğini tesbit eden, takvimini tutan bir "vak'alar yaz ıcı"(Chroniqueur)<br />
d ır.<br />
Orta çağda tarihçi dini geleneği tesbit eder. Dine verdi ği üstün mevki'den<br />
dolayı bu geleneğin En Do ğ ru ve En Sa ğ lam<br />
tesbiti vazifesidir. Gerçek bir Orta ça ğ tarihçisi için Allah' ın ve Peygam-<br />
(1) Masal, "mesel" kelimesinden geliyor - Kur'an'a Esatir-iil-evyelin deniyor.<br />
F. 2 17
erin sözlerine dayanan din gelene ğinin iman kadar sa ğlam bir temeli olmalıdır.<br />
Fakat eski rivayetler ve efsanelerle yeni dinin kat'i haberleri (ister<br />
istemez) birbirine kar ışır. Tarihçi yaln ız dinin temeli olan en do ğ:u<br />
sözleri toplad ığı zaman hakikat alakas ı çok kuvvetlidir. Konusuna r i -<br />
vayet t opl ay ı c ı s ı değil, iman ı= temeli olan hakikat<br />
a r a ş t ı r ı c ı s ı olarak bağlan ır. Bu tarzda tarihin yüksek iirnb ğini<br />
hadisleri (Peygamberin sözlerini) topl ıyan Buhari'de, Müslim'de, Tabeerde<br />
görüyoruz. Fakat eski kavimlere ait kontrolsuz rivayetler bu sa ğlam<br />
bilgiye kar ıştığı zaman tarih de ğerini kaybeder: Mes'udi, İbrı Haldun,<br />
v.s. gibi. Orta çağda tarihçi yaln ız "vak'alar yaz ıc ı" değildir, ayni zamanda<br />
bir ima= bekçisi, dini ideolojinin koruyucusudur. Haçl ı seferlerine ait<br />
vak'a yaz ıc ılar ı (Hiristiyan dünyas ında) bir yandan Şövalye bir yandan<br />
Aziz (veya Veli) ruhunu ta şırlar. Bu yüzden büyük dinlerin birbiriyle<br />
çarp ıştığı zamanlarda tarihçinin t a r a f s ı z, hakikat yay ıcı olmas ı<br />
mümkün değildir.<br />
Yeni çağda Renaissance'la ba şl ıyan tarihçi tipi eskilerinden çok farklıd<br />
ır. O ne bir gelenek bekçisi, ne bir Iman müdafiidir. O, her şeyden önce,<br />
tenkitçidir. Geçmi şe çevrilen gözü ilk kökleri arar, masal ı, rivayeti gerçekten<br />
ay ırm ıya, medeniyetin as ıllar ına inmiye çal ışır. Tarihçinin esas vasf<br />
ı geriye bak ış (rüçkmeldung) t ır. Böylece geçmi şe ait olan bütün bilgiyi<br />
tenkid eder, gerçek olan ı bu günkü bilgimizin bütününe dayanarak raa-<br />
/Alandı= (tefsir eder). Öyleyse onun üç fonksiyon'unu görüyoruz: a) geriye<br />
bak ış, b) geçmişin tenkidi, c) geçmi şin tefsiri. Renaissance medeniyeti<br />
yeni tarihçinin bu mühim vas ıfları yard ımiyle yak ın gelenekleri k ırarak<br />
ilk köklere, medeniyetin ba şlang ıcma bağlanmak imkanını buldu. Bundan<br />
dolay ı İlk-çağ tarihçisindeki gibi onda geçmi şin bir levha (tablo) halinde<br />
çerçevelendiğini görmüyoruz. Karanl ığın zorla aç ıldığına, bilinmiyen geçmişe<br />
doğru ışığı uzatabilmek için büyük emekler harcand ığına şahit oluyoruz.<br />
Onda geçmi ş ve hal, bir sürenin iki ucu de ğildir. Fakat zorlu bi/<br />
hamle ile sürekli yak ın geleneğin k ırılmış, unutulan bir geçmi şe (bir<br />
nevi' haf ıza bo şluğuna) doğru bir ışık kap ıs ı aç ılm ıştır. Orada tarihçi olmak<br />
için hât ıralar ına, geleneklerine isyan etmelidir. Bundan dolay ıd ır ki<br />
Yeni çağda tarihçi insan dü şüncesine büyük yenilik getirdi, tarihi müsbet<br />
bilgiler aras ına koydu. Filoloji, arkeoloji, paleontoloji, epigrafi gibi tabiat<br />
il imleri yard ımiyle doğan bilgiler sayesinde bulu şları/ıl temellendirdi, hakiki<br />
keşifler haline getirdi. Astronom'un karanl ıklar içinde yeni bir y ıld ız<br />
bulması gibi, tarihçinin bu positif vas ıtalarla geçmi şin karanl ıklar ı içinden<br />
yeni bir kavmi veya bir devri meydana ç ıkarmas ı da art ık tamamen bilgi<br />
alan ına ait k e ş i f' ler aras ına girdi.<br />
18
Son çağda site gelene ğinden, itikadlar ın bekçiliğinden ald ığı kuvvetle<br />
büyük kütlelerin hayat hikâyesi olma ğa ba şlad ı. Tarihi kültür art ık bir<br />
millile şme ve demokratla şma vas ıtas ı oldu. Her millet şuurunu kendi tari-<br />
, hi hakkındaki derin bilgisinde buldu. Alinan inkilâb ını hazwhyanlar 19<br />
uncu yüz y ılın Alman tarihçileridir. Ayni hâl ba şka milletlerde de az çok<br />
farklarla görülür (1). Fransa'da Michelet, Taine, Ruslarda Caramzine<br />
İtalyan'larda Manzini tarih şuuru ile milli inkilâblar ına zemin haz ırlad ılar<br />
Yeni çağ tarih şuurunun karakteri romantizmdir. Art ık 17 inci yüzy ılın<br />
nıiinzevi fikir adam ının rasyonalizmi yetmiyor, kütle ile temasta olan ve<br />
birlikte yürüyen t a r i h i görü ş onun yerini tutuyor. RenaiRsark-e"-<br />
in tarih görü şü yak ın geçmi şi tenkid etmek ve ilk kökleri ke şfetmek içindi<br />
(2). Hâlbuki 19 uncu yüzy ılda geriye bak ış cemiyetin büyük mazisine mıfuz<br />
etmek, yeni cemiyetle onun aras ında mânevi bir süreklilik bulmak içindir.<br />
Alman romantikleri Niebelungen'lere, bir k ıs ım tarihçiler ise ırk ın köklerine<br />
kadar gittiler. Burada tarihin gerçek duygusunu bozan müballigal ı<br />
ta şk ın bir görü ş Hilmi aldığına şahit oluyoruz.<br />
Devirler üzerinde yapt ığım ız bu seyahat hikâyecilik, gelenekçilik, objektif<br />
bir hakikat şevki, hissi taşk ınlık gibi türlü manzaralar aldığını gösteriyor.<br />
En hissi, en sübjektif ve edehi olandan en kuru ve objektif olan ına<br />
kadar tarihin türlü manzaralar ı onun henüz matematik ve tabiat ilimleri<br />
gibi kesin s ınırlar ını ve metodunu bulmam ış olduğunu gösteriyor. Bu gün<br />
bile edebi tarih, hikâyeci tarih, ilmi tarih.<br />
f e 1 s e f i tarih birbirinden oldukça ayr ılmaktad ır. Bununla beraber<br />
25 asırlık çalışma sonunda insanlar tarihin ana hatlar ın ı çizmiye ve onun<br />
metodlar ı ve mahiyeti hakk ında bazı esasl ı fikirlere ulaşmıya muvaffak olmuştur.<br />
Bu ana fikirleri, yani tarihin kategorilerini tesbit etmeden önce<br />
bu şemada gördü ğümüz teferrüat ı bir taraf b ırakarak, bu gün tarihte hakim<br />
iki esasl ı görü ş üzerinde münaka şa edeceğiz (3).<br />
Umumi olarak iki türlü tarih görü şüyle kar şılaşıyoruz: 1) sübjektif<br />
tarih görü şü, 2) objektif tarih görü şü. İnsan dü şüncesini tam olarak ele<br />
alan ve onu bütün ilimlere yayan t a r i h î bilgi tarihçiden müstakil<br />
olarak mevcut mudur? yoksa tarihçi a priori'lexi ile tarihin içinde görünüyor<br />
mu? Tarihi bilginin objektivizmi veya sübjektivizmi sorusunu koymak<br />
demek tarih alan ında realizm ve idealizm münaka şas ı yapmak demektir.<br />
Bu konu ayni zamanda hem tarih, hem ilim felsefelerini ilgilendirir. Biz<br />
(1) Almanyada Ranke ve Treitschke bu hizmeti görenlerin ba şındad ır.<br />
(2) Comte de Gobineau, Renaissance.<br />
(3) Bu konuda en etrafl ı tetkikleri A. Aron yapm ışt ır, Introduction â la Philisophie<br />
de l'histoire, L'Objectivite en Histoire v.s. adl ı kitaplar ındh Alman manevi<br />
ilimler cereyan ına Fransa da kap ı açm ışt ır.<br />
19
yalnızca bir tarih problemi olarak konulan objektivizm ve sübjektivizmi<br />
inceliyeceğiz. Za ınammızda tarihçiler ve filozoflar birbirilerine gittikçe<br />
yaklaşm ıya mecbur olan iki bilgi alan ını temsil ediyorlar. Filozoflar, tarih<br />
felsefesi ile me şgül olmaktan vaz geçemiyorlar. Tarihçiler de (böyle<br />
bir felsefeyi inkâr ettikleri zamanda bile) yine hususi, kendilerine mahsus,<br />
bazı tefsirlere ve felsefi izahlara giriyorlar. Bunun içindir ki art ık<br />
zaman ım ızda tarih felsefesi yapm ıyan bir filozof olmad ığı gibi felsefeden<br />
faydalanm ıyan hiçbir hakiki tarihçi de kalmam ıştır. Bunun için konumuz<br />
sırf tarihi olduğu kadar s ırf felsefeyi de ilgilendirir (1).<br />
Yunan ve Lâtin tarihçilerinde bile objektif ve sübjektif tarih görü şlerinin<br />
öncüllerini bulmak kabildir. Meslâ vesikalar ı yalnızca olduğu gibi<br />
nakledenler vard ır: Thucydides, Strabon gibi. Bir de vak'alar ı kendilerine<br />
göre tefsir eden tarihçiler de vard ı : Tite-Live gibi. Fakat bu görü şler hiç<br />
bir zaman felsefi bir mahiyet alm ış değildi. Bu fark daha ziyade tarihçilexin<br />
şahsi meyilleri ve isti'datlar ından ileri geliyordu. Nitekim islâm tarihellerinden<br />
de. Mes'udi edip oldu ğu için "tehkiye"ye meyleder, İbn Hâldun, objektif<br />
ve ilmi tahlile meyleder.<br />
Tarihin objektif veya sübjektif mi olduğuna dair ileri sürülen dü şünceler<br />
pek yenidir. İşte biz bu yeni problem üzerinde duraca ğız.<br />
2. StBJEKTİF TARIH GÖRtIŞO<br />
Bu görü şte tarihçi, filozof veya "vak'a yaz ıcıs ı" kendisini vak'a<br />
içerisinden ç ıkar ıp bir yana koymadan, vak'alar ı vak'a olarak incelemeden<br />
önce vak'alar ı benlik'le münasebeti bak ımından ele almaktadır.<br />
Tarihçi ya ben,'i vak'alara kar ışt ırmakta yahut vak'ay ı benlige<br />
karışt ırmaktad ır. Bu iki tarz ı ayr ı ayrı tahlil edelim. E ğer vak'alar<br />
bir benlik içinde eriyorsa, vak'alar benli ğe kar ışıyorsa o zaman bu bir t a -<br />
rih m e t a f i z i ki şeklini al ır. Buna biz tarih diyalektiki de diyebiliriz.<br />
Diyalektik pratik bir neticeye götürdü ğü, yani insani dü şüncenin hareket<br />
hâlini almas ına sebep oldu ğu için dü şünen insan ı harekete sevkeder.<br />
Tarih diyalektikini en iyi kullanan, vak'alar ı birbirilerile çat ışma ve geli şmesine<br />
göre aç ıklamak ve onlara mânâ vermek istiyen Hegel metafizikidir<br />
(2).<br />
Hâlbuki, eğer vak'ay ı benliğe değil, benliği vak'aya irca' edersek, yani<br />
(1) Muhtelif faktörlere yer yer ,ehemmlyet veren ve sistemsiz olan Wells<br />
veya Toynbee'nin eklektik görü şlerine karşı Oh. Seignobos gibi tam objektif olmak<br />
için her türlü felsefe tefsirinden kaçanlar vard ır.<br />
(2) Hegel, Philosophie de l'Histoire, trad. fraç.<br />
20
vak'an ın tefsiri için benli ğin hallerirıden faydalan ırsak buna p s i k olojik<br />
t a r i h görü şü diyeloiliriz. Psikolojik tab.-ih metafizik tarihten çok<br />
farkl ıd ır. Psikolojik tarih her vak'ay ı ayrı ayrı v a k'a o l a r a k ele<br />
al ır. Onlar ı ideal bir mant ık şemas ına ircaa çal ışmaz. Yaln ızca her birinin<br />
tefsirinde kendi psikolojik tewübesinden faydalan ır. Psikolojik tarih<br />
görü şüne yak ın, bir misal Toynbee veya Wells'tir. Bunlarda bazal' tek bir<br />
psikolojik görü ş ades:?sinden vak'alar tahlil edilmekte, bazan da muhtelif<br />
psikolojik görü şler (mesela sosyal psikoloji, Freudisme, psikanaliz,<br />
psikofizyoloji v.s.) birbirlerini aç ıklama hususunda tamamlamaktad ırlar.<br />
Bundan dolay ı bu nevi' tarih gdrü şlerinde birincilerde oldu ğu gibi tam sistemcilik<br />
yoktur. Metafizik tarih görü şleri vak'alar ı diyalektik bir mant ık<br />
kadrosu içine s ıkışt ırdıklar ı için onlar ın toptan kabül veya reddedilmeleri<br />
lazımgelir. Halbuki psikolojik tarihlerde parçal ı ve ba'zan insicams ız<br />
aç ıklamalar aras ında beğenilen taraflar ın al ınmas ı, beğenilmiyenlerin b ı -<br />
rak ılmas ı mümkündür (1).<br />
Klasik tiplerini k ısalttığımız sübjektif tarih görü şünde pek çok tan ınmış<br />
filozof ve tarihçinin rolü olmu ştur. Almanyada Dilthey, Windelband,<br />
Georg Simmel, Spengler, Fransa'da Naville, Rumanya'da, Jorga v.s. vard<br />
ır. Bu görü ş tarz ının üstad ı ve manevi ilimler cereyan ını açan Dilthey üzerinde<br />
dural ım. Dilthey zaman ında üç cereyan vard ı : 1) eski idealist filozoflarm<br />
(Fichte, Schelling v.s.) te'sirleri, 2) pozitivistler; bunlardan mühim<br />
zirve olmuş bir filozof yoktu. Biyolojik ilimlerin tekâmülü onlara<br />
hak verdiriyordu. 3) modern ilmi Kant felsefesi ile uzla şt ırmağa çalışan<br />
yeni Kant'ç ılar; Helmoltz v.s.<br />
Dilthey zaman ında ilim görü şü iki z ıt istikamete ayr ılmağa ba şlam ışt<br />
ı. a) Tabiat ilimleri ve ona dayanan natüralizm felsefesi, b) Manevi ilimler<br />
ve buna dayanan spiritüalist felsefe. Esas ıncla Kant'ç ı positivist olan<br />
Dilthey bütün metafiziklerin aleyhindedir, buna ra ğmen natüralistlerin yapt<br />
ığ-ı gibi inhisarc ılığa taraftar de ğildi. Bu mu'tedil görüş onu iki felsefe,<br />
iki ilim zünaresi aras ın ı uzlaşt ırmağa götürdü. O bir taraftan en geni ş ,<br />
manasiyle positivisttir. Buna mukabil manevi ilimlerin ayr ı birer ınetodu<br />
olduğuna kânidir. Tabiat ilimleri hadiseleri, aç ıklamaya, manevi ilimler<br />
vak'alar ı anlamağa çal ışırlar. Tabiat ilimleri umumiler 'üzerinde clururlr.<br />
Ma'nevi ilimler t e k, f er di vak'alar ı ayd ınlat ırlar. Birinciler tahlilcidir,<br />
ikinciler terkipçidir. Tabiat unsurlar ı n, ma'nevi<br />
ilimler ya ş an ı lm ı ş in ilmidir.<br />
Dilthey'a göre ma'nevi ilimlerin a ğırl ık merkezi t a r i h t ir.<br />
(1) Toynbee. Histoire; Ciyili şation en npreuve.<br />
21
ihî görü ş ma'nevi ilimlerin bizzat metodunu te şkil eder. Tabiat âliminin<br />
üzerinde çal ışt ığı cans ız veya canl ı, fakat daima kar şım ızda haz ı r olan<br />
şeylerdir. Ma'nevi ilimler mensubunun üzerinde çal ıştığı ise art ık mevcut<br />
olmıyan vak'alara ait v e s i k a 1 a r' d ır. Mesela Spinoza'y ı anlam<br />
a k demek cevher fikrini anlamak demektir. Cevher fikri Aristo'da,<br />
Bruno'da, Spinoza'da ba şka ba şka manalara geLrr. Bu farklar ı anlamak<br />
demek Spinoza'y ı anlamak demektir. Bu da Spinoza'y ı duymak, onun gibi<br />
yaşamakla mümkündür. Dilthey'a göre tarihçi inceledi ği konuyu benimsiyecek,<br />
ona hayat verecektir. Fakat onun vazifesi bundan ibaret de ğildir.<br />
Araşt ırma s ıras ında bulduğu vesikalar ın o devrin ruhi hali bak ımından birbirine<br />
uym ıyan cepheleri olabilir. O zaman tarihçi bunlar ı birbiriyle tamaml<br />
ıyarak devrin bütünlü ğünü in ş a edecektir. Fakat tarihçinin bu<br />
gayreti ba şar ılı olabilir mi? Vesikalar ın ait olduğu devri kendi zaman ına<br />
benzeterek canland ırabilir mi? Belki de tarihçi, yaln ız ferdi bir tefsir<br />
yapacakt ır. Fakat Dilthey bunu reddediyor. Belirli bir devrin verilerini<br />
tefsir için o devrin zihniyetini ara şt ırmal ıdır. Bir devrin zihniyetini ara ştırmak<br />
o devirdeki bütün fikirleri ve cereyanlar ı birbirleriyle tamamlamakla<br />
mümkündür. Bir devri canland ırmak için o devirdeki şairi, filozofu, san'at ı ,<br />
tetkik etmelidir. Onlar ın birbirini tamamlayan görü şleri sayesindedir ki<br />
dini, iktisadi hayat ı, siyasi hayat ı birbirile tamamlamak üzere devir bütünliiğünü<br />
kazan ır. Ona göre bir devirdeki en z ıd fikirler, ayni bWüniin parçalar<br />
ı olarak rol oynarlar. Mesela İlk-çağ medeniyetinde idealizm kadar<br />
ealiz ınin , materyalizm kadar ruhçulu ğun yeri vard ır.<br />
Dilthey'in hedefi anlay ış metodu yard ımiyle tarihi in şa veya terkiptir.<br />
Tarihçi tarafs ız bir vak'a yaz ıcı, bir "mütebahhir" (erudit) değildir. Mütebahhirin<br />
çal ışmalar ı hakiki tarihçi için yaln ızca malzeme vazifesini görür.<br />
O bu tertip görü ş ' ünde birbirini çelen fikirlerin birbiriyle<br />
tamamlanmas ı sözünde Windelband'dan mülhemdir. Dilthey'a göre iki türlü<br />
bilgi vard ır: a) Tahlil edicidir, hesab ı, mant ıki delilleri kullan ır, zihin<br />
vas ıtasiyle umumi kavramlara, s ınıflamalara ve aç ıklamalara ulaşır, bu<br />
suretle tabiat meydana gelir. 2) Terkip edicidir, insan hayat ının<br />
bütünlüğünü anlamak için ya şanm ış olan hayattan bize kalan unsurlar<br />
(vesikalar) yan yana getirilir; onlar tekrar ya şan ır, inşa edilir. Bu da<br />
tarihi ilimlerin bilgisidir.<br />
Fakat tarihi metodda vak'alar hiçbir zaman t a r af s ı z olarak yan<br />
yana getirilemez. Böyle bir çal ışma yalnız mozaikçiye veya pullar ı yap ış -<br />
Uran insana yak ışır. Bundan ç ıkan netice de asla in şa ve terkip<br />
Tarihçi vaktiyle ya şanmış olan hayat ı tekrar ya şıyacak, vesikalar yard ımiyle<br />
o hayat ın oluşunu yeniden inşa edecektir. Tarihçinin i şi vak'alar ın<br />
teferruat ına girerek onlar ı küçük parçalara ay ırmak değildir. Bu suretle<br />
22
yap ılan şey, vaktiyle yaşanm ış hali tekrar ya şatacak yerde parçalar ve<br />
öldürür. Tarihçi psikolog gibi bir hayata nufuz edecek ve onu içinden görecektir.<br />
Dilthey'in yolundan giden Georg Simmel "Dünya Tarihi Meselesi",<br />
"Tarihi Zaman Problemi" gibi eserlerinde fikri tamamen realitivism yoluna<br />
götürdü. "Tarihi Anlay ışın Mahiyeti" adl ı kitab ında tarih hangi şartlarda<br />
mümkündür? sorusunu soruyor ve bu şartlar ı araştırıyor. Ona göre<br />
tarih, tarihçi taraf ından şuurlu veya şuursuz olarak teklif edilen psikolojik<br />
a priori'lerle meydana gelir. Bu psikolojik a priori'lerden tecrid edilince<br />
tarih yoktur. Tarihçiyi ilgilendiren, manalanna psikolojik şekilde nufuz<br />
edece ğimiz deruni olgulard ır. D ış vak'alar ın değeri ancak ruhi olgular<br />
aras ında trait d'union olmalar ından ibarettir. Simmel'e göre materyalist<br />
diye tan ılan tarih felsefeseleri psikolojik olgular ı ortadan kaldırmak<br />
için bo şuna çabal ıyorlar. Açl ık duygusu olmasayd ı, Marx' ın çizdiği bütün<br />
tarihi processus manas ız olacakt ı. Toprak, iklim, co ğrafi mühit de ancak<br />
psikolojik bünye içinde rol oynarlar. Psikolojik şartlardan tecrid edilince<br />
tarihçi iklim, toprak v.s. ye Merih'teki ayni şartlar kadar arakas ız kalacakt<br />
ır. Tarihi, anlamak için hisleri tekrar ya şamak, anlmak laz ımd ır. Burada<br />
Simmel, Dilthey gibi dü şünüyor, fakat onun gibi insan şuurlar ını aşan<br />
bir objektif ruh kabill etmiyor.<br />
Baz ılar ı tarihçinin vazifesi süjeyi bir tarafa b ırakarak vak'alar ı o 1 -<br />
du ğ u gibi incelemektir derler. Simmel'e göre bunun incelenmesi<br />
imkans ızdır. Çünkü insan bir tarafa at ıl ırsa mücerred vak'alar ın hiçbir<br />
manan ı kalmaz. Vak'alar ancak süjeler aras ında bağlant ı vazifesini görürler.<br />
Sujeyi bir tarafa b ırak ıp vak'alar ı olduğu gibi görmek mümkün<br />
olsa bile bundan bir fayda temin edilemez. Çünkü o zaman tarih birbirine<br />
bağlanmamış, yaklaşmamış, dağın ık bir vak'alar y ığın' olacak ve bu o bj<br />
e k t i f tetkik hiç bir ilmi netice vermiyecektir. Demek ki Simmel'e<br />
göre objektif tetkik ile tarihte ne terkib yap ılabilir, ne de vak'alar anla şılabilir.<br />
Tarihi bir vak'an ın olabilmesi için ruhlar ın iştirak' laz ımd ır. azalar<br />
ı federal müesseseden liberalizme, küçük endüstriden büyük endüstriye<br />
geçi şte tarihi vak'alar ı ararlar. Simmel'e göre burada tarihi vak'a yoktur,<br />
birbirine yakla şan ruhlar vard ır. Her tarihi vak'a adeta bir vesiledir.<br />
Ruhların iştiraki yoksa tarihi vak'a de ğil, ancak tabii bir olgu kal ır.<br />
Mesela. Çin Seddi bu gün bize göre tarihi bir vak'ad ır, çünkü insan yakla<br />
şmalarm ın bir sembolüdür. Halbuki Himalaya tabii bir hadisedir. Aradan<br />
çok büyük bir zaman geçse de Çin Seddinin insan taraf ından yap ılmas<br />
ının mümkün olmadığı dü şünülse o zaman Çin Seddi (g&logique) tabii bir<br />
hadise gibi görülecektir. Simmel'e göre tarihçinin kulland ığı coordination<br />
23
noktalar ı bir tak ım k ıymet noktalar ıd ır. Böylece Simmel tarih felsefesini<br />
bir k ıymet felsefesine irca ediyor.<br />
Windelband'e göre tarihin konusu tek, müfret yaln ız bir defa vukua<br />
gelmi ş olan vak'ad ır. Tarihi vak'a kanun şeklinde ifade edilemek. Fakat<br />
tarihi vak'ay ı k ıymet kavram ı içinde görmelidir. Tabiatta ne tekâmül<br />
ne ilerleme vard ır. Tekâmül ve ilerleme yaln ız tarihtedir. Tarihi vak'-<br />
an ın kendine has bir de ğeri vard ır ve o yaln ız insana mahsustur. Tabiat ın<br />
tarihi olamaz. Bu noktada Windelband bütün yeni felsefeye önderlik ederek<br />
eski felsefeden ayr ıldı. Eski felsefeye göre mikrokosmos (insan) ile<br />
makrokosmos (âlem) aras ında bir ahenk vard ır. Mesela Leibniz'e göre<br />
insan tabiattan ayr ı dü şünülemez. Metafizik görü şte insan tabiatla beraber<br />
tetkik edilmelidir. Kainat ı tetkik etmek insan ı tetkik etmek demektir. İlk<br />
defa bu görü ş Kant taraf ından sars ıld ı. Copernic tarz ında inkilâp dedi ği görüşüyle<br />
insanın kâinat etraf ında değil kâin,at ın insan etraf ında devrettiğini<br />
iddia etti. Yeni Kantç ıların tarih felsefesi bu görü şten mülhemdir.<br />
Onlara göre insan tabiat ın değil, yalnız tarihin merkezidir. İnsan tarihi<br />
varl ıkt ır. Tabiat sahas ında anthropocentrisme yanl ışt ır. Fakat tarih için<br />
bistoriocentrisme mümkündür. Bu tarihi vak'alar insana göre tetkik edilebilir.<br />
Windelband'da esasl ı olarak ilim zihniyeti ile tarih zihniyetini ay ırarak<br />
insani değerlerin izah ı için derin bir tarih kültürünün zaruri oldu ğunu<br />
ileri sürdü. Ona göre sosyoloji cereyanlar ından yaln ız Comte ve Durkheim<br />
cereyan ı tarihi aç ı klama yapt ıkları nisbette değerlidirler.<br />
Mekanik aç ıklamalar ıyle sosyoloji hiç bir şey değildir. Fakat yaln ız<br />
müesseselerin tekâmülünü aç ıkl ıyan tarihi sosyoloji mümkündür.<br />
"Anlayış" denen bu tarih görü şü yeni felsefede derin iz b ırakt ı. Bu cereyan<br />
edebi ,(litt&aire) diye tan ınan sübjektif tarihlerle kar şıla şdınlmal<br />
ıd ır. Ebedi tarih eskiden beri vak'a yazarl ığı, hati ıra,c ılık, hikayecilik<br />
gibi edebi bir nevi say ılıyordu. Bu mânâda anla şılan tarihin muayyen ne<br />
metodu, ne sistemi ne dayand ığı prensipler vard ı. Bununla beraber eski<br />
tarihçilerden ço ğunun empirik ve gelenekçi çal ışmalar ında "edebi tarih" in<br />
yeri büyüktür. Hoca Saadettin Efendi, İbn Kemal, Naima gibi tarihçilerin<br />
vesika değerleri yan ında edebi değerleri de vard ır. Fransada Michelet üslubu<br />
ve edebi kuvveti ile tan ınmışt ı. Biz bu manadaki tarih görü şünü bir<br />
tarafa b ırak ıyoruz. "Anlay ıcı" tarihin irrealist veya sübjektivist olu şu ancak<br />
tarihin insani bir bilgi sahas ına ait olmas ından ileri gelir. Alman<br />
yada Emil Reich'in tarih görü şü vak'alar ın dinamik oluşuna nufuz eden<br />
ve onlar ı bütünlükleriyle kavrayan bir t a r i h i sezgi ye dayan ıyordu.<br />
Ona göre tarihi sezgi san'at sezgisine benzer. Fakat ondan farklıd<br />
ır. Birincisi vaktiyle ya şanm ış gerçek bir objeyi vesikalar yard ımıyle<br />
24
canland ırmak olduğu halde, ikincisi , ya şanmış bir objeyi hayal gücü ile canland<br />
ırmakt ır. Ayn ı dü şünceler Italyan filozofu B. Croce taraf ından ileri<br />
sürüldü. Croce'ye göre tarih sanatla ilim aras ındadır. Tarihçi hem hayal<br />
dünyas ı hem de hakikat dünyasiyle me şguldür. Fakat bu hakikat ilimlerdeki<br />
gibi umumi veya külli değildir, ferdidir. O zihin kavramlar ı ile ifade edilemez.<br />
Yaln ız sezgi ile ya şanabilir ve canland ır ılabilir. Croce'ye göre tarih<br />
bundan dolay ı bir taraftan hakikate bir taraftan sanat ve sezgiye ba ğlanmaktad<br />
ır. H. Bergson hayat süresinin zeka. ve ilimle değil yalnız sezgi ile<br />
kavranacağın ı söylemektedir. Bergson tarihin de bu sezgi ile in şa edileceğine<br />
kani'dir. Yarat ıc ı tekâmül halindeki hayat, sürekli bir olun ve tarihtir.<br />
Tarih yaln ız hayata ve şuura mahsustur; madde aleminin tarihi<br />
yoktur. Bu bak ımdan o, Windelband ve di ğer Alman filozoflar ından bir k ısmının<br />
görü şü ile birleşmektedir. Bizde Bergson felsefesine mensup olan<br />
Şekip Tunç tarihin yaln ız subjektif bir tarzda ve sezgi ile kurulaca ğını müdafaa<br />
etti, bu vesile ile objektif tarih görü şü taraftarlariyle münaka şalara<br />
girdi. (1)<br />
Subjektif tarih görü şünün mü şterek vasf ı şudur: 1 — Tarih tarihçinin<br />
a priori'lerinden müstakil olarak kurulamaz. 2 — Objektif tarih görü şü, tarihin<br />
yaln ız objektif olarak in şası mümkün olduğunu iddia ediyor. Bir yandan<br />
as ıl tarihçiler bir yandan da bir k ısım filozoflarda görülen bu objektif<br />
tarih görü şünde başl ıca iki istikâmet vard ır:<br />
a) Tasviwci tarih ile kananlar; b) Tarihte ilimler gibi aç ıklama (izah)<br />
arayanlar. Tarihin di ğ er ilimler gibi ve ayn ı zamanda bir ilim<br />
olduğunu iddia edenler ikinci görü şte olanlard ır. Birinci görü şle kananlar<br />
tarihin tasvir, hikâye, nakil olarak objektifli ğine raz ı olduklar ı için onun<br />
tabiat ilimleri seviyesinde bir ilim olabilece ğine itiraz etmektedirler.<br />
3. OBJEKTİF TARIH GÖRÜ ŞÜ<br />
Objektif görü şü ilk defa aç ıkça ifade eden Alman tarihçisi Edouard<br />
Meyer'dir. E. Meyer ilk ça ğ tarihçisidir. M ıs ır, Asur, Keldan, eski Anadolu<br />
kavimleriyle derinden derine u ğra şıtu ş, büyük şahsi ara şt ırmalar yapmış<br />
bunlar ın sonunda bir nevi tarih felsefesine ula şm ışt ı. "Küçük yazılar"<br />
(Kleinere Schriften) adl ı makalelerinden ibaret kitab ında, tarihin nazariyesi<br />
ve metodu adl ı eserinde fikirlerini anlat ıyor. E. Meyer ç ığrında yalnız<br />
değildir. Fransa'da da taraftarlar ı vard ır. Tarihçiler aras ında particularisni<br />
diye tamlan bu görü şe göre tarihte mühim olan ilk vak'a d ır;<br />
(1) Bu münakaşalar "Hayat" Dergisinde 1927 de ç ıkm ışt ır.<br />
25
hatta onun amilleridir. Saint Pierre Romaya gelmi ş midir ? Sorusu bizi<br />
doğrudan doğruya ilgilendirmez. Fakat bu vak'a katolik kilisesinin te şkilini<br />
aç ıklamak için laz ımd ır. Hakiki bir tarihte aranan ba şlıca vas ıflar<br />
(objektif görü şe göre) şunlard ır;<br />
A — Tarihte umumi sebepler yoktur. Hiç bir tarihçi umumi sebeplilik<br />
(causalW ) aramaz. Tarihte sebeplik vard ır, fakat bu umumile ştirici<br />
ve aç ıklay ıc ı değil, tersine tandit edicidir. Mesela filan vak'alar Roma Imparatorlu<br />
ğunu kurmu ştur denemez. Fakat niçin bu imparatorluk ba şka<br />
yerlerde olmam ış ta burada olmu ştur denirse, o vakit imparatorlu ğun orada<br />
kurulmas ın ı filan ve filan vak'alar ın sebeplili ğ i ile aç ıklar ız.<br />
Demek oluyor ki bu sebepler yaln ız tandit eder. Çünkü ayn ı şartlar alt<br />
ında başka bir yerde ba şka türlü bir imparatorluk kurulabilirdi.<br />
B — Tarihte e şyanın devaml ı hali yoktur. Tarihi vak'alar ferdi, tek<br />
ve tekerrür etmez oldu ğu için onlar aras ında değişmez münasebet, devaml ı -<br />
l ık ve istikrar aramak imkans ızdır. Hadiselerde istikrar aramak tarihçinin<br />
konusu dışındad ır. "Tarih tekerrürden ibarettir" sözü yanl ışt ır. Tamamen<br />
tersine anlamal ı ve "tarihte tekerrür yoktur" demelidir.<br />
C Tarih kollektif olgularla katiyyen u ğraşmaz. İnsana ait bir ta-<br />
kım olgular ı kollektif olarak almak sosyolog'un vazifesidir. Bu olgular ister<br />
geçmi şte, ister şimdi cereyan etmi ş olsunlar. Bununla beraber kitlenin<br />
veya Gemiye in tarihçi gözünde bir rolü vard ır. Fakat bu rol ancak bir<br />
dayanak (substratum) rolüdür: kitleler tarihin dayanaklar ıdır. Kitle olmasa<br />
tarihi vak'alar te şekkül edemez.<br />
D — Tarihte kanun ara şt ır ılmaz çünkü hürriyet ile zaruret, t e s ,a, -<br />
d ü f (veya ar ıza) ile katilik nas ıl tezat halinde iseler, ayni suretle t a -<br />
✓ih ile kanun' da tezat te şkil ederler. Geçmi şe ait, yaln ız bir<br />
defa olmu ş ve bir daha ayn ı tarzda tekrar ı imkans ız, nev'inde tek olan t a -<br />
✓ ihi v a k' a, tekerrür eden, birbirine benzeyen umumi şekilde ifade<br />
edilebilen tabii hadise nin tam z ıddi vas ıflara sahiptir. Bundan<br />
dolay ı E. Meyer'e göre objektif tarih tabiat ilimle,ri gibi kanunla-<br />
✓ a ulaşmamaktad ır.<br />
Inf ir atç ı diye tan ınan bu tarih görli şüne göre, medeniyetin yürü-<br />
yü şünü temin eden iki as ıl vard ır: a. Gelenek, b. Ferdin yarat ıc ılığı. Böylece<br />
bir yandan ferdi eskiye ba ğlıyan gelenekler, bir yandan gelene ği sarsan<br />
ferdin yarad ışları birbiriyle çarp ışarak inkilâplar, de ğişmeler meydana<br />
gelir. Fakat bu değişmeler hiç bir zaman muayyen, önceden k est<br />
irilebilen bir istikarc ıet takip etmez.<br />
26
Bu görüş s ırf t asvir derecesinde kald ığı, tarihi vak'alar ı beşeri<br />
veya tabii, sebeplik zincirine ba ğlamadığı için tarihi ilim derecesine yükseltmemektedir.<br />
Öte yandan subjektif görü şü kati olarak reddetti ği için<br />
de tarihi vak'alar ın mânâs ına nufuz etmek, onlar ı yeniden ya şamak, inşa<br />
ve terkip etmek imkân ın ı kaldırmaktad ır. Bundan dolay ı infiratç ı tarih<br />
görü şü kendi nev'inde k ıs ır kalm ış görünmektedir.<br />
Objektif tarihi müsbet bir metod haline getiren bilhassa Charles Seignobos<br />
oldu. Ona göre tarih bütün ilimler gibi ve onlar kadar kat' ı, aç ık,<br />
objektif olmal ıd ır. Tarihin metodu öteki ilimlerden Meyer'in söyledi ği<br />
esaslara yak ın bir şekilde ayr ıl ır. Tarihte kan ara ştırılamaz. Tarihçinin<br />
vazifesi vak'alar ı yaln ızca tesbit etmek, onlar ın kronolojik zincirlenmesini<br />
yapmakt ır. Sosyolojik, psikolojik basit sebeplerden bahsedilebilir, fakat<br />
bunlar ı tarihle kar ıştırmak doğru değildir. Çünkü sosyolojik sebep<br />
zinciri tarihin kronolojik zincirine uymaz. Seignobos'un en büyük hizmeti<br />
Alman tarihçisi ile beraber objektif tarihin metodunu tesbit etmek oldu.<br />
Tarihi anlay ış görüşü içinde bile böyle bir metod zaruridir. Çünkü tarihi<br />
vak'alar ın tesbiti, kontrolü, vak'alar ın tetkikinde devrin bütününe ç ık ılmas<br />
ı için tarihe yard ım eden bir tak ım tabiat ilimlerinden faydalan ılmas ı<br />
bu ilimlerin objektif ve müsbet esaslara göre haz ırlanmas ı gerekir.<br />
Tarihin kurulmas ında faydas ı olan ve XIX. yüzy ıldan beri geli şen<br />
bu bilgilere tarihin yard ımc ı ilimleri denir. Bunlar jeoloji vas ıtasiyle ilerlemiş<br />
olan ve toprak alt ından eski medeniyetleri meydana ç ıkaran arch6plogie,<br />
eski dillere ait vesikalar ı tetkik ve tahlil eden Philologie, kitabeleri<br />
halleden Epigraphie, tarihten önceye ait kavimleri tetkik eden Pale&hnologie<br />
v.s. dir. Bu bilgilerden mühim bir k ısm ı doğrudan doğruya insan ilimleri<br />
kadrosuna girmezler. Tabiat ilimleri yard ımiyle geli şmişlerdir. Tarihe<br />
kat'iliğini temin eden, vesikalar ın tahlilinde emniyeti veren de bu cehittir.<br />
Tabiat ilimlerinin hareket noktas ı müşahade ve tecrübe vas ıtasiyle<br />
tetkik edilen hadiseler ve e şyadır. Tarihin hareket noktas ı ise v as 1-<br />
t a 1 ı mü ş ahade ile tetkik edilen vesikalar ve abidelerdir. Geçmişe<br />
ait bir vak'a art ık mevcut olmadığı için onu bize haber veren yaln ız vas<br />
ıtal ı müşahedeler (temoiTnL ıge) dir. Insan bilgisinde bu hakikata eri şmek<br />
için bu vas ıtal ı şahitlikten faydalanan yaln ız tarih ile hukuktur. Tarihçi<br />
geçmişe ait hakikati bu şahitlerle meydana ç ıkardığı gibi hukukçu da şimdiye<br />
ait bir hakikati şahit ve delillerle ispat eder. Tarihi olu şun izleri yalnız<br />
kitaplarda metinlerde yaz ıl ı değil, ayn ı zamanda binalarda, âbidelerdedir.<br />
Tarihçi vesikalar ı tahlil ve tefsir suretiyle vak'alara nufuza ça-<br />
27
lışır. Bunun için tek metoddan hareket etmez. XIX. yüzy ıldan beri gelişen<br />
bir çok metodlar ı aynı zamanda kullanan Filoloji edebi eserleri tahlil<br />
eder, arkeoloji topraktan ç ıkar ılm ış maddi eşyay ı tahlil eder. Paleografi<br />
metinleri maddesine göre (par şümen, papirus, kağıt v.s.) tahlil eder. Biyografi<br />
yaz ı çe şitlerini tetkik eder. Bu ilimlerde ayr ıca ikinci bir tak ım<br />
bilgilerden faydalan ırlar. Mesela ceramographie pi şmi ş topraktan e şyay ı<br />
tetkik eder, bunun için kimyaya ihtiyaç vard ır. Arkeoloji için g&alojiye<br />
ihtiyaç vard ır. Ayr ıca tarihçinin maliyeci, hukukçu, istatistikçi v.s. gibi<br />
çalışmas ı laz ımd ır. Tarihten önceyi Prehistoria tetkik eder. O biyolojist,<br />
geologue gibi çal ışacakt ır. Hası lı bu gün Seignobos, Bernheim Lucien<br />
Fvbre a:nlad ıklar ı mânâda objektif tarih ancak büyük ekipler halinde<br />
hazırlanabilir, ve yaz ılabilir. Ferdi çal ışma i şi olmaktan ç ıkm ışt ır.<br />
Objektif tarih bu vesikalar ın tahlilinden sonra tenkidine geçer. Bir<br />
kitabenin, bir yazma eserin ait oldu ğu devirle münasebetini, do ğruluk derecesini<br />
kontrol etmek ancak onu çok ciddi bir tenkidden geçirdikten sonra<br />
mümkün olur. Tarihçinin burada yapaca ğı iki türlü tenkid vard ır :<br />
A — D ış tenkiddir ki bununla vesikalar ın maddesi, haz:,rlan ışı bir tabiat<br />
parças ı olarak mahiyeti incelenir.<br />
B — İç tenkiddir ki, bu arada eserin manas ına, eseri meydana getirenin<br />
psikolojik haline nufuza çal ışılır. Eserin doğru veya sahte oldu ğu hakk<br />
ındaki kontrol bu sayede mümkün olur. Tenkit s ıras ında eserin yazar ın ın<br />
devirle münasebeti, o zamanki di ğer eserlerle münasebeti, üslabu, d ış<br />
karakterleri onun do ğruluğu veya sahteli ği hakk ında kafi fikir verir. İç<br />
tenkit vesikamn sahibine do ğru psikolojik nufuz sayesinde birinciyi derinleştirir.<br />
Şahadet bir kaç bak ımdan sad ık olmayabilir: 1 Şahit yalan<br />
söylemek istemi ş olabilir, 2 — Şahit aldanm ış olabilir. Bir çok. tarihi eserler<br />
d ış ve iç tenkitlerin kuvveti sayesinde eski eserlerin zaaflar ın ı meydana<br />
koymuşlar ve bir çok yanl ış hükümeri düzeltmişlerdir. Bir vesikan ın bir<br />
devre ait oldu ğu kuvvetle tahmin edildi ği halde iç tenkitten sonra baz ı deliller<br />
bu kanaati sarsabilir. İsa'n ın yaşamam ış olduğunu iddia edenler Herode'lar<br />
zaman ında Filistin tarihini çok mufassal yazan Flavius Joseph'in ondan<br />
bir kelime olsun bahsetmedi ğini delil diye gösteriyorlar. Fakat katolik<br />
müfessirlere göre Flavius romal ılaşmış bir yahudi idi. İ'tisafa u ğram<br />
ış bir mezhepten bahsederek itibar ın ı kaybetmekten korkabilirdi. Farabinin<br />
muas ırlar ı olan tarilıcilerden hiç birinin ondan bahsetmemelerini Farabinin<br />
yaşamadığına delil diye gösteremeyiz. Çünkü eserleri ve kendi hakk<br />
ındaki sözleri meydandad ır. Ancak asl ı hakk ındaki fikirler milphem kalmaktad<br />
ır. Seignobos'un ileri sürdü ğü tarih metodolojisi bu günkü halde<br />
görüş farklar ına rağmen, başl ıca tarihçilerde muteberdir. Esasen iç ten-<br />
28
kide girmek tarihçinin psikolojik metodudur. Hattâ anlay ış ve sezgi metodlarından<br />
faydalanmas ı zaruri oldu ğu görülmektedir.<br />
Mühim olan nokta bu görü şüp tarihi münf er it v a k' a ya<br />
ait bir t a s v i r c i bilgi olarak b ırakmas ıd ır. Seignobos ile Simiand'<br />
ın münaka şalar ı bu meseleyi aç ıkl ıyacak mahiyette idi. Birincisi tarihin<br />
ferdi vak'alara ait tasvirci bir bilgi oldu ğunu, ikincisi tarihin yaln ız sosyolojik<br />
kanunlarla aç ıklarıabileceğini söylüyordu. Bu münaka şa tarihte<br />
k a n u n araşt ıran veya umumi münasebetlere yükselen ilimlerin muayyenlik<br />
zincirleriyle tarihi vak'alar ı aç ıklamak lüz ım geldiği noktas ında<br />
toplan ıyordu.<br />
4. TARIHTE HİJRRİYET VE ZARURET<br />
Burada problem tarihte gayri muayyenlik veya sebeplik meselesi şeklini<br />
al ıyor. İlk defa bunu felsefi bir şekilde ortaya koyan Cournot oldu.<br />
Ona göre tabiatta müstakil olgu zincirleri vard ır. Bunlar muayyendir.<br />
Fakat bu zincirlerin birbirini kesti ği yercleki olgular gayri muayyendir,<br />
tesadüfidir. Tarih bu olgulara aittir. Cournot ilimlerdeki cleterminizm ile<br />
tarihin ihtimaliyetini (probabilisme) bu suretle ay ırlyor. İlk çağda tarihi<br />
olgular ın gayri muayyenli ğini ilk defa Epicure görmü ştü. Ona göre iki<br />
olgu zincirinin kesi ştikleri yerde bir clinamen veya tesadilf vard ır. Carnade<br />
bütün varl ığı tarihi vak'alar ın muhtemelliği nev'inden görüyordu. Cournot<br />
yeni felsefede ruh felsefesi ile tabiat felsefesini bu suretle ay ırd ı .<br />
Acaba tarihte hiçbir muayyenlik yok mudur? Bu mesele tarihle<br />
muhtelif ilimler aras ındaki münasebeti derinle ştirmeğe götürdü. Her şeyden<br />
önce biyolojide Genetik ara ştırmalar ı, tekâmül fiWzleri hayat alan ında<br />
oluş, tekâmül, ilerleme fikirlerinin yerle şmesi tarihle tabiat aras ında münasebet<br />
arama ğa sebep oldu. Daha yak ında, tarihi olguyu türlü determi-<br />
,nasyonlar ın ku şattığı iddia edildi.<br />
A -- Psikolojik determinizm: Bir çok psikologlar taraf ından ileri sürülmektedir.<br />
En tipik örne ği Karl Lamprecht'de görüyoruz. Ona göre<br />
tarihi olgular aras ında bir ba ğlant ı kurulabilir, bir kanun bulunabilir.<br />
Lamprecht, Durkheim gibi bir kollektif ruh kabül ediyor. İleri cemiyetler<br />
kollektif ruh'un farkla şmas ından doğmu şlard ır. Durkheim gibi o da<br />
kollektif ruhun farkla şma tarzın ı aramak için, onu ku şatan maddi şartları<br />
inceliyor. Tarihi olu şta iki mühim âmil görüyor: a) ferdi ruh. b) kollektif<br />
ruh. Ona göre insanl ık tarihi, ruhi geli şmesine göre alt ı safhadan<br />
geçmiştir.<br />
1 — Tarihten önceki animisme safhas ı, sosyoloğların bahsettikleri iptidai<br />
cemiyet zihniyetine, topra ğa yerle şmemi ş zümrelerin hayat ına karşılıkt<br />
ır<br />
29
2 — Symbolisme devri: Tarihçi Tacite, zaman ında şekille ştiğini söylediği<br />
bu devrin vas ıflar ı Tanr ılar ın bir aile halini almas ı, ve f abiat ın insana<br />
benzetilmesi (anthropomorphisme) dir. Tanr ılar aras ındaki mücadele<br />
insanlar aras ındaki mücadeleyi temsil eder.<br />
3 — Typisme devri: Bu devirde type'ler te şekkül etmi ştir. Cermen<br />
tipinde insan kabile ve gens'ten kurtulmu ştur. Insan ın kuvveti adeta bir<br />
devrin idealinin tarihte oynad ığı rolü ifade etmektedir. Bu devirde ferdiyetçilik<br />
başl ıyor: (Epop& = destan) ve şiir san'at ı bu devrin iki mühim<br />
karakteristi ğidir.<br />
4 — Conventionalisme: En az mühim olan devirdir. 11-14 üncü yüz<br />
yıllar aras ında sürer ve Renaissance'ta biter. Bu devirde cipler birbirine<br />
kar ışır, itibari ve gayri muayyen görü şler meydana ç ıkar.<br />
5 — Ferdiyetçilik: Lamprecht'e göre Reform ile ba şlar. Dini ve fikri<br />
alanda başl ıca vas ıfları Protestanl ığın te şekkülü, dinin cemaat te şkilât ından<br />
kurtulmas ı, ferdi ve vicdani bir karakter almas ıdır. Bu devir tarihi tckâmülde<br />
nisbeten hususidir. Yaln ız baz ı medeniyetlerde, en çok Bat ı medeniyetinde<br />
meydana ç ıkmıştır. Bat ı'y ı başka medeniyetlerden ay ıran baslıca<br />
vas ıf da bu olmuştur.<br />
6 — 1750'den sonra ba şlay ıp ferdliklerin, tamamen belirdi ği devirdir.<br />
Burada içdenlik tam şeklini alm ışt ır Bu devrin vasf ı olan kişiliklerin gittikçe<br />
coğalmas ı, kolektif şuura ait bask ılar ve teşkilatlar ın gevşemesi bu<br />
devri ancırchisme'e doğru götürmektedir.<br />
Lamprecht'in tarihi tekâmül bak ımından ileri sürdüğü psikolojik determinismi<br />
bir çok noktalardan çekicidir. Onun iktisadi, fikri geli şme aras<br />
ında gösterdiği paralellik de büsbütün de ğersiz değildir. Fakat bu paralellik<br />
her yerde ispat edilemez. Eğer psikolojik tekamill iktisadi tek'amülü<br />
doğuruyor denecekse, o zaman yaln ız psikolojik tekamülün kanunla= aramalı<br />
ve iktisadi tekamül onun gölge hadisesi olarak aç ıklanmal ı idi. Fakat<br />
Lamprecht bu kadar ileri gitmiyor.<br />
B — Bu görü şün tam z ıdd ı tarihi maddecili ğin ileri sürdüğü iktisadi determinism<br />
fikridir. Asl ında Hegel diyalektikinin tersine çevrilmesi suretiyle<br />
meydana geldiği iddia edilen bu tez Marx'tan sonra bir çok tenkit ve rötu şlardan<br />
geçerek, nihayet tarihi olgular zincirinin iktisadi geli şmesine ait de-<br />
terminist bir görü ş halini aldı. Bu son eklin bir çok tarihi maddecilerde<br />
ayrı ayr ı tefsir edildiğini işaret etmek üzere genel olarak "Diyalektik" ten<br />
gittikçe uzakla şan, bir "Tarihi olgular Muayyenli ği" nin ara şt ırıldığını söyliyebiliriz.<br />
Bu yolda Bernstein, Jaures, de Man, Kautsky, Lefevbre, J. Sorel<br />
30
ve daha bir çok tarihi maddeci çal ıştılar. Onlardan hiç birinin aç ıklama şekli<br />
ötekine benzememekte ve ço ğu kere maddeci olm ıyan filozoflardan ziyade,<br />
birbirlerini tenkit etmektedirler. Burada bu çe şitli aç ıklamalar ı birer<br />
birer anlatacak de ğiliz (1). Yaln ızca bu görü şlerin üzerinde ısrarla durduğu<br />
tekâmül ve ink ılab (2) fikirlerine ait aç ıklamalara dokunaca ğız. Tarihi<br />
maddeciler tezlerini tabiat ilimlerine ve hele biyolojiye ait yeni ara şt ırmalara<br />
dayand ır ıyorlar: Darwin'denberi canl ılar âleminde de ğişme fikri kuvvetle<br />
yerle şmi ştir. Fakat bilhassa h ızl ı deği şme (mutation) nazariyesi Genetik<br />
ilminde tecrübi şekil aldıktan sonra sürekli de ğişme yan ında ani değişmenin<br />
yeri meydana ç ıkt ı. Tarihi maddeciler tarihi ol u ş ' ta tekamül<br />
ve ink ılab hisselerini bu temellere dayanarak aç ıklam ıya çal ıştılar.<br />
Fakat ileri sürdükleri tarihi tablolar aras ındaki farklar bazan uzla şmaz<br />
z ıdl ıklar derecesine yükseliyor. Marx' ın "Komünist Beyannamesi" nde verdiği<br />
tarihi tablo ile Bernstein' ın, veya Janr's'nin tarihi tablolar ı aras ında<br />
münasebet pek azd ır. Kendi aralar ında veya maddeci olm ıyanlar taraf ından<br />
ileri sürülen tenkitlere kar şı korunmak için, onlar ın zaman zaman ba ş vurduklar<br />
ı çare muhtelif tarihi faktörleri birle ştiren uzla ştır ıc ı bir determinism<br />
şemas ını teklif ,etmeleridir. Bunu mesela Rappoport'un veya k ısmen Berastein'<br />
ın şemalarmda görüyoruz. "Faktörler nazariyesi" tarihi muayyenlikte,<br />
iktisadi âmillerin yaln ız ba şına değil, coğrafi, ırki, ruhi âmillerle rol oynad ığı<br />
ana fikrinden hareket etmektedir. Fakat bu kabul edilince art ık nazariyenin<br />
ilk prensipiyle ilgisi kalmadığı aç ıkça görülmektedir.<br />
Georges Sorel daha ileri gitti; tarihi materyalismi Bergsonla uzla şt<br />
ırmaya çal ıştı. Inkilablardaki yar at ı c ı haml e fikrini Bergson'dan<br />
aldı. Ona göre nas ıl civciv yumurtadan ç ıkacak hale geldi ği zaman ani<br />
bir darbe buna yetiyorsa, tarihi olu ş ta sonunda ani bir hamle ile, yani<br />
inkilapla yeni bir safhaya girer. Fakat tarihi maddecilikle Bergson'un<br />
birbirinden bu kadar uzak iki fikrin yanyana getirilmesi (3) bu aç ıklaman<br />
ın, imkans ızl ığını gösterir.<br />
Tarihte muayyenlik ar ıyanlardan bir k ısm ı da sosyologlard ır. Durkheim'c<br />
ı sosyologlar tarih metodiyle sosyolojinin fark ın ı beirtirlerken (4),<br />
tarihi olgular ı ictimal determinizm ile aç ıklama gayretinden de yaz geçemiyorlar.<br />
Simiand, Seignobos'la yapt ığı münakaşalar ında, bu tezi ileri<br />
(1) Bunlar ı etrafl ı olarak Tarihi Mauldeciliğe Reddiye adl ı kitab ı rn ızda ele alm<br />
ışt ık. (1951), "Realismin Ç ıkmazlar ı" adl ı ilâhiyat Fakültesi Dergisinde<br />
yay ınlanacak yaz ımızda tekrar bu konuya dönece .gimiz için burada fazla<br />
tafsilâta girmiyoruz.<br />
(2) Evrim ve Devrim<br />
(3) Georges Sorel, RAlexions sur la Violence; Les Illusions du PrognNs; v.s.<br />
(4) Durkheim, La Sociologie [Bouasse' ın De la Mahode dans les Sicences<br />
inan içinde]<br />
31
sürdü. Fauconnet "Sorumluluk", Bougl "K ıymetlerin Tekâmülü" gibi kitablar<br />
ında ayn ı tezi tatbike çal ışt ılar (1). Onlara göre tarihi olgularda tesadüf<br />
ve ihtimalli ğin üstünde sosyolojik muayyenlik hüküm sürmektedir.<br />
Çünkü tarih ferdlerin değil, cemiyetlerin tarihidir, ve cemiyetler bütün müesseseleriyle<br />
beraber (hacim, kesafet gibi ölçülebilen) bir determinisme tabidirler.<br />
O halde tarihte vakalarm f er d I, a r ı z i gayri muayyenli ği<br />
yalnız görülü şten ibarettir. Ferdlerin ve ferdlerden ç ıkan münferid (2) vakalarm<br />
tarihi yoktur. Cemiyetlerin ve bundan dolay ı da içtimal müesAeselerin<br />
tarihi vard ır. Cemiyetin bütün haliyle tarihini ele almaktan ziyade,<br />
müesseselerden her birinin tarihini tetkik etmelidir. Bu bir içtimal müessesenin<br />
tekâmülünü ara şt ırmak demektir. Nitekim bu tarzda Durkheim metoduna<br />
az çok yak ın görü şle filoloğ Meillet, Vandrys, Brunot dil müessese-<br />
'erini incelediler. Simiand ve Halbwchs iktisadi müessesenin, I.,&y-Bruhl<br />
ahlak ın, Durkheim dinin, Davy hukuk ve devletin tarihlerini yapma ğa çalışt<br />
ılar. Sos.yoloğlar genel fikirler aras ında kald ıkları halde ayn ı metodu<br />
kullanan tarihçiler daha fazla teferruata girdiler. Moret M ısır tarihinde, H.<br />
Pirene Bat ı orta çağında çal ışt ı .<br />
C — Almanya'da buna yak ın fikirler Kurt Breisig taraf ından ileri sürüldü.<br />
Ona göre tarihi olgular sosyal âmiller şebekesiyle aç ıklanmal ıdır. Meslek<br />
hayat ı, zümre çal ışmalar ı , caste'm üzerimizdeki bask ısı v.s. bunlara insanın<br />
biyolojik temayüllerini ve psikolojik âmilleri de katmal ıdır, Breisig<br />
böylece, üç buutta toplanmas ı mümkün olan (sosyal, psikolojik, biyolojik)<br />
âmiller mecmuunu ele al ıyor ve tarihi olu şu bunlarla aç ıklam ıya çal ışıyor.<br />
Breisig'e göre: A) Tarihi olgular ı hiçbir zaman münferit olarak almamal<br />
ıdır. Münferit ve cüz'i olgular ın tarihi yoktur. Ancak olgular ın birbirine<br />
nüfuzundan doğan.kompleks'in tarihi olabilir. B) Ayn ı zamanda cereyan<br />
eden hukuki, estetik, dini, ahlaki v.s olgu zincirlerini birbiriyle kar şılaşt ırmal<br />
ıd ır. Ancak bu kar şı la ş ma' lar, yard ımı iledir ki tarihi olu ştaki<br />
kanunu bulmak mümkün olur. C) Tarihte esas olan ferdi de ğil, kolektif<br />
olaylard ır. Tarihi ferdi olgular ancak bu kolektif olaylar ın ak ışı içinde<br />
görülür ve onlar yard ımiyle aç ıklanabilir. D) Lamprecht, insanl ığın belirli<br />
bir devrine ait olan statik ruhi kanunlarla tarihi aç ıklamaya çal ışıyordu.<br />
Halbuki tarihçi, tersine olarak, dinamik halleri aç ıklamal ıdır. Breisig bunun<br />
için bir tak ım vetireler (3) kullan ıyor ve bunlara "Profiller" diyor. Ona<br />
göre tarihi incelemede üç türlü profil vard ır:<br />
32<br />
(1) Fauconnet, La Responsabilitö; C. Bougli, Evolution des Valeurs<br />
(2) Singulier<br />
(3) Proe4de kelimesinin öz türkçe kar şılığı olmadığı için eski terimi kullan ıyoruz.
Pr<br />
1) Yukardan profil. 2) Geni şliğine profil. 3) Uzunluğuna profil.<br />
Mesela 1700 tarihindeki bir müesseseyi incelemek için, önce 1700'e kadar<br />
medeniyetin nas ıl geliştiğine bakacağız. Aym müessesenin ba şka cemiyetlerde<br />
ne halde oldu ğunu ar ıyacağız. Sonra bu iki incelemeye yukardan<br />
bakarak kar şılaşt ıraca ğız. Her üç profilden incelemeye gidilmedikçe tarihi<br />
sürecin aç ıklanmas ı mümkün olamaz. Yaln ız geni şliğine profil incelemesi<br />
sosyolojiye aittir. Ancak uzunlu ğuna profil kronolojik tarih olarak kal ır.<br />
Tam bir müesseseler tarihi bu üç profili birle ştirecektir.<br />
Breisig'e göre bu metod tatbik edilirse, şimdiye kadar bilinmiyen bir<br />
çok noktalar meydana ç ıkacakt ır. Mesela siyasetle ahlak ın, ahlâkla hukukun<br />
v.s. münaseebtleri ayd ınlanacakt ır. Frans ız sosyoloğları veya Breisig<br />
metodunun tarihi maddeciler veya psikologlara üstün cihetleri pek iyi görülüyor.<br />
Böyle bir ara ştırma tek görü şlülükten doğan hatalar ı önleyebilir.<br />
Bütün tarihi m u a y y e n 1 i k iddialar ı, hattâ bunlar ın en geni şi<br />
olan sosyolojik görü ş ne derece ba şarılı olabilir? Bu teşebbüslerden hiç<br />
birisinin tarihi olu şu agıkladığına dair elde müsbet ve tam bir delil yoktur.<br />
Bu tarzda incelemelerden, herbirinin kendinden ba şkalarını tenkid ederken<br />
aldığı tav ır da bunu gösteriyor. Ne determinist filosoflar, ne determinist<br />
tarihçiler (1) tarihi olu şan aç ıklanmas ı bak ım ından aralar ında hemen hiç<br />
bir noktada anla şmış değildirler. Mesela tarihi maddeciye göre Cihan harbin'<br />
doğuran kapitalizmin açt ığı iktisadi krizdir. Psikolojik mektebe göre<br />
umumi efkârda veya siyasilerde hüküm süren ruhi temayüllerdir. Sosyolo ğlara<br />
göre milli müesseseler aras ındaki gerginliktir v.s. Hatta bu görü şlerin<br />
türlü tefsir şekillerine göre vücude gelen eserlerden her birinde ötekilerden<br />
çok farkl ı bir aç ıklama ile karşılaşırız. Nihayet tarihte büyük adamlar ın<br />
üstün rolü olduğunu kabul edenlere göre (Carlyle, Nietzsche, v.s.) bu türlü<br />
aç ıklamaları bir tarafa b ırakmak tarihi olu şta, yalnız mühim vakalar ı<br />
yaratan rehber insanlara bakmak laz ımd ır: onlara göre 1870 savaşı Bismark'<br />
ın, Cihan harbi Keiser Wilhelm'in, ikinci Cihan harbi Hitler ve Churchill'in<br />
eseridir.<br />
Determinism yaln ızca iki olay aras ında sebeb-netice münasebeti kurmak<br />
değildir. Fakat bu iki olay nevi aras ında öyle sabit bir münasebet<br />
kurmakt ır ki her ne zaman A olay ı olursa mutlaka B meydana gelsin. Bundan<br />
dolayı determinism gelece ğin önceden görülmesini (pr&ision) gerektirir.<br />
Bunun en aç ık örneği husuf ve küsuf olaylar ının günü ve saati ile y ıl-<br />
(1) Seignobos'un objektif tarihçili ği ile Mathiez'in sosyalist tarih anlay ışı<br />
veya Wells'in eklektik tarih görü şü ayn ı derecede determinist olmak<br />
iddiasındad ırlar.<br />
F.: 3 33
larca önceden bilinmesidir. Fizik ve hayati olaylarda da ayn ı şeyi söyleyebiliriz.<br />
Fakat olaylar kompleksle ştikçe astronomik "pe şinden görme" imkâni<br />
Tahminler ihtimali olmaya ba şlar. Münferit olgular tesadüfi<br />
göründükleri halde, büyük rakamlarda kesinli ğe doğru gidilir. Determinismin<br />
bu tarz ına örnek olarak n~"orolagique "pe şinden görme" yi<br />
gösterebiliriz. Rasadhanelerin yar ın havan ın aç ıkm ı kapal ı m ı olacağı hakk<br />
ındaki tahminleri bu tarzda statistiklere dayan ır.<br />
Tarih, yar ına hatta bu güne de ğil, geçmi ş e aittir. Orada "peşinden<br />
gömme" den bahsetmek saçma olur. Bunun için tarihi vakalarda tabiat<br />
alan ındaki gibi determinismden bahsedilemez. Tarihteki sebeblik<br />
münasebeti yaln ız ferdi olgular aras ında ve geçmi şde olan bir münasebetin<br />
tesbitinden ibarettir. E ğer ferdi vakalar ın doğusunda eskiden cereyan etmiş<br />
ictimai, ruhi, v.s. süreçlerin rolü olmu şsa onlar ın incelenmesi için, sanki<br />
bu gün olmakta imi ş gibi statistik bilgiye ihtiyaç vard ır.<br />
Tarihi olu ş' mahiyeti bak ım ından irrationnel (1) olarak görünmektedir.<br />
Cünkü hiçbir olgu, sebeblik zincirinin halkas ı değildir. Orada<br />
ister Cournot'un dedi ği türlü sebeblik zincirleri birbirini kessin, ister Bergson'un<br />
dedi ği gibi önceden kestirilmiyen bir hayat hamlesi bulunsun, her<br />
halde tarihi yaka (2) münferit, tek, orijinal, nev'i kendine münhas<br />
ır, tekrar ı imkâns ız bir olu ş içindeki karakteriyle tabiat olaylar ından ve<br />
zihni kavramlar ım ızdan ayr ılır. Tarihi olguyu ne bir matematik formülüne,<br />
ne bir genel fikre (adalet, hürriyet v.s. gibi), ne de bir tabiat kanununun<br />
üniversel kavram ına s ık ışt ırmak kabildir. Bundan dolay ı o her bak ımdan<br />
bilgimizin bütün rasyonel şekillerine mukavemet eden asli ve derin<br />
irrasyonellik göstermektedir.<br />
Tarihi olgu art ık mevcut olmad ığı için bize gerçek de ğil (irr&l) gibi<br />
görünür (3). Bu bak ımdan ideal matematik zaruretlerle ayn ı mahiyette,<br />
yani gerçek-üstü zannedilir. Fakat tarihi vakan ın şimdi mevcut olmay ışı<br />
gerçekliğine mani de ğildir. Çünkü onun üzerimizdeki tesiri devam etmektedir.<br />
Biz bir tarihi olu şun sonunda bulunuyoruz ve bizim varl ığım ızda<br />
eski tarihi vak'alar ın tesiri vard ır. Bundan dolay ı bir vak'on ın olup bitmi ş<br />
olmas ı ancak tabiat bak ım ından onun gerçek-de ğil say ılmam sebeb olabilir.<br />
Fakat insan bak ımından, tam tersine, insani olu şun potansiyelini<br />
meydana getirir. İrrationnel olan tarihî yaka bunun için de bir varl ık tar-<br />
34<br />
(1) irrationnnere «ak ıl-dışı» denebilirse de kitapta esasl ı olarak kullan ılan<br />
bu kavrama tam kar şıl ık olarak ileri sürmek oldukça güçtür.<br />
(2) Phnom -ene karşılığı hadise veya olay, fait kar şıl ığı olgu, evenement karşıl<br />
ığı yaka diyor ve bunlar ı ihtiyatla aymyoruz.<br />
(3) Surı ell
zı olarak ele al ınmal ıdır. Yani o ne bir tabiat hadisesi ne de bir rülgiverisidir.<br />
Fakat insani varl ığın belirli bir tarzad ır; ve onu kendine mahsus<br />
karakteriyle (tabiat bilgilerine mahsus metodlara s ıkıştırmaya kalkmamaksiz<br />
ın) ontologiqu,e olarak tetkik etmelidir.<br />
5. TARIHIN KATEGORİLERİ<br />
Yeni felsefede bir çoklar ı insanın tarihi bir var 1 ı k olduğu<br />
problemi üzerinde israrla durdular (1). Bu da bize tahirin ayr ı bir varlık<br />
sahas ı halinde incelenmesi imkan ını verdi. Burada mühim olan nokta<br />
Ilk-çağdan beri filozoflar ın ileri sürdükleri varl ık kategorilerinin bütün<br />
varl ık sahalar ında geçer olup olmad ığının araştırılmas ıdir. Aristo'nun mant<br />
ık ve metafizikde gösterdi ği on kategori eski felsefede bütün varl ık sahalarma<br />
yay ılmıştı. Bunun sebebi Aristo görü şündeki mantıkla 'metafizikin<br />
ayni say ılmas ı olduğunu biliyoruz. Fakat za ınamm ızda Leibniz'denberi<br />
bu metafizikten şüphe edilmeğe başland ı. Kant saf ak ıl kategorilerinin<br />
varl ık sahalar ına ait olmad ığım gösterdi. Bu a,sr ın felsefesinde Fanile<br />
Boutroux varl ık derecelerinde yükseldikçe kategorilerin de ğişmekte olduğunu<br />
hat ırlatt ı. Yeni ontoloji bu tabakal ı âlem görüşünü genişletti.<br />
Fakat burada bizim için mühim olan bilhassa tarih sanasindaki kategorilerin<br />
tabiat sahasmclakilerden tamamen farkl ı olduğudur.<br />
1 — Tarihi sahada ilk göze çarpan nokta bir tarihi c e v h er in<br />
bulunmay ışıdbr. Daima de ğişmekte olan, kendi kendisinin ayn ı olmayan.<br />
müfret ve, tek olan tarihi vak'ada klasik mant ıkın zihin prensipleri ayn ı<br />
geçerliği muhafaza edemezler. Bunun için tarihin ilk kategorisi tarihi yakam<br />
ı' m ü f r e t 1 i k 'i (stngularit0 dir. Tarihi yaka tek, müfret, münferit<br />
ve tekrarlanmaz oldu ğu için tabiat hadisesinden ayr ıl ır.<br />
2 — Tarihi yaka insana mahsustur, tabia.t ın tarihi olamaz. Benzetme<br />
yolu ile yeryüzünün, bitki ve hayvanlar ın, dünyalarm tarihinden bahse<br />
denler vard ır. Fakat bunlarda miktar ço ğalmas ı, azalması dışında hadisenin<br />
mahiyeti ayn ıdır. İnsan ın, hafızas ı sayesinde geçmi şe, şimdiye ve geleceğe<br />
bağlanmas ı tarihi varl ık olu şu yüzündendir.<br />
3 — Tarihi yaka y a ş a n m ış (v&v ı ) bir halclir; ve ancak onu<br />
yaşayanlar taraf ından tekrar canland ırmak suretiyle in şa edilebilir. Ona<br />
dıştan bakmak, unsurlar ı ayırmak üzere aç ıklanamaz. Bundan dolay ı manevi<br />
ilimcilerin görü şünü tarihi varl ık sahas ına ait bir metod olarak kul<br />
lanmak ve bunu aç ıklama ve tefsir metodlanyla tama ınlamak gerekir.<br />
4 -- Tarihte bir s e beblik vard ır. Fakat bu tabiatta oldu ğu<br />
(1) Bu günkü felsefede Karl Jaspers, Ortega y Gasset, Keidegger, v.s. de<br />
insana ait "tarihilik" (Gesehichtlichkeit) ile "historieW" ayr ılır.
gibi zamanda ş hadiseler aras ındaki bir fonksiyon münasebeti de ğildir. Yalnız<br />
birbial ard ından gelen vakalar aras ındaki münferit tesirlilik münasebetidir.<br />
Tarihte sebeblik yaln ız iki geçen yaka aras ında değil aynı zamanda<br />
geçmiş bir yaka ile bu günkü hayat aras ındadır. Hazret-i Muhammed'in,<br />
Sokrat' ın yalnız devirlerine değil bu günkü hayat ımız üzerine de tesiri vardır.<br />
5 — Tarihi zaman tabiattaki zamandan farkl ı olarak kronolojik ve<br />
yaşanmış zamandır. Bu zaman ı Bergson, Whitehead gibi filozoflar en iy ı<br />
izah etmi şlerdir. Tarihi zaman parçalara bölünemez, kalitatif<br />
bir süreklilik ve olu ş halindedir. Fakat biz her tarihi olu şun bir çevre içinde<br />
cereyan ettiğini ve bir kitle ile fertler aras ında meydana ç ıktığını göz<br />
önüne alarak bunu "tarihi mahal" veya mekânla birlikte dü şünmeliyiz.<br />
Bundan dolayı tarihi oluşu bir mek an-z am an süresi olarak görmeliyiz.<br />
6 — Tarihi vezin (ry,thme). Mekân - zaman süresinin tabi oldu ğu bir<br />
vezin vard ır. Vakalar ın hıza, şiddeti, müessirli ği değişeceğine göre bu ritm<br />
de değişir. Bundan dolay ı tarihi mekan - zaman süresi daima ayn ı tempoda<br />
cereyan etmez. Muhtelif seriler birbiri ile çat ışır, sap ıntılara uğrar, yahut<br />
ağırla şır, hatta sona erer. Tarihi ritm insani varl ığın en mühim kategorisi<br />
olan sonluluk ve ölümlülük ile s ımrlanmıştır.<br />
Tarihi varl ık sahas ındaki esasl ı kategorileri tesbit ettikten sonra tarih<br />
bilgisinin sarih s ınırların ı çizebiliriz. Bu tahlil bize gösterir ki ne bir<br />
bilgi tenkidi ile ulaşılan relativiste tarih görü şüne dayanmak doğrudur, ne<br />
de tarih! olu şu tabiat hadiselerinin devam ı sayan narturaliste bir görüş doğrudur.<br />
Tarih sahas ı izati, sübjektif, «bize göre» de ğişen bir bilgi sahas ı olmadığı<br />
gibi, tarih tabiat ilimleri tarz ında objektif bir ilim de de ğildir. Bu<br />
müphem durum zaten Groce gibi filozoflar ın tarihe ilimle sanat arasinda<br />
ikisine de benzeyen özel bir saha ay ırmalarına sebeb olmakta idi. Bu müp-<br />
hem görü ş Hegel'in varl ıkla düşünceyi ayn ı sayan ve bir nevi "tarih man,-<br />
t ık ı" kurmak isteyen eski metafizikinden ileri geliyordu. Halbuki tarihin<br />
irmtionnel sahas ında böyle bir mant ıktan bahsedilemez. Varl ığın başka<br />
sahalaruıda mant ık ın geçe ırliği nas ıl irrationnel uçurumlar 'aras ında akl ın<br />
kurduğu nazariyelerle mümkün oluyorsa, tarih sahas ında da mant ıkın geçerliği<br />
ancak irrationnel üzerinde kurulacak bir nazariye ile mümkün olabilir.<br />
Bu nazariye biraz önce i şaret etti ğimiz kategorilerle haz ırlanabilir.<br />
İnsan ın tabiatla münasebeti dolay ıs ı ile tarihi irrationnel de daima rasyonel<br />
ile temas halindedir. Bu temas tarihin gerek yard ımcı ilimleriyle, gerekse<br />
kendi tahlil metodlar ı ile objektifliğini temin eder. Böylece objektif tarih<br />
36
metodu üzerinde, çal ışanlar ın ulaşt ıklar ı neticelerden faydalanmak mümkündür.<br />
Vesikalar ın toplanmas ı, ilgili tabiat ilimleri yard ımiyle kontrolü, vesikalann<br />
d ış ve iç tenkidi bu objektif metodun kullan ılabilen k ıs ımlarıd ır.<br />
Nitekim tarihi olu ş tabiat hadiseleriyle temas nisbetinde daima onların<br />
şartları ile çevrelenmektedir. Bu şartlar da şunlardır: 1 — Coğrafi<br />
şartlar, 2 — Biyolojik şartlar, 3 — Psikolojik şartlar, 4 — Umumi tabiriyle<br />
sosyal şartlar (iktisadi, dini, ahlaki v.s gibi).<br />
Tarihi olu şu kendi karakterleriyle, kendi kategorilerine göre tahlil<br />
ederken daima bu şartlar ı hesaba katmand ır. Fakat böyle bir tetkik hiç bir<br />
zaman tarihi vakalar ın mahiyetine ait vas ıflann bu şartlardan her hangi<br />
birine veya bütününe irca edilmesi demek de ğildir. Tarihi olu şun şairtlandınlmas<br />
ı anlam ında determinizmin, m'anâs ı vardır. Nitekim tarihi kategorilerin<br />
geçerli ği anlam ında bir tarih mant ığından da bahsedilebilir. Fakat<br />
bunlar tabiat determinizmi veya zihin mant ığı ile kan şt ınimamak şart ı ile<br />
"tarihi varl ık" olan insan ın tetkiki müstakil bir ilmin yani antropolojinin<br />
konusunu teşkil ederler. Bir varl ık sahas ı olan "tarih" in tetkiki<br />
de tarih ilimlerinin konusunu te şkil eder. Bununla beraber tarih ilimleri<br />
bütün halinde insan ilimleri veya kültür ilimlerine yard ım ederler. Yani<br />
onlar ın kurulmalan için gereken görü ş tarzlar ından birini getirirler. Insan<br />
veya kültür ilimleri kültür ile tabiat ın s ın ırı üzerinde kuruldu ğu için bir<br />
bak ımdan tabiata bir bak ımdan tarihe bağl ıd ırlar. Hadiselerine mü şahede<br />
ve tecrib metodlann ın tatbiki ve ölçülmesi bak ım ından m at em a t ;. k<br />
ilimler onlar ın metodu vazifesini görür. Fakat bir süre içindeki olu şlanna<br />
nüfuz edilerek, canland ınlmalan, tekrar ya şanarak in şa edilmeleri bak ımından<br />
t a r i h i ilimler onlar ın metodudur. Bu anlamda tarih bütün<br />
yardımc ı bilgi dallar ı ile birlikte insan ilimlerinin iki büyük metodundan<br />
birini teşkil eder.<br />
37
III<br />
iÇT İ MA İ İ L İ MLER<br />
ve<br />
SOSVOLOJ İ<br />
a. İÇTİMAİ İLİMLER KARŞISINDA SOSYOLOJI<br />
"Manevi ilimler" ad ı alt ında toplad ığım ız bilgi zümresinden bir k ısmın<br />
ı i ç t imal ilimler te şkil etmektedir. Bunlar ı bir çok bak ımlardan<br />
manevi ilimlew kadrosu içinde inceleyemeyiz:<br />
a) Çünkü bu ilimler yaln ızca manevi ilimlerin metodunu (anlay ış<br />
metodunu) kullanmazlar. Bir yandan, tabiat ilimlerinin metodlar ına bağlı<br />
kal ırlar. Hatta bazan onlar ın bir dal ı gibi görünürler. Nüfus hareketlerini<br />
tetkik eden demografya, zümrelerin yerle şme şartlar ını tetkik eden ecologie<br />
gibi.<br />
b) Ayrıca bu ilimlerin hareket noktas ı fert değil k o 1 e k t i f h ey<br />
e t, zümre veya c em i y et dir. Halbuki manevi ilimler-hele tarib<br />
veya psikolojide olduğu gibi - fertten hareket ederler.<br />
c) Nihayet bu ilimler içtimai hayat ın pratik ihtiyaçlar ından doğmuşlard<br />
ır: geçici hayat ın düzenlenmesinden iktisat, devlet i şlerinin<br />
düzenlenmesinden s t a t i s t i k, insan münasebetlerinin düzenlenmesinden<br />
hukuk meydana ç ıkmıştır. Bununla beraber evvelce<br />
gördüğümüz gibi "manevi ilimler" dediğimiz geni ş bilgi zilmresi ile içtimai<br />
ilimler aras ında daima giri şmelew olmaktad ır. İkisi aras ında birle şen<br />
veya ayr ılan sahalar vard ır. ıctimal ilimleri umumi bir disiplin alt ında<br />
toplamak isteyen sosyoloji ile "manevi ilimler" c ,-reyamn ın uzlaşmamas<br />
ı bu giri şmeleri, birle şen ve ayr ılan hususlar ı göz önüne almadan<br />
bu ilimler hakk ında toplu bir hüküm verme ğe kalkmalar ından, yani umumile<br />
ştirme hatalar ından ileri gelmektedir.<br />
dçtimal ilimler» ilk defa Auguste Comte taraf ından sistemle ştirilmeğe<br />
çal ışılmışt ır. Comte'un bu maksatla sosyoloji kelimesini icat etti ği-<br />
39
ni görmü ştük. Spencer "tekâmül" faraziyesine dayanarak ayn ı fikri devam<br />
ettirdi. Fakat her ikisinin, bu geni ş terkib te şebbüsü tatbikatta ba şarılı olmadı.<br />
Onlar içtimai ilimleri içine alan ve hepsini birden aç ıkl ıyabilecek<br />
tek bir ilim ve tek bir metod ileri sürüyorlard ı. Fakat bu te şebbüs hem içtimaî<br />
bir çoğunun, kendi gelene ğine, 'kendi metoduna sad ık kalmak<br />
için yapt ığı tepkiler ve mukavemetlerle kar şılaşt ı (meselâ iktisad, hukuk<br />
uzun müddet sosyoloji içine girmek istemediler), hem de bu terkip fikrinin<br />
dayandığı prensip, yani içtimai ilimleri tabiat ilimierine ba ğlamak ve onlar<br />
yard ımı ile aç ıklamak fikri "Ma'nevi ilimler" in tabiat ilimlerinden<br />
müstakil bir alan ı ve metodu oldu ğunu iddia edenler taraf ından şiddetli tenkide<br />
uğrad ı (1). Bundan ba şka sosyolojinin ilk kurucular ı diye kabul edilen<br />
bu düşünürler bu geni ş kadronun içini ciddi ara ştırmalarla doldurmad<br />
ılar. Umumi bir şema çizmek ve onun nazariyesini yapmakla kald ılar.<br />
Halbuki her şeyden önce sosyolojinin konusu olan olaylar ın başka olaylara<br />
irca' edilemiyen ayr ı karakterleri olduğununun gösterilmesi gerekirdi ki<br />
bunlar di ğer ilimlerden ayr ı bir ilmin doğmas ın ı sağl ıyabilsin.<br />
Comte'dan sonra bu alandaki çal ışmalar i ç t i m a I olay ı biyolojik<br />
yahut psikolojik olaylara irca etmekten ba şka bir şey yapmad ı. Bunun<br />
için her iki te şebbüs de " İçtimai" nin orijinal, kendine mahsus karakterleri<br />
olan ayr ı bir alan olduğunu göstermekten uzak bulunuyordu: A. Biyolojik<br />
aç ıklama yapanlara göre içtimai olaylar ın kökü, uzvi (organik)<br />
olaylard ır. Şu halde içtimal kanunlar (e ğer varsa) ancak biyolojik kanunlardan<br />
ç ıkar ılabilirler. Böyle dü şünenler cemiyeti uzviyete benzetme (analogie)<br />
yolundan faydaland ılar (Rengi Worms gibi). Bunlara göre uzviyet<br />
hücrelerden mürekkep olduğu gibi cemiyet de ferdlerden ınürekkeptir. Uzviyette<br />
nefes alma, sinir, haz ım v.s. fonksiyon ve sistemleri oldu ğu gibi,<br />
cemiyette de dü şünme, üretme, idare etme v.s. fonksiyon ve sistemleri vard<br />
ır. Benzetme yolu ile yap ılan incelemelerde "Sosyolojik" denen olaylar ın<br />
hiç bir özelliği kalm ıyor ve benzetme yüzünden bazan zorlamalara ve olayların<br />
yanlış tatbikine kadar gidiliyordu. Yahut bir k ıs ım Biologist'ler içtimai<br />
hayat ın kökünü (tekâmül fikrine dayanarak) uzviyette arad ılar (2) .--<br />
Onlara göre cemiyetler ve bilhassa hayvan cemiyetleri, organik olaylar ın gelişmesinden<br />
doğ'mu ştur. Bu dü şünce tarzı ancak tekâmülün ıspat edilmi ş<br />
bir kanun olmasiyle gerçekle şebilirdi. Halbuki tekâmülün (hele 19 uncu<br />
yüzyılda ileri sürülen şekliyle mekanik tekâmülün) bu nazariyede fazla<br />
değeri yoktu. B. Psikolojik aç ıklama yapanlar ise içtimai olaylar ın kökünü<br />
ruhi olaylarda aramaktad ırlar. Bunlar da ya içtimai hayat ı ferdi psikolo-<br />
40<br />
(1) Wilhelm Dilthey, Introduction â. l'aucle Ses Sciences Morales.<br />
(2) H. Spencer, Introduction £1. la Science Sociale
kanunlariyle aç ıklamak mümkün olduğuna, cemiyetin ferd d ışında ayr ıca<br />
gerçekliği olmadığına kânidirler, (mesela. Gabriel Tarde'a göre cemiyeti<br />
aç ıklıyan taklid, ibda', mukavemet gibi ruhi kanunlard ır), (1) yahut, cemiyeti<br />
aç ıklıyacak, esas ı yine ferdi psikoloji olan kolektif psikoloji olabilir<br />
(Wundt'un, Alman "Cemaat Ruhu" nazariyecilerinin veya Fransa'da Gustave<br />
Le Bon'un görü şleri buraya girer) (2). Her iki görü şte de içtimai olay,<br />
ruhi olaya irca' edilmi ş oluyordu.<br />
İlk defa sosyolojik olay ın kendine mahsus (sui generis) karakterleri<br />
ni arıyan, onlar ı biyolojik ve psikolojik olaylara irca etmeden bu karakterleri<br />
içinde incelemeye çal ışan Emile Durkheim oldu. Nas ıl hayat olayları<br />
fiziko- şimik sentezlerin üzerinde meydana ç ıkan, fakat unsurlanna irca<br />
edilmesi mümkün olnuyan tabiat ın yeni bir derecesine ait iseler, içtimai<br />
olaylar da bir yandan nüfus, toprak, istihsal gibi maddi görünü şleriyle ve<br />
hacim, k e s af et gibi ölçülebilen taraflariyle incelenirler ve bu suretle<br />
de tabii ve ilmi' incelemenin konusunu te şkil ederler. Fakat bariz değer<br />
hükümleri, inan ışlar, yani tas av v ur 1 a r halinde görünürler (3)<br />
Bunun için de manevidirler. Fakat bu tasavvur 1 a r psikolojinin<br />
konusunu te şkil eden tasavvurlardan iki esasl ı vas ıfla ayr ıl ırlar: a) Onlar<br />
kolektiftirler, ferdin değil zümrenin tasavvprudurlar. b) Ferd üzerinde baskı<br />
yaparlar, yani ferdin d ışında mevcutturlar, ferde kendilerini zorla kabul<br />
ettirirler (coercitifdirler). Durkheim bu iki vas ıfla içtimai olay ın asla<br />
ruhî olaya irca edilemiyece ğini ve ayr ı alan ı, ayr ı kaynaklar ı olduğunu<br />
iddia etti; ve bu prensiplerden hareket ederek bu olaylar ın incelenme kurallarını<br />
tesbite çal ışt ı : 1 — ktimai olaylar bir fikir veya inanç gibi değil<br />
bir ş e y gibi incelenmelidirler. Vak ıa onlar fikir olarak da görünebilirler:<br />
namus telâkkisi, güzellik fikri gibi. Fakat ilmi bir incelemeye<br />
giri şirken bu fikirlerin mutlaka birer ş ey gibi ele al ınmalar ı, yani<br />
onlar ın başka tabiat olaylar ı gibi ve ayni tarzda objektif birer şey halinde<br />
görülmeleri laz ımd ır. 2 ,— İçtimai olaylar ın incelenmesinde her türlü peşin-hilkümden<br />
(önceden edinilmi ş kanaattan = pr&otion) kaç ınmak gerekir.<br />
Bu kural daha önce de baz ılar ınca söylenmi şse de hiç bir zaman Durkheim<br />
kadar dikkatla ele al ınmamıştı Bu kurallara s ıkı bağlılığı sayesinde<br />
Frans ız sosyologu " İş Bölümü", "Intihar", "Dini Hayat ın İptidai Şekilleri"<br />
adl ı eserlerini yazd ığı gibi bütün bir sosyoloji cereyan' da ayn ı tarzda devam<br />
etti (4).<br />
(1) Gabriel Tarde, Les lois de l'imitation<br />
(2) Gustave Le Bon, Psychologie ,des Foules<br />
(3) E. Durkheim, Rftles de la Methode sociologique<br />
(4) E. Durkheim, De la Division du Travail Social; Le ~ekle; Les Formes<br />
Elementaires de la Vie Beligieuse.<br />
41
Sosyoloji bu çal ışmalar ında başl ıca üç kaynaktan faydalanmakta idi.<br />
1 — Tarihi Incelemeler: Bunun için sosyoloji ile natüralist tarih görüşü<br />
birle şiyorlar ve sosyoloji içtimai müesseseler tarihini ba şlıca temellerinden<br />
biri haline koyuyordu. Fakat her cemiyetin tek tek müesseselerinin<br />
düzenini inceleme yetmezdi.<br />
II — Etnografya: Bu gün ya şıyan iptidai kavimlerin hayat ını incelemek<br />
üzere tarihteki ara ştırmalar ın benzerlerini bulmak mümkün oldu. Etnografyan<br />
ın verileriyle tarihin verilerinin kar şılaştbr ılmas ı sosyolojinin<br />
içtimai bünyeler için umumi vas ıflar ı meydana ç ıkarmas ına yarad ı.<br />
III — Statistik: Eskiden yaln ız devlet i şlerinde kullanılan statistik<br />
sonradan demografyan ın esasl ı bir unsuru haline gelmi şti. Fakat demografya<br />
abstre olarak nufus meseleleriyle u ğraşıyordu. Halbuki devletlerin<br />
tuttuğu statistik rakamlar ını birbiriyle kar şılaşt ırmak üzere türlü içtimai<br />
fonksiyonlar ve müesseseler aras ındaki kar şıl ıkl ı tesirler ve birlikte de ğişmelerin<br />
tesbiti mümkün oldu ğu grüldü. Mesela iktisadi statistiklerle ahlaki<br />
statistikler, yahut hukuki (cezai) statistikler aras ındaki münasebetler<br />
baz ı sabit içtimai de ğişmelerin incelenmesine imkan verdi. Durkheinf ın<br />
esaslar ın ı tesbit ettiği ve derin ara şt ırma örneklerini verdi ği bu çığırda<br />
verimli eserler elde edildi: Hallwachs "I şçi hayat ı ve hayat seviyesi",<br />
"Iktisadi de ğerin dalgalanmas ı", Mauss dini ve antropolojik olaylar, Uvy<br />
Brühl dini inançlarla insan zihniyetleri v.s. aras ındaki münasebetleri ayd ınlattılar.<br />
Bunlardan en fazla üzerinde durulan bilhassa statistik metodu idi. Madem<br />
ki içtimai olaylar ba şka tabiat olaylar ı gibi birer ş e y dirler, öyle<br />
ise onlara da say ılar ı tatbik etmek; büyük say ılardaki sabit münasebetleri<br />
kanunlarla tesbite çal ışmak; onlar ın değişmelerini grafiklerle göstermek<br />
mümkün olabilecekti.. Ancak statistikin tatbiki baz ı güçlüklerle kar şılaşt<br />
ı : a) Statistik ancak sabit ölçü birimi ile tatbik edilebilir. Insan ın ona<br />
ait olaylar ın ölçü birimi olarak al ınmas ı için bir ortalama insan<br />
tasavvur etmek laz ımd ır ki gerçekte bu yoktur. b) Statistik baz ı anket'lere<br />
dayanarak elde edilir. Halbuki sorguya çekilenler anketçiden kendilerini<br />
sakl ıyabilir veya hakikati de ğiştirebilirler. Bunun için insani statistik neticeleri<br />
fizik olaylar gibi daima do ğru değildr. e) Elde edilen say ılar doğrudan<br />
doğruya kullan ılamaz. Onlar ın terkibini yapmak, yani onlara elveri<br />
şli bir şekil vermek gerekir. Bir memleketteki do ğumlar ın ham mikdar ı<br />
hiçbir şey ifade etmez. 1000 nüfus ba şına doğum say ısının nisbetini gösterrnelidir.<br />
Öyle ise test, anket ve statistikten baz ı şart ve kay ıtlar alt ında<br />
faydalanmak mümkündür. Ayr ıca tarih ile etnografyan ın kar şılaşt ır ılma-<br />
42
S1 daima doğru netice vermez. Çünkü etnografyada gördü ğümüz baz ı tiplerin<br />
iptidai say ılışı itibari olduğu gibi, bunlar ın falan tarihi devirdeki tiple<br />
ayn ı say ılışı da itibâridir, ayr ıca tarihi olgu nevinden tektir. Sosyolojik<br />
karşılaşt ırma ancak bu şartlar alt ında incelenebilir.<br />
2. İÇTİMAİ SİSTEMLEŞTİRME GAYRETLERI<br />
Durkheim "Sosyoloji Metodunun Kaideleri" adl ı kitab ında bu esaslar ı<br />
tesbit.etmi şti. Fakat bu kurallara daima riayet edip edemiyece ğimiz üze<br />
rinde epeyce zamand ır münaka şa edilmektedir. Lacombe "Durkheim' ın<br />
Sosyolojik Metod Kaideleri" adl ı kitab ında ilk defa tenkidleri ileri sürdü.<br />
ktimai olaylar ın esas ında de ğ er ve tasavvur olduklar ını (1)<br />
ancak e şyada b ırakt ıklar ı akisleri bak ım ından (mesela kutsall ığın bayrakta,<br />
güzelliğin binada aksetmesi gibi) objektif say ıldıklar ını, bundan dolay<br />
ı içtimai olaylar ın mahiyetçe psikolojik olduklar ın ı kolektif veya ferdi<br />
bütün tasavvurlar ın daima bir ferdin şuuriyle kaim oldu ğunu söylerken,<br />
Frans ız sosyolojisinin bütün gayretlerini s ıfıra indirmek ve sosyolojiyi<br />
tekrar "Psikolojik Mekteb" in (mesela Tarde' ın) görü şüne irca etmek istiyordu.<br />
Paul Bureau ise tam tersine, Durkheim' ın ictimai olaylar ı bir<br />
ş ey gibi incelemesi fikri üzerinde durarak onun sosyolojisini mater<br />
yalist olmakla itham ediyor ve Marx ekolünün maddeci sosyolojiyi ile (a şağı<br />
yukarı) aynı mahiyette görüyordu (2).<br />
Paul Bureau'ya göre cemiyet ilmini hacim ve kesafetle aç ıklamaya çal<br />
ışmak onda iradenin ve şuurun birinci derecede rollerini görmeme ğe varan<br />
materyalizmin hatas ıd ır.<br />
Zaman ım ızda Durkheim' ın metoduna çevrilen daha esasl ı bir tenkid<br />
yeni f enomenoloji ve insan felsefesi taraf ından ileri sürülmü ştür<br />
(3). Bu tenkidler uzaktan M. Scheler ve di ğerleri taraf ından yap ılmakla<br />
beraber doğrudan doğruya Jules Monnerot " İçtimai Olgular Şey Değildirler"<br />
(Les faits sociaux ne sont pas des choses) adl ı kitab ını bu konuya<br />
hasretti. Monnerot'ya göre içtimai olgu, " şu zaman ve durumdaki insanl<br />
ık hali" dir. Cemiyet ancak ki şilerin şuurlar ı taraf ından ya şanabilir.<br />
ktimai olgular ş e y olamazlar. Bu anlamda bir şey'ci sosyoloji meşru<br />
değildir. İçtimai olgular ın şey olduğunu söylemekle tasavvur olduklar ı n ı<br />
söylemek çeli şken değil midir? Ya olgular tasavvurdurlar, onlar ın manevi<br />
(1) Lacombe, Weğles de la Mflhode Sciologique de M .Durkheim<br />
(2) Paul Bureau, La Science des Moeurs<br />
(3) J. Monnerot, Les Faits sociaux ne sont pas des choses<br />
43
ilimlere mahsus "Anlayış" metodiyle kavranmalar ı lâzımgelir, yahut anlayış<br />
metodiyle incelenemezler, o zaman da tasavvur de ğildirler. Durkheim<br />
bu çelişkenliği fa,rketmiyor. içtimai olgular ancak matematik, fizik, biyolojik<br />
olgular gibi, yani insanlar taraf ından tasavvur edildikleri için tasavvurdurlar<br />
demek lâz ımgelir. O zaman da Durkheim' ın metodundan var<br />
geçmek veya sosyolojiyi materyalismin sonuçlar ına kadar götürmek gerekir.<br />
Has ılı bu sosyoloji, uzla şmas ı imkân ı olm ıyan iki z ıt görü şü, idealist<br />
ve materyalist görü şleri, yan yana getirmektedir. Cemiyeti mahiyetçe<br />
ideal saymakla beraber ilmi inceleme için maddi cephesine bakmaktan<br />
başka bir şey yapm ıyar. Bunun için de hangi cephesine önem verirse öteki<br />
cephe siliniyor. Nitekim " İçtimai iş bölümü" nü incelerken hacim w3<br />
kesiflik üzerinde durarak ikinci cepheye önem vermiyor. "Dini hayat" ı incelerken<br />
birinci cephe üzerinde durmak istiyor.<br />
Durkheim tarz ında eclectique olan ba şka sosyologlar da vard ır. Bunlardan<br />
başlıca Max Weber ve Stammler'in adlar ı üzerinde dural ım. Weber'e<br />
göre cemiyet hem ideal bir tiptir, hem de bir olgular toplam ıdır. Birincide<br />
ona "Anlay ıc ı" bir metodla nufuz edilebilir. İkincisiyle o ıhtimaller hesabı<br />
yard ımiyle incelenebilir. Stammlar, cemiyetin hukuk ve i k tis<br />
a d dan ibaret iki manzaras ı üzerinde duruyor. Hukuk olarak cemiyet<br />
manevidir. Orada gaye-sebeb hüküm sürer; iktisad olarak cemiyet maddidir,<br />
orada mekanik sebepler hüküm sürer. Bir üretme tarz ı iktisadidir:<br />
fakat feodal toprak rejiminde veya burjuva sisteminde üretme hukukidir<br />
ve birincisini türlü nevilere ay ıran da budur. Görülüyor ki bütün eklektik<br />
sosyolojiler maddeci ve mânac ı görü şleri uzla şt ırmaya çal ışmaktad ırlar.<br />
Hepsinde Durkheim sosyolojisinin hâkim dü şüncesi ve mahzurlar ı kendini<br />
göstermektedir.<br />
Almanya'da M. Scheler'in, Fransa'da Monnerot'nun yapt ıkları tenkidler<br />
sosyolojiyi psikolojiye irca etmek istiyenlerin (meselâ baz ı Amerikan<br />
sosyal psikologlar ımn veya Lacombe tipinde müelliflerin) tenkidlerinden<br />
çok farkl ıdır. Bu yeni tenkidler sosyolojiyi ba şka bir tabiat ilmine irca<br />
etmek istiyen 'naturaliste görüşlerin tersine olarak felsefi "Insan" bilgisini<br />
bütün bu ilimlerin temeli haline koymak istiyorlar. Bu bak ımdan onlar<br />
Dilthey' ın "manevi ilimler" nazariyesinin yar ım kalmış görü şünü tamam<br />
lamaktad ırlar: insan bilgi tenkidinin konusu olan bir süje de ğil, varl ık<br />
dereceleirinden birini te şkil eder. Bunun için bilgi nazariyesi ile de ğil, varlık<br />
nazariyesi ile (ontolagie) incelenmesi gerekir. Bu yeni görü şe göre<br />
insan ın ontolojik incelenmesi "Felsefi Antropoloji" yi meydana getirir. İnsan<br />
mahiyetçe, bitki ve hayvandan ayr ı bir varl ık derecesidir. Onun bir<br />
tabiat olay ı gibi ele al ınarak (Descartes idealine gire) en basit fiziki un-
surlara kadar irca edilmesi imkans ızdır. Felsefi antropoloji insan ın mahlyetini<br />
incelerken onun bitki ve hayvana irca edilemiyen vas ıfları üzerinde<br />
durur. Bu vas ıfların irrationnel (ak ıl-d ışı ) temellerini gösterir. "Manevi<br />
ilimler" in anlay ı ş metodunu "Tabiat filmleri" nin a ç i k l a m a<br />
ve t ef s ir (1) metodlariyle tamaml ıyarak ilmi aç ıklamas ını yapar.<br />
Bu anlamda kabul edilen "Felsefi Antropoloji" sosyoloji ve psikolojiden<br />
her birini ayr ı ayr ı ötekine irca eden eski görü şlerin buhran ından kurtulur.<br />
Vakaa "Psikolojizm" denen cereyan (Tarde, Wundt, Le Bon v.s. de<br />
gördüğümüz gibi) sosyolojiyi psikolojiye irca etmek (ba şka deyi şle, sosyolojik<br />
kanunlar ı psikolojik kanunların özel hali saymak) üzere bu iki ilim<br />
arasındaki s ınır ı bozduğu gibi Durkheim ekolü (veya Roberty, Draghicesco<br />
v.s. gibi sosyologlar) (2) tam tersine, psikolojiyi sosyolojiye irca etmek istiyordu.<br />
Onlara göre ruhi olaylar ın tam aç ıklanmas ı ancak sosyoloji ile<br />
mümkündür, (mesela Halbwachs "Haf ızan ın içtimai kadrolar ı" (3) adl ı<br />
kitab ında haf ızay ı sosyolojik sebeblerle aç ıklamaya çal ışıyor). Her iki ilmin<br />
karşılıklı iddialar ı, metodlar ının iyice belirtilmi ş olmamas ından, s ın ırlarının<br />
iyi çizilmemesinden ileri gelmektedir. Bu iki filmin konular ını şüphe<br />
ile kar şılaşmaya sebep olan bu çat ışma ayn ı zamanda onlar ın felsefeyi iyi<br />
bir kritikten geçirmi ş olmamasından doğuyor. Bütün bu buhran ferd - cemiyet<br />
aporie'si şeklinde ifade edilebilir.<br />
3. SOSYOLOJİYE KARŞI MUKAVEMETLER FERD - CEMIYET<br />
Bundan önce bütün ilimlerin tahlilinde nihayet böyle baz ı aporie'lere<br />
ulaşıldığını görmü ştük. Mesela matematik ilimler, sonunda, bize sürek -<br />
ii- sür ek siz aporie'sini vermektedir. Fizik ilimler, cisimci kdalga<br />
veya mikrokozmos-makrokozmo s aporie'sini,<br />
biyolojik ilimler mekanik 1 i k -gay e lilik veya «parça-bütün»<br />
aporisird vermektedir. Hiç bir apori (Kant' ın gösterdi ği gibi) ak ıl delilleriyle<br />
aç ıklanamaz, ve çözülemez; bundan dolay ı da ak ıl dışı (inationnel)<br />
dir. Biz Eflatun'un bir tabirini kullanarak bu apori'lere Dyade diyoruz, ve<br />
âlemin dyade'lardan ibaret oldu ğunu ve her varl ık derecesine ait dyade' ın<br />
ancak nazariyelerle aklile ştirildiğini, yani d y a de' ın her iki zıt cep-<br />
hesinin ayrı bir akil sistem meydana getirdi ğini söylüyoruz. Öyleyse ilmi<br />
(1) K. Jaspers ve Monnerot'nun gösterdikleri gibi anlay ış ile aç ıklama belirli<br />
varl ık sahalar ına kar şılıktır. Fakat "tefsir" onlar ı birbirine karıştıran<br />
müphern bir metoddur.<br />
(2) Draghicesco, La Reallte de i'Esprit<br />
(3) Halbwachs, Les Cadres soelaux ıle la Memoire
nazariyeler dyade'lar ın birer cephesinin aklile ştirilmesimien doğarlar. Matematik<br />
alandan ba şlayarak bütün ilimler dyade'lar ın nazariles.mesinden,<br />
aklile ştirilmesinden meydana ç ıkarlar.<br />
Ayn ı hal içtimai ilimler alan ında da vard ır. Su düşünce tarz ı bir devir<br />
(tautolo,gie) halinde hüküm sürmektedir: cemiyet ferdlerden mürekkeptir;<br />
fertler ancak şuur sahibi varl ıklar oldu ğu için cemiyetin de şuuru vard<br />
ır. Fakat bu şuur ferdi şuurlardan farkl ıdır. Onlar ın toplam ından fazla<br />
bir şey, bir sentezdir. Öyleyse cemiyet ferdlere irca edilemez. Fakat içtimai<br />
hayat ferdi her taraftan ku şatır, onun ruhi hayat ın ı şartland ır ır. Öyleyse<br />
ferdleri cemiyetsiz anlamaya imkân yoktur. İşte sosyoloji ile psikoloji<br />
aras ındaki çat ışma bu f er t -cemiy et devrinden (cercle) doğuyor.<br />
Böyle bir de vr' de ne ferdden ne cemiyetten baslamaya imkan<br />
vardır. Pratik olarak sosyal psikoloji kadar ruhi sosyoloji de ayni derecede<br />
hakl ıdır. Nazan olarak sosyoloji ve psikoloji sistemle şebilirler. Fakat<br />
aç ıklamalar ı, sonunda, mutlaka birinin ötekini kendine irca ı şeklini<br />
alacakt ır. Demek ki f er d- c em i y et apori'sinden kurtulmak kabi:<br />
değildir. Bu t ıpk ı s ü j e- o b j e aporisi gibidir ve dü şünce için zorunlu<br />
olan bu iki had, nas ıl çat ışkan fakat tamamiay ıcı iseler; insani varl ık<br />
alan ında da f er d- c e m i y et aporisi ayni su,retle çal ışkan fakat tamamlay<br />
ıc ıdırlar.<br />
Demek oluyor ki sosyoloji ve psikolojinin konular ı ayn ı ten ıele, felsefi<br />
antropolojiye dayan ır. Biri insanlararas ı münasebetlerdeki objektifle şmeler<br />
(yani değerler, mahsüller, e şya, müesseseler ve bunlar ın fonksiyonlar ı )<br />
ile uğra şırlar. Konusu insan, toplulu ğunun (socius) objektif faaliyetlerine<br />
ait oldu ğu için sosyoloji (sociologie) ad ın ı al ır. Öteki insanlararas ı<br />
münasebetlerdeki sübjektifle şmeler (yani süjenin ba şka siljeler ve e şya<br />
kar şıs ındaki bütün davran ışlar ı ve strüktür'leri) ile u ğra şır. Konusu in<br />
san ın topluluk içinde fakat şuuruna ait (psych) faaliyetleri oldu ğu için<br />
psikoloji (psychologie) ad ını al ır. Böylece sosyoloji ve psikolojinin birleşik<br />
temelleri, s ın ırlar ı belirlenince, onlar ın birbirine kar şı belirsiz ve sald<br />
ır ı c ı tav ı,rlar ı da kalkmış olur.<br />
Ferd - cemiyet apori'si kanaat ım ıza göre asil bir Dyade yani varl ığın<br />
belirli bir görünü şü olduğundan, onun bilgi ve dü şünce yolu ile çözülmesi için<br />
yap ılan te şebbüsler bu Dyade' ın özünü ayd ınlatamaz. Bu tarzda cat ıskan<br />
ve tamamlay ıel ak ıl - dışı bir varl ığın devam ı kendini kuşatan a şk ın bir<br />
varl ıkla mümkündür. A şk ın varl ık ise bilgi ve dü şünce ile kavranamaz;<br />
öyle ise fert ve cemiyet D y ad e olarak kavranamaz. A şkan varl ığa ancak<br />
inanma ile nufuz edilebilir. Sosyoloji son tahlilde bize kolektif şuurun ne<br />
46
olduğunu aç ıklayamaz. Hiç bir psikoloji son tahlilde bize şuurun ve ruhun<br />
ne olduğunu aç ıklayamaz. Fakat o olmadan da ne sosyoloji ne psikoloji<br />
mümkündür. Her iki prensip bilgi ve dü şünce sahalar ın ı aşan iman<br />
sahasına girerler. Kolektif ruhun mahiyetini oldu ğu gibi ferdi ruhun mahiyetini<br />
de bilemeyiz. İrrationnel olan bu mahiyetlerin kabulü bilgi sahas ı<br />
üzerindeki iman sahas ına girer. Bu konudaki bilgimizi temellendirebilmemiz<br />
ancak bu ku şat ıc ı varl ığın yani kolektif ve ferd.1 ruhun inanarak kabul<br />
edilmesine bağl ıdır. Aksi halde ileri sürülen bütün faraziyeler bu temel<br />
fikirleri ortadan kald ırmaktan ba şka bir i şe yaram ıyacak',: ır. Bunu bir<br />
misalle anlatal ım. Durkheim içtimai hadiselerin temelinde "kolektif tasavvur"<br />
lar ı görüyor; bütün müesseselerin ve de ğerlerin kurulmas ını ve<br />
tekamillünü bununla aç ıklıyordu. Bu tasavvurlar ayr ı ayr ı ferdlerin dü şünceleri,<br />
duygular ı ve iradelerini a şan ve yaln ız topluluk hayat ında meydana<br />
ç ıkan tasavvurlard ır. Bunun en tipik örne ği olarak ta içtimal müesseselerin<br />
kayna ğı olan dini inançlarm doğusunu ele al ıyor. Dini inanç tipik bir<br />
kolektif tasavvurdur. İlk örneklerini totemik klanlarda (mesela Avusturalya<br />
veya Amerika yerlilerinde) görürüz. Fakat din dedi ğimiz kolekti„.<br />
ruhun bu en bariz örne ği nas ıl meydana geliyor? (sosyolog bu soruyu sormadan<br />
vazgeçmiyor.) Bunun cevab ı şudur: iptidallerin bilinmeyen zamanlara<br />
ait olan ta şkın duygu hayatlar ı (hele cinsi ta şkınl ıklar ve harpler s ıras<br />
ında,) onlar ı gündelik hay atlar ı üstüne ç ıkarır. BI/<br />
olağan üstü hayat şekli kolektif ruhun (ve dini inanc ın) köküdür. Öyle<br />
ise Durkheim'e göre içtimai ruh son tahlilde zümrevi içgüdü ta şk ınlıklar ına<br />
irca ediliyor demektir. Halen tespiti imkans ız bir "faraziye" olarak ileri<br />
sürülen bu fikir Durkheim sosyolojisi'nin kökündeki nat ııralizmden ileri<br />
gelmektedir. Fakat böylece sosyolog biyolojik ve psikolojik nazariyelerde<br />
görmüş olduğu hataya bizzat kendisi dü şmü ş değil midir ? Y u k a r<br />
dereceye ait olan ı aşağı derece ile, mürekkebi basit ile aç ıklama hatas ına.<br />
Başka bir misal: K. Marx ve ona mensup olanlara göre dini, ahlaki,<br />
bedii, v.s. içtimai de ğerler "üst yap ı" hadiseleridir. Ve bütün bunlar sebeplik<br />
bak ım ından cemiyetin temeli olan "alt yap ı" hadiselerine (iktisadi<br />
-teknik) tabidirler. Öyle ise bütün içtimai idealler, dini inançlar, ahlaki gayeler<br />
daima cemiyetin istihsal şartlanyle, maddi mevcudiyet tarzla/1371e<br />
aç ıklan ırlar ve onlara tabidirler. Dini bir inanç' son tahlilde tabi oldu ğu<br />
cemiyetin iktisadi hayat ın ın neticesidir. Kutsall ığa ait fikirler, inançlar ekonomik<br />
bir s ın ıf rizamm ın ideolojik ifadesidir. Görülüyor ki burada birinciden<br />
daha bariz olarak cemiyetin bütün ideal de ğerleri maddi ihtiyaçlar ın<br />
gölgesi haline ge:irilmi ş. Yani üstün dereceden varl ıklar aşağı varl ıklara,<br />
irca edilmi ştir. Burada da "aç ıklama" arzusuyle bir hadisenin mahiyeti<br />
47
yok edilmi ş oluyor. Hayat ın (Protoplazman ın) fiziko- şimik tezahürlerden<br />
ibaret olduğunu söylemek, nas ıl hakikatta hayat ı yoketmek ve üstün<br />
bir varl ık derecesini görmemek demekse, cemiyet sahas ında yap ılan bu tarz<br />
da aç ıklama gayretleri de ayn ı suretle cemiyeti yoketme ğe götürrnekten<br />
başka işe yaramaz.<br />
Bir misal daha: S. Freud «totem ve tabu» adl ı kitab ında bütün dini<br />
inançlar ı, Oedipus kompleksi ad ını verdiği cinsi hayata ait şuur - alt ı<br />
bir buhramn şuur sahas ında aldığı şekillerle aç ıklamaya çal ışıyor.<br />
Ona göre din, cinsiyet kompleksinin (korkular ın, cazibelerin, kendinden<br />
geçme v.s. nin) yükseltilmi ş bir görünü ş şeklidir. Ayn ı zat "Kolektif psikoloji<br />
ve benliğin tahlili" adl ı kitab ında (1) ordu ve kilise (dini<br />
cemaat) gibi iki mühim içtimai te şekkülü müphem sevgi ve nefretten do ğan<br />
cinsi bir kompleksin yükseltilmi ş birer görünüşü olarak aç ıklamaya çal ışmaktad<br />
ır. Her iki eserde bize üstün varl ık derecelerinin a şağı derecelere<br />
indirilmesi için naturalism yolundan yap ılan yeni bir te şebbüsü gösteriyor.<br />
Fakat yukar ıdakilerde oldu ğu gibi, burada da böyle bir aç ıklamanın<br />
müphem fa,raziyeden fazla de ğeri yoktur. FaraZi olarak üstün v a ır -<br />
1 ı k yok edilebilir, yahut, hayali olarak a şağı varl ık derecesine indirilebilir.<br />
Fakat bu tarzda faraziyelerle varl ık dereceleri aras ındaki mahiyet<br />
fark ı kaldır ılamaz. Demek oluyor ki naturaliste faraziyelerin sosyoloji ve<br />
sosyal ilimler sahas ında yapt ığı iş başar ıs ız bir ircac ılıktan ibarettir. Halbuki<br />
biz varl ığın muhtelif dereceleri aras ında birbirine indirilemiyen mahiyet<br />
farklar ını tespit etmekle onlar ı kendi bünyeleri içinde daha iyi anl ıyabiliriz.<br />
içtimai ruh, içtimai kuvvet e ğerhayatve<br />
madde kanunlar ına indirilmeden ele al ınırsa cemiyet sahas ını aç ıklamaki<br />
çin daha emin çal ışma yoluna girmi ş oluruz. Durkheim'in tavsiye etti ği<br />
kaidelerin böyle bir imal asl ında kabul etmemesi gerekir. 'Üzerimizde baski<br />
yapan manevi bir kuvvet kar şıs ında kendimizi yükü in 1 ü (mükellef)<br />
görmek için, her şeyden önce onun emirlerini yapmakla yapmamak aras<br />
ında bir seçme gücüne, yani nisbi bir muhtarl ığa sahip olmal ıyız. Yaln ız<br />
modern insan ın ahlaki hareketlerindeki yükümlülü ğü değil, aynı zamanda<br />
"iptidai" dediğimiz kavimlerin kutsal e şyaya dokunma yasa ğı önündeki<br />
yükümlülüğü de böyle bir seçme ile ilgilidir. Herhangi bir cemiyette bir<br />
insan her hangi bir içtimai yasak kar şısında kendini "yükümlü" duyabilmek<br />
için bunu yap ıp yapmamak hususunda bir dereceye kadar muhtar<br />
(Autonome) olmal ıdır. Eğer bu hareketleri otomatik olarak veya fizik<br />
kanunlar ı karşıs ındaki tepkiler cinsinden yap ıyorsa, o zaman içtimai bask ının<br />
tabii determinismden fark ı kalmaz; ve sosyolojik bütün aç ıklamalar-<br />
48<br />
(1) S. Freud Psychologie Collective et Analyse )du Mol
pr-<br />
da manas ız kal ır. Mesela J. J. Rousseau'ya göre bir çocu ğun kabahat yapmaması<br />
için onu bir ceza veya içtimai yasak sisteminin ku şatmas ına lüzuna<br />
yoktur. Yalnızca hareketinin tabii tepkisini gör -<br />
mesi, bir daha ayn ı kabahati yapmamas ı için yeter. Halbuki bu görü ş<br />
doğru olsayd ı içtimai emirler ve yasaklar sisteminin (dinin, hukukun, ahlakin<br />
v.s..) tabii hareketler tepkisine irca edilmesi yani içtimai hayat ın<br />
ıı e v ' î (sp&ifique) hiç bir karakterinin olmamas ı gerekirdi. Bu düşünce<br />
ise zamamm ızda hiçbir sosyolog (hatta hukukçu ve normatif ilimci)<br />
taraf ından kabul edilmemektedir (*).<br />
Hasılı, içtimainin mahiyetini daha önceki derecelerden birine<br />
indirmek mümkün olmadığı gibi ruhi'ye irca da mümkün de ğildir. I ç -<br />
t imal ve ruhi ayn ı varlığın, insanın iki manzaras ıdır. İnsan ın<br />
yalnız dyadologique görülüşü sayesindedir ki onu bütün olarak kavrayabiliriz.<br />
Ve bu dyadologique görü şün hakl ılaşt ırılması da (1) kendini kuşatan<br />
ve inanç ile kavrayabilece ğimiz a ş k ı n varl ı k sayesinde<br />
mümkündür.<br />
4. SOSYOLOJİNİN MUHTELIF SENTEZ DENEMELERI<br />
Sosyolojinin içtimai ilimler kar şıs ındaki rolüne gelince, bu da Comte ve<br />
Dilthey zaman ından beri birçok neticesiz münaka şalara zemin olmu ştur.<br />
Burada başlıca üç safha ay ırabiliriz.<br />
1) Ansiklopedik sosyoloji görü şü: Comte ve zamamm ızda Durkheim<br />
gibi sosyologlar taraf ından müdafaa edilmi ştir. Buna göre eski sosyal<br />
ilimler kendi sahalar ında ayr ı ayrı gelişemezler. Çünkü bunlardan<br />
bir k ısmın ın metodlar ı kifayetsizdir, bir k ısmı p o s i t i f bilgi halinde<br />
çalışmad ıkları için tabii münasebetleri kavrayamazlar. (Yani olanı değil<br />
olması gerekeni aramaktad ırlar.) Bunun yerine içtimai ilimleri birleştiren<br />
ve onlara birle şik metod veren umumi bir ilim olmal ıdır ki, bu da<br />
sosyolojidir.<br />
2) "Manevi felsefesinin görü şüdür ki- bunun Dilthey'den<br />
beri nas ıl geliştiğine daha önce dokunmu ştuk. görüşe göre "sosyoloji"<br />
meşru değildir. Çünkü manevi ilimleri tabii ilimler haline koymaya ça-<br />
l ışmaktad ır. Vak ıa Aug. Comte'un ansiklopedik sosyolojisi içtimai ilim-<br />
(*) Vak ıa sosyolog sorumluluğun tekâmülünü tetkik ederek, iptidallerin fertleri<br />
değil, zümreyi sorumlu sayd ıkların ı ve bu mystique sorumlulu ğun canl<br />
ı ve cans ız evaya kadar yay ıldığını söyler (Fauconnet, La ResponsabiliW.<br />
Fakat burada da herkes tabu'ya dokunma= suç oldu ğunu önceden bilmektedir.<br />
(1) Justification<br />
F.: 4 49
lerden herbirinin kendine mahsus ve farkl ı gelişmesine engel oluyorsa da,<br />
bu görüş içtimai ilianlerden bir k ısm ının tabii ve yar ı tabii metod.lara sahip<br />
olduğunu unutuyor. Demografya, ekoloji, v.s. gibi ilimleri tarih kadrosuna<br />
s ıkıştırmaya imkan yoktur.<br />
3) Üçüncüsü sosyolojinin ba şka içtimai ilimler yan ında özel bir konusu<br />
ve yeri olduğunu anlayan daha yeni görü ştür. Vakfa sosyolojinin<br />
maksad ı (bir k ısm ı yüzy ıllardan beri kurulmu ş olan) içt mai ilimleri ortadan<br />
kaldırmak ve onlar ın yerini tutmak de ğildir. Mesela iktisat içtimai<br />
insanın başka fonksiyonlar ın ı bir yana b ırakarak yaln ız iktisadi dediğimiz<br />
faaliyetlerini incelemekle u ğraç ır. Bu da mümkündür. Ayn ı hal<br />
nufus hareketlerini (ba şka içtimai hadiselerden ayr ı ) ele alan demografya<br />
için de varittir. Öte yandan içtimai hadiselerden ba şka içtimai<br />
n o r m' lar da vard ır (1). Bunlar ın hadise olarak muhtevalar ı ile birlikte<br />
değişmeler değil, fakat n o r m olarak yaln ız şekil, kural ve ideal olmak<br />
üzere bağl ı olduklar ı düzen incelenebilir. Nitekim estetik veya hukuk'un<br />
yaptıkları da budur. Sosyoloji bu ilimlerin yerine geçmez, onlar ı ku şatmaz,<br />
fakat onlar ın inceledikleri konularda birle şik olan taraf ı, yani içtimai<br />
hadisenin özünü, işleyişini ve bunlar ın değişen şartlar ın ı inceler. Bu bak<br />
ımdan sosyolojinin rolü t ıpk ı botanik, zooloji veya anatomi yan ında biyoloji'nin<br />
rolü gibidir.<br />
Sosyolojinin bu yeni görü ş tarzı en çok Amerikada geli şmiştir. İçtimai<br />
fonksiyonları, bünye ve fonksiyon müinasebetlerini, müesseseleri, bunlar<br />
ın karakterlerini, bu hadiselere ( şehir, köy v.s, gibi bünyelere) ait<br />
teerübi ara ştırmaları kendisine konu olarak alan yeni sosyoloji eski s o s -<br />
yolojil er gibi birçok ilimleri birleştiren ansiklopedik geniş bir bilgi<br />
olmak, büyük nazariyeler kurmak iddias ından vazgeçmi ştir. S ınırland ırılmış<br />
konusu içinde tecrübi ara ştırmalar yapmak üzere ba şka ilimlerin yapmadıkları<br />
bir işi görmekte, ayr ıca içtimai ilimlerde birle şik olan noktalar ı<br />
aydınlatacak emin ad ımlar atmaktad ır.<br />
Bu tarzda anlaşılan sosyolojide nazar! ve tecrübi k ısımlar birbirine bağ-<br />
l ıdır. Yaln ızca nazar! bir sosyolojiden bahsedilemez. Sosyolog daima va-<br />
ka1ar, problemler kar şıs ındadır. Onlar ı çözebilmek için her şeyden önce<br />
iyice müşahede ve tecrübe etmesini, onlara mahsus karakterleri kavra-<br />
rnas ını, türlü içtimai fonksiyonlar ve müesseseler aras ındaki münasebetle-<br />
(1) La Sociologie du X,Ume SINA" - G. Gurvitch'in idaresinde on dört Amerikan<br />
sosyologu taraf ından yaz ılm ış olan bu eserde bu tenkitlere geni şce<br />
yer verilmektedir.
i ve karşılıklı bağlılığı bulmas ını bilmelidir. Bu da sosyologun nazza -'i<br />
olduğu kadar tecrübi çal ışmas ı sayesinde kabil olabilir. 19 ncu yüzy ıl sonlarından<br />
beri Fransada gelene ği kurulan eski sosyoloji çığırları bundan u-<br />
zak bulunuyordu; Onlar ya sistemci ve nazariyeci idiler: yani umumi kanunlarla<br />
her şeyi aç ıklamak istiyorlard ı. Yahut yalnızca müşahedede kal ı-<br />
yorlar ve buradan hemen tipler ve sm ıflamalara geçiyorlard ı. (Birincisi<br />
Aug. Comte gelene ği, ikincisi Le Play gelene ği taraf ında temsil edilmektedir).<br />
Bu yüzden iki cereyan, uzla şamadan ve çok kere birbirini inkâr ederek<br />
bir as ıxdan beri devam etmekte idi. Halbuki yeni sosyoloji, içtimai<br />
fonsiyonlar ve müesseseleri ayr ı süreçler ve problemler halinde tesbit ederken,<br />
konusunu hareketli ve dinamik olarak kavr ıyor. Cemiyetin fotoğrafı -<br />
nı yapmakla yetinmiyo.r. Içtimai de ğişmeleri, değişmesi s ıras ında ara ştır<br />
ıyor. Böylece bütün içtimai fonksiyonlar ın birbirleriyle münasebetlerini<br />
aç ıklamaya imkan veriyor, Bu tarzda çal ışmalara Mead ve Cooley ba ş-<br />
lamışlar, zaman ımızda pek çok sosyolog bu yolu geni şletmi şlerdir. Sosyolojinin<br />
bu sınırland ır ılmış çal ışmas ında kendisine en çok yard ım eden ilimler<br />
"Kültür antropolojisi" ile "Içtimai psikoloji" dir. Kültür antropolojisi<br />
tabiriyle Sosyal antropoloji) insanla yaratt ığı kültür aras ındaki<br />
kar şılıklı tesir ve münasebeti inceleyen (ve eski etnoloji'nin yerini al 7,<br />
İnsan ın kültüre ve kültürün insana yapt ık- makta olan) yeni bir ilimdir.<br />
ları bu karşılıklı tesir s ıras ında "temel şahsiyet" meydana gelmektedir (1).<br />
Çeşitli kültür tiplerini birbirinden ay ıran Konkre vas ıflar olduğu gibi, her<br />
kültür çevresine mahsus temel şahsiyetleri ay ıran Konkre vas ıflar da vard<br />
ır. Bu tarzda ara ştırmalar şimdiye kadar ne iktisat, ne sosyoloji, ne eko-<br />
lojinin yapmadığı önemli bir işle, insan ki şiliğinin yer yüzünde gösterdiği<br />
kültürel çe şitler ile uğraştığı için sosyolojiye olduğu kadar ba şka içtimai<br />
ilimlere de yard ım etmektedir.<br />
Içtimai psikolojiye gelince, ilk önce içtimai hayata hakim olan ruhi<br />
kanunlar ı araşt ırmakla (Tarde ve Wundt'un tesiriyle) i şe giren bu ilim<br />
sonradan olgular ı, problemleri daha canl ı ve dinamik kavram ıya başladı ;<br />
cemiyet üzerinde şuurlar ın tesiri kadar şuurlar üzerinde cemiyetin de te-<br />
sirini hatta kar şılıklı tesirlerini, f er d- c e m i y et aporisini a şabile-<br />
cek baz ı bürlyevi (structurel) görü şlerle kavramaya çal ıştı. Böylece za-<br />
manımızda içtimai psikoloji eskisinden çok farkl ı zengin bir bilgi dal ı oldu.<br />
ITmumi nazariyeler kurmak, umumile ştirmeler yapmaktan va,z geçti. Olay-<br />
lar önünde tecrübelerle ve türlü yönlerden ilerlemeyi tercih etti. Bu yeni<br />
(1) Kardiner, Psyhological Frontier of Society; Dufferne, Personnalitk de, base.<br />
51
içtimai pSikolojide Krutchfild'in, Kretch'in, Sherif Cantril, v.s nin rolleri<br />
olmuştur (1).<br />
5. BEGISKÜ SOSYOLOJ İ<br />
Sosyoloji bu iki Minden faydalan ırken tarih, demografya. ekoloji (2), etnoğrafya,<br />
v.s. den faydalanmakta devam etti ğini unutmamal ıdır. Bu günkü<br />
araşt ırmalarda Le Play'nin ilkdefa denedi ği aile bütçelerine ait soru cetvelleri<br />
ile i şe girme yolundan vaz geçilmi ştir. Onun yerine konular ın<br />
çeşitliliğine uygun türlü anket ve test metodlar ı kullan ılmaktad ır. İngiltere'de<br />
S o c i al S ur v ey ile basl ıyan bu çal ışmalar köy, kasaba, atölye,<br />
şehir monografileriyle zenginle şti. Bu gün tecrübi ara şt ırmalara dayanan<br />
bir sosyoloji manüeline bak ıldığı zaman eskilerine benzemiyen yeni<br />
konularla, bunlar ın yeni hal yollar ı ile kar şılanacakt ır: Meselâ Broom and<br />
Selznick'in ba şka baz ı çalışma arkadaşlariyle birlikte 1955 Le yay ınladıkları<br />
yeni sosyoloji kitab ında şu bahisler ele al ınıyor : A) Giri ş : Sosyoloji ve<br />
içtimal ilimler; Sosyolojik tahlilin unsurlar ı ; özel alan tahlili. B) İçtimai<br />
organizasyon: Bir inceleme temeli olarak içtimal organizasyon. İçtimai<br />
davranış ve içtimal kontrol. Ferd ve içtimal organizasyonda temel temayüller<br />
(kanda şlığın çözülü şü, iş bölümü, müesseselerin farkla şması. C)<br />
Kültür: Kültür çe şitleri, norm'lar, kültür de ğişmeleri. D) içtimaile şme:<br />
Çocuğun içtimaile şmesi. ictimallesmenin devam ı, içtimaile şmenin âmilleri;<br />
kültür, ki şilik ve insan ın tabiat ı (insanl ık özü). E) İlk zümreler: iptidal<br />
zümreler ve ferd. Geni ş içtimal skalada ilk zümreler. Cemaat içerisinde<br />
ilk zümreler, ilk ziimreler de endüstrinin tesiri. İç bünyede de ğişmeler (çeşitlikler).<br />
F. İçtimai tabakala şma ve mahiyeti. Taloakala şmanın incelenmesi.<br />
Birle şik Amerika'da içtimai tabakalar. İçtimai tabakan ın Korrelat'-<br />
ları . İçtimai hareketlilik, G) İçtimai birlikler (cemiyetler) : Formel bünye,<br />
formel olmayan bünye; İçtimailesme, ilk münasebetler, menfaat gruplar ı ve<br />
liderlik, tabakala şma ve birlikler, müessesele şnae. H) Kolektif davran ış :<br />
Bünyele şmemi ş ve istikrars ız tav ırlar, heyecani sirayet, umumi efkâr ve<br />
propaganda (içtimal psikolojiyle birle şik konu), kolektif davranış ve içtimai<br />
> değişme. 1) Nufus ve Ecologie: Nufusun kurulu şu, nufus art ışı ve<br />
ölümler, nufus de ğişmeleri, nufus ve bölge münasebetleri (&ologie). J)<br />
Aile: İçtimai organla şma ve aile. Kültür, içtimaile şme. K) Site: Bünyesi,<br />
tabakalar ı, modern site ve şehir, köy. L) Az ınlık: Etnik zümreler, temes-<br />
sül zümreyle birle şme ve etnik zümre. Az ınl ık zümrelerinde intibak (zen-<br />
52<br />
(1) Krutch and Kretchfied, La Psychologie Sociale; Maucorps, La Psychologie<br />
des mouvements sociaux; Ch. Blondel, La Psychologie collective;<br />
Sherif Cantril,Ego Involvement; Murphy, Social Psychology.<br />
(2) 'colog-ie
ci ailesi). Az ınlıklar ve s ınıf bünyesi (kast ve s ınıf). Birle şik Amerika'da<br />
nufus piramidi. M) Endüstri sosyolojisi: Müesses2lerin kar şılıklı<br />
bağlılığı. Din ve Kapitalism. Endüstrili cemiyette otorite, demokrasi ideal:<br />
ve "Trade Union" lar, endüstri ahlaki . N) Siyasi sosyoloji: Sosyal zümreler<br />
ve ferdi hürriyet, totaliterlik, otoritenin istikrar ı, siyasi alaka ve alakas<br />
ızl ık, siyasi tercih, s ınıf durumu ve siyasi davran ış, siyasi birlik tipleri,<br />
içtimai bir müessese olarak Amerikan siyasi partisi. O) Suçluluk: Suç<br />
statistikleri, içtimai organla şma (te şkilat) bozukluğu ve suç, emniyet te şkilat<br />
ı, kültür bozuklu ğu ve suç, "suçlu şahsiyet" in geli şmesi, eksik içtimaite<br />
şme olarak suçluluk, intibaks ız şahsiyet ve suçluluk, suç nisbeti ve içtimai<br />
s ın ıf, ceza te şkilat ı, suçta cinsiyet, ya ş ve bölge âmilleri v.s.<br />
53
[V<br />
PSIKOLOJI ve RUHI ILIMLER<br />
1. PSIKOLOJI CEREYANLARINDA ÇATIŞINIA<br />
Psychologie konusu bak ımından oldukça eski bir ilimdir. Aristo'nun<br />
ilimler s ınıflamas ında, De Anima "Kitab'ün-Nefs" diye yer al ıyordu.<br />
Theophrastos karakterler ilmi ile bunu tamamlad ı. islâm filozoflar ı "Kitab'ün-Nefs"<br />
le. inde Aristo'nun metoduna sad ık kaldılar; yaln ız nefsler ve<br />
ak ıllarm derecelerine ait incelemeleri artt ırdılar. Fakat yeni çağa kadar<br />
henüz a n i m a hem biyolojik hem psikolojik prensip say ıldığı için,<br />
ilmin sınırları çizilmemi şti. Ancak Orta ça ğda dini telâkki Aristo görüşüyle<br />
çatışt ı. Ruhun maddeden, hatta hayattan müstakil ebedi bir cevher<br />
olduğu kanaat ı, psikolojinin daha ziyade metafizikle ve ilâhiyatla birleşmesine<br />
sebeb oldu. Empirik ara ştırmalar (mizaçlar, karakterler, ruhi<br />
süreçlere ait bilgi) ile metafizik görü şün s ın ırları çok ınüphemdi. Descartesdenberi<br />
psikoloji daha sarihle şti. Fakat ancak 18 inci yüzy ıldan sonra hem<br />
ilmin adı meydana ç ıktı (1), hem konusu belirdi.<br />
Bu gün ayni ilim konusu (ruhi olaylar) içinde kar şıla şan görü ş tarzları<br />
o kadar çok ve birbirine o kadar ayk ırıdır ki, onlar ın çal ışmas ına bak<br />
ınca psikolojinin ba şlı başına bir ilim, müsbet araşt ırma alan ı olmas ından<br />
bile şüphe edilebilir. Say ısı on ikiyi bulan bu cereyanlar ı başl ıca iki<br />
büyük grupta toplamak mümkündür: A. Şuur psikolojisi. B. " Şuur"a dayanm<br />
ıyan psikolojiler.<br />
A. " Şuur" psikolojisi deyince ruhi olaylar ın temelinde daima ş u u r<br />
dediğimiz, ne madde ne hayata imal mümkün olm ıyarı bir dayanak (subs<br />
trutum) kabul edenlerin görü şü anla şıl ır: ruhi olaylar ne tarzda, hangi<br />
metodla incelenirlerse incelensinler, onlar ın daima bir özü, cevheri vard ır.<br />
(1) Psychologle kelimesi ilk defa XVI. nc ı as ırda kullan ıldı; fakat ancak<br />
XVIII nc -ı as ırda Wolifuo ona' s yayg ın<br />
aldı. Fransa'da Maine de Biran ona en büyük de ğerini kazand ırd ı .<br />
55
Bu öz benlik, ben (je), şahsiyet, kendi duygusiyle ifade ettiğimiz<br />
" şuur"dur. Şuur temeli olmad ıkça ruhi olaylar Iskambil kâ ğıtlar ı<br />
gibi, y ıkıl ır yahut ipliği çekilmi ş tesbih taneleri gibi bo şlukta da ğılırlar.<br />
"Ben"e, "Kendi"ye dayanm ıyan ruhi olay olamaz. Ruhi hayat ın şuurla<br />
ilgisiz görünüsleri hayati alana aittir. Bir hayvan psikolojisi dahi, ancak<br />
hayvan ın (bizce doğrudan doğruya kavranması mümkün olm ıyan) benliği<br />
ile kaimdir. As ıl psikoloji insana, mahsustur. Çünkü ruhi hayat ın bütünlüğünü<br />
ve birliğini ve iç ak ışın ı biz yaln ız kendimizde buluyoruz.<br />
"Şuur" psikolojisi Descartes'dan ba şlar. Frans ız'lar ın spiritualistc<br />
filozofları (Maine de Biran, Ravaisson, Jouffroy, v.s.) şuur psikolojisini<br />
geli ştirdiler. Bu görü şün metodu, bu gün anlad ığımız dar anlamdaki ilmi<br />
metodlara hiç benzememektedir. Çünkü şuur yaln ız kendini kavr ıyabilir.<br />
Öyleyse hakiki bir psikoloji ancak içe bak ış (introspection) metoduyla<br />
kurulabilir. Bu psikolojiye metodunu veren Victor Cousin oldu ve<br />
o zamandanberi müsbet ilimcilerin hücumlar ına rağmen bu metod bir çokları<br />
taraf ından kullan ılmaktad ır. Onu tenkid edenler içe bak ışın yaln ızca<br />
bir roman psikolojisi olarak kald ığın ı söylerler. Fazla olarak insan ın kendinde<br />
kavrad ığı ruhi olay daima o 1 d u ğ ondan sonra kavranmıştır<br />
derler. Biz bir heyecan ı, bir duyguyu ancak olup bittikten sonra<br />
tetkik ederiz. Bu ise heyecan ın veya duygunun kendisi değil hayalinden,<br />
izinden ibarettir. Şu halde içe bak ışın istediği doğrudan doğruya yaşanmışı<br />
kavramak bu suretle temin edilememektedir.<br />
B. " Şuur"suz psikolojiler: Şuur psikolojisinin metafizike ıneyletınesi,<br />
metodunun başka ilimlerden tamamen ayr ılmas ı ve bu yüzden ilmi<br />
kayak erinin zay ıflamas ı, müsbet ilimcilerin (positiviste'lerin) bu eereyana<br />
kar şı şüphe gözüyle bakmalarma sebeb oldu. İlk defa materyalistler, şuur<br />
psikolojisine hücum ettiler (1). Şuur olaylar ın ı yine Descartes' ın metoduna<br />
dayanarak mekanisme irca'a çal ıştılar.<br />
Bunlardan Cabanis, d'Holbach, nihayet Frans ız ihtilâlini haz ırlayanlardan<br />
Diderot'nun eserlerini zikredebiliriz. Beyin fizyolojisi Ilerledikçe psikolojiyi<br />
biyolojiye ba ğlama gayretleri kuvvetleniyordu. Gall beyin merkezlerine<br />
ait ara şt ırmalar ı sistemle ştirerek Phrbıologie adl ı bir bilgi disiplini<br />
haline koymaya çal ıştı. O s ırada Broca konu şma merkezini, Bastian hare-<br />
56<br />
(1) Descartes' ın m&anisme nazariyesine dayanarak onun spiritüalist görüşüne<br />
hücum eden Helv.etius, d'Holbach, Cabanis, Diderot, v.s. bunlardand<br />
ır. Zaman ım ızda Wallon, Politzer, v.s. yeni materyafis' gördsle bu<br />
aç ıklama tarz ın ı canland ırmaya çal ışmakta iseler de, büsbütün yeni delilleri<br />
yoktur. En çok dayand ıkları behaviorism ve refle-xologle'nin çal ışmalar<br />
ıdır.
ket merkezini, Wernicke yaz ı merkezlerini bulmu şlard ı. Bir yandan antropolojinin<br />
bir dal ı olan cromologie'nin ilerlemesi, bir yandan fizyolojinin derinle<br />
şmesi psikolojiyi fizyoloji vas ıtasiyle aç ıklama fikrine cesaret vermekteydi.<br />
Aug. Comte bu çal ışmalara dayand ı. Victor Cousin'in "içe bak ış" metodunun<br />
hiç bir ilme ve hiç ilmi vetireye uymad ığın ı da ileriye sürerek<br />
psioklojinin kurulması imkâns ızl ığı üzerinde israr etti. Ona göre materyalislerin<br />
gayretleri bize psikoloji ad ı alt ındaki bütün ara şt ırmalar ın nihayet<br />
fizyolojiye bir kaç fas ıl katmaktan ba şka bir şey yapmad ığın ı göstermektedir,<br />
içe bak ış şeklindeki ara şt ırmaların ise roman psikolojisinden fark ı<br />
yoktur. O halde psikoloji mümkün değildir. Eskiden beri böyle bir Halin<br />
konusu say ılan hadiselerden bir k ısmı insan fizyolojisi ve Phrenologie'ye<br />
bir kısmı (yani fikirler, tasavvurlar, inan ışlar, hisler, irade, v.$) de cemiyetten<br />
cemiyete göre değiştiklerine ve insanl ığa ait olduklar ına göre<br />
sosyolojinin konusuna gireceklerdir.<br />
Fakat Comte'un psikoloji ilmindeki bu radikal hareketi ba şka ilim<br />
adamlar ı ve filozoflar taraf ından benimsenmedi. Stuart Mill veya Hyppolite<br />
Taine gibi pozitivistler bile bu fikre kat ılmadılar. Hatta Taine müsbet bir<br />
psikoloji kurmak çarelerini arad ı. Spencer psikolojiyi tekrar ilimler s ınıflamas<br />
ına koydu. Ancak Comte'un bu şiddetli tepkisinin tesiri şu oldu: Artık<br />
uzun müddet kimse "içe bak ış" psikolojisine geri dönme ğe cesaret edemedi.<br />
Psikolojinin müsbet bir ilim olmas ı için mutlaka diğer ilimler gibi<br />
mü şahedeye, tecrübeye hatta laboratuar tecrübesine dayanmas ı gerekti ği<br />
fark edildi. Bundan sonraki çal ışmalarla art ık psikolojik hadiselerin sahasını<br />
biyolojik hadiselerden ay ırmak, fakat onlara da ba şka tabiat filmlerinde<br />
olduğu gibi tecrübi metotlar ı tatbik etmek çareleri arast ırıld ı ve<br />
denebilir ki bu güne kadar tecrübi denen psikolojinin ilerlemesi bu yolda<br />
olmuştur.<br />
2. YENI PSIKOLOJININ YOLLARI<br />
Zamamm ızda psikoloji sahas ında konulan dilemma şudur: Psikoloji<br />
bir tabiat ilmi midir ? Yoksa bir insan ilmi midir? Bu soru ilimlerin "tabiat<br />
ilimleri" ve "manevi ilimler" diye ayr ılışına yakla şıyor. Nitekim "manevi<br />
ilimler" cereyan ını açanlar metod olarak analitik psikolojiye dayanmakta<br />
idiler. Fakat bugün ileri sürülen dilemma eskisinden oldukça farkl ıdır.<br />
Art ık dışa bakış ve içe bak ış, yahut tabiat ve ruh âlemleri kar şı kar şıya<br />
konmuyor. Fakat "psikolojik" hadiseleri a şağı derecede tabiat hadiselerine<br />
irca etmenin mümkün oldu ğunu kabul edenlerle etmiyenler, yani i n s a-<br />
57
na mahsus sayanlar iki zlimre haline geliyor. Bu anlamda " şuur"<br />
psikolojisini müdafaa edenler zaman ım ızda eski içe bak ışcılardan ayr ı<br />
mak'.ad ırlar. Onlara göre psikoloji her şeyden önce insan psilojisidir. Baş.<br />
ka deyi şle biz mahiyet bak ımından diğer varl ık derecelewinden ayr ıldığını<br />
gördüğümüz insan ı tanımadıkça onun psikolojisini yapamay ız. Bir hayvan<br />
psikolojisi bahis konusu değildir. Eğer varsa onun insan psikolojisiyle hiç<br />
bir alakas ı olamaz ve onun hakk ındaki bilgiden ç ıkarılaınaz.<br />
Yukarda dokunduğumuz şuur psikolojisi öyleyse zaman ımızda felsefi<br />
antropolojiye dayanan insan psikolojisi şeklini alm ıştır. Bir defa bu konu<br />
çizilince art ık onun içinde hangi motodlas ın kullan ılmas ı mümkün olduğunu<br />
dü şündüler. Eskiden olduğu gibi "içe bak ışı" "dışa bakışa" kar şı koymaya<br />
ve ikincisini reddetmeye lüzum yoktur. Insan ın kendine mahsus vas<br />
ıflar ım prensip olarak alan bir psikoloji ihtiyaca göre bütün metotlar ı kullanabilir.<br />
Bunun için fazara Würzbourg mektebi diye tan ılan psikoloji<br />
cereyan ı zaten "tecrübl içe bak ış" (Introspection exp&imentale) diye bir<br />
metodu kullanmakta .yd ı. Bu metod adeta iki eski metodun birle şmesinden<br />
doğmuş ur denilebilir. Kendi nefsimizde gördü ğümüz ruhi' halleri ancak<br />
başka insanlarda da tecrübe etmek suretiyle aç ıklayabiliriz. İki metodun birleşmesini<br />
Alman psikologlar ı (mesela Marbe, Messer, Bühler v.$) zeka testleri<br />
şeklinde tatbik ettiler. Çocuklarda, erginlerde tatbik edilen bu testlerle<br />
başkalarındaki hadiselere kendimizde cereyan edenlerle kontrol suretiyle nüfuz<br />
edebiliyoruz. Fransa'da Binet ve Simon da buna benzer "zekâ testleri"<br />
kullan ır. Bu gün hem bu metod oldukça geni şlemi ş, hem de bütün psikoloji<br />
laboratuvarlar ı, pedagoglar taraf ından benimsenmi ş bulunmaktad ır.<br />
Ayni metodu Clinique psikolojisine, marazi psikolojiye yaymak, ak ıl<br />
hastahanelerinde kullanmak, böylece tecrübl metodla içe bak ış metodunun<br />
kaynaşmas ını daha sağlam ve geni ş temellere dayand ırmak mümkün oldu.<br />
Bu gün Clinique psikologlar ından bir çoğu (Baruk, P. Janet, Ch.<br />
Blondel v.$) bu metodu kullanmaktad ırlar. İnsan ilmine dayanan psikoloji<br />
çalışmalar ın ın geni şlemesinde ba şka bir amil de plı&onı,nologie denen<br />
yeni bir felsefe metodu oldu. Edmund Husserl *taraf ından bu yüzy ıl başında<br />
kurulan bu metod tabiat ilimlerinin metoduna kar şı hadiseleri m a -<br />
hiy e t 1 e r, ö z 1 er olarak tetkik etme ğe çal ışmaktad ır. Tabiat ilimleri<br />
eskiden beri hadiseleri daha basite irca denen Descartes metoduna göre<br />
tetkik etmekte idi. Bu metodun temelini de "matematik aç ıklama" fikri<br />
te şkil ediyordu. Halbuki Husserl'e göre hadiseleri her şeyden önce,<br />
empirik duyu verilerinin gösterdi ği değişken vas ıflar dışında, mahiyet<br />
1 er olarak ele almak mümkündür. K ı rm ı z ı bir tak ım renklerin<br />
veya diğer fizik hadiselerin bir terkibi, bir dalga uzunlu ğu, veya tah<br />
58
91`<br />
lili ve açıklanmas ı gereken bir veri olmazdan önce bir mahiyettir. K ırm<br />
ızıyı ye şilden veya üçgeni dörtgenden ay ıran onlar ın mahiyetleridir. Bu<br />
mahiyetler z aman ü s tü mevcutturlar. Biz şuur fiillerimizle<br />
(acte intentionnel) bu mahiyetleri kavr ıyeruz. Ve kavramad ığım ız şeyleri<br />
aç ıklamaktan ziyade t a v s i f (d&rire) ediyoruz. Bir ınahiyeti tavsif<br />
için onu kuşatan diğer tabiat hadiselerinden ay ırmak, parantez içine almak<br />
lâmındır. Böylece elde ettiğimiz noem a t i q u e bir mahiyettir. Fakat<br />
ayr ıca bu felsefe metodu k ırm ız ı veya üçgen gibi noematique mahiyetleri<br />
kavrayan ş uur f il 1 erin in (veya kas ıtl ı fiillerin) de mahiyetler<br />
oldu ğunu söylüyor. Çünkü onlar Ben'in mahiyetlere veya "sachverhalt"e<br />
çevrilmi ş k as ı tl ı f iill er den ibarettir. Onlar empirik<br />
intibalardan meydana gelmi ş değillerdir. Nitekim şuurun a priorileri de<br />
değildir. Fakat her iki sahadan ayr ıl ınca "parantez içine al ınan" (Epoche)<br />
bu hadiseler şuurun eşyaya çevrilmesinden do ğan kas ıtlar veya flillerdi.<br />
İşte Husserl'e göre yukar ıda bahsi geçen noematique mahiyetler fizik, matematik<br />
gibi ilimlerin temellerini te şkil etti ği gibi burada, bahsi geçen noetique<br />
mahiyetler de man t ı k' ın, psikolojinin konular ını te şkil etmektedir.<br />
Mant ı k bu filleri birer ö n er m e olarak ele al ır. Psikoloji<br />
bütün ruhi hayat ı ku şatan (zihnl, teessüxi, iradi) fillerin toplam ı halinde<br />
görür. Nitekim Franz Brontano, Hüsserl'den önce bu tarzda kas ıt]]<br />
fiillerin psikolojisini yapmağa çal ışıyordu.<br />
Zaman ımızda " şuur" psikolojisi veya insan psikolojisinin ilerlemesine<br />
sebep olan diğer bir cereyan da Gestalt çal ışmalar ı oldu. Fakat bu cereyan<br />
henüz bu bak ımdan bulan ık bir durumdad ır. Bir k ıs ım gestait'ç ılax hayvan,<br />
psikolojisi ile insan psikolojisini birbirine ba ğlamağa çal ışırlar (Köhler<br />
gibi.) "Derinlik psikolojisi" diye tamlan ve Freud'la ba şlayan cereyan da<br />
esas ında natüralist bir cereyan oldu ğu halde Jung'dan sonra insan psikolojsi<br />
halini almaya meyletti. Felsefi antropoloji üzerinde çal ışanlar ı (Van<br />
Bolk, Arnold Gehlen v.s.) bir k ısım existentialistleri (Sartre) v.s. Wurzburg<br />
mektebinin Ach gibi irade hadiselerini de tecrubi şekle sokanlarm ı, yeni kilinik<br />
psikologların ı, marazi psikoloji laboratuarlar ın ın bir çok çal ışmalar ın]<br />
Rorschach testi gibi marazi ve normal, iptidai ve ileri insan psikolojisinde<br />
kullan ılan testleri icad edenleri, iptidailerle bizim zihniyetimiz aras ında<br />
karşılaştırmalar, yakla ştırmalar yapan baz ı sosyolog ve psikologlar ı (meselâ<br />
L. Levy Bruhl, Piaget, Van der Leeuw v.s.) Bergson gibi derin felsefi<br />
tahlil yapm ış poikologları ve onun sezgici metodundan ilerleyenleri, az çok<br />
farkla felsefl psikoloji yapanlar ı (Pradines veya Agache gibi) hatta sosyoloji<br />
ve psikolojiyi (belki de Durkheim ve Bergsonun metodlar ını ) birbirine<br />
yaklaştırmak suretiyle normal ve marazi aras ındaki hududu arayanlar ı ,<br />
59
(Ch. Blorıdel, Wilbois, v.s.) derinlik psikolojisinden oldu ğu kadar Berg<br />
sondan da faydalanarak psikolojik hadiseleri do ğurtulmuş sahnelerde tec<br />
rübe etmeğe kalkan ve Psychodrama, daha sonra Sociodrama metodlarun<br />
icact eaen Moreno gibi zaman ım ızın hem psikoloji hem sosyoloji sahas ını ayn<br />
ı derecede ilgilendiren simalarm ı, v.s.. biz bu günün s.nsan psikolojisini geliştiren<br />
ba şl ıca eareyanlar olarak zikredebiliriz.<br />
Bütün bunlar gösteriyor ki zaman ımızda natüralist psikolojiye kar şı<br />
mukavemet gittikçe geni şlernektedir. Psikoloji insan ilimleri aras ında l'ay<br />
ık olduğu yeri almaktad ır. Metod buhranlar ından hemen hemen kurtulmuştur.<br />
Geçen yüzy ılda Victor Cousin zaman ındaki iptidal "içe bak ış"<br />
metodunun uğrad ığı hücumlar art ık bu gün bahsettiğirniz bu yeni cereyanlar<br />
için bahis konusu değildir. Daha doğrusu bu yeni cereyanlar bütün eski<br />
hücumlara kar şı cevap vermi ş, hatta natüralist diye tan ılan çeşitli psikoloji<br />
ç ığırlar ını yeter derecede tenkit ettikten ve kusurlar ın ı gösterdik<br />
den sonra meydana ç ıkmışlard ır. Bu tenkitler aras ında W. james, Bergson,<br />
Brentano gibi filozof psikologlar ın büyük hissesi olduğu gibi, doğrudan do ğruya<br />
psikoloji ile u ğra şan hatta insan psikolojisini bir laboratuar ve teknik<br />
ilmi haline getirme ğe muvaffak olanlar ın da rolü vard ır. Yine bu mün,asebetle<br />
t ıbb ın gittikçe canlanan bir dal ını ve onun ba şar ılarm ı zikretmeliyiz: Bu<br />
da Psychosomatique t ıbd ır. Goldstein gibi otoriterlerden ba şlıyarak bugünün<br />
bir çok raboratuvarlar ında çal ışan gençlere kadar bu yeni t ıp, psikoloji<br />
alanındaki ilerlemelerden, faydalanmaktad ır (1).<br />
Nihayet bütün bunlara marazi psikoloji alan ında başax ılariyle tan ılan<br />
telkin ve kendine telkin ekolünü de katmally ız. Nancy t ıbbiyesinin Paris<br />
Salp&ri&e'ine kar şı ileriye sürdüğü bu hareketin ba şında Babinsky, Bernheim,<br />
Liibauld gibi tan ınmış hekimler bulunmakta idi. Fakat as ıl mühim<br />
keşiflerin doğrudan doğruya ne hekim ne psikolog olan Dr. Cou taraf ından<br />
yap ıldığı da unutulmamal ıdır. Kendine telkin tecrübeleri hatta psikolojinin<br />
sahasını genişlerek, baz ı ilmi meraklar ın uyanmasına sebep olduğun ve<br />
m&apsychique veya parapsikoloji diye tan ılan ve çok defa müspet ilim çevrelerinde<br />
"ilim-d ışı" (extra-scienstifique) say ılarak üzerinde konu şulmak<br />
istenn ııiyen, ciddiye al ınmayan bir tak ım tecesiislerin ferdi merak veya rivayet<br />
olmaktan ç ıkarak üniversitelere eklenen laboratuar ',ecrübeleri haline<br />
geldiği, bunlardan şarlatanl ık ve göz boyac ılığı ile kar ışan cihetlerin gerçeklerinden<br />
ayr ılmas ı yolundaki gayret ço ğald ıkça nihayet ciddi ilim çevrelerinde<br />
de ilgi uyanmaya ba şladığı hatta baz ı müsbet ilimcilerin bu soruya<br />
kulak kabartt ıkların ı da bunlara katmal ıy ız.<br />
60<br />
(1) Goldstein, La Structure de l'Organisme, 1951; Alexander, La 111(e'decine<br />
Psychosamatique, 1952,
Bu son çal ışmalar içerisinde hangilerinin ilme mal edildi ği, hangilerinin<br />
şarlatanl ık olduğunu tayin edecek kesin bir kriteryum'a sahip olmaktan<br />
henüz uzak bulunuyoruz. Böyle olmakla beraber, ciddi ilim ve felsefe<br />
zihniyetinin bütün imkanlara kar şı daima uyan ık bulunmak zorunda olduğunu<br />
unutmamal ıd ır. Yine s ırf bu ilgi ile şuur psikolojisi veya insan psikolojisinin<br />
günün birinde parapsikoloji ile ne dereceye kadar temas imkan ı<br />
bulabilece ği sorusunu koymaktan çekiniyoruz. Yaln ızca bu gün bilinmiyen<br />
hadiselerle bilinen hadiseler aras ında kesin bir s ınırın olmadığını işaret<br />
etmek istiyoruz.<br />
Şuur psikolojisi şuurun bir izlemler veya fenomenler toplam ından ibaret<br />
olmay ıp cevheri bir varl ığa, benliğe veya k i ş.i y e dayandığını kabul<br />
eder. Bu görü ş b e n' in vakalardan do ğan bir netice değil, tam tersine<br />
fenomenler veya fiillerin b e n den do ğan eserler olduğunu gösterir. Eğer<br />
byle ise şuurun devam edip etmemesi sorusunu da sorabiliriz. Ve cevheri<br />
bir varl ık olan şuur devam etti ği takdirde bunun nas ıl ve nerede devam<br />
ettiğini dü şünebiliriz. Fakat "ny&apsychi,ojue" cilerin tecrübeier yapmak istedikleri<br />
bu sahadan şuur psikolojisinin fiilen müspetleşmiş olan tecrübeler<br />
sahas ına geçecek y61 henüz bulunmu ş değildir. Biz ancak bu ara şt ırmalarla<br />
bir neticeye ula şabilece ğiz ümidi üzerindeyiz.<br />
Kur'anda Ve Yes'elüneke an-ir-Ruh-i-Kul-ir-ruh-i-min-Emr-i Rabbi<br />
denmektedir. "Sana ruh nedir diye sorarlar, de ki ruh yarat ıklar aleminden<br />
değil Allah' ın Emir (yani mahiyet) alemindendir." Bu suretle<br />
Kur'an ruhun ancak görü şlerini bileceğimizi fakat mahiye'lne nüfuz edemiyeceğimizi<br />
i şaret ediyor. Ba şka bir yerde Kur'an (La yalem-ül-Gaylo-eill<br />
Allah) "Gayb ı Allahtan ba şka kimse bilmez" diyor. Bu ayetler bilgi sahas<br />
ında agnostique olman ın zaruretini, ve ruhun mahiyetine gelince bunun<br />
yalnızca Allah ın emri halinde imanla kabul edilmeleri gerekti ğini söylüyor<br />
(1). Biz de bu günkü bilgimizle Kur'a= tandit etti ği bu s ı n ır üzerinde<br />
bulunmaktay ız. Bu s ınır ı a ştığın ı iddia ederi ve harikalar gösteren<br />
insanlar ın tecrübelerle kontrol edilerek bilgi alan ı içine al ınmaları çareleri<br />
henüz bulunamam ıştır. Kur'an sihirbazl ığı, göz bağıc ılığın ı "tekfir" etti ği<br />
gibi ilim de bu konuda bütün sahte gösterilerden kesin olarak uzakla şır.<br />
3. NATIYRALIST PSIKOLOJI CEREYANLARI<br />
Descartes'de metafizik bir hareket noktas ı bulan psikolojinin sonraki<br />
yüzyıllarda daima "içe bakış" metodu ile geli şmeye çal ışmas ı ilimci görü-<br />
(1) Ve Leh-iil-Emr-ve-I-Halk (Mahiyetler ve Yarat ıklar ona aittir) âyeti bu iki<br />
âlerai i şaret ediyor.<br />
61
gün tepkilerini uyand ırdığun gördük. Fakat bu tepkiler ba şarıl ı olmadı .<br />
Çünkü materyalism'in kaba aç ıklamalar ı ruhi hayat ı ortadan kald ırmaktan<br />
başka bir i şe yaram ıyordu. Ancak biyolojinin geli şmesine benzer<br />
bir yoldan ruhi hadiselere mahsus ayr ı tecrübe vas ıtalar ı kullanarak o"lar ı<br />
aç ıklama yoluna girildiği zamandır ki, ilmi psikoloji denen hareket başladı.<br />
Bununla beraber bu hareket türlü şekillerde İlk-çağın (bilhassa Arisfonun)<br />
natüralist psikoloji görü şünü canlandırmaktan ba şka bir şey yapmad<br />
ı. Aristo nas ıl ruhun köklewini hayata ve onu da ilk unsurlar ın terkibine<br />
(ahlât ve mizaçlar nazariyesiyle "nefs" fikrine yükselmek üzere)<br />
ç ıkarmak istiyorsa, bunlar da ruhi hadiselerin köklerini daima d ış tesislerde,<br />
fizik veya biyolojik hadiselerde aramak üzere onlara i i m i bir mahiyet<br />
vermek istiyorlard ı .<br />
I) Yeni natüralist psikolojinin kökünü Kantin relativisme'inde aramak<br />
laz ımdır: Madem ki bilgimiz izafidir, biz yaln ız hadiseleri bilebiliriz,<br />
öyleyse ruhun da mahiyetine nufuz edemeyiz (yani Kant' ın tabiriyle onun<br />
noum&ne'ini bilemeyiz. Ancak görünü şlerini bilebiliriz.) O halde spiritilalistlerin<br />
istedikleri gibi ruhun mahiyetine, özüne nufuz etmeye çal ışmadan<br />
yaz geçmeli, yaln ızca ruhi hadiseler aras ındaki milhasebetleri, onlar ın kanunlar<br />
ım tesbite çal ışmalıdır. İşte Kant' ın bu temel fikrinden hareket eden<br />
Herbart'a göre biz fizik tabiatta ve — yüksek ıs ın ın dayatma gücümüz<br />
dışında kalan as ıl niteliğini ancak ısı ölçüsü ile idrak edebildi ğhniz, as ıl<br />
niteliği bu ölçü dışında kawayamad ığun ız gibi, ruhi hayatta da as ıl ruhi<br />
nitelikleri değil ancak onlar ın ölçebildiğimiz kısmını kavrayabiliriz; Weber,<br />
Fechner ruhi hadiselerin ölçülmesini kanunla ifadeye çal ışt ılar. Onlara<br />
göre ruhi hadiseler ancak fizik muadilleri ile ölçiikebilir. "Mahiyetler ve<br />
yarat ıklar ona aittir" ayeti bu iki alemi i şaret ediyor. Çünkü fizik hadiselerde<br />
ölçülmeye elveri şli birimler vardır. Weber'e göre duyumlarla uyar ımlax<br />
tersine orant ılıdırlar. Fechner'e göre duyular uyar ımlar ın logaritmas ı<br />
ile orant ıl ıd ır. Bir defa duyumlar ölçülünce art ık onlara dayanan daha üstün<br />
ruhi olaylar ın da ölçülmesine girilebilecektir. Bu suretle yap ılan ara ştırmalar<br />
Psycho - Physique ceryan ı adı ile tanınd ı . Şuur eşiğini tayin eden,<br />
duyumlar ı ölçen aletler yap ıld ı. Psiko-fizik laboratuvarlar ı kuruldu. Psikoloji<br />
böylece metafizike ba ğlı bir bilgi, yahut "roman" psikolojisi olmaktan<br />
ç ıkarak "ilmi" olduğu iddia edilen bir disiplin haline geldi. Fakat psiko-fizik<br />
hiç bir zaman duyumlar ın ölçülmesinden yukar ı ç ıkamadı .<br />
2) Öte yandan yine Descartes' ın bir faraziyesinden hareket ederek<br />
ruhi hadiseleri daha geni ş mikyasta ölçmek mümkün oldu ğunu iddia ettiler.<br />
Bu da ruhla beden aras ındaki muvazilik (paraUlisme) faraziyesidir.<br />
Descartes ve onun yolunda gidenlere göre ruh ve beden iki ayr ı cevherdir.<br />
82
Birbirine tesix edemezler; Halbuki ruh hadiseleri ile beden hadiseleri aras<br />
ında daima bir beraberlik görülmektedir. Bunun sebebi bu iki cevherin<br />
Allah taraf ından birbirine muvazi olarak düzenlenmi ş olmas ıdır: O suretle<br />
ki birinde bir değişme olduğu zaman ötekinde de olsun. Ayni görüşü<br />
ileri götüren Spinoza'ya göre bu muvazili ğin sebebi ruh ve beden arasındaki<br />
daha s ıkı bir bağl ıl ıkt ır. Onlar ayni cevherin iki s ıfat ı (attribut)<br />
d ırlar; bundan dolay ı Allah' ın bu iki cevher aras ında devaml ı olarak ayarlay<br />
ıc ılığına lüzum kalmaz; Çünki zaten sonsuz s ıfatlar ı olan ve sonsuz olan<br />
tek cevher vard ır. Bu cevher de yarat ıcı olması bakımından Allah (nature<br />
naturans) yarat ılmış olmas ı bak ımından tabiat (watura n,aturata) dır. Onun<br />
bizce bilinen iki s ıfatı, yani ruh ve beden aras ındaki muvazilik - asl ında<br />
- aym cevhere ba ğlı olmalarından ileri gelir. Spinoza'n ın görüşü İslam<br />
dünyas ındaki vandet-i vilcutculara benzer. Şu farkla ki vandeti vücut<br />
(bilhassa Muhyiddin b. al-Arabi'da) tek varl ığın Allah olduğunu kabul<br />
eder; âlemler onun tecellisi ve zuhurudur. (Yani âlem ve e şya tam- ısal varlığın<br />
sıfatlarından birinin tecellisidir. Allah' ın sonsuz s ıfatlar ından bir çok<br />
alemler zuhur edebilir. Bu ikinci görü ş felsefi köleleri bak ımından yeni<br />
eflatunculuğa bağlıdır. Ploti 'nus'a göre de âlem tek varl ık olan Allah' ın<br />
tecellisidir, ondan ç ıkmışt ır, ~dür etmiştir).<br />
Muvazatc ılık görüşü neticede psikolojide psiko fizyoloji denen cereyanın<br />
doğmas ına yard ım etmiştir. Bu prensipe dayananlara göre madem ki<br />
ruhla beden aras ında tam bir muvazilik vard ır, öyle ise bedendeki de ğişmeleri<br />
tetkik etmek suretile ruha ait bütün de ğişmeleri de ilmî bir yönden incelemiş<br />
oluruz: Heyecanla kalp çarpmas ı, kan dolaşımı, dikkatle adalelerin<br />
kas ılması, sinir gerginli ği, hafıza ile beyin merkezlerinin i şleyişi, v.s. aras<br />
ında paralellik vard ır. Psikoloji ruhi hadiselerin fizyolojik muadillerini<br />
(corrlat) incelemek için eski psikolojinin belirsizli ğinden kurtulduğuna<br />
inanıyordu. Wundt bu yoldan ince-idrak, (1) irade, v.s. hadiselerini<br />
Th. Ribot haf ıza, dikkat, irade, ki şilik vs. yi aynı yoldan incelemekle<br />
kalmadı, Claude Bernard' ın fizyolojide kullandığı patoloji metodunu (1)<br />
psikolojiye tatbik etti. Ruhi melekelerin çözülmü ş şekillerini inceleyerek<br />
onlar ın normal durumlar ını anlamak mümkün oldu ğunu gösterdi. Psiko -<br />
fizyoloji ilimci görüşe ve labo-ratuvar psikolojisine büyük cesaret verdi;<br />
Hele beyinle dü şünce aras ındaki münasebete dair incelemeler bu cesareti<br />
büsbütün artt ırdı. Gall'in phırbbo/ogie'sindenberi bu münasebet sezilmeye<br />
başlamıştı. Broca'n ın konu şma merkezini bulmas ı, Bastian ve WExnicke'-<br />
nin hareket, ifade merkezlerine ait incelemeleri bu görü şü müsbet sahaya<br />
(1) Apereeption<br />
83
soktu. Broca sol yar ım beynin al ın kısmın ın üçüncü lobe'u üzerinde bir zedelenme<br />
olduğu zaman hastan ın konu şma kabiliyetini kaybetti ğini gösterdi.<br />
Sonra da (Almanyada Meynert, Fransada Grasset) bu tecrübeleri sistemli<br />
bir nazariye haline koydular: Bütün ruhi hadiselerin beyinde birer<br />
merkezi oldu ğunu iddia ettiler. Böylece a şağı ruh merkezleri, yukar ı ruh<br />
merkezleri (1) diye ikiye ayr ılan bu merkezler tamamen ke.5fedildi ği zaman<br />
art ık ruhun s ırf fizyolojik bir yönden aç ıklanabilecegine ina ııılıyordu. Görülüyor<br />
ki psiko-fizyoloji sonunda paralellik faraziyesini de a şarak tamamen<br />
fizyolojik ve maddeci aç ıklamaya ula şdı. Böyle bir aç ıklamada ruhi<br />
hayat art ık uzviyetin "muvazi" si de ğil gölge hadisesi (piphenom61,o)<br />
haline geliyordu.<br />
4. NATIYRALIST PSIKOLOJININ BAŞARISIZLIKLARI<br />
Fakat psiko-fizyolojinin cesareti k ısmen tecrübelerinden ise de, büyük<br />
mikyasda orada ak ıl yürütme yolu ile ç ıkar ılan "faraziyelerden" ileri geliyordu.<br />
Yeni tecrübeler eskilerini k ısmen yalanlad ıkça bu ekol de gerilemek<br />
zorunda kald ı. Önce Pierre - Marie haf ıza hastal ıklarına ait klinik çalışmalar<br />
ında beyin merkezleri faraziyesinin sakatl ığına dair baz ı deliller<br />
gösterdi. Biraz sonra Goltz köpeklerde beyin k ışrını kazmak suretiyle<br />
baz ı tecrübeler yapt ı. Bu köpeklerin postac ılık, araba çekme gibi otomatizmleri<br />
kaybettiklerini, fakat sonradan onlara ayn ı şeylerin öğretildiğini<br />
ve tekrar beyinleri aç ılınca bozulmuş merkezlerin tamir edilın<br />
i ş olduğunu gösterdi. Buradan anla şıl ıyordu ki beyinde uzvi (organik)<br />
merkezler yoktur. Fakat al ışkanl ıkla meydana gelen merkezle şmeler<br />
veya bölgeler vard ır. Eğer insanda da merkez veya bölge denen<br />
şeylerin uzvi de ğil fonctionnel olduğu, al ışkanl ıkla te şekkül etti ği anla şıl ırsa<br />
bu eski görü ş esasl ı bir surette sars ılmış olacakt ır. Vakfa bu tecrübelerden<br />
bir iki y ıl önce Bergson (yeni tenkitlerden cesaret alarak) "madde ve<br />
haf ıza" adl ı kitab ında beynin asla haf ızayı ve ruhi hadiseleri aç ıklayam ıyacağı,<br />
ancak onun şart ı olacağını iddia etti. Onca beyinle ruhi hadise aras<br />
ında ne muvazilik, ne sebeblilik münasebeti vard ır, ruhi hadiseler beden<br />
hadiselerinden mahiyette ayr ılırlar. Bunlar mekana ait olduklar ı ve ölçü<br />
kabul ettikleri halde, birinciler zamanda cereyan ederler, ölçü kabul etmezler.<br />
Beden hadiseleri bölünebilirler, halbuki ruhi hadiseler kalitatif (keyfiyet<br />
hadiseleri) dirler. Kendilerine mahsus vas ıfları, sürekli ve kalitatif<br />
bir olu ş, çoklnkta birlik halindeki bir ak ış (bir cereyan) olmalar ıd ır.<br />
64<br />
(1) Psychisme s~rieur ve Psychisme infC-rieur merkezleri denmektedir,<br />
(Grasset, La Biologie Humaine).
Bergson ruhi hayat ın kendine mahsus olan bu vasf ına süre (dur&)<br />
diyor. Muvazilik faraziyesine kar şı ileri sürülen bu şiddetli feisefi tenkitler,<br />
sonradan yeni tecrilbelerle de kuvvetlendi; eskiden insan beyni üzerinde<br />
istenildiği kadar tecrübe yap ılam ıyordu. Birinci cihan harbinde beyni<br />
zedelenmi ş hafıza hastalar ına ait mü şahedelerin çokluğu bu imkan ı haz<br />
ırladı. Fransa'da Georges Dumas, İngiltere'de Holmes, Head konu şma bozukluğu<br />
konusu veya sistemli haf ıza bozukluğuna ait say ısız vakalarla karşılaştılar.<br />
Bu hastalardan ço ğunun belirli beyin bölgesinde zedelenme veya<br />
sars ınt ı ile birlikte bu marazi ruhi hadiselerin meydana ç ıkmış olduğunu,<br />
fakat sonradan cemiyete intibak ve yeni al ışkanl ıklar ın kazan ılması suretiyle<br />
bu ruhi meleklerin tekrar kazan ıldığın ı gördüler. Bu tecrübeler<br />
bir yandan ruhi hadiselerin uzviyete (beyin süreçlerine) do ğrudan doğruya<br />
bağlı olmadığın ı, hatta tam tersine ruhi al ışkanl ıklar. otornat ı zmler, intibak<br />
v.s.. süreçleri sonunda bozulan merkezlerin yeniden kuruldu ğuna göre<br />
ruhun uzviyet üzerine tesiri oldu ğunu gösteriyor; bir yandan da bu al ışkanl<br />
ıkla= insanı ku şatan içtimai çevre şartlar ına bağlı olduğunu, tesadüfi<br />
olarak te şekkül etmedi ğini meydana koyuyordu. (Bu ikinci aç ıklama<br />
yolu bilhassa Halbwachs taraf ından "Haf ızan ın içti/nal Kadrolar ı",<br />
"Kollektif haf ıza" gibi eserlerde gösterilmi ştir.) Sosyo-Psikoloji denen<br />
ikinci aç ıklama tarzm ın doğruluğu bir yana b ızak ılırsa (ki bunun münakaşas<br />
ını daha önce yapm ıştık), her halde bütün tecrübeler eski psiko-fizyolojik<br />
faraziyeye dayanan aç ıklamalar ın sakatl ığın ı gös'„ermektedir.<br />
Heyecanla ifadesi aras ındaki s ık ı münasebet bir k ısım psikologların<br />
dikkatini çekmi ş ve buradan ifadenin önce, heyecan ın sonra geldi ği şeklindeki<br />
paradoksal nazariyeyi ortaya atm ışlard ı. (Bu nazariye zamanda ş<br />
olarak W. James, Lan ğe taraf ından formül haline konmu ştur.) Bu nazariye<br />
şunu demek istiyordu; Biz bir fikrin tesiri neticesinde bir duygu halini<br />
kazanm ıyoruz, duymuyoruz, fakat fikir belirli ifade tarzlar ını (mesela ağlamak,<br />
gülmek, titremek, sararmak) do ğuruyor, ve bunlar heyecan ı meydana<br />
getiriyorlar. Burada materyalist nazariyenin ba şar ı kazanmas ı için<br />
yeni bir kap ı aç ılmış gibi görünüyordu. Fakat gerçekte buradaki "fikir -<br />
ifade - heyecan" formülü aldat ıcı idi. Çünkü heyecanla ifadesi aras ında<br />
öncelik- sonral ık münasebeti kurmak, fiilen imkans ızdı. ifadenin ortadan<br />
kaldw ılmasiyle heyecan ın kay ıp olduğuna dair tecrübeler, hakikatte ifade<br />
ile beraber heyecan ın kaldır ılmasından, ikisinin bir bütün te şkil etmesinden<br />
ileri geliyordu. Bu bütünde ifadeyi (maddi alametler) sebeb farzetmek<br />
için elimizde hiçbir delil yoktur. Heyecanla okadar bütün te şkil<br />
ederler ki, ifadeyi azaltt ıkça heyecan za,y ıfladığı gibi, tersine, heyecan ı<br />
artt ırd ıkça ifade de kuvvetlen,ir. Goldstein ve talebelerinin psikoloji ve<br />
F.: 5 65
fizyoloji üzerinde yapt ıklar ı araşt ırmalar ruhla bedenin bütün olarak görülmesi<br />
fikrini kuvvetlendirdi. Psychosomatique t ıp çal ışmalar ı da ayni<br />
esasa dayanmaktad ır. Tıbb ın bu yeni şekli ruhla bedeni ayr ı cevher sayan<br />
Descartes'ç ı görü şten olduğu kadar her türlü "sebeblik" görü şlerinden,<br />
hatta bu iki alan aras ında tasarlanan kar şılıklı tesir Weehselwirkung<br />
fikrinden uzakt ır. Ruh bedenin veya beden ruhun sebebidir demek ne kadar<br />
yanl ışsa iki ayrı cevher aras ında karşılıklı tesir vard ır demek te ayn ı<br />
derecede yanl ıştır. Ancak, insan, strüktür'ünde (1) bütüne ait fonksiyonlarla<br />
parçalara ait fonksiyonlar ın ruhi ve uzvi dedi ğimiz iki manzara halinde<br />
ele al ınması gerekir (2). Psychosomatique (3) görü şün eskiden Spinoza<br />
taraf ından farkl ı olarak ifade edilmi ş olan fikri tecrübi sahaya naklettiği<br />
görülüyor. Fakat bu yeni ara şt ırma ve metodun problemi ne dereceye<br />
kadar aç ıklad ığı henüz kestirilemez. Bütün bu ara şt ırmalar ın, ilim sahas<br />
ındaki müsbet ve pratik faydalar ındar, ba şka, burada bizi ilgilendiren ciheti<br />
bilhassa s ırf fizyolojik aç ıklaman ın psikoloji alan ındaki ba şar ısızlığını<br />
göstermesidir.<br />
Buna rağmen laboratuar psikolojisi "suur" faraziyesinden vazgeçerek<br />
ruhi hadiseleri aç ıklama yolunda isrardan geri kalmad ı. Amerika'da<br />
Watson bu eski metotlar ı bir yana b ırakarak ruhi hayat ı çevre uyar ımları<br />
ile uzviyetin cevaplar ı aras ındaki münasebetten ç ıkarmaya çal ışt ı. Ona<br />
göre bu uyar ı m-Cevap mekanizmas ından doğan davran ışlar<br />
(behavior) gittikçe kompleksle şerek hayvan ve çocuktan olgun ve tekâmüllü<br />
insana doğru geli şen ruhi hayat ı doğurur. Bu yeni psikoloji eski<br />
laboratuar mekteplerine kar şı ileri sürüldü. O tenkitlerden kendini şu suretle<br />
koruduğuna kanidir: ruhi hayat fizik veya fizyolojik hayat ın mah-<br />
sulü değildir. Onun kendine mahsus (sui-g ..n&is) bir alanı vard ır: Bu<br />
da onun davranışlar, vaziyet al ışlar (tav ırlar) dediğimiz biyolojik âlemden<br />
ayrı mahiyetinden ileri gelir. Bir insan ın,(ya şl ı, çocuk veya iptidal olsun)<br />
ve hayvan ın yak ın çevre ile münasebetinden (canl ı, cans ız, şuurlu<br />
çevre) ald ığı tav ırlar ı art ık eski ekollerde oldu ğu gibi fizik veya biyolojik<br />
âlemin eşdeğer kanunlariyle ifadeye ne lüzum ne de imItân vard ır. Çünkü<br />
bunlar uzviyetin çevreye cevab ı halinde yolu üzerinde ç ıkan yeni hadiselerdir.<br />
Bununla beraber bu yeni psikoloji (behaviorism) aç ıklamalar ında<br />
yine de tam manas ı ile ilimci hatta maddeci olmak iddias ıudad ır. Çünkü<br />
cevaplar halinde göz önüne al ınan ruhi hadiselec-de ben veya ki şi gibi<br />
hiç bir manevi cevher birli ğinden hareket edilmemektedir. Behaviorism<br />
66<br />
(1) Buna, yap ı, bünye diyoruz. Fakat s ırf biyolojik, maddi anlamlar ı ile ,<br />
karıştırılmamas ı için kelimeyi aynen kullan ıyoruz.<br />
(2) Goldstein, La strueture de l'orgaruisme<br />
(3) E. Weiss et S. English, Me- deeine Psychosomatique, 1952
duyulardan değil reflekslerden ve hareketten ba şlar, ve ruhi hayatta fiili<br />
hadiseleri temel olarak al ır. Ancak bütün cevaplar mutlaka uyar ımlara<br />
bağlıdır. Tıpk ı duyularla uyarunlar aras ında münasebet arayan psiko -<br />
fizik gibi bu görü ş te ruhi hayat ı fizik veya sosyal çevrenin tabii (fonc-<br />
Kan) olarak mekanik hadiselere indirmektedir. Mekanik ilminde her tepki<br />
nas ıl bir etkinin eseri ise, bu görü şte her ruhi cevap bir çevre uyar ımmın<br />
eseridir. Bu dar anlay ış, sonunda, t ıpk ı psiko-fizik gibi behaviorism'in<br />
başar ısızlığına sebeb oldu. Yüksek ruhi hadiselere do ğru ç,: ıkt ıkça aç ıklama<br />
imkanlar ı zay ıfladı. Psiko-fizikçiler nas ıl duyumlar derecesine saplamp<br />
kald ılarsa bu yeni cereyan da refleks derecesine saplan ıp kaldı .<br />
Nitekim Bechterev ve Pavlov reflekslere ait yapt ıkları lavoratuvar<br />
tecrübeleri ile bunu bir klinik psikolojisi haline koydular. Pavlov " şartl ı<br />
refleks" ad ım verdiği hususi bir refleks nevini köpeklerde tecrübe etti. Köpeğe<br />
et verilirken ayn ı zamanda ç ıngırak çal ınıyor, veya elektrik aç ılıyordu.<br />
Köpek eti gördüğü zaman ağzı sulamyor, (tükrük gucklesi tepki yap ıyor)<br />
: Bu adi bir refleksdir; onunla beraber cereyan eden hadiseler (çingırak<br />
sesi, elektrik ışığı ) bu refleksin şartland ır. Daha sonra bu şartlar-<br />
dan herhangi birinin tekrar edilmesi ayn ı refleksin do ğmas ı için yetiyordu.<br />
Bu da gösterdi ki köpek, refleksi bir şartlar mecmuu içinde yapmakta<br />
ve şartlardan her hangi biri ayn ı refleksi doğurabilmektedir. Biz buna<br />
klasik psikoloji tabiriyle "hatırlama" veya ruhi refleks diyoruz. Eskiden<br />
adî refleksden hat ırlama veya ruhi refleks denen hadiseye atlamak im-<br />
kans ızdı. Pavlov'a göre hayvan ve insan psikolojilerinin a şağı derecede<br />
ruhi hadiselerele yüksek ruhi hadiseleri birbirinden ay ıran m a h i y e t<br />
f a r k ı buradan geliyordu. Fakat e ğer " şartl ı refleks" çağrışım ı, ruhi<br />
refleksleri açakl ıyabilirse, art ık böyle bir duvara lüzum kalm ıyacakt ır. Görülüyor<br />
ki Pavlov'un reflexologie'si, behaviorisme'i daha ileri götürmekte<br />
ve tamamen tecrübi şekle sokmaktad ır. Fakat acaba köpeklerde yap ılan<br />
bu tecrübelerden yüksek ruhi hadiselere geçildi ği tecrübelerle gösterilmi ş<br />
midir? Bu her şeyden önce " şartl ı refleks" ile "hayal" hadiselerinin aynılığını<br />
isbata, bağlıdır. Eski psikoloji gibi bu günkü tecrUbi *psikoloji de<br />
bunda tamamen aciz olduğunu göstermektedir. Bizde "ruhi refleks" dediğimiz<br />
hadisenin görünü şte sebebi refleks de ğil hayaldir. Çünkü biz tatlı<br />
bir şeyin hayalini hat ırlay ınca ağzımız sulan ır. Halbuki şartl ı refleksde<br />
mesele aksinedir. Bundan ba şka bütün ara şt ırmalar köpeğin iki şarta<br />
bağl ı refleksinden yukar ı ç ıkamad ı. Halbuki hedef son derece kompleks<br />
bir içtimai çevredeki say ıs ız şartlar taraf ından tayin edilen reflekslerle insana<br />
ait bütün ça ğrışımları, hayal-hat ıraları aç ıklamakdı. Ayrıca şartların<br />
say ısı da mühim değildi. Farzedelim ki çok kompleks bir sartlar mec-<br />
67
muu içindeki refleksi ayn ı metotla tetkik ettik; ve bu şartlardan bir veya<br />
birkaç ının tekrar ı ile ayn ı refleksi doğurttuk. Bununla ne anla şılacakt ır?<br />
Şartlar mecmuu ile tekrar eden refleks aras ında münasebet oldu ğu. Fakat<br />
unutuluyor ki ikisi aras ına yeni bir hadise kar ışmaktad ır. Bu da "hayal"<br />
dir. Hayal mahiyette ne şartlar kompleksine, ne reflekse benzemektedir.<br />
Her ikisine de imal mümkün de ğildir ve as ıl ruhi file.m de buradan<br />
başlamaktad ır. Hayali kendisi ile beraber cereyan eden yanda şlarma<br />
(coloilaire) irca etmek onu ortadan kald ıramaz, böyle bir hareket hayat ı<br />
yandaşları olan fiziko şimik hadiselere ircadan farks ızd ır. Hayalin "bilinmeyen"<br />
bir zamanda ve "bilinmeyen" sebeblerle bu şartlar üzerinde<br />
meydana ç ıkmış üstün bir tabiat hadisesi oldu ğunu söyliyerek cevap vermek<br />
istenirse, mesele art ık tabiat ilimlerinin klasik alan ı dışına ç ıkmış<br />
olacakt ır. Burada bu "bilinmeyen" zaman ve sebeblerin "günün birinde"<br />
bulunacağına inanmak ve bunu beklemekle bilinmeyen bu amillerin bilinemez<br />
ve ak ılla kavranamaz bir uçurum oldu ğunu (hiatus irratonal:s)<br />
söylemek aras ında karar vermek ilim adam ından ziyade filozofa dü şen bir<br />
iş olarak görünüyor. ilirn tarihi, filmin bu günkü verileri, felsefi dü - üncenin<br />
geli şme tarz ı bu meselede bütün varl ık derecelerini ve aralar ındaki milnasebetleri<br />
ak ılla aç ıklama yolundaki temennilerin. ba şar ısızlığa malıküm<br />
olduğunu göstermektedir. Has ılı varlığın daha a şağı dereeleriyle u ğra şan<br />
ilimlerde olduğu .gibi insanla ve onun ruhi dediğimiz faaliyeti ile uğraşan<br />
ilim de hayvanla iwan aras ındaki d ıvarı kaldırmak imkanindan uza:: bulunmaktad<br />
ır.<br />
Basite irca'c ı veya tabiatç ı (naturaliste) dediğimiz görü ş -bütün bunlara<br />
rağmen- mukavemetten vazgeçmiyor. Reflexologie ve Behaviorisme<br />
kendi başar ıs ızl ığın ın metod yetmezli ğinden ileri geldiğini söyliyerek, baz ı<br />
düzeltmeler yapmaya çal ışıyor: "ruhi hayat ı mekanik kanunlar ına irca<br />
etmek (veya tabiatta umumi bir mekanizmin hüküm sürdü ğünü farzetmek)<br />
doğru değildir. Tabiatta daima kar şılıklı tesirler, çat ışmalar, terkipler,<br />
sürekli bir ilerleme şeklinde olm ıyan (adeta inkilâplar weramalar manzaras<br />
ı gösteren) yükselmeler ve de ğişmeler vard ır." Bu görü şün umumiyetle<br />
Hegel ve Marx'tan mülhem oldu ğunu söyleme ğe lüzurn yoktur. E ğer<br />
hakikatta tabiat bu tarzda de ği şmelere sahne oluyorsa ruhi hayat ın aşağı<br />
derecsinden yukar ı dereclerine ç ıkışı da ayni tarzda aç ıklanmal ıd ır. Bu<br />
yeni metodu benimsiyenler buna Behaviorisme dynamique diyorlar: onlara<br />
göre idrak, ktimai norm'lar, benli ğin ve iradenin te şekkiiiii bu kar şılıkl ı<br />
tesir şemasiyle aç ıklanabilir. Bu metodla Kurt Lewin ve talebeleri çal ıştılar<br />
(1). Murphy k ısmen bu istikamete girdi. Talebelerinden M. Sherif,<br />
, 68<br />
(1) Kurt Lewin, Field Theory in Social Science, 1948.
önce yaln ız, sonra Cantril'le birlikte baz ı araştırmalar yapt ı (1). Fakat<br />
bu ara şt ırmaların bir kısm ında diyalektik materyalism pe şin faraziye olarak<br />
kabul edildi ği için neticelerin objektifli ğine hükmetmek hayli güçtür.<br />
Yeni ara şt ırmaların son senelerde itibar kazanmas ının sebebi mekanik<br />
Behaviorism'e kar şı ileri sürülen, tenkidlerden kendini korumas ından fazla<br />
olarak türlü istikametlerdeki psikolojik görü ş ve metodlan (mesela.<br />
Gestalt psikolojisi, psikanaliz, anlay ıc ı psikoloji v.s.) ayni aç ıklama içinde<br />
birle ştirmeye çal ışmas ından ileri geliyor (2). Fakat dinamik Behaviorisme,<br />
hatta daha geni ş Social Behaviorism şeklinde dahi esas postüla's ı olan,<br />
ruhi hayat ı "Davran ış" hareket denilen basit olaylara irea etmeden vaz<br />
geçemez. Yani, ruhi hayatta, biyolojik hayattan farkl ı olan şuuru, benliği,<br />
kişiliği kabul edemez. Tam tersine bunlar ı b a s i t l er yard ı -<br />
m i y 1 e aç ıklanmas ı istenen neticeler olarak görür. Bu yeni metoda göre<br />
hayal olay ı, hangi tarzda olursa olsun, ilk elemanlara irca edilmi<br />
ş değildir. Bununla beraber " Şuursuz" psikoloji görü şünün yeni bir<br />
hamlesi olduğu için bütün aç ıklamalar ında ondan vaz geçme ğe de mecburdur.<br />
Uzviyeti çevre kar şısında yaln ızca al ı c ı veya pasif saymakia<br />
aktif saymak aras ında metod bak ım ından fark olsa da ruhi hayat ın<br />
anlaşılmas ı bak ım ından fark yoktur. Her şeyden önce insan ı hayvandan<br />
ay ıran barim vas ıflar üzerinde durulmamakta, insan ın zaman bir olu ş, tarihi<br />
ve haf ızavi bir varl ık olduğu, insan ın kendini objektifie ştirdiği ve<br />
hayvanda bu güçlerin asla bulunmad ığı görülmemektedir. (Bu noktalar<br />
bilhassa Max Scheler taraf ından gösterilmi ştir).<br />
5. İNSANCI PSIKOLOJI (Aç ıklama ve Anlama)<br />
Has ıl ı natüralist psikoloji, her ba şar ıs ızlığında kar şısına daima insanc<br />
ı (humaıniste) psikolojinin ç ıktığını görmektedir. Bu gün l ıayvanla<br />
insan aras ındaki mahiyet fark ı üzerinde ısrarla duran görü şe felsefi antropoloji<br />
deniyor. Bu yoldaki çal ışmalar Darwin'denberi postüla gibi kabul<br />
edilen fikirlerin sars ılmasiyle başladı. Van Bolk ilk defa insan ın, maymun<br />
tekknülünden çikan bir varl ık değil, ayr ı bir tekamül dal ı (hominid0<br />
olduğu fikrinden hareket etti. Insan ın ana karnandaki teşekkülü<br />
yar ım kalmış olarak doğmakta ve phwtus ancak do ğduktan sonra<br />
uzun bir devre içinde tamalanmaktad ır. Insan ın uzviyetge maymundan<br />
daha üstün de ğil, hatta yetmez bir varl ık olu şu y et i ş m e ve büyüme<br />
ça ğında kendini tanımlamak için büsbütün farkl ı bir hayat tarz ı<br />
(1) Sherif, Psychology of Social Norms; Cantril and Sherif, Ego Involvement;<br />
(2) Murphy, Introduction to Social Psychology<br />
69
geçirmesine ve böylece terbiyenin, içtimai çevrenin, içtimaile şmenin meydana<br />
gelmesine sebeb olmu ştur. Bu aç ıklaman ın ne derecede tatmin edici<br />
olduğunu burada ara ştıracak değiliz. Yaln ız bizim için mühim olan nokta<br />
yeni an'zopolo ğlarda art ık maymundan üreme faraziyesinin zay ıflamıs<br />
ve hatta birçoklar ında tamamen kaybolmu ş olmas ıdır. Bu gün bizzat<br />
naturalistler dahi insan ı maymundan ayr ı bir nevi, ayr ı bir tekamill<br />
olarak görmede birle şiyorlar.<br />
Öte yandan insana ait olaylar ı mahiyet olarak tetkik eden ph,61crmnologie<br />
(daha önce gördü ğümüz gibi) psikolojide ba şar ılı neticeler verdi. K ısmen<br />
filozoflar (Sartre, Jaspers, Gabriel Marcel, v.s.) taraf ından yap ılan<br />
bu araşt ırmalar, k ısmen de as ıl psikologların elinde ilerlemektedir' (Brentano,<br />
v.s.). Bu tarzda idrâk, dikkat, haf ıza, heyecan v.s. olaylar ı, hatta as ıl<br />
benlik, suur, ki şilik tetkik edilmektedir. İnsanc ı psikoloji ile natüralist psikoloji<br />
aras ındaki s ın ır üzerinde do ğmu ş bazı cereyanlar da vard ır: bunlar<br />
-tefsir tarz ına göre- bazen, biri bazen öteki hesab ına çal ışmaktad ır. Bu cere-<br />
yanlardan bilhassa ikisi üzerinde d ı=ally ız ki bunlar da Gestal', psA.colojisi<br />
ile "Derinlik psikolojisi" dir. Gestalt fikri ilk defa Ehrenfels taraf ından<br />
musiki melodilerinde ileri sürüldü, (1890). Ona göre bir melodi kendini<br />
teşkil eden ses tonları toplam ından daima fazla bir şey, bir şekil, bir<br />
strüktür'dür. Çünkü ayni tonlar toplumundan tamamen farkl ı türlü türlü<br />
melodi şekilleri meydana gelebilir. Sonradan bu görü ş bütün psikolojiye<br />
yay ıldı. Wertheimer, bunu hareket idarkine tatbik etti. Filimde<br />
gördüğümüz haseket sabit figürlerin yanyana gelmesinden has ıl olan bir<br />
hareket görünü şü (Schen-bewegung) dür. Halbuki as ıl hareket sabit<br />
lâhzalar ın yanyana gelmesiyle elde edilemez: sürekli bir bütün, bir Gestalt'-<br />
t ır. Bu fikir önce Bergson taraf ından da haz ırlanmış bulunuyordu. Şekilellere<br />
göre idrak duyumlar ın toplam ı değil, onlar ın üstünde bir stürktür'dür.<br />
Ayni metod daha sonra hislere, kararlara, iradeye de tatbik edildi. Fakat<br />
burada tecrübe alan ını a şan bir mesele meydana ç ıkt ı. Acaba insan fizik<br />
alemde mevcut şekilleri mi kavr ıyor, yoksa fizik dünyaya bu " Şekil"leri<br />
kendisi mi empoze ediyor? Fizik alan ında da Gestalt'lar oldu ğunu ileri sürenler<br />
(billurla şmalar, uzvi kimya bütünleri, atomun bünyesi v.s.) ruhi<br />
olay ı onun bir neticesi gibi gördüler. " Şekil"lerin insan ruhu taraf ından<br />
e şyaya verildiğini kabul edenler Kant' ın a priori'lerine benzer bir görü şle<br />
psikolojik olaylar ı açıklamaya kalktılar. Tecrübeler fizik ve biyolojik<br />
Gestalt'lar üstünde ayr ıca psikolojik Gestalt'lar oldu ğunu gösterdi ği için,<br />
bu münakaşalar ın bir hal şekli bulmas ı mümkündür. İkinci bir güçlük insan<br />
psikolojisinde ba şlay ıp sonradan hayvan psikolojisine yay ılmış olmas<br />
ından ileri geliyor. (Mesela Köhler "Yüksek Maymunlarm Zekas ı" adli<br />
70
eserinde Tenerif 'de maymunlara ve tavuklara ait yapt ığı şekil tecrübelerini<br />
anlatmaktad ır). Köhler yolundaki çal ışmalar şekil psikolojisinin<br />
Behaviorisme'le ve maddeci aç ıklamalarla birle şmesine sebeb oldu. Diyalektik<br />
materyalizrn yolundan psikoloji yapmak istiyenlerin Gestalt'ç ılarla<br />
uzlaşma bu sayede mümkün oldu. Fakat unutmamal ıdır ki bu nihayet,<br />
çok geni ş olan Gestalt'ç ı tefsirlerin yaln ız birisine ve s ın ırl ı bir k ısmına<br />
dayanmaktad ır. Acaba hakikaten tavuk ve maymunlar üzerinde yap ılan<br />
"Bünye" tecrübeleri ile insan psikolojisindeki "Bütün"leri, rab ıta ve münasebetleri<br />
kavray ış ayni mahiyette midir ? Burada da -ba şka alanlarda<br />
olduğu gibi- karşımıza ayni güçlükler ç ıkmaktad ır: İnsan eşyayı yaşanmış<br />
bir zaman olu şu içinde kavr ıyor: hayvanda bunun bulundu ğuna dair<br />
elimizde hiçbir delil yoktur. Tam tersine hayvan haf ızas ı mekanik ve zamans<br />
ız haf ıza olarak görünüyor (fil ve develerin kinine ait misallerde görüldüğü<br />
gibi). İnsan kendini ve d ış dünyay ı ay ıedığı gibi, kendi ruhi hayat<br />
ım da dış dünya haline koyabiliyor, yani objele ştirebiliyor. Descartes'-<br />
in c o g i t o e,r g o s u m (=dü şünüyorum o halde var ım) demesi<br />
bu objele ştirmenin en bariz misalidir. Kendi benli ğiınize bir obje gibi bakmakla<br />
kalm ıyor, bütün değerlendirmelerimizi (yani, duygular ımızla hüküm<br />
verdiğimiz şeyleri) kendi d ışımızda objele ştiriyoruz. Bu olaylar insana<br />
mahsustur. Hayvan psikolojisinde bunlar ın benzerlerini bülma ğa imkan<br />
olmadığı gibi ondan yükselerek insan psikolöjisine geçmek de kabil de ğildir.<br />
Has ıl ı Gestalt psikolojisi esas ında tamamen insanc ı ve mahiyetçe hayvan<br />
psikolojisinden farkl ı bir metod içinde kurulmu ş ':ur. Köhler ve arkadaşlarının<br />
benzetme yollar ından faydalanarak bu cereyan ı tabiatç ı psikoloji<br />
lehine kullanmak imkans ızd ır. Bu alanda kar şılaştırma rımtodu en iyi neticeleri<br />
vermektedir. Bu sayede basitçi ve irca'c ı bir görüşe saplanmadan<br />
hayvanla insan ı, normalle patolojiki, insan yavrusu ile hayvan yavrusunu en<br />
müsait şartlar alt ında mukayese etmek ve ruhi geli şme bak ım ından ara-,<br />
lar ındaki derin farklar ı meydana ç ıkarmak suretiyle, yanl ış tefsirlerden<br />
korunmak mümkün olmaktad ır. Mesela Kellog ailesi maymun yavrusiyle<br />
insan yavrusunu (çevre şartlar ından tecrid ederek) bir ya şına kadar beraber<br />
büyütmü şler ve ilk aylar ı her ikisinin ayni şartl ı refleks derecesinde<br />
bulunmas ına mukabil altı ayl ıktan sonra insan yavrusunun ötekini nisbetsizce<br />
aşan bir ruhi geli şme gösterdi ğini tesbit etmi şlerdir.<br />
İnsanc ı psikolojinin (1) ikinci yolu derinlik psikolojisi de denen<br />
Psycho-analyse cereyan ıdır. Freud taraf ından prensipleri ortaya konan<br />
ve sonradan A. Adler, Jung, Riwers, Otto Rank v.s. taraflar ından gelişti-<br />
(1) Agache' ın L'unilk de la psychologie adli kitab ı bu cereyanlar ın tenkit ve<br />
münak asas ın ı yapmaktadır.<br />
71
ilen bu cereyan ruhi hayat ın yüzünde kalm ıyarak "Şuur Alt ı", " Şuur D ışı"<br />
denen derinliklerine nüfuz etme ğe çal ışmaktad ır. Bu cereyana göre klâsik<br />
psikolojinin tetkik etti ği olaylar ruhi hayat ımızın yaln ızca yüzünden ibarettir.<br />
Bunlar bir denizin derinli ğine nazaran yüzündeki dalgalar kadar az<br />
yer almaktad ır. Freud ruhi hayat ın bu "şuur alt ı" derinliğine' nufuz için<br />
eski metodlardan farkl ı psychanalyse dedi ği bir nevi' çözümleme ve tefsir<br />
metodunu kullanmaktad ır. Şuur alt ı hayat ım ız maske alt ındad ır ve ilk<br />
bakışta kendini daima gizlemektedir. Fakat Aristo'nun vaktiyle Catharsis<br />
dediği bir "ruhi bo şaltma" metodu ile suje'yi dolambaçl ı yoldan sorguya<br />
çekmek, şuur alt ını meydana ç ıkarmak kabildir. Freud'e göre sulu: alt ının<br />
en mühim vasfı bir kompleks, yani temayüller yuma ğı veya dü ğümü te şkil<br />
etmelidir. Bu kör dü ğümün ip ucunu bulmak ve dü ğümü çözmek ruh hekimine<br />
dü şer. Bundan dolay ı bu metod her şeyden önce bir ruhi tedavi<br />
san'at ı olarak ba şladı. Ruh hekimliği (Psychiatrie) alanında eski görü şlerin<br />
hücumuna uğrad ı. Ba'z ı başar ılı tecrübeleriyle ciddi ilim muhitlerinde<br />
tutundu. Fakat Freud'ün ara ştırmas ı iki bak ımdan ç ıkmaza girme ğe<br />
mahküm idi: 1) Freud, şuur alt ını meydana geti ■rdiğini söylediği kompleksleri<br />
çözebilmek için, onlar ın ilk faktörlerine inmiye çal ıştı ; ve bunlar ı tamamen<br />
biyolojik hayatta arad ı. Kompleksi doğuran başlıca âmilin iki<br />
z ıd içgüdü (cinsiyet iç güdüsüyle korunma içgüdüsü) aras ındaki çatışma<br />
olduğunu iddia etti. Eğer böyle ise " Şuur Alt ı" âlem esas ında biyolojiye<br />
irca' edilmi ş oluyordu. Bu da yeni bir tarzda eski naturalist görii şün dirilmesinden<br />
başka bir şey değildi. Hâlbuki ayni içgüdüler (az çok farkla)<br />
bütün hayvanlarda mevcuttur. Fakat onlardan hiç birinde insanda gördüğümüz<br />
"Şuur Alt ı" kompleksler do ğmamaktad ır. Ba'z ı tabiiyatçilar ın<br />
hayvanlarda sun'i n e v r o s e meydana getirmelerini bu tefsir tarz ı<br />
ile kar ıştırmamal ıdır. Çünkü bu tecrübeler s ırf neurologie'ye aittirler. O<br />
hâlde kompleksi doğuran çat ışmalarda faktörlerin derece ve mahiyetçe<br />
farkl ı olmas ı lâz ımgelir. Bu ancak ruhi ve uzvi, içtimal ve uzvi, ba şka deyimle,<br />
insani ve uzvi iki varl ık derecesi aras ındaki çat ışma ile aç ıklanabilirdi.<br />
Nitekim Jung, üstad ın ın metodunu bu istikamette de ğiştirdi. Çatışman<br />
ın üst benlik (super-egc) ile benlik ve temayüller aras ında olduğunu<br />
gösterdi. Ayr ıca Freud de son kitaplar ında kendi fikirlerin,de ba'z ı<br />
doğrultmalar yapmağa mecbur oldu (1). Biz ayni buhran ı sosyolojik ve<br />
biyolojik iki varl ık seviyesi aras ındaki çat ışma ile aç ıklamağa çal ıştık ve<br />
ruhi hayat ın geli şmesinin bu suretle yap ılabileceğini iddia ettik (2). 2)<br />
Ayr ıca Freud, ruh hekimli ği alanında ba'z ı başar ılar gösteren metodunu<br />
72<br />
(1) S. Freu,d, Nouveaux Leçons de Psychanalyse Abrft ıS de Psehanalyse,<br />
trad. Anne Berman, P. U. F. Paris, 1955.<br />
(2) H. Z. Ülken, Cemiyet ve Marazi Şuur, 1931.
acele ta'mim yolu ile insan ilimlerinin bir çok alanlar ına yaymağa kalkt<br />
ı : "Totem ve Tâbu" adl ı kitab ında bütün dini hayat ın ve ı'tikadiann . doğuşunda,<br />
"Kollektif psikoloji ve benlik tahlili" nde muhtelif cemaatlar ve<br />
zümrelerin te şekkülünü (kilise, ordu, aile v.s.) ayni tarzda kolayca aç ıklamak<br />
istedi. Halbuki ruhi hayat ımızm iç yap ısını biyolojik kanunlara<br />
indirmek kabil olmadığı gibi, bu dar biyolojik aç ıklama yard ımiyle cemiyeti,<br />
içtimai değerler ve normlar ı aç ıklamak hiç kabil değildir. Freud'ün<br />
burada kulland ığı deliller gayet basit ba'z ı analojiler (benzetmeler) ve son<br />
derecede zay ıf, temelsiz faraziyelerdir. Mesela dinlerdeki h a r am ve<br />
mukaddeslik fikrini aç ıklamak için cinsiyet temayülünün bask ıya<br />
konmasından ibaret ruhi komplekse ba ş vuruyor. Halbuki ba'z ı etnolog ve<br />
kültür antropolog'lar ı (mesela Malinowsky, Riwers v.s.) gösterdiler ki ruhi<br />
kompleks kültür çevreleri aras ında deği şmektedir. Avrupa medeniyetinin<br />
patriyarkal ailesine mahsus olan Oedipus Complexus Polinezya'daki matrimonyal<br />
aile bünyesinde mevcut de ğildir. Orada bizim kompleksimize<br />
benzemiyen büsbütün ba şka bir ruhi hayatla kar şıla şıyoruz: rü'yalar ı rü'ya<br />
tefsirleri, kompleksi meydana getiren esas âmiller tamamen ayr ıd ır. O<br />
halde biyolojik temayüller temeli ile içtimai hayat ı, değerler ve normlar ı<br />
aç ıklamaya kalkmamal ıdır. Tam tersine, türlü içtimal bünyeler, de ğer,<br />
norm sistemlerine göre de ğişen ruhi kompleksler oldu ğunu görmelidir.<br />
İşte Freud'ün içinde bulunduğu bu iki ç ıkmaz onu kendi metod ve sisteminde<br />
doğrultmalar yapmağa mecbur etti. Bu gün kar şım ızda yekpare<br />
ve sistematik bir derinlik psikolojisi ve bir Freudisme yoktur. Ayni<br />
metodun türlü tefsir şekilleri vard ır. Jung, üstad ın' çok ast ığı gibi bizzat<br />
Freud de sonradan değişmi ştir. O halde geni ş okuyucu kitlesinin tan ıdığı<br />
ve bir çok acele ve yanl ış tefsirlerle dolu olan Freudisme (veya pansexualisme)<br />
yerine, düzeltilmi ş, insan ilimleri aras ında yer alm ış ve "Anlayıc ı"<br />
metodla tamamlanm ış bir derinlik psikolojisinden bahsedilebilir ve bu manadaki<br />
derinlik psikolojinin art ık ne Behaviorisme, ne Reflexologie, ne<br />
de diğer natüralist psikoloji cereyanlar ı ile alakas ı yoktur.<br />
Aç ıklama ve anlay ış metodlar ı aras ındaki zıtl ık bu suretle kaybolur.<br />
Bir insan ilmi olan psikolojinin bir yandan insana mahsus bütün vas ıflar ı<br />
anlay ışla tefsir etmesi, bir yandan da kendinden önceki varl ık dereceleriyle<br />
münasebeti (yani tabii şartlar) bak ımından aç ıklamas ı mümkündür. Bu<br />
tarzla s ın ırland ır ılan metodolojik bir görü şle eski naturalist psikoloji cereyanlar<br />
ından da faydalanabiliriz. Art ık ne psikoloji, ne psikofizyoloji, ne<br />
behaviorism inhisarc ı aç ıklama yollar ı değildirler. Fakat insan ı kuşatan<br />
şartlar ın mecmuunun her birini ayr ı ayrı bak ımdan ele alan yard ımc ı görLi<br />
şlerdir.<br />
73
6. BUGÜNKÜ PSIKOLOJININ BAŞLICA YOLLARI<br />
Bu tarzda bir psikoloji içinde eski ara ştırma yollar ından bir çoğundan<br />
faydalanmak mümkündür:<br />
A — Genetik, psikolojiye yard ımc ılık edebilir. Çocuğu ıı gelişmesine ait<br />
olan Ontogense ve örfün veya kültürün geli şmesine ait olan Philogenkse<br />
birbirini tamamlar Her iki genetik görü şün birbiriyle karşılaşt ırılmas ı "iptidar<br />
nin ruhu ile, çocuk ruhu aras ında ne dereceye kadar münasebet kurulabileceğini<br />
gösterir. Eskiden Ernst Haeckel'in biolojide kulland ığı bu çift<br />
metod psikolojiye Wundt taraf ından nakledilmi ş "küçük tekamül" ile<br />
"büyük tekâmül" veya örfün tekâmülü aras ında acele benzetmeler yap ılm<br />
ıştı. Bu yüzden Tylor ve Frazer gibi etnolog sosyologlar ın dü ştükleri ha-.<br />
talarm düzeltilmesi yak ın zamanlarda kabil olabildi; J. Piaget bu iki metodu<br />
daha ihtiyatl ı olarak kullan ıyor ve benzeyi şlerin olduğu veya olmad ığı<br />
yerleri görme ğe çal ışıyor, bununla beraber bu kar şılaşt ırma bir çok ihtiyatlı<br />
çalışmalar beklemektedir. Mesela Piaget'de dahi iptidailerde animisme ile<br />
çocuklarda animism dediği "ruhi devre" aras ındaki benzerlikte zoraki bazı<br />
cihetlerin oldu ğu hissediliyor. Çift metodun kullan ılması ilerde bir<br />
çok farklar ı meydana ç ıkarmak için i şe yarayacakt ır.<br />
B — Klinik çalışmaları Psychotechnie çal ışmalar ıyle tamamlanabilir.<br />
Vak ıa bu iki tecrübi ara şt ırma yolu aras ında esasl ı baz ı farklar vard ır;<br />
a — Birincisi sujeyi üzerine tesir yapacak tarzda ele ald ığı halde, ikincisi<br />
testlerle onu serbest b ırak ır.<br />
b — Birincisi ideal mahiyette kalitatif tiplere ba ş vurduğu, vakay ı<br />
umumi mün,asebetlere irca etti ği halde, ikincisi bir ölçü ıskalas ına baş vurmak<br />
suretiyle adedi tecrübeler elde eder.<br />
c — Test kesif klinik mii şahedelerin toplam ını temsil eder. Has ıl ı iki<br />
metod bir çok bak ımlardan birbirine z ıt görünür. Fakat biri mücerrede,<br />
biri mü şahhasa doğru giden iki yol tecrübe üzerinde birbirini tamamlarlar.<br />
Yalnız klinik metodunu kulland ıkça münferitte, yaln ız Test metodunu kulland<br />
ıkça umumide kalmak tehlikesi kaybolur. Ruhi hayat ın çeşitlilik içinde<br />
birlik gösteren en mühim karakterini bu suretle çifte manzaras ı ile kavramak<br />
mümkün olur.<br />
d — Amerika'da psikologlardan ço ğunun "kürsü psikolojisi" denilen nazar'i<br />
tetkikler kar şısında son derecede menfi bir tav ırlar ı vardır. Onlara göre<br />
bu tarzda eserler kifayetsiz ihtisas bilgisinden ileri gelen gevezelik ve sathilikten<br />
doğmaktad ır. Hakiki bir psikoloji yaln ızca tecrübeye, muayyen<br />
74
Aletlerin kullan ılmasına, ihtisasa dayanacakt ır. Tecrübe yolu da gittikçe<br />
bölümlere ayrılmaktad ır: Çocuk psikolojisi, ergin psikolojisi, yeti şkin psikolojisi,<br />
kadın psikolojisi, sosyal psikoloji, mara ıl psikoloji, umunfi efkâr<br />
psikolojisi. Bunlar yan ında endüstri psikolojisi, psychotechnic, farklar psikolojisi,<br />
enter psikoloji v.s. gibi bir çok, dallar ayr ılmışt ır. Daha ince bir psikolojide<br />
karakteroloji, iptidailer psikolojisi, "te şebbüs" (entreprise) psikolojisi,<br />
derinlik psikolojisi v.s, nin yer ald ığı g&ünür. Fakat psikolojinin<br />
— her biri ayr ı ayr ı tecrübi olan — bütün dallar ı aras ında münasebet kurabilmek<br />
ve onların neticelerini mü şterek hedeflere do ğru götürmek için<br />
hepsine toplu olarak bakabilmek laz ımdır. Bu bak ış psikolojik ilimlerin<br />
felsefi tahlilden geçirilmesi ile mümkündür. Bu da onlar ın hep birden ya bir<br />
tabiat ilmi olarak, yani bioloji veya fizik gibi tetkik edilmeleriyle, yahut<br />
onlardan ayr ı insana mahsus ilimlerin metödlarma göre ele al ınmaları suretiyle<br />
olacakt ır. Birincisi psikolojik ilimlerin n a t 'u r a 1 i s t görü şüdür<br />
ki, buraya kadar yapt ığım ız tenkitlerle bu tarzda te şebbüslerin, neden<br />
başarısızlığa uğradığını gösterdik İkincisi bu ilimlerin h u m a n i s t e<br />
görüşüdür ki bu kitapta psikolojik ilimlerin böyle bir terkip içine nas ıl gireceklerini<br />
gösteriyoruz.<br />
Her halde gerek birinci gerek ikinci te şebbüs, psikolojik ilimler tec-<br />
KIM sahada ne kadar ince bölümlere ayr ıl ırsa ayrılsmlar, onların daima<br />
terkibi bir gözle kavranmalar ı lazım geldiğini anlatmaktad ır.<br />
Demek oluyor ki _Amerikan psikologlar ının "kürsü psikolojisi" n'e kar şı<br />
aldıkları menfi davran ış bo şunad ır. Bizzat kendileri de yazd ıkları kitapların<br />
çoğunda (hele manüellerinde) psikolojik ilimlerin şu veya bu tarzda<br />
tertibine çal ışmakta ve kaçmd ıkları kürsü psikolojisi yapmaktad ırlar. Bu<br />
tarzda terkipler aras ında en başarısızın ilmin, bugünkü geli şmesine nazaran<br />
artık terkedilmesi zaruri olan ın naturalist terkip oldu ğunu gösterdik. Naturalism<br />
istikametindeki çal ışmaların biricik faydas ı varl ık derecelerinden her<br />
birinin daha üstün bir dereceye şart vazifesini görü şü bak ımından hesaba<br />
kat ılmas ını unutmamakt ır. Bu manada "tabiat" insan için laz ım, fakat kafi<br />
olmayan bir şartt ır. İnsan o şartlar ı bilmek üzere kendisiyle onun aras ındaki<br />
münasebeti inceleyebilir.<br />
75
TABIAT<br />
1. ILK VE ORTA ÇAĞDA TABIATCILIK<br />
Duyu verileriyle kavranan şeylerin yalnız birbirleriyle kaim olduğunu<br />
ve bütün mevcutlardan ibaret olan âlemin kendi kendine yetti ğini kabulden<br />
ibaret dünya görü şüne t abi at c ı (naturaliste) görü ş deriz. Bu<br />
görü ş bazı zıkzaklar ına rağmen ilk çağdan beri bir çok dü şünürler tarafından<br />
müdafaa edilmi ştir. "Biz tabiatta ya şıyoruz", "Tabiat ın bir parças ıy<br />
ız" sözleri bugüne kadar devam etmektedir.<br />
İlk Yunan filozoflar ı gözlerini "Tabiat" a çevirmi şlerdi. Fakat onlara<br />
tam manasiyle tabiatc ı denemez. Çünkü ilk varl ık olarak ate ş, su, hava v.s.<br />
gibi unsurlardan birini kabul etmekle beraber bunun yarat ılmış olduğunu<br />
da tasdik ediyorlard ı. Onlara göre maddi olan bu alem ayn ı zamanda canl ı<br />
olduğu için, yani madde ve hayat ı ay ırmadıkları için, onlara Physiologue'-<br />
lar, veya hylozo'isteler (canl ı maddeciler) denildi ğini biliyoruz (1).<br />
Asıl "Tabiat" ç ılar duyu verilerinin bize tan ıtt ık.' e şya ve varl ıklar üstünde<br />
ba şka hiç bir sebep veya kuvvet tan ım ıyanlard ır. Herakleitos'un sürekli<br />
değişmeden ibaret olan kötümser alemi bir tabiatt ır. Çünkü orada<br />
"Değişme" bu ak ıl) giden olayların kendisinden ibarettir: onun içindeki<br />
prensipidir ve değişen her şey kendi değişme kanununa<br />
Demokritos'un sonsuz atomlarda ıı ibaret olan kainat ı da bir "Tabiat"<br />
t ır. Çünkü onlar ı a şk ın bir prensip idare etmez. Kendi kendilerine yeterler.<br />
Nitekim Lucrecia'n ın De Rerum Natura adl ı eserinin ad ı dahi bu görü şün<br />
dayand ığı esas ı daha iyi gösteriyor.<br />
"Tabiat bo şluktan nefret eder" gibi hükmler ilk ça ğda tabiat ın içinde<br />
mündemiç bir gaye - sebep dü şüncesinden ileri geliyordu. Aristo fizikinde<br />
bu fikir bütün tabii olaylar ı aç ıklayan entelechi a: gibi bir prensip<br />
halini ald ı. Aristo'nun dört sebeb nazariyesi tabiat ın kendi kendisini aç ık-<br />
(1) Yunanda madde ve hayat ı bütün ve -tek realite sayan ilk filozoflar ın görüşüne<br />
hylozoisme denmektedir.<br />
77
hyan sistemini tamaml ıyordu.: A. Formel sebeb ki maddeyi ta'yin ediyordu,<br />
B. Gaye kebeb ki hareketi ta'yin ediyordu. Biri esyan ın içinde olan, biri eşyaya<br />
dışından yüklenen bu iki sebeb ayn ı derecede tabii say ıl ıyordu. Aristo'nun<br />
tabiat d ışında Allah' ı kabul etmesi tabiat bütünlüğüne zarar vermiyordu.<br />
Çünkü Allah, sebebler zincirinin ilk halkas ıdır. Eşyaya ilk hareketi<br />
veren (Muharrik-i-evvel) dir. Ondan sonra art ık Allah' ın müdahalesine<br />
lüzum yoktur. Hadiseler birbirlerinin sebeb ve neticesi olmak üzere kendi<br />
kendilerini ta'yin ederler. Alemin aç ıklanmas ında sebebler sistemi d ıştan<br />
her türlü kan şmayı lüzumsuz b ırak ır. Bunun için Aristo'nun Allah' ı, t ıpk ı<br />
Epikur'ün Allah' ı gibi, tabiat i şlerine karşı alakas ız bir Allah't ır. Bu felsefeleri<br />
oldu ğu gibi nakledenler Llam dünyas ında "Tabiiyyun" adiyle tan ınmaktadır.<br />
Ebu Bekr Zekeriyya Razi, Aristo ve di ğer Yunan tabiatç ıları gibi<br />
tabiat ı kendi kendine yeten bir bütün olarak görür. Madde, suret, hayat,<br />
ruh ve Allah olarak be ş prensip kabul eden Razi'ye göre Allah, tabiat olaylarına<br />
kar ışmaz; onlar ın yaradıcıs ı değildir. Çünkü tabiat da Allah gibi<br />
başsız ve sonsuzdur. Allah, yaln ızca şekil verici ve k ım ıldat ıc ıd ır. Razi'nin<br />
görü şü bât ıni'ler taraf ından da benimsenmi şti. Onlara göre de âlem ba şsız<br />
ve sonsuzdur. ( Şu farkla ki o Allah'tan ç ıkmışt ır ve bunun için Allahla tabiatın<br />
daha s ıkı münasebeti vard ır).<br />
Eflatun'un Demiurgos (Sâni-i-Alem) den ibaret olan Allah görü şüne,<br />
Aristo'nun ilk k ımıldatıcı (muharrik-i-evvel) olan Allah' ına, Plotinus'ün<br />
her şeyin kendisinden ç ıktığı tek varl ı k olan Allah' ına bakacak<br />
olursak Yunan felsefesinde tam tabiatç ılığın kaybolduğunu görürüz. Zenon'da<br />
Allah organik bir nizam olan tabiatla birle şir. Fakat bütün bunlara<br />
rağmen 11k çağ felsefesinde tabiatç ıl ık üstündür. Eflâtun'da duyular üstündeki<br />
Idea' lar alemi as ıl gerçekler olduğu için tabiat gölge-varl ık haline<br />
gelmişti. Nitekim Plotinus'da da as ıl varl ık olan Allah'a nazaran bütün<br />
eşya, ruhlar görünü şlerden, ibarettir. Hele madde varl ığın en a şağı ve alçalmış<br />
derecesidir. Böylece tabiatç ılığa karşı tam cevab ı Eflatunklan sonra<br />
Plotinus vermiştir denebilir.<br />
Felsefenin haz ırladığı bu zemini gök dinleri (1) tamamlad ı. H ıristiyanl<br />
ı k ilahi ve üstün âlem fikrinin tam örne ğidir. Isa'n ın yar ı ilahi yar ı beşer':<br />
olan şahsiyetinde ilahi âlemle tabiat alemi yan yana gelirler. Fakat bunun<br />
dışında iki alera ayr ı kal ırlar. Her şey sonunda kendi asl ına, ilahi Meme, dönecektir.<br />
Alem yarat ılm ıştır Ve mahvolacakt ır. Hadiseler sonlu oldu ğu gibi<br />
onların toplam ı olan âlem de sonludur. Kendi kendine yeten sonsuz bir ta-<br />
78<br />
(1) Bununla Vahy eseri olan dinleri, yahudilik, h ıristiyanl ık ve islâmiyeti<br />
kasd ediy-bruz Uniyersel dinler dediğimiz zaman bunlara bouddhisme<br />
(budizm), Conficius dini, hatta k ısmen manichisme'i katmak laz ım gelir.
iat yoktur. Dünya, as ıl varlığın, yani ma'nevi âlemin gölgesinden, görünüştımien<br />
ıoarettir. Ölümlü (ani) olan her şeyle ölümsüz (bâki) olan her şey<br />
aras ında kökten bir mahiyet ayr ılığı vardır. Bununla beraber H ıristiyanl ık,<br />
birincisinde iyiliğin ikincisinde kötülüğün sembolünü gördüğü bu iki âlem<br />
aras ında ezeli bir çat ışma kabul etmez. Tam tersine, iyilikle kötülü ğü karşı<br />
karşıya iki ezeli ve z ıd prensip olarak koyan maılich&sme ve gnosticisme'e<br />
hücum eder. Felsefi bak ımdan Yeni Eflatun'culuğa (=Plotinus'a) dayanır.<br />
Aristo ve Eflâtun'un H ıristiyan şarihleri (Th&aistius, Alexendre<br />
D'Aphrodisias, Jean le Grammairien) daima Yunan filozoflar ını Plotinus<br />
göziyle şerh etmi şler ve bu felsefedeki tabiatç ıl ık (naturalisme) izlerini<br />
silmeğe çalışmışlard ır. Böyle olmasayd ı Yunan felsefesinin semavi dinler<br />
taraf ından benimsenmesine imkân olamazd ı. Çünkü birincisi tabiat ı ezeli<br />
ve yarat ılmamış saydığı halde, H ıristiyanl ık, İslâmiyet âlemin fâni oldu ğu,<br />
başı ve sonu bulunduğu, kendi kendine yeter bir varl ık olmadığı esas fikrinden<br />
hareket etmektedirler. Farabi, ilan, Sina gibi me şşai filozofları Yeni<br />
Eflâtun'cu tefsirler yard ımiyle Allah ve âlem münasebeti sorusunu aç ıklamada<br />
devam ettiler. Her ikisine göre de âlem kendi kendine yetmez; Allah<br />
yaln ız sebebler zincirinin ilk halkas ı değil, ayni zamanda alemi ku şatan<br />
varl ıkt ır ve yarat ıc ıdır. Fakat filozoflar bu meselede Aristo'nun naturalizmi<br />
ile İslâmiyetin a ş k ı n varl ı k (Etre Traınscenclant) görü şü aras ında<br />
uzlaştırma yollar ı arad ılar. Allah hem şekil vericidir (vâhib-üs-suver)<br />
hem de alemlerin kendisinden sudur etti ği ilk varl ık, feyz ve teo3111' kaynağıdır.<br />
Bunun için onlar Yeni Eftatun'culuk görü şü yardımiyle felsefeyi tasavvull<br />
bir din görüşüne yakla ştırd ılar. Nitekim İslam mutasavv ıflar ı<br />
cudiyyun) her şeyin Allah'tan ç ıktığın ı ve ona dönece ğini (Kavs' ı nüzûl<br />
ve urûc) söylerler. Tek ve hakiki varl ık yaln ız Allah'br. E şya ve hadiseler<br />
onun sıfatlar ın ın mazharlar ı (tecelli'leri) dir. Bu fikir sarih olarak Hakim<br />
Tirmizi, Harraz, Hallac ve en sistemli olarak da Muhyiddin ibn-el-Arabi tarafm,dan<br />
ifade edilmi ştir. Filozoflar esasta ilim felsefesi:nden, mant ıktan ve<br />
Aristo'nun tabiatç ılığından ayr ılmadıkları için oradan ilahiyata geçtikleri<br />
zaman Aristo'nun Yeni Eflâtun'cu şerhlerinden faydalanmak suretiyle ta-<br />
savvufa meyletmi şlerdir. Fakat hiçbir zaman tasavvufu bütün olarak kabul<br />
etmemi şlerdir. Filozoflarda tasavvufi görü ş adeta felsefelerinin son sözü,<br />
din felsefesinin son çözüm şeklidir. Mesela İbn Sina "El-İ şârât ve't-Tenbihât"<br />
adl ı kitab ının son fasl ı olan "Makamat'ul-Arifin" de tasavvufi gö-<br />
rüşle sözü bitiriyor. Mutasavv ıflar için ba şlangıç olan fikirler onun siste-<br />
minde âlemler ve varl ık derecelerinin aç ıklanmas ından, sonra var ılan son<br />
söz oluyor. İbn Sina'n ın, zaman ı mutasavv ıflarından Ebu Said Ebu'l-Hayr'a<br />
yazdığı mektuplarda tasavvufu büyük bir hayranl ıkla karşılad ığını fakat<br />
79
hakikat ara ştırmas ı ve ilim felsefesi olarak yeter bulmad ığını gösteriyor<br />
(1).<br />
Tabiat görü şünde sistemci mutasavv ıflarla tasavvufa meyleden filozoflar<br />
aras ında meseleye yeni çözüm şekli teklif eden Gazali'dir. Gazali'ye göre<br />
insanda iki göz vard ır; biri d ışa çevrilmi ş olan ak ıl gözüdür. Bununla<br />
biz eşyay ı, olaylar ı tetkik eder ve akli bilgileri elde ederiz. İkincisi içe çevrilmiştir<br />
ki bu da kalb gözüdür. Onunla biz akl ın kavrıyamadığı hakikatlar<br />
ı, ilahi varl ığı idrâk ederiz. Bu suretle din ilimlerini elde ederiz. Tabiata<br />
çevrilmi ş olan ak ıl ilimleri ile ilahi varl ığa çevrilmi ş olan din ilimleri mahiyet<br />
ve metod bak ım ından birbirinden ayr ıdırlar. Biri ötekine mani' olamaz.<br />
Ne tabiat yolu ile ve ona mahsus dü şünce âletlerini kullanarak ilahi âleme<br />
yükselmek mümkündür (ki filozoflar buna te şebbüs ettikleri için bo şuna<br />
uğraşınışlar ve hiç bir şey elde edememi şlerdir. O bu suretle Farabi, İbn<br />
Sina ve mensuplar ını kastediyor), ne de ilahi âlem yolu ile ve ona mahsus<br />
olan kalb gözü ile aç ıklamak kabildir. (Nitekim bir k ıs ım müfrit sistemci<br />
vücudiyyün mesela Muhyi'd-Din böyle yapm ışlardır). Gazali'nin ak ıl ile<br />
keşf ve kalb yollar ın ı kesin olarak ay ıran, bu görü şü İslam dünyas ında tabiatç<br />
ı felsefe ve ilmin olduğu kadar s ırf spiritualiste olan ilahi felsefenin<br />
ve dinin de geli şmesine imkân verdi. Fakat onun yeter derecede anla şilmamas<br />
ı gerek medresenin gerek tekkenin kendisinden tamamen, faydalanmas<br />
ına mani' oldu. Medrese, me şşai filozoflara dayanan sonraki kelân ıc ılara<br />
(Fahrü'd-Din Razi v.s.), tekke de vücudiyyün yoluna saplanarak uzla şma<br />
ve anla şma imkan ını kaybettiler. Her iki görü şün de tek tarafl ılığı , ve<br />
rimsizliği, mendresenin skolastike, tekkenin bat ıl inançlara saplanmas ına<br />
ve akli bilgiyle bağların ı kaybetmesine, bu yüzden her ikisinin de 16 ınc ı<br />
yüz y ıldan sonra k ısırla şmas ına sebeb oldu.<br />
2. YENI ÇAĞDA TABİATÇILIK<br />
Renaissance'dan sonra felsefe ve ilimde müvazi bir canlanma görüyoruz.<br />
Tabiat ilimleri k ısa zamanda dev ad ımlariyle ilerledi, mekanikin esaslar<br />
ı kuruldu; astronomi ilmi şeklini ald ı ; sukut kanunlar ı, y ıld ızları idare<br />
eden ilk kanunlar bulundu; hidrolik ve optik geli şmeğe başladı. As ıl mühim<br />
olan Yunan'l ılardaki hatal ı bir tabiat (yani temayill ve gayelerle aç ıklanan<br />
ve gerçe ğe uym ıyan bir tabiat) görü şü yerine tabiat hadiselerinin içinde<br />
bulunduklar ı mekan,, zaman, sür'at v.s. şartlar ına göre tabi' olduklar ı sabit<br />
münasebetlerini kavrama yoluna gidildi. Bu yol, modern ilim zihniyetinin<br />
başlang ıc ı idi. Bununla beraber ayn ı Renaissance felsefesi İlk çağın (Aris-<br />
80<br />
(1) H. Z. 1..71ken, Islâm Felsefesi Tarihi, 1956 — Ayr ıca Müellifin Ibn Sina<br />
Risaleleri adl ı eserine bak ın ız, 2 cilt, 1953.
to, Epikür veya Herakleitos'tan kalan) sakat naturalisme'inden kurtulmuş<br />
bulunuyordu. Bu çağ filozoflar ı varl ığın zıt ve tamamlay ıcı dyadique vasfını<br />
fark etmi şlerdi. Nicolas de Cusa "De Docte Ignorantia" adlı (1) eserinde<br />
varl ığın her derecesinde hâkim olan z ıt vas ıflar ın uzlaşma= anlatıyordu.<br />
Giordano Bruno "Sebep, Prensip ve Birlik" adl ı (2) eserile tamaml ıyordu.<br />
Bruno'ya göre bu sonlu âlemle sonsuz varl ık aras ındaki münasebet<br />
tezatlar ın en büyüğüdür.<br />
Descartes ve onu takibeden cart6sien felsefe tabiat ın Allah problemine<br />
bağlanmadıkça aç ıklanam ıyacağını gösterdi. Modern felsefenin kurucusu<br />
tabiat meselesini ancak metafizik meselesinin husust bir hali olarak koyuyordu.<br />
Fakat bu art ık Aristo'da olduğu gibi mekanik bir k ıpırdat ıc ı olan<br />
Allah' ın ilk hareketi verdi ği âlem değil, fakat sürekli bir yarad ılış halinde<br />
Allah' ın iradesinin âlem üzerine te'siri idi (3). Leibniz, ruhla bedenin, veya<br />
madde alemi ile ma:na aleminin, münasebetini Allah' ın ezeliyette kurmuş<br />
olduğu iki çalar saata benzetiyordu. Onlar aras ında o tarzda ezell bir<br />
âhenk kurulmu ştur ki ne zaman biri çalacak olsa öteki onun ne sebebi ne<br />
neticesi olmaks ızın çalabilsin (4). Psikolojide bahsetti ğimiz muvazilik faraziyesinin<br />
bu tefsir şekli metafizik bir prensip olarak tabiatla insan, ruhla<br />
beden, madde ile mâ'nâ münasebetini düzenlemek istiyordu. Spinoza bir<br />
ad ım daha ileri gitti. Varl ığı tek ve sonsuz bir cevher olarak tasavvur etti:<br />
Allah'tan ibaret olan bu cevherin sonsuz s ıfatlar ından biz yaln ız ikisini biliyoruz:<br />
bunlar da dü şünce ve uzam, yahut ruh ve bedendir. Bu iki s ıfat<br />
aras ındaki muvazilik "Sürekli yarad ış" halinde âleme kar ışan, ilahi bir iradenin<br />
bulunmas ından, yahut ezeliyette kurulmu ş bir âhenkle iki âlemin düzenlenmi<br />
ş olmas ından değil, fakat varl ığın bu iki manzaras ı ve cevherin<br />
bu iki s ıfat ı birbirinden ayr ılamamalar ından, birindeki her hangi bir de ğişmenin<br />
(modification) ötekindeki değiş/neyle birlikte olmas ını gerektirdiğinden<br />
ileri geliyordu (5).<br />
dı<br />
Fakat Yeni çağda naturalisme canland ı, ve başl ıca kaynaklar ı şunlar-<br />
1) Yeni ilim mekanikin zaferine dayan ıyordu. Mekanik kanunlar ı alemi<br />
aç ıklamaya yarayan en mükemmel kanunlar olarak görünüyordu. Astronomik<br />
determinizm tabiatta katl kanunlar ın hüküm sürdü ğü kanaatini yerleştirdiği<br />
gibi, bu determinizmin en umumi ifadesinin de mekanikte bulun- .<br />
(1) Nicolas de Cusa'n ın eseri Renaissance felsefesinin ba şlangıcı sayılabilir.<br />
Esas fikri Z ıtlar ın birlikte olu şu (Soincidentia Oppositorum) dur.<br />
(2) G. Bruno, Cause, principe et Unitk trad, de Namer, 1930.<br />
(3) G6ation continue<br />
(4) Leibniz, Nouveaux Essais sur l'Entendement Humain<br />
(5) Spinoza, Etika, çeviren: H. Z. ülken.<br />
F.: 6 81-
duğunu gösteriyordu. Eğer böyle ise o halde "Günün birinde" bütün varl ık<br />
derecelerinin mekanik kanunlarla veya onlara benzer kanunlarla aç ıklanmas<br />
ı mümkün olmal ıydı . İlmin ideali olarak meydana ç ıkan bu yeni Iman<br />
metafizik alan ında mühim bir çatışma ile kar şılaşmadı. Çünkü ilahi<br />
bilgi Descartes'in, çizdi ği düşünce şemas ına göre mekanik bilg<br />
i ' den ayr ıllyordu. Pascal bu görü şü zenginle ştirdi: geometri zihniyeti<br />
ile ince görü ş zihniyetini (esprit de finesse) ay ırdı . İkincisine kâlb mant ığı<br />
(logique du coeur) dedi. Pascal'deki kâlb mant ığı Gazali'deki "kâlb gözü"<br />
nden farks ızd ı. Hatta, P. Miguel Asin'in gösterdi ği gibi Pascal İspanyol<br />
rahibi Ramon Marti kanaliyle bu fikirleri Gazali'ye borçlu idi. Fakat bütün<br />
bu geni ş görüşe rağmen Renaissance'ta başlayan mekanik üstünlü ğü fikir<br />
aleraini kaplamadan geri kalmad ı. Spinoza felsefeyi bir hendeseci gibi<br />
(more geometrico) kurmak istiyordu. Ona göre sonsuz cevher olan varl ık,<br />
asl ında tabiattan ba şka bir şey değildir: fakat o yarat ıc ı tabiat (natura<br />
naturans) olmas ı bak ım ından Allah, yarat ılmış tabiat (natura naturata).<br />
olması bak ımından eşya ve olaylard ır. Spinoza'n ın panteizmi hakikatte bir<br />
pan-waturisme idi: orada Allah ile tabiat, tek varl ığın iki manzaras ı, iki görünüş<br />
tarz ı haline geliyordu. Bundan dolay ı Spinoza'n ın, bu görü şünden kolayl<br />
ıkla müfrit tabiatç ılığa, hattâ maddecili ğe geçmek kabildi. Nitekim<br />
XVIII. nci yüzy ıl materyaliam'in ve mekanism'in istiras ına şahit oldu.<br />
2) Öte yandan, külli gerçeklerin inkar ı ile başlıyan orta çağ isimciliği<br />
de Felsefede "tabiatç ılık" ıxi istilasına kap ı açt ı. Eğer<br />
Eflatun'un gösterdi ği i d e a 1 a r (külli ve gerçek varl ık) işin asl ında<br />
zihnimizdeki mefhumlardan ibaretse, gerçekte ne neviler ne cinsler, ne küllî<br />
(adalet, insanl ık, hürriyet) varsa, bunlar birbirine asla benzemeyen,<br />
sonsuz de ğişik çeşitleri olan fertleri zilmrele ştirmek üzere bizim tarafımızdan<br />
onlara verilmi ş isimler' den başka bir şey değilse, o halde<br />
ne matematik hakikatleri kabul etme ğe, ne ilmin Kilit prensiplerinden<br />
bahsetme ğe imkan kal ır. Gerçekte var olan yanl ız ferdi hadiselerdir,<br />
biz onlar ı görgü ve tecrübe ile kazan ınz ve onları zümreleştirerek oradan<br />
zihnimizde s ı n ı f mefhumlar ın ı inşa ederiz demek laz ım gelir. İşte<br />
bu görüş tarz ı tabiatç ılığın en mühim kap ılarından biri olan tecrübecilik<br />
(empirisme) ve duyuculuk'u (sensualisme) i açt ı. Daha Rad zaman ında<br />
başlayan bu hareket garp Orta ça ğında (Arapçadan Latinceye tercümeler<br />
yard ımiyle) Roger Bacon' ı, G. d'Occam' ı buldu. "Occam Usttıras ı" diye<br />
meşhur olan metodu ile bu orta ça ğ filozofu mücerret kavramlar ı, umumi<br />
fikirleri taramak üzere zihni ilk unsurlar ı olan duyu verilerine kadar indiriyor,<br />
ve bilginin duyulardan ba şka kaynağı olmadığını göstermeğe çal ışıyordu.<br />
Modern felsefede J. Locke bu fikri geli ştirdi. Bilginin biricik kayna-
ğı tecrübe olduğu noktas ında ısrar etti; fakat matematik fikirler ve münasebetlerin<br />
matnyet ım aç ıklamadan b ırakt ı. Hobbes bilhassa bu nokta üze<br />
rinde durdu. Matemat ığın b ılgımıze yeni bir şey katmadığmı,- ayni ıık prensipine<br />
dayanan bir devrii teselsül (tautotogie) olduğunu iddia etti. Hobbe.s'a<br />
göre üniversel kavramlara ait tarifler yaln ızca ismi tariflerdir; hiçbir gerçeğı<br />
ifade etmezler. Eğer böyle ise, o halde Locke'un hükmünü biraz daha<br />
ileri götürerek duyulardan, tecrübeden onlar ın bize tan ıttığı duyu ile kavramış<br />
tabiattan ba şka bir şey yoktur demek laz ım gelir. Demek oluyor ki<br />
yeni felsefeye kadar gelen teerübecilik(empirisnie), isimcilik (nominalisme)<br />
duyuculuk (sensualisme) görü şleri yine bu modern ilim içinde geli şen "üniversel<br />
mekanizm" görü şü yan ında t a bi at elli k' ın, yerle şmesine sebeb<br />
oldu.<br />
3) Yukarda i şaret etti ğimiz gibi Garp dü şüncesinde Tabiatç ılığın gelişmesinde<br />
mühim bir âmil de Panth6sme'dir. Panthisme'i İslâmiyetteki "vüdfıdiye"<br />
"vandet-i vildıd) ile kar ışt ırmamal ıd ır. Vandet-i vücuda göre mevcutlar<br />
Allah' ın s ıfatlar ının görünüşleridir. Yani sonsuz s ıfatlar ı olan<br />
Allah' ın her s ıfat ı bir varl ıkta tecelli (veya zuhur) eder. Tek ve mutlak<br />
varl ık olan Allah, bütün mevcutlar ın (kâinat) asl ı, köküdür, fakat Gayb<br />
veya Bât ın halindedir. Onun sonsuz sıfatlarmdan her biri meydana ç ıkt ıkça<br />
(zahir oldukça) e şya ve hadiselerden biri halini al ır. Başka deyi şle Allah<br />
sonsuz ve gizli imkanlar ve kudretler sahas ıdır ki, âlemler bu imkanlar<br />
ve kudretlerin gerçekle şmelerinden ibarettir. Vandet-i viicud görü şü Plotinus<br />
felsefesinin ileri götürülmü ş bir şeklidir: Çünkü İslam doktrininde B&<br />
t ın ancak zâhirle tamarnland ığı zaman, hak halk ile, ınizul uruç ile birleşebilir<br />
ve tam varl ığa ulaşabilir. Bât ından zâhire ç ıkmak yetmez, zahirden<br />
tekrar bât ına dönebilmelidir. Kavs-i-uruç Kavs-i-nüzul ile tamamlanmal ı<br />
d ır. Muhyiddin'im birçok eserlerinde dairevi şemalarla gösterdi ği bu terkibi<br />
kainat görü şü zâhirle bât ın dediği iki zıt kutbun tam ortas ına onları yerleştiren<br />
müstesna yarat ıklar ı (insan ı kamil) i koyuyordu.<br />
Halbuki PantUisme de tabiatla Allah birbirinin aynidir. Mutlak varl ık<br />
bir manzarasiyle tabiat öteki manzarasiyle Allah't ır. Adeta bütün olark.<br />
al ınca Allah, parçalar halinde al ınca tabiatt ır demek laz ım gelir; bu görü ş<br />
Yunanda büyük Zenon ve Sto'beisme ile başladı. Organik bir bütün halinde<br />
al ınan tabiat ile Allah ın ayml ığı fikri, İslam dünyas ında D e h r i y y un<br />
ve k ısmen Bat ıniler taraf ından benimsendi. Onlara göre Allah alemde tecelli<br />
edecek yerde tabiat Allah olarak görülmektedir. Yahudi filozofu İbn Cebirol<br />
"yenbu-ül-hayat" (hayat kayna ğı) adl ı eserinde insan ın ruhla beden<br />
birliğine mukabil ilahi varl ıkta külli ruhla ezdi maddenin birli ğini koymaktadır.<br />
Bedrettin Simavi V a r i da t' da madde ve ruhun , a şn ılığı Ve<br />
mutlak varlikta her şeyin ayn ı cevhere ula ştığı fikrini bu tarzda müdafaa<br />
83
ediyor. Spinoza'mn l'an,naturisme'i Geothe'de ve bilhassa Faust da bedii<br />
bir dünya görü şü halini ald ı. Bugün de tabiatç ılığı ayn ı tarzda müdafaa<br />
edenler vard ır.<br />
4) Tabiatç ılığın en bâriz ve yayg ın şekli, bütün varl ık şekillerini ilk<br />
sebeb olan bir tabii cevhere irca etme gayretidir. Buna umumi tâbiriyle irca'c<br />
ılık (rUuctivisme) veya basiteilik de diyebiliriz. Ilk Yunan filozoflar ı<br />
bilhassa ircac ı ve basitçi kanaatleri ile tabiatc ı say ılırlar. Thales bütün varlık<br />
derecelerini s u ' dan, Anaximenes hav a' dan, Anaximandros<br />
at e ş ' den ç ıkarıyordu. Baz ılarına göre de tabiat bu unsurlar ın terkibinden<br />
(birle şip dağılmas ından) ba şka birşey de ğildir. Yunan Mitolojisi daha<br />
kaba şekilde âlemi aç ıklayan Cosmogonie'ler ileriye sürmil ştür. Nitekim<br />
buna benzer kozmogonileri Hint, Çin, Iran, İsrail dinlerinde de buluyoruz.<br />
Gerek kozmogonilerin gerek bit ilk felsefelerin tabiatç ılığı duyuların kavradığı<br />
her hangi bir unsur (veya unsurlar mecmuu) ile varl ığı aç ıklamaktan<br />
ibaretti. Fakat tabiatç ılığın daha ince bir şekli, tabiat' duyu verileriyle<br />
kavranam ıyan hatta duyusal keyfiyetlerden hiç birine sahip olm ı<br />
yan bölünmez derecede küçük unsurlarla aç ıklnma yoludur. Bunun ilk örneği<br />
Yunanda Demokritos atomeulu ğudur. Atomlar mahvolmazlar, yaratılmazlar,<br />
kendi başlarına mevcut ve sonsuzdurlar. Bu sonsuz küçük tabiat<br />
unsurlar ın ın kokuları, renkleri, şekilleri, duyulan v.s. yoktur; fakat, onlar<br />
ın türlü tarzlarda birle şmelerinden, muhtelif cisimler ve onlar ın kaliteleri<br />
meydana gelir. Atomculuk bir faraziye olarak ileri sürülen bu şekliyle kuvvetsIz<br />
olduğu halde, sonradan Lavoisier yeni kimyada onu tecrübl ilmin temeli<br />
haline koydu. Cisimleri atom ve molekül a ğırl ıklarına göre s ınıflad ı .<br />
Zamanım ızda bu da yetmedi. Yeni Fizik atomu meydana getiren unsurlar ı<br />
tahlil etti. Bu her atomun bir küçük güne ş sistemi olduğunu ve elektron denen<br />
negatif, proton denen pozitif iki enerji parças ı aras ındaki (biri çekirdeği<br />
öteki çevreyi te şkil etmek üzere) muvazeneden do ğduğunu gösterdi.<br />
Cisimler aras ındaki farkları atom bünyesinin farklar ından ç ıkard ı. Böylece<br />
bu enerji sebeblerinin de ğişmesiyle bir atomdan öteki atoma geçilebilece ğini<br />
gösterdi. Şimi-Fizik bu atomlar ın istihalesi (transmutations) tecrübeleriyle<br />
gittikçe zenginle şmektedir.<br />
3. TABİATCILIK GÖRÜ ŞÜNÜN YENİ HAMLELERI<br />
(MEKANİZM VE ENERJETİZM)<br />
Burada mühim olan atom faraziyesinin daha incele şmi ş şekliyle 6/ergetique<br />
halini almas ıd ır. Fakat yeni fizikteki bu ke şiflerin eski atomculuktan<br />
esasl ı fark ı şudur; Onlar art ık âlemi, bütün varl ık derecelerini ayni<br />
prensiple aç ıklamak iddiasında bulunmuyorlar. Yanl ızca Fizik hadiselerin<br />
54
temeline kadar inerek onlar ı en ince mikyaslara kadar tahliline çal ışıyorlar.<br />
Bunun için onlar ı ircac ı ve basitçi eski faraziyelerle kar ıştırmamal ıd<br />
ır.<br />
Buna karşı zamanımızda atomculuğun yerini almak isteyen yeni basitçi<br />
görü şler meydana ç ıkmıştır. Bunlardan birincisi yukarda dokundu ğumuz<br />
m e k an i z m fikridir. Buna göre bütün, varl ık atomlarla aç ıklanamaz.<br />
Çünkü atomlar ne hayat ı, ne ruhu, ne cemiyeti aç ıklıyacak bir temel bilgi<br />
vermiyorlar. Fakat âlemin temelini te şkil eden bütün tabiat kanunlar ının<br />
son tahlilde hareket kanunlar ına irca edilebildiklerini görüyoruz. Hiç bir tabii<br />
hadise yoktur ki (keyfiyet bak ımından hangi derecede olursa olsun)<br />
onu bir hareket formülü ile ifade mümkün olmas ın. Bu yaln ız matematik<br />
bir idealden ibaret de ğildir. Tabiat hadiseleri birbirinden karma şıklık ve<br />
mürekkeplik bak ım ından ayr ılıyorsa onlar ı ilk unsurlarma indirdikçe mutlaka<br />
temellerinde h a r ek et kanunlar ını bulacağız. Fizik bize ısı, ışık,<br />
ses, elektrik v.s. gibi bütün hadiselerin birbirinden mahiyetçe farkl ı olmadığın<br />
ı, yaln ız ayn ı enerjinin türlü görünü şleri olduğunu, hepsinin birbirinden<br />
dalga uzunl u ğ ıl ile ayr ıldığını göstermiştir. Gözlinaüz, cildimiz<br />
o tarzda yap ılm ıştır ki ancak şu veya bu dalga uzunlu ğunu kavrayabiliyor<br />
ve onu kavrad ığı zaman bunun ad ına renk, ses, ışık veya ısı (hararet)<br />
diyoruz. Öyleyse fizik enerji nevileri aras ındaki farklar — i şin aslında —<br />
dalga uzunluğundan yani hareket farklar ından ibarettirler. Ba şka deyi şle<br />
bütün fizik kanunlar ı son tahlilde hareket (yani mekanik) kanunlar ıdır.<br />
Işte üniversel mekanizm fikrinin eski atomculuk yerini almas ı bu sayede<br />
mümkün oldu. Meccvnisme uzun müddet hayat hadiselerini hareket kanunlar<br />
ına bağlamaya çal ışt ı. Psikolojide ve sosyolojide, mekanizmin irca gayretleri<br />
yak ın zamana kadar devam etmekte idi (Sarokin'in, Sosyoloji doktrinleri"<br />
adl ı kitab ında "içtimal mekanizm" k ısmına, bilhassa Pareto nazariyesine<br />
bak ınız). Mekanizm şeklinde canlanan tabiatç ılığın, başlıca iddiası hayat,<br />
ruh, cemiyet, şuur gibi varl ığın bütün derecelerinin hareket kanunlarıyle<br />
aç ıklanmaya çal ışılması idi. Bu gayretlerin, ne tarzda ba şarısızlığa uğradığını<br />
daha önceki k ısımlarda gördük. Burada maksad ım ız bu nazariyeyi<br />
yaln ız bütün kainatı aç ıklamak isteyen bir dünya görü şü, tabiatç ılığın yeni<br />
bir şekli olarak ele almakt ır. Bu mânada "mekanizm" tabiat d ışında a şk ın<br />
hiç bir prensipe, tabiat içinde birbirine irca edilemiyen bir çok pre,nsiplere,<br />
tabiat ın a k Illa k av r anam a z cihetlerine bakmaya lüzum kalmaksızın,<br />
tek ve külli bir prensiple her şeyi aç ıklamak mümkün olduğunu<br />
iddia etmektedir. Bundan dolay ı mekanizm tabiatç ılığın en sert (ilmi temele<br />
dayanmas ı bak ımından sağlam), fakat irca gayretinin son haddin e varmas<br />
ı bak ımından en imkans ız şekillerinden biridir. Metafizik bir ifade altında<br />
mekanizm (Aristo taraf ından ifade edilmi şti. Aristo'nun Allah ı, ken-<br />
8 5
disi hareket etmeyen ilk k ınıficlat ıc ıdır. İbn Sina' ınn Allahı ispat etmek için<br />
ileriye sürdüğü hareket delili mekanizadn di ğer bir şeklidir (1). Allah tabii<br />
hareketler zincirinin ilk halkas ıdır. Hadiseler birbirine sebep-netice zinçiri<br />
halinde bağlan ınca, bu zincirin sonsuza uzanmas ı lâzırn
içindeki enerji kayb ına karşılık başka bir sistemde enerji birikmesi olmaktad<br />
ır. Has ılı, tabiatta aksedilmez münasebetlerin ve tekâmüli kanunlar ın<br />
muhafaza (conservati«) kanunl.ar ından (mesela tesirin aksi-tesire müsaviliği<br />
gibi) daha geni ş olduğu söylenemez. Bundan ba şka değerler<br />
âlemini enerji alçalmas ı kanunlar ına irca etmek veya benzetmek kabil değildir.<br />
Çünkü biz değeri değişmelere ve kaybolmalara ra ğmen devam eden,<br />
dayanan bir şey diye koyuyoruz. En a şağı derecede hayat ın bile değer say<br />
ılmam ancak çoğalma, üreme ve devam etme gücünden ileri geliyor. Hayat<br />
ın yok olacağı hakk ındaki kanaat insanda ancak ümitsizli ği ve en a şağı<br />
dereceden &icurien bir dünya görü şünü doğurur. Urnimiyetle epikürienler<br />
"dünya var imi ş ta ki yok olmu ş ne umurun" derler. Üstün manevi<br />
değerlerde ise her şeyden önce fanili ği aşmak, sonsuza, hiç değilse devam<br />
edene ula şmak gayesi hakimdir. Dini, bedil, ahlaki de ğerlerde sonsuzluk,<br />
zamana ve de ğişmeye kar şı mukavemet, sars ılmazl ık, güvenilirlik şuuru<br />
esasdır. Bundan başka üstün derecesini dini de ğerde gördüğümüz gibi bütün<br />
değerlerin mü şterek vasf ı duyular, hatta ak ıl alemini a şan bir varlığa<br />
dayanmakd ır. Halbuki enerji tabiat ın ilk ve iptidai derecesi olan<br />
Madde alemine aittir, henüz şuura, değil hayata bile yükselmemi şclir. Nihayet<br />
dini değer tipik misal olmak üzere manevi de ğerlere m u -<br />
k a d d e sl i k vasf ı hüküm sürer. Mukaddeslik ise kendisinin ak ıl-üstü<br />
bir bakla bağlandığı aşkın bir âlemle münasebete aittir. Böyle bir münasebeti<br />
ne hareket ne enerji, ne de ba şka bir tabiat hadisesi veremez.<br />
4. TABİATÇİLIĞLN SON ŞEKILLERI. AKILCILIK VE DETERMİNZM<br />
5 — Tabiatml ığın tutunabilmesi için ba ş vurulan daha üstün bir görüş<br />
yolu "akli düzen" veya rasyonalizmdir (1). Tabiat e ğer duyu verilerinden<br />
ibaret ise ve onlar ın aras ında sabit, de ğişmez bir rab ıta bulunamazsa,<br />
böyle bir temele dayanmak kabil de ğildir. Çünkü her an ve bütün şartlara<br />
göre insandan insana de ğişebilecektir. Tabiat ı yalnız duyu verilerinden<br />
ç ıkarmak istiyenlerin eski Yunanda erkenden ba şarıs ızb ğa uğramalan<br />
bundan ileri geliyordu. Bir yandan Elea mektebi bir yandan atomcular<br />
tabiat ın temelini duyular ın dışında ak ılla elde edilen bir mefhumda, t e k<br />
varl ı k'da veya bölünemez sonsuz varl ı k lar 'da<br />
aradılar. Fakat henüz onlarda tabiata temel olan ak ıl tam şeklini almış<br />
değildi. Ancak duyulann ak ıl vas ıtas ı ile aç ıklanmas ı, duyu verilen aras ındaki<br />
sabit münasebetlerin akli bir düzen halini almas ı suretiyle tabiatc ıl ık<br />
tam rasyonalizm derecesine yükseldi. Bu da ilk defa Aristo.'da görülüyor.<br />
Aristo P h y s Lel e ' te tabiat ın dört sebeplerden ibaret bütün prensiplerini<br />
(1) Rationalisme.<br />
87
veriyordu. liltaphysique'i ise ilk kitaplar ın ı tamamlarnak ve derinleşmek<br />
'üzere yazd ığı için, tabiat felsefesi kemale geliyordu. Kelimenin<br />
asl ında "fizikten sonra" manas ına gelmesi de fizik üstünde a şk ın, bir alemle<br />
meşgul olmad ığım gösterir. Ilahiyat (th,6logie), modern felsefede anlaşıldığı<br />
manada metafizik veya ontoloji Aristo'da tam şeklini almış<br />
Aristo'nun dört sebeb nazariyesi tabiat hadiselerinin biribirine<br />
muhtelif tarzlarda zaruri ba ğlarla bağlandığını göstermektedir.<br />
Leibniz'in "kafi sebep" i ak ıl prensipi olduğu kadar olgu prensipi saymas<br />
ı Aristo'da ba şlayan tabiatc ıl ık görüşünü tama,mhyordu. Leibniz'e<br />
göre (Spinoza'da olduğu gibi) ak ıl düzeni ile e şya düzeni aras ında tam<br />
bir uyarl ık (conformit0 vard ır. Has ılı k af i sebeb prensipi tabiatın<br />
birbirine sebeb-netice münasebeti ile ba ğl ı kat'i ve muayyen yaka zincirlerinden<br />
ibaret oldu ğu tabiatta (Epikur'ün zannetti ği gibi) asla tesadüflin,<br />
atlamarun (bond) olmadığı, sebeblik bak ımından tam bir süreklilik<br />
hüküm sürdüğü, bundan dolay ı da geçmi şin geleceğe gebe olduğu, yani<br />
her şeyin kesin olarak pe şinden kestirilebilece ği (pr&isible) nelfcelerine<br />
ulaşır (1). İşte modern ilmin postulas ı halini alan bu fikre umumiyetle<br />
d&&minisme diyoruz Bu art ık Aristo'da oldu ğu gibi (heykeltra şla eseri<br />
aras ındaki münasebetin tahlilinden ç ıkar ılmış ve bundan dolay ı insana<br />
benzetilmiş olan) müphem determinizm de ğildi. Aristo'da tabiat kanunlar<br />
ı yumuşaktır, adeta tabiat ın alışkanl ıklar ıdır. Halbuki modern rneka--<br />
nizm fikri ile uzla şan determinsm her türlü gayelilik, şuur ve yapt ır ımlik<br />
gibi insana benzetilen fikirleri bir tarafa atar. Tamamen mekanik,<br />
kat'i ve kör bir determinism şeklini al ır. Vak ı2 ilk defa felsefede Farabi<br />
fizik determinism fikrini kendi metafizikine ba ğlamak suretiyle, kat'i<br />
sars ılmaz (hatta mukadder) bir muayyenlik fikrine ula şmıştı. Allah Farabl'ye<br />
göre zaruri varl ık (Vacib-ül-vilcud) oldu ğu için kendi kendini<br />
tayin eder; baz ı kelffinc ılar ın Allahı gibi istediğini dilediği üzere yapan ve<br />
dilediği gibi bozan hür irade (fail-i-muhtar) de ğildir. Farabi nazar ında bu<br />
tarzda anla şılan bir Allah fikri Allah ın ulviliği ve sonsuz kudretine ayk ır<br />
ıdır. Çünkü onu cüz'i irade sahibi olan ve seçme gücü ile daima yap ıp<br />
yapmama aras ında bulunan insan derecesine dü şürmektedir, Halbuki Allahın<br />
sonsuz kudretinde karar, tereddüt, seçme olamaz, o mutlak zarurettir.<br />
Ancak kendi kendini tayin eder. Fakat âlem, zaruretini ondan al ır. Tabiat<br />
kanunlar ın ın şaşmaz kat'iliği de bundan ileri gelir. Gazali tabiat kanunların'<br />
Allah ın adetleri (Cıdetullalh) terakki ederek filozoflar ı tenkid<br />
ederken hakikatte Mutezile' nin eskiden beri müdafaa etti ği ve kökleri<br />
k ısmen Aristoya kadar ç ıkan bir fikir ileriye sürmekte idi. Farabrnin<br />
88<br />
(1) Leibniz, Nouveaux Essals sur l'entendement Hurr ıain.
"zaruri varl ık" fikri İbn Sina ve Ibn Me'mun'un latince tereümelri vaıtasiyle<br />
Garp orta ça ğına geçti. XVII ne! yüzy ılda en tam ifadesini Spinoza'da<br />
buldu. Bugünkü ilmin hâlâ bir dereceye kadar postulas ı vazifesini<br />
görmekte olan determinis ın fikrinin felsefi kökleri budur.<br />
Fakat tabiatç ılığın son dayanağı olan determinism daha XVIII ne! yüz<br />
y ılın başında felsefede şiddetli hücumlara uğradı. Bilhassa asr ımızda bu<br />
hücumlar bizzat ilmin içinde geni şledi:<br />
Eğer kat"î tabiat kanunlar ın ın varlığı bizim hadiseler aras ında<br />
gördüğümüz sabit sebeplik münasebetlerinden ileri geliyorsa, bu sabit dediğimiz<br />
münasebetler şuur verilerimiz aras ında cağrıs ımlarla kurduğumuz<br />
ve al ışkanl ıklara dayanan bir münasebetten ibaretse, o halde Hume'un<br />
gösterdiğine göre her sebeblik münasebeti ruhumuzun al ışkanlığından başka<br />
bir şey değildir; bundan dolay ı da değişmez tabiat kanunlar ının olduğunu<br />
şuur verilerimiz ve ça ğrışım münasebetlerimiz d ışında hiç bir prensiple<br />
ispat edemeyiz. Hume'un hadisecilik, şüphecilik veya subjektivizm ad ını<br />
alan görü şü ak ıl düzenine dayanan tabiatç ılığa veya cr,&&rviiitisıneo'e indirilmiş<br />
darbelerin en büyüklerinden biri idi. Kant, felsefe ve ilmi bu buhrandan<br />
kurtarmak için sebeplik münasebetlewindeki de ğişmezliği zihnimizin<br />
a priori kategorilerine ba ğlamaya çal ıştı. Bu tesebbüslin as ıl mânâs ı<br />
eskiden olduğu gibi dktbıninisme'i tabiattan ç ıkar ılmış akli bir prensip<br />
değil tabiata insan taraf ından yüklenmi ş olan ideal bir prensip olarak<br />
görmektir. Kant felsefesinde a prioriler asla insandan insana göre değişen<br />
psikolojik ve sübjektif kategoriler de ğildir. Tam tersine, bütün<br />
insanl ıkta mü şterek olan, insanlar ın devirlerin de ğişmelerine rağmen<br />
sabit kalan, hadiseler aras ında değişmezlik ve sabitlik görmemizi temin<br />
eden ideal kategorilercEr. Bundan dolay ı Kant felsefesi determinisrn fikrini<br />
tabiatç ılık dışına çıkar ıyordu. Nitekim bunu takip edenler (Fichte,<br />
Schelling, Hegel) idealismi geli ştirerek tabiatç ıl ıktan büsbütün uzakla şt<br />
ılar.<br />
5. DİYALEKTİK MATERİALİSM, İSTİDALECİLİK, TEKAMÜLCVLÜK<br />
Bununla beraber romantik denen bu idealismin tabiat d ışına ç ıkmas ı<br />
ancak insanl ığı veya fikri idealle ştirmek suretiyle oluyordu. Eğer insanl ık<br />
ve ruh tabiattan müstakil ise ve onun vermedi ği külli ve değişmez düzeni<br />
veriyorsa, ilmi ve bütün de ğerleri onlara dayand ırabiliriz. Ruhun gelişmesi<br />
Hegel'e göre hakiki varl ığın geli şmesidir, ve bu d i y a l e k t i k<br />
dediği ayrı bir mant ıkla kavranabilir. E ğer bu ideal varl ığa mukavemet<br />
eden, onun dışında kalan bir tortu varsa bunun ayn ı mant ıkla aç ıklanması<br />
kabil değildir. Nitekim Hegel maddeyi, tabiat ı diyalektik'i d ışında ölü<br />
89
uh olarak b ırak ıyordu. Fakat maddenin, hayat ın bütün e şitliliği ile tabiat<br />
ın ideal varl ığa kar şı mukavemetleri romantizmi sarsmada gecikmedi.<br />
Hegel'in Mutlak idealismi kar şıs ına tabiatc ılık iki şekilde '..! ıkt ı.:<br />
1— Manevi âlem (Geist) diyalektikini bir tabiat diyalektiki haline getirmek,<br />
yani kendi tabiriyle "tersine çevirmek" suretiyle Marx ve Engels'de<br />
tarihi maddecilik halinde. Engels bu yeni görü şe "tabiat diyalektiki" (1)<br />
adl ı kitab ında felsefi bir şekil vermeye çal ıştı. Hegel'deki "fikirlerin terkibi"<br />
ni burada tabiat sürecindeki z ıt kuvvetlerin terkibi haline koydu ve<br />
inkilab ı (2) ayni metodla, aç ıklamak istedi. Fakat Hegel'in ,mant ıkı neden<br />
dolay ı başarıs ızlığa uğrad ı ise ondan daha kuvvetli sebeplerle Marx ın<br />
maddesi diyalektiki ba şar ısızlığa uğradı. Hegel varl ığın fikirle ayni olduğunu<br />
söyliyerek mutlak idealisme giriyordu. Mutlak Varl ık, önce subjektif<br />
benlik (tez) sonra objektif ruh (anti-tez) olarak görünen fikir halindeki<br />
iki lahazan ın terkibi olan mutlak ruhun olu şu (sentez) idi. E ğer<br />
varl ıkla, fikir birbirinin ayni ise, ona neden Spinoza gibi her ikisinin üstünde<br />
cevher dememeli? Yahut biribirinin ayni olan bu iki manzaradan neden<br />
yaln ız fikir üzerinde durularak varl ıktan vaz geerwli? Sürekli bir<br />
oluş halinde olan fikri e ğer formel mant ık kavramaktan acizse, çeli şmeleri<br />
aşan bu yeni mant ık ın meşruluğu ne ile ispat edilebilir? Olu ş un mantıkı<br />
aştığını söylemek kafi değil midir? Formel mantk ın bütün prensiplerini<br />
kaldıran yeni bir mant ıkın hiç değilse tabiat, insan ve tarih hakk ındaki<br />
bilgimizle teyit edilmesi laz ım değil midir ? Halbuki ne ilimler bunu<br />
teyit ediyor, çünkü onlar ın gelişmesi formel ve tatbiki mant ıka göre olmuştur;<br />
ne tarih teyit ediyor; çünkü orada müfret, (3) ferdi olgularla,<br />
beklenmedik hallerle, pe şinden görülmesi mümkün olm ıyanlarla, zigzaklarla<br />
kar şılaşıyoruz. O halde Hegelin mant ık ı yaln ız "mü şa'nhas - külll" dediği<br />
mefhurnlar (notion) sahas ında geçecek ve matematiki, tabiat' yani<br />
ilinılerin as ıl konusu olan kavramlar ı (concept) ihmal edecektir.<br />
Tabiat diyalektikine gelince, ilimlerin onlar ı hiç teyit etmediğini söylemeğe<br />
lüzum yoktur; çünkü bu diyalektik hiç de ğilse Hegel gibi "mefhum"<br />
dünyas ı ile "kavram" dünyas ını bile ay ırm ıyor. Hareket noktas ı madde<br />
ilimleri ve matematik olduğu için ister istemez k a v r amla lr üzerine<br />
dayanıyor. Halbuki bu kavramlar umumi ve mücerrettirler; üçgen,<br />
2+2 4, kitle veya enerji, v.s. gibi. Bundan dolay ı da formel mant ık ın<br />
temel prensiplerine (ayn ılık, çeli şmezlik) dayan ırlar. Bu prensipleri kabul<br />
edince diyalektik değerini kaybeder. Nitekim Marxç ılardan bir k ıs-<br />
90<br />
(1) Dia1ektik der Natur<br />
(2) Bu cereyan bu kelime ile hem tabii hem içtimai r Ğvoluti:ou'u anlayor.<br />
(3) Singidier<br />
-99
mı bu noktada ısrar etmezler, (Bernstein gibi). Bir k ısm ı da diyalektiki ihtimaliyet<br />
mant ıkına dayand ırmak isterler (1). Böyle bir mant ıkın formel<br />
değerini ayrıca yeter derecede münaka şa ettik. Bundan ba şka tabiat diyalektiki<br />
ferdi ve orijinal olgular alemi olan tarihte hiç muteber,<br />
2 — Mutlak idealisnae kar şı tabiatç ılığın ikinci darbesi istihalecilik<br />
(transformisme) ve tekamüleülük (45volutionisme) şekillerinde meydana<br />
ç ıkmışt ır. Istihalecilik do ğrudan doğruya ilimden doğdu. Lamarck ve bilhassa<br />
Darwin'in canl ı varl ıklara ait ara şt ırmaları, nevilerin sabitliği fikrinin<br />
gerilemesi, tabiat ın Aristo'dan beri zannedildi ği gibi, sabit neviler ve cinsler<br />
halinde aç ıklanmas ı imkans ızlığım gösterdi. Eğer böyle ise canl ı varl<br />
ıklar âleminde her şey değişiyor, ve şekil değiştiriyor. Fakat bu istihale<br />
fikri henüz yaln ız e a n, 111 a r alemine hasredilmi ştir. Bir ad ım<br />
ilerde tekamülcülü ğü görüyoruz: Spencer'e göre maddeden itibaren her şey<br />
değişiyor ve yaln ız şekil değiştirmiyor. Esasl ı bir bünye değiştirmesine<br />
v o l u t i o n ' a uğruyor. Fakat bu teltamill mekanikdir. Yani unsur<br />
birikmesinden ibarettir. Her şey basitten mürekkebe, komplekse, tecanüssüze<br />
doğru gidiyor. Organlar ı ve fonksiyonlar ı bak ımından farkhlaşiyor,<br />
tekffinülcülük istihalecili ğin daha derinle şmiş olan, varl ıkların bünyesine<br />
ait derin de ğişmeleri aç ıklayan şeklidir. Art ık bir biyoloji nazariyesi<br />
değil bir dünya görü şü ve felsefe kar şıs ınday ız. Bundan dolay ı tabiatç<br />
ılık en geniş ifadesini — sonunda — tekamülcillükte bulmu ştur diyebiliriz.<br />
Bu görü şün öncüllerini Herakleitos'a kadar ç ıkaranlar varsa da<br />
modern tekamülcülük eski de ğişme görüşlerinden çok farkl ıdır. Burada<br />
bahis konusu olan yaln ız değişme değildir. Fakat bu değişmenin muayyen<br />
bir hedefe doğru çevrilmi ş olmas ı ve bir m ü k e m m ell e ş m e ve<br />
üs t ü n l e ş m e ile birlikte cereyan etmesidir. Basitten mürekkebe, tecanüslüden<br />
tecaniissüze geçi ş eğer e şyanın en umumi kanunu ise, o halde<br />
her şey zaruri olarak zaman içinde ayni istikamete gidiyor demektir. Fakat<br />
farklaşma, kompleksieşme mutlaka mükemmelle şme mi demektir? Öyle bir<br />
değişmede en farkla şmış olan ın en üstün olduğunu gösteren delil nedir?<br />
Tekamülcülük bunun delillerini maddeden insana do ğru değişmelerin ayni<br />
ritme tabi bulunmas ından, insan ın alemde en kompleks ve ayni zamanda<br />
en mükemmel ve üstün varl ık olmas ından ç ıkarıyor. Fakat böyle bir görü ş<br />
bizzat tabiatç ılığa zıt değil midir? Eğer tabiatta her şey insana yönelrnekte<br />
ise, böylece insana bütün varl ıklardan üstün saymak, eskidenberi bilinen<br />
metafizik ve dini görü şe tablatç ıl ık içinde yeniden dönmek olmayacak<br />
mıdır? .Alemin zaman ritmine ba ğlı olarak geli şen bir tekâmül kanununa<br />
tabi' olduğunu söylemek için şimdiye kadar tabiat ilimlerinin ke şfetmi ş ol<br />
(1) Philippe Frank, Le Principe de Causalitk et ses Limites.<br />
91
duğu bütün kanunlar ı içine alan en umurni bir kanun formülü vermek<br />
laz ımd ır ki bunu ne fizik, ne kimya, ne de biyoloji alan ında bulabiliriz. Öyleyse<br />
tekâmül bir tabiat kanunu de ğil, ancak mevcut bilgirnizin muayyen<br />
nizama göre s ıralanmas ından doğmu ş bir faraziyedir. Mekanik bir tekâmillün<br />
ne derecede doğru olduğu meselesi Spencer'deri ;ger:. çok münaka şa<br />
edildi. Bazılar ı tekâmülde zigzaklar oldu ğunu iddia ettiler (1). Baz ılarına<br />
göre tekâmül, s ıçray ıc ı ve ink ılâpç ı (2) d ır. Bir k ısmı da tabiatta basitten<br />
mürekkebe tecanüslüden tecanüssüze de ğil, tam tersine tecanüssüzden tecanüslüye,<br />
mürekkepten basite do ğru bir geli şme olduğunu iddia etmektedir<br />
(3). Bu kar şı iddialar ı hakl ı ç ıkaran deliller eksik de ğildir. Her halde<br />
Spencer tekamüleülü ğünün bu gün müdafii kalmam ışt ır Yaln ız onun son<br />
taraftarlar ı, sırf biyoloji ve sosyoloji alanlar ına münhasır olan ayr ı tekâmül<br />
dallar ı aramakta, aralar ında yaln ız benzeyi şler (analojiler) bulmaktad<br />
ırlar: Mesela fonksiyonlar ın farkla şmsı gibi.<br />
Tekamüleülüğün kaba şekli red edilse bile, tabiat alimieri tekâmülü<br />
kaç ın ılmaz umumi bir faraziye gibi görmede birle şiyorlar. Her halde<br />
açklamalar ı birbirini tutmas ına rağmen herkeste de ğ i ş me fikri<br />
hakimdir. Yeni görüşler Spencer'i düzeltti. Tekâmül fikri çok şekilli ve<br />
kar ışık bir manzara ald ı. Mesela Rosa'n ın OElogense'i ile Darwin'in istihaleciliği,<br />
yeni Lamarck'ç ıl ık veya ani de ğişme (mutation) fikirleri aras<br />
ında tam bir uyarl ık aramağa imkân yoktur İlmin sabit ve kat'i verilerini<br />
aşan bu aç ıklamalar, muhakkak ki, tamamen farazi bir zemin üzerinde<br />
yüründüğünü gösteriyor. Tekâmül fikrinden yaz geçilemiyor, fakat<br />
hangi aç ıklam ıya bağlan ılacağı da bilinemiyor. O halde as ıl felsefe ile<br />
ilim arasında, faraziyelere dayanan yar ı fantezist bir alan te şekkül ediyor<br />
ki, bu alan hem filmin hem felsefenin aleyhine neticelere do ğru insanı<br />
sürükliyebilir. Burada günümüzün modas ı olan ba şlıca tekâmül faraziyelerini<br />
s ırasiyle göremeyiz. Bu konumuzu fazla geni şletir (4). Yalnız<br />
şunu işaret edece ğiz ki, faraziyelerin çözemedi ği bu düğümün önünde oldukça<br />
müsbet ve tecrübi bir tekâmül görü şünde birle şilmektedir. Bu da<br />
Genetik alamd ır.<br />
Genetik, geçen as ır sonunda bitki ve hayvan nevi'lerinin melezle ştirilmesi<br />
suretiyle yeni nevi'ler elde etmek imkan ının görülmesinden doğan<br />
biyolojinin bir dalıdır. İlk önce bu melezleşmeler, yaln ızca mü şahede edil-<br />
92<br />
(1) Eimer'in Orthogense nazariyesi bunlardand ır.<br />
(2) Dollo'ya göre tektbriiil süreksiz, aksedilemez ve fas ılal ıd ır. Lotsy'ye göre<br />
melezleşme bitkilerde atlay ıc ı tekâmülün esasl ı âmilidir.<br />
(3) Böyle düşünenlerden Roberto Ardigo ile tekâmüle (6volution) kar şı involution<br />
fikrini müdafaa eden A. Lalande' ı zikredebiliriz.<br />
(4) Tekâmül meselesine Tabiat ve İnsan Felsefesi dolay ısiyle başka bir kitapta<br />
daha, etrafl ı olarak dönece ğiz.
mişken, sonradan sun'i melezle ştirmeler de yap ıld ı. Önce yalnız bitki ve<br />
hayvanlara münhas ırken sonradan insanlara da te şmil edildi. Böylece<br />
Genetik insan nev'inin bir teviye yeni vas ıflar kazanmas ı suretiyle yolun<br />
değiştirimlesi, islahl veya yeni istikamet verilmesi mümkün oldu ğunu gösterdi.<br />
Genetik'in bu çal ışmalar ı bilhassa naturalisme'in zaferi gibi görüldü.<br />
Insanın bitki ve hayvandan ayr ılmıyan bir varl ık olduğu yaln ız müşahede<br />
ile de ğil, tecrübe ile, müdahale ile görülüyordu. E ğer böyle ise<br />
insanı bir laboratuvar konusu olarak ele alabilece ğiz, ona ileride istediğimiz<br />
daha mükemmel vas ıfları kazand ırabileceğiz, yahut onu hedefimize<br />
göre şu veya bu istikamete sevkedebilece ğiz. Bu görü ş naturalismin determinism<br />
ile birleşmesinden doğduğu için tabiat şartlar ını bilmek suretiyle<br />
ona istediğimiz şekli vermek mümkün olacağı tarz ında iyimser ve<br />
iradeci bir hükme de varmaktad ır. Bu ara şt ırmalar esass ız değildir. Mendel<br />
taraf ından farkl ı olarak ba şlandığı halde bu gün Cu ,S,not, Rostand,<br />
Bateson, Vernet, Mitchurine, v.s. taraflar ından insan ilmi olarak geli ştirilmi<br />
ş bulunmaktad ır (1). Melezle şen ve d ış şartlar ının değiştirilmesi suretiyle<br />
elde edilen neticeler son derecede çe şitli olduğu için, bunlar ın ancak<br />
ihtimaliyet hesab ı ile tetkikine girilebilmektedir. Böylece Genetik alan ında<br />
kat'l determinismden de ğil, ancak ihtimali determinismden bahsedilebilir.<br />
Fakat yap ılan, hesapların kuvvetine göre elde edilan grafiklerle (t ıpkı<br />
meteorolojide olduğu gibi) ba'z ı muayyenliklere ula şılmaktad ır.<br />
Fakat Genetik'in bu iradeci, iyimser görü şü ne derecede do ğrudur?<br />
Bu iradi müdahalenin hudutlar ı nedir? Neleri değiştirebiliriz, neleri değiştiremeyiz?<br />
Faraziyenin geni şliğini bir tarafa b ırakarak, yaln ızca<br />
teerübelere bakacak olursak, şimdiye kadar bitki ve hayvanlarda dahi<br />
stufl değiştirmelerin birçok şartlarla s ınırland ır ılmış olduğu görülüyor:<br />
a) Ba'z ı hastal ıklar, fonksiyon değişmeleri doğurtulabiliyor. Fakat bunlar<br />
da birkaç nesil sonra kendi kendini düzeltiyor; b) Bütün nevi'ler bir<br />
birleriyle ihtilat edemiyor, ba'z ı nevi'lerin kat ışmas ından bir netice ç ıkm ı<br />
yor; c) De ğişmeler hiçbir zaman hücrenin özüne, idioplasma'ya nufuz etmiyor,<br />
bunun için devaml ı ve derin de ğiştirme kabil olmuyor. Netice olarak<br />
ilk bünyeler olduğu gibi kal ıyor. Değiştirme imkâm insana geçince daha<br />
gikleşir. Şartlar ına hakim olmam ız imkans ız bir hale gelir. Her şeyden önce<br />
insanlar ın içinde ,fia şadığı minimal, maximal fizik şartlar onlar için bir nevi<br />
kader te şkil etmektedir. İnsan bu kadere hakim değildir. Ayni tarzda<br />
asgari ve A'zaml bir biyolojik k a d er de vard ır. Biz yaln ızca bu<br />
(1) Murice Vernet, "Kaderine Hakim Olan İnsan", ve J. Rostand da " İnsan<br />
Deği ştirebilir-mi?" adli çok yeni eserlerinde bu iddiay ı sonuna götürüyor<br />
ve insan ilmini tamamen tabii şartlara hakim olmak şeklinde aç ıklamak<br />
istiyorlar.
iki limitin ortas ına müdahale edebiliriz. Fakat bu limitler d ışındaki kader<br />
bizim irademizi ve müdahalemizi durdurur. Nihayet bir de psikolojik kader<br />
vard ır. Biz yalhız akl ımızın bünyesine s ığabilecek olan şeyleri muayyen<br />
förmüllerle kavr ıyabiliriz. Fakat bütün var olanlar ın aldileştirilebileceğini<br />
iddia edemiyiz. Fizikten i'tibaren insan ilimlerine kadar bu tarzda<br />
say ıs ız irrationneFlerle kar şılaşırız (1). O halde nas ıl olar da Genetik<br />
ile her şeyi hal iddias ında bulunuruz.<br />
Genetik'in s ınırlar ını görünce bugünkü biyolojik billimizin dışında<br />
pek çok şeyler kald ığını ve bunlar ın halledilemedi ğini i'tirafa mecburuz.<br />
Fakat as ıl mühim olan (evvelce i şaret etti ğimiz gibi) fizikteki YakInsizlik<br />
Prensipi'nin, biyolojik alanına da te şmil edilmesidir. Eskiden bilgimizin<br />
s ınırını tecrübemizin kifayetsizli ğine, bilme vas ıtalar ımızın zay ıfl ığına<br />
bağl ıyorduk. Tecrübelerimiz artt ıkça, ara şt ırma vas ıtalarımız mükemmelleştikçe<br />
bu gün bilinmiyen şeyler yar ın bilineceklerdir diyorduk.<br />
Vak ıa ilmin sürekli ilerlemesi de bu cesaretimizi artt ırıyordu. Hele son<br />
35-40 y ıl içinde keşiflerin h ızl ı art ısı bu eski kanaati bir bak ımdan sağlamlaştırmışt<br />
ır denebilir. Fakat bu sağlamlaşma yaln ız görürü ştedir. Çünkü<br />
ilmimizin geni şlemesi varl ıklar aras ındaki uçurumlar ı doldurmuyor. Mekanik<br />
alan ındaki bilgimizi kendi istikametinde derinle ştiriyor, yani prensipleri<br />
bilinen şeylerden bu gün pratik neticeleri ç ıkarma imkan ın ı te'min<br />
ediyor. Ne maddeden hayat, ne hayattan şuur, ne şuurdan cemiyet-veya ruh<br />
yapmağa muktediriz, ne bu varl ık uçurumlarını nazari olarak olsun dolduracak<br />
aç ıklamalar ı yapmağa. Tam tersine, bu hiatus'lar kar şıs ında<br />
aczimizi daha iyi anl ıyoruz. Fizik alan ında araştırma vas ıtalar ım ız, tetkik<br />
aletlerimiz mükemmelle ştikçe hadiselerin gittikçe daha g a y r i<br />
rn u a y ye n bir hal ald ığım Heisenberg göstermi şti. Ayni geçilmezliğin<br />
biyolojide de mevcut olduğunu görüyoruz. Her tecrübe hadiseye bir<br />
müdahaledir. Her müdahale hadisenin mahiyetini az çok de ğiştiriyor. Onu<br />
asla sarih olarak görmüyoruz: beyin ameliyat ı, kalp ameliyat ı hatta daha<br />
sathi ameliyatlarda hadiseyi ta'dil etmedikçe fark edemiyoruz (2).<br />
Anesthesie'nin tekamülü ile ameliyatlar ı en sarih bir şekildi yapmak mümkün<br />
oldu. Fakat bu suretle muayyen bir uzvu felce u ğrat ıyoruz. Onun<br />
üzerinde adeta bir foto ğrafç ı gibi meşg-al oluyoruz. Ancak burada art ık biyolojik<br />
olay ı durdurmu ş, fonctionlar ı göremiyecek hale gelmi şizdir. Has<br />
ılı bilgimizin s ınırlar ı vas ıtalar ımızın eksikliğinden değil, olaylar ın mahiyeti<br />
icab ı bize mukavemet etmesindendir. Bundan dolay ı da Genetik<br />
(1)- E. Bontroux, E. Meyerson Fransa'da bu irrationnel meselesi üzerinde yeter<br />
derecede durdular.<br />
(2) Rationalisme
mtıa.yyen s ınırlar içinde i şleyen bir teknik olarak kalmaya mahkümdur;<br />
ve asla insan ı bütün olarak aç ıklayamaz.<br />
6. DARWİNCİLiK VE SOSYAL DARWİNCİLİK<br />
Fakat Genetik'ten daha eski bir görü ş, darwinism, biyolojide uğradığı<br />
bütün hücumlara ve tenkidlere ra ğmen hala mukavemet etmektedir. Bunun<br />
sebebi Darwin'in Lamarck gibi kazan ılmış vasıflarm nesle geçi şine ait dogmatik<br />
bir kanaata ba ğlanmamas ı ve temelindeki ba'z ı fikirlerin cazibesini<br />
ve pratik aç ıklama kuvvetini muhafaza ,etmesidir. Bu fikirlerde bilhassa<br />
"Hayat Mücadelesi" (Struggle for lif e) ve "Tabii Seçkinle şme" (S&ectiow<br />
naturelle) fikirleridir. Ch. Darwin'in Güney Amerika'da ve Ate ş adas ı civarında<br />
yaptığı devaml ı araşt ırmalar kendisini Malthus'den ve hatta daha eski<br />
olan rahib Lyell'den mülhem olarak hayat mücadelesi sonunda meydana<br />
çıkan seçkinle şme ve mükemmelle şme tezini mildafaaya götürmü ş-tü. Biyolojik<br />
bak ımdan bu faraziyelerin bütün hayat nevi'lerini ve tekâmülü aç ık<br />
lama hususundaki kudreti münaka şa götürür bir durum olmas ına, hatta<br />
bizzat Darwin'in bu bak ımdan kendi umumi nazariyesinde ba'z ı rötuşlar<br />
yapm ıya ve bu fikri nevi'lerin tesanüdü ve birbirini tamamlamas ı hakk ındaki<br />
bir görü şle tamamlamaya çal ışmas ına rağmen, nazariyenin biyoloji<br />
dışındaki akisleri daha geni ş oldu. Az zamanda insan filmleri ve felsefe<br />
alanında bir çok taraftarlar buldu. Ba şta F. Nietzsche olmak üzere yeni<br />
ba'zı filozoflar irade ve kudret felsefesiyle Darwin'cilik aras ında münasebet<br />
grdüler. Fakat daha basit bir tarzda seçkinle şme, hayat mücadelesi fikirleri<br />
sosyoloji içinde de devam etti. İçtimal Darwin'ciler cemiyetlerin hayatın<br />
ı içtimai değişmeleri bu tarzda aç ıklamaya çal ışıyorlard ı . Oecologie,<br />
bitkiler, hayvanlar alan ından insan alanına geçerek sosyolojiyi tamamlayan<br />
bir ilim olmak istiyordu. Be şeri colog*i.e'nin gayesi insan cemiyetlerinin<br />
muayyen bir zemin üzerinde yerle şmesi ve merkezle şmesinden doğan<br />
hadiseleri ineelemekti. Bunun için de her şeyden önce yerleşmelerin kesafetle,<br />
temerküzle alakas ı araşt ırılıyor, merkezleri bir daire halinde ele al ı<br />
nan nüfus yerleşmelerinde iç dairelerle d ış dairelerin sosyal bünyeleri ara<br />
sındaki farklar hayat mücadelesi ve seçkinle şmeye göre tetkik ediliyordu.<br />
Ecologie'nin ara şt ırmasına göre iç dairede kesafetin en yüksek bulundu ğu<br />
yerde mücadele ve seçkinle şme en fazlad ır, ve içtimai münasebetler en gergindir.<br />
D ış dairelere doğru gidildikçe mücadele ve seçkinle şme azal ır ve içtimai<br />
münasebetler gev şer.<br />
Nietzsche gözüyle tefsir edilen Darwin'cilik s ırf naturalisme olmaktan<br />
uzaklaşmıştır. Çünkü burada rekabet, mücadele, seçkinle şme v.s. s ırf biyolojik<br />
bir hadise süreçi olmaktan ç ıkarak, tamamen be şeri alana ait bir
kendini a ş m a (d4assement), üstiinieşme, yücelme (sublimatiow)<br />
süreci haline gelmi ştir. Bu bak ımdan Nietzsche'nin anlad ığı mâ'nâdaki<br />
Darwin'cilik art ık biyolojik ve tabii bir aç ıklama değil, yeni bir metafiziktir.<br />
Nitekim onun biyolojik zemine ba ğlı görülmesine rağmenbiz<br />
yaln ız yeni varl ık felsefeleri (existentialisme) aras ında yer ald ığın ı<br />
hatta bu varl ık felsefesinin belli ba şl ı köklerinden biri olduğunu görüyoruz.<br />
Fakat biyoloji içindeki farazi de ğerini hesaba katmaks ızın sosyal ilimlerin<br />
yard ımc ı bir metod olarak kulland ıkları ecotogtique görüş, veya daha<br />
geni ş olarak Darwin'ci sosyoloji ve psikoloji grü şleri tamamen naturaliste<br />
zeminde bulunmaktad ırlar. Bu alanda çal ışmalar Darwin'den ba şlayan bu<br />
faraziyeleri ispat edilmi ş telâkki ederek bütün tecrilbi ara şt ırmaların<br />
onun üzerine kuruyorlar. Mesela Mukerjee, Chicago şehrinin ecologique<br />
tetkikini yaparak şehri tek merkezli dairelere ay ır ıyor, İç daireden d ışa<br />
doğru uzakla şt ıkça kesafetin, rekabet, mücadele ve segkinle şmenin azald ığını<br />
tesbit ediyor. Bu münasebetleri cemiyetlerin muhtelif fanction'lar ı ve<br />
müesseselerinde ara şt ırıyor. Iktisadi faaliyetin, ahlaki münasebetlerin bu<br />
dairelere göre ald ığı şekilleri gösteriyor. Cinayetler (suçlar), intiharlar, e şya<br />
fiyatlar ı, hukuk da'valar ı, muhabere ve ula ştırma v.s. gibi hadiselerin<br />
dairelere göre da ğıl ış nisbetlerini gösteriyor. Ara şt ırma sonuçlar ı verimsiz<br />
değildir. Bilhassa Chicago gibi tek merkezli dairelere ayr ılmas ı mümkün<br />
olan yeni şehirlerde daha aç ık neticeler elde edilmektedir. Fakat her yerde<br />
ayni münasebetleri bulabilir miyiz? Birçok şehirler müteaddit merkezlidir.<br />
Şehrin çevresi ve merkezini bulmak kabil de ğildir. Ba'z ı yerlerde en büyük<br />
faaliyet muhite yak ın bir yerde kesifle şir. İçtimaî farkla şma ve i ş bölümü<br />
tam olan bir çok şehirlerde faaliyet ve rekabet merkezleri ayni zamanda<br />
tesanüd merkezi vazifesini görmektedir. Rekabet merkezlerinin di ğer fonction'lar<br />
ı çevreye doğru artt ığı faraziyesi de daima tahkik edilmemektedir.<br />
Bunun misali Londra gibi çok büyük şehirlerden ba şka, Orta Avrupa şehirlerinde<br />
de görülür. Sosyolojik mil şahedelerin gösterdi ği ezadlar bu ara şt<br />
ırma alan ında Darwin'ci faraziyenin pe şinden temel olarak al ınmas ından<br />
ileri gelmektedir. Bunun için, her şeyden önce bu faraziyenin biyolojik ve<br />
felsefi değerini kontrol etmek laz ım gelir.<br />
7. TABİATÇILIĞIN SARSILMASI<br />
Biyolojide Darwin'in temel fikri olan "Insan ın Menşei" faraziyesi esaslı<br />
bir surette sars ılm ışt ır. Muhtelif ara şt ır ıc ılar değişmeye bir vak ıa gözü<br />
ile bakmakla beraber tek hatl ı tekamül fikrinden uzakla şıyorlar. Loria,<br />
Oelogenbe nazariyesinde, co ğrafi dağıl ışa göre ayr ı ayr ı tekaınül dalları olduğunu<br />
gösterdi. Van Bolk, insan ın maymunla alakas ız ayr ı bir dal olduğu<br />
96
hakkındaki ilk iddialar ı kuvvetlendiren bir çok deliller gösterdi. İlk insana<br />
ait ara şt ırmalar bizi homo pekinensis'e kadar götürüyor. Onunla Pitecanthropus<br />
erectus aras ında bağlar kurulabilir. Fakat bu yolda milyon y ıllık<br />
tarihi olduğu tahmin edilen bu tek âmil ile insanlara yak ın olduğu Darwin<br />
taraf ından iddia edilen maymunun tekamülü aras ında hiç bir münasebet<br />
görülemiyor, insan nev'inin elemanter şekillerine ait ara ştırmalarda burada<br />
maymundan tamamen ayr ı ve başka bir tekâmül dal ı olduğunu göstermektedir.<br />
Maymun ve diğer memeli hayvanlarla insan ı ay ıran en mühim<br />
fark insanın biyolojik ve bilhassa gyn&ologique (1) bak ımdan "Geri kalm<br />
ış" (2) bir canl ı nevi' olmas ıdır. Umumiyetle hayvanlar ana karn ında<br />
tam inki şaflarm ı kazand ıktan sonra bütün iç güdüleriyle beraber do ğuyorlar<br />
ve yer yüzüne ç ıkınca az çok k ısa bir zamanda çevreye intibak ediyorlar.<br />
Hayvanlar ın doğumlar ından itibaren nevilerine mahsus fonction'lar ım<br />
yapabilecek hale gelmeleri az çok farketmekle beraber son derecede k ısad<br />
ır. Böcekler sürfelerinden ç ıkar ç ıkmaz uçuyorlar. Civcivler yumurtadan<br />
ç ıkt ıktan biraz sonra yürümeye ve birkaç gün sonra kanatlar ın ı ç ırpmaya<br />
başlıyorlar. Memeli hayvanlarda bu devre bir iki hafta uzasa bile yavrular<br />
nevilerine mahsus iç güdüleri süratle kazan ıyorlar. Yaln ız insan yavrusu<br />
doğduktan ancak bir sene sonra yürüme kabiliyetini kazan ıyor. Ve bir buçuk<br />
sene sonra nev'ine mahsus heceli sesler ç ıkarıyor. Diğer kabiliyetleri<br />
sekiz on yaşlar ına kadar geçen, çok uzun bir devre zarf ında elde ediyor. Bunun<br />
görünü şteki biolojik sebebi insan yavrusunun te şekkül bak ımından<br />
ana karn ından tamamlanmam ış bir foetus halinde dünyaya gelmesi ve uzviyetin<br />
yapamad ığı bu eksikliği insanlar ın kendi ihtimam ve gayretleriyle<br />
tamamlamaya çal ışmalar ıd ır. Fakat burada varl ığın bir çok mühim ve ak ılla<br />
açıklanması imkans ız (irratiorınel) yeni bir safhas ı kar şısında bulunuyoruz.<br />
İnsan bu eksik teşekkülü nas ıl tamamlamıştır? Bu tamarnlay ış tabiî<br />
süreç diye aç ıklanabilir mi? İnsan ın kendini tamamlamas ı uzviyetin iç güdüler<br />
bak ım ından e.3irgedi ğini kendini yetiştirme, al ışt ırma, eğitim yollar ı<br />
ile kapatmas ı demekti. şu halde insan kendini eğitim ile tamamlam ışt ır diyebiliriz.<br />
Fakat tabiatta e ğitim yoktur. O ancak zekan ın, insan ruhunun yoğurdu'ğu,<br />
haz ırladığı bir zemin üzerinde geli şebilir. Bu zemin de k ü 1 -<br />
t ü r ' dür. Fakat ne e ğitim re kültür tabiatm basit devam ı değildir. İnsanın<br />
tabiatta kazand ığı, tabiat maddesini yo ğurarak değiştirerek meydana<br />
getirdiği büsbütün yeni bir varl ık derecesidir. Tabiat a şağıdan yukar ıya<br />
doğru geliştiği halde eğitim ve kültür yukar ıdan aşağıya doğru iner, bir<br />
maddeye tatbik edilir, onu yo ğurur, şekil verir ve yükseltir. Terbiye ve kül-<br />
F: 7<br />
(I) Rü şeym (embryon )ilmi.<br />
(2) Bu geri kalma (retardement) fikri bilhassa Arnold Gehlen taraf ından<br />
Der Menseh, seine ~ur ııııd seine Stelling in der Welt adl ı eserde gelistirildi<br />
(1955).
türü ilk unsurlarma irca ederek hayvanlardaki yüzme ekzersisine, ku şlar ın<br />
uçmak için ç ırp ınmas ına, böceklerin basit reflekslerini geli ştirmek için yapt<br />
ıklar ı y e t i ş m e (dressage) yollarına benzetme ğe imkân yoktur.<br />
Çünkü hiç bir hayvanda, hatta en yükseklerinde dahi terbiye ve kültüre<br />
benzer bi faaliyete rastl ıyamay ız. Hayvanat cirquelerinde filler veya atlara<br />
öğretilen mârifetler iptidai otomatism derecesinden yukar ı asla ç ıkamaz.<br />
Bunlarda zekân ın yüksek Gestaltlara do ğru yükselen faaliyetine, iradenin<br />
hissin terkip edici rolüne, şahsiyetin bütünlü ğüne ait fonsiyonlardan hiç birinin<br />
yeri yoktur. At yaln ız kendisine gsterilen halkalardan atlamas ını bilir.<br />
Ayn ı hareketi ba şka bir vaziyette tekrar edemez. Kendili ğinden hiç bir<br />
terkibi fiile geçemez. Otomatismlerin harika say ılanlar ı dahi bazı mekanik<br />
hareketlerin tekrar ı ile elde edilmi ş zâhiri terkiplerdir ve asla ruhun ve<br />
şahsiyetin in şa edici, yarat ıcı fonksiyonlar ı ile alâkalar ı yoktur. Halbuki<br />
çocuğun pek güç olarak elde etti ği kabiliyetler art ık tamamen yeni sahaya<br />
girmiştir. Bu da zeka. ve şahsiyet sahas ıdır. Çocukta al ışkanl ığın her yeni<br />
safhas ı insan ın inşai ve yarat ıc ı kabiliyetlerinden bir derece daha yükselmesini<br />
temin eder. Lisan ın öğrenilmesi, heceli seslerle ruhî haller aras ında<br />
ki münasebetin kurulmas ı, ruhi hallere kar şılık olan heceli seslerden her birinin<br />
bir "m â n â" muhtevas ı kazanmas ı, bu yeni mânâ dünyas ının gittikçe<br />
daha umumi şekillere, "bünyelere" (Gestalt) yükselmesi, böylece yaln<br />
ız duyular ın kavrayabildi ği konkre şekillerden derece derece duyular ı<br />
aşan ve yaln ız ak ılla kavranabilen abstre şekillere, mânâlara, mefhumlar ve<br />
fikirler dünyas ına yükselmenin mümkün olmas ı insanın tekâmülünde emsalsiz<br />
ve bir misline daha rastlanm ıyan büsbütün yeni bir ufkun aç ılmış olduğunu<br />
gösterir. Bu yeni ufku, yani mânâlar, mefhumlar ufkunu tabiat ın<br />
buraya kadar gördü ğümüz şekillerinden hiç birine ircaa imkân yoktur. Bunun<br />
ba şlıca iki sebebi vard ır;<br />
1 — "Mânâ" dünyas ı mahiyet bak ım ından biyolojik hadiseler zincirinden<br />
ayr ıd ır. Tabiat ın bildiğimiz en üstün derecesi olan insan biyolojisi ile<br />
dahi "mânâ" dünyas ını aç ıklamak kabil değildir. Vak ıa yeni antropolojik<br />
araşt ırma yolunda Van Bolk veya daha yak ında Arnold Gehlen insan ın<br />
hayvandan mahiyetçe ayr ıld ığın ı ve bu ayr ılışın rationnel olarak aç ıklanması<br />
mümkün olmad ığın ı kabul etmekle beraber, yine de bu mahiyet farklarına<br />
dayanan bir "insan biyolojisi" kurmak istiyorlar. Ve insan ın geli şmesi,<br />
terbiye ve kültür te şekkülünü yaln ız insan nev'ine mahsus olar, baz ı<br />
biyolojik vas ıflarla aç ıklıyorlar. Bunlara göre insan biyolojik olarak geri<br />
kalm ış (retardataire) bir varl ık olmakla kalmaz; ayni zamanda hayvan<br />
gibi rnuayyen bir çevreye (Umweld) intibak imkânına sahib değildir.<br />
Hayvandaki bu vas ıf onun daima çevre ile beraber tetkik edilmesini temin<br />
98
eder. Halbuki insan yer yüzünde hiç bir çevrenin tabii de ğildir. Çevre ile<br />
bağları çözülmü ştür ve her hangi bir yeni çevreye intibak edebilir. Onun<br />
umumile şmiş mefhumlar dünyas ın ı yaratmas ı bu sayede mümkün olur. Fakat<br />
bu yeni antropolojik aç ıklama hiç te tatmin edici de ğildir. Çünkü derhal<br />
sorulabilir: neden dolay ı insan nev'i bu intibas ızlık yüzünden mahvolmamıştır<br />
? İnsan nev'inin de co ğrafi ve fizik kader leri yok mudur?<br />
hayvanlar aras ında göç yapanlar, çevre de ğiştirenler bir dereceye kadar bu<br />
umumile şme kabiliyetine sahip olduklar ı halde onlarda neden mefhumla şma<br />
istidadı doğmuyor? Yeni antropolojinin ileri sürdüğü delillerle bu noktalar<br />
ı aç ıklamak kabil değildir. Çünkü insan ı yer yüzünde mevcut veya mahvolmuş<br />
bütün cemiyetleri ııin içinde (tarihten önceki vesikalara da bakarak)<br />
tetkik ettiğimiz zaman daima kar şım ızda dar veya geni ş, kuvvetli veya<br />
zayıf bir kültür çevresi ve terbiye ile kar şıbyoruz. Hiç bir yerde<br />
kültürün ve terbiyenin tabiat mekanizmas ından ç ıktığına dair bir alamet<br />
görmüyoruz. İnsan intibaks ız varl ık olduğu için mefhumlar dünyas ıni yani<br />
şematik manaland ırmaları yaratm ıyor; fakat zaten mefl ıumlar dünyas ına<br />
yani manaland ırma kudretine sahip oldu ğu içindir ki tabiat ın gediğini kapatabiliyor<br />
ve hayvanlar ın iç gildilwilyle yapt ıklar ı işi zekasıyle, mefhumlariyle<br />
ve şemalariyle yap ıyor. Ba şka deyi şle "mana" dünyas ının aç ıklan-<br />
mas ı için aşağıdan yukar ıya, basitten mürekkebe do ğru yapılan bütün ta.-<br />
biatç ı irca te şebbüsleri hiç bir netice vermemektedir. Tabiatç ıların en milf-<br />
lideri olan materyalistlerin bu gün de psikolojide, sosyolojide, felsefede<br />
bu aç ıklaman ın mümkün olduğunu iddiada israr etmeleri ancak metodla-<br />
rını tamamen değiştirerek, mekanismin ve naturalismin metodlar ından ay-<br />
rılarak kabil olabilir. İşte bunun için Materyalistler aşağıdan yukar ıya doğ-<br />
ru yükseli şi açıklamak için tamamen sun'i olan diyalektik mant ıkına baş<br />
vuruyorlar. Böyle bir mant ık ın hiç bir ilim taraf ından tayit edilmediğini<br />
görüyoruz. Hegelin manevi varl ığın oluşunu anlamak için mecazi bir şe-<br />
kilde ileri sürdüğü bir terkip mant ık' materyalistlerin elinde tabiatm ga-<br />
ribesi haline geliyor. Eğer tabiat ın her yüksek derecesi eskisinin terkibi<br />
ise, bu terkip zıdlarm çat ışması ve birle şmesi suretinde meydana geliyor-<br />
.<br />
sa, o halde her derecenin eskilerinden tamamen farkl ı ona icra edilemeZ<br />
olması laz ım gelir. Madde aleminin terkipleri ile madde, hayat, ruh ve ma-<br />
na alemleri aras ındaki uçurulmar ın aç ıklanması hiç bir zaman mümkün<br />
Almamışt ır ki fizikin yeni verilerinden faydalanabilelim. Bizzat fizik bize<br />
akli aç ıklamalar ın sonunda daima bir tort ımun, imal imkans ız bir ak ı l<br />
d ı ş ı n ı n kaldığını gösterdiği için materyalistlerin tezini üstün var-<br />
99
lık derecelerinde de ğil, fizik içinde bile koymaya imkan yoktur. (Bu meseleye<br />
ilimler bahsinde ayr ıca dokunmuşturn). (1)<br />
İnsan ın terbiye eden ve terbiyeyi alan, kültürü kazanan, ınanalar<br />
Wernirıe nufuz eden veya onu yaratan bir varl ık olması, her şeyden önce<br />
onun tabiat olgunlar ında asla bulunmayan bir bütünlük, benlik ve<br />
ki ş ilik sahibi olmasından ileri 'gelir. Vakfa; Gestalt nazariyesi bir<br />
taraftan insan d ışında da şekiller, bünyeler olduğunu, bu banyelerin parçalar<br />
ından evvel geldiğini iddia ediyor ve bunun için atomun bünyesine<br />
kadar inen deliller ileri sdrüyorsa de madde ve hayat 'alemine ait olan<br />
" şekil" ve "bünye" lerle benlik ve ki şiliğin bütünlüğünü ayni s ınıfa sokmak<br />
kabil değildir. Çünkü maddi ve hayati bünye parçalar aras ındaki<br />
bir ahenkle kairadir. Atomun bünyesinden bahsetti ğhniz zaman burada<br />
eloktron ve protonlarm ınua,yyen bir nisetteki terkibinin ve muvazenesini<br />
kasdederiz. Billiirla.nn bünyesi de öyledir. Uzviyetin bünye bütünlü ğü<br />
ancak zam anda ş olarak mevcut parçalar veya uns ıırlar arasındaki<br />
birliği ifade eder. Halbuki şuurda ki şilik veya benliğin birliği şuur hadiselerinin<br />
zamand şş birliği demek olmadığı gibi, şuur hadiseIerinin terkibinden<br />
ibaret bir birlik te demek de ğildir. Benlik kendisinden bütün şuur<br />
hadiselerinin ç ıktığı kaynak, şuur fiilleri kendisi ile kaim olan mü şterek<br />
teıneldir ki bil şuur filleri benlikten veya ki şiden ancak ard-arda meydana<br />
ç ıkabilir. şuur fiillerinin birbirine bağlanmas ı bütün değişikliklerine<br />
rağmen bir bütün te şkil etmesi zaman içinde bir süre meydana getir.:<br />
meleri benlik (ego) sayesindedir. Şuuru dış tesirlerinden doğan dağınık<br />
cluyumlara, bu tesirlere kar şı cavaplar ın mecmuuna, reflekslere irca etmek<br />
isteyen, ve bütün bu ruhi unsurlar ın sentezi neticesinde benlik ve kişiliğin<br />
doğduğunu iddia edenlerin psikoloji görü şünün ilmi olmak gayretine<br />
rağmen ruhi hayat ı asla aç ıklayarnadıklar ını önce görmü ştük. Ruhi hayatın<br />
meleke (2) denen (uzviyete bağh) ayrı fonksiyonlar ın sentezinden<br />
ibaret olduğunu ileriye süren ve benli ği bu suretle aç ıklayanların görüşleri<br />
de öteki parçac ı görü şler kadar verimsizdir. Ruhi hayat ın bütünlüğünü<br />
Gestalt olarak tarif etmek istiyenler ötekilerden daha iyi durumda bulunmakla<br />
beraber şuura mahsus karakterlerden bir ço ğunu aç ıklanıaktan uzaktırlar.<br />
Nihayet fizik veya biyolojik. Gelstaltlere benzetenler burada esasl ı<br />
bir hataya kurban olmaktad ırlar. Varl ık derecelerinin bünye ve " şekil" le<br />
aç ıklanması fikri çok eskidir. Eflâtun'un İdea'lar ına ve bilhassa Aristo'nun<br />
f orm' una kadar ç ıkar. Fakat Aristo'da da maddi ve hayati " şekil" lerle<br />
ruhi şekiller gibi hatta üstün ak ıl düzenine ait (yar ı metafizik) şekilleri<br />
1,00<br />
(1) H. Z. ülken, Tarihi Maddeciliğe Reddiye, 1951.<br />
(2) Faeult.
ay ırmak zarureti kendini derhal hissettirmi ştir. Aristo bu ikinci " şekil" lerin<br />
mahiyetçe birincilere indirilmesi mümkün olmadığını göstermek için<br />
onlarhakk ında makul ş ekiller veya saf ş ekiller diyor.<br />
Ve bunları maddeye muhtaç ohn ıyan, maddeden s ıyrılm ış olarak tasvir<br />
ediyor. Her ne kadar burada "madde" den kaba manasiyle madde de ğil,<br />
umumiyetle muhteva (Inhalt) kastedilmekte ise de, yine ruhi hayat ın yüksek<br />
derecesine ait bu metafizik " şekil" lerin mahiyetifıi tasarlamak güçtür.<br />
Onlar, bu esasa göre, her türlü tabiat muhtevas ından müstakil olarak,<br />
s ı rf ş ekil halinde mevcut olmal ıd ırlar. Fakat insan-üstü varl ıklar<br />
sahasından bahsetmeksizin, bizzat insan için bu tarzda s ı rf ş ekil<br />
mevcut olup olam ıyacağı sorulabilir. Hayallerimiz, kavramlar ım ız, fikirlerimiz<br />
tamamen muhtevas ız m ıd ırlar? En yüksek derecelerinde muhtevalar ından<br />
bo şaldıkları zaman dahi yine hayal yard ımiyle i şlemiyorlar m ı ? Saf<br />
matematik şekillerin tamamen muhtevas ız olduklar ı söylenebilir, fakat bunlarla<br />
dü şündüğümüz zaman ya gerçek veya mevhum bir âlemin fonksiyonlar<br />
ın ı ifade etmek ister gibi dü şünüyoruz. En mücerret matematik tarzlarında<br />
dahi her hangi bir muhteva üzerinde i şlediğimizi tasavvur etmeksizin<br />
sırf mefhumları dü şünmemize imkân var m ıd ır? Şu kadar var ki: Bütün bu<br />
"şekil" ler ruhumuzun in şalarıdır. Onları ister Aristo gibi gerçek, ister<br />
Kant gibi ideal m'ânada anl ıyal ım. Halbuki ruhumuzun (zeka, duygu ve irade<br />
halinde sathi veya derin) bütün faaliyeti zamanda ş ve muhtevas ız bir<br />
"saf şekil" ile asla ifade edilemez. Benlik veya ki şi bir saf ş ekil değildir.<br />
O tabiat intibalar ına asla irca edilmemekle beraber, onlar üzerinde<br />
işlemeğe mecbur olan bir faaliyet merkezi, kendisinden bütün ruhi fiillerin<br />
ç ıktığı bir varl ık tarz ı, bir kaynakt ır Bunun için insan ı tabiata irca edemeyiz.<br />
101
VI<br />
MAKINE ve GAYEL İ L İ K<br />
ir SUN'i INSAN FIKRI NEREDEN GELIYOR<br />
Tabiatç ıl ık hakk ında söylediklerimizi hülâsa edelim: Üstün varl ık derecelerini<br />
a şağı derecelere, insan ı (madde ve hayat şeklinde görünen) tabiata<br />
irca için iki bin y ıldır yap ılan felsefl gayretlere tabiatç ılık diyoruz.<br />
Tabiatç ılık, kökünü insan ın "aç ıklama" ihtiyac ından al ıyor. Bu da esas ında<br />
mürekkebi basitlere, kompleksi unsurlara irca etmekle mümkün oluyor.<br />
Başka deyişle, bir problemin karmaşık yuma ğı kar şısında kaldığım ız zaman<br />
onu çözmek için kullanabilece ğimiz biricik yol, bu yumağı, meydana<br />
getiren dü ğüınleri açmak, iplikleri ilk dolan ış vaziyetlerine götürmektir. Nitekim<br />
matematik bir problemi de ayn ı tarzda çözüyoruz. Öyleyse insan ın<br />
kendinden ba şl ıyarak bütün varl ık dereceleri kar şısında alabilece ği tav ır<br />
da bu olmal ıdır. Nitekim Demokritos'un alemi ilk unsurlar ına imal ile Descartes'<br />
ın basit, aç ık ve seçik ilk unsurlar ı aramas ı, Comte'un mürekkepleri<br />
basitle aç ıklamaya çal ışmas ı sıras ında mahiyetçe fark yoktur. Fakat acaba<br />
zihnin bulduğu bu biricik aç ıklama yolu varl ıklar kar şımdaki durumumuzu<br />
doyurabilecek halde midir? "Tabiatç ılık " iki bin y ıldır muhakkak ki mühim<br />
hamleler yapm ıştır, ilk önce yaln ız farazi olarak ileri sürülmü şken sonradan<br />
bir dü şünce metodu, hattâ ilimlerin ba ş vurduğu bir temel felsefe halini<br />
alm ışt ır, fakat yak ın zamanlarda gittikçe geni şleyen bu teşebbüslerin<br />
as ıl başar ısı tek bir cümle ile ifade edilebilir; Bütün varl ık derecelerini<br />
halledilmiş ve en basit sayd ığım ız varl ık temellerine indirmek. Fakat bu<br />
nokta çok karanl ıktır. Zihnen bulduğumuz en basitler gerçek midir?<br />
Ne Descartes'in matematikteki basitleri, ne Demokritos'un fizik basitleri<br />
realitede yoktur, tasavvurun mahsullidür; ve s ırf akl ın icaplar ına göre<br />
gerçeği anlaşılabilir bir hale getirmek için, in şa edilmi ştir. Fizik sahas ında<br />
bilgimiz derinle ştikçe kâinat ımizın ilk tuğlaların ın zannetti ğimizden daha<br />
karışık olduğunu görüyoruz. Pr&ision aletlerimiz mükemmelle ştikçe tabia-<br />
103
t ın nüfuz edilemez taraflar ına çarp ıyoruz. Şu halde insan ın veya ona yak ın<br />
varl ıklar ın bize gösterdiği kompleksleri çözmek için kulland ığımız "basite<br />
irca" metodu neticesiz kalm ıya mahkûmdur. Çünkü bizzat basit dedi ğimiz<br />
gerçekler sahas ın ın her taraf ında ilerledikçe yeni rakipler, yeni komplekslerle<br />
kar şıla şıyoruz. O halde tabiatç ı görüşün basite irca gayretleri devaml ı<br />
olarak engellere u ğramakta ve sürçmektedir. Bu sürçrneler varl ık dereceleri<br />
aras ındaki ak ılla doldurulmaz uçurumlar ın (hiatus irrationalis) bulunmas<br />
ından ileri gelir. Tabiatç ıl ık yaln ız zekam ız ın pratik elveri şliliğine uygun<br />
bir teknik görü ş olarak kalmaktad ır. Tabiatç ıliğın ilerlemediği söylenemez.<br />
Çünkü bu ak ıl dışı ve irca edilmez varl ıklar ın bir iki sahada kavrafıa"-<br />
bilir bir hale gelmeleri ancak tabiatç ı görüşün ilerlernesiyle mümkün olmu<br />
ştur. Tekniğin temelinde bu görü şle yay ılmas ı da bunun ba şl ıca delilidir.<br />
Bununla beraber varl ığın komplekslerini çözmekten ziyade zekâ ile "elveri<br />
şli" ve kullan ılabilir bir hale getirrnekten ibaret olan tabiatç ıl ık bizzat<br />
varl ık karşıs ındaki felsefi endi şemize cevap vermekten çok uzakt ır.<br />
Tabiatç ılığın varlığa nüfuz etmekten ne dereoe uzak oldu ğunu göstermek<br />
için onun teknikle uyu şan en ileri şeklini, eybern&ique'i gözden geçirmeliyiz.<br />
İkinci Dünya Harbi içinde baz ı silahlar ın insans ız olarak kendi kendine<br />
sevk ve idare edilmeleri ile ba şlayan bu yeni görür insans ız veya alet<br />
halinde dü şünce (la pens& artificielle) sun'i dü şünce (1) de diyebiliriz.<br />
Cybern&ique, J. Watt' ın buhar kazan ında vaktiyle buhar dildü ğiinii çalmak<br />
vazifesini gören çocuk yerine i'gulateur'un icad ı ile ba şlamışt ır cliyebiliriz.<br />
Daha o zamanda makinenin kendi kendini idaresi, ayarlamas ı, ba şka deyisle<br />
insan ı lüzumsuz b ırakacak hale gelmi ş bir otomat makine fikrinin tohumlar ı<br />
at ılm ıştı. Fakat bugün teknik bu bak ımdan eski yüzy ıllarla k ıyas edilemiyecek<br />
kadar ilerlemi ştir. Leibniz bunu 17 inci yüzy ılda sezerek madde ve<br />
insan kademeleri d ışında bir de art i c i c i ata kabul ediyordu. Cyb&-<br />
netiqu.o kelimesi Eflâtun'un diyaloglar ından gegmektedir. (Sibernetik yalnız<br />
ruhlar ı değil vücutları ve mallar ı da, en büyük tehlikeden kurtar ır. Eflatun:<br />
Gorgias). Kelime asl ında Kubernetes=_- gemi pilotu demekti. Sonra<br />
geni şliyerek bir memleketi idare eden manas ına geldi. Lâtinceye Gubernator,<br />
Ingilizceye Governor olarak girdi. Watt kendi rgulateur'i için bu tâ'biri<br />
kullanıyordu. Amp&s, yar ım kalmış ilimler sın ıflamasinda ›noologique<br />
ilimler aras ına 83 üncii derece olarak eybern&ique'i de koyuyor. ,Ampre<br />
Eflâtun'un kullan ışına dikkat etmeden kelimeyi do ğrudan, doğruya Yunancadan<br />
ve yeni ba ştan i'mal ediyor ve siyaset ilminin pratik bir dal ı say ıyordu.<br />
Fakat bugünkü kullan ılan anlam ı bunlardan tamamen ayr ıdır ve Efla-<br />
104<br />
(1) Pierre de Latil, La Pense Artificielle (Introduction a la Cybern ıktique),<br />
1953.
tur)? dan başlayarak Watt'ta meydana ç ıkan anlama dayanmaktad ır. Bu yeni<br />
kavram insanla makine aras ında bağlant ı kurmak istiyor: makine insanın<br />
devam ıdır. Alet, insan elinin uzant ısı olarak ba şlamış ve makinenin, türlü<br />
fanction'lar ı insanın uzviyeti ile yapt ığı veya yapabildiği hareketleri taklitten<br />
doğmuştur. Öteden insan da makineye benzemektedir Çünkü insan ın<br />
fonctionlar ı mekanik bir tarzda aç ıklanabilir. Bu iki âlem aras ında kesin<br />
bir sınır yoktur. Bilhas3a "Artificiel varl ık alan ı" (Leibniz'in tâ'biriyle artificiata)<br />
insanla makine aras ındaki mesafeyi daraltmaktad ır. Makine<br />
ot o m a t izm' in geli şmesi demektir. Halbuki otomatizm insanlara<br />
mahsustur (kelimenin hakiki anlam ı ile: çünkü yaln ız insan kedi kendine<br />
hareket eder, hareketini durdurur ve idare eder). Makinenin geli şmesinde<br />
birinci safha tâ'yin edilmi ş fiil safhas ıdır. Aletten makineye geçince hareket<br />
insandan makineye intikal eder. İnsan tabiatta, meydana gelebilen bir<br />
eseri kullan ır. Bu eser makine ile muayyendir: yani faktörlerin sun'i tesbiti<br />
suretiyle muayyendir İkinci safha de ğ i ş me ve fiil safhas ıdır.<br />
Burada makine eserini ta'yin etmeden vaz geç ırteksizin onu de ğiştirebilir,<br />
yani kendi fiillerinin değişmelerini ta'yin eder. Iikiincll safha ş artl ı<br />
fiil' dir. Klasik makinenin en mühim kusuru her türlü intibaka elveri şli<br />
olmamas ı idi. Eğer harekftlerini hal ve şartlara göre düzenliyebilirse otomatiznıde<br />
yeni bir merhale açm ış demektir. Ba şka deyi şle proğramı tanı<br />
olarak muayyen olm ıyaca,kt ır. Faktörlerden bir veya bir kaç ı değişmeye elverişli<br />
kalabilecek, böylece makine icab ına göre davran ışını değiştirebilecektir.<br />
Makine art ık kendi fiillerinin, hal ve icaplarm ı takdir ediyor demektir.<br />
2. HOMEOSTAT İNSANIN YERINI TUTABİLİR Mİ ?<br />
Otomatizmin bu geli şmeleri makineyi insan yerine koynuya kadar<br />
gidiyor. Makine hesap amellyeleri yap ıyor, makine yanl ışlan düzeltiyor,<br />
makine kendi kendini kontrol ediyor. Böylece insans ız fabrikalara do ğru<br />
gidiliyor. Otomatik kontrol makine bas ında insan ı filzumsuz b ırakıyor.<br />
Onun doğru-yanl ış yapma ihtimâlleri makinenin hemen tam sarihliği<br />
önünde hatta eksik kal ıyor. Makine haf ızan ın, zihnin matematik i şleyi<br />
şinin, kendi kendini kontrolün yerini tuttuktan sonra, insana ne lüzum<br />
kal ır? Amerika'da Walter Cannon, homostat denen yeni bir nıerhaleye<br />
ulaştı Claude Bernard göstermi şti ki "İç çevrenin sabitli ği hayat ın şartıdır".<br />
Vendrys, "Hayat ve Ihtimaliyet" adl ı kita,b ında bunu sibernetik<br />
lehine kulland ı. Homostatik şöyle tarif edilebilir: "uzviyetin muayyen<br />
bir müvazene halini nisbeten sabit tutma melekesidir". Bu tam bir' müvazeu<br />
değil, ancak zamanla kurulan bir ınüvazene temayülüdür ve burada<br />
105
esas, kapal ı bir sistem içinde geriye tesir (r&ro-action) dur.<br />
Mesela. susuzluk ve açl ık, eksilen bir şeyi alma temayülünün uyanmas ı hâlinde<br />
birer retro-action dur. Cybernetique son ilerlemelerinde bu fiziyolojik<br />
fonctionlar tarz ında homeostat bir müvazeneyi mekanik olarak kuran<br />
makineler yapmaya muvaffak oldu. Bu safhada makine artik yaln ız bir<br />
faktörü de ğil, mümkün olan bir çok faktörleri kontrol ediyor. İnsan ın ne<br />
yapmal ı ? sorusuna cevap olarak buldr.;ğu muhtelif hâl yollar ı burada<br />
meydana ç ık ıyor. Şu tepeye ç ıkmak istiyorum, fakat hangi yoldan? İşte<br />
bomeostatda bunu yap ıyor. Müvazeneyi bulmak için yolunu ar ıyor. Ayr<br />
ı ayr ı, muayyen olan bir çok yollar ı deniyor. Bu âdeta programs ız, tek<br />
yolu olm ıyan bir nevi "Tecrübe ve deneme" yapan biricik makinedin Makine<br />
ile hayvan ı karşılaşt ıracak olursak homeostat'lar ı bir çok içgüdülere<br />
benzetebiliriz. Ashley bu alandaki tecrübeleriyle homeostat' ın son derecede<br />
çok iptidal bir nevi "Terbiye" ye elveri şli olduğunu iddia etti. Ona gö .-<br />
re bu makine hayvanlar ın "Intibak Davran ışı" denen esasl ı fonction'una<br />
sahiptir, ve beynin en mühim fonction'u "bir hedefi aramak, hemen sonsuz<br />
denecek şartlar ve vas ıtalar aras ından ihtiyaçlar ını tatmine çal ışmakt ır".<br />
Cl. Bernard' ın çok iyi ta'rif etti ği uzviyete mahsus olan bu mucize, Asley'e<br />
göre yaln ız "Hedef aray ıcı" denen mekanizma kurulduktan sonra çözülebilirdi.<br />
Fakat i ş hedefi aramak, hatta onu bulmaktan ibaret de ğildir.<br />
Acemice tereddütlerden kaç ınmak için bu ke şfi tesbit etmek lâzamd ır. Meselâ<br />
elini reçele götüren çocu ğa, bir tokat att ığınız zaman, art ık oraya yaklaşmağa<br />
cesaret edemez. İşte terbiye dedi ğimiz şeyin en basit derecesi<br />
budur; yani tecrübe yapabilme imkân ıdır. Ashley gösterdi ki, çocukta, hatta<br />
hayvanda "Terbiye olunabilme" tecrübenin de ğişme şartlar ı önünde sarsılan<br />
müvazeneyi yeni şartlara göre ayarlama imkân ından ileri geliyor.<br />
Homeostat bu i şi yap ıyor. Kendini kontrollar ı sayesinde, şart deği şmesinden<br />
ileri gelen müvazenesizlikleri düzeltiyor, yeni „5:,a;.-ta intibak ediyor,<br />
yani "adeta terbiye olunuyor. Makine bu dereceye geldikten sonra cybernetique'ciler<br />
art ık beynin gördüğü bütün vazifeleri gören bir makinenin<br />
yap ılmas ı mümkün olduğunu söylemeğe cesaret ettiler.<br />
En mükemmel bir homeostat' ın dahi intibak etme kudretleri s ın ırl ı -<br />
dır. Bütün ara şt ır ılan makinenin sinir sistemine ve reflekse ait fonction'lar<br />
ı yap ıp yapamad ığıdır. Makine beşinci safhas ında d ış çevreye nazaran<br />
iç çevrenin determinizmini kurdu. Ancak bu iç çevrede henüz tek bir gayeyi<br />
arama gücü vard ır. Şimdi birçok gayeli makine, yani 4nultistat<br />
kurma çaresi dü şünülüyor. Bu alt ıncı safha ötekilerden oldukça farkl ıdır.<br />
Beynin birçok gayeleri ayni zamanda koyarak aralar ında birini seçme imkân<br />
ı gibi multistat da birçok dereceden müvazenesizlikler kar şısında üs-<br />
,<br />
106
tün bir müvazene arama cihaz ıd ır. Burada adeta yüksek hayvanlar ın<br />
fonction'lar ı derecesine ç ıkıyoruz. Bu makinenin bir s u n' î beyin<br />
olduğu söylenemez. Fakat ancak 6 ınc ı dereceden bir mekanism oldu ğu<br />
söylenebilir. Bu yeni cihaz tesirlerini (effort) determinizmlerine intibak<br />
ettirdiği gibi determinizmlerini de tesirlerine (effort) intibak ettiriyor. Nitekim<br />
insan mekanizmas ının yaptığı da "Vas ıtalar ına göre işlemek ve vasıtalar<br />
ını hedefine intibak ettirmektir". Fakat insana ait bu ta'rif, hedeflere<br />
ulaşma yolunu seçme hususundaki onun hürriyetini ifade ediyor.<br />
Ancak biz insanrn', daima bir hadise çat ışmas ı kar şıs ında bulunduğunu<br />
görüyoruz. Bir tecrübede çat ışma yokluğu imkans ızd ır. Insanın hürriyeti<br />
bu çat ışmadan doğuyor. Bir sistemin hürriyet derecesi zorunsuzluk<br />
(contingonce) kar şıs ında gösterdiği istiklâle bağlıd ır. Sistemin tâbi<br />
olduğu müvazenenin mutlak gayeliliği önünde hürriyetin yeri yoktur. Acaba<br />
bu anlamda hürriyet sahibi bir makine (Machina liberata) mümkün<br />
müdür? Hürriyet sahibi makinenin insan gibi üç mekanizmas ı olacakt ır:<br />
1) Haf ıza: bununla geçmi şini kaydedecek ve alakal ı reflekse göre canland<br />
ıracakt ır, 2) Istidlal yapacak. Mant ıki ameliyeleri görebilecektir. 3) Canl<br />
ılarda doğuştan gelen baz ı fiilleri yapma gücünden ibaret bir nevi' i ç<br />
g ü d ü sü olacakt ır. Hürriyetli makinenin 6 ınc ı safhada karma şık mekanizmas<br />
ı sayesinde bütün bu fonction'lar ı yapmağa elveri şli olduğu söyleniyor.<br />
Hadiselerin sebeblerle, yani mekanik bir surette muayyen oldu ğunu<br />
söylemek kendilerinden önce gelen şartlar içinde meydana ç ıktıklar<br />
ım kabul etmektir yani onlar ı sonuç olarak görmek demektir. Fakat bu<br />
bütün olabilece ği şeyi olan (ve olmu ş bulunan) bir sonuçtur. Bizde sonuç<br />
kavramı (ki ayni zamanda sebeblik kavram ını da temsil eder) d6zen ve<br />
yetkinlik, bundan dolay ı da iyilik kavramlariyle birlikte dü şünültir, onlara<br />
adeta bağlı gibidir. Sebeb ve (cans
3. MAKINE VE GAYEL İLİK<br />
Vakia Descartes'danberi gaye sebeplere hücum edildi ğini biliyoruz.<br />
Spinoza'n ın gayelilik aleyhinde ileri sürdüğü düşünceler bunlar ın başında<br />
gelir; ona göre: 1) Bir gayeye do ğru meyletmek, varl ıkta eksikliği ifade<br />
eder. Çünkü e ğer varl ık meylettiği şeye sahib olsayd ı, ona meyletrniyecekti.<br />
Meyil ve eksiklik birbirine ba ğlıdır. Fakat buna cevap vermek<br />
kolaydır. Varl ığın gayesi, cevherin gayesi, Allah' ın gayesi bizzat<br />
varl ık değil midir? Varlıkta yetkinlik (kemâl) oldu ğu için onda gaye yoktur<br />
demek, varl ığın maliyeti hakk ında çok fakir bir fikre ula şmak olmuyor<br />
mu? En yüksek varl ığın ezeli ve sonsuz bir hâli hâz ır (etat pr6sent)<br />
için de olduğu farkediliyor. Hâlbuki mükemmel varl ığın gayesine git<br />
mekten 'onu menedecek bir şeyin varl ığı hakiki eksiklik değil midir? Gayesiz<br />
ve daima ayni kalan bir varl ık şuursuz bir varl ık olm ıyacak m ıdır?<br />
2) Spinoza'n ın itirazı Epikiir'cülerin eski bir fikrine dayanmaktad ır. O da<br />
şudur: gaye bir sebeb değildir (1). Onu sebeb haline koymak için tabiatın<br />
düzeni de ğiştirilmeli ve ikincisi birincinin yerine getirilmelidir. Epikür,<br />
Aristo felsefesindeki gaye - sebeb fikrinin bundan dolay ı manas ız<br />
olduğu neticesini ç ıkarıyordu. Gaye bir sebeb değil ve olamaz. Sebeb,<br />
mekanik bir surette tesir eder. Gaye ise tesir edemez, çünkü yoktur. Ve<br />
her şey devaml ı bir hâl (pr&sent) içinde bulunmaktad ır. Biz gayenin s ırf<br />
geleceğe ait olduğu noktas ına dokunmuyoruz, yalnız böyle olaca ğın ı farzediyoruz.<br />
Bunu söylemek için zaman ın birbirinden ayr ı parçalardan değil<br />
yekpare ve devaml ı cüzülerden ibaret olduğunu kabul etmek laz ımdır.<br />
Eğer böyle ise (Bergson'un hayat ve şuur süresi için söylediği gibi ise)<br />
yaln ız gayelilik değil sebeplik te imIrâns ız olur. Bütün geleceği geçmişe<br />
bağlamak bundan kolay de ğil midir? Realistlerin kuvvet, embryon v.s.<br />
gibi tabirleri uzun bir tenkide dayanamaz ve sebeplili ğin de gayelilik gibi<br />
bir rab ıta ve münasebetter, ibaret oldu ğu görülür. Rabıta (relation) ile biz<br />
geleceği geçmişe bağladiğnn ız gibi hâli de geleceğe bağl ıyabiliriz (2).<br />
Gayeciliğe karşı yap ılan ikinci itiraz birincisi kadar da dayanacak<br />
kuviıette görünmemektedir. Gaye kavram ınıiı gerçek olmad ığı söylenerek<br />
terk edilebilir mi? likliseler ona ba ş vurınaks ızın aç ıklanabilir mi?<br />
Burada da önce Epikür'cillerle kar şılaşıyoruz. Bunun için oder taraf ından<br />
zaman ın sonsuzluğunda sonsuz çokluk hâlindeki imkânIardan. ç ıkarlmış<br />
"Talih keşidesi" (tirage au sort) delil olarak gösterihni şitr. Bunu olduğu<br />
gibi kabul edersek cevap verilemez. Fakat Epikürcülerin anlad ıkları<br />
mânâda bir tesadüfün (clinamen) varlığı imIrâns ızdir. Faraza oniar ın an-<br />
108<br />
(1) Hamelin, Les Elements Prineipaux de la Repr&entation<br />
(2) Hamelin, Ayn ı eser.
lad ıkları manada tesadüfün var oldu ğunu kabul e'sek geli şi güzel at ılmış<br />
zerrelerin çoklu ğundan âlem doğabilir demek lazungelir. Zaman ın ve<br />
atomlar ın say ıca sonsuz oldu ğunu söylemek te bir şey kazand ırmaz. Tesadüf<br />
sebeb yoklu ğu demek olduğu için yine tesadüfe dayanacakt ır. Bu<br />
sayede ula şılacak terkipte gereken unsurlar ı muhafaza etmek laz ım gelecektir.<br />
Tersine, e ğer sebepler türlü safhalar aras ında birleşik iseler,<br />
İlyada'y ı terkib için gereken harflerden bir k ısmın ın ötekilerden ayr ılmış<br />
ve hareketsiz kalm ış olmalar ı lazım gelecek ve bundan dolay ı İlyada<br />
meydana gelmiyecektir. Epikür'ün aç ıklamalar ına şu yolda cevap verilebilir:<br />
var olmağa başlıyan her şey için sebebler vard ır. Ve mekanik sahada<br />
sürekli bir dizinin kesintiye u ğramas ı şeklinde bir zorunsuzluk (cöntngen)<br />
yoktur. O halde birbirinden ayr ı safhalardan müs:akil hadise dizile<br />
ırinden bahsedilemez. Atomlar ın sürekli olarak meyledecekleri bütün<br />
zümrelenmeler birbirleriyle birle şik ve dayan ışmal ı (soliciwire) dırlar. Böyle<br />
bir ba ğlılığın olduğu yerde tesadüften de ğil ancak sürekli sebeplikten<br />
bahsedilebilir ve bu tarzda sürekli sebeplili ğin hüküm sürdüğü yerde
lerin elveri şli değişmeler lehine daralmas ına sebeb olacak surette çok kaba<br />
baz ı kötü şekiller ortadan kalkm ıştır.<br />
Darwin'in ilerlemeyi "mes'ud ar ıza mahsulü" saymas ı tabii seçkinle şme<br />
ile nas ıl uzlaşabilir? Vak ıa mekanist görü şün prensipleriyle en çok uyuşabilen<br />
ve bu prensiplere uygun neticelere varan Darwin' görü şüdür. Eğer<br />
uzviyet Lamarck' ın dediği gibi çevresine göre şekil alan plastik bir kendiliğindenlik<br />
(1) ise canl ın ın ihtiyaçlar ı bu ihtiyaçlar tatmine elveri şli olan<br />
organlar ın teşekkülüne sebeb oluyorsa, o zaman canl ılar serisinin gittikçe<br />
daha kompleks fonksiyon ve bünyeleri kazanmak suretiyle geli şmesine<br />
son derecede hayret etmek Mz ımgelir. Çünkü burada mekanizmden ayr ılmış<br />
ve gayeciliğe yönelmi ş bulunuyoruz. Ar ızan ın sahas ı çok küçülüyor<br />
ve tabii seçkinle şme yalnız menfi bir rol oynuyor. Has ıl ı hayat mücadelesi<br />
nazariyesinin canl ılar âleminde her şeyi aç ıklayamadığını itiraf<br />
gerekiyor.<br />
HAYATIN GAYELİLIĞİ<br />
Önce şunu işaret etmek lâz ımdır ki yukar ı fas ıllarda gördüğümüz<br />
gibi hayat mahiyetçe gayeci (W&logique) dir. S ırf mekanik anlamda bir<br />
sebeblikten ç ıkarılamaz. Vak ıa bir uzviyet içinde vukua gelen fiziki ve<br />
kimyevi hadiseler de ba şka yerlerde vukua gelen hadiselerin ayniclir. Fakat<br />
fiziko- şimik hadiselerin zamandaş olmas ı veya ard ayda gelmesi uzviyet<br />
içinde, başka yerlerde rastlanam ıyan hususi vas ıflar gösterir. Organlardalı<br />
her biri ötekilere ba ğl ıdır, ve bir uzviyetin geli şme safahlar ından her<br />
biri öteki safhalara ba şl ı olarak anla şılabilir. Claude Bernard' ın ara şt ırmalar<br />
ı bu temel fikre dayanmaktad7r ve bundan en küçük uzviyetler bile<br />
hariç b ırak ılmamıştır. Nitekim Kant' ın hayat ı "her parçan ın kar şılıklı olarak<br />
gaye ve vas ıta vazifesini gördü ğü bir olgular ve cüzü'ler sistemi" diye<br />
tarifi de bu dü şüncelere uygundur.<br />
Yaşama şartlar ı (veya varl ık şartlar ı ) kanaati gayeli ğin, felsefi bak<br />
ımdan inkârı demek olduğu için, hayat ı m&anism'den ç ıkarmaya çalışmaktad<br />
ır. Bir hücrenin yine bir hücreden do ğduğu şüphe götürmez bir<br />
olgudur . Hayat ın gayesi kendi d ışında değildir. Hayat bir sanat eseri<br />
gibi vücuda gelemez. O vard ır. Nitekim tabiat da bir bütün olarak al ın<br />
ınca canl ı ve dinamik bir varl ık gibi görülebilir. Onun için bütün olarak<br />
tabiat için de "varl ık şartlar ı" görü şü yetemez. Leibniz'e göre mekanizm<br />
gayeliği ku şat ır: fiili her gayeye bir fiili sebeb kar şılık olarak gösterile-<br />
110<br />
(1) Lamarck, Philosophie Zoologique.
ilir. Tabiat tahlil edildikçe wada mekaniklikten ve şimdiki sebeblerden<br />
başka bir şey bulunamaz. Fakat her tahlil mücerret ve sun'idir. Mücerret<br />
olan şey ise gerçek de ğildir. Tabiattaki en mekanik hadiselerin aç ıklanmas<br />
ı için kitlelere ve kuvvetlere muayyen bir yanda ş (coroflaire) vermelidir.<br />
Madde s ırf mekanizm, kendi ba şına bir m&colisme de ğildir. Ancak<br />
hususi bir nevi mekanizmdir. Boscotivz olgular ı aç ıklamak için unsurlar<br />
ına hususi yerler vermek, aralar ına hususi nisbetler (relation) koymak<br />
zorunda kalm ışt ır. Başka yerlerde, ba şka nisbetlerde bu aç ıklama<br />
muteber olma vasf ın ı kaybedebilir.<br />
Ayr ıca gayeliliği tamamen inkâr edince hayatta şuurlu gayeler teklif<br />
eden insan ın durumunu aç ıklamak güçle şir. "Varl ık şartlar ı" doktrini<br />
vak ıa bunu da ag ılamaya çal ışmaktad ır. Spinoza burada da yine gayelilik<br />
aleyhdarlar ının başında gelmektedir. Şöyle düşünüyor: İnsan gayeler<br />
tasmim ve teklif eder deniyor. Bu gayeler nelerdir? Onlar asl ında bizim<br />
arzular ımızdan, ba şka bir şey değillerdir. Yani bu demektir ki biz s ırf aile<br />
hayat ı (yuva kurma) arzusunu duydu ğumuz için ev kurma gayesine yöne<br />
liyoruz. Ba'z ı şeyleri istedi ğimiz için onlar iyidirler, veya ba'z ılar ım da<br />
istemediğimiz için onlar fenad ıxlar diyoruz. Fiillerimizin arzu ile tayin<br />
edilmesi tamamen bir sebeblik münasebetidir ve arzu burada sebebtir.<br />
Sinirli ve sonlu olan zekâlar arzular ın sebeblerini bihnezler. Yaln ız sonuç<br />
halindeki arzular ı gördükleri için onlar ı ilk sebeb zannederler. Bundan<br />
dolay ı gayelere yönelme fiili, hususi ve nevi: (sp&itique) bir şey olmay<br />
ıp bir sebebler serisine irca' edilebilir" (1).<br />
E şyay ı arzu etti ğimiz için onlar ın iyi olmas ı, veya bis iyi göründükleri<br />
için onlar ı istememiz Spioza'n ın zannettiği kadar gayeci (finaliste)<br />
tezi ilgilendirmez. Gayecilik, şuurlu hayata ait bütün gayelili ği hareketsiz<br />
bir fiile yerle ştirmeye mecbur de ğildir. Hakiki hedef pekâlâ faaliyet ve hayat<br />
ve bundan dolay ı da şuurun bir k ısmı olmas ı bak ım ından arzu olabilir.<br />
Yani arzu kendi ba şına sebeb değil gaye olabilir. Arzunun şüphesiz<br />
bir istikameti vard ır. Biz eşyay ı iyi olduklar ı için arzu ediyoruz. Şu ınânâda<br />
ki: onlar bizim arzular ımızı uyandırmam ış olsalard ı kendilerine iyi<br />
denemiyecekti. Böylece, iyilik arzu denilen bir gayeye götüren bir vas ıta<br />
olacak ve arzu, buna kar şılık, mutlak bir iyiliğe çevrilmi ş olacakt ı. Spinozanın<br />
dü şünce tarz ını bu suretle bir gayecilik lehine (biraz de ğiştirerek) kullanabiliriz.<br />
Şuurlu bir varl ık kendi mahiyetinin (özünün) be ğendiği veya<br />
hoş gördüğü şeyi arzu eder. Fakat burada bu kimsenin gayecili ği nakzettiği<br />
anlam ı e ıkarılmamalıd ır (2).<br />
(1) Spinoza, Etika<br />
(2) Hamelin, Ayn ı ezer.<br />
111
Kant gayelili ği dış ve iç diye ikiye ay ırmışt ı. D ış gayeliliğe insana<br />
göre gayelilik (anthropomorphi,que) de diyor. Ötekini sistem gayelili ği diye<br />
ondan ay ırıyordu. Onun üzwinde durdu ğu birinci değil ikincisi idi.<br />
"Hüküm Gücünün Tenkidi" adl ı üçüncü büyük kitabında canl ı varl ıklar<br />
âlemini bu ikinci gayelilik üzerine dayand ırıyordu. Biz de burada ayni<br />
ay ırıştan faydalan ıyoruz.<br />
Gerek içti ınai gerek hayati olu şlar ayni zamanda hem sebeblik hem<br />
gayelilik kanunlar ına tabi'dirler. Hadiselerde kendili ğindenlik (spowtan6t6.<br />
) olduğunu aç ıklayan gayeliktir. Yoksa gayelili ği aç ıklayan kendiliğindenlik<br />
değild!,2. Hiçbir şeyin sebeblikten hariç olmad ığı bir alemde<br />
sebebler yönünde kendili ğindenlik aranabilir mi? Spinoza'ya göre meselenin<br />
halli kolaydır. Bir bütüne atfedilen spontan'l ık mevhumdur. Ve<br />
s ırf d ış sebeblerin iyi görülmemesinden ileri gelerek verilmi ş yetmez bir bilgi<br />
halinin neticesidir. Fakat bu bilgi yetmezli ğini hiç bir şey isbat etmiyor.<br />
Tabiat ilimlerinde bilgi derinle ştikçe spontalik ve gayelikler daha çok<br />
kendini gösteriyor.<br />
Mekanik arzu psikolojisinde sistem, tabiat, mahiyet rikirlesi tekrar<br />
meydana ç ıkar. Mekanik psikolojinin bütün gayreti hep gayelilik fikrini<br />
psikolojik aç ıklamalardan uzakla şt ırrnak noktas ında toplan ıyor. Halbuki<br />
bütün bu gayretler mekanizmin aleyhine dönmektedir. Mekanizm ancak<br />
gayeliliğe tamamen, z ıd olduğu zaman aç ık' bir kavram oluyor. Gayelerle<br />
çatışmıyan sebeblere gelince, bunlar iki fikrin birle şmesinden doğmu ş müphem<br />
bir saha te şkil ederler. Gaye ile aç ıklama, mekanik bir tarzda aç ıklamay<br />
ı bir şartla kabul eder: ötekinin içinde yer alacak olursa. Fakat<br />
sırf gayeci bir aç ıklama dü şünceyi dnyurmaz. Kant'm dedi ği gibi, ilimde<br />
dayanabileceğimiz gayelik yaln ızca iç gayeliktir. Hadiseler bir bütün, bir<br />
sistem halinde topland ığı için, onlardan her biri ötekilerin tesirihi ald ığı<br />
ve onlara kar şıl ık tesir ettiği için burada art ık mekanizm üstünde bir tak<br />
ım miln,asebetler meydana ç ıkar: fakat hemen ilave edelim ki bir sistemde<br />
bütünle parçalar aras ındaki gayelilik münasebeti sistemin unsurlar ı<br />
aras ında yine s ırf sebeblik (veya mekanizm) münasebetlerinin bulunmas ına<br />
mani' değildir.<br />
Has ılı tabiat, ilk çağdanberi önümüzdeki bir veri olarak al ınmadan<br />
önce, sun'i bir şey gibi al ınmağa alışılmıştır. Bundan dolay ı tabiat ı âlete<br />
benzetmek, âlette hâkim olan mekanik münasebetleri tabiatta aramak çok<br />
kolaydir. Homo Faber kendi icadetti ği alet vas ıtasiyle bütün çevresini,<br />
hatta sonsuza kadar uzanan bütün verilen aç ıklama imkan ını bulur. Bu<br />
imkân mekanik tabiat görü şünü ve mekanizmi do ğurmu ştur. İlk çağda aletin<br />
rolü henüz makine kadar kuvvetli de ğildi. Fakat 17 inci yüzy ıldan son-<br />
U2 -
a makine insan ın tabiattan faydalanmas ını, hatta onu kendine tabi' klimas<br />
ın ı temin ettiği zamandanberi tabiat ı makine gibi görme imkanlar ı geni şledi.<br />
Bunun için canl ı ve cans ız tabiat ı mekanikin kanunlar ına irca' gayreti<br />
başar ıl ı oldu. Bu harekete kar şı ilk mukavemetler şuurlu varl ıkların<br />
makineye irca' edilmiyece ği hakk ındaki dü şünceden geldi. İkinci mukavemet,<br />
canl ı varl ıklar ın makine ve mekanizm ile aç ıklanmas ı imkans ızl ığına<br />
ait delillerle meydana ç ıktı. (Biyoloji bahsinde görmü ştük). Nihayet<br />
son mukavemetler do ğrudan doğruya madde aleminden geldi. Maddenin<br />
mekanik kanunlariyle de ğil, onlar ı da içine alan çok daha geni ş elektromanyetik<br />
kanunlar ı ile aç ıkland ığı görüldü. Bu gerileme hareketi bir<br />
yandan mekanizmin kuvvetini kaybetmesine, bir yandan şuurda, canl ıda<br />
hatta maddenin sistem ve bütün halinde al ınışında gaye sebeblerin (finalismin)<br />
tekrar ilim sahas ında yer bulmas ını temin etti.<br />
Bütün olarak al ın ınca tabiat ın nazara ak ıl prensipleriyle ac ıklanam ıyaengin'<br />
gösteren Kant oldu. O önce nazarl ak ılla amen aras ında bir uçurum<br />
açtı. Fakat "Hüküm Gücünün Tenkidi" ni yazarak bu uçurumu doldurdu.<br />
Bu iki ak ıl ayrıdırlar. Fakat birle şmeleri laz ımd ır. Zira hürriyet ahlak<br />
vas ıtas ıyla bu alemde gerçekle şir. O halde bu âlemden ötekine geçmek için<br />
bir İ:irensipe ihtiyaç vard ır. Bu prensip hüküm' dür. Hüküm burada<br />
tabiat ı hususi kanunlarına göre tan ıyan bir meleke gibi anla şılmaktad ır.<br />
Zihin tabiata umumi kanunlar ı dicter eder. Fakat bizim tabiattaki çokluk<br />
içinde birliği görme& ihtiyac ımız vard ır. Bu i ş de hükmün vazifesidir.<br />
Hükmün i şini garmesini tayin eden prensip gayelilik dir.<br />
Bu prensip zihin kavramlar ından ba şka mahiyette bir kavrama dayan ıyor.<br />
Bu da, bir şeyin varlığını mümkün k ılan şart olarak konan bir kavramd<br />
ır. Bu ancak gayeliliğin bir nev'idir. Bir nevi daha vard ır ki o muayyen<br />
bir kavrama ba ğl ı değildir. Ancak bilme gücümüzün muayyen bir istidad<br />
ına bağlıdır. Birincisi as ıl gayelilik hükmünü, ikincisi ise tele olagique<br />
hükmü te şkil eder. Birincisi canl ı varl ıklara aittir. İkincisi sanat eserlerinde<br />
görülür, ve esteti ğin konusudur. Bizi burada ilgilendiren Kant` ın<br />
canl ı varl ıklarda arad ığı ikinci tip gayelilikdir.<br />
Kant "Hüküm Gücünün Tenkidi" nin ikinci k ısm ında as ıl gayeliliği<br />
inceliyor. Önce, bir şeyin gaye olarak konan ba şka bir şeye vas ıta olark<br />
anlaşılan dış gayeliliği reddediyor. Nitekim bu d ış gayeliliği "Saf Akl ın<br />
Tenkidi" nde sebeplilik ve zaman fikrine ayk ır ı olduğu için reddetmi şti.<br />
Burada iç gayeli ği ele alıyor ki, bu şekil gayelilikde bir şey doğrudan<br />
doğruya gaye olarak konmu ştur. Bir şey aynı zamanda kendi kendisinin<br />
hem sebebi hem eseri ise, o tabiat ın gayesi olarak vard ır. Zihnin tasavvur<br />
ettiği sebeplik miinasebeti daima ayr ıl istikamette giden bir seri<br />
F.: 8 113
te şkil eder. Eser kendi sebebinin sebebi değildir. Buna fail-sebep (Cause<br />
efficiente) bağlantıs ı deriz. Fakat serinin bir daire halinde kapand ığı ve<br />
eserin sebep oldu ğu başka bir sebeplik ba ğlant ısı da olabilir. Mesela ev,<br />
mülk sahibinin irad ının sebebidir. Fakat irad tasavvuru evin yap ılmasın<br />
ın sebebi olmuştu. Bu yeni bağlant ıya gaye ve sebep ba ğ -<br />
lant ı s ı deriz. Zira eser, sebebin sebebi olmu ştur. Gaye-sebepleri<br />
biz tabiatta, canl ı varl ıklarda buluyoruz. Canl ıda bütün parçalar ın, parçalar<br />
da bütilnün kar şılıklı sebebidirler. Çünkü parçalar bütünü, bütün de<br />
parçalar ı meydana getirir. İşte canl ı ile insan ın yapt ığı makine aras ındaki<br />
esasl ı fark buradad ır. Canl ı varl ık basit bir makine de ğildir. Onun<br />
teşkil edici bir kuvveti vard ır ki basit mekanizu ıaya benzetiiemez. Tabiat,<br />
canl ı olmas ı bak ım ından insan sanat ına ve mekanizmay.a k ıyas edilemez.<br />
Zira insan eserinin d ışında sanatkâr vard ır. Tabiat ise kendi ba şına i şler.<br />
Canl ı varl ıklar m&anisme ile değil finalisme ile aç ıklanabilirler. Şüphesiz<br />
bu prensip tecrübeden do ğar, fakat zaruri ve üniversel olu şu gösterir<br />
ki onun a p r i o r i bir temeli vard ır. Bitki ve hayvanlar ı inceleyenlerbusahada<br />
bo ş una hiç bir ş eyin bulunmad ığı<br />
prensipine ula şırlar. Cans ız tabiat ı inceleye'nler de orada hiç bir<br />
ş eyin t esa d ü fi olmad ığı prensipini bulurlar.<br />
Tabiattaki bu gayelilik prensipini nas ıl elde ediyoruz? Model olarak<br />
insan zihnine üstün bir zihin fikrinden. hareket ediyoruz. Bizim zihnimiz,<br />
muhakeme ile i şler, discursif dir. Parçalardan bütüne do ğru gider. Fakat<br />
bir de sezgi (intuition) ile işleyen, bütünü parçalar ı ile birlikde kavrayacak<br />
olan ba şka bir zihin fikri vard ır. Bütünü sezgi ile kavrayamay<br />
ınca, ancak bütün tasavvurundan hareket edebiliriz ve bu dü şünceden<br />
ba şl ıyarak parçalara do ğru gideriz. Böylece gayelilik fikri bizde<br />
mutlak zihin bak ım ından soruyu ele almak için yapt ığımız gayreti gösterir.<br />
Biz finalism prensipini oldu ğu kadar ın&anisme prensipini de kullanabiliriz.<br />
Tabiat ın bütün hadiselerini mekanik olarak aç ıklamak baz ı şartlar<br />
alt ında zaruri bile olabilir. Bununla beraber mekanik aç ıklaman ın<br />
canl ı varl ıklar sahas ında yetmez oldu ğunu da söylemeğe mecburuz. Hiç<br />
bir fizik alimi bir yaprak parças ın ın doğu şunu m&a,nique olarak aç ıklayamayacakthr.<br />
O halde mekanik aç ıklamay ı t,o/ogique ve finaliste bir<br />
aç ıklamaya tâbi k ılmal ıy ız. Bu iki prensip aras ındaki ahenk meselesine gelince<br />
akl ım ız bunu halledemez. Çünkü bu ahengin dti ğilmü noum?ne sahasında<br />
yani duyular üstü makul (intelligible) âlemdedir. Fakat m&an,isrne<br />
ile finalisme'in birle ştikleri noum&ne sahas ına ait gerçe ği kavrayan sezgi<br />
sahibi yüksek bir zihin tasavvur edebiliriz.<br />
114
Bundan sonra Kant d ış gayelilik fikrine dönüyor. Canl ı varl ıklar ın bir<br />
gayesi olduğunu kabul etti ği için, Kant onlar ın niçin var olduklar ını soruyor.<br />
Tabiatm gayesinin ne oldu ğu sorusu da burada kendili ğinden meydana<br />
ç ıkıyor. Biz bu ulvi gayeyi tabiata tabi olmas ı bak ım ından değil, du-<br />
3Tu-üstü âleme ait olmas ı yani hürriyeti bak ımından insanda' buluyoruz. Ahlâki<br />
varolu ş olan insan varlığın hikmetini (akli sebebini) de kendinde taşımaktad<br />
ır Ahlaki varl ık olmas ı bak ım ından insan bütün tabiat ın kendisine<br />
tabi oldu ğu üstün hedefdir. Böylece Kant "Pratik Akl ın Tenkidi" nde<br />
varm ış olduğu Allah fikrine dönüyor. Tabiat ın son hedefi insan ın hürriyeti<br />
olduğunu kabul edince, biz Allah ın bütün halindeki tabiat' ahlaki b:r<br />
hedefe tabi k ılmaya kadir bir kanun kurucu oldu ğunu tasavvur ediyoruz.<br />
Böylece, en geni ş hakikati ile Allah fikrine yükwliyoruz. Vak ıa Allah ın<br />
varl ığın ı kabul etmemizin hakiki temeli P r a t i k Ak ı l olduğu muhakkakt<br />
ır. Pratik ak ıl taraf ından icad edilmesi dolay ısiyle gayelilik<br />
(teleologie) Allah ı, ahlaki bir hedefe göre tabiat ı meydana getiren üstün<br />
varl ık diye tasavvur eder.<br />
"Hüküm Gücünün Tenkidi" nde Kant bilgi ve ahlak sahalar ına tabiat<br />
bütünlüğü, canl ı olarak görülen âlem, Estetik sahalarm ı katmak suretiyle<br />
sistemini tamamlad ı. Tabiat burada "Saf Akl ın Tenkidi "nde olduğu gibi<br />
hadiseler ve görünü ş olmaktan ç ıkar; mahiyet, öz ve Not ım&ne olur. Bu<br />
mail:ada kavran ınca bir tabiat metafiziki meydana gelir. Art ık tabiat ilimlerinin<br />
parçalar halinde görüldü ğü yaln ızca sebeplik milnasebetine irca<br />
edildiği mekanik ve cans ız tabiat yerine kar şım ızda şimdi metafizikçl bir<br />
görü,şle tabiat aliminin ve sanatkar ın kavrad ıkları ; gaye, vas ıta ve sistem<br />
olarak, bütün olarak ele al ınan tabiat, canl ı tabiat vard ır. Işte Kant' ın bu<br />
tabiat metafizikidir ki daha sonra Schelling felsefesinin geli şmesine imkan<br />
vermi ş ve zaman ım ızdaki organik tabiat görü şlerinin doğmas ına zemin<br />
hazırlam ıştır.<br />
115
V I<br />
INSAN ve ÇEVRESI<br />
1. FELSEFİ ANTROPOLOJİNİN FELSEFEDEKİ YER!<br />
17-20'inci yüzy ıllarda mekanismin ilim ve felsefede oynad ığı büyük<br />
role kar şılık, zaman ımızda varl ığın çeşitli derecelerini ayni prensiplerle<br />
aç ıklama imkan ın ın kaybolmas ından ibaret yeni bir görü ş meydana ç ıkt ı<br />
Yeni felsefe eski dogmatik metafizik gibi ayni mant ıki prensiplerle bütün<br />
varlığı aç ıklama iddias ında değildir. Tam tersine, varl ığın dereceleri aras<br />
ında irrationnel uçurumlar oldu ğunu görmektedir. Bir varl ık derecesinden<br />
ötekine ayni prensiplerle geçmenin bütün varl ık derecelerini ayni metodlarla<br />
aç ıklam ıya çalışman ın imkans ızlığın ı, varl ık dereceleri ars ındaki irca<br />
edilmez bo şlukların irrationnel mahiyetinin mant ık ımızla halledilemediğini<br />
itiraf etmi ştir. Yeni ontolojinin ara ştırma yolu yeni ilmin gelişmeleriyle de<br />
muvazi gitmektedir.<br />
Bu ara ştırmaların en mühim eseri insan probleminde kendini gösteriyor.<br />
Eski felsefede insan, ya ilimlerin tamamen d ışında müphem bir metafizikin<br />
dönüm noktas ı olarak kal ır, yahut mekanik aç ıklamalar içerisinde<br />
eritilen bir "sahte-problem" halini al ırdı. Bugün ise, madde, bitki ve hayvan<br />
gibi varlığın başka dereceleri aras ında, onlardan mahiyetçe ayr ı bir varl ık<br />
tabakas ı olarak görülen insan yeni bir tarifle felsefe ve ilmin merkezi konusu<br />
halini alm ıştır. Max Scheler insan ve tarih adl ı eserinde bu<br />
meseleyi şöyle koyuyor: (1).<br />
Zaman ım ızın bilhassa hallini bekledi ği en mühim mesele felsefi antropoloji<br />
meselesidir. M. Scheler bu suretle insan ın eidetik (2) bünyesi ve mahiyetinin<br />
(özünün) ilmini anl ıyor ki, burada tabiat ın muhtelif tabakalar ı<br />
ile (maden, bitki, hayvan) ve her şeyin prensipi ile münasebeti, insan ın<br />
özünün metafizik men şei ve fiziki, ruhi ve manevi bak ımlardan başlang ıc ı ,<br />
(1) Max Scheler, L'Homme et l'Histoire, trad franc. p. M. Dupuy, 1955.<br />
(2) Eidos = idde ve form şeklinde Aristo'nun kullan ışına uygun anlamda.<br />
117
ona tesir eden ve kendisinin tesir etti ği kuvvetler; biyolojik, psikolojik,<br />
manevi ve içtimal geli şmesiııin başlıca istikametleri ve kanunlar ın ı kastediyor.<br />
Ruhla beden, yani psi şik ile fizik hadiseler aras ındaki münasebetler ve<br />
Geist (esprit) ile hayat ın münasebetleri bu ara şt ırmalara giriyor. Konusu<br />
insan olan bütün ilimlere - tabii ve t ıbbi ilimlere, tarihten önceye (Prehistoria),<br />
etnolojiye, tarihi ve içtimal ilimlere - yaln ız bu tarzda anla şılan<br />
bir antropoloji hakiki bir felsefi temel ve ayn ı zamanda muayyen ve müspet<br />
araşt ırma konular ı verebilir.<br />
Insan ın özü (mahiyeti) ve men ş ei' ne dair fikirler hiç bir zaman<br />
bugünkü kadar müphem, muayyenlikten, uzak ve birbirine z ıt manzaralar<br />
alm ış değildir. İnsan problemi uzun y ıllardanberi filozoflar ı ve ilim<br />
adamların ı hararetle me şgul etmektedir. Devrimiz tarihi zamanlar içerisinde,<br />
yani takriben 10.000 senedenberi insan ın kendi kendisi için hakikaten<br />
bir "problem" olduğu ilk devirdir. Bu devirde insan vak ıa ne olduğunu bilmiyor;<br />
fakat bunu bilmediğini biliyor. Bu meseleye ait bütün geleneklerden<br />
zihni bo ş bir levha haline getirmek hususundaki kat'l karar ı ve "insan" denen<br />
varl ığı en büyük metodlu ay ırma ve en canl ı hayret duygusiyle<br />
ele alma tehdi sayesinde sa ğlam kanaatlara ula şılabilir. Fakat bu tarzda<br />
zihni bo ş bir levha haline getirmenin ne kadar güç oldu ğu maltimdur. Bu<br />
yükten yava ş yava ş kurtulabilmek için biricik yol bu kategorilerin insan<br />
zihninde doğuş s ıras ını aramak ve' onlardan haberdar olmak suretiyle tesirlerinden<br />
kurtulma yoludur.<br />
Insan ın kendi kendisinden haberdar olu şunun veya insan ın kendisi<br />
hakk ında fikir edinmesinin tarihi, kendi kendisini nas ıl, duyduğu,<br />
hayal edindi ği, varl ığın muhtelif tabakalariyla aras ındaki münasebetleri<br />
nas ıl tasarladığı hakk ındaki dü şüncelerinin tarihi insan ın<br />
mythique, teolojik, felsefl nazariyelerine ait tarihinden önce gelmelidir.<br />
Scheler bu konuda teferruata girmeden önce bu tarihin bahsetti ği "Antropoloji"<br />
ye giriş vazifesini görebilece ğini söylüyor. Ona göre bu tarih insanda<br />
kendi varl ığı hakk ındaki şuurun artmas ı ve geni şlemesi tarihidir. Bu<br />
hareket devaml ı bir ilerleme gösteriyor, şurada burada rastlanan gerilemeler<br />
bu esasl ı geni şleme istikametine nazaran, önemli de ğildir.<br />
Kendilerini çevrelerindeki bitki ve hayvanlar alemi ile bir gören, onlarla<br />
aralar ında s ıkı ve kayna şmış bir rab ıta olduğuna inananlar yaln ız<br />
"iptidal" dediğimiz insanlar değildir. Hint kültürü kadar yüksek bir kültür<br />
dahi insan ın bütün canl ılarla birliği duygusuna sahib bulunmaktad ır. Orada<br />
da bütün varl ıklar (bitki, hayvan, insan) ayni seviyededirler. Bu adeta<br />
varl ığın geni ş bir demokrasisi gibi görülebilir. Insanla<br />
118
öteki canl ıların kat'i sudette ayr ılışına ancak klasik Ul&isme'in zirvesine<br />
ula ştığı devirde rastl ıyoruz. Çünkü yaln ız orada insan ı başka varl ıklardan<br />
ay ıran Logos, ak ıl veya ruh (Geist) fikri meydana ç ıkmıştır. Bu prensip<br />
insan ı bütün varl ıkların üstünde hâkim k ılan ve onu Tanr ılarla bir seviyeye<br />
yükselten prensip gibi görülmü ştür. Çünkü insandan ba şka hiç bir<br />
varl ık bu pren.sipe sahib de ğildir. Hıristiyanl ık "insan Tanrı" telâkkisi ile<br />
ve insan ı Tanndan getiren görü şü ile bu bak ımdan insanın kendi kendisi<br />
hakk ındaki şuurunda yeni bir ilerleme te şkil eder (1). Bu kanaat insan ın<br />
göksel rnen şei hakk ında başka dinlerde de rastlad ığım ız kanaatin Akdeniz<br />
Medeniyetinde yayg ın olan şeklidir.<br />
Modern dü şüncenin ba şlangıc ı Ortagağın insana benzetme temayülünden<br />
(anthropomorphisme) gittikçe kurtulmaya çal ışmak, ona isyan etmekle<br />
beraber insan taraf ından kendi varl ığının keşfi tarihte ileri doğru yeni<br />
bir hamle te şkil eder. Copernic'in tezinde insan ın kendine verdiği değeri<br />
alcaltt ığı, dü şürdüğü kanaati çok yayg ın bir hatad ır. Dünyan ın yeni astronomik<br />
görülüşünün en büyük filozofu ve rehberi olan Giordane Bruno<br />
buna tamamen zıt bir duyguyu ifade etmi ş bulunuyordu: Copernic alemde<br />
yalnız yeni bir y ıldız keşfetmekten ba şka bir şey yapmam ışt ır. Bu da dünyad<br />
ır. Bruno en heyecanl ı an ında şöyle diyordu: "i şte biz de gök yüzünde<br />
bulunuyoruz! art ık kilisenin gök'üre ihtiyac ım ız yok. Tanr ı âlem<br />
fakat daha ziyade âlem Tannd ır." Bruno veya Spinoza'n ın kozmossuz<br />
(acosmique) panteisminin esas ı bu idi. Allaha tabi olarak var olan<br />
bir âlem, âlemin ve ruhun yarat ılması hakk ındaki Orta Çağ düşüncesi bu<br />
yeni görü şe göre yanl ış idi. Yeni zihniyetin manas ı burada toplan ıyordu.<br />
İnsan şüphesiz kendisini yaln ızca güneşin bir küçük peykinin sâkini olarak<br />
görmeğe başl ıyordu. Fakat ak ıl tabii idrak üzerinde muzaffer olma ve onu<br />
değiştirme gücüne sahip idi. İşte varl ığı hakk ındaki şuurunu ve de ğerini<br />
canland ıran nokta da buras ı idi.<br />
Bundan ba şka modern felsefe Descartes'ten beri Yunanl ılardan farkl ı<br />
olarak ak ıl ile Tanrı aras ında yeni tipte esasl ı bir miln,a,sebet görüyordu.<br />
Duns Scot ve Suarez bu suretle insan ın metafizik derecesini yükseltmi şler<br />
ve onun manevi ruhuna Saint Thomas'mn ancak meleklere verdi ği bir tak<br />
ım yüklemler vermi şlerdi. Bunlar da suret'i müfaraka (forma separata)<br />
ile cevher-i tam (substantia completa) idi. Insan ın ferdi bir ilk madde (pri-<br />
ma materia) olmaks ız ın "teşahhus"u (Individuation) yalnız manevi varl ığı<br />
(1) İnsanTanr ı eski M ısırl ılarda vard ı. Yunanda da kahramanlar (Herakles,<br />
Atlas, Prometheus, v.s.) bu karakteri gösteriyor. H ıristiyanl ığın bunlardan<br />
mülhem olarak do ğmu ş olmas ı çok muhtemeldir. Seheler bu noktalar<br />
ı hiç hesaba katm ıyor.<br />
119
sayesinde meydana ç ıkan teşahhus, bunun neticesi idi. Fakat Descartes' ın<br />
dü şünceye cogito ergo sum'u ile hakim mevkiini vermesinden beri insan bir<br />
hamlede kendi varl ığından daha geni ş bir şuur derecesine yükseldi. Kendisi<br />
şuuru ve Allah şuuru - ki evvelce XIII ve XIV üncü as ırlar ın büyük mistikleri<br />
birleştirmeğe çal ışmışlard ı - Descartes'da birbirine o kadar nüfuz etmiştir<br />
ki âlemin varl ığı hakk ındaki bir ak ıl yürütme ile Allah ın varl ığına<br />
yükselmeğe art ık ihtiyaç kalmam ışt ı. (Bu tarzda muhakeme yürüten Saint<br />
Thomas'dır). Tam tersine, âlem bile önce Tabii Nur vas ıtasiyle veya kendini<br />
bizzat Allahta doğrudan do ğruya bilen bir ak ıl vas ıtasiyle ispat edilmişti.<br />
İbn Rüşd'den Hegel ve Edouard Von Hartmann'a kadar Spinoza'dan geçmek<br />
üzere bütün panteizm insan ruhu ile ilahi ruh aras ındaki k ısmi ayniliği<br />
esasl ı tezlerin,den biri haline getirdi. Nitekim Leibniz'e göre de insan küçük<br />
bir Allaht ır.<br />
Halbuki felsefi antropolojinin ba şl ıca sorular ından biri insanın kendisi<br />
hakk ındaki şuurunun birdenbire art ışının hakiki manas ı üzerinde düşünmektir.<br />
Scheler çok kesin bir antitez halinde problemi şöyle koyuyor:<br />
Bu art ışlar insan ın gittikçe daha büyük bir derinlikle ve hakikatle bütün<br />
varl ık içersindeki objektif durumunu (situation) kavradığı bir süreci temsil<br />
ediyor mu? Yoksa bunlar gittikçe vahimle şen bir hastal ığın arazlar ı<br />
olan tehlikeli bir vehmin (illusion) geli şmesini mi ifade ediyorlar ? Bu iki<br />
problemi burada Scheler tamamen bir yana b ırak ıyor. " İnsanın kendisi<br />
hakk ındaki şuurunun tarihi ile kendi kendisi hakk ındaki hükmünü nakl<br />
etmek istemiyoruz" diyor. Burada onun arad ığı yalnızca geni ş bir antropolojik<br />
felsefi tetkike giri ş mahiyetindeki bilgileri vemek ve bu mühim<br />
soruya ait ş imdiki fikri vaziyeti ayd ınlatmaktır. Bunun için de<br />
bu gün aram ızda, Bat ı kültürü çevresinde hüküm süren insan ın özüne<br />
ait muhtelif telakkileri mümkün oldu ğu kadar sarih olarak tarif etmeğe<br />
çal ışıyor. Bu suretle insan ın kendisi hakk ındaki be ş esasl ı tasavvur<br />
tipini ay ırıyor. Bu telakkilerden her birine mant ıkça çok aç ık olarak<br />
belirli bir tarih nevinin, yani insan ın geçmi şine dair tasvirin nas ıl bağlandığını<br />
gösteriyor. Ayr ıca bu beç görü şden her har,gi birine daha fazla ba ğlandığı<br />
hakk ında okuyucunun hiç bir yanl ış düşünceye kap ılmamas ını da rica<br />
ediyor.<br />
Antropoloji ile tarih ilminin münasetbeti meselesi üzerinde bir parça<br />
daha durduktan sonra bu tipleri izaha giriyor. Ona göre zaman ım ızda<br />
sosyoloji ceryanlar ı ve tarih telakkileri aras ında mevcut olan bu kadar<br />
taşkın mücadelelerin ba şl ıca sebebi onlardan her birinin insan ın özü, bünyesi<br />
ve merşei hakk ında birbirinden çok farkl ı kanaatlere sahib olmas ıdır.<br />
Zira her tarih nazariyesinin prensipi muayyen bir antrepoloji tipi<br />
120
Pir<br />
içinde bulunmaktad ır. Bu antropoloji tipi tarihçi, sosyoiog veya tarih<br />
filozofu taraf ından fark edilsin veya edilmesin, daima onun nazariyesi üzerinde<br />
bariz tesirini gösterir. Halbuki insan ın mahiyeti hakk ında edindiğimiz<br />
bu fikirlerden önce hiç bir nevi ünite mevcut de ğildi. İnsan telâkkilerini<br />
ve onlar ın bu günkü Bat ı kültüründe hakim olan yerini en sarih, en<br />
bariz ideal tiplere irca etmekle iktifa edecek olursak, bu tipleri daha derinden<br />
tetkik ettikçe antropolojik görü şün bu nazariyeleri nas ıl doğurduğunu<br />
anlamak kolayla şır. Has ılı Scheler'e göre felsefl antropoloji yani insan<br />
telakkilerinin tahlili bize insandan do ğan bütün nazariyelerin dünya<br />
görüşlerini, felsefeleri aç ıklayabilmek için laz ım gelen anahtar ı verecektir.<br />
Bu be ş fikirden üçü umumi kültüre aittir, ve çok iyi biliniyorlar; diğer<br />
iiksine gelince bunlar oldukça yak ında tesekkül etmi ştir. Bariz karakterleri<br />
henüz ilmi kültür çevrelerince tamamen bilinmemektedir. Fakat<br />
bu fikrlerden her birinin yanda şı olan (corr&at) insan ın geçmi şine<br />
ait ayr ı bir tasavvur da, vard ır.<br />
2. YUNAN VE 'BRAM' İNSAN TELAKKISİ<br />
1) İnsan hakkında yahudi ve hristiyan dini çev ı.-elerinde hala hüküm<br />
sürmekte olan birinci fikir felsefe ve filmin de ğil dini imanın mahsulüdür.<br />
Bu fikir Ju9laisme'in, çok kompleks bir neticesidir ki bunlar Ahd-iatik<br />
(Tevrat) ve Ahd-i- Cedid (Incil) de görülen vesikalara dayanmaktadır.<br />
Bu görüş insan ın kişisel (personnel) bir Allah taraf ından ruhu ve bedeni<br />
ile beraber yarat ıh şını ve ilk çift olarak dünyaya geli şini, yer yüzü<br />
cennetinde ya şayışını asi bir mele ğin iğfali ile cennetden ko ğuluşu ve sukutunu,<br />
daha sonra iki mahiyeti ile birlikte (1) İnsan - Tanr ının kendini<br />
feda ederek insanlar ı kurtarmas ının (2), bu suretle elde edilen tamir ve islah<br />
ın ı çok renkli bir ceza ve ahireti (esch2 ıtolqgie) ve ruh denen şeyin hürriyetini,<br />
şahsiyetini, maneviyetini, bedenin öldükten sonra dirilmesini, ahiret<br />
gününü (mah şeri) v.s. yi tasvir eden bu. Yahudi - H ıristiyan kadrosu<br />
içinde hususi teolojik bir tak ım antropolojiler (tarih felsefesindeki uzant<br />
ıları bak ımından biribirinden çok farkl ı olmak üzere) yer bulabilirler:<br />
Mesela "sukut-u-Adem" e verilen mana bak ım ından nitekim yahudi-hiristiyan<br />
iman ın antropolojisi insan ın geçmi şi hakk ında bir çok tefsirlere kap ı<br />
açmıştır. Bunlar Augustinus'un "Allah' ın sitesi" adl ı eserinden başl ıyarak<br />
teolojik dü şüncenin en yeni temayüllerine kadar gelebilir. (Otto Van<br />
Freysing ve Bossuet'nin teolojik görü şlerinden geçmek üzere).<br />
(1) Hiristiyanl ıktaki insan ın ilâhl ve beşeri iki mahiyeti fikri monophysitisme'dir<br />
(2) Buna Bkdemption diyorlar. Bu anlamda Isa'ya Wdempteur = Münel<br />
denir.<br />
121
Scheler'e göre muhtar bir felsefe ve ilim için bu dini antropolojinin<br />
ehemmiyeti olmad ığını söylemeğe ihtiyaç yoktur. Zaten duyarl ığı ve düşüncesi<br />
kar ışık şeylerden nefret eden kimse bu derin mythos'un görünü şte<br />
rasyonel olarak kabul ve müdafaa edildi ğini görmekten dolay ı azap duyor.<br />
Fakat burada bu mythos'un bütün insanlar üzerinde ne derece derin tesiri<br />
olduğunu da ayr ıca i şaret ediyor. Bu gibi şeylere do ğmatik olarak<br />
inanmıyan kimse dahi, kendisi hakk ındaki şuurun bu rev'i ve bu şekline<br />
kar şı alakas ız kalamaz. Z!,ra yüzy ıllarca müddet insan kafas ına ve<br />
ruhuna kudretle hakim olmu ş bulunan bir hayat şeklinin bu günde fikirlerde<br />
kudretle ya şamada devam ettiğini görüyoruz. Mesela bir gün sukut<br />
ve irsi hata mythos'unu psikoloji bak ım ından doğuran iç kavrant ısı<br />
veya kabusu, bir ruhi hastal ık halinin yaşanmış tecrübesi, bu gün de, inans<br />
ın veya inanmas ın, bütün Bat ı insanl ığı üzerine çok a ğır bir surette tazyik<br />
etmektedir. Henüz insan ı bu yer yüzü azab ından kurtaracak, Yahudi<br />
ve hiristiyan dünyas ına has fikirler mecmunun teessuri kayna ğı olan<br />
bu temel iç k ıvrant ısım tedavi edecek olan tarihin büyük psik<br />
a n a l i z c i s i daha ortaya ç ıkmamışt ır.<br />
Bu gün de hala aram ızda revaçta olan insan hakk ındaki ikinci fikir<br />
Yunanl ılar ı'', eski Yunan sitesindeki BujUvazinin icad ıd ır: İnsanın<br />
kendi kendisini değerlendirmesi tarihinin en mühim ve en kaba neticelerinden<br />
biri olan bu ke şfi ba şka bir kültür değil, ancak Yunanl ılar yapabilirlerdi.<br />
İyi bildiğimiz bir formülle ifade edecek olursak bu bilen ins<br />
a n (homo s ,apiens) tipidir. Onun kavram ve felsefe halinde karakteristikleri<br />
ilk önce en büyük serahatle ve aç ıklıkla Anaxagoras, Eflatun,<br />
Aristo taraf ından meydana ç ıkar ılmışt ı. Bu fikir insanla hayvan ve umumiyetle<br />
tabiat aras ında kat'i bir ayr ılık yapt ı. Burada insan yanl ış olarak<br />
çok defa söylendiği gibi kendine en çok benziyen hayvanlardan mesela<br />
antropold maymundan s ırf empirik bir metodla ayr ılm ış olmuyordu.<br />
Zira böyle la!(. ay ırış morfolojik, fizyolojik ve psikolojik muhtelif vas ıf-<br />
ların mukayesinden ç ıkar ılmış olacakt ı. Bu metod ise asla insan ı hay-<br />
yana z ıt olarak koyma ğa imkân vermiyecekti. Yaln ızca seçilen misâller-<br />
den şempanzeden, orangutandan, şark memleketlerinin mayrnunundan onun<br />
nasıl ayrıldığı vas ıflar ıyle gösterilmi ş olacakt ır. Şempanzenin mesela kur-<br />
bağa veya y ılandan ayr ılışına nazaran insan ın şampanzeye nispet edilecek<br />
derecede daha fazla benzerrli ği meydanda oldu ğu için bu metod asla gele-<br />
nekçi insan fikri ile ondan önce gelen hayvan fikrini te şkil için hiç bir<br />
sebeb ve hikmet vermi ş olm ıyacakt ır. Tarihte hakim olan âdi dilde s ık<br />
s ık kullandığım ız insan telâkkisi büsbütün ba şka bir te şekkül kanunundan<br />
122
ileri gelmektedir. O kendinin tazammun etti ği Allah fikrinin ve insanda<br />
Allah ın imaj ını (kopyas ını ) gören bir kanaatin neticesidir.<br />
Klasik Yunan felsefesi ilk defa olarak bu insan fikrim meydana getirmi<br />
ştir. Esas ında k= ve madde katgorilerine ba ş vurmak suretiyle her<br />
mevcudu biyolojik bir tarzda tefsir eden bir felsefenin kenar ında (Form<br />
müsbet ve aktif unsur, fikirlere ba ğlı unsur madde de menfi ve pasif unsur<br />
olmak üzere) insan ilk defa tabiat ın bütün öteki varl ıklarma üstün<br />
olarak kendini görme ğe ba şlamıştı .. Fakat sabit ve bütün neviler gibi<br />
ezeli olan insan nev'i kendine mahsus faal (tesirli), bitki ve hayvanlar ın<br />
nefislerine ait iptidal âmillere (agent) irca edilemeyen bir melekeye sahip<br />
olmal ıdır. Bu da ak ıl (ratio) dır. Ak ıl insan ı önce varl ığın ne olduğunu<br />
bilmeye, sonra Allah ı, alemi ve kendi kendisini tan ımaya kabiliyetli k ılar.<br />
Poiei ve prattii'yi (pratiki) üstün dereceye ç ıkarmas ına temasa (1)<br />
halinde cinsda şlarma karşı iyi hareket etmek, yani bir ruha mahsus olan<br />
bu melekeyi en tam şekilde geli ştirecek bir tarzda ya şamak imkan ını ona<br />
verir. Fakat Plâton'dan Portique'e kadar (2) daima ayni insan prensipi<br />
varl ıkla bu zihni temessül halini gercekle ştirir. Bu kavram Yunan tarihi=<br />
nin başından beri bütün çağlarda derece derece geli şmiş, modern cemiyetlere<br />
kadar gelmi ştir. Insanda ak ıl denen şey ilahi 1 ogos un veya<br />
Nous' un k ısmi bir fonksiyonu gibi görülmü ş. ilahi Log,os'un veya Akl<br />
ın, fikirlerin kudretiyle tesir etti ği, bu alemdeki ak ılları, refisleri V,2 bu<br />
Memin düzenini daima meydana getirmekte oldu ğu kabul edilmi ştir. Bu<br />
geli şme bir yarat ıc ı ameliye halinde de ğil, s:rf ezeli bir hareket ve organizasyon<br />
prensipi gibi anla şılmışt ır.<br />
Burada a şağıdaki dört noktaya hususi bir ehemmlyeL vermemiz lazımd<br />
ır:<br />
1 — İnsan kendisinde, bütün tabiat ın sübjektif olarak sahib olmad ığı,<br />
ilahi bir mahiyet (öz) âmiline sahiptir.<br />
2 — Alemi ezeli olarak kuran ve düzenleyen bu âmil, bu iktidar (akli<br />
bir tesir ile Chaos'ı , iptidal maddeyi Cosmos haline koymak suretiyle) ontolojik<br />
bak ımdan veya hiç de ğilse prensip bak ımından bir ve ayni şeydir:<br />
bundan dolay ı akl ın alemi bilmeye tam istidad ı vard ır.<br />
3 — La,,os olmak bak ımından (Aristo'da "Cevheri formlar" sahas ın ı<br />
teşkil etmek üzre) ve insan akl ı olmak bak ım ından bu âmil hayvanla insanda<br />
mü şterek olan temayüllerin ve duyular ın yard ımı olmaks ız ın kudre-<br />
(1) Contemplatlon<br />
(2) Yunan ça ğın ın meydana ç ıkardığı bu Logos tipi ile müsbet ilimci zihniyeti<br />
kar ıştırmamal ıd ır: her ne kadar bu ötekinin eserlerinden biri ise de.<br />
123
tini gösterir ve fikri muhtevas ın ı gerçekle ştirir ("Ruhun iktidar ı", "Fikre<br />
mahsus kuvvet" v.s.).<br />
4 — Bu âmil tarih boyunca kendi kendinin ayni kal ır. Kavimden kavime,<br />
ictimai s ınıfta ıı s ınıfa değişmez ve daima aynidir.<br />
Halbuki Aristo'dan Kant'a ve Hegel'e kadar hemen her felsefi gö<br />
rü şün, mühim istihalelere rağmen bu insan nazariyesinin dört temeline<br />
ait hiçbir noktay ı değiştirmemi ş olduklar ı üzerinde ısrar etmek laz ımgelir.<br />
Bunlar Aristo'nun, Aqino'lu Thomas, Descartes, Spinoza, Leibniz, Kant,<br />
Malebranche, v.s. nin kendilerini ay ıran fikirlere ra ğmen, üzerinde birle ştikleri<br />
noktalard ır. Bu tezler pantheisme - th&i,sme şeklindeki antitezden<br />
tamamen müstakil kal ırlar. Önce Stoa'c ı şeklinde, sonra Orta-ça ğın başında<br />
Platon'cu ve Augustinus'cu şeklinde, yukar ı Orta ça ğda Aristo'cu'<br />
Thomas'c ı şeklinde bu tezler büyük bir tarihi kudret kazanm ışlard ır. Çünkü<br />
ilahiyat (Th&logie) onlara ba ş vurmak suretiyle, onlar insan hakk ındaki<br />
dini fikir dediğimiz yukarıki telâkki ile kar ışm ışlar ve türlü şekillerde<br />
melez tipler, sentezler meydana getirmi şlerdir. Sonradan geni ş kültür<br />
çevreleri dogm'lar ın muhtevas ına inanmaktan yaz geçtikleri zaman bu<br />
homo sapiens telâkkisi hâkim felsefe halini ald ı ve en büyük zaferini "Aydınl<br />
ık" (Aufklcirung) devrinde kazand ı. (1).<br />
Bu doktrini vücude getiren yukar ıki dört tezden yaln ız birisi istikrar<br />
tez i, ayd ınl ık felsefesine z ıd olarak Kant'tan, sonraki felsefenin<br />
en kudretli şahsiyeti (ve ayn ı zamanda tarih ilmi için de en tesirli<br />
şahsiyeti) taraf ından hilcuma u ğrad ı ve yenildi. Hegel, Tarih Fels<br />
ef esi' nin giri ş k ısm ında şöyle diyor: "felsefenin umumi tarihe getirdiği<br />
biricik fikir basit ak ıl fikridir. Akl ın Meme hakim olduğu ve bundan<br />
dolay ı da üniversel tarihin rasyonel (Akil) oldu ğu fikridir. 'Burada<br />
biz biraz önce sayd ığımız tezlerden üçünün devam etti ğini, hatta en müfrit<br />
gayri şahsi panlogism.r derecesine ç ıkar ıldığın ı görüyoruz. O derecede ki<br />
insan akl ı ile ilahi ak ıl birbirinin ayni addediliyor. Ak ıl her şeyi ac ıkl ıyor<br />
ve kucakl ıyor. Fakat nisbeten yeni olan cihet suwas ıd ır ki insan ezeli<br />
olarak var olan şeyi ancak bir olu ş süreçi içinde kavrar ve kavranaal ıd ır,<br />
ve ancak bu yönden o hayati temayüllere ve tabiata üstün olan, hürriyetinin<br />
şuuruna ula şır. Böylece Hegel be:;eri akl ın sabitliğini inkb ediyor<br />
demektir. O subjektif bir kategori şekilleri tarihi ile insan ruhunun<br />
gelişme tarihini ay ır ır ve bu yaln ızca akl ın eserlerinin birikmesi tarihi değildir.<br />
İnsan ruhunun (zihninin) bu ilerleyi şi Hegel'e göre insan mahiye-<br />
124<br />
(1) Fransa'da Lumire, Almanya'da Auflh,rung ad ın ı alan bu devrin son temsilcileri<br />
Voltaire ve Wolff'dur.
tinin biyolojik deği şmesinden müstakildir. Bu süreç boyunca ezeli Tanrı'l<br />
ık (uliihiyet) insanda kendi kendisinden ve kendisinin ezeli katagorilerinden<br />
haberdar: olur. Has ıl ı Yunanl ılar ın Logos'u burada hareket haline<br />
girmi ştir ve art ık tarihe aittir. Arzular ve ihtiraslar ancak Logos'un<br />
bizmetkarlar ı olurlar. "./d&'nin hiylesi" halinde yani ilahi fikrin meharetle<br />
seçilmi ş aletleri olarak i şe kar ışmaktad ırlar. Onlar yard ımiyle<br />
gayesine ula şır; bir ahenk ve müvazene uyand ırır. Ve o kendinde tarihin<br />
Ilahi diyalektik sürecini dü şünen Allah' ın sarho ş filozofundan ba şka<br />
kimse taraf ından bilinmemektedir (1). Burada olu şu aktif bir surette<br />
meydana getiren insan ın şahsi hürriyeti veya otoritesi yoktur. Ba şkan ın<br />
orada üniversel ruhun sözcüsü olmaktan fazla bir de ğeri yoktur. Hegel'in<br />
bu doktrini homo sapiens tipinde do ğmu ş olan en büyük ve en ifadeli son<br />
tarih felsefesidir.<br />
Max Scheler, bu üçüncü insan tipinden do ğan felsefi ve tarihi görü şleri<br />
bu suretle tahlil ettikten sonra bu noktaya dair bir i:r ıarette daha bulunuyor:<br />
bu homo sapiens telâkkisi bir gün geldi ki Avrupan ın gözünde<br />
en tehlikeli fikir gibi görülmeye ba şlad ı. Bununla beraber ak ıl, bazı ihtiyat<br />
kay ıtlarla beraber, bizim gözümüzde bir Yunan icad ından başka bir<br />
şey değildi. Bu kuvvetli tenkidi yapan bilhassa iki dü şünür olmu ştur ki<br />
bunlar da Wilhelm Dilthey ve Frkl6ric Nietzcshe'dir. Nietzcshe düşüncenin<br />
şey ile uyu şmas ı diye tarif edilen klasik hakikat fikrinin n ıant ıkça spiritüalist<br />
Allah kavram ına bağl ı olduğunu ve onunla beraber kayboldu ğunu<br />
ileri sürmü ştü. Ona göre bu, kendisinin dionysiaque kötümserliğinin (2)<br />
darbeleri ile y ıkmağa çal ışt ığı bir zühti idealden id&ıl ascetique ibarettir<br />
ki "Kudret Iradesi" (Volonte de Puissance) adl ı eserinde bütün<br />
düşünce şekillerinin yaln ızca insanda kudret iradesinin aletleri olduğunu<br />
aç ıklayan kendi bilgi 'nazariyesinde bunun prensiplerini vermi ştir.<br />
"Allah ölmü ştür" önermesini sükunetle kabul ettikleri halde hayatlar ında<br />
ve çal ışmalar ında ancak Allah ın var olduğu kabul edildiğine göre yaşayan<br />
ve çal ışan ilim adamlar ından farkl ı olarak, Nietzsche "as ıl hakikat" dediği<br />
şeyin anlam ve de ğerinin radikal sorusunu ortaya koydu. Wilhelm Dilthey<br />
ayni fikri şu sahifede ifade etmektedir: "Rasyonalism zamamm ızda başl<br />
ıca Kant mektebi taraf ından değerlendirilmi ştir. Bu doktrinin babas ı Descartes'tir.<br />
O ilk defa olarak zihnin (intellect) mutlak hakimiyetini göstermi<br />
şti. Bu hakimiyetin dayanak noktas ı devrin dini ve metafizik kanaat<br />
ve hükümlerinin toplam ı idi. Nitekim bunlara Locke'da, Newton'da, Gali-<br />
(1) M. Scheler bununla Hegel'i kasdediyor.<br />
(2) Nietzsche "Trajedinin Menşei" adl ı kitab ında ilk defa bu tezi ileri sürdü,<br />
bundan daha sonra bahsedece ğiz.<br />
125
lei ve Descartes'da rastlan ır. Ak ıl burada âlemin kurulu şunun prensipi<br />
gibi kabul edilmiş, yoksa geçiçi (pisodique) bir dünya olgusu gibi al ınmamışt<br />
ır. Bununla beraber bu gün kimse bu muazzam metafizik rka-plânın<br />
bir bedahet te şkil etmediğini kabulden çekinemez. Bu anlamda bir çok<br />
şeyler tesir etmi ştir. Tabiat ın tahlili gerçe ğin prensipi olarak kurucu (inşa<br />
edici) akla ba ş vurmay ı lüzumsuz bir hale getirdi. Laplace ve Darwin<br />
en basit şeklinde bu perspektiv de ğişmesini temsil ediyorlar. Ayni tahlil<br />
bugünkü ilmi sağduyuyu (sens commun) tabiat ı daha üstün bir düzene<br />
bağlaman ın lüzumsuz olduğu hükmüne götürdü. Bu iki şekil değiştirmesinden<br />
bir üçüncüsü de ç ıkt ı : dini dü şüncenin yarat ıc ı ile yarat ık<br />
aras ına koyduğu bağlantı art ık bizim için bask ı yapan bir olgu değildi.<br />
Bütün bunlardan şu ç ık ıyor ki, Descar:-.es taraf ından kabul edilen hüküm<br />
akl ın yeryüzünde, belki de ba şka yıld ızlarda tabiat ın meydana getirdi ği f ani<br />
bir özellik olduğu fikri a priori olarak red edilemez. Filozoflar ımızdan<br />
bir çoğu bu tezle mücadele etmektedirler. Fakat onlardan hiç biri<br />
akl ın bütün kâinatta temel oldu ğunu apaç ık olarak kabul edemiyor. Ve<br />
böylece bu akl ın dü şünce yard ım ı ile gerçeği fethetmesi art ık bir faraziye<br />
veya postüladan fazla bir şey değildir" (1). Dilthey, ve Nia":zsche'nin görü<br />
şlerini anlatt ıktan sonra M. Scheler homo s a p i e n s fikri ile<br />
asla uzlaştinlamaz olan insan hakk ındaki başka iki görüşü de anlat ıyor.<br />
Bunlardan biri "dyonisiaque insan" telâkkisidir ki homo sopiens'in<br />
ezeli fikirleri kavramak için temayülleri ve duyular hayat ın ı, kadro d ışına<br />
att ığı zamanki kadar şuurlu bir teknikle bu sefer tam tersine ruhi hayat<br />
ı yarat ıc ı tabiatla birle ştirmek için, Natura naturans ile fiilen aynileşmek<br />
için (sarho şlukla, dansla, narkozlar vas ıtas ıyla) akl ı kadro d ışına<br />
atmakta ve at ıllaşt ınlmaktachr. Burada biz akl ın bir hayat hastal ığı olarak<br />
tasvir edildiği ve insan ı tabiat ve tarihin yarat ıcı kuvvetlerinden ay ıran<br />
bir hastal ık gibi görüldüğü antropolojik bir sezgi ile kar şıla şıyoruz. Bundan<br />
sonra da homo sapiens ile daha az uzla şmaz olmayan homo faber görüşü<br />
ile kar şılaşıyoruz ki bu da insanda orijinal manevi bir prensipin varl ığını<br />
inkar eden positivisme taraf ından müdafaa edilmi ştir.<br />
3. NATÜRALIST INSAN TELAKIIİSI<br />
Scheler önce bu sonuncuyu anlat ıyor: aram ızda hüküm süren üçüncü<br />
ideoloji natüralist ve positivist doktrinler ve daha sonra da pragmatist<br />
doktrin taraf ından temsil edilmektedir. Homo faber fikrinin k ısaca<br />
formülü bunu ifade ,edebilir. Bu ideoloji bir antropoloji tipinin bütün<br />
126<br />
(1) W. Dilthey, Le Monde de l'Esprit
esasl ı problemlerini içine al ır. 0 da homo sapiens'ten ne kadar farkl ı<br />
olmak mümkünse o kadar farkl ıd ır. Homo faber nazariyesi insan ın hususi<br />
bir ak ıl melekesine sahib oldu ğunu inkâr etmekle i şe başl ıyor. Burada<br />
insanla hayvan aras ında mahiyet fark ı yoktur, yaln ızca derece fark ı<br />
vard ır. İnsanl ık hayvan nevinin özel bir dal ından başka bir şey değildir.<br />
Onda da unıumi hayvan nevinin bütün birle şik vas ıfları, bütün canl ılara<br />
mahsus olan kanunlar görülür. Yaln ız şu farkla ki insanda bu vas ıflar çok<br />
daha büyük bir komplekslik gösterirler. Bu fiziki sahada, ruhi sahada<br />
hatta guya "noetik" denen sahada da böyle diye kabul edilir. Ruhi ve mânevi<br />
Meme ait olan her şey burada hayati temayüllerle, duyu izleni şlerile<br />
ve onların doğu şuna ait (g&itique) müştaklariyle 2 ç ıklanmaktad ır.<br />
"Ruh" (Esprit) diye adla.nd ırılmas ı istenen şey (zahirde temayülden ayrı<br />
olan) isteme ve gayeler koyma yetisinden de ğerlewin kavranmas ı ve dedeğerlendirilmesinden<br />
ibarettir.<br />
İnsan ilk önce ak ıll ı bir varl ık değildir. Mahiyeti Hor» sapiens olmas<br />
ı değildir. O temayülleriyle hareket eden bir canl ı varl ıkdır. 'üstün fikirleri,<br />
iradesi, heyecani fiilleri dedi ği şeyler (s ırf iyilik anlam ına gelen<br />
sevgi) öyle bir i şaretler dilidir ki onlar yard ımı ile içgüdü tepileri birbiriyle<br />
iştirâke girerler. (Hobbes, Nietzsche). — Bu dil temayüllerin ve onlar<br />
ın idrâk şeklindeki yanda şlarının (corrOat) esasl ı terkiplerinin sembolik<br />
bir ifadesidir. İnsan, geli şmesi bilhassa yüksek bir dereceye ç ıkmış olan<br />
canl ı varl ıkdan ba şka bir şey değildir. "ruh' da, " ak ıl'da müstakil metafizik<br />
hiç bir kök yoktur. Burada yaln ız insana benzer (Anthropoide) maymunlarda<br />
raslad ıklarımızdan daha yüksek ruhi kabiliyetlerin daha bariz<br />
gelişmesi bahis konusudur. Basit ça ğrışım kanunlar ına üstün olmakla beraber<br />
irsi ve kaba içgüdüden a şağı olmayan mesela şempanzedeki teknik<br />
zekân ın uzant ısından ibarettir. Bu nevi zekâ yeni ve tipik olmayan vaziyetlere<br />
yordams ız, yan ılmas ız fiili olarak intibak yetisidir (çevrenin objektif<br />
yap ılar ı veya bünyerinden önce gelmek suretiyle). İnsan böylece<br />
bu çevrik yoldan ve daima daha vas ıtal ı olarak, ayni zamanda hayvana ait<br />
olan nevi ve ferdin esasl ı temayüllerini tatmin eder. Teknik zekân ın, ruhi<br />
mahiyette bütün ba şka süreçler ve münasebetlerde oldu ğu gibi, sinir sisteminin<br />
fonksiyonlar ında aşikâr yanda şları (Corr&at) vardır. Zira ruh<br />
(esprit) burada nefsin (psych0 bir k ısmından yani hayati süreçlerin a şağı<br />
derecesinden ibarettir. Bilgi dedi ğimiz şey uzviyetin uyar ımla tepki aramda<br />
gittikçe daha fazla zenginle şmek suretiyle biriktirdi ği bir hayaller süresine<br />
irca edilir. Bu yaln ızca eşya= kendiliğinden (spontan) işaretleri<br />
mecmuundan veya bu i şarteler aras ındaki itibari ba ğlantılardan (liaison)<br />
başka birşey de ğildir. hayaller, i şaret serileri ve ba ğlantı şekillerinin ta-<br />
127
savvurlan çevreye ba şar ıyla ve hatta menfaatlar (alâkalar) yönünden<br />
tepki yapma imkan ım verirler. O suretle ki biz hareketlenmizle iptidai<br />
olarak temayülün hedef edindi ği gayeye ula şım. Ve bunlar fertte ve<br />
nevide gittikçe daha fazla (veraset yoluyle) tespit edilirler. Bu i şaretler<br />
ve onlar ın bağlant ıları biyolojik bak ımdan faydal ı (karl ı) tepkilere sevk<br />
ettiği zaman biz onlara "doğru" deriz, aksi oldu ğu zamanda "yanl ış" deriz.<br />
Buna benzer bir sebepten dolay ı hareketlere iyi veya kötü ad ını veririz.<br />
Kendi ba şına alemi kuran ( şekil veren) ve ayn ı zamanda ratio olarak<br />
faaliyette bulunan Logos'un birli ğine gelince, insan bilgisi hakk ında<br />
ınetafizik bak ımdan yanl ış görü şe saplan ılm ıyacak olursa, yani ona varlığın<br />
kavran ışı veya kli şesi gözüyle bak ılm ıyacak olursa, ona ba ş vurmak<br />
lüzumsuzdur. O halde buradaki görü şe göre insan ın özü nedir?<br />
1 — İşaretler (yani lisan) kullanan hayvan; 2 — Aletler kullanan hayvan;<br />
3 — Beyni geli şmiş (c&aral) bir hayvan, yani kendisinde beyin, bilhassa<br />
k ıs ır tabakas ının fonksiyonu bütün enerjinin muazzam bir k ısm ın ı<br />
sarf eden hayvan (ki bu k ısım ba şka hayvanlardan çok daha büyüktür)<br />
zaten i şaretler, kelimeler, "kavramlar" burada aletlerden, ancak ruhi bak<br />
ımdan incelmi ş aletlerden ibarettirler. Nas ıl organik, morfolojik ve fizyolojik<br />
bak ımlardan üstün f ıkral ılar ın bünyelerinde bulunmayan hiç bir<br />
şey insanda da yoksa ayn ı surette insanda s ırf kendine mahsus ruhi noetik<br />
hiç bir şey yoktur demek icabeder. Bunun için istihalecilik (transformisme)<br />
in insanda tam tatbikat ını kabul etmek laz ımgelir. (her ne kadar Dubois'un<br />
insan ı ile "pithecanthropus erectus" ile diluvien insan aras ındaki şekiller<br />
bakım ından müsbet delillere dayanmak üzere alimler birbirlerinden ayr ılmakta<br />
iseler de).<br />
Demokrit ve Epikür'deki Yunan duyuculu ğundan (sensualisme) itibaren<br />
Bacon, Hume, Mill, Comte ve Spencer'in kudretli fikir cereyanlar ından<br />
sonra bilhassa Darwin, Lamarck ile istihalecilik, daha sonra pragmatik ve<br />
i'jbarc ı (conventionaliste) felsefeler (ve fictionistelei2) taraf ından insan ın<br />
homo faber olarak tasviri a ğır ağır geli şebilmiştir. Vak ıa bu cereyanlarda<br />
birbirine oldukça farkl ı istikametlerde iseler de bu nokta bizi burada<br />
ilgilendirmez. Bu fikre dayanak olarak Hobbes veya Machiavel'den ç ıkmak<br />
üzere büyük temayül psikologlan taraf ından bir çok deliller ileri sürülmü<br />
ştür. Bunlar aras ında Max Scheler bilhassa Feuerbach, Schopenhauer,<br />
Nietzsche ve zaman ım ızda da S.Freud ve Alfred Adler'in adlar ını zikrediyor.<br />
İç güdü ilcalar ının cidden derinle ştirilmis bir nazariyesi, halen Paul Schilder,<br />
Mac Dougall ve Franz Oppenheimer'in yapt ıklar ı gibi ve bizzat M.<br />
Scheler'in ileri sürdü ğü şekilde ifade edilmi ş bulunmaktad ır. Bu müellifler<br />
gerek hayati (vital) bir antropoloji ve psikolojinin gerekse Sosyoloji ve<br />
128
Nychoth6rapie'nin felsefi temeli olmak üzere bunu ileri sürmektedirler. Bu<br />
nazariye Descartes'tan beri ilmi hatadan hataya dü şürmüş olan saçma ruh<br />
ve beden "Ductlisme"ine karşı kat'l surette muzaffer olacakt ır. (M. Scheler'e<br />
göre). Zira temayüller her duyumu, her idrâki şartland ırdığı gibi fizyolojik<br />
mahiyette her fonksiyon birli ğine ait süreci de Oartland ırmaktad ır. Bunlar<br />
Pskofizik uzviyetin bütünlük ve birli ğini meydana getirmekte olan temayüllerdir.<br />
(Scheler burada "bilgi ve i ş" adl ı kitab ında "idrak felsefesi"<br />
fasl ın ı zikrediyor).<br />
Eğer esasl ı temayüller türlü tarzlarda, meselâ gayelerine göre s ınıflandınlabilirse<br />
de (benliğin şahsi temayülleri ve ba şkac ı temayüller, benliğin<br />
korunmas ına ait veya geni şlemesi ve yay ılmasına ait temayüllex, nev'in<br />
korunmas ı ve nev'in yay ılmas ına ait temayüller. Ferdi temayüller ve içtimal<br />
temayüller, ırk temayülleri ve zümre temayülleri, grgaire, vesaire)<br />
onların mahiyetleri ve geli şmelerine dayanan derin bir nazariye de onlar ı<br />
çok mühim bir snuflamaya, bölümlere ay ırmaya sevk eder. Bir yandan yalnızca<br />
Psiko-enerjetik hadLelerden ileri gelen ve çat ışkan temayüller aras ında<br />
meydana ç ıkan bütün meyelânlar ve ilcalar, öte yandan -insan ,da- hayati<br />
ilcalarm manevi i şleyişi başlıca üç esasl ı temayale irca edilebilir. Bunlar<br />
da: 1— Ço ğalmaya ve onun mü ştaklanna ait temayüllerdir ki buraya cin-<br />
Pi temayüller, akrabal ık temayülleri, Libido g:irer. 2 — Büyüme ve kudrete<br />
ait olan temayüldür. İç hastal ıkları mütehass ıs ı meşhur Fr. Kraus<br />
çoğalıg ve büyüyü şe "ki şinin Patolojisi" adl ı eserinde kudret iradesi deyecek<br />
kadar ileri gidiyor. 3 — En umuml anlamda g ıda tenıayülleridir. Scheler<br />
burada üç pulsion sistemi ile f ıkral ılar uzviyetinin üç Protophylle'i aras<br />
ında çok sıkı münasebet olduğu gösterilemez diyor. Nitekim ayn ı suretle<br />
yüksek hayvanlar ın' ve iptidai insan ın son derecede dal budak salm ış temayüller<br />
sisteminden bunu nas ıl ç ıkarmak mümkün olaca ğım burada da<br />
anlatam ıyacağını işaret ediyor ("ihtiyaçlar", sonra "ihtiraslar" ve "alo.-<br />
kalar" ad ı verilen şeyler bu temayüllordendir).<br />
Ba şlıca temayül nazariyecileri gerek Genetik öncelikleri gerekse ehemmiyetleri<br />
bak ım ından üç ilca sistemini çok farkl ı bir tarzda mertebelendirmişlerdir.<br />
Boy uzamas ından maada, diğer bütün artma ve büyümeler<br />
fertler-aras ı bir üreyi ş (reproductian) üzerine (Hücrelerin bölünil şü üzerine)<br />
dayan ırlar: Bir hücrenin g ıdas ı kendisini şartland ıran büyüyü ş<br />
temayülü olmaks ız ın imkâns ız olduğu gibi, bitkilerin de bir ço ğalma ve<br />
g ıda alma sistemleri vard ır. Fakat bu, gittikçe daha vaz ıh olarak dış âleme<br />
tatbik edilmi ş bir kuvvetler sistemi de ğildir. Scheler'e göre birinci rol hayyanda<br />
ve insanda ço ğalma (üreme) sistemine ait oldu ğu halde ikinci rol<br />
genişleme ve kudret sistemine üçüncü rol ise g ıda sistemine aittir. ihtiyar-<br />
F.: 9 129
tanla, hadisesinin incelenmesine tatbik edilen temayüller psikolojisi bu<br />
görü şü tasdik etmektedir. Halbuki burada bu üç sistemden birini mümtaz<br />
saymakta olan temayül nazarlyecileri-Scheler'in natüralist olmakla itham<br />
ettiği, fakat bu konuda orijinalliklerini kabul etti ği nazariyeeiler- insan ın<br />
geçmi şine ait üç özel natüralist nazariyenin kökünü te şkil etmektedir. Yahut<br />
hiç değilse doktrinlerinin mânâs ı ile mant ıki bağlar ı vard ır. Eğer insan<br />
asl ında ancak temayüllerle hareket eden bir varl ık gibi tasavvur edilecek<br />
olursa ve gûya ruh denen kudret de ilcadan ve idrak -ten ç ıkar ılacak<br />
ise (meselâ " İtilme", "refoulment" veya "Yükselme" "-Sublimation-" mekanismas<br />
ına başvurmak suretiyle) bu insan fikrine tekabül eden tarihin<br />
natüralist telâkkileiri de yukar ıda tasla ğı yap ılan bu üç temayül sisteminden<br />
birine üstünlük verdiklerine göre ba şl ıca üç şekil al ır :<br />
A) Tarihin iktisadi (Marxiste) telâkkisine göre (ki ona nazaran<br />
tarih esas bak ımından s ın ıf mücadelesidir ve hayat sahas ı için, g ıda için<br />
savaşt ır) g ıda temayülleri sistemi bütün kollektif olu şun e ıı kudretli ve en<br />
kat'i zenbere ğini te şkil edecekler, ma'nevi kültür de bir gölge hâdiseden,<br />
tarihi cennyetin de ğişen vaziyetlerinde bu temayülün tatminine ait karmaşık<br />
bir tak ım sapmt ılardan ibaret olacakt ır.<br />
B) Tarihin diğer bir natüralist telâkkisine göre ırklar ve kanlar ın<br />
melezle şmesi veya ayr ılmas ı hâdiseleri, zürriyet (ço ğalma) ve üreme sistemlerindeki<br />
de ğişmeler bütün tarihi olu şun ba ğıms ız değişgenini te şkil<br />
edeceklerdir. Meselâ Gobineau, Radzenhofer ve bilhassa Gumplowicz bu<br />
kanaattad ırlar. Bu telâkki ço ğalma ve üreme iç güdüsünü ve onun mikdar<br />
ve kalite bak ımından te'sirlerini tarihin ilk k ım ıldat ıc ı âmili (primum<br />
movens) haline koyan bir temayül nazariyesine kar şılıkt ır (SchoPenhauer,<br />
F,reud bu fikirdedirler).<br />
C) Nihayet M. .Scheler burada tarihi natüralismin son tarz ı olmak<br />
üzre şu kanaati zikrediyor: tarihin vakalar ı kudret siyasetinin ifadesidir.<br />
Bu görü ş Th. Hobbes ve Machiavel'den ba şlıyarak zamamm ıza kadar gelir,<br />
ve tahakküm maksadiyle (ki s ırf iktisadi şart ile çevrelenmi ş olmadan) vukua<br />
gelen siyasi mücadelelerin neticesinde, yani devletlerin giri ştikleri, devlet<br />
içerisinde de s ın ıflar ve zümrelrin giri ştikleri iktidar mücadelesinden<br />
doğmu ştur. O, iktisadi ve kültürel sahada gerçekle şme imkânlar ım büyük<br />
hatlariyle tayin eden tarihin ba şlıca âmili olarak görülmektedir. Bu<br />
kanaat, Nietzsche ile beraber bir insan nazariyesine, ve A. Adler'le de bir<br />
rnarazi şuur nazariyesine tekabül eder: Adler, temayül hayat ının ilk dayanağını<br />
"Kudret İradesi"nde ve "Benli ğin Taşmas ı" ihtiyac ında, yani nı&<br />
nevileşmis tahakküm ihtiyac ında görmektedir. Bilhassa siyasi. karakterde<br />
130<br />
--1
olan bu naza ırlyenin muhafazakâr Luthercilikte oldu ğu gibi nas ıl olup ta<br />
bazan tarihin dini görü şlerine, bazan Hobbes, Machiavel,Ottokar Lorenz'de<br />
olduğu gibi s ırf naturalism'e, bazan da L. Von Ranke'de misalini gördü ğü-<br />
müz gibi insanlığın geçmi şine ait ideolojik görü şlere bağlandığını Scheler<br />
burada uzun uzad ıya aç ıklam ıyor. Nihayet daha az genel olmak üzere, me-<br />
selâ Treitschke'de ve Bismark'tan sonraki Alman tarihçilerinde (küçük Almanya<br />
taraftar ıdırlar) nas ıl bir siyasi prppaganda haline alçald ığını da<br />
gayet k ısa işaret ederek geçiyor.<br />
Tarihin az veya çok natüralist olan bu doktrinleri bize geçmi ş hakk ında<br />
çok farkl ı imajlar vermektedirler: meselâ Auguste Comte'un "Ayd ınl ık"<br />
devri sonunda vermi ş olduğu tabloyu i şaret edelim. Comte "Uç hâl kannnu"<br />
nda tarihi ilk defa olarak insan bilgisinin ve teknik medeniyetin merhalelerine<br />
göre bölmü ş ve değerlendirmi şti. Bunun için de müspet ve tümevar ımc ı<br />
modern ilme göre çok safdil bir şekilde Bat ı Avrupa endüstricili ği ile mâ-<br />
nevi değerlere ait kriter'leri ölçme ğe kalkm ışt ı. Yahut dini ve metafiziki<br />
insan zihnini art ık aşılmış olan safhalar gibi görmü ştü. Ayni ilhamdan<br />
kuvvet alan Spencer'de tarihin buna benzer bir tasviri bulunuyorsa da,<br />
Karl Marx tarih hakk ında büsbütün ba şka bir tasvir yapm ış bilhassa ırk ı<br />
veya devleti, siyasi kudreti barizle ştiren nazariyeler de ba şka türlü tasvir-<br />
ler vermi şlerdir. Bununla beraber, bunca mühim farklara ra ğmen bütün<br />
natüralist antropolojiler ve natüralist felsefelerin öyle mü şterek bir nokta-<br />
s ı vardır ki onlar ı birbirine bağlamakta kalmaz, ayni zamanda büsbütün<br />
başka mahiyetteki ideolojik tarih görü şlerine de yakla ştırır. Bu da onlar ın<br />
azveyaçokmüddette insanl ı k tarihinin birli ğ i 'ne<br />
tekâmülün (1) muayyen istikametine, ayn ı üstün<br />
gayeye doğru vakalar ın yürüdü ğüne inanmalar ıdır. Kant, Ranke, Comte,<br />
Spencer, Darwin H. Haeckel, K. Marx ve Gumplowicz veya Bismark'tan<br />
sonra gelen ve küçük Almanya fikrini müdafaa eden Alman mektebi s ırf<br />
siyasi mahiyetteki tarihçileri (Yaln ız Gobineau bunlarda istisna te şkil<br />
eder) bütün bu dü şünen kafalar ın mü şterek noktas ı be şerî şeylerin, hatta<br />
bizzat insan ın mükemmelle şme ve iyile şme süreçini çok farkl ı sahalarda<br />
görmeleridir). Bu inan ış çoğu kere ıkasd ve niyetsiz olarak, âdeta şuur<br />
dışı kabul edilmi ştir; ve ço ğu kere de ihtimal kötü niyetlerden an ılmış de-<br />
(1) Burada volution kelimesi evrim ve de ği şme de ğil, yetkinle şme anlam ına<br />
geldi ği için eski "teldımül" kelimesini kullanabiliriz.<br />
131
ğildir. Ayni müşterek karakter onlar ı yine son derecede mistik bir tarzda<br />
Hıristiyan antropolojisinden ç ıkmış felsefelere veya rasyonel ve insaniyetçi<br />
antropolojiden ç ıkm ış olan felsefelere ba ğlamaktad ır. Yaln ız .Schopenhauer<br />
(bu noktada Schelling ona bir dereceye kadar öncülük etmi ştir) bu inanca<br />
iştirak etmediğini samimiyetle itiraf ediyor. O Avrupa'n ı n ve bu<br />
medeniyete mahsus olan tarih inanc ının i 1 k bozguncusu' dur.<br />
Nitekim bunu eserinde çok kuvvetli ve ihtirasl ı bir ifade ile reddediyor.<br />
4. ÇÖKÜNTÜ HALINDE ANLAŞİLAN İNSAN TEIAKKİSİ<br />
Modern Avrupa'da antropoloji ile tarih nazariyesinin, bu dikkate de ğer<br />
birleşmesinde, ilk önce aram ızda hüküm süren be ş insan telâkkisinin dördüncüsü<br />
iledir ki tam bir âhenksizlik (dissonance) işe kar ışm ış oldu. Ne bu<br />
görü şiin bütünlüğü, ne iirm ılü, ne izafi değeri Scheler'e göre (kendi eserini<br />
yazdığı zamana kadar) umumiyetle kültür dünyas ı taraf ından anla şılmış<br />
ve kabul edilmiş değildi. Bu tamamen ayr ı, garip, bununla beraber uzun zamandanberi<br />
haz ırlanm ış olan, hatta şimdiye kadar arzedilmi ş şekillerdeki<br />
Bat ı duyarl ığı ve dü şüncesi için tehlikeli bir fikirdir. Fakat bu tehlikeli fikir<br />
de nihayet doğru olabilir. Bundan dolay ı ne olursa olsun Scheler onu<br />
etrafl ıca aç ıkl ıyor.<br />
" İnsan" ve geçmişi hakk ındaki bu yeni görü şün ihtilâlci karakteri Bat<br />
ı medeniyetinde şimdiye kadar meydana ç ıkm ış olan bütün antropolojiler<br />
ve tarih felsefesine, terakki inanc ına, "homo sapiens"veya "'homo faber"<br />
e ayk ırıdır. Onlara göre insan dedi ğimiz varl ık mükemmelle şiyor. Yahudi -<br />
H ıristiyan itikad ın ın :A.dem'i her ne kadar gökten dü şmü ş ise de, sonra kal-<br />
kmıyor ve zaman içerisinde günahlar ından s ıyr ılıyor ve kurtulabiliyor. Üç<br />
esasl ı pulsion nev'ine tabi' olan canl ı varl ık olmas ı bak ım ından insan, "Ma-<br />
nevi varl ık" ın safl ığın ı muhtelif tarzlarda al ıyor. Böyle bir inanca kar şı ,<br />
bu yeni antropoloji, tam tersine, tarihi zamanlar dedi ğimiz takriben on bin<br />
y ıl zarfında insan için zaruri bir alçalma (d&adenee) prensipi koyuyor-<br />
Ve bu alçalmay ı insan ın mahiyeti ve men şeine kadar sokuyor. " İnsan ne-<br />
dir?" basit sorusuna şöyle cevap veriyor: İnsan hayat ın bozgurcusudur, ve<br />
bunun sebebi geli şebilecek olan tabii hayat kaliteleri ve faaliyetlerinin basit<br />
ersatz'lar ını (lisan, aletler v.s.) kullanmak suretiyle marazi bir surette ken-<br />
di kendisi hakk ındaki şuurunu artt ırm ış olmas ıd ır.<br />
132<br />
(1) Van Bolk, Das Problem der Menschwerdung — Bu tezi daha yak ınlarda<br />
Arnold, Gehlen, Das Problem des Sprachursprungs, da ve Der Mensch,<br />
seine Natur und seine stellung in der Welt de tamamlamaktad ır.
Bu tez, şüphesiz yine derin olan doktrinin fikir babalar ı taraf ından<br />
değil, fakat onun mahir propagandac ıs ı olan Theodor Lessing taraf ından<br />
kulağı en ağır işidenlerin dahi anl ıyacağı bir tarzda şöyle ifade edilmi ştir:<br />
"insan, yani zekâs ın ın gelişmesiyle yavaş yavaş megalomaniye kurban giden<br />
bir maymunlar nev'i demek istiyorum". Öte yandan, Holanda'l ı anatomi<br />
mi Van, Bolk ayni hayvan ceddinden ba şlayarak insan bedeninin organlar ın<br />
ın tekâmülü hakk ında çok dikkate de ğer ara şt ırmalar yapm ış ve ara şt ırmalar<br />
ı neticesini şu önermede objektif olarak hulâsa etmi ştir: " İnsan, iç<br />
gudde ifrazlar ı sars ılmış olan, çocuk kalmış bir maymundur". Nihayet,<br />
Berlin'li doktor Paul Alsberg "Uzuvlar ın çevre d ışına konma prensibrrde"<br />
insanl ığın prensipini" bulundu ğunu iddia ediyor, ve bunu her türlü morfolojik<br />
karşılaşt ırma unsurundan, tecrid ederek yap ıyor Schopenhauer'.dan<br />
kuvvetle mülhem olan kanaati şudur: İnsan denen varl ık çevresine kar şı<br />
çok fazla silahs ız olduğu ve hayvanlar silsilesindeki en yak ın akrabama<br />
göre çevresine pek az intibakl ı bulunduğu, kendi organik tekâmüliine de -öte<br />
yandan-devam edemedi ği için hayat mücadelesinde uzuvlar ın kullan ılmas ı<br />
yerine aletlerin kullan ılmas ını koyma temayülü kendisinde te şükkül etmiştir<br />
(bunlar aras ında bilhassa "Maddi olm ıyan, âletler" diye kabul edilen lisan<br />
ile kavram ı saymak lâz ımd ır.) Bu da fonksiyon geli şmesini ve duyu orgaların<br />
ın mükemmelle şmesini lüzumsuz b ırakmışt ır. Ak ıl bu görü ş tarz ına<br />
göre bu ikameyi istiyen ve mümkün k ılan önceden kabul edilmi ş ma'nevi bir<br />
kuvvet değildir; fakat yaln ızca bu menfi tabiat ın şu esasl ı fiilinden ç ıkmaktad<br />
ır ki ona göre uzuvlar "çevre d ışana at ılmışlar'dır. Bunda âdeta schopenhauer'<br />
ın ifadesiyle" Ya şama Iradesinin reddedilmesi'ni görüyoruz.<br />
Birçok bitki ve hayvan nevi'lerinde oldu ğu gibi burada insan hayat ın<br />
muayyen bir istikamete art ık ilerliyemiyece ği tekâülün bir ç ıkmaz ı değildir.<br />
Bu tarzda biyolojik ç ıkmazlardan bu nevilerin ölümü do ğmuştur. O umumiyetle<br />
hayat ın bir ç ıkmazıdır. Bundan, ba şka bir cins olmak üzere<br />
(in genere) ınsan ın hasta ruhu yoktur (yaln ızca baz ı insanlar hasta veya delidirler.)<br />
Fakat insan ın ruhu denen, şey, kendisinin üstün vasf ı veya cevheri<br />
diye kabul edilen Ratio (ki Aristo, Descartes, Kant ve Hegel'e göre onu<br />
homo sNapiens derecesine yükseltir ve onu Allah'Ia i ştirâke getirir) ayni zamanda<br />
onun hususi bir tarzda "beyinle şmesi'ni doğurur; yani al ınan enerjiden<br />
en büyük k ısmı uzviyet mecmuunun hizmetine tahsis edilmemi ştir;<br />
fakat yaln ızca beynin i şlemesine tahsis edilmi ştir (ki insan, bu yüzden beyin<br />
k ışr ın ın esiridir) ve bundan dolay ı da bu hâl bir hastal ıkt ır, bizzat liniversel<br />
hayat ın marazi bir yöne dönü şüdür. İnsan ferd olarak hasta de ğildir.<br />
Eğer nev'ine mahsus kurulu şu (organisation) ile göz önüne al ınacak olursa<br />
o halde sağlam bile olabilir; fakat bu hâli ile insan, bir has-<br />
133
tal ıktır (1). Basit hayat imkan ına dahi ancak baz ı noktalar ında rastlanan<br />
ve insani varl ığın yalnız yer yüzü hayat ın ın bir an ında meydana ç ıktığı bu<br />
uçsuz bucaks ız alemde insan denen bu dünya böce ği kendini bo şuna mühimsenıektedir<br />
ve tarihi boyunca gitgide daha ehemmiyetli bir rol ald ığını zannetmektedir.<br />
Bunun için de insan, devletleri, sanat eserlerini, ilimleri, aletleri,<br />
lisan ı , şiiri v.s. yi harekete getirerek, çevresine kendini verecek (ex-tatique)<br />
bir surette b ırakm ış olan hayvan gibi kalmay ıp kendi şuuruna sahip<br />
olarak ç ıkmaz haline gelmekte, hayat ın hastal ığı olmaktad ır. Bu garip gidişleri<br />
ve sap ışlar ı niçin, hangi maksatla yap ıyor? Descartes ma ğrur ve hakim<br />
bir eda ile "Dü şünüyorum, o halde var ım" diyor. Fakat ey Descartes<br />
niçin düşünüyorsun? Niçin istiyorsun? ilcalara (pulsion) tabi' olan ve tabii<br />
temayüllerin kendisine zorla kabul ettirildi ğinden başka yapacak bir i şi olm<br />
ıyan ne içgüdü ne teknik zekâ sana hemen ne yapaca ğın ı ve neyi b ırakacağım<br />
telkin ettikleri zaman, dü şünüyorsun. Yoksa zannetti ğin gibi hayvanın<br />
üstüne yükselmek, varl ığın ve değerin yeni sfer'lerine ç ıkmak için düşünmüyorsun.<br />
Fakat "Her hayvandan daha çok hayvan olmak" için dü şünüyorsun.<br />
"Hür olarak seçme" deyince ne kastediyorsun? Sen bu suretle<br />
çoğu kere karars ız olduğun, hali, yani hangi tarafa ne ısebeble gidece ğini<br />
bilmediğin hali kastediyorsun ki, hayvan bunu daima do ğrudan do ğruya ve<br />
vazıh olarak daha iyi bilir. Ayn ı yerde daima daha büyük bir miktar insan ı<br />
yaşatm ıya imkan veren ilim, ak ıl, san'at nedir? (Verimlili ğinden dolay ı o<br />
kadar aranan) "Medeniyet" in ve machinisme'in terakkisi nedir? Has ıl ı bütün<br />
bu şeyler nelerdir? Nev'inin o kadar güç korunmas ına göre bu çok<br />
kompleks bir sap ışt ır ve bu gaye kendini devaml ı k ılmak için yapt ığın cehitlere<br />
ra ğmen, daha çok dü şündükçe ve beyin faaliyetin seni daha çok<br />
yuttukça ula şılmas ı daha da güçle şmektedir. Neden bir lisan ın var, zavall ı<br />
adam? Niçin kavramlar ın var? Birbirinin ayn ı mevhum objeler halinde değişen<br />
karars ız binlerce duyu tasavvurlar ını niçin zümrelere ay ır ıyorsun?<br />
Muayyen bir fonksiyonu olan sabit şekilli "aletler" i niçin icat ettin? Tarihin<br />
boyunca devleti, yani organla şmış hâkimiyeti cedlerinin, bablar ının<br />
s ırf kanda şl ık bağına dayanan cemiyetlerinin devletten önceki tarihinde<br />
bulduğun gibi sadece biyolojik mahiyetteki bir otorite yerine niçin koydun?<br />
Bir kavim kendi şuur-d ışı (gayri şuur) bütününü ifade etti ği alışkanl ık ve<br />
"gelenek" yerine şuurlu bir surette kurulmu ş "hukuk" u niçin, koydun?<br />
niçin monar şik devlet tipinde monoteizm (Tek - tanr ıcıl ık) fikrini ve "su -<br />
134<br />
(1) Zekay ı ve umumiyetle ruhu uzviyete nazaran bir nevi sap ış, asil fonksiyonlarından<br />
uzaklaşma gibi gören bu nazariye biyolojik bak ımdan marazi<br />
olan zeka ve ruhun yeni bir gerçek olmak bak ım ından normal olduğunu<br />
kabul ediyor. Bu görü ş 20. yüzyıl başlar ında oldukça yay ılm ış idi,
kur (1) mythos'unu ke şfettin? (zira bu iki fikir omuz omuza giderler)<br />
; Belini büken izzeti nefsi hesaba katmaks ızın, bunu sana söyliyeyim:<br />
Bütün bu icatlar ve müesseselerin — ve daha birçoklar ının — senin z a -<br />
y ı fl ığı n ve biyolojik kuvvetsizli ğ in'den, hayati<br />
tekâmülünün durmuş olmas ından ba şka sebebi yoktur. Daha ileri bir geli şme<br />
kazanamad ığm ve kendi hayat ının üstünde ya şayamadığın için, bunlar<br />
senin ifade etti ğin biçare ikamelerdir Hayata, temayüle, duyulardan gelen<br />
sezgiye, içgüdüye z ıt olan bütün bu de ğ il veya y o k ' lar, kendi<br />
kendisinin hâkimi olan, Homo sapiens olmas ı bak ım ından seni katiyetle tarif<br />
eden bu "red" veya inkâr fiili, bütün bunlar senin kendi üstünde hayat ın<br />
al ışılmış vas ıtalariyle bina kurmaya kudretsizli ğin,den gelmektedir. Ve<br />
kendi geli şme kanunlar ı sayesinde, insandan fazla bir şey olacak olan bu<br />
canl ı varl ık bir üst insan (übermenseh) olur (1). İşte bizzat insan olmak<br />
üzere varl ığın ın kanunu budur. Halbuki burada M. Scheler' ın dikkati çekecek<br />
k ısa bir ifade ile izah etti ği bu doktrin, Homo Sapiens nazariyesine bu<br />
noktada uygun olmak üzere e ğer ruh veya ak ıl ile hayat irca edilmez iki<br />
metafizik faaliyet gibi ayr ıl ırsa, kaç ın ılmas ı imkâns ız bir doktrin olur.<br />
Böyle dü şünenler hayatla ruhu (âme) ve Mânevi Varl ık (Esprit) ile teknik<br />
zekây ı birbirleriyle ayn ı kabul ederler, ve hayati de ğerleri en yüksek değerler<br />
derecesine ç ıkar ırlar. Mânevi Varl ık (Geist) ve şuur o zaman tamamen<br />
mant ıki olarak her şeyi y ıkan prensip olur. Hatta bütün de ğerlerin en yükseği<br />
olan hayat ı bile y ıkar. Geist bir daimon'dur, -hatta bizzat şeytand ır.<br />
-Hayat ın ve ruhun (âme) y ıkıcı kudretidir. Geist (manevilik)<br />
ve hayat insanda, hayatla ilcalar ın (puZsion) fikirlerin veya manevi<br />
değerlerin gerçekle şme faktörleri olmalar ı dolay ıs ıyle, Geist de hayata<br />
bir istikamet ve bir hedef veren fikirle şme (idation) âmili olmak dolay ısıyle<br />
bir birleriyle düzenle şmiş olan ulvi ontolojik iki prensip değillerdir. Onlar,<br />
tam tersine, s ırf çat ışkan iki kudret olarak, hatta dü şman iki kudret<br />
olarak görünürler. Geist böylece hayat ve ruh içine onlar ı kemirmek için<br />
yerle şmiş metafizik bir tufeyli (parazit) olur. Kabaca vitalist olan bu de ğer<br />
nazariyesi ve bu emsalsiz panromantisme içinde umumi tarihimizin cereyan<br />
ettiği onbin sene ile gittikçe artan bu y ıkılış siireçi birbirinin ayn ı olurlar.<br />
İnsan ın tarihi ba şlang ıcta öldürücü bir surette yaralanm ış olan, dünyaya<br />
öldürücü surette yaral ı gelen bir nev'in ister istemez yok olmas ından ba şka<br />
bir şey değildir Öyle bir nevi ki men şeinde hayat ın yanl ış bir ad ım ı ile (yahut<br />
hiç değilse Bat ı medeniyeti için insan ın karakteristiki olan. Homo<br />
(1) Nietzsehe ile ba şlayan bu görü,,:.,: Edebiyatta H. Ibsen, Strindberg, Björnston<br />
_ Björnson v.s. taraf ından ifade edildi. Ibsen'in lPeer Gynt ve Brand' ı<br />
bu tipi temsil ediyor.<br />
135
sapıens şeklinde) başlar. Vak ıa bu hastal ık doğuran (pathogeçne) süreç<br />
(1) onbin senedenberi devam etmektedir. Fakat bu hal nazariyeyi sakatlam<br />
ıya kâfi değildir. Zira bir nev'in tarihinde onbin sene nedir ki? onun<br />
sebeb olduğu değişmeler sekiz gün hastal ıktan sonraki bir kimsede meydana<br />
ç ıkan hafif farktan daha az ehemmiyettedir. Insan denen bu hayat hastal<br />
ığın ın sahneleri (sonunda bir ç ıkmaza girmek üzere hayati temayülün<br />
yok oluşu) bünye bak ım ından bir canl ının ihtiyarlamas ı ve ölmesindeki<br />
sahnelerin ayn ıdırlar: Yava ş yavaş hayat kuvveti mekanism'e has olan kanunlar<br />
taraf ından yenilir, bu suretle uzviyet ihtiyarlad ıkça onun, boyunduruğundan<br />
kurtulur. Halbuki insanl ığın git gide daha fazla bağlanm ıya mecbur<br />
olduğu mekanism nihayet onu bo ğacakt ır ki, bu da yava ş yavaş kuvvetlerini<br />
tüketen, iradesi ve Geist'inin s ınırlarını aşan, idare edilmesi daima<br />
daha güç, daima daha muhtar olan kendi medeniyetinin mecmuudur. Spontaıık<br />
ifadeden pe şinden dü şünceye (Pr~ditatian), ilcal faaliyetten şuurlu<br />
iradeye, organik cemattan mukaveleli cemiyete (F. Tönnies) ve buna ba ğl<br />
ı olarak âlemin "organik" görülü şünden "mekanist" anla şıl ışına geçi ş, sembolden<br />
kavrama, s ınıfl ı cemiyet bölümüne, Ana-toprak dinlerir,den her zaman<br />
Kurucusu bulunan manevi ve göksel dinlere geçi ş ; sihir ve büyilden<br />
müsbet tekni ğe, semboller metafizikinden müsbet ilme geçi şte bu doktrin,<br />
kat'i bir ölüme do ğru koşu şun ardarda gelen safhalarm ı görmektedir. Bu<br />
hedef bir çok kültürler taraf ından ayr ı ayr ı zamanlarda elde edilebilir. Fakat<br />
bütünlük halinde al ınan insanl ık çok uzak olmayan bir zamanda o hedefe<br />
dokunabilecektir.<br />
İnsan yalnız varl ığı ve varolu şu ile değil ayn ı zamanda metafizik bilgisinin<br />
kudretiyle de (bu doktrine göre) tarih boyunca kazanm ış olmaktan ziyade<br />
kaybetmi ş bulunmaktad ır. Hayati temayüllere kurban olan insan,<br />
"bilen insan" tipinin tam z ıdd ı olmak üzere anti-tezli bir ideal halinde meydana<br />
ç ıkan "dionysien insan", kendine mahsus teknik vas ıtasiylc Geist'i,<br />
bu büyük şeytan ı, hayat ın sömürücüsü olan bu müstebidi ortadan kald ımrak<br />
dünya "hayal" lerini (2) meydana getiren biricik hayat hamlesiyle birleşir<br />
ve orada kaybetti ği birlik ve bütünlüğü tekrar kazan ır. I şte metafizik<br />
gerçeğe en yak ın bulunan insan budur.<br />
Oldukça zengin delillere dayann ve positivist, veya ideolojik nazariyeler<br />
kadar da yay ılabilecek gibi görünen bu nazariyenin izah ın ı Max Scheler<br />
burada b ırak ıyor ve tekrar onun fikirler tarihindeki men şei meselesine dönüyor.<br />
Bu nazariyenin en eski mucidleri Savigny ile Heidelberg'in son re-<br />
136<br />
(1) Geist elemden veya ac ıdan doğmuştur kanaati şeklinde bu fikrin yay ıldığını<br />
görüyoruz.<br />
(2) İmage kelimesine burada hayal, daha sonra atasavvum, şekil denebilir.
mantizmi ve daha aç ıkças ı, bu gün de ara şt ırmalar ı ile müess ır olmada devam<br />
eden Bachoven'dir. Yine bu isimler aras ında sezgici irade metafiziki<br />
ile Schopenhauer' ı da zikredebiliriz- her ne kadar ya şama iradesi hakk ındaki<br />
değerlendirmesi anti-dionysien ise de, Hind feisefesinden, Hiristiyan kötümserli<br />
ğinden bol bol faydalanmakta ise de, Dionysien kötümserli ği ile,<br />
bilhassa felsefi hayat ının üçüncü merhalesinde hayat ha .mlesini müsbet<br />
bir mânâya doğru tamamen de ğiştirdi. Baz ı hususlarda Bergson'u, ve birkaç<br />
unsuru bak ımından Psychanalyse'in yeni istikametini de burada zikretmelidir.<br />
Fakat bu muhtelif kaynaklardan hiç bir zaman tamamen yeni bir ta<br />
rih felsefesi ve bir antropoloji do ğamazd ı, eğer günümüzün fikir adamlar ı<br />
kendi tecrübelerine dayanarak ve ba ğıms ız bir araştırma cehdi yardım ı ile<br />
bu fikirlere yeni bir karakter vermi ş olmasalard ı ! onları yeniden yaratm ış<br />
bulunmasalardı ! Vak ıa vitalist panromantisme ile karşılaştır ılınca, eski<br />
romantism Orta-ça ğa kar şı bütün hayranl ığı ile beraber bir çocuk oyunu<br />
gibi kalır. Halbuki, çok ayr ı kaynaklardan ve köklerden gelen âlimlerin,<br />
çok farklı ilim mümessillerinin burada birbirlerinden habersiz ve ba ğıms<br />
ız olarak birbirine çok yak ın neticelere varm ış olmaları son derecede dikkate<br />
değer. Scheler bu arada as ıl filozof ile bu antropolojinin psikolo ğu<br />
olarak Ludwig Klages'i, (3) paleograf ve co ğrafyac ısı olarak Edgar<br />
Dacqu&yi; etnoloğ olarak Leo Frobenius'u; tarihçi olarak Oswald Spengler<br />
ve Th&Klor Lessing'i zikrediycr. Nihayet H. Vaihinger taraf ından temsil<br />
edilmekte olan ve yeni panromantik antropolojiye baz ı temeller veren<br />
fictioniste bilgi nazariyesini de söyliyebiliriz. Vaihinger'e göre Geist<br />
açıs ından göz önüne al ınan insan, vakaa esas bak ımdan "faydal ı hayati<br />
fiction'lar yartan Hayvan"d ır. L. Klages ve Vaihinger'in obje nazariyeleri<br />
meselâ mant ıki muhtevalar ında birbirinin nynidir, fakat de ğerlendirilmelerinde<br />
değil.<br />
Bu yeni insan nazariyesi Hiristiyan ilâlaiyat ından mülhem olan nazariye<br />
ile, rasyonalist insaniyetçilik nazariyesi ile (homo sapiem) pozitivist<br />
ekol ile, falan veya filan temayül sistemini mümtaz görmekte olan naturalism'lerden<br />
herhangi birisi ile mukayese edilecek olursa, o zaman kuvvetle<br />
âlakay ı çekmeden geri kalm ıyan benzeyi şler ve farklar kavran ır.<br />
Dionysos görü şlü her ne kadar Yahudilik ve H ıristiyanl ık dahil, bütün ma'-<br />
nevi dinleri mutlak olarak reddediyor, Manevi Varl ıktan (Geist) ibaret<br />
bir yarat ıc ı Allah fikrine kar şı koyuyorsa da (çünkü Geist ona göre: hayat ı<br />
ve ruhu kemiren şeytani bir prensiptir) yine de "sukut" fikri ile Hiristi-<br />
(2) Artur Schopenhauer, Parerga und Paralipomewl; Prenses et Opuseuples.<br />
(3) L. Klages, Von Wesen des Bewusetseins; Les Prine:pes de la, Caractrologie,
yan antropolojisine yakla şmaktad ır: bilhassa bu antropolojiye Augustinus'te<br />
alm ış olduğu formül verilecek olursa! Yaln ız dionysisme için sukut<br />
eden (gökten dü şen) gerçek bir varl ık değildir, homo sapisns bu dü şüşün<br />
ne faili ne men şeidir. O bizzat kendisi sukuttur, hata ve günaht ır. Ayni<br />
suretle Schelling'in son felsefesinde, Schopenhauer'da, Edouard Von Hartmann'da<br />
bizzat âlemin saf varl ığı, (kendisinde gerçekle şen iiiıirlerden farkl<br />
ı olarak) ilahi Mânâdan ayr ılan Allah' ın mahiyetinin sukutuna, yahut varolmak<br />
için ç ırp ınan kör Arzunun "asli hatas ına" dayanmaktad ır. Öte yandan<br />
bu yeni antropolojinin rasyonel antropoldji ile birle şik bir ciheti de vard<br />
ır: bu da ontolojik anlamda hayatla Manevi Varl ığın (Geist) kesin ayr ıl ışı -<br />
dır. Klages bütün, insanlarda faal olan manevili ğin (Geist) psikofi'zik alanda<br />
tabii' bir tekâmülün derece derece meydana ç ıkan mahsul ıi gibi tasavvuw<br />
edilemiyeceği hususunda Aristo, Kant veya Hegel'den daha az emin de ğildir.<br />
Manevilik (Geist) burada positivist'ler veya pragmatist'lerin zannettikleri<br />
gibi ampirik de ğil, fakat metafizik bir as ıldan gelmektedir: " İlcai<br />
hayat ın basit bir yükselmesi (Sublimation) veya üst yap ısı" değildir. Fakat<br />
bu mâna kavram ı o tarzda tasavvur edilmi ş.ticki (nazariyenin<br />
başl ıca yanl ışlığı da bu noktadad ır) teknik zekân ın yalnız vas ıtal ı düşüncesini<br />
ihtiva eder, yani o positivist'ler veya pragmatist'lerin anlad ığı şekilde<br />
anla şılmışt ır. Bu mânâ (Geist) ontolojik bir varolu şv, ve bir<br />
geçerli ğe (1) sahib olan fikirler ve de ğerler Lilemini kavrayamaz. Obje-<br />
lecri insan ı yan ıltan fiction'lardan ibarettir, ve insan ın ona ula şmak için<br />
yaptığı saçma avlan ışta (karanl ık bir surette) varl ığın ın doğurucu pren-<br />
sipi olan kendi nefsini (ruhunu) gittikçe daha fazla kaybeder. Bu noktada<br />
nazariye tamamen kendi rakibi olan nazariyeye, pozitif pragmatist antro-<br />
polojiye tabi kal ır. Onun aleyhinde bulundu ğunu zannetti ği halde gerçek-<br />
te gizlice onu takib eder. Bu Geist ne Logos olarak insana varl ıkta yeni<br />
bk- alan açabilir, ne de saf sevgi (A şk) olarak onun de ğerler âle ırini kav-<br />
ramas .ın ı te'min edebilir (2). O hayati temayüllerin kulland ığı daima da-<br />
ha kompleks süreçler ve mekanizmalar yaratmaktan ba şka bir şey yapmaz,<br />
ve bu suretle de onlar ı bozar ve tabii ahenklerini yok eder. Bütün bunla-<br />
ra gerçeği inşa eden ve yapan ilâhi bir prensip mertebesinden hayata dü ş-<br />
man hatta varolu şa (existence) düşman şeytani metafizik bir kudret mer-<br />
tebesine Geist' ı geçiren vilatist ve romantik bir de ğerler de ğişmesini de<br />
(transmıluation) katmal ıdır. (Oswald Spengler'in "Bat ı Medeniyctinin ze-<br />
138<br />
(1) gültigkeit = ıniiaeberlik<br />
(2) Max Scheler, bizim Aşk Ahlaki dediğimiz görüşten tamamen uzakla şıyor .
vali" adlı eseri gibi) (1). Burada en aç ık bir surette hedef edinilen rakip<br />
Comte ve Spencer'in positivism'idir: Çünkü i şaretler ve âletler kullanan<br />
hayvan, homo faber, Klages ile Lessing'in o kadar enerji ile bize tasvir et-.<br />
tiği ve âlemin tahrib edilmesi (bo şalt ılması) nin sebebi olarak gördükleri<br />
şeytan ın (veya tabiat galat ın ın) ta kendisidir. Nihayet heyecani hayata<br />
ve onun s-pantart6' ifadesine büyük bir eheınmiyet vermek suretiyle<br />
bir yeni antropoloji bu noktada hayati temayüller psikolojisine veya filan<br />
ve falan temayül zümresine üstünlük vermek üzere muhtelif tarzlarda<br />
tefsir edilebilen natiiralist tarih felsefeleriyle mü şterek bir davaya sahiptir.<br />
Fakat onlara z ıt olmak üzere o heyecani hayata metafizik bir bilgi<br />
fonksiyonu verir. Ratio eğer yaln ız fiction'lar yarat ıyorsa, hayata ve sezgiye<br />
ait bo3 "i şaretler" veriyorsa, bu rolü zaten ba şka hangi meleke yapabilirdi.<br />
Nihayet Max Scheler bu gün de kendisine rnüdafaalar bulmakta olan<br />
bir beşinci insan görü şüne ulaşıyor ki onun'da hususi bir tarih n ıefhunau<br />
vardır. Bu son fikr şimdiye kadar pek az tan ınmışt ı. ,Hatta biraz önce aninsan<br />
ı veya hiç değilse homo sapiens'i (ki hemen bütün Bat ı Düşüncesi onu<br />
as ıl insan diye tan ımaktadır), şimdiye kadar hiç bir tarih sistemine<br />
etmiyecek bir dereceye dü şilemilş ise, şimdi gözden geçirece ğimiz doktrin,<br />
tam tersine nefis şuurunu ve insanl ık değerini son derecede büyültmekte<br />
ve onun hakk ında o kadar yüksek o kadar gururlu, ba ş döndürücü bir<br />
fikir vermektedir ki bilinen ba şka hiç bir doktrin bil noktadan onunla kr<br />
yas edilemez. Zarathoustra'da insan Nietzsche taraf ından 'elem verici bir<br />
nefret ve utanç" olarak vas ıfland ırılm ıstır. Fakat o ancak hareketinden<br />
dolayı sevinç içinde sorumluluk duyan yegâne çehre ile, Efendi ile, Yarat ı<br />
c ı ile, yeryüzünün mânâs ı, kavim ve insanl ık ad ı verilenin biricik hakl ı olduğu<br />
yer, ve, varl ığın yüce değeri "Üst-insan" ın par ıldayan çehresi ile karşulaştır<br />
ıldığı zaman meydana ç ıkar, Doktrinimizin ilham perisi i şte bu<br />
heyecan uyand ıran çehresidir. Bu yeni antropoloji şekli Nietzsche'de "Üstinsan"<br />
ad ın ı aldı, ve filozof ona yeni rasyonel temeller kazand ırd ı . Ondan<br />
sonra da bilhassa iki dü şünce adam ı ona kesin felsefi şekiller vermeleri<br />
bak ımından zikredilmeğe değerler. Bunlar da Dietrich Heinrich Keller<br />
ile Nicolai Hartmann'd ır. Hartma.nn' ın kudretli derin Etik a 's ı bu<br />
son görü şün en kesin ve en saf şekilde ifadesidir denebilir. ~ Bu son insan<br />
nazariyesinin temeli gerek D. H. Keller de gerekse N. Hartmann da yeni<br />
tarzda bir ath6eane üzerine kurul ınaktadır ki Nietzsche'den önceki<br />
atUisme'lerden hiç birisine be,nzememektedir. Bu ciddilik ve so-<br />
(1) Oeweld Spengler, Untergang des AbendLands, 1917.<br />
135
umluluk postülat ı gibi anla şı lan a t h e is m e<br />
dir. Bu ifade neye delâlet eder? Ath,6sme şimdiye kadar bildiğimiz bütün<br />
şekillerinde -materyalism, pozitivism v.s.- (en geni ş manas ı ile) bir Allah ın<br />
varlığını bizatihi i a t e n e n bir şey gibi görmekte, fakat bunu ya ispat<br />
ı imkans ız saymakta, yahut do ğrudan doğruya veya dolay ısiyle tasavvur<br />
edilemez görmekte, yahut ta âlemin seyrile uzlast ır ı lamaz farz etmekte<br />
idi. Allah ın varlığına ait dogmatik metafizikin delillerini reddeden<br />
Kant, ak ıl taraf ından tasavvur edilen Allah fikrine kar şılık bir objenin varlığını,<br />
Pratik Akl ın bir postülat ı olarak kabul ediyordu. Bu yeni doktrin<br />
ise tamamen aksini söylemektedir,<br />
Bunun için her şeyden önce bu yeni insan görü şünün hareket noktas<br />
ı olan Nietzsche felsefesi üzerinde durma= laz ım gelir. (Yukarda bu<br />
felsefeye bir kaç vesile ile dokunduk. Fakat esasl ı noktalar ın' belirtmek için<br />
onun felsefi gelişmesini eserleri üzerinde takib edelim). Nietzsche 1885 te<br />
daha Leibzig'de talebe iken kitapç ı dükkan ında .Schopenhauer' ın "Tasavvur<br />
ve Irade halinde Alem" ini (1) kar ıştırm ış ve hemen sat ın alm ıkt ı. Bu<br />
eserin fikirleri üzerinde büyük tesiri olmu ştu. Onun üzedine ilk eseri olan<br />
"Schopenhauer terbiyeci" yi yazd ı. Burada sefaletimizi anlamak, ihtiyaçlarımızı<br />
anlamak, zincirlerimizden kurtulmak zorunda oldu ğumuzu, sanat<br />
dehas ına ve veliliğe i ştiyak ım ız (açl ığımız) olduğunu heyecanla aniatmakta<br />
idi. Yine burada hakiki kültürün köklerine dönmesi, insan ın "dahi ' olarak<br />
yeniden doğmas ı hasretini ifade ediyordu. Schopenhauer'in kitab ında insan<br />
ın değerini bulmu ş, bu değeri bütün eserlerinde belirtme ğe karar vermi şti.<br />
Bin bir zincire ba ğl ı olan bu günün insan ına kar şı hakiki insan ı, hür<br />
insanı tasvirediyor, "hür adam" hakikaten insan olan adam Nietzsche'nin<br />
takib edeceği idealdir. Onu bundan sonraki eserlerinde ve bütün hayat ınca<br />
derinden derine me şgul eden ba şl ıca soru be şeri kültür problemi idi.<br />
İnsan şimdiki hali ile yetinemez; yükselmeye, daha asil olmaya çal ışmal<br />
ıdır. İnsan bu yükseli şi nas ıl temin edecektir? İşte Nietzsche'nin cevap<br />
vermeye çal ışt ığı soru bu idi.<br />
5. NİETZSCHE'NİN İNSAN GÖRÜŞÜ<br />
Nietzsche daima kültürün köklerini arad ığı, en asil, en orijinal olan<br />
kültür kaynağından hareket etmek istedi ği için felsefeye filoloji yolundan<br />
girdi. Ona göre Eski Yunan, kahraman insanl ığın numunesidir. Helen<br />
huzuru (2) sars ılmaz ahenk ve sükunu diye me şhur olan, ve bir çok filozoflar<br />
ve filologlar ın Yunan Medeniyetinin bariz karakteri diye gösterdik-<br />
140<br />
(1) A. Schopenhauer, Die Welt als Wille and Vorstellung<br />
(2) Snite karşılığı
leri Ak ıl devri eski Yunanda sonradan do ğmuştur, ve bir çöküntü alâmetidir.<br />
Yunanl ıları/1 klasik denen ça ğından daha eski as ırlarm tarihi, mesela<br />
Homeros şiirleri, Eschyleus'un trajedileri incelenince onlarda, büsbütün ba şka<br />
bir ruhun hâkim oldu ğu görülecektir. O devrin Yunanl ı'lar ı insanın<br />
kendi kendini yaratmaya mecbur oldu ğuna inan ıyorlard ı. Bu adeta İlk-çağ<br />
medeniyetinde ilk defa olarak tarihi kuvvetlerin kaderine ve ilâhlara karşı<br />
insanlar ın isyan ı idi: İnsana bilgiyi öğretmek için ateşi çalan Prometheus'ün<br />
kahramanl ığı, Atlas' ın, Herakles'in dillere destan olan asi kahramanlıkları<br />
bunun başlıca nürnuneleridir. Bu devrin mitolojisi insan hakk<br />
ında tragique bir duygu ile beslenmi ştir. Bu devir insanlar ı kendilerini<br />
daima daha üstün k ılacak bir ideal istiyorlard ı. Nietzsche eski Yunan ruhunun<br />
bu tragique temelini Schopenhauer felsefesine göre tefsir ve ifade<br />
etmek istedi. Eski Yunanl ılar âlemin esas ının irade olduğu hakk<br />
ında âdeta bir nevi' F. ezgiye sahip idiler. Yunan musikisi (ki trajediyi doğurmu<br />
ştur) (1) bu ezeli iradenin ifadesi idi. Yine Nietzsche bir yandaxi<br />
da Richard Wagner'in müzikal dram ın ın modern çağda eski Yunan trajedi<br />
ruhunu canland ırdığına kanr idi. İlk eserlerinden biri olan "Musiki rubunda<br />
Trajedinin Dokusu" nun başl ıca temellerinden biri de bu idi.<br />
Nietzsche de Schopenhauer gibi san'atlar ı plastik ve musiki diye ikiye<br />
ay ırd ıktan sonra, san'at ın öz tekâmülünün bu iki kuvvet aras ındaki mücadeleden<br />
ve onlar ın birle şmesinden doğduğunu söylüyordu. Bu iki kuvvet<br />
Apollon veya Dionysos'un figürleriyle temsil edilmekte idi. Apollon güzel<br />
formlar ın, güzel fertler ve insanlar ın dehas ıd ır. Dionysos ise tam tersine<br />
form'lar ı y ıkar, fertlikleri yok eder. Varl ığın esasrnda âlemin yarat ıc<br />
ısı olan birli ğe doğru yol açar. Nietzsche'ye göre mutasavv ıflar ın belki<br />
eski Yunan misterlerinde İran ın Cemsid ayininden mülhem olmak üzere<br />
v e c d (extase) dedikleri şey, manevi hatt; onun anlad ığı mânâda as ıl<br />
hakiki sarho şluk farklar ın kalkması, fertliklerin kald ır ılmas ından ibaret<br />
clan bir birliğin semboli idi. (2) Apollinien sanat, esas ında klasik sanatt ır,<br />
form'lar sanat ıdır. Dionysien sanat ise şekilsiz, formsuz sanatt ır: müsikldir.<br />
Bu iki kuvvet gerçekte birbirleriyle mücadele eder, nihayet bir nevi<br />
mikize ile birleşerek tragoedia' y ı meydana getirin.<br />
Trajediyi doğuran as ıl kuvvet dienysiaque sarhoşluğun ifadesi olan<br />
Trius1kidir. Hayalgücü, musikinin görülmez alemine form vermek istiyor.<br />
Bu suretle mythos ve tarjedi do ğuyor. Trajik mahiyette olan mythos'ta<br />
ço şkun sevinç (la joie) ferdin yok olmas ından ileri gelmektedir. Bu metafizik<br />
sevinç ferdi form.ar ve onlar ın yok edilmesi üstünde her şeyin te-<br />
(1) Tragoedia-Eski Yunancada keçi aya ğı mi.tniis ına geliyormu ş. Flüt çalan<br />
pardar ı ifade eden bir sernbol olarak kullan ılm ıştır.<br />
(2) N. Hartmann, Ethik, 1941<br />
141
meli olan ezeli hayat ı fark etti ğimiz zaman duydu ğumuz sevinçtir: "Ezeli<br />
hayata inan ıyorum", i şte trajedinin kabül etti ği şey budur, ve bu hüküm<br />
musikinin co şkun sevincinden ç ıkarılmışt ır. Nas ıl ki trajedinin sahneleri<br />
aras ında çal ışan koro da dionysos'u temsil etmektedir. Nitekim<br />
sonradan Oedipus, Prometheus gibi trajik kahramanlarda dionysos'un<br />
maskesi alt ında meydana ç ıkacaklard ır. Bu muhtelif kahramanlar arkas<br />
ında görünen, biricik de ğişmeyen çehre, Yunan trajedisinin as ıl kahraman<br />
ı Nietzsche'ye göre misterlerin Dionysos'udur. Kendisinde Lertlik ıst ırapların<br />
ı duyan, çocukluğunda Titan'lar taraf ından parçaland ığını mythos'-<br />
lar ın tasvir ettikleri İnsan-Tanr ı 'd ır. Bu parçalanma hâdisesi Nietzsche'ye<br />
göre varl ığın fertlere bölünmesine, parçalanmas ına delâlet ediyor. İşte<br />
Dionysos'un as ıl ıst ırab ına sebeb olan da bu parçalanmad ır. Yunan trajedisinde<br />
bir ümit şark ıs ı, bir sevinç musikisi yükseliyor. Bu da birli ğin<br />
ve bütünlüğün saâdetine dönü şü kurtuluşu temsil ediyor. Trajedi'nin alcalmas<br />
ı Yunan trajedi yazarlar ından Euripides'in eserlerinde ba şlamışt ır.<br />
Euripides'de ön planda gelen e şyan ın ezeli temeli olan varl ık değil, f er d<br />
halinde insan, bütün hususiyetleriyle tek insand ır. Euripides bundan dolay<br />
ı eserlerinde apol/inien'dir: o dionysien ruhun birli ğini kırm ıştır. Orijinal<br />
olan dionysien vasf ı silmiştir. Fakat, i şin asl ında, Euripides bir<br />
sembolden ibarettir. Onun a ğzından konu şan, daimon, Sokrates'in zihniyeti<br />
ile Dionysos zihniyeti aras ında çat ışma ba şlıyor. Sokrates zihniyetinin<br />
sanata ve dü şünceye getirdiği prensip, ak ıl prensipidir. Hakim filozofa<br />
göre güzel, akla uygun olan şeydir. Yeni prensip Sokrates'in iç güdüye,<br />
gayr ı-me ş'ur faaliyete kar şı tenkidinde kendini gösteriyor. Sokrates<br />
iç güdünün kudretine hücum ediyor; onu daima a şağı ve menfi bir derece<br />
olarak görüyor. Fakat hakikatte bu itham Yunan deham ı.= as ıl orijinal<br />
vasf ın ı sarsmış, Yunan güzelliğini bozmu ştur. Soki-ates'in doktrinindeki<br />
"Akl ın üstünlüğü" yüzünden meydana ç ıkan ve eski Yunan dehas ,na ayk ır<br />
ı olan bu vaziyet, daima onun daimon'u ile ifade edilmekte idi. Eflatun<br />
diyaloglarma göre Sokrates, bazan inzivaya çekilir V2 kulağına gelen<br />
bir sesi dinlerdi. Bu daima kula ğı/Ida ç ınlayan ve müdafaa halinde onun im-<br />
«ad ına yeti şen ilahi bir sesti. Bütün eski Yunan dehas ına göre (ve insanlığın<br />
temel kurulu şuna göre: Nietzsche tefsirinde) iç güdü müsbet kuvvet,<br />
ak ıl ise tenkidçi bir meleke yani menfi kuvvet oldu ğu halde Sokrates'de<br />
iç güdü şüpheli, tehlikeli, menfi kuvvet, ak ıl ise yarat ıc ı bir meleke olarak<br />
görülmektedir. Nietzsche'ye göre Sokrates' ın Ak ıl devrini aç ıs ı, insanlığın<br />
çöküşünün başlangıc ıdır. (1).<br />
İç güdünün Tanr ılaştır ılmas ı üzerine kurulmu ş Yunan sanatun ve güzelliğini<br />
tahrib eden Sokrates'in bu Ak ıl görü şüdür. Sakrates'in tesiri al-<br />
142<br />
(1) Charles Werner, La Philosophie Moderne, 1954.
tmda bulunan talebesi Eflatun da bütün yüksek sanatkar kabiliyetine ra ğmen,<br />
devlet diyalo ğunda şairlerle alay ediyor ve onlara kendi sisteminde<br />
yer vermek is':emiyordu. Çünkü Eflâtun'a göre şairlerin eserleri<br />
kendini bilen ak ıl değil, hür yarat ıcı kudretin mahsulüdür. Bununla beraber<br />
kendisindeki edebi deha sevki ile Platon, har şeye rağmen yine de bütün<br />
evvelki şekilleri kendinde topl ıyan bir sanat şekli yarat ın ışt ır. Platon'un<br />
diyaloglar ında eski Yunan dü şünce ve sanat ının bütün ruhu toplanmakta<br />
idi (1).<br />
Sokrates'in ak ılc ılığın ın en göze çarpan noktalar ından biri de onun<br />
bilgi ve ahlak bak ımından son derece iyimserli ği (2) (optimisıne) dir;<br />
insan, bu görü şe göre yaln ız bilgisizlik yüzünden ahlaki kusur yapar veya<br />
günah i şler. Bilgili adam ayni zamanda iyidir, do ğrudur ve bundan dola<br />
y ı da mesuttur. Kader'in inkar ı demk olan bu iyimserlik, trajik sanat ın<br />
tam çökü şüdür. Ak ıl ad ına hareket eden iyimser diyalektik, musikiyi trajediden<br />
koyar, halbuki asl ında trajedi musikinin sembolle3tirilmesindan<br />
ibaretti.<br />
Bununla beraber Nietzsche'ye göre Sokrates hayat ının sonunda, bu<br />
menfi hareketinden dolay ı bir nevi' vicdan azab ı duymuştu. Dostlar ına daima<br />
rüyas ında bir hayal göründüğü ve kendine şu sözleri tekrar etti ğini<br />
söylüyordu: "Sokrates şark ı söyle". Son günlerine kadar felsefenin sanatlar<br />
ın en yükseği olduğundan emindi. Fakat nihayet hapishanede ilahi<br />
sükfıta kavu şmak için Apollon'a bir ne şide besteledi ve Esope'un hikayelerni<br />
nazma koydu. Sert bir ak ılc ı olan ,Sokrates, ak ıl aleminin ötesinde<br />
ondan başka bir âlemin, sanat aleminin, musiki aleminin ;bulundu ğunu<br />
hissetti.<br />
Modern Çağda Sokrates'in tesiri çok büyüktü. Bu tesir onun zaman ındenberi<br />
(H ıristiyannl ık ve islkniyete ra ğmen) fas ılas ız devam ederek n az<br />
a r î adam tipini yaratt ı. Bu tip akl ın realiteyi bütün derinli ği ve<br />
hususiyetleriyle beraber kavrayaca ğına kanidir. Max Scheler'in tabiri<br />
ile h o m o s a p i e n s dedi ğimiz antropolojik görü ş bu suretle do ğdu.<br />
İlk ve orta ça ğda yaln ız spekülatif dü şünce ve dog ınatk metafizik<br />
halinde geli şen bu tip modern devirde müsbet ve tecrübi ilim şeklinde devam<br />
etmektedir. Modern ilmin prensipi bilgi ile saadete ula şaca ğına kani olan,<br />
her şeyi bilgi ile düzelteceğinden emin olan iyimserli ğin vehim ve hayalidir.<br />
Fakat baz ı üstün zekalar bilginin bu delice iddialar ına kar şı gelmeğe ba şlad<br />
ı. Modern düşüncede ilk defa Kant, ondan sonra Schopenhauer kültürü-<br />
(1) Ch. Werner, Ayn ı eser.<br />
(2) Nielzsche'nin bu tefsiri Felsefe ve fikir tarihi bak ımından paradoxal'dir<br />
143
müzün esas ını teşkil eden mant ıki iyimserliğe kar şı seslerini yükselttiler.<br />
O vakite kadar mekan, zaman, sebeblik fikirlerine akl ım ızın ve âlemin mutlak<br />
kategorilcri gözüyle bak ıllyordu. Kant bu kategorilerin yaln ız varl ığın<br />
görünü şüne ait olduğunu, eşyan ın mahiyeti hakk ında hiç bir bilgi vermediklerini<br />
gösterdi. Bu bulu ş yeni bir kültürün ve yeni bir fikir ça ğın<br />
ın başlangıcıdır.<br />
Yeni trajik devir musikinin Renaissance'ım açtı. Ilim devrinin musikkleki<br />
kar şılığı O p er a idi. Orada musild sözün hizmetinde idi. Opera'da<br />
ilim ve ak ıl zihniyetinden doğan manas ız bir iyimserlik hüküm sürmekte<br />
idi. Opera primitif insan ı, alt ın çağın iyiliğini tasvir eder. Kahraman<br />
ı flüt çalan tats ız bir çoband ır. Fakat Opera devri geçti. Şimdi,<br />
Nietzsche'ye göre Dionysos zihniyetinin uyand ığı bir devrin ba şınday ız.<br />
Bu devrin kökleri Protestanl ığı doğuran Refcrm hareketindedir. Orada<br />
başlayan sübjektif ço şkunluk Bach'dan Beethoven ve Wagner'e kadar bütün<br />
yeni büyük musild şaheserlerini meydana getirdi. Wagner'in müsical<br />
dram ında d i o n y s i a q u e ço şkunluk, Nietzsche'ye göre ilk defa emsalsiz<br />
bir şekilde ifade edilmi ştir.<br />
F. Nietzsche bütün bu fikirleri 1871 de Alman-Frans ız harbi sonunda<br />
neş.rettiği "Trajedinin Doğu şu" adl ı kitabda anlatmaktad ır. Filozof burada<br />
zafer sarho şluğu içinde kendilerini kültürve de üstün zanneden kendi<br />
milletine karşı şiddetli bir Auto-critique yapma:ktad ır. Almanya'da<br />
yegane beğenilecek şahsiyetler olarak Schopenhauer ve Wagner'i görüyordu.<br />
Bu tenkidçi dü şüncelerin sevki ile biraz sonra "Aktüel-olm ıyan Düşünceler"i<br />
yazd ı (1). Fakat bu eserde milli kültürüne ait şiddetli tenkidlerinden<br />
vazgeçmedi ği gibi, fazla olarak beğendiği iki büyük şahsiyetten de<br />
şüphe etmeğe başlad ı. Wagner sanat ın ın P a r s i f a 1' de H ıristiyanl<br />
ıkla uzlaşmas ı ona irade ve kudret medeniyeti nam ına zaaf gibi görünüyordu.<br />
Wagner musikisini bir inhitat (çökü ş) ala ıneti say ıyordu.<br />
Nietzsche ayni zamanda Schopenhauer' ın kötümserlik felsefesi aleyhine<br />
döndü. Menfi karakterine hücum etti. Ona göre ya şamak iradesini inkar<br />
etmek, yoklu ğu istemek marazi alâmetlerdir, zaaf alâmetleridir. Yaşama<br />
arzusunu inkar ı kar şıs ına hayat ın ne ş'e ve sevinç içinde kabul edilmesini<br />
koymak laz ımd ır. Bütün de ğerler ve yarat ı c ı kuvvet buradan çakaeakt<br />
ır.<br />
Schophauer ve Wagner'den ayr ılığı Nietzsche'nin dü şüncesinc12 bir intikal<br />
devresi aç ıyor. Bu devrede sanat ve metafizikin yerini müsbet ilim<br />
al ıyordu. Bu devre tam olarak filozofun "Insani, fazlasile Insani" (Hu-<br />
144<br />
(1) Consictrations inactuelles.
main, Trop Humain) adl ı eserinde ifade edilmi ştir. (Bu eser Voltaire' ın yüzüncü<br />
y ıldönümü dolay ısiyle 1878 de ne şredilmi şti.) Kitap esas bakımından<br />
metafizik dü şüncenin tenkididir. Filozof burada metafizikin hatalar<br />
ının başl ıca kayna ğı olarak insan ı eşyan ın (hâdiselerin) ölçüsü gibi almas<br />
ını gösteriyor. Nietzsche burada ahlak ın pe şin-hükümlerini reddediyor.<br />
"A hlak .i i n s a n" kalbine en yak ın olanm eşyanın mahiyetine<br />
de en uygun (en gerçek) oldu ğunu zanneder. Burada filozofun .ticocentrisme'i<br />
şiddetle tenkit etttiğini ve varl ığı ahlak aç ıs ından görmenin bir<br />
nevi' safsataya kadar giden büyük yanl ışlıklara kap ı açt ığı şeklindeki sert<br />
kanaatini görüyoruz. Bu süphesiz onun eski insan ve ahlak görü şlerine<br />
hücumunun ba şlang ıc ı idi. Ak ıl bizim en değerli taraf ımız gibi görüldüğü<br />
için, âlemin prensipininde - ezeli bir ak ı l olduğuna hükm olunuyordu.<br />
Fakat i şin asl ında böyle bir hükmün me şru' olmas ı için hiç bir<br />
sebep yoktur. Âlemin akla uygun ( İntelligible) olduğu fikrinden<br />
vazgeçersek ayn ı derecede tehlikeli ve gerçekten uzak olan hem iyimserlik<br />
hem kötümserlik fikrinden de kurtulmu ş oluruz. iyimserlik thiologien'-<br />
ler ve doğmat ık metafizikçilerin tavr ıdır. Onlar ın her şeyin zeka veya ak ıl<br />
taraf ından düzenlendi ğine, Allah' ın "mümkün olan âlemlerin en iyisini yaratmas<br />
ı lazım geldiğine" kani idiler (1). Tam tersine, kötümserlik tMologien<br />
ve doğmatik metafizikçilerle mücadele eden dü şünürlerin görü ş tarzıd<br />
ır. Fakat eğer ak ıl âlemin asl ı değilse, âlemin mahiyeti ak ılla aç ıklanamazsa<br />
bütün bu problem de ğerini kaybedecektir. Şüphe yok ki al em aslında<br />
ne iyi ne de kötüdür. i y i ve k ö t ü kavramlar ı ancak insana<br />
nisbetle bir mana, ifade eder. H şyan ın ve âlemin bütününe tatbik edilince<br />
ma'nalar ın ı kaybederler. Realitenin kendi temawüllerine ve i ştiyakların<br />
uygun olduğunu zannedenler tamamen aldanmaktad ırlax. Hayat ım<br />
ız ve saadetimiz metafizik görü şlerimize tabi' de ğildir. Epikur'un Tanrılar<br />
için söylediğini metafizik bilgi için söylersek hakimce hareket etmi ş<br />
oluruz. "Böyle bir dünya mevcut olsa bile, onunla hiçbir münasebetimiz<br />
yoktur'!.<br />
Bu düşünceleri ileri sürdü ğü s ırada Nietzsche yeni iman görüşünü<br />
k ısmen ilimci bir yönden geli ştirmekte idi. Auguste Comte'dan mülhem<br />
olmak üzre insanl ığın terakkisinin (ilerlemesinin) dinden metafizike, metafizikten<br />
ilme geçmekten ibaret oldu ğunu ve bu geli şmenin de ferdin gelişmesine<br />
uygun bulundu ğunu söylüyordu. Önce insanda çocuklu ğunda<br />
dini hisler vard ır: bunlar en şedit derecesine on ya şında var ır. Sonra panteisme<br />
do ğru döner. O da yerini metafizik felsefeye b ırak ır. Daha sonra<br />
metafizikden şüphe ba şlar; Sanat birinci dereceye ç ıkar. Nihayet ilmi zih-<br />
(1) Leibniz'in iyimserli ğinin bu ifadesini VoItaire"Canclide" de hicv ediyor.<br />
F: 10 145
niyet üstün gelir ve insan ı tabiat ilmine do ğru götürür. İnsan ın ferd olarak<br />
bu tekâmülü insanl ığın as ırlar zarf ındaki gelişmesine uygundur. Bununla<br />
beraber Nietzsche metafizik ve sanat hayranl ığında kalmadığı gibi<br />
ilim hayranl ığında da fazla kalmad ı. Esasen filozofun positivist tekâmül<br />
fikrini benimsemesi yeni insan görü şüne de uygun değildi. Verdiği misal<br />
ba'z ı insanlar için doğru olsa bile bunun temamen aksini gösteren misaller<br />
de eksik değildir. Ernest Renan' ın ruhi geli şmesi bu tarzda olmu ştur.<br />
Fakat Pascal' ınki temamen aksinedir. Çocuklu ğunda şedit bir müsbet<br />
ilim alâkas ı, gençliğinde metafizik alakalar ın uyanmas ı, olgun ya şta dini<br />
fikirlerin doğuşu.<br />
Nietzsche'yi daima u ğra ştbran ba şl ıca problem insan ve insani kültür<br />
idi. İnsan nas ıl ve hangi vas ıtayla daha asil, daha üstün olabilir? Bu soruya<br />
o önce sanat ve metafizik yolundan, sonra ilim yolundan cevap vermiştir;<br />
Fakat olgunluk eserlerinde fark ına vard ı ki, ne sanat, ne metafizik<br />
ne ilim insan ı tam olarak asilleştiremiyor. O halde insanda daha kökten<br />
bir değişme olmal ıd ır: insan tipi esas ından değişmeli ve yükselmelidir.<br />
Bu suretle Nietzsche'nin dü şüncesi . ink ılapç ı (r&olutiannaire) safhaya<br />
girdi. Evvelce kurulmu ş, haz ır bulduğu değerleri y ıkmak, yerlerine yeni<br />
değerleri koymak üzere bütün de ğerlere kar şı harekete geçti. Bu son devre<br />
filozofda iki eserle ifade edilmi ştir ki, bunlar Nietzsche'nin, hayat ında<br />
nisbi bir huzura kavu ştuğu devreye aittir. Bu eserler "Fecir" (Aurore)<br />
ve "Neş'eli Bilgi" (Le Gai Savoir) d ır. O bunlarda gelen:,,kçi ahlâk ı tenkit<br />
etmektedir, bu bilhassa "Fecir" in ikinci ba şlığı olan "Ahlak peşin-hükümlerine<br />
ait Dü şünceler" camlesiyle ifade edilmi şti<br />
Ahlâk ın kökleri nedir? Ahlak Nietzsche'ye göre örf ve âdetlere boyun<br />
eğmek, yani gelene ğe uygun ya şamaktan ibarettir. İptidai zamanlarda<br />
herşey göreneğe, örf ve âdetlere ba ğlıydı. Adetlerden kurtulmak isteyen<br />
insan ahlâks ı z gibi görülüyordu . Bütün ahlâklar, ahlaki fikirler<br />
veya sistemlerin bulundu ğu yerde, filozofa göre mutlaka insani hareketlere<br />
ait bir de ğ erlendirme vard ır. Bu değerlendirme<br />
daima bir cemaat, bir sürü ihtiyaçlar ının ifadesidir. Sürüye faydal ı olan<br />
şey fertlerin de ğerinin de ölçüsüdür. Ahlâki fert sürü gibi dü şünmeyi öğrenir.<br />
Ahlak örf ve adet boyunduru ğundan kurtulunca ak ıl boyunduruğuna<br />
girmi ştir. Sokrates zaman ında ahlâk ın me şhur emri şudur: "Kendini<br />
bil!" Fakat hakikatte biz kendi kendimizi bilmeyiz, hareketlerimizin<br />
sırf şuurlu olduğunu iddia etmek tamamen vehimdir. Hareketlerimizin<br />
hakiki sâikleri gayri şuuri (suur-d ışı ) temayüllerdir; ve bunlar bizim akla<br />
uygun hesaplar ım ıza giremez. Biz kendimizde en kudretli, en aktif şeyi<br />
bilmiyoruz: bu da iç güdüdür. Bizi canland ıran kuvvet hareketlerimizin<br />
146
as ıl temeli bizim için karanl ık kalır ki bu da rasyonel ahl'air ın te'sirini son<br />
derece azalt ır. Nietzsche en mühim eseri olan "Zerdü şt böyle diyordu",<br />
(Also Sprach Zarathustra) da tamamen, yeni insanl ık görüşünün<br />
son gayesi olarak koyduğu üst-insan (veya daha do ğrusu insan üstü<br />
übermensch ) fikrini telkin ediyor. Nietzsche bu fikirle insanlara yükselme,<br />
"kendini aşma", her zaman kendi kendinden daha üstün olma şuurunu vermek<br />
istiyor. Burada aç ıktan açığa Schopenhauer' ın kötümserlik ve yokluk<br />
felsefesine hücum ediyor. Hayat ın inkarı yerine hayata bütün kuvveti ile<br />
sarılmay ı, ne şe ve sevinç (sürur) içinde mücadeleye girmeyi kabul ediyor.<br />
Yokluğa korkakça s ığınacak yerde, insan daima daha şiddetli mücadelelere<br />
girmeli, daha kesif, daha asil bir hayat ya şamal ıdır. Bu fikir insan ı<br />
içinde bulunduğu şartlar ı aşmaya sevkediyor. İnsan hayvan ın üstüne<br />
yükseldiği gibi kendi varl ığının üstüne yükselmeli ve "Üst-insan" ı vücuda<br />
getirmelidir. Bu suretle insan eski de ğerleri y ıkacak ve yeni de ğerler yaratacakt<br />
ır.<br />
Vakaa Zarathoustra'ya göre "insan ın şimdiki içinde bulunduğu sefalet<br />
halinde kalmas ı kabil değildir. Şimdiki haliyle insan eksiktir, sakatt ır.<br />
Bu, insanın bir parças ıdır, yoksa bütün insan de ğildir. İnsan küçüktür<br />
ve onun fazilet dedi ği şey kendini küçültmüştür. Tevazu ve çekinme insan ı<br />
az şeyle kanmağa götürün iyilik bir zaaf ve bir budalal ıktır. Zarathoustra<br />
bencili ği (goisme) öğüyor. Ona göre insanl ığın en büyük rehberleri,<br />
Peygamberler, ancak insan ın kendi mahiyetine uygun ya şamas ı ,<br />
kendine en emin yolu açmas ın ı tavsiye etmi şlerdir. Öyleyse insan ın şimdi<br />
içinde bulunduğu hal üstüne yükselmesi'zaruridir. Zerdü şt, "insan aşılmas<br />
ı lazım gelen bir şeydir" diyor. Varl ıklar ın tekamülünde insan hayvan<br />
ı aşmıştır, şimdi de insan ın aşılmas ı lazımdır. İnsanın önündeki hedef<br />
Tanr ı olmak değli, insan-üstü (Üstün insan) olmakt ır. İşte Nietzsche'nin<br />
yeni insan görü şünün başlıca umumi hatlar ı bunlard ır.<br />
Bu görüşe dayanarak yeni bir ahlak kurmak istiyen N. Hartmann'a göre<br />
din problemi eskisinden farkl ı bir şekil al ıyor. Bu yeni doktrine göre de<br />
âlemin prensipi olan nazara bir şeyin, bir mahiyetin bulunmas ı imkansız<br />
değildir. Bu X de tanr ıcılığın veya panteismin ondan farkl ı bir anlamda<br />
islam'daki vandet-i vücudun rasyonel olsun veya olmas ın Allah fikri<br />
olabilir. Fakat bu bildiklerimiz ve bilrnediklerimizde müstakil olan bir<br />
şey varsa o da şudur: "Eğer sorumluluk, hürriyet, vazife basit kelimelerden<br />
ibâret değilse, eğer insan ın varlığınuı tek bir ma'nas ı olmas ı lazımsa<br />
Allah mevcut olmamal ıd ır. Nietzsche, nadiren iyi anla şılan şu kelimeleri<br />
yaz ıyor "Eğer Allah'lar olsayd ı, bir Allah olmamaya nas ıl katlanacakt ın?<br />
Demek ki Allah'lar yoktur". Bu cümle ilk defa olarak postilla halindeki<br />
147
clinsizliği (cuthisme) meydana ç ıkar ıyor. Bu da. Kant' ın postülâ halindeki<br />
dindarl ığın (thLisme) tam cevab ıdır. N. Hartmann Ethik adl ı eserinin<br />
"Değerler gayelili ği ve insan metafiziki" adl ı faslında bu postülâ halindeki<br />
sorumluluk dinsizli ğini son haddine ç ıkarıyor ve onu adeta bir nevi "ilmi"<br />
kesinlikle kurma ğa çal ışıyor: ona göre yaln ız mekanik bir alemde veya hiç<br />
değilse gayelere göre kurulmu ş olmayan bir alemde hür bir ahlaki varl ığın,<br />
bir " şah ıs" ın, (ki şinin) var olma imkan ı vard ır. Tanr ı 'n ın bir plana<br />
göre yaratm ış olduğu veya insan d ışında her hangi bir tarzda gelece ğe<br />
hükmeden bir Tanr ı'nın bulunduğu bir kainatta, bu insan ahlaki varl ık<br />
olarak, şah ıs (ki şi)olarak s ıfıra indirilmi ş demektir. İki şıktan birini seçrnez<br />
laz ımdır: Ya tabiat ın ve umumiyetle varl ığın gayeliliği, yahut insan ın<br />
gayeliliği. Dahas ı var: Eğer âlem insanla ayni özden ise ki (Hartmann'a<br />
göre bütün teolojiler bu I:naattedirler), insan ın kainattaki mevkiinde ori-<br />
jinalliğini meydana getiren cihet kaybolur. İnsan haklar ından mahrum<br />
kal ır. Mahrum kal ınan sebeblik tayini, mekanism değildir, ona tam tersine<br />
olarak ideal varl ığın fikirler ve değerlerinin s ırf objektif sahas ında sezgi<br />
ile kavranan şeyi realiteye verme imkan ı ve vas ıtasını bahşeder. Mekanism<br />
hatta onun hürriyetinin ve şahsen sorumlu olduğu hakim karakterlerinin<br />
âletidir. Fakat gelecek hakk ında her önceden tayin burada insan<br />
ı yok edecektir. Heinrich Keller bir gün ayni fikri daha cesur şekilde<br />
M. Scheler'e yazd ığı bir mektubunda ifade ediyordu: "E ğer iyinin ve vazifenin<br />
muhtevas ı ne olduğunu ahlaki varl ık olarak aç ıkça bilirsem ve anlarsam,<br />
âlemin prenpinden bana ne? E ğer âlemin bir prensipi varsa ve<br />
benim iyi diye kabul etti ğim şeyle uyu şuyorsa o zaman onu dostum gibi<br />
göreceğim ve takdir edece ğim; fakat e ğer uyuşmuyorsa, beni yok etse<br />
bile empirik varl ığımda bütün idealimle ona kar şı nefretimi ifade edeceğim."<br />
Böylece postülâtl ı dinsizlik (athisıne) şeklinde ilk defa<br />
ifade edilen Allah ın inkar ı insana kendi sorumlulu ğundan muaf olu şu,<br />
kendi bağıms ızl ık ve hürriyetinin azalmas ı duygusunu vermez; tam tersine,<br />
bu sorumluluk ve bu e ğemenliğin (hâkimiyetin) en yüksek derecede tasavvur<br />
edilebilir olduğu bu suretle anla şılır. İlk defa Nietzsche, bunu yar ı yar<br />
ıya değil fakat sonuna kadar anlam ıştı. Yanl ız anlamış değil, aynı zaman-<br />
da kalbinin bütün derinli ğiyle bu hükmün neticelerini kabul etmi şti. Hartmann<br />
burada ayn ı surette şöyle diyor: "Allah ın sıfatlar ın ın (Takdir-i- ezernin,<br />
Inâyet -i-Ilâhiye'nin), insana atfedilmesi laz ım gelir." Fakat aç ık<br />
söyleyelim: Comte'da oldu ğu gibi insanl ığa, "büyük varl ık" a değil kişiye<br />
. .<br />
( şahsa)<br />
.<br />
atfedilmelidir; en çok ıradeye ve sorumlulu ğa sahip olan, en çok<br />
genişliği, safl ığı, kudreti olan ki şiye atfedilmelidir. İnsanl ık, kavimler, bü-<br />
148<br />
iıı
yük kollektif heyetlerin tarihi — bütün bunlar bu tarzda bir ki şiye has aydınlat<br />
ıc ı ve mutlak de ğeri meydana ç ıkartan bir çok i n h i r a f 1 ı<br />
(Mtourıt0 vas ıtalar ı temsil ederler —, insanlar ın bazan Tanr ılara gösterdikleri<br />
sevgi, sayg ı ve tebcili ona göstermelidir. Donmu ş bir inziva içinde<br />
ele al ınınca ki şi ( şah ıs) gerek Hartmann gerek Keller de, şu iki düzen arasında<br />
bulunur: bir yandan fiilen gerçek mekani şm, öte yandan 'Idke" lerin,<br />
objektif değerlerin bo şluğuna as ılmış bir saha (sph&.e) ki, hiç bir manevi<br />
ve canl ı Log'os'a dayanmamaktad ır. İnsan düşüncesi ve iradesi âlemin seyrine<br />
bir istikamet vermek, ona bir mânâ ve bir de ğer katmak için hiç bir<br />
yerde dayana,k bulamaz, İnsan ne kendisinin yapmas ı gereken ve gerekmiyen<br />
şeyleri ona tebli ğ eden bir Tanr ıya, ne de eski metafiziklerin edindikleri<br />
ve isimleri "Tekâmül", "Kâinat ın terakkiye (ilerlemeye) meyli" veya<br />
"Tarih" olan değersiz yar ı dini kanaatlere, nihayet ne de hangi şekilde al ınırsa<br />
al ıns ın kollektif iradelere ba ş vuramaz.<br />
Acaba bu antropoloji için tarih nedir? "Tarihi olu ş" adl ı eserinde Kurt<br />
Breisig bu soruya cevap verme ğe çalıştı. Bu cevap doğru addedilmese bile<br />
(ki Scheler bu kanaattad ır) "varl ık ve değerler hakk ındaki onun hakiki tarihi<br />
şahsiyetçiliği cidden, derinle ştirmi ş olduğu, lehinde söylenebilir" diyor.<br />
Tarihin kollektif kuvvetleri burada sadece inkâr edilmi ş değildir (meselâ<br />
Treitchke ve Carlyle'in "insanlar tarihi yaparlar" dedikleri gibi), fakat<br />
kabul edilmi ş ve bununla beraber şahsi sebepliğe irca edilmistir. Bu antropoloiinin<br />
tarihi yazma tarz ı üzerine tesirini en büyük vuzuhla tarihi cal ışmalara<br />
kendilerini veren Stefan George etraf ındaki yazarlarda. bilhassa<br />
Shakespeare, Goethe, Cesar. George. Hölderlin, Kleist'a tahsis edilmi ş olan<br />
Fr. Gundorf'un eserlerinde buluyoruz. Bu antronoloji üzerine kurulmu ş tarih<br />
kahramanlar ve dâhilerin "manevi fizilrü"niin âbidevi freski veya<br />
Nietzsche gibi söylenecek olursa insan nev'inin "en yüksek örnekleri" oluyor.<br />
Scheler bu be ş insan anlay ışım, be ş türlü antropolojiyi mukayeseli bir<br />
surette (ve hiç birini tercih etmeksizin) izah ettikten sonra, kendisinin insan<br />
hakk ında düşüncelerini "Insan ın Kâinattaki Yeri" adl ı eserinde anlat ıyor(1).<br />
Ona göre medeni bir Avrupal ı'ya insan deyince ne anlad ığı sorulmu<br />
ş olsa, hemen daima birbiriyle uzla şmaz üç fikir sistemi kar şıs ına ç ıkar:<br />
I — Yahudi - H ıristiyan geleneğinin fikir dünyası ,<br />
II — Antik Yunan kâinat ı ,<br />
(1) Die Stellung des IVIenschen ini Kosmos Takiyettin Mengü şoğlu taraf ından<br />
türkçeye tercüme edilmi ştir. [Eserin yaz ıl ı§ tarihi 1930; türkçeye<br />
1947 de çevrildi. Ondan sonra frans ızca tercümesi 1951 de nesredildil<br />
148
III — Modern tabiat ilmi ve genetik psikolojinin görü şü.<br />
Bu üçüncü görü şe göre insan yer yüzündeki tekâmülün son neticesidir.<br />
O diğer hayvanlardan ancak komplekslik derecesi bak ımından ayrılır. Fakat<br />
insanı terkibeden enerji ve kabiliyetler iptidai bir halde ondan a şağı varl<br />
ıklarda da mevcuttur. Bu suretle Scheler'e göre bir ilmi antropoloji, bir<br />
felsefi antropoloji, bir de ilahi antropoloji olmak üzere ba şlıca üç antropoloji<br />
tipi ile kar şılaşıyoruz. Fakat bu görü şler aras ında insan hakk ında bütünlüğü<br />
olan bir fikre sahip olamay ız. Scheler bu da ğıml;l ıktan kurtulmak<br />
için burada insan ın özünü hayvan ve bitki ile kar şılaştır ıyor ve onun metafizik<br />
durumunun orijinalliğini meydana ç ıkarmak istiyor.<br />
İnsan ın özel mevkiini ancak biopsychique âlemin bütün bünyesini tetkik<br />
suretiyle ortaya koyabiliriz. Scheler bunun için, de hareket noktas ı olarak<br />
ilmin gösterdi ği ruhi kuvvetler ve kabiliyetler h i e rarchie' sini<br />
ele al ıyor. "Ruhi" hadisenin hududu "canl ı" nın hududu ile birleşir. Canl ı<br />
dediğimiz gerçeklerdeki esasl ı vas ıflardan başka onlarda bir de kendi kendilerini<br />
kavramalar ına imkân veren "içsellik" (inMriorit0 dediğimiz bir<br />
vas ıf vard ır. Bu karakterle objektif hayat hadiseleri aras ında tekâmül<br />
bünyesi, şekli bakımından en mahrem bir birlik vard ır.<br />
Objektif olarak d ıştan canl ı varl ık gibi görünen ve sübjek'zif olarak içten<br />
nefs (âme) olarak görünen "ruhi gerçek" a şağı derecesinde şuur-d ışı<br />
teessüri bir hamleden, ibarettir ki, henüz duyum ve tasavvurdan mahrûmdur.<br />
Ruhi hayat ın bu ilk derecesini yine yaln ız bitkilerde görüyoruz. Bunun<br />
için onlarda Fechner'in yapt ığı gibi şuur farzetme ğe lüzum yoktur. Bitkide<br />
gördüğümüz hayat ın özü yaln ızca dışa doğru çevrilmi ş bir ilca (pulsio<br />
n ) d ır. Bitkilerin "teessüri hamlesi" bunun için extatique'dir. Yani organik<br />
hallerin bir merkeze tekrar intikali burada katiyen yoktur. Hayat<br />
kendine tekrar dönmez. En iptidai bir r e-flexi o onlarda eksiktir.<br />
Zira şuur ancak duyumun iptidai re-fleksio' s ında görünür. Bu<br />
daima ilk spontane hareketin kar şılaştığı mukavemetlerin eseridir. Sübjektif<br />
manzaras ı ile bu yeni hayat derecesi, "teessüri hamle" ;usanda da mevcuttur.<br />
İnsan umumiyetle varl ığın bütün esasl ı derecelerini kendinde toplar<br />
ve bütün tabiat onda varl ığının en merkezi birli ğine ula şır. Insanda adeta<br />
bitki ve hayvan ya şamaktad ır. Uyku insan ın nisbeten bitkiye benzedi ğ i<br />
şuuralt ı bir haldir.<br />
6. İÇGVDİY HAFIZA VE ZEKA<br />
Hayat ın objektif mertebelerinde teessüri hamleden sonra gelen, esaslı<br />
psikolojik şekil içgüdüdür. Fakat bu kelimenin anlam ı bir çok çatış-<br />
150
malara sebeb olacak şekilde müphemlik içindedir. Scheler bu bulan ıklıktan<br />
kaç ınıyor ve içgüdüyü yaln ız canl ının davran ışı denen psikolojik kavrama<br />
baş vurarak tarif ediyor. Bu davran ış önce bir dış gözlem (mü şahede)<br />
konusudur, ve tavsif edilmek ister. Onun dayanaklar ı olan fizyolojik hareketler<br />
birli ğini hesaba katmadan, çevre unsurlar ın ın değişmeleri s ıras<br />
ında tayin edilebilir. (Fiziki ve kimyevi uyar ımlara da ba ş vurmak üzere<br />
bu yap ıl ır). Her türlü sebeblik aç ıklamas ından müstakil olarak, çevre<br />
unsurlar ı değiştikçe davran ışın birimleri ve değişmelerini kavr ıyabiliriz.<br />
Ve bu suretle de bünyeleri bak ımrndan manal ı muntazam münasebetler<br />
elde edebiliriz. Davran ışla onu gerçekle ştiren fizyolojik süreci<br />
birleştirmek behaviorist'lerin hatas ıdır. «Davran ış » ın değ,ri gerek fiziki<br />
gerek ruhi hâdiseye kar şı tarafs ızl ığıd ır. Yani her davran ış ayni zamanda<br />
deruni hallerin ifadesidir. Ayni zamanda hem fizyolojik hem psikolojik<br />
tarzda izah edilebilir. Psikolojik izah' fizyolojik izaha yahut fizyolojik<br />
izah ı psikolojik izaha tercih etmek ayni derecede yanl ıştır. Bu tarzda<br />
anla şılan davrarn şa içgüdü davran ışı deriz. Burada Scheler iç güdülere<br />
ait ba şlıca vas ıflar ın ince bir tasvirini yap ıyor. Bir hayvan ın tasavvur<br />
edeceği ve duyacağı şey iç güdülerinin çevre bünyesine nisbetle a priori<br />
olarak düzenlenmi ş ve tesbit edilmi ştir. Hat ıralar ı ayni kanuna tâbidir:<br />
Onlar iç güdü g a yr etler in e tabi olarak ve onlar ın kadrosunda<br />
meydana ç ıkarlar. Burada ça ğrışım rab ıtalarm ın, şartl ı reflekslerin<br />
ve ekzersizlerin çoklu ğunun ikinci derecede tesiri vard ır. Ayrıca tekamül<br />
seyrinde merkeze doğru (afferent) sinir yollar ının ancak çevreye<br />
doğru(afferent) yollardan sonra te şekkül etti ğini de ilave etmek laz ımdır.<br />
İç güdü ruhi realitenin ve i şleyi şinin çağrışıml ı kompleks bünyelerden<br />
çok daha iptidal bir şeklidir. Spencer'in zannetti ği gibi alışkanl ık üzerine<br />
dayanan davran ış tarzlar ın ın irsi intikali ile izah edilemez. Ça ğrışım meka'nizmas<br />
ına tabi ruhi sürecin ayni zamanda iç güdü davran ışlar ından daha<br />
yüksek sinir sistemlerinde mahalle şmiş (localis) olduklarını gösterebiliyoruz.<br />
Beynin k ıs ır k ısmı yaln ız bir çağrışım organ ı değil ayni zamançla<br />
davran ış tarzlar ına ait bir dissociation orgamd ır. Ferdileşmiş duyumlar<br />
ve tasavvurlar vas ıtasiyle yayg ın bütünlüklere kar şı kazan ılan istiklal, hareket<br />
tarz ına ait bir içgüdü organizasyonuna nazaran, tatmin edilecek bir<br />
temayülün kurtulu şu önce mânâdan mahrum olan otomatizme sun'i olarak<br />
bir mana vermeğe çal ışan zeka= başlamas ı gibi bir çok hadiseler(genetik<br />
bak ımdan görülünce) iç güdü davran ışı= tekamülünün ayn ı derecede<br />
iptidai mahsulü olabilir. Bu hadiseler canl ılar ın ferdile şmesi, ferdin<br />
nevinden kurtulmas ı ile paralel gibidir. Yaln ız ayr ı unsurlar ın birleşmesi<br />
veya sentezi değil, yarat ıcı ayrılmada (dissoctation) hayat ın tekâmülünün<br />
esasl ı sürecidir.<br />
151
Scheler bundan sonra çağrışımlı veya birle ştirici haf ızay ı inceliyor.<br />
Onu üçüncü psikolojik şekil olarak görüyor. Bu iptidai haf ızanın temeli<br />
Pavlov'un ş artl ı re fl e k s dedi ği şeydir. Bu bak ımdan yarat ıc ı<br />
hafızanin eserini orada aramak yanl ış olur. İnsan git gide al ışkanlığın<br />
kölesi oldukça bu haf ızanın rolü barizle şir. Fakat bu haf ıza tarz ı az veya<br />
çok bariz olarak as ıl bütün hayvanlarda hakimdir. O refleks konusunun<br />
meydana ç ıkışın ın doğrudan doğruya neticesi olarak do ğar. Taklit, kopya,<br />
tekrar, gelenek hadiselerini ona ba ğlamak mümkündür. Telkin hadisesi,<br />
ve P. Schilder'e göre sun'i uyku (hypnose) hayvanlara çok yak ın<br />
olan bu temel hadisenin manzaralar ındand ır. Bununla beraber orada ferdin<br />
önceki ruhi hallere nazaran daha çok meydana ç ıkt ığın ı, sertliğini kaybettiğini,<br />
spontanli ğini artt ırdığın ı görüyoruz.<br />
Çağrışıml ı haf ızan ın üzerinde yüksek hayvanlarda pratik zekâ gelismeye<br />
başlar. Ça ğrışıml ı hafıza bir nevi düzeltici kabiliyet (correctif)<br />
kazan ır ki i şte bu pratik zekâd ır ve ruhi hayat ın dördüncü esasl ı şeklini<br />
vücuda getirir. Onunla s ık ı münasebet halinde seçme gücü, tercih kabiliyeti,<br />
beğenme meydana gelir. Zekâ, davran ışını da ruhi süreçi hesaba katmadan<br />
tarif edebiliriz. Bir canl ı ferd veya nevi al ışk ın olmad ığı yeni vaziyetlere<br />
mânâs ı olan bir hareket tarz ı ile tepki yapt ığı zaman ona z e k i c e<br />
davran ıyor deriz. Bu tepki â n î dir, bilhassa arzunun koydu ğu prob-<br />
lemi hall için önceden yap ılmış te şebbüslerin say ıs ından müstakildir. İç<br />
ve dış davran ış bir temayül hamlesi vazifesini gördükçe ve bir ihtiyac ı doyurmaya<br />
yard ım ettikçe uzviyete tâbi zekâdan bahsederiz. Ve bu zekâya<br />
pratik deriz. Zira onun son mânâs ı daima uzviyetin ula ştığı veya ulaşamadığı<br />
bir a c t i o n dur. Ruhi bak ımdan zekây ı, çevrenin hemen orada<br />
verdiği bir şey veya de ğer halinin âni surette anla şı lmas ı diye<br />
tarif ederiz. Hayvanlar, bilhassa yüksek anthropoide'lerin, şempanzelerin<br />
bu dereceye ula şıp ula şmad ıklar ı âlimlerce hâlâ münaka şa edilmek-<br />
tedir. W. Köhler'in "Yüksek Maymunlarcla Zekâ" adl ı eserini ve bundan<br />
sonraki tecrübelerini ne şrettiği zamandan beri de henüz münaka şa bitmiş<br />
değildir. Scheler burada Köhlerin hakl ı olduğunu ve ele al ınan süjelerin<br />
iptidai zekâ füllerini gösterdiklerini söylüyor. Hayvanlar ın yaln ızca haf<br />
ıza ve iç güdüye sahip olduklar ın ı ve zekân ın s ırf insana mahsus oldu ğunu<br />
söyliyen ikinci bir âlim zümresi bununla beraber henüz seslerini indirmi ş<br />
say ılamazlar. Köhler'in tecrübeleri hayvan ın hedefine gitmesini güçle ştiren<br />
manialar koymu ş ve zekân ın bir çok fiillerinin onda gerçekle ştiğini<br />
göstermi ş .laılunuyor. Ve bundan sonra art ık eski kanaatte israr etmek<br />
pek doğru olmıyacakt ır. Hatta bu tecrübeler ço ğald ıkça ;örülüyor ki bu<br />
bak ımdan hayvanla insan aras ında ancak derece fark ı vard ı r.<br />
152
7. INSANLA HAYVAN ARASINDA FARKLAR<br />
Scheler bundan sonra eserinin en mühim k ısmi olan insanla hayvan<br />
aras ındaki esasl ı farklar üzerinde duruyor. Baz ılar ı, onca, ou fark ı zekâda<br />
görürler. Insanda zekâ ve seçme gücü vard ır, hayvanda yoktur derler.<br />
Ve bu bak ımdan iki varl ık nevi aras ında öz (mahiyet) fark ı bulurlar.<br />
Fakat yukar ıki aç ıklamalar bu görü şün doğru olmadığını ifade etmektedir.<br />
Baz ılar ı (Darwin ve Lamarck'tan hareket eden bütün tekâmülcüler)<br />
hayvan ın da zekâya sahip olmas ı keyfiyetinden dolay ı ha yvanla<br />
insan aras ında irca edilmez fark fikrini kesin bir surette reddederler. Onlar<br />
insan ın birliği nazariyesine (homo faber fikrine) hususi bir tarzda<br />
bağlan ırlar ve hiç bir insan metafizikini mümkün görmezler. Scheler her<br />
iki nazariyeyi de reddediyor. Onca insan ın mahiyetini ve dünyadaki mevkiinin<br />
özelliğini te şkil eden şey zekâ, seçme gücü denen çok üstün<br />
bir seviyededir; ve bu yetiler ne kadar geni şletilirse geni şletilsin, bu seviyeye<br />
asla ula şamaz. Insan ı insan yapan bu yeni prensip ın kelimenin en<br />
geniş manas ıyle hayat, iç (psychisme) veya dik' (vitaW) denen şeyle<br />
alakas ı yoktur. Bu anlamda insan ı te şkil eden şey umumiyetle<br />
bütün hayata z ı t ola n, ve hayat ın tabii tekamülib ıe irca<br />
edilemiyen bir şeydir. Eğer bir şeye irca edilirse bu ancak âlemin en son<br />
temeli olabilir. Yani hayat dahi bu temelli r:ealitenin k ısmi bir<br />
görünüşünden ibarettir. Yunanl ılar böyle bir prensipin varl ığını kabul<br />
etmi şler ve buna ak ı l demişlerdi. Scheler burada bu x i ifade için<br />
anlam ı daha yayg ın olan bir kelimeyi kullan ıyor. Akl ı da, ihtiva etmek<br />
üzere fikirli dü şünce, sezgi, eidetique muhtevalarm sezilmesi, bir s ın ıf heyecani<br />
ve iradi filleri (mesela iyilik, sevgi, nedamet, tebcil, v.s.) içine<br />
alan bu yeni kavram ı manevi varl ık (Geist esprit) kelimesi ile ifade<br />
ediyor. Kendisinde manevIlik bulunan veya Mânâ fiilleri kendisinden sad<br />
ır olan merkeze şah ıs veya ki şi (personne) diyor ve onu ıç görüş aç ısından<br />
ele al ınan bütün fonksiyonel hayati merkezlerden ay ıriyor ve bunlara<br />
"ruhi merkezler" diyor.<br />
O kadar sairih ve o kadar yeni olan bu manevilik prensipi nedir? E ğer<br />
manevi varl ık (esprit) en yüksek anla şıl ışı ile bilginin hustısi bir nev'i ise,<br />
"manevi" bir varl ığın esasl ı karakte71 onûn varl ık bak ımından uzviyetten<br />
ayrılmas ı, hürriyeti, imkan ı, hayattan müstakil olmas ı, hatta bundan dolay<br />
ı da temayüllere bağlı olan zekas ından da müstakil olmas ı demektir.<br />
Böyle bir manevi varl ık art ık ne arzuya ne çevreye ba ğl ıd ır, "çevresinden<br />
kurtulmu ş" dur. Fenemenologlar ın kullandıkları bir tabirle t'dünyaya<br />
aç ık" d ır. Onun bir kainat ı vard ır.<br />
Çevresinin "mukavemet" ve tepki merkezleri, hayvan ın içersinde<br />
153
extatique olarak eridiği (yutulduğu) şartlar ı o o b j e 1 e r haline<br />
yükseltebilir. Bu objektif âleme ve kendi varl ığına (pr6s.gnce) hayati<br />
temayüller sisteminin ve onlar ın uzant ıs ından ibaret duyu organları<br />
ve fonksiyonlar ın ın yüklediği hiç bir s ın ırlama olmaks ız ın, bu obje-<br />
lerin "orada olu ş" lar ın ı (Dasein) kavrayabilir.<br />
Manevilik (Esprit) o halde objektifliktir; E şyan ın " şöyle oluş"<br />
(Sosein) u ile tayin edilmi ş olma ve ona cevap verme kabiliyetidir. Manevîliğiıı<br />
varl ığı kendisine nazaran d ışarda olan realite ile esasl ı<br />
münasebetleri 'dinamik bak ımdan hayvandakinin tamamen z ıdd ı olan bir<br />
varl ıkt ır. Hayvanda (derecesi her ne olursa olsun) her aksiyon (etki),<br />
her tepki (zekâ tepkiside dahil) onun sinir sisteminin fizyolojik bir is:1-<br />
dad ından ç ıkar ki ona da ruhi bak ımdan temayüllerin ilcalakriyle duyu id-<br />
raki bağl ıd ır. Bu temayülleri ilgilendirmeyen şey verilmiş değildir, ve<br />
verilmi ş olan şey yaln ız arzu veya nefrete göre mukavemet merkezi halinde<br />
verilmi ştir. Bir hayvan ın çevresine kar şı davran ışını meydana getiren<br />
(kanun birinci perdesi daima psiko- fizyolojik bir halden ba şlar. Çevre-<br />
nin bünyesi daima fizyolojik tabiata tamamen ve hayvan ın morfolojik<br />
tabiat ına dolayısiyle uygundur : Bünye ve tabiat kesin bir fonksiyonel birlik<br />
te şkil ederler. Hayvan ın çevresinden kavrayabilece ği ve fark edebilece ği<br />
her şey ona verdiği bünyenin emin s ınırları içersindedir. Bu dramm ikinci<br />
perdesi çevrede fiili bir de ğişiklik (Modification) yapmadan ibarettir.<br />
Burada üçüncü perde do ğar ki o da psiko - fizyolojik halin şekil değiştirmesidir.<br />
Hayvan davran ışı o halde şöyle bir şemaya göre cereyan eder:<br />
A A = Hayvan<br />
M<br />
M
H İnsan<br />
M<br />
---><br />
M = Adem (dünya)<br />
Bu davran ış, doğduğu andan başlayarak, mahiyetçe hudutsuz bir gelişmeye<br />
elveri şlidir. İnsan o halde hiç bir hudut tan ımayan "dünyaya<br />
aç ık" bir varl ık gibi davranabilen x'dir. Hayvan ın objeleri yoktur; o yaln ız<br />
gittiği her yere kabuğunu bir bünye (structure) gibi götüren kamiumba ğa<br />
tarz ında çevresi içine dalm ış olarak yaşar. O bir "çevre"yi bir "dünya"<br />
ykıpan özel bir, gerileme ye ve çevherle ştirmeye kabiliyetsizdir;<br />
nitekim o kendi heyecanlar ını ve temayüllerini s ın ırl ıyan "mukavemet"<br />
merkezlerini obje haline de koyamaz. Scheler'e göre hayvan öz bak ımından<br />
bu organik hallere kar şılık olan hayati realiteye ba ğlıd ır. "Objektif<br />
olarak" kavrayamaks ız ın ona angajedir (1). Obje olarak varl ığın vaziyeti<br />
"objektif ruh" un mant ıki manzaras ın ın formel kategorisidir. Duygu<br />
hamlesi duyumlardan tasavvurlardan, şuurdan mahrum olan bitki, organik<br />
halleri içerde hiç bir yank ı (akis) b ırakmıyacak derecede çevresine<br />
büsbütün dalm ış ise de, hayvan ayn ı dal ış (extase) derecesinde de ğildir,<br />
çünkü onda duyum ve hareket (motorium) ayr ıdır. Beden şemas ı ve<br />
duyu muhtevas ı sinir merkezlerin tekrar nakledilmi ştir, o sanki kendi<br />
kendine yeniden dönmü ştür. Onun bir beden şemas ı vardır. Fakat çevresinde<br />
dalmış olarak, kendi davran ıs ına devam eder (hatta zeka, fiillerinden<br />
dahi).<br />
Hayvanda beden şemas ı ve muhtevas ın ın bu tekrar intikaline ayk ır<br />
ı olarak insanda objektif ruh fiili (manevi fili) özü bak ım ından içe çevrilen<br />
(reflexif) fiilin bir ikinci derecesine, bir ikinci buuda, bağlıdır. Scheler bu<br />
fiili ve gayesini birle ştiriyor ve bu "merkezle şme" nin hedefine "kendi<br />
şuuru" veya manevi faaliyet merkezini/1 kendi kendisi hakk ındaki şuuru<br />
diyor. Hayvanda şüphesiz bitkiden farkl ı olarak şuur vard ır; fakat Leibniz'-<br />
in görmüş olduğu gibi kendisinin şuuru yoktur. O kendine sahip de ğildir,<br />
kendine hakim de ğildir, ve bunun için onun kendi kendisi hakk ında şuuru<br />
yoktur. Merkezle şme, kendi şuuru, asl ında temayüle mukavemet eden varlığı<br />
objeie ştirme yeti şi ve imkan ı parçalanmaz tek bir bünye meydana<br />
getirir ki bu da yaln ız insana aittir. Bu "kendi" şuurunun te şekkiilü, objektif<br />
ruhun mümkün k ıldığı varolu şun bu yeni merkezle şme ve içe çevrilme<br />
derecesi de insan ın ikinci karakteristikini doğurur. İnsan "kainat" ın<br />
buutlar ına göre "çevre" yi yaln ız büyültmekle kalmaz, ayni zamanda kendi<br />
fizyolojik ve ruhi kurulu şuna da objektif olarak bakabilir. Ve s ırf bu-<br />
(1) Yeni felsefede çok kullan ılan "engag&' kelimesi "ba ğlanmış" , "yük alt ına<br />
girmiş" , anlamlar ına gelirse de tam kar şıl ık olmadığı için aynen kullan ıyoruz,<br />
155
nun için o yaşamaktan isteyerek yaz geçebilir. Hayvan i şitir ve görür,<br />
fakat i şittiğini ve gördüğünü bilmez, onun normal haline kendimizi koymak<br />
istersek insanda çok nadir olarak kendinden geçme (extase , daima)<br />
hallerini dü şünmeliyiz. Bunu sun'i uykunun (hypnose) son safhas ında<br />
görüyoruz: Baz ı sarho ş edici zehirleri ald ıktan sonra veya her türlü ç ılg<br />
ınca sarho şluk (orgie) ibadetlerinde olduğu gibi ruhu felce u ğratan tekniklerde<br />
bu görülebilir. Bu temayüllerden ç ıkan ilcalar ı dahi hayvan kendi<br />
ilcalar ı gibi yaşamaz, çevreye ait e şyan ın dinamik çekme (traction)<br />
leri ve itme (repulsion) leri gibi ya şar. Baz ı vas ıflariyle henüz hayvana<br />
yak ın olan iptidal insan dahi "bu şeyden korkuyorum .' demez, fakat<br />
" şey tabudur" der. Hayvan ın, ilcalar ında ve onlar ın de şmesinde görünen<br />
ve psikofizik hallerinin şekil-değiştirmesi s ıras ında süreklilik temin<br />
edebilen "irade" si yoktur. Denebilir ki bir hayvan daima ba şlang ıçta<br />
"istediği" nden ba şka bir yere varm ışt ır. Tam tersine, "insan vaad eden<br />
bir hayvand ır" demek Nietzsche'nin do ğru ve derin bir görü şüdür.<br />
M. Scheler, realite'de içerilik (int&io~) ve kendilik (ipsi,t) bak ım<br />
ından ele al ınırsa bize görünen dört esasl ı derece oldu ğunu<br />
söylüyor. Uzvi olm ıyan şeyler bu iki varl ık tarz ından tamamiyle mahrumdur;<br />
ontolojik bir surette kendilerinin ait olduklar ı bir merkezleri de<br />
yoktur. Bu objektif âlemde moleküllere, atomlara, elektronlara kadar bir<br />
ölçü birimi olarak gösterdi ğimiz şey yaln ızca cisimleri fiilen veya dü şünce<br />
ile bölme gücümüze bağl ıdır. Her °isim ancak ba şka cisimler<br />
üzerinde etkisinin (tesirinin) belirli mekanizmas ına n i s b e t 1 e<br />
böyledir. Tam tersine, canl ı varl ık daima ontiqm bir merkezdir. Ve<br />
"kendi" mek'ani -zamani birli ği, kendi ferdliğini bizzat kurar; bunlar biyolojik<br />
şartlara bağlı olan bizim faaliyetimizden ç ıkmazlar. Canl ı varl ık<br />
kendisini s ın ırlayan bir X dir. Geni şleme hadisesini zamanda gerçekle ştiren<br />
ve mekâni olm ıyan kuvvet merkezleri (ki Scheler onlar ın cicim imaj<br />
ın ın temeli say ıyor) birbirleri üzerine kar şıl ıklı olarak tesir eden dinamik<br />
noktalar ın merkezleridir. Bitkinin duygulukluk hamlesi bir merkeze<br />
ve bir çevreye sahiptir ki orada büyümesi nisbeten aç ık olan canl ı, muhtelif<br />
halleri tekrar kendine dönmeksizin çevresine daim ı ş t ı r. Fakat<br />
bitkide umumiyetle bir "içdenlik" vard ır. Ve bundan dolay ı o canl ı varlıkt<br />
ır. Hayvanda duyum ve şuur vard ır ve onda uzviyetin hallerinin tekrar<br />
intikal etmesini temin eden bir merkez de bulunmaktad ır. Bu durumda<br />
o kendi kendisine ikinci defa verilmi ş demektir.<br />
Halbuki insan üçüncü defa kendi şuurundad ır, Bu da bütün ruhi<br />
hadiselerin objektifle şebilme gücü sayesindedir. Şahsi (ki şiyi), insanda<br />
uzviyetin ve çevrenin kar şı koymalarına hakim ,olan bir merkez gibi tasarlamal<br />
ıd ır. Scheler ilk varl ığın kendine çevrili şisin daima daha arta-<br />
156
ak nihayet âlemin kurulu şunda kdndi idrâkine ve insanda kendinin bütün<br />
olarak kavcanmas ına var ıncaya kadar yükselen bir mertebelenm<br />
e yaptığını söylüyor.<br />
Scheler'in insan bünyesi hakk ında verdiği bu aç ıklama insana ait bir<br />
çok özelliklerin anla şılmas ını temin etmektedir. Konkre ş e y ve e e vb<br />
e r kategorisine tamamen sahip olan yaln ız insand ır. Yüksek hayvanlar<br />
dahi ona tam sahip de ğildirler. Kendisine yar ım k ırık ceviz verilen<br />
bir maymun bunu görünce kaçar. Ceviz tamamen k ır ılmış olduğu zaman<br />
onu yer. Hayvan için şey esasl ı deği şikliğe uğramamıştır, başka bir<br />
hale değişmiştir. Hayvanda görme, tatma, koku alma psikofizik fonksiyonlar<br />
ını realitenin çekirde ğine, konkre bir şeye bağlıyacak bir<br />
güç yoktur. Bundan ba şka insan önceden tek bir mekâna sahiptir. Körün<br />
mekân idrakine ait tecrübede bu, hal görülür. Hayvanda ise<br />
cüzl şeylerin idrakinden önce tek mekâna sabit bir şekil (form) veren<br />
merkezi bir fonksiyon yoktur. Onda hele bütün duyu verilerinin ayni<br />
zamanda kavranmas ım, ayni cevherle şmi ş dünyaya nisbet edilmesini temin<br />
eden kendi kendine merkezle şme (auto-concentration) gücü yoktur.<br />
Hayvan yapt ığı mevzii hareketlerle ba ğıms ız olarak istikrarl ı bir fon<br />
(baickground) halinde devam eden hakiki bir âlem mekan ım bilmez. Onda,<br />
ayni suretle, insan zihninin temelini te şkil eden bo ş mekân ve zaman<br />
formlar ı yoktur. Bu formlar, ancak arzular ı doldurulmuş olmaktan ziyade<br />
tatmin edilmemi ş olan bir varl ıkta meydana gelirler. Bütün d ış duyumlardan<br />
önce gelen mekân ve zaman hakk ındaki insan sezgisinin kökü<br />
kendiliğinden (spontan) uzvi harekete ve belirli bir düzene göre tesir<br />
(action) imkanındad ır. Doldurulmam ış olan arzular ım ızın, beklemelerimizin<br />
hissesine "bo ş" diyoruz. Bundan dolay ı ilk boşluk kalbimizin bo şluğudur.<br />
Tema.yüllerimizin daima tatmin edilmemi ş olmalar ı, âlemin tabii<br />
sezgisinde mekân ve zaman ın insana bo ş formlar, her şeyden önce gelen<br />
formalar olarak görülmesine sebep olmaktad ır. Yaln ız insan ki şi olmas ı<br />
bak ımından kendi üstüne yükselebilir, mekani. - zaman âlemin üzerindeki<br />
bir merkezden bütünü (kendimiz de dahil) bilgisinin, objesi yapa.<br />
bilir. Fakat insan ın alemi, bedenini ve ruhunu (psycU^) objeleştirme<br />
fiilerini icra eden bu merkezin kendisi bu âlemin bir "parça" s ı olamaz;<br />
bunun için ona mekanda ve zamanda bir yer ay ırmak imkans ızdır.<br />
O ancak gerçe ğin en yüksek prensipine ba ğlanabilir. Böylece insan<br />
kendine ve âleme üstün varl ı k dır.Böyleoldu ğuiçin<br />
kendi varl ığına hükmolunmay ı gerektiren istihzaya ve şakaya da kabiliyetlidir,<br />
Kant, transandantal ince idrake ait derin nazariyesinde "her<br />
türlü mümkün tecrübenin ve bu suretle de bütün tecrübe objelerinin şart<br />
ı olan "cogitare'nin (düşüncenin) bu yeni birli ğini özünden izah etmi ş-<br />
157
ti. [Yalnız dış tecrübeyi de ğil kendi iç hayat ım ızı kavramaya imkan veren<br />
iç tecrübeyi de.] Bu suretle ilk defa Kant objektif ruhu (Geist) empirik<br />
ruh üstüne koymu ş ve esprit'nin sadece bir nevi cevher -ruhun fonksiyonlar<br />
ı zümresi olduğunu inkar etmi şti.<br />
8. KİŞİ VE FİKİR YARATMA OLARAK İNSAN<br />
Scheler böylece Geist'in üçüncü bir gerektirmesini meydana ç ıkar ıyor:<br />
O kendisi obje olmaya kabiliyetsiz olan biricik varl ıkt ır. O saf aktuelliktir,<br />
yaln ız aktlar ının (fiillerin) hür tamarnlan ışından ibarettir. Objektif<br />
ruhun merkezi olan ki şi ne obje olarak ne şey olarak mevcuttur, o<br />
yaln ızca kendi kendisine gerçekle şen aktlar organla şmas ıum bir şeklidir.<br />
Ruhi olan şey "kendi kendine" gerçekle şmez. Bu, zaman "da" ki bir yakalar<br />
serisidir ki, objektif ruhumuzun merkezi ile kaimdir. Fakat şahs ımızın<br />
(ki şimizin) varl ığı içimize çevrilmek suretiyle de ona yönelebiliriz. Onu<br />
objele ştirmek imkans ızd ır. Ba şkaları da ki şi olarak objele3emezler. Ba şkas<br />
ının mahremliğini ancak onun fiillerini onunla birlikte icra etmek suretile;<br />
onun iradesiyle, sevgisile "aynile şmek" üzere kavr ıyabiliriz. Nitekim,<br />
onunla birlikte bunlar ı icra etmek suretiyle de bu biricik Geist'in<br />
fiiilerine i ştirak edebiliriz. E ğer insan şuurundan müstakil olarak bu dünyada<br />
bir fikirler düzeninin gerçekle ştiğine inanıyorsak ve e ğer en baştaki<br />
varl ığa onu hassalar ından biri gibi atfediyorsak fikirle aktin özden ba ğlant<br />
ıs ını prensip itibariyle kabul etmeliyiz. Augustinus'dan beri Weler (1)<br />
nazariyesi gerçekten önceki bir fikri (idea arnte res) yani âlemin fiili realitesinden<br />
önce bir yarad ılış plan ın ın varl ığını kabul etmi şti. Fakat fikir-<br />
ler şeylerden önce ve ondan sonra de ğildirler, onlarla beraberdirler ve<br />
ezeli Geist'te ancak âlemin sürekli yarad ıl ışı (creatio continua) ile meydana<br />
getirilmiştir. Fikirleri dü şünürken bu ezeli Geist'in fiillerine i ştirak<br />
ettiğimiz zaman sadece önce mevcut bir şeyi bulduğumuz ve ke şfetti ğimiz<br />
söylenemez: Fakat hakikatte biz e şyan ın prensipine göre ezeli sevgiye ba ğlı<br />
fikirleri ve de ğerleri ç ıkaran yarat ış faaliyetine içten kat ıl ıyoruz.<br />
Geist' ın orijinalliğini daha iyi tasarlamak için s ırf manevi olan bir fiile,<br />
fikir yapma fiiline (irdatian) dikkat etmeliyiz. Bu her türlü teknik zekaya<br />
yabanc ı olan bir fiildir. Mesela zekâya ait bir mesele ele alal ım:<br />
Burada şimdi kolum ağırıyor, bu ac ı nas ıl doğdu? Bundan nas ıl kurtulabilirim?<br />
Bu sorulara cevap vermek müspet filmin i şidir. Fakat ayn ı<br />
ac ıyı ben en yüksek derecesinde umumiyetle bu âlemin elemden, ac ıdan, ızt<br />
ıraptan haleldar oldu ğu şeklinde bir misâlde kavrayabilirim.<br />
Soru o zaman ba şkala şır. Şimdi burada duyum keyfiyeti bir yana b ıra-<br />
158<br />
(1) " İptida da her şey Kehlın idi"
k ılarsa as ı l a c ı dediğim şey nedir? "nmumiyetie ac ı" gibi bir şeyin<br />
mümkün olmas ı için gerçek prensip nas ıl kurulmal ıdır? Bouddha'nu ı.<br />
şu çok tan ılan konu şma hikayesi böyle bir i4ation için umumi bir misal<br />
vermektedir: y ıllarca babas ının saray ında yapa yaln ız ya şad ıktan sonra<br />
prens b i r hasta b i r fakir, b i r ölü görüyor ve şimdi burada<br />
var olan bu üç mümkün veride hemen âlemin özüne ait basit misaller serisini<br />
buluyor. Descartes bir balmumu parças ı üzerinde dü şünürken cismin<br />
eidetique bünyesini hal ediyordu. Geist'in ortaya koydu ğu hep bu<br />
türlü sorulard ır. Bütün matematik ilimler böyle problemlere ait misallerle<br />
doludur. Üç şey'in "miktar" ına ait bir triage da insan üç say ısını<br />
e şyadan ay ırabilir, ve muhtar bir obje gibi alabilir. Hayvan buna benzer<br />
hiç bir şey yapamaz. >demin özüne ait bünyeleri gözlemlerden ba ğıms<br />
ız olarak kavramak- İşte Wation budur. Böylece ekle etti ğimiz bilgi bütün<br />
mümkün şeylerin sonsuz üniverselli ği için geçer de ğerdedir. Ve bizim<br />
zorunsuz (contingent) duyarl ığımıza, tecrübelerimize ba ğl ı değildir. Böylece<br />
elde edilen bedibi bilgiler duyu tecrübemizin s ın ırlar ı ö t e s i n de<br />
muteberdir. Onlara biz Kant' ın ifadesi ile a apriori diyoruz, Bu öz bilgilerinin<br />
çok farkl ı iki fonksiyonu vard ır: 1 — Bütün müspet ilimler verimli<br />
bir gözlemin, muhakemeli zekâ taraf ından kullan ılan tilınevar ım ve so<br />
nuçlaman ın ilk iStikametini bize gösterirler. Hegel bunlara "Mutlaka aç ılmış<br />
pencereler" diyordu. Şurada olu ş (Dasen) ile özü (Wesen) ayırma<br />
istidad ı insan zekas ın ın (geist) esasl ı karakterini te şkil eder. Insan ın özünü<br />
te şkil eden cihet Leibniz'in dedi ği gibi bilgi değildir. Fakat a priori<br />
özün (mahiyetin) kavranmas ı veya kavrama istidad ıdır. Bu, Kantin farzettiği<br />
gibi asla akl ın sabit bir organla şmas ını gerektirmez. Tam tersine,<br />
rasyonel bünye prensip bak ımından tarihi değişmeye bağlıdır. Yaln ız, bizzat<br />
ak ıl bu eidetique bedahetlerin "i şleyi şleri" (fonctionnalisation) ile, devaml<br />
ı olarak yeni dü şünme, sevme ve değerlendirme formlar ım yapmaya<br />
ve geli ştirmeye istidad ı ve kabiliyeti olmak üzere sabit (constante) dar.<br />
Insan ın özüne daha derinden nufuz etmek istersek id&ction fiiline<br />
götüren fiillerin bünyesini tasavvur etmeliyiz. Şuurlu veya şuursuz olarak<br />
insan e şyan ın realitesini, karakterini "tank etmek" (aç ıkta blrairmak)<br />
tan ibaret bir nevi teknik tatbik eder. Hayvan tamamen konkrenin içinde<br />
ve gerçekte ya şar o, burada ve şuradad ır. İnsana has olan şey bu realite<br />
tarz ına enerjik bir surette "hay ır! !" diyerek kar şı koymakd ır. Bouddha<br />
ve Platon bunu çok iyi görmü şlerdi. Platone göre ruh ancak dünyan ın<br />
duyu muhtevas ından gözünü çevirmek ve e şyan ın asil prensiplerini ke şf<br />
etmek için, içe çevrilmek suretiyle idee'leri görmeye muvaffak oluyordu.<br />
Husserl ayni fikirden hareket ederek bir "fenomenolojik irca" ile dün-<br />
159
yadaki zorunsttz (cantingent) eşyan ın varl ığını parantez içine al ır. Bu<br />
irca fiilinin nas ıl meydana geldiğini anlamak için realite duygust ınun<br />
mahiyetini bilmek gerekir. Realite intiba ı, işaret edilebilecek hususi<br />
bir duyumda verilmi ş değildir (mavi, sert, v.s. gibi) idrak, hat ıra, düşünce<br />
ve bütün mümkün tasavvur fiilleri bize bu intiba ı veremezler: Onlar ın<br />
verdiği e şyan ın şöyle-oluşundan ibarettir. Asla " şurda olu şu" degildir.<br />
"Şurda olan"' bize veren önce fark etti ğimiz âlem sferinin bize mukavemet<br />
etti ğ i duygusudur, ve şüphesiz bizim hamlemize, temayülümüze,<br />
hayati cehdimize göre bir mukavemet vard ır. iptidai realite duygusu<br />
"âlemin mukavemeti" duygusu olmak bak ım ından her türlü şuurdan,<br />
tasavvurdan, idra: -ten önce gelir. En fazla bask ı yapan duyu idraki<br />
dahi sadece uyar ım taraf ından şartland ırılmış değildir. En basit duyunun<br />
olması için, ayn ı zamanda t em a yül taraf ından idare edilen bir yönelme<br />
(orientation) olmal ıd ır. Bizi canland ıran hayat hamlesinin bir hareketi<br />
ruhi her türlü idrak imkan ın ın ayr ılmaz şart ı olduğu için, çevredeki<br />
cisimlerin hayallerini meydana getiren, hamlemize kar şı kuvvet merkez<br />
ve alanlar ını koyan mukavemetler idrakin henüz şuurlu kavrama derecesine<br />
ç ıkmadığı bir zamanda duyulmu şlard ır. Demek ki realite duygusu<br />
Wem tasavvurumuzu takip etmez, ondan önce gelir. Şu halde Scheler<br />
soruyor: bu enerjik "hay ır" deyi ş nedir? Alemi gerçek olmaktan ç ıkaran<br />
veya idele ştiren nedir? Bu, Husserl'in dedi ği gibi varolu şun hükmünü durdurmak<br />
değildir; burada daha ziyade realite karakterini kald ırmak, yok<br />
etmek bahis konusudur. Bu realite duygusunu, bütün ve bölünme ıniş duyguyu<br />
kald ırmak bu "dünya ürküntüsü" (1) Scheler'in dedi ği gibi "ancak saf<br />
formlar ın bulunduğu bölgelerde kaybolur". Eğer şurada var olu ş (Dasein)<br />
"mukavemet" ise, bu zâhitçe gerçekten uzakla şma fiili (âlem ona nazaran<br />
her şeyden önce mukavemet olarak görünen) hayat hamlesinin ilgas ından,<br />
lüzumsuz bırak ılmasından ibarettir. Fakat bu fiil, manevilik dedi ğimiz bu<br />
varl ık onu ifa etmektedir. Bu duygu hamlesinin merkezini, saf isteyi ş<br />
halinde, tesirsiz b ırakabilen yaln ız Geist'dir; ve biz onunla gerçe ğe ulaşma<br />
imkanın ı bulmaktay ız.<br />
Öyleyse insan kendi ilcalar ın ı durdurarak, hapsederek, onlara konkre<br />
hayal ve tasavvur g ıdas ını vermiyerek şedit titremeler içinde geçirdi ği bu<br />
hayata kar şı (prensip bak ımından) zahitçe bir tav ır alabilir. Şöyle ki realiteye<br />
daima "Evet" diyen hayvanla k ıyas edilince insan "Hay ır diyebilen<br />
varl ık"t ır. "Hayat ın z,âhidi"dir ve realiteden ibaret olan her şeye kar şı eze-<br />
1:1' itiraz edendir. Varl ığı burjuva ruhunun beden halini almas ından ibaret<br />
olan hayvana k ıyas edince insan ayn ı zamanda ezell Faust'd ır ki daima<br />
160<br />
(1) Bazen k ıvrant ı diye kar şıladığı= "angoisse" kelimesini burada "ürküntü"<br />
veya "dünyadan ürkrne" diye çeviriyoruz.
kendini kuşatan realiteyle tatmin edilmemi ştir. Daima "bur: ada şimdi ve<br />
şöyle" olan varl ığın ve "çevre" sinin hudutlar ın ı tecrübeye açm ışt ır. Bilhassa<br />
her an bulundu ğu gibi kendi şahsi realitesinden kaçma ğa susam ışt<br />
ır. Freud bu anlamda "Haz prensipinin ötesinde" adl ı kitab ında insan<br />
ı "temayüllerini hapseden varl ık" diye tasvir etmektedir. Ve yaln ız<br />
böyle olduğu içindir ki insan, kendi idrak dünyas ın ın üzerine ideal mahiyette<br />
bir makül alemi katabilir. Öte yandan da kendisindeki Geist'e, manevi<br />
varl ığa haps edilmi ş temayüllerde uyuyan "e n e j i" yi derece derece<br />
katabilir. Has ıl ı, insan kendi içgüdü enerjisini manevi faaliyete yükseltebilir.
VIII<br />
MANEVI DEĞ ERLER<br />
SANAT<br />
1. DEĞERLER MERTEBELENMESİ VE SANAT<br />
İnsani, öteki mevcutlardan ay ıran manevi varl ığı (Geist) oldu ğunu<br />
görünce, bu manevi varl ığın nelerde objektifle ştiğini sarmak yerinde olur.<br />
İnsan manevi varl ık olarak, bir de ğerler dünyas ı içinde yaşamakta ve bu<br />
dünyay ı en iptielailerinden başlayarak en ulvilerine kadar mertebelendir-<br />
mektedir. Öyleyse insan bir değerler mertebelenmesi (hiArarchie) kurmaktadır.<br />
Her de ğer mertebelenmesi bir insan tipine, insan felsefesine<br />
kar şıl ıkt ır. Natüralist bir insan görü şünde değerler mertebelenmesinin<br />
zirvesinde hayati ve teknik de ğerler bulunur. Burada anlad ığımız manada<br />
manevi bir insan görü şünde değerler mertebelenmesinin en a şağısında hayati<br />
değerler gelmek üzere derece derece manevide ğerlere yükselmek gerekir.<br />
Max Scheler manevi de ğerler skalas ında ahlaki değere hususi bir<br />
yer ay ırm ıyordu. Ona göre "ahlaki değer" bütün değerler aras ında üstün<br />
olan ı a şağı olana "tercih etme" fiilinde kendini gösterir. Her de ğerlendirmede<br />
bir karşılaştırma, bir tercih, bir seçme bahis konusudur. Halbuki<br />
her tercih, her seçme ahlaki bir fill de ğildir. İki sanat eserinden daha mükemmelini<br />
ötekine tercih ederiz. Burada hiçbir ahlaki fiil yoktur. Nitekim<br />
bir sanat veya hukuk değerini hayati bir de ğere (s ırf üstün olduğu<br />
için) tercih ederiz. Burada da ahlaki fiilden bahsedilemez: bir sanat eserini<br />
yiyecekten üstün görmek, yahut kanunun de ğerini sanattan üstün<br />
saymak (ayr ı ayrı aç ılardan) beğenilecek hareketler olmakla beraber do ğrudan<br />
doğruya ahlaki fiil say ılamazlar.<br />
Manevi değerler mertebelenmesine girebilecek say ısız çe şit aras ından<br />
biz başl ıca üçü üzerinde duraca ğız: bunlar da sanat, ahlak ve din'dir. Bu<br />
163
.eçmeyi neye göre yapt ığım ızı şu şekilde aç ıkl ıyal ım: insan manevi varl<br />
ık olarak e şyay ı objele ştirmekte, çevresini bir "dünya" haline getirmektedir.<br />
Bu objele ştirme her şeyden önce bir imal etme, verilerden objeler<br />
yaratma şeklinde meydana ç ıkar: insan eliyle veya âletlerle dokudu ğu<br />
çadır bezinden, yapt ığı pirogue'tan, (1) kurdu ğu âbidelere ve büyük<br />
trans-atlantiklere kadar hepsini h o m o f a 1),e r olarak yapmaktad ır. Fakat<br />
insan ın bu "Imal edici" fonksiyonu asla tek ba şına almamaz. Çünkü<br />
bu fonksiyon bir yandan şemalar ve kavramlarla bilme fonks ıyonuna (h o -<br />
m o s a p i e n s) bir yandan da insan ın evlenme ve zevk alma fonksiyonuna<br />
(homo ludens) bağl ıdır. Her imal fiili teknik bir fiil oldu ğu kadar<br />
da bilgi ve sanat fiilidir. Bununla beraber, insan ın objele ştirici faaliyetinde<br />
kendisiyle "Dünyas ı" aras ında en derin bağlant ı şekli, bu üç<br />
fonksiyon aras ından sanatt ır. Çünkü sanat, hem bir şey yapmak hem de<br />
bo şa giden bir şey yapmak demektir. Orada verilerden ıneydana getirilmiş<br />
her yarad ış fiili verilere olduğu kadar bunlar ı kullanan, yo ğuran terkib<br />
eden süjeye de aittir. Adeta her sanat fiilinde süje ve veriler beraber<br />
çal ışmaktad ırlar. Sanat eseri yaln ız belirli bir hayati fonksiyonu görsün<br />
diye değil, o fonksiyon üstünde daim a süje ile obje aras ındaki<br />
bağlant ıyı devam ettirsin diye meydana getirilir. Bir desti, su içmek içindir.<br />
Suyu s ızd ırmamak şartiyle kirli topraktan da olabilir. Fakat destinin<br />
üzerini s ırlamak, boyamak, destiye en al ı en k 1 i v e t e nas<br />
ü p 1 ü şekli vermeye çal ışmak sanatç ın ın işidir. Sanatç ı bunlar ı niçin<br />
yapar? Çünkü desti ile suyu içen aras ındaki münasebet i ğreti bir münasebet<br />
değildir. İnsan yaşad ıkça su içecektir, ve belki de ayni destilerden<br />
içecektir. Aletlerle o aletleri kullananlar, i şlerle o işleri yapanlar aras ında<br />
ruhi bir ahenk olmal ıd ır ki bu aletler ve bu i şlerden en devaml ı eserler<br />
beklensin. Yap ılm ış (2) e şya ve i şlerle insan aras ındaki bu devaml ı<br />
rnünasebet süje ile obje aras ındaki bu kayna şma sanat ı meydana getirir:<br />
obje, süjenin ritmini ve ifadesini al ır. Süje de objenin şartlar ına ve zaruretlerine<br />
ba ğlanır. Fakat obje ile süje aras ındaki bu münasebet Volkelt'in<br />
gösterdi ği gibi mant ıki değil, mant ık d ışı (alogique) bir münasebettir.<br />
Yaln ızca pratik faydaya cevap veren, "gündelik" bir iste ğin<br />
mahsulü olan şey orada devaml ı, sanki e b e di bir şey haline gelir.<br />
Sanat de ğeri bundan dolay ı teknik ve hayati değerlerin üstünde<br />
yer al ır ve zaman-üstü bir maliyet olarak görünür. Fakat bu de ğerin de<br />
kendi başına ele al ınmas ı mümkün değildir. Çünkü sanat ın ortaya koyduğu<br />
"zaman-üstü" olu ş yaln ızca duyu verilerine ve insana aittir. En<br />
güzel bir sanat eserinin dahi k ırılıp bozulm ıyacağı söylenemez. En çok<br />
164<br />
(1) Bir k ıs ım vahşilerin ağaç gövdesinden sandallar ı .<br />
(2) Fabriqu ıS
mukavemet edenler ehramlard ır. Fakat çölün kas ırgalar ı bir gün onu<br />
yok edebilir. Phidias heykelinin bize "zaman-üstü" görünmesinin sebebi,<br />
şeklinin ahenginden ve mükemmelli ğindendir. Bu bize tamamen süje tatarafından<br />
verilen bir yetkinlik ve sonsuzluk şuurudar. Biz sanki<br />
Phidias heykelini zaman-üstü daima öyle kalacakm ış gibi dü şiinürüz. Fakat<br />
bunu bize empoze eden ne bu heykelin yap ıldığı maddedir (çünkü<br />
mermerin, su ta şın ın veya granitin türlü nisbetlerde zamana kar şı mukavemetleri<br />
k ır ılacakt ır) ne de bizden gelir. Çünkü biz de değişmekteyiz,<br />
ve heykelde gördü ğümüz yetkinlik ancak ruhumuzdaki ahe ıık duygusunun<br />
elde ettiği ideal bir yetkinliktir. Öyleyse heykelin gerek objektif gerek sübjektif<br />
bak ımdan deği şen verilerden, şuur muhtevalar ından ibaret oldu ğunu<br />
söylemek laz ımd ır. Ayni düşünceyi imal edilen bütün şeylere tatbik<br />
edebiliriz. Bilmede ve yapmada şuur verilen s ınırını a şam ıyan bir<br />
şeye hakiki anlam ı ile devaml ı denemez. Hayat ımızla, hiç değilse nesillerin<br />
hayat ı ile çevrelidir. Onun bütün zamanlar için güvenilir oldu ğu söylenemez.<br />
Hatta bizden "ba şka" şuurlar için bile güvenilir oldu ğundan bahsedilemez.<br />
Böyle bir hükmü verebilmek için her şeyden önce şuur içinde<br />
kapal ı , kalm ıyan, şuur verilerini a ş an bir temele dayanmal ıy<br />
ız. İnsan, bütün "mama]," e şyas ı, aletleri, i ş sistemi ile "Dünya-s ını vücuda<br />
getirirken, bu dünyadaki şeylerin devaml ılığın ı temin edecek bir dayanağa,<br />
aşk ın bir değere muhtaçt ır. Bu a şk ın değer olmaks ızın "dünya"<br />
s ında değer dediği şeylerden, onlar ın her zaman için faydal ılık, doğruluk,<br />
güzelliklerini saltlayacaUlar ından emin olamaz. O surette ki objelerden<br />
ibaret olan "dünya"s ı adeta bu a şk ın varl ık taraf ı ndan her cihetten<br />
ku şat ılmaktad ır. Şuur verilerinden ibaret olan "dünya"s ı olduğu için<br />
a şkın varl ık yoktur; tam tersine, a şk ın varl ık olduğu için "dünya"s ı vardır,<br />
ve o sayede devam eder.<br />
Bu aşk ınl ık da iki şekilde görünmektedir: 1) o bir yandan "başka"<br />
insanlar ın şuuruna do ğrudan doğruya nufuz edemediğimiz için şuurlar<br />
aras ı münasebetleri ku şatan bir aşk ınl ıkt ır. Vak ıa ne duyu verilerimizle,<br />
ne iç duygular ımızla doğrudan doğruya başkas ının varl ığına girerneyiz.<br />
Bu bak ımdan insanlar birbirine kapal ı âlemler olarak kal ır (1). Bununla<br />
beraber böyle bir şeyin kabuluna da imkân yoktur. Çünkü her an insanlar<br />
- aras ı münasebetler içinde ya şıyoruz. Hatta hareketierimizclen, i şlerimizden,<br />
mahsüllerimizden ço ğunu kendimiz için değil, ba şkalar ı için<br />
yapıyoruz. Hareketimizin, i şimizin ve mahsulümüzün ba şarılı bir şekilde islemesi<br />
ve meydana gelmesi yaln ızca bu insanlar aras ı münasebetin<br />
sağlamhğından ileri geliyor. Eğer şuur verilerinin bize gösterdi ği<br />
gibi insanlar birbirine kapal ı âlemler olsayd ı hareketler, i şler ve mahsül-<br />
(1) Solipcisme,<br />
165
ler aras ında hiç bir ahenk ve devaml ılık olmamas ı lâzırngelirdi. Bizzat<br />
vak'an ın kendisi şuur ötesinin olmay ışını yalanl ıyor. Fakat hem şuur ve<br />
rilerine göre insanlar birbirine kapal ıdırlar, hem de' insanlar aras ı münasebetlerde<br />
devaml ılık' temin eden bir ahenk ve düzen vard ır. Bu celi şgenliği<br />
(antinomie) nas ıl açıklamal ı ? İnsan ın bütün hareketleri ve dü şüncelerinin<br />
merkezi olan bir ki ş i olarak görüldü ğünü evvelce söylemi ştik.<br />
Şu hâlde insanla insan, ki şi ile ki şi aras ındaki münasebetlerin devamlılığın<br />
ı temin eden bir aşkınl ık sahas ı olmas ıdır. İşte bu saha ahlak sahas<br />
ıdır. 2) Fakat bir yandan da o, insan ın mandut hayat ını aşan bir "zaman -<br />
üstü" a şk ınl ık olarak görünmektedir. İnsan bütün ke şiflerini. icadlarm ı<br />
şu s ın ırl ı hayat çevresi içinde yapar. Fakat bunlar ondan öncesi ve ondan<br />
sonras ı için de geçer olmal ıdır. Böyle bir geçerlik bizzat ilmin tümevarım<br />
ve sonuçlamada arad ığa geçerlik değil midir? İnsan zaman-üstü<br />
geçerli ği nereden ç ıkar ıyor? Eğer "kâfi sebeb" prensipinden denecekse,<br />
zihnimizin formel bir prensipi olmamak şartiyle, varl ığa ait bu kâfi sebeb<br />
prensipini nereden ç ıkarıyoruz? Varl ığın ahenkli olduğu ve devam etti ği<br />
hakk ında kanaatinden. İnsan şuurunu a şan ve ona dayanak olan, onu za-<br />
manda kuşatan bu aşk ın varl ık madde olamaz. Çünkü insan şuur unun değil,<br />
hatta en iptidai bitkinin vas ıflarından bile mahrumdur. Bitki veya<br />
hayvanda görülen hayat da olamaz; çünkü hayat onlarda en iptidai<br />
spontan&lik derecesindedir. Bu ancak insanda gördü ğümüz manevilik<br />
(Geist) nevinden bir a şk ınl ık, bir "zaman-üstülük" olabilir (1). İnsan, iş<br />
ve bilgi sistemleri şeklinde görünen faaliyetlerini a şkın değerlerle ku şatmadıkça,<br />
bizzat bu de ğerler temelsiz kal ır. Bir ki şinin "yaln ız kendisi" ve<br />
şimdiki hali için bir bilgi veya sanat eseri vücuda getirmesi mümkün de ğildir.<br />
Bunun için de her içkin (immanant) değer bir a şk ın (transeemckent)<br />
değer taraf ından ku şat ılır ve onsuz mevcut olamaz.<br />
2. YUNAN SANAT FELSEFESİ<br />
Sonludan sonsuza, içkinden a şk ına doğru gitmek üzere manevi de ğerleri<br />
gözden geçirecek olursak, önce sanat de ğerinden ba şla.nally ız. Sanat<br />
ın bir felsefe konusu olmas ı eski Yunan'da başlar. İlk filozoflar bu problemi<br />
ayr ıca ele alm ış değillerdi. Yaln ız Hesiode "Günler v3 i şler", "Teogonya"<br />
(2) adl ı kitaplarmda eski krallar ın vazifelerinden bahsederken<br />
sanata da dokunuyor. İlk defa san'at ı ayr ı tetkik konusu haline getiren<br />
Platon'dur. Symposion (Ziyafet) adl ı diyalogunda zaman ın ın türlü aşk,<br />
sevgi, sanat görü şlerini konu şturmak üzere kendi idealist '/e terkibci gö-<br />
166<br />
(1) Bu manevi zaman-üstü sahaya ilerde Din problemi içinde tekrar dönece ğiz.<br />
(2) Tanr ılar ın teşekkülü
üşüne yükseliyor. Sokrates'in ifadesine göre sevgi ölümlü varl ık ile<br />
ölümsüzlük ve ölümsüz varl ık aras ında köprüdür. Birinciyi ikinciye ba ğlar.<br />
Sevgide ölmezlik i ştiyak ı uyan ır ve bize güzellik duygusunu verir.<br />
Iki türlü sevgi vard ır: birini cismani E r o s temsil eder. 0 dünyaya ve bedene<br />
aittir. Ötekini göksel (ourania) olan Er o s (1) temsil<br />
eder. (.üstün âleme, /d&'lere aittir As ıl yükselten, yarat ıc ı olan, sanat<br />
ın kaynağı vazifesini gören sevgi ikincisidir. Burada sanat, insanın<br />
/cWlere çe3,1-rilen bak ışı olarak görülmektedir. Sanatkar zaman<br />
- üstü ve de ğişmez örnekler (Arch&ype) olan /d&leri kopya<br />
etmekten ba şka bir şey yapmaz. E şya değişen gölgelerden ibaret<br />
olduğu için, sanatkar ı ancak başlangıç olarak ilgilend;rir. Fakat bir<br />
defa oradan hareket ettikten sonra id...elere do ğru yükselecek ve<br />
yaln ız onlar ı taklit edecektir. Sanatkar ın gözünde örnek yaln ız güzellik<br />
Icle'sid!,-2: -Sözlerime mümkün oldu ğu kadar zihnini vermeye çalış.<br />
Bir kimse söylenen şeyleri hedef tutan bir öğretim sayesinde bu<br />
noktaya kadar ula şınca, güzel şeyleri tema şa etme zevkini tad ınca, bu<br />
insan sevgi kurumunun (te şekkülünün) zirvesine ula şacak, ve orada birden<br />
bire olağan üstü bir güzellik görecektir. Bu öyle bir güzelliktir ki<br />
önce doğuş ve mahvoluş, art ış ve eksili ş nedir bilmiyen bir ezeli varl ığı mevcuttur.<br />
Sonra da falan noktadan güzel, bir ba şka noktadan çirkin, bazan<br />
güzel bazen çirkin, falana nisbetle güzel, filana nisbetle çirkin, burada güzel<br />
başka yerde çirkin, falan insanlar ın gözünde güzel ba şka insanlar ın<br />
gözünde çirkin de ğildir. Dahas ı var: b u güzellik mesela çehre ile veya<br />
ellerle veya bir bedene ait olan her hangi bir şeyle, bir nutuk veya bilgi<br />
nevinden, hele hiç bir zaman ayr ı bir süjede mesela. gerek yer yüzünde,<br />
gerekse gökteki bir canl ıda mevcutmu ş gibi tasavvur edilemez. O daha<br />
ziyade s ırf kendi ba şına ve kendisile (en soi) form'un tekli ği (uniciM) ile<br />
ezeli surette kendi kendisine ba ğl ı olarak tasavvur edilebilir. Halbuki bütün<br />
başka güzel şeyler ancak ona i ştirak ettikleri nisbette güzeldirler."<br />
Symposion diyalogunda Sokrates'le konu şan Mantineal ı yabanc ı ideal<br />
güzelliği böyle tarif ediyor.<br />
Platon, Hippias I da en geni ş terakkisi ile güzeli tarif ediyor. Bununla<br />
beraber devlet' 'de (Politea) acaba şairi ideal sitesinden tard<br />
etmek suretiyle kendi idealist san'at görü şüne ayk ırı bir düşünceye mi<br />
saptanm ışt ır? Platon sisteminin bütünlü ğüne göre şair, duyularla ak ıl<br />
aras ında hayal güçü derecesinde kalmaktad ır. Onun düzensiz görü şü bu<br />
yeni cemiyet düzeni için tehlikeli olabilir. Fakat şaire sitesinde yer vermeyen<br />
Platon, bizzat eski bir d ıram müellifi ve diyaloglar ı ile büyük bir<br />
(1) Diyalogda Sokrates'den önce bu ay ırışı edebi aç ıdan Pausanias yap.<br />
maktad ır.<br />
167
sanatkard ır. Onun sanata ablâkla ve di ğer manevi değerlerle birlikte<br />
b ir b ü t ün içinde yer verdi ği, bu manada anar şik sanata hücüm ettiği<br />
kolayl ıkla anla şıl ır. Kuir'anda da ş a i r ve sahi r' lere hücüm<br />
eden ayetlerde peygamberin şair ve sihirbaz olmad ığını söyl?rken ayni ruh<br />
sezil miyormu?<br />
Platon'a göre sanat ın hareket noktas ı o, r z u, heddi ~ler aleminin<br />
değişmez prototypeldir. Halbuki Aristo'ya göre sanat do ğrudan doğruya<br />
gerçeğe, ferda ait bir fonksiyondur. Aristo, üstad ın ın Idealist görüşünü<br />
yer yüzüne indirmi ş, sanatta dinlendirici, tedavi edici bir fonksiyon<br />
aram ıştır. Aristo'ya göre (1) sanat ın bütün nevileri, Epope, trajik şiir,<br />
komedi, dithyrambique şiir, v.s. hep taklitlerden ibarettir. Onlar birbirlerinden<br />
üç noktada ayr ılırlar: 1) taklit ettikleri unsurlar farkl ıdır. 2) taklit<br />
mevzular ı (obje) farkl ıdır. 3) nihayet taklit edi ş tarzlar ı farkl ıd ır.<br />
Bazılar ı eşyay ı renkler ve jestlerle taklit ederler (ki bunlardan plastik sanatlar<br />
ın bir k ısmı doğar). Baz ılar ı sanat vas ıtasiyle taklit ederler. Baz<br />
ılar ı da al ışkanl ıkla veya yaln ız tabiat yard ım ı ile taklit ederler. Yukar ıki<br />
sanatlar aras ında da hepsi taklidi ritm vas ıtasiyle, dil veya harmoni<br />
vas ıtasiyle veya bunlar ı birbirine katmak üzere yapar. PI ar moni ve ritm<br />
aut&ique ve cith,aristique sanatlar ında kullan ıl ır. (2). Veya bir k ısmında<br />
syrinx de (3) dans edenlerin sanat ında (harmoni bir yana b ırak ıl ırsa)<br />
ritm biricik taklit unsurudur. Onlar, hareketleri, ihtiraslar', dini ayin ve<br />
âdetleri figürlü bir tak ım ritmler ,vas ıtasiyle taklit ederler. Epope yal-<br />
nızca saf ve basit veya vezinli lisan ı kullan ı.t. Türlü şiir tarzlar ının vezinleri<br />
aras ındaki farklar bu esasdan do ğar. Yukar ıda bahsedilen bütün unsurlar<br />
ı kullanan şiir (po6ie) nevileri de vard ır. Bunlar dithyrambique(4)<br />
şiirler, trajedi ve komedidir. Bundan sonra Aristo Poetica' da taklit<br />
edilen objelere göre muhtelif sanat neviletrini, taklit edi ş tarzına göre<br />
sanat nevilerini inceliyor ve sanat ın menşei ve mahiyeti meselesine giriyor.<br />
Ancak sanat ı doğuran iki tabii sebeb vard ır: 1) taklit etme meyili<br />
çocukluktan beri insanda mevcuttur. Insan ı hayvanlardan ay ıran, taklide<br />
çok kabiliyetli olu şudur. .Kazand ığı bilgileri taklide borçludur. Sanat<br />
qserlerinde bunun rolünün en bariz delili, gördü ğümüz eşyay ı taklit etti ğimiz,<br />
kopyadan ç ıkardığımız zaman onlar ı temaşadan duyduğumuz zevktir.<br />
2) taklit, ritm ve harmoni insan ın mahiyetinde mevcut oldu ğu gibi çal ış -<br />
ma ile ilerler ve mükemmel şekiller al ır. Her sanat nevi asl ında "tulûât"<br />
1.68<br />
(1) Aristoleles, Poetika<br />
(2) Kitara çalarken söylenen şiir.<br />
(3) Pan flütü de denen e şit olm ıyan boyda borulardan mürekkep müzik aleti;<br />
mitolojik bir varl ık.<br />
(4) Dionysos şerefine söylenen lirik şiir.
(improvisation) olarak ba şlam ış sonra eksersizle, düzeltr ıelerle mükemmel<br />
şekillere doğru yükselmi ştir. Aristo'ya göre sanat bir çok temayülleri<br />
içine almak üzere Epope ile ba şlariu ş, oradan a şağı temayüllere ait olanlar,<br />
hiciv ve alay sanat ı, komedi ile yüksek temayüllere ait olanlar, trajedi<br />
sanatı sonradan ayr ılmışt ır. Komedi gerçekte en kötü olan ın, çirkin olan ın<br />
taklididir. ki, bir k ısm ını da "gülünç" te şkil eder. Trajedi a ğır ve tam<br />
bir action'un taklididir ve ihtiraslar ın şuurda doğurduğu ruhi buhran ı<br />
temizlemek (purgation) gayesi güder. Aristo ayni fikre '1Viokarnachos'a<br />
Ahlâk" ile "Politik"inde de temas etmektedir. Dram ve trajedinin bu ruhu<br />
bo şalt ıc ı, temizleyeci rolü zaman ım ızda Freud'un Psychanalyse'inde<br />
tekrar ele al ınmış olduğu gibi, Freud taraf ından Aristo'nun burada kullandığı<br />
c a t h a r sis kelimesi de aynen kullan ılmaktad ır. Daha yak ında<br />
Freud metodunu sahneye koymak suretiyle Psychodrama'y ı icad eden<br />
Moreno, tamamen Aristo gL ıüşüne uygun olarak "sahne" yi bir tedavi Vas<br />
ıtas ı haline getirmi ştir. Aristo "Politik"de şöyle diyor: "her ihtiras ruhumuzda<br />
tohum halinde mevcuttur, ve mizaçlara göre orada az çok geli şir.<br />
Içimizde bask ıya girmiş olan bu ihtiras bizi bir iç maya gibi harekete getirin<br />
Musikinin ve sahne eserinin uyand ırdığı heyecan ona bir yol (mecra)<br />
açar ve böylece ruh temizlenir, tehlikesiz bir hazla şifa bulur". (s: 188).<br />
Aristo'ya göre trajedide taklit hareket suretiyle olur. Taklidin konusu<br />
hareket (action) ve bu hareketin aktörleri de insanlar oldu ğu için,<br />
trajedi (ve dram) sanat ı perdelere, sahnelere ve rollere ayr ılır. Bir action'un<br />
taklidi bir hikaye (fable) dir ki orada karakterleri tasvir eden bir<br />
yaka haz ırlanmıştır. Aristo'ya göre her trajedi alt ı unsurdan mürekkepdir:<br />
hikaye (yaka), adetler, lisan, dü şünce,sahne tertibat ı, m&op& (1).<br />
Trajedide en mühim nokta vakalar ın kurulu şudur. Çünkü o insanlar ın<br />
değil, hayatın, action'un, saadet ve felaketin taklididir. Vak ıa saadet, felaket<br />
bir action'la kaimdir ve sonu da bir kalite de ğil, bir action'dur. Aristo'nun<br />
Tıtlep.8e dediği şey haz doğurma bak ımından sahnenin en mühim<br />
k ısm ını teşkil eder. Aristo'nun çok k ısa fakat çok güzel olan bu sanat<br />
tahlillerinden bir ço ğu bu gün de değerlerini muhafaza etmektedir.<br />
Platon sanatta ideal ve de ğişmez olanı, e şyan ın üstündeki (aircUtype')<br />
leri taklit etmemizi istiyordu. Aristo sanat ın küçük bir taklit, bu dünyada<br />
mevcut e şyan ın, vakalarm, hareketlerin taklidi oldu ğunu söylüyor. Biri<br />
gözünü ü n i v e r s e 1' e öteki ferde, biri de ğişmez varl ığa öteki olgular<br />
alemine çevirmi ş olmakla beraber ikisinde de mü şterek vasıf sanat<br />
ın taklid olarak anla şılmasıdır.<br />
(1) Trajedi'de teganni edilen parçalar, yahut bu parçalara ait kaideler.<br />
169
Plotinus, "Enrıkades"larda güzelliğin ve sanat ın daha l' ıüünci; (intgral)<br />
bir görü şüne ulaşıyor. Orada tek varl ıktan ç ıkan ve yine ona dönen<br />
bir Mem görü şünde adeta Platon ve Axisto'nun sanat felsefeleri geni ş
Plotinus'a göre bedendeki güzelli ğin modeli olan bir tabiat sebebi<br />
(raison) vard ır, fakat ruhta da daha güzel bir şebep vard ır ki tabiatta<br />
olan oradan gelmektedir. En seçkin olarak hakimin ruhunda görünür ve<br />
güzellik halini al ır. Ruhu süsler, ona ışık verir ve bu ışık ona ilk varl ığın<br />
güzelliğinin üstün nurundan gelmi ştir. Ruhta olduğu için kendinden<br />
önce olanm hikmetinin ne oldu ğunu ona öğretin Bu bir hikmet de ğildir,<br />
bu ilk hikmetin, ruhtaki güzelli ğin yarad ıc ısıdır. O ak ıl, ezell ak ıldır, yoksa<br />
bazan dü şünen ak ıl değildir. Bütün Tanr ılar muhte şem ve güzeldirler.<br />
Onlar ın güzellikleri uçsuz bucaks ızd ır: fakat böyle olmalar ın ın sebebi<br />
nedir? Ak ıl, ve bizim akl ım ızın üstünde ondan daha faal olan ilk ak ıldır.<br />
Onlar, bedenlerinin güzelli ği ile değil akıl ile Tanr ıdırlar.<br />
Plotinus'a göre do ğan ve yok olan her şey, sanat ve tabiat ın eseri olan<br />
her şey bir hikmetin mahsulüdür; ve mahsulü daima bar hikmet idare<br />
eder. Eğer sanatlar mahsullerinde hikmete uygun iseler, bu sanatlar üzerinde<br />
durmal ıd ır. Zanaatkâr ço ğu kere tabii hikmete kadar yükselir: bu<br />
davalardan (teorem) kurulmu ş parçal ı bir hikmet değil, 'oirlik ve bütünlük<br />
teşkil eden bir hikmettir. Bu birlikten hareket ederek çoklu ğa bölünebilir.<br />
İlk olarak bu hikmet konulacak olursa bu yeter. 0 "Ba şka şeyde"'<br />
değildir. Onun tabiatta bir hikmet (raison) olduğu ve tabiat ın ona<br />
prensip olduğu söylenirse bu nereden geliyor diye sorar ız. Başka şeyden<br />
ise bu şey nedir? Kendisinden ise orada dural ım. Fakat akla yükselecek<br />
olunursa, akl ın bir hikmeti doğurup doğurmadığı sorulmal ıd ır. Evet! denecekse<br />
neredn do ğurmuştur? Kendisinden ise kendisi hikmet olmamak<br />
şartiyle bu imkâns ızd ır. O halde hakiki hikmet varl ıkt ır, hakiki varl ık<br />
hikmettir.<br />
Platinus'un sanat felsefesi birlikte çokluk diye ifade edilen kendi<br />
panteist görü şünden doğmaktadır. Bu görü ş bir yandan Platon'a bir yandan<br />
Aristo'ya dayanmaktad ır. Fakat ikisinin idealist ve realist, üni-<br />
versalist ve ferdiyetçi felsefelerini birle ştirerek her şeyi ak ıl-üstü birlikten<br />
ç ıkaran tasavvufun sanat felsefesini haz ırlamışt ır., Muhyiddin İbn<br />
Aralar ı-lin panenteismi ile ondan mülhem olan Mevlânâ Celâl - üd - Din RuınVnin<br />
tasavvufi şiiri bu nazariyenin İslam dünyas ında geli şen şekilleridir.<br />
3. MODERN ÇAĞDA AKILCI SANAT GÖRÜŞLERI<br />
Orta-çağda bundan ba şka yeni bir sanat görü şü yoktur. Ancak Renaissance'ta<br />
Erasmus'un Oğünmesi"nde müdafaa etti ği sanatta<br />
natüralism görü şü, Leornardo'nun yine natüralismden mülhem ahenk ve<br />
171
ütünlük fikri 17 inci yüzy ıla kadar devam etti. 17 inci yüzy ıl ın "Aydınl<br />
ık" felsefesi Descartes'tan beri sanat felsefesini hemen hemen b ırakt ı .<br />
Cartesien'lerden hiç birinde sanat problemine ait ayr ı bir bahis yoktur.<br />
İlim ve ak ıl felsefesi sanat ı ikinci planda b ırakm ış görünüyordu. Ancak<br />
Descartes'tan mülhem olan, fakat ruhun geli şmesiyle tarihin safhalar ı<br />
aras ındaki paralelliği ilk defa meydana ç ıkaran Vico sanat problemine esas-<br />
11 surette dokundu. Bunun sebebi de bu matematikçi-fizikçi felsefe devrinde<br />
Vico'nun müstesna olarak filoloji-edebiyat yolunda yeti şmiş bir<br />
filozof olmas ı idi. Vico'ya göre insan ruhu heyecanlardan hayale, oradan<br />
akla do ğru geliştiği gibi, insanl ık ve medeniyetler de haf ıza hayal ve<br />
akıl medeniyetleri denebilecek safhalardan geçmi ştir. Comte'un "Üç hal<br />
kanunu"nu adeta haz ırlam ış olan bu nazariyeye göre birinci safha hayal<br />
gücünün hüküm sürdüğü yarat ıc ı-edebi safhad ır. İkinci safha kahramanlara<br />
ilahi bir men şe' atfedilen kahramanhk safhas ıdır: Üçüncü safha olgunlaşmış<br />
akla kar şıl ık be şeri ve rasyonel safhad ır (1). İlk paganism<br />
şekli olan şiirin hikmeti rasyonel ve mücerred de ğil, fakat duygu ile ve<br />
hayal gücü ile yoğurulmuş bir metafizik meydana getirir (2). Vico'nun<br />
burada bahsettiği şiir asl ında ilahi ş iir idi. iptidailer e şya ve<br />
kendilerini ayni cevherden farzediyerlard ı (3). Bu ise çocukların görüşünün<br />
ayn ıd ır. Çocuklar Vico'ya göre oyunda cans ız baz ı e şyay ı ellerine<br />
alınca onlarla canl ı imişler gibi konuşurlar (4). Vico bütün eserinde genetik<br />
bir ilim nazariyesinde hayal gücüne dayanan şiirin doğuşunu akli<br />
düşüncenin ilk merhalesi olarak grdil ğii için, bütün bu "Ayd ınl ık" felsefesi<br />
gibi ilim ve sanat ı ayr ı ayr ı kriterlere sahip ayr ı değer sahalar ı gibi<br />
tetkik edecek yerde ayni zihinci kritere nazaran bütün sanat ı bir nevi ba şlangıç<br />
safhas ı halinde değerlendiriyor. Bu görü ş Kant' ın kritik felsefesinin<br />
doğuşuna kadar bütün Ayd ınl ık (Lurnire = AufkMn ıng) felsefesinde<br />
devam etti.<br />
Kant, ilk defa olarak bilgi, ahlak ve sanat sahalar ını ayırdı. Bu üç<br />
değer sahas ına üç ayr ı eserini tahsis etti. Eski. Yunandan beri al ışılmış<br />
olan dogmatik metafizike ayk ır ı olarak her üç sahada birer metafizik imkam<br />
aradı "Saf akl ın tekidi" ve "Pratik saf akl ın tenkidi" adl ı eserle<br />
rinde Kant duyular 'alemi ile ma'kül âlemin ayr ılığın gösterdi: nazarl ak ıl<br />
(yani ilim) ile pratik ak ıl (ahlak) aras ında uçurum aç ıldı. Üçüncü eseri<br />
172<br />
(1) Giambattisto Vico, La Science Nouvelle (La Scienza Nuova) p. 365.<br />
(2) Giambattisto Vico, La Science Nouvelle. p. 121-123.<br />
(3) L. L6vy-Brühl'ün bütün eserlerinde ileri sürdü ğü ve müdafaa etti ği "İptidal<br />
Zihniyet" tezinin köklerini burada görüyoruz.<br />
(4) J. Piaget çocuk psikolojisine dair bir çok kitaplar ında çocuktaki aninisme<br />
ile iptidai zihniyeti ayni suretle mukayese ediyor:
olan "Hüküm gücünün tenkidi"nde (1) bu uçurumu kapatmaya çal ışmata<br />
idi. Sanata ve canl ılar alemine tahsis etti ği bu eser sun'i ve tabii gayelilik<br />
fikrini derinle ştirmektedir.<br />
Kant'a göre nazari ve pratik ak ıl ayrıdırlar, fakat birle şmeleri lazımdır.<br />
Zira hürriyet ahlak vas ıtasiyle bu alemde gerçekle şecektir. Öyleyse<br />
bir âlemden ötekine geçmek için yeni bir prensipe ihtiyaç vard ır ki bu da<br />
hüküm gücü (Urteilskraft) dür. Hüküm, Kant'ta, tabiat ı hususi<br />
kanunlara göre tamyan bir meleke gibi anla şılmaktad ır, Nazari ak ıl tabiata<br />
umumi kanunlar ı dikte eder, bütünleri kavirar, fakat teferruat<br />
aç ıkta kal ır. Halbuki bizim tabiattaki çoklu ğu, değişikliği, çeşitliliği<br />
bilmiye ihtiyac ımız vard ır. İşte hüküm gücünün vazifesi de budur. Hükmün<br />
işleyişini temin eden gayelilik prensipidir. Bu prensip, nazari akl ın<br />
kavramlar ından tamamen başka mahiyette bir kavramd ır. Fakat bu ancak<br />
gayelili ğin hususi bir nev'idir. Bir nev'i de ancak bilme melekemizin<br />
belirli bir prensipine ba ğl ıd ır. Birincisi as ıl gayelilik hükmünü (t~lagique<br />
hükmü), ikincisi estetik hükmü meydana getirir (2).<br />
Kant, eserinin birinci k ısmın ı bedii h ü k m' ün tetkikine ay ırıyor.<br />
Önce güzeli haz duygusuna ba ğl ıyor. Ancak güzellikte şu özellik<br />
vardır ki, o bizde ayr ı nevi'den bir tatmin, fayda-gütmez (d6sint&ess),<br />
objesinin varl ığı ile ilgisiz bir tatmin doğurur. Fakat güzelli ğin doğurduğu<br />
hazza bütün insanlar kat ılırlar. Güzel ile ho ş aras ındaki fark buradadır.<br />
Ho şta üniversel bir cihet yoktur. Fakat güzelde, ruhlar aras ı bir uyu şma<br />
olmas ı gerekir. Güzellik hakk ındaki hükmümüzde herkesin takdiri<br />
birle şmelidir. Üniverselin bulunmad ığı bir sahada (yani duygu ve haz<br />
sahas ında) nas ıl oluyor da başka nevi'den bir üniversellik meydana ç ıkabiliyor<br />
? Çünkü güzellik hakk ındaki hükmümüzde haz esasl ı bir şey değildir.<br />
Fsasl ı olan zihnimizin duyulara yükledi ği a p r i o r i- bir formdur.<br />
Bu form bir kavram de ğildir. Sanat sahas ında duyu-gücü (sensibililit)<br />
ilinade olduğu gibi belirli bir kavrama ba ğl ı değildir. Orada hayal<br />
gücünün hür faaliyeti vard ır. Fakat bu hür faaliyet düzen ve kaideyi<br />
alma bak ımından zihne ba ğlıdır. Sanatta hükmün üniverselli ğini meydana<br />
getiren zihinle hayalgücü aras ındaki ahenktir. Duyu izlerine hükmeden<br />
bu a p r i o r i dü şünce unsuru ile güzellik adeta .ahlakl ılığın sembolüdür.<br />
Ahlakl ılığın temeli duyu-üstü alemde, hürriyet âlemindedir. Nitekim<br />
güzellik te bu yüksek alandan ç ıkar. Güzellik ve ahlakl ılık derin kökleri<br />
bakım ından hürriyet âleminde<br />
Bedii hükmün objesi, Kant'a göre yaln ız g ü z e 1 de ğildir. Güzel-<br />
(1) E. Kant. Critique de Jugement.<br />
(2) E. Kant. Critique de Jugement,<br />
173
den ötede yüce (ulvi) vard ır. İlk dafa Kant, estetik sahas ın ı bilgi ve<br />
ahlak sahalar ından ay ırdıği gibi, bedii hükümler sahas ında da ho ştan ba şl<br />
ıyarak ulviye kadar bir çok dereceleri ay ırmaktad ır. Güzel hayalgilciintin<br />
hürriyeti ile uyu ştuğu halde, ulvi (yüce) hayalden o nisbette uzakla şır. U 1-<br />
v de i şe karışan 'amil zihin değil, ak ıld ır. Çünkü ak ıl, sonsuzun ve şarts ızın<br />
prensipidir. Hayagücünün kavrad ığı duyu formlar ı buradan akl ın sonsuzu<br />
ile kar şılaşmışlar ve son.suzluk önünde yok olmu şlardır. Kant, burada<br />
iki türlü yüce (Sublime) yi ay ırıyor: birisi matematikte yüce, öteki dinamik<br />
mahiyetteki sanat ın yücesi. mikdar büyüklü ğünün, öteki kudret<br />
ve manevi derinli ğin yücesidir. Mikdar bilyüklü ğiinün yücesi ruhun<br />
sonsuzluğu vas ıtasiyle kavrad ığım ız tabiat ın ucsuz bucaks ızlığı hakk ındaki<br />
şuurdur. Kudretin yücesi tabiat ın kudreti önündeki aczimizden do ğan<br />
şuurdur. Deh şetli bir f ırt ına, ucsuz bucaks ız bir orman, gök yüzüniin payans<br />
ızlığı ve derinliği önünde duyduğumuz bedii his doğrudan doğruya estetik<br />
sahas ına ait olan bu ikinci yücelik duygusudur.<br />
Tabii güzellik yan ında bir de sanat ın güzelliği vard ır. San'at güzelli ğinin<br />
prensipi d e h a' d ır. Deha bize tabiat vergisidir. Sanatta güzelli ği<br />
yaratan deha zihinle hayalgücü aras ında tabiat ın vücuda getirdi ği şuur -<br />
d ışı 'bir ahenkten do ğmaktad ır. Tabiat sanata kaidesini verir. Fakat bu<br />
kaide yumu şakt ır, eğilip bükülmeye elveri şlidir. Sanat ın ibda'lar ı şuur -<br />
dışında (veya şuur - alt ında) cereyan eder. Dehan ın ruhi halleri ifade<br />
eden melekesine G e i s t denir. Geist, bedii fikirleri ifade melekesidir.<br />
Bu suretle dü şüncenin hür faaliyetinin uyand ırdığı hayal tasavvurlar ı meydana<br />
getirir. Şiir, hayalgücünün do ğurduğu üstün sanat şeklidir. Hiçbir<br />
form onu tamamen ifade edemez. Bundan dolay ı Kant'a göre şiir, san'at ın<br />
hürriyet alemine girme imkan ına sahib olan en yüksek şekillerinden biridir.<br />
Ka,nt' ın sanat felsefesini bir bak ımdan Schiller tamamlamaya çal ışt<br />
ı (1). Fakat idealismi objektif ve mutlak istikamette geli ştiren Schelling<br />
ve bilhassa Hegel'de estetik daha mühim yer al ır (2). Schelling'e göre<br />
Memin bütünlüğü ruhla tabiat ın ayniliğinde kendini gösterir. Fakat bu<br />
aynilik içe çevrilmi ş şuurun, akl ın geli şmesiyle beraber parçalan ır ruhla<br />
tabiat birbirinden uzakla şır. Ak ıl görüşü alt ında vas ıtal ı (mMiat)<br />
bilgiler doğan İlmin, ahlak ın, hukukun mant ık ı ayni suretle parçalay ıcı<br />
ve vas ıtal ı hükümleriyle üstün alemi dünyadan, ruhu tabiattan ay ırmaktad<br />
ır. Ancak Schelling felsefesine mahsus özel bir sezgi (InteUektuelle<br />
174<br />
(1) Schiller. İnsanın Estetik Terbiyesi Üzerine Mektuplar (çeviren: Melahat<br />
öZgü)` 1943.<br />
(2) Hegel, Esthelique, 4 vols.
Ausch,auung) iledir ki varl ığı Tabiat = Ruh bütünlü ğü' halinde kavramak<br />
mümkündür. Çünkü bu sezgi, akl ın vas ıtal ı hükümlerinin z ıdd ına olarak<br />
varlığın sürekliliğine uygun, doğrudan doğruya bir kavray ışt ır. İşte bu<br />
kavrayışı biz en mükemmel şeklinde yaln ız sanatta ve dinde bulabiliriz.<br />
Onlarlad ır ki insan mutlak varl ığın bütünlüğüne nufuz edebilir. nmin<br />
ve parçalay ıc ı zekan ın veremedi ği bütüncü (intgral) görüşü Verebilir.<br />
Yine orada. zihnin zaruretlerinden kurtularak hürriyet alan ına ulaşıl ır.<br />
Schelling, "Mitoloji felsefesi'nde (1) bu ,bütünün henüz parçalanmam ış olduğu<br />
şuur - d ışı (Incortscient) safhas ındaki gelişmeyi oradan şuura<br />
doğru yükseli şi anlattığı gibi "Bir tabiat felsefesine dair fikirler" de zihnin<br />
ikiliğinden tekrar -bütünlüğe dönü şünü aç ıklamaktad ır. Schelling,<br />
Vico'da ba şlıyan genetik felsefe görü şünü idealism hesab ına geliştirdi.<br />
Vico'nun ak ılda b ıraktığı tekamülü ak ıl üstünde ruhun tabiatla birli ğini<br />
tekrar kazanmas ından ibaret olan yeni bir safha' ile tamamlad ı. Üçlü<br />
devre bu sefer zeka= parçalay ıcı hükümlerinde da ğılacak yerde yeniden<br />
panteizmde buldu ğu birliğe kavu şuyordu. Bu felsefenin -Inühirn bir özel-<br />
, liği de bu birliğin sanatla gerçekle şmesi idi. Schelling felsefesini son zamanda<br />
canland ıran ve genetik sosyolojiden ona deliller bulan JaMes Mark<br />
Baldwin onun estetik idealism karakterini daha barizle ştirdi. J. M. Bald,<br />
win'e göre birinci safha iptidai cemiyetlerin mant ıktan önceki zihniyet<br />
(prOogique) safhas ıd ır. Orada her şey canl ı ve cans ız, tabiat ve insan<br />
henüz şuur kazanmamış bir bütünlük halindedir. İkinci safha ileri dinlerin<br />
ve cemiyetlerin doğurduğu mant ıki zihniyet (kgique) safhas ıdır., Burada<br />
tabiat, tabiat iistüden, ruh âlemden ayr ılmışt ır. İnsan da vas ıtal ı hükümlerle<br />
hüküm vermektedir. Üçüncü safha mant ıktan sonraki (hyperlogique)<br />
safhad ır. Burada insan ın bedil sezgisi alemi tekrar bütün olarak kavrama<br />
imkanını kazand ırm ıstır ki Baldwin bu bedri bütüncülü ğe pancalisme, yani<br />
her yerde güzellik felsefesi diyor (2)<br />
Sanat felsefesine, Alman idealisminde daha sistemli ve tam şeklini veren<br />
Hegel oldu. Hegel, mutlak idealismde diyalektik metodu vas<br />
,<br />
ıtasiyle<br />
süje ve obje aras ındaki z ıdlığı mutlak ruhta terkib etmek, her seferinde<br />
ruhun tekrar kendi z ıddın ı koymas ından yeni bir terkibin do ğacağun söy-<br />
lemek suretiyle mutlak ruhun hareketini' sonsuza uzat ıyordu. Has ılı He-<br />
gel'e göre varl ık için bir yerde durmaktan bahsedilemez. O milcerred zih-<br />
ni hallerin üzerinde konkre, üniversel ve sürekli bir olu ştur. Ruh fel-<br />
(1) Schelling. Philosophle de la Mythologie.<br />
(2) J. M. Baldwin, La TIAorie Ge'ntitique de la lItsalti (Pancalisme); MMiat<br />
et Immediat; Logique Ğrnetique; La Developpement mental cher I'enfant<br />
et chez la race; v.s..<br />
175
sefesi, hukuk felsefesi, tarih felsefesi bu olu şu ba şka aç ılardan ele aldığı<br />
gibi sanat felsefesi, veya estetik te ayni konu üzerinde meydana gelir.<br />
Hegel'e göre hukukun temsil etti ği objektif ruh henüz bütün sonsuzluğu,<br />
hürriyeti ve idealli ği ile ruh değildir. Ruh (Geist) ancak kendi kendisini<br />
bildiği zaman mutlak olarak gerçek olur. Bunun için objektif ruhun<br />
üzerinde -mutlak ruh (mutlak ma'nevilik), yani ruhun ruh taraf ından bilinmesi<br />
gelir ki bu da üç de ğerde kendini gösterir: Sanat, din, felsefe.<br />
Sanat, sübjektif ve objektif truhun, duyular vas ıtas ı ile ifade<br />
edilmesi demektir. Sanat ın birinci şekli sembolik sanatt ır. Sanat<br />
bir fikrin i şareti olarak al ınmas ı gereken bir duyu objesinin ifadesidir.<br />
Sembolik sanat ma'nevi bir duyu. şeklinde ifade edildi ği için objeyi,<br />
görülmiyen bir prensipi davet eden sembol haline koyar. Bu ma'nâdaki<br />
sanat muammal ı ve esrarl ı karakteriyle Şark sanat ım temsil eder.<br />
Mâ'nâ (Geist) ile duyulara ait formun (yani e şya şekillerinin) birleşmesi<br />
klasik sanat ı meydana getirir ki, bu tarz en çok antik Yunan sanat ında geli<br />
şmiştir. Yunan sanat ında bu iki z ıd terimin, mâ'nâ (Geist) ile Form'un<br />
aras ında tam bir ahenk ve denge vard ır. Duyulara ait form, içine ald<br />
ığı veya kendisine nufuz etti ği mâ'nây ı ifade eder. Mâ'nâ duyularda<br />
gerçekle şeceği i f ad e' yi bulur. Duyulawm Form'u ile ifade edilen bu<br />
mâ'nâ (ve ruh) azameti klâsik sanat eserine sonsuz sükûn ve huzur<br />
(S616nit) vasfm ı verir. Fakat bu sükfın bir bak ımdan ifadeli bir bak ımdan<br />
soğuk ve cans ızdır. Klasik güzellikteki bu soğuk cihet ruhun (veya<br />
mâ'nân ın) büyüklüğü ile cismani form aras ında nisbetsizli ği meydana ç ıkarır.<br />
Bunun için de romantik sanat, Hiristiyan sanat ından doğmak üzere<br />
cismani şekli terk eder. Güzelli ği mâ'nân ın derinliğinde arar. Romantik<br />
sanat ın özü ruhun (Geist) kendi sonsuz mahiyeti hakk ındaki şuurudur.<br />
Ide art ık tabiatta değil şahsiyet ve hürriyet âleminde, insani varl ıkda<br />
gerçekle şmişti. Romantik sanat bize insan ın bedenine ba ğl ı olan kendi<br />
sonlu mahiyetinden kurtulduğunu gösterir. O sonsuzluk i ştiyak ı olarak<br />
sanat ın her şeklinde ki şiliği ayd ınlat ır. Faust'un birinci k ısm ı romantik<br />
sanat ın gerçekle ştiğini gösterir. Fakat onu Novalis'de, Schiller'de,<br />
Sturm und Drang' ın bütün sanatkârlar ında bulabiliriz.<br />
Bununla beraber klasik sanat gibi o da, böylece y ıkıl ışın ı haz ırlar.<br />
Romantik sanat ki şilik prensipinin mübalağas ı ile, ihtiras ın ifrat ve ta şşı<br />
nlıklarrna kendini b ırakarak sona erer. Hegel bundan sonra sanata yeni<br />
bir devir aç ılmakta olduğuna işaret etmektedirki, kendinden sonra doğan<br />
yeni sanat hareketlerinden r&lisme (naturalisme) ve onun tepkisi<br />
olan surr ı alisrae'i bu yeni merhaleler aras ında saymak (onun sanat felsefesi<br />
aç ısından) bilmeyiz ne derece do ğru olur.<br />
176
Rant'la başl ıyan Walisme felsefesi ak ı l temeline dayanmak üzere<br />
gelişmesini Hegel'de tamamlad ı Bir ak ıl metafizikinin ondan daha<br />
ileri gitmesi mümkün de ğildi. Çünkü mutlak akl ın içinde bütün varl ık<br />
eriyordu. Nitekim Hegel'den sonra bu müfrit ak ılc ılığın tepkileri belirmede<br />
geeikmedi: Diyalektik tersine çevrilerek maddeci diyalekti ğe kalb<br />
oldu. Mutlak ruh fikri insanl ık fikri derecesine dü ştü. Yahut idealismin<br />
diyalektikle isbat ı imkans ızlığı önünde filozof "süje"nin içine çekildi.<br />
Fakat bütün bu yeni hareketler yeni bir hal yolu bl ılmaktan ziyade<br />
Hegel felsefesinin parçaland ığını göstermektedir.<br />
.4. MODERN İRRATİONALİST SANAT GÖRÜŞLERI<br />
Yeni çığır ancak ak ıldan başka bir yoldan varl ığa gedik açmak için<br />
yap ılan teşebbüsle mümkün olabilirdi. Ak ıldan başka e şyanın mahiyetine<br />
nüfuz edecek, metafizik temel olacak bu yeni yol Irade metafiziki oldu.<br />
Bu yol Sehopenhauer taraf ından aç ıldı. Schopenhauer'a göre âlern önce<br />
bizim tasavvurumuz olarak kavran ır. Bu manada biz yaln ız süjenin kavradığı<br />
objeyi biliriz. Yani bilgimiz idealdir. Fakat bizim tasavvurdan<br />
başka bir melekemiz vard ır: İrade! Kant' ın bahsetti ği asıl varl ık<br />
(Ttoumnts.) benim iradem vas ıtas ı ile kavranan mutlak varl ığın iradesidir.<br />
Eğer biz yaln ız bilen s ü j e den ibaret olsayd ık metafizik proplemi<br />
imkansız olurdu. Zira o zaman görünü ş ve hadise âleminde kapal ı kal ırdık.<br />
Fakat biz bir bedene sahip oldu ğumuz için kökümüz alemdedir. Vakıa<br />
bilen süjeye göre beden tasavvurdan ibarettir. Fakat beden bize ba şka<br />
türlü de verilmi ştir. Bu bizim beden hareketi veya irade dedi ğimiz<br />
şeydir. İrade fiili ve beden hareketi iki ayr ı şey değildir, aynı şeyin iki<br />
manzaras ıd ır. Bedenin kendisi ise objektifle şmi ş iradeden ibarettir. Bedende<br />
görülen derin realite mutlak İradedir. Bedenim, kendisi hakk ında<br />
doğrudan doğruya bilgi sahibi olduğum biricik varl ıkt ır. Bundan dolay ı<br />
ben ilk önce ba şka insanlar ın bedenlerini yabanc ı eşya (objeler) gibi görürüm.<br />
Biz onlar ın varlığını ancak analoji yolu ile bilebiliriz. Bu sayede<br />
başka insanlar ın da bizim gibi iradeleri oldu ğunu anlam, ve iradenin derin<br />
mahiyetine nüfuz ederiz. İrade sahibi olan bütün insanlardan ba şka bütün<br />
canl ılardır. Hatta cans ız eşya, yani sonsuz olarak al ınan bütün âlemdir.<br />
Varl ık esas ında yaşamak iradesidir. Dayan ılmaz bir hayat temayülüdür.<br />
Schopenhauer' ın bütün metafizikçiler gibi ezeli, hür ve mutlak saydığı<br />
bu tradenin ba şka metafizik prensiplerinden tamamen ayr ılan bir<br />
vasfı daha vard ır. O da onun- zekâdan mahrum ve kör olmas ıdır. Mut-<br />
lak hürriyet sahas ı olan İrade de hiç bir hikmet, sebeb ve saik yoktur. Hiç<br />
bir gayelilik yoktur. Çünkü bütün bu vas ıflar, ak ıl ve zeka alemine malı-<br />
F. 12
Sustur. Hedef, gaye ise hadiseler alemine aittir. Bir hadise olan insan<br />
gayelere göre hareket eder. Hareket tarz ı "saik" lerle tayin edilmi ştir.<br />
Münferit her fiilin bir hedefi vard ır. Fakat Irade hedefsizdir, çünkü hikmetsiz<br />
ve sebebsizdir. Bu bak ımdan iradeye ba ğlı olan insan da metafizik<br />
bir varl ık olarak hedefsiz ve hatta şuursuzdur (1). Zekâ e şyan ın asl ı ve<br />
prensipi değildir. İradenin sonradan meydana ç ıkan objektifle şmesidir.<br />
Zeka ona göre İradenin karanl ıkta yolunu ayd ınlatınak için eline ald ığı bir<br />
meşaledir. Fakat irade bunu ancak fertlerin ço ğaldığı, mücadelenin arttığı<br />
bir devrede yarat ır. (Burada Schopenhauer üzerinde Darwin'in tesiri<br />
görülüyor). Hayvan g ıda maddelerini aray ıp bulmağa mecburclur. Bilgi<br />
ve zeka, bu suretle ferdin korunmas ı ve neyin yay ılmas ına hizinet eden<br />
aletler olarak do ğarlar. Zekay ı beyin temsil eder. Has ı l ı zekâ prensip<br />
değildir. İradenin ula ştığı bir noktadır, onun hizmetindedir, ve iradenin<br />
mügtakil ayr ı varl ığı yoktur (2).<br />
Zekan ın iraeleye ba ğlılığı ve bunun için de ondan kurtulmaya çabalamas<br />
ı insan hayat ın ın trajik taraf ıd ır. Hayvanda henüz zeka= iradeye<br />
nazaran ayr ılığı ortadan kalkmam ışt ır. Fakat insan, zekas ı üzerindeki boyunduruğu<br />
kald ırabilir. İnsanın bu üstünlüğü onun beden yap ısında da<br />
kendini göstermektedir. Fiayvanda ba ş iğik, irade kayna ğı olan yeryüzüne<br />
doğru çevrilmi ş olduğu halde insanda ba ş hür olarak omuzlar üzerinde<br />
yükselmi ştir. Art ık gövdenin esiri de ğildir. Insanda bu suretle zeka/ün<br />
iradeye kar şı mücadelesi ba şlar (3). Zeka iradeden kurtulur, hatta<br />
iradeyi inkâr eder. Zekan ın iradeye bu isyan ı insan hayat ın ın iki büyük<br />
değer sahas ını doğurur ki, Schopenhauer'a, göre bunlrr sanat ve ahlakd<br />
ır.<br />
Sanat ona göre insanda idke'lerin tema şas ı esas ına dayan ır. Burada<br />
tamamen Platon'dan mülhem olmak üzere icl6e'ler iradenin objektifle şmi ş<br />
derecelerini temsil eden ezeli formlarchr. Onlar ölümlü varl ıklar ın çokluğu<br />
üstünde yükselen ezeli arcUtype'ler te şkil ederler. Böylece Schopenhauer,<br />
Platon'un "makül alemi", de ğişmez örnekler olan la' e'leri ile kendi<br />
hareketli, kör, mutlak ve hür (tamamen kendine mahsus) bir dinamizmden<br />
ibaret olan ezeli iradesini haks ız yere aynile ştiriyor. Şu farkla ki Platon'un<br />
ezeli modeller dedi ği idea'lar alemi Schopenhauer'da bizzat e z e 1 i Ir a-<br />
178<br />
(1) Schopehauer felsefesini bu Inconsient' ın metafiziki şeklinde hemen az<br />
sonra Edouard v. Hartmann tamamlam ıştır.<br />
(2) Filozof burada çok önceden Bergson'un zeka ile hayat hamlesi aras ında<br />
yapacağı ay ırışı ve zekay ı yarat ıc ı tekamüle bağlayışını hat ırlat ıyor.<br />
(3) Bu tavsif tarz ı tamamen zaman ım ızdaki felsefi antropologlar ın, bilhassa<br />
Van Bolk ve Arnold Gehlen'in insan tavsiflerine uygundur. Schopenhauer'<br />
ı felsefesindeki bu görü şle yeni antropolojinin önderi sayabiliriz.
d e ile onun duyu âlemindeki görünü şü aras ında bulunan ortalama b i r<br />
l a h z a d ır. Sanat ın objesi i şte bu Idea'lar, bu ezeli şekillerdir. İnsan<br />
Idealar ın temaşas ına yükseldiği zaman sebeb (raiso:n) prensibinin üstüne<br />
ç ıkar. Mekan, zaman ve sebeblik (causaW) silinir. Fertli ğinin hudutlar<br />
ından kurtulur. Bu ulvi sezgi ile iradenin köleli ğinden de kurtulur. (1)<br />
Art ık her türlü faydac ı, gayeci çal ışmadan kurtulduğu için o da kainat<br />
gibi sonsuz olmu ş, büyük bir huzur ve sükûna kavu şmuştur. Sanatta deha .<br />
Idealar ın tema şas ına ait büyük bir isdidatt ır. Deha şahsiyetin bütün sosyal<br />
münasebetleri tam unutmas ını ister. Kendi benli ğinden vaz geçen<br />
süjenin a ş k ı n o b j e sezgisinde kaybolmas ını ister. Deha hayalgücü<br />
değildir. Vak ıa hayalgücünün de sanata rolü vard ır. Ufuklar ı<br />
açar ve zihni hemen etraf ındaki mandut e şya üstüne yükseltir. Fakat<br />
hayalgücünden daha mühim olan Idealar ın temaşas ıd ır. Ba şka deyi şle<br />
söyleyelim: Bilginin irade kar şısında hürriyetidir. Herkes için bilgi, insan<br />
ın yolunu ayd ınlatan bir fenerdir. Dahi için alemi meydana ç ıkaran<br />
güne ştir. Fakat bu üstünlük dahinin omuzlar ına çöker. Herkes gündelik<br />
hayat ın zevkini ç ıkardığı halde, dahi sürekli ve sonsuz bir huzursuzluk<br />
içinde k ıviran ır (2). Bu mânada deha ile delilik birbirine ya şlaşırlar.<br />
Schopenhauer sanat eserleri aras ında en büyük yeri musikiye veriyor.<br />
Öteki sanatlar Idealar ın yaln ızca tema şasmdan doğdukları halde,<br />
musiki bizzat Idealar gibi iradenin ifadesidir. Bunun için onun tesiri ba şka<br />
sanatlardan daha derindir. Plastik dedi ğimiz öteki sanatlar varl ığın<br />
yaln ız gölgesini ifade ederler. Musiki ise as ıl varlığa dokunur. Schopenhauer<br />
musikinin değerini son dereceye ç ıkarır. O lisans ız ve hükümsüz<br />
olarak bize iradenin bütün dram ını, hamlelerini, mücadelelerini, ıztırab ını<br />
anlatmakta, hiç bir dilin ifade edemiyece ği bir derinlikle bize alemin derin<br />
mahiyetini aç ıklamaktad ır. Bundan dolay ı hakiki universel dil yaln ız musikinin<br />
O bizi irade metafiziğinin rüyas ı içinde gündelik hayat ın<br />
ac ılardan uzakla şt ır ır (3).<br />
Schopenhauer esteti ği Wagner'i yeti ştirmiş veya onunla birleşerek olgunluğunu<br />
bulmuştur denebilir. Wagner'in muzikal dram ı hem Niebelungen<br />
(1) Schopenhauer bu noktada kendi prensiplerine sad ık değildir. Irade, zekasiz,<br />
kör, gaye ve hedeften mahrüm mutlak ve hür bir kudret gibi anla. şıldığına<br />
göre ferdliğin zaruretlerinden, sebeblikten, mekan ve zaman şartlarından<br />
kurtulan insan ın "iradenin köleli ğinden" değil, ancak "zeka=<br />
köleliğinden" kurtulmas ı laz ım gelirdi. Biraz, ileride "gayeci" çal ışmadan<br />
kurtulduğunu söylemesi de bunu te'yid ediyor. Filozofu bu çeli şmeye götüren<br />
hayat arzusu ve iradenin bouddhism'de oldu ğu gibi izt ırab kaynağı<br />
olmas ı ve ondan kurtulma i ştiyak ıd ır.<br />
(2) Schopenhauer'da. dahinin kazand ığı huzur ve huzursuzluk fikirleri aras ında<br />
çeli şme olduğu farkediliyor.<br />
(3) Le Monde comme Volontd et comme Representation.<br />
1.79
efsanesinden al ınm ış olan dramlar ın ın mevzuunda hem müzik terkiplerinde<br />
bu felsefeden, onun Uzak-Do ğudaki kayna ğı olan Bouddhisme'den mülhemdir.<br />
Wagner de Tannhaüser'de, Löhengrin'de ve Parsifal'de daima vaz<br />
geçmeyi, hayat arzusunu öldürmeyi ifade ediyordu. Nitekim Nietzsche ilk<br />
önce bu filozof ve bu büyük müzisyenin cazibesine kap ıld ı . İlk eserini de<br />
Schopenhauer için yazd ı. Le cas Wagner'de müzisyen göklere ç ıkardığı<br />
halde sonradan filozofdan da ondan da uzaklast ı ; Nietzsche Contre Wagner'i<br />
yazd ı. Schopenhauer irade felsefesini kötümser bir neticeye do ğru<br />
götürmü ş, sonunda iradenin ve hayat ın inkar ı/la varm ış olduğu halde<br />
Nietzsche ayn ı felsefeyi hayat arzusunun bütün kuvvetle kabul edilmesi<br />
şekline koymu ştur. Onun hareket noktas ı Schopenhauer'dan daha bariz<br />
bir estetik endi şesi idi. Hatta ilk eseri için ("Trajedinin do ğuşu") doğrudan<br />
doğruya sanat felsefesi vas ıtası ile felsefeye giri ş denebilir (1).<br />
Onun ap ollini en ve dionysien iki insan tipi, sanat ın iki<br />
şekli, yani plastik sanatlar ile musiki ve trajidiyi temsil ediyordu. O da<br />
iista,dı gibi ikinciye ehemmiyet veriyor ve bütün derinli ği orada görüyordu.<br />
Sokrates'den ba şlayarak (önce gördü ğümüz gibi) akl ın meydana<br />
ç ıkışı hayat hamlesini ve içgüdünün kuvvetin' k ırmış ve bu günkü medeniyet<br />
de o hastal ığı devam ettirmi ştir. Fakat Niezsche'ye göre modern sanat<br />
onu yeniden canland ırmaktad ır.<br />
Nietzsche garip bir iyimserlikle yirmi yüzy ıllık medeniyet tarihi hakk<br />
ındaki menfi hükmünü antik Yunan medeniyetinin Sokrates'den önceki<br />
devrine yeniden dönü şüne bağlamaktad ır. Bu onun bekledi ği yeni bir<br />
Renaissance olmak gerekir. Nietzsche Bat ı medeniyetindeki bu yeni hamleyi<br />
üstün insanlar ın başaracağı bir nevi sanat hamlesinde görüyor. Çünkü<br />
bilgi ona göre pragmatik bir âletten ibarettir. Ahlak sürülerin boyun<br />
eğdiği "kaideler levhas ı" d ır. Dine zaten en şiddetli hücumu yapm ıştır.<br />
Böyle bir dü şüncenin olsa olsa as ıl hamleyi sanatta aramaya onu sevk etmesi<br />
laz ım değilmidir? Bunu sarih olarak söylememekle beraber, Nietzsche<br />
de bütün aphorismatique ve edebi tarz ı ile kendi anlad ığı manadaki "yeni<br />
dünya" n ın en mühim kap ısın ın sanatkarca yarat ış kap ısı olmas ı gerekiyor.<br />
Bununla beraber Nietzsche'den beri (hatta bizzat onda) âlem görüşü<br />
bütünlüğünü, objektifliğini kaybetmi ş, müfrit bir fertcili ğe kadar giden<br />
solipcism'e ve illusionism'e yol açm ış bulunuyordu. Ayn ı s ıralarda Avrupa'da<br />
hüküm süren şüphecilik, hadisecilik (pUnomenalisme), positivism,<br />
subjektivism, solipcism, illusionism, pragmatism, fictionism ve daha bir<br />
çok şekillerde görülen bu müfrit fertçi anar şim, metafizik düzenin, ideal<br />
180<br />
(1) Niezsche. La Naissance de la Trag&lie.
ilgi düzeninin, hatta içtimal düzenin bu türlü inkârlan sanat sahas ında<br />
da impressionism, yeni impressionism, pointillism, expressionism, illusionism,<br />
nihayet surrealism şekillerinde birbirini kovalayan ve kovaliamakta<br />
olan cereyanlar ı doğurmu ştur veya hiç de ğilse onlarla birlikte gelişmiştir.<br />
Felsefedeki bu çözülü ş ile sanattaki çözülü ş aras ında sık ı münasebet<br />
olduğunu daha yak ından görmek için biraz bu konuya dokunal ım (1)<br />
Andre Breton "Sürralism ?3eyannamesi" nde şöyle diyor: (2) "Eski<br />
şairler zaman zaman ilham al ıyorlard ı. Bu günün şairi devaml ı ilham<br />
içindedir, ve yaln ız ilham ın objesi değil ayn ı zamanda süjesidir. Yani ilham<br />
alan değil ilham verendir, o bir nevi sihirbazd ır. Hayat ve insan ın<br />
yaşayışını değiştirir, aksiyonu rüya ile, iç âlemi d ış âlemle birle ştirir. Fakat<br />
onun yapt ığı bir mucize değildir. Şiir bir kişi taraf ından değil herkes<br />
taraf ından yap ılmalıd ır."<br />
Rüyan ı n hakimiyeti ve iç âleme dönü ş resimde<br />
kübism'den müstakil olarak geli şti. Bunu en iyi temsil eden Salvator<br />
Dali Baudelerd'in "Sun'i Cennetler" de (3) tasvir etti ği acaip varl ıklardan<br />
ibaret uyan ı k r ü y a (r&e eveW) âlemini tablolar ına soktu.<br />
Bir yandan ~isme bir yandan surMalis/ne'in cereyan/n ın geleneği yıkan<br />
hamleleri her tarafa türlü şekillerde yay ıld ı (4). Aynı temayül edebiyatta<br />
da görülüyor. Walpole'un fantastik hikâyeleri Marquis de Sade' ın roromanlar<br />
ı, hatta Goethe'nin ikinci Faust' ının sonlarındaki fantastik k ıs ımlar,<br />
Edgar Poe'nin "korkunç hikâyeler"i buraya girebilir. Şiirde bu ç ığır ı<br />
Rimbaud açt ı. Yarı şiir yar ı dramatik sanatta Maurice Materlinck geli ştirdi.<br />
Bütün bunlar "Fantastik" i, rüya" y ı, "olağanüstü" ve "harika" y ı gerçek.<br />
düzen, ahenkli ve universel yerine koyan anar şik yeni sanat hamleleridir.<br />
Yeni sanat görü şü bir yandan da Freud'un ş uur-d ışı na, rüyaya<br />
ait tahlilleri ile beslenmektedir. Hatta bu rüya tefsirlerini kendileri için<br />
zengin malzeme sayanlar oldu. Salvator Dali'nin tablolar ı ve şiirleri<br />
Freud'un tezinin adeta sanat bak ım ından tatbikat sahas ıdır denebilir. Bu<br />
dağılmanın, bu anarşik inkâr çözülmesinin nereye kadar gidece ği konusunda<br />
dü şünmek için sanat ın umum1 seyri üzerinde tekrar dural ım.<br />
5. SANATIN MAH/YETI VE SANATLARIN SINIFLANMASI<br />
Daha bu fasla ba şlarken her sanat yarad ışında daima obje-süje münasebetinin<br />
bulunduğu ve bu münasebetin mant ık-dışı (aZogique) olduğu-<br />
(1) H. Z. ülken, İdealism'in Çık/I-tozlar' ( İltıhiyat Fakültesi Dergisi, 1956, say<br />
ı 1-4).<br />
(2) Andr Breton, Manifeste de Surralisme.<br />
(3) Baudelaire, Paradis Artificiels.<br />
(4) H. Z. Ulken, Surrealiznı ( İstanbul Dergisi 1947, Y ıl IV. yeni seri C.2, N.7)<br />
181
nu görmü ştük. Burada obje sanat eserinin maddesi, duyu verileri (tabiat<br />
ve insan) d ır. Süje sanat eserini yaratan ve zihinden ibaret olmayan<br />
ruhi faaliyet, hayalgücü ve sezgisiyle bütün şuur süresidir. Her sanat<br />
yaradışı bu ikisi aras ı'nda tam kayna şmadan doğar. Fakat ne objenin süjeyi<br />
kendine irca etmesi ne de süjenin objeyi kendinde belirtmesi ile<br />
sanat meydana gelebilir. Birinci halde ortada basit bir kopyac ılık, taklit,<br />
ikinci halde de sanat yarad ışı yerine hayal fantezileri kal ır. Varl ığın<br />
bütün derecelerinde ve bütün de ğerlerde olduğu gibi sanatta da mahiyet<br />
problemi bizi obje - süje aras ında d y a d i q u e bir münasebet oldu ğunu<br />
göstermektedir. Bilindi ği gibi bu münasebet ak ıl - dışı (irrationnel)<br />
d ır. Akil şemalara irca edilemez. Bu tarzda her te şebbüs bir var olu ş<br />
tarz ını ortadan kald ırmaya sebeb olur. Ancak her d y a de, bir akt<br />
olmas ı bak ım ından devaml ı bir gerçekle şme hareketi içindedir. O bir cephesi<br />
ile gerçe şleştiği zaman öteki cephesi karanl ıkta kalacak, yani onu<br />
virtmaliser edecek, öteki cephesi gerçekle ştiği zaman ise bu cephesi karanl<br />
ıkta kalacak, yani bunu virtualiser edecektir. Şu halde sanat dyade' ın ı<br />
nazariyeler olarak ifade etmek ancak cephelerinden her birine ayr ı ayr ı<br />
görü ş noktas ından bakmakla mümkün olacakt ır. Bizzat sanat eserinin<br />
meydana ç ıkmas ı bu alogique fiilin eseri oldu ğu için, onun bir nazari aç ıklamaya<br />
ihtiyac ı yoktur.<br />
Bu mânâda sanat yarat ışının akt ı, obje olarak taklit , süje olarak<br />
i f a d e dir. Burada şimdiye kadar görüğümüz sanat nazarilerinden<br />
ikisi üzerinde duruyoruz: Aristo ve Hegel. İki cepheden yaln ız birine ait<br />
olmak üzere sanat hakk ında onlar kadar kairakteristik ve derin ba şka bir<br />
görü ş yoktur. Öteki görü şler ya eclectis-me"e gitmekte, yani türlü görü ş<br />
ve nazariyeleri ayn ı konuda birle ştirmeye çal ışmaktad ırlar ki, bu dyade' ın<br />
mahiyetine ayk ırıd ır. Yahut yine dyade' ın mahiyetine ayk ır ı olarak sanat<br />
yarat ışındaki z ıt ve tamamlay ıcı vasfı görmemekde, onu basite indirmektedirler.<br />
Şüphesiz Kant' ın tahlilleri derindir. Bilhassa sanat problemini<br />
bilgi ve ahlak -problemlerinden ilk defa ay ırmas ı, gayeliliğin mühim<br />
rolünü göstermesi büyük bir hamledir. Fakat onda da henüz rationalism'in<br />
varl ık dereceleri ve de ğerler üzerindeki hakimiyeti devam etmektedir.<br />
Ayrıca ho ş, güzel ve yüce aras ındaki ince ay ırmalw., sanat ın umumi<br />
karakterini belirtmeye engel olmaktad ır. Schopenhauer da Aristo gibi<br />
sanat ı bir nevi şifa, bir &vasion saymas ı bak ım ından onun mahiyetinden<br />
uzaklaşm ış, onu fonksiyonlarından birisi ile tarife kalkm ış olmuyor mu?<br />
Bize öyle geliyor ki her üstün de ğerden bahsederken ayn ı şey söylenebi-<br />
lir. Insan ı feragata, bütün içinde erimeye, univerlelli ğe götüren hangi de-<br />
ğer teselli edici ve Şifa verici değildir? Bundan dolay ı antik ve modern<br />
182
iki filozof un sanatta Şifa aramalar ın ı "özel bir görü ş" sayarak daha ziyade<br />
bu mühim değerin mahiyeti hakk ındaki aç ıklamalar üzerinde duruyoruz.<br />
Bu aç ıklamalara göre biz Aristo ile Hegel'i iki kutup olarak al ıyoruz. Çünkü<br />
birincisinde realism ikincisinde idealism (sanat bak ımından) tam formunu<br />
bulmu ştur (1). Aristo'ya göre sanat tabiat ın, insanlar ın ve hareketlerin<br />
taklid edilmesidir. (Bu taklid üstün bir düzenin, gerçek olan<br />
areketype'lerin "taklid" i de olabilir.) Hegel'e göre ise sanat tam tersine<br />
süjenin (veya süjeye ait bir fikrin) duyu verileri nevinden bir hayal veya<br />
şeyin sembolüyle i f a d e edilmesidir. Fakat, i şin aslında, birbirine z ıt<br />
olan bu iki nazariye sanat ın dyadique karakterine göre bu akan iki cephesinden<br />
birini görmektedir. Onlar ın kusuru yaln ız bir cepheyi görmeleri, fakat<br />
onu iyi görmeleri, meziyetleri -de bu görüşle sanat akt ının bütünü hakk ındaki<br />
görü şü bozmamalar ıdır. Sanat yerad ışı aktına bir dyacle olarak bakt<br />
ıkça bu nazariyeler mânâ kazan ır, aralar ındaki çeli şme kaybolur. Ve<br />
daima bu z ıt ve tamamlay ıc ı akt'da objeyi gerçekle ştirdiğiniz zaman süje<br />
karanl ıkta kaldığı için sanat eseri bize gerek yukar ı gerek a şağı alemde<br />
(Aristo veya Platon görü şüne göre) t a k 1 i d olarak görünür; süjeyi<br />
gerçekle ştirdiğimiz zaman obje karanl ıkta kal ır ve sanat eseri sembol<br />
halindeki i f a d e olarak görünür. Şimdi bu esasa göre. sanat çe şitlerini<br />
gözden geçirelim: onlar ı, çoğu kere yap ıldığı gibi plastik sanatlar ve<br />
iç sanatlar ı diye ay ırm ıyacağız. Çünkü iç sanatlar ı denenlerden baz ılar ına<br />
(dram, Epope, veya roman gibi) tam iç sanat ı demek güçtür. Buna<br />
kar şı plastik sanatlardan baz ılar ı (portre, bir k ıs ım heykeller) daha çok<br />
iç sanat ıd ırlar. Yahut Nietzsche'denberi yap ıldığı gibi onlar ı sükün sanatlar<br />
ı (apollinien) ve ço şkunluk sanatlar ı (dionysiaque) diye de ay ırm ıyacağız.<br />
Çünkü bu da görünü şte plastik sanatlar ı birinci guruba koymaya<br />
götürür. Fakat hakikatte ço şkunluk unsuru her ikisine nisbetsiz<br />
bir şekilde da ğılmıştır. Laocoon heykelini veya Rodin'de "Cehennemin<br />
Kap ıs ı" n ı ikinciye, buna kar şı mesela Offenbach' ı birinciye koymak laz ım<br />
gelir. Bu s ın ıflamalar yerine biz sanatlar ı mekân ve zaman sanatlar<br />
ı diye ay ırmay ı teklif edece ğiz (2). Böyle bir ay ırmada esas şudur:<br />
Sanatta yarad ış veya icra fiili belirli bir zamanda cereyan eder. Nitekim<br />
sanat eseri (bir tablo, bir dram, veya bir bina) belirli bir yer yani me-<br />
kan kaplar. Demek ki her sanat yarad ışın ın bir zaman ve mekan kadro-<br />
(1) Sanat eserinde konunun gerçekliki veya hayali olu şuna göre ayr ılan idealist<br />
ve realist sanat cereyanlar ı ile bunlar ın &Vakas ı yoktur. Buradaki<br />
l ıMalisıne ve r&İ,lisme tamamen felsefi mânillar ında anla şılmaktadır.<br />
(2) Bu konu için Bk. Ülken, Sanatın içtimai Fonksiyonu asItım Sanat ı Y ıllığı ,<br />
I, 1957, IlAhiyat Fakültesi islâm - Türk Sanatlar ı Enstitüsü). Daha<br />
etrafl ı olarak bu konuyu "Değer Nazariyesi" adl ı derslerimizde ele ald ık<br />
(1946-48). Bu dersler henüz ne şredilmemi ştir.<br />
183
su vard ır. Ancak bu kadro onlar ın bünyelerine göre ayr ı ayrı roller oynar.<br />
Baz ılar ında eserin yarat ılmas ı veya haz ırlanmas ı fiili (yani zaman)<br />
sanat eserinden önceye aittir. Her şey tamamland ıktan sonra eser bir<br />
çerçeve, bir sahne, yani mekân içinde kar şım ıza ç ıkar. Baz ılarında ise<br />
eserin meydana ç ıkmas ı (daha doğrusu ieras ı ) için lazım gelen zam an<br />
bizzat sanat eserinin kendisinden ibarettir. Yani biz eseri belirli mekan<br />
kadrosundan önce, belirli bir zaman süresi içinde tadabilkiz. Birincilerde<br />
elbette zaman ın rolü vardır, fakat gizlendi ği için görülmemektedir.<br />
Sanki eser Zeu,,'in beyninden birdenbire f ışk ırmış gibi meydana gelmektedir.<br />
' İkincilerde de şüphesiz makam ın rolü vard ır ; fakat yaln ızca şart<br />
vazifesini görür. Ehemmiyeti en aza inebilir. As ıl mühim olan eserin bir<br />
zaman süresi içinde icra edilmesidir. Burada sanidkar ile beraber ieras ı<br />
da (virtuose, acteuir, hatip, okuyucu) i şe kar ışır.<br />
Sanatlar ı tamamen sm ıflamadan önce, onlar ın bir de taklid ve ifade aras<br />
ındaki nisbetin hissesine göre yerlerini tayine çal ışal ım: Her sanat eserinde<br />
ayn ı zamanda hem taklid hem ifadenin rolü oldu ğunu söylemeye lüzum yok;<br />
Bununla beraber bu iki temelli faktör aras ında nisbet daima ayni de ğildir.<br />
Tarihi şartlar ve bilhassa sanat yarat ışında akt' ın bir veya<br />
öteki kutup yönünde gerçekle şmesi zarureti bu sürekli ve birteviye büyüyen'<br />
kavsin doğmas ına sebep olur. Sanat bir kutupdan ötekine geçmekle<br />
beraber bu hareket fatal bir devir ve tekrar de ğil, ilerliyici bir geni şleme<br />
halini al ır. Öyle ise bilinmeyen yeni şartlarla sars ılışlar ve sap ışlar müstesna<br />
olmak üzere, sanat ın geli şme seyri bu helezonlu kavis üzerinde ibrenin<br />
taklid ile ifade aras ında oynamas ına sebep olur. Tekarnülü bu an için<br />
bir yana b ırakal ım ve yaln ız bu münasebetin mahiyeti üzerinde dural ım.<br />
Bu konuda umumi olarak üç imkan görülebilir: 1) taklid>ifade, 2) taklit<br />
= ifade, 3) taklid < ifade. Bütün ara şekilleri, limit'cleki halleri, sapışlar<br />
ı bir yana b ırakarak, bu üç şekil üzerinde sanat ı şu tarzda s ıralamal<br />
ıyız.<br />
Taklid > ifade T. = İ . T. < I.<br />
Mekan Heykelcilik Resim Mimarl ık<br />
zaman Nesir Şiir Musiki<br />
Mekân sanatlar ından heykelcilikde taklid ifadeden büyüktür. Çünkü<br />
heykel her şeyden önce üç buutlu modelin kopyas ıdır. Mimarl ıkta ise, tersine,<br />
ifade taklidden büyüktür. Çünkü geometrik şekiller tabiat taklidine<br />
184
pek az baş vurarak bir çok ruhi halleri (azamet, kudret, sükûn, derinlik<br />
v.s.) ifade ederler. Resim, ikisi aras ında, taklidle ifadeye ayn ı derecede<br />
değer verir. Model üzerinde yap ılır, fakat ayn ı nisbette iç âlemi ifade eder.<br />
Yalnızca üç buudun iki buut içinde i f a d e edilmesi zarureti bile onda<br />
bu fonksiyonu canland ırfir. Zaman sanatlar ından nesir de l ı?ykelde olduğu<br />
gibi taklid ifadeden geni ştir. Nesrin bütün nevileri (dramatik sanat, roman,<br />
hat ıra, tarih) objeye, bilgi münasebetine ba ğlıdır. Bununla beraber<br />
sanat nevi olarak ifadenin büyük rolü vard ır. Müzik (muski) de mimarlıkta<br />
olduğu gibi, tersine, ifade taklidden bilyüktii?. Çünkü müzik tabiat<br />
seslerinde kar şılığı olmayan abstre ses tonlar ın ın terkibinden sembolik<br />
olarak bütün iç dünyas ın ı ifade etmektedir. Şiir iki kutup ortas ında<br />
taklidle ifadeye ayn ı derecede dayan ır. Baudelaire'in şiiri "bir kanad ı<br />
his, öteki kanad ı fikir olan kartal" a benzetmesi bu anlamda do ğrudur.<br />
Şiir bilginin, gündelik hayat ın mal ı olan kelimelerden yap ılır. Fakat onlar<br />
deruni bir ritm içinde (ki bu ritm "kollektif şuur alt ı" nda ya şamaktad<br />
ır) ifade edilirler.<br />
Eğer sanatta yarad ış "akt" ı her zaman ayn ı kalan bir düzende cereyan<br />
etseydisanat nevilerinin fonksiyonlar ı da hiç değişmezdi. Fakat, yaradış<br />
akt ın ın zıd ve tamamlay ıc ı iki kutbundan ya biri veya öteki istikametinde<br />
gerçekle ştiğini düşünecek olursak bu şeman ın devaml ı bir hareket<br />
halinde olduğu anla şıl ır. Bu hareket bir günün, bir ömrün hareketi değil<br />
(içtimai şartlarla haz ırlanan) bis ça ğın, bir devrin hareketidir. İnsan<br />
aynı gün içinde dahi d ışa veya içe katlanabilir. Dikkatini obje üzerinde<br />
teksif eder, taklidden ibaret kal ır; veya içe katlan ır, s ırf ifade olabilir. Fakat<br />
bu k ısa devreli hareketler hemen aksi hareket taraf ından tamamlanacağı<br />
için onlar bir devir ve bir tip meydana geti2emez. Her hareket kendi<br />
zıttı ile düzeltilir. Ancak esasl ı içtimai değişmeler, "varl ık şartlan"n ı<br />
değiştirmeli onlar içinde objeye veya süjeye çevrilen hareketin özel bir<br />
mânâs ı ve değeri olmal ıdır ki bu çevrili ş (canversian) devaml ı bir şekil<br />
als ın ve bir çağın karakterini meydana getirsin. İşte sanatta tekâmül dediğimiz<br />
hadise budur. Bu hadise gittikce geni şleyen helezoni (spiral) bir<br />
ritm halinde cereyan eder.<br />
Meselâ, mekân sanatlar ı tarihten önce realist bir devreden sonra tarihin<br />
e şiğinde (Protohistoire) stilleştirilmiş ve mücerret bir devreye girmişler,<br />
ondan sonra M ıs ır' ın sonu ve Yunan'la beraber tekrar kuvvetli<br />
bir realisme dönrnü şlerdir. Bu realisrn heykelde, freskte çok aç ık görüldüğü<br />
gibi, mekûn sanatlar ının en ifadelisi olan mimarl ıkta dahi süt un başlıkları,<br />
al ınl ık ve bina çevresindeki hikâyeli kompozisyonlar ın zenginliğinde<br />
kendini göstermektedir. H ıristiyan ve daha sonra islâm sanatlarmda<br />
185
ealismden (taklid) kaç ış, put k ır ıcıl ık (iconoclastie), raticerrede ve tam<br />
ifadeye s ığınma şeklini almışt ır. Bununla beraber yine islâm ve H ıristiyan<br />
sanatlar ı içinde bu hareketin tepkisi, tabiat sevgisi halinde meydana<br />
ç ıkmada gecikmemi ştir. Sonraki Roma kiliselerinde ba şhyan histor<br />
sutun basl ıkları Saint Bernard' ın şiddetli hücumlar ına uğram ışt ı. Bu mitolojik<br />
resimler mü'minin dikkatini Allah'tan ba şka konulara cevirmesine<br />
sebeb oluyor diye onlar ı kald ırmaya kalkm ış, fakat tam tersine, gittikçe tatibat<br />
alâkas ı zenginle şmiş, Gotik'te bina, heykel, kabartma ve resim birle şmiş,<br />
sanki tabiat ve taklid her yandan binay ı istilâ etmi şti. Bu helezoni<br />
gelişme ritmini Renaissalwe'tan bu güne kadar getirmek kabildk-. Heykelde<br />
daima modelin hakimiyeti üstün, mimarl ıkta daima abstre şekillerin<br />
ifadesi hâkim resimde daima iki buudu üç buud gibi göstermek için taklidle<br />
ifade atba şı gitmekte ise de, devrin karakterine ve iki kutuptan birinin<br />
üstün rolüne göre bu sanatlarda da de ğişmeler olmaktadır. Bunlardan en<br />
barizi baroque'ta mimarl ığın ve zaman ımızda resmin (ve'11:3ykelin) u ğradığı<br />
değişikliktir. Geometrik şekillere ifade veren mimarl ık, ancak tamamlay<br />
ıc ı unsur olan tabiat taklidlerinden faydalan ır: kabartmalar, süsler,<br />
dıvar resimleri gibi. Fakat Renaissance'ta mimarl ık as ıl karakteri olan<br />
"hacim vas ıtaslyle ifade"yi kaybetmiye ba şlad ı. Mimar binay ı bir sat ıh<br />
üzerindeki tablo gibi ele ald ı. Resmin mimarlığa tahakkümünden ibaret<br />
olan bu sap ış baroque"ta son haddine vard ı. Binanın cephesi yaln ız motif<br />
ve süs halinde değil tamamen heykellerle, heykel ba şlar ı, çiçek ve meyve<br />
kabartmalariyle dolduruldu. Burada art ık taklid nisbetsizce ifadeyi ezrni ş<br />
ve mimarl ık fonkslyonunu kaybetmi ş görünüyor. Renaissance'taki umumi<br />
"tabiat açl ığından", natüralism alâkas ımn kuvvetinden dolay ı resimde<br />
başlayan bu yeni cereyan ın öteki mekân sanatlar ına da yay ılmas ına, bir<br />
müddet için onlardan en çok "ifadeci" olan ını istilâ etmesine şasrnamal ıdır.<br />
Nitekim bu cereyan ın h ız ı geçtiği zaman baroque tenkide uğrad ı, kusurları<br />
anlaşıldı, yava ş yavaş b ırakıldı ve mimarl ık yine bağımsızlığın ı kazandı.<br />
Bu gün de ayni hali resimde (ve heykelde) görüyoruz. Zaman<br />
sanatlar ı için de bütün bu karşılaştirmalar ı ve tarihi bak ışı yapmam ıza ilizum<br />
yok. Yalnızca orada mekân sanatlar ındaki gelişme ritminin bulunduğunu<br />
göstermek için bir misal vermek yeter. Zaman sanatlar ının bize- kalan<br />
pek eski vesikalar ı (notalar, yaz ılı kitaplar) mevcut olam ıyaca ğı için bir<br />
k ısm ını ancak antik Yunan'a yak ın bir zamandanberi, bir k ısm ın ı da bir<br />
kaç yüzy ıldanberi biliyoruz. Esas ında ifade sanat ı olan müzik, klasik,<br />
hatta romantik devirde bu istikamette geli ştikten sonra bir nevi baroque<br />
tesiriyle tabiata ve taklide do ğru kaymaya ba şlamışt ı. Berlioz'un Symp<br />
honie pathe.tique'i, Borodine'in, Rimski Korsakof un baz ı eserleri bu sa-<br />
186
p ış s ıras ında meydana gelmi ş olduğu için onlarda musiki öz karakterini<br />
kaybetmi ştir. Tabiat seslerinin basit taklidi seviyesine dü şmek müzik<br />
için bir alçal ışt ır. Bununla beraber hemen sonraki devirde yeni müzik<br />
(başka ilhkrynnlardan gelmekle beraber) tekrar i f a de vasf ın ı almaya<br />
ba şladı. Nesre gelince orada obje ve taklid daima birinciplanda geldiği<br />
lutlde surr&aisme'denbeiri yolunu de ği ştirdi. Gerçekten kaçmak,<br />
rüyaya ve sembole s ığınmak yüzünden nesir karakteri bozuldu Aragon'-<br />
un umumiyetle surr&aiste yazarlar ın nesri halen bu mahiyettedir. Müzik,<br />
sonradan tekrar kendi mahiyetine uygun bir geli şme yoluna girmi ş olduğu<br />
gibi neslir ve şiir de her halde bu sapman ın sars ınt ılar ını geçirdikten<br />
sonra spiral kavsin daha geni ş bir devresinde kendi yollar ın ı bulacaklard<br />
ır (1).<br />
(1) Sanata dair dü şüncelerimizi daha etrafl ı olarak "De ğerler nazariyesi" adli<br />
derslerimizde vermi ştik. (1946-49). Ayr ıca bu konuda ne şrettiğimiz yaz ılar<br />
ın mecmuunu na "Sanata dair Dü şünceler" ad ı altında ç ıkarmak üzereyiz.<br />
187
I X<br />
MANEVI DEĞERLER<br />
II<br />
AHLAK<br />
1. AHLAK PROBLEM/ EMPİRİK OLARAK KONABHAR Mİ ?<br />
Ahlak ın insan - aras ı münasebetlere ait a şkın (tran3cendant) bir<br />
varl ık ve bir değer sahas ı olduğunu yukar ıda söylemi ştik. Hareketlerimiz,<br />
düşüncelerimiz, sözlerimiz ve yaz ıları/11 Hz kişiler-arası münasebetler sahas ına<br />
ait olmalar ı bak ımından mutlaka ahlaki varl ık sahas ı taraf ından ku şatılırlar.<br />
Onlar ın böyle bir "Kuşat ıc ı" (englobant) ile ilgisizmis<br />
gibi de ele al ınmalar ı mümkündür. Mesela ekonomik veya siyasi neticeleri<br />
olan her hangi bir hareket, fikri gaye ile yaz ılmış her hangi bir<br />
yazı veya söylenmi ş bir söz sanki ahlaki varl ık sahasiyle 'ku ş at ı lmam<br />
ı ş gibi ele al ınd ıkları zaman, kendi ba şlar ına iktisad ın, siyaset<br />
ilminin veya başka bir ilmin konusu olurlar. Fakat bu tarzda i 1 g i -<br />
sizmi ş g i b i ele al ınan bütün hadiseler, mücerrettirler, gerçeklikten<br />
mahrumdurlar, ve onlar ın gerçek olarak kavranabilmeleri (anla şılabilmeleri)<br />
ancak kendi "Ku şat ıc ı"lariyle, aşkın varl ık olan ahlak sahasiyle<br />
birlikte göz önüne al ınmalar ı sayesinde mümkün olur.<br />
Eğer insan kendi kendine kaideler koyan, kendini bu kaidelere uymağa<br />
mecbur eden, arzular ını durduran, hapseden, frenliyen, onlar ın istikametini<br />
değiştiren bir varl ık, has ılı, manevi bir varl ık olmasayd ı onun teknik,<br />
iktisadi, siyasi bütün fiil ve hareketlerini ayr ı ayr ı ele alabilirdik. Yaln<br />
ız z ü mrelenmelerle, yakla şma ve uzaklaşmalarla bunlar ı<br />
aç ıkhyabilirdilı. Bu tarzda zümrelenmeler (veya topluluklar) insanlarda<br />
olduğu kadar hayvanlarda da vard ır. Onlar ın zümre hayatlar ı da iç güdüleri<br />
taraf ından düzenlenmek üzere sabit şekiller almaktad ır. Hayvan<br />
zümrelerinin asla de ğişmediği, insan zümrelerinin süratli de ğişmeler geçirdiği<br />
şeklinde ileri sürülen fark ta pek kesin görünmemektedir. Çünkü<br />
189
hayvan zümrelerinde de mandut nisbette zeka fiillerinin rolü oldu ğu, çevre<br />
şartlar ına göre onlar ın da pek mandut şekillerde değiştikleri görülmektedir.<br />
Durkheim' ın gösterdi ği gibi insan cemiyetleriyle hayvan cemiyetlerinin<br />
en mühim fark ı, birincilerde yapt ır ıc ı kuvvetin ferdlerin zuurunda meydana<br />
ç ıkan bir ma'nevi bask ı veya kendi kendini mecbur etme kuvveti<br />
olduğunu söylemekle acaba mesele hâlledilebilir mi? Yani, insan ın<br />
en mühim karakterlerinden biri olan bu "Kendi kendini mecbur etme"yi<br />
içtimai bask ının hususile şmi ş, sübjektifle şmiş bir şekli olarak anlamak kabil<br />
midir? Eğer böyle ise bütün ahlak problemi cemiyet problemine (fakat<br />
yaln ızca insan cemiyetleri problemine) irca edilebilecek demektir. Buras ı<br />
şiiphelidir. Çünkü biz hayvandan farkl ı olarak kendi kendine dizgin vurabilen<br />
varl ıklar olduğumuz için mi insan cemiyetlerinin hayat ı (bütün kültürü<br />
ile beraber) hayvan zümrelerinden ayr ıl ıyor? Yoksa, tersine, insan cemiyetleri<br />
"kollektif şuur" halinde bir bask ı karakterine sahib oldu ğu için mi, bu<br />
karakterleri ferdlerin şuuruna i şleyerek, al ışkanlığa yerle şerek ferdi yükümlülük<br />
halini al ıyor? Durkheim sosyolojisi kolayl ıkla ikincisi lehine cevap<br />
verebilir. Ve bunu içtimai olgular ın hem organlaşmış (müessesele şmiş<br />
) hem yaygın (içtimai cereyanlar halinde) her iki şeklinde de ferdi<br />
şuurlardan "müstakil" olarak mevcut oldu ğunu söyliyerek isbat etmek ister.<br />
Eğer Durkheim sosyolojisinin görü şü doğru ise ahlaki yükümlülük<br />
ve sorumluluğun, vazifenin şahsi hiç bir prensipe ba ğlanınamas ı, şahs ın<br />
prensip bak ımından muhtarl ığı olmamas ı laz ımgelir. Eğer ahlak felsefesinin<br />
görüşü doğru ise manevi de ğerlerin merkezi olan insani şahs ın muhtarl<br />
ığı dolayısiyle yükümlü ve sorumlu olmas ın ın içtimai yükümlülü ğü, sorumluluğu,<br />
içtimai kaidelilik ve düzeni de meydana getirmesi gerekir. Buradan<br />
anla şılır ki Durkheim sosyolojisi prensipine göre şahsin ahlaki muhtarl<br />
ığı keyfiyeti ne prensip bak ımından ne de devaml ı olarak aç ıklanamıyacak,<br />
ancak cemiyetin belirli hal ve şartlar ına göre meydana ç ıkan ve<br />
kaybolan ar ızi bir hal olacakt ır (1). Halbuki insan felsefesinin prensipine<br />
göre cemiyetin her zaman ve her yerde neden dolay ı kaideler koyduğu,<br />
bir emirler veya yasaklar sistemi oldu ğu, niçin insanlar ın hareketleri ve<br />
düşüncelerini bu sisteme tâbi k ıldığı anlaşılabilecektir. Demek ki ahlak<br />
problemine sosyolojik bir tarzda girmek do ğru değildir. Onu her şeyden<br />
önce insan felsefesinin bir cephesi, bir ahlak felsefesi olarak ele almal ı ; ondan<br />
sonra insan cemiyetlerini hayvan cemiyetlerinden ay ıran esasl ı karakterlerin<br />
nas ıl meydana ç ıktığın ı bu suretle aç ıklamal ıdır.<br />
Ayr ıca şunu da işaret edelim: Ferdi şuurlar d ışında (onlardan ön-<br />
190<br />
(1) Draghicesco. Pieron, Ch. Blondel, bizzat Durkheim "Ahlak Terbiyesi" adli<br />
kitab ında şahsi muhtarl ığı bu suretle izah ediyorlar.
ce ve onlar ın üstünde) mevcut olduğu kabul edilen "içtimai bask ı" bir<br />
postülat olarak kalmaktad ır. Olgularda biz yaln ız ferdi şuurlar ın içinde<br />
veya ferdi şuurlac aras ında bask ı, kontrol, kar şılıkl ı kontrol, kendini kontrol,<br />
v.s. hadiselerini görüyoruz. Her nerede fertler - aras ı münasebetler<br />
varsa orada kar şılıkl ı kontrol ve onun türlü variantlar ı meydana ç ıkar<br />
demek "içtimai bask ı" ferdi şuurlar ın üstünde ayr ı bir gerçek sahas ıd ır<br />
demek değildir. Burada Durkheim sosyolojisi derhal içtirnai bask ı olgu-<br />
lar ın ın ferdi veya ferdler - aras ı psikolojiye irca edilemiyece ği noktas ında<br />
israr edecekdir, ve bunda da hakk ı vard ır. Vak ıa ferdi suur hadiselerinin<br />
ne toplam ı, ne birbirine tesiri ile mahiyetçe onlara z ıt olan yeni bir olgu<br />
sahas ı meydana ç ıkamaz. Halbuki fiilen ahlak sahas ında bu olgular ın<br />
karşısında bulunuyoruz. O halde onu bu sosyoloji mensuplar ın ın hakl ı<br />
olarak dedikleri gibi psikolojik olgulara icra etmeye, onun kanunlar ıyla<br />
aç ıklamaya çal ışmamal ıd ır: ne Tarde, ne Mc Dougall, ne Wundt'un teşebbüsleri,<br />
hatta ne de alman cemaat ruhu (volksgeisl) nazariyecileri<br />
mahiyetçe farkl ı olan bu olgular ı psikolojik hadiseler vas ıtas ıyle<br />
izah edememi şlerdir. Bütün cemiyetlerde korku yayg ın bir hadisedir;<br />
fakat harpteki panik, e şkiya tehdidi, hastal ık salg ın ı, v.s, gibi içtirmile şmi ş<br />
(ve sosyal psikolojinin tetkik konusuna giren) bütün şekillerine ra ğmen<br />
korku, hatta sapk ın veya yükselmi ş manzaralariyle beraber manevi hayat<br />
ın direklerinden olan mukavemet etme ve kendine hükrnetmeyi aç ıkla-<br />
yamaz. Her korkuda elemanter bir de -recede görülen k et vurma<br />
(inhibition) ile ahlaki fiilin temeli olan kendine emretmenin yal= görünüş<br />
şekli ve cereyan sahas ı (yani şuur) ayn ıdır. Fakat iki hadise tamamen<br />
farkl ı mahiyettedir: ikincisinin ayr ılmaz şart ı objektif] i k ve<br />
üniversellik oldu ğu halde, birincisinin ayr ılmaz şart ı süh!ektiflik ve ferdiliktio.<br />
Hasılı ahlak sahas ın ı 'ne Durkheim sosyolojisinin gösterdi ği ve "içtimal<br />
bask ı" dediği hipotez vas ıtas ıyla aç ıklamaya imkân vard ır; ne de umumiyetle<br />
psikolojinin (bilhassa davran ış psikolojisi, refloxologie ve Psychanalyse'in)<br />
gösterdi ği tarzda şartl ı refleksi de "bask ı vurma" (?. pression)<br />
mekanizmalar ından birine indirmeye imkan vard ır. Birinci te şebbüs<br />
bizzat psikolo ğlar ın da hücumuna u ğramak üzere bo şlukta bir hipoteze<br />
dayanmakta idi: Kolektif şuur mu ? Ferdi şuurlar ın dışında, nere-<br />
de? ktimai bask ı mı, nerede? denilmekte idi. Fakat bizzat bu psikolo ğa<br />
ayni şey sorulabilir: insandaki objektiflik ve üniversellik e ğer onun maneviliğinden,<br />
kendini a şan bir varl ık sahas ıyla münasetinden deri gelmiyorsa<br />
neden ileri geliyor? Bu objektiflik ve üniversellik ferdi şuarun neresinde<br />
ve nas ıl gerçekle şiyor? Darwin'den beri türlü yollardan bütün natü-<br />
191
alistlerin bu aç ıklama yolunda birbirleriyle nas ıl bo şuna yarışa girdiklerini<br />
daha önceki bir fas ılda görmü ştük. Burada tekrar etmiyece ğiz. K ısaca<br />
söyliyelim ki şimdiye kadar natüralismin hiçbir te şebbüsü şartl ı refleksten<br />
veya duyulardan, farenin labirent içinde yolunu bulma tecrübesinden<br />
yukar ı ç ıkamam ışt ır. Kellog'lar ın gösterdikleri gibi beraberce büyütülen<br />
insan ve maymun yavrular ı bir kaç ayl ığa kadar a şaği yukarı ayn ı<br />
gelişme safhalarmdan geçtikleri halde, insan yavrusu (içtimal tesirlerden<br />
mümkün olduğu kadar tecrid edilmi ş olmas ına rağmen) ötekini nisbetsizce<br />
aşmaktadır. Çünkü insan mahiyetçe öteki varl ıklardan ayr ı bir varl ıkt<br />
ır. İnsan, ki şiler - aras ı ahlâki bir varl ık sahas ı ile kuşat ılmasından dolay<br />
ı hayvandan farkl ı (yani kültür yaratan) bir cemiyet hayat ına sahib<br />
olmaktad ır.<br />
2. AHLAKI VARLIK SAHASI<br />
Kişiler - aras ı ahlâld saha bir de ğer sahas ı olmadan önce bir varl ık<br />
sahas ıdır. Buna hususi adiyle ahlâki m â. n â sahas ı da diyebiliriz.<br />
Insanla insan ın münasebeti ancak böyle bir sfer içinde bir :iiizen meydana<br />
getirebilir: kom şuluklar, akrabal ıklar, i şler ve faaliyetler, derin alâkalar,<br />
teessüri nufuzlar (affinit6) şekillerinde görünen bütün ietimai münasebetler<br />
böyle bir sfer'de gerçekle şmektedir. İnsan, manevi (sprituel) bir<br />
varl ık olduğu için kendisini asla tek ba şına göz önüne alamaz: Görmek<br />
ve Dinlemek ona etraf ında insanlardan ibaret bir 'dünya" açar.<br />
Geist olmak bak ımından insan için, "ba şkas ı" yoktur, insanlar vard ır,<br />
nitekim "kendisi" de yoktur, insanlar ın bir parças ı vardır. O, mânevî bir<br />
varl ık olarak bütün insanlarla kar şıl ıkl ı nufuz halindedir. Ac ıların ı duyar,<br />
neş'elerini paylaşır. Onlarla birlikte a ğlar. İnadadlar ına ko şan Almanca<br />
bir kelimenin tam kuvvetiyle onda birlikte duyma (Mitleid)<br />
hali vard ır (1), ve onu insan yapan da bu haldir. Bu hal medenili ğe,<br />
tahsile, veya belirli bir kültür çevresine mahsus olan bir hal de ğildir. O<br />
bütün insanl ığa yayg ın en umumi vas ıft ır, ve bizzat ahlâk n â<br />
dediğimiz varl ık ta orada görülür. Bu birlikte duyma ba şka hiç<br />
bir varl ıkta mevcut de ğildir. Onun olabilmesi için ki şiler - aras ı sahada<br />
duyu verilerini, hatta bilgiyi a şan bir ku şat ıc ıya ihtiyaç vard ır. 1) Çünkü<br />
insan duyu verilerinden veya bilgiden ibaret olsayd ı, çevresini yaln ız şuur<br />
muhtevas ı olarak alacakt ı. O zaman çevresindeki her hangi bir " şey"<br />
ile bir insan aras ında fark olm ıyacakt ı . Çünkü her ikisi de ayni duyu iz-<br />
lemlerinin terkibinden meydana gelmi ş olacaklard ı. Böyle bir durumda<br />
1P2<br />
(1) Buna kar şı şafkat, merharnet kelimelerini kullan ınca as ıl mânadan uzaklaşıyoruz.
"başkas ı" ile insanın "kendisi" aras ında bağlantı kurması cidden güç,<br />
hatta belki imkans ız olacakt ır. Bilgi yolundan ahlak problemini halle gidenler<br />
bunun için ya başkas ı ile "ben" aras ında yaln ız analoji'nin ve "tefsir"in<br />
kurabildiği iğreti bağlara dayanmışlar (Schopenhaur'da olduğu gibi)<br />
yahut "başka"s ım tamamen inkâra vararak ahlaki aç ıkça benciliğe<br />
(goisme) bağlamışlardır (faydac ıl ık, solipcisme v.s. gibi). Demek ki bu<br />
yollardan ahlak problemini halle imkân yoktur. 2) İkinci bir yol ahlak<br />
problemini yaln ızca bir değer problemi olarak koyma yoludur. Buna göre<br />
bilgide objenin üstünlü ğü olduğu, duyu verileri ve şuur muhtevalar ı bilgiyi<br />
t ayin etti ği halde değer sahas ında süjenin üstünlü ğü vard ır.<br />
Süjedir ki objeyi değiştirir, ona şekil verir ve tayin eder. Sanatta oldu ğu<br />
gibi ahlâkta da ahlaki süje (yani ki şi = personne) ahlald' objeyi yani ha-<br />
reketleri, fiilleri, kaideleri de ğerlendirir ve tayin eder. Ahlaki süjenin<br />
muhtarlığı (autonomie) olmaks ızın ahlak fiillerinde neden dolay ı yükümlülük,<br />
sorumluluk, bask ı, kaide ve düzen olduğu anlaşılamaz. Bu yol yine<br />
Schopenhauer taraf ından teklif edilmi ş olmakla beraber, as ıl Scheler, N.<br />
Hartmann taraf ından geni şletildi (1). Münaka şas ına girmeden yaln ız işa-<br />
ret edelim ki böyle bir yolun kabul edilebilmesi için ahlaki süjenin muhtarl<br />
ığın ı ve tayin edici kudretini nereden ald ığını bilmek lâz ımdır. Eğer<br />
bu "istediğini yapma" anlam ına gelen bir hürriyete dayamrsa, tamamen<br />
anarşik bir neticeye var ıl ır. Bu yoldan hiç bir ahlak temeli kurulmu ş de-<br />
ğildir. Bunun psikolojik veya sosyolojik aç ıklamalardan birisine bağlana-<br />
mıyacağını yukarıda gördük. O halde ahlaki süjenin muhtarl ığını an-<br />
cak Kant gibi akl ın umumi kanununa bağlamak lazımgelir. Fakat akl ın<br />
prensibleri tamamen f o r m el oldu ğuna göre (ki bunu birinci kitapta<br />
görmüştük) ahlak ın da bu formel ve muhtevas ız, gerçekle ilgisiz, metafizik<br />
değeri olm ıyan prensiplere dayanmas ından ne ç ıkar? Bu suiretle ahlaki<br />
fiilin objektifliği ve üniverselli ği nas ıl temin edilebilir? Kant böyle bir<br />
teşebbüse geçmemi ştir. Çünkü onun felsefesi akl ın sentetik a priori oldu-<br />
ğu esas ına dayan ıyor ve mant ık matematik üzerindeki y:mi ara şt ırmaları<br />
hesaba katm ıyordu (2).<br />
3) Üçüncü bir yol ahlak problemini varl ık problemin dayand ırmak yoludur.<br />
Vak ıa yalnız ahlak değil, umumiyetle bütün de ğerler (axio/ogie)<br />
problemi varl ık problemin bağlanmad ıkça yalnız süjenin keyfi icadlar ı gi-<br />
(1) N. Hartmann, Maaphysique de la Connaissance<br />
(2) Euklidesci olm ıyan yeni matematiklerle Kant sistemi aras ında çatışma<br />
vardır. Yeni Kantç ılar bunu te'vile çal ışıyorlar.<br />
F 13 193
i kalacak ve fictionism'in buhranlarma dü şecektir (1). Fakat ahlak sahas ı<br />
manevi varl ığın özel bir sahas ı olarak ele almanca mesele halledilebilir. Manevi<br />
varl ık insan ın bilme ve dü şünme yetilerini a şarak inanma yetisiyle<br />
kavradığı kuşat ıc ı aşk ın varl ıkt ır. O, ya insanlar aras ı münasebetlerdeki<br />
aşkın varl ıktır ki, buna objektif ruhun veya "Mana" n ın insanlar ı kuşatmas<br />
ı demelidir, yahut insanlar ı mekanda ve zamanda a şan aşk ın varl ıktır<br />
ki, buna da objektif ruhun veya "Mana" n ın alemi kuşatması demelidir.<br />
ahlâkin, ıknıc ısi dinin konusunu te şkil eder. Acaba ruhlarda i ştirâki<br />
temin eden bu manevi varl ık nedir? Psikologlar veya inter-psychologue'lar<br />
buna derhal insanlar - aras ı münasobetier s ıras ında meydana ç ıkan<br />
"işaretler", "semboller", " şemalar" ve bunlar ın mücerretlesmesinden do ğmuş<br />
'kavramlar" sistemi diyeceklerdir ki bütün bu sistem asl ında duyu verilerine<br />
dayan ır (2). Fakat bu semboller veya i şaretler ancak birbirini anl<br />
ıyan insanlar aras ında bir mana ta şırlar, aksi halde hiç bir şey ifade<br />
etmedikleri için s a ç m a bir tak ım cylw veya hareketlerden ibaret<br />
kal ırlard ı. Birbirlerini zaten a n 1 ı y a n, birlikte duyan insanlar<br />
aras ında ise bir "mana" birliği olduğu, yani onlar ın manevi bir varlık<br />
içinde bulunduklar ı görülüyor. Sosyologiar onlar ın imdad ına yeti şecek<br />
ve diyebileceklerdir ki: bu "mana kolektif tasavvurlardan ileri gelir.<br />
Fakat (yukar ıda söylediğimizi tekrar edelim) "kolektif tasavvur" lar<br />
ferdi tasavvurlarda görünmüyorlar m ı ? İnsanlar birbirine yakla şt ıkları ,<br />
birbirlerine "es r ettikleri zaman (co şkunlu.k veya task ı r21 ,k anlarmda) meydana<br />
ç ık ıp sonra zay ıflamış olsalard ı onlar ın yapt ırıcı kuvvetlerini saklamalar<br />
ına imkan olur muydu? Ayn ı şuurda biri benci öteki ha şkac ı, biri istiyen<br />
öteki durduran iki kuvvetin birden bulunmas ı bu şuurun üstün bir<br />
kuvveti kendinde tas ıdığının alâmeti de ğil midir? Kısacas ı insanlar ın (hatta<br />
biribirlerini hiç görmiyenlerin bile) birlikbe duymalar ı ve<br />
anla ş malar ı ancak ku şat ıcı bir manevi varl ık içinde bulmunalarm-<br />
darı ve bunu bilgiye ba ş vurmaks ızın, "duymalarm.dan" d ır. Ve bunun için<br />
de onlar "içtimai" dirler. Hiç bir ö ğretim ve medeniyet sistemi taraf ından<br />
yeti ştirilmiş olmıyan vah şilerin birbirine bağlam şlar ı, birbirlerinin derin<br />
bir kök birliğinden, geldi ği hakk ındaki inançlar ı, onlardan birine yap ılan<br />
tecavüzün sanki hepsine birden yap ılmış gibi ötekilerde şiddetli bir tepki<br />
uyand ırnıas ı bu duygu ve anlay ış birliğinin onlarda bulunduğunu göster-<br />
miyor mu? Psikolojik tahlil yoluna göre onlar ın yalnızca egoist'ler, birbirine<br />
kapal ı siijelerden ibaret olmalar ı laz ımgelirken, birlikte sevinen, bir-<br />
194<br />
(1) Vaihinger'in Als Ob (sanki varm ış) felsefesi bütün idealleri mevhum sayan<br />
böyle bir ç ıkmaza giriyor.<br />
(2) Evvelce Simmel, L. von Wiese, şimdi Amerika'da Chapin bu metodla meseleyi<br />
halledeceklerini zannediyorlar.
v<br />
likte ıztırap duyan tek varl ığın parçalar ı gibi kendilerini görmeleri, adeta<br />
Sehopenhauer ve Nietzsche'nin bahsetti ği henüz şuura ç ıkmamış tek ve bütün<br />
varl ık halinde bulunmalar ı onlar ın bütün ahlaki (ve bundan dolay ı da<br />
"içtimai") hayatlar ının kayna ğı değil midir? Öyle ise, ahlak problemini biz,<br />
ahlaki bir varl ık problemi halinde ele alaca ğız.<br />
"Ahlaki varl ık" insan olarak, bizi birbirimize ba ğl ıyan, duygudaşlığım<br />
ıza imkan veren, hangi kültür çevresine mensup olursak olal ım aram ızda<br />
müşterek taraflar ın bulunmas ını sağl ıyan varl ıktır. Bu varl ığa konkre bir<br />
isimle "insanl ık" diyorum. İnsanl ık, mücerred bir kavram, ula şılmak istenen<br />
bir hedef veya bir utopia de ğildir. insanlığı bu manada anl ıyanlar ya<br />
mücerred kavramc ılard ır (conceptualiste), yahut onu böyle sayarak bu<br />
varl ık sahas ına kar şı ruhlar ı kör olan kötümserlerdir. Denecek ki: "haks ızlıkta,<br />
cinayette, harpta insanl ık nerde kal ır? Bar ış zaman ında bile aynı cemiyet<br />
içinde insanlar birbirine zulmetmez mi? Hele sava şta birbirini canavar<br />
gibi görmez mi? Bu hali ile insanlar ın ba şka canl ılardan ne fark ı vard<br />
ır? Bunun için kör bir dö ğüşten, "varl ık için mücadele" (1) den ba şka<br />
kanun yoktur. Gerisi hep hayaldir!". Ahlaki varl ık, hatta ahlaki de ğer sahas<br />
ı için yap ılacak hücumlar ın en amans ız' budur. Fakat natüralismin bu<br />
kaba delili antik devirdenberi Demokrit'çilerin Platon'culara söyledikleri<br />
şey de ğil midir? Şu farkla ki Demokrit'in delilleri de ğişmemi ştir; fakat<br />
Platon'un Id'e.alar ı ahlaki varl ık olarak bu âleme inmi ştir. İnsanl ık gerçek<br />
ve Wal varl ık olarak bu alemde mevcuttur. O hem bütün insanlar ın ayrı<br />
ayrı veya birlikte ya şadıkları, birbirlerini anlamalarm ı temin eden manevi<br />
hayat (Esprit) dir; hem de onlar ın ulaşmak istedikleri, henuz gerçekle<br />
ştiremedikleri i d e a l'd ır. Bütün insanlar, insanl ığın bir parças ı olarak<br />
bu manevi hayat ı yaşatmakta iseler de, hepsinin ahlak duyulan ayn ı derecede<br />
keskin, hepsinin kalpleri ayni derecede aç ık olduğu söylenemez.<br />
onlar ayni zamanda etten ve kemikten varl ıklard ır. Yani teknikle ve bilgiyle<br />
duyu verilerine bağlıd ırlar. Bu ikinci ba ğlams onlar ı benci yapar.<br />
"Başkas ı" ile "ben" aras ında uçurum açar. Ayni insanda hem birle ştirici<br />
hem ayine' bu iki kuvvet ayn ı zamanda mevcuttur; ve daima birbirine zarar<br />
vermek üzere devam etmektedir. Bu bak ımdan çocuğu, vah şiyi medeniden<br />
ay ırmay ız. Ancak medeni insanda ahlâk duyusu ve "kalp<br />
gözü" nün, teknik ve bilginin artmas ı yüzünden tamamen tkann ııs<br />
olmas ı mümkün olduğu gibi iyi bir eğitim neticesinde bu iki kuvvetin<br />
ayr ı ay-z ı geli ştirilmi ş ve "kalp gözü" nün iyice aç ılm ış olması<br />
da mümkündür. Vah şi dediğimiz kavimlerin kültürleri içinde<br />
de ahlak duygusu ve insani varl ığın olduğuna dair say ısız misaller var-<br />
(1) eh. Darwin'in "Ya şamak için Mücadele" (Struggle for lif e) diye ifade ettiği<br />
fikir.<br />
195
dır. Baz ı sosyologlarm dedikleri gibi insanl ık ideali yalnız ayn ı seviyedeki<br />
cemiyetlerin meydana getirdi ği bir "medeniyet" çevresine inhisar etmez.<br />
Çünkü birbirine hiç benzemiyen ve seviyeleri son derecede farkl ı kültür<br />
çevresine mensup insanlar aras ında da s ırf insanl ık bak ımından bir likt<br />
e duyma ve anlama' n ın olduğunu, onların mitolojileri ve<br />
folklorlann ı dinlediğimiz veya aralar ına girdiğimiz zaman görüyoruz.<br />
inançlannın, sonucu olarak canavarca baz ı merasimi yapmaya mecbur olan<br />
"iptidal" lerin bu merasimden sonra göz ya şı döktükleri, hatta f ırsat bulurlarsa<br />
bunlardan kaçt ıklarını etnograflar anlat ıyorlar. E ğer insani varl ık<br />
yalnız ideal değil, aynı zamanda gerçek olarak mevcut olmasayd ı bu insanlar<br />
ın "ayin" lerin gerektirdi ği şeyleri tabii kar şılamalar ı, hatta bundan dolayı<br />
sevinç duymalar ı icab etmez miydi?<br />
İnsanlar aras ı münasebetler "ahlâki varl ık" dediğimiz a şk ınlığa dayan<br />
ır. Bu aşkınl ık ki şilerin birbirlerini görmedikleri, birbirleriyle kar şılaşmadıklar<br />
ı yerde de vard ır. Ki şilerin münasebetlerindeki devaml ıl ık, onlar<br />
ın bir düzene bağlı oluşu, ki şinin ki şiye verdiği sözü tutma ğa mecbur oluşu,<br />
ki şinin kişiden ayr ıldığı zamanda dahi ona güvenebikce ği hakk ında<br />
bir kesinliğe sahib oluşu, has ılı kişilerin birbirine inanış' ahlâkl ılığın vaz<br />
geçilmez şart ıd ır, ve bu şart ancak ki şiler - aras ı münasebetleri ku şatan<br />
manevi ve a şkın bir varl ığı kabul etmek ve ona inanmakla mümkündür.<br />
Onun dışında hiç bir şey insanlar ı birbirine bağlıyamaz, veya ba ğl ıyan<br />
kuvvetlerden hiç biri devaml ı olamaz. İnsanlar onlar ı faydayla, hesapla,<br />
korkuyla, veya bir kli şeyi gerçek zannetmeden ibaret olan vehimle (fiction)<br />
kabul ettikleri için, bütün bu sübjektif ve de ğişmeye elveri şli âmillerle<br />
beraber bu bağlant ılar da değişecek ve çözülecektir.<br />
İnsanları iki seviyeden görmek mümkündür dedik: biri onlar ın eşyaya<br />
bâkim olmak için yapt ıklar ı faaliyetler ve bunun eserlerinden ibaret<br />
olan varl ıklar ıdır. Burada ir ad e' ler birinci derecede rol oynamaktad<br />
ır. Fakat zeka bu iradenin hizmetinde çal ışmakta ve e şyaya istediği<br />
gibi tasarruf etme, onu kullanma yollar ını bulmaktadır. Ayni faaliyet<br />
içinde arzular ın ve h ırslarm da rol oynamas ı, insanların hükmetme güçlerini<br />
artt ırmaları bak ımından hatta ötekileri şahlandiran kuvvetler olmas<br />
ı mümkündür. Bu seviyede görülen insan dünyaya do ğru gerilmi ş bir<br />
ok halindedir. Bütün güçleri "ba şarı"nın hizmetinde toplam ıştır. Her<br />
g e r i 1 m e "dünya" önünde bir geri çekilmeyi gerektirdi ği için onun<br />
her hamlesinde e şya ile aras ındaki mesafe daha çok büyümü ştür. İnsan<br />
fethetti ği dünyadan bu şekille daima ayr ı kalmağa mahkfımdur. Dikkat,<br />
ruhun yaln ız ba şar ı noktas ında toplanmas ı ve bundan dolay ı da ba şar ının<br />
büyüklüğü nisbetinde varl ıktan uzakla şmas ı demektir. Bu seviyede insan<br />
dünyaya ba şarı ile aç ıl ışına rağmen hakikatte dünyadan uzakla şmış-<br />
196<br />
Iıı
tır. Dünya ve kendisi iki ayr ı âlem olmuştur. Yine bu yüzden insan "ba şka"<br />
insanlar ı da kendilerine bütün gerginli ğiyle baktığı ve gittikçe uzaklaştığı<br />
âlem gibi çok uzaktan görmektedir. İnsan bu seviyeden insanlara:<br />
ancak en uzak perspektiv'den bakabilir. Ba şka deyişle bu seviyede insanlar<br />
birbirlerinden (Yakub Kadri'nin dedi ği gibi) "y ıldızlar kadar uzak"t ırlar<br />
(1). Ancak insan ın bütün seviyesi bundan ibaret de ğildir. İnsan e şyaya<br />
ve dünyaya, bir de hâkim olmak için değil, yaln ızca onlara i ş tirak<br />
et m e k için bakabilir. Burada birinci derecede rol oy/uyan t e 1 k i n'-<br />
dir. Telkinin hizmetinde bütün fikirler vard ır. Fakat onlar art ık şuur -<br />
alt ı'nda çalışmaktad ırlar. Yine telkinin hizmetinde taklid, senpati ve bilhassa<br />
sevgi, hele ihtiraslar ın yükselmesinden do ğan muhtelif ideal mevzu'lara<br />
çevrilen sevgilerin büyük rolü olabilir. Burada ;nsan iradeyle,<br />
adali cehitle, dikkatle ifrat derecede gerilen ve yorulan varl ığını dinlendirir.<br />
Kendi ba şına bir varolu ş (existence) olmaktan vaz geçer. Büyük varlığa<br />
karışır. Bizzat kendisinin bütün varolu şlar aras ındaki en büyük i ştirâki,<br />
şuur - dışı varl ığını hür bir gelişmeye bırak ır.. Art ık fikirleri, "bagarı"<br />
hedeflerine do ğru gerilmi ş cehidlerin hizmetinde de ğil, şuur - d ışı<br />
varlığının sonsuzluğunda serbestçe hareket ederler. Insan ın bu derin varlığı<br />
onu bütün âlemin varl ığına, ba şka insanlar ın varoluşlarına ba ğlar.<br />
İnsan kendisi ile ba şka insanlar, hatta bütün e şya aras ında i ştirak olduğunu<br />
bu suretle duyar ve anlar. E ğer telkinle yap ılan ve şuur - d ışı ile varlığın<br />
derinliklerine nufuz eden bu ikinci insan olmasayd ı, birinci insan bu<br />
"başar ı" avın ın peşinde ve gerginliğin son haddinde nihayet bitkin dü şecek<br />
ve mahv olacakt ı. Onu mahv olmadan kurtaran bu ikinci insand ır.<br />
Bu iki insan ı klasik felsefedeki beden, ve ruh . a karşıl ık zannetmek<br />
en büyük yanl ışl ık olur. Başar ı pe şinde koşan irade ve zeka insan ı<br />
sırf beden olmay ıp bütün insan olduğu gibi, iştirak (participation) arayan<br />
telkin ve şuur-dışı insanı da s ırf ruh olmay ıp bütün insand ır. İki bütün insan<br />
ayni insanda nas ıl yer bulur? Bunda şaşılacak bir cihat yoktur: b ü -<br />
t ü n i n s a n, kuvvetlerinin çevrildiği bir istikamete ve onlardan bir<br />
k ısm ının üstünlüğü almak üzere meydani gelen faaliyet tarz ına göre bir<br />
veya öteki manzaray ı alabilir. Bir insanın aynı zamanda kendinde her iki<br />
varl ık seviyesini birden gerçekle ştirmesine imkan yoktur. Onlar ya birbirlerini<br />
takib ederler, yahut biri ötekini yener; hiç de ğilse uzun bir müddet<br />
bask ı alt ında b ırak ır " İptidai" dediğimiz ka4imlerden çoğunda, Hind ve<br />
Uzak-Doğunun yüksek medeniyetlerirde, hatta k ısmen Yak ın-Doğuda i ştirak<br />
arayan ruhun yüzy ıllarca ne kadar geli ştiğini biliyoruz. Bat ı, son yüzyıllarda<br />
tam tersine "ba şarı" arayan gerginlik ekzersizi yapmaktad ır. İnsa-<br />
(1) Yakub Kadri, Bir Serencam'dan.<br />
197
n ın ahlaki varl ığı bu iki insandan ikincisine dayanarak, fakat birincisinin<br />
yard ımiyla faaliyete geçebilir. Her nerede bir ahlak hareketi, hamlesi, her<br />
nerede ahlaki bir ceeryan olmu şsa orada bunlar ın rolünü görebilirsiniz:<br />
Sokrates insanlarla bir olmak istiyordu. En büyük hedefi natüralistlerin<br />
ve sofistlerin bencili ğini kaldırmakt ı. "Dostluk sofras ı" onun doktrinini<br />
dünyaya yayd ı. Fakat yine Sokrates bir hedefe ula şmak için suur-d ışı varlığa<br />
kar ışmakla kalmad ı. Irade ve zakas ını kulland ı: Fikrinin ba şar ısını<br />
aradi. En basiti, zekan ın aleti olan "istihza" y ı ve "maieutik" i (münaka şa<br />
san'at ın ı ) kulland ı. Hazreti Muhammed daima arkada şlariyle (Ashab) beraberdi.<br />
Insanlarla bir olmak için isti ğrak haline geliyordu. Bununla beraber'<br />
islamiyetin ba şarısı için zekas ını, iradesini bu ideal u ğrunda kulland ı :<br />
Kur'an varl ıkla temas ını, hadis zeka ve iradesini temsil ediyor.<br />
Has ıl ı iki seviyeden ele ald ığım ız insanl ık ahlak ın idealini ve onu gerçekleştiren<br />
vas ı talar' ın ı vermektedir.<br />
Ahlaki fiil, Croce'nin tâbirini kullamrsak bir nevi istek fiili<br />
(acte volitif) dir. Şu şartla ki, istek burada herhangi bir iste ği değil,<br />
Manevi varl ığın, insanl ığım ız ın ideal isteğini; fiil de herhangi ruhi hareketi<br />
(refleks, arzu, i ş v.s.) değil, yine insanl ığımızın gerçekle şmesi için yap ılan<br />
tanı teşebbüsü ifade ede:. Öyle ise her ahlaki fiilde bir yandan ideal varl ık<br />
ile' ilgili olan tasavvurlar, fikirler, tasmimler vard ır. Bütün bunlar ideal manevi<br />
varl ığı gerçeklestirmek istiyen ruhi yard ımc ıd ırlar. Bir yandan da gerçek<br />
varl ık ile ilgili olan kararlar, te şebbüsler, 'vas ıtalar" ı haz ırlamalar ve<br />
icralar vard ır. Bunlar da gerçek varl ığı meydana ç ıkarmak istiyen ruhi yard<br />
ımc ıdırlar. K ısaca buna ahlaki fiilin süje ve objesi diyebiliriz. Bizzat ahlaki<br />
varl ık gibi ahlaki fiil de bu süje-obje ikili ğinden kurtulamaz. Çünkü<br />
o mahiyeti bak ımından birbirinden ayr ılmaz; ayn ı bütünün iki manzaras ı ,<br />
birbirinin z ıdd ı fakat tamamlay ıc ısı olan iki cephesidir ki, buna ahla,k1<br />
D y a d e diyoruz.<br />
Felsefe tarihi bu dyade' ın iki cephesinden birine veya ötekine ait türlü<br />
aç ıklamalarla doludur. Bunu da çok tabii görmelidir. Çünkü dyade her iki<br />
manzaras ım ayn ı zamanda fiilile ştiremez. Biri fiillle şirse öteki kuvve halinde<br />
kal ır. Bu yüzden bütün "nazariye" ler dogmatik metafizikten zaman ım ızın<br />
ilim cereyanlar ına kadar onun bir veya öteki cephesine ait k ısmi tavsiflerdir..<br />
3. YUNAN AHLAK NAZAR İYELERİ<br />
Yunan ahlaklar ı esas bak ım ından, ahlaki fiilin objektif unsuruna dayanmak<br />
ve onu geli ştirmekten doğmuşlard ır. Sofistlerin tabiat felsefesine<br />
hücumuna, Sokrates'in gözleri "kendine" çevirmesine ra ğmen bu felsefe<br />
198
esas ında objektif ve realist bir felsefe olarak kalm ışt ır ve buna sa şmamal ıdır.<br />
Çünkü antik Yunan kültürü bütün İlk-çağ medeniyetinde insanla tabiat<br />
ın ayr ıldığı ve dikkatin ilk defa do ğrudan doğruya yal ın tabiata çevrildi ği,<br />
ayni zamanda a k 1 ' ın biün ruhi melekeler üstünde düzenleyici bir yer<br />
aldığı, bu sayede tabiat hakk ı nda rasyonel dogrrıatik aç ıklamalar yap ıldığı<br />
ilk kültürdür. Ahlak ın da bu unaumi düze,nden ayr ı kalmas ına imkan yoktu.<br />
İnsan mitolojinin anlatt ığı buhranl ı bir haz ırl ıktan sonra sitede hakim<br />
tabaka/un, insanda akl ın, metafizik düzede Tanr ı'ların hegemonyas ı altında<br />
mertebeli ve âhenkli bir hayata ula şmış görünmektedir. Bu hayat bir yandan<br />
gerçekle şmeye ba şlamış, bir yandan da İlk-çağın sonuna kadar ideal<br />
olarak muhafaza edilmi ştir. Yunan filozoflar ının huzur ve sükün (S&r6nit<br />
ve S&urit6) dedikleri şey bu idi. Platon, Sokrates'ci diyaloglar ından bir<br />
çoğunu fazilet, adalet, iyilik problemlerine ay ırmak suretiyle eserlerinde<br />
ahlâka en mühim yeri vermi şti (1). Nitekim son diyaloglar ında da bu konuya<br />
tekrar döndü. Philebos'ta Sokrates, saadet ak ıldan m ı, hazlardan m ı<br />
ileri gelir sorusuna her iki görü şü birle ştirmek suretiyle cevap verirken ilk<br />
diyaloglar ından ayr ılmakla beraber yine ayni yol üzerindedir. Platon'a göre<br />
ahlak ın temeli ü s t ün i y ili k veya sadece iyilik İdea's ıdır. İnsan ın<br />
en büyük gayreti saadeti aramakt ır. Biz saadete mümkün oldu ğu kadar çok<br />
haz elde etmek ve ele ınden kurtulmak suretiyle ula şmaya çal ışırız. Fakat<br />
yeryüzündeki haz ve elemlerimize ba ğlı kaldıkça devaml ı saadete ula şmaya<br />
imkan yoktur. Çünkü haz ve elemin mü şterek kayna ğı arzu (epithymia)<br />
dur. Arzunun tatmin edilmesinden haz, tatmin edil ınemesinden elem do ğar.<br />
Halbuki bu tatmin ile elde edilen haz arkas ından bir elem gelir. Öyleyse devaml<br />
ı haz ve saadete imkan yoktur. Bunun için hakim gözünü duyular dün-<br />
yasmdan ak ıl dünyas ına çevirir. Orada de ği şmiyen, her şeyin ilk örneği olan<br />
idea'lar ı görür. İyilik İdea's ının verdiği haz, dünyan ın, hazlar ı gibi fas ılal ı<br />
ve elemlerle çevrili de ğildir. Hakiki haz, hakiki saadet yaln ız bu "Üstün<br />
İyilik" tedir. Platon'a göre ahlak nazariyesinde hakim dü şünce ahlaki fiilin<br />
saiki (motif) değil, hedefi olmal ıd ır. Bu hareket hangi saikle yap ıl ıyor?<br />
diye sormamal ı, ne için yap ılıyor? diye sormal ıdır. Platon'un (yani bizde<br />
tanılan cephesi ile Eflâtun'un) bu dü şüncesi "Saadet'i-Uzma" (nlicit) veya<br />
T u b â adlar ını ald ı (2).<br />
Platon'un üstün ve "makül" âlemdeki ideale çevrilmi ş ak ıllarda gördüğü<br />
ahlakl ıl ık Aristo'ya göre bu dünyada ferdin hayat ında gerçekleşir. Birincisi<br />
üstün bir âlem'in veya İdea'lar ın gerçekleştiğini kabul ettiği için ona<br />
(1) Vehbi Eralp, Platon, I, Sokratik Diyalog-lar, 1953<br />
(2) Lachs cesarete, Chamides hikmete, "Devlet" in birinci kitab ı adalete,<br />
Criton itaata aittir. Gorgias umumiyetle fazileti ele al ır.<br />
199
ealist ahlak diyorduk. Aristo ahlaki ise ferdlerin ve onlardan te şekkül eden<br />
cemiyetlerin gerçekli ğini kabul ettiği için, yani duyulur âlemi üstündeki<br />
cinsler ve nev'ileri yaln ızca zihnin mant ıki kategorileri gibi gördü ğü, onlarda<br />
dokundu ğumuz dünya üstünde ayr ı bir gerçeklik tan ımadığı için ona<br />
başka bir anlamda realist ahlak diyoruz. Aristo'ya göre ahlak ın gayesi saadet<br />
(Eu~ania) tir, ve insan saadeti bu dünyada gerçekle ştirir (bundan<br />
dolay ı Aristo ahlak ına Eud6nonisme denebilir). Filozof, o ğlu Nichomachos'a<br />
yazd ığı "Ahlak" kitab ı ile "Büyük Ahlak" ında bu fikirlerini anlatmaktad<br />
ır. Onca saadet hazlar ı devaml ı hale koymak demektir. Bu da al ışkanl<br />
ıklarla elde edilir. Al ışkanl ık yard ımiyle biz ifrat ve tefritten, yani bizde<br />
elem doğuran limit'lerden kurtularak tam o r t a ( juste<br />
da bulunabiliriz. Bütün ruhi haller ve melekelerin, bütün mizaçlar ın ifrat<br />
ve tefriti oldu ğu gibi, alışkanl ıklarla elde edilen ve insana devaml ı saadet<br />
temin eden tam orta da vard ır. Bu devaml ı haller karakterimizin te şekkülünii<br />
Sağlar. Platon gibi Aristo'ya göre de, saadet hazz ı aramakt ır. Fakat<br />
haz ve elemin kayna ğı arzu değil, duyumdur. Duyumlar ın ifrat veya tefrit<br />
derecede olmas ı bizde elem, mutedil (sophrosin) olmas ı haz doğurur: çok<br />
sıcak, çok soğuk elem verdiği halde ıl ık, haz verir. İfrat dereoede<br />
korku ve cür'et elem do ğurduğu halde, onlar ın ortalamas ı demek olan<br />
cesaret devaml ı bir karakterdir ve haz do ğurur. Aristo'nun, psiko-fizik<br />
haz-elem nazariyesinden ç ıkan bu ahlak nazariyesi, filozofun talebesi Theophrastos'ta<br />
"Karakterler İlmi" halini aldı (1).<br />
Sokrates'in psikolojik tümevar ım ile adalet (dike) ve itidal (sophrosin)<br />
faziletini (aret-0 aradığı büyük Yunan, ahlaki= bu iki esasl ı nazariyecisi<br />
(biri üstün 'alemde ve eitetik mahiyette, öteki dünyada ve ferdi<br />
"cevher" ler içinde) ahlak ın hedefini bulduklar ını iddia ettiler. Fakat her<br />
iki sistemin devam ı üstün âlemin formlann ın, veya e şyan ın içindeki form'la-<br />
rın sars ılmazl ığına olan güvene ba ğl ı idi. Halbuki antik Yunan' ın sonlarına<br />
doğru Yunan sitelerinin yerini — İskender ve Roma İmparatorluklar ı —<br />
almış, sitenin sars ılmaz zannedilen düzeni bozulmu ş, âlem'in sars ılmaz form'<br />
larına karşı güven de kaybolmaya ba şlamıştır.<br />
Ahlak "'Üstün Iyilik" (Agathon) ve "Cemiyet" (Polis) hedeflerini hat-<br />
ta karakterin devaml ı al ışkanl ıklarla meydana gelen sağlam bünyesini kay-<br />
bedince ahlak yaln ızca elemden kaçmak ve haz aramak şeklini al ır ki Yunan<br />
ahlaki/lin Kyrena, mektebinde ald ığı bu şekle h e don i s m e cleni-<br />
200<br />
(1) Theophrastos, Les Caratres. Bu eseri sonradan La Bruyere Fransizcaya<br />
tercüme etmi ş ve daha geni ş bir nümunesini kendisi vücuda getirmi ştir.
yor (1). Ahlâkta, sanatta ve bütün de ğerler sahasında ona en aşağı derece<br />
gözüyle bak ılması yanl ış değildir. Bu mektebe mensub Aristippos ve talebelerine<br />
göre s ırf spekülatif bilginin hiç bir değeri yoktur. O bize iyiyi kötüden<br />
.ay ırma bak ımından el i şleri ve zanaatlar kadar bile hizmet edemez.Aristo,<br />
Aristippos'u sophiste'ler aras ında say ıyor. Sokrates her bilgiye ba ğl<br />
ıyordu: fazilet (dikaiosynti) bilgiden (episteme) gelir. Kötülük bilgisizlikten<br />
gelir diyordu. Kyrena ekolü as ıl faziletlerin bilgi ile alakalar ı olmadığına<br />
kani'dir. Mant ık ve fizik, ahlak i şinde vas ıtal ıktan yukar ı ç ıkamazlar. Elimizde<br />
gerçek olarak yaln ız fercli heyecanlarnmz ve duygu hallerimiz vard ır.<br />
Onları birleştiren "Fazilet" (ar&O "iyilik", (agathan) dediğimiz şeyler<br />
yalnızca insanlar arasanda mü şterek kelimelerden ibarettir. İşte bunun için<br />
ahlâkta ferdin duyduğu h a z ' dan ba şka ınevzu' arama ğa imkan, yoktur.<br />
Bu müfrit isimcilik (nantinalisme) ve sübjektivism eski Yunan temel<br />
ahlaklar ının yani realismin tam z ıddı kutupda olmakla beraber, kendi<br />
istikametinde ahlâka hiç bir temel bulamam ış ve bu güne kadar ahlak tarihinde<br />
herkes taraf ından daima menf I cereyan olarak görülmü ştür.<br />
Fakat Epikür ahlaki= geli şmesi ayni tarzda olmad ı. O da ahlak nazariyesinde<br />
Platon'un, Kyrena mektebinin fikirlerinden mülhem olmak üzere<br />
bunlar ı Demokrit'ten gelen Atomistik felsefesi üzerinde kurdu ğu için.<br />
büsbütün yeni bir terkibe ula şmış bulunuyor. Epikür, s ırf filozof olarak<br />
Demokrit ç ığırın ı bazı değişmelerle devam ettirmi ştir. Fakat ahlakç ı olarak<br />
ona büsbütün yeni bir yön vermi ştir: ona göre de ahlak ın gayesi saadeti<br />
aramakt ır; ve saadet mümkün oldu ğu kadar en çok hazza ula şmakt ır. Fakat<br />
alemde atomlardan ba şka hiç bir şey olmad ığı, Tanrılar bu âlemin üstünde<br />
ve onunla ilgisiz (indiNrent) üstün bir hayat sürdükleri için ahla,k ın Tanrılara<br />
çevrilmesine veya onlar ın dünyaya kar ışmas ından doğmas ına imkân<br />
yoktur. Bu alemde ise yaln ız maddi terkip ler vard ır. Bütün hazlar ın esas ı<br />
mi'de hazz ıd ır. Manevi dediğimiz hazlar da sonunda ona irca edilebilir. Öyleyse<br />
saadet maddi hazlar ı devaml ı k ılmadan başka bir şey olamaz. Bunun,<br />
la beraber Epikür'e göre maddi hazlar asla devaml ı olamazlar. Çünkü onlar<br />
Aristo'nun dedi ği gibi arzulardan do ğarlar. Arzunun tatmini haz, tatmin<br />
edilmemesi elem doğurur. Halbuki her tatmini bir tatminsizlik kovalar; ve<br />
bu sonsuzca gider. Yani her hazdan sonra hemen bir elem gelir. Arzular<br />
sonsuz olduğu için elemler de sonsuzdur. Şu halde yeryüzünde haz arama ğa<br />
imkan yoktur. Epikür bu sonucunda yirmi yüzy ıl önceden adeta Schopenhauer'<br />
ı haber vermektedir. Fakat Yunan ahlakç ısı buradan bouddhisme'in<br />
veya Alman filozofunun kötümser görü şünü ç ıkaracak yerde, Yunan dehas<br />
ına mahsus "Hikmet" (Sophia) ile şöyle bir sonuca var ıyor; bütün canl ı-<br />
(1) Hedonk haz demektir.<br />
201
lar için haz mes'ut hayat ın ba şı ve sonudur, fakat bizde bir haz ihtiyac ı<br />
yoktur ve biz ancak hazdan mahrûm oldu ğumuz (yani elem duydu ğumuz)<br />
zaman haz ihtiyac ın ı duyarız. Elem duymad ığımız zaman haz bizde eksik<br />
değil demektir. Bunun için hazda en yüksek nokta bütün elemin kald ırılmas<br />
ıdır: elem yoklu ğu! İşte hazz ın en mükemmel, en tam şekli budur. Bu<br />
art ık hazla elem aras ında bir geçi ş hali değil, son had ve müsbet bir hal olmuştur.<br />
Burada insan elemlere kar şı Tanr ılar gibi duygu-üstü ( ,impassible)<br />
olacak, adeta haz ve elemin üstüne yükselecektir. Görülüyor ki Epikür ahlaki,<br />
sonuçlar ında tam bir "Hikmet" e (Sagesse) ulaşmaktad ır. Bu hikmet<br />
Sokrates ve Platon'un hikmetlerinden farkl ıdır, maddecidir. Hayat ın ötesiri<br />
Temel olarak maddi hazlar ı ele al ır. Fakat, asla Wonism gibi<br />
onlarda kalmaz. nmitsiz ve kör mekanismin hükmetti ği kendi dünyas ında<br />
bir nevi' hayat kahramanl ığı ile ahlaki tanr ılara benzer bir üstün ya şayışda<br />
hazza ve eleme kar şı ilgisizlikte (atarixa) bulur. Bununla beraber Epikür<br />
felsefesinin temelindeki materyalism ve hareket noktas ının "Mi'de Hazzı"<br />
oluşu, bu ahlak ın halk aras ında h6donism'den fazla menfi anlamda yayılmasına<br />
sebeb olmu ştur. Bunun için de biz her şeyden önce as ıl ahlak sisteminde<br />
anlad ığımız &picurisme ile halk ın sırf sefahet dü şkünlerini ifade<br />
için kullandığı e p i c u r i en tabirlerini kesin olarak ay ıraca ğız. Bu<br />
ayırışa göre &picuriste'lik asla epicuriell,lik değildir..<br />
İlk-çağın son büyük ahlak sistemi Stoa mektebidir. Stoa'c ıl ıkla Epikür'cülük<br />
aras ında hakinfi tarif etmeleri bak ımından olduğu gibi, ele aldıkları<br />
problemler bak ımından da büyük bir yak ınlık vardır. Bunun için her<br />
iki ahlak yanyana geli şmişlerdir ve çok defa birlikte hat ırlanırlar. Fakat<br />
tezatlar ı da o kadar barizdir: biri materyalism'e öteki vitalizm'e (veya hiç<br />
değilse organicism'e) dayan ır. Biri kör tesadüflere öteki finalism'e inan ır.<br />
Biri Tanr ı'ların âlemle ilgisiz ve dem dışında olduklar ında ısrar etti ği halde<br />
öteki Tanr ı'y ı alemin ortas ına getirin Bütün bu tezatlar İlk-Çağda Stoacılarm<br />
lehine kaydolunacak vas ıflar olmu ş ve bu ekolün yay ılmas ın ı kuvvetlendirmi<br />
ştir. Ekolün kurucusu Zenon idi.<br />
Stoa'c ılara göre felsefe ekzersizdir. Ve bu sanat ın konusu da "Hikmet"<br />
tir. Bütün bilgi (Mant ık, Fizik, Ahlak) bu ekzersizi tamamlamak<br />
Gerçek olan her şeyin başkas ından ayr ı bir ferdli ği vardır. O, bu sıfatla<br />
tesir eder ve tesir al ır. Onun hem bir merkezden ç ıkarak yay ılan ve yine<br />
merkeze dönen gerginli ği (tension) ve spontaneliği vard ır; hem de faal<br />
kuvvetle yayılan ve kesifleşen bu şey henüz ferdle şememiş olan pasif cisimdir.<br />
Madde, form ve hareketi veren ayni şeydir. Cismin kaliteleri de cisimdir.<br />
Halbuki varl ı k tarzlar ı, tersine, cismani olm ıyan şeylerdir.<br />
Çünkü onlar tesir etmez ve tesir almazlar. Onlar bir fikir veya dü şünce ko-<br />
'202
nusudurlar, Varl ığın cismani olm ıyan ciheti vakalar veya onun fiilleridir.<br />
Ondaki sebebli ğin görünüşlerdir. Şimdi bu ferd doktrinini âlemin ferdli ği<br />
ile karşılaşt ırmal ıd ır. Stoa ekoliine göre âlem de bir bütün (totalW)<br />
ve bir ferddir. O da cisim olan ve cismani olan iki k ısımdan mürekkeptir.<br />
Alem de bu iki eevher aras ındaki bir o r g a n 1 a ş m a (organisation)<br />
&ir. Tabiattaki en mühim kuvvet, bir ferdin gerginli ği (tension) gibi onun<br />
hayati prensipinden (pneuma) ileri gelir. Tabiat ı canland ıran, bütünlü ğünü<br />
veren odur. Mem mertebeli bir dayan ışma (solidariM) dır ki gayesi bizzat<br />
yine kendisidir. Bu âlem görü şü Stoa mektebinde küçük âlem (yani insan)<br />
ile büyük âlem (yani kâinat) aras ında paraleller yapma imkan ını veriyor<br />
(1) ve bütün Stoa ahlaki bu esastan ç ıkıyor. İnsan dediğimiz küçük<br />
âlem büyük âlemin bir n,ümunesinden ibarettir (2). Kainat için Allah onun<br />
ruhu olduğu gibi, insan için de nefs ferdin ruhudur.<br />
Ahlak ın gayesi insan ın kendinde tabii hikmeti (rai,son) bulması ve bunu<br />
fiilleriyle ifade etmesidir. Bu hakimee yasay ışa engel olan, gözlerimizi<br />
buland ıran ihtiraslar ımızd ır. Stoa'c ılara göre onlar ı kökünden silip atmal<br />
ıdır. Zenon'a göre ihtiraslar h a r ek î h a m 1 e' nin mübalagal ı ve sap<br />
ık bir şekli olduğu halde, Chrysippe'e göre ihtiraslar ak ıll ı bir varl ıkta gerginliğin<br />
çok zay ıf olmas ı yüzünden hükmün bir hatas ından doğarlar. Bütün<br />
ihtiraslar hatal ı yoldad ır. Bu bak ımdan aralar ında ancak derece fark ı<br />
vardır. İnsanlar ihtirasların ın hükmü alt ında ruhsuzlaşır, budalalaşırlar.<br />
Tam tersine, hakimin ba şlıca fazileti ihtiraslar ı yenmek ve onlara kar şı<br />
üstün (impassible) kalmak olacakt ır. Hakim bununla beraber ta ş gibi<br />
ruhsuz kalm ıyacaktır. Onun ihtiraslar ı yenmeden ileri gelen "iyi duygu halleri"<br />
vard ır: hazz ın yerine sevinci (joie) (3), arzunun yerine<br />
irade' yi, korkun,un yerine basiret ' i koyar. Hakim, insanlar ın<br />
bundan dolay ı en duygulusudur. Çünkü bütün varl ığı birlikte ya şar. Duygusuz<br />
ise duygular ını dünyaya kapam ışt ır ve kendine yetece ğini zanneder.<br />
Faaliyetlerimizin son bir gayesi vard ır ki: bu da "kendisi ile" ve "kendisi<br />
için" (4) istenen üstün iyiliktir. Ya şama sanat ı demek olan ahlak için<br />
gaye kendi kendisine uygun olarak ve sonuçlar ına sadık (5) olarak yaşamakt<br />
ır. Veya ba şka deyi şle bütün kainata uygun olarak ya şamakt ır. Bu<br />
gaye de Stoa ahlak ına göre art ık saadet değil, fakat f azil et'-<br />
tir (6).<br />
(1) Farabl"de bunlar ":Mem-i-Kubrâ" ve "Alem-i-Sugrâ" adlar ın ı ald ı.<br />
(2) Tasavvuf buna sonradan "Nusha-i-Kübrâ" diyecektir.<br />
(3) Yunan felsefesinde kar şılığı Khara'd ır.<br />
(4) en sol ve pour sol karşıl ığı<br />
(5)' Cons&p ıent<br />
(6) Kant ahlâk ını uzaktan haber veriyor.<br />
303
Stoa'c ılıkla beraber Yunan ahlâk ın ın yeni bir istikamete girdi ğini g&<br />
rüyoruz. Ahlâk ın gayesi saadet değil, fazilettir. Hatta saadetsizli ğe rağmen<br />
fazilettir. Ahlâk ı huzur ve sükûnda de ğil, tabii hikmete göre mission'u yerine<br />
getirmede gören bu ahlâk Ilk-çağ sonuna hükmetti ği gibi, Hıristiyanl ığa;<br />
islâmda tasavvuf ahlâk ına tesir edecektir. Fakat onun tam geli şmesini ancak<br />
Kant ahlâk ında 20. yüzy ıl sonra görmek mümkün olacakt ır.<br />
4. NATtRALIST AHLAK NAZARILYELERİ<br />
Objektif veya realist ahlâklar modern, ça ğda ilim ahlâk ı şeklini ald ılar.<br />
Yunanl ılar ı/1 haz ve saadete ait tahlilleri psikoloji, fizyoloji ve iktisat tarafından<br />
tekrar ele al ındı. Bentham, "Arithmetic of Moral" ında hayat ı dolduran<br />
haz ve elem toplam ının ölçülmesini teklif ediyor. Hazlar ı teker teker<br />
ele alan hedonism yerine hayat ın bütününden ç ıkan hazz ı, adeta hazlar statistikini<br />
koyduğu için, onlar ın sürekli bir hale gelmesini ve böylece ilerideki<br />
hazlar ın sağlanmas ı için fedakârl ığı, önceden görmeyi (pr&oyance) işe<br />
karıştırıyordu. Bu kadar aç ıkça "hesapç ı" olan bu ahlâk her yönden tenkidlere<br />
uğradı.<br />
Stuart Mill Utilitarism'inde önce hedonism ve epicuris ın'in yanl ış an<br />
laşılan taraflar ını müdafaa ediyor (1). Epicurism iptidaî hazlara esirlik<br />
değildir. Gerçek bir haz ahlâk ı domuzlarm saadeti ile insanlar ın saadetini<br />
ay ırır. Adi tatminler insanlar ı yaln ız aşağı hedeflere götürür. Yüksek tatminler<br />
zihni ve içtimai hedeflere götürür. Kültürsüz, tenbel ve zay ıf olan<br />
insanlar ileriyi görmek gücünden (pr&oyance) mahrûnı oldukları ve iptidal<br />
tatminler seviyesinde kald ıklar ı için hakiki insanlara yara şır haz seviyesine<br />
yükselemezler. A şağı bir haz tabakas ından yüksek bir haz tabakas ına<br />
ç ıkmak seçme ve tercih gücü ile mümkün olur. Tercih iki şekilde yap ı -<br />
lır: 1) nitelik takdiri ile: yani uzun sürecek, en çok miktarda haz ara ştırılması<br />
ile. (Bunu Bentham da söylemi şti) ; 2) Nitelik (kalite) takdiri ile:<br />
yüksek hazlar ın (manevi ve zihni) maddi hazlara tercihi suretiyle; 3) Bir<br />
üçüncü faktör'ü daha kat ıyor. Sürekli ve ölçülü olan süreksiz ve ta şk ın olana<br />
hükmeder. Bu esaslara göre davranan insanlar hazlar ı bir tak ım katlara<br />
ay ıracak; maddiden maneviye, fercliden umumiye, zihni ve içtimaiye yük-<br />
F>e,leceklerdir. Mill'e göre hazlar ın tecrübe ve ölçü yard ımiyle düzenlenmi ş<br />
olan bu şekline fayda (intp&&) denir (2). Fayda, ekonomik kârla ka-<br />
rışt ırılmamal ıdır. Çünkü fayda kavram ı yalnız bize maddi ve manevi huzur<br />
204<br />
(1) Stuart Mill Utilitarism (Faydac ıbk) Türkçeye çeviren; Sahap Nazmi<br />
Çoşkunlar, 1946<br />
(2) Yunanl ılar faydal ı (Ophelimon) ile zararl ıyı (blaberon) ahlükta aşağı bir<br />
derede gibi ay ırıyorlard ı .
veren değil, ayni zamanda bütün çevremizde bu huzuru yayan şeyi ifade<br />
eder.<br />
Mill'e göre hayat ı tatminsiz bir hale koyan ba şlıca faktörler: a) bencilik<br />
hırsıdır ki bunun şiddetli şekli doymazl ık (ambitian) t ır; b) fikri kültür<br />
eksikliği veya büsbütün yokluğudıır. him , sanat ve felsefe kültürü insan ı<br />
ma'nen yükseltir, ahlakile ştirir. Vak ıa bu zihinci ahlak görü şüne itiraz<br />
edenler olabilir: hastal ık, fakirlik, ölüm zihincilikle aç ıklanabilir mi? diyebilirler.<br />
Fakat Mill, fayda nazariyesin,e dayanarak bunlara şöyle cevap veriyor:<br />
1) bir çok izt ırapların sebebi olan fakirlik "Cemiyetin hükmü ve ferdin<br />
sağ duyusu ile" kald ırılabilir (1), (mesela. sendikalism ve yard ım kurumları<br />
gibi) ; 2) Ölüm kald ırılmasa da korkunç ve izt ırapl ı olmaktan ç ıkabilir;<br />
3) Taliin kötülükleri çoğu kere geleceği iyi görmemekten ileri geliyor.<br />
Halbuki birikmi ş tecrübelerle ileriyi görmek mümkündür. Mill'in bütün<br />
tavsiyeleri ahlaki bir nevi sosyal higyen, (sa ğlık koruma) sayd ığını gösteriyor.<br />
O bütün romantik dedi ği ahlâklardan çekiniyor. Ve mesela Kant, Carlyle<br />
gibi ahlakç ılan bunlar aras ında sayıyor.<br />
Yunan ahlaklar ında veya modern fayda ahlâkmda mü şterek vas ıf, ahlakin<br />
akli bir prensiple aç ıklanabileceğine inanmalar ıdır. Bu prensip ister<br />
estün Iyilik, ister saadet, ister haz, isterse fazilet olsun, hatta isterse sosyal<br />
hedefe çevrilmi ş ölçülü fayda olsun, daima ak ılla bulunmu ştur, ve ak ıldan<br />
kuvvet almaktad ır. Bütün bu nazariyelerde ahlak bilgiye tabidir. Ahlaki<br />
hareketlerimizi ta'yin eden nazari ve mant ıki düşüncemizdir. Bu nazariye<br />
Platon'da olduğu gibi dogmatik bir metafizik, veya Mill'de oldu ğu gibi<br />
tecrübi akla dayanabilir. Fakat onlarda daima hareketlerimizi tayin eden<br />
bilgidir. Fazilet bilgidir. Faziletsizlik bilgisizlikten gelir. Ahlaki hata ile<br />
bilgi yanl ışlık.' Sokrates'te oldu ğu gibi hepsinde ayni say ılmıştır. Ak ılcı<br />
dogmatik ahlaklar zaman ım ızda müspet ilimlerin metodlar ından faydalanmak<br />
üzere ilimci ahlak halini ald ılar. Ahlaklı." rasyonelliği, hareketin bilgi<br />
prensiplerine göre tayin edilmesi, ahlaki hükümlerin şartl ı (conditionn)<br />
oluşu bak ımından ilmi ahlaklan dogmatik metafizik ahlaklann veya realist<br />
ahlaklar ın ulaştığı zaruri neticeler saymal ıdır. İlimci ahlak deyince fiikten<br />
sosyolojiye kadar muhtelif ilimlere dayanarak kurulmak istenen bütün na-<br />
zari ahlak teşebbüslerini anlamal ıdır. Mesela Ostwald' ın Thermodynamique<br />
( ısı bahsi) üzerine dayanan ahlak tecrübesi bunlardan biridir. Ostwald'a<br />
göre fizik âleme ait her tecrübe, duyu organlar ım ızla yap ılır. Onlar da ancak<br />
kendileriyle çevreleri aras ında bir enerji fark ı olduğu zaman i şlerler ve<br />
dış âlemden ald ığımız enerji rab ıtalar ından ibarettirler. De ğer felsefesi<br />
termo-dinamik'in ikinci prensipindeki enerjinin azalmas ı kanununa bağl ı-<br />
(1) Stuart Mili, Utilitarism<br />
205
d ır. Bir buhar makinesi s ıcak bir kaynaktan so ğuk kaynağa ısıyı geçirmeden<br />
i şliyemez. Is ı alçalmas ı olmadan i ş meydana gelemez. Yüksek seviyedeki<br />
ıs ıdan alçak seviyedeki ıs ıya geçmek üzere i ş meydana gelir. Is ı kendiliğinden<br />
sıcak bir kaynaktan, soğuk bir kaynağa geçemez (1). Geçmek için<br />
onu zorlamak yani belirli bir i ş sarfetmek gerekir. O halde ıs ı ile bütün<br />
ba şka enerji nevileri aras ında mühim bir fark vard ır. Mekanik i ş tamamen<br />
ısıya kalbolabildiği halde, ıs ıyı tam i ş haline koymak mümkün değildir.<br />
Çünkü ıs ının bir kısmı daha soğuk cisimlere gider, ve kainat ın enerjisi gittikçe<br />
ısı halini al ır. O da bütün bunlarda yay ılarak, âlemdeki ıs ı e şitliğe<br />
doğru gider. Kainatta var olan enerji: 1) Biri k ısmen işe kalbolabilen yüksek,<br />
2) Öteki soğuk cisimlerde birikmi ş ve ıs ıya kalbolmu ş enerjiden -ibarettir.<br />
Bu esasa göre dünyada tek yönlü ve aksedilemez (irr&ersible) erkengeç,<br />
geçmi ş-gelecek farklar ın ı yapan bir hareket var demektir. Yani A'dan<br />
B'ye geçildiği halde B'den A'ya geçilemez. Enerjinin kaybolmas ı prensipinin<br />
hakim olduğu bu alemde yap ılan bir zarar asla tamir edilemez. Herkes hayatını<br />
yalnız bir defa yaşar. Bu hayat ın tek cihetli, aksedilemez bir gidi şi<br />
vard ır. Ostwalt'a göre e şya aras ında değer fark ı görmemiz, iyi-kötü, faydal ızararl<br />
ı diye ay ırmam ız i şte bu aksedilmez hayat gidi şinden ileri gelmektedir.<br />
Ruhi enerjinin değil, hatta uzvi (fiziko- şimik) enerjinin bile basit fizik<br />
enerjiye imal için yap ılan bu toptan te şebbüsün ne derecede ba şarılı olacağı<br />
çok şüphelidir. Ahlâkta gördü ğümüz kahramanl ık, cesaret, fedakarl ık uzvi<br />
enerji nevinden ölçülemez. Biri için kuvvet olan öteki için zaaf olabilir: bir<br />
ahlak kahraman ı hasta ve son derece zay ıf bir insan olabilir. Bu nazariyenin<br />
ba şarısızl ığı önünde bununla beraber ilimci ahlak te şebbüsleri yılmamışlard<br />
ır. Nitekim Darwin, biyoloji üzerine ahlak kurma ğa çal ıştı. Onun ç ığırından<br />
gidenlbr türlü yollardan biyolojik ahlak denemelerine devam ediyorlar:<br />
Nietzsche, J. M. Guyau, Le Dantec, Spencer bunlardand ır. Metchnikof,<br />
" İnsan tabiat' hakk ında denemeler" adl ı (2) eserinde her türlü edebi ve<br />
metafizik görünü ş en kaçarak tam pozitif bir kadro içinde l ı:r ahlak kurmağa<br />
çal ışıyor. Ona göre canl ı âlemin başl ıca vasf ı ahenksizli k' tir.<br />
Çevreye uyarl ık, veraset, seçkinle şme prensipleri her canl ıda baz ı iğreti<br />
ahenkler içerisinde bir çok düzensizlikler oldu ğunu gsterir. Seçkinle şmenin<br />
eseri olarak yaln ız çevreye uym ıyanlarm, değersizlerin kayboldu ğu, ötekilerin<br />
başarı kazand ığı zannedilir. Halbuki bu iki kutup aras ında bir çok<br />
dereceler vard ır. Bunlar az veya çok yetmelerine ra ğmen (intibaks ızl ıklarma<br />
rağmen) yine de devam ederler. Çevreye tanı uyarlığa, organlar ve<br />
fonksiyonların tam i şleyi şine pek nadir rastlan ır. Tabiatta da bu yar ım ya-<br />
206<br />
(1) W. Ostwald, Energie; Les Grands Homn ıes, Flammarion.<br />
(2) Metchnikoff, Etudes sur la Nature Humaine, 1917
k<br />
malak eserleri tamarnlamak ve düzeltmek için hiç bir hareket görü.huernektedir.<br />
- Hatta baz ı .nevilerin intibaks ı zl ıktan bozulmu ş ve gerilemi ş olmalar ı<br />
bile mümkündür (1). Canl ılar âlemirin bu urnumi ahenksizliği insanda daha<br />
da Urizie şir. Bu şartlar alt ında insan ın manevi hayat ına verilmesi istenen<br />
düzen, yani "a,hlâk" ne olmal ı d ır? Metelmikof bu va.ziferin insan iztirabina<br />
seheb olan ba şlıca alv,,nksizlikleri mümkü ıı olduğu kadar düzeltmeden<br />
ibaret oklu ğuna kani'dir: ki bunlar da hastal ık, ihtlyarl ık ölümdür. Metchnikot'un,<br />
bunlara kar şı ileri sürdü ğü (hatta hafifietici) bütün çareler<br />
Epikür ve Mill'in teklif ettikleri çarelere yeni bir şey katra ış değildir.<br />
Onlar gibi ölmezliğin inkar ı, ölüm korkusunun zihni bir muhakeme veya<br />
positivist bir terbiye sayesinde ortadan kald ır ılmas ı, hayat ın rahat geçirilmesi<br />
gibi tamamen zihinci bir kadro içinde i şlemektedir. Bu çarelere ahlak<br />
demekter, ziyade uzvi veya ruhi sa ğl ık koruma tedbirleri demelidir. Fakat<br />
ahlak ın mühim meseleleri bunlarla halledilmi ş olur mu? Bir tehlike kar şı -<br />
s ında kendini baskalar ı için feda edebilmenin, kendi cemiyeti hatta ailesi<br />
için rahat ve huzurunu terketmenin, zevke sürükliyenamillerle kendi içinde<br />
mücadele etmenin, Stoicien'lerin dedik.!ri gibi "kendini yenme" nin bu uzvi<br />
veya ruhi sağl ık tedbirleriyle halledilebile2c ğini kim iddia edebilir? Ahlak ın<br />
bekledi ği bu geni ş oevreli hareketlere gitmiyelim; insan ın en benci, en içine<br />
kapanm ış halinde dahi ondan ölmeziik duygusunu, ölüm korkusunu söküp<br />
atma ğa imkan var m ıd ır? Bu duygu acaba bilgisizlikten mi ileri gelir? Ve<br />
hangi ilim şimdiye kadar onu hangi insanda kald ırabilmiştir? Epikür'cülerin<br />
dedikleri gibi "ölümü dü şünmeyiniz! Çünkü öldükten sonra onu zaten<br />
bilmiyeceksiniz. ölmezden, önce ise henüz ne olaca ğın ı bilmiyorsunuz" demeye<br />
imkan var m ıd ır? (2). Epikür'ün bu saf dil bulu şu ba şar ı kazanm ış ol-<br />
' sayd ı, o zamandanberi 24 yüzy ıldır insanlar ın ayni konudaki mücadelelerine<br />
lüzum kal ır m ıyd ı ?<br />
- Dogmatik metafizikin, Sokrates ahlak= hediyesi olan zihinci görü<br />
ş bir türlü yorul ınuyor: basit bilgiden norm'lar ç ıkarma arzusundad ır.<br />
Gerçek hükmü vas ıtasiyle değer hükmünü ayd ınlatmak istemede israr<br />
ediyor. Fizik kanunlar ı bize tabiat ın nas ıl işlediğini gösterir. Fakat onlardan<br />
mant ık kurallar ın ı ç ıkaramğa imkan varm ıdır? Psikolojik hadiseler<br />
bize nas ıl duyduğumuzu gösterir. Fakat onlardan estetik prensiplerini<br />
nas ıl elde edebiliriz? Bunlar olsa olsa bu normatif bilgilerin şartlar ın ı<br />
hazırlarlar. As ıl norm'lar ı, yani doğruyu, güzeli veremezler. Çünkü onlar<br />
olana değil, o 1m a s 1 g e r ek e n' e aittirler. Tam tersine, biz<br />
mant ık kurallarına sahip oldu ğumuz içindir ki e şya aras ında sabit müna-<br />
(1) Bu görüş zamanunrzda retardement nazariyesi halinde canlanm ış bulunuyor.<br />
(2) Lucree, De Rerum Natura.<br />
207
sebetler kurmak ve buradan tabiat kanunlar ın' bulmak imkan ına sahibiz.<br />
Bizde estetik kurallar bulundu ğu içindir ki ruhi veya fizik hadiseler aras<br />
ında ahenk, ritm, v.s. bularak bunlardan "güzel" dedi ğimiz eserleri meydana<br />
getiriyoruz. Ayni esaslar, ahlak sahas ında da hüküm sürer. Biz hadiseleri<br />
tetkik ederek nas ıl hareket etmemiz gerekti ğini bulamayız.. Fakat<br />
böyle bir norm'a kahib oldu ğumuz içindir ki birer tabiat fenomeni olan fiziki<br />
ve ruhi hareketlerimize düzen verebilir ve bunlar ı "ahlaki" dediğimiz<br />
bir şekle sokabiliriz. Sokrates'ten 18 inci yüzy ıla kadar (hatta her şeye<br />
rağmen bu güne kadar) devam eden bu dogmatik ak ılcılığın gayretleri,<br />
hele positif ilimler vas ıtasiyle ahlak prensiplerini kurma şeklini ald ığı zaman<br />
büsbütün imkans ız bir yola girmi ş bulunmaktad ır. Bu yola k ısaca<br />
tabiat ın deforme ettiği insanın yanl ış düşüncesi demek laz ımgelix. İnsan,<br />
içtimai geli şmeleri sonunda kendi yaratt ığı makin e' nin kölesi olmuş<br />
ve bu kölelik fikir alan ında insan ın tasavvur edemedi ği derecede hesapl<br />
ı yollara girmesine sebeb olmu ştur. Makine vas ıtasiyle insan cemiyette<br />
üstünlük kazand ığı, tabiata hükmetti ği için, tabiat ı makine gibi görmeye<br />
başlamış ve buradan bütün manevi hayatuu ayn ı suretle determinist<br />
ve mekanist bir aç ıklama ile düzenlemek mümkün olaca ğı şeklinde bir<br />
vehme kap ılm ıştır. Bu vehim Nietzsche'nin gösterdi ği gibi Sokrates zamanında<br />
başlayan ak ılc ılığın azmas ından ba şka Ur şey değildir. Müsbet<br />
ilimler art ık insan ın elinde muhtelif varl ık sahalarun ayd ınlatan pratik<br />
bilgiler olmaktan ç ıkm ış, onlardan her biri ayr ı ayrı kendi dar çevresi<br />
içinde bütün varl ıkları, hatta bütün ideal varl ıkları, (bütün norm ve değer<br />
sahalar ım) aç ıklama iddias ına kalkmışlard ır. İşte 18-20 inci yüzy ıllar<br />
zarf ında ilimci ahlak nazariyelerinin birbirini kovalamas ı ve bütün başarıs<br />
ızl ıklarına rağmen bir türlü y ılmıyarak yine de onlar ın yerini yenilerinin<br />
almas ı butndan ileri gelmektedir.<br />
Objektif ve realist ahlak nazariyelerinin bu gün ula ştığı pozitif ahlak<br />
teşebbüsleri hakk ındaki hulasam ızı tamamlamak için onlar üzerinde<br />
bir parça daha durahm ve psikolojik ve sosyolojik denen nazariyelere ait<br />
de biner misal verelim. Ahlaki f i i 1' de süjenin birinci derecede<br />
rolü olması bakımından ahlak ın psikolojik faktör'e önem vermesine imkan<br />
yoktur. Ancak, bu ehemmiyet felsefi bak ımdan yeter derecede ciddilikle<br />
ele al ınmadan önce bir çok ahlak nazariyesinde basit bir "unsur" olarak<br />
kalmakta idi. 19 uncu yüzy ılda psikolojinin birden geli şmeye ba şlamas<br />
ı her şeyden önce tesirini normatif ilimler üzerinde gösterdi. Psikolojik<br />
hayat ı tahlil etmek suretiyle hükmün nas ıl işlediğini ve bundan dolay ı<br />
da mant ı k kurallar ını aç ıklamak mümkün olaca ğını zanneden bir<br />
görü şün (A. Bain, S. Mill v.s.) nas ıl tenkid edildiğini bundan önceki kitapta<br />
görmü ştük. Aynı şeyleri sanat ve ahlak için de söyliyebiliriz. Ahlak<br />
208
sahas ında psikolojik aç ıklama tecrübeleri belki en elveri şli sahay ı bulmuştur.<br />
S. Mill'in faydac ı ahlaki da dahil olduğu halde blz çok ahlak denemelerini<br />
bunun haz ırl ığı olarak gösterebiliriz. Hume, şüpheci felsefesine<br />
rağmen ahrak ın en sağlam temelinin fayda olduğu hakk ındaki düşüncesini<br />
bu psikol oj i k t e c r ü b e' den ç ıkarmak istiyordu. Burada<br />
verece ğimiz misal daha yak ın zamana ait bir deneme olacakt ır.<br />
Müller-Freienfels ahlak problerninde her şeyden önce de ğ e 4 lendir<br />
e n süje ile de ğ erlen en objeyi ay ır ıyor: değer bir objenin a r -<br />
z u edilir olmas ıd ır. Arzuyu "de ğer verme" fiili takib ederse, değer<br />
gerçekle şir. Bunun için de iki şart vard ır: a) süje ile obje aras ında<br />
heyacani bir ilgi; b) de ğer verme fiili ile bu ilginin kabulü veya reddi.<br />
Ona göre değerin temeli bir duygu, bir arzu veya heyecan olabilir. Değeri<br />
duygu üzerinde kuran nazariyelerle arzu üzerine kutran<br />
nazariyeler bu suretle psikolojik aç ıklamada birle şiyorlar. Duygu arzunun<br />
sebebi değil, bir k ısm ıd ır. Freienfels, Schopenhauer' ın doktrinine<br />
dayanarak "arzumuzu harekete getiren insan ın güzelliği değil, bize güzellik<br />
duygusunu duyurtan arzudur. Biz bir şeyi değerli olduğu icin arzu<br />
etmiyoruz; tam tersine, bir şeyi istediğimiz için o şey değer objesi oluyer"<br />
diyor. Psikolojik nazariye ahlâka ilmi ve sars ılmaz bir temel bulmak<br />
istiyorsa da, bu temeli en fazla de ğişmiye elveri şli, en sübjektif ruhi<br />
hadiseler alan ında, iptidai duygu hâllerinde arad ığı için ahlak ın sars<br />
ılmazlığını teminden tamamen uzak bulunmaktad ır. Psikolojik tahlil neticesinde<br />
Freienfels'in benlik fikrini ortadan kald ırmas ı, ben, ki şilik gibi temellerin<br />
f i c t i o n' dan ibaret oldu ğunu söylemesi de bu temeli büsbütün<br />
sarsmaktad ır. Vaihinger'in fiction4,9m'ine çok yak ın bir tarzda ahlaki<br />
benliğin bir nevi "vehim" (1) oldu ğu kanaatine ulaşan böyle bir görüşte;<br />
devaml ı bir ahlak kaidesi, sabit bir ahlak hükmü ç ıkarmak tamamen<br />
imkans ız bir hale gelmi ştir. Freienfels, burada son derecede hareketli<br />
ve istikrars ız ruhi hallere iğreti bir temel bulabilmek için onlar ı "içtimai<br />
şartlar" ın içine koyuyor Ahlaki hükümlerin milli geleneklere ba ğlandığın<br />
ı söyliyor ki , bu aç ıklama şekli biraz daha ileri götürülünce Durkheim'<br />
ın sosyolojik ahlak ına ulaşılacakt ır.<br />
Görülüyor ki objektif ve positif ahlak denemeleri, asl ında, normlar ı<br />
olgulara irca etti ği ve olgular vas ıtasiyle aç ıklamaya çal ıştığı için ahlak<br />
sahas ında relativism'in yerleşmesi demektir. Kant' ın "Saf Akl ın Tenkidi"inde<br />
ileri sürdü ğü realitivism ahlak sahas ı için kesin olarak red edilmekte<br />
idi. Büyük filozof, ahlak sahas ında, mutlakç ılığın (absolu,tism) hüküm<br />
sürdüğünü göstermek ve ahlaki action'u (Sokrates'denberi yap ıldığınm<br />
(1) M)illier Freienfels, Die Seele des Alstags Die Symbolik der Seele, Die<br />
Psychologie der Kleidung, usw. 1925, Berlin<br />
F; 14 209
tam tersine) bilgiden ç ıkarmamak için bilginin relatifli ği üzerinde bu kadar<br />
-israrla durmu ştu. Fakat Kant'tan sonra bir k ıs ım yeni Kant'ç ıla,:şakatlad<br />
ılar: realtivism", de ğer- ve daha sonra positivist'ler bu felsefeyi<br />
ler sahas ına yayd ılar. Ahlaki da oradan ç ıkarmaya çal ışt ılar. Bütün<br />
ilimci ahlaklarda bu cereyan ın izi görülmektedir. Bununla beraber, ahlaki<br />
hükmün relatif'liği kanaatinin kökleri daha eskidi ı-. Sophiste'ler<br />
ahlak ın sübjektif hükümlere göre de ğiştiğini söylüyorlard ı. Cynik'ler as ıl<br />
olan tabiat halinde ne ka'nun ne ahlak görüyorlar, bütün bu norm'lara kuvvetli<br />
ile zay ıf aras ındaki münasebetten do ğan itibari hükl'ımler (convention)<br />
gözü ile bak ıyorlard ı . Şairler insanl ığın köklerinde bir alk ın çağı<br />
(âge d'or) tasavvur ettikleri gibi, filozoflar da insanl ığın kökünde bir<br />
tabiat hali (&-at naturel) kabul ediyorlard ı (1). Hobbe3'a göre "insan<br />
insanın kurdudur" (homo homini lupus). Bu asil halde ne ahlak, ne kanun<br />
vard ır. Bütün bu normlaw kuvvetli ile zay ıf aras ında kurulmu ş gizli<br />
(implicite) sözleşmelerin (contrat) eseridir (2). Bu şüpheci ve kötümser<br />
filozoflar insanl ıkta bütün manevi hayat ın ve üstün düzenin bu suretle,<br />
insanl ık temelinde mevcut olmad ığı halde iğreti olarak sonradan<br />
meydana ç ıktığını söylerken onun bildi ğimiz bütün tarih boyunca nas ıl<br />
devam etti ğini aç ıklamaktan tamamen acizdirler. Ahlak ın ve kanunlar ın<br />
muhtevas ı değişebilir; fakat her nerede insan varsa orada mutlaka bir ahlak<br />
ve kanun vardır. Tarihten önceki (protohistoria) vesi-<br />
kalara, bu günün iptidai (veya vah şi) denen kavimleri aras ına girdiğimiz<br />
zaman daima bunu görüyoruz. Şüphecinin delillerini temelinden sarsan<br />
nokta ideal bir düzenin, ahlaka ve kanuna ba ğl ılığın asla muayyen bir devirden<br />
sonra kaybolmam ış olmas ıd ır. Buna ra ğmen örf ve adetlerin de ğişmesi<br />
şüpheciye cesaret vermektedir. Montaigne, bilgi şüpheciliğini din,<br />
ahlak ve adetler şüpheciliği şeklinde geni şletiyordu (3). Pascal'a göre<br />
"Pyr6nee'lerin bu yan ında doğru olan öte yan ında yanl ıştbr". David Hume,<br />
bütün ahlaklarda bir doğru cihet bulunabileceği, hiç birinin tam olarak<br />
ret veya kabul edilemiyece ği hakk ındaki hükmünü bu tarzda bir ahlak<br />
relativism'inden ç ıkarmakta idi. "Cemiyet menfaatlar ına unı umiyetl€ adalet<br />
kaideleri denir" diyor. "Biricik kanun kavmin emniyetid!,r; bütün di ğer<br />
kanunlar ona tabi'dir.". Bir Suriyeli güvercin yemedense açl ıktan ölmeyi<br />
tercih eder. Bir M ısırl ı domuz etine dokunmaz. Per şembe günü falan ku-<br />
şu yemek caizdir, cuma günü ise o menfur say ı l ır. Filan evde yumurta yemek<br />
caizdir yüz ad ım ilerde en büyük günah olur. Şu bina dün profan idi<br />
210<br />
(1) David Hume, Enqute sur les Principes de la Morale, trad. A. Leroy, 1947,<br />
Aubier, Paris, shf: 44 - 45.<br />
(2) Hobbes, Leviathan. part. I, chap.<br />
(3) Montaigne, Essais, 4 eme vol. De l'Exprience.
u gün kutsal ve haram olmu ştur. Filan a ğac ın yem işleri helal öteki ağac<br />
ınki haramd ır v. s." (1). Bununla beraber Hume âdetler sahas ındaki<br />
relativism'i derhal adalet sahas ındaki relativism'den ay ı yor: birincisi<br />
çok uçucu, luzumsuz ve bask ıl ı olduğu halde, ikincisi insanlar ın ve cemiyetin<br />
huzuru ve rahat ı için mutlak olarak lfızumludur. "Bu fark ı bir yana<br />
koyacak olursak, hukuk ve mülkiyete kar şı saygın ın temelsiz olduğunu<br />
itiraf etmek laz ımd ır" diyor. Ona göre bütün bu dü şünceler adaletin yükümlülük<br />
ve kuvvetini zay ıflatmaktan uzaktys. Onca burada alternatif<br />
meydandad ır: adalet duygusu ya açl ık, susuzluk gibi bir temayülden ç ıkm<br />
ıştır, insan kalbindeki iptidai bir iç güdüden doğmaktad ır, yahut adaletin<br />
konusu olan mülkiyet iptidai iç güdüden ayr ıdır ve ancak bir dahili'<br />
ve teemmülün eseridir. Hume adetlerdeki bütün de ğişmelere ve farklara<br />
rağmen esasl ı vas ıflar ının daima ayn ı kaldığına kani'dir. Bu da onlar ın<br />
daima içtimai faydadan do ğmu ş olmalar ından ileri gelmektedir.<br />
Hume'un ahlak tahlili ahlaki relativism'in yumu şam ış bir şekli olarak<br />
görünüyor: ona göre örf ve adetler de ği şiyor, fakat ıhlak ın esasları<br />
sabit kal ıyor. Bu esaslar da insan cemiyetlerinin içinde bulunduklar ı hal<br />
ve şartlarla kay ıtl ı olan içtimai fayda etraf ında toplan ırlar.<br />
Ahlaki relativism. böylece, müfrit bir sübjectivism'den, ferdçilikten, müfrit<br />
bir istikrars ızl ık ve değişme dü şüncesinden içtimai şartlara göre değişen<br />
oldukça sabit ahlaki şekillere doğru yükseliyor. bu haz ırl ıklar,<br />
en sonunda sosyolojinin ahlak görü şü içinde Lucien L&y-Brühl'ün<br />
"Adetler ilmi" teşebbüsü halini almıştır (3). Uvy-Brühl, Frans ız so:yolojisinin<br />
metodlar ına sad ık kalarak adetleri ayn ı sayıyor ve adetlerin içtimai<br />
şartlara göre de ğiştiğini, içtimai bir müessese gibi morfolojik şartla-<br />
ra ve tarihi olu şa göre incelenmesi gerekti ğini söylüyordu. L&y-Brühl,<br />
önce ahlak nazariyelerinde gördü ğü müşterek yanl ışların neden ileri geldiğini<br />
araşt ırıyor. Çünkü onlar bir tak ım postülat'lardan hareket etmektedirler:<br />
1)Birinci postülat'a göre insan ın tabiati her zaman ve her yerde<br />
kendi kendisinin ayn ıdır. Bu postülat gerçe ğe dayanmadan insan üzerinde<br />
mucerret zihin yürütmektedir. Halbuki L6vy-Brühl'e göre sabit bir insan<br />
tabiat ı yoktur. Bunu anlamak için psikolojik bir tahlil yeter. Türlü<br />
içtimaî tipler ve devirler aras ındaki kar şılaşt ırmalar insan ın değişen bir<br />
şey olduğunu göstermektedir; 2) İkinci postulat'a göre: ahlaki şuurun<br />
(vicdan) muhtevas ı daima ahenkli ve organik bir bütündür. Yani onun<br />
parçalar ı aras ında mant ıki bir tutarl ık (coMrence) vardır. Fakat onca<br />
bu postülat da gerçe ğe uymamaktad ır. Ahlaki şuurun tarihteki tekâmülü<br />
(1) D. Hume, ayn ı eser, shf. 45<br />
(2) David Hume, Enquele sur les Principes de la Morale, p. 53-60.<br />
(3) L. lAvy-Brühl, La Science des Moeurs,<br />
211
incelenecek olursa, onda bir çok kal ıntılar ın (survivance) ya şadığı, bu günkü<br />
kanaat ve inançlar ım ızla uyu şamamalar ına ra ğmen onlar kadar hayat<br />
ımızda rol oynad ıkları, mant ıkça çat ışkan olmalar ına rağmen gelenek ve<br />
görenek tesiriyle ayn ı vicdan içinde yer bulabildikleri görülmektedir.<br />
L6vy-Brühl'ün "Adetler ilmi" de öteki positif ahlak denemeleri gibi<br />
norm'lar ı olgulardan ç ıkarmaya çal ışmaktadır. Onlar gibi, olmas ı gerekeni,<br />
olanla aç ıklamak istemektedir. Vak ıa onun fizik ve biyolojik nazariyelere<br />
göre üstünlü ğü vard ır: o da insana ve insan ın hal ve şartlarına<br />
en yak ın olan bir ilimden ba şlamas ıd ır. Fakat onun bu noktada yan ıldığı<br />
en mühim cihet, adetlerle ahlaki kar ıstırmas ıd ır. Bu kar ınt ırma,a, şüpheci<br />
filozof Hume dahi kurban olmam ışt ı. Bizzat sosyolojik ahlak nazariyesi<br />
yapmaya çal ışanlardan bir ço ğu adetlerle ahlaki ay ırmak ince görü<br />
şlülüğünü gösterdi: Durkheim'a göre ahlak, her ne kadar içtimai ise de<br />
bunun sebebi bütün cemiyet ve bütün 'devirlerde içtirnai hayat ın ahlâka<br />
mü şterek baz ı esaslar vermesindendir. Her nerede cemiyet varsd orada<br />
z ü m rey e ba ğ l ı l ı k, bundan dolay ı da dayan ışma (soholarW)<br />
duygusu, feragat ve fedakarl ık vard ır. Nitekim geçen yüzy ılda Aug. Comte'da<br />
ahalk ın içtimai olduğunu söylerken ayn ı şeyi kasdediyordu. Ona göre<br />
insanda bencilik, faydac ıl ık ad ına her ne varsa, onun uzv,i mahiyetinden,<br />
başkac ıl ık (altruisme), fedakarl ık diye her ne varsa onun içtimai mahiyetinden<br />
ileri gelmektedir.<br />
5. AHLAKI FİİLİN MUTLAKLIĞI<br />
Buraya kadar gördü ğümüz nazariyelere bir göz atacak olursak ahlaki<br />
fiili, bir yandan gayesine, objesine göre tarife çal ışan objektif nazariyeleri,<br />
öte yandan ahlaki süjeyi harekete getiren âmillere göre tarife çalışan<br />
sübjektif nazariyeleri görmekteyiz. Objektif nazariyeler İlk-Ça ğda<br />
metafizik karakterleriyle göze çarpmakta iseler de, yine o devirde psikolojik<br />
ve içtimai şartlar ı hesaba katanlar da meydana ç ıkmaya ba şlamışt ır.<br />
Sübjektif nazariyeler ise, k ısmen İlk-çağda ba şlamış olmakla beraber as ıl<br />
zaman ımızda ahlak görü şleriyle bazan kar ışık olarak) geli şmişlerdir.<br />
Her iki nazariye zümresinin "Ahlaki fiili" yaln ız bir cephesinden ele<br />
almış olmalar ı onlar ın en mühim mahzuru görülmektedir. Ahlaki fiilde,<br />
içtimai fayda'n ın, Üstün İ yilik'in, Adalet' in,<br />
F azile t' in (ve daha ba şka gayelerin) hedef olarak alinmalar ı ne derecede<br />
zaruri ise, bu fiili meydana getiren süjede âmil olan bütün faktörlerin<br />
bilinmesi de ayn ı derecede zaruridir. .Bu iki nazariye zürnresinin<br />
karşılaşt ır ılmas ı acaba meseleyi hal için yetebilir mi? Yani, bir zümrede<br />
olm ıyan vas ıflar ı ötekilerle tamamlamak kabil midir? Hay ır! Bu müm-<br />
212
kün olsaydı basit bir eclectis m' in ahlak problemini halletmesi<br />
gerekirdi. Halbuki, şuurumuzun bünyesi bunu yapmaya elveri şli değildir.<br />
Şuur hadiseleri bir zaman süresi içinde cereyan eder. Orada şuur hallerinin<br />
değişmelerini zaman üstü kavrayacak hiç bir vas ıta yoktur.<br />
Şimdi olan şey biraz sonra yaln ızca olmu ş oland ır, ve olacak<br />
olandan daima ayr ı kalacakt ır. Şuur süresinin süreklili ği hakk ında Bergson'un<br />
bütün ince tahlillerine ra ğmen geçmi ş ile geleceği, hat ırlamak ile<br />
ümit etme veya beklemeği zaman üstü bir varl ık içinde birle ştirmek kabil<br />
değildir. Bundan dolay ı şuurda şimdi ile gelecek, gerçek ile ideal, süje ile<br />
obje daima ayr ı kalacakt ır. Ahlakta objektif nazariyeler, ah -Yak ın ideal<br />
vasfına, olmas ı gereken e, gelece ğ e, bağlanmakla; sübjektif<br />
nazariyeler ise ahlaki şuurun psikolojik bak ımdan gerçek vasf ına,<br />
olana, süjeye (bu günkü felsefe terimleriyle varolu şa = existence) bağlanmaktad<br />
ırlar. Ahlaki fiil, ampirik süjenin konusu olarak ele al ınd ıkça<br />
bu iki nazariye tipinin aç ıklamalar ı birbirinden ayr ı kalacakt ır.<br />
O halde ahlaki fil i nas ıl aç ıklamal ı ? Bu fiil mevcuttur,<br />
ve daima mevcut olagelmi ştir. Kahraman ın hareketinde, velinin nefsi<br />
fedas ında (sncrifice), vatanda şın vazifesini yapmas ında büyük misalleri<br />
veya gündelik hayata ait her zamanki örnekleriyle daima görülmektedir.<br />
Onu Bergson'un yapt ık' gibi yaln ız büyük örneklerde aramak da do ğru<br />
değildir. Çünkü o aristokratik, istisnai bir fiil de ğildir.. Hepimizin her<br />
günkü hareketlerimizde o daima az veya çok gerçekle şrnektedir. Yaln ız<br />
dikkat edilecek nokta ahlaki f i i 1' in empirik şuura ait olmay ışı<br />
keyfiyetidir. Ahlaki fiili biz, bilen ve yapan şuurun muhtevas ı olarak<br />
kavram ıyoruz. Ancak fiil ile tasavvurun, ba şka deyi şle şimdi ile geleceğin,<br />
obje ile süjenin birle ştikleri aşkın varl ık sahas ın ın muhtevas ı olarak<br />
kavr ıyoruz. Orada biz zaman-üstü bir varl ıkta bulunuyoruz. Yaşadığımız<br />
kendi şuurumuzu as ıyoruz. İçinde süjeleri ve d e ğ i ş m e' -<br />
leri birleştiren bu zaman - üstü varl ık, bizzat bizim kendi şuurumıız içinde<br />
de zaman-üstü ya şamam ızı, yani şuurumuzun zamani oluşunun<br />
mahiyetine z ıd olarak zaman - üstü bir bütünlük içinde gerçekle<br />
ideali ayni zamanda koymam ız' temin eder. Burada gerçekle idealin birleşmesi<br />
bir kavram (concept) birleşmesi değildir. Vak ıa biz şuur muhtevas<br />
ı olan kavramları da zaman-üstü olarak dii şünebiliriz. Fakat<br />
onlar ın bu vasf ı kazanmalar ı bütün konkre şuur muhtevalarmdan boşaltılmış<br />
şekiller halini almalar ından, yani abstre olmalar ındandır. Her<br />
hangi bir şuur hadisesi ile mücerret bir kavram ın birle şmesinden hiç bir<br />
ahlaki fiil ç ıkmaz Onun ki ş iler aras ı bir münasebette<br />
hiç bir rolü, hiç bir yarat ıc ılık' ve müessirli ği yoktur. Yaln ızca muhtelif<br />
şuurlar aras ında kelimeler yard ım ı ile bilgi iştirakini temine yararlar. Hal-<br />
213
uki ahlaki fiil, gerçek ve idealin birle şmesi ile, kişiler aras ında güvenilir<br />
bir temel temin etmek, bilgi sahas ını a şan bir inanç temeli kurmakla kalmaz.<br />
Ayni zamanda her şuurun içinde de şimdiki ve gelecek halleri birbirine<br />
bağlayan bir bütünlük, yani zaman - üstü ki şilik meydana getirir.<br />
İnsan, gerçekle ideali la!,rle ş,tiren ve ampirik şuuru a şan varl ık olmaks ız ın,<br />
ak ıp giden şuur halleri aras ında ba şka hiç bir suretle devaml ılık ve bütünlük<br />
kuramazd ı. Positivist nazariyelerin gösterdi ği gibi ki şiliğin bütünlüğünü,<br />
devamill ığını ne fizik âmillerde, ne biyolojik hadiselerde, hatta ne<br />
de içtimai şartlarda bulabiliriz. ktimai şartlar olsa olsa de ğişen şuur<br />
halleri aras ında birle şik isimler ve kavramlar yard ımiyle baz ı iğreti birlikler<br />
(unit) kurabilir. Fakat bunlar ın zaman - üstü hiç bir geçerli ği yoktur.<br />
Nitekim ahlaki, bütün bu sübjektif nazariyelerden ç ıkarmak i ştiyenler türlü<br />
şekillerde relativism'e, hatta ahlaki şüpheciliğe ulaşmaya mecbur olmaktad<br />
ırlar. Gerçekle ideali tek fiilde birle ştiren a şk ın varl ık hesaba<br />
katılmaks ız ın yap ılan bütün idealist (objektif) ahlak nazariyeleri de ba şka<br />
bir bak ımdan süjeyi, gerçe ği, yaşanan hali yok ettikleri için ahlaki fiili<br />
mücerret kavramlara irca etmektedirler: bunun en iyi misalleri Platonun<br />
yolunu felsefi idealism yönünden devam ettiren Schelling ve Hegel'-<br />
in ahlâklannda gü ırülmektedir.<br />
Empirik şuuru a şan, gerçekle ideali tek bir fiilde birle ştiren ahlak,<br />
yaln ız değer olarak de ğil ayn ı zamanda empirik varl ıktan ayr ı bir varl ık<br />
sahas ı olarak ilk dafa Kant taraf ından ele al ınm ışt ır. Kant'a göre ahlak<br />
sahas ı metafizik sahas ıd:r. Orada biz bilginin ula şamad ığı "as ıl- şey"e<br />
(Nounz&L) ahlâkî fiil ile ula şınz (1). Mutlak'a aç ılan biricik kap ı ahlakt<br />
ır. Kant "Saf Akl ın Tenkidi"nde duyarl ıktan ba şhyarak oradan zihne<br />
ve akla yükseldi ği halde "Pratik Akl ın Tenkidi"nde ak ıldan ba şl ıyor,<br />
oradan zihne ve duyarl ığa doğru iniyor. O bu vas ıta ile ahlaki ampirik<br />
şuurun bütün muhtevalar ından ay ıklar. Ahlak ın hareket noktas ı i y i<br />
niye t' tir. Dünyada var olan şeyler aras ında iyi niyet kadar iyi bir<br />
şey yoktur. O tamamen spontane'dir; ve bütün ahlaki hareketlerin prensipidir.<br />
İyi niyette ba ş ar ı gaye değildir. İnsan, basars ın veya haşarmas<br />
ın, yaln ız iyi niyet sahibi olmas ı ahlakl ıl ık için yeter. Saadet, para,<br />
sağl ık, itidal, cesaret, v.s. den hiç biri iyi niyetsiz ahlak ın temeli olamaz.<br />
Bütün bunlar "ahlaki" olduklar ı kadar da "ahlak-d ışı" (iTt ımoral)<br />
olabilirler. En iyi adamda olduğu kadar en kötü adamda da bulunabilirler.<br />
Bir cani, so ğuk kanl ı, cesr,a, sa ğlam mutedil hatta kendine göre mes'ud<br />
olabilir. Şu halde bu vas ıfiardan hiç birisi ile ahlaki kurmaya imkan yok-<br />
214<br />
(1) Kant, Ahl'ak Metatiiikinin Temeli, Müellifin tercüme etti ği bu eser henuz<br />
bas ılmam ıstir.
tur. İyi niyette temel, hedefe ula şma gücü değildir. Yaln ız ve yaln ız i s -<br />
t em e k' diri% Fayda veya zarar onun de ğerini artt ırmaz da eksitmez de.<br />
O, iç güdülerden, temayüllerden, duyarl ıktan gelmez. Insan ne kadar hayattan<br />
kana almak ve mes'ud olmak isterse manevi tatminden o kadar uzaklaşır.<br />
İyi niyet ba şka bir gayenin vas ıtas ı olamaz; ancak kendi kendisinin<br />
gayesi olabilir. Onun arad ığı "kendi ba şına iyi" (Bon en-soi) dir. İyi niyetle<br />
yap ılan hareketler ya: a) vazifeye uygun olarak yap ıl ır: burada temayüllerle<br />
vazife uyu şmuştur; b) yahut va z i f e ile yap ıl ır. Ahlakhl<br />
ık yalnız ikincisindedir. Hayat ı korumak bir vazifedir, fakat ayn ı<br />
zamanda bir temayüldür. İnsan hayat ı sevdiği, faydal ı bulduğu veya hayat<br />
onu mes'ud etti ği için ya şar. Öyleyse ya şamak va z i f e y e u y g u<br />
hareket etmektir. Fakat bedbaht oldu ğu, cesareti k ır ıldığı, ölümü isteyecek<br />
dereceye geldi ği halde, insan ın hayat ını yine korumas ı v a z i f e<br />
i 1 e, yani "öyle gerekti ği için" yap ılm ışt ır. Yaln ız korku ile, temayülle<br />
veya sevgi ile yap ılmayıp s ırf vazife ile yap ılan bir harekette, Kant'a göre<br />
ahlaki değer vard ır (1).<br />
Vazife ile yap ılan hareketin ahlaki değeri, onunla ula şmak istenen<br />
hedeften ileri gelmez; bu harekete karar veren d ü s t ur (maxime)<br />
dan ileri gelir. O, hareketin objesine de ğil, istemenin prensipine bağlıd ır.<br />
Ahlakl ıl ık yalnız a priori olan irade prensipindedir. Yoksa ahlak ın objesinde,<br />
duyarl ığımızda değildir. Vazife bir hareketi kanuna sayg ı ile<br />
yapmak mecburiyetidir. Hareketin hedefi olan şeye kar şı temayülüm olabilir,<br />
fakat saygun asla olamaz. Umumiyetle bir temayüle kar şı sayg ım<br />
olamaz. Onu ancak takdir edebilirim, sevebilirim, menfaatime uygun görebilirim.<br />
Vazife ile yapt ığım bir harekette temayül ve arzular ın hedefi<br />
bir yana b ırak ıl ırsa, geriye yaln ız onu tayin eden irade kal ır. Bu da objektif<br />
olarak k a n u n, sübjektif olarak kanuna sa y d ır.<br />
"Bütün temayüllerime ra ğmen" kanuna itaat etmek ahlakl ı l ığın düsturudur.<br />
İradeyi iç tepi (impulse) lerden, temayüllerden, duyarl ığa ait şeylerden<br />
bo şaltt ık, böylece s ırf a priori olan umumi kanun kald ı .<br />
İşte ahlakl ılığın prensipi burada.d ır. Öyleyse ahlakl ılık o tarzda hareket<br />
etmektir ki, hareketinin formülü bir kanun olabilsin. Aceba baz ı insanlara<br />
iyilik etmek için yalan söylemek zorunda kalsak, bu hareket ahlakl ılık<br />
değil midir? Kant'a göre yalan hiç bir zaman umumi bir kanun halinde<br />
ifade edilemez. Buradan anla şıl ır ki ahlakl ıl ık asla tecrübeden ç ıkar ılamaz.<br />
Onun temeli hareketlerde de ğil hareketlerin deruni prensipindedir.<br />
Ahlakta taklidin hiç bir rolü yoktur. İyi drnekler ancak te şvik etmek, cesaret<br />
vermek için kullan ılır.<br />
(1) E. Kant, Ahlâk Metafizikinin Temelleri.<br />
215
Görülüyor ki Kant'a göre ahlak ın prensipi ne bilgiden, hatta ne de<br />
gaybi ilimlerden ve "Teoloji"den ç ıkar ılabilir. O yaln ızca pratik akl ın<br />
a priori'lerinden ç ıkar ıbr. Pratik akl ın kanunlar ı nelerdir? Tabiatta her<br />
şey kanunlara göre hareket eder. Kanunlar ı tasavvur etmeye göre hareket<br />
eden tek varl ık insand ır. Bunun için insan irade sahibidir. Irade,<br />
pratik ak ıldan ba şka bir şey değildir. Iradenin tatbik edildi ği objektif bir<br />
prensipin tasavvuruna buyruk (emir a-= commendement) diyoruz.<br />
Bu emrin formülü de Iperatiftir. Bütün imperatif'ler mecbu ı -<br />
nı k (sollen =. devoir) fiili ile ifade edilir, ve akl ın objektif kanunu-<br />
nun irade ile ilgisini gösterirler. Bütün Imperatif'ler ya ş artl ı<br />
(hypotUtique) veya kesin (catgorique) olarak emirdirler. 1) Şartl ı<br />
imperatif'ler, mümkün bir hareketin pratik zaruretini temsil ederler. Kendi<br />
dışlar ındaki ba şka bir hedefe varmak için vas ıtad ır; ince giyinirsen<br />
hasta olursan; kanuna boyun e ğmezsen ceza görürsün gibi; 2) Kesin imperatif'ler,<br />
bir hareketi, kendi ba şına zaruri her hangi bir gaye ve hedefle<br />
ilgisiz olarak tasavvur ederler. E ğer bir şey ba şka bir şey için iyi ise,<br />
o ş ar tl ı' dir. Onu kendi kendisi için iyi (bon en sol) diye düşünüyorsak,<br />
kesin (kategorik) dir. Şartl ı imperatif'ler de: a) ya hareketin<br />
mümkün bir ,gayeye göre iyi oldu ğuna hükmeder ki, o zaman buna Kant,<br />
probl6natique pratique diyor; yahut gerçek bir gayeye göre iyi oldu ğuna<br />
hükmeder ki, buna da assertorique pratique diyor. Kategorik imperatif,<br />
kendi d ışındaki hiç bir hedefe göre hükmetmez. Hedefi kendi içindedir;<br />
mutlak ve kesindir. Bunun için "Saf Akl ın Tenkidi"indek ı tahlile<br />
göre, o daima apodictique pra ıtique'tir.<br />
Saadete ula şmak için vas ıta gibi görünen hareket hakk ındaki hüküm<br />
assertorique bir hükümdür. Burada elde edilen şey ahlakl ıl ık değil, tedbirli<br />
görü ş (pre'voyance) tür. Bütün bu emirlerle ula şılan şeyler a) ya<br />
mahar et kaideleridir; b) ya tedbirli görü şün öğütleridir; e) yahut<br />
ahlakl ılığın emirleri veya kanunlar ıd ır. Bunlardan birineilere t e k n i k,<br />
ikincilere p r a g m at i k, üçüncülere etik veya ahlak diyebiliriz.<br />
Birinciler ve ikinciler sezgiden, duyumlardan, tecrübeden ç ıkarlar. Kant'a<br />
göre bütün eski ahlâklar bu zümreye girerler. Fakat Uçtincüler yaln ız<br />
pratik akl ın a priori'lerinden do ğarlar, ve as ıl ahlak sahas ı yaln ız onlard<br />
ır. Kant, ahlak ın temeli olan kategorik imperatif'i ba şlıca şu şekilde<br />
ifade ediyor: "o tarzda hareket et ki, hareketinin düsturu daima ve her<br />
zaman için külli bir kanun şeklinde ifade edilebilsin!" Ba şka bir yerde de<br />
şöyle diyor: "Öyle yap ki hareketinin formülü, iraden taraf ından tabiat ın<br />
külli kanunu halinde ifade edilebilsin!" -Insanlar ın bu düsturla kendi ken-<br />
dilerine yükledikleri şey şarts ız, mutlak ve umumi bir zaruretti ır. Bu<br />
216
mecbur olma fiilinden ahlak ın temeli olan devoir (vazife) do ğuyor.<br />
Kant, akl ın külii a priori ahlak düsturundan derece derece duyarl ığa,<br />
doğru iniyor. Ahlaki konkrele şti£me lüzumunu duyuyor. Önce saadeti<br />
büsbütün b ırakarak mutlak v a z i f e' ye ba ğlanırken, sonra saadeti<br />
vazifeden ç ıkarmaya çal ışıyor. Ba şka deyi şle, hayat ın basit tatminleri yerine,<br />
vazifesini yapm ış olman ın verdiği üstün haz ve tatminleri koyuyor.<br />
Burada ahlakl ılığı kişi ve kişilik fikrine bağlamak üzere İmperatif şu şekli<br />
alıyor: "o tarzda hareket et ki, insanl ığı gerek kendi şahs ında gerek ba şkalar<br />
ının şahs ında daima ve her zaman bir gaye gibi alas ın! yoksa asla<br />
bir vas ıta gibi değil!" Görülüyor ki ahlakl ılık burada üniversellikten ibaret<br />
olan bir form ile, , ğayeden ibaret olan bir m a d d e' ye sahib bulunmaktad<br />
ır.<br />
İradenin muhtarl ığı ile uyuşan hareket Kant'a göre, c a i z (yasak<br />
uyu şm ıyan hareket ise m e m n u' (yasak) dur. İradenin muhtarl<br />
ığı ile uyuşan ahlaki düsturlara sahib bir insanda kutsal (sacr)<br />
bir irade vard ır. Buna kutsall ık (saintet) diyor. Fakat mutlak olarak<br />
iyi olm ıyan bir iradenin külli kanuna ba ğl ılığı prensipine de yükümlü-<br />
1 ü k (obligation) diyor. Aziz veya kutsal (saint) bir varl ıkta yükümlülük<br />
olamaz. Çünkü yükümlülükte ahlaki zorl a m a vard ır. Yükümlülük<br />
dolay ısiyle, bir hareketin objektif zaruretine va z i f e deriz.<br />
Ahlakl ılığın as ıl temeli iradenin muhtarl ığıdır (1). İradenin muhtarl ığı ,<br />
iradenin kendi kendisinin kanunu olmas ı hassas ıd ır, Ahlakl ılığın meşru'<br />
olmıyan prensiple4rinin kayna ğı ise, iradenin ihtiyars ı zlığı (Mt&onomie)<br />
dır. Kant, burada ihtiyars ızl ıktan doğan yanl ış ahlak prensiplerini say ıyor:<br />
1 Empirik olanlard ık ki, saadet prensipinden ç ıkarlar. Maddi<br />
veya manevi duygu üzerine kurulmu şlard ır. Bütün antik Yunan, modern<br />
Ingiliz ahlak nazariyelerini buraya koyuyor. 2 — Aklî (rationnel) olanlardır<br />
ki yetkinlik (=mükemmellik= psrfection) prensinden ç ıkarlar.<br />
Bunlar da ya ak ıl mükemmellik, yahut da Tanr ının iradesi olarak ifade<br />
edilirler. Birinci nazariyeyi Leibniz'in yolunda giden Wolff, ikinci nazariyeyi<br />
de Crisius'ta görüyoruz. Bu bizim Islam kelâmc ılar ından bir çoğunda<br />
rastlad ığım ız nazari ahlakt ır.<br />
Kant'a göre empirik prensipler ahlak kanununa temel hizmetini gör-<br />
meye mutlak olarak yetkinsizdirler. Çünkü ahlaki kaide e ğer insan yarad ı -<br />
l ış, ının özel yap ıs ından ç ıkar ıl ırsa ahlaki kanunun şars ız zarureti kaybolur.<br />
Bunlardan bilhassa "özel saadet" fikri en kötüsüdür. Çünkü hem yanl ış-<br />
(1) Bu mesele Kant taraf ından "Saf Pratik Akl ın Tenkidi" ve "Ahlak Metafizikinin<br />
Temelleri" nde uzun uzad ıya tahlil edilmektedir.<br />
217
t ır: tecrübe da:ma refah ın iyi harekett rı doğduğu hükmünü yalar.:_ank-<br />
tadır. Hem de onun gayesi ablakhl ığı k rnak değil, insan ı sağlam ve rahat<br />
yapmakt ır. Nihayet şunu da katal ım: insan ı fazilete ve rezilete (erdem-<br />
lige ve dü şüklüğe) ayni derecede götü ebilen âmilleci temel diye almak-<br />
tadır. (mesela cesaret, itidal, so ğuk ka d ı lık, kuvve': v.s. gibi). Has ıl ı, iyi<br />
ile kötü, erdemle dü şüklük aras ındaki 1 es,,n fark ı kald ırrnaktadir.<br />
Ahlak duygusuna (sens moral) g<br />
ileri sürülen bu duygu hakk ındaki görü<br />
ahlaka ötekilerdell daha yak ınd ır. Akl<br />
mal ölçüsü çok belirsiz olmakla berabe<br />
ç ıkarmak istiyen ilâhiyatç ı (tUo/ogiq<br />
Tanrı'n ın yetkinliği hakk ında hiç bir se<br />
değiliz. Onu ancak ahlaki kavramlar<br />
zrabiliriz (1).<br />
Kant, faziletle saadet aras ındaki<br />
nevi pragmatik ak ılyürütme kullan ıyor.<br />
vazifesini gördü ğü ruhun ölmezli ği ve<br />
buradaki ak ılyürütme yolu şudur: bi<br />
biliyoruz. Bunun sonucunda pratik ol<br />
ediyoruz. öyleyse s ırf benim gücümde<br />
dır. Eğer ben hürsem, demek ki b e<br />
r ı bir mahiyet, yani bir Noumne'dir.<br />
olduğuna göre onun ancak hadiseler ci<br />
t ır ıcı kuvveti olabilir. Buradan benli ğin<br />
ölmezli ği fikrini ç ıkar ıyor. Eğer ruh<br />
olarak devam etmesini temin eden, bir<br />
mas ı lazımgelir. Kant, buradan da<br />
Allah' ın sonsuz varl ığında ruhlar ölm<br />
olan saadetler, elde edilmemi ş iyilikle<br />
için gerçekle şebilirler. Görülüyor ki K<br />
reddettiği halde, ayn ı teolojik neticele<br />
ula şmaktad ır. Fakat bir nevi k ısır dön<br />
l ı l ıktan ç ıkard ığun ız Allah fikrini tekr<br />
mek, onca, en büyük yanl ışl ık olur.<br />
Kant' ın ahlak! bizzat Kantc ı filozo<br />
tenkidlere mevzu oldu. k ısm ı onun<br />
218<br />
(1) Kant, "Saf Akl ın Tenkidi" nde rasy<br />
şeyleri söylüyor. Fakat akl ın antin<br />
tin gerçekleşebileceği ebedi bir hay<br />
yerine koyuyordu.<br />
lince, baz ılar ınca doğu ştan geldiği<br />
de Kant'a göre çok sathi ise de<br />
prensiplew aras ında ontolojik keahlakhl<br />
ığı yetkin ilahi iradeden<br />
e) prensipe üstündür. Çünkü biz<br />
giye, hiç bir duyu verisine sahib<br />
ard ımiy12 ve ak ılyörütme ile ç ıka-<br />
ratik antinomi'yi a şmak için bir<br />
Bu suretle uhrevi saadetin temel<br />
anrı fikirlerine ula şıyor. Kant' ın<br />
nazari olarak mutlak bir vazife<br />
rak mutlak nazari bir güç kabul<br />
ibaret olan ferdi hürlü ğüm var-<br />
1 i k, akl ın kategorilerinden ayenlik<br />
(veya ki şilik) bu Nounı ne<br />
sinden olm ıyan noumnal bir yaplmez<br />
olduğu, ve umumiyetle ruhun<br />
ölmez ise, onu ölmez k ılan, ölmez<br />
utlak varl ı k'a dayan-<br />
Allah' ın varl ığına geçiyor. Eğer<br />
z iseler, bu dünyada ula şılmamış<br />
bu sonsuz 'alemde ölmez ruhlar<br />
nt, her türlü ontolojik akli delili<br />
e s ırf ahlak metafiziki yolundan<br />
(cercle vicieux) halinde ahlakr<br />
ahlakl ılığın temeli haline getir-<br />
lar aras ında bir çok münaka şa ve<br />
"Saf Akl ın Tenkidi" nde gösterdi-<br />
nel tenkid ederken ayni<br />
mi'lerini halletmeye çal ışırken Fazile-<br />
t tasavvuru şeklindeki bu delili onun
ği bilginin izafiliğini bütün felsefeye yayd ılar. Pratik ak ıl ve hüküm güçlewinin<br />
ona bağl ı olduğunu söylediler. Onlara göre bilgi d ışında bir a h -<br />
la ki mutlak sahas ı olamaz. Ahlaki değerlerimiz bilginin tahliline<br />
tabi' tutulmal ıd ır. O zaman onlar ın da izafi olduklar ını görürüz. Mutlak<br />
vazife yoktur, ancak izafi türlü türlü vazifeler vard ır: askerin vazifesi,<br />
me'murun vazifesi, nöbetçinin vazifesi birbirinden farkl ıd:r. Böyle<br />
düşünenler yeni Kant'ç ılardan mühim bir k ısm ıdır. Mesela Simmel'e göre<br />
içtimal şekiller ve münasebetlere tâbi' olarak türlü vazife şekilleri ayr ılabilir.<br />
Renouvier'ye göre mutlak vazife prensipi de ğil, ancak süjeyi harekete<br />
getiren ihtiraslara göre meydana ç ıkan "vazife iman ı" vard ır. Benjamin<br />
Constant'a göre do ğruluğun yan ında bazan yalan ın da ahlaki değeri<br />
vardır. Hatta ahlaki yalan ın ha şin doğruluktan daha iyi oldu ğu yerler<br />
çoktur. O bu suretle sert ve kaideci ahlak yerine şartlara göre sekiller<br />
alan, anlay ışl ı bir ahlaki tavsiye ediyor. Fakat, B. Constant burada, iki<br />
ayr ı şeyi karışt ır ıyor: 1) Kendi kendini aldatma, 2) Külli bir kaide olan<br />
bir hareketin en a şağı bir şekilde ifadesi. Kant' ın hücum etti ği yalan<br />
birincisi idi. Fakat ölüm yata ğındaki hastaya son zaman ını huzur içinde<br />
geçirmesi için daha ya şıyaca ğını söylemek yalan de ğildir. Çünkü bu söz,<br />
bizzat Kant' ın deyi şiyle "külli bir kaide halinde" ifade edilebilir. Filozofun<br />
bahsettiği iyi niyet yani kendi kendine sad ık olmakt ır. Misalimizde<br />
doktorun hareketi kendi kendine sadakat ın en güzel örneklerindendir.<br />
Yani Kant'ç ılar ın bahsettikleri itiraz da yerinde de ğildir. Vazifenin<br />
muhtevas ı değişebilir: içtimai s ınıflara, devirlere, mesleklere göre. Hatta<br />
karşıl ıkl ı dü şman saflar ında her insan ın birbirine kar şı hareketleri derecesinde<br />
ayr ılabilir. Fakat onlardan her birini harekete getiren ayn ı prens5b,<br />
yani mutlak v a z i f e prensipidir.. Hiç biri bu hareketi izafi<br />
olarak yapmaz. Prensipin tatbik edildi ği konunun değişmesi, prensipin<br />
izafi olmas ını gerektirmez.<br />
Kant ahlâk ın ı en çok tenkid edenlerden biri Schopenhauer'd ır. Ona<br />
göre bu ahlâk ın temeli olan vazife, kanun, emir, yükümlülük v.s. fikirle-<br />
ri oraya teolojik ahlâktan geçmi ştir. Fakat bu " şarts ız vazife" kavram ı-<br />
nin muhteva bak ım ından hiç bir mânâs ı yoktur. Vazife ancak ceza kor-<br />
kusu, mükâfat vaadi ile birlikte al ınırsa bir şey ifade eder ve tesir eder.<br />
En abstre ahlâki emirler dahi bu yapt ırıcı kuvvetlerin tesiri alt ındad ır.<br />
Ba şka deyi şle her ahlâki zaruret ş a r t 11 (hypoth&ique) d ır; asla<br />
kategorik değildir, Mutlak ve şarts ız ahlaki zaruret fikri saçmad ır. Kant<br />
ahlak ın insan yarad ıl ışını inceleyerek bulunam ıyacağına kani'dir. Mate-<br />
matik gibi s ırf formel olmakla ö ğünür. Halbuki bizzat kategorik emrin<br />
219
terkibi a priori olduğunu söylerken formel ile materiel'i tekrar birle ştiriyor.<br />
Fakat bu noktada Schopenhauer bir yanl ışlığa dü şmektedir: Kant' ın terkibi<br />
önermesi şudur: "senin iraden külli şekle göre hareket etsin!" yani<br />
"senin iraden" "külli şekle göre" -,yüklemdir. Halbuki burada<br />
"senin iraden" a posterior dir: "külli şekil" a p ri o r i' dir.<br />
Yani pratik terkibi hükümde a priori sonda geliyor, birincisi hipotetik<br />
olarak kal ıyor. "Saf akl ın tenkidi" nde tahlil etmi ş olduğu as ıl ter-<br />
kibi a p r i o r i hükümde ise a p r i o r i' nin ba şta gelmesi laz ımd ı .<br />
Schopenhauer tenkidine şöyle devam ediyar: Kant hiç bir sezgiye ba ş<br />
vurmadığım söylüyor. Halbuki "insanl ık", "gaye-vas ıta", "insanl ığın şerefi",<br />
" şahsiyet", v.s. kavramlar ı sezgiye başvurmadan elde edilemez. Kant,<br />
duyarl ığın bütün maddesini bir yana at ınca, geriye ahlak ın form'u olarak<br />
yaln ız k anunluluk (legalit. ") kal ıyor. Bu da onun her tatbik etmek<br />
istedi ği mevhum üniversellik oluyor. Fakat muhtevas ız, insani duygudan<br />
teerid edilmi ş has ılı beşeri hayat ın tabii ve metafizik incelenmesine<br />
dayanm ıyan bu "kanunluluk" bo ş bir isimden ba şka nedir?<br />
Daha yak ında Max Scheler de Kant ahlak ın ı s ırf formel oldu ğu. ahlAki<br />
duyguya, muhtevaya ehemmiyet vermedi ği iddiasiyle tenkid etti (1).<br />
Fakat: ne Schopenhauer' ın ne Seheler'in tenkidleri yerinde görünmüyor.<br />
Kant' ın ahlaki hükmü duyarl ıktan, duygudan, arzu, fayda, saadet gibi<br />
dü şüncelerden bo şaltmas ı onu bo ş bir şekil haline getirmek için de ğildir.<br />
Ancak ahlaki hükmün ampirik şuna ait olduğunu, ki şinin devamIll ığını ve<br />
kişiler - aras ı münasebete temel vazifesini gören a şk ın varl ığa ait oldu ğunu<br />
göstermek içindir. De ği şen şuur hallerine ra ğmen benliğin, kişinin<br />
değişmez mahiyetine ba şka türlü nas ıl intikal edebilirdik? Ki şiler - aras ı<br />
münasebetlerin güvenilir bir temele dayanmas ı nas ıl mümkün olurdu? İn-<br />
san ın kendine sadakati, insan ın insana sadakati, sözünde durmak (la foi<br />
jur63), doğruluk ve sözle şmenin devaml ıl ığı, insanlar ın birbirini görme-<br />
dikleri ve görmiyecekleri zamanda dahi aralar ında ba ğlılığın devam:. sa-<br />
yesinde olabilir. "Ba şkas ı" ampirik şuurumuza kapal ı bir âlem, veya onun<br />
muhtevalar ı aras ında her hangi bir " şey" den ibaret olduğu halde, yaln ız<br />
ahlaki f i i de şuurlar birbirine aç ıl ır; aralar ında kar şıl ıkl ı ııu-<br />
fuz ve kayna şma olur; ba şkas ı ve ben birbirlerini ayn ı bütünün parçalar ı<br />
olarak grler. Ve bu birlik hiç bir ruhi tesirin veya de ğişikliğin (modifi-<br />
cation) eseri olamaz. Çünkü ruhi sahadaki de ğişiklikler bir zaman için<br />
meydana ç ık ıp sonra kaybolurlar, yükselir ve alçal ırlar, şiddetlenir ve<br />
220<br />
(1) Max Scheler, Moralia
gevşerler: zümre ta şk ınl ıklarında, teessüri kayna şma (fusion fective)<br />
halinde, cezbe, isti ğrak, co şkunluk gibi bütün hallerde bu de ğişmeler vard<br />
ır. Onlarda k ısa bir müddet için şuurlar aras ındaki fark silinmi ş gibi<br />
görünür; hatta en şiddetli derecesinde teessüri sarho şluk ve baş dönmesi<br />
halini al ırlar. Fakat bu teessiiri yakla şma ve kaynaşmalarda ruhlar ın<br />
devaml ı birliğinden asla bahsedilemez. Tam tersine, onlarda bütün "birle şme"ler<br />
görünü şten ibarettir. Bir çok defa teessüri sarho şluğa giren süjeler<br />
taraf ından ileri derecelerde duyulur ve en yüksek haddine vard ıktan sonra<br />
dü şmeye baslarlar. Teessüri sarho şluk geçince yerinde kalan bir nevi<br />
teessüri tepki, çöküntü, içe kapanma veya nedamet halidir ki bütün bunlar<br />
ampirik şuurun kendi içinde cereyan eden bir vakalar sürecinin devresini<br />
tamamlamas ından ba şka bir şey değildir. Scheler bunun için Schopenhauer'<br />
ın teessüri kayna şmaya dayanan "Merhamet" ahlak ını tenkid<br />
ediyor. Fakat onun yerine koymak istedi ği "senpati" nin öteki teessüri<br />
hallerden tamamen farkl ı eidetik bir hadise, bir mahiyet oldu ğunu nas ıl<br />
ispat etmeli? Scheler bunun için de şuurun bir "ba şkas ı" nın teessüri l ıükmü<br />
alt ına girmesine Ut&opathie, "başkas ı" n ı kendi teessüri hükmü alt ına<br />
almas ına idiopathio diyerek her ikisinde de şuurlar - aras ı münasebette<br />
benliğin muhtarl ığı ve bağıms ızl ığını kaybettiğini, fakat symputhie'-<br />
de (1) iki suurun birbirinden müstakil kalmak şartiyle yaln ız aralar ında<br />
teessüri anla şma olduğunu söyliyerek bu hali bütün öteki ampirik teessüri<br />
hallerden ay ırıyor. Fakat Scheler burada pek hakl ı görünmüyor. Onun<br />
"başkas ı" na nufuz için eskidenberi teklif edilen analoji ve tefsir yolla/1yle<br />
anlama, t e e s s ü r I hulül (Einfühlung) gibi hallerin ba şar<br />
ıs ızlığı ve imkans ızlığı hakk ında yapt ığı tenkidler (ki bunlardan mühim<br />
bir k ısmı Schopenhauer, Lipps ve idealist felsefeye çevrilmi ştir) kendi<br />
nazariyesi için de söylenebilir. Senpati, bütün şuurlar ın kendi ba şlarma<br />
kaldıklar ı, ancak ba şka şuurlar ı (onlara tabi' olmaks ızın ve deği ştirmeksizin)<br />
anlad ıkları hal diye tarif ediyor. Bir insanla bir hayvan aras ında<br />
da senpati meydana ç ıkm ıyor mu? Eğer ruhlar - aras ı birliğin devam ın<br />
ı temin eden biricik vas ıta o ise insanlarla hayvanlar aras ında da bir ruh<br />
birliğini mi farz edeceğiz? Böyle bir faraziye Scheler'in kendi dü şüncesiyle<br />
çeli şik değilmidir? "Senpati" nin her hangi bir ahlaki fiile asla temel<br />
olmaks ız ın, hatta iç dünyalar ın birbirine aç ılmas ın ı da temin etmeksizin<br />
yaln ızca ruhlar aras ında aktif olm ıyan bir yakla şma olduğu sylenebilir.<br />
Şüphesiz, ruhlar aras ında her türlü şahsiyet ba ğımsızl ığın ı yok<br />
eden teessüri kayna şmalar ın ahlaki fiilin gerçekle şmesine imkan b ırakmamalarma<br />
kar şı, onun şahsiyet bütünlüğüne dokunmadığı için insanla in-<br />
(1) Max Scheler, La Nature et la Forme de la Sympathie<br />
221
san aras ında ahlaki fiiln gerçekle şmesinde şart rolünü oynad ığından hahsedilebilir.<br />
Fakat ona hiç bir zaman sebeb veya esasl ı "amil gözüyle bak<br />
ılamaz. "Senpati" de şuurlar - aras ı anla şma için bir nevi haz ırl ık !)a şlam<br />
ış demektir. Yeter ki bunu temin eden şuurlar aras ı mü şterek bir temel<br />
bulunsun. Bizzat "insanl ık" yani insanlarda de ğerler, idealler ve<br />
inançlar halinde görünen m a' nevi varl ı k i ştiraki olmasayd ı<br />
senpati ile yakla şmadan hiç bir netice ç ıkamazd ı. Bu iştirak ise Kant' ın<br />
"Pratik Akl ın Tenkidi" nde, "Ahlak Metafizikinin Temelleri" nde anlatt<br />
ığı kategorik emri bize verdiren insani ruhun muhtarl ığından başka bir<br />
şey değildir. Onun muhtevas ı kendi cinsindendir: yani ampirik şuurumuza<br />
nazaran a şk ın varlığın, insanl ığın ma'nevi muhtevas ıd ır. Bütün ahlaki<br />
idealler, değerlendirmeler, ve ahlaki varl ığım ız ın bütün tecrübeleri oraya<br />
girer. Bu tecrübeleri ampirik şuurumuzun tecrübeleriyle kar ışt ırrn amal<br />
ıdır. Ahlaki varl ığım ız ın tecrübeleri a şkınd ırlar: yani ideale çevrilen mütemadi<br />
cehitlerimizin (ba şar ıl ı veya başar ısız) hamlelerinden, kendi<br />
kendilerini aşmalar ından ve yarat ışlar ından ibarettirler. Bu cebi ler artt<br />
ıkça ahlaki varl ık olarak muhtarl ığım ız artar: yani kendimizi ampirik<br />
kapal ı bir şuur olarak de ğil, insani varl ığın bir parças ı olarak görmede<br />
gücümüz artar. Şuur için muhtar (autonome) olmak demek, tabiat ın<br />
sebeblik zincirine ba ğlı bir halka olmakla kalm ıyarak kendini insani varlığın<br />
zaruretine ba ğl ı görmek demektir. Bu zaruret gerçek üzerinde bir<br />
ideal zaruret olarak meydana ç ıktığı için onun emirleri, kaideleri, yükümlülüğü,<br />
adeta üstün bir âlemden gelmektedir. "Ahlaki tecrübe" i şte bu gerçekle<br />
ideal aras ında, yaln ız insani olarak mevcut münasebetin bizim tarafım<br />
ızdan yaşanmas ıdır. Biz ampirik şuurumuza, ben ve ba şkas ın ı ay ıran<br />
bilgi ve pragma'dan ibaret varl ığım ıza mahsup kalmad ıkça gerçekle ideal<br />
aras ındaki devaml ı bağlılığı göremez oluruz. Scheler bu hale hakl ı . olarak<br />
"değer körlüğü" diyordu. Biz "Ahlaki körlük" diyece ğiz. Sava ş, menfaat,<br />
gündelik hayat ı kazanma mecburiyetleri (bir kelime ile "hayat mücadele-<br />
si") bizi birbirimize kapal ı varl ıklar haline getirin Böyle oldukça da<br />
Kant' ın bahsetti ği vicdan ın sesini dinlemeye imkan kalmaz. Kulaklar ah-<br />
lakin emrine kar şı sağır, gözler ahlaki harekete kar şı kör olur. Renk lctr-<br />
leri olduğu gibi ahlak körleri de vard ır. İdealismi "kapal ı şuur" felsefe-<br />
si haline getirenler insanlar aras ında bencilik ve solipcism derecesinde<br />
uçurum olduğunu zannedenler, bütün de ğerlerin, ideallerin fiction'lardan<br />
ibaret olduğunu söyleyenler, pratik ve sübjektif faydadan hiç bir şey ka-<br />
bul etmiyen ve inanm ıyanlar için Kant ahlak= ma'nas ı yoktur. Relati-<br />
vism'in bu marazi azg ınlığı bilgi sahas ında fictionism'in buhraniyle sona<br />
222
ahlt'ı,k sahas ında da ahlaki relativ:srn ve nihilism'in buhraniyle<br />
sona ermektedir.<br />
Schopenhauer' ın oradan kurtulmak için yapt ığı gayretler de, onun<br />
kadar bo şunad ır. Çünkü şuuru a şan ve bütün varl ığa yay ılan Irade, eğer<br />
zekas ız, hedefsiz, düzensiz, mutlak ve kör bir kuvvet ise, bu H1 -,- İrade'nin<br />
insanlar aras ında duygu birliği (Mitle',1) halini almas ına imkan kal ırm ı ?<br />
Kör bir arzunun ızt ırabtan ba şka bir şey doğurrnad ığın ı gören yine şuurdur.<br />
Eğer bu şuur ferdle2in kanal ı şuuru ise, o nas ıl egoism'den kurtulabilir?<br />
Kör arzunun bütün insanlarda do ğurduğu ızt ırab külli ise, o zaman<br />
ızt ırab çeken külli bir varl ığın, yani külli bir şuurun bulunmas ı lazımd ır<br />
ki, şuurlar aras ında "birlik duyma" mümkün olabilsin. Ben e ğer ba şkalar ını<br />
n da benim gibi ac ı ve sevinç duyduklar ını yaln ız analoji ile biliyorsam,<br />
"duygu birli ği" bir ak ıl yüriitmeden ve hükümden ileri gidemiyecektir. Halbuki<br />
Schopenhauer do ğrudan doğruya "ac ıma"ya ba ş vurmak istiyordu.<br />
Böyle bir hale ancak ak ıl yürüme ile duymak, analoji yolu ile ac ımak denebilir<br />
ki, o zaman da değerini kaybeder. Fakat i şin doğrusu ahlaki tecrübede<br />
bizim egoism'i (ampirik şuuru) a şmak için mütemadi cehitler sarfetmemizdir.<br />
Onu tamamen a ştığımız söylenemez: hatta en büyük feraga t<br />
fiilinde dahi! Yaln ız ideale doğru bu mütemadi cehid bizi devaml ı olarak<br />
ampirik şuuru ku şatan varl ıkla temasa getirir. Ampirik şuurdaki gerçekideal<br />
antinomi'si, a şkın varl ıkla temas ımızda ortadan kalkar. Orada "zaman-üstü"<br />
bir sezgi ile geçmi ş-hal ve gelece ği birden kavrar ız: asla zaman<br />
ın dışına ç ıkmaks ız ın! Bu sezgi ile ahlaki fiilin bütün zamanlar ve<br />
bütün meltanlar için ifade edilmi ş olan üniverselli ğini kavrar ız. Bergson'-<br />
un veya Augustinus'un tarif ettikleri tarzda bir şuur ak ışı içinde ya şarken<br />
dahi, Kant' ın tarif etti ği gibi, "zaman-üstü" bir ideal cehdini ya şar ız. Bunun<br />
içindir ki ahlak kahraman ı veya ahlaki fail, kaba egoist'e bir üstopist<br />
gibi görünür. Onun gerçek d ışında ve hayal dünyas ında ya şadığını iddia<br />
eder. Hatta onu Don Quichotte olarak tavsif eder. Halbuki "ahlaki fail"in<br />
içinde yaşad ığı "ahlaki tecrübe" varl ığın üstün bir derecesidir. Bütün ma'-<br />
nevi değerlerle beraber insan ı insan k ılan, ona yarat ıc ıl ık veren, onu yer yüzünde<br />
kültürler ve medeniyetler silsilesiyle bütün varl ıklar üzerinde mümtaz<br />
varl ık haline getiren bu tecrübedir. Onun kendini a şmas ı Nietzsche'nin<br />
zannettiği gibi vehimler (illusion) yaratmas ından ileri gelmez. Çünkü hakiki<br />
yarat ıc ın ın illusion'u gerçek zannetmesine imkân yoktur. Bu durumda<br />
onun basit bir b ir s a m 1 dan, hastadan fazla bir şey olmamas ı ,<br />
?uurunun buhranlar ı içinde yaşamas ı lazımgelir ki, bu suretle de hiç bir<br />
değer keşfinden ve yarad ışından bahsedilemez. Onun illusion'lar ı ba ş-<br />
kalarına gerçek diye kabul ettirmesi de mümkün de ğildir. Çünkü bu tak-<br />
223
dirde değer yarat ıc ının bir aktör olmas ı lazımgelir ki, inanmadığı şeye<br />
başkas ını iriandırmak, keşfetmediği şeyi ke şfedilmiş gibi göstermekten ibacet<br />
olan bir illusionistlik ile hakiki de ğer hayat ın ın bir münasebeti yoktur.<br />
Insanl ığın bu tarzda illusionist'ler taraf ından meydana getirildi ğini<br />
iddia etmek ise, illusion'lar ın en büyüğildür.<br />
Nietzsche bu dü şüncesinde tamamen hata içinded,ir. Ma'nevi de ğerler<br />
sahas ında illusionism'den değil, hatta icattan bile bahsedilemez. Icat, yaln<br />
ızca teknik de ğer derecesindedir, ve pratik faydadan ba şka hiç bir gayesi<br />
yoktur. Ma'nevi de ğer sahas ında ise ancak k e ş i f' ten bahsedilebilir.<br />
Her büyük san'atkar, her büyük ahlakç ı ve din kurucu değerler sahas<br />
ında ideal varl ığa doğru yeni bir ad ım atm ış ve yeni değerler ke şfetmiştir.<br />
Schopenliauer' ın şuuru a şan bir varl ık aramada hakk ı vardw. Ampirik<br />
şuur kendi içinde kapal ı kald ıkça her türlü ke şif, yaradış imkan ını<br />
kaybeder. O zaman cidden bu kapal ı çevre bir nevi' illusion halini alabilir.<br />
Fakat gözlerimizi açan ve bizi daima daha fazla, olmaya sevkeden d ışım<br />
ızdaki bu kuvvet a şk ın varl ıkt ır. Şu kadar var ki onun ne madde gibi<br />
inerte, mekanik, hatta ne de canl ı varl ık (bitki, hayvan) gibi yaln ızca tor-<br />
peur'lerine ve impu/selerine bağlı olmamas ı, onun şuurlu, gayeli düzenli<br />
bir varl ık olmas ı lazungelir ki bize ideal versin. Bizi üstümüzdeki de ğerlere<br />
doğru sürüklesin. Kör irade nas ıl olur da Platon'un İdea'lar ı halini<br />
al ır? Nas ıl olur da hepimizde mü şterek bir duyguya inkilab eder? Nas ıl<br />
olur da Nietzsche'de de ğerler yaratan, "de ğerler levhas ın ı tersine çeviren"<br />
kudret olur? Schopenhauer' ın söze ba şlarken kesin olarak reddetti ği kör<br />
madde ile bu kör iradenin fark ı nerede kal ır? Eğer onun şuuru, gayesi,<br />
nizam ı yoksa! Nereye gittiğini bilmiyen, körü körüne tahrib eden bu kuvvetin,<br />
"mutlak hürlü ğü"nün ne ma'nas ı vard ır? Çünkü hürlük, körü körüne<br />
yapmak de ğil, ancak "bilerek yapmak"ta gerçekle şebilir. Öyleyse<br />
ampirik şuurun kapal ı çenberinden kurtulmak için a şk ın varlığa, süje taraf<br />
ından yutulm ıyan; tam tersine süjeyi ve onun idrak gücünü meydana<br />
getiren a şkın objeye ihtiyaç vard ır. Ve bu aşkın obje asla Schopenhauer' ın<br />
"kör İrade"si, veya Nietzsche'nin iç güdü halinde görünen "Kudret Iradesi"<br />
olamaz. Bu ancak kendisinden şuurun, idrâkin, süje'liğin (subjektivit&)<br />
doğduğu bir "a şkın varl ık" olabilir. Schopenhauer' ın şuuru kör<br />
İradeden veya iç güdüden ç ıkarmaya kalkmasiyle, maddecinin şuuru ve<br />
ruhi hareketleri maddeden ç ıkarmak istemesi aras ında ne fark var? Her<br />
ikisi de ayni imkans ız' tecrübe etmektedirler. Hiç bir şey kendisinde kuvve<br />
halinde mevcut olm ıyan bir şeyi meydana getiremez. Mutlak şuursuz-<br />
Juktan şuur, mutlak cans ızlıktan hayat, mutlak hareketsizlik:en hareket,<br />
224
mutlak körlükten idrak do ğamaz. Bütün bunlar ın imkanlar halinde bulunduğu<br />
aşkın bir varl ık ise, art ık tarif edilenlerden büsbütün ba şka bir şey, insanl<br />
ığın birliğini meydana getiren ma'nevi bir varl ık olmas ı laz ımgelir. Ahlaki<br />
tecrübenin vah şi veya medeni bütün kavimlerde ve her devirde daima<br />
mümkün olmas ı bundan ileri gelir.<br />
Kant' ın, bu düşüncelere göre, sa ğlam hareket noktas ını bulduğunu tasdik<br />
etmek zorunday ız. Duyulardan, duygulardan, empirik şuur verilerinden<br />
başl ıyarak derece derece ahlaki şuura yükselemeyiz. Tam, tersine, ahlaki<br />
fiili gerçekle ştiren "zaman-üstü" bir düzenden ba şl ıyarak empirik şuur<br />
verilerini muhteva diye kullanabiliriz. Ahlak ın mutlak kanunu, "kategorik<br />
emir" zaman-üstü bir düzenden kuvvet ald ığı için, şuur muhtevas ının<br />
bütün değişikliğine rağmen sabit kal ır, onlara şekil verir. Ba şka deyişle<br />
biz saadetle, faydayla, hazla, ahlak duygusu ile, senpati ile ahlâka gidemeyiz;<br />
fakat ahlaki mutlak emrin bize verdi ği fazilet ideali bize gündelik hayat<br />
ımiz üstünde bir sevinç, saadet, bir nevi haz ve tatmin verir. Bu "mutlak<br />
emir" hiç bir psikolojik sirayetten ç ıkar ılam ıyacağı gibi, hiç bir sosyolojik<br />
tesirden de ç ıkar ılamaz. Cemiyetin üstümüzde ve bizden müstakil<br />
bir bask ı halinde olduğu faraziyesini bir an için kabul etsek bile, böyle<br />
bir cemiyetin meydana getirdi ği bask ının külli emir olmadığı, cemiyetlere<br />
ve devirlere göre de ğiştiğini bildiğimiz andan itibaren onun bütün ahlaki<br />
yapt ır ıcı kuvveti (sanction) kaybolur. Ahlaken hem de ğiştiğini, izafi<br />
olduğunu bilmek, hem de emirlerine mutlak olarak riayet etmek mümkünmüdür<br />
? Sosyolojik bis. ahlâktan bunun için hiç bir ahlak ç ıkar ılamaz.<br />
Kant' ın ahlaki emri, Noum,,,w sahas ında, yani ampirik şuuru aşan varl ıkta<br />
görmesi tamamen do ğrudur. Ancak bu varl ığın bütün ına'nevi de ğerlerden<br />
ayr ı, insanlığın mümkün hayat ını a şan a şkın varl ıktan ayr ı, kendi ba şına bir<br />
mutlak olduğunu düşünmesi doğru değildir. O nas ıl bir mutlakt ır ki bütün<br />
gerçekliği yalnız insanl ığın ömrü ile çevrelenmi ştir? Yer yüzünde insanlar<br />
ın meydana ç ıktığı ve kaybolaca ğı zaman ile kay ıtlanm ıştır. Böyle<br />
bir varl ığa (ne kadar uzun süreli olursa olsun) mutlak deme ğe imkân varm<br />
ıd ır? Eğer insanl ığın mevcudiyeti ampirik şuura nazaran bir a şk ınl ık ise,<br />
onun varlığı da, ancak kendisini a şan bir varl ık ile, hakiki s ınırs ızlık ve<br />
mutlak ile gerçekle şebilir Bizim benlik ve ki şiliğimiz insanlığımızdan geldiği<br />
gibi insanlığın şuur sahibi olmas ı da onu mümkün k ılan bir ku şat ıc ıdan<br />
ileri gelir (1).<br />
Kant, ahlaki emrin her türlü kay ıt ve şarttan ba ğıms ız olduğunu, dini<br />
( -thologique) bir emre dahi bağlanmadığın ı söylüyordu. Bu surette<br />
(1) Burada ku şatıc ı kelimesini Karl Jaspersin Vbergreifen (englobant) ından<br />
farkl ı bir anlamda, A şkınlığın şuura nazaran umumi vasf ı olarak anl ıyoruz.<br />
F: 15 225
ona hakiki hürlük ve muhtarl ığın ı kazand ırmak istiyordu. Fakat (gördüğümüz<br />
gibi) dinden ahlaka geçilemiyece ğini söyliyen Kant, ahlâktan dine<br />
yükselmenin çarelerini aramada gecikmemi ştir. Çünkü ona göre biricik<br />
muhtar olan emir ahlaki emirdir. Bütün öteki emirler gibi dini emir de de<br />
insan, m u h t a r de ğ il (h&-&onome) dir. Bu noktaya biraz sonra<br />
tekrar dönece ğiz. Fakat şimdilik şunu i şaret edelim: insan ın ahlaki emri<br />
gerçekle ştirdiği için a şk ın va ıl ık ihtiyac ında bulunduğunu söylemek yetmez.<br />
Çünkü o zaman a şkın varl ık sadece pratik akl ın bir ihtiyac ını tatminden,<br />
pragmatik bir inarn ştan ibaret kalacak; onun varl ığı veya yoklu ğu<br />
hiç bir ontolojik esasa dayanm ıyacakt ır. Tam tersine, a şk ın varl ık mevcut<br />
olduğu içindir ki, insani varl ık ( şuurlu ve ma'nevi varl ık olarak) mümkündür.<br />
Ve insani varl ık olduğu içindir ki ahlaki fili mümkündür.<br />
Aksi halde ahlaki fiil, inkar edilmi ş aşk ın varl ıkla inkâr edilmiş empirik<br />
şuurun aras ında tamamen bo şlukta ve sallantıda kalırdı . Kant felsefesi<br />
ne yaz ık ki, bu noktada böyle bir sallant ı ~edin İnsan düşüncesine<br />
ve değerlerine kazand ırdığı çok büyük ad ıma mığmen, onu bu sallant ıdan<br />
kurtarmak için, Kant felsefesini inkâr etti ği ontoloji ile tamamlamak laz<br />
ımd ır. Mutlak bir varl ık sahas ı mevcut olduğu içindir ki insani bir nizam<br />
mümkündür. Ve insani bir nizam mevcut oldu ğu içindir ki ahlaki fiil-<br />
Teri ,gerçekle ştirmemiz mümkündür ve onlar yaln ız bu sayede utopia olmaktan<br />
ç ıkarlar.<br />
226
x<br />
MA'NEV İ DE Ğ ERLER<br />
III<br />
D İ N<br />
1. DIN PROBLEMİNİN KURULUŞU<br />
Din asl ında hesab vermek manas ına gelir, (Yevm'üd-Din = hesab günü).<br />
Buradan saltanat ve hüküm ve ayn ı suretle ibadet (taa) manalar ında<br />
kullan ılır. Bu son anlam ı ile din, bir inanç etraf ındaki cemaat demektir. Latinoede<br />
religio (religare kelimesinden) ba ğlamak (= relier) ve cemaat, bir<br />
başka anlam ı ile ihtimam etmek demektir. Burada da hem cemaat hem kendini<br />
kontrol anlamlar ı ,birleşiyor. Dinin (etimolojik kökü bir tarafa) türlü<br />
tarifleri yap ılmıştır: tarihi tarifler, dinleri sm ıflamak suretiyle anlat ıyor.<br />
Mesela, Sieteck, iptidai dinler (veya tabiat dinleri), ahlaki dinler ve sel&<br />
met dinlerir.,i ay ırıyor. Mensching, onları kabile, kavur ve insanl ık dinleri<br />
diye ay ır ıyor. Sosyoloji ve etnoloji bak ımdan faydal ı olan bu s ınıflamalar<br />
dinlerin mahiyetini aç ıklama bak ımından, büyük bir i ş görmüyorlar. Sosyologlar<br />
dinleri cemiyet bak ım ından tarif ediyorlar: her nerede cemiyet vorsa<br />
orada din vard ır. Öyleyse iki hadise aras ında çok s ıkı bir bağl ılık olduğu<br />
meydandad ır. Sosyolojik aç ıklama üzerinde sonradan durme,:i üzere, şimdilik<br />
diyelim ki bu tarif şekli de tatmin etmiyor. Çiiiılffi bu suret:', dinin<br />
foksiyonunu anlam ış oluyoruz, fakat mahiyetini anlam ış olmuyoruz. Din<br />
hakk ında zihinci tariflerin türlü denemeleri onu daima kendisinden ba şka<br />
bir şeye, düşünceye, idrâ'ke, kavrama, ak ıl yürütmeye ircaa çal ıştığı için ,<br />
neticesiz kal ıyor. Dinamist tarifler dinin ktV,dinde hayat kudreti, enerji ar ıyorlar.<br />
En iptidai ve en yüksek dinlerde mü şterek vas ıfları ele aldığı icin<br />
daha verimli görünen bu tarifler de hayati veya ruhi enerji ile kutsall ığı ,<br />
sırrı birbirine karıstırıyorlar. Zaman ım ızda bir yandan idealist filozof lar ın<br />
tarifleriyle, bir yandan da existentialism'in tarifleriyle kar şılaşıyoruz: birinciler<br />
üniversel kavramlar, idealler olarak görüyorlar. İkinciler dindar<br />
insandaki mister duygusunu, dini angoisse' ı ele al ıyorlar. Öyle görünü-
yor ki objektif ruhun bu en üstün de ğerini anlamak için her iki tarife ayn ı<br />
zamanda ba ş vurmak laz ım gelecektir. Bir dinde hem gerçek-üstü, tabiatüstü<br />
ideal bir düzene çevrili ş vard ır, hem de dindar ın rnister duygusu, kutsall<br />
ık karşıs ında duyduğu "ürperme" vard ır. Bunlardan biri dinin objektif<br />
öteki sübjektif unsurudur. Biri ideal, öteki gerçektir. Fakat bu iki unsur<br />
acaba ne suretle birle şebilir?<br />
Bunu anlamak için dini tecrübeyi yapan insan ın şuurunu tahlil etmelidir.<br />
Şuur halleri bir zaman süresi içinde birbirine ba ğl ı olarak ak ıp giden<br />
kalitatif bir değişmeler manzaras ı gösterir (Bergson'un tahliline göre).<br />
Böyle bir şuur süreçinde Bergson'un istedi ği gibi geçmi şi ve geleceği bir<br />
sezgi içinde kavramak mümkün müdür? Böyle bir sezgi ya şamakta olduğumuz<br />
haller ile ya şıyacağımız halleri birden kavrayabilir mi? Buna imkan<br />
görünmüyor. Bir nıelodide en yak ın geçmi şle şimdi birbirine bağl ı görünüyorsa<br />
da art ık yaşanm ıyan hallerin canland ır ılması böyle bir sürekli fiil<br />
içinde meydana ç ıkm ıyor. Hele şimdiyi geleceğe böyle bir sezgiyle hiç ba ğlıyamay<br />
ız. Çünkü gelecek henüz yoktur, daima imkanlar halindedir. Şimdi ise<br />
gerçektir ve ya şanm ıştır. Öyleyse şuurumuzun tecrübesinde şimdi ve gelecek<br />
nas ıl birbirlerinden daima ayr ı kal ırlarsa, gerçek ve ideal, sübjektif ve<br />
objektif de ayn ı suretle birbirlerinden ayr ı kalmaktad ırlar. Şuur tecrübemizde<br />
gerçekle ideal aras ında hiç bir suretle köprü kurmak kabil de ğildir.<br />
Idealist filozoflar dini tarif ederlerken yaln ız gelecek, ideal ve Objeyi el şe<br />
almaktad ırlar. Existentialist'ler ise dinde ya şanm ışa, hale, gerçe ğe, süjeye<br />
bakmaktad ırlar. Yukar ıda i şaret etti ğimiz gibi din hadisesi bunlardan hiç<br />
biri ile tamamen kavranamaz. Çünkü o, kutsall ık duygusu, mister korkusu,<br />
dini heyecan ve vecd olarak sübjektif oldu ğu kadar bizzat a şk ın varl ık,<br />
ideal ve tabiat-üstü alem, Allah olarak da objektiftir. Ayn ı zamanda her<br />
iki cephesiyle birden kavranmad ıkça dini de ğeri, objektif ruhun bu en üstün<br />
varl ık dereeesini kavrama ğa imkan yoktur. Bu ise şuur .hallerinin mahiyetine<br />
göre imkans ızd ır. Öyleyse acaba dini varl ığı ve dini değeri daima<br />
ya objektif veya sübjektif iki manzaras ından biriyle mi kavrama zorunda<br />
kalacağız? Bu noktaya bahsimizin sonunda tekrar dönmek üzere şimdi dinin<br />
mahiyetini aç ıklamak için ileri sürülen görü şleri tahlil ve tenkidine geçelim.<br />
Din problemi eskidenberi felsefenin hakim problemlerinden biri olmu<br />
ştur. Filozoflar, dinci olsun veya olmas ın, böyle bir problemden hiç bir<br />
zaman yaz geçmemi şlerdir. Filozofu İlk-çağdan beri me şgfıl eden üç esas-<br />
l ı mesele vard ır: insan, âlem, Allah. Zaman zaman bunlardan biri a ğırl ık<br />
merkezi olmak üzere ötekiler ona ba ğl ı olarak tetkik edilmi ştir. Yunan fi-<br />
228
lozoflar ında önce âlem a ğırl ık merkezi idi. Sonra onun yerini insan<br />
almıştır. Fakat ayni felsefede gittikçe Allah problemi a ğırl ık merkezi olmağa<br />
başlamışt ı. Orta-ça ğ felsefesinde istisnas ız olarak Allah problemi<br />
ağırl ık merkezi idi. Yeni felsefede problem asla ehemmiyetini kaybetmemiş,<br />
yaln ız felsefede insandan veya âlemden ba şl ıyarak Allah'a ula şmak<br />
yolu tercih edilmi ştir. Ağırl ık merkezinin Çağlar aras ında neden deği ştiğini<br />
burada derinle ştirmemize lûzum yoktur. Bu daha çok sosyoiojiyi<br />
ve antropolojiyi ilgilendirir. Fakat bu gün dahi felsefe cereyanlar ında her<br />
üç problemin temelli rollerini muhafaza ettiklerini söylemek burada bize<br />
yeter.<br />
Din problemi ele al ınınca, bütün öteki problemler. den ayr ılan mühim<br />
bir noktay ı işaret etmek laz ımdır. Her problem, baz ı duyu vewilerinden veya<br />
mücerred verilerden hareket eder: (tabiat ilimleri birincisine, tarih<br />
ve matematik ikincisine misaldir). Sonra bu verilen a şan aç ıklamalara<br />
girer. Halbuki din problemi muayyen hiç bir duyu veya hayal verisinden<br />
hareket etmez. Çünkü konusu, bütün verileri a şan varl ıkt ır. Ba şka deyişle<br />
her türlü veriler ve varl ıktaki yetmezlik, sonluluk, eksiklik ve parçal<br />
ılığın zıdd ı olan sonsuzluk, tamaml ık ve bütünlük halinde meydana ç ı -<br />
kar. Bunun için de din problemi ötekiler gibi bilgi problemi olarak konamaz.<br />
Daima bilgiyi a şan bir problem olarak bize kendini kabül ettirir. Bilginin<br />
yetmezliği, parçal ı ve sonlu bilgileri bütünle ştk-me zarureti tecrübemizin<br />
her cephesinde bize bir a şk ınl ık (transcendance) problemini zorlar.<br />
Böylece verileri bilmek ve verilerin imkanlar ı üzerinde dü şünmek yetmez.<br />
Bu imkanlar ı da a şan, dü şünülemiyen veya bilinmiyen bir sahan ın onu çevirdiğini<br />
hissetmek bize yeni bir ufuk verir ki bu da inanma (croyance)dır.<br />
Aşkınlığın mutlak olarak konulmas ı bundan dolay ı bilme sahas ını olduğu<br />
kadar dü şünme sahas ın ı da aşan bir inanma sahas ı meydana getirmektedir.<br />
2. İNANMANIN MAIIİYETİ VE DERECELERİ<br />
Din felsefesinin ele ald ığı inanman ın mahiyeti nedir? Çocuk kendisine<br />
yap ılan en basit telkinlere inanabilir. İnsan daima vehimlerine<br />
hakikat gözüyle bakabilir, ve aldanabilir. Buradaki haller de birer inanmadır.<br />
Fakat bunlar ın ne geçerli ği, ne devaml ılığı vardır. Biraz sonra<br />
vehmimizden uyan ınca gerçek bize yanl ış inanışlar içinde olduğumuzu hat<br />
ırlat ır. Dinin inançlar ından bunlar ı nas ıl ay ırmal ı ? Din, hatta en iptidal<br />
şeklinde dahi, bir duyu veya, zihin aldan ışı (illıtsion) değildir. Dini<br />
inanc ın kabul ettikleri ile duyu ve zihin verileri aras ında ne çeli şme ne<br />
tamamlanma vard ır. 0, bu verilerden tamamen müstakil olarak i şler. Bir<br />
229
telkin inanc ı telkin ortadan kalk ınca kaybolur. Ona inanan, bu halin gerçeğe<br />
uymadığın ı görünce ondan yaz geçer. Fakat duyu tecrübeleri ile dini<br />
tecrübe aras ında böyle bir münasebet yoktur ki duyu tecrübeleri ötekini<br />
sa ğlamlaşt ıırs ın veya bozsun. Dini inan ış duyular ve zihni a şan (yani onlar<br />
ın tamamen kudretsiz olduklar ı ) bir sahaya aittir. Onun ömrü insanl<br />
ık kadar eskidir.<br />
Dini inancta da üç dereceyi ay ırmally ız: 1) Kömürcünün inanc ı, (1)<br />
2) Dogmatik akl ın inanc ı, 3) Tenkitçi akl ın inanc ı. Birincisi safdil olarak<br />
kabul edilmiş inam ş şeklidir. Onun öğretişle, taklitle veya sağ duyu sezgisile<br />
doğduğu söylenebilir. O her hangi bir tenkid ve münaka şaya katlaşamaz.<br />
Duyu ve zihnin ötesinde kendi ba şına işler ve fikri temelden mahrum<br />
olmasına rağmen kendine mahsus sars ılmaz bir temeli vard ır. İkincisi<br />
doğmatik akl ın delillerinden sağlamlığın ı almağa çal ışır. Ba şka problemler<br />
gibi delilini tecrübeden ç ıkaramad ık' için zihnin bütün gücünü onun<br />
yerine koyar. Fakat dogmatik metafizikin zaaflar ı onda da vard ır. Akl ın<br />
prensiplerinin gerçeği tamamen ifade edece ği şeklindeki saf dil kanaat sars<br />
ılmad ıkça dogmatik akl ın inanc ı da sars ılır. Bu şekli bilhassa skolastik<br />
felsefede ve medrese Kelâm ında görürüz. Üçüncüsü tenkitçi akl ın çürük<br />
temelleri y ıkt ıktan sonra inanc ı duyulardan ve zihinden tamamen ay ırmas<br />
ı suretiyle do ğan. Bu ince ay ırış inanmaya en verimli yolu açar.<br />
inanm,an ın hedefi nedir? Dinin sübjektif ve objektif iki manzaras ın ın,<br />
şuur tecrübesinde ayn ı zamanda kavranam ıyaca ğını görmü ştük. Yaşanm ış<br />
hallere ait sezgi bu iki ucu ayn ı zamanda yakal ıyam ıyor. Öyleyse onlar ı<br />
biTrleştirmekten ümidi kes"neli mi? Hay ır! Şimdiye ait sezgi bunu kavrayamazsa<br />
da virtue/ sezgi, yani ya şanmış' ve yaşanacak' zaman üst ii<br />
bütün haline koyan sezgi bunu kavr ıyabilir,Bergson, bu sezgi-den bahsetmiyordu.<br />
Bu ne kavramlar ın veya ideallerin dü şünülmesidir, ne de, ya şanm ış<br />
halin (v&u) sezilmesidir. Bu ya şadığım ız hal içinde ezeliyi ya şamakt ır.<br />
Başka deyi şle halin değişmesi içinde ezelinin de ğişmezliğini yaşamakdan<br />
ibaret olan hususi bir sezgidir. Z amani ile Z aman üst ü' nü,<br />
değişme ile değişmezliği, An'da (Instant ) birleştiren bu sezgiye biz "Mutlak<br />
duygusu" diyebiliriz. Ampirist bir psikolog, kronometre ile ya şanmış<br />
zaman ı ölçmeye al ışık olduğu için buna gelecektir. Fakat ya şanm ış zaman<br />
ın kronometre ile ölçülmesine imkan olmad ığım bilen hakiki psikolog ise<br />
bu biçme tarz ına gülecektir ve diyeoektir ki şuur halleri sürekli kalitatif bir<br />
oluş halindedir, maddeye mahsus olan ölçü ona tatbik edilemez. Bu tenkid<br />
230<br />
(1) Bu bölü ş ilk ,defa buna yak ın bir şekilde İmam Gazali taraf ından İhya'da<br />
teklif edilmi ştir.
yerindedir. Fakat hemen ilave edelim şuur tecrübesi bütün varl ık tecrübesi<br />
değildir. Mesela, şuurlar aras ı birlik bu tecrübenin d ışında kal ır. Şimdi<br />
burada duydu ğumuz ve yaşadığımız bir hali bir ba şkası başka yerde aynen<br />
duyabilir ve ya şıyabilir. Onlar aras ında hiç bir bağlant ı olmasaydı<br />
"ruhlar ın iştirâki" (participation) olamazd ı. Halbuki insanl ık :kadar eski<br />
olan ahlaklar, cemiyetler ve dinler böyle bir i ştirakin fiilen mevcut oldu ğunu<br />
gösteriyor. Ayr ılık olduğunu söylediğimiz yer ve anlarda da görülmiyen<br />
iştiraklerin, bulunduğunu her gün "önceden duyu ş" ve "uzaktan duyu ş" hallerile<br />
(1) tecrübe edip duruyoruz. Bunun için benim kendinde ya şadığım<br />
anlardan, her birinde değişmiyen bir varl ık, müşterek bir ruh duygusuna sahip<br />
olmam, zaman oluş içinde zaman üstü ve ezellyi ya şamam mümkündür.<br />
Bu tecrilbeyi biz gündelik hayatta da yap ıyoruz: Sanat eserinde, ahlak fiilinde<br />
mutlakla şıyoruz. Eser art ık yaşanmış bir halin ifadesi değil, her zaman<br />
ve her yerde ya şanacak ve ya şanabilecek bütün hallerin ifadesi oluyor.<br />
Ahlaki fiil ımi3 filan yerde ve andaki şuur fiilimiz değil, fakat her za ;-<br />
man ve her yerde yap ılması gereken, fiillerin ifadesi oluyor. Böylece biz daha<br />
sanat ve ahlak değerlerinde mutlak sahas ına doğru yönelmiş bu.,<br />
Umuyoruz. Fakat birinde duyu verilerine, ötekinde ki şinin fiillerine ba ğlı<br />
olduğumuz için mutlak onlarda ancak şuur tecrübeleri aras ından görünüyor.<br />
Halbuki mutlak bütün bu görünü şleri ku şatmal ı, her birinde görünen,<br />
fakat ayr ı ayrı hiç biri olm ıyan şey olmal ıd ır. İşte mutlak', bütün aşk ınlığı<br />
ve mutlakl ığı ile ele alan bu tecrübe dini tecrübedir. Orada virtuel sezgi<br />
doğrudan doğruya mutlak duyusu olmu ştur.<br />
Dinin konusu olan mutlak üç tarzda, ele al ınabilir: A. Antrope ı.<br />
lojik bir gerçek olan kutsal olarak, B. Müessese halini alan dinin<br />
sosyal gerçe ği olarak, C. Allah' ın ontolojik gerçeği olarak (2). Biz burada<br />
her üç görüşe temas ederek konumuzu etrafl ıca görmeğe çal ışacağız. Eski:<br />
den ilimci görüşler doğmadan önce, din yaln ızca din adamlar ı ve filozoflar<br />
taraf ından tetkik edilirdi. Din adamlar ı bu konuyu bir "vahiy" eseri olarak<br />
ve tamamen Nass halinde ele al ırlard ı. Filozoflar onu akl ın tahlilinden geçirirlerdi.<br />
Her iki bak ımdan din problemi th6logie'yi meydana getirmi ştir.<br />
Dogmatik ak ılc ı felsefenin, i şlediği ilk şekil İslam dünyas ında Kelarn diye<br />
tan ılan Th&dogie ratinnelle'dir. Fakat dogmatik metafizikin ba şarıs ızl ıklar<br />
ı yüzünden tenkit ve hücuma dayanamad ığı zamandan beri onun yerini<br />
Th&):ogie ngative almağa ba şladı. Bu, Allah ın sıfatlar ının insana ve ta-<br />
biata benzetilemiyece ği esas ından hareket ederek do ğmuş, insan ve tabiata<br />
(1) TeWkinesie.<br />
(2) Gusdorf, Traite de Metaphysique'de bu ay ınnayı yap ıyor.<br />
231
nazaran ınenfi s ıfatlarla Allah' ı tarife çal ışmıştır, Fakat insan ve tabiatla<br />
Allah aras ında bir nevi uçurum açan bu menfi tav ır da ba şar ılı görünmüyor.<br />
Çünkü bu üç problem her devirde birbirine ba ğlı olarak doğmuşlard ır,<br />
birbirine muhtaçt ırlar. Ancak Allah' ın varlığına ak ılla nüfuz edilemiyece-<br />
ğini, ilahi sahanın ak ıl üstü bir saha olduğunu söylemek laz ımdır ki, buradan<br />
zaman ırruzda gelişen Th6logie irrationnelle meydana gelmi ştir.<br />
Eski ve yeni felsefeler aras ında positivism müstesna, Allah problemine<br />
yer vermiyen felsefe yoktur. Aug. Comte "I:Pç hal kanunu" gıda dird<br />
devrin aşıldığını söyliyerek müsbet dü şüncede art ık böyle bir probleme lüzum<br />
görraemekte idi (1). Zaman ımızda Viyana mektebi bu bak ımdan daha<br />
ileri gitti: felsefenin daha bir çok problemleri gibi (gayelilik, hürriyet, dü-<br />
zen v.s.) Allah' ı da bir "sözde problem" sayd ı. Fakat yeni positivism'in bu<br />
davranışı felsefeyi son derecede fakirle ştirmektedir. Hatta o bir nevi felsefe<br />
düşmanlığından başka bir şey değildir. Eskiden materyalistler Allah<br />
problemi karşısında muayyen bir tav ır al ırlard ı. Bu gün de Nietzsehe gibi<br />
bazı filozoflar "ancak Allah' ı inkar suretiyle kendi varl ığını tasdik edebileceği"<br />
şeklinde diyalektik bir tav ır almaktad ırlar. Nietzsche'nin müfrit inkarc<br />
ılığı, hakikatte Allah probleminin diyalektik geni şlemesi veya insan ın<br />
Allahlaştırılmas ı halinde bu probleme büyük bir önem vermektedir.<br />
3. DINDE İRRATİONALİSMIN YERİ<br />
Eski felsefelerin (bilhassa ' müfrit dogmatismin) Allah' ı akıl için en<br />
aç ık, seçik, en bedihi hakikat saymas ı ba şan,s ızl ıklarmın başlıca sebebi idi.<br />
Görüyoruz ki tam tersine, ak ıl kendi mücerret form'lar ını varl ıklara tatbik<br />
ettikçe varl ık derecelerine göre ba şarı nif_beti değişmektedir. Varl ılkaann<br />
en aşağısı olan maddede en kolay i şleyen zeka form'lar ı canl ı varl ıklara<br />
geçtikçe büyük güçlüklerle kar şıla şır. Bitkiden hayvana ve insana do ğru<br />
yükseldikçe bu güçlükler artar. Derece derece akl ın, nüfus edemediği sahalar<br />
belirir ve geni şler. insandan objektif ruha ve üstün değerlere geçince<br />
nüfuz edilemez saha daha da büyür. Akl ın en az i şlediği saha, bu derece<br />
derece yükselişte din sahasıdır. Bundan dolay ı dogmatik metafizikin y ıkılışından<br />
beri irrationnelle ilahiyat doğmaya başlam ışt ır. İnsana ait s ıfatlar<br />
Allah'a verilemez; nitekim Allah'a ait s ıfatlar da insana verilemez. Bu aç ı- ,<br />
ği gibi "sistemlerin sistemi" değil-<br />
dan, görülen Allah fikri Gusdorf'un dedi<br />
dir. Tam tersine, sistemlerin ba şarısızlığından veya art ık işlemediği ve hüküm<br />
stirmedi ği bir sahan ın varlığından doğan bilgi dışındaki bir hakikat<br />
sahas ıdır. Jaspers'in tabiri ile orada art ık bilginin hakikat ından değil, î-<br />
232<br />
(1) Gusdorf, Traite de Mktaphysique.
ma/un hakikat ından bahsedebiliriz. O, varl ığımızın limit'i, âlemin sorduluğu<br />
ve yetmezli ğinin limit'i, Jaspers'in ifadesi ile bütün tecrübelerimizin<br />
ulaştığı limit vaziyette (Situation-limit e) meydana çkar.<br />
Tabiat kendi başına mevcut olamaz. Nitekim insan da kendi ba şına var olamaz.<br />
Tabiat, insan ve Allah birbirine zaruri olarak ba ğl ıdırlar. Va,k1a, filo-<br />
zoflar akl ın değerini milbalağa ile büyülterek tabiat ve Allah' ı ona ircaa<br />
çal ışmışlar ve aksine gayret as ırlarca müddet bo ş zihin oyunlarından bir<br />
adım ileri gidememi ştir. Fakat bundan vaz geçtikleri zaman üç problemden,<br />
her hangi birini ortadan kald ırmak ve böylece bir sakatlaraa neticesinde<br />
meseleyi halletmek için yapt ıkları bütün te şebbilsler de ötekinden daha az<br />
başarıs ız olmamışt ır. Gusdorf un tabiri ile "insan Allah'tan bahsetme ğe kabiliyetsizdir,<br />
fakat mütemadiyen ondan bahsetme ğe meeburdur. Kendi<br />
perspektivIerini düzenlemek için ona ba ş vurmağa mecburdur". Allah yoksa,<br />
ahlakın ve cemiyetin manas ı yoktur. Hepsi kör bir tesadüften ibaret<br />
olarak kal ır. Bu vehimler ve rüyalar dö ğüşünden ba şka bir şey olmamak<br />
lazımgelir. Bizzat estetik düzen, ahlaki düzen, insani ideale inanmak, içtimai<br />
bir düzenin ( şu veya bu şekilde) devam etmesi Allah'a yani a şkın ve<br />
ku şat ıcı varl ığa inanmakla mümkündür. Allah'tan gayri bütün bu düzenlerin<br />
tam inkar ı insanı "kör bir mekanism" fikrine götürür. Ya Allah% ve<br />
düzenli bir alem vard ır, yahut Allah'sız kör bir teOadüfler dünyas<br />
ı vard ır. Eğer ikincisi doğru ise bütür, insani ilimler temelsizdir.<br />
Hatta tabiat ilimlerinin dahi (fizik ve biyolojik) determinism'e ba ğla;nabilmeleri<br />
ancak bir düzenin bütün varl ıkta mevcut oldu ğunu kabule bağlıd ır.<br />
Aksi halde Allah'sız tabiatta kör bir ihtimâlcilik ve tesadüfçülükten ba şka<br />
hiç bir şeyin hüküm sürmediğini kabul etmelidir. insanlarda arad ığım ız<br />
yard ım (charit), merhamet, karde şlik sevgisi, v.s. de önce " İlahi faziletler"<br />
olarak al ındıktan sonrad ır ki " İnsani faziletler" olmaktad ırlar.<br />
Jaspers'in dedi ği gibi Allah, sonsuz ve mutlak varl ığın bir şifresidir<br />
(1). Fakat korunma, dü şmanl ık, sempati ve yakla şma gibi biyolojik<br />
varl ığın, manevi i ştirak ve vecd, bütünlük ve ideal sevgisi halinde içtimai<br />
varl ığın da şifresi olarak görürmektedir. Ba şka deyişle Allah' biyolojistler,<br />
fizikçiler, psikologlar veya sosyologlardan her birinin kendine mal etmek,<br />
kendi mülkleri haline getirmek için yapt ıklar ı gayretler bo şuna-<br />
dır (2). Allah ancak (iptidai ve ileri bütün dinlerde) mutlak ve a şkın var-<br />
l ığın şifresi olarak anla şılabilir. Bununla beraber mutlak varl ık, bütün va-<br />
roluş (existence) derecelerir,de göründü ğü için, onlardan her biri ayr ı bir<br />
(1) K. Jaspers, La Foi Phllosophique.<br />
(2) Gusdorf, ayn ı eser ve Karl Jaspers, La foi Philosophique.<br />
233
aç ıdan mutlak ın şifresi gibi al ınabilir; maddenin enerjisi, hayat ın hamlesi,<br />
cemiyetin ideali, ruhun sevgi ve vecdi, ilahi varl ığın birer manzaras ın ın<br />
şifreleridirler.<br />
Allah fikri, dü şüncenin nihai u f ku olarak meydana ç ıkar. insan<br />
ın kendini ve alemi bir bütün içinde tamamlamas ı zarureti buradan doğar.<br />
Her felsefe insan ı mutlak içinde yerle ştirmeli, yani Gusdorf'un tâbiri ile<br />
bütün içinde yerini göstermelidir. Bundan. doaly ı her filozof<br />
sonsuz varl ığın ak ılla kavranam ıyan çeli şgen göniinü şlerini müsbet veya<br />
menfi bir tUologie içerisinde yerleştirmelidir. Ancak bu suretle felsefe insanın<br />
veya tabiat ın daima yar ım ve aç ık kalmaya mahkûrn problemlerini<br />
tatmin imkan ı bulur. Şuur ancak varl ığı n bütünlü ğ ü' nü<br />
kerdine hareket noktas ı veya dayanak olarak ald ığı zaman kendi verilerini<br />
açıklamaya muvaffak olur. Bu temel üzerinde insanla Allah, ve tabiatla<br />
Allah karşılaşır. Felsefi "antropoloji" ile "thkdogie" nin birbirine NAr şıl ık-<br />
11 bağl ılığı bütün kültür çevrelerinde ve her ça ğda ayrı ayrı manzaralar<br />
gösterir. Bu .kültiirlerden, her birinin karakterine göre ayr ı manzaralar<br />
al ır. Allah kar şısındaki durumumuz, âlem ve insan karşıs ındaki durumumuzu<br />
aç ıklar. Her teoloji (ilahiyat) muayyen bir gerçek ve insan duygusuna,<br />
yahut her insan ve tabiat felsefesi muayyen, bir ilahiyat görüsüne ba ğl<br />
ıd ır. Has ılı Alla h, A 1 e m ve İ nsan felsefi dü şüncenin üç esasl ı<br />
konusunu meydana getirir. Bu üç temelden birinin ortadan kalkmas ı bütün<br />
varl ık miinasebetlerini sarsabilir. Ne insan, ne Allah, ne âlem, ?kendi ba şlarına<br />
ele al ınamazlar. Onlardan her biri birbirine kar şı m ıknat ıs vazifesini<br />
görürler. Bu temellerden herhangi birinin kalkmas ı yüzünden felsefi görü ş<br />
gerçekliğini ve manas ım kaybeder. Dü şünce tarihinde muhtelif istikametlere<br />
doğru düşüncenin ir,hiraflar ı bu üç ağırlık merkezirWen herhangi birinin<br />
ötekileri eritmesi veya onlar içinde erimesinden ileri gelmi ştir. M i s -<br />
tisizm insani Allah'ta eritir ve alemi inkar eder. Panteistn, Insan ı ver<br />
alemi Allah'la birleştirir. Materialism, Allah' ı inkâr eder ve insan ı âlem<br />
içinde eritir veya Meme irca' eder. Bu perspektivIerden her biri. Allah' ın<br />
Aşk ınl ık'tan ibaret olan as ıl sıfat ının inkarı ile başlarlar. Mesela panteizmde<br />
Allah ve âlem birle şirler; Materialism'de insan ve âlem birle şirler. Bü<br />
yüzden de insan ın sıfatlar ı ile âlemin sıfatlar ı da muhtarbklar ını ve bağıms<br />
ızlıklarını kaybederler '(1) .<br />
Din probemini biz mutlak duygusu (veya virtiiel sezgi)<br />
halinde koyunca orada iki cepheyi birle ştirmi ş oluruz: 1) Birincisi şuur<br />
hallerine bağl ı cephesidir. Bu cephe bir bak ımdan insanın. sübjektif varl ığı-<br />
234<br />
(1) Gusdorf, Ayn ı eser.
ııa, bir bak ımdan da duyu verilerine, yani türlü realite derecelerine ba ğl ıd<br />
ır. Burada din problemini ele alan bütün sübjektif nazariyeleri ve onlarla<br />
ilgili olan tabiatç ı nazariyeleri görebiliriz. Onlar ın yetmezliklerini, kusurların<br />
ı, böyle olmakla beraber birbirini tamamlad ıklar ı takdirde dinin insan<br />
ve âlem ile ilgili olan cephesini bu suretle anlamak mümkün, olur.<br />
2) İkincisi dinin değişmiyen mutlak varl ığa, bilinemez ve ak ıl-üstü aşk<br />
ınlığa ait olan cephesidir. Bu cephe de önce dogmatik metafizikin hatalar<br />
ına kurban olmu ş, akl ın varl ığı oldu ğ u gibi kavrayabilece ği hakk<br />
ındaki yanl ış görü şe saplanarak mutlak ın ak ılla ayd ınlat ılmas ı yolunda<br />
bir çok denemelere girmi ştir. Fakat yeter derecede tenkit edilen ve kusurları<br />
görülen bu görü ş gittikçe yerini kritik metafizike ve bununla paralel<br />
olarak irrationel bir ilahiyata b ırakmışt ır. İlahiyat ın bugün içinde bulunduğu<br />
bu durumu daha aç ık görebilmek için 24 as ırl ık fikir tarihinde her iki<br />
istikametin geçirdiği istihaleleri gözden, geçirmemiz laz ımgelir.<br />
Zaman s ıras ına uygun olarak mevzua, dogmatik metafizike ba ğl ı ilahiyat<br />
görü şü ile, objektif din nazariyeleri ile ba şl ıyalım. Bunlar ın İlk-çağda<br />
rastlad ığım ız ilk örneklerinden, beri mü şterek va,s ıflar ı ontolojik poralogisme'lere<br />
(yani varl ığın mahiyetini ayd ınlatm ıya çalışan başar ıs ız mant<br />
ık oyunlar ına) kurban, olmalar ıdır ki, bugüne kadar say ısız örneklerini<br />
ilk, orta ve yeni çağlarda görmekteyiz.<br />
4. İLK VE ORTA-ÇAĞDA VARLIĞI ISBAT DENEMELERI<br />
İlk-ça ğda varl ığın ispat ı için ortaya konan ilk mant ık oyunu Sophiste'-<br />
lere ve Elea mektebine 'kadar ç ıkar. Aristo bunlardan "Sofistlere reddiye"<br />
(1) adl ı mant ık kitab ında bahsediyor, orada bir şeyin tarifinden onun<br />
varl ığını ç ıkarman ın yanl ış olduğunu söylüyordu. Yoklu ğun var olduğunu<br />
söylemekten ibaret olan safsata, bu esasa dayan ıyor. Bu safsata "olmak"<br />
fiilinin yüklemli hükümlerdeki bağlant ı mana,s ı ile varl ık hükümlerindeki<br />
v ü c u d i ve mutlak manasm ın birbirine kar ıştırılmasından ç ıkmaktad ır.<br />
Aristo yine, Organon'un İnperpretatione (2) adl ı kitab ında ayn ı safsataya<br />
ait ba şka misaller de veriyor. "Olmak" (F,'tre) fiilinin bu iki manas ı aras ındaki<br />
ayrıl ık z a t (öz) ve v ü c u d (varl ık) ayr ıl ışı halinde Ortaçağda<br />
da devam etmi ştir.<br />
Emile Rougier'nin gösterdi ği gibi, Aristo'nun çok iyi anlad ığı bu paralojizm<br />
(mant ık oyunu) Elea mektebini ve eski metafizikleri bozrnu ştur (3)<br />
(1) Sophistiel Elem!.<br />
(2) Bu eser Islam dünyas ına Kitab-ül-ibare diye geçmi ştir.<br />
(3) Emile Rougier, Les Paralogismes du Rationalisme.<br />
235
Parmenides bu ay ırışı yapamadığı için (Aristo'ya göre) şu yanl ış öncülden<br />
hareket ediyor; "varl ık rnefhurnu bütün e şyada mü şterektir" (univoque).<br />
Varl ık ve Bir aksedilebilir. O halde yaln ız varl ık vard ır ve Bir'dir. kluk<br />
ve oluş mevhumdur. Varl ık ve Birlik bir çok tarzlarda anla şıl ır: 1) Varl ık<br />
Platon'un dedi ği gibi ulvi bir cins değildir, hiç bir şeyin önü değildir; 2) Bir<br />
olarak cevhere ve ondan ç ıkan kategorilere atfedilir; 3) Varlığın birliğini<br />
kabul etmek "varl ık birdir" hükmünü vermeğe bizi mecbur eder. Çünkü<br />
"Bir vard ır" demek Bir'i kendisinden baçka bir şeye, yani yoklu ğa adetinek<br />
demektir. O halde bütün dü şünce ve ilim imkans ız olur.<br />
V ü cudi (existentiel) varl ık ile z a t i (essentiel) varl ığı kar ışt<br />
ırma yüzünden Sofist'ler hükmün imkan ın ı inkar ettiler. Platon "Sophiste"<br />
adl ı diyaloğunda bu güçlüğü fark etti. Hükmün imkan ını kurtarmak için<br />
"varl ığın birliği" nden vaz geçti. Yoklu ğu G a y r (ba şkası) manasında<br />
kulland ı. Platon'daki vücudi varl ık ve zati varl ık ayrılığı Skolastik'lere geçti.<br />
Onlarda z â t ve vücud meselesi halini ald ı. Bu fikrin Farabi,<br />
İbn Sina ve Gazali'de geli ştiğini ve onlardan lâtin'lere geçti ğini görüyoruz.<br />
İşte bütün, Orta-ça ğ felsefesinde büyük bir yer tutan "ontolojik delil" bu<br />
zât ve vücud aras ındaki mant ıki ayr ıl ıştan ba şlamaktadır. Aristo'cu H ıristiyan<br />
felsefesinde (Patristik veya Patrologie) bu mant ıki ay ırış metafizik<br />
veya gerçek ay ırış halini ald ı. Ontolojik delil Allah' ın ö2Linün ayr ılmasından<br />
varlığı ç ıkarmaktad ır. Burada yap ılan şey kavramdan şey'e, fikirden gerçeğe,<br />
tariften objeye intikaldir. Bu ise. Aristo'nuu şu düsturuna tamamen<br />
ayk ırıd ır: "bir tarif, tarif edilenin varl ığını asla tazammun etmez." İnsan<br />
akhn ın ı ilahi m a h i y et hakk ında ancak vas ıtal ı bilgisi olabilir.<br />
Kendi başına (en soi) ele al ınan ilahi zat ın mahiyeti nedir? Platon yolunu<br />
tutanlar onu Üstün Iyilik diye tarif ederler. Duns Scot'un yolu-<br />
nu tutanlar buna sonsuzlu k derler. Veya Descartes'ç ılar buna<br />
h ü r r i y e t derler. Guillaume d'Occam nominalism'e sad ık kalarak, "ila-<br />
hi mahiyet ,kemallerin toplam ıdır" der. Fakat ona göre bütün kemâlleri ak ıl<br />
kavrayam ıyacağı için, onlar ı bize ancak vahiy verebilir. Nitekim<br />
Saint Thomas'ya göre de ilahi mahiyet vahiy ile bilinir. Bütün bu tarifler-<br />
den hareket ederek ilahi varl ığı ç ıkarmak! i şte dogmatik ilahiyat ın tuttu-<br />
ğu yol budur.<br />
Yarat ıklarda (hadis'de) zât ve vücudun ayr ılmas ı Islam ve Yahudi fi-<br />
lozoflar ında barizdir. Farabi, İbn Sina, Gazali, İbn Me'mun az çok farkla<br />
ayn ı fikri devam ettirmektedirler. Gazali bunu şöyle ifade ediyor; Allah'ta<br />
zât ve vücud ayn ı, yarat ıklarda ayr ıdır. Orta-çağda Allah' ın varl ığı hakk ın-<br />
236
da en meşhur delil Saint Thomas' ınn delilidir (1). 1) Yarat ıklarda zât ve<br />
vücudun ayr ılığından hareket ediyor. Bir yarat ık kavram ı onun varl ığını<br />
gerektirmez; 2) Varl ığın yarat ıktan ba şka bir sebebten geldiğini göster-<br />
mek için "kâfi sebeb" prensipini kabul ediyor; 3) Sebebler serisinde son-<br />
suzca yliksel ınek imkans ız olduğu için, bu ilk sebebte durmak zaruridir ki<br />
orada kendi varl ığının sebebi zat' ı (özü) olacakt ır, ve bu da Allah' ın başlı-<br />
ca vasf ıdır. Saint Thomas bu delili "Zât ve vücud" adl ı eserinde veri-<br />
yor (2). Bu delil ontolojik delil diye tan ılan meşhur ispattan hem çok<br />
farkl ıdır hem de bir bak ımdan, ona benzemektedir. Allah' ın tarifinden ha-<br />
reket etmek üzere a priori bir surette de ğil, yarat ıklardan hareket etmek<br />
üzere a posteriori bir tarzda varl ığını ispat etmesi bak ım ından ondan ayrı-<br />
lır. Orta-ça ğda "akl ın Allah' ı bedibi olarak" bilebilece ği kanaati çok yayg ın<br />
idi. Hatta bu kanaattan ayr ılanlar' Kilise mahkam ediyordu. İnsan akl ın ın<br />
tabii nuru ile her şeyin prensip ve gayesi olan Allah kesin olarak bilinebilir<br />
diyorlard ı. Saint Thomas ise Summum thologiewm'da şöyle diyordu: "ya-<br />
rat ılmış ve sonlu bir ak ıl ancak yine yarat ılmış ve sonlu olan varl ıklar ı bi-<br />
Yarat ıklardan hareket ederek Allah'a yükselebiliriz. Fakat bu ma-<br />
hiyet yolu ile değil, onun eserlerine bakmak suretiyle olur. Biz alemde var<br />
veya yok olmas ı mümkün şeyler görüyoruz. Halbuki varl ık imkan ına sahip<br />
olan her sa..yin, bir sebebi vard ır. Eğer varl ık onun hassas ı ise, bunun bir se-<br />
beble olması laz ımd ır. Fakat sebeblerde sonsuzca ilerlenemez. O halde o za-<br />
ruri varlığı kabul etmek laz ımdır. Halbuki zaruri şey ya kendi zaruretinin<br />
sebebini ba şka bir şeyde bulur, veya kendi ba şına zaruridir. Fakat zaruri-<br />
lerde sonsuzca gidilemez. Öyleyse kendi bas ına zaruri olan bir ilk zaruri<br />
vardır; o da Allah/t ır. (Contra Gentiles) (3). Saint Thomas'n ın delili onto-<br />
lojik delil diye me şhur olan Saint Anselme'in delilinden şu noktada ayr ıl ır:<br />
onda Saint Anselme'de bulunm ıyan iki prensip vard ır: A. Kâfi sebeb prensi-<br />
pi: her süjenin, filan şey olmada bir sebebi (hikmeti) vard ır. B. sebepler zin-<br />
cirinin bir yerde durmas ı gerektiği hakk ındaki Aristo'nun prensipi. Saint<br />
Anselme delili ise yaln ız tas ım'a dayan ır. Fakat Saint Thomas delili onto-<br />
lojik mant ık oyununa dü şmesi bak ımından ötekine benzer. Saint Thomas<br />
zât ve vücut aras ındaki mant ıki ayr ılığı ontolojik (veya gerçek) ayr ıl ık<br />
haline koyarken ne yap ıyorsa, Saint Anselme de zât ve vlicud aras ındaki<br />
(1) Aristo'nun hareket delili Allah' ın ilk ispatd ır. Bu delil bütün Orta-ça ğ filozoflar<br />
ında türlü şekilde tekrar edildi, Fakat "kendisi hareket etmiyen<br />
hareket ettirici" şeklinde Allah' ın ta'rifi ve ispat ı mekanik ve materyalist<br />
bir ta'rif olmak dolay ısiyle de çok büyük mahzuru vard ır. -<br />
(2) Saint Thomas d' Aquin, L'Etre et l'Essence (De ente et essentia) trad, par<br />
Catherine Copeile, Paris, Vrin, 1956.<br />
(3) Saint Thomas, Contra Gentiles.<br />
237
kavram ayn ılığını ontolojik ayn ılık haline koyarken ayn ı şeyi yapmaktad<br />
ır. Bu bak ımdan Saint Anselme'in delilinin Allah'a, Saint Thomas'n ın delilinin<br />
yarat ığa tatbik edildiğini söyliyebiliriz.<br />
Buna ilk defa Suarez şöyle itiraz etti: varl ıktan tecrid edilince bir zât<br />
(öz) nas ıl olur da gerçek olabilir? Öze nazaran varl ık bir araza benzetilemez.<br />
Zira bir cevher arazlar ından müstakil olarak mevcut ve gerçek olabilir.<br />
Halbuki bir zât var olma fiilinin d ışında gerçek olamaz. Yarat ıklar sahasında<br />
öz ve varl ık ayr ılığı şiddetli tenkide uğramaya mahkûmdu. Bundan<br />
dolay ı Thomas'n ın delilini terk etmek zaruri idi. Bu tenkidler 13 üncü yüzyılda<br />
skolastik'ler aras ında başlad ı. Sonra Suarez ve Duna Scot ayn ı yoldan<br />
gittiler. Kant'a kadar bu itirazlar zay ıft ı. Onunla beraber infk ılâN ı bir hareket<br />
haline geldi.<br />
Allah' ın varl ığın ın ontolojik delili, a priori bir ispatt ır. Allah' ın varl ığın<br />
ı kendi tarifinden ç ıkarır ve yarat ıklardan, tamamen ay ırır. O derecede<br />
ki bu delil zorunsuz bütün gerçekler mevcut olmasayd ı bile yine muteber<br />
olabilirdi. Delil bir çok tarzlarda ileri sürülmü ştür. (Allah' ın tarif edilişine<br />
ve bu tariften varl ığın ç ıkarıl ışına göre bu tarzlar değişir). Saint Anselme<br />
ve Spinoza gerçek tarifi ihmal ederek ismi tarif üzerinde dururlar. Descartes<br />
ve Leibniz ise gerçek tarife dayan ırlar (1). Önce ismi bir tariften gerçek<br />
varl ığa geçebilmek için ne gibi şartlara ihtiyaç oldu ğunu incelemeliyiz: tarif<br />
edilen mefhumun mant ıki varlığını kurmal ı, yani tarif edilen mefhumun<br />
çelişiık olmadığını göstermelidir. Bu şart bilhassa Allah mefhumunda lâzımd<br />
ır. Halbuki bu mefhum, tamamen antinomik'tir, Allah' ın kemâllerinin<br />
çokluğunu ö2ftinün basitliği ile nas ıl uzlaşt ırmal ı ? İslam kelür4 ılar ı bu<br />
güçlüğü çok iyi fark etmi şlerdi. Mutlak kemâlletrin hepsi ayn ı zamanda<br />
mümkün alamazlar. Keyfi ve sonsuz hürriyet zaruri ve mutlak hikmetle uzlaşamaz.<br />
Mutlak adalet sonsuz Rahmeti reddeden Zira sonsuz rahmet adaleti<br />
zay ıflat ır. Yarad ışın zorunsuzluğu (Allah' ın "Faili-muhtar" olu şu) ilâhi<br />
zarureti redd.eder. Zira e ğer Allah V acib-111- v ücu d ise bütün<br />
fiilleri zaruridin O zaman yarad ışın sevgi ile, hür bir fiille oldu ğunu nas ıl<br />
söylemeli? İnsan ın caz'i iradesiyle Allah' ın ezeli ilmi nas ıl uzlaşabilir? Fenalığın<br />
varl ığını Allah' ın külli sebebliği ile, mutlak hikmeti ile, üstün iyiliği<br />
ve sonsuz kudreti ile nas ıl telif etmeli? Allah mefin ımunun ihtiva ettiği<br />
antinomi'ler o kadar büyüktür ki baz ı skolastikler ayml ık prensipinin ne<br />
Allah' ın özüne, ne de faaliyetine tatbik edilemiyece ğini söylerler. 1277 de<br />
238<br />
(1) Orta-çağ mantık ına göre üç türlü tarif vard ır: a) isim tarifi (ismi); 135<br />
gerçek tarif ( şe'ni); e) öze ait tarif (zati). Descartes'inki bunlardan ikincisi<br />
olduğu halde Hobbes ve Leibniz'inki birincisidir.
Etienne Tempier'rin mahküm etti ği önermcler aras ında şu madde vard ı ;<br />
"Aristo'nun delillerini âlernin ezelili ği lehine kullanmak imkâns ızd ır". Suarez<br />
de şöyle diyordu: "sonlu bütün varl ıklara tatbik edilen ayn ılık prensipi<br />
sonsuz varl ık için yanl ışt ır ve doğrudan doğruya ispat edilemez" (1). Bu<br />
kanaat din konusunda bir nevi agnosticisın'dir. "Ayn ıhk prensipi dü şüncemizin<br />
kanunudur. Bundan dolay ı Allah mefhumura tatbik edilemez. Itiraf<br />
etmek lüzlrad ır ki Allah bilinemez; ve varl ığın ı ispattan vaz geçmelidir."<br />
Bir mefhumun objesinin, maddece gerçekle şebilme:_i, yani onun fiilen mümkün<br />
olabilmesi için, bir mefhumun mant ı k ç a mümkün olmas ı<br />
yetmez (2).<br />
Saint Anselme delili şudur; "Allah yoktur" diyenlere kar şı onu ispat<br />
etmek istiyen S. Anselme şöyle düşünüyor: dindar ve dinsizlerin Allah' ın<br />
ismi tarifi konusunda uzlast ıklarm ı görüyoruz. Onlar ın uyu şamadıklar ı<br />
nokta Allah' ın varl ığıd ır. Eğer Allah' ın varl ığı, tarifinden ç ıkarılabilirse,<br />
imans ızlar da Allah' ı tasdike mecbur olacaklard ır (3). Dindarlar ve dinsizlerin<br />
birle ştikleri Allah' ın ismi tarifi şudur: "Allah kelimesi, daha büyü ğünün<br />
tasavvuruna imkün olm ıyan bir varl ık mefhumuna delâlet eder." Saint<br />
Anselme burada delili bir Tas ım haline koyuyor; büyük e ınerme (Kübra) :<br />
daha büyüğünü tasavvur imkan ı olm ıyan varl ık yalnız zihinde var olamaz.<br />
Gerçekte de var olmal ıd ır. Aksi halde zihinde ve gerçekte var olacak ondan<br />
daha büyüğü tasavvur edilecektir.<br />
Küçük önernıe (Sugra) : halbuki Allah, tarifi icab ı daha büyü ğü tasavvur<br />
edil emiyen varl ıkt ır.<br />
Netice: O halde Allah zihinde de gerçekte de vard ır. Saint Thomas<br />
Saint Anselme'in delilindeki bozuklu ğu farketmi şti; "Allah' ın varlığın ın<br />
doğrudan doğruya bilineceğini ve aksinin dü şünülemiyeceğiri söyliyen insanlar<br />
vard ır diyor. Onlar bütünle parçalar ın bilindiği gibi Allah' ın bilinebileceğini<br />
söylerler. Bunlara göre Allah' ın varl ığı kendi ba şına isminin tarifinin<br />
neticesi olarak ç ıkar." Saint Thomas bu fiıkre hücum ediyor: "Allah<br />
kelimesirin ınânasm ın tasavvur edilmesinden, yaln ız Allah' ın d ü ş -<br />
cede m e v c u d oldu ğu neticesi ç ıkar. Yoksa onun varlığın ın düşünce<br />
dışında da bulunduğu asla ç ıkarılamaz". Allah' ın var olmad ığın ı söyliyenler<br />
de, mant ıki saçmal ığa dü şmeden fikirlerini müdafaa edebilirler."<br />
5. YENI ÇAĞDA ALLAIII ISBAT DENEMELERI<br />
Ontolojik delile Descartes yeni bir şekil verdi. Saint Anselme Allah' ın<br />
(1) Louis Rougier, Les paralogismes du Rationalisme, 1920.<br />
(2) Louis Rougier, Les Paralogismes du Rationalisme, 1920, p. 168-173.<br />
(3) Saint Anselme, Oeuures Compltes.<br />
239
varlığını yalnız ismi tariften ç ıkarıyordu. Descartes ise gerçek bir tariften<br />
hareket ediyor. Mükemmel varl ık diye tarif edilen Allah mefhumunun<br />
mümkün olduğunu gösteriyor, ve bu noktada delilinini Saint Anselme'den<br />
bilhassa ay ırıyor: 1.1) Her aç ık ve seçik fikre kar şıl ık gerçek bir öz vard ır.<br />
("Ille Mditation" da geçiyor; bu delilin benzeri /bn Sina'da da vard ır.)<br />
Bu Plotinus'ün ilk nümuneler (Prototype) nazariyesinden mülhem bir fikirdir:<br />
üçgen kavram ını tasavvur edince bir üçgen mahiyeti ve özü de vardır.<br />
2) Descartes m ü m k ü n v arl ı k ile zaruri varl ığı ay ırıyor.<br />
Mümkün varl ığın aç ık ve seçik olarak tasavvur etti ğimiz şeylerin mefhumunda<br />
dahil olduğunu kabul ediyor. Descartes burada skolastik gelene ğine<br />
bağlıd ır. Skolastik'ler özü (zât ı) var olmaya elveri şli bir ıııahipet" diye<br />
tarif ederler. Bunun için mevhum veya menfl fikirlerin hiç bir özü olmad ığım<br />
söylerler. 3) Mükemmel ve sonsuz varl ık diye tarif edilen Allah fikrinin<br />
aç ık ve seçik bir fikir oldu ğunu göstermek yeter. Bu mükemmel ve sonsuz<br />
varl ık fikri doğrudur. Çünkü zihnimin dü şündüğü bu fikre karşıl ık bir<br />
varl ık olmak lâz ımgelir. Descartes'a şöyle itiraz ediyorlard ı : "Bu delilden<br />
Allah' ın fiilen var olduğu sonucu ç ıkmaz. Yalnız var olmas ı gerektiği söylenebilir."<br />
Descartes (Objections et Wponses) Leibniz de şu yolda hücum<br />
ediyordu: "bunun bir ispat oldu ğunu kabul ediyorum. Fakat eksik bir is-<br />
patt ır ve kendisi ispata muhtaç olan bir hakikata dayanmaktad ır. Zira Al-<br />
lah veya mükemmel varl ığın mümkün, olduğu zımnen kabul ediliyor. Eğer<br />
bu nokta gereği gibi ispat edilmişse, Allah' ın varl ığının h e n d e s I bir<br />
surette a priori ispat edileceği söyleniyor demektir. Bu da gösterir ki s ırf<br />
fikirler üzerine dayanarak varl ığa dair tam bir ak ılyürütme yap ılamaz."<br />
Descartes' ın ispat ı bir faraziyeye dayan ıyor. O da benim' zihnime tâbi olm ı-<br />
yan, bana mukavemet eden de ğişmez mahiyetlerin olmas ıd ır. Descartes<br />
bunların Allah' ın fikirleri olduğunu söylüyor. Fakat ispata temel olan şey<br />
zaten:ispata ınulltz:: olduğu için, delil bir k ısır döngü halini almaktad ır.<br />
Delil şudur: 1) Allah kavram ı, tarifi icab ı, bütün kemalleri olan bir<br />
varl ığın kavram ıdır. 2) Varl ık bir kemâldir. 3) O halde Allah vard ır. Bu-<br />
rada mant ık oyunu (paroblogisıne) kavram sahas ından gerçek sahas ına at-<br />
lama şeklinde görünüyor. Ç ıkar ılan netice Allah kavram ı/lin, tarifi icab ı<br />
mevcut olan varl ık kavram ı olmasıd ır.<br />
Leibniz'de ontolojik delil şu şekli ald ı : 1) Önce Descartes' ı Allah fik-<br />
rinin mümkün olu şunu ispat etmedi ği için tenkid ediyor. 2) Bütün kemal-<br />
lere sahip' varl ık fikrinden hareket etti ği, halbuki Gassendi'nin gösterdi ği<br />
240
gibi "varoluş" un bir s ıfat olmad ığın ı ve bundan dolay ı da kemal olmad ığım<br />
söylüyor. Varolu ş mümkünün iç zenginliğine hiç bir şey katmaz. Onu<br />
ancak sebebler d ışında aklileştirir. Kemal fikrini terk edince, ontolojik delili<br />
kurmak için Allah' ın başka bir ismi tarifinden hareket etmelidir. Bu da<br />
Allah' ı "zaruri varl ık", "özü, varl ığın ı gerektiren varl ık" diye tarif eden<br />
Thomas'c ıların görüşüdür. Leibniz'e göre Allah mefhumunun imkân ı ispat<br />
edilince, yukar ıki tariften Allah' ın varl ığı ç ıkarılabilir. Leibniz burada Allah<br />
fikrinin imkân ı delilinden hareket ediyor. Leibniz Allah' ı bütün basit<br />
fikirlerin konusu olarak tarif ediyor. Bu fikrin de mümkün oldu ğu<br />
neticesini ç ıkarıyor (eğer bütün, basit fikirler ayn ı zamanda mümkün iseler).<br />
Halbuki hepsi da ğınık olarak bulunduklar ı için bu fikirler birbirine<br />
rtlifuz edemezler ve çeli şik değildirler. Delil şöyle k ısaltılabilir: eğer s ıfatlar<br />
birbiriyle uzla şt ırılırsa Allah mümkündür. Fakat bu s ıfatlar çeli şik olm<br />
ıyan basit fikirlerden ba şka şeyler değillerdir. "Bütün basit form'lar ın<br />
birbiriyle uzla şır olduklar ını kabul ediyorum. Bu do ğru ise, bütün basit<br />
form'ları ihtiva eden Allah' ın mahiyeti mümkündür. Halbuki yukar ıda Allah'<br />
ın mümkün olduğunu ispat ettik. O halde Allah vard ır." (Philosophie).<br />
Fakat buradaki Allah' ın imkân ı delili hiç de tatmin edici de ğildir: eğer bütün<br />
basit fikirler uzlagabilir ise, onlardan ç ıkan, bütün kompleks fikirlerin<br />
de uzla şır olmalar ı ve çeli şik olmamalar ı lâzımdır. Fakat o zaman bütün<br />
milmkünler ayn ı zamanda mümkün olmalar ı ve hepsinin ayn ı zamanda gerçekleşmeleri<br />
gerekir. Bu takdirde ise, "âlemimiz mümkün olan âlemlerin en<br />
iyisi değildir" neticesini ç ıkarırız ki bu da Leibniz'in felsefesinin esas ını<br />
nakzeder.<br />
Spinoza'n ın delili Allah' ın tamamen a priori ve hendesi olarak ispat ına<br />
ait tam örnektir. Ispat için filozof üç pe şin tarif veriyor: 1) Kendisinin sebebi<br />
= özünü ve varl ığın ı ihtiva eden. 2) Cevher = kendisinin sebebi olan.<br />
3) Allah = sonsuz cevher. hâhî cevherin sonsuz olmas ından, eğer o var ise<br />
Allah' ın Bir olduğu neticesi ç ıkanlrvor. Sninoza siivkshir Tasim kuruyor:<br />
1) Allah bir eevherdir, vey ıkendisinin sebebi olan bir cevherdir. r. 2) Kendisinin<br />
sebebi olan, özü ile vard ır. 3) O halde Allah özü ile vard ır. Burada<br />
ispat ı tamamen mücerred bir kavramlar zinciri halini alm ıştır ve ispat tarzı<br />
da bu filozofa mahsus olmak üzere h e n d e s i (more geometrico)<br />
dir. S ırf kavramlar sahas ındaki bir ak ılyürütmeden varl ığa nas ıl geçildiği<br />
ötekilerde oldu ğu gibi burada da anla şılamamaktad ır. Bu ispat şekli ta Hegel'e,<br />
hatta zaman ımızda yeni Hegel'cilere (Hamelin,, Bradley v.s.) kadar<br />
devam etmi ştir. O kadar ince ve maharetli olan bu a priori sonuçlamalar,<br />
bu mefhum zincirlemeleri, as ıl varl ıktan, realited.en hiç bir şeyi kavramaya<br />
muktedir değildirler. Kavramdan objeye, fikirden gerçe ğe geçmek için<br />
F.: 16<br />
241
Kant' ın, gösterece ği gibi "terkibi bir varl ık hükmü" lâz ımd ır. Sezgi ve tecrübe<br />
ile tahkik edilebilen yaln ız böyle bir hükümdür. Ideal âlem ile gerçek<br />
âlem aras ındaki uçurumu yaln ız tecrübe köprüsü a şabilir. Schelling'de olduğu<br />
gibi bu iki âlemin ayn ıl ığı pe şinden kabul edilse dahi, yine burada<br />
zmnen bir "varl ık hükmü" konulmuş demektir. Bu da fikirler âleminin<br />
varl ıklar âleminde veya varl ıklar aleminin fikirler âleminde dahil oldu ğunu<br />
po.-.tülat olarak kabul etmeden ibarettir. Aksi halde ontolojik delil insan ın<br />
yalnız ferdi süje içinde dönüp dola şmasmdan başka bir i şe yaramaz. Böylece<br />
ula şılan şey de, sonunda, ya gerçekle ilgisi olmayan mücerred bir kavramc<br />
ılık, yahut son haddinde bir sübjektivism olacakt ır. Ancak dü şünce ile<br />
varl ık aras ında postülat olarak konan birlikte idealist bir felsefe için ontolojik<br />
delilin kullanılması me şru olabilecektir. Bunlar da Schelling ve Hegel'in<br />
din felsefelerinde (1) görülmektedir. Fakat bu istikamete girebilmek<br />
için her şeyden, önce realism'den vaz geçmek lâz ımd ır ki, i şte Kant'tan beri<br />
felsefenin ald ığı istikamet de bu oldu.<br />
6. KANT'DA YENI DIN FELSEFESİ<br />
Kant bütün felsefeye oldu ğu gibi din felsefesine de yeni bir istikamet<br />
verdi. "Saf Akl ın Tenkidi" nde üç eski do ğanatik bilginin, tenkidini yapti').<br />
Bunlar da rasyonel psikoloji, rasyonel kozmoloji ve rasyonel th&ılogie<br />
(ilâhiyat) d ır. Rasyonel ilâhiyata ait tenkidinde Allah' ın varl ığına ispat<br />
için ileri sürülmü ş olan delilleri gözden geçirdi. Bunlardan bilahssa en esasl<br />
ıs ı olan ontolojik delil üzerinde durdu. Ontolojik delil, Allah hakk ında sahip<br />
olduğumuz kavramda zaruri varl ığı bulduğunu iddia ediyor: 'üç aç ıya<br />
sahibolmak zaruri olarak üçgene ait oldu ğu gibi var oluş da zaruri olarak<br />
mükemmel varl ığa aittir. Kant hükmün zarurili ğinden esyamn zaruri olduğu<br />
neticesini ç ıkarmaya itiraz etti. Ba şka deyi şle, mantık': zaruret var olu şa<br />
ait değildir ve bize varolu ş (veya varl ık) hakk ında hiç bir şey öğretemez.<br />
Vak ıa bir üçgenin üç aç ıs ı vard ır hükmü mutlak olarak zaruridir. Bir üçgen<br />
kabul edilince, üç aç ının da kabul edilmeme -A çelişik olur. Fakat hem üçgen<br />
hem üç aç ıya kald ırmada hiç bir çeli şiklik yoktur. Allah kavram ı için de<br />
mesele aynıd ır. Allah mutlak kudrettir dersem bu zaruri bir hüküm olur.<br />
Allah, yani sonsuz varl ık kabul edilince mutlak kudret de kabul edilmelidir.<br />
Fakat Allah yoktur demem, konu ile beraber bütün yüklemler de kalkm ış<br />
olur, yine çeli şme yoktur. Bundan ba şka, ontolojik delil varolu şun bir kemal<br />
olduğunu ve bu kemalin, de zaruri olarak mükemmel varl ığa ait olduğunu<br />
kabul eder. Halbuki varolu ş (existence) bir kemal değildir (2). Kav-<br />
242<br />
(1) Hegel, Philosophie de la Regilion<br />
(2) Kant, La Religion dans les lirnites de la Raison
ama hiç bir kalite katmaz. Kavramdan varl ığa geçmek için, Kant'a göre,<br />
bir sezgi lazımd ır Fakat Allah probleminde hiç bir sezgimiz yoktur ve biz<br />
tecrübe sahas ı dışında kâin olan bir objeden bahsetmekteyiz. Bu suretle<br />
dogmatik metafizike ve ilahlyata en şiddetli hücumları yapan Kant, "Akl ın<br />
Hudutlar ı İçerisinde Din" adl ı kitabında ve "Pratik Akl ın Tenkidi" nde din<br />
meselesini yeniden ve tamamen ba şka bir aç ıdan ele al ıyor.<br />
Kant'a göre bütün iyilik saadetle faziletin birle şmesidir. Biz hem duyarlığa<br />
hem akla sahip olduğumuz için, bizde tam ve mükemmel iyiliğin<br />
meydana geldiği bir birliği isteriz. Iyiliğin üstün şart ı fazilettir. Saadet ona<br />
bağlıdır. Bu dünyada faziletin mükâfat ı gerçekleşmeyince onun gerçekle ştiği<br />
bir âleme inanmak iht iy ac ı nda y ı z. Pratik aklm bu za-1<br />
rureti ruhun, ölmezli ği ve Allah' ın varl ığın ın temelidir. Üstün iyiliğin ulvi<br />
şart ı ahlakt ır. Halbuki üstün iyilik de iradenin kanuna tam uygunlu ğudur<br />
ki, biz hayat ımızm hiç bir âninde bunu tamamen gerçekle ştiremiyoruz. Madem<br />
ki bizden böyle bir şey istenmi ştir, öyleyse o sonsuzda gerçekle şebilir.<br />
Yani, bu hayat ın hudutları varlığımızın hudutlar ı değildir. Ölümden sonra<br />
bizim için sonsuz yeni bir hayat ba şlıyacakt ır. Orada biz ideale, gittikçe daha<br />
çok yaklaşacağız. Kant bu suretle pratik akl ın tenkidi sonunda yeni bir<br />
din felsefesine ula şıyor. Fakat bu felsefe dogmatik metafizikte oldu ğu gibi<br />
akl ın delilleriyle ispat edilen dini de ğil, ahlaki kanunun açt ığı ufuk üzerinde<br />
ulaştığım ız dini gösteriyor. Saf ak ıl sahas ında dine ait her türlü tecrübe<br />
ve sezgi imkan ın ı kald ıran Kant, burada ahlaki ideale çevrilen faaliyetimizde<br />
"inanmak ihtiyac ına" dayanan bir din temeli buluyor. "Hüküm Gücünün<br />
Tenkidi" nde Kant, Allah meselesine tekrar dönüyor: tabiat ın, son hedefi<br />
insan ın hürriyeti oldu ğunu kabul edince, biz Allah' ı bir kanun kurucu olarak<br />
tasavvur ediyoruz: öyle bir kanun kurucu ki onda bütün tabiat ı ahlaki<br />
bir hedefe tabi klima gücü vard ır. Böylece tekrar Allah fikrine yükseliyoruz.<br />
Vak ıa, Allah' ın varl ığını kabul ,edi şimizin hakiki temeli "Pratik Ak ıl"<br />
d ır. Fakat pratik ak ıl taraf ından icat edilmesi dolay ısiyle g ay el il i k<br />
(teleologie) Allah' ı ahlaki bir hedefe göre tabiat ı meydana getiren üstün<br />
varl ık diye tasavvur eder. Kant, "Akl ın Hudutlar ı İçerisinde Din" adl ı kitab<br />
ında din felsefesini hülâsa etti. Eser dört k ısma bölünmü ştür: bunlar da<br />
1) In3anda iyi ve kötü prensipinin ayni zamanda varl ığını ; 2) İyilik ve kötülük<br />
prensiplerinin insana hakim olmak için mücadelesini; 3) İyilik prensipirin<br />
kötülük prensipi üzerinde zaferini; veya Allah' ın yer yüzünde hükmünü<br />
icra etmesini; 4) iyilik prensipinin hakimiyeti alt ında doğru ve yan-<br />
'ışın ara şt ır ılmasım tetkik etmektedir. Kant burada ahlaki duyu yard ımiyle,<br />
her türlü ayin ve ibadet şekli dışında din mefhumunu ahlak prensipleri<br />
üzerine kurmaya çal ışıyor. Hürriyete dayanan ki şilik mefhumunu geli ştiri-<br />
243
yor. Din duygusu, HAM. emirler halindeki vazifelerimizin bilinmesinden ibarettir.<br />
Eğer müsbet dinler, kollektif olarak ele al ınan insanl ık için zaruri<br />
iseler, Kant'a göre seçkinlerin zihinleri basit ibadet ve âyinlere ba ğlananlar<br />
ın zihinlerinden daha yüksek tabii bir din ahlâk ım kazanabilir Kant burada<br />
islâml ıkla diğer dinleri mukayese ederken onun tabii ve akli din olmak<br />
bak ım ından 11.:›tüntilğünü i şaret ediyor: "Islân ı cesaret ve mertlikle temayüz<br />
ediyor. Zira hımmm mucizelerle de ğil, zaferlerle yay ıyor ve zâhitçe cesarete<br />
dayan ıyor. Bu mühim vas ıf tabiat üstü tek Allah fikrini yayan kurucusundan<br />
ileri gelmektedir. Puta tapmadan kurtulan bir kavmin asille şmesi<br />
de bunda büyük âmil olmu ştur. Islâm' ın ruhu iradesiz bir boyun e ğişte<br />
değil, kutsal varl ığa mutlak bağlanışta kendini göstermektedir ki, bu her<br />
şeyden önce asil ve yüksek bir temayüldür. Kant, umumiyetle nrilfrit kaideci<br />
dinlerin ibadet tarz ına karşı menfi bir vaziyet ald ığı halde, Islâm dininiıı<br />
davran ışından öğerek bahsediyor (1).<br />
Kant' ın rasyonel ilâhiyata hücumu, din felsefesine ahlâki ki şilik aç ısından<br />
yeni bir istikamet veri şi umumiyetle din feLefesinin gidi şine tesir<br />
etti. Ondan sonra filozoflar art ık kolay kolay eski dogmatisme dönemediler.<br />
Kant' ın düşüncelerini basitle ştiren Iskoçya mektebi filozoflar ı onu bir<br />
iman felsefesi haline koydular. Onlardan meselâ Dugald Ste,wart ve Hamilton'a<br />
göre bilgi ve iman ın s ınırlar ını ay ırmal ıdır. İman, bilginin ulaşamadığı<br />
mutlak sahas ına çevrilir ve din bilgi üzerine de ğil, yaln ız iman üzerine<br />
dayan ır. Bu imanc ı (fidste) felsefenin basitliği ve kolayl ığından dolay ı<br />
taraftar ı çoktu. O da Kant gibi din felsefesinde a ğırl ık merkezi olarak süjeyi<br />
al ıyor, dogmatik fel:efenin Mutlak'a dair bütün ispat şekillerinden yaz<br />
geçiyordu. Dü şünmek tandit etmektir (2). Zihin bütün hükümlerinde s ınırlar<br />
koymaktad ır. Halbuki Mutlak, mahiyeti icab ı hudutsuz olan şeydir. Bundan<br />
dolay ı da dü şünülemez. Fakat ona nüfuz eden bizim ba şka bir melekemiz<br />
vard ır; Iman. Biz hudutsuz, sonsuz ve mutlak olan şeyi dü şünemeyiz,<br />
ama inanabiliriz. Insan dü şünce melekesine cevap vermek üzere ilimleri,<br />
iman melekesine cevap olarak da dini meydana getirmi ştir. Bundan dolay ı<br />
da ilim ve dinin s ınırları kesin olarak ayr ı kalacakt ır. Ayn ı insanda hiç bir<br />
çelişme doğurmaks ızın her ikisi yer bulabilir. Insan dü şünen, hüküm veren<br />
varl ık olarak ilim adam ı ; fakat inanan ve mutlak ı kabul eden varl ık olarak<br />
da din adam ıdır Bizim lâboratuvardaki şahsiyetimizle cami'deki şahsiyetimiz<br />
başka başkad ır ve ikisi aras ında hiç bir çeli şme yoktur. İkisi de bizim<br />
iki melekemize, varl ığın iki tarz ına çevrilmi ş iki tavr ımıza kar şılıktır. As ıl<br />
çeli şme onlar ın karışt ır ılmasından ileri gelir.<br />
244<br />
(1) Kant, La Rellgion dans 1-s llm ,t-s fl,‘ -11.ason trad franc p. 230-2 4 Q<br />
(2) Hamilton. Lectures on Metaphysles and Logik, 4 vols. Höffding, Histoire<br />
de la Philosophie, yol. 2.
İman felsefesi, bilhassa din ve ilim mücadelesinin gerginle ştiği positivism<br />
cereyanlar ına karşı en sağlam dayanak vazifesini gördü. Bir yandan<br />
ilimle din aras ında çat ışma ortadan kalk ıyor, bir yandan da din kendine en<br />
emin psikolojik temeli bulmuş oluyordu (1). Orta çağda dinle felsefeyi uzlaştırmak<br />
için yap ılan gayretlerin ne büyük güçlükler do ğurduğunu yukar<br />
ıda gördük. Dinin ak ıl-üstü (irrationnel) hakikati ile felsefenin ak ıl sahası<br />
nasıl uzlaşabilirdi? Bu ya mucize, vahiy ve hârikalara dayanan. dini hakikati<br />
akla indirmek, ilimle bir kalmak, bu suretle onun "hârikah" va ıiım<br />
ortadan kald ırmaya varacak; yahut akl ın rolünü son derecede daraltacak,<br />
hatta bizzat akl ın "kutsal bir kuvve" derecesinde kendi mahiyetinden ayrılmas<br />
ı suretiyle bu vazifeyi gördüğünü söyleyerek onun mahiyetine ayk ırı<br />
hükümler verecekti. Nitekim Islâm ve H ıristiyan ilaliyatç ılan hemen daima<br />
bu güçlükler kar şıs ında kalm ışlard ır. Fakat "Tabii bir din", "F ıtri bir<br />
din" olduğunu teblig eden islâmiyetten (2) ziyade H ıristiyanl ık bu<br />
güçlükler içersinde bulunmakta idi. Çünkü Islâmiyetin esas ında irrationnel<br />
prensip bulunmakla beraber bütün din. aklile şmiş bir sistem halinde ifade<br />
edilmektedir. Halbuki H ıristiyanl ık, prensipinde oldu ğu kadar geli şme tar- .<br />
z ında ve neticelerinde de daima irrationnel olarak kalmaktad ır. Çünkü bu<br />
dinin esas ı h&oth6sme yani, "çoktabircilik" tir. Allah' ın hem bir hem üç<br />
say ılmasından ibaret olan bu dogm, ak ıl prensipleriyle tezad halinde bir<br />
paradox olarak görünüyor. Allah' ın insanlar ı giinahlar ından kurtarmak<br />
için insan halinde yer yüzüne inerek kendini feda etmesi bu paradox'un geli<br />
şmesidir.<br />
7. SÜBJEK İVİST DİN FELSEFES İ<br />
Idealist metafizik Schelling ve Hegel'de ancak bu paradox'u aç ıklamağa<br />
elveri şli yeni bir mant ık, varl ığın gelişmesine uygun "diyalektik mantık"<br />
kurmak suretiyle din felsefesi yapt ı. Z ıdların terkibinden ibaret olan<br />
bu yeni mant ık ay ın zamanda H ırLtiyanl ığın temelindeki "Çokta bircilik"<br />
paradox'unu izaha çal ışıyordu (3). Fakat Kant'la ba şlıyan idealist felsefenin<br />
din meselesindeki as ıl geli şmesi iki yoldan oldu: birisi dini sübjektivism'i<br />
son haddine kadar götürerek Allah' ın metafizik mahiyetini<br />
Allah'a çevrilen kullar ın inançlar ı n ı temel diye al ıyordu. Bu yolda imanc ılıktan<br />
sonra at ılan en mühim ad ım pragmatism oldu. İkincisi Kant' ın saf<br />
ak ılda gösterdiğini bütün değerler sahas ına yaymak suretiyle dini hakika-<br />
(1) B 4zde bu konuda Draper'in türkçeye çevrilmi ş "Niza-i-ilm-ü din." adl ı eseri<br />
çok tan ıl ır.<br />
(2) H. Z. Ülken İslâm Düşüncesine Giri ş ,<br />
(3) G. W. F. Hegel, Leçons sur la Philosophie de la Religion III'e part: La<br />
Religion Absolue. trad. p. Gibelin, 1954.<br />
245
tın, izafiliğini (relativit) devirden devire ve medeniyetten medeniyete değişen<br />
şekillerini incelemeye çal ışan naturaliste görü ş oldu. Bugün her ikLinin<br />
örneklerine felsefede oldu ğu kadar din problemi ile me şgül olan psikoloji,<br />
sosyoloji, etnoloji mensubları aras ında da rastlamakta oldu ğumuz için<br />
burada sübjektif veya natüralist din felsefelerinin k ısa tahlil ve tenkidini<br />
yapmak suretiyle evvelce tenkid etti ğimiz objektif ve dogmatik felsefeler<br />
karşısındaki yerlerini tayin etmi ş olaca ğız.<br />
William James, "Inanmak Iradesi", "Tecrübe Felsefesi", "Pragmatism",<br />
"Dini Tecrübenin Çe şitleri", "Hakikat Fikri" adli eserlerinde pragmatisrn<br />
diye tan ılan bu yeni felsefenin din hakk ındaki görü şünü izah etmektedir.<br />
Pragmatism'e göre hakikat bütün de ğerler aras ından bir değerdir.<br />
Değerler tecrübemize ve pratik faydam ıza ba ğl ıd ır. Dini değer de öteki<br />
değerler gibi tecrübemizin do ğurduğu bir şeydir: bizi tatmin etti ği, bile basan<br />
temin ettiği için ona inan ırız. James'in bu yeni din felsefesi, biraz önce<br />
gördüğümüz gibi, Kant'tan ç ıkmaktad ır. Kant, saf akl ın tenkidini yaparken<br />
Allah' ı dogmatik olarak ispat iedemiyece ğimizi, fakat ruhun ölmezli ğine<br />
ve Allah'a i na n m ak i h t i ya c ı n d a olduğumuzu söylüyordu.<br />
Eski felsefe prati ği nazariyeden, dini inanc ı metafizik bilgiden ç ıkar ıyordu.<br />
Pragmatik felsefe ise nazariyeyi pratikten, Allah' ın varl ığını dini inançtan,<br />
bu inanc ı da "inanmak iradesi" nden ç ıkar ıyor. Eskilerin dediği gibi<br />
objektif hakikat irademizi tayin etmiyor, tam tersine, irademiz objektif hakikatlara<br />
inanc ım ızı doğuruyor. James'e göre inanmak iradesi daima faraziyeler<br />
koyar. Onlar ya canl ıdır, ya cam ızd ır. Faraziyelerin de ğeri tesir<br />
iradesini harekete getirmelerindedir. Faraziyelerden birini seçme durumun-<br />
da kal ınca canl ıyı, mühim ve mecburi olan ı cans ız, ehemmiyetsiz ve ihtiya-<br />
ri olana tercih ederiz: "Nansen'in yerinde olsayd ım ve size kutup seyaha-<br />
tine birlikte gelmenizi teklif etseydim seçmeniz mühim olacakt ı" diyor. Zi-<br />
ra bunun sonucu ya büyük bir kazanç yahut büyük bir kay ıb olacakt ı. Bu<br />
fırsat ı kaç ıran en büyük mükâfat ümidini de kaybetmi ş olur. Pascal' ın<br />
"Bahsa giri şme" (pari) sinde de pragmatismi haz ırl ıyan bir cihet var. Pas-<br />
cal dini hakikat önündeki davran ışımız ın talih oyunu önündeki davran ışımı-<br />
za benzediğini söylüyor. Allah' ın varl ığına inanmağa veya inanmamaya<br />
mecbursunuz. Hangi tarafa gideceksiniZ? İnsan akl ı hiç bir şeyi tayin ede-<br />
mez. Sizinle e şyan ın mahiyeti aras ında bir nevi kumar oynamaktad ır: bu<br />
kumar yaz ı ve tura oyunudur. Tura veya Allah' ı almakla elde edeceğiniz<br />
kazanç ve kayb ı hele bir tart ınız! Kazan ırsan ız ezeli saadet ve rahrneti ka-<br />
zanacaks ınız. Kaybederseniz her şeyi .kaybedeceksiniz. Yaln ız birisi Allah' ın<br />
216
varl ığı lehinde olan sonsuz talih olsa onu tercih etmelisiniz. Çünkü sonsuz<br />
kazanc ı mandut olanlara tercih ediyorsunuz (1).<br />
Fakat James'e göre bu tarzda mekanik bir hesaptan iradi olarak<br />
çıkan bir iman, bize as ıl ima= arad ığı özden (mahiyetten) mahrûm görünüyor.<br />
Biz Allah' ın yerinde olsayd ık bu tarzda inananlar ı reddetmeden<br />
belki de zevk duyard ık. Pascal' ın seçmesi belli ki canl ı bir seçme değildir.<br />
Bizi çekmiyen bir iman, mesela bouddhisme için de ayni şeyleri söyliyebilir,<br />
fakat ona meyletmeyiz. Bu bak ımdan iman ı, "keyfi irade" ye dayand<br />
ırmak budalaca bir harekettir. Fizik ilimlerin bütün, ke şifler ve nazariyelerini<br />
düşünürsek buna inanmada iradenin seçme ve karar ının rol oynadığını<br />
kabul etmek rüya görmek gibi bir şey olurdu ilim yolunu tutanlar<br />
bunu kesin olarak reddederler. Fakat inanc ım ızı tayin eden keyfi irade değil,<br />
bütün bir âmiller toplam ıdır ki içine korku, ümit, pe şin hükümler, ihtiraslar,<br />
taklit, tarafl ıl ık zihniyeti, caste zihniyeti, çevrenin tefsirleri, her<br />
şey girer. Balfour'un tabiriyle bunlara "manevi iklimden gelen otorite"<br />
denebilir. Bunlar faraziyelerimizi mümkün veya imkans ız k ılarlar. Universitelerimizde<br />
biz moleküllere, enerjinin sakl ı kaldığına, demokrasiye, terakkiye,<br />
Allah'a ve dine inan ıyoruz; ve bütün bu inan ışlar buna lay ık bir<br />
sebebe dayanm ıyor.<br />
"O halde inanmak nedir? Bir hakikata ihtiyac ım ız var. Tecrübelerimizin,<br />
tetkiklerl ınizin vaziyetimizi mütemadiyen düzeltmezini gerektiriyor.<br />
İnanmağa ihtiyac ım ız var. Kaidemiz, kullanmad ığı= bütün olgular ı ve<br />
nazariyeleri reddetmektir. Huxley'in anti-cl&ricalism'i onun hayat anlay ışın<br />
ın neticesidir. Neuman tam tersine, elini Katolikli ğe uzat ır ve bütün, manevi<br />
ve fikri ihtiyaçlar ını tatmin eden temeli orada bulur. Telepati meselesi<br />
apaç ık göründüğü halde neden pek çok ilim adam ı onu kabul etmiyor? Çünkü<br />
onlar "Telepati do ğ ru bile olsa" alimlerin onu yok<br />
farzetmek veya gizlemeye mecbur olduklar ına kanidirler. Çünkü telepati<br />
tabiat ın ahengini, kanunluluğunu bozacakt ır; ilimlerinin temelini sarsacakt<br />
ır. Ayn ı adamlar ın telepatiyi ilmi yoldan ke şfettiğini ve kulland<br />
ığını farzedin. O zaman onu derhal kabule yana şacaklard ır. Mant ıkçıların<br />
tabiat ı bütün da ğın ıkl ık ve tutars ızl ıklar' ile beraber kendi mant ıklar<br />
ına sıkışt ırmalar ı da ayni mahiyettedir. "Hakikat kriteri" üzerinde şimdiye<br />
kadar uyuşulmamıst ır. Baz ıları onu idrakin d ışına atıyorlar. Ilham'da,<br />
vahiy'de, içtimai ve umumi kanaatta ar ıyorlar. "Kalb mant ığı" veya "Irkm<br />
tecrübesi" diyorlar. Baz ılar ı bizzat idrakte görüyorlar: mesela aç ık ve seçik<br />
fikirleri mütalaa eden Descartes böyledir. Yahut Thomas Reld'in (Iskoçya<br />
(1) H. Z. Ülken, isittm Felsefesi Tarihi, Gazali bahsi, 1957<br />
247
mektebinden) "Common Bense" ı , Kant' ın "a p r i o r i t erkibi<br />
hükümle ri" de böyledir. Dü şünülen, objenin duralar vas ıtasiyle<br />
kontrolü, dü şünce objelerinin kendi aralar ında tam ve organik bir bütünlüğe<br />
sahip olmaları, tahkik edilen önerrnenin z ıddını düşünme imkansızlığı<br />
zaman zaman ileri sürülen kriterium'lard ır, Fakat hiç birisi eskidenberi bilinen<br />
me şhur objektif bedihilik 'e ula şamaz. Ancak o daima<br />
bir iştiyak, bir limit-kavram bir ideal olarak kal ıyor. Biz ona do ğru koşuyoruz<br />
ve asla ona tamamen ula şamıyoruz" (1). İşte, James'e göre, tecrübeye<br />
dayanan ve inanma ihtiyac ından ç ıkardığı= hakikat kriteri budur. James<br />
bu inanma kadrosu içinde mistiklerin tecrübelerini, empirik psikolojiyi<br />
aşan bütün, verileri, telepati, telekinesi tecrübelerini, hypnose ve telkin tecrübelerini,<br />
telepati nazariyesini, medium'lar ın gösterdiği harikalar ı koyuyor.<br />
Belirli olm ıyan (inci ini) realitede tecrübemizin kavrad ığı ve inanc ım<br />
ızı tatmin eden, do ğ ru bulduğumuz bütün bu hadiseler ona dini âlemin<br />
kap ıları olarak görünmektedir. "Dini Tecrübenin Çe şitleri" adl ı kitab<br />
ında bu âleme nas ıl girileceğini daha etrafl ı anlat ıyor (2).<br />
Pragmatizmin din felsefeyi dogmatism'in tam z ıddı kutuptad ır. Birincisi<br />
pratiği inan ılan objeden ç ıkard ığı halde, ikincisi inan ılan objeyi pratikten<br />
ç ıkarmaktad ır. Birincisinde din probleminde a ğırl ık merkezi a ş k ı n<br />
obje olduğu halde, ikincisinde inanan s j e ' din Fakat eski<br />
felsefenin bu suretle tersine çevrilmesi, bütün de ğerlerde oldu ğundan fazla<br />
dini değerde büyük bir sars ıntıya sebeb olmaktad ır. Aşk ın obje eğer yalnızca<br />
bizim inanma ihtiyac ı m ı za bağl ı ise, demek dinin temeli<br />
olan aşk ınlık şuurun veya süjenin içkinli ğine (immanence) irca edilmiş<br />
olacak, bu suretle zaten süjeye, temelsiz ve ölümlü "Ben" lere, onlar ın<br />
değerlendirmelerine temel vazifesini gören ask ı n varl ı k doğrudan<br />
doğruya bu "Ben" lere, bu ampirik süjelere dayanmak zorunda kalacakt<br />
ır. Bu ise din, felsefesini temelsiz b ırakmaktan ba şka bir i şe yararn ıyacakt<br />
ır.<br />
Fakat idealism'in müfrit sübjektivism'e kadar varan bu ç ıkmalı, başka<br />
bir yönden positivism ile birle şme istidad ı gösterdi: o da Kant' ın relativism'inin<br />
gelişmesinden doğan ilim felsefesi oldu. Bu görü ş bir yandan positivism,<br />
bir yandan da natüralism adlar ı alt ında yeni doğan ilmi nazariyeleri<br />
beslemekte idi. E ğer sağ akl ın ula ştığı son hükümler iz af 1 hükümler<br />
ise, ve bütün değerlerin saf akl ın tenkidinden geçirilmesi laz ım gelirse,<br />
buradan anla şılır ki bütün de ğerler sahas ında verdiğimiz hükümler izafidinler.<br />
Eğer saf akl ın konusu tabiat ise, bütün de ğerlere de tabiat hadisele- -<br />
24Ş<br />
(1) William James, Volonte de Croire.<br />
(2) William James, VariaĞs de l'ExOrienee Religieuse.
inin, bir nev'i gibi bakmak mümkün olacakt ır. Bu suretle bir ahlak veya<br />
sanat relativism'i yan ında, bir de din relativism'i do ğdu. Dini bir tabiat ha,-<br />
disesi gibi ele alan bu görü şün yaptığı bütün denemeleri, bunlar ın başar ıs<br />
ızlıklar ı ve çeli şmelerini burada k ısaca gözden geçirelim.<br />
8. NATİYRALİST DİN FELSEFELERİ<br />
Empirist nazariye, üstün insani de ğerlerin a şağı tabiat hadiselerine<br />
imal için ba şl ıca gayretlerin kayna ğı vazifesini görmektedir. Locke'un şuuru<br />
"bo ş levha" (tabıda rasa) sayarak şuur muhtevas ının tecrübeden ve<br />
dış âlemden geldiğini postülat olarak koydu ğu zamandanberi, empirism bu<br />
tarzda izahlara zemin haz ırlam ış bulunuyordu. Hume'un şüpheciliği bu zemini<br />
derinle3tirdi. Fakat bilhassa positivism Fransa'da ve Almanya'da ya<br />
y ılmaya başladığı 19 uneu yüzy ıl ortalar ında bu yeni aç ıklama denemeleri<br />
birbiri ard ından geldi. Taine, ilmin her şeyi ag ıkl ıyacağını ve "dinin müphem<br />
kanaatlar ı yerini bir gün tamamen ilmin aç ık ve kesin fikirlerinin alacağını"<br />
söylüyordu (1). Renan, "İlmin istikbâii" adl ı eserinde yar ınki ilmin<br />
metafizik dü şünceler, tabiat üstü inançlar ın yerini alaca ğın ı ilan ediyordu<br />
(2). Bu devir ilme güvenin ifrat derecesinde geli ştiği ve her şeyin,<br />
teknikten ve ilimden beklendiği devirdi. Fizik ilimlerdeki ba şar ı gözleri kama<br />
ştırd ığı için onun benzerlerinin insan filmleri sahas ında da bir gün yap ılabileceğine<br />
inan ıyorlard ı (3). Wundt'a göre bütün dinler ve itikadlar ın<br />
köklerinde psikolojik vehimler, pesin hükümler, henüz olgunla şmamış insan<br />
ruhunun müphem görü şleri yer almaktad ır. 19 ncu yüzyıl materyaliminin<br />
tanınmış düşüntirlerinden Louis Buchner'e göre "irade, Şuur-d ışı,<br />
As ıl - şey, Vniversel ruh, Alemin akl ı v.s. diye türlü isimlerle filozoflar<br />
ın ileri sürdükleri ve bilgi s ınırlar ı dışında b ırakt ıklar ı esrarl ı kâinat,<br />
hakikatta dinlerin Allah ' ın ın yerine konmu ş metafizik isimlerden<br />
başka birşey değildir. "Bu as ır başlarına kadar gittikçe yay ılmakta ve<br />
yerleşmekte olan bu kanaat esas ında dinsizlik (athisme), Tanrısızlık fikrinde<br />
birle şiyor ve Aug. Comte'un üç hal kanunu"nun kuvvetli tesiri ile bütün<br />
insani değerleri müsbet filmin ışığı alt ında ayd ınlatmak istiyordu.<br />
Bu görü şler de türlü şekillerde ifade edildi: a) ilk göze çarpan, dinin<br />
tecrübe yetmezli ğinden doğan bir illusion olduğu kanaatidir. b) Fakat bazıları<br />
bu iptidai görü şle kanm ıyorlar, dini teessiiri hayat ın ilcalar ından ve<br />
(I) >Hippolyte Taine, L'İntelligence.<br />
(2) Ernest Renan, L'Avenir de la Science.<br />
(3) Bu başar ı bugün daha yüksek oldu ğu için natüralism'in de daha kuvvetli<br />
olduğu söylenemez. Çünkü teknikin son derece geli şmesine rağmen, fiziki<br />
ilimler sahas ında çatışkan nazariyeler, determinism'den şüpheler artm ış<br />
ve felsefi dü şünce bu tenkitlere göre geli şmiştir. Bunlar ı 1 nci ciltte gördük.<br />
249
I aşk ınl ıklarından doğan bir duygu tarz ı diye anhyorlaird ı. c) Nihayet bir<br />
k ısmı da zihni ve teessüri (psikolojik) izahlarla yetinmiyorlard ı. Onlara<br />
göre din içtimal bask ın ın, kolektif heyecan ın eseridir. Has ılı bütün bu<br />
natüralist aç ıklama şekilleri, dine bir illusian gözüyle bakmada birle şiyordu:<br />
1. Din, gerçe ğin görülmemesinden ibaret zihni bir illusion'dur; 2. Aldat<br />
ıc ı ümit hâlindeki teessüri bir illusion'dur; 3. Yahut action'un aceleciliğinden<br />
ileri gelen pratik bir vehimdir, bir illusion'dur; 4. Nihayet terbiye<br />
ve atavism ile birle şen ve devam eden içtimal bir illusion'dur diyorlar,<br />
ve bütün bu vehimlerin ilimle aç ıklanabileceği ve dağıtılaca ğına inan<br />
ıyorlard ı. Positivism'in kendi kendine yetti ği, tam bir emniyetle her şeyi<br />
izah gücünde olduğuna inand ığı ve fizik ilimlerdeki ba şar ıyla sarho ş<br />
olan ilim adamlar ının da bu sarho şluk içinde bütün problemlere sald ırd<br />
ıklar ı ve tahrib ettikleri bu devirde, insanlardan pek ço ğu iddialar ın vaad<br />
ettiği sonsuz ke şifler ve ayd ınlatmalar ı beklemekte idiler. Vaadler yak ın<br />
senelere kadar devam etti. Nazariye nazariyeyi kovalad ı. "Müsbet ilim"<br />
adı alt ında yap ılan gayretlerden ço ğu çok mandut bir kaç hâdiseye ait yan<br />
doğru mü şahadeyi "tefsir" yolu ile derhal tetkik edilmemi ş bütün sahalara<br />
yayarak acele ta'mimler yapmaktan ileri gidemedi. Bu yüzden ömürlari<br />
çok k ısa oldu. Nazariye nazariyeyi koval ıyor ve birinin verdiği acele<br />
ve yanl ış hükümler öteki taraf ından y ık ılmakla beraber, hemen eskisinden<br />
farks ız yeni bir hatal ı umumileştirme onun yerini tutuyordu. Bu nazariyelerden<br />
çoğunun tenkidleri bundan dolay ı bizzat onlar ın rakibleri taraf ından<br />
hazırlanmış bulunmaktadbr.<br />
Başl ıca üç tip nazariye kar şıs ınday ız: A) Dini inancı müsbet ilimle<br />
aç ıklamak istiyen spekülatif nazariyeler; B) Dinamik nazariyeler; C) İçtimai<br />
veya sosyolojik nazariyeler. Spekülatif nazariye deyince dini (dini<br />
inanç, mutlak ve dini sezgi v.s.) idrakin muayyen bir tarz ı ile, hayalgilcii<br />
ile, nihayet empirik ak ıl ile aç ıklamaya çal ışan görü şleri anl ıyoruz.<br />
a: — idkrâk nazariyesi Max Müller taraf ından ileri sürülmü ştür. Buna<br />
göre her idrakte daima sonlu veya s ın ırl ı olan eşya sonsuz ve s ınırs ızla<br />
çevrelenmi ş bulunmaktad ır. Bir ev, bir insan veya bir peysaj idrakinin<br />
çevreleri daima sonsuza ula şır. Sonsuzun idraki dini doğurur. Sonlunun<br />
airkas ında, sonlunun ötesinde, sonlunun içinde daima sonsuz vard ır (1).<br />
Fakat bu tezin müdafaas ı imUns ızd ır. Çünkü idrakte i şaret edilen sonsuz,<br />
dinlerin kalitatif sonsuzundan tamamen farkl ıdır. Bir sayı serisi de son-<br />
suz olabilir; fakat sonlu olan say ılardaki vas ıflar sonsuzda aynen devam<br />
ettiği için onda beklenmedik, hârik al 1, üstün hiç bir cihet<br />
250<br />
(1') Max Müller naturalisme nazariyesini buradan ç ıkar ıyor,
yoktur. Bundan ba şka iptidal insan sonsuzu idrak edemez. Guyau'nun<br />
gösterdiği gibi iptidainin kainat ı daima sonludur. Onun perspektiv'i adeta<br />
tutaca ğı" bir yerde biter (1). Sonsuzun tasavvuru çok güçtür ve<br />
fikir tarihinde yeni bir hâdisedir.<br />
b: — Hayalgücü ile dini aç ıklamak istiyen görü ş ötekinden biraz daha<br />
ileri görünür. Yarat ıc ı hayalgücü gerçe ği idealle ştirir, eksiklerini tamamlar,<br />
onu olduğundan büyük ve kuvvetli görür. Gerçek varl ıklann üstünde,<br />
onlardan daha kuvvetli, daha mükemmel, daha olgun ikinci kopyalann<br />
ı yapmak suretiyle tabiat - üstü alemi kurar. Bu suretle iptidainin hayalgücünden<br />
doğmu ş olan mythos'lar meydana gelmi ştir. Fakat rüya ile<br />
dini izah etmek istiyen bu görü ş hayallerin karars ızlığı, müphemliği, kaç<br />
ıc ılığı karşısında üstün âlemin sabitli ği, metinli ği ve mükemmelliğini<br />
nas ıl izah edebilir? Böyle dü şünenlerden bir k ısmı da yine hayalgücünden<br />
ç ıkmak üzere ilk dinlerin a n i m i s t e oldu ğunu iddia ederler.<br />
Onlar bütün dinlerin kökünde r u h 1 a r ' in bulundu ğunu ve ruhlar ın<br />
da rüya ve ölüm hallerini kendi hayali ile tefsir etmek istiyen iptidainin<br />
zihninde doğan müphem bir san, ı ' dan ibaret oldu ğunu söylerler.<br />
Frazer ve Tylor taraf ından müdafaa edilen bu fikir bu günkü etnoloji ve<br />
antropoloji delilleriyle teyid edilmemektedir (2). iptidal dinlerde polyclmonisme<br />
değil, tam tersine, tek Tannc ılığın olduğunu gösteren bir çok<br />
misaller veriyorlar. Andrew Lang, Frobenius Graebner, Koppers, Schmidt,<br />
Le Roy, v.s. nin verdikleri bilgiler bu animist tezi y ıkacak mahiyettedir.<br />
e: — Empirik ak ılla dini kainat görü şlerinin uyandığını ileri süren<br />
tez J. M. Guyau'ya aittir (3). Ona göre din ilimden önce tabiat izaha<br />
çal ışmışt ır. Her dinde tabiata ve e şyaya ait akli bir aç ıklama denemesi<br />
vard ır. Fakat tecrübe yetmezli ğinden ve tabii münasebetlerin meydana<br />
ç ıkar ılmamas ından dolay ı yetmez ve zay ıf olan bu aç ıklamalar ın yerini<br />
ilim almış, onlar ı lûzumsuz b ırakmışt ır. Fakat bu görü şün müdafaas ı da<br />
ötekiler kadar imkans ızdır. iptidainin davran ışı ak ılla izah edilemez. Iptidainin<br />
dünyaya rationnel bir tarzda bakmas ı şöyle dursun, bizimkinden<br />
farkl ı bir mant ığı olduğu, hatta bizim için m a n t ı k s ı z görülen bir<br />
düşünceye sahib oldu ğunu görüyoruz. Bütün dinlerde "kutsall ık" fikri te-<br />
mel vazifesini görmektedir. O ise mahiyetçe ak ıl - üstüdür, ve akla irca<br />
edilemez.<br />
Tabiatç ı nazariyelerin ikinci zümresi "Dinamik" olanlard ır. Böyle dil-<br />
(1) Jean Marie Guyau, ırraigion de l'Avenir.<br />
(2) Bu nazariyeler için Din Sosyolojial adl ı kitabımıza bak ın.<br />
(3) J. M. Guyau, İrreligion de l'Avenir.<br />
251
şünenler maddede, hayatta, şuurda, cemiyette en yak ın ve müşterek prensipin<br />
enerji veya kuvvet olduğuna kani' olanlard ır. Vak ıa onlar da enerjiyi<br />
muhtelif şekillerde anlamaktad ırlar. Baz ıları bunu maddenin hususi<br />
bir hali gibi görerek di ğer enerji nevilerini ona irca ederler. Bir k ısmı<br />
hayati' enerjiyi maddi enerjiden ay ırırlar. Bir k ısmı içtimal ve ruhi enerjiyi<br />
maddi enerjinin istihalesinden do ğmuş yeni şekiller gibi görürler.<br />
Nazariyeler aras ında farklar daha çok buradan ileri gelmektedir.<br />
1. — Dini kâinat ı insan vas ıtasiyle izaha çal ışan Feuerbach' ın materyalismi<br />
bunlar ın birincisidir. Feuerbach'a göre din insan ın yaratt ığı bir<br />
eserdir. İnsan kendi kuvvetlerini kendi d ışında büyülterek, idealle ştirerek<br />
onlara tapmaktad ır. Bütün dinlerin kökleri cotthropomorphe'tur. Hepsinde<br />
insan gücünün üstünle ştirilmesi hali vard ır. Tevfik Fikret'in "Tarih'i<br />
mukaddes"inde şu mısra' bunu ifade etmekte idi: "putunu kendi ya- ,<br />
par kendi tapar."<br />
Bu nazariye dinlerin yaln ız ilk çağda gördüğümüz aınthropomorphique<br />
şekilleri için doğru gibi görünebilir. Önce bunlar ın dinler tarihinde yaln<br />
ızca bir merhale olduğunu, ondan önceki ve ondan sonraki dinlerde anthropomorphisme'in<br />
bulunmad ığını unutmamal ıdır. Bundan ba şka insanın<br />
kendi eserine ibadet etmesi hiç bir suretle anla şılamaz. Bütün dinlerde<br />
yaln ız insan ı değil, çevredeki e şyay ı, şuuru aşan bir varl ık inanc ı hakimdir.<br />
Kutsal varl ık her yerde yayg ın fakat her şeyin üstündedir. Böyle olduğu<br />
içindir ki her şey onun önünde silinir Herkes ona i ğilmeye, sığınmaya<br />
kendini mecbur görür. Insan ın kendi kendini bu yayg ın ve a şkın<br />
varl ık haline getirmesine ne lüzum ne de imkân vard ır. Kudretli hükümdâr<br />
ın iradesi vak ıa insanlar ı aşama da ölümlülük onu ba şka insanlara hemen<br />
bağl ıyacakt ır. O, kudretli oldu ğu için değil, kutsal varl ıklara karıştığı<br />
için (yani ölümünden sonra) Tanr ılaşabilir. Insan, dini aç ıklamak<br />
şöyle dursun, din ve kutsall ık insan ı ve Insani şahsiyetin üstünlüğü ve<br />
kutsallığını açıklar.<br />
2 — ötekinden bir derece daha geni ş olan, büyü nazariyesidir. Bu<br />
görü ş ayr ı ayrı yerlerde Preuss, King, Vierkandt, Hubert, Mauss, (1) Marett,<br />
Lehmann v.s. taraflar ından ileri sürülmü ştür. Aralar ındaki farklara<br />
rağmen bir çoğunda müşterek olan fikre göre büyü bir nevi t eknik' -<br />
tir. Adi teknikteki mekanik ve iradi tesir yerine, burada senpatik (yani süje<br />
ile obje aras ındaki teessüri ve heyecanl ı) bir seheblik fikri geçmi ştir.<br />
Büyü (veya sihir) e şya üzerine manevi vas ıtalarla tesire çal ışır. Tekniğin<br />
henüz zay ıf bulunduğu devirlerde insanlar büyü vas ıtasiyle onun yerini tut-<br />
(1) Hubert et Hauss, Melanges d'histoire des Religions.
maya çal ışm ışlardır. Taklidi (Mimetik) hareketler, jestler ve fiiller büyünün<br />
tesir vasıtalandır. Din büyüden doğar. Büyü esrarl ı ve teesAri vas ıtalarla<br />
baz ı tabii hadiseleri do ğurmaya, uyand ırmaya çal ışır. Halbuki din<br />
âyinler ve dualar vas ıtasiyle üstün varl ıktan münaeât' ta bulunur.<br />
Fakat bu nazariye de bir kaç bak ımdan sakatt ır. Önce din, bir bilgi ba şlangıcı<br />
veya yarım bilgi değildir. İptidainin din ve sihir (veya büyü) d ışında<br />
realist teknikleri de vard ır. Onlar ın zihniyeti ve vas ıtalar ı büsbütün ba şkad<br />
ır. Sonra, dini büyüden ç ıkarmak yanl ışt ır. Dinde daima üstün bir âlem vard<br />
ır. Üstün veya a şk ın Mem bu âlemi ku şatmaktad ır. Dua, münacat, ibadet<br />
ona çevrilmiştir. Böyle olduğu içindir ki büyü onun yardnnı ile bazı pratik<br />
faaliyetlere girebilir. Yani, dini büyüyle aç ıklamak şöyle dursun, büyüyü<br />
anlamak için dini inançlar ın mevcut olmas ı ve aşkın varl ığa teveccüh edilmesi<br />
lâzımgelir.<br />
3 — Marxism ötekilerden daha cür'etle dini s ınıf mücadelesinin eseri<br />
olan bir üst-yap ı hadisesi diye tarif etmektedir. Marx'a göre din, ezenlerle<br />
ezilenlerden ibaret olan oemiyette ezenlerin ezile:nleri uyu şturmak için kullandıklar<br />
ı bir nevi afyondur (1). Bu tarif dinamik nazanyeler aras ında en<br />
hatal ısıdır. Din yaln ız s ınıf mücadelesinin olduğu yerde meydana ç ıkan geçici<br />
bir hadise değildir, insanl ık kadar eskidir, her yerde vard ır. İptidailerde<br />
henüz içtimal s ınıflar mevcut olmad ığı halde din vard ır; hatta bütün içtimal<br />
hayat ı kuşatmaktad ır. Marx' ın temel hadisesi sayd ık.' iktisadi-teknik<br />
faaliyet de onun içindedir ve onunla ifade edilmektedir. S ınıfları ortadan<br />
kald ırdıklarını iddia eden Sovyetler arasinci - (4a din kuvvetini muhafaza etmektedir.<br />
Bütün dinlerde yard ım, kardeşlik; ı:esanüt fikirleri esasl ı rol oynar.<br />
Bilhassa üniversel dinlerde bunlar ın rolü daha bârizdir. Engles vak ıa<br />
bu fikirleri "Aile ve mülkiyetin menşei" adl ı kitab ında bazı etnoloğlardan<br />
faydalanarak tamamlamaya çal ışıyor ve iptidallerdeki dinlerden bahsediyor.<br />
Fakat onun aç ıklamalar ı da ayni dar görü şün içinde bulunduğu için büyük<br />
bir değişiklik yapm ış değildir. Bu etnoloğlar ın eserleri bugün için art ık<br />
muteber olmad ığı gibi, Engels'in aç ıklamas ı da, ayn ı ,egoism temeline dayanan<br />
ve ayn ı "Aldat ıc ı ideoloji" pe şin hükmünden hareket eden yanl ış bir<br />
düşünce yolunda geli şmektedir.<br />
4 — Enerji nazariyelerinden daha yenisi Freud taraf ından yak ın zamanlarda<br />
ileri sürülen cinsi iç güdü (Libido) nazariyesidir. Freud, ruhi hayatta<br />
meydana ç ıkan baz ı anormallikleri c o m p 1 e x e ad ın ı verdiği bir<br />
iç güdü düğlimlenmesi ile izaha ba şlamış ve bu düğümü çözmek için de kendine<br />
mahsus P s y c h a n a 1 y s e dedi ği bir tedavi metodu teklif etmi ş-<br />
(1) H. Z. Ülken, Tarihi iV1,sddetali ğe Reddiye.<br />
253
ti. Bu yoldaki ilk ba şar ılar ı ona cesaret verdikçe gündelik hayata ait baz ı<br />
sürçmeleri (lapsus), rilyalar ı da aynı metodla aç ıklamaya kalkt ı. Bu suretle<br />
şuur yüzünde cereyan eden hadiselerin alt ında onlardan çok zengin bir<br />
derin ruhi hayat ın bulunduğunu ve as ıl dram ın orada cereyan etti ğini söyle-<br />
diği için buna "derinlik psikolojisi" de denmektedir. Fakat Freud bununla<br />
kalm ıyarak rüyalar ın ve mitolojinin sembollerini ayn ı metodla aç ıklamaya<br />
devam etti. "Totem ve tâbu" adl ı kitab ında dinin de esasen şuur - dışında<br />
teşekkül eden bir complex e' in sembolle şmwinden ibaret olduğu<br />
hükmü vard ır. Freud'un aç ıklamas ında kullandığı başlıca teknik şudur:<br />
insanda nefsi koruma ve ço ğalma iç güdüleri çat ışma halindedir. Ço ğalma<br />
iç güdüsü küçük çocu ğun şuurdışı temayüllerinden ba şlayarak cinsi müp-<br />
hem temayül halinde geli şirken daima nefsini koruman ın utanma, nefret gi-<br />
bi duygulariyle kar şılaşır. Onlar taraf ından bask ıya konur. Bütün düğüm-<br />
lenme i şte bu it i 1 i ş (refoulement) ten ileri gelir. Fakat şuurdışında<br />
biriken temayüller sansiiriin gev şediği zamanlarda (uyku, hastal ık v.s.)<br />
semboller, hayaller halinde şuur yüzüne ç ıkarlar. Rüya, psychose ve sürç-<br />
me şekillerindeki bütün a şağı dereceden tatminlerden ba şka bir de bu te-<br />
mayüllerin yükselmesinden (sublimation) ibaret olan ikinci bir tatmin şek-<br />
li vardır. İşte sanat, ahlak ve din gibi bütün insani de ğerler Freud'a göre<br />
bu "yükselme" nin eseridirler. Fakat de ğerleri alçaltmak ve hayvanla şt ır-<br />
maktan ibaret olan bu yayg ın-moda nazariyenin manevi zararlarmdan<br />
başka, son derecede zay ıf bir temele dayand ığını da hemen i şaret edelim.<br />
Düğümlenmeyi doğuran çat ışkan iki içgüdü bütün hayvanlarda mevcuttur.<br />
Fakat onlardan hiç birinde ne rüya, ne psychose, ne düğümlenme, ne iç k ıv-<br />
r ınt ısı, ne de yükselme cereyan etmemektedir. Yükselmenin olmas ı için te-<br />
mayüllerin yükselece ği bir hedefin zât en mevcut ol m as 1 la-<br />
zımdır. Aksi halde buna yaln ızca s a p m a veya yol de ğiştirme denebilit<br />
ve bu surette de hiç bir dü ğümlendirme aç ıklanamaz. Eğer temayüllerin<br />
kendine çevrildi ği bir hedef varsa o halde itili şin bu hedeften ileri geldi ğini,<br />
sava şın iki iç güdü aras ında değil, üstün benlik (Super Ego) ile aşağı ben-<br />
lik (Ego) aras ında olduğunu kabul etmek laz ım gelir. Nitekim bu düzelt-<br />
me sonradan Jung taraf ından yap ılmış, Freud'ün nazariyesinde müdafaas ı<br />
imkans ız cihetler ortadan kald ır ılmıştı. Fakat üstün benlik nedir? O bizim<br />
manevi varl ığımız, bize "yapma! kendine hakim ol!" diyen kuvvet midir?<br />
Eğer böyle ise bunu zaten eskiden mutasavv ıflar "Nefs'i-levvarne" diye ta-<br />
254
if etmekte ve a şağı benliğimize de "Nefs'i-emmâre" diyerek mücadeleyi ikisi<br />
aras ında görmekte idiler. Has ılı, Freud'un nazariyesi klile ştirici ve y ıkıc<br />
ı olmaktan başka, bu şeklile hakikatla da hiç alâkas ı yoktur ( 1 ).<br />
5 — Nihayet bütün bu görü şleri birle ştiren, veya onlardan, bir kaç ını<br />
bir araya getiren sentetik enerji nazariyeleriyle kar şılaşıyoruz. Bunlar dinlerde<br />
ilâhi ve k u t s a l' ın temelli bir rolü olduğunu ve ba şlıca<br />
vasf ın ın, insanlara, ziimreye, e şyaya sirayet oldu ğunu ve bu yayg ın 'kuvvetin<br />
bütün varl ıklara can ve hareket veren bir enerjiden ibaret oldu ğunu<br />
söylüyorlar. Meselâ Marett'e göre dinleri aç ıkl ıyacak " İptidai enerjetik"<br />
tir. Durkheime'a göre "kolektif tasavvur" da yayg ın bir enerji olarak görülen,<br />
mana' d ır. Leuba'ya göre " İptidai vitalizm" dir. Bu görü şler hakk<br />
ında da daha önce söylediklerimizi tekrar edebiliriz.<br />
9. SOSYOLOJİK DİN NAZARİYELERİ<br />
Natüralist din nazariyelerinden üçüncü tipi içtimai nazariyeler te şkil<br />
eder. Bunlar ya ferdleraras ı psikoloji, zümre psikolojisi, veya içgüdülerden<br />
cemiyete doğru geli şmeyi aç ıklıyan tekâmül nazariyesi, yahut da do ğrudan<br />
doğruya sosyolojik nazariye şeklinde ifade edilmi şlerdir. İçtimal psikoloji<br />
Gabriel Tarde ve Wundt'danberi dini aç ıklamaya çal ışıyor. Tarde'a göre din<br />
de diğer müesseseler gibi önce baz ı insanlar taraf ından icad edilen, yarat<br />
ılan değerlerin sonradan ba şkalar ı tarafından taklid edilmek suretiyle<br />
yay ılmasından doğmuştur. Fakat Durkheim' ın, gösterdiği gibi taklid cemiyeti<br />
izah etmek şöyle dursun, ancak cemiyet taraf ından izah edilebilir (2).<br />
Bir şeyin taklid edilebilmesi için belirli çevre şartlar ı lâzımdır ki, bunlar da<br />
cemiyetten ibarettir. Ayn ı kültür veya teknik seviyesinde olan cemiyetler<br />
aras ında taklid yap ılabilir. Taklidin hududu cemiyetlerin de hudududur.<br />
Bundan başka her şey her yerde icad edilemez. İcad ı anlamak için mucidi<br />
yeti ştiren şartlar ı bilmek lâzımd ır. Afrika kabileleri aras ında bir Marconi<br />
yeti şemez. Eğer icad-taklid nazariyesi do ğru değilse onun din hakk ındaki<br />
aç ıklamalar ı da doğru değildir. Bütün bu söylediklerimizi dinlerin do ğu şu<br />
ve yayıl ışı için de söyliyebiliriz. Wundt veya Le Bon gibi cemaat psikologlar<br />
ı daha kolay anlaşılabilir. Fakat onlar ın aç ıklama tarzlar ından bir çoğunu<br />
yukar ıdaki nazariyeler aras ında gördüğümüz için tekrar dönmüyoruz.<br />
6 — Spencer ve onu takip eden baz ı sosyologlar içgüdüler ve temayül-<br />
(1) Feud, ölümünden bir y ıl önce yazd ığı Abr:ög de Psychanalyse adl ı kitapta<br />
bu fikirlerirbde esasl ı değişmeler yapm ıştır. (1939)<br />
(2) Les Regles de la Mahode Sociologique; Les Formes lementaires de la vie<br />
Regillemie. Bunlardan başka Prohibition de l'inceste et ses origines adl ı<br />
mühim makalesi bu konuya aittir. (Annee Sociologique, vol. 1.) Bu eserle-<br />
rin türkçe tereümleri vard ır.<br />
255
lerin tekâmülü ile içtimai hayat ın kompleks şekillerini anlamaya çal ışmaktadırlar.<br />
Fakat bu ara şt ırma baz ı dinlerin açıklanmas ında yenilik getirmi ş<br />
değildir. Bunlar daha ziyade Tylor ve Firazer'in ferdi psikolojiye dayanan<br />
nazariyelerinin gelisme,:,,inden ibarettir. As ıl sosyolojik görüş bütün orijinalliğ'i<br />
ile Emile Durkheim taraf ından ifade edilmi ştir. Durkheim, positivism'in<br />
din sahas ındaki son sözü say ılabilir. "Sosyoloji Metodunun Kaideleri"<br />
nde ortaya koydu ğu prensiplere sad ık olarak din hadisesini en mühim<br />
eseri olan "Dini Hayat ın İptidal Şekilleri" nde tatbik etti. Durkheim, do ğrudan<br />
doğruya iptidailer aras ında ya şıyarak şahsi müşahed&er yapmarnakla<br />
beraber bu konuda yap ılmış bütün ara şt ırmalar ı toplad ı. Bilhassa Spexıcer<br />
ve Gillen adında iki etnoloğun Avustralya klanlar ına ait tetkiklerine<br />
dayanarak dinlerin dokusu hakk ındaki nazariyesini ileri sürdü. Bunun için<br />
de önce Max Müller'in n at ur a 1 i s m e, Frazer'le Tylor'un a n i -<br />
misme diye tan ılan nazariyelerini tenkid etti. Ona göre dinler asla, ferdi<br />
psikoloji ile aç ıklanamazlar. Bu nazariyelerin bütün kusuru bu yanl ış denemeden<br />
ileri geliyordu. Din en orijinal ve asil içtimal hadisedir. Durkheim,<br />
din hakk ında ileri sürülmü ş muhtelif tarifleri gözden geçiriyor: a)<br />
dini Allah fikri ile tarif etmek yanl ışt ır. Çünkü iptidai dinlerde Allah fikri<br />
yoktur. Ayr ıca, bouddhisme gibi baz ı üniversel dinler de bu fikirden mahrümdur<br />
diyor. b) dini t abi a ü s t ü âlem ile tarif de do ğru değildir. Çünkü<br />
tabiatüstü Mem bütün dinlerde yoktur. Yaln ız yüksek dinlere mahsustur.<br />
c) dini tabiat ın mistik bir tarzda tefsiri diye tarif edenler de hata ederler.<br />
Fakat tabiattan ald ığımız intibalar de ğişiktir. Bir çok dinlerde tabiat<br />
sonradan yarat ılmıştır. Bu eksik tarifleri bir yana b ırakarak Durkheim dini<br />
sosyoloji dili ile şöyle tarif ediyor. Bir dinde iki esas vard ır: itikad, ayin.<br />
Birincisi tasavvurlara ve fikre, ikincisi hareket tarzlar ına aittir. Her âyin<br />
bir itikad ın diş ifadesidir. İtikad bütün e şya= kutsal ve k u t sa 1-<br />
d ışı diye s ınıfland ırılmasından ibarettir. Ayin ve minsekler de ona ba ğlı<br />
olarak kutsal ve kutsald ışı ayr ılışına bağlanırlar. Bir din, Durkheim'a göre<br />
kutsal yani ayr ılmış ve yasak edilmi ş eşyaya ait ve saliklerini Ümmet<br />
(= cemaat) denen manevi bir birlik içinde toplayan itikadlar ve amellerin<br />
sistemidir.<br />
Durkheim' ın nazariyesi öteki na,türalist aç ıklamalardan üstün bir değerdedir.<br />
Önce ferdi psikolojiye ait izahlardan kurtulduk'', sonra da dinin<br />
en müşterek ve en umumi vasf ı olan k utsall ı k mefhumu üzerinde dur-<br />
duğu için bu nazariyenin meziyetini kabul etmek laz ımd ır. Fakat hemen ilave<br />
,edelim ki bu nazariyenin, de tahlil edilinGa, ötekilerden mahiyetçe farks ız<br />
olduğu görülecektir. Durkheim, asl ında içtimal olan dinin doğuşunu şöyle<br />
bir faraziyeyle aç ıklamak istiyor: kutsall ık, bir zümre ferdlerini baz ı hay-<br />
256
van, bitki ve e şya nevilerine bağl ıyan, cevher birli ği (consubstantialit) dir.<br />
Bu mevcutlar ve bu şeylerdeki mü şterek cevhere onlar mana diyorlar.<br />
Iptidaller acaba neden e şyay ı ve insanlar ı birbirine bağl ıyan görünmez bir<br />
kuvvet, bir mana tasavvur ediyorlar. Durkheim'a göre bunun sebebi insanlar<br />
ı gündelik hayatlar ı .üstüne yükselten, onlar ın ruhca birbirlerine ba ğlanmalarına<br />
sebeb olan kolektif bir heyecan ı ya şamalar ıdır. Bu heyecan s ıras<br />
ında iptidailer kendilerini sürükliyen bir kuvvetin bulundu ğunu hissediyorlar.<br />
Kolektif heyecan, geçtikten sonra bu kuvvet azal ıyor ama, her seferinde<br />
tekrar canlanabiliyor. Öyleyse ta şkınl ık s ıras ında meydana ç ıkan,<br />
kendilerinde, hatta civarlar ındaki e şyada görülen bu kuvvet iptidailerin<br />
dokunduğu şeylerden farkl ı, onlara üstün ve yayg ın bir kuvvet olmal ıdır.<br />
Işte kutsall ığın men şei budur: fakat kolektif heyecan neden insanlardan<br />
ba şka canl ılara, hatta cans ız eşyaya geçiyor? Bütün civar dünya ile neden<br />
bir cevher birliği kazan ıyor? Bu kuvvet neden dünyaya ait şeylerden kesin<br />
olarak ayr ılnıışt ır? Yani pâk ve nâpâk (pur et impur), kutsal-profan ayr ılışnun<br />
sebebi nedir? Bu kuvvette neden hem çarp ıc ı hem çekici, hem iyi<br />
hem kötü çift vas ıf, ayr ılmamış olarak (ambivalence halinde) birle şmiştir?<br />
Bu noktalar yaln ızca "kolektif heyecan ın hat ırlanmas ı" ile aç ıklanabilecek<br />
gibi görünmüyor. Bundan ba şka etnologlar ın ara şt ırmaları totemik denen<br />
bu iptidal zümreler içerisinde dahi totemler ve ruhlar d ışında bir üstün varl<br />
ık, bir Tanrı fikrinin olduğunu, duanın daima ona tevcih edildiğini göstermektedir<br />
(1). Toternlere asla dua edilmiyor. Onlar yaln ızca kendilerinde<br />
kutsall ık yay ılm ış olan ferdi e şya olarak dini inan ış içine giriyorlar.<br />
Durkhebn, kolektif heyecanla kutsall ığın doğuşunu aç ıklamaya çal<br />
ışırken farazi olarak iptidailerde cinsi ta şkınl ıklar, harp, hasad ve bitkilerin<br />
üreme zamanlar ı gibi zümreyi harekete getiren, ço şturan gündelik dağınık<br />
hayatlar ından farkl ı ke şif bir hayat ya şamalar ına sebeb olan v i -<br />
t a 1 âmilleri say ıyor. Eğer kutsall ık bu suretle doğuyorsa, mana'n ın<br />
köklerinde kaba "hayati enerji"nin bulunmas ı lâzımgelir ve böylece bu nazariye<br />
de öteki enerji nazariyelerinden farks ız demektir. Eskiden Haepe,<br />
daha sonra Dulaure taraf ından müdafaa edilen, Darwin'in de maymundan<br />
insana geçi şi izah için yard ımc ı faraziye olarak ba ş vurduğu bu cinsi ta şk<br />
ınl ık fikri Freud taraf ından yeni bir deneme tecrübesi içinde tekrar ele<br />
al ındığın ı yukar ıda görmü ştük. Duirkheim' ın kolektif ruhçuluk nazariyesi<br />
köklerinde bu vital enerjiye dayanmak zorunda kald ığı için, ötekiler hak-<br />
k ında yapt ığım ız tenkidleri k ısmen ona da tevcih edebiliriz. Öte yandan bu<br />
nazariye dini hayat ı kolektif tecrübenin yanl ış bir tefsiri saymaktad ır.<br />
(1) Yukarda zikretti ğimiz Frobenius, Schmidt, Koppers, v.s. nin ara ştırmalar ı<br />
bunu gösteriyor.<br />
F.: 17 257
Eğer din hayat ı bizim müşterek heyacan ımızdan ibaret olduğu halde<br />
tahlil yetmezli ği bunun şuuru, cemiyeti ve bütün vard ığı aşan esrarl<br />
ı bir kuvvet şeklinde tefsirine sebeb oluyorsa; bu nazariyeye göre<br />
"işin asil" anla şıl ınca art ık yanlış tefsiri terk etmek ve yerini positif cemiyet<br />
duygusuna b ırakmaktan ba şka i ş kalmıyor. Böyle bir görü şün vaktiyle<br />
spekülatif nazariyelerden, mesela Guyau taraf ından ileri sürülen<br />
"yanlış tefsir"den fark ı kalmadığı için, aynı tenkidleri bunun için de tekrar<br />
edebiliriz. "Kolektif heyecan", son tahlilde psikolojik oldu ğu için,<br />
Durkheim' ın din nazariyesi psikolojik ve sübjektif ve bundan dolay ı da dinin<br />
temeli olan aşk ın varlığı inkâra giden bir nazariyedir. Orada din<br />
problemi ontolojik manasın ı kaybederek yaln ızca gnosesvlogique bir mana<br />
al ır. Böyle bir tahlil ise dine de ğil, ancak dindar insan ın sübjektif davranışına<br />
aittir. Bu inkar o derecede aç ıkt ır ki Allah'la cemiyeti ayn ı saymağa<br />
kadar var ır (1). Materyalist nazariyelerle kar şılaştir ılınca, üstün<br />
görülen psikolojik ve sosyolojik nazariyeler de, sonunda onlar gibi ontolojik<br />
ve realist din fikrine cevap vermedikleri için problemi ya ortadan kaldıirmakta,<br />
yahut ferdl veya içtimai şuura irca etmektedirler.<br />
10. DOĞNIATIK VE NATURALİST NAZARİYELERİN MIJEAYESESİ<br />
Dogmatik metafizik ile natüralist nazariyeler tamamen z ıt istikametlerden<br />
hareket etmekle beraber zihniyetleri ayn ıdır: birincileri dini obje<br />
aç ısından ele al ıyorlar; ikincileri tam tersine dini süje aç ısından tetkik<br />
ediyorlar. Fakat her ikisi de (biri ontolojik öteki ilimci metodu kullanmakla<br />
beraber) ak ılc ı ve dogmatiktirler. Ynni, her ikisi de her şeyin ak ıl<br />
prensipleriyle bilinebilece ğine kani'dirler. Dogmatik metafizik bu kanaati<br />
bütün varlığa yaydığı halde, ilimci felsefe onu yaln ız duyu verileriyle s ın<br />
ırlı olan bilgi sahas ına hasreder. Birincisine göre Allah' ın varlığını akli<br />
ve dogmatik olarak bilebiliriz. İkincisine göre Allah hakk ındaki düşüncemizi<br />
akli ve dogmatik ilim metodlariyle aç ıklayabiliriz. Dogmatik metafizikin<br />
Allah' ı ispat için kulland ığı mücerred mant ıki deliller nas ıl gerçeğe<br />
bağlı olmadan işlediği için mant ık oyunlar ı (paralogisme) halinde<br />
kalmakta ve birbirini nakzetmekte ise, akli ve dogmatik ilmin din hakk ındaki<br />
izah denemeleri de birbirini nakzeden nazariyeler halini almaktad ır.<br />
Burada az çok temas etti ğimiz natüralist nazariyelerden her, biri ötekini<br />
red etmekte, bununla beraber hiç biri dini aç ıklamaya yetmemektedir.<br />
Gerek dogmatik ontolojilerin gerek rasyonel ilmi nazariyelerin bu<br />
acizleri neden ileri çeliyor? Bunun ba şl ıca sebebi dini hakikat ın rasyonel<br />
hakikate imal için yap ılan bo şuna gayrettir. Dini hakikat ak ıl ve şuuru<br />
258<br />
(1) Durheim bir makalesinde bunu sarih olarak söylüyor (Sociologie et<br />
Philosophie)
kuşatan aşk ın varlığa, insan ı ve alemi ihtiva eden ve ak ılla kavranmas ı<br />
mümkün olm ıyan varl ığa ait hakikattir. Bundan dolay ı dinin hakikatine<br />
bilgi hakikat ı değil, ancak iman hakikati diyebiliriz. Herhangi bir bilgi<br />
fiili ile dini hakikata, mutlak'a ula şmak için yap ılan bütün gayretler başarıs<br />
ız kalmaya mahkûmdur. Bilgi, ister istemez i z a f I' de, s ınırl ı<br />
ve sonluda kalacak, mutlak ve a şkın varlığa çarpacak ve k ırılacakt ır. Fakat<br />
bilgi, bununla beraber hiç bir zaman a şk ın varl ığa çevrilmekten vaz<br />
geçmiyecektir. Çünkü kendi kendisini kabul edi şi ancak sonsuzla, s ın ırsızla,<br />
mutlakla çevrildi ğini kabul etmesinden ileri gelir. Mutlak' ın ve sonsuzun<br />
inkarı bizzat "izafrnin ve sonlunun da inkar ı demektir. Mutlakla<br />
bütün alakalar ım kesen bir felsefe kendi temelini y ıkmış ve intihar etmiş<br />
olan "mutlak şüphecilik"ten başka bir şey değildir ki bu inkâr da şüphenin<br />
mutlakl ığın ı koyduğu için yeniden mutlak'a kap ı açacakt ır.<br />
Bununla beraber gerek dogmatik gerek rasyonel ilim nazariyeleri dini<br />
hakikate yaklaşmak için as ırlar boyunca mühim ad ımlar atm ışlard ır:<br />
a) önce dogmatik ontolojiyle bizim hakiki ontolojiye, irrationnel varlığa<br />
imanla teveccüh etmemiz için zemin haz ırlamışlard ır. Ak ılla kavranmas ı<br />
mümkün olm ıyan kuşat ıcı varlığa nufuz için akl ın yaptığı bütün boşuna<br />
denemeler bir yandan ak ılla iman ın s ınırları meselesini meydana koymu ş ,<br />
bir yandan da irrationnel varl ık probleminin felsefede merkezi bir mahiyet<br />
kazanmas ını temin etmi ştir. Allah' ın ak ılla kavrana ımyan sonsuzluğuna<br />
doğru insan ruhunun yapt ığı bütün hamleler, sonsuz varl ık içindeki sonlu<br />
ve s ınırlı varl ık sahalar ında da ayn ı neticeleri doğurmuştur: insan ın irratianneri<br />
aklile ştirmek için yapt ığı bütün gayretler nazariyeleri, sistemleri<br />
meydana getirmi ştir. Bizim izah etme ve anlama dedi ğimiz<br />
yar ım ba şarılar ın hepsi bu gayretlerin eseridir.<br />
b) Sonra rasyonel ilim nazariyeleri de sübjektif dini: hakikate yakla şmak<br />
için yap ılmış türlü hamleler olarak görülmelidir. Bunlar ın müşterek<br />
neticesi de (en ba şarıs ız ve mayus şekillerinde dahi) dini inanc ın rasyonel<br />
bir sistem içerisine s ıkışt ırılamıyacağı hakk ındaki kanaatt ır. Ne biyolo-<br />
jik nazariyelerle, ne psikolojik ve sosyolojik nazariyelerle dini inanc ın<br />
mahiyeti'ni tamamen kavramak kabil de ğildir. Bununla beraber bütün<br />
aklil e ş t i r m e denemeleri dini iman ı anlamak ve izah etmek için<br />
meydana gelmi ştir. İnsan zihninin irrationnel imana nufuz için onlardan<br />
başka bir vas ıtas ı da yoktur.<br />
Bir yandan objektif, bir yandan sübjektif iki nufuz tarz ın ın bize öğrettiği<br />
mühim netice şudur: dini hakikat ayn ı zamanda hem obje hem süje<br />
olarak ele al ınmalıd ır. Bu ise insan zihni için imkan.s ızdır. Mutlak' ın bu<br />
259
çift manzaras ından ya birine ya ötekine do ğru çevrilebilinix: ya dini objeyi<br />
aklileştirmeğe çal ışırız; yahut dini süje'yi anlamak için türlü denemeler<br />
yapar ız. Bu ise mutlak' ı ile kavramaya mani'dir. Çünkü şuurumuzun<br />
bünyesi ba şka türlü davranmam ıza elveri şli değildir. Biz hâdiseleri zaman<br />
süresi içinde idrâk ediyoruz. Şuur hallerimiz bu zaman seyrine ba ğl<br />
ı sürekli bir olu ştur. Bu olu şu asla bütün olarak kavr ıyam ıyoruz: yaşadığımız<br />
halin, geçmi şin devamı olduğunu kabul etsek bile, geçmi ş şimdiden<br />
ayrı olarak kal ıyor. Hele, şimdi ile geleceği birbirine bağl ıyam ıyoruz. Çünkü<br />
gelecek, beklediğimiz, ümit ettiğimiz, fakat "henüz gerçekle şmemiş<br />
olan" şeydir. Geçmiş ise hatırladığımız, fakat art ık mevcut olm ıyan şeydir.<br />
Ayni sezgi içinde mevcut olm ıyan ile mevcut olan ı nas ıl birleştirebiliriz?<br />
Şu halde şuurumuzun bünyesi şimdiye ait olan sezgi (intuition actuelle)<br />
ile kalmaya mecburdur. Böyle olunca da bu sezginin şimdiyi aşan zaman -<br />
üstü varlığı kavramas ı imkans ızdır. Bergson din felsefesini böyle bir sezgiden<br />
ç ıkarmak istiyordu. Fakat bununla biz yaln ız hayat ın akışını, hayat<br />
hamlesini anl ıyabiliriz. Bu ak ış üzerine yükselerek onu geçmi ş ve gelecekte<br />
kuşatmak üzere bütünlü ğü ile kavrayamay ız. Şuur süresine ait ayr ı ayr ı<br />
sezgileri bir araya getirmek, oradan hiç de ğilse şuur ve hayat ın mutlak' ını<br />
bulmak ta kabil de ğildir. Çünkü bu suretle elde etti ğimiz tek şey, muhtelif<br />
ş imdiye ait sezgileri birle ştirmekten ba şka bir işe yaram ıyacakt<br />
ır. Halbuki din problemi bahis konusu olunca, yaln ız şuur ve hayatla<br />
değil, mutlak olarak varl ıkla, bütün gerçek ve mümkün var olanlar ı ku şatan<br />
sonsuz varl ıkla temasa gelmemizi temin eden bir sezgi olmal ıdır.<br />
Ll. DİNİ HAEİKATTE VİRTÜEL SEZGİ<br />
Ahlak bahsinde dokunduğumuz gibi aktüel sezgi zaman üstü mutlak<br />
varl ığı kavrayamaz. O ya süjeye çevrilir ve yaln ız hali, ona bağlı olan ya-<br />
kın geçmişi kavrar, gerçe ğin bilgisi olur; yahut objeye, gelece ğe çevrilir,<br />
sezgi olmaktan da ç ıkarak gelece ğin, idealin tasavvuru olur. Fakat bu<br />
sezgi ile bu tasavvuru ayni fiilde birle ştirineyiz. Bunun için, şuur halleri<br />
üstünde değişmiyeni, zaman içinde lahzay ı, hareket içinde sükanu kavrayacak<br />
bir ba şka yetiye (facuW), yaşanmış tecrübe ile kavranan, gerçekle<br />
ideali birleştiren virtüel sezgiye ihtiyaç vard ır. Virtüel sezgi ya şanmış<br />
ve yaşanacak gerçek ve mümkün hallerin ayni lahzada ayn ı şuur fiilinde<br />
kavranmas ı demektir. Bu acaba mümkün müdür? Psikolojik tecrübe<br />
buna hay ır! diye cevap verir. Çünkü biz yaln ız şuur süresi içinde yaşıyoruz<br />
ve yaln ız orada tecrübe yapabiliriz. Fakat biz h a 1 ' de de ğişen<br />
şuur süreçini değil değişmiyen varlığı da yaşıyabiliriz. Bu tecrübe şuur<br />
içinde bir varl ık tecrübesidir. Art ık burada şuur fiili kendi kendisini süje<br />
olarak değil, varl ı k olarak kavramaktad ır. Bedenimize ba ğlı ka-<br />
260
litatif şuur değişmeleri, idrakler, heyecanlar, haz ve elemler, arzular, hat ı -<br />
ralardan ibaret olan hayat ım ızdan burada kurtuldu ğumuzu hissederiz.<br />
Bu bütün değişmelere rağmen yine kendisi olarak kalan bir devain fiili,<br />
bu şuurun asıl kendisidir. Burada ne atomcu psikolojinin. unsurlar terkibi<br />
halinde anladığı şuuru, ne objeye çevrilmi ş "kasdl ı fiiller" huzmesi<br />
halindeki şuuru, ne dış â,lemin bütün izlemlerinden (duyular, fikirlerden)<br />
s ıyr ıldığı zaman bo ş bir kal ıp (tabula rasa) halinde kalan şuuru, ne de kalitatif<br />
değişmeler içinde sürüp giden bir ak ış hâlin.deki şuuru görüyoruz.<br />
Onlar ın hepsi bu şuurun as ıl kendisine nazaran birer vas ıftan, veya fonksiyondan<br />
ibarettirler. Bu nihayet Descartes' ın "dü şünüyorum"u da de-,<br />
ğildir. Çünkü "düşünüyorum" fiiliyle ifade edilen dü ş ünce daha<br />
önce Orta-çağ filozoflar ı, bilhassa İbn Sina taraf ından ifade edilmi ş olan<br />
cevheri ş uur görü şüne bağlıd ır. Cevheri şuur ise kendi başına<br />
mevcut olmal ıd ır. Varl ığı için başka hiç bir şeye muhtaç olmamal ıdır.<br />
Nitekim İbn Sina onu ispat için "uçan insan" delilini ileri sürmekte<br />
idi (1). Descartes'a göre de dü şünce, var olmak için ba şka bir şeye<br />
muhtaç değildir, ve kendi kendisiyle kaimdir (2) : o suretle ki o, Husserlk.<br />
in gösterdiği gibi mutlaka "bir şeyin şuuru" olmağa mecbur değildir.<br />
Çünkü yalnızca kendi kendisinin şuuru da olabilir. Fakat Descartes' ın<br />
"düşünüyorum"u gerçek midk? Hiç bir şeye muhtaç olm ıyan, hiç bir objeye<br />
çevrilmemi ş şuur varm ıdır? Şuurun bizzat kendi kendisini kavramas ı<br />
için yapt ığı hamlede şuur daima bir ba şka şekilde fiilini kavramaktan ileri<br />
gidebilirmi; yani kendi kendisinin objesi olabilirmi? Bu günkü felsefe<br />
Descartes'la Husserl ve Bergson aras ında mekik dokumaktad ır. Fakat bi-<br />
rincisinin tezindende şuur asla ula şılam ıyan bir ideal, bir limit olarak kaldıkça,<br />
Spinoza'n ın tabiri ile düşüncenin dü şüncesinin dü şüncesi, vs...<br />
tautologie'sine ulaşt ıkça şuurun hareket noktas ı olarak ileri sürülemez.<br />
Fakat ikincisinin tezi bütün " şuur fiilleri"nin kendisinden ç ıktığı bir ilk<br />
E g o ' yu z ımnen kabule mecbur oldukça kas ıdlı fiiller huzmesi ile as ıl<br />
şuuru bir saymada hakl ı olmıyacakt ır. Nitekim ayni şeyi başka bir açıdan<br />
Bergson için de söyliyebiliriz. Demek ki şuurun türlü türlü tarifleri<br />
içinde değişmiyen, hepsinin varl ık sebebi olan daha derin bir tarife ihtiyaç<br />
var: şuur, psikolojik yaşanmış hallerin değişmeleri üstündeki sürekliliktir.<br />
Başka deyi şle değişmeler içindeki devamd ır. Ve her Mhzada de-<br />
ğişmelere rağmen devam ın varl ığını sezebili'iz. Bu Bergson'un anlatt ığı<br />
aktüel sezgiden farkl ı bir sezgi olacakt ır. Burada şuurun kalitatif değiş-<br />
meler içindeki ak ışını değil, (çünkü bu suretle yaln ız değişmeleri kavraya-<br />
(1) Bu delil garba L'homme volont diye geçmi ştir. (H. Z. Ülken, Islam Felsefesi<br />
Tarihi.)<br />
(2) Descartes, Discours de la 3ffthode.<br />
261
iliriz) bütün bu değişmeler içindeki de ğişmiyeni, bu hareketli olu ş içindeki<br />
varlığı kavrayaca ğız. Art ık sükün, devam veya form, zihin yollar ından<br />
geçerek ula ştığımız mücerred bir kavram de ğil, sezgiyle do ğrudan<br />
doğruya elde ettiğimiz bir veri olacakt ır. Süldinla hareketin kavramla<br />
sezginin, dü şünce ile ya şanmış tecrübenin kar şı karşıya geldiği gibi zıd<br />
olmıyacak, tam tersine, hareket içindeki sükin ı, yahut değişme içindeki<br />
devam doğrudan doğruya sezginin verisi olarak kavranacakt ır. Şu farkla<br />
ki, bu sezgi zıdların birle ştiği paradoxal bir gerçeğe, varl ığın özüne çevrilmektedir.<br />
Varl ığın bir manzaras ı olan sükûnu kavramlarla, hendesi<br />
figürlerle ifade edecek, yahut ba şka bir manzaras ı olan ruhi hareketi bir<br />
iç tecrübenin verisi olarak alacak yerde henuz kendisinde iç ve d ış, obje<br />
- ve süje ayr ılmamış olan şuurun asl ında onu değişmeler içindeki değişmezliği<br />
ile virtüel sezginin do ğrudan doğruya verisi olarak alacakt ır.<br />
İşte sanatkar ın, ahlakçunn, din adam ının aşk ın varlığa ait tecrübesinde<br />
hareket noktas ı vazifesini gören bu virtüel sezgidir. Sanatkar vak ıa<br />
kalitatif şuur hallerini ifade eder, fakat sanat ı, gündelik hayattan ve<br />
psikolojik tecrübeden ay ıran bu şuur halleri içinde devam ı sabitliği bulmas<br />
ından, sanatkara mahsus olan virtüel sezgiden ileri gelir. Ahlakç ı ve<br />
din adam ında bu sezgi daha derinle şir. Onlar, izafi ile mutlak ın, sonlu<br />
ile sonsuzun hududu üzerinde bulunurlar. Şuurun bu paraıdoxal mahiyeti<br />
ahlakç ı ve din adam ına mutlak varl ığın hududunda ona doğru insan ın yapabileceği<br />
hamlelerin en büyü ğünü, gerçekle ideali birle ştirme hamlesini yapmas<br />
ına imkan verir.<br />
Bununla beraber din adam ın ın mutlak önündeki virtüel sezgisi hayat<br />
boyunca istenildiği kadar uzat ılamaz. O, şuurun obje ve süjeye bölünme.<br />
mişlik fiil ile , şuurun zıd ve tamamlay ıc ı vasıfları olan paradoxal fiili ile<br />
mutlak varl ığın irrationnel'i aras ındaki nadir uyu şmada meydana ç ıkabilir.<br />
Gündelik hayat şuuru kendi ak ışına sürükler. Dikkat, her zamanki gibi<br />
eşyaya çevrilir. Hal her zamanki gibi gelecekten, süje objeden ayr ıl ır.<br />
O zaman iki insan tekrar uyu şmamak üzere ayr ı kalirlar: bir yanda sübjektiflik<br />
içinde mutlak ı'a doğru at ılmanın, mistik korku ve angoi,sse'm derin<br />
tecrübesini yapan existentialist, öte yanda diri idealin üniversel kavramlar<br />
ını veren idealist. Biri sübjektif, öteki objektif din felsefesinin bu<br />
iki temsilcisi birbirine dirsek çevirm ş olarak dururlar. Onlar ın metod ve<br />
dünya görü şü bak ımından bar ışmazl ıkları, konular ının müşterek olmas ına<br />
mani' değildir. İkisi de ayn ı şeyi, mutlak varl ığı istemektedirler. İkisi<br />
de ayni şeyden, izafiden ve tabiat bilgisinden kaçmaktad ırlar. Bunun için<br />
onlarda kavramc ılıkla sezgicilik, birbirine bu kadar z ıd olan iki görüş ,<br />
sırf mutlak'a ait asil' (original) görü şten, virtüel sezgiden hareket ettik-<br />
262
leri ve yollar ı sonradan ayr ıldığı için aynı hedefte tekrar birle şirler. Kutsan<br />
ık tecrübesi bir müphem çift hatta çok de ğerlilik tecrübesidir: orada<br />
insan ba şka sahalar ın ay ırmış olduğu zıd değer hükümlerinin ayn ı hüküm<br />
içinde birleştiklerini bulur: Allah hem cazip hem tehdit edicidir, hem<br />
güzel hem korkunçtur, hem afv edici hem kahr edicidir. Bütün bu z ıdlar ın<br />
birleştiği yer ancak sonsuz varl ık olabilir. Onu Platon'danberi bir çok<br />
filozoflar görmü şlerdi: Plotinus, Nicolas de Cusa, Giordano Bruno, nihayet<br />
Schelling; zaman ımızda da Kierkegaard. Bu yüzden bütün bu filozoflar<br />
mutlak varl ık sahası olan dinde henuz değerlerin ayr ılmamış olduğunu söylenen<br />
Kierkegaard'a göre din sahas ı paradox sahas ıdır. O ak ıldan mutlak<br />
olarak ayr ıdır. Ona ak ılla hiç bir suretle nufuz edilemez. İman, ahlaki<br />
değerleri yalanlar. O iyi ve kötünün üstünde kabul edilir. İsa, Tevrat' ın<br />
mutlak değerleri yerine sevgiye dayanan yeni kanunu koyuyordu.<br />
Fakat burada ak ıl ve iman sahalar ı aras ındaki kesin ayr ılık meselesi<br />
kendisini zorla meydana koymaktad ır. Acaba bu paradoxal varl ık sezgisi<br />
kafam ızı alt üst etmez mi? Bunun önünde gündelik hayat ın icaplarından<br />
başl ıyarak basit teknik dü şünceye, tabiat ilimleri ve ideal ilimlerin (matematik<br />
ve formel mant ığın) kanunlar ına kadar bütün bildiklerimiz sars ılmıyacak<br />
m ıdır? Böyle bir durumda ya paradoxal varl ığın bize hükmederek<br />
bütün akla dayanan bilgirnizin, temelinden sars ılmas ına; yahut, bu ikinciler<br />
daha sağlam ve tesirli iseler paradoxal ve ak ıldışı varlığa karşı kulaklar ımızı<br />
ve gözlerimizi t ıkam ıya varm ıyacak miyiz? Nitekim çok defa ilimle din<br />
aras ındaki çat ışma bu buhram doğurmu ştur (1). Bu yaln ız positivism'in çok<br />
yaygın olduğu son asra ait bir hadise de ğildir. Bunun köklerini İlk-çağa,<br />
Sofist'lerin tabiat fizikçileri kar şısındaki davran ışına, Epicurism'in Stoa'-<br />
c ılara karşı tavrına, tabiat filozoflar ın ın İslamda Kelâmc ılar ve Me şşarlere<br />
karşı ald ıkları vaziyete kadar götürebiliriz. Fakat bilhassa, Lurniere felsefesi<br />
devrinde maddecilerle ruhçular aras ında ba şlıya,n kavga zarnan ırrnzda<br />
mektep sıralar ına kadar sokulmu ş, bilhassa, Tanzimat'tan so ı-ıra Osmanl ı<br />
eğitim sistemindeki ikilik önce mekteple medrese aras ında, daha sonra bizzat<br />
mektebin içerisinde bu buhran ı derinleştirmiştir. Tesir yaln ız mektepten<br />
değil, sokaktan, gazeteden, üstün medeniyetin ezici kuvvetinden, ba şarı ve<br />
zaferden geliyorsa bu kavgada hangi safin, ilerliyece ği, hangisinin geriliyeceği<br />
kolayca anla şılır. Mektep s ıralar ında fizik ve "Uliınfu diniye" dersleri<br />
bu çat ışman ın kaynağı oluyordu. Fakat az sonra bütün tabiat ilimleriyle<br />
din dersleri, nihayet proğramlann geni şlemesiyle tabiat ilimlerini taman ılıyan<br />
felsefe dersleriyle onun kar şısında "Din dersleri" daima biraz daha<br />
ikincisinin aleyhine olmak üzere, kavgan ın iki mihveri haline geldi. Acaba<br />
(1) Akif - Fikret, Sebil-ür-re şad - İçtihat çal ışmas ı, halinde şiddetlenmi ştir.<br />
.263
u mütemadi gerileme nedendi? Bunun sebebi yaln ız Batıdan gelen yeni<br />
bilgilerin başarı ve zafer bilgileri say ılmas ından değil, ayni zamanda din<br />
derslerinin öğretim tarzının zay ıfl ığından ileri geliyordu. Din dersleri dini<br />
objenin "Ak ıl-üstü" mahiyetine dini duygunun ve tecrübenin orijinal de ğerine<br />
asla dokunm ıyan, eski dogmatik metafizikin imkans ız mant ık oyunları<br />
içerisinde bucal ıyordu. Bu mant ık oyunları tabiat ve matematik ilimlerinin<br />
müspet metodlar ı önünde zihinlere hükmetmeden çok uzakt ı. Hele içtimai<br />
ilimlerin tenkidçi metodu ve felsefenin positivist bir aç ıdan tefsiri i şe kar ışınca<br />
din derslerinin, başarısızlığı büsbütün katIle şiyordu. Eğer bizde din<br />
ve ilim çatışmasm ın başladığı devirde Bat ı düşüncesi Lumi&e'cilerin dar<br />
görüşünü aktaracak yerde Kant' ın geni ş tenkidçili ğini, ahlak ve din felsefesini<br />
getirmi ş olsaydı tabiat ilimleri terbiyesiyle din terbiyesi aras ında<br />
ahenk bir dereoeye kadar temin edilebilirdi. Fakat ne üniversitelerimize, ne<br />
liselerimize bu geni ş Garp düşüncesi giremedi veya girmede son derece gecikti.<br />
Bu müddet zarf ında kültürü sars ılmış, Garb' ın teknik üstünlü ğü<br />
önünde aczini her gün daha çok hissetme ğe başlamış bütün Şark'l ı memleketlerde<br />
oldu ğu gibi positivism. hayranl ığı ve din aleyhtarlığı istilâ şeklini<br />
kolaylıkla aldı .<br />
Halbuki Şark'ta alt ı yüz y ıl önce dogmatik metafizikin elinden dini<br />
kurtarmak ve ilimle din aras ında âhenk bulmak için, mühim bir hamle olmuştu.<br />
Ba şında Gazali bulunan bu hamle bir müddet fikir dünyas ında devam<br />
etmekle beraber medrese ve tekke ikili ğini ortadan kald ıracak kadar<br />
hayata nüfuz edemedi. Gazali iç gözü ile d ış gözünü ayırıyordu. İç gözü veya<br />
"kalp gözü" dünya ilimlerinin aç ıkl ıyamıyacağı derin mutlak hakikate<br />
açılmışt ır. Onunla dini ve iman ı kurarız. Dış gözü ise tabiat ilimlerinin gözüdür.<br />
Onunla dünyay ı ve akl ı kurarız. Biri içe öteki d ışa çevrilen bu iki<br />
göz aras ında kesin bir saha ayr ılığı olduğu için, hiç bir tezad yoktur. Gazali<br />
böylece her türlü kafa buhran ını önliyen bir c ı ğır açabilirdi. Fakat acaba<br />
insanda biri „time öteki dine çevrilmi ş, birbirinden bu kadar ayr ı iki şahsiyet<br />
yanyana yaşıyabilir mi? Laboratuvarda ilim zihniyeti ile, cami'de iman<br />
zihniyeti ile hareket eden ve hayat ın bu iki safhas ı arasında hiç bir çat ıdmaya<br />
meydan vermiyen iki şahsiyetli insan, gerçekte "bütün insan" m ıdır?<br />
Burası şüphelidir. Tabiat bilgilerini yapan ak ılc ı şahsiyet, acaba her an<br />
dindarın iman ı şahsiyetini. sorulariyle rahats ız etmiyecek midir? Laboratuvara<br />
giren camii, camie giren laboratuvar' derhal unutacak m ıd ır? Buna<br />
imkan görünmüyor. İnsan bir bütündür. Normal halde iki şahsiyete katla-<br />
namaz. Aralar ında önce kavga ç ıkacak, ya biri ya öteki lehine 'kavga sona<br />
erecektir. Garp'ta da Gazali'nin yolunu deneyenler oldu. Pascal 17 nci yüz-<br />
yılda Descartes' ın müfrit ak ılc ılığına karşı bir nevi ak ıl-iman ikiliğini ileri<br />
264
sürüyordu. Matematikçi görü şün kan ısma koyduğu "Ulb mantığı" ona<br />
hakikaten öteki yüzünü, sonsuza, derine götüren yüzünü veriyordu. Fakat<br />
fiilen muzaffer olan Descartes'd ı. Pascal' ın düşüncesindeki derinli ğe rağmen<br />
ortas ından bölünmü ş iki şahsiyet hayat ı idare edemedi.<br />
Kant, "Saf Akl ın Tenkidi" ile "Pratik Akl ın Tenkidi" nde iki ayr ı görüş<br />
teklif etmesine ra ğmen, felsefesinin derinli ğinde onları tekrar birle ştirme<br />
zaruretini his.etti. Bununla beraber Iskoçya filozoflar ı diye tanınan<br />
"Sağduyu" filozoflar ı (Hamiltok Dugald Steward, v.s.) yeniden iman ı felsefeyi<br />
(fideisme) canland ırdılar. Onlara göre ak ıl yalnız sınırl ı olan şeyler<br />
hakk ında hüküm verir, fakat iman s ınırs ız ve sonsuz olan ı kavrar. Bu basit<br />
ay ırış Gazali'denberi halledilemiyen probleme yeni bir cevap getiremedi;<br />
güçlük devam ediyordu.<br />
O halde ak ıl ve iman arasındaki kesin ay ırış yerine şahsiyet bütünlüğünü<br />
bozm ıyan başka bir hal bulmal ı idi. Bu ise İlk-çağda Plotinus'la başlıyan<br />
bütüncü görü şe kadar ç ıkabileceğimiz bir ak ıl ve iman, birliği fikrine<br />
dayanabilir. Sokrates, "B'ütün bildi ğim hiç bir şey bilmed.iğimdir" diyordu.<br />
Bu birinci hükmü, onun dogmatik tabiat filozoflar ına cevab ı idi: "Mutlak<br />
hakk ında hiç bir şey bilmiyorum, çünkü mutlak benim bilme güçlerimi<br />
aşar" demek istiyordu. İkinci hükmü ise "kendimizde varl ığın hareket noktas<br />
ını bulabiliriz" diyordu. Sokrates'de iman ve ak ıl birliği mutlak ile insani/lin<br />
hudutlan üzerinde do ğan felsefe ile belirmeğe başlamışt ı. Plotinus'ta<br />
Bir'den çoğa doğru aç ılış bütün insani bilginin geli şmesi olduğu kadar en<br />
geni ş şekli ile mutlak iman ın da temeli idi. N.de Cusa, Sokrates'in doktrinini<br />
De Docte ignoranticeda canlandırd ı ; sonsuz varl ıkla sonlu varlığm hududu<br />
üzerinde durdu. Bu ç ığır Kant'ta, Fichte ve Schelling'te, Schleiermacherde,<br />
geli şti. Nihayet zaman ım ızda Karl Jaspers'e kadar geldi.<br />
Burada existentialism'e ait gerçek bir i şarette bulunmal ıyız: Kierkegaard<br />
dini hakikatm, akla mutlak olarak ayk ırı olduğu (hatta absurde'e<br />
teveccilh etti ği) noktasında ısrar ederek Kant'a tamamen cephe al ıyor.<br />
Çünkü Kant'a göre dini hakikatla ahlaki hakikat z ıd değildir. Hatta ahlaki<br />
vazife duygusu bizi dini hakikata götürür. Danimarkal ı th6logien bu görüşü<br />
dinî hakikati, mutlakl ığı aleyhinde say ıyor ve dini değerle ahlaki de ğerin<br />
birbirine kan şt ınlmas ım red ediyordu. Biz bu görü şe kat ılmıyoruz.<br />
Din, en geniş mânasiyle mutlak sezgisidir (bu mânâda geleneklerin fark ından,,<br />
cemaat terbiyesinden, kültürlerin tarihinden ileri gelen din anlay ışla-ı<br />
bir tarafa b ırakmak laz ım gelir). Bunun için de dini sezgide başka bü- m<br />
tün sezgilerin z ımnen dahil bulunmas ı gerekir. Din, ahlaki sezgiden ç ıkanlamaz;<br />
tam tersine ahlaki emir (yani insani varl ık) dini sezgiden ç ıkarılabilir.<br />
Bundan dolay ı dinin hedefi olan mutlak z ıdlar ın kuşatıc ıs ı ola-<br />
260
ak ambivalent'd ır. Fakat ahlak ın zıddı de iğildir. Dini varl ık, yani mutlak<br />
içinde ahlaki filin gerçekle şebilmesi insani varl ığı mümkün kılar. Fakat insani<br />
varl ık ve ahlaki fiil dini varl ığı ve mutlak' ı mümkün k ılamaz ve şartland<br />
ıramaz. Bundan dolay ı Kant' ın ahlakç ı din görü şüne kat ılmak kabil değildir;<br />
ancak din ve ahlak sahalar ın ı kesin olarak ay ıran, hatta onlar ı birbirleriyle<br />
çat ışkan sayan Kierkegaard' ın görü şüne de kat ılamay ız. İbrahim'in<br />
ilahi emri dinlemek için oğlu İsmail'i kurban etmek istemesini ahlâka<br />
ayk ır ı, fakat ak ıl-üstü dini emre uygun .ören Kierkegaard burada dinle<br />
ahlak aras ında boşuna tezad aramaktad ır. Bu tezad iki sahan ın zıdlığından<br />
değil, ancak sonsuz ve mutlak sahasiyle insani sahan ın<br />
aras ındaki kaplam (comprhension) fark ından ileri gelmektedir. Mutlak<br />
sahas ı insani sahay ı kuşat ır. Fakat insani saha mutlak sahas ını kuşatamaz.<br />
Bunun için de her dini emir insani de ğilse de, her insani fiil mutlak<br />
sahan ın bir parças ı, yani kutsal' d ır. Zaten Kant da "Ahlak metafiziki"<br />
nin son k ısmında ahlak ın üstün derecesi olarak velllik ve<br />
k utsall ı k' ı kabul etmiyor muydu? Dini emirler daima insani de ğildir;<br />
çünkü mutlak mahiyeti icab ı "bilinemez"; "Allah' ın hikmeti sorulamaz"<br />
(1). O, insan akl ın ın güçleri dışında kal ır. Bununla beraber bu<br />
m u t 1 a k emir insan akl ı taraf ından dinlenir, ifade edilir ve anla4-<br />
lir; yani, aklileştirilir. İşte imanla akl ın iç içe geldikleri yer buras ıdır. Orada<br />
mucize ile tabiat kanunu, hürriyet ile zaruret„ düzensizlik ile düzen, sonsuzluk<br />
ile sonluluk ayn ı varl ığın iki manzaras ıdır. Art ık burada ak ıl ve<br />
iman birbirine yabanc ı iki ayr ı saha olmaktan ç ıkmışt ır. ilim, temelinde ve<br />
hedefinde daima varl ığın "ak ıl-dışı" mahiyeti ile t :-.:rnamn ı muhafaza etmektedir:<br />
din de mitolojiden ve hayalden uzak daima ins n. biligisinin ula şabildiği<br />
son hudutlara kadar onunla birlikte yürümeyi ve bu hudutlarda ula şılmaza<br />
temas etme ği unutmamaktad ır. Dinin ilimden kuvvet ald ığı, ihnin de<br />
diri hakikat için ufuklar ını açık tuttuğu bu geni ş dünya görü şünde şahsiyet<br />
parçalanmas ının yeri yoktur. Sokrates'ten Jaspers'e kadar (Kant ve Berg-<br />
son'dan geçerek) bir çok filozoflarda bu geni ş terkibin ba şarıl ı merhalelerini<br />
görüyoruz. Dogmatik felsefenin fakirle ştirrnedi ği din, ve dinin mitoloji<br />
haline sokmadığı ilim aynı varl ık iştiyakiyle insanda doğan iki büyük aray<br />
ış hamlesi olarak kalacak ve daima bu mü şterek hedefte bulu şacaklard ır.<br />
12. DINDE KATEGORIK VE ŞARTLI Emin AYRILIŞI<br />
Kant, ahlak ın emirlerinin kategorik oldu ğunu söyliyerek onlar ı şartl ı<br />
(hypoth&ique) olan ba şka bütün emirlerden (mesela teknik, pratik, pragmatik,<br />
v.s.) ay ırıyordu. Ahlak ın emirlerinde bu üstün de ğeri gören filo-<br />
266<br />
(1) E ş'arl kelâmc ıl ığı ayn ı kanaatle, Mu'tezileye hücum etmekte idi.
zof dini emirleri de şartl ı emirler esas ına koymakta idi. Ona göre şartl ı<br />
emir, gerçekleşmesi daima bir şarta bağl ı olan emirdir: sağlık kaidelerine<br />
riayet etmelisin, çünkü aksi halde hastalamrs ın: yahut Allah'a itaat et,<br />
çünkü aksi halde ceza görürsün! gibi. Halbuki, Kant'a göre ahraki emir<br />
daima şöyle formüle edilir: vazifeni yapmal ısın I Bu emir bir şart ve kayda<br />
bağlı değildir. Ve şayet "vazifeni yapmazsan ceza görürsün veya umumi<br />
takdiri kaybedersin!" gibi şekillerde ifade edilecek olursa derhal a h 1 â -<br />
k î vasf ını kaybeder. Öyleyse Kant'a göre bizim ahlaki dedi ğimiz fillerin<br />
iki k ısma ayr ılması gerekiyor: bir k ısmı şartl ı emirlerle ifade edilen ve<br />
gayesi saadet, refah, her hangi bir hedefin iyili ği, v.s. olan fiiller ki bunlarda<br />
fiilin gayesi kendi d ışındadır ve bu gaye gerçekle şince ahlaki fiil<br />
sona eriyor. Bu fiiller ahlaki gibi görünmekle beraber ahlaktan gayri bir<br />
gayeye hizmet ettikleri için do ğrudan doğruya ahlaki say ılamazlar. Bir<br />
k ısmı da mutlak (kategorik) emirle ifade edilen hiç bir şarta bağlanmaksızın<br />
mutlak olarak verilen ("mecbur olma" Sollen fiili ile ifade edilen)<br />
hareketlerdir ki bunlarda fiilin gayesi kendi içindedir. O da "fiilin yap ılmas<br />
ından" ibarettir. Ve fiil devam ettikçe gaye de devam edece ği için ona<br />
ulaşmakla fiilin nihayete ermesi bahis konusu olamaz. İşte bu fiiller as ıl<br />
ahlaki olanlard ır. Kant, İlk çağdanberi teklif edilen ahlak nazariyelerini<br />
birinci zümreye koyarak as ıl ahlakhl ığı yaln ız kendi mutlak ve<br />
şarts ız vazife prensipinde, "yükümlülük"te görüyor.<br />
Acaba Kant, ahlâkla di ğer değerler aras ında mutlak ve ş a r t-<br />
1 ı ayırmas ını yapmada ne derecede hakl ıdır? Gerçekte ahlaki saha mutlak<br />
sahas ı, diğer değerler ise " şartl ı hüküm" sahas ı mıdır? Teknik değer<br />
için bu ay ına doğru görünüyor. Bir makinenin i şlemesi yaln ızca belirli<br />
şartlara uygun hareket etmesine ba ğl ıdır: " şu ve şu şartlara dikkat edersen<br />
bu aleti kullanabilirsin" deriz. Sa ğl ık değeri de ayni derecede şartl ıd<br />
ır. Çünkü bütün sağl ık kaideleri bize daima riayet edilecek şartlar ı gösterir.<br />
Refah veya huzur de ğerini ötekilerden ay ırmak güçtür. Bilgi değeri<br />
aç ıkça şartl ıdır; çünkü orada mant ık bize yanl ıştan kaçmman ın "şartları"nı<br />
bildirmektedir, (bizzat met o d bu demek de ğil midir?) Fakat<br />
sanattan başlıyarak manevi de ğerler sahas ında mesele deği şir. Orada daima<br />
iki manzara ile kar şılaşıl ır. Onlar bir manzaralariyle ş artl ı ötegi<br />
manzaralariyle mutlak' t ırlar. Bir sanat de ğeri sanatkar ın kendi<br />
kendine veya esere verdi ği hükümde şu şekillerde ifade edilebilir: a) o<br />
tarzda çal ış ki, eserin muayyen şartlar içerisinde seni ba şarıya götürsün;<br />
yahut " şu şartlara riayet edersen ba şar ı kazan ırs ın" gibi. b) fakat yine<br />
sanatkâr eser hakk ında şöyle hüküm de verir: "o tarzda yap ki eserin bütün<br />
zamanlar ve mekanlar için güzel olsun", yahut " şartlardan müstakil<br />
2WI
olan güzeli aramal ıs ın". Bu ay ırış nereden geliyor? Sanat de ğeri bir yandan<br />
duyu verilerine ve kavramlara ba ğlıdır, içkin (i m m an en t) sahaya<br />
aittir. Bu bak ımdan hükümleri şartl ıd ır. Fakat bir yandan da duyulan ve<br />
kavramlar ı aşar. A şk ın (t r a n s ce n d a n t) sahaya aittir. Ve bu<br />
manzarasiyle, sanat sanat içindir. Birinci manzarasiyle gayesi kendi d ışındad<br />
ır; ikinci manzarasiyle gayesi kendi içinde (auto/6/ique) dir. Sanat<br />
bu manzarasiyle ahlâka yakla şır. Ahlâkla sanat aras ında alakas ızl ık, hatta<br />
tezad olduğunu sananlar bu manzaras ın ı görmiyenlerdir (1). Bu as ır<br />
başında sanat ın ahlâkla alakas ız, hatta z ıd olduğunu söyliyenler ço ğalmışt<br />
ı. Mesela Oscar Wilde'a göre (2) sanat yaland ır. Sanatkar gerçekten ne<br />
kadar uzakla şırsa okadar kendi sahas ına girer. Nietzsche'ye göre<br />
dionysiaque sanat ahlak - d ışı, hatta ahlâka ayk ırıdır da (3). Andre Gide<br />
ayni fikri müdafaada devam ediyordu (4). Bu görü şlerin hatas ı kendi tezleri<br />
içinde bulunmaktad ır. Cinsi hayat ın, iç güdünün sembolik bir hal alması,<br />
sanat ın aşağı temayüllerden yükseltmesi demektir. Sanatta birsam<br />
(h,cıllucixtation) asla yalan değildir (5) ; ancak önceden ya şanmış bir hali,<br />
gerçek bir heyecan ı tekrar etmek ve canland ırmak, "ebedile ştirmeğe çal<br />
ışmak"br. Sanatta birsam, aldanma için de ğil, "tekrar ya şamak için"dir.<br />
Bununla beraber sanat ın yaln ızca ahlaki hedefe ba ğl ı olduğunu zannetmek<br />
te aynı derecede yanl ış olur. Gandhi veya Tolstoi gibi san'at ı ahlakin<br />
vas ıtas ı saymak, sanat değerinin mahiyetine ayk ırıdır. Din için<br />
sanat, siyaset için sanat nas ıl as ıl sanat değilse, "ahlak için sanat" da as ıl<br />
sanat değildir.<br />
Netice: sanat ne ahlâka ayk ırı ve alakas ızdır; ne de "ahlak için"<br />
dir. Her ikisinin sahalar ı aras ında m ü ş t er ek bir cihetin bulunmas<br />
ı onları bir bak ımdan birbirine ba ğlar. Bu da onlar ın yalnızca duyulara<br />
değil, ayni zamanda mutlak sahas ına ait olmalar ıdır. Sanat ve ahlak<br />
insana dayan ırlar ve hareket noktalar ı insandır. Fakat her ikisi de<br />
insani içerisinde yaln ız değişen şuur muhtevalann ı değil, ayn ı zamanda<br />
mahiyeti, özü, mutlak ı ararlar. Bir manzaralariyle gerçek oldukları<br />
halde öteki manzaralariyle ideal' dirler. Sanat mutlak'a, öze<br />
ideale çevrildiği nisbette ahlâka benzer, mutlak bir de ğer olur; ve bundan<br />
dolayı da ahlâkla sanat aras ında ince münasebetler meydana ç ıkar: ideale<br />
çevrilmeleri bak ımından ahlakç ı bir sanat olduğu gibi bedif bir ahlak ta<br />
vard ır. Birincisi idealist sanat, öteki zarafet ve güzel hareketle birle şen<br />
ahlakt ır.<br />
268<br />
(1) Hilmi Ziya, İnsani Vatanperverlik, Zeyl: Sanat ve Ahlak.<br />
(2') Oscar Wilde, Les İntentions,<br />
(3) F. Nietzsche, L'Origine de la TragMle (Das Gebut der Tragaedie).<br />
(4) Andre. Gide, İmmoraliste, Les Nourritures Terrestres.<br />
(5) L. Tolstoi. Qu'est ce que I'art?
Sanatla ahlak aras ında yapt ığım ız kar şılaşt ırma manevi değerlerin<br />
aşk ın varl ıkla alakalar ı bak ım ından birle ştiklerini gösteriyor. Ayni karşılaşt<br />
ırmay ı ahlak ve din aras ında da yapabiliriz. Dini hüküm de ahlaki<br />
hüküm gibi bir bak ımdan duyu verilerine ve "dünya" ya; ba şka bir bak ımdan<br />
duyu verilerini ve dünyay ı a şan mutlak varl ığa aittir. Birinci anlam ı<br />
ile dini hüküm duyu verilerine dayanan hayallere ba ğl ıd ır. Bu anlamda<br />
dini hüküm ancak m e c a z i (rıllgorique) bir şekilde dünyay ı taklid<br />
eder. Bunun için de öz bak ım ından mytho/ogie'den ayr ılmamaktad ır. Tanr<br />
ı'lar insanlara benzer vas ıflar al ırlar. Ahiret dünyaya benzer imajlarla<br />
temsil edilmi ştir. Uhrevi ceza ve mükâfat dünyadaki hukuki nizam ın örneğinde<br />
kurulmu ştur. Bu şekilde dini hüküm bütün dünyaya ve duyulara<br />
ait hükümler gibi " şartl ı" d ır: "ilahi kanuna riayet etmezsen ceza görürsün!"<br />
gibi. Fakat dini hüküm bir yandan da dünyay ı kuşatan mutlak ve<br />
aşk ın varlığa aittir. A şkın varl ık, bütün varl ıklar ı kuşatan ve ancak<br />
ma'neviliğimiz (Geist) vas ıtasiyle temasa gelebildi ğimiz kuşat ıc ı sonsuz<br />
varl ıkt ır. Onun bütün varl ıklar ı kuşatabilmesi için madde ve hayat, hatta<br />
cemiyet ve şuur olmas ı yetmez; bütün bu varl ıklar ı kuşatabilecek sonsuz<br />
manevi varl ık olmas ı laz ımd ır. Bu anlamda varl ığı duyu verilerinden<br />
ve imajlardan hiç biriyle temsil etme ğe imkân yoktur. O, temsil edilemez;<br />
ifade edilemez; onu ancak varl ığımızı kendisine borçlu oldu ğumuz, âlemin<br />
ku şatıc ısı ; maddenin, hayat ın, şuurun ve Geist' ın kendisiyle kaim oldu ğu<br />
varl ık olarak tasavvur edebiliriz. Bu tarzda tasavvur etti ğimiz mutlak<br />
varl ığa ait hükümlerimiz de mutlakt ır. Buna "ilahi emre itaat etmelisin!"<br />
veya "o tarzda hareket et ki, hareketin ilai ıi varl ığa uygun olarak mutlak<br />
olsun!" diyebiliriz. Öyleyse ahlâkta oldu ğu gibi dinde de bir yanda mutlak<br />
emir, öte yanda şartl ı emir vard ır. As ıl dini değer, m u t 1 a k<br />
em ir sahas ına aittir. Ahlâkta Nounn&e yani öz ve mutlak sahas ına ait<br />
mutlak emir ve duyular sahas ına ait şartl ı emir olduğu gibi (ki Kant bunlara<br />
"ahlaki" demiyor' fakat izafi bir anlamla ahlaki saymam ız laz ımd ır),<br />
dinde de mutlak varl ık sahas ına ait "mutlak ilahi emir" le, mecazi anlamda<br />
olmak üzere duyular sahas ına ait " şartl ı ilahi emir" vard ır. Aşk ın varl<br />
ıkla duyu varlığının temasa geldiği manevi değer objelerine ait hükümlerimizde<br />
iki türlü davran ışım ız vard ır. A) Bunlardan birinde temayüllerimizle<br />
hüküm veririz. Bu temayüller basit organik gayelere çevrilmi ş, yahut<br />
içtimai ideallere yükselmi ş olabilir. Organik temayüller doğrudan<br />
doğru gayelere bağl ı olduğu halde, içtimal temayüller bir gaye-vas ıta<br />
sisteminde vas ıtal ı gayelere ba ğl ıd ırlar. Her ikisinde de temayülün tatmin<br />
edilmesi ile gayeye ula şılmış ve hükmün çevrildiği fiil sona ermi ş olur. Bütün<br />
bu fiillere şartl ı fiiller diyebiliriz. B) Fakat ikinci bir davran ışımız<br />
vard ır ki, orada temayüllerimizle de ğil, ihtiraslar ımızla hüküm veririz.<br />
269
Ihtiraslar (ister organik ister içtimai hedeflere çevrilmi ş olsunlar) gayelerine<br />
ula şınca sona ermezler. Çünkü gayeleri kendi d ışlarında değildir.<br />
İhtiraslar gayeleri kendi içlerinde (autot&ique), fayda gütmez, sonsuz<br />
temayüllerdir. Temayüller çoklu ğunda, birisinin ötekilere hâkim olmas<br />
ından ve tek ba şına ruhi hayat ı düzenlenmesinden do ğarlar. İhtirasl ı<br />
fiillere bundan dolay ı "mutlak fiiller" diyebiliriz. Onlar manevi de ğerler<br />
sahas ında mutlak varlığa çevrilen mutlak hükümlerin sübjektif manzaras<br />
ını teşkil ederler. Sanat, ahlak ve din de ğerlerinde sanat, ahlak ve<br />
dinin aşk ın objesine çevrilen mutlak hükümleri psikolojik bak ımdan ayn ı<br />
tarzda ifade edilmeleri bundan ileri gelir. Şu kadar var ki her ihtiras<br />
mutlak emri meydana getirmedi ği halde her mutlak emir i h -<br />
tir asl ı bir fiil şeklinde ifade edilir ve bundan dolay ı sanat, ahlak<br />
ve dinde ihtirasl ı fiillere sanat a şk ı, ahlak a şkı, dini aşk veya başka<br />
deyişle aşk sanat ı, aşk ahlaki ve aşk dini diyebiliriz (1). Burada bahsettiğimiz<br />
aşkın cinsi aşk (Libido) veya Er o s' la alakas ı yoktur. O<br />
Platon'un "Symposion" da Sokrates a ğzından söylediği Eros a şkına<br />
değil, temayülleri kendine yükselten ilahi cezip ve sevgiden ibaret<br />
olan a g a p e ile alakal ıdır. Buna ihtiraslar ın üstün ideallere, a şkın<br />
varlığa çevrilmek suretiyle yükselmeleri de diyebiliriz. Ihtiraslarm<br />
sonsuzluk, tatmin edilmezlik, fayda gütmezlik, gayesi kendinde olma vasıflar<br />
ı onlarda devam eder; fazla olarak onlar uzviyet ve cemiyeti a şarak<br />
manevi değerlerin dayana ğı olan aşkın varl ığa çevrilmi ş oldukları için<br />
sonsuz varl ık ihtiras ı yani aşk halini alm ışlardır. Sanat, ahlak ve dinin<br />
k ımıldatıc ı kuvveti olan a ş k mutasavv ıflar ın "muhabbet'i - asliye",<br />
"ilahi aşk" dedikleri, Jung'un "kozmik sevgi" dedi ği şey de de ğildir. Çünkü<br />
bu anlamdaki a şk, Er o s' ta sembolle şen, Varl ığın bütün kar şılıklı<br />
çekme, cazibe senpati ve vecdinden ibarettir. Maddeden ruha kadar varlığın<br />
bütün görünü şlerinde meydana ç ıkan bu çekilme ve birle şme temayülü,<br />
her şeyin asil birliğe dönü şünü ifade etmektedir. Halbuki hiç bir<br />
kuvvet bütün varl ık derecelerinin tek bir dünya veya alemde birle şmesine<br />
imkân veremez. Hiç bir çekme kuvveti dünya ile mutlak varl ığın ayn ılığını<br />
temin edemez. Sanatkar ı, ahlakç ıyı ve din adamm ı harekete getiren<br />
aşk, dünya ve üstün varl ığın, gerçek ve idealin, izafi ve mutlak' ın aynı<br />
sezgi içinde kavranmas ına rağmen daima ayr ı kalmalar ına dayan ır ve bu<br />
sayede mümkündür. Gerçek idealden daima ayr ı kaldığı, "izafi" varl ığını<br />
"mutlak"a borçlu olduğu halde daima mutlak' ın hudutlar ında durduğu<br />
içindir ki gerçekten ideale do ğru ulaşılmaz ve nihayet bulmaz bir a şk var-<br />
d ır. Gerçek ve ideal de ğer içkin (immcinent) varlığın içinde birle şmiş ol-<br />
270<br />
(1) Hilmi Ziya, A91£ AhMki, 1930
salard ı gerçek idealle birle şecek ve a şk nihayet bulacakt ı. Bu ise idealin,<br />
üstün varl ığın mahiyetine ayk ır ı olduğu gibi, ihtiras ın ve aşkın da mahiyetine<br />
ayk ırıdır. Bundan dolay ı ne sanat ın objesini süje içinde eriten romantik<br />
sanatta, ne ahlak ın objesini süjeye irca' eden ahlak görü şlerinde,<br />
ne de aşk ın obje ile dünyay ı birle ştiren panthisme'de hakiki sanat, ahlak<br />
ve din gerçekle şebilir. Buradan ç ıkarabiliriz ki, insan ın Tanr ılaşt ırılmas<br />
ından ibaret olan bütün dinler, a şkın varlığı sembollere feda eden, mythologie<br />
halini alan bütün dinler, nihayet a şkın varl ıkla dünyay ı gerçekle<br />
ideali karıştıran panthism hakiki din değildir. Bunlar ancak mutlak sezgisine<br />
dayanan din adam ının duyular dünyas ı içinde kaybolmu ş tecrübeleridir:<br />
Filozofun kainat görü şünü çerçeveliyen hakiki din, ancak duyular<br />
dünyas ından sonsuzca uzakta ve dünyay ı ku şatan mutlak varl ığa çevrilmiş<br />
sevgide, mistiklerin "ilahi a şk" ından farkl ı bir anlamda sonsuz varlığa<br />
çevrilen, ulaşılamıyacak sonsuz varl ığa sevgiden ibaret "A şk dini"ndedir.<br />
271
XI<br />
SONUÇ<br />
Has ılı Allah sonsuz imkanlar sahas ıdır. Içkin, varl ığın ve dünyanın<br />
kendi kendine yetmez olu şu, onun aşk ın varl ıkla, Allah'la ku şatılmasım zaruri<br />
kılar. Müsbeti, izafiyi, sonluyu ancak mutlakla, sonsuzla, bütün, s ıfatlarım<br />
yalnız menfi olarak tesbit edebildi ğimiz "ifade edilemez" varl ıkla<br />
kavrayabiliriz. Mutlak varl ık bilinemez, anla şılamaz, inan ılır. Insan ı yalnız<br />
Allah'a nazaran kabul edebiliriz. Allah' ın isbat ı için yapılan bütün mant ık<br />
gayretleri bo şuna olduğu kadar, Allah' ın yokluğunu isbat için yap ılan bütün<br />
mant ık gayretleri de bo şunad ır. Fakat biz kaç ınılmaz bir surette Mutlak'a<br />
bağlıy ız ve onun taraf ından çekilmekteyiz. Insan yaln ız aşk ın varl ık<br />
olduğu için vard ır. Insanı anlamaya insan ilimlerinden hiç biri hatta onlar ın<br />
toplam ı yetemez. Antropoloji,p ikoloji , sosyoloji ve sosyal ilimlerin insan ı<br />
izah için yapt ıkları bütün gayretler parçal ı ve neticesiz kalmağa mahkümdur.<br />
Öyleyse, dü şünce tarihinde meydana ç ıkmış olan başlıca insan görü şlerini<br />
gözden geçirelim: 1) Yunanl ılar insan ı Ak ıl (Nous) ile tarif ediyorlar;<br />
tabiat üstünlü ğünü de ak ıldan ç ıkar ıyorlard ı. Bu teşebbüsün büyüklüğü<br />
meydandad ır. Bütün ilim ve teknik tarihi onun ba şarısının neticesidir.<br />
Fakat bu yoldan ne tamamiyle insan ı anlamak kabildir, çünkü onda akl ı<br />
aşan başka güçler vard ır; ne de varl ığa nüfuz etmek mümkündür, çünkü<br />
varl ığın özünün tamamen akli oldu ğu gösterilemiyor. Ancak aldile ştirilebildiği<br />
nisbette anla şıldığı söyleniyor. 2) Nitekim bunun netioesinde natüralist<br />
bir insan görü şü doğmuştur. Ak ıl vas ıtasiyle tabiata nüfuz ettikçe her<br />
şeyin tabii sebebler zinciri ile aç ıklanabileceği kanaat ı belirdi. Yine Yunanlı'larda<br />
ba şlıyan bu görü ş R en a i s s a n c e' tan sonra kuvvetlendi.<br />
Natüralist insan görü şünün temeli, üstünün a şağı ile ve mürekkebin basit<br />
ile aç ıklanmas ıdır ki (felsefede bizzat natüralist olmamas ına rağmen) Descartes'<br />
ın metodundan kuvvet almış ve zaroamm ızda hayli geni şlemiştir. Fakat<br />
tabiatç ılık da ak ılc ıl ıktan fazla ayn ı ç ıkmazın içindedir. 3) İnsan, terbiye<br />
ve kültürle tabiata kar şı koyuyor. Tabiat ın ham maddesini yoğurarak,<br />
değiştirerek ondan, kendi "Dünya" s ını meydana getiriyor. Maddeden insa-<br />
F. : 18 273
na doğru ç ık ıldıkça eğer aşağıdan yukar ıya bir yükseli ş varsa insandan itibaren<br />
de yukar ıdan aşağıya doğru inildikçe, tamamen aksine bir tesirle<br />
karşıla şıyoruz. Empedokles her şeyin tabiattan geldiğini, içten d ışa fışkırdığın<br />
ı söylüyordu. Platon, her şeyin yukar ıdan aşağıya, idealardan e şyaya<br />
doğru indiğini söylüyor. Insanda bu iki görü ş çarp ışıyor ve birle şiyor. 4)<br />
Insan ı tabiat 'üstünde, tabiata tesir eden, onu yo ğuran, değiştiren, kültürü<br />
yaratan varl ık diye tarif etmek yetmez. Çünkü insan ın bu güçleri ne tabiat<br />
ın devam ı olarak anlaşılabilir, ne de onun z ıdd ı olarak! Tabiatta ne ilim,<br />
ne teknik, ne manevi de ğerler vard ır. Insandan gayri, onun en harikal ı sayılan<br />
eserlerinde de bunun izlerine rastlamak kabil de ğildir (1). Insan ın tabiata<br />
üstünliiğiinü temin eden bu güçler üç kaynaktan geliyor: a — İnsan<br />
"başkasiyle var" olan, bir şuura, "aç ık şuur" a sahiptir. Bu yüzden daima,<br />
başka insanlar ve bütün mevcutlarla beraber kendisi de kendisinin objesidir.<br />
Yani onun daima bir "Dünya" s ı vardır. Bütün var olanlar ı ayd ınlatan<br />
bu şuur, insanlar aras ında yayg ın ve üniverseldir. b — İnsan hürdür. Çevresini<br />
seçebilir. Tabiat ın kaderleri içerisinde şartlar ı üzerine tesir edebilir:<br />
tercih eder, intihab eder ve türlü yollar aras ından birini seçmeğe karar verebilir.<br />
Insan ın iradesinden gelen bu güç onu ba şka insanlar üzerine, kendi<br />
üzerine ve tabiat üzerine hakim k ılar. c — Fakat bunun sonucu olarak insan<br />
sorumlu (responsable) dur. Kanun, adalet, ceza, hukuk, ahlak bu sorumluluğun<br />
sahneleridir. İnsan ba şka insanlara kar şı ve kendi kendine<br />
karşı sorumludur. Fakat ne ba şka insanlar ne de kendisi onun, son mahkemesi<br />
değildir. Çünkü insan bütün bu güçlerini ne tabiattan almakta, ne de<br />
kendi yaratmaktad ır.<br />
Eğer bu güçler tabiattan gelseydi, onlar ın daha basitleri, daha küçüklerinin<br />
ba şka varl ıklarda da olmas ı lazımgelirdi. Bu güçleri kendi yaratsayd<br />
ı onların yaln ızca "itibari" kaideler, fiction'lar olmas ı laz ımgelirdi. O zaman<br />
ne şuurun, ne hürlüğün, ne sorumluluğun manası kal ırd ı . Şuurun ve<br />
hürlüğün itibari olduğunu söylemeğe asla imkan, yoktur. Fakat sorumluluğun<br />
bir postülat olduğunu söyliyenler hukuku, ahlaki, kanunu ve vicdan ı<br />
"mevhum" saymağa kadar gitmekte olan S o p h i s t e dü şüncesinde<br />
kimseler vard ır. Onlar ın, gözünde insan vehimler ve hayaletler yaratan bir<br />
varl ıkt ır ki, kendi vehimlerinin gerçekli ğine inan ır. Bu kitapta bir çok vesilelerle<br />
bu görüşü tenkid ettik. İnsan eğer kendi yalanlar ına inanan bir hayal<br />
kurucu (f a b u 1 a t e u r ) den ibaret olsayd ı bizzat gerçe ğin ve bu<br />
arada kendisinin de bir "hayal" olmas ı raz ımgelirdi. Önce bu iddiay ı tabiat<br />
274<br />
(1) Mesela'. Bergson mafsall ı hayvanlarda hayat ın ayrı bir hamlesini görüyor;<br />
kar ın calar veya ar ılardaki içgüdü harikalar ın ı buna misal diye veriyordu.<br />
Fakat tabiat ın bu irrationnel görünü şlerini insani değerlerle k ıyaslamak<br />
kabil değildir.
9ıpıııı-<br />
tekzib ediyor. Sonra insan ın hayâl yarat ıc ılığı da mevhum değil hakiki bir<br />
varl ıktan, onun şuur sahibi, hür ve sorumlu varl ığından geliyor.<br />
İnsan bu sayede tabiatm s ırlar ın ı çözüyor. Bu sayede ilmi, tekni ği yap<br />
ıyor. Bu sayede san'at ı yarat ıyor„ üstün değerlere yükseliyor. Öyleyse in-<br />
san tabiatla aç ıklanam ıyacaği gibi, yaln ız başına kendi kendisiyle de aç ık<br />
lanamaz. A şağı üstünü izah edemez; ancak üstün a şağıyı izah edebilir.<br />
Eğer insandan üstün bir varl ık yoksa insan ın anlaşılmas ı imkans ız kal ır.<br />
Insanın gerçekle şmesi ancak a şk ın varl ıkla mümkündür.<br />
Alem için de ayn ı şeyi söylemeliyiz. Natüralism alemi mekanik, şuursuz<br />
kapal ı bir bütün olarak tasavvur eder. Halbuki biz alemi ancak insanla<br />
beraber anl ıyabiliriz. Insan ın varlığından önce, hiç bir hükmün yüklemi, -<br />
-_,i, hiç bir görenin gördü ğü şey olm ıyan, şahidsiz ve de-<br />
hiç bir süjenin obje.<br />
lilsiz bir "Alem" mevhumdur. Bununla beraber onu tabiatçi dü şünce içinde<br />
mlicerred olarak tasavvur edebiliriz. Ancak, öyle bir âlemden insan ı kald ırdığımız<br />
zaman şuurun ve "bilgi" nin yerine oraya ba şka bir şeyi koymal ı-<br />
y ız ki bu âlemin devam ı mümkün olabilsin.Bu ba şka şey âhenk, düzen, gaye,<br />
hedef, kanun, (hatta "frquence") kelimeleriyle ifade etti ğimiz "varl ığın<br />
şuuru" dur ki, o, her bak ımdan, s ırf hadiselerden ibaret olan âlemi<br />
aşar. Bundan dolay ı âlem aşkın varl ığın tecelli sahas ıd ır. İnsan'a,<br />
ve âlem'e iman bilginin tamaml ığın ı ve bütünlüğünü sağlar. I3u iman ın sağladığı<br />
bilgi muvazenesi d ışında ise yalnızca mekanism, ak ıl dışı varl ık, kör<br />
tabiat ve hercümerc (Chaos) vard ır.<br />
Düşüncemizden Allah' ı kaldırırsak insan ın şuuru, hürlüğü me sorumluluğu<br />
mânâs ız kal ır. Iradesi zekâs ız, kör tabiat kuvvetine inclirilir<br />
Fakat tabiat ın kör kuvveti şuuru doğuramaz. Aşkın varlığın tabiata müdahalesi<br />
ise tabiat üstünde bir varl ık olan insan ı meydana getirin Üstünün<br />
aşağıya tesiri, Allah'tan insana ve âleme do ğru aç ılış, âlemin anlaşılmas ın ı<br />
mümkün k ılar. İnsan aşkın varlığa kar şı "sorumlu" olduğu içindir ki kendi<br />
kendisine ve başka insanlara karşı sorumludur. Ve böyle olduğu için de ahlâki<br />
ve içtimal kanunlara sahiptir. Insan ın kuvveti aşk ın varlığa bağlam-<br />
şından gelir. A şkın varl ığı kald ırınca insan cynik' lerin zavall ı köpeğinden<br />
farks ız kal ır. İnsan mutlak olarak hür de ğil, ancak sahib oldu ğu<br />
şuur nisbetinde hürdür. Bunun için onun hürlüğüne varl ık derecelerine na,<br />
zaran yükselen ve mutlak varl ığa nazaran alçalan nisbi "muhtarl ık" demek<br />
doğru olur. Allah' ı, alemi ve insan ı birlikte düşünmedikçe ne bu hürlü ğiir ne<br />
bu şuuru anlamak kabildir.<br />
(1) ehopenhauer'in görü şü böyle idi.<br />
275
İnsanın kuvveti imanından gelir. İnsanın kendi üzerinde, başka insanlar<br />
üzerinde ve tabiat üzerinde hakimiyeti bu kuvvetin neticesidir. Bu hâkimiyetin<br />
ilk ad ım ı arzular ına dizgin vurma şeklinde dini yasaklarda„<br />
t abu' larda ba şlar. Cemiyetin her devirde ve her yerde bir "Emirler ve<br />
yasaklar sistemi" olmas ı bundand ır. İman insan ın kendi kendisini yenmesini,<br />
kendisini aşmasını temin eder. Bu da onun hürla ğünü kazanmas ından<br />
ibarettir ki, bütün tarih bu hürriyet mücadelelerinin sahnesidir. İnsan, kendinden<br />
iman kuvveti kald ır ılınca bu cidal kuvvetini de kaybeder. O inkâr<br />
ettiği için değil, kabul ettiği için büyüktür (1). O kendini ast ığı zaman ideali<br />
insan dışında bir varl ık değil, yaln ızca " İnsan" olmakt ır. İnsan, maymunun<br />
sıgramasmdan doğmad ığı gibi, insanın s ıçramas ından da "Üst insan"<br />
doğmıyacakt ır. İnsan aşk ın varl ığa inanc ı sayesinde ve bunun verdiği<br />
kuvvetle güçlerini daima daha tam olarak te şkile doğru gidecektir.<br />
Buradan "büyük insan" ile "büyük adam" aras ındaki fark meydana<br />
ç ıkar. Büyük insan manevi varl ığı geli ştirerek insanl ığı kendi nefsini feda<br />
edi ş sayesinde gerçekle ştiren insand ır. Büyük insan, iman ın yarat ış<br />
kudreti ile geli şen insanl ığın sembolüdür. Peygamberler, veliler, hakimler,<br />
kahramanlar, büyük fikir ve ideal şehidleri, fikir yolunu açanlar büyük<br />
insanlard ır. "Büyük adam", iman gücünden mahrum olmamakla beraber<br />
tabiat güçlerinin, iç güdülerin, zeka, ve kurnazl ığın, kaba enerjinin<br />
kudreti ile ba şar ı kazanm ış olan insand ır. Tarihi büyük insanlar geli ştirir.<br />
Her çağ onların "Feday' ı nefs" (S a c r i f i c e)leri sayesinde bir önceki<br />
çağdan daha verimli, 'daha kudretli olmu ştur. Büyük adamlar insanl ığın<br />
üzerinden geçen f ırt ınalar, kas ırgalar gibidir. Kitleleri yerinden oynat ır,<br />
iradeleriyle hadiselere hükmeder görünürler. Fakat kas ırga geçince her<br />
şey eski haline döner; yaln ız onlar ın tamiri çok güç olan tahribleri kal ır.<br />
Eğer tarih boyunca insanl ık aşkın varl ıktan ald ığı kuvvetle fas ılaşız büyük<br />
insanlar ı yeti ştirmemi ş olsayd ı bu ikincilerin tahriblerini düzeltmek<br />
imkans ız olurdu.<br />
iman ın kuvveti yarat ıc ı kuvvettir. Bilgi alan ında insanl ığın büyük<br />
başar ıları onun eseridir. San'at, ahlak ve din alan ında değerlerin yaratıc<br />
ılığı onun saye şindedir. Hakiki hukuk nizamlar ı kör kuvvetin değil iman<br />
kuvvetinin, adaletin kurdu ğu nizamlard ır. Bununla beraber iman kudreti<br />
yani imanla kuvvetin birle şmesi insan ruhunu darla şt ırabilir. Derinliğin-<br />
den veya şiddetinden kazand ığın ı geni şliğinden kaybetme yüzünden onu<br />
(1) Nietzsche ve Scheler insan ın kuvvetini "Hay ır!" demesinrle görüyorlard ı .<br />
Biz burada üstün de ğerleri ve onlar ın büyük sorumluluğunu kabul etmek,<br />
en ağır ve en güç şey olduğu için insan ın asil vasf ın ı "Evet!" denuesinde<br />
görüyoruz.
ir nevi tek fikircili ğe (m o n o i d e i s m e) ğötürebilir. Bu durumda<br />
iman kuvveti çarp ışma silah ı olarak ne kadar tesirli olursa olsun, fikir yaratıc<br />
ılığı bakımından o kadar körle ştirici olur. Bu hale "Taassub"<br />
(f anatism e) denir. Her idealin yarat ıc ıl ık ve canl ılık devirleri olduğu<br />
gibi taassub devirleri de vard ır. Bu durumda ideal zararl ı olmağa<br />
başlar. Bu zarar yaln ız ideali bir sald ırma vas ıtas ı gibi kullananlardan<br />
ba şkalar ına doğru çevrilmekle kalmaz; bizzat onu kullananlara da çevrilir.<br />
İman kuvvetinin taassub şeklini ald ığı bütün devirler insanl ık için karanlık<br />
devri olmu ştur. Her ça ğda bunun misalleri vard ır. Hr ıstiyanl ık taassubu<br />
Avrupa'y ı Inquisition' lar ı ile bir karanl ık devre sokmu ştu.<br />
Islam dünyas ın ın ışıkl ı as ırlarından sonra taassub ba şlay ınca fikir hareketleri<br />
durmuş, keşif ve icad kaybolmu ş, yak ın yıllara kadar devam eden<br />
bir karanl ık devir ba şlamışt ı. Fatih'in Molla Lütfi'yi, Kununrnin Şeyh<br />
Esad Efendi'yi idam ından ba şlıyan ho şgöriirlükten mahrum devir içinde<br />
kuvvetli bir fikir ışığı görülmüyor.<br />
'Inan ın kuvveti verimliliğini muhafaza edebilmek için ho şgörtirlülükle<br />
( t o 1 r an ce) beraber yürümelidir. "Inan ın kuvveti insana, cemiyete.<br />
ve tabiata üç istikametteki hakimiyetimizi temin etti ği halde, ho şgörürlüiliğün<br />
.kaybolmas ı bu hakimiyetleri sarsar, tahakküm (yani zorlama hakimiyet)<br />
şekline koyar (1). Onun neticesi de içtimal gerginlikleri artt ırmak,<br />
krizler, harplar ve ihtilaller do ğurmak suretiyle kendi temelini y ıkmaktan<br />
ibarettir. Iman ın kuvveti, kökü sübjektif temayüllerimizde olan "inanma<br />
ihtiyacı" ndan gelmez; bizi inanma ğa mecbur eden a şk ın varl ıktan gelir.<br />
Aşk ın varl ık insanlığı ve alemi kuşatan varl ık olduğu için bütün var olma<br />
vas ıflarını içine alar. Bunun için hakiki ideal maddeden ve hayattan fazla<br />
manevi değerlere yer veren idealdir. Fakat ideallerin en fakiri olan maddeye<br />
tap ınma bile, maddeyi a şkın varl ık haline koyduğu için için adi hayat<br />
formlarma nazaran idealdir. Idealin bu en fakir şekil manevi değerleri inkar<br />
ettiği ve varlığın yarat ıc ılığına kar şı insan ı körle ştirdiği için, derhal<br />
taassub, şiddet ve tahakküm şeklini almağa mahkûmdur. Zamamm ızda<br />
maddeye tap ınma halinde meydana ç ıkan t ot a 1 i t a i r e imanlarm<br />
y ıkıc ı hareketlere çevrilmesi, ve kendilerini tahrib etmesi bundand ır.<br />
Karl Jaspers'in gösterdi ği gibi hoşgörürlük yaln ız taassubun değil aynı<br />
zamanda alakas ızlığın, da z ıddıd ır (2). Alakas ızl ık değerlerin d ışında<br />
kalmakt ır. Halbuki ho şgörürlük değerleri yaşamak, değerlerle terbiye olunmakt<br />
ır. Bu da ancak ki şilerin değer ölçülerine kar şılıklı saygı göstermele'-<br />
riyle, yani kişiler aras ı bir değer inanc ın ın kabulü ile kurulur. I ştirak et-<br />
(1) Bu meseleyi etraf ı olarak "Hakimiyet" adl ı kitab ımızda ele ald ık.<br />
(2') HarlJaspers, İ ntroduction a la Philosophie.<br />
277
mediğimiz değerlerin de s ırf in s a n i olduklar ı için say ılmağa layık olduklar<br />
ın ı kabul etmemiz, ki şiler, hatta milletler aras ı bir değerler sahas ı<br />
doğurur. Ho şgörürlülüğün ilk adım ı bir millet içinde kanaatlerin ve inançların<br />
birbirine sayg ı göstermesi ise, ikinci ad ımı milletler aras ı kanaatler<br />
ve inançlar ın birbirine sayg ı göstermesidir (1). Insanl ığın gerçekle şmesi,<br />
bu karşılıkl ı sayg ı üzerinde milletlerin şahsi ve orijinal kültür bütünlükleriyle<br />
birbirlerini tan ımalar ı halinde mümkün olabilecektir (2).<br />
Öyle görünüyor ki felsefenin en büyük vazifesi bu idealin bütün şartlar<br />
ı ve icablariyle telkini olacakt ır. Acaba felsefe daima bu vazifeyi görmü ş<br />
müdür? İlk-çağda felsefl dü şüncenin doğduğu zamandan başl ıyarak tarih<br />
boyunca bunu takib ,edelim. Yunan'da "hikmet" ( S o p h i a ) insanlara<br />
örnek olacak üstün bir hayat şekli ya şamak olduğunu, böyle ya şıyanlara<br />
"hakimler (S o p h o s) denildi ğini birinci kitabda görmü ştük. Fakat hâkimler<br />
insanlara rehber olacak bir eser vermeden, yaln ız hayatlar ını örnek<br />
b ırakarak gelip geçtiler. Hikmeti sevenler (P h i 1 o -s o p h o s) onlar ın yolunu<br />
tutmakla kalmad ılar; ideali, mahiyetini, gerçekle münasebetini, ideale<br />
doğru yönelmek için tutulmas ı gereken yollar ı arad ılar ve bunlar ı tesbit ettiler.<br />
Onlar bu mânada hakikat ara şt ırıc ılar ıd ır. Fakat alimler gibi yaln ız<br />
varl ık çeşitlerinden biri veya birkaç ı üzerinde derinle şerek gerçe ği aramakla<br />
kalm ıyorlar, gerçekle ideal aras ındaki münasebeti ar ıyorlard ı. Varl ık<br />
hakk ında hayâlle kar ışık bitmez diyalektikler onlar ı birbirine dü şürdüğü<br />
için, önce varl ığa nüfuz edecek alet, Ak ıl üzerinde dü şünme& karar verdiler.<br />
Buradan gerçek ve ideal aras ındaki tezad ı, tamamlay ıc ılığı, karşıl ıklı<br />
alakay ı, derin münasebeti gördüler. Insanlara örnek olacak ideal cemiyetin<br />
plan ın ı kurdular. Orada felsefe, kör realitenin bata ğında ilk kurbanlar ını<br />
verdi: Sokrates öldürüldü, Platon esir pazar ında sat ıldı, Aristo akl ın kanunlariyle<br />
realite aras ındaki münasebeti o kadar derinle ştirdi ki filozof,<br />
insanlar ı ideale doğru sevkedici hakiki mission'unu unuttu. Bununla beraber<br />
İlk-çağ sitesi y ık ılınca bu içtimai hercümerç içinde filozofun vazifesi<br />
tekrar canlan ıyordu; o fikir dernekleri kuruyor, oraya "Dünya hem şerileri"<br />
ni çağırıyordu.<br />
Platon şöyle diyordu: "ya hilkümdarlar filozof veya filozoflar hükümdar<br />
olduğu zaman insanlar mes'ud olur" (3). Fakat ne hükümdarlar filozof<br />
oldu, ne filozoflar hükümdar! Bunun en, ulvi, en feci tecrübesini bizzat kendisi<br />
yapmışt ı. O halde filozofun rolü bu kötülüklerle dolu dünyada yaln ızca<br />
nasihat edip geçmeden mi ibaretti? ideale ula şmak için en elveri şli yolu tu-<br />
278<br />
(1) Hilmi Ziya, A ş k Ahl â, k I.<br />
(2)HilmiZiya, İ nsani Vatanperverlik.<br />
(3)Platon, Devlet (Politea).
tanlar ın kurduğu bir "seçkinler cemiyeti" ile i ş hal olabilir miydi? Cemiyet,<br />
as ıl büyük kitle ve onu kendi keyiflerine göre sevk ve idare edenler bu<br />
cemiyetin dışında kalm ıyacak m ı, ve bu böyle oldukça filozofun, hatta filozoflar<br />
cemiyetinin gayretleri bo şuna değil miydi? (1). Bu durumda filozof<br />
cemiyetin, kötülüklerine kar şı mukavemet için inzivas ına çekilebilir, hayata<br />
karşı koyabilir, veya dünyan ın ak ışına kendini b ırak ır, ıztırab ın ı eğlence<br />
içinde avutabilirdi. Buradan s t o i k ve e p i k ur i e n iki filozof tipi<br />
ç ıkt ı. Farabî stoik'çe ya şadı , İbn Sina ise hükümdar saraylar ına tenezzül<br />
etmedi; fakat epikürien bir hayat sürdü.<br />
Halbuki dünya de ğişiyordu. Peygamberler dünyaya yeni bir hakikat<br />
getirmi şlerdi Sami dehan ın ifade etti ği bu hakikat bütün insanlar ın tek,<br />
mücerred, üniversel Allah etraf ında birle şmeleri idi. Dünya, sitelerin hatta<br />
imparatorlar ın y ık ılan c a s t eli nizam ı yerine manevi birlik ve bütünlük<br />
istiyen müsavi bir insanl ık nizam ı ar ıyordu. Bu yeni dünya, filozoflar<br />
ın düşünmediği "Aşkın varl ık" üzerine dikkat ı çekiyordu. Naturalizmin<br />
ç ıkmazlar ım, üstünü aşağı ile aç ıklama imkans ızlığın ı işaret ediyordu.<br />
Filozoflar ın yeni dünyaya gözlerini çevirmesi zaruri idi. Fakat uzun müddet<br />
bu mümkün olmad ı. Yunan dehasiyle Sami daha uyu şamadan kald ılar. Filozof<br />
yeni dünyan ın değerler nizam ına yabanc ı idi. Onun stoik veya epikurien,<br />
fakat daima kenarda kal ışı bundandı.<br />
Ancak 12 inci yüzy ıldan sonra felsefe mission'una döndü. Yeni dünyan<br />
ın değerler nizam ını sistemle ştirmeğe başladı. Bütün bilgiler imanın<br />
etraf ında toplan ıyordu: Summum Theologicum bir bilgi ansiklopedisi değil,<br />
bir hayat organizasyonu idi. Felsefe bu mis şion'unda yeni ça ğ başına<br />
kadar devam etti. Bir yandan ideâlle gerçek aras ındaki münasebeti organize<br />
ederken, bir yandan bilgilerin geli şmesini temin ediyordu. Fakat dün<br />
ya tekrar de ğişiyordu. Bu sefer insani de ğerlerin mertebesi alçalmadan,<br />
bilginin ve tekniğin hızl ı geli şmeleriyle birlikte cemiyet yeni bir nizama<br />
doğru gidiyordu. Önce monar şilerin sonra demokrasilerin meydana ç ıkt<br />
ığı bu büyük kitle nizam ında filozofun hedefi ba şkaydı : siyaset ve ahlaki<br />
kendi haline b ıraktı. Dikkatini yaln ızca ta şkın bir geli şme gösteren bilgi<br />
ve tekniğin muhtaç olduğu metodlara çevirdi. Metod ara şt ırmas ı filozofu<br />
bir ilimler ayarlay ıc ısı, bir fabrika müdürü haline getirdi. Descartes, "Metod<br />
üzerine konu şma"da ahlâka dair dü şüncesini dört sat ırla hulâsa ediyordu.<br />
Filozofun cemiyete kar ışmay ışı çok sürmedi. Bizzat cartesienler bu<br />
imkans ız vazifeden yaz geçtiler. Spinoza demokrasinin prensiblerini koydu.<br />
18 inci yüzy ıl düşünarlerinde gelecek yüzy ılın bütün inkilaplar ı hazır-<br />
(1) islâm ,dünyas ında "İhvan-üs-safW bu gaye ile kurulus bir cemiyet idi.<br />
279
lan ıyordu. Filozoflar art ık yaln ız ideal gösterici de ğil, ideâle gitmek için<br />
yollar ı aç ıcı oldular. Ideal ile gerçek aras ında köprü olan bir üçüncü kavram<br />
meydana ç ıkt ı : İ deol o g i e. Filozoflar idealist olduklar ı kadar<br />
da ideolog olmal ıdırlar. Peygamberler sona ermi ştir. Onlar büyük<br />
yollar ı gösterdiler. Bir daha vahy gelmiyecektir. Fakat ideâle nas ıl ve ne<br />
yollardan gidilmeli? Bunu dü şünmek, filozoflar ın işi idi.<br />
Kant' ın Copernic tarz ında inkilab ındanberi felsefe insan ı bütün kuvveti<br />
ve şümulü ile ağırl ık merkezi diye alm ışt ı. Onu takib edenler insan ın<br />
eseri olan kültüre e ğildiler. Filozofun vazifesi kültür yarad ışm ın rehberi<br />
olmakt ı. Fakat kültür ferdin de ğil, cemiyetin eseri idi. O Objektif Ruh'-<br />
tu; onu cemiyet, hatta iradesi olan devlet yapacak, filozof bu yarad ışı sistemle<br />
ştirecekti. Orta ça ğdaki ilahi değer nizam ın ın yerini şimdi kültür değerleri<br />
nizam ı almışt ı. Kilisenin yerine Alman devletinin iradesi geçmi şti.<br />
Filozofun bu yeni vazifesi kültürün kurulmakta, devletin millile şmekte<br />
olduğu bütün memleketlerde akisler buldu (1).<br />
Şu kadar var ki cemiyetlerin geli şmesi orada durmuyordu: cemiyetler<br />
içinde yeni içtimai s ın ıflar ın doğu şu, s ınıflar aras ı münasebetler, milletler<br />
aras ı münasebetler yeni gerginlikler, yeni meseleler meydana ç ıkar<br />
ıyordu. Cemiyet, yekpare bir bütün de ğil, bir zümreler, cemaatlar, hatta<br />
ki şiler bütünü idi. Kültür yarad ışı yaln ız "Toptan cemiyet"in ve devletin<br />
işi değil, cemiyeti yarat ıc ı k ılan ki şilerin i şi idi. Kişiler ne kadar yarat ıcı<br />
ise cemiyet ve kültür de o kadar yarat ıcı olacakt ı. Bundan dolay ı ilk çağ. -<br />
danberi filozofun bir türlü terk etmedi ği "Ak ıl" ve cemiyet düzenini a şan<br />
trade nin rolü meydana ç ıkt ı. Filozof bu rol üzerine bütün kuvvetile dikkati<br />
çekti: Fikir hareketi de ğil, hareket fikri yap ıyordu. Incil, " İbtidada<br />
her şey kelam (Verbe) idi" diye ba şlar. Halbuki Faust " İbtidada<br />
her şey hareketti (A c t i o n)" diyordu. Filozof, " İrade"yi,<br />
"Kudret iradesi"ni, hareket ve fi'li, "Pratik fayda"y ı, "Istek fi'li"ni (2),<br />
"Hayat hamlesi"ni zekan ın yerine koyuyor, yirmi be ş asır değerler nizamımn<br />
mihrak ı olan ak ıl yerine bu vazifeyi yarad ıcı faaliyete veriyor. E ğer<br />
dü şünce hareketi değil, hareket dü şünceyi yap ıyorsa, o halde filozofun rolü<br />
son derecede büyük demektir. O eskiden haz ır bir değerler düzeninde ke şf<br />
edici ve yol gösterici iken, şimdi sars ılm ış bir dünyada yeni bir değerler<br />
düzeninin kurucusu olmak istiyor. Yeni mission'u onu rehber olmaktan<br />
çok ileriye, yap ıcı ve yarat ıcı olmağa götürüyor. Yunanl ı için en yüksek<br />
değer "Temasa", en a şağı değer "Hareketı"di. Modern filozof as ıl hare-<br />
280<br />
(1) Romantizmin milliyet hareketi ile beraber önce Avrupa milletlerinde sonra<br />
Şark'ta uyand ırdığı akisler ve bunun yer yer yeti ştirdiği mevzil modernistler,<br />
kültürcüler ve rehberler bunlardand ır.<br />
(2) acte volitif = B. Croce'nin görü şüne nazaran
ketten ç ıkan temaşaya, değiştirilmiş dünyaya değer veriyor. Bunun için<br />
yeni filozof yaln ız idealist değil, ayni zamanda ideologdur.<br />
Bunun içindir ki asr ımıza ideolojiler asr ıdır dense yanl ış olmaz. "Sosyolog<br />
bu günkü insan ın ideologlar hükmünde; psikolog ise kompleksler<br />
hülçmünde olduğunu gösteriyorlar". Fakat bu hadiseye maraz.i gözüyle bakılamaz.<br />
Onlar gerçekle ideal aras ına at ılmış köprülerclir. Insanl ık yeni<br />
zaruretler önünde mütemadiyen tecrübelere giriyor. Hiç birinde derin<br />
ara şt ırmağa, kontrola vakit bulam ıyor. Çoğunda eski fikirler yeni ihtiyaçlara<br />
göre acele kal ıba dökülüyor. Bazan bir fikir farkl ı bir hareketin<br />
sembolü oluyor. Bazan hareket fikri bekliyemiyor. İlk taşı att ıktan sonra<br />
fikir onu takib ediyor. Fakat içtimai zarure',,lerin bütün bu h ızlanışlar ı ,<br />
s ıçray ışlar ı, intizams ız at ılışlar ı fikri şa şırt ıyor. Yanl ış rehberliğe, "Ismarlama"<br />
fikircili ğe götürüyor. Hareket adam ı fikir adam ından beklediği<br />
süratli hükümleri bulamad ığı, ikisinin çal ışma ritmi birbirine uymad ığı<br />
için; tedariksiz ve kifayetsiz kendi hareketinin fikrini yaratma iddias ına<br />
kalk ıyor. Bütün bu inhiraflar, z ıkzaklar, uyu şmazl ıklar yüzünden içtimai<br />
hareketleri ifade eden bir çok cereyanlar hakikatte derinlikten ve bundan<br />
dolay ı doğruluktan mahrum sahte ideolojiler halini almaktad ır.<br />
Filozofun en büyük mission'u i şte burada meydana ç ık ıyor. Onun vazifesi<br />
her zaman oldu ğu gibi ideal adam ı olmakt ır. Fakat bugün vazifesi<br />
ideâle götürmek iddias ında bulunan ideolojileri kontrol etmek, tenkid etmek,<br />
sahtelerini meydana ç ıkarmak ve insanlara ideâlle gerçek aras ında<br />
hakiki yollar ı göstermektir. Bunun için de her zaman oldu ğu gibi filozof<br />
ilimlerin yard ımından faydalanacakt ır. Onun bu zahmetli işte geni ş bilgiye<br />
ihtiyac ı vard ır. Burada filozofu kendini bilgiye vermi ş insanlarla<br />
kar şılaşt ırmally ız. Onun bilgiye ihtiyac ı vardır, fakat o bir ihtisas,<br />
adam ı, bir "mütebahhir" de ğildir. Insani bilginin bütün çeşitlerinden<br />
faydalanma ğa mecbur ise de o bir dil et t a n t e da değildir.<br />
Fikri insan ın uğraşt ığı bütün konular ı kucakladığı halde o bir e sp<br />
r i t u n i v er s el de de ğildir. Çünkü bu insanlar hiç te filozof olmaks<br />
ızın bu işleri yapmaktad ırlar. Eski çağlarda filozofun ansiklopedik bilgi<br />
adam ı olduğunu söylerler; böyle diyenlere göre ilimler ihtisasla ştıkça<br />
felsefeden ayr ılmış ve filozofun bütün filmlerle u ğra şmas ına luzUm kalma-<br />
mışt ır. Bu görü ş doğru değildir. Hiç bir as ırda felsefe bütün bilgiyi is-<br />
tilâ etmemi ştir. Aristo zaman ında da matematikte, tabiat ilimlerinde ih-<br />
tisas adamları vard ı. Fakat filozof kendi binas ı için lizımgelen malzeme-<br />
yi toplamaktayd ı. Bu gün insan bilgisinin son derece geni şlemesi bunu<br />
güçleştirmi ş olsa bile, filozof yine de yolu üstündeki karanl ıklar' da ğıtmak<br />
281
için ihtisas adamlar ından, ilimlerden ayr ı ayrı faydalanmağa mecbur olmaktad<br />
ır: ta ki ideolojilerin tam tahlilini yapabilsin.<br />
Jaspers'in dediği gibi filozof her devirde müstakil insan olmu ştur. Bu<br />
onun maddi ihtiyaçlar ın ın azl ığından, zühd hayat ı yaşamasından, Mythos'-<br />
lardan s ıyrılm ış olmas ından, devlet i şlerine ve siyasete kar ışmamas ından<br />
ileri gelir. Hareketin en kesif oldu ğu devirde hayatta en büyük rolü olacak<br />
filozof için dahi Dione ideali de ğerini muhafaza etmektedir. Onun<br />
müessirliği bu sayededir. Dünyaya ra ğbet etmemesi, dünyan ın ondan ürkmüş<br />
olsa bile yine ehemmiyet vermesine sebeb olur. Sözünün geçmesini bu<br />
sayede temin eder. Bunun için de filozofun nas ıl düşünüyorsa öyle ya şamas<br />
ı lazımdır. Filozofta aranan bu şahsiyet bütünlüğü fikirlerinin tesirli<br />
olması içindir. Eğer o yaln ızca ak ıl öğreten insan olsayd ı, hareketlerine<br />
bakmağa lü'zum kalmazd ı .<br />
Bazılar ı (mesela Heidegger) derler ki bugünün filozofu kurulmu ş sistemleri<br />
reddetmelidir. Eski görü şleri bir yana koymal ı ; hatta de ğerler hizam<br />
ın ı bir yana koymal ı ; yalnızca kendi var olu şunun dram ını yaşamal ıdır.<br />
Filozofun kaderi, bu derin varl ık maceras ına nüfuz etmeğe cesaret etmesiyle<br />
bütün insanlardan ayr ıl ır. Günün adam ı (alim, siyasi, iş adam ı v.s.) hayatın<br />
sath ın ı görür, derinli ğine bakmaktan ürker. Filozof ise as ıl bu hayat<br />
maceras ının en derin problemini, varl ık ve yokluk problemini ele al ır. Başka<br />
hiç bir problem onu ilgilendiremez. Bu hakiki konusunu ke şfetmesi için<br />
de önce bütün haz ır problemleri red ile i şe başlamal ıdır: akl ın reddedilmesi<br />
(1), cmiyetin reddedilmesi (2), Allah' ın reddedilmesi (3), birbirini takibeder.<br />
Bu görü ş filozofun rolünü cemiyetten, umumiden, mü şterekten tamamen<br />
uzak olan " şahsi" ye, "orijinal" e kendi kendini yaratt ığı kabul edilen<br />
"insani var oluş" a hasretmektir.<br />
Fakat bizce bu görü şte müdafaa edilir taraf görülmüyor zaman ımız ın<br />
en yayg ın cereyan ı olmas ına rağmen diyebiliriz ki o felsefeyi sübjektivism<br />
ç ıkmazına götürmektedir. İnsan var olu şunu kendi ba şına kazanm ıyor.<br />
Şuur daima "bir şeyin şuuru" dur. Yine kendi ba şım ıza değil, ancak "alemde"<br />
var ız. Varl ığımız başkalariyle kaimdir. "Ben" bir hareket noktas ı de-<br />
ğil, bir ulaşma noktas ıd ır. Oraya ancak objeyi süjeden ay ıracak uzun tecriibeler<br />
yapt ıktan sonra ula şıyoruz. O zaman dahi insan kendi ba şına mevcut<br />
de ğildir. Ruhlar birbirine kar şıl ıklı nüfuz halindedir. San'at ın, ahlak ın<br />
ve dinin mümkün olmas ı bundand ır. "Başkas ı" yaln ız teknik bir alet gibi<br />
282<br />
(1) Varlığın derinliğinde irrationnel köklerin bulunduğunu söylemek akl ın<br />
reddedilmesi demek de ğildir.<br />
(2) Sartre'da, Merleu-Ponty'de, Monnerot'de bunu görüyoruz.<br />
(3) Bunun en Uriz misali F. Nietzsche'dir
al ındığı zaman bize yabanc ıdır. O zaman o s ırf bir bilgi varisidir ve herhangi<br />
bir ş e y ' den farks ızd ır. Fakat birer ki şi olan insanlar aras ında<br />
münasebetler s ırf hayvanl münasebetler olmad ığı gibi, sırf bilgi ve teknik<br />
münasebetleri de değildir. Onlar ı birbirine bağlıyan, değer münasebetleridir.<br />
Ahlaki ve dini mümkün k ılan ve ruhlar aras ı iştidki doğuran bu a şk ın münasebet<br />
olmasa insanl ık ortadan kalkard ı. Insanla hayvan aras ındaki en<br />
büyük fark (Scheler'in gösterdi ği gibi) zeka ve bilgi fark ı değildir; çünkü<br />
bu bak ımdan aralar ında ancak derece fark ı olduğu söylenebilir. Fakat objektif<br />
ruh halinde görülen değerler fark ıdır. Bunun için de birbirine mutlak<br />
olarak kapal ı ayr ı varl ıklar, f e r d 1 e r olan insanlar de ğil, birbirine<br />
daima aç ık ki ş iler olan insanlar filozofun üzerinde dü şündüğü ve i şleyeceği<br />
ezeli konudur. Sokrates bu konuya dokunmu ştu; bu günün felsefesi<br />
de ayni konu üzerindedir.<br />
Jaspers insan ın hata eden varl ık olmas ından dolayı filozofun ba ğımsızlığını<br />
tehlikede görüyor. Halbuki onun ifadesi gibi mutlak bir ba ğımsızlık<br />
yoktur. Bu ancak insanlar ın içinde bulunduğu şartlara göre nisbl bir muhtarl<br />
ıkt ın Fakat insan ın "yamlabilir" olmas ı filozofu tehdid etmez. Çünkü<br />
onun nisbi muhtarl ığı yalnızca varl ık ve değerler kar şıs ında en büyük<br />
sorumlulu ğ u duymas ından, gelmetkedir (1).<br />
tl) En az sorumluluğu duyanlar yaln ızca harekete bağlı olanlardır.<br />
283
DÜZELTME<br />
Sayfa Satır Yanlış Doğru<br />
(Ön söz) 8 haz ırlık için haz ırl ık olduğu için<br />
(Içindekiler) 15 ictima ictimai<br />
1 11 geçirdiği geçerliği<br />
9 14 mevhurn mevhume<br />
22 18 sanat ı sanatç ığı<br />
24 4 edilemek edilemez<br />
27 32 müşahedeler şahitlikler<br />
30 6 Bir Bu<br />
31 18 Beratein Bernstein<br />
32 9 haliyle halinde<br />
32 17 H. Pirene H. Pirenne<br />
42 28 insanın ona ait insanın ve ona ait<br />
42 28 ancak yaln ız<br />
43 3 nevinden nevinde<br />
57 6 hiç ilmi hiç bir ilmi<br />
61 23 görüşlerini görünü şlerini<br />
65 11 meleklerin melekelerin<br />
68 8 coloillaire corollaire<br />
73 29 psikolojinin psikolojisinin<br />
81 36 Soincidentia Coincidentia<br />
86 20 doğdu doğru<br />
86 21 geçirilirken geçilirken<br />
87 19 değerlere değerlerde<br />
87 37 sebeplerden sebepten<br />
94 11 biyolojik biyoloji<br />
94 39 (2) Rationalisme (2) H. Reichenbach, Experience<br />
and Prediction<br />
95 15 olmas ına almas ına<br />
99 5 intibas ızl ık intibaks ızl ık<br />
99 27 tayit teyid<br />
100 5 olgunlarında olgular ında<br />
100 13 Terkibinin Terkibini<br />
104 4 rahipler terkipler<br />
104 27 articiciata artificiata<br />
117 .. VI VII<br />
119 16 Giord,ane Giordano<br />
120 31 beç be ş<br />
125 20 Nietcshe Nietzsche<br />
136 15 cemattan cemaattan<br />
137 34 görüşlü görüşü<br />
140 17 üzerinde üzerine<br />
159 20 Mutlaka Mutlak'a<br />
159 28 Yeni Yani<br />
182 5 belirtmesi eritmesi<br />
186 8 Tatibat Tabiat<br />
198 12 Kur'an Varl ıkla Kur'an Mutlak Varl ıkla<br />
199 38 Charnides Charmides<br />
200 6 Eudernania Eudemonia<br />
202 14 atarixa ataraxia<br />
204 33 intpt intera<br />
227 7 taa taat
Sayfa Satır Yanlış Doğru<br />
231<br />
235<br />
240<br />
33<br />
17<br />
ratinnelle<br />
Poralodelilinin<br />
rationnelle<br />
Paralodelilini<br />
240<br />
241 30<br />
Paroblogisme<br />
bir cevher kendisinin<br />
sebebi oland ır.<br />
Paralogisme<br />
kendisinin sebebi olan bir eevherdir.<br />
250<br />
253<br />
253<br />
256<br />
257<br />
31<br />
21<br />
26<br />
20<br />
27<br />
Paysaj<br />
hadisesi<br />
Engles<br />
Tabiaüstü<br />
keşif<br />
Peysaj<br />
hadise<br />
Engels<br />
Tabiatüstü<br />
kesif<br />
260 3 Mutlak' ı ile kavramağa Mutlak' ı kavramağa<br />
26 bölünmemişlik fiil bölünmemi ş fiili<br />
21,3 39 çal ışma çatışma<br />
;66 24 (silik) temas ını<br />
267 33 ötegi öteki<br />
277 27 için için için<br />
AÇIKLAMA<br />
Not (1)-28 inci sayfa, 12 inci sat ır ın sonuna ait:<br />
G. Bankroft'un Atlas Denizi Tarihi, Evolution de l'Humanit, Halfen Collection'u<br />
v.s... gibi.<br />
Not (2)-29 uncu sayfan ın 2 inci sat ır ının sonuna ait:<br />
Ch. Seignobos'un "Tarihte Metod" adl ı kitab ı, (Doktor Galip Ataç, tere.)<br />
Bernheim' ın ayni addaki Almanca eseri, ( Şükrü Akkaya tere.); Emin Ali<br />
(Çavl ı) n ın Tarihte Usul'e dair makaleleri (Yeni Mecmua, 1917); Fuad<br />
Köprülü'nün "Türk Edebiyat ı Tarihinde Usul" adl ı makalesi (Bilgi Dergisi,<br />
sa: I); Zeki Velicli'nin Tarihte Usul adl ı kitab ı intizams ız ve yanl ışlarla<br />
doluxtur. Esask tashihlerden sonra tekrar ne şredilirse bu kitab ı<br />
da tavsiye etmek kabil olur.<br />
Not (3)-37 inci sayfan ın 7 inci sat ır ın ın sonuna ait:<br />
Tarihin tabii şartları için bk. Lenglois et Signobos, La Mahode His,<br />
torique, Gaston Richard Les lois de l'Evolution, Rappoport v.s..